Ahıska Türkleri 11 yılda sessiz devrim yaptık
Transkript
Ahıska Türkleri 11 yılda sessiz devrim yaptık
Parlamento Hakimiyet Milletindir Kasım 2013 Sayı: 8 Ayl ı k sürel i yay ı n Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay: 11 yılda sessiz devrim yaptık Esaret ve sürgün çocukları: Ahıska Türkleri Tam yol demokrasi Kasım 2013 Sayı: 8 Fiyatı: 20 TL / Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL Kahramanmaraş Milletvekili Yazı İşleri Bilge Yavuz Cahit Yıldız Deniz Varol Elif Çelik Gökçe Doru Nehir Öztürk Pınar Ünsal Zeynep Yiğit Yahya AKMAN Şanlıurfa Milletvekili Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Yusuf Karaca Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili YAYIN KURULU Cahit BAĞCI Çorum Milletvekili Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Koordinasyon İsmail Demir Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cd. 13/5 Çankaya / ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Başak Matbaacılık ve Tanıtım Hiz. Ltd. Şti. T: 0312 397 16 17 Nuri USLU Genel Sekreter Yardımcısı 23. Dönem Uşak Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. K a s ı m 2 013 İçindekiler KAPAK 18 Tam yol demokrasi 24 Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay: 11 yılda sessiz devrim yaptık 29 Milletvekilleri ne diyor? DOSYA 39 58 Florya ve Yalova Atatürk köşkleri 62 Yılmaz Ateş: Siyaseti vatani bir görev olarak görüyorum 66 Prof. Dr. Yüksel Özden: Türkiye Asya’ya daha yakından bakmalı Sürgünde 69 yıl 44 Yunus Zeyrek: Diplomatik bir çözüm üretilmezse Ahıska Türkleri tamamen yok olacak 49 Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu: Ahıskalıların yurtlarına dönmesi bölgenin barışı açısından son derece önemli 4 Başkanın Mesajı DÜNYAPARLAMENTOLARI 5Birlik’ten 8Haberler 14Dünyadan 16 Hayati Yazıcı: Ahiliği hayatımızın merkezine koymak 56 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü 77 24 Kasım Öğretmenler Günü 34 İsveç Parlamentosu Geçmişin çatısı altında geleceği kurmak 78 Tarih Sahnesi 86Kitap 52 72 84 87Müzik 88Film 89Televizyon 90 Vekiller ne okuyor / ne izliyor 92 Sosyal medya günlükleri 94Unutmayacağız 68 Diyarbakır’dan Ankara’ya bir aydının siyasi portresi: Ziya Gökalp Kâmran İnan: Bu hassas dönemde devletimizi çok iyi korumamız gerekiyor 80 Yeşilçam romanının eskimeyen sayfası Sadri Alışık “O an”ın avcıları: Foto muhabirleri Öpülesi eller: Öğretmenlerimiz 93 İlknur İnceöz ile sosyal medya söyleşisi 4 Başkanın Mesajı Seçimler milletin geleceğini belirler 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel seçimlerin heyecanı şimdiden ülkemiz üzerinde olumlu bir hava oluşturdu. Köylerden şehirlere, mahallelerden büyükşehirlere kadar yönetimin bir kademesinde olmak isteyen binlerce kişi aday adayı olarak müracaatlarını yapmaktadır. Bazı siyasi partilerin ise adaylarını bir bir açıkladığını görüyoruz. Aday adayları kadar, vatandaşlar da seçimlerde aday olacak kişileri merakla bekliyor. Demokrasinin belki de en güzel yanı burada gizlidir. Ülke, şehir, belde, mahalle ve köylerin yönetiminde en önemli unsur seçimlerdir. Düzenli aralıklarla yapılan seçimler, milletin geleceği ile yakından ilgilidir. Çünkü vatandaş belli bir süre için yöneticilerini kendi seçer. Dönem dönem ülkemizde darbeler olmuş ve değişik açılardan vesayet sistemleri oluşturulmuştu. Oysa demokratik bir ülkede, iktidarın ve sorumluluğun kime verileceğini sadece millet belirler. Ülkemizde son yıllarda yapılan Anayasa değişikliği ve kanuni düzenlemelerle bu vesayet sistemini oluşturan yapılar bir bir ortadan kaldırılmıştır. Vesayet sisteminin yıkılmasının tabii bir sonucu olarak Türkiye göstermelik demokrasiden gerçek ve ileri demokrasiye geçme imkanı bulmuş oldu. Vatandaşın eli bu değişim ve dönüşüm sayesinde kuvvetlenmiştir. Seçimlerin düzenli yapılması, vatandaşın iradesinin sandıkta tecelli etmesi vesayet sahiplerinin gücünü kırmıştır. Şimdi bazı çevreler, vatandaşların sandıkta gösterdiği iradeye karşı “her şey seçim değildir” tezini ortaya koymaktadır. Seçim demokrasilerde asli unsurdur ve demokrasileri taze tutar. İnsanı merkeze yerleştiren, hizmeti ön planda tutan siyasi partiler ve adaylar seçimlerde başarı kazanırlar. Seçimin önemini küçümseyen yaklaşım, insan merkezli hizmetten uzak olan, halkın isteklerini önemsemeyen ve toplumu tek tipleştirmeye çalışan bir düşüncenin ürünüdür. Hızla değişen ve dönüşen dünyamızda seçmen ile siyasi parti/yönetici ilişkileri de değişmiştir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının ötesinde, sosyal medyanın da bir hayat biçimi haline gelmesi, eski klasik seçim kampanyalarını eskitti. Böylece insanlar kendini yönetenler ve yönetmeyi planlayanlarla sürekli iletişim halinde oluyorlar. Bir belediye başkanı, bir belediye meclis üyesi, bir muhtar bilgisayar ve akıllı cep telefonları aracılığı ile seçmenle sürekli etkileşim noktasına geldi. Artık yapılan hizmetler veya vatandaşların talepleri anlık olarak iletilebilmektedir. Seçim, ülke yönetimi açısından yeni heyecanlar demektir. Monotonlaşan ve hantal bir yapıya bürünen yönetim anlayışları seçimlerle canlılık kazanmaktadır. Memnun kalmadıkları yöneticileri değiştirme imkanı bulan seçmenler, seçimleri heyecanla beklemektedirler. Seçim insanların yönetime katılması anlamına gelir. Sandığa giderek kendini yönetmesi için oy kullanan vatandaş, sistemle sürekli barışık halde yaşar. Seçim, yeniden yapılanmadır. Ülkenin, şehrin, beldenin, mahallenin, köyün yönetiminde bir dönem içerisinde görülen yanlışların düzeltilmesi, yeni projelerin belirlenmesi ve yeni ufukların açılması bakımından da seçimler bir fırsattır. Sonuç olarak demokrasilerde en önemli husus seçimdir ve seçmenin önüne konulan sandıktır. Vatandaşımızın da kendine verilen bu fırsatı iyi değerlendirerek sandığa gitmesi ve gelecek dönem için kendini yönetecek olanlara oy vermesi gerekmektedir. Vatandaş, seçimleri ne kadar önemserse, vesayet sahiplerinin kendilerini tekrar ortaya sürme hayalleri de suya düşmüş olur. Saygılarımla. Kasım 2013 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı, Kahramanmaraş Milletvekili Seçim, ülke yönetimi açısından yeni heyecanlar demektir. Monotonlaşan ve hantal bir yapıya bürünen yönetim anlayışları seçimlerle canlılık kazanır. Birlik’ten Türk Parlamenterler Birliği’nden çağrı: Aile müessesesine sahip çıkalım Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, zayıf aile bağlarının çağımızın en önemli sorunu olarak görüldüğünü belirterek, “Boşanmaların arttığı bir dönemde herkes aile müessesesine sahip çıkmalı” dedi. İSTATISTIKLER Türkiye’de son yıllarda evlenme sayısı azalırken boşanmaların arttığını ortaya koyuyor. Bu durumun Türk toplumunun sahip olduğu güçlü aile bağlarını tehdit ettiği belirtiliyor. Türk Parlamenterler Birliği, bu konuya dikkat çekerek “Aile müessesesine sahip çıkalım” çağrısında bulundu. Zayıf aile bağlarının çağımızın en önemli sorunu olarak görüldüğünü belirten Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, “Aile yapımıza sahip çıkmak durumundayız. Aileye sahip çıkmak, anne-babaların sorunlarına eğilip bunlara çözüm üretmek, topluma sahip çıkmak anlamına gelir” dedi. Son yıllarda boşanma sayısında artış gözlendiğine işaret eden Pakdil, “Örneğin Kahramanmaraş’ta 2008 yılında 1184 aile boşanma sebebiyle dağılırken bu sayı 2012’de 1426’ya yükseldi. Boşanmaların artmasına karşılık yeni kurulan aile sayısında azalma meydana geliyor. Bu durumu hepimiz üzülerek görmekteyiz. Kahramanmaraş’ta 2008 yılında 11 bin 344 aile kurulurken bu sayı 2012’de 9 bin 152’ye düştü” diye konuştu. “Sorunları ötelemeyelim, çözüm arayalım” Nevzat Pakdil, istatistiklere göre evliliğin ilk yıllarına çok dikkat edilmesi gerektiğini, boşanmaların önemli bir bölümünün bu zamanlarda gerçekleştiğini ifade etti. Bir ailenin sağlam temellere dayanması için gençlerin de bilinçli olması gerektiğinin altını çizen Pakdil şunları söyledi: “Gençlerimize özgüven sahibi olabilmeleri, doğru kararlar verebilmeleri, doğrularının ve yanlışlarının arkasında durabilmeleri, hatalarını üstlenip sonuçlarına katlanma cesareti gösterebilmeleri için gerekli fırsatları tanımalıyız. Bunun için eğitim ve iletişim kanallarını doğru ve etkili kullanmak zorundayız. Eğer bunları yapmaz, aile yapımıza sahip çıkmazsak toplum olarak bizi sıkıntılı günler bekliyor demektir.” Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, eskiden dede, nine, anne, baba ve çocuktan oluşan güçlü bir aile yapısı olduğunu belirterek, “Günümüzde dedeler, nineler bayramdan bayrama görülüyor. Bu da ailenin yapısını zayıflatıyor. Değişimi yakalayacağız derken toplumsal çözülme ile karşı karşıya kalıyoruz. Hepimiz hayatımızı yeniden değerlendirelim ve aile yapımızı güçlendirelim. Aile müessesesinin önündeki sorunları ötelemeyip çözüm yolları arayalım” çağrısı yaptı. Kasım 2013 5 6 Birlik’ten Cumhuriyetimizin 90. yılı kutlu olsun TÜRKIYE Cumhuriyeti’nin 90. kuruluş yıldönümü 29 Ekim’de coşkulu törenlerle kutlandı. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, Cumhuriyetimizin 90. yılı dolayısıyla yaptığı açıklamada, “Büyük özverilerle yürütülen bağımsızlık mücadelemizin sonunda millet iradesini esas alan, milletin iradesini temsil eden Cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin kurulmasında emeği geçen bütün istiklal kahramanlarını rahmet ve şükranla anıyorum” dedi. Türkiye’nin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine doğru emin adımlarla ilerlediğini ifade eden Pakdil, “Türkiye önüne koyduğu hedefleri hayata geçirerek lider ülke konumuna gelecektir” değerlendirmesinde bulundu. “Savaş, iç çatışma ve darbenin olduğu yerde medeniyet kuramazsınız” TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Baş- kanı Nevzat Pakdil, Kahramanmaraş’ta Suriyeli sığınmacıların kaldığı çadırkenti ziyaret etti. İslam aleminin içinde bulunduğu kaos sebebiyle kan ve gözyaşının sel olup aktığını belirten Pakdil, “Savaşın, iç çatışmaların, terörün, darbelerin olduğu yerde medeniyet kuramazsınız. Hatta kurmuş olduğunuz medeniyetin izleri bile yok olur. Bunu Suriye’de görebilirsiniz. İslam eserleri bu iç savaşta bir bir yok oluyor, yıkılıyor” dedi. Çadırkent ziyareti sırasında Türkiye’nin terörle mücadesine değinen Pakdil, “Demokratikleşme paketleri ve çözüm süreci ile derinden kanayan bu yarayı tedavi Kasım 2013 etme imkanı bulduk. Barış ve huzur, bu bölgelerimizde son bir yıldır ciddi yatırımları da beraberinde getirdi. Türkiye bu huzur ortamında en hızlı büyüyen ekonomi haline gelmiştir. Bu süreci baltalamak isteyenler mutlaka olacaktır. Onlara en güzel cevabı bölge halkı verecektir, bin yıldır birlikte yaşayan bizler vereceğiz” diye konuştu. “Huzurumuzu bozmak isteyenlere müsaade etmeyeceğiz” Nevzat Pakdil, 2014-2018 döneminde Türkiye’nin uluslararası değer zinciri hiyerarşisinde üst basamaklara çıkmış, yüksek gelir grubu ülkeler arasına girmiş, mutlak yoksulluk sorununu çözmüş bir ülke haline gelmesinin planlandığını anımsatarak, “2018 yılında GSYH’nin 1,3 trilyon dolara, kişi başına gelirin 16 bin dolara yükseltilmesi; ihracatın 277 milyar dolara çıkarılması; işsizlik oranının yüzde 7,2’ye düşürülmesi hedeflenmektedir. Bu hedefler doğrultusunda ülkemizin büyüme performansının daha yüksek, istikrarlı ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulmasını, rekabet gücünün ve toplumun refah seviyesinin artırılmasını öngörmekteyiz. Tüm bunlar tam anlamıyla huzurlu bir ortamda gerçekleştirilir. Huzurumuzu, birliğimizi, dirliğimizi bozmaya yönelik davranışlara müsaade etmeyeceğiz” dedi. Birlik’ten “Köylerimiz muhtarların özverili çalışmalarıyla kalkınacak” TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil muhtarlarla bir araya geldi. Köylerin kalkınmasında muhtarlara büyük görev düştüğünü belirten Pakdil, “Muhtarlık yerel yönetimin en alt birimi olmakla birlikte halka en yakın olanıdır. Muhtarlar demokrasinin temel taşıdır. Türkiye’de ortalama her 1200 kişiye bir muhtar düşüyor. Bu da muhtarların sistem içerisinde ne kadar ehemmiyetli bir yerleri olduğunun göstergesidir. Zira Türkiye’de 34 bin 495 köy, 15 bin 198 mahalle olmak üzere tam 49 bin 693 muhtarlık bulunuyor” dedi. Muhtarlığın Osmanlı döneminde başlayan köklü bir yönetim sistemi olduğuna işaret eden Pakdil, “Demokrasimizin bu kadar köklü bir ayağı olan muhtarlıklarımızın, kendilerini değişen ve dönüşen dünyaya göre yeniden dizayn etmek gibi bir sorumlulukları bulunuyor. Çünkü değişimin arkasında kaldığınız zaman temsilcisi olduğunuz kitleye yeterli ölçüde faydalı olamazsınız” diye konuştu. “Türk Kızılayı’nın çalışmaları takdire şayan” TÜRK Parlamenterler Birliği, 29 Ekim-4 Kasım günleri arasında kutlanan Kızılay Haftası dolayısıyla bir mesaj yayımladı. Genel Başkan Nevzat Pakdil’in imzasını taşıyan mesajda, Türk Kızılayı’nın 145 yıldır mazlum ve mağdur halkların yanında yer aldığı ifade edildi. Türk halkının insani yardımlar konusunda tarihi ve kültüründen kaynaklanan güçlü bir geleneğe sahip olduğu vurgulanan mesajda, “Türk halkı ve kurumları doğal afetler, savaş, yoksulluk ve toplumsal çatışmalar nedeniyle zor durumda kalan ülkelere yardımda bulunmayı insani bir görev ve uluslararası toplumun istikrarında önemli bir unsur olarak görmektedir. Türkiye, bu düşünceden hareketle din, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin ihtiyaç sahiplerine süratle ve imkanların elverdiği ölçüde insani yardım ulaştırmaya gayret etmekte, bu amaca yönelik uluslararası çabaları her zaman desteklemekte ve katkıda bulunmaktadır” denildi. Türk Parlamenterler Birliği’nin mesajında, Türk Kızılayı’nın dünyanın dört bir yanına ulaşan yardım faaliyetlerinden gurur duyulduğu vurgulanarak, “Güçlü ve lider bir Türkiye, dünyadaki mazlum ve mağdur halklar için bir kurtuluş reçetesidir” ifadesine yer verildi. “Bir uzman gibi çalışmak gerekiyor” Nevzat Pakdil, yeni Büyükşehir Kanunu ile muhtarlıkların daha da önemli hale geldiğini belirterek şunları kaydetti: “Kırsal kalkınmada muhtarlarımıza önemli görevler düşmektedir. Özellikle tarım ve hayvancılık konusunda devletin verdiği teşvik ve desteklerin halka anlatılmasında, yeniliklerin buralarda uygulanmasında muhtarların bir uzman gibi çalışması gerekmektedir. Halkımızın bilinçlendirilmesinden tutun da sorunların tespitine kadar her aşamada muhtarlarımıza ciddi görevler düşmektedir. Köylerimiz muhtarlarımızın özverili çalışmaları ile kalkınacaktır.” Kasım 2013 7 8 Haberler 153 yıllık Marmaray rüyası gerçek oldu BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Mayıs 2004’te temelini attığı Marmaray’ın 13 kilometrelik ilk etabı uluslararası düzeyde katılımla açıldı. Açılışa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç ve Beşir Atalay, Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmut, Japonya Başbakanı Shinzo Abe, Romanya Başbakanı Victor Ponta, bakanlar ve İstanbul’un yöneticileri katıldı. Tören boyunca İstanbul Boğazı’nda görsel şölen yaşandı. Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’ne ait gemiler su gösterisi yaparken Marmaray’ı temsil eden maket metro vagonu da sunuma eşlik etti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül törende yaptığı konuşmada Cumhuriyet’in 90. yaş gününde hükümetin Marmaray gibi çok önemli bir projeyi vatandaşlara hediye ettiğini söyledi. Gül, Marmaray’ın sadece İstanbul ve Türkiye’nin değil, aynı zamanda dünyanın sayılı projelerinden biri olduğunu ifade etti. Bundan 153 yıl önce projesi çizilen Marmaray’ın bugün hayata geçtiğini belirten Cumhurbaşkanı Gül şunları söyledi: “Zannetmeyelim sadece Asya ile Avrupa kıtasının en yakın uçlarını birleştiriyoruz. Biz aynı zamanda en uzak uçları da bu tünel vasıtasıyla birleştiriyoruz. Atlas Okyanusu’nu Hint Okyanusu’na kadar birleştirmiş oluyoruz. Pekin’le Londra’nın arasını bağlayan bir tünel oldu bu proje. Marmaray, büyük bir mühendislik şahikasıdır. Yeni projeleri hep beraber hayata geçireceğiz.” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan asrın projesi Marmaray’ın anlamlı bir günde açıldığına dikkat çekerek şunları söyledi: “Marmaray’ı 29 Ekim’de, özellikle Cumhuriyet’in 90’ıncı kuruluş yıldönümünde açmak istedik. Zira bugün bu büyük proje ile hem Cumhu- Kasım 2013 Cumhuriyet’in 90. yaşına armağan edilen Marmaray, Asya ile Avrupa’yı denizin altından birleştirdi. riyet’imizi yüceltiyor hem de demokratik bir Cumhuriyet’in, istikrar ve güven içinde, kardeşlik ve dayanışma içinde bir Cumhuriyet’in neleri başarabileceğini ispat ediyoruz. Marmaray sadece bir İstanbul projesi değil, aynı zamanda bir insanlık projesi. İzmir’in, Trabzon’un, Diyarbakır’ın, 81 vilayetin projesi. Marmaray Pekin’den Tokyo’ya, Londra’ya kadar inşallah tüm dostlarımızın, tüm kardeşlerimizin bir barış, bir dayanışma projesidir”. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ise “Bu proje üzerinden yüzyıllar geçse de Türk milletinin hayallerini gerçeğe dönüştürmesinin kanıtıdır. Üsküdar, Marmaray projesini 153 yıl bekledi. Artık İstanbul Marmaray’dan önce, Marmaray’dan sonra diye anılıyor. Marmaray, İstanbul’un bilinen 6 bin yıllık tarihini 8 bin 500 yıla çıkardı” diye konuştu. Haberler TBMM’de etik konferansı Meclis’te beşinci parti: HDP TBMM İdari Teşkilatı, 2013 yılı eğitim planı kapsamında “Çalışma Hayatında Etik ve Etkileri” başlıklı bir konferans düzenledi. Konferansa Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Çağatay Üstün konuşmacı olarak katıldı. Etik ve ahlakın iki farklı alan olduğunu ve bunların en tepesinde de felsefenin bulunduğunu belirten Çağatay Üstün, “Yalan söylemeyi düşünmek ile yalan söylemek farklı şeylerdir. Yalan söylediğiniz andan itibaren ahlak sınırına geçmiş olursunuz ve ondan sonra hukuk devreye girer” dedi. Üstün, etiğin sadece çalışma hayatında değil her yerde olduğunu belirterek, “Etik ve ahlakın girdiği temiz bir yerde kirlenme oluşmaz. Herkese eşit olunuyorsa etik ve ahlak vardır. Günümüzde etik ve ahlaki sefalet dönemi yaşıyoruz. Dünyada siyasi ve ekonomik kriz yoktur, etik ve ahlaki kriz vardır” diye konuştu. Günümüzde ahlaki krizde kırılma yaşandığını belirten Çağatay Üstün, “21. yüzyıl etik ve ahlaki değerlerin dibe vurduğu, ama yeniden çıkması için ümitlerin korunduğu bir yüzyıldır. 21. yüzyılda ülkeler değişecek. Ülkeler, hukuktan ziyade etik ve ahlaki değerlerle yönetilmeye başlanacak” dedi. Soruları da yanıtlayan Üstün, kurumlarda etik kültürü yerleştirmeden önce insanlarda etik kültürünün yerleşip yerleşmediğine bakılması gerektiğine işaret etti. Üstün, etik kuralların dinî normlardan ayrı olduğunu da belirtti. Konferans sonunda “taşlama” şairleri Rasim Köroğlu ve Bekir Salim, Muharrem Atabay’ın bağlaması eşliğinde etik ilkeler konusunda atıştı. Köroğlu ve Salim’in atışması, zaman zaman güldürdü, zaman zaman duygulandırdı. Konferansa, AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler, TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Haydar Çiftçi ve daire başkanları ile personel katıldı. İşler ve Çiftçi, taşlama şairlerine plaket verdi. TÜRKİYE solu TBMM’de temsil edileceği yeni bir partiye kavuştu. Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) ilk kongresi Ankara’da gerçekleşti. Kongrede HDP Eş Genel Başkanlığına İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ve Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkcü seçildi. İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Abdullah Levent Tüzel ile Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney, HDP Parti Meclisi’ne giren isimler arasında yer aldı. Halkların Demokratik Partisi Genel Başkanı Sebahat Tuncel, toplumun dışlanmış kesimlerini partilerine davet ettiklerini söyledi. Tuncel, “Biz çaresiz değiliz. Başkalarını kendimize çare olarak görmek durumunda değiliz. Çare biziz. Biz kadınlar, ezilenler, gençler, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Lazlar, Aleviler, Sünniler adına siyaset yapmayacağız, onlarla birlikte siyaset yapacağız. İktidar adına bize dayatılanları kabul etmek zorunda değiliz” diye konuştu. Kasım 2013 9 10 Haberler “EXPO 2016 Antalya” projesi tanıtıldı GIDA Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehmet Mehdi Eker, “EXPO 2016 Antalya” projesini tanıttı. Dünyanın Botanik EXPO’su “Çiçek ve Çocu k ” tema lı EX PO 2016 Antalya’nın proje tanıtımı, Serik ilçesine bağlı Belek beldesindeki bir otelde yapıldı. Mehdi Eker, tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada, dünyada 160 yıldır bu tür organizasyonlar düzenlendiğini, ancak Türkiye’de ilk kez bir EXPO yapılacağını söyledi. Bugüne kadar EXPO’ların düzenlendiği şehirlerde EXPO ile özdeşleşen anıtların yapıldığını dile getiren Bakan Eker, Antalya’da da buna yönelik bir kule inşa edileceğini belirtti. 2016 yılında Antalya’da yapılacak EXPO’nun “Çiçek ve Çocuk ” tema lı olduğ unu hatırlatan Eker, “Biri insanlığın estetik ihtiyaçlarını karşılayan, yeşil, ekolojik dengeyi gözeten, muhafaza eden bir kavram, diğeri ise insanlığın geleceğini, masumiyetini, vicdanını, umudunu ifade eden çocuk” diye konuştu. Mehdi Eker, özel bitki alanlarının sergileneceği 1100 dönümlük EXPO alanında altyapı çalışmalarına başladıklarını, proje ihalesinin yapıldığını, artık uygulama aşamasına geçildiğini belirtti. EXPO alanındaki derelerin taşkın oluşturmaması amacıyla proje alanını korumaya yönelik altyapı çalışmalarının tamamlandığını anlatan Eker, projeye göre alanda bir gölet, bir tepe, bahçeler, yarışmayla belirlenecek anıtsal EXPO Kulesi, tarım ve çevre müzesi, kongre merkezi, teknoloji bahçesi, sosyal ihtiyaçlara yönelik oturma mekanları ve yiyecekiçecek alanları olacağını söyledi. Bakan Eker, alanın aydınlatılmasının bölgedeki iki dere ve atıklardan elde edilecek enerjiyle sağlanacağını dile getirerek çalışmanın alternatif enerji konusunda da önemli bir proje olacağını kaydetti. Bölgenin ziyaretçiler tarafından tamamıyla gezilebilecek konumda olacağını söyleyen Eker, “Türkiye’nin ilk EXPO’sunun projesinin tamamlanması ve uygulanma safhasına gelmesi önemli bir aşama. Gayemiz 2016’nın 23 Nisan’ında alanın ziyaretçilere açılmasını ve Antalya’nın Türkiye’yi en güzel şekilde temsil edecek hale gelmesini sağlamak. Tarihimizi, kültürümüzü, bitkisel zenginliğimizi, endemik türlerimizi, tarımsal ürünlerimizi, tüm potansiyellerimizi bu EXPO’da tanıtma imkanına sahip olacağız” diye konuştu. MHP, TBMM Grup Başkanvekillerini seçti MHP’NIN TBMM Grup Başkanvekilliklerine İzmir Milletvekili Oktay Vural ile Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu seçildi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin konuşmasının ardından basına kapalı devam eden MHP grup toplantısında, Grup Başkanvekillikleri için seçim yapıldı. Bahçeli, Grup Başkanvekilliği için Oktay Vural ile Yusuf Halaçoğlu’nu önerdi. Başka bir teklif olmaması üzerine Vural ve Halaçoğlu oybirliği ile seçildi. Böylece geçen dönem de Grup Başkanvekili olan Vural görevini sürdürürken, Mersin Milletvekili Mehmet Şandır’ın yerine Halaçoğlu gelmiş oldu. Kasım 2013 Haberler Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tarihî gün AK Partili 5 kadın milletvekili TBMM Genel Kurul çalışmalarına başörtülü olarak katıldı. Vekiller, bu kararlarının Meclis’te saygıyla karşılanmasından memnuniyet duyduklarını belirterek, “Bize yakışan bir ortam oldu” dedi. AK Parti Konya Milletvekili Gülay Samancı, Kahramanmaraş Milletvekili Sevde Bayazıt Kaçar, Denizli Milletvekili Nurcan Dalbudak ve Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, 31 Ekim’de TBMM Başkanvekili Meral Akşener başkanlığında toplanan Genel Kurul çalışmalarına başörtülü olarak katıldı. AK Parti Bursa Milletvekili Canan Candemir Çelik ise 5 Kasım’da TBMM Genel Kurulu’nda başörtüsü ile yer aldı. AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Sevde Bayazıt Kaçar, TBMM Genel Kurulu’na başörtüsüyle katılmasına ilişkin yaptığı açıklamada, “Demokratik bir şekilde herkes düşüncesini söyledi. Herkes birbirini saygı duyarak dinledi. Türkiye güzel bir tablo yaşadı. Tüm gruplar çok güzel bir şekilde duygularını yansıttı, düşünce özgürlüklerini kullandı ve konu kapandı inşallah” dedi. AK Parti Denizli Milletvekili Nurcan Dalbudak, “Bizi güzel bir şekilde karşıladıkları için diğer gruplara ve milletvekili arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz. 14 yıl önce Türkiye’ye yakışmayan görüntüler vardı, ancak bugün özgürlüklerin sonuna kadar yaşandığı, insanların hissettiği gibi giyindiği ve bunun da dışlanmadığı, ötekileştirilmediği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Mutlu ve gururluyuz. Bugün tarihî bir gün, güzel, şerefli bir gün” diye konuştu. “76 milyonun vekiliyiz” AK Parti Konya Milletvekili Gülay Samancı, “TBMM gayet ağırbaşlı ve anlayışlı bir tavır sergiledi, bize yakışan bir ortam oldu” diyerek duygularını dile getirdi. Çoğunlukla olumlu tepkiler aldıklarını belirten Samancı, “Farklı görüşten olan arkadaşlarımız da oldu, ama bu gayet normal. Herkes aynı düşünmek zorunda değil. Burada temel olan farklı düşüncede olan insanlara saygı göstermek ve anlayışla karşılamaktır” dedi. AK Parti Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, Türkiye’nin demokrasi standartlarının yükseldiğini söyledi. 76 milyonun milletvekili olduklarını vurgulayan Şahkulubey sözlerine şöyle devam etti: “Dün nasıl tüm başı açık kadınlarımızın vekili isek bugün de hem başörtülü hem de başı açık kadınlarımızın vekiliyiz. Türkiye’deki 76 milyonun vekiliyiz. Bu demokrasinin standartlarının yükselmesinin bir göstergesidir, bir normalleşme sürecidir.” AK Parti Bursa Milletvekili Canan Candemir Çelik ise konuyla ilgili değerlendirmesinde “Meclis çalışmalarına başörtülü katılma yönünde bir kararım oldu. Bundan sonra da böyle devam edeceğim inşallah” dedi. Kasım 2013 11 12 Haberler Türk Dünyası Parlamenterler Derneği kuruldu TÜRKIYE ve Türk dünyasındaki parlamenterler dernek çatısı altında bir araya geldi. Türk Dünyası Parlamenterler Derneği, farklı ülkelerden milletvekillerinin katılımıyla faaliyetlerine başladı. Genel Başkanlığını 23. Dönem Uşak Milletvekili Nuri Uslu’nun üstlendiği derneğin Yönetim Kurulu’nda Bursa Milletvekili Bedrettin Yıldırım, 19. Dönem İstanbul Milletvekili Kadir Ramazan Coşkun, 20. Dönem Isparta Milletvekili Ömer Bilgin, 20. Dönem İçel ve 22. Dönem Mersin Milletvekili Saffet Benli, 23. Dönem Adıyaman Milletvekili Şevket Köse, 19 ve 20. Dönem Tokat Milletvekili Ahmet Feyzi İnceöz yer alıyor. Denetim Kurulu’na 22. Dönem Kilis Milletvekili Veli Kaya, 23. Dönem Bolu Milletvekili Fatih Metin ve 23. Dönem Hatay Milletvekili Fevzi Şanverdi seçildi. İstişare Kurulu’nda ise Milli Eğitim eski Bakanı M. Vehbi Dinçerler ile İçişleri eski Bakanı ve İstanbul Milletvekili Abdülkadir Aksu yer aldı. “Büyük heyecan yarattı” Türk Dünyası Parlamenterler Derneği Genel Başkanı Nuri Uslu, Türk dünyasıyla ilgili çeşitli sektörlerde pek çok dernek ve birlik olduğuna işaret ederek, “Parlamenterler arasında böyle bir sivil yapılanmanın olmadığını gördük. Bunun üzerine Türk dünyasındaki parlamenterler arasında tanışmayı, kaynaşmayı, dayanışmayı ve işbirliğini sağlamak amacıyla Türk Dünyası Parlamenterler Derneği’ni kurduk” dedi. Derneğin Türkiye’nin yanı sıra Kazakistan’dan Azerbaycan’a, Kızgızistan’dan Özbekistan’a kadar tüm Türk dünyası ülkelerinde heyecanla karşılandığını kaydeden Uslu, “8 Eylül 2013 tarihindeki Genel Kurul’da Türk dünyasından parlamenter konuklarımız da vardı. Çok güzel konuşmalar yapıldı. Gelecekte gerçekleştireceğimiz çeşitli çalışmaların altyapısı oluşturuldu” diye konuştu. Nuri Uslu, Türk Dünyası Parlamenterler Derneği’nin faaliyetleri sayesinde yakın işbirlikleri kurulacağını, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda birlikte çalışmalar yapılacağını ifade ederek, “Bugünkü heyecana baktığımızda 3-5 yıl içerisinde derneğimizin hem etkili çalışmalar yapacağını hem de üye sayısının artacağını söyleyebiliriz” dedi. Kasım 2013 Haberler “Ulaşımda, İletişimde, Hayatın İçinde Ben de Varım” AILE ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, ‘‘Ulaşımda, İletişimde, Hayatın İçinde Ben de Varım’’ adlı sosyal sorumluluk projesi kapsamında düzenlenen “Sessizliğe Kulak Vermek ” etkinliğine katıldı. Fatma Şahin etkinlikte yaptığı konuşmada, toplantının başında “Mutluluk nedir?” diye sorulduğunu anımsatarak “Hep beraber çocuklarımız için, çocuklarımızın huzuru ve mutluluğu için çalışıyoruz. 76 milyon için çalışıyoruz. Gücümüzü birleştiriyoruz, enerjimizi topluyoruz, engelleri kırıyoruz. Yeni kapılar açıyoruz” dedi. Proje kapsamında bu yıl işitme engelli, geçen yıl da down sendromlu gençlerin istihdam edildiğini hatırlatan Şahin, bu gençlerin işe girdikleri ve yetenekleri keşfedildiği için ne kadar mutlu olduklarını anlattıklarına vurgu yaptı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ise etkinliğin bu yıl beşincisini gerçekleştirdiklerini, bugün itibarıyla 500 engelli gence proje kapsamında istihdam sağlandığını kaydetti. Projenin bunun çok daha ötesinde anlamları bulunduğuna işaret eden Yıldırım, Türkiye’de 10 milyona yakın engelli nüfusun toplumla kaynaşması için çok önemli bir adım olduğunu söyledi. 5 yılda 500 çalışana ulaşıldığını, gelecekte bu sayının çok daha artacağına inandığını dile getiren Yıldırım, PTT ve TCDD’nin de projenin içinde yer aldığını ifade etti. Yıldırım, ilerleyen dönemde projeye dahil olan kurum sayısının daha da artmasını beklediğini söyledi. Milletvekillerinden AK PARTILI BADAK’TAN BELDE ZIYARETLERI AK Parti Antalya Milletve- kili Sadık Badak, Dağbeli ve Bademağacı beldelerini ziyaret ederek vatandaşların sorunlarını dinledi. Badak, Döşemealtı Belediye Başkanı Nurettin Tursun, İlçe Başkanı Yusuf Mayıslar ve ilçe yönetim kurulu üyeleri ile birlikte Bütünşehir Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle kapatılıp Döşemealtı ilçesine bağlanacak olan Dağbeli ve Bademağacı beldelerinde ziyaretlerde bulundu. Antalya Milletvekili Sadık Badak, ilk olarak Bademağacı Beldesi meydanında halkla bir araya geldi. Tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlayan belde halkı tarım alanlarının darlığı, mera sıkıntıları, su ve yol gibi sorunlar yaşadıklarını belirtti. Köylülerin sıkıntılarını dinleyen Badak, “Hükümet olarak her zaman vatandaşın sorunlarını yakından takip ediyoruz, en kısa sürede taleplerinizi değerlendireceğiz, sıkıntılarınıza çözüm bulacağız” dedi. Döşemealtı Belediye Başkanı Nurettin Tursun ve İlçe Başkanı Yusuf Mayıslar, daha sonra Dağbeli beldesine geçerek halkın sorunlarını dinledi. Vatandaşların kapatılan Belde Postanesi’nin yeniden açılması talebine yanıt veren Yusuf Mayıslar, çalışmaların sürdüğünü ve sıkıntının en kısa sürede giderileceğini söyledi. Nurettin Tursun ise beldenin batısından geçen Antalya-Burdur karayolunun belde ile bağlantı sağlayan noktasındaki kavşak sorununun çözümü için söz verdi. BÜLENT TEZCAN: HIZMETLERIMIZLE MUTLUYUZ, GURURLUYUZ DIDIM Belediyesi’nce geçen ay ya- pımı tamamlanan Didim Belediyesi Huzurevi’nin açılışını CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Aydın Milletvekili Bülent Tezcan gerçekleştirdi. Tezcan’ın yanı sıra CHP Genel Sekreteri Bihlun Tamaylıgil’in de katıldığı açılış töreninin ev sahipliğini Didim Belediye Başkanı Mümin Kamacı yaptı. CHP’li Kuşadası Belediye Başkanı Esat Altıngün, CHP’li Akbük Belediye Başkanı Mehmet Erçin Sandalcı, CHP’li İncirliova Belediye Başkanı Fadime Orbay ve vatandaşlar da törene katıldı. Bülent Tezcan yaptığı konuşmada gerçekleştirilen hizmetin gurur verici olduğunu belirterek, “Didim Belediyemizin bir hizmet binasını daha gururla, onurla açıyoruz. Aydın’da sosyal demokrat belediyeciliğin ne olduğunu bilen, emek veren belediyeler var. Halkın kaynaklarını doğru yönlendiren halkçı belediye başkanlarımızı tebrik ediyorum. Biz milletin alınterini sosyal belediyecilik anlayışı ile toplayan namuslu, sosyal demokrat belediyecileriz. Onun için bir kentin kaynaklarını damla damla biriktirerek alınterimizle, namusumuzla o kentin halkının hizmetine açacağız. Mutluyuz, gururluyuz. Ulu Önder Atatürk’ün dediği gibi; Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir. O nedenle Cumhuriyet’in partisi, Cumhuriyet Halk Partisi de kimsesizlerin partisidir. Bu hizmette bu güzel örneği görüyoruz” dedi. Kasım 2013 13 14 Dünyadan Gürcistan’ın yeni cumhurbaşkanı Margvelaşvili Avusturya’da yeni hükümet AVUSTURYA’DA 6 milyona yakın seçmen, yeni parlamento ve yeni hükümeti GÜRCISTAN’DA yapılan cumhurbaşkanlığı se- çimlerinde “Gürcistan Rüyası” koalisyonundan aday olan Giorgi Margvelaşvili yüzde 67 oyla zafer ilan etti. “Bu zaferi mümkün kıldığı için İvanişvili’ye teşekkür ederim” diyen Margvelaşvili, seçimlerin özgür bir ortamda gerçekleştirildiğini belirtti. Başbakan İvanişvili ise sonuçların ardından yaptığı açıklamada, “Biz Avrupalıyız, bu seçimler bunu bir kez daha gösterdi. Gelecek 20 yılda, en başarılı ülkeler arasındaki yerimizi alacağız” değerlendirmesinde bulundu. Muhalefetteki Ulusal Birlik adayı Davit Bakradze de Margvelaşvili’yi tebrik ederek, “Muhalefet lideri olarak yeni hükümet ve cumhurbaşkanıyla çalışmaya hazırım” dedi. belirlemek için sandık başına gitti. Seçim sonuçlarına göre iktidardaki Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) oyların yaklaşık yüzde 26’sını alarak birinci parti konumunu korudu. Koalisyon ortağı Avusturya Halk Partisi (ÖVP) yüzde 24 oranında oy alırken, Avusturya Özgürlükçü Partisi’nin (FPÖ) oyları yüzde 22’ye yükseldi. Seçim politikalarını tamamıyla “yabancı ve İslam karşıtı” söylemler üzerine kuran FPÖ, AB dışından gelerek Avusturya’da yaşayan göçmenlerin sosyal yardım, sosyal konutlar ve çocuk yardımından faydalanmasına karşı çıkıyor. Ayrıca bir yıldan fazla işsiz kalan yabancıların da sınır dışı edilmesini talep ediyor. Seçimde Yeşiller yüzde 11 oranında oy alırken, uzun yıllar Kanada’da yaşadıktan sonra ülkesine geri dönen 81 yaşındaki milyarder Frank Stronach’ın kurduğu ve kendi adını taşıyan AB karşıtı parti de yüzde 6 ile Viyana’daki parlamentoya girmeyi başardı. Liberal eğilimli Neos Partisi yüzde 4,7 oy oranı ile yüzde 4’lük barajı aşabilen beşinci parti oldu. Seçimde parlamentonun 183 yeni üyesi belirlenirken, yapılan ilk tahminlere göre 2008’den bu yana süren SPÖ ile ÖVP arasındaki koalisyon hükümetinin bundan sonraki dört yılda da devam etmesi bekleniyor. Kış aylarında da güneşi görebilecekler NORVEÇ’TE bir kasabanın sakinleri, çevredeki tepelere yerleştirdikleri dev aynalar- la karanlık geçen kış aylarını aydınlatıyor. Başkent Oslo’nun 160 kilometre batısındaki 3 bin 500 nüfuslu Rjukan kasabası, ormanlarla kaplı tepelerle çevrili ve yılın altı ayı güneş ışığı almıyor. Kasaba yöneticileri, güneş ışığından yararlanmak için etraftaki tepelere üç adet dev ayna yerleştirdi. Bu aynalar, 600 metrekare çapında bir ışık hüzmesini kasabanın meydanına yansıtıyor. Rjukan Turist Bürosu Müdürü Karin Roe, bu sayede özellikle sonbahar ve kış aylarında kasabada daha çok etkinlik düzenlenebileceğini ve insanların daha sık dışarı çıkabileceğini belirtiyor. Bilgisayarla kontrol edilen dev aynalar, güneş ışınlarını yakalayacak en iyi açıya doğru döndürülüyor. 458 metre yükseklikteki noktalara helikopter vasıtasıyla yerleştirilen aynalar, 5 milyon krona (yaklaşık 1 milyon 736 bin TL) mal oldu. Kasaba sakinleri, daha önce 1928 yılında faaliyete geçen bir teleferik aracılığıyla kış aylarında etraftaki tepelere çıkıp güneşin tadını çıkarıyordu. Kasım 2013 Dünyadan Arjantin’de ara seçim 30 milyon nüfusa sahip Arjantin, Meclis’in yarısını ve Senato’nun üçte birini yenileyeceği ara seçimler için sandık başına gitti. Ülkede ilk kez 16-17 yaşındakilerin de oy kullanabildiği seçimlerde, iktidardaki Frente para la Victoria’nın oylarının ülke genelinde düşüş yaşadığı görüldü. İçişleri Bakanı Anibal Florencio Randazzo, son 30 yılın en iyi seçim organizyonunu yaptıklarını belirterek genel katılımın yüzde 75’ten yüksek olduğunu söyledi. İktidar partisi 24 bölgenin 12’sinde seçimleri kaybetti. Ancak Mendoza, Santa Fe, Cordoba ve başkent Buenos Aires gibi önemli bölgelerde ikinci veya üçüncü parti konumuna düşmesine rağmen, Frente para la Victoria’nın ülke çapında aldığı %32 oyla birinci parti olarak her iki meclisteki çoğunluğu devam edecek. Kuzey Kore’ye yeni Genelkurmay Başkanı KUZEY Kore lideri Kim Jong Un, mayıs ayında Genelkurmay Başkanlığına atadığı eski Savunma Bakanı Kim Kyok Sik’i görevden aldı ve yerine Ri Yong Gil’i getirdi. Kore Merkezi Haber Ajansı’nın haberine göre, başkent Pyongyang’daki anıtmezar ziyareti sırasında ülkenin genç liderine eşlik edecek üst düzey görevliler arasında Ri Yong Gil’in isminin de geçtiği belirtildi. Katı tutumuyla bilinen Kim Kyok Sik’in yerine, hakkında çok az bilgi bulunan Ri Yong Gil’in ağustos ayında atandığı tahmin ediliyor. Kısa süre Genelkurmay Başkanlığı yapan Kim Kyok Sik’in, Güney Kore’ye 2010’da düzenlenen ve 50 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırılardan sorumlu olduğu iddia ediliyor. Uluslararası haber ajansları, Kim Jong Un’un Genelkurmay Başkanı değişikliğini Güney Kore’yle ilişkilerin nispeten düzelmeye başladığı bir dönemde yapmasına dikkat çekiyor. Venezuela’ya “Mutluluk Bakanlığı” MART ayında hayatını kaybeden Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in başlattığı yoksullukla mücadele programları, bundan sonra “Yüksek Sosyal Mutluluk Bakanlığı” ile koordine edilecek. Kuruluşunu Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun duyurduğu bu bakanlık, temel tüketim maddelerinde stokçuluk yapan, fahiş fiyatlar belirleyen tüccarlara karşı mücadele edecek ve yoksulların konut, beyaz eşya dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlarını karşılayacak. Dünyada bir ilk olan “Yüksek Sosyal Mutluluk Bakanlığı” koltuğuna Başbakan yardımcılarından Rafael Rios atandı. Sultan’dan yeni şeriat yasası BRUNEI Sultanı Has- sanal Bolkiah, ülkede altı ay içinde yeni bir şeriat yasasının yürürlüğe gireceğini açıkladı. Yeni yasa, hırsızlık yapanların uzuvlarının kesilmesi ve zina suçu için recm cezalarını öngörüyor. Petrol Krallığı olarak bilinen Brunei Sultan-lığı’nda şeriat mahkemesinin geçmişte çoğunlukla aile anlaşmazlıklarını çözdüğü biliniyor. Ülkede Müslümanlar nüfusun üçte ikisini oluştururken azınlıklar çoğunlukla Budist, Hıristiyan ve yerel inançlılardan meydana geliyor. Kasım 2013 15 16 Ahiliği hayatımızın merkezine koymak A Hayati Yazıcı Gümrük ve Ticaret Bakanı Anadolu toprakları, Ahilik gibi kendinden sonraki zamanları aydınlatan, etkileyen, biçimlendiren bir hayat üslubunu ortaya çıkarmıştır. Bilgiyi hikmetle, ticareti ahlakla buluşturmak için Ahiliğe ihtiyacımız vardır. Kasım 2013 hilik, bilginin hikmetle buluşmasıdır. Bilgi, hikmetten uzaklaştıkça insanlığa hizmet etmekten çıkar, ahlaki değerler de o oranda göz ardı edilir, unutulur. Bugün ne yazık ki dünyada “hikmetsiz bilgi” hakimdir. Anadolu toprakları, Ahilik gibi kendinden sonraki zamanları aydınlatan, etkileyen, biçimlendiren bir hayat üslubunu ortaya çıkarmıştır. Bilgiyi hikmetle, ticareti ahlakla buluşturmak için Ahiliğe ihtiyacımız vardır. Koyduğu kurallarla Ahilik, güçlü bir ekonominin ve adaletli bir dünyanın temellerini oluşturmaktadır. Tarihte ahlakla ticaretin bir araya geldiği, bütünleştiği en eski sistem Ahiliktir. İş ahlakını toplumsal ahlaktan ayrı düşünmek mümkün değildir. Ahilik, ekonomik sistemin tüm aşamalarını planlamış ve standardize etmiştir. 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Anadolu’yu gezen, İpek Yolu’nu takip eden ve gezi notlarını kitaplaştıran yazarların, seyyahların ve diplomatların hemfikir olduğu husus şudur: “Türklerle ticaret yapıyorsanız hiçbir şeye ihtiyacınız olmaz ve asla zarar etmezsiniz. Çünkü onlar verdikleri sözü muhakkak tutarlar.” Bu hakikati ülkemizin yetiştirdiği kıymetli İktisatçı Profesör Sabri Ülgener şöyle açıklar: “İktisadi yaşayış, nerede ve hangi zamanda olursa olsun, yalnız mal ve eşya yığınlarının bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir. Bütün o yığınların altında ve gerisinde kendine has tavır ve davranışlarıyla insan gerçeği yatar.” Ekonomik analizlerde zayıf olan taraf, insanı çoğunlukla devre dışı bırakarak olup bitenlere sadece mal ve para akımı gözüyle bakmaktır. Ekonomi, dizi dizi rakamlar ve tablolardan ibaretmiş gibi görünür. Ama aslında bu tablolara bu rakamlara ruh ve can veren “insan” unsurudur. Bugün dünyada hüküm süren maddiyat odaklı ekonomik sistem, insanı insan olarak değil, sadece bir tüketici olarak gören anlayışı dayatıyor. Bu dünya ciddi bir sömürge dönemini yaşadı. Bugün dünyanın değişik yerlerinde yaşanan yoksulluk ve acılar bu anlayışın menfi sonuçlarıdır. Ahilik yıkmak değil, yapmaktır. Ahilik teşkilatını 12. yüzyılda Anadolu’da kuran Ahi Evran-ı Veli, Ahiliği şöyle tarif eder: “Ahi; her şeyde, her ortamda ve her çağda, denge ve düzen tutturandır. Dağıtan değil toparlayandır. Yıkan değil yapandır.” Bu anlayış, günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz değerleri özünde toplamaktadır. Gerçek manasında baktığımızda Ahilik, sadece bir farkla tam bir demokrasi hareketidir. O fark da demokrasilerdeki rekabetin yerine Ahilikte karşılıklı yardımlaşmanın olmasıdır. 17 Ahilikte ben yoktur, biz vardır. Bizim kültürümüzde ötekileştirme yoktur, kardeşlik vardır. Biz kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de, tüm insanlık âlemi için de isteriz. Kardeşlik, Ahiliğin temeli ve dayanağıdır. Biz dürüstlük, kardeşlik ve doğruluk ekseninde bir ve bütünüz. Önümüzdeki “çözüm süreci”nde kardeşliğimizi, birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederken, Ahilik tecrübemiz bize önemli bir yol gösterici olacaktır. Ahilik, tüketici haklarını korumaktır. Ahilik, üretimin toplam kalite yöntemlerine uygun olarak yapılmasıdır. Ahiler yaklaşık bin yıl önce kaliteli üretim kavramını hayata geçirmişlerdir. Ahiliğin kurduğu ekonomik sistem tüketicinin haklarını korur. Tüketicinin hakkını koruması gereken ilk kişi ise “üretici”dir. Ahilik, maddi üretimi ve buna paralel olarak manevi değerlere sahip olunması gereken asgari standartları getirmektedir. Bu önemlidir, çünkü üretimde belli bir standardı sağlamazsanız kalıcılık ve sürdürülebilirlik mümkün olmaz. Ahilik, kadınların iktisadi hayatın içinde yer almasıdır. Anadolu esnaflarının kurduğu ilk birlik olan Ahilik teşkilatı içinde yer alan kadınlar Bacıyan-ı Rum adı altında örgütlenmişlerdi. Ahi Evran-ı Veli’nin eşi Fatma Hanım’ın, kadınları Ahilik ilkeleri çerçevesinde bir araya getirdiği Teşkilat, Ahiliğin kadın kollarıdır ve tarihte kurulan ilk kadın teşkilatıdır. Önceleri Kayseri’de Ahi Evran tarafından kurulan sanayi sitesinde işlenen derilerin artık yünlerini değerlendirmek için bir araya gelen kadınlar; Ahilerle birlikte eğitim görmüş, sosyal, siyasi ve iktisadi birçok alanda faaliyet göstermişlerdir. Kayseri’deki sanayi sitesinde kadınlara ait iş yerleri vardı. Bacıyan-ı Rum Teşkilatı’na mensup kadınlar bu sanayi sitesinde el sanatları ve mesleklerini icra eder, kendilerine ait işyerlerinde, belirli bir disiplin ve iş ahlakı ile çalışırlardı. Örneğin 16. yüzyılda Osmanlı Devleti döneminde çamaşırhane işleten kadınlar vardır. Yine o dönemde Bursa’daki 387 ipek üretim tezgâhının 170’i kadınlara aittir. Faslı seyyah İbn-i Battuta birçok Türk yerleşim yerinde Türkmen kadınlarının toplum içindeki faaliyetlerini, iş hayatındaki başarılarını hayranlıkla anlatmıştır. Anadolu’da yüzlerce yıldır kadınların satış yaptığı pazarlar vardır. Hâlâ Anadolu’daki kadınların üretici ve satıcı olarak yer aldığı bu pazarlar, ürünlerinin tazeliğiyle tercih edilir ve çok güzel bir geleneği temsil eder. Ahilik, insan yetiştirmektir. İlk sosyolog olarak kabul edilen İbn-i Hal- dun diyor ki; “Su nasıl suya benzerse, bir milletin geçmişi de geleceğine öyle benzer.” Biz geçmişimize baktığımızda gurur duyuyoruz. Çünkü biz tarihî geçmişi en temiz olan, dünyaya en güzel örnekleri sunmuş bir milletiz. Bizim bugün yeniden tarih sahnesinde büyük ve güçlü devlet olma yolunda ilerlerken, toplumsal yapımızı insan odaklı ilkelerle inşa eden, biçimlendiren düşünce akımlarına ihtiyacımız var. Bilim dünyasından entelektüel dünyaya kadar, Hoca Ahmet Yesevi, Ahi Evran, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, İbni Sina, Mimar Sinan gibi insanlar yetiştirmeye ihtiyacımız var. Hacı Bayram Veli Hazretleri 9 bin beyitin üzerinde bir eser kaleme alan talebesine “Bunu yazacağına bir insan yetiştirseydin” demişti. Fatih Sultan Mehmet’i de ancak Hacı Bayram Veli’nin elinde yetişmiş bir Akşemsettin yetiştirebilirdi. Öyle olunca Fatih Sultan Mehmet, bir çağı açıp bir çağı kapatmaktan öte bir medeniyet inşa etmiş ve o medeniyet içinde binlerce insan yetişmiştir. Kıvılcımı yangına çevirecek feraset ve asıl marifet budur. Medeniyetler inşa etmek için önce insan yetiştirmek gerekir. Ahi Evran’ın eserlerini bugünkü çağın toplumsal yapısına entegre ederek insan yetiştirmemiz lazım. Bu çağın şartlarında, ama bilgiyle hikmeti birleştiren ilim adamı yetiştirmemiz lazım. Ahiliği gelecek nesillere aktarmak yine bizim en önemli görevimizdir. Bu çerçevede her yönüyle Ahiliği kuşatacak, tekrardan uzak, özgün, başvuru kaynağı olacak bir “Ahi Ansiklopedisi” hazırlatıyoruz. Bakanlık olarak her yıl eylül ayının son haftasında Ahilik kutlamaları yapıyoruz. Bu yıl Ahilik kardeşliğiyle, dostluk, birlik ve beraberlikle kutladığımız 26. Ahilik Haftası’nda, ülke genelinde tüm şehirlerimizde programlar yapıldı. Bizim hizmetlerimizin temelinde insana hizmet vardır. Ahiliğin de temeli insanın yetişmesidir. Bu anlamda Ahilik bizim köklü devlet geleneğimizin de önemli bir kaynağıdır. Hükümetimizin “insan” odaklı politikalarıyla, ülkemizin son yıllarda dünyadaki tüm olumsuz ekonomik şartlara rağmen gerçekleştirdiği büyümenin, dünya ülkeleri arasında oluşturduğu farkın temelinde hiç kuşkusuz toplumsal değerlerimizin harekete geçirdiği iç dinamiklerimiz yer almaktadır. Ahilik tecrübemiz, geleceğin inşasında sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için yol gösterici olacaktır. Kasım 2013 18 Kapak Kasım 2013 Kapak TAM YOL DEMOKRASİ 2000’li yıllar gelecekte Türkiye’nin demokrasi tarihini yazacaklar için birbirinden çarpıcı notlarla dolu. “Olağanüstü” yılların ardından atılan adımlar, “daha demokratik ve daha özgür bir Türkiye”yi hedefliyor. Kasım 2013 19 20 Kapak Türkiye’nin demokratikleşme yolculuğu Zeynep Yiğit “Demokratikleşme Paketi” yaklaşık bir aydır siyasetin en sıcak gündem maddelerinden biri. Bu konuda farklı görüşler dile getirilmeye devam ederken, pakette öngörülen bazı düzenlemeler yapıldı bile. Görünen o ki önümüzdeki dönemde hem paketin yankıları devam edecek hem de Türkiye’nin demokratikleşme yolculuğu... Kasım 2013 1990 ’lı yıllar… Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, Soğuk Savaş’ın sona erdiği zamanlar… Dünyada özgürlük ve demokrasi rüzgarları eserken Türkiye’de “olağanüstü hal”in yaşandığı dönemler… Terörün tırmanışa geçtiği, insan hakları ihlallerinin gündemden düşmediği, faili meçhul cinayetlerin birbirini izlediği günler… Bir de Başkent sokaklarında tankların yürütüldüğü, millet iradesi için tehlike çanlarının çaldığı “postmodern” süreçler… 1990’lar demokrasi açısından pek parlak değil Türkiye’de. Aslında öncesi de öyle. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, demokrasinin darbe yediği tarihler. İdam sehpaları, yasaklar, baskılar, işkencelerle insan haklarının postallar altına alındığı, acının kol gezdiği dönemler, demokrasinin de ülkenin de kara kışı; kötü yazgısı... 2000’li yıllar Türkiye’nin demokrasi tarihinde yeni bir sayfa… 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerin ardından atılmaya başlanan adımlar, Türkiye’nin daha demokratik, daha özgür bir ülke olması; devlet ile millet kucaklaşmasının sağlanması; huzur, güven ve refah ortamı içinde geleceğe yol alınması amacına yönelik. Bu çerçevede gerçekleştirilen ilk büyük hamle ise Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamasının sona erdirilmesi. 30 Kasım 2002 tarihinde OHAL ile ilgili dört aylık yeni bir uzatma kararı alınmaması on beş yıl süren bir dönemin de sonu. Terör nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Kapak bölgelerindeki bazı illerde 1987’de uygulanmaya başlanan OHAL’in tarihe karışması tüm Türkiye’de “olağan” yönetim şekline dönülmesi açısından önemli bir gelişme. 2000’li yılların başlarında demokratikleşme adına altı çizilmesi gereken bir başka nokta Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) kaldırılması. Güvenlik-özgürlük dengesinde güvenliğin ön plana çıkarılmasının bir göstergesi olarak değerlendirilen ve uygulamalarıyla çeşitli eleştirilere hedef olan DGM’lerin yargı sistemi içinde yer aldığı tarihler 1973-2004 arası. DGM’lerin yerine kurulan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin kaldırıldığı yıl ise 2012. Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi Demokratikleşme sürecindeki kilometre taşlarından biri, 2009 yazında başlatılan “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi”. Türkiye’nin demokrasi standartlarını yükselterek terörü sona erdirmeyi, toplumsal barış ve kardeşliği sağlamayı amaçlayan proje çerçevesindeki çalışmalar devam ediyor. Türkiye’nin demokratik değişim ve dönüşümüne yönelik reformlar insan haklarından eğitime, yargı alanından yerel yönetimlere kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanan Sessiz Devrim kitabında, “İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Alanında Atılan Adımlar” özetle şöyle belirtiliyor: “İşkenceye sıfır tolerans politikası başarıyla hayata geçirilmiştir. Faili meçhuller ve yaşam hakkı ihlalleri ülke gündeminden çıkarılmıştır. Gözaltı koşulları iyileştirilmiş ve kolluk merkezleri modernleştirilmiştir. Ölüm cezası kaldırılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına dayalı olarak yargılamanın yenilen- mesi yolu açılmıştır. Temel haklara ilişkin uluslararası antlaşmalar iç hukuk sisteminde üstün bir konuma taşınmıştır. Şeffaf bir yönetim için bilgi edinme hakkı getirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olarak siyasal ve sosyal alandaki örgütlenme ve hak arama özgürlüğünün sınırları genişletilmiştir. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı getirilmiştir. Kamu Denetçiliği Kurumu ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurulmuştur. Azınlıklara ait cemaat vakıflarının mülk edinmeleri kolaylaştırılmış ve önceki yıllarda el konulan çok sayıda taşınmaz başvuruları üzerine cemaat vakıfları adına kaydedilmiştir. Memurların sendikal hakları güçlendirilmiş ve kamu görevlilerine toplu sözleşme imkanı getirilmiştir. Kişisel verilen korunması ilkesi anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Tutuklu ve hükümlülerin, yakınlarının cenazesine katılmalarına ve ağır hastalık durumlarında ziyaret edebilmelerine imkan tanınmıştır. Çocuk hakları güçlendirilmiştir. On sekiz yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemeleri’nde yargılanması sağlanmıştır. Çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara bilinçli ve etkili bir şekilde müdahale edilmesi amacıyla Çocuk Hakları İzleme ve Değerlendirme Kurulu ve Çocuk İzlem Merkezleri kurulmuştur. Kadın hakları güçlendirilmiştir. Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun yürürlüğe girmiştir.” 12 Eylül’e yargı yolu açıldı “Bir sağdan astık bir soldan”… 12 Eylül adaleti ve uygulamaları 33 yıl sonra yargı önünde. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın yargılandıkları ve haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının istendiği dava karar aşamasına gelmiş durumda. 12 Eylül 1980 askerî darbesini gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi üyeleri hakkında soruşturma ve yargılama süreçlerinin başlatılması demokratikleşme çalışmalarının bir parçası. “Sivil Gözetim ve Denetim Alanında Atılan Adımlar” ise bu konuyla sınırlı değil. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi; Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin asker olması şartının kaldırılması; askerî yargının yetki alanının daraltılması; şehirlerde meydana gelen toplumsal olaylara valilerin daveti olmaksızın müdahale edilebilmesinin önünü açan Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü’nün kaldırılması; bazı kamu kurum ve Kasım 2013 21 22 Kapak kuruluşlarındaki askerî üye uygulamasına son verilmesi; Yüksek Askerî Şura kararlarına yargı yolunun açılması bu başlık altında ele alınan düzenlemeler arasında. Demokratikleşme sürecinde “Yargı Reformu” önemli bir yer tutuyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile Anayasa Mahkemesi’nin daha demokratik ve çoğulcu bir yapıya kavuşturulması amacına yönelik düzenlemeler; adil ve hızlı yargılamaya dönük iyileştirmeler; tutuklama, arama, telefon dinlenmesi gibi tedbirlere karar vermek üzere Özgürlükler Hakimi uygulamasının başlatılması; Aile Mahkemeleri’nin kurulması; hükümlüyü sosyal hayata hazırlamak amacıyla Denetimli Serbestlik uygulamasının kapsamının genişletilmesi; ifade hürriyeti ve basın-yayın özgürlüğü kapsamında ileriye yönelik yayın durdurma cezalarının kaldırılması yargı alanındaki reformlar arasında sayılıyor. “Talepler endişe ve tepkiyle karşılandı” “Önümüzdeki kasette Kürtçe bir şarkı yapıyorum. Kürtçe bir de klip çekiyorum. Bu klibi yayımlayacak yürekli insanların olduğunu biliyorum”… Ahmet Kaya, 12 Şubat 1999 tarihinde Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde söylediği bu sözler nedeniyle bir grup tarafından protesto edildi; sahneye çatal-bıçak fırlatanlar oldu. 14 yıl önceden bugüne çok şey değişti. Örneğin Türkçe dışında farklı dil ve lehçelerde radyo ve televizyon yayını yapılmasının önündeki engeller kaldırıldı. Protesto edildiği o gecenin ardından Türkiye’den ayrılan Ahmet Kaya’ya gelince… 2013 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, müziği, yorumu ve söylemiyle farklı görüşlerden çok sayıda insanı bir araya getirdiği gerekçesiyle müzik alanında merhum Ahmet Kaya’ya verildi. “Kültürel Hakların Genişletilmesi ve Eğitim Alanının Demokratikleştirilmesine Yönelik Adımlar”, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda oldukça önemli. Sessiz Devrim kitabında bu konuyla ilgili şu değerlendirmelerde bulunuluyor: “Yakın tarihimizde devlet yöneticilerinin davranışlarını belirleyen en önemli reflekslerden birinin yersiz korkular ve tabular olduğu söylenebilir. Özellikle ‘bölünme korkusu’ ve ‘topluma güvensizlik’ nedeniyle son derece masum ve demokratik talepler endişe ve tepkiyle karşılanmıştır. 1991’de kaldırılan, düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı için sağ ve sol yelpazeden pek çok yazarın cezalandırılmasına neden olan Türk Ceza Kanunu’ndaki 141, 142 ve 163. maddeler, Kürtçe konuşma, şarkı/türkü söyleme ve yayın yapmanın yasak olması gibi geçmişte bıraktığımız uygulamalar sahip olunan korku ve endişenin büyüklüğünü göstermektedir. Benzer Kasım 2013 Demokratikleşme sürecinde sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında da pek çok düzenleme yapıldı. şekilde farklı dillerde yayın yapılabilmesi, vatandaşlarımızın kendi dillerini öğrenebilmeleri, ülkemizdeki farklı dil ve lehçelerle ilgili üniversitelerimizde bölümler açılabilmesi, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla ana dillerinde görüşebilmeleri gibi son derece insani uygulamalar ancak büyük tepkiler göğüslenerek gerçekleştirilebilmiştir.” Sağlık ve sosyal güvenlik reformları Demokratikleşme sürecinde sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında da pek çok düzenleme yapılmış durumda. Bunlardan birkaçının satır başları şöyle: “Türkiye’deki devlet hastaneleri ve SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı çatısı altında birleştirilmesi; Aile Hekimliği uygulamasının hayata geçirilmesi; halk sağlığını korumak amacıyla kapalı alanlarda sigara içilmesinin yasaklanması; toplu konut projelerinin yaygınlaştırılması; Köylerin Altyapısını Destekleme (KÖYDES) ve Belediyelerin Altyapısının Desteklenmesi (BELDES) projelerinin uygulamaya konulması; Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyal kalkınmasına yönelik olarak Kapak Sosyal Destek Programı’nın (SODES) başlatılması; kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasında işbirliğini geliştirmek ve yerel potansiyeli harekete geçirmek amacıyla Kalkınma Ajansları’nın kurulması; engellilerin, şehit yakınlarının ve gazilerin hayatlarını kolaylaştırmaya yönelik sosyal politika uygulamalarının hayata geçirilmesi; çeşitli nedenlerle köylerinden ayrılan ailelerden geri dönmek isteyenlerin iskan edilmeleri amacıyla Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi’nin başlatılması; terör mağdurlarının zararlarının tazmin edilmesi.” Seçim sistemi için üç alternatif Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül 2013 tarihinde açık ladığı “Demokratikleşme Paketi”, 2002’den bu yana gerçekleştirilen reformların önemli bir aşaması. Paket yaklaşık bir aydır siyasetin en sıcak gündem maddelerinden biri. Yankıları daha uzun süre devam edeceğe benzeyen pakette, yeni seçim sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda üç alternatif tartışmaya açılıyor: Mevcut sistemle, yani yüzde 10 barajıyla devam etme. Barajı yüzde 5’e çekip 5’li gruplandırmayla Daraltılmış Bölge Seçim Sistemi’ni uygulama. Ülke barajını tamamen kaldırarak Dar Bölge Seçim Sistemi’ni getirme. Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına göre “Demokratikleşme Paketi”nde yer alan diğer maddeler özetle şöyle: Siyasi partilere devlet yardımının kapsamı genişletiliyor. Devlet yardımı için yüzde 7 olan mevcut oran yüzde 3’e çekiliyor. Seçime katılan siyasi partilerden yüzde 3’ü aşan oranda oy alanlara da Hazine’den ayrılan toplam kaynak içinden devlet yardımı yapılması öngörülüyor. Siyasi partilerin teşkilatlanmalarına kolaylık getiriliyor; ilçede teşkilatlanma için beldelerde teşkilat kurma zorunluluğu kaldırılıyor. Siyasi partilerde eş genel başkanlığın önü açılıyor. Tüzüklerinde yer alması ve iki kişiden fazla olmaması kaydıyla partilere eş genel başkanlık sistemini uygulama imkanı getiriliyor. Seçim Kanunu hükümlerine göre oy verme hakkına sahip olan herkesin siyasi partilere üye olabilmesinin önü açılıyor. Siyasi partiler ve adaylar tarafından yapılacak her türlü propagandada Türkçenin yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesi mümkün hale geliyor. Aynı şekilde ön seçimlerde farklı dil ve lehçelerde propaganda imkanı getiriliyor. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu Nefret saikiyle işlenmesi durumunda belirli suçların cezası artırılıyor. Belirli suçlar, kişinin dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse ceza daha da ağırlaşıyor. Kişinin, inançlarının gereğini yerine getirmesi dolayısıyla belli haklarını kullanmasını, belli haklardan yararlanmasını engelleyenler ceza kapsamına alınıyor. Bu sebeple işlenen suçun cezası da 1 yıldan 3 yıla kadar artırılıyor. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu kuruluyor. Dinî inancın gereğinin yerine getirilmesinin engellenmesi ceza kapsamına alınıyor. Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale edenlere ya da bunları değiştirmeye zorlayanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası getiriliyor. Türk Ceza Kanunu’nda belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyide kaldırılıyor. 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanun’da önemli değişiklikler yapılıyor. Toplantı yer ve güzergahının belirlenmesinde katılımcılık sağlanıyor. Ayrıca toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin süreleri uzatılıyor. Açık yerlerde güneşin batışından bir saat önceye kadar sürebilen toplantılar, güneş batmadan dağılacak şekilde; kapalı yerlerde saat 23:00’e kadar süren toplantılar da saat 00:00’a kadar yapılabilecek. Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önü açılıyor. Köy isimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engeller kaldırılarak 1980’lere kadar kullanılan tarihî isimlerin yeniden alınması mümkün kılınıyor. Kişisel verilerin korunmasına yasal güvence getiriliyor. Roman vatandaşların dil ve kültürleri ile karşılaştıkları sorunlara yönelik araştırmalar yapmak, çözüm önerileri üretmek amacıyla Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kuruluyor. TBMM’de tarihî gün “Demokratikleşme Paketi”nde yer alan bazı düzenlemeler kısa sürede hayata geçirildi. Kamuda başörtüsü yasağının kaldırılmasının ardından 31 Ekim 2013’te dört kadın milletvekilinin Genel Kurul Salonu’na başörtüsüyle girmesi sonucu TBMM’de tarihî anlar yaşandı. Geçen yıl ortaokullarda kaldırılan Öğrenci Andı uygulaması ilkokullarda da sona erdi. Dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırı olarak bilinen Mardin’deki Süryani Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı arazisi Manastır Vakfı’na iade edildi. Yardım toplamadaki kısıtlamalar kaldırıldı. Nevşehir Üniversitesi’nin adı “Nevşehir Hacı Bektaş Veli”, Siirt’in Aydınlar ilçesinin adı “Tillo” olarak değiştirildi. Görünen o ki Türkiye’nin demokratikleşme yolculuğu yeni reformlarla sürüyor. 2000’li yıllar ve yaşadığımız günler, gelecekte ülkemizin demokrasi tarihini yazacaklar için birbirinden çarpıcı notlar tutmaya devam ediyor. Kasım 2013 23 24 KapakSöyleşi Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay: 11 yılda sessiz devrim yaptık Türkiye’nin demokratik değişim ve dönüşüm sürecinde çok ileri adımlar atıldığını belirten Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, “11 yılda sessiz devrim yaptık. Bu süreçteki yasal düzenlemeler Meclis’in eseridir. Dolayısıyla demokratikleşme icraatlarının en büyük ortağı parlamentodur” dedi. Söyleşi: Songül Baş Fotoğraflar: Elif Çelik Kasım 2013 KapakSöyleşi Demokratikleşme çalışmalarını başlattığınız 2002 yılında nasıl bir Türkiye tablosu vardı? Demokrasi bağlamında bizim gördüğümüz tablo şuydu; Türkiye anormallikler yaşıyordu, normal bir demokrasi işlemiyordu. Ülkenin yaklaşık üçte birinde yıllardır süren, 47 defa uzatılmış Olağanüstü Hal vardı. Türkiye demok rasi açısından, özellik le de devlet-vatandaş ilişkileri bakımından çağdaş bir görüntü içinde değildi. Biz Türkiye’yi normalleştirme mücadelesi vermek üzere yola çıktık. Parti programımız, seçim beyannamelerimiz ve hükümet programlarımızda demokratikleşmeyi daima başa aldık. Bunu AK Parti’nin temel misyonu gibi gördük, öyle algıladık. Devlet-vatandaş ilişkilerindeki sorun neden kaynaklanıyordu? Olağanüstü Hal dönemlerinde normal hukuk sistemi bir kenara konuluyor; olağanüstü bir yönetim uygulanıyor, pek çok keyfilik oluyor. O dönemlerle alakalı bugün hâlâ konuştuğumuz, tartıştığımız şeyler var; işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, toplu ölümler… Ayrıca terör unsurlarıyla vatandaş adeta birbirine karıştırılmış. Önyargılarla vatandaşlara karşı haksız, adaletsiz uygulamalar, zulümler yapılmış. Bir sosyolog olarak o zamanlar pek çok toplumsal analiz gerçekleştirdim. Türkiye’de devletle vatandaş arasında büyük sorunlar vardı. Bu sadece terörün olduğu bölgedeki Kürt vatandaşlarla ilgili değildi. İnancını yaşamak isteyenler için de engeller vardı. Kıyafet engeli nedeniyle kızlarımız travmalar yaşadı; okuluna gidemedi, eğitimini yarıda bıraktı, mesleğinden istifa etti. Alevi vatandaşların başka sorunları oldu. Yani toplumun hangi kesimine baksanız şunu görüyordunuz; devlet kendi vatandaşıyla güvene dayalı bir ilişki yürütemiyordu. Biz Türkiye’nin normalleştirilmesi sürecinde vatandaşın devlete güveninin sağlanmasına büyük önem ve öncelik verdik. Demokratikleşme sürecinde ilk atılan adımlar neler oldu? 3 Kasım 2002 tarihindeki seçimlerin ardından hükümetimiz ilk Bakanlar Kurulu toplantısını 19 Kasım 2002’de yaptı. Bizim ilk icraatımız Olağanüstü Hal’in kaldırılmasıdır diyebilirim. Süresi 30 Kasım 2002’de doluyordu. Yeni bir uzatma kararı alınmadı ve Olağanüstü Hal kaldırıldı. Türkiye bunun ferahlığını hemen hissetti. Daha sonra Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldı. 28 Şubat sürecini hatırlarsanız, alternatif hükümet konumunda olan Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin yapısı yeniden düzenlendi ve Millî Güvenlik Kurulu’nun sekretaryasını yürüten bir büro haline getirildi. Avrupa Birliği ile ilgili çok büyük adımlar attık. 60 yıldır adeta beklemede olan Avrupa Birliği sürecini canlandırdık. Bu noktada özellikle şunu düşündük; Türkiye’yi normalleştirmede Avrupa Birliği rüzgarını da arkamıza almalıyız. Yoksa iç mekanizmalarla Türkiye’de istediğimiz normalleşmeyi, sivilleşmeyi sağlamamız zordu. Bu bilinçli bir şeydir. Yani Avrupa Birliği standartları, Kopenhag Kriterleri, Maastricht Kriterleri’nin Türkiye’nin normalleşmesine katkı vereceğini düşündük. Daha hükümet olduğumuz ilk günlerde çok hızlı bir Avrupa Birliği seferberliği başlattık. Dolayısıyla Avrupa Birliği sürecini daima çok önemli gördük, halen de görüyoruz. Son 11 yıllık süreçte sizin dönüm noktası olarak gördüğünüz tarihler, düzenlemeler nelerdir? Birinci dönüm noktası 3 Kasım 2002 tarihindeki seçimle milletin yaptığı değişimdir. İkincisi, daha önce ifade ettiğim gibi, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin yapısının yeniden düzenlenmesidir. Üçüncüsü ve en önemlisi 27 Nisan’daki bildiri karşısında hükümetin duruşu ve 28 Nisan’da yaptığı açıklama- Kasım 2013 25 26 KapakSöyleşi dır. Ben onu sadece bizim dönemimizde değil, Türkiye’nin demokratikleşme tarihinde en önemli köşe taşı olarak görüyorum. Dördüncüsü cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle ilgili Anayasa değişikliğidir. Bir başka dönüm noktası 12 Eylül 2010 tarihindeki Anayasa referandumudur. Bu referandumda pek çok demokratikleşme adımı var, ama bana göre en önemli vurgu yargı reformudur. Yani hem Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun hem de Anayasa Mahkemesi’nin yeniden düzenlenmesidir. Bu noktada şunu belirteyim; “Türkiye’de demokrasi açısından en önemli sorun neydi?” diye sorarsanız, “Siyasetin üzerindeki vesayetti” derim. Demokrasinin özü millet iradesinin sandığa, sandığın da parlamentoya yansıması ve parlamentodan çıkan hükümetin ülkeyi yönetmesidir. Ama bu olmuyordu. Bana göre siyasetin üzerindeki en etkili iki vesayetten biri askerî vesayet, diğeri yargı vesayetiydi. Biri zaman zaman değişik gerekçelerle millî iradenin oluşturduğu hükümeti görevden uzaklaştırıp onun yerini almış, diğeri de yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetlemesi gerekirken birçok parti kapatmış. Doğrusu 11 yıla baktığımızda ayrıntılı olarak düzenlemelere değinilebilir, ama birçok Anayasa değişikliği, yasa değişikliği ve uygulamayla bu vesayet sistemleri büyük oranda giderilmiş durumdadır bugün. Sorunuzla ilgili olarak ifade edilmesi gereken bir başka noktayı saydamlık politikası oluşturuyor. Şu anda Türkiye’de Saydamlığın Artırılması ve Yolsuzlukla Mücadelenin Güçlendirilmesi Komisyonu’nun da başkanıyım. Türkiye’nin giderek şeffaflaşması, yani devletin, kamunun vatandaşa her boyutuyla açılması, mali denetimin yapılmadığı kurumun kalmaması, Bilgi Edinme Hakkı Kanunu gibi vatandaşın devlette, kamuda olan her şeyi öğrenmesini Kasım 2013 “Siyasetin üzerindeki en etkili iki vesayetten biri askerî vesayet, diğeri yargı vesayetiydi.” sağlayacak adımlar atılması demokratikleşmenin önemli boyutları. Saydamlık olmadan demokrasi olmuyor. Vatandaşın ne olup bittiğini denetlemesi için bilmesi gerekiyor. Bu da saydamlık politikalarıyla oluyor. Demokratikleşme çalışmalarına yönelik toplumsal desteğe ilişkin düşünce ve gözlemleriniz nelerdir? Toplumun genelinde büyük bir destek olduğunu biliyoruz. Seçim sonuçları bunun bir göstergesi. Türkiye’yi normalleştirme, demokratikleştirme adımlarımız toplumun genelinden büyük destek aldı ki biz her seçimde oyumuzu artırdık. 2002’deki ilk seçimde oyumuz yüzde 34’tü, ikincide yüzde 47 oldu, üçüncüde yüzde 50’ye çıktı. Son ekim ayı kamuoyu yoklamalarında yüzde 52 olarak görülüyor. Yani toplum bize büyük kredi veriyor ve bizi destekliyor. Sivil toplum kuruluşlarıyla barışık bir hükümetiz. Hem ekonomideki hem de diğer alanlardaki STK’larla önceki hükümetlerin hep sorunları olmuş. Şu anda herkesle iyi diyalogların sürdürüldüğü bir dönemdeyiz. Bu da demokratikleşme adımlarımıza yönelik toplum desteğinin bir başka göstergesi olarak değerlendirilebilir. Türkiye’de reformcu bir hükümetin olması dünya kamuoyunun da dikkatini çekiyor. İlk iktidar olduğumuzda bizden çekiniliyordu, “İşte şöyle gelenekten geliyorlar, yarın baskıcı uygulamalar mı olacak” gibi endişeler vardı. Ama tam aksine şimdi “Evet, İslamcı gelenekten geliyorlar, muhafazakar demokratlar, ama Türkiye’de reformlar yapıyorlar, demokrasiyi geliştiriyorlar” deniliyor. Türkiye bu şekilde anılır oldu. 30 Eylül’de açıklanan “Demokratikleşme Paketi”ni ve buna yönelik çeşitli eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle şunu ifade edeyim; bu paket sadece çözüm süreciyle ilgili belli kesimleri değil, bütün toplum kesimlerini KapakSöyleşi “Genel olarak Demokratikleşme Paketi çok büyük bir memnuniyet uyandırdı. ‘Şunlar yok’ diyenler olacaktır, biz de diyoruz zaten. İçinde olmasını istediğimiz, son ana kadar üzerinde çalıştığımız birkaç konu pakete giremedi, çünkü yeterince olgunlaşmadı.” ilgilendiriyor. Bu pakette pek çok değişik kesimin görüşlerini aldık, ama hiç kimseyle oturup da bir pazarlık içinde olmadık. Çok kapsamlı bir hazırlık yaptık. Paketteki her unsurun altında koca bir dosya var; yani o konunun geçmişi, mevzuatımızdaki durumu, başka ülkelerdeki uygulamaları, Avrupa Birliği ülkeleri mukayeseleri vs... Bizim 11 yılda bir defada açıkladığımız en kapsamlı paket bu. Tasnifi şöyle yaparsak; bir kısmı Bakanlar Kurulu kararı, yönetmelik gibi idari tasarruflarla sağlanabilecek düzenlemeler. Onlar yapıldı bayramdan önce. “Andımız” ilkokullarda kaldırıldı; yardım toplamayla ilgili yönetmelikteki değişiklikle Kurban Bayramı’nda herkes rahat etti; Vakıflar Meclisi toplanarak Mor Gabriel Manastırı’na ait arazinin iade edilmesini sağladı. Bu bir sorundu, uluslararası alanda da önümüze geliyordu. Kılık Kıyafet Yönetmeliği değiştirildi. Kamuda kıyafet özgürlüğü Türkiye’de çok sorun olmuştu. Özellikle hanımların başörtüsünde bu simgelendi, Türkiye’de neredeyse demokrasinin önemli simgelerinden biri haline geldi 28 Şubat sürecinde. Dolayısıyla kamuda bu özgürlüğe kavuşulması Türkiye’nin normalleşmesinin bir ifadesi. Milletvekillerimizin başörtüleriyle Genel Kurul’a girmelerinde Meclis’in gösterdiği olgunluk ise takdire şayan. Normalleşmenin çok önemli bir simgesi. Meclisimizi kutluyorum. “Demokratikleşme Paketi”nde açıkladığımız Roman Dil ve Kültür Enstitüsü’nün kurulması çalışmaları da başladı. Paketteki diğer kısımların hepsi yasal düzenlemeyle ilgili; ya yeni ihdas ya da değişiklik öngörüyoruz. Bu hususların hepsini tasarı olarak gönderiyoruz; Nevşehir Üniversitesi’nin isminin değiştirilmesinde olduğu gibi. Diğer konuları da tasarı olarak imzaya açtık; şu günlerde Meclis’e gidebilir. Bu maddelerin bir kısmı siyasetin alanını rahatlatan, siyasete katkı sağlayan demokratikleşme adımları. Seçim barajı ilk defa tartışmaya açıldı. Biz bir tek o konuda karar vermedik; üç alternatif sunduk, tartışılsın ve olgunlaşsın diye. Yüzde 10 baraj; yüzde 5 baraj, ama daraltılmış 5’li bölge veya sıfır baraj ve dar bölge sistemi. Bunlar tartışılacaktır. Siyasi partilere Hazine yardımında yüzde 7 barajını yüzde 3’e düşürüyoruz. Bununla siyasi partilere mali desteğin artması, daha rahat siyaset yapılabilmesi amaçlanıyor. Siyasi partilere üyelikte tek bir ölçüt getiriliyor; bir kişi oy kullanabiliyorsa siyasi partiye de üye olabilmeli diyoruz. Pakette siyasi partilerin teşkilatlanmalarına kolaylık getirilmesi, tüzüklerinde yer alması ve iki kişiden fazla olmaması kaydıyla partilerde eş başkanlık sisteminin önünün açılması gibi daha pek çok husus yer alıyor. Paketle birlikte ilk defa hayat tarzı kavramını Ceza Kanunu’na sokmuş olduk. İnsanların dili, dini, inancı, etnik yapısı gibi sebeplerle tercih ettiği hayat tarzına müdahaleye ciddi bir müeyyide getiriyoruz. Bu da özgürlük anlamında çok ileri bir mesaj. Yine toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin kolaylaştırılması, özel okullarda anadilde eğitim, ayrımcılıkla mücadele, kişisel verilerin korunması gibi çok önemli başlıklar pakette yer alıyor. Genel olarak “Demokratikleşme Paketi” çok büyük bir memnuniyet uyandırdı. “Şunlar yok” diyenler olacaktır, biz de diyoruz zaten. İçinde olmasını istediği- Kasım 2013 27 28 KapakSöyleşi miz, son ana kadar üzerinde çalıştığımız birkaç konu oraya giremedi, çünkü yeterince olgunlaşmadı. Alevi vatandaşlarımızla ilgili düşüncemiz sadece Nevşehir Üniversitesi’nin isminin değişmesi ve orada bir enstitü kurulması değildi. Mesela cemevlerinin statüsüyle ilgili bir düzenleme yapmak istiyorduk, ama kendileriyle gerçekleştirilen görüşmeler neticesinde de konu tam olgunlaşamadı. Birçok kişinin “tamam, işte böyle olmalı” diye içine sindireceği bir sonuca varılamadı. Ruhban Okulu meselesi de öyle. Ama bunlar üzerinde çalışmalar devam ediyor. O halde demokratikleşme adımlarını önümüzdeki dönemde de beklemeliyiz... Elbette. Bu çalışmalar devam edecek. Ama şunu da söyleyeyim; bu dönemki Meclis yaklaşık 1,5 yıl sonra bitiyor. Bu Meclis’ten bir sivil anayasa bekleniyordu; maalesef 2,5 yıl geçti, şu anda o sağlanmış değil. Türkiye’de hâlâ bir ihtilal döneminin anayasası var. Birçok maddesi değişmiş olsa da özü o. Yani bu Meclis sivil bir anayasa yapmayı başaramadıkça Türkiye’de istediğimiz manada ileri demokrasiyi sağlamak zor. Son 11 yıla dair pek çok şey ifade edilebilir. Şu anda dönüm noktaları olarak ilk ak lıma gelenleri sizinle paylaştım. Hazırlattığım ve bizzat üzerinde çalıştığım Sessiz Devrim kitabı Türkiye’nin demokratik değişim ve dönüşümünün öyküsünü kronolojik olarak anlatıyor. Bu süreçteki anayasa değişikliği, yasalar vs. hepsini parlamento gerçekleştirdi. Dolayısıyla “sessiz devrim”deki icraatın en büyük or tağ ı parla mentodur. Ben Sessiz Devrim kitabını milletvekillerimizin incelemesini, bunu 11 yılda demokrasimizin geldiği yer, parlamentonun ve millî iradenin kazandığı güç olarak Kasım 2013 değerlendirmesini çok arzu ederim. Meclis’in bu “sessiz devrim”i sahiplenmesi çok önemli. Son olarak çözüm sürecinde geldiğimiz noktayla ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? Çözüm süreci de Türkiye’nin normalleşmesinin bir parçası. Türkiye hem etnik hem de inanç farklılıklarını içinde taşıyan bir ülke. Bizim amacımız bütün farklılıkların ülkemizde gönül hoşluğuyla, özgürce yaşamasıdır. Bu ülkedeki her vatandaşın, her inanç grubunun, her etnik grubun kendini ifade edebilmesidir. Tabii bunların önünde terör ciddi bir engel. Terör bittiğinde ülkemiz o manada daha da normalleşecek, her kesimin hak ve hukukuyla ilgili daha ileri adımlar atılabilecek, Türkiye daha demokratik bir ülke haline gelecektir. Terörü bitirme yönünde son attığımız adım çözüm süreci. Şu son on aydır en azından terör olayı yaşanmıyor, süreç devam ediyor, diyaloglar sürüyor. Buradaki hedef terörün sona ermesi, şiddetin bitmesi, silahların bırakılması ve siyasetin bütün sorunları görüşmesi. Terörle varılacak bir yer yok, silahla alınacak bir mesafe yok. Gelsinler, demokrasinin içinde mücadele etsinler. Genel Başkanımızdan başlayarak AK Parti kadroları olarak bizler, hayatın değişik yerlerinde pek çok haksızlıkla karşılaşarak buraya geldik. Ben 28 Şubat sürecinin mağdurlarından biriyim. Ama biz hiçbir yerde yasa dışı, hukuk dışı yöntemler içinde hak aramaya kalkışmadık. Siyasi partimizi kurduk, haksızlıkları dile getirdik, milletin desteğini aldık. Şimdi o günlerde haksızlık olarak gördüğümüz her şeyi demokrasi ve hukuk çerçevesinde değiştiriyoruz. Yani herkes demokrasinin, siyasetin içinde mücadelesini versin. Şu anda diyaloglar sürüyor. Biz hükümet olarak çok kararlıyız, o konuda elimizden gelen bütün çabayı gösteriyoruz. Ama bu işin zorlukları var, öyle bir-iki ayda çözülen şeyler değil, kökü derinlerde. Dolayısıyla daha sabırlı olmak gerekiyor. Biz işin mahiyetini iyi biliyor, büyük bir sabırla sürdürüyor ve umudumuzu hep koruyoruz. KapakGörüş Milletvekilleri ne diyor? AK Parti, CHP, MHP ve BDP’den milletvekillerine “Türkiye’nin demokratikleşme süreci”ni sorduk. Son açıklanan “Demokratikleşme Paketi”nden başlayarak bugüne kadar atılan adımları değerlendiren vekiller, farklı görüşler dile getirdi. İdris Bal AK Parti Kütahya Milletvekili D ünyanın neresinde olursa olsun barış, huzur ve ka lk ınma için devlet-halk kucaklaşması esastır. Bu olmazsa olmaz bir ön şarttır. Devletle halk kucaklaşması nasıl sağlanır? Bu; devletin vizyonu, felsefesi ve bakışıyla halkın vizyon, felsefe ve bakışının örtüşmesiyle olur. Bunun için ne olması lazım? Devletin hizmetkar ve halkıyla barışık olması; halkın da hangi siyasi görüş, etnik veya dinsel gruptan olursa olsun devletine güvenmesi, yani devletin yargısına, polisine, askerine, memuruna güvenmesi lazım. Bunun içinse demokrasi gerekir. Demokrasinin olmadığı yerlerde devletinize güvenemezsiniz, devletinizden korkarsınız. Çünkü böyle yerlerde iletişim kanalları kapalıdır. Medya bağımsız ve tarafsız değildir, kontrol altındadır, sansürlenmektedir. Halbuki medya bağımsız ve tarafsız olmalı, medya patronları mümkünse başka bir işle uğraşmamalıdır. Yargı bağımsız ve ta- rafsız olmalıdır. İnsanlar hangi inanca sahip olursa olsun inanç hürriyetini yaşamalıdır, onların özel hayatlarına müdahale edilmemelidir. Üniversiteler bağımsız olmalı, üniversite hocaları, medya, düşünce kuruluşları bağımsız analizler yapabilmeli, eleştiriler ve öneriler ortaya koyabilmelidir. Başka? Hasır altına süpürülmüş, kronikleşmiş sorunlar mertçe önümüze konulmalı ve çözülmelidir. İşte son 10 yıllık süre içinde ben bu yönde gayretler gördüm. Çalıştaylar, toplantılar, açılımlar yapıldı. Alevi vatandaşlarımızla alakalı, terör sorununun çözümüyle ilgili, anayasal değişikliklerle devletin demokratikleşmesine yönelik önemli adımlar atıldı. Ülkemizde demokratikleşme açısından çok güzel reformlar yapıldı. Sayın Başbakanımızın 30 Eylül’de açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” de çok hayırlı olmuştur. Demokratikleşme dediğimiz zaman bu her şeyle alakalı. Bakınız Türkiye’de siyaset kurumsallaşamamıştır. Siyasi partilerimiz de öyle. Bir nehre baktığımızda aslında her seferinde ayrı bir su görürüz, ama yatak aynı kaldığı için bunu fark etmeyiz. İngiltere’de parlamenter sistem, Amerika’da başkanlık sistemi çok iyi gidiyor. Niye? Çünkü kurumsallaşmış siyasi partiler var. Yüzyıllar geçiyor, liderler, üyeler geliyor geçiyor, ama partiler ve siyasi görüşler daim oluyor. Demokraside birden çok partinin bulunması birbiriyle kavga etmeye, birbirini yıpratmaya formatlanmış kurumlar oldu k ları anlamına gelmez. Hepsi millî menfaatleri gerçekleştirme noktasında projeleri olan paralel yapılanmalardır. Dolayısıyla birbirlerini öteki olarak değil, ülkeye hizmet etmede ve hayırda yarışan kardeş birimler olarak görmeleri gerekir. Kasım 2013 29 30 KapakGörüş Ümit Özgümüş CHP Adana Milletvekili C umhuriyet’in kuruluşundan beri demokratikleşme çabaları devam ediyor. Birçok gelişme kaydedilse, birçok kazanım elde edilse de gelinen nokta Batı standartlarında bir demokratikleşme değildir. Birincisi etnik bazda sıkıntılar vardır. Cumhuriyet döneminde başta Kürtler olmak üzere birçok etnik yapı görmezden gelinmiş, inkâr ve asimilasyon politikaları izlenmiştir. Asimilasyon politikaları tutmayınca Batı emperyalizminin de kaşıması ve kışkırtmasıyla bu konu bugün içinden çıkılmaz ve geri dönülmez bir noktaya gelmiştir. Bugün “Demokratikleşme Paketi” adı altında ortaya sürülen öneri/taslağın içindeki alfabeye üç harf eklenmesi, köy isimlerinin eski haline döndürülmesi gibi maddeler, Kürt halkının beklentilerinin yakınından geçmez ve sorunun çözümüne katkı sağlamaz. “Özel okullarda farklı dillerde eğitim” maddesi ise başlı başına büyük hata. Anadil öğretimi/öğrenimi ile bu hizmetin devlet tarafından verilmesini her zaman Kasım 2013 savunduk, ama farklı dilde eğitimin ulus yapısının altına dinamit koymaktan farkı yoktur, ayrılmanın başlangıcıdır. Paketten kamuda türban serbestliği ve “nefret, ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale” suçlarına ağır ceza ve bunlarla mücadele çıktı. AKP döneminde kamu sosyal tesislerinde içki yasağının uygulanması, orada eşiyle dostuyla bir kadeh içki içmek isteyen yurttaşın yaşam tarzına müdahale değil mi? Pakette bu yönde bir açıklama yok. Alevilerin de Kürtler gibi “yok sayılma”, inançlarına göre ibadet edememe, devlet tarafından yönlendirilmeye çalışılma sıkıntıları var. Bu kadar büyük sorunlarına karşılık paketten çıkan sadece Nevşehir Üniversitesi isminin Hacı Bektaş Veli olarak değiştirilmesi… Sonuç olarak bu uygulamalar gerçek bir demokratikleşme çabası değil, 2014 yılında yapılacak seçimlere bir “çatışmasızlık ortamı”nda girerek, sanki AKP Türkiye’de barışı sağlamış gibi bir imaj yaratarak buradan oy devşirme hesabıdır. KapakGörüş D. Ali Torlak MHP İstanbul Milletvekili Y aklaşık 11 yıldır iktidarda olan AKP, bu süreçte demokrasi adına ne yaptı? Bir arpa boyu bile mesafe alamadı. Adına “demokrasi” denilen paket bile demokratik olmayan yollarla hazırlanmıştır. Yalnızca birkaç kişinin haberinin olduğu ve milletten sır gibi saklanan bu pakette tepeden inmeci bir uygulama ile kararlar verilmiştir. Bu kararlarda dikkate alınan tek şey bölücü terör örgütünün istek ve dayatmalarıdır. Bu sözde demokratikleşme paketi birçok maddeden oluşmaktadır. Anadilde eğitim gibi tartışılması söz konusu bile olmaması gereken bir konu pakette yer almaktadır. Türk iye Cumhuriyeti’nin kuruluş dayanağı Lozan Anlaşması’dır. Lozan’ın özellikle 37. ve 45. maddeleri herkese Türkçeden başka bir dilde eğitim ve öğretim hakkı vermemektedir. Bu hakkı vermediği gibi devlet resmî dil olan Türkçeyi de öğretmek zorundadır. Tüm vatandaşlar aynı dili öğrenmeli ve konuşmalı, birbirini anlamalıdır ki egemen olan millet iradesine hizmet edebilsin. Yine Lozan’daki 37. ve 45. maddelerde azınlıkların korunması başlığında, azınlık denince Müslüman olmayan, yani başka bir dine mensup Türk yurttaşlar anlaşılmaktadır. Anayasa’ya göre “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Anayasa’nın 42. maddesi “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğret i lemez” demekted ir. “Tüm vatandaşlar aynı dili öğrenmeli ve konuşmalı, birbirini anlamalıdır ki egemen olan millet iradesine hizmet edebilsin.” Kanunlar hiçbir zaman Anayasa’ya aykırı olamaz. Özellikle özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açarak ve x, w, q harflerini alfabeye ekleyerek klavyelere özgürlük getirdiklerini vurgulamışlardır. Bu konularda bölücü terör örgütünden başka hiç kimsenin talebi olmamıştır. Dili ayırmak, milleti bölmektir. Hasip Kaplan BDP Şırnak Milletvekili Ç özüm süreci, ateşkes, görüşmeler bir bütün olarak ele alındığında, “silahlar sussun fikirler konuşsun” ortamı yaratamayan bir demokratikleşme paketi açıklandı. Paket beklentileri karşılamadı, umut ve güven kırılması yaşattı. Düşünce, örgütlenme, ifade, din ve vicdan özgürlüğü önündeki engeller kaldırılmadı. BDP milletvekili, belediye başkanı, il ve belediye meclis üyeleri, seçilmiş binlerce yönetici üye tutuklu. ÖYM’lerde adil olmayan yargılamalar, uzun tutukluluk hali kamu vicdanında rahatsızlık yaratıyor. Paket demokrasinin asli üç unsurunu yok sayıyor. Birincisi, siyasal demokrasi pakette yok. Seçimde temsilin önünde yüzde 10 barajı duruyor. Paketteki % 5+5 dar bölge veya “daraltılmış bölge” sistemi adil temsilin önünde yeni barajların yükselmesini, az oyla daha fazla milletvekili çıkarmayı hedefliyor. Siyasi partiler ve seçim kanunları 12 Eylül darbesinden bu yana aynı. Siyasi Partiler Yasası özgürce seçme/seçilmeye engel. Milletvekili adaylarını halk değil, liderler seçiyor. Kasım 2013 31 32 KapakGörüş Çünkü parti içi hukuk/demokrasi yok. Siyasi partiler de bir varlıktır; etnik, dinî, siyasal, kültürel, cinsel, sınıfsal ayrımları, sosyolojik gerçeklikleri vardır. Siyasetin merkezi tüm değerleri ile insandır. Yurttaşlık hakkı kapsamında değil, “devletin düzeni” bağlamında “ bölünürüz-yıkılırız” sendromları yaratılarak demokrasi geliştirilemez. Yerel yönetimlerin özerkleşmesi hem siyasal demokrasiyi tabana yaymak hem de hantal, vesayetçi gelenekten kurtulmak açısından yaşamsaldır. İk incisi, pa kette ekonomi k demokrasi hiç yok. Ekonomide ihtiyaç duyulan dönüşümler gerçekleşmediği, sorunlar kartopu gibi büyüdüğü, bölgeler ve sınıf lar arası uçurumlar korkutucu boyutlara vardığı için bugün iki Türkiye oluşmuş durumdadır. Birisi zenginlerin Türkiye’sidir, diğeri yoksulluğun zirvesinde, sosyal adaletsizlik pençesinde kıvranan milyonlarca insanımızın Türkiye’sidir. Acil sosyo-ekonomik adımlara ve sosyal adaleti gerçekleştirecek düzenlemelere ihtiyaç vardır. Üçüncüsü, pakette kültürel demokrasi de yok. Farklı kültürlerin en başta dil ve gelenek farklılığını dışa vurma, koruma-geliştirme hakları demokrasinin olmazsa olmazlarıdır. Türkiye öncelikle anadilin eğitimini ve medya düzleminde özgürce kullanımını yasaklama geleneğini terk etmelidir. Bunun ülkenin ortak iletişim dili olarak bir resmî dilinin oluşuyla çelişen yanı olmadığı da herkesin malumudur. Artık demogojik bahanelerden ya da yersiz “bölünürüz” sendromundan vazgeçilmelidir. Yurttaşlarımızın bir bölümü diğer bir bölümünden daha azına layık değildir. Anadolu moz a iğ i ni n et ni k, dinî, sosyal tüm renkleri zenginliğimizdir. Kasım 2013 “Yurttaşlarımızın bir bölümü diğer bir bölümünden daha azına layık değildir. Anadolu mozaiğinin etnik, dinî, sosyal tüm renkleri zenginliğimizdir.” Köy isimlerinin değiştirilmesi; q, w, x harflerine cezanın kaldırılması; sadece seçim dönemi anadilde propaganda serbestisi olumlu, ancak yetersizdir. Başörtüsü yasağının, Andımız’ın kaldırılması, Mor Gabriel arazilerinin iadesi, Romanlara enstitü olumludur, ama demokratikleşme olarak sunulması yanılgıdır. Alevi yurttaşlarımızın eşit yurttaş hak talebi ötelenmiştir. Tasarı Meclis’e sunulduğunda Komisyon ve Genel Kurul’da alternatif önerilerimizi gündeme getireceğiz. Osman Ören AK Parti Siirt Milletvekili B izim gençliğimiz Olağanüstü Hal uygulamaları, sıkıyönetim ve darbelerle geçti. Pek çok sıkıntı yaşadık, acılar çektik. Yeni nesillerin bu acıları yaşamasını istemiyoruz. Türkiye demokratikleşme çalışmalarıyla hızla normalleşiyor. Bu açıdan atılan adımları çok önemsiyoruz. Son 11 yıl içerisinde gerçekleştirilen reformlar, Sayın Başbakanımızın 30 Eylül’de açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” ve bundan sonra da devam edecek çalışmalar ile Türkiye inşallah hem özgürlükler ülkesi olacak hem de insan haklarının en iyi uygulandığı ülkeler arasında yer alacak. Demokrasi yerleştikçe, insanlar özgürleştikçe ve kendilerini ifade edebildikçe Türkiye daha çok normalleşecek, normalleştikçe de kazanacak. Biz herkesin hak ve hukukunu koruyacak adaletli bir düzen için çalışıyoruz. Bu çerçevede demokratik açılım paketini önemsiyoruz. Türkiye’deki herkes demokratik bir ülkede yaşamayı hak ediyor. Olağanüstü Hal’in, darbelerin, vesayet rejiminin artık geride kaldığı ülkemizde yeni nesillere güzel bir gelecek bırakmayı istiyoruz. Bu konuda bize düşen görevi en iyi şekilde yapmaya gayret gösteriyoruz. KapakGörüş Malik Ecder Özdemir likle Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası ve seçim barajıyla ilgili değişikliklerin yapılması gerekmektedir. Devletin her türlü inanca, etnik yapıya eşit mesafede durması da büyük önem taşımaktadır. S MHP Adana Milletvekili CHP Sivas Milletvekili on “demokratikleşme” paketi seçim sistemine üç alternatif getiriyor. Hepimiz biliyoruz ki özellikle dar bölge seçim sistemi yüzde 10 olan seçim barajını fiilen yüzde 51’e çıkarıyor. Böyle bir demokratikleşme anlayışı olabilir mi? Mevcut yüzde 10 seçim barajı zaten çok yüksek. Dünyada örneği yok. Yüzde 3, yüzde 5 oy alan her parti, her düşünce Meclis’te temsil edilebilmelidir. Pakette Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası ile ilgili herhangi bir iyileştirme yok. Siyasi bir malzeme olarak kullanmak adına türban konusuna, bir de özel okullarda farklı dillerde eğitime yer verilmiş. Son zamanlarda bu eğitimin de lisede verilmesi gündeme getiriliyor. Bu durumun anadil talebini dillendirenleri tatmin etmeyeceğini düşünüyorum. Gerçek anlamda demokratikleşme adımları atılmak isteniyorsa Türkiye öncelikle adaletin eşit dağıtıldığı devlet düzenine geçmek zorundadır. Bence devletin asli görev i adaleti herkese eşit olarak dağıtmaktır. Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılmalıdır. Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası kesinlikle değiştirilmelidir. Ben iki dönemdir ön seçimle parlamentoya gelen bir milletvekiliyim. Şunu samimiyetle ifade edeyim; siyasi partilerde genel başkanlar istedikleri kişileri milletvekili yapıp istediklerini yapmayabiliyorlarsa parlamentoda milletvekillerinin özgür iradesinden söz etmenin olanağı yoktur. O neden le önce- Seyfettin Yılmaz İ ktidarın demokratikleşme beyanları yalnızca günü ve durumu kurtarmaya yöneliktir. Açıklanan pakette, seçimlerde yüzde 10 barajının kaldırılmasına yönelik olarak yeni alternatif düzenlemeler de gündeme getirilmiştir. Seçim sistemleri arasında dar ve daraltılmış bölge olarak ifade edilen ve iktidar tarafından düzenlenen maddeler bulunmaktadır. Sürekli seçim sisteminin değişmeyeceğini kamuoyuna ilan eden AKP’nin sonradan bazı değişiklikleri bu pakete koyması, paketi kimin hazırlattığına yönelik şüpheleri artırmaktadır. Başbakan’ın açıkladığı sözde demokratikleşme paketinde AKP’nin yıllardır siyaset malzemesi yaptığı “başörtüsü” konusu da vardır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak biz her zaman başörtüsü probleminin çözümü konusuna sıcak baktık. Hatta 2008 yılında Başbakan’ın İspanya’da yaptığı bir açıklamadan sonra başörtüsü meselesinin kalıcı ve bütünüyle çözülmesi için harekete geçtiğimizi herkes hatırlamalıdır. Anayasa’nın 10. ve 42. maddeleri ile YÖK Kanunu’nun 17. maddesindeki değişikliklerle başörtüsü sorununun biteceğini belirterek konuya samimi biçimde eğilmiştik. Ancak AKP hükümeti YÖK Kanunu’ndaki ilgili maddeyi değiştirmede isteksiz davranmıştı. Şimdi de başörtüsü bölücü terör örgütünün taleplerinin karşılandığı paketin içine konmuştur. Bu ne yaman bir çelişkidir. Kasım 2013 33 Geçmişin çatısı altında geleceği kurmak İsveç Parlamentosu, veya orijinal adıyla Riksdag, inşa edildiği dönemde modası geçmiş ve aşırı klasik olmakla eleştirilmiş bir yapı. Günümüzdeyse neo-Barok mimarinin en güzel ve önemli örnekleri arasında gösteriliyor. Elif Çelik Kasım 2013 Dünya Parlamentoları Millî Saraylar 1872 yılında, çift meclisli yapıya geçilmesiyle parlamento binasının küçük ve işlevsiz olduğu düşünülmüş, yeni bir bina inşa edilmesine karar verilmişti. 1889 yılında düzenlenen mimari yarışmasını başta Valfrid Karlson kazanmış, ne var ki sunduğu projeler sonradan jüri tarafından yeterli bulunmamıştı. Riksdag’ın mimarı Aron Johansson’ın projesi de pek çok sanatçı ve mimar tarafından eleştirilmişti. Projeye, üzerine binanın inşa edilmesi tasarlanan Helgeandsholmen adacığının küçük olduğu gerekçesiyle karşı çıkılıyordu, ayrıca binanın kaleye çok yakın olacağı ve onu gölgeye düşüreceği de çekinceler arasındaydı. Mimar Johansson’ın proje üzerinde yaptığı birtakım değişiklik ve yeniliklerin ardından, binanın temelleri 1897 yılında Kral II. Oscar’ın katılımıyla atıldı. Bina 1905 yılında inşası tamamlanıp hizmete açıldığında, neo-Barok tarzı nedeniyle çağdaş olmadığı, 1900’lerin mimarisini yansıtmadığı yönünde eleştiriler almaya devam ediyordu. Doğu kanadında yer alan ve kanalın üzerindeki North Bridge köprüsüne bakan ön cephenin, görkemli mimarisiyle tam olarak Geç Rönesans ve neoBarok tarzını yansıttığı söylenebilir. Klasisizme İskandinav imzası İsveç Parlamentosu, Stokholm’deki Stable Kanalı’nın üzerinde yer alan ve İsveççede “Kutsal Ruh’un Evi” anlamına gelen Helgeandsholmen adlı adacık üzerinde yükseliyor. Meclis Salonu’nun yer aldığı yarım daire şeklindeki batı kanadı ile diğer birimlerin olduğu doğu kanadı, ana yapıyı oluşturur. Doğu kanadında yer alan ve kanalın üzerindeki North Bridge köprüsüne bakan ön cephenin, görkemli mimarisiyle tam olarak Geç Rönesans ve neo-Barok tarzını yansıttığı söylenebilir. Merkezdeki ana giriş kapısının üzeri hanedan arması ve dört heykel ile süslenmiş; en üstteyse İsveç’in kişileştirilmesi olan “Svea Ana” betimlemesi yer alıyor. Buradan binanın iki yanına doğru Korint sütunları ilerliyor. Sütunların aralarında yer alan pencereler ise üzerlerinde bulunan masklarla dikkat çekiyor. Geleneksel olarak kötü ruhları uzak tutmak amacı taşıyan bu 57 masktan pek çoğu grotesk özellikte. Ana girişten binaya girildiğinde sizi ilk karşılayan yer “Banka Salonu”. Eskiden İsveç Merkez Bankası’na ait olması nedeniyle halen bu adı taşıyan salon Riksdag’ın önemli bir buluşma ve etkinlik yeri, zira Meclis Salonu ile diğer Parlamento birimlerine buradan kolayca ulaşmak mümkün. Sütunlarla çevrili Banka Salonu’nda, 19. yüzyıl sonlarının sanatsal detaylarına atıfta bulunan fin-de-siècle akımı öne çıkıyor. Bu dekorun bozulmaması için yürüyen merdiven, asansör gibi kimi teknolojik ve çağdaş öğeler gizlenmiş. Salonun doğu tarafındaki telefon kulübeleri yine klasik tarzıyla göze çarpıyor, günümüzde hem Parlamento üyeleri hem de ziyaretçiler bu kulübeleri rahatsız edilmeden telefonla konuşmak için kullanabiliyor. Salonun tavanında yer alan iki resim, Georg Pauli’ye ait. İsveç ekonomisinin temel taşları olan Lepland’daki madencilik ile Skåne kentindeki çiftçiliği betimleyen bu resimler, salonun restorasyonu sırasında aynen korunmuş. Binanın içinde dikkat çeken bir diğer öğe ise anıtsal güzellikteki merdivenler. İsveç Parlamentosu’nun çift Kasım 2013 35 36 Millî Saraylar Dünya Parlamentoları meclisli döneminde bu merdiven ana giriş niteliği taşıyormuş, bugünse yeni yasama yılının açılması gibi özel törenlerde kullanılıyor. Kral, kraliçe ve diğer misafirler Meclis Salonu’na yürürken geleneksel şarkılar ve danslar da burada sergileniyor. Merdivenin çıktığı salonlardan biri, günümüzde halen kullanılan ve Riksdag’ın kalbini oluşturan Meclis Salonu. 349 kişiden oluşan Parlamento üyeleri, ülkeyle ilgili kararları burada alıyor, yasaları burada çıkarıyor. Salondaki Meclis kürsüsünün üzerinde, monarşiden kalma arma yer alıyor. Eskiden kral ve ailesi tarafından kullanılan bu altın arma, bugün İsveç devletini temsil ediyor ve hem Riksdag hem de Dışişleri tarafından kullanılıyor. Diğer salon ise çift meclis döneminde “İkinci Salon” işlevi görüyordu. Günümüzde Sosyal Demokrat Parti tarafından kullanılan bu salon, ünlü İsveçli ressam Axel Törneman tarafın- Fotoğraf: Melker Dahlstrand, İsveç Parlamentosu dan 1914’te yapımı tamamlanan ve İsveç tarihinden kesitler sunan üç duvar resmiyle süslenmiş. Resimler, yapıldıkları dönemde Parlamento’nun bu salonda toplanan liberalleri ile sosyal demokratları tarafından coşkuyla karşılanmış ve İsveç tarihinin gelecek kuşaklara öğretilmesi açısından önemli görülmüş. Söz konusu resimler, salonu günışığı ile aydınlatan tavan penceresi ve kırmızı dekorlu koltuklar, İsveç için bir saygınlık ifadesi. Öyle ki, ziyaretçiler bile bu salona girdiklerinde içgüdüsel olarak seslerini alçaltırmış. Salon, sesin geniş çaplı dağılımını sağlamak amacıyla sekizgen olarak tasarlanmış. Sanat, siyasetle buluşur... Fotoğraf: Melker Dahlstrand, İsveç Parlamentosu Kasım 2013 Büyük Galeri, Parlamento’nun özel davetler için kullanılan bölümü. Yeni yasama yılı açılışlarında ziyaretçilerin birbiriyle kaynaştığı, ayrıca yemek daveti ve resmî resepsiyonların düzenlendiği yer olan bu salon, iki meclis salonunu birbirine bağladığı için İsveççede “koridor” anlamına gelen Sammanbindningsbanan olarak da anılır. Salonun tavanında günışığı alan bir tepe penceresi ile etrafında yirmi dört eyaletin arması yer alıyor. Salonun bir köşesinde duran şömine, bacası Dünya Parlamentoları Millî Saraylar 37 Fotoğraf: Melker Dahlstrand, İsveç Parlamentosu Büyük Galeri, Parlamento’nun özel davetler için kullanılan bölümü. Yeni yasama yılı açılışlarında ziyaretçilerin birbiriyle kaynaştığı, ayrıca yemek daveti ve resmî resepsiyonların düzenlendiği yer olan bu salon, iki meclis salonunu birbirine bağladığı için İsveççede “koridor” anlamına gelen Sammanbindningsbanan olarak da anılır. Fotoğraf: Camilla Svensk, İsveç Parlamentosu Kasım 2013 Millî Saraylar Dünya Parlamentoları İsveç Parlamentosu’nda, bir yasa tasarısının reddi ve kabulü için vekillerden eşit sayıda oy çıkarsa iş kuraya bırakılıyor. Meclis başkanının masasında yer alan bu kutuya “evet” ve “hayır” oyları konularak kura çekiliyor. 15 farklı ahşap çeşidinden yapılan kutu, altın kaplama aslan başı ile süslenmiş. Fotoğraf: Camilla Svensk, İsveç Parlamentosu 38 Riksdag’ın kütüphanesi, başta hukuk olmak üzere sosyal bilimler ağırlıklı kitap ve doküman içeriyor. Kütüphane sadece Parlamento üyelerine değil, halka da açık. Fotoğraf: Camilla Svensk, İsveç Parlamentosu çatıdaki “Svea Ana” heykelinin yanında tüttüğü ve kötü bir görüntü oluşturduğu için kullanılmıyor. Duvarlarda ise Meclis başkanlarının portreleri yer alıyor. Bu portreler, başkan görevini tamamladığı veya bıraktığı zaman duvara asılıyor. Riksdag aslında adacık üzerindeki Meclis Binası ile ana kara üzerinde yer alan ve vekil odalarını barındıran binadan oluşan bir yapı kompleksi olarak düşünülebilir. Bu iki binayı kanal üzerinden birbirine bağlayan bir geçit bulunuyor. Bu geçitte Parlamento üyeleri sürekli bir koşuşturma içinde olduğundan adı “Koşu” olarak anılıyor. Meclis’te oylama yapılacağı zaman bir sinyal çalıyor ve milletvekillerinin odalarından çıkıp Meclis Salonu’na gitmeleri için sadece altı dakikaları oluyor. Geçit ile Banka Salonu’na çıkan yürüyen merdivenler arasındaki duvarları Endre Kasım 2013 Vekil odalarından Meclis Salonu’na giden geçitte, iki dövüş horozu canlandırması yer alıyor. Sanatçı Olle Nyman’ın porselen, cam ve pişmiş toprak kullanarak yaptığı bu horozlar, siyaset meydanını betimliyor. Nemes’in sürrealist tabloları süslüyor. Yıllar önce bir Parlamento üyesi, herkes tarafından anlaşılamadıkları, tuhaf ve kafa karıştırıcı olduk ları gerekçesiyle bu tabloların bir “Nemes Müzesi”nde sergilenmesini önermiş. Ama Parlamento’nun hem içinde hem de dışında süren hararetli tartışmaların ardından tabloların yerinden alınmamasına karar verilmiş. İsveç Parlamentosu toplamda üç bin beş yüz parça sanat eseri barındırıyor; bunlar arasında tablolar, heykeller, çizimler ve bazı tekstil ürünleri var. Binanın herhangi bir yerinde asılı olmayan ve depoda saklanan tablolardan Parlamento üyelerinin istediklerini seçerek odalarına asabiliyor olması ise dikkat çekici bir detay. Tüm bu mimari, tarihî ve sanatsal detayları ile Kraliyet Sarayı’na olan yakınlığı sayesinde yılda binlerce turiste ev sahipliği yapıyor Riksdag. Ayrıca Meclis Salonu’nda olan biten her şeyi ziyaretçi olarak ve yerinde izlemek mümkün. 39 Sürgünde 69 yıl Ahıska Türkleri 1944 Kasımı’nda ağır şartlar altında topraklarından sürüldüler ve bir daha yurtlarına dönmelerine müsaade edilmedi. Sürgünün 69. yılı sebebiyle hazırladığımız Ahıska dosyasında bu acı olayı ve sonrasında yaşananları masaya yatırdık. Kasım 2013 40 Dosya Esaret ve sürgün çocukları: AHISKA TÜRKLERI Cahit Yıldız Ahıska, 1828 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Ruslara bırakıldı. Savaş, Ahıska’nın kaderini değiştirdi ve bu topraklar için uzun bir esaret döneminin başlangıcı oldu. Kasım 2013 15 Kasım 1944... Dünya tarihinin en karanlık günlerinden biri bugün yaşandı. Gürcistan’a bağlı olan Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahilkelek ve Bogdanovka bölgelerinde yaşayan Ahıska Türk leri, Sov yetler Birliği diktatörü Joseph Stalin tarafından bir gecede yurtlarından sürüldüler. Bu talihsiz gecenin üzerinden tam 69 sene geçti; fakat Ahıskalıların dramı bitmek bilmedi. Ahıska’nın tarihi Sultan III. Murat tarafından 1578’de fethedilen Ahıska, 19. yüzyılda Rusların hakimiyetine geçene kadar doğal güzellikleriyle ünlenmiş önemli bir Osmanlı şehriydi. Tarihleri boyunca gözü nü Ka f k a sla rda n ay ı r maya n Ruslar, Osmanlı’nın birçok sorunla boğuştuğu 19. yüzyılda sıcak denizlere inme idealleri doğrultusunda harekete geçti. Osmanlı’nın Kaf kas kapısı olması bakımından oldukça stratejik bir önem taşıyan Ahıska, 1828 OsmanlıRus Savaşı sonunda Ruslara bırakıldı. Savaş, Ahıska’nın kaderini değiştirdi ve bu topraklar için uzun bir esaret döneminin başlangıcı oldu. 1829’da yapılan Edirne Antlaşması’na göre savaş tazminatı olarak Ruslara devredilen Ahıska yaklaşık 300 yıl süren Osma n lı ha k i miyet i nden ay rı ld ı. Edirne Antlaşması’nın ardından Ahıs- Dosya kalıların bir kısmı Anadolu’ya göç etti, diğerleri ise yurtlarını terk etmek istemedikleri için Ahıska’da kaldı. Ahıska’nın kaybı Kaf kasların durulmasına yetmedi. Ruslar askerî gücü zayıf layan Osmanlı üzerine bu sefer 1853’te yürüdü. Kırım Harbi olarak anılan bu savaşta önce Rusları gerileterek Ahıska’yı kazanmaya yaklaşan Osmanlı ordusu savaş sona erdiğinde mağlup saftaydı. Bu mağlubiyet yine Ahıskalıların zulüm görmesine neden oldu. Savaş sonunda Türklere yardım ettikleri gerekçesiyle Ruslar tarafından Ahıskalılara eziyet edildi, katliamlar yapıldı. Kırım Harbi’nde Ahıska’yı güçlükle kurtaran Ruslar 1877-78 OsmanlıRus Savaşı sonunda Kars, Ardahan ve Bat u m’u topra k la r ı na k ata ra k Osma n lı’y ı zor dur u mda bıra k t ı. Kurtarılmayı bekleyen Ahıskalılar için bu savaş daha büy ük felaketlerin habercisiydi. Savaştan sonra Anadolu’ya göç devam etti. Çarlık Rusyası boşalan yerlere Rus, Gürcü, Ya hud i ve Ermeni nüf usu nu yerleştirdi. Kalanların durumu ise çok daha zordu. Osmanlı’dan gittikçe uzaklaşan toprakların asli unsurları olan Ahıska Türklerinin temel hak ve ihtiyaçları dahi karşılanmıyordu. Komünist Devrim, Çarlık Rusyası’nın zulmünden uzak bir anlayış vaat ediyordu. Fakat uygulamalar öyle olmadı, Ahıska Türklerinin durumu giderek ağırlaştı. Denilebilir ki I. Dünya Savaşı en çok Ahıskalılar için ümit kapısı olmuştur. 100 yıla yakın bir zaman esaret altında kalan insanlar bu savaşla birlikte kurtulabileceklerine inandılar. Fakat sekiz cephede savaşan Osmanlı için savaş şartları sanıldığından da ağırdır. Üstelik Kafkaslarda durum diğer cephelere nazaran daha vahimdir. Savaş boyunca siyasi hakimiyet adına belirsiz kalan Ahıska ve bölgesi savaşın en ağır yüzüne tanıklık etmiş bir bölgedir. 1914-1918 yılları arasında bilhassa Taşnak kuvvetleri güç yetirebildikleri Türk köylerini tarumar etmiştir. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmamış, Ahıska makus talihini yenememiştir. 1917 Komünist Devrimi’yle birlikte Çarlık Rusyası’nın baskıcı rejiminden kurtulan diğer gruplar gibi Ahıska Türklerinin de rahatlaması bekleniyordu. Devrim sonrası Sovyetlerin oto-determinasyon uygulamasıyla 1918 yılında Osmanlı’ya katılma kararı alan Ahıskalıların durumu Batum Antlaşması görüşmelerinde Gürcistan tarafından kabul edilmiş ve Ahıska anavatan hasretine son vermişti. Bu antlaşmayla Osmanlı kısa süreliğine 1828 sınırına kavuştu. Ne var ki Mondros’la birlikte yeniden 1914 sınırına çekildi ve Ahıska’yla bir kez daha vedalaştı. Sovyet yılları ve sürgün… I. Dünya Savaşı henüz sonuçlanmadan Çarlık Rusyası devrilmişti. Savaşın hemen ardından neredeyse bütün krallıklar yıkılmış ve dünya devletleri siyaset sahnesinde farklı bir karakterle boy göstermeye başlamıştı. Komünist Devrim, Çarlık Rusyası’nın zulmünden uzak bir anlayış vaat ediyordu. Fakat uygulamalar öyle olmadı, Ahıska Türklerinin durumu giderek ağırlaştı. Sovyet Gürcistan’ı şovenist uygulamalar yapıyor, Ahıska Türklerinin soy isimlerini değiştiriyordu. Birçok aydına çeşitli bahanelerle zulmediliyordu. Asıl zulüm Kasım 2013 41 42 Dosya ise 1930’larda başladı. Bu yıllar, Devlet Başkanı Joseph Stalin’in ilk etapta Ukraynalılar, Kırım Tatarları, Volga Almanları ve Ahıska Türklerini sayabileceğimiz birçok etnik grubu sürgün etmeye hazırlandığı yıllardır. II. Dünya Savaşı’na kadar Sovyet yönetimi tarafından askere alınmayan Ahıskalılar bu savaşla birlikte askere alındı ve cephelere gönderildi. Almanya’yla savaşmak üzere cephelere giden Ahıskalı sayısı 40 bindi. Yurtlarında kalan birçoğu çocuk ve kadın nüfus ise Ahıska-Borcom demiryolu hattında çalışmaya zorlandı. Demiryolu inşaatında çalışan Ahıska Türkleri babalarının, eşlerinin, akrabalarının cephelerden bu hat üzerinden döneceğini düşünerek teselli buluyorlardı. Ne var ki öyle olmadı. 15 Kasım gecesi kendi elleriyle yaptıkları demiryolu üzerinden Orta Asya’nın değişik ülke ve şehirlerine sürgün edildiler. Ahıska Türkleri için yüz yılı aşkın bir dönem boyunca devam eden esaret günleri artık farklı bir boyut kazanmıştı. Devlet Savunma Komitesi’nin “gizli” ibaresiyle hazırlanan 31 Temmuz 1944 tarihli ve Joseph Stalin imzalı kararname şöyle diyor: “Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarıyla Acaristan Özerk SSC’den Türk, Kürt, Hemşin olmak üzere toplam 86.000 kişiden meydana gelen 16.700 hanelik nüfustan, 40.000’i Kazakistan SSC’ye, 30.000’i Özbekistan SSC’ye ve 16.000’i de Kırgızistan’a tahliye edilsin.” Görev, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Halk İçişleri Komiseri Beriya’ya verilmiş ve bu bölgeye toprak sıkıntısı çeken Gürcülerin yerleştirileceği iletilmişti. Sürgünden sonra uygulanacak politika da belirlenmişti: “Bölgeye iskân edilen çiftçilere sınır bölgesi için uygun görülmüş miktarlarda arsalar dağıtmak; buradan tahliye edilmiş nüfustan kalan kamu ve hususî bahçe ve bağları yedi yıl vadeli kredi şeklinde yeni gelenlere devretmek; bu bölgeye iskân edilen nüfusu 1945 yılında her türlü vergilerden muaf tutmak; iskân edilenlere Gürcistan Hükûmeti imkân ve fonları çerçevesinde ev hayvanları vermek; boşaltılan bölgeye yeni iskân edilecekleri parasız nakletmek.” Taşınma masraflarının Gürcistan Hükümeti’ne özel olarak ayrılmış paralarla karşılanacağı da rapora eklenmişti. Sürgün dikkatli ve detaylı bir planla yapıldı. Önce bu bölgede asker fazlalığı dikkat çekti. 15 Kasım gecesi ise köy meydanında, cami önlerinde toplanan Kasım 2013 halka Stalin’in kararı okundu. Ahıska Türklerine, Almanların sınırlara yaklaştığını ve geçici bir süre onları güvenli bir bölgeye taşıyacaklarını söylediler. Toparlanmaları için bir-iki saat verilen Ahıskalılar ancak yanlarına alabilecekleri birkaç parça eşyayla kendi elleriyle yaptıkları demiryolu boylarına götürüldü. Yolculuk hayvan vagonlarında gerçekleşti. Bir garip yolculuk O gece Ahıska Türkleri için dönüşü olmayan bir yolculuk başladı. Hayvan vagonlarında haftalar sürecek yolculuk birçok hastalığa ve ölüme gebeydi. Öyle de oldu. Ahıska Türkleri pek çok kayıp verdi, kalanlarsa bitten, pireden, hastalıktan kırıldı. Tren bazı istasyonlarda durduğu zaman Sovyet askerleri ölüleri oralara bırakıp yolculuğa devam ediyordu. Ahıska Türkleri Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’a adeta serpildiler. Kiminin kardeşi bir ülkede kaldı, kiminin amcası. Sovyet yönetiminin asimilasyon planının bir gereği olarak dağılan insanlar, ne dilini ne de kültürünü tanıdıkları ülkelerde sıkıyönetim altında tutuldular. Sürgünü gerçekleştiren Sovyetler Birliği İçişleri Halk Dosya Komiseri Beriya tamamladığı görev sonrasında Stalin’e sunduğu raporda şöyle diyordu: “Türklerin, Kürtlerin ve Hemşinlilerin Gürcistan SSC sınır bölgesinden tahliye işlemleri tamamlanmıştır. Türkiye’nin sınıra yakın kısmındaki nüfusla akrabalık bağları bulunan söz konusu halkın önemli bir çoğunluğu kaçakçılık yapmakta olup muhaceret eğilimi gösteriyor ve Türkiye istihbarat makamları için casus angaje etme ve çete grupları oluşturma kaynağı teşkil ediyordu. Tahliye işlemlerine hazırlık tedbirleri bu yılın 20 Eylül gününden 15 Kasım gününe kadar alınmıştır. Nitekim tahliyeye tâbi tutulan kişilerin sınırı geçmesini önlemek için Türkiye ile devlet sınırımızın korunma ve gözetimi azami şekilde takviye edilerek kuvvetlendirilmiştir. Adigen, Aspinza, Ahıska, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarında tahliye işlemleri 15-18 Kasım; Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nde ise 25-26 Kasım günlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam 91.095 kişi tahliye edilmiştir. Tahliye edilenleri taşıyan katarlar hareket hâlinde olup Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’daki yeni iskân yerlerine doğru yol almaktadırlar. Tahliye işlemleri düzenli ve olaysız bir şekilde tamamlanmıştır. Adı geçen sınır rayonlarına Gürcistan’ın toprak sıkıntısı çekilen bölgelerinden 7.000 köylü hanesi iskân edilecektir.” Bir diğer önemli nokta da sürgüne tabi tutulan Ahıska Türklerinin rakamlarının değişiklik arz etmesidir. Beriya’nın raporu sürgün edilen 91 bin insandan bahsetmektedir. Eğer askerdeki Ahıskalıları da dahil edecek olursak bu rakamın 15 binlere ulaştığını söylemek mümkün. Yıllarca gizli tutulan ve kimsenin haberi olmayan bu sürgünün nedeni resmî yazışmalarda birtakım ajanlık ve kaçakçılık faaliyetlerinin önünü kesmek olarak geçiyor. Fakat raporlarda dikkat edilmesi gereken şey Türk, Kürt ve Hemşinli nüfusun tamamının sürülmesidir. Bu nüfusun ortak özelliği Müslüman olması ve Sovyetler Birliği’yle Türkiye arasında çıkacak bir savaşta Türkiye’yi destekleyeceklerinin açık olmasıdır. Nitekim 1946’da Sovyetler Birliği Türkiye’den boğazlarda geçiş üstünlüğü ve Kars ile Ardahan’ı istediğini belirten bir nota vermiştir. 1945 yılında savaş sona erdiğinde askerde olan Ahıskalılar çeşitli sebeplerle Ahıska’ya alınmaz. Henüz sürgünden haberleri olmayan Ahıska Türkleri acı olayı öğrenince Orta Asya’da ailelerini aramaya koyulurlar. Fakat sıkıyönetim vardır ve sürülen halk resmî belge almadan bölgelerini terk edemez, hatta evlenemez durumdadır. Bu arayış uzun yıllar devam eder... 1956 yılında Sovyetler Birliği sıkıyönetimi kaldırarak serbest dolaşım hakkı tanır, fakat bu hak Ahıska’yı kapsamaz. Yurtlarına giriş izni alamayan Ahıskalılar, bölgesel ve dil olarak yakın buldukları Azerbaycan’a göç ederler. Ahıska’ya bir adım daha yakın olmayı gözeterek yaptıkları bu göç esasen yeni bir sürgün gibidir. Vatansız kalan, bulundukları her yerde resmî makamlara başvurarak vatanlarına dönüş hakkı isteyen Ahıska Türklerinin, çaldıkları bütün kapılar suratlarına kapanır. Fergana cehennemi Dönüş şartlarını bir türlü oluşturamayan Ahıskalılar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına yakın bir zamanda yükselen milliyetçilikten yine en fazla zararı gören unsur olmuştur. 1989 nisanında Özbekistan’ın Fergana Vadisi’nde başlayan olaylar bir yıl kadar sürmüş, Ahıskalıların Fergana’yı terk etmeleriyle neticelenmiştir. Evleri yakılmış, yüzlerce ölü vermiş ve ülkeyi terk ederek yeni bir sürgün yaşamışlardır. Bir pazar yerinde meydana gelen tartışmanın başlattığı söylenen olaylar sonrasında binlerce insan Rusya’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Gürcistan sınırlarında kalan Ahıska’ya dönüş hâlâ bir türlü sağlanamamıştır. Türkiye’ye dönmeleri hususunda 1992 yılında “Ahıska Türklerinin Kabul ve İskânına Dair Kanun” çıkarılmış ve bu doğrultuda bir grup Ahıskalı Iğdır’a yerleştirilmiştir. Bu uygulama yetersiz kalmış, Iğdır’a gelen Ahıskalılar birçok nedenden ötürü burada barınamayıp farklı illere göç etmişlerdir. Sözün özü Ahıska Türkleri vatan hasreti çekmeye devam ediyor. İki yüz yıldır esaret ve sürgünün acısını derinden hisseden Ahıskalılar, adına bürokrasi denen engeller kaldırılarak topraklarına kavuşmayı istiyor. Gürcistan’dan beklenense Avrupa Konseyi’ne verdiği vaatler doğrultusunda Ahıskalıların vatan topraklarına dönmeleri için gereken adımları atması. Görünen o ki bir yolu bulunup siyasi arenada çözüm üretilemezse Ahıska Türklerinin varlıkları da kültürleri de yok olmaya mahkum kalacak. Kasım 2013 43 44 Kapak Yunus Zeyrek: Diplomatik bir çözüm üretilmezse Ahıska Türkleri tamamen yok olacak Söyleşi: Cahit Yıldız Y unus Zeyrek Ahıska’dan Osmanlı topraklarına göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 1956 yılında Posof ’ta dünyaya geldi. İlkokulu Ardahan’da, ortaokulu Diyarbakır’da lise ve üniversiteyi Erzurum’da okudu. 1979 yılında edebiyat öğretmenliği görevine başladı. 1988’de Almanya’ya giderek altı sene boyunca Türk Kültürü hocalığı yaptı. 1997’de Gazi Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlayan Zeyrek, halen bu üniversitede Türk Dili Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Halk edebiyatı, tarih ve Türk dili uzmanı olan Zeyrek’in yayımlanmış yirmiyi aşkın kitabı bulunuyor. İlk şiiri 1971 yılında Silvan gazetesinde yayımlanan Zeyrek’in sonraki yıllarda çeşitli gazetelerde sayısız şiirleri, makaleleri yayımlandı. Ayrıca onuncu yılına ulaşan Bizim Ahıska dergisinin de Genel Yayın Yönetmeni olan ve Ahıska Türkleri konusunda yaptığı çalışmalarla tanınan Yunus Zeyrek’le Ahıska sürgününün 69. yılı dolayısıyla uzun bir söyleşi gerçekleştirdik. Kasım 2013 Ahıska’nın tarihiyle ilgili bilgi verir misiniz? Ahıska Türkleri o bölgenin kadim yerlileridir. Ahıskalılar Anadolu’ya 1071’den sonra gelen gruptan değildir, ama nedense bu konu tarihçilerin ilgi alanına girememiş. Gürcistan’ın çok önemli bir tarih kaynağı vardır: Kartlis Tshovreba adında, “Gürcistan’ın hayatı” anlamına gelen bir kaynak. O kaynak, Makedonyalı İskender’in orduları Kaf kasya’ya geldiği zaman Kür ile Çoruh Irmağı boylarında Kıpçaklar ve Bun-Türklerinin yaşadığını söyler. Bu enteresan bir bilgidir. Bun-Türk, Gürcü kaynaklarda yerli Türk olarak geçer. Sonuçta Ahıskalıların ataları da bu Kıpçaklardır, Kuzey Türkleridir. Yani Ahıska bölgesi çok eski bir Türk bölgesidir. Bu bölgeye elbette sonradan Oğuzlar da gelmiş, Melikşah zamanında Selçuklular da. Ahıska, Ardahan, Batum, Rize gibi yerleri fethetmişler. Demek ki 1080’den sonra bu bölgede bir Oğuz varlığı söz konusu olabilir. Ama sonradan buralar Selçukluların elinden çıkmış ve Gürcistan Krallığı DosyaSöyleşi bölgeye hakim olmuştur. Kıpçakların da Ortodoks oluşu Gürcistan’la birlik olmalarını kolaylaştırmıştır. Hatta birlikte Selçuklu’ya kafa tutmuşlar, Erzurum’a kadar olan bölgeyi almışlardır. 1250’li yıllarda İlhanlılar bu bölgeye hakim olmuş ve onların desteğiyle Kıpçaklar Posof ’un Cak Kalesi’nde 1268’de bir hükümet kurmuştur. 1578’de Osmanlı Devleti orayı ele geçirene kadar, yani 310 yıl boyunca bu beylik yaşamını sürdürmüştür. Osmanlı’yla birlikte Müslüman olmuşlardır. 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması’ndan sonra esaret dönemi başlıyor. Tabii 1914’te patlak veren I. Dünya Savaşı Ahıskalılar için de bir ümit oldu... Ahıskalılar ordumuzu büyük bir heyecanla bekliyorlardı; yüz yıla yakın zulüm ve hasret biter umuduyla... Maalesef kar, kış, kıyamet ve komuta kademesinin gönülsüzlüğü buna el vermedi ve Rus ordusu Doğu Anadolu’yu baştan başa işgal etti. 12 Şubat 1918’de ileri harekat kararı alındı ve Kaf kas Kolordusu Kazım Karabekir komutasında bu toprakları korumaya aldık, çok da başarılı olduk. Nisana kadar Kars kurtulmuş ve ordumuz Gümrü’ye ulaşmıştı. Bu başarıların bir sonucu olarak savaşa son vermek isteyen Rusya, Sarıkamış muharebesiyle alamadığımız yerleri Brest Litovsk Anlaşması’yla bize bırakmaya razı oldu. Kars, Ardahan, Artvin ve Batum yapılan halk oylaması sonucu Osmanlı’ya katıldı. Fakat bu anlaşmada Ahıska’nın adı bile geçmiyordu. Daha da önemlisi Gürcüler ve Ermeniler bu antlaşmayı tanımıyordu. Kazım Karabekir’in ordusu Gümrü’ye kadar ilerlediği için Batum Antlaşması’na razı oldular ve bu antlaşmayla Batum’la birlikte Ahıska’yı da geri aldık. Tarih: 4 Haziran 1918. Sonra Mondros... Mondros ve millî mücadele yılları... Biz 1914 sınırına geri çekilmek zorunda kaldık. Biraz Ahıska merkezli anlatacak olursak, Kazım Karabekir 30 Ekim 1920’de Kars’ı kurtarmıştır. Orada karargahını kurmuş, Gümrü’yü almış ve Ermenileri Gümrü Antlaşması’na mecbur bırakmıştır. Bundan sonra Ruslarla Moskova Antlaşması yapılacaktır; fakat Hariciye Vekili Bekir Sami Bey başkanlığındaki ilk heyet anlaşma yapamadan geri gelmiştir. Ali Fuat Paşa, Yusuf Kemal Bey ve Rıza Nur’dan oluşan üç kişilik heyet yeniden masaya oturmuşlardır. Karabekir’in anılarından öğreniyoruz ki bu heyete kendisi taktik vermiştir. 1918’de Batum Antlaşması’nda Enver Paşa’nın aldığı Ahıska ve Batum, Moskova Antlaşması’yla Ruslara bırakılmıştır. Neden? Bu vahim bir şey tabii. Açık konuşmak gerekirse Karabekir’in hatıralarına baktığımız zaman Ruslardan çekindiğini görüyoruz. “Rusların elindeki toprakları istemek cinayettir” diye açıkça söyler. Çok üzücü şeyler var. Dr. Rıza Nur anlatıyor mesela; Ahıskalılar onun etrafını çevirip “Neden bıraktınız burayı?” diye sorduklarında Rıza Nur “Ben burada Türklerin, yani Müslümanların olduğunu bilmiyordum” diyor. Ama Kazım Paşa o toprakları gördü, kaldı oralarda. Onun en azından müzakere talep etmesi gerekirdi. Demeliydi ki “İstedik, ama alamadık”. Veya bir özerklik girişiminde bulunulmalıydı. Maalesef böyle olmamış ve 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması’yla bugünkü sınır çizilmiştir. Aynı senenin sonbaharında ise o dönemde üç Sovyet cumhuriyeti olan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’la Kars Antlaşması yapılmış, Ahıska kesin olarak sınırlarımız dışında kalmıştır. Bu tarihten 1944’te gerçekleşen sürgüne kadar Ahıskalıların durumu neydi? Lenin hayattayken oralarda önemli bir hareketlilik yok, ama bilhassa 30’lu yıllardan sonra buralarda kolhozlar kuruluyor, topraklar devletleştiriliyor ve baskı çoğalıyor. Çarlığın zulmünden bıkan halk Bolşeviklere ümitle bakıyor açıkçası. Onların özgürlük vaatleri bu ümidin kaynağıdır. Kasım 2013 45 46 DosyaSöyleşi II. Dünya Savaşı’na kadar Ahıskalılardan kimseyi askere götürmüyorlar. Ama II. Dünya Savaşı’nda 40 bin Ahıskalı Alman cephelerine gidiyor. Geride kalanlar ekseriyetle kadın ve çocuk; bunlar da demiryolu yapımında çalıştırılıyorlar. Tiflis-Kutais demiryolu hattının ortasında Borcom diye bir yer var. Bu istasyondan Ahıska’ya bir bıçak vuruyorlar. 60 küsur kilometrelik bir alanı Ahıskalılara yaptırıyorlar. Ben Kazakistan ve Kırgızistan’da demiryolu yapımında çalışanlarla bizzat konuştum, çok hazin anlatıyorlar. Birisi “Babam askerdeydi, biz de çocuktuk. Bir an evvel bitirmek isterdik, savaşa giden babalarımız buralardan trenle gelecek diye” demişti mesela. Halbuki kendi sürgün yolları o raylar... Evet. Demiryolu inşaatı bittiği zaman, 1944 yılının kasım ayında sürgüne gönderiliyorlar. Stalin bu işin hesabını kitabını daha yazın yapmış. Stalin o dönemde devlet başkanıdır ve Gürcü’dür. İçişleri Ba kanı Beriya Gürcü ’dür. Onun hazırladığı Stalin imzalı proje 31 Temmuz 1944 tarihlidir. Bu sürgün kararnamesi Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan Komünist Partisi Genel Sekreterliklerine de bildirilmiştir. Hazırlıklar yapılıyor, fakat bizimkilerin haberi yok. Kasım ayının ilk haftasından itibaren Ahıska’da gözle görülür bir asker artışı yaşanıyor. Derken ayın 10’undan sonra köyler kuşatılarak giriş-çıkışlar yasaklanıyor. 14’ünü 15’ine bağlayan gece köylerde aile reislerini meydanlara, cami önlerine çağırıyorlar. Burada onlara Stalin’in kararı okunuyor. Tabii yalan söylüyorlar... “Almanlar, faşistler geliyor sizleri geçici olarak güvenli bölgelere taşıyacağız, yakında geri döneceksiniz. Birkaç saat içinde hazırlanın” diyorlar. Birkaç saat içinde ne hazırlanabilir ki? Sabaha doğru demiryollarına ulaştırılıyorlar. Kasım 2013 1956 yılındaki Komünist Partisi Kongresi’nden sonra Ahıskalılara nispeten bazı haklar verildi. Seyahat hakkı verildi mesela, ama vatanlarına gitmeleri engellendi. Demiryolu baştan aşağı hayvan vagonlarıyla dolu, insanlar hayvanlar gibi vagonlara doldurulmuş. Tuvalet yok. Hasta ve hamileler var. Tabii çok ölen oluyor. Tren istasyonlarda durduğu zaman vagonlar kontrol ediliyor ve ölüleri araziye atıyorlar. Yolculuk zaten anlatmakla bitmez. En az söyleyeni 18 gün diyor, 1 ay diyenler de var. Bitten ölen çok fazla. Soğuk, kar, kıyamet... Beriya’nın raporunda Ahıskalıların ajan faaliyetleri sebebiyle sürüldüğü söyleniyor. Tabii bu gerçek dışı bir sebep. Asıl nedeni ve amacı neydi sürgünün? Rapordaki suçlamalar şablon suçlamalardır. Diyelim ki var; kaç kişi olabilir bunlar sen bütün Ahıska halkını sürüyorsun. Bu hukuka sığmaz. Bu sürgünün asıl amacı Gürcülerin Kars ve Ardahan hastalığıdır. “Buralar bizimdir” diyorlar, hâlâ da bunu söylüyorlar. Stalin ve Beriya Gürcü’dür ve bu bölgede tam bir hakimiyet kurmak amaçtır. Bakın 1945 yılında bazı şeyler yazıldı, ben bunları yayımladım. Bizim basındaki akislerini de yayımladım, o yıllarda bu konu manşetlerdeydi. İki Gürcü profesör “Türkiye’den haklı taleplerimiz” başlıklı bir beyanname yayımlıyor. Aynı gün Moskova Radyosu “Gürcüler topraklarını istiyor” diyerek tüm dünyaya yayın yapıyor. Beyannamede “Bayburt, Gümüşhane, Giresun’a kadar bizimdir, ama şimdilik Kars ve Ardahan’ı istiyoruz” diyorlar. DosyaSöyleşi gitmeden şöyle bir propaganda yapılmış: “Buraya Kafkas’tan yamyamlar gelecek, bunlar insan eti yiyorlarmış.” Tabii herkes bu yamyamlar ne zaman gelecek diye bekliyor. Yaşlı bir Ahıskalının bana anlattığına göre, Semerkant’ta babası cami avlusunda abdest alırken Özbekler bu adama tuhaf tuhaf bakıyorlarmış. “Sen ne yaptın böyle?” diye sormuşlar, “Abdest aldım” deyince “Ne abdesti? Siz yamyam değil misiniz? Bize yamyamların geleceğini söylediler” demişler. Tabii sarılmışlar sonra birbirlerine. Nerelere yerleştiriyorlar? Götürülüp kolhozlara, en ücra köşelere dağıtılıyorlar. Kolhozlardan dışarı çıkmaları da yasak. İzin almadan evlenmek bile yasak. Karı-koca, kardeş, akraba bu geniş coğrafyaya savrulmuş ve birbirlerini kaybetmişler. En yakın akrabalarıyla yıllar sonra mesela pazarda karşılaşanlar, bu şekilde birbirlerini bulanlar var. Yani Ahıskalılar oraya gittiğinde bunlara hangi rejimin uygulanacağı dahi belirlenmemişti. Bu 1956’ya kadar sürdü, Stalin 1953’te öldükten sonra nispeten bir rahatlama oldu, ama 12 sene sıkıyönetim altında tutuldular. Arkasından nota da geliyor zaten... 1956’dan sonra ne gibi haklar aldılar? Evet; Sovyetler boğazlarda üs, Kars ve Ardahan’ı istediklerine dair bir nota verdiler Türkiye’ye. Bu aslında savaş ilanı demektir. Rus ordusu Ardahan’a yürürse bunlar bize ayak bağı olabilir korkusuyla Ahıskalıları ortadan kaldırmışlardır. Birinci sebep bu. İkincisi ise Ahıska’nın mahalli yönetimine Ermenilerin hakim olmasıdır. Ermenilerin de hayali Ahıska’yı Ermenistan’a katmaktır. Hatta bugün Batum’a gidip oradan Karadeniz’e açılma hayalleri var. Şunu söylemek istiyorum: Bu sürgünü Türkiye ne duymuş ne görmüş... Bu üzücü. 1956 yılındaki Komünist Partisi Kongresi’nden sonra Ahıskalılara nispeten bazı haklar verildi. Seyahat hakkı verildi mesela, ama vatanlarına gitmeleri engellendi. Stalin döneminde birçok kavim sürgün gördü, fakat hepsi yurtlarına döndü. Kırım Türkleri ve Ahıskalılar bunun dışında tutuldu. O konuya gelmeden önce sürgün rakamlarıyla ilgili detaylı bilgi verir misiniz? 40 bin kişi cephede zaten. Bazı rakamlar 93 bin, bazı rakamlar ise 120 bin kişi diyor. Buradaki Müslüman nüfusun tamamı sürülüyor. Bu konularla ilgili Ronald Wixman ve başka Batılı araştırmacıların çalışmaları mevcut. Onların verdiği rakamlara bakarsak 126 bin kişidir sürgüne gönderilen. Cephedekilerle birlikte 166 bin eder. Bunun bir kısmı cephelerde öldü; yollarda ölenlerin sayısını bilmiyoruz. Ama anlaşılan o ki nüfusun en az dörtte biri ölmüştür. Orta Asya’daki dağılımları nasıl oldu peki? Şöyle düşünüldü; Ahıskalıları gönderip oradaki yerli halkla da aralarını açalım... Mesela Orta Asya’da daha Ahıskalılar 1958’de Azerbaycan’a gidenler var… Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreteri İmam Mustafayev o bölgeleri dolaştı ve bu insanları Azerbaycan’a kabul edebileceğini söyledi. 1958’den itibaren birçok Ahıskalı, Kazakistan ve Özbekistan’dan Azerbaycan’a geldi. Çünkü Azeriler kültürel yönden Türklere benziyordu ve Azerbaycan Ahıska’ya daha yakındı. Ancak Ahıska’ya gelenleri ya Abhazya’ya ya da Ermenistan’a gönderdiler; Ahıska’ya yerleşmelerine müsaade etmediler. 1968’de geri dönüş için bir kararname çıkıyor ancak uygulanamıyor değil mi? Ahıskalıların istedikleri yerde yaşayabileceğine dair bir kararname çıkıyor 1968’de. Kararname gariptir biraz, ne dediği pek belli değildir; dolayısıyla da uygulanmıyor. Bir de Sovyet dönemi de olsa Gürcistan Gürcistan’dır. Sürgüne tabi tutulan diğer milletler yerlerine döndüler, fakat dediğim gibi bizimkiler dönemedi. Kasım 2013 47 48 DosyaSöyleşi Yıllar böyle geçerken bir de 1989 Fergana Olayları gerçekleşti maalesef... 80’lerin sonuna doğru Demir Perde’de kıpırdanmalar oldu. Gorbaçov döneminde birtakım millî hareketler başladı ve Moskova merkezî yönetimi zayıfladı. 1989 nisanında birdenbire Fergana Vadisi’nde de bir olay patladı. Pazar yerinde çilek satan bir Özbek hanım bir Ahıskalıyla tartıştı. İşin ne olduğunu bilen yok. Buradan bir fitne çıkardılar ve Fergana’da Ahıskalıların evleri mimlendi, ateşe verilmeye başladı. “Türkler şöyle yaptı, böyle yaptı” diye yalan dolan söylemleri işleri büyüttü. Olaylarda ölü sayısı nedir? Fergana’da resmî rakamlara göre yüz küsur insan öldü, ama Ahıskalılara göre sayı çok daha fazla. Şimdi, ilginç bir nokta var burada. Ahıskalılar Fergana’dan Rusya’ya götürüldüler. Oraya gittiklerinde hazır barakalar vardı, oralara yerleştirildiler. Bazı Ruslar demiş ki “Biz sizi erken bekliyorduk, nerede kaldınız?” Yani Rusya’da azalan işgücü, ziraatta çalışacak ucuz işgücü için yapılan bir provokasyon olduğu da söyleniyor, ama hiç kimse tam manasıyla izah edebilmiş değil. Bu tarihten sonra başlayan Rusya göçü bugün 100 binin üzerinde Ahıskalının orada yaşamasına da sebeptir. Peki, vatana dönüşle ilgili bugün gelinen nokta nedir? Ben 2004 yılında Uluslararası Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu Başkanlığı yaptım. Bu meseleyle ilgili olarak büyük bir mücadele verdik. Gürcistan’la Avrupa Konseyi’ne giderek görüştük. Ahıskalıların vatanlarına dönebilmeleri için bir kanun çıkarılmasını istedik. Gürcistan’ın da içi karışıktı, bazı bahanelerle süreci iyice uzattılar; zaten istemiyorlardı da. Nihayet 2007’de bir kanun çıkardı Gürcistan. Kanunun adı bile masalımsıdır. Diyor ki, 40’lı yıllarda Gürcistan’dan gidenlerin dönüşüyle ilgili bir kanun falan filan... Yani sanki kendi istekleri doğrultusunda gitmişler gibi. Belge Gürcüce olacak, Rusça olmayacak falan derken bir yığın zorluk da çıkarıyorlar. Belgelerde imla hatası buluyorlar mesela, böyle komiklikler. 8 bin 500 kişinin müracaatı olduğu halde birkaç bin kişinin belgeleri incelenmiş, onlara da halen “Gel” denilmemiştir. 2013’teyiz, 14 yıldır bu süreç devam ediyor. Şunu kabul etmek lazım ki bu hükümet de başka hükümetler de bir şeyler yaptı, fakat yeterli değil. Örneğin Turgut Özal 1992’de “Ahıska Türklerinin Türkiye’ye kabulü ve iskanına dair” bir kanun çıkardı. Iğdır’a 150 aile getirildi, krediyle ev verildi, ama bu insanlar neyle geçinecek? Onlar da kalamadı zaten orada, birçoğu Antalya ve Bursa’ya geçti. Kasım 2013 Şimdi açık konuşmak lazım. Bu insanlar 5-10 sene içinde göz göre göre yok olacak. Birileri yoktan bir millet inşa etme çabasındayken biz bir milletin yok olmasına göz yumuyoruz. ABD Rusya’dan 12 bin 500 Ahıskalıyı götürdü. Bu insanlar bugün 25 eyalete dağılmış durumda. Ne yapacaklar yok olmaktan başka? Nasıl çıkılacak bu işin içinden? Geçtiğimiz Nisan ayında Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili Türkiye’ye geliyor, Acara’dan gelmiş olanlara vatandaşlık veriyor. Geldi ve İnegöl köylerini dolaştı. Başka bir zaman Karadeniz’e gitti; Ordu, Fatsa, Ünye gibi yerleri dolaştı. Şimdi de bayram arifesinde Sakarya’ya gelmiş vatandaşlık dağıtmaya. Kim kime vatandaşlık verir? Senin vatandaşın başka bir ülkenin pasaportunu taşıyor, ne demektir bu? Gürcistan Rusya’nın kendisine yaptığını bize yapıyor. Bu onur kırıcı bir şey. Köprü kurduklarını söylüyorlar, gerçekten buysa niyetleri Ahıskalılara vatandaşlık versinler ve onların yurtlarına dönmelerini sağlasınlar. Gerçek köprü budur. Biz parlamento düzeyinde ne yapmalıyız? Bu çok önemli. Bizim milletvekillerimizden oluşacak bir heyetin oralara gidip incelemeler yapması lazım. Acilen Ahıska ve Tiflis’te incelemeler yapılmasını arzu ediyoruz. Sivil girişimler sonuç vermiyor. Gürcistan bu halkı yalnız görüyor. Evet, tüm hükümetler bir şeyler yaptı, ama yapılanlar yetersiz kaldı. Yani ilacın dozunun artırılması lazım. Parlamentolararası dostluk grupları var, bunlar aracılığıyla girişimler yapılması lazım. Ben Parlamento dergisi aracılığıyla sesleniyorum. Bu millet, Ahıskalılar yok olmadan bu konunun çözülmesi için çaba sarf edilmesini rica ediyorum. “Bizim Ahıska” adlı bir dergi çıkarıyorsunuz. Biraz da bundan bahsedelim. Dergi 10. yılında. Dergimizin 2004 yılı kasımında ilk sayısı çıktı. O zaman Uluslararası Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu adına çıkarıyorduk. Federasyon 2007 yılında feshedildi. Ama dergi, Allah razı olsun, TPB Genel Başkanı Nevzat Pakdil’in desteğiyle çıkmaya devam ediyor. Ben o zaman bu işlerden biraz soğuyup dergiyi bırakma noktasına gelmiştim. Fakat Nevzat Bey “Dergi çıkmalı, sen bu işin içine girdin çıkamazsın” dedi. Üç ayda bir çıkan dergimiz 32. sayısına ulaştı. Dergiyi Ahıskalıların yaşadığı Orta Asya, Rusya, Amerika’ya gönderiyoruz. Dergi Ahıska’nın tarihini, kültürünü, edebiyatını bütün yönleriyle ele alıyor. Halkın hatıralarını canlı tutmaya çalışıyoruz. Biz kin ve nefreti körüklemek için değil, tam tersi, “Unutmamamız lazım” demek için çıkarıyoruz dergiyi. DosyaSöyleşi Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu: Ahıskalıların yurtlarına dönmesi bölgenin barışı açısından son derece önemli Söyleşi: Bilge Yavuz A hıska Türkleri meselesi 69 yıldır çözüm bekliyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi farklı dönemlerde bu konuyla ilgili girişimlerde bulundu, fakat netice alınabilmiş değil. Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Ahıska sürgünü ve sürgün sonrası Ahıskalıların durumu üzerine sorduğumuz soruları yanıtladı. Ahıska sürgününün 69. yılındayız. Neler söylemek istersiniz? Ahıskalılar Oğuz boylarına mensup, Kafkasya’da ikamet eden, Selçuklu ve Osmanlı döneminde mevcut olan bir Türk grubu. Bu bölgelerde meydana gelen savaşlar nedeniyle, özellikle 1918 sonrasında Rusya’nın idaresine girmesiyle birlikte sürgüne gönderilen önemli bir Türk grubu. Asya’da çeşitli topraklara dağıtıldılar; Kazakistan, Özbekistan, Rusya’nın iç kesimleri... Bu bölge insanları onları büyük bir hoşgörüyle karşıladı. Oralara gidip konuşulduğunda bölge insanlarının Ahıskalıları bağırlarına bastıklarını görürüz. Nitekim bugün, bu coğrafyalardaki Ahıskalılar hâlâ bir sürgün hayatı yaşıyor. Ben ilk defa 1994 yılında Kazakistan’a gitmiştim. Kazakistan’da şunu gördük: Kazakların geneli kendilerini Türk değil, Kazak olarak nitelendiriyordu. Bir bölgeye gittik, orada gençler top oynuyorlardı. Kazaklar bize “Bakın, bunlar Türk” dedi. Yanlarına gittik; onların temiz bir Türkçeyle konuşan Ahıskalılar olduğunu öğrendik. Yani Kazaklar, Ahıskalıları Türk olarak nitelendiriyordu. Tabii bugün kendilerine de Türk diyorlar, ama daha önce Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler sadece Ahıskalılara Türk diyorlardı. Hakikaten acı bir dönem geçirdiler. Bu acı dönem hâlâ devam ediyor. Birçok Ahıskalı arkadaşımız, tanıdığımız bir şekilde Türkiye’ye getirilme dileklerinde bulunuyorlar. Kendi yurtlarında oturmak yerine iğreti bir biçimde, her ne kadar yakınlık gösterilse de, yurtlarından uzak bir hayat yaşıyorlar. 1989’da Fergana Olayları sebebiyle Özbekistan’da bir sürgün daha yaşadı Ahıskalılar. Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerde bilhassa Fergana’ya benzer olaylar yaşanmasından çekiniliyor. Bundan sonra Ahıskalıları ne bekliyor? Normalde olması gereken şey kendi yurtlarına, Ahıska’ya dönmeleri. Fergana ikiye bölünmüş durumda; bir kısmı Kırgızistan, diğer kısmı Özbekistan’a bağlı. Maalesef diğer Türk devletlerinde olduğu gibi burada da Türk devletleri rekabet halinde ve birbirlerine adeta düşmanlık gösteriyorlar. Gönül ister ki Türk devletleri öncelikle kendi içinde birlik ve beraberlik ruhuyla hareket etsin. Avrupa’da farklı din veya mezhepten oldukları için birbirlerini boğazlayan insanların Avrupa vatandaşı olarak bir araya geldiğini göz önüne alırsak; Orta Asya’da, daha doğrusu Büyük Türkistan’daki Türk devletlerinin birbirleriyle çekişmek yerine böyle bir oluşuma gitmeleri gerekir Gördüğümüz kadarıyla bugün Uzak Doğu’da Çin’in kalabalık bir nüfusu ve müthiş bir ekonomik sıçrayışı var. Özellikle Kazakistan’da etkili oluyorlar, mamafih Kırgızistan’da da. Çinlilerin buralara gelerek özellikle evlenme yoluyla yerleşmeleri nüfus dengelerini altüst ediyordu. Bununla ilgili Kasım 2013 49 50 DosyaSöyleşi birtakım tedbirler alınsa da baş edilmesi mümkün değil. Yarın Çin, komünist idareden çıkıp dünyaya açılacak olursa, ki bunun emarelerini görüyoruz, Orta Asya’da özellikle demografik bir değişiklik olacaktır. Diğer taraftan Rusya, arka bahçesi olarak gördüğü bu coğrafyada siyaseten hâlâ çok etkili. Çünkü onların zamanında yetişmiş birtakım insanlar hâlâ görevdeler. Daha geniş bir çerçevede bakıldığında, Ahıskalıların durumu gerçekten zor. 2005 y ılında Gürcistan’ la yapıla n mutaba kat işleme konu lma lı. Türkiye’nin şu anda Gürcistan üzerinde hayli etkisi var. Ahıskalılar öncelikle Gürcistan’a getirilmeli. Oraya gelmeleri Kafkasya’da Türkiye-Gürcistan ilişkilerinin düzelmesine de sebep olacaktır. Tabii eğer bu olmazsa, çok zorunlu kalınırsa Ahıskalıların Türkiye’ye gelmeleri taraftarıyım. En azından pek büyük sıkıntı çekmeden Türkiye’ye adapte olabileceklerini biliyorum. Ama elbette en son ihtimal olarak, başka bir gelişme olmayacaksa Ahıskalıların Türkiye’ye gelmeleri gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca bu, Kafkasya’da barışın sağlanması ve Türkiye’nin sigortası olması bakımından önemli. Yani şu anda Gürcistan’la bir sıkıntımız yok. Millî mücadelede Ermenilerle de Kasım 2013 Gürcülerle de savaştık biliyorsunuz. Ama bunları Gürcüler de bir kenara bıraktı, biz de. Çünkü devletler arasında çıkar ilişkileri ön plandadır. Burada Müslüman Gürcülerin, orada Türklerin bulunması, bölgede yaşayan insanların birbirleriyle yakınlığı ve evlilik gibi bağlar kurması bu iki ülkenin barış içinde yaşayacağını gösteriyor. Şimdi bu ortamda Ahıskalıların Gürcistan’a yerleşmesi, kamuoyunun da Gürcistan’a daha güvenli bakmasını sağlayacaktır. Daha demokratik bir yapı meydana gelecektir. Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan’ın bu şekilde bir barış sağlaması Ermenistan’ı dışarıda bırakacaktır. Ermeniler de ister istemez böyle bir birlik içinde yer almak zorunda kalacaktır. Çünkü bütün çevresi tecrit edilmiş bir Ermenistan’ın ayakta kalması mümkün değildir. Ermenistan biraz akıllı davranıp soykırım gibi safsataları bir kenara bırakarak Türkiye’yle yakınlık kuracak olursa, denize kıyısı olmadığı halde Batum veya Trabzon Limanı üzerinden dünyaya bağlanabilir. Yani Ahıskalıların yurtlarına dönmesiyle ilgili olarak yapılan anlaşmanın uygulanması, bölgenin barışı açısından son derece önemlidir. Parlamento düzeyinde daha net neler yapılmalı? 2005 yılında yapılan mutabakat parlamentonun bakış açısını yansıtan bir şeydir. Ama 2001’den sonraki dönemde Ortadoğu’da büyük hareketlenmeler oldu biliyorsunuz. Irak, Afganistan, Libya, Mısır, şu anda Suriye’de meydana gelen olaylar Türkiye’nin yönünü bütünüyle oralara çekiyor. Diğer taraftan terörle mücadelemiz var. Her ne kadar hükümet, “Kürt Açılımı”yla ilgili olarak birtakım görüşmeler yapıyor olsa da yarın ne olacağı belli değil. Ortadoğu’da da neler olacağı net değil. Ancak bazı konular berraklaşmaya başlamıştır. Irak’ta istikrarın sağlanamayacağı artık kesinleşmiştir, yani Irak bölündü. Suriye’de bölünme meydana gelebilir. Halbuki Suriye bölündüğü takdirde hem Amerika hem İsrail rahatsız olacaktır. Yepyeni, radikal grupların elinde bölünmüş bir Suriye... Bunlar istenmediği için zaten ABD ve Rusya bir araya gelerek bir anlaşma yaptı. Nitekim ABD’nin de Esed’e bakışı değişti. Dolayısıyla Türkiye’nin bu aşamadan sonra Suriye’yle ilgili bir yaptırım uygulaması veya savaş açması açıkçası mümkün değil. Oradaki istikrarın sağlanması için Türkiye’nin muhalif gruplara destek vermemesi gerekiyor. Suriye’de işler düzene girdikten sonra Türkiye diğer ülkelerle olan politikalarda yeni bir hamle yapabilir. Şu aşamada Ahıskalıların yurtlarına dönmesi konusuna sıra gelmeyecek gibi gözüküyor. Türkiye şu anda bu bölgeyle meşgul olmaya devam ediyor. Bakınız Yunanlılar tarafından işgal edilen kayalıklar savaş sebebiydi bir zamanlar. Fakat şimdi Batı’da meydana gelen olaylara bakamıyor bile, hiç ilgilenmiyor, beyanat bile duymuyoruz. Aynı zamanda Irak’taki Türkmenlerle de ilgilenemiyor Türkiye. Bugün Suriye’de Türkmen gruplar var. Halep, Lazkiye, Humus ve Şam bölgesinde Türk grupları var. Ama bunlar basında hiç yer almıyor. Halbuki Halep bölgesindeki Türkmenler çok zor durumdalar. Batısında ve doğusunda Kürtler ve El-Nusra çatışması var. Yarın bu bölgede Allah korusun Türkmenlere karşı bir katliam söz konusu olursa Türkiye ne yapacak? Biz MHP olarak zaten bu sebeple Suriye tezkeresine “Evet” dedik. Yarın böyle bir durum ortaya çıktığında “Müdahale edin” deme hakkına sahibiz hükümete. Aksi takdirde “Bize destek vermediniz” derlerdi. Tüm bunları göz önüne aldığımızda, Ahıskalıların Gürcistan’a yerleşmesini sağlayacak politikayı takip edecek bir durumda değil Türkiye şu anda. 52 Röportaj Siyasetin duayen isimlerinden Kâmran İnan, Türkiye’nin bulunduğu bölgede büyük ve güçlü bir devlet olduğunu belirterek, “Bölgemiz çok hassas bir dönemden geçiyor. Türkiye’yi bölme yolunda faaliyetler gösteriliyor. Çok dikkatli olmak ve devletimizi iyi korumak gerekiyor” dedi. Kâmran İnan: Bu hassas dönemde devletimizi çok iyi korumamız gerekiyor Röportaj ve Fotoğraflar: Nehir Öztürk S iyaset ve diplomasi… Bu iki kelime yan yana geldiğinde, bunlara bir de “devlet adamlığı” kavramı eklendiğinde ilk akla gelen isimlerden biridir Kâmran İnan… Siyasetçi ve diplomat olara k ü l keye uzun y ı llar önemli hizmetlerde bulunan İnan, bu ayki röportaj konuklarımız arasında. Dünden bugüne uzanan sohbetimiz sırasında dış politikadan demokratikleşme çalışmalarına kadar çeşitli konulardaki Kasım 2013 sorularımızı yanıtlayan tecrübeli devlet adamı, hem dikkat çekici açıklamalar yaptı hem de önemli uyarı ve tavsiyelerde bulundu. Kâmran İnan 1929 Bitlis doğumlu. Siyasetçi bir aileden geliyor. Babası Selahattin İnan Demokrat Parti Milletvekili, ağabeyi Abidin İnan Adalet Partili, yeğeni Edip Safder Gaydalı ise Devlet eski Bakanı ve Anavatan Partisi Milletvekili. Bir aile geleneği olan siyasete 1973 yılında Adalet Partisi Bitlis Senatörü olarak giren Kâmran İnan, 1979’a kadar Cumhuriyet Senatosu Dışişleri Komisyonu Başkanlığı, TürkiyeAET Karma Komisyonu Eş Başkanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yaptı. 1979-1983 arasında ise Birleşmiş Milletler Cenevre Ofisi nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi oldu. Büyükelçilik yıllarının ardından 1983’te Milliyetçi Demokrasi Partisi’nden Bitlis Milletvekili seçilen İnan, 1987’de Anavatan Partisi’ne geçerek Röportaj 1991 yılına kadarki ANAP hükümetlerinde Devlet Bakanlığı yaptı. 17, 18, 19, 20 ve 21. dönemlerde Meclis çatısı altında yer alan tecrübeli siyasetçinin üstlendiği görevlerden biri de TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanlığı. “Ülkenizi yabancılara şikayet etmek ihanettir” Kâmran İnan yurt dışında görev yaptığı yılları konuştuğumuz sırada acı bir tespitini şöyle paylaşıyor: “Avrupa’da gördüm; kapı kapı dolaşıp kendi devleti aleyhine konuşan gruplar, siyasi kuruluşlar vardı; bu ihanettir. İçeride demokratik yollarla mücadelenizi verirsiniz, kavganızı edersiniz, ama kendi devletinizi yabancılara şikayet etmek, gammazlamak ve onların baskısını davet etmek devlete ve millete ihanettir.” “Demokrasimiz fena bir imtihan vermiyor” Kâmran İnan’ la röportaj yapmaya gittiğimizde siyasetin sıcak gündem maddelerinden biri “Demokratikleşme Paketi”ydi. Biz de tecrübeli siyasetçiye önce demokratikleşme çalışmalarını sorduk. Demokrasinin kolay bir yönetim olmadığını vurgulayan Kâmran İnan, “Demokrasi zengin, hayat seviyesi yüksek memleketler, eğitim görmüş toplumlar yönetimidir. Siz hâlâ gelişme halinde bir memleketseniz ve toplumunuzun büyük bir kısmı maalesef daha okuryazar bile değilse demokrasiyi sağlıklı bir şekilde yürütmeniz zor olur. Nitekim zor oluyor, sıkıntılar yaşanıyor. Bu noktada önemli olan devam etmek, ısrarlı davranmak ve demokrasinin yerleşmesini sağlamaktır. Türkiye, zaman zaman kesintiler yaşansa da demokrasi konusundaki kararlılığını sürdürmüştür” diyor. Eğitimi ve büyükelçilik görevi dolayısıyla 22 yıl Avrupa’da bulunduğunu, gelişmiş demokrasileri gördüğünü ifade “Temel sorunumuz eğitimsizlik” Kâmran İnan’a göre Türkiye’nin temel sorunu eğitim yetersizliği… Bu konunun çok önemli bir problem olarak önümüzde durduğunu ifade eden İnan, “İyi eğitilmiş, kültürlü, bilgi sahibi insanlarımız çok az. Toplumu eğitmek lazım. Bu alandaki açık mutlaka kapatılmalı” diyor. eden İnan, “Bu bakımdan bizim demokratik sıkıntılarımızı daha iyi anlıyordum. Bazı çevreler ‘Vay efendim bizde demokrasi olmaz’ derken ‘Elbette olur, yalnızca eğitim ve ekonomik düzeyin yükselmesi ile zaman ister’ diyordum. Buna katkıda bulunmaya çalıştım. Zannediyorum iyi yoldayız, hâlâ sıkıntılarımız var, ama demokrasimiz genellikle fena bir imtihan vermiyor” diye konuşuyor. Sohbetimiz sırasında demokrasi konusuna geniş yer ayıran tecrübeli siyasetçi, yeni anayasa hazırlık çalışmalarına yönelik sorumuzu da bu bağlamda yanıtlıyor: “Kanunlar çıkarılınca sorunlar biter, her şey hallolur sanılıyor; oysa mesele başka yerde. Bugün İngiltere’de anayasa yok, ama en demokratik memlekettir. Demokrasi zihinlerde olacak bir şeydir. Anayasada istediğiniz kadar yüksek seviyeli demokrasi kurun, onu uygulayacak insanda yeterli eğitim seviyesi, bilgisi yoksa bu yürümez. Nitekim öyle oluyor. Bizim yasalarımız toplum gerçeklerinin maalesef çok uzağında. İsviçre’den ‘Medeni Kanun’u aldık. İsviçre’nin geçmişine, hayat seviyesine, eğitimine, ekonomisine bakın… İsviçre’nin kanununu Türkiye’de yürütemezsiniz. Nitekim yürüyemedi, değişe değişe medeni olmaktan çıktı.” Kâmran İnan, demokrasi konusunda bir başka önemli noktaya da dikkat çekiyor. Türkiye’de demokratik münakaşanın tam yerleşmediğine, hâlâ çekişme şeklinde yürütüldüğüne işaret eden İnan şunları söylüyor: “Demokraside önemli olan konsensüstür; bir noktada anlaşmak, görüş birliğine varmaktır. Bizde ise ayrılık, muhalefet, zıddiyet, hatta bazı noktalarda neredeyse kavgaya varacak derecede siyasi gerginlik şeklinde götürülüyor. Bizim demokratik sistemimiz tek partili iktidarları bazı zamanlar doğurdu, fakat genellikle koalisyona gidiliyor. Koalisyon uzlaşma ister. Bizim siyasi yapımız nedense uzlaşmalara uygun düşmüyor. Siyasette çekişme, kavga, sen git ben geleyim, ben daha iyi yaparım düşüncesiyle karşılaşıyoruz. Bunlar tabii zaman içerisinde demokrasinin gelişmesiyle giderilecek olaylardır. Bunlar nedeniyle cesareti kaybedip ‘olmuyor’ dememek, yola devam etmek lazım. Bütün mesele eğitimi birinci planda tutmak, ekonomik kalkınmadan vazgeçmemek, insanlara eşit muamele yapmak, coğrafi bölgeler arasındaki dengesizlikleri gidermek ve geri kalmış bölge lafını ortadan kaldırmaktır.” “Ortadoğu kolay bir bölge değil” Kâmran İnan’la sohbet ederken dış politikaya özel bir yer ayırdık. Diplomasinin duayen ismine özellikle Ortadoğu’da yaşananlar ve Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili sorular yönelttik. “Bölgemiz çok hassas bir dönemden geçiyor” diyen İnan şu değerlendirmelerde bulundu: “Ortadoğu’nun her zaman önemi olmuştur. Üç büyük dinin doğuş merkezidir; sanayileşmiş memleketlerin vazgeçemeyeceği enerji kaynağı bu bölgededir; üç kıtanın birleştiği yerdir… İsrail’in orada olması da ayrı Kasım 2013 53 54 Röportaj ‘‘Demokrasi değişiklik, yenilik ister; toplumlar on sene, yirmi sene aynı ismi duymaktan rahatsız olur.’’ zaman rahatsız eden davranışlar içerisinde. Binaenaleyh hükümet bu dönemde çok dikkatli, çok hassas davranmalı. Mümkün olduğu kadar barışçı ilişkileri götürmek lazım. Siyasilerin de dikkatli davranması gerekir; hükümeti zor duruma düşüreceğim diye aşırılıklar göstermek devlete ve millete zarar verir.” “Siyasette bıkkınlık yaratılmamalı” bir faktör oluşturmaktadır. Binaenaleyh Ortadoğu dünyada siyasi ilişkilerde daima bir numaralı yeri tutmaya devam edecektir. Kolay bir bölge değildir. Türkiye bu bölgede çok büyük ve güçlü bir devlet. Türkiye’den rahatsız olanların sayısı artmaya başladı. Bugün Türkiye’yi bölme yolunda faaliyetler gösteriliyor. Bu bakımdan hükümetin ve vatandaşların çok dikkatli davranması lazım. Bu hassas dönemde devletimizi çok iyi korumak gerekiyor. Hükümetin Ortadoğu politikası, mümkün olduğu kadar iyi ilişkiler sürdürmek, ama zor. Bugün mesela Suriye lüzumundan fazla silahlanıyor. Rusya’dan gemiler dolusu ileri teknolojide füze aldı. ‘Bu füzeler kime karşı? Nasıl kullanacaksınız?’ diye sormak gerekiyor. Son derece tehlikeli bir durum bahis konusu. Suriye yönetimi demokratik düşünceden uzak. Maalesef komşularıyla iyi geçinmek yerine ihtilafları arayan ve sınırlarımızı zaman Kasım 2013 Kâmran İnan en son TBMM 21. Dönem’de milletvekilliği yaptı. Siyaseti neden bıraktığını sorduğumuzda şunları söylüyor: “Bizim bulunduğumuz seçim bölgesinde ailenin geçmişinden gelen bir devamlılığımız var; ama başkalarının yolunu tıkayamazsınız, diğer insanların hakkını da gözetmeniz lazım. Dolayısıyla hem onların önünü açmayı istedim hem de siyasette bıkkınlık yaratmadan ayrılmayı bilmek gerektiğini düşündüm. Türkiye’de maalesef bazı insanlar bunu tapulu mal olarak görüyor. Oysa vazgeçilmezlik diye bir şey yoktur. Demokrasi değişiklik, yenilik ister; toplumlar on sene, yirmi sene aynı ismi duymaktan rahatsız olur. Toplumun değişiklik talebini iyi anlamak lazım. Toplumun nabzını tutamayan iktidarlar başarılı olamaz. Türkiye’de genellikle iktidar olduktan sonra toplumdan kopuluyor; ‘Bundan sonra her şeyi ben yaparım’ düşüncesi oluşuyor. Oysa demokraside her şeyi millet yapar.” Kâmran İnan siyaset sayesinde Anadolu’yu tanıdığını söylüyor. “Siyasette halka gideceksiniz, millet sizi görecek, sual soracak, düşüncelerinizi öğrenecek. Ben bunu yapmaya çalıştım, istediğim kadar olmadı ama büyük ölçüde Anadolu’yu ve insanlarını gördüm, tanıdım” diyen İnan önemli bir noktanın altını çiziyor: “Anadolu çok büyük bir vatan; insanlarının bakış açıları, yaşam tarzları bulundukları bölgeye göre değişiyor. Bunu bilmeniz, kendi insanınızı tanımanız, toplumun nabzını tutmanız gerekiyor. Bölgeler arasındaki kalkınmışlık farklılıklarını iyi görmek ve bunu gidermek için gayret sarf etmek lazım. Bugün Doğu ve Güneydoğu’nun en hassas tarafı hâlâ o; kalkınmada Orta ve bilhassa Batı Anadolu’nun çok gerisinde kalmış olması. Bundan dolayıdır ki iktidarlar bu bölgelere önem verir, yatırımlar yapılır.” Röportaj “Vaatler yerine getirilmeli” Sohbetimiz sırasında “Size göre siyasetin olmazsa olmazları nelerdir?” diye sorduğumuz Kâmran İnan, siyasetçilerin inandırıcı olması ve doğruları söylemesi gerektiğini vurguluyor. Aksi halde kamuoyunda siyasete güvenin azaldığına işaret eden İnan şu uyarıda bulunuyor: “Vatandaş ‘Bak siyaset yapıyor’ diyor; yani hakikatleri söylemiyor, bizi uyutuyor, aldatıyor diye düşünüyor. Bu duruma yol açmamak lazım. Siyasiler inandırıcı, kararlı olmalı, doğruları söylemeli ve savunmalı. Bu her zaman yapılmıyor maalesef. Oyları toplamak için bazen gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatler ve beyanlarda bulunuluyor. Bu doğru değil. Bu tür davranışlar siyasete ve demokrasiye hizmet etmiyor, toplumu siyasetten uzaklaştırıyor. Yerine getirilmeyen siyasi vaatlerden bıkan millet siyasetten çözüm beklemiyor. Bu, demokrasi için en büyük tehlikedir. Demokrasi açıklık rejimidir. ‘Bunu yapamıyorum, çünkü kaynaklarımız, eğitim sistemimiz yeterli değil’ demek lazım. Henüz buralara gelemedik. Daha alacağımız çok yol var. Demokrasi bir laf endüstrisi değil, ‘sen şu kadar saat konuştun, ben bu kadar konuştum’ değil. Demokrasi iş çıkarma rejimidir.” “Devleti yönetenler bilgi ve tecrübelerini yazmalı“ Kâmran İnan bugüne kadar 12 kitaba imza attı. “Devlet hayatındaki, sosyal hayattaki bilgi ve tecrübe birikimini sizinle beraber götürmeye hakkınız yok. Bunu topluma bırakmak lazım. Bunun yolu da yazmak” diyen İnan, bir noktanın altını çiziyor: “Türkiye’de devleti yönetenler yazmıyor. Oysa Batı demokrasilerinde devleti yönetenler hatıralarını yazar, yönetimdeki olumlu olumsuz yönlerini yazar. Bizde ise yazma alışkanlığı yok. Ben bunu kırmak istedim ve 12 kitap yazdım, zannederim faydalı olacaktır.” Kasım 2013 55 56 Röportaj 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü vefatının 75. yılında saygıyla anıyoruz. Mustafa Kemal’i Düşünüyorum Mustafa Kemal’i düşünüyorum; Yeleleri alevden al bir ata binmiş Aşıyor yüce dağları, engin denizleri. Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda, Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri. Mustafa Kemal’i düşünüyorum; Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında Destanlar yaratıyorlar cihanın görmediği Arkasından dağ dağ ordular geliyor Her askeri Mustafa Kemal gibi Mustafa Kemal’i düşünüyorum; Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere. Al bir ata binmiş yalın kılıç Koşuyor zaferden zafere... Mustafa Kemal’i düşünüyorum; Ölmemiş bir kasım sabahı Yine bizimle beraber her yerde Yaşıyor dört köşesinde vatanın, Yaşıyor damar damar yüreklerde. Mustafa Kemal’i düşünüyorum; Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda; Mavi gözleri ışıl ışıl, görüyorum. Uykularıma giriyor her gece. Ellerinden öpüyorum. Ümit Yaşar Oğuzcan Kasım 2013 Röportaj Türk Parlamenterler Birliği’nden Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2013 yılında yıllık 120 TL’dir. Bankalar tarafından müşterilerine, uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir. Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir. Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir. Türk Parlamenterler Birliği ANKARA KONUKEVİ Ankara Hotel Pino Tel: 0312 446 36 86 Bayraktar Mahallesi Bayraklı Sokak No: 35 GOP / Ankara Konukevi yenilenen haliyle hizmet vermeye başladı. 21 Kasım 2013 tarihinde açılış töreni yapılacaktır. Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur. TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr Fax Hattı: 0312 420 66 24 Sayın Üyelerimiz, her konuda bize ulaşabilirsiniz. Sağlık Hattı Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 numaralı telefonu arayabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği TBMM B Blok 2. Asma Kat 06540 Bakanlıklar / ANKARA Tel: 0 312 420 66 21 Fax: 0 312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 Kasım 2013 57 58 Millî Saraylar Cumhuriyet Dönemi mimarisinin simge yapıları: Florya ve Yalova Atatürk köşkleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk kullandığı için millî saray kabul edilen Florya ve Yalova Atatürk köşkleri, Ulu Önder’in yaşamından izler taşıyor. Gökçe Doru Florya Atatürk Deniz Köşkü Kasım 2013 Millî Saraylar B aşkent Ankara, kurtuluş mücadelesinin başlatıldığı Samsun ve Atatürk’ün ebediyete kavuştuğu İstanbul geliyor Ulu Önder’i anarken say ı lan şehirlerin başında. Vatan toprağının her karışı mevcudiyetini ona borçlu belki, ancak Florya ve bir zamanlar İstanbul’a bağlı bir ilçe olan Yalova, Atatürk’ün bizzat onurlandırdığı talihli yerlerden. Mavisi engin, yakamozu bol Marmara Denizi’nin huzur-âver manzarasına sahip Yalova ve Florya’ya, Atatürk tarafından hem istirahat etmek hem de bazı devlet işlerini yürütmek amacıyla köşkler yaptırılır. “Yalova benim kentimdir” diyen Mustafa Kemal’in orada bir köşk inşa ettirmesinin nedeni, şehrin nevi şahsına münhasır havası, binbir derde deva suları ve nice yere taş çıkaran günbatımıdır muhtemelen. Güzelliğiyle yıllar evvel Osmanlı padişahlarının ilgisini çeken Yalova, II. Abdülhamid’in de (1876-1909) saltanata ait imar faaliyetlerini yürüttüğü yerdir. Denize ve yeşile sevdalı Sultan burada bir köşk yaptırır, termal kaplıcalar kurdurur. Florya Atatürk Deniz Köşkü’nün yapılması ise Florya havasının, denizin ve güneşin Ulu Önder’i içten içe kemiren hastalığa şifa olması umuduyladır. Atatürk, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni modernleştirme çalışmalarından, bitmek tükenmek bilmeyen memleket meselelerinden başını kaldırıp da bu köşkte keyfince istirahat edebilseydi ömrü daha uzun olurdu belki de. Florya’daki köşk, Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda ebedi istirahatına kavuşmadan önceki son duraklarından biri olduğu için oldukça önemlidir. Florya Atatürk Deniz Köşkü yakınında tasarlanan halk plajı, bu projenin beğenilmesi ve yapımına karar verilmesindeki en büyük etkendir. Atatürk’ün “Beni halkımla birlikte etüd etmenizden çok mütehassıs oldum” diyerek proje mimarını onore etmesi, bu projenin tamamlanması için gece-gündüz çalışılmasına da vesile olur. 1935 yılında yapımına başlanan köşkün mimarı Seyfi Arkan, tüm dekorasyonu dahil çalışmasını 43 günde teslim eder. Sedat Hakkı Eldem’in mimarı olduğu ve 1929 yılında yapımına başlanan Yalova Atatürk Köşkü ise 38 günde tamamlanır. Atatürk köşklerinin bu kadar kısa sürelerde tamamlanması eserlerin sadeliği ve emeği geçenlerin çalışkanlığının yanı sıra Ulu Önder’e duyulan saygıdır şüphesiz. Ana köşk, genel katiplik, yaverlik binaları ile beyaz, mavi ve kırmızı köşklerden oluşan bir yapılar topluluğu olan Florya Atatürk Deniz Köşkü’nün ana binasını Türk mimarların sade eserleri Florya’da, Atatürk’ün konaklayacağı köşk yapılmadan önce bir proje yarışması açılmış ve şimdiki köşke ait tasarım birinci seçilmiştir. Köşkün Florya Atatürk Deniz Köşkü Kasım 2013 59 60 Millî Saraylar Florya Atatürk Deniz Köşkü oluşturan köşk, bir köprüyle karaya bağlanır ve 238 adet taşıyıcı ayakla deniz üzerine yerleştirilmiştir. Dört tarafı sularla çevrili olan Köşk, yapıldığı dönem itibarıyla tasarım açısından oldukça ilgi çekicidir. Tek katlı ve ahşap iskeletli olan yapının kıyıya dik kanadı servis elemanları ve diğer personele tahsis edilmiştir. Kıyıya paralel kanatta Atatürk’ün çalışma odası, kabul salonu ve misafir odaları bulunur. Çeşitli onarımların ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bağlı sosyal tesisler haline getirilen katiplik ve yaverlik binaları kompleksin kara tarafında yer alır. Beyaz, mavi ve kırmızı köşkler ise yıkılmıştır. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olan Florya Atatürk Deniz Köşkü 1988 yılında Millî Saraylar’a bağlanır. Yalova Atatürk Köşkü Kasım 2013 Atatürk köşkleri Batı özentiliğinden uzak mimarisi, sade dekorasyonu ve mimarlarının Türk olmasıyla Millî Saraylar’a bağlı diğer yapılardan ayrılır. Florya Atatürk Deniz Köşkü Millî Saraylar Yalova Atatürk Köşkü Fotoğraflar Millî Saraylar Daire Başkanlığı’ndan alınmıştır. İki katlı ve dikdörtgen planlı Yalova Atatürk Köşkü, yemyeşil ve büyük bir koruluğun içinde bulunur. Korulukta, köşkün hemen yanında II. Abdülhamid döneminden kalma bir dinlenme köşkü de yer alır. Dekorasyonunda yenilerinden ziyade İstanbul’daki çeşitli saraylardan getirilen eşyaların da bulunduğu köşkte İran ve Hereke halıları, Fransa, Çin, Yıldız porselen vazoları ve ünlü ressamların tabloları dikkat çeker. Hem köşk hem Meclis Atatürk köşkleri 1930’lu yılların pek çok olayına tanık olmuş, sonraki yıllarda önemli misafirleri ağırlamıştır. Yalova Atatürk Köşkü’nde hükümet yaz dönemi çalışmalarını da yapar, Serbest Fırka burada kurulur, Yerli Malı Haftası burada kabul edilir. 1956 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi Yalova Atatürk Köşkü’nde kalır. Florya Atatürk Köşkü ise 1936 yılında İngiliz Kralı VIII. Edward’ı ağırlar. Köşk, devletin yönetim işlerinin de yürütüldüğü bir yer haline gelir; Bakanlar Kurulu burada toplanır. Yalova ve Florya’daki Atatürk köşkleri Cumhuriyet dönemi mimarisinin simge yapıları olarak kabul edilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından kullanıldığı için millî saray kabul edilen köşkler; Batı özentiliğinden uzak mimarisi, sade dekorasyonu ve mimarlarının Türk olmasıyla Millî Saraylar’a bağlı diğer yapılardan ayrılır. Köşkler günümüzde müze olarak ziyarete açıktır. Ayrıca Florya Atatürk Deniz Köşkü’nde “Atatürk İstanbul’da” adlı daimi bir fotoğraf sergisi bulunur. Kasım 2013 61 62 Röportaj 20, 22 ve 23. dönemlerde Meclis çatısı altında yer alan CHP’li Yılmaz Ateş, “Ülkemizin kalkınmasının, halkın refah, mutluluk ve barış içinde bir arada yaşamasının koşulları bütün siyasi partilerin el ele vermesiyle oluşturulabilir. ‘İktidar partisi yaptıysa yanlıştır, muhalefet önerdiyse dikkate alınmamalıdır’ gibi bir tavırdan Türkiye’nin uzaklaşması lazım” diyor. Yılmaz Ateş: Siyaseti vatani bir görev olarak görüyorum Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş Y ılmaz Ateş siyaset sahnesinin en tanınmış aktörlerinden biri. Gazeteci kökenli politikacılar arasında. Serde gazetecilik olunca siyasette de “haber”den uzak durmayan, dikkat çekici açıklamalarıyla sık sık gazete sayfalarında yer alan bir isim. Milletvekilliği sırasında yerel siyaseti de yakından takip eden Ateş’in mercek altına aldığı il ise Ankara. Üç dönem Başkent’ten milletvekili seçilen tecrübeli siyasetçi, “Havasını soluduğumuz, suyunu içtiğimiz, ekmeğini yediğimiz Ankara’ya borcumuzu ona sahip çıkarak ödemeliyiz” diyor. Yaklaşık 2,5 yıldır aktif siyasetten uzakta olan Yılmaz Ateş ile 1989’da başlayan politika yolculuğunu ve ülke gündemine dair değerlendirmelerini konuştuk. Sohbetimizin başında Yılmaz Ateş’i yıllar öncesine götürdük. “Siyaset yaşamınız nasıl başladı?” diye sorduğumuz Ateş şunları söyledi: “1982 yılına kadar Kasım 2013 gazetecilik yaptım. Bu sırada çeşitli meslek örgüt lerinde görev a ldım. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katıldım ve dört dönem genel başkanlığını üstlendim. Basın-İş sendikasının genel yönetim kurulu üyeliğini yaptım. Gazeteciliği bıraktıktan sonra serbest çalışmaya başladım. O dönemde SODEP’in kuruluşu sırasında bana teklif geldi, ama ‘Siyasete girmeyeceğim’ diyerek görev Röportaj almadım. Ancak 1989’da arkadaşlarımın ısrarı sonucu o zamanki SHP’ye üye oldum.” Siyaset yolculuğu SHP Ankara İl Sekreteri, SHP-CHP Ankara İl Başkanı ve 1995 yılında CHP Ankara Milletvekili olarak devam eden Yılmaz Ateş, “1999 seçimlerinde partimiz baraja takılınca ‘Hangi gerekçeyle olursa olsun seçimlerde başarı gösterilemedi. Genel Başkan’ın yeni bir değerlendirme yapmasına olanak tanımak için Merkez Yönetim Kurulu (MYK) olarak istifa etmeliyiz’ önerisinde bulundum. Gece yarısı Genel Merkez’den ayrıldığımda bu teklifim kabul görmüştü, ancak sabah geldiğimde MYK’nın göreve devam edeceği belirtildi. Bunun üzerine istifamı sundum, eşyalarımı toplarken Genel Başkan Deniz Baykal’ın da istifa ettiğini öğrendim. Benim önerim Ge- “Siyasi partilerde genel başkanlık çok önemli bir kurumdur. Bir bina düşünün; genel başkan bu binanın çatısıdır, çatı bir uçarsa bina korunaksız hale gelir.” nel Başkan’ın kalması yönündeydi. Çünkü siyasi partilerde genel başkanlık çok önemli bir kurumdur. Bir bina düşünün; genel başkan bu binanın çatısıdır, çatı bir uçarsa bina korunaksız hale gelir” diye konuşuyor. “O kritik oturumu unutamıyorum” 1999’da Altan Öymen’in, 2000’de Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanı seçildiği olağanüstü kurultaylarda Parti Meclisi’ne giren Yılmaz Ateş, 2002 ve 2007’deki genel seçimlerde Ankara Milletvekili oldu. 2002 yılında Meclis’e geldiğinde TBMM Başkanvekilliği görevini de üstlenen tecrübeli siyasetçi, o dönemden unutamadığı bir anısını şöyle anlatıyor: “2B olarak bilinen orman vasfını yitirmiş Hazine arazilerinin satışıyla ilgili anayasa değişikliği maddesinin görüşüldüğü oturumu yönetiyordum. Müthiş bir gerginlik vardı. İktidar partisi her ne koşul altında Kasım 2013 63 64 Röportaj olursa olsun bu maddeyi geçirmek istiyor, muhalefet partisi ise ne yapıp edip bunu engellemeye çalışıyordu. O sırada çok ince taktikler geliştirildi. Mesela iktidar partisi bir ara Başkanlık Divanı’nda görev alan üyelerini çekti. Ben bunu önceden tahmin ettiğim için CHP’li üyelerden bilgim olmadan Genel Kurul’dan ayrılmamalarını istedim. İktidar partisinin üyeleri gidince diğer üyeleri davet ettim, onlar geldiler, ben oturumu yönetmeyi sürdürdüm. Görüşmeler sırasında çok gergin anlar yaşandı, kürsüye gelindi gidildi. 10 dakika diye ara verdim, ama 2 saati aştı. Grup başkanvekillerini çağırıp Meclis’in itibarını korumak, siyasetin kalitesini düşürmemek gerektiğini söyledim. Grup başkanvekillerinden Sayın Salih Kapusuz yanıma gelerek, ‘Sayın Başbakan’ın sizden bir ricası var, bize 10 dakika izin verebilir misiniz?’ diye sordu, yani oturumu 10 dakika geç açmamı rica ettiğini iletti. Ben de ‘Tabii, ancak benim de Sayın Başbakan’dan bir ricam var, Meclis kürsüsü önünde herhangi bir taşkınlık yaşanmamalı’ dedim. Oturumu biraz daha süre vererek 20 dakika sonra açtım. Oy kupalarını da önüme koydum. Ve oylama yapıldı. Sayın Başbakan’dan rica ettiğim gibi hiçbir taşkınlık olmadı. Ertesi gün Anayasa Mahkemesi eski başkanları, Anayasa Hukuku profesörleri arayıp beni kutladılar, ‘Bildiğimiz kadarıyla hukukçu değilsiniz, ama müthiş bir yönetim sergilediniz’ dediler. Ben de görevim gereği Anayasa’yı, İçtüzük’ü, ayrıca hukukun evresel kurallarını bildiğimi ve ona göre bir yönetim sergilemeye çalıştığımı ifade ettim. TBMM Başkanvekili olarak yönettiğim en kritik oturumdu. Sonuçta ne iktidar ne de muhalefet partisinden hiç kimse ‘Şurada yanlış yaptınız, hakkımızı yediniz’ diyemedi.” Kasım 2013 “Ülkemizin kalkınabilmesi, Türkiye’de demokrasi ve siyasetin tartışılır olmaktan çıkması için bütün üretken, eğitimli, yetenekli, kaliteli insanların siyasete girmesini öneririm.” “İyi ki siyasete girmişim” Yılmaz Ateş 2007 yılında üçüncü kez Ankara Milletvekili seçildiğini anımsatarak, “Sayın Deniz Baykal’a ‘Ben bir dönem TBMM Başkanvekilliği yaptım. Bu kez bir başka arkadaşım bu önemli görev için değerlendirilebilir’ dedim. 2008’deki kurultayla birlikte Genel Başkan Yardımcısı oldum ve partideki bu görevimi 2010 yılının mayıs ayına kadar sürdürdüm” diye konuşuyor. CHP ile bağının parti üyesi olarak devam ettiğini belirten Ateş şu noktanın altını çiziyor: “Mahalle delegeliğinden Genel Başkan Yardımcılığı’na kadar 20 yıl aralıksız olarak CHP’ye hizmet ettim. Partimin tek başına iktidara gelmesi için büyük mücadele verdim. Bundan sonra da yönetimde olan arkadaşların CHP’yi iktidara taşıyabilmesi için üzerime düşeni aynı inanç, kararlılık ve istekle yapmaya, partim için çalışmaya devam edeceğim.” Yılmaz Ateş siyaseti ülkeye hizmet ve vatani bir görev olarak gördüğünü vurguluyor. “Ülkemizin kalkınabilmesi, Türkiye’de demokrasi ve siyasetin tartışılır olmaktan çıkması için bütün üretken, eğitimli, yetenekli, kaliteli insanların siyasete girmesini öneririm. Siyasi görüşü ne olursa olsun bu ülkede taş üzerine taş koymuş herkesin siyasette yer almasın- Röportaj da yarar var. Şunu da belirtmem gerekir ki siyaset bir geçim kaynağı, rant kapısı, sınıf atlama aracı olarak görülmemeli” diyen Ateş, siyasette uzun ömürlü olmanın koşulunu ise şöyle belirtiyor: “Parti ilkelerinize ve seçmenin değer yargılarına sırtınızı dönmeyeceksiniz. Arkadaşlarınıza, partinize ihanet içinde olmayacaksınız.” Tecrübeli siyasetçi, geriye dönüp baktığında neler hissettiğini sorduğumuzda, “Siyasette en alt kademeden başlayarak en üst kademeye gelmek her insana nasip olmayan bir durumdur. Bu açıdan kendimi şanslı görüyorum. İyi ki siyasete girmişim diyorum. Gazetecilik yıllarımda da siyasi hayatımda da hep doğru bildiğimi yaptım. Kendi inançlarım, düşüncelerim doğrultusunda hareket ettim. Önemli olan her şeyi önce vicdanınıza danışarak yapmanızdır. Kimin ne dediği hiç önemli değildir. Geriye dönüp baktığımda pişmanlık duyduğum bir şey yok” diye konuşuyor. Siyasette geçmişle bugün arasındaki bir farka işaret eden Yılmaz Ateş, “Günümüzde siyasetin üslubunun çok sert olduğunu görüyorum. Geçmişteki açıklamalarıma bakıyorum; sert bir üslup kullandığımı, ama olayı hiç kişiselleştirmediğimi, kimseye hakaret etmediğimi görünce memnun oluyorum. Liderlerden başlayarak siyasi parti kadrolarının toplumu kutuplaştırıcı söylem ve eylemlerden vazgeçmelerini diliyorum. Unutulmamalı ki her yapılan doğru da değildir, yanlış da değildir. ‘İktidar partisi yaptıysa yanlıştır, muhalefet önerdiyse dikkate alınmamalıdır’ gibi bir tavırdan Türkiye’nin uzaklaşması lazım. Türkiye’nin kalkınmasının, halkın refah, mutluluk ve barış içinde bir arada yaşamasının koşulları bütün siyasi partilerin el ele vermesiyle oluşturulabilir” diyor. “Raylı sistem geliştirilmezse Ankara’nın trafiği çözülmez” Milletvekilliği döneminde Ankara’nın çeşitli sorunlarını Meclis gündemine taşıyan ve Başkent’teki belediyecilik uygulamalarını yakından izleyen Yılmaz Ateş, son dönemdeki yol tartışmalarına değinerek şunları söylüyor: “Rahmetli Mehmet Altınsoy döneminde kabul edilen Ankara Ulaşım Ana Planı’na göre her yıl 5 kilometre raylı sistemin devreye girmesi gerekiyordu. 1994’ten bu yana 5 metre bile yapılmadı. Şimdilerde ODTÜ’den yol geçer mi geçemez mi diye tartışılıyor. Raylı sistemi geliştirmezseniz, ODTÜ’nün tamamını yol yapsanız da Ankara’nın trafiğini çözemezsiniz.” olduğunu, ancak halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelere göre hem demokrasi hem ekonomi açısından çok önemli mesafe kat ettiğini vurgulayan Ateş, “Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti temellerinin Türkiye’de çok sağlam bir zemine oturduğunu görüyoruz” diyor. Tecrübeli siyasetçi Türkiye’nin en önemli sorununun ise yoksulluk ve işsizlik olduğunu söylüyor. “İşkence Anayasa’da mı yazıyor?” Yılmaz Ateş’le sohbet ederken ülke gündemindeki konulara da değindik. Bunlardan biri yeni anayasa hazırlanmasına yönelik çalışmalardı. Demokratikleşmenin sadece yeni bir anayasa hazırlamakla sağlanamayacağını, toplumda demokrasi kültürü ve bilincinin yerleşmesi gerektiğini ifade eden Ateş, “İnsanların demokratikleşmeyi içselleştirmesi lazım. Anayasa’nın hangi maddesinde cezaevinde işkence edileceği yazıyor ki 12 Mart’ta, 12 Eylül’de bu acılar yaşandı? Davaların 5 yıl süreceği, gazetecilerin yazılarından dolayı işten atılacağı hangi maddelerde yazıyor? Elbette ki Anayasa’yı çağdaşlaştıralım, aksayan yönlerini düzeltelim. Ancak yöneten ve yönetilenlerde demokrasi bilinci yerleşmemişse, insan haklarına saygı gelişmemişse, eğitim yeterli düzeyde değilse değişen pek bir şey olmayacaktır” yorumunu yapıyor. Türkiye’nin gelişmiş demokrasiye sahip ülkelerin gerisinde Kasım 2013 65 66 Asambleler APA Türk Grubu Başkanı Prof. Dr. Yüksel Özden: Türkiye Asya’ya daha yakından bakmalı Söyleşi: Cahit Yıldız A sya Parlamenterler Asamblesi, Asya Barış Parlamentosu Birliği üyelerinin aldığı kararla 2006’da kuruldu. 41 üye ülkeye sahip APA’da ülkemiz 5 üyeyle temsil ediliyor. Geleceğin lider coğrafyası olarak görülen Asya ülkelerinde bir diyalog geliştirme platformu olan APA’nın Türk Grubu Başkanı Prof. Dr. Yüksel Özden’le asamble çalışmaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. APA’nın hedefleri nelerdir? APA, Avrupa Konseyi’ne benzer bir kuruluş. Asya ülkeleri parlamentoları arasında diyalog kurma, ortak konuları tartışma ve aynı zamanda kendi sorunlarını çözebilme yeteneğini geliştirme gibi hedefleri söz konusu. Asya’nın yükselişe geçtiği bir dönemde kurulduğu için kendi içlerindeki ilgi de oldukça yüksek. Özetle Asya ülkeleri arasında diyaloğu geliştirmek ana hedeftir. Fakat dönem başkanlığı Suriye’de olduğu için APA, uzun zamandır kımıldayamaz, toplantı yapamaz bir haldedir. Şunu da söylemek lazım, bu oluşumun adı Asya Parlamenterler Asamblesi. Bu asamblenin yanında aynı kurucular Asya’da Siyasal Partiler Organizasyonu (ICAP) kurmuşlar. ICAP parlamento dışından da partileri içinde barındıran bir platform ve ülke konularının daha geniş konuşulabileceği bir zemin olması bakımından oldukça Kasım 2013 önemli. Ben Meclis adına APA toplantılarına giderken AK Parti adına da ICAP toplantılarına katılıyorum. Başkanlık döneminizde yapılan çalışmalardan bahseder misiniz? APA bu dönemde Suriye’nin dönem başkanı olması sebebiyle kilitli kaldı. 2011’de “Suriye’deki toplantı yapılamayacak gibi gözüküyor, dönem başkanlığını başka bir yere aktarın” dememize rağmen buna pek yanaşmadılar, toplantılar gerçekleşemedi. Önümüzdeki ay Pakistan’da yapılacak genel kurulla bu sorun çözülecek. Tabii biz alt komisyon toplantılarına devam ettik bu süreçte. Bu platformda Mavi Marmara saldırısının hemen arkasından İsrail’e açık, net bir kınama çıkardık. Uluslararası platformlarda bu konunun konuşulması, bizim kendi dirayetimizi ortaya koymamız açısından çok önemliydi. Yakın bir zamanda da Suriye’de olup bitenlere karşı bir deklerasyon yayımladık. O deklerasyonun da açık, net ve dengeli bir şekilde olması için çok güçlü bir parlamenter diplomasi sergiledik. Suriye konusunda İran’ın tavrından dolayı tek taraflı bir anlayış vardı. Onlar bir Şii camisinin bombalanmasını kınayan bir açıklama yaptılar. Biz de açık biçimde “Burada Hz. Ömer Camii de bombalandı, bunun yanında Hıristiyanlara ait başka yerler de var zarar gören” diyerek konunun daha geniş bir perspektiften ele alınması Asambleler gerektiğini söyledik. Sonuç bildirgesinde “Tüm dinî mekanlara yapılan saldırıyı kınıyoruz” dedik ve bildirgeye bunu ekledik. Aynı şekilde Suriye meselesini Özgür Suriye Ordusu’na mal eden, rejimi oldukça masum gösteren bir yaklaşım vardı. Bizler bu rejimin meşruiyetini yitirmiş bir rejim olduğunu hatırlattık. Genel durgunluğa rağmen katıldığımız toplantılarda ülkemizin duruşunu göstermeye çalıştık. Çok güçlü, açık ve net bir biçimde Türkiye’nin pozisyonunun bilinmesini sağladığımıza eminim. Asya’ya aslında tüm dünya iştahla bakıyor, ama Asya sanki kapalı bir kutu. Bu coğrafyayla ilişkilerimizi nasıl geliştirebiliriz? Biz ülke olarak, bu ülkenin bütün kurumları, üniversiteleri, aydınları olarak öteden beri yüzümüzü Batı’ya çevirdik. Bu en başından beri böyleydi. Fakat Batı yönlü olmak sağına soluna bakmamak anlamına gelmez. Biz maalesef bu süreçte Doğu’yu tamamen ihmal etmiş bir ülkeyiz. Türkiye’de şu an üniversitelere, düşünce kuruluşlarına bakalım, Asya uzmanı olan kimsenin olmadığını görürüz. Dünya nüfusunun neredeyse 5 milyarı bu coğraf yada yaşıyor. Böylesine bir yerden biz çerez gibi bahsediyoruz. Menfaatlerin çakıştığı yerler var, bir sürü anlaşmazlık konusu ve yeni bir düzen kurulurken değişecek dengeler var... Yani bilmiyoruz Asya’yı. Şu an Başbakanımız açık bir şekilde Asya ile ilişkiyi geliştirerek Asya’da aktif rol almaya ilişkin bir siyasi iradeyi ortaya koydu. Avrupa denilince hemen Yunanistan’daki durumdan İtalya’dakine; Fransa’dan Almanya’ya hatta küçücük bir ülke olan Avusturya’nın durumuna ilişk in zihnimizde bir şeyler canlanmasına rağmen Asya böyle değil. Türkiye’nin kurumsal bakışı siyasi “Asya’nın Müslüman ülkeleri Türkiye’nin başarısını gururla izliyor, adeta kendi başarısı gibi sahipleniyor.” iradenin ortaya koyduğu bakışın halen uzağında. Üniversiteler, strateji kuruluşları, hatta TBMM’nin kurum olarak bakışı Başbakanımızın gösterdiği vizyonun fersah fersah gerisinde. 21. yüzyılın lider coğrafyasından bahsediyoruz. Bizim böyle bir şeye uzak kalmamız imkansız. Yeni bir dünya kurulurken buna yüz çevirirsek inanılmaz bir hataya düşeriz. Ayrıca şunu unutmamak lazım: Asya’nın Müslüman ülkeleri Türkiye’nin başarısını gururla izliyor, adeta kendi başarısı gibi sahipleniyor. Müslüman olmayan ülkeler ise ilişkilenmeye çalışıyor. Türkiye’nin son on yılda gösterdiği müthiş performansa kayıtsız kalmıyorlar. Sağlıktan sosyal konulara, ulaştırmadan eğitime kadar çok büyük bir başarı elde ettik. Bu ülkeler de bu açıdan ilişkilenmeye gayret ediyorlar. Bizi Asya’da daha güçlü bir ülke haline getirecek emarelerdir bunlar. 150-200 yıllık oryantasyonumuzdan dolayı Asya’dan uzaklaştık belki, ama gecikmiş sayılmayız. Kültürel tarihî bağlarımız olan ülkeler var bu coğrafyada, bunlar işimizi kolaylaştıracaktır. Birçok ülke Türkiye’yi stratejik partner olarak görüyor. Vietnam, Hong Kong gibi ülkeler Türkiye’yle ilişkileri üst düzeye çıkarma kararı aldılar. Japonya’yla partnerliğimizi Başbakanımız ilan etti zaten biliyorsunuz. Bence yapılması gereken şeylerin başında öğrenci değiş tokuşu geliyor. Öğrenciler Asya’nın konularını tek tek bilecek bir seviyeye çıkmalıdır. APA önümüzdeki günlerde neler yapacak? 8-11 Aralık tarihleri arasında İslamabad’da toplantımız var, Genel Kurul toplantısı. APA’da şöyle bir durum var: Başbakanımızın çizdiği siyasi liderlik doğrultusunda, eğer Meclis de gerekli ilgiyi gösterirse, APA’nın dönem başkanlığını almamız söz konusu. APA’da da böyle bir beklenti var. Böyle bir durumda bizim kendimizi anlatmamız ve Asya’da olup bitenleri daha yakından takip etmemiz için ideal bir duruma gelmiş olacağız. Ülkemizin kurumsal yapısını Asya’da tanıtacak dokümanlar hazırlanması çok önemli. Türkiye’nin son on yılda yakaladığı başarıları modellemesi gerektiğini düşünüyorum. Katıldığımız toplantılarda APA ülkelerinden bazı istekler geliyor. Yaptığımız reformların uluslararası perspektife göre hazırlanmış dokümanlarını paylaşmamızı istiyorlar. Örneğin sağlık konusunda nasıl adımlar atıldı, nasıl kanunlar çıkarıldı bunları görmek istiyorlar. Bu demektir ki Türkiye model ihraç edebilecek bir ülke olarak görülmekte. Yapılan reformların modellemesini bekliyorlar bizden ki onlar da benzer şekilde atılım yapabilsinler. Bu platformlar bunların konuşulduğu, yayıldığı harika oluşumlar. İşte APA bu bakımdan da çok elverişli bir platform. Kasım 2013 67 68 Diyarbakır’dan Ankara’ya bir aydının siyasi portresi: Ziya Gökalp Bilge Yavuz Türk sosyolojisinin kurucusu olan Gökalp’in milletvekilliği kısa sürmüştür, fakat daha ilk gençlik yıllarından itibaren siyaset sahnesinden çekinmemiş ve mücadeleyi göze almıştır. Kasım 2013 Z iya Gökalp denilince aklımıza son gelen şey belki de onun siyasi kişiliği ve milletvekilliğidir. Gökalp’in bilim alanında bilhassa sosyolojide yaptıkları tartışmasız; fakat o daha ilk gençlik yıllarından itibaren siyasi ortamlardan hiç uzak kalmayan biridir. İntihara sürüklenen genç bir aydın Mehmet Ziya Gökalp, 23 Mart 1876’da hem siyasi hem de ilmi açıdan dönemin önemli bir merkezi olan Diyarbakır’da dünyaya gelir. İlk tahsilinde babasının etkisi büyüktür. Münevver bir kişilik olan Mehmet Tevfik Efendi, Gökalp’in okuma alış- 69 kanlığı kazanmasında birinci derece etkilidir. Mahalle mektebinde başladığı öğrenimine, 1886’da kayıt yaptırdığı Mekteb-i Rüştiye-i Askeriyye’de devam eder. 1890’da babasını kaybeder. Eğitimine büyük önem verilen Gökalp’in derslerini bundan sonra amcası takip edecektir. Amcasından Şark İlimleri ve İslam Felsefesi üzerine dersler aldığında henüz on dört yaşındadır. Arapça ve Farsçasını ilerletir. 1891’de İdad-i Mülkiye’nin ikinci sınıfına kayıt yaptırır. Bu yıllarda Fransızcasını büyük ölçüde kendi gayretleriyle geliştirir. Çocukluk ve ilk gençlik yılları yoğun ilmî çalışmalarla geçen Gökalp’in siyasi çıkışına şahit olduğumuz ilk anı 1894 yılıdır. Bu yılda öğrencilere okullarda her akşam üç kere “Padişahım çok yaşa!” diye bağırma zorunluluğu getirilir. Ziya Gökalp ve arkadaşları bu kurala uymamakla kalmaz, okul çıkışı “Milletim çok yaşa!” diye bağırır. Akrabalarının desteğiyle ceza almaktan kurtulur. İdadi eğitiminin yedi yıla çıkarılmasının ardından okulu yarım bırakır ve İstanbul’a gitmek ister. Hayatının en buhranlı dönemini geçiren Gökalp’in biyografisinin en kritik noktası onun intihar girişimidir. 18 yaşındaki genç adam kafasına sıktığı kurşunla hayatına son vermek ister, ama Dr. Abdullah Cevdet tarafından tedavi edilir ve kurtulur. Amcasının kızıyla evlendirilmek istenmesinin de intihar girişiminde etkili olduğu söylenen Ziya Gökalp’in o günlerle ilgili notları şöyle: “İdadide bir taraftan tabii ilimler okumaya, diğer yandan kelam dersleri almaya başladık. Biri müspet diğeri menfi elektriğe sahip olan bu iki ters cereyan, ruhun boşluğunda her çarpışma oldukça hakikat şimşekleri yerine şüphecilik yıldırımları fırlamaya başladı... Bütün emelim bin türlü tehlikelerle tehdit olunan fakat istibdadın uy uşturucu macunuyla Öğrencilere okullarda her akşam üç kere “Padişahım çok yaşa!” diye bağırma zorunluluğu getirilir. Ziya Gökalp ve arkadaşları bu kurala uymamakla kalmaz, okul çıkışı “Milletim çok yaşa!” diye bağırır. vaziyetinden habersiz olan milletimin mucizeli bir hamleyle kurulmasının mümkün olup olmadığını bilmekti... Ne kelam, ne tasavvuf bana böyle bir ümit felsefesi, bir kuruluş nazariyesi veremedi.” İstanbul yılları İntiharının ardından yüksek tahsil için gözünü kestirdiği İstanbul’a gitme kararı alır. Maddi zorluklar içinde İstanbul’a varır ve ücretsiz talebe alan Baytar Mektebi’ne kaydını yaptırır. Baytar Mektebi’nde okurken lisedeki siyasi tavrını sürdürür ve bazı gizli derneklerde faaliyetler yapar. Sosyolojiye olan ilgisi de bu yıllarda başlar. Türkiye’de yapılacak inkılabın Türk milletinin sosyal hayatına uygun olması gerektiğini savunan Gökalp, sosyoloji ve felsefe çalışmalarını hızlandırır. Sonraları o yıllarda Baytar Mektebi’nden sınıf arkadaşı olan Mehmet Akif, Mithat Cemal’e “Sen bizde felsefeyi hazmetmiş adam arama... Ben Baytar Mektebi’nde talebeyken Diyarbekirli Ziya vardı, yalnız o felsefeden okuduklarını anlardı,” diyecektir. 1898’de Diyarbakır’a dönen Gökalp gizli cemiyet çalışmalarına burada devam eder. Bu çalışmalar doğrultusunda Bahar adlı gizli bir gazete çıkarır. Fakat çok sürmeden “düzeni yıkıcı faaliyette bulunmaları” sebebiyle tutuklanır. Bir dönem tutuklu kalan Gökalp serbest kalınca İstanbul’a döner. Ne var ki İstanbul’da padişah aleyhine yazdığı yazılar ve mektuplar nedeniyle bir kez daha tutuklanır. Taşkışla’da on ay geçirir. Tahliye edildikten sonra Diyarbakır’a, ilmî çalışmalarına ve cemiyet faaliyetlerine geri döner. Kasım 2013 70 Diyarbakır’da amcasının vasiyetini yerine getirerek onun kızıyla evlenir. Zengin amcasından kalan mirasla artık geçim sıkıntısı çekmeyen Gökalp, çalışmalarını daha bir huzurla yapar. Bu arada cemiyet faaliyetlerini aksatmaz. II. Meşrutiyet ilan edilince İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır’da resmî olarak bir şube açmasının önünde engel kalmamıştır. Artık cemiyette konuşmalar yapıyor, Diyarbakır ile Peyman gazetelerinde yazı ve şiirleri yayımlanıyordu. 1909 sonbaharında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin davetlisi olarak Selanik’e giden Gökalp, iki sene bu şehirde kalır. Cemiyetin genel yönetim üyeliğine seçilir. Birçok dergide makaleler kaleme alır, konferanslar verir. İttihat ve Terakki Mektebi’ne Sosyoloji dersini aldırır. Çok sonraları “Türkiye’nin Durkheim’ı” olarak anılmasına sebep olacak Durkheim etkisi de bu yıllarda başlar. İlmi çalışmalar yönün- 30 Ocak 1919’da İttihat ve Terakki’nin birçok üyesi gibi Ziya Gökalp de tutuklanır. 27 Nisan 1919 günü Divan-ı Harp önüne çıkarılan Gökalp, Malta’ya sürgüne gönderilir. den son derece verimli geçen bu dönemde Durkheim’ı çok iyi tetkik eder ve kendi sosyolojisinin metodolojisini belirler. 1912’de Balkan Harbi çıkınca cemiyet karargahını İstanbul’a taşır ve Ziya Gökalp de İstanbul’a hareket eder. İstanbul ’da yazarlı k ve hoca lı k yapmaya devam eden Gökalp, Türk Yurdu’nda çalışmaya başlar. Burada bir seri olarak yazdığı ve daha sonra kitaplaştırılan Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ta İmparatorluğu bir arada tutmanın yollarını arar. 1913’te İttihatçılar iktidara gelir ve Ziya Gökalp Darülfünun’da İçtimaiyat Müderrisi olarak göreve başlar. Sosyolojinin kurumsal bir kişilik kazanması yönünde çalışmalara başlayan yazar, İçtimaiyat Darülmesaisi’ni kurar. Yayımladığı kitaplar ve yazılarda Durkheim’ın ilmi usul ve mezhebine bağlı kaldığını söyler. Aralıksız devam eden çalışmaları Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ve İstanbul’un işgal edilmesinin ardından sekteye uğrar. 30 Ocak 1919’da İttihat ve Terakki’nin birçok üyesi gibi Ziya Gökalp de tutuk lanır. “Savaş sırasında millî savunma işlerinde yardımcı olmak üzere kurulan Teşkilat-ı Mahsusa idaresini tehcir ve takdilde kullanmak vs. suçlarından ötürü” yargılanmaları istenir. 27 Nisan 1919 günü Divan-ı Harp önüne çıkarılan Gökalp Malta’ya sürgüne gönderilir. Malta sürgünü Ziya Gökalp, Malta’ya 66 arkadaşıyla birlikte gider. İstanbul’daki sosyal çevresinden tanıdığı birçok arkadaşı yanında olduğu için sürgün yıllarının ruhsal manada buhranlı geçtiği söylenemez. Gökalp, okumalarına son sürat devam eder. Türk Yurdu’nda beraber olduğu Ahmet Ağaoğlu ve Ahmet Emin Yalman gibi isimlerle birlikte geçirdiği sürgünde her sabah sosyoloji ve felsefe üzerine dersler vererek hapisha- Kasım 2013 71 neyi adeta bir üniversiteye çevirir. Sürgün iki buçuk yıl sürer ve 1921 baharında İstanbul’a döner. Ülkeye döner dönmez yeniden bir dergi çıkarma girişiminde bulunan yazar, dergiyi Diyarbakır’da çıkarmaya karar verir ve bir kez daha Diyarbakır’ın yolunu tutar. Derhal kolları sıvayan Gökalp kimilerince “yeni devletin fikir organı” olarak görülen ve otuz üç sayı devam edecek olan Küçük Mecmua’yı 1922 yazında neşreder. İlginçtir, Ziya Gökalp Küçük Mecmua’ da masallar üzerinde özel olarak durur, önemine ilişkin pek çok yazı yayımlar. Masalların hem çocukları terbiye etmede mükemmel bir eğitim aracı olduğunu, hem de bir milletin köklerinin eski masallarda saklı olduğunu savunur. Folklor üzerine titizlik gösterdiği bu dönemde çevresindekileri folklor ve etnografya malzemesi toplamaları için teşvik eder. 1923 martında Küçük Mecmua’yı kapatarak Telif ve Tercüme Heyeti Reisliği görevi için Ankara’ya gider. Ankara’da aralıksız makaleler yayımlamaya devam eden Gökalp’in başta Türkçülüğün Esasları olmak üzere Türk Töresi, Altın Işık, Doğru Yol kitapları aynı yıl içinde basılır. Savaş sonrası oluşan yeni şartlara ayak uydurma ihtiyacının sonucu olan bu kitaplar, Gökalp’in Türk düşünce hayatındaki yerini sağlamlaştıracaktır. Ziya Gökalp, 11 Ağustos 1923’te II. TBMM döneminde Diyarbak ır’dan milletvek ili seçilir. Ömrünün son demlerinde görev aldığı milletvekilliği sessiz geçmesine rağmen, Gökalp’in yine ağır ve önemli işlerde ortaya çıktığını görürüz. Bir yandan Anayasa’nın hazırlanmasına yardım eder, diğer yandan dünya klasiklerinin Türkçe yayımlanması ile ilgilenir. 1924 yılı başlarında hastalanan Gökalp’e ensefalit teşhisi konur. Bitkin düşen yazar yine de Türk Medeniyeti Tarihi kitabı üzerine yaptığı çalışmalara ara vermez. 14 Ekim 1924’te İstanbul’da vefat eder. Kitap ise ölümünden sonra yayımlanacaktır. Türk sosyolojisinin kurucusu olan Gökalp’in milletvekilliği belki kısa sürmüştür, fakat daha ilk gençlik yıllarından itibaren siyaset sahnesinden çekinmemiş ve mücadeleyi göze almıştır. Bir konuşma esnasında, kendisi gibi bir bilim adamının politikayla neden ilgilendiği sorulduğunda şöyle cevap vermiş Ziya Gökalp: “Ben politikaya, politikacıların zararlarını azaltmak için girdim.” Kasım 2013 : ı r a l ı c v a n ı ” “O an FOTO MUHABİRLERİ Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş Meclis’te görev yapan foto muhabirleri yıllardır siyaseti kare kare belgeliyor. Usta objektiflerin gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Kasım 2013 O nların işi “an”ı yakalamak… Tek bir karede dünyaları anlatmak… Kelimelerin kifayetsiz kaldığı zamanlarda “o an”ın gözü, kulağı, dili olmak… Deklanşöre her dokunuşta tarihe not düşmek, habere hayat vermek… Sözünü ettiklerimiz foto muhabirleri. Bu yazının konusu ise Meclis’teki usta objektifler… Gazetelerin TBMM’de görev yapan foto muhabirleri, yılların deneyimiyle çarpıcı karelere imza atıyor. Genel Kurul çalışmalarından basın açıklamalarına, siyasi partilerin grup toplantılarından komisyonların faaliyetlerine kadar Meclis çatısı altında olup biten her şey önce onların objektifine, sonra kamuoyuna yansıyor. “Siyasetin kalbi”nde hiç durmadan haber peşinde koşan foto muhabirleri ile Meclis’te gazeteci olmayı ve unutamadıkları kareleri konuştuk. “50 yıldır mesleğimi sürdürüyorum” Mustafa İstemi Milliyet gazetesinin Meclis’teki foto muhabiri. Mesleğinde duayen bir isim. Dile kolay, 50 yıldır fotoğraf makinesini elinden düşürmüyor. Mesleğe nasıl adım attığını sorduğumuzda bizi 1960’lı yıllara götürüyor: “Vatan Meclis Çalışanları gazetesinde stajyer olarak çalışırken 1960 ihtilalini yaşadım. O yılın ağustos ayında ihtilal lideri olarak Cemal Gürsel İstanbul’a gelecekti. Görevim Aksaray ile Beyazıt arasında Gürsel’in aracını takipti. Halkla bütünleşmesini gösteren fotoğraf lar çekmem istenmişti. İlk büyük profesyonel işimdi. Fotoğrafları çekip gazeteye döndüm. O sırada Cumhuriyet’in Fotoğraf Editörü Selahattin Giz geldi, arabası bozulmuş, bizden Cemal Gürsel’in fotoğraflarını istedi. Benim siyah-beyaz filmlerimi gösterdiler, yarısını alıp gitti. 15 gün sonra telefon etti ve beni Cumhuriyet’e çağırdı. Böylece 1960’ın ağustos ayında Cumhuriyet’te çalışmaya başladım. Bazı nedenlerle 3 yıl ara verdim, onun dışında 50 yıldır mesleğimi sürdürüyorum.” 1994’ten bu yana Milliyet’in foto muhabiri olarak Meclis’te görev yapan Mustafa İstemi, arşivindeki nice kareyle tarihe ışık tutuyor. “İnsan her yaşta, her gün yeni bir şey öğreniyor. Mesleğinizde ne kadar tecrübe sahibi olursanız olun her öğrendiğiniz şey size yeni ufuklar açıyor” diyen İstemi’nin şu sözleri ise bitmek bilmeyen enerjisinin sırrını veriyor: “Ben hiç geriye bakmam. Benim için önemli olan yaşadığım gün ve yarındır.” Usta objektif, Meclis’te tecrübeli foto muhabirlerinin görev yaptığını belirterek, “Herkes gazetesine atlatma bir fotoğraf verebilmek için çabalar. Çok özel fotoğraflar dışında mesleki dayanışma söz konusudur. Rutin bir olaydaki fotoğrafı çekemeyen meslektaşımızı zor durumda bırakmayız” diyor. Meclis’te pek çok olaya tanıklık eden Mustafa İstemi, 31 Ocak 2001 gecesini unutamadığını belirtiyor: “O gün Sabiha Gökçen Havaalanı’nın açılış töreni için görevlendirildim. İstanbul’dan Ankara’ya döndüğümde saat 22:30’du. Yorgun olduğumu hissettim ve eve gitmeye karar verdim. Ancak mesleki his olsa gerek, bir şey beni Meclis’e gitmeye zorladı. Gece yarısı Genel Kurul’da görüşmeleri izlerken Komisyon sıraları önünde tartışma başladı ve bir anda itiş kakış oldu. Objektifimi o yöne çevirdiğimde bir milletvekilinin diğerini yumruklamaya başladığını gördüm. Meclis tarihinde ilk kez bu kadar açık ve net yumruk fotoğrafları çektim. Yumruklara hedef olan DYP Şanlıurfa Milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu hastaneye kaldırılırken hayatını kaybetti. Bu üzücü olay sırasında çektiğim fotoğraflar ise mahkemede delil olarak kullanıldı.” “Foto muhabiri gündemi iyi takip etmeli” Ali Ekeyılmaz Sabah gazetesinin deneyimli foto muhabiri. Yıllardır hem Meclis’le hem Sabah’la özdeşleşmiş bir isim. Öyle fotoğrafları var ki görür görmez “İşte bu” diyorsunuz; “doğru yer, doğru zaman, usta bir objektif ”… Meslekte 30 yılı geride bırakan Ekeyılmaz, Meclis’te görev yapan bir foto muhabirinin gündemi iyi takip etmesi gerektiğini belirterek, “Ülkemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, siyasetin dünü ve bugününe dair bilgi sahibi olan, milletvekillerini tanıyan bir foto muhabiri Meclis’te hem daha rahat çalışır hem de başarılı olur. Bir başka önemli nokta TBMM’nin işleyişini iyi bilmektir” diyor. Meclis’in yoğun temposunda bir işten diğerine koştuklarını ifade eden Ali Ekeyılmaz, “İyi bir fotoğraf çektiğimizde ve gazetede güzel bir şekilde kullanıldığında yorgunluk kalmıyor” diye konuşuyor. 20 yılı aşkın süredir siyasetin yakın tanıkları arasında yer alan tecrübeli foto muhabiri, “Meclis’te çalışmak nasıl?” diye sorduğumuzda, “Yaptığımız iş açısından bir farklılık yok, ancak Meclis’te çalışırken buranın ciddiyeti ve ağırlığını üzerimizde hissediyoruz. Bu durum kılık kıyafetimize de hal ve hareketlerimize de yansıyor. Fotoğraf çekimi için izin başvurusunda bulunma zorunluluğu ise hızlı hareket etmemizi engelliyor” yanıtını veriyor. Yıllar içinde Meclis’te nice olayla karşılaşan usta objektif, Genel Kurul’daki bir kavga sonucunda DYP Şanlıurfa Milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu’nun yaşamını yitirmesini unutamadığını belirtiyor. “Bu olay beni çok etkiledi” diyen Ali Ekeyılmaz bir noktanın altını çiziyor: “Genel Kurul’da zaman zaman tartışmalar, hatta kavgalar oluyor. Foto muhabiri olarak bu görüntüleri çekmekle yükümlüyüz, aksi halde görevimizi yapmamış oluruz. Dolayısıyla ‘Vekilleri sürekli kavga ediyormuş gibi gösteriyorsunuz’ şeklindeki eleştiriler doğru değil. Genel Kurul’da yaşanan her şey haber değeri taşıyor; sonuçta kimi zaman renkli kareler, kimi zaman gergin anlar objektife yansıyor.” “Siyasi olayları kare kare belgeliyoruz” Cengiz Uysal Sabah gazetesinin Meclis’te görevli foto muhabirlerinden biri. Meslekte 24’üncü, Meclis’te ise 20’nci yılı. Çeyrek asırdır Türkiye’den ve dünyadan nice kareyi paylaştı kamuoyuyla. Gün oldu dünya liderleri geçti objektifinin önünden, gün oldu depremin yıktığı hayatlar donup kaldı karelerinde. En çok da Kasım 2013 73 74 Meclis Çalışanları siyasetin kalbinin attığı Meclis’te bastı deklanşöre. Son 20 yılda TBMM çatısı altında yaşananların yakın tanıklarından Cengiz Uysal, “Meclis’teki foto muhabirleri olarak bugünün siyasi olaylarını çektiğimiz karelerle belgeliyor ve gelecek nesillere aktarıyoruz. Kameraların görüntüleme imkanı bulamadığı pek çok önemli olay yalnızca Meclis’teki foto muhabirleri tarafından Türk ve dünya kamuoyuna ulaştırılıyor” diyor. Cengiz Uysal böylesine önemli bir mesleğe günümüzde hak ettiği değerin verilmediği görüşünde. “Mesleğe başladığım yıllarda foto muhabirliği çok kıymetliydi. Gazetelerdeki yöneticiler yaptığımız işin önemini hissettirirdi. O günler sayesinde tecrübe kazandık, Meclis’te çalışabilecek profesyonelliğe eriştik. Günümüzde foto muhabirliğine eskisi kadar önem verilmediğini üzülerek görüyorum. Bunun sonucunda yeni nesiller foto muhabirliğine uzak duruyor” diyen usta objektif, mesleğe dair bir başka sıkıntıyı ise şöyle dile getiriyor: “Özellikle son 5 yıldır kurumlar haber fotoğraflarını kendileri gönderiyor. Bunun sonucunda gazetelerde belli bir süzgeçten geçirilmiş aynı kareler yer alıyor. Bu ise hem haber fotoğrafçılığındaki rekabeti ortadan kaldırıyor hem de deyim yerindeyse foto muhabirliğini bitkisel hayata sokuyor. Çeşitli kısıtlamalar foto muhabirlerinin gözlerini bağlayıp parmaklarını kırıyor.” Cengiz Uysal, çalışma saatlerinin planlı olmasının yanı sıra foto muhabirleri arasındaki dostluk ve dayanışmanın Meclis’te görev yapmanın güzel yanları arasında yer aldığını belirtiyor. Uysal zor yanları ise şöyle sıralıyor: “Takım elbise giyme zorunluluğu, Meclis’teki birçok alanda fotoğraf çekmenin izne tabi olması, Genel Kurul Salonu’nda foto muhabirleri için ayrılan yerin açısının iyi olmaması, bazen sabahın ilk ışıklarına kadar süren çalışmalar.” Kasım 2013 ‘‘Gücü yayımlandığı mecradan gelen, tarihe tanıklık eden fotoğrafları geleceğe aktaran bir meslek basın fotoğrafçılığı.’’ Tecrübeli foto muhabiri, Meclis’ten unutamadığı bir kareyi şöyle anlatıyor: “2011 yılındaki seçimler öncesinde yapılan son Genel Kurul toplantısında milletvekillerinin Başbakan Erdoğan’ın etrafında toplanarak hatıra fotoğrafı çektirmeleri ve gözyaşları içinde birbirlerine sarılarak helalleşmeleri…” “Tarihe tanıklık ediyoruz” Rıza Özel Hürriyet gazetesinin foto muhabiri. Aynı zamanda 2009’dan bu yana Türkiye Foto Muhabirleri Derneği Başkanı. 20 yıllık meslek yaşamında savaşlardan uçak kazalarına, uluslararası spor organizasyonlarından şov dünyasına uzanan geniş bir yelpazede fotoğraf lar çeken Özel, Antalya’dan Ankara’ya transfer olduğu Kasım 2002’den beri Meclis çalışmalarını izliyor. Usta objektif, mesleğin önemi ve haber fotoğrafçılığı üzerine görüşlerini sorduğumuzda şu yanıtı veriyor: “Bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki... Zaman zaman üniversitelerde veya cemiyetlerin organizasyonlarında bu konu üzerine sunumlar yapıyoruz. Dolayısıyla sorunuza birkaç cümleyle yanıt vermek zor, ama kısaca şunu söyleyebilirim: Gücü yayımlandığı mecradan gelen, tarihe tanıklık eden fotoğrafları geleceğe aktaran bir meslek basın fotoğrafçılığı. Olabildiğince tarafsız, yılların tecrübesini çektiği kareye yansıtan, kendisini mesleğine adayan kişi de foto muhabiridir bence.” Rıza Özel, Meclis’teki foto muhabirlerinin Türkiye gündeminin merkezinde görev yaptığını belirterek, “Mesleki açıdan Meclis Çalışanları değerlendirirsek ratingi olan işlere koşuyoruz. Ama fotoğrafik açıdan çok yaratıcı bir iş yapmak gerçekten zor. Çünkü Meclis gazetecilik adına gündemin merkezi olsa da fotoğrafik olarak ‘siyah-beyaz’ bir ortam; renk yok. Arşive bakarsanız 20 yıl önceki fotoğraflarla bugün arasında pek fark göremezsiniz; sadece kişiler değişir, mekanlar hep aynı” diyor. Tecrübeli foto muhabiri, meslektaşlar arasındaki ilişkiyi “Güzel olanı tatlı rekabet. Dayanışma fotoğraf konusunda çok hoş karşılamadığım bir husus” sözleriyle değerlendiriyor. Rıza Özel unutamadığı anısını ise şöyle paylaşıyor: “2002’de Abdullah Gül, Başbakan olarak kabineyi Çankaya Köşkü’nde açıkladı. Orada apar topar fotoğrafları geçtikten sonra AK Parti’nin o zamanki genel merkezine gittik. Bugün çoğumuzun aşina olduğu isimlerin bir kısmı o tarihte pek bilinmiyordu. Ben tanıdığımın fotoğrafını çekiyorum, tanımadığımı soruyorum. İstisnasız herkes böyle... Genel Merkez’de iğne atsan yere düşmüyor. O kalabalık ve karışıklık arasında biri yanıma gelip ‘Kardeşim beni niye çekmiyorsunuz?’ diye sordu. Ben de ‘Dayıcım, yalnızca bakanları çekiyoruz’ diye cevap verdim. ‘İyi ya, ben de bakanım’ deyince donup kaldım, ‘Kusura bakmayın efendim, tanıyamadım. Hangi bakanlık?’ diye sordum. ‘Kemal ben, Kemal Unakıtan. Maliye Bakanıyım’ dedi. Ben fotoğraflarını çekerken bir televizyoncu arkadaşım kulağıma eğilip sordu: Bu hangi bakan? Adı ne?” “Fotoğraf haberin vitrinidir” Murat Şahin Star gazetesinin Meclis’teki foto muhabiri. Geçen ay meslekte 30. yılını dolduran usta objektif, 12 Eylül askerî darbesinin ardından 1983 yılında gazeteciliğe başladığını belirterek şunları söylüyor: “30 yılda acıtatlı birçok olaya tanık oldum. Gözümün önünde arkadaşlarımın öldüğünü gördüm. Mesleğe başladığım yıllarda foto muhabiri ve muhabir ayrımı yoktu. Bugün birçok gazetenin üst düzey yöneticisi olan ağabeylerim bile o zaman hem fotoğraf çekip hem haber yapardı. Yani kimsenin elinden fotoğraf makinesi eksik olmazdı. Büyüklerimiz ‘Fotoğraf habe- 75 “Mesleğe başladığımız yıllarda ilkel makinelerle harikalar yaratmaya, birbirimizi atlatmaya uğraşırdık. Şimdilerde cep telefonuyla çekilen fotoğraflar bile gazetelerde kullanılmaya başladı.” rin vitrinidir. Fotoğraf ne kadar güzel olursa haberin gazeteye girme şansı da o kadar fazla olur’ derdi. O nedenle biz de izlediğimiz olayda en güzel kareyi yakalamak için yoğun çaba sarf ederdik. Teknoloji o dönemlerde bu kadar hızlı gelişmediği için makineler de ilkeldi. O ilkel makinelerle harikalar yaratmaya, birbirimizi atlatmaya uğraşırdık. Şimdilerde cep telefonuyla çekilen fotoğraf lar bile gazetelerde kullanılmaya başladı.” Murat Şahin, günümüzde hemen her kamu kurumunda “fotoğrafçı” bulunduğuna işaret ederek, “Birçok program foto muhabirlerine kapalı oluyor. Fotoğraflar kurumların kendi çalışanları tarafından çekilip servis ediliyor. Gazeteler de bir foto muhabirinin gözüyle çekilmemiş, belli bir kontrolden geçmiş fotoğraf ları kullanmak zorunda kalıyor. Sonuçta foto muhabirlerinin sayısı da giderek azalıyor. Önceleri her gazetede 4-5 foto muhabiri görev yaparken şimdilerde bu sayı 1-2’ye düştü. Bunun nedeni de kurumların fotoğraf servisi yapmaları, gazete yönetimlerinin de buna itibar etmesi” diyor. Usta objektif, mesleğini yaparken yaşadığı ilginç olaylara ilişkin şunları söylüyor: “En keyif li gazetecilik dönemlerimi Turgut Özal ve Süleyman Kasım 2013 76 Meclis Çalışanları Demirel’in başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı zamanlarında yaşadım. Onların hoşgörülü tutumları ve foto muhabirlerine sürekli malzeme vermeleri her gün gazetelerin birinci sayfalarında fotoğraflarımızın çıkmasını sağlardı.” “Büyük emek ve özveriyle çalışıyoruz” Murat Öztek Akşam gazetesinin foto muhabiri. Meslekte 28’inci, Meclis’te ise 20’nci yılı. “Tek bir fotoğraf karesi pek çok şey anlatır. Olay anında çekilmiş etkileyici bir fotoğrafın altına ‘İşte o an’ yazmanız yeterlidir; çarpıcı bir kare çoğu kez sayfalarca yazacağınız bir yazıdan daha etkilidir” diyerek haber fotoğrafçılığının önemini vurgulayan Öztek, iyi işlere imza atmanın sırrını ise şöyle açıklıyor: “Öncelikle mesleki beceri şart. Genel kültürün yanı sıra takip edilen alan veya alanlarla ilgili bilgi sahibi olmak gerekiyor. Örneğin Meclis’te görev yapıyorsanız siyaset bilginiz olmalı, milletvekillerini tanımalı, TBMM’nin işleyişi ve kurallarını bilmelisiniz.” Tecrübeli foto muhabiri, Meclis’in yoğun temposuyla nasıl başa çıktıklarını sorduğumuzda, “Mesleki tecrübemiz sayesinde hiçbir olayı atlamadan görevimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. Rutin olarak nitelendirdiğimiz işlere yetişemediğimiz durumlarda birbirimize yardımcı oluyoruz” diyor. Murat Öztek, büyük bir emek ve özveriyle çalıştıklarına işaret ederek, “Evimizden çok Meclis’teyiz. Genel Kurul çalışmalarının sabaha kadar sürdüğü günlerde de görevimizin başındayız. 18-24 saat durmaksızın çalıştığımız günler oluyor. Foto muhabirleri çok ağır yükler taşıdıkları için bel ve boyun fıtığı gibi rahatsızlıklar yaşayabiliyor. Yorgunluk ve stres de zaman zaman bizi zorluyor” diye konuşuyor. Usta objektif, Genel Kurul’da yaşanan kavgaları ve şehit cenazelerini çekerken büyük üzüntü duyduğunu belirtiyor. Genel Kurul’dan yansıyan bazı kareler nedeniyle foto muhabirlerinin eleştirildiğini ifade eden Murat Öztek, “Genel Kurul Salonu milletvekillerinin çalışma yeri. Biz de kamuoyunun gözü, kulağı olarak çalışmaları takip ediyoruz. Görevimizi yaparken tarafsız ve objektif davranıyoruz. Art niyet asla söz konusu değil” diyor. “Doğru zamanda doğru yerde olmalıyız” Coşkun İncekara Meclis’teki en deneyimli foto muhabirlerinden biri. 1992’den bu yana çeşitli gazete ve dergiler için Kasım 2013 Foto muhabirleri Meclis’te her gün yüzlerce kare fotoğraf çekiyor. Siyasi partilerin grup toplantılarının olduğu salı günleri bu konuda rekor kırılıyor. TBMM’nin dört bir yanından çarpıcı karelere imza atan İncekara, 6 yıldır Taraf ’ta çalışıyor. Son 20 yılda Türk siyasetinin birbirinden önemli isimlerini ve olaylarını fotoğraf karesinde ölümsüzleştiren usta objektif, “Foto muhabirliği doğru zamanda doğru yerde olmayı gerektiriyor. Örneğin Genel Kurul Salonu’nda fotoğraf açısından iyi bir görüntü olduğunda hem orada bulunacaksın hem de o anda fotoğraf makinesi gözünde olacak. O nedenle biz büyük oranda vizörden bakarız; çoğu kez bir fotoğraf karesi olarak görürüz dünyayı” diyor. Foto muhabirleri Meclis’te her gün yüzlerce kare fotoğraf çekiyor. Siyasi partilerin grup toplantılarının olduğu salı günleri bu konuda rekor kırılıyor. Coşkun İncekara, “Ben filmden kalma alışkanlıkla az fotoğraf çekenlerden biriyim. Böyle olmasına rağmen salı günleri 600-700 kareyi buluyor, sanırım bin kareyi geçenler oluyordur” diye konuşuyor. Meclis’te foto muhabiri olmanın zorluğuna işaret eden İncekara, “Bir kere iş yoğunluğu çok fazla. Her an her yerde her şey olabiliyor. Hepsine yetişmek mümkün değil. Hep aynı mekanlarda çalışıyor olmak da sıkıcı” diyor. Tecrübeli foto muhabiri, unutamadığı fotoğraflarından birini şöyle anlatıyor: “MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Bakanlar Kurulu’na ayrılan sıralarda tek başına oturuyordu. Fotoğrafını çektim. O dönemde çalıştığım Hürriyet gazetesinin Parlamento Büro Şefi rahmetli Kemal Saydamer, ‘Devlet Nöbette’ başlığıyla fotoğrafı geçti. Çok güzel bir kareydi ve günlerce konuşuldu. Daha sonra bu fotoğrafın uzun süre Devlet Bahçeli’nin odasında asılı kaldığını öğrendim.” Milletvek illerinin foto muhabirlerini isimleriyle olmasa bile simaen tanıdığını belirten Coşkun İncekara, kendilerinden özellikle grup toplantıları sırasında çekilmiş fotoğrafların istendiğini ifade ediyor. 77 Tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun Öğretmen A’dan başlar aydınlık, Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen. Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir, Yeryüzü ile el ele öğretmen Göz gözdür o, uzakları görürüz Ağızdır o, türkü söyleriz haykırırız günlerden. Ulaşırız erdem üstüne, gelecekler üstüne biz hep Çizer büyük değirmisini Uç olur da gergele öğretmen. Hey hey, burası bir dağ köyü, kurda kuşa Bırakılmış göğün kıyısına bırakılmış 83 toprak ev, 83 acı duman, Çoluğuyla, çocuğuyla 415 karanlık Kurtulacağız, el ayak kurtulacağız, Bir okul yapıla, bir gele öğretmen. Bir ışık, bir ışık daha, Gecelerin içindeki ejderlerle dövüşür Nice istemeseler de, nice önleseler de, Uyandırır toplumunu İyiye, doğruya, güzele öğretmen. Fazıl Hüsnü Dağlarca Kasım 2013 78 i s e n h a S h i r a T 1 Kasım 1922 - 623 yıl süren Osmanlı Saltanatı, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla sona erdi. 10 Kasım 1938 - Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 57 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. 4 1 4 Kasım 1909 - Bağdat Demiryolları kapsamında yapılan Haydarpaşa Garı törenle açıldı. 7 8 10 13 8 Kasım 1982 - Türkiye’de referanduma giden yeni anayasanın yüzde 91,3 oyla kabul edildiği açıklandı. 7 Kasım 1921 - İtalya’da Mussolini, kendisini Ulusal Faşist Partisi lideri ilan etti. Kasım 2013 15 79 13 Kasım 1945 - Charles de Gaulle, Fransa Cumhurbaşkanı seçildi. 27 Kasım 1924 - Kazım Karabekir 19 Kasım 1949 - İstanbul Radyosu normal yayınına başladı. 19 21 21 Kasım 1955 - Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin katılımıyla Bağdat Paktı kuruldu. Paşa Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın başkanlığına seçildi. 26 27 26 Kasım 1950 - Türkiye Kore Savaşı’na katıldı. 15 Kasım 1983 - Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi. Kasım 2013 Yeşilçam romanının eskimeyen sayfası Sadri Alışık Pınar Ünsal Türk sinemasının birbirinden parlak yüzlerce yıldızından bize en yakını Sadri Alışık, çünkü en çok benzeyeni. Bir de en züğürdü, en avaresi, diline argo en yakışanı ve yakışıklı jönlere taş çıkarırcasına en güzel ağlayanı... Kasım 2013 81 Ş u hayatın falanları filanları malum… Bazen kaşığın ucuyla veriyor mutluluğu. Adamı kadına âşık ediyor, kadın gidip adamın en yakın arkadaşıyla evleniyor. Hem hayal kırıklığı hem sevinç, yürekte aynı anda hissediliyor. Hayat, aynalı konsolu ve topuzlu karyolası olan sıcak bir yuva hayali kurduruyor en başta, sonra bir başına sokakta bırakıyor. Bazen de üzülmek için binlerce sebep varken, kader o arada ağlarını başka birileri için örüyor olacak ki, adamın biri dalgasına bakıyor. Sokak köpeklerine selam verip, ona küçümser edayla dudak büken sonradan görmelerle kafa buluyor. Hayatın hem falanı hem filanı vücut buluyor her rolün ustası Sadri Alışık’ta. Aslında telafat-ı adiyeden Paşabahçeli Sadri iken artiz, ofsayt, turist, kaptan, balıkçı oluveriyor. Sinemaya bir ömür... Çocukluk yıllarında tiyatroya yoğun ilgi duymuş, çeşitli okul piyeslerinde rol almış ve yirmili yaşlarına kadar sahnelerin onca tozunu yutmuş Sadri Alışık, sonradan tiyatroyu hayatından neredeyse tamamıyla çıkararak sinemaya yönelir ve ömrünü Yeşilçam’a adar. Bu yolculukta, çoğu başrol iki yüzden fazla filmde rol alan ve pek çok karakter yaratarak bir sinema fenomeni haline gelen Alışık, kendi tabiriyle 50 yıllık bir sinema-tiyatro çöpüdür yalnızca ve oyuncu olmuştur olabildiğince. 1950’lerde tiyatro sahnelerinde daha çok çeviri oyunlar sergilenirken, Sadri Alışık’ın Küçük Sahne’de Muhsin Ertuğrul’a hafif sitemli sözü bu elli küsur yıllık sinema yolculuğunun da başlangıcı sayılır: “Hocam ben hep George, Paul Sadri Alışık’ın Küçük Sahne’de Muhsin Ertuğrul’a hafif sitemli sözü, elli küsur yıllık sinema yolculuğunun da başlangıcı sayılır: “Hocam ben hep George, Paul falan oluyorum. Hani ah diyorum, bir oyunda şöyle kahve meydancısı Ali olsam...” Kasım 2013 82 falan oluyorum. Hani ah diyorum, bir oyunda şöyle kahve meydancısı Ali olsam...” Sadri Alışık babasının tembihi ve vasiyeti üzerine işini eliyle değil, canıyla yapar. Sinemada bir ekol, aranan oyuncu, hatta o yılların parlak aktörü Ayhan Işık’ın sektördeki fiyatını düşüren kişi bile olur. Türk sinemasının parmakla sayılacak kadar az film çıkardığı yıllarda samimi, sıradan, iyi niyetli, duygusal tiplemeleriyle halkın gönlünü kazanır. Bizden biri Sadri Alışık, beyazperdede yüz binlerle buluşur. Kimi zaman halk pazarında, kimi zaman otobüs duraklarında bir köşede sessizce oturup saatlerce insanları gözlemleyen, konuşmalarını dinleyen, davranışlarını analiz eden Hayata sanat, sanata film, filme gerçek gözüyle bakar Sadri Alışık. İstanbul Boğazı manzarasına arkasını dönüp resim yapan birinde Turist Ömer’in çatlaklığı, geceyarıları Zincirlikuyu’da en yakın arkadaşının mezarı başında şiir yazan birinde Hüsnü’nün melankolisi vardır. Kasım 2013 Sadri Alışık, aslında birtakım psikolojilerin resmini çeker. Oynayacağı rolün kimliğine bürünmek, o kişi gibi hissetmek, tepki vermek, onun gibi gülmek, ağlamak için sevgilisinin kulağına romantik sözler fısıldayan bir aşık; trafikten çakan, kıyak oto yıkayan bir başıboş; zengin kızı seven fakir bir halk çocuğu; bir fabrikatör; bir İstanbul beyefendisine ait ruhu kendi bedeninde büyütür. Ona layık görülen “komedi ustası” sıfatına rağmen, acının karşısında saçları briyantinli, sinekkaydı tıraşlı, yüzü parlak jönlerden bin kat güzel ağlar. Onun gözyaşlarının ardında iyilikle ışıldayan bakışlarını gördükten sonra gözleri dört defa lacivert Müjgan’ı affetmek için dört değil, on defa vicdansız olmak gerekir. 83 Son katıldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “İnkıtaları oynuyoruz” demesi, sıkı sıkı bağlı olduğu hayatta yolun sonuna geldiğinin de habercisi gibidir. Sadri Alışık’ın yaşamı otuz yıllık arkadaşı, canı, kan kardeşi Ayhan Işık’ın 1979 yılında hayatını kaybetmesiyle değişir. Bu dönemden sonra ne film çevirmeyi canı çeker ne de Boğaz’da çay içmeyi. Ölümün yakıcı acısına tuz basar, sağlığını harcar; nihayetinde karaciğerini kaybeder, hükümsüzdür. Amerika’da geçirdiği karaciğer nakli operasyonu ömrüne beş yıl eklese de son katıldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “İnkıtaları oynuyoruz” demesi, kayınbiraderi Attilâ İlhan’la ettiği bir sohbette 2000’li yıllara yetişemeyeceğini acı bir tebessümle dile getirmesi sıkı sıkı bağlı olduğu hayatta yolun sonuna geldiğinin de habercisi gibidir. Yeşilçam’ın elli yıllık yüküne rağmen “Çok sevdiğim bir mesleği yapıyorum. Bunun acısını, ıstırabını, yorgunluğunu, kederini, meşakkatini çektim, ama şerefini yaşadım... Bütün bunlardan sonra ölürken mutlu öleceğim” der ve yüzündeki kırışıklıkları yapmak için bir ömür harcadığını gururla söyler. Yemeklerden ciğer yahniyi, çiçeklerden papatyayı seven Sadri Alışık’ın kıyı kıyı yosun biten, yeller esen, sular akan mezarı vardır hayallerinde. Ve kuşlar değil, balıklar su içer mezartaşından. Tüm mirası İstanbul, kabristanı ise denizdir... “Hem mirasım hem mezarım İstanbul” Filmlerinde tüm rollerin üstesinden gelen, kötü adam rolü bile biçilen Sadri Alışık gerçek hayatında da çok yönlü biridir. Sesi çok güzeldir en başta. Filmlerinde şarkı söylemesi icap ettiğinde kendi sesini kullanır. 1964-70 yılları arasında doldurulmuş birkaç 45’liği bile vardır. Bir de şiir kitabı... Bir Ömürlük İstanbul’da düşleri, gerçekleri, umutları, sevdiği biricik kızı İstanbul için yazdığı şiirler toplanır. Hayata sanat, sanata film, filme gerçek gözüyle bakar Sadri Alışık. İstanbul Boğazı manzarasına arkasını dönüp resim yapan birinde Turist Ömer’in çatlaklığı, geceyarıları Zincirlikuyu’da en yakın arkadaşının mezarı başında şiir yazan birinde Hüsnü’nün melankolisi vardır. Kasım 2013 84 Opulesi Eller: Ogretmenlerimiz Erbay Kücet E ğitim için bina gerekir, müfredat gerekir, kitap gerekir... Ancak hepsinden önemlisi öğrencilerini yetiştirmek için şevkle, heyecanla çalışan öğretmen gerekir. Öğretmenlerini yeterince motive edememiş, uygun çalışma şartları hazırlayamamış ve onların sorunlarını sınıf lara taşımalarını önleyememiş bir sistemden kalite beklemek hayal olur. Bu nedenle öğretmen yetiştirme, eğitim sisteminin en önemli meselelerinden biridir. Bu meselenin iyiden iyiye değerlendirilerek ihtiyaç çerçevesinde öğretmen yetiştirme modellerinin geliştirilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı zaman zaman “Eğitim Şuraları” düzenlemektedir. Öğretmenler Günü’nde söylenecek sözlerin ve verilen vaatlerin ne zaman kim tarafından yerine getirileceği ayrı bir tartışma konusudur. Öğretmenlik mesleğini uzun yıllar ifa etmiş birisi olarak meslektaşlarımızdan bazı taleplerimizin olması doğal görülmelidir. Eli öpülesi meslektaşlarım sorunlarını Öğretmenler Günü dolayısıyla gerek şahıs bazında gerekse bağlı bulundukları dernek ve sendikalar aracılığıyla kamuoyuna açıklayacaklardır. Öğretmen talepleri konusunda sendikalardan yapılan açıklamaların sadece maddi değerleri gözettiğinin de altını çizmem gerekiyor. Yani bir anlamda, öğretmenlerimizin ekonomik gelir seviyelerindeki artışa bağlı olarak diğer sorunların da çözüleceğini ifade ediyorlar. Haklı olabilirler, ama bu yeterli değil. Kasım 2013 Öğretmenlik öyle güzel bir meslektir ki onun konusu, malzemesi, işçisi, işleneni, işleyeni insandır. Öğretmen yalnızca okul içinde değil, özel hayatında ve toplum karşısında da bir öğretici ve eğitimcidir. Öğretmen, her zaman için hareket ve davranışları ile halka ve öğrencilerine iyi, doğru, güzel ve yararlı olanı öğreten; birçok alanda örnek teşk il eden y üce bir mesleğe sahiptir. Öğretmenin öğrencilerine kazandırması gereken yüksek vasıflara evvela kendinin sahip olması gerekir. Bunun için ömrü boyunca gayret etmesi, vicdani bir vecibe ve insani bir vazifedir. Öğretmenin okula ve çev resine olumlu bir etkisinin olabilmesi için kendi meslek vakarını zedelemeyecek durumlarda okuluna ve çevresine intibak etmesi, bunun için de muhitini sürekli bir incelemeye tabi tutarak tanıması gerekir. Öğretmenlik, daima yeni görüş ve davranışlara yakından vakıf olmayı, kendini her an kontrol altında tutmayı ve sık sık muhasebe yapmay ı gerektiren bir meslektir. 85 Öğretmenlik öyle güzel bir meslektir ki onun konusu, malzemesi, işçisi, işleneni, işleyeni insandır. Her mesleğin kendi çapında toplum üzerinde bir etkisi vardır, fakat öğretmenlik mesleği doğrudan doğruya toplumun öz unsurunu meydana getiren, yani toplumun bileşimini hazırlayıp mayasını katan, hamurunu yoğuran bir meslektir. Herkesten ziyade yeni neslin yetiştiricisi olan öğretmenin, kendi tecrübe ve görüşlerinden diğer meslektaşlarının da yararlanmasını arzulaması, buna fırsat ve imkân hazırlaması, mesleki ve millî bir ödevdir. Öğretmenin aynı zamanda her biri kendine özgü bir teknik ve tecrübe, kendine özgü bir bilgi sahibi olan diğer meslektaşlarından yararlanmayı arzulaması ve kabullenmesi gerekir. Öğretmen, hem kendisinin ve meslek- taşlarının, hem de öğrencilerinin ve velilerinin öğretmeni olarak okulda bulunduğunu bir an dahi aklından çıkarmamalıdır. Öğretmenler Günü’nü 24 Kasımlara sıkıştırmanın anlamsız olacağını da söylemiyorum. Elbette öğretmenlerin sorunlarının bir gün bile olsa hatırlanarak dile getirilmesine bir itirazım olamaz. Bizleri yetiştiren öğretmenlerimizi sevdik ve saydık. Okul dönemlerinde kızdığımız öğretmenlerimizi hayat okulunda anarken aslında bizlere iyilik yaptıklarını anmanın dışında bir şey düşünmedik. Öğretmen alımlarındaki kura esnasında televizyon kameralarının önünde, ülkenin bayrağının dalgalandığı en ücra köşelerde dahi olsa sevinç gözyaşlarıyla konuşan genç öğretmen adayları beni her zaman duygulandırmaktadır. Kasım 2013 Kitap 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi 1789-1914 Prof. Dr. Fahir Armağanoğlu Timaş, 13. baskı, 2013, 800 sayfa Karacaoğlan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu Akçağ, 2004, 1030 sayfa Rıfat Ilgaz Kültür Bakanlığı Armağan Kitapları Dizisi 2011, 448 sayfa Kasım 2013 1998’de vefat eden siyaset tarihi profesörü Fahir Armağanoğlu’nun her zaman rağbet gören kitabının yeni baskısı Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. 1961’de yazılan Siyasî Tarih kitabının genişletilmesiyle oluşturulan bu eser, Fransız İhtilali’nden I. Dünya Savaşı’na kadar olan süreci çok titiz bir anlayışla ele alıyor. Kitap ağırlıklı olarak Avrupa’daki dengelere yoğunlaşmış. Ama bir yandan da Amerika Birleşik Devletleri ve Uzak Doğu’daki gelişmeler atlanılmadan siyasi tarihin önemli bir dilimine genel hatlarıyla bakma fırsatı sunuyor. 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi öğrenciler için çok faydalı, ama kaynak kitap olması açısından ayrıca değerli. Fahir Armağanoğlu’nun diğer kitapları da edinildiği takdirde yıllar boyu tekrar tekrar ele alınacak bütünlüklü bir siyasî tarih okuması mümkün olacaktır. 700’ün üzerinde yayımlanmış çalışması bulunan, Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü Saim Sakaoğlu’ndan müthiş bir Karacaoğlan çalışması. Halk şiirimizin zirvesi sayılan büyük Türk şairi Karacaoğlan, hayatı, hakkındaki efsaneleri ve şiirleriyle bu kitapta detaylı bir incelemeye alınmış. Kitabın en önemli özelliği soru işaretlerini ortadan kaldırması. Karacaoğlan ve tabii Karacaoğlan’lar kimlerdir, nerelidir, nerede doğmuş ve ölmüştür, kısacası Karacoğlan’la ilgili hemen hemen her sorunun cevaplandığı bir kitap. Ayrıca Karacaoğlan üzerine yapılan ilk çalışmalar, şiirlerin gün yüzüne çıkışı ve halk anlatılarında Karacaoğlan’ın yeri keyifle okunacak bölümler. Saim Sakaoğlu, Türk şiirinin zirvesine yakışan bir kitapla bu büyük şairi keşfetmeye davet ediyor. Kültür Bakanlığı’nın Armağan Kitapları Dizisi harika bir arşiv oluşturmak için iyi bir fırsat. Türk düşünce hayatının, Türk şiiri ve edebiyatının önemli simalarını ele alan kitaplar bir açığı da kapatıyor. Bunlardan biri de Rıfat Ilgaz üzerine hazırlanan kitap. Rıfat Ilgaz, Cumhuriyet döneminin bu önemli şair ve yazarını bütünüyle ele alan bir eser. Şairin hayatından şiirine, hikayelerinden mizah anlayışına kadar tüm yönleriyle irdelendiği kitap, bu önemli yazarımızın değerini bir kez daha ortaya koyuyor. Hem yazarların anılarından hem de Ilgaz’ın kendi söylediklerinden alıntılar yapılan kitapta bu ilginç şairin çok farklı yönleriyle karşılaşmak ayrıca keyif veriyor. Kitap, bu özgün şairin yeniden okunmasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Müzik İTALYAN tenor Andrea Bocelli çeşitli bar programlarında çalan ve pek tanınmayan bir isim- ken 1994 yılında Sanremo Müzik Festivali’nde “en iyi yeni şarkıcı” ödülü alarak adını duyurdu. Ardından çıkardığı dokuzu opera olmak üzere toplam on dört albüm ile dünya çapında 80 milyon satış rakamına ulaştı. Böylece popüler kültürün ve pop müziğin hakim olduğu listelerde ilk kez bir klasik müzik sanatçısı bir numaraya yükselmiş oluyordu. Sonrası pek çok ödül, yardım konseri, hayırsever etkinlik, kısacası hız kesmeyen bir başarı öyküsü... 12 yaşında futbol oynarken yaşadığı talihsiz bir kaza sonucu görme yetisini kaybeden Bocelli, bugün dünyanın en iyi üçüncü tenoru olarak anılıyor. Love in Portofino albümünde sanatçının duygu yüklü kadife sesiyle adeta can verdiği toplam 20 şarkı yer alıyor. Bocelli’nin İtalya’nın Portofino kentinde verdiği konser performansından ve Passione albümündeki en beğenilen şarkılarından oluşan albüm, CD ve DVD olarak müzik marketlerde. Andrea Bocelli Love in Portofino Decca KORO bambaşka bir tat. Öyle şarkılar var ki solodan ziyade koro icraları çok daha etkili oluyor. Türk Sanat Müziği’nin bu konuda eşsiz eserleri ve kayıtları mevcut. TRT Arşiv Serisi bu konuda da bize yardımcı oluyor ve piyasaya sunduğu fasıl serisiyle dinleyiciye kaliteli müzik vaadediyor. Hicazkâr Faslı bu manada doldurulamaz bir yere ve öneme sahip. Hicazkâr makamının ruha işleyen hüzünlü havası sonbahar günleri için de ideal. “Gel Seninle Yarın Ey Serv-i Revan”, “Aldı Beni Aldı Beni İki Kaşın Arası” ve “Lezzet Almış Geçmiyor Sevdayı Dildardan Gönül” gibi mükemmel örneklerin bulunduğu albüm asla eskimeyecek bir tazelikte. Hicazkâr Faslı MÜNIR Nurettin Selçuk şüphesiz yakın tarihimizin en Münir Nurettin Selçuk önemli müzisyenlerinden biri. Coşkun Plak, Selçuk’un seslendirdiği şarkılardan yeni bir derleme oluşturarak müzik piyasasına sundu. Seçilen sekiz şarkı da birbirinden kıymetli eserler. Albüme ismini veren “Leyla Bir Özgecandır” şarkısı ise Münir Nurettin’in kendi tınısını en iyi gösteren şarkılardan. Leyla Bir Özgecandır müzik severlerin son yıllarda çok rağbet göstermediği sanat müziğimizin en önemli icracılarından Münir Nurettin’e hasret duyanlar için başarılı bir çalışma olmuş. TRT Arşiv Serisi Leyla Bir Özgecandır Coşkun Plak Kasım 2013 Film Man on the Moon | Ay’daki Adam Senaryo Yönetmen Oyuncular Yıl : Scott Alexander, Larry Karaszewski : Milos Forman : Jim Carrey, Danny DeVito : 1999 “MAN on the Moon” (Ay’daki Adam), “Guguk Kuşu” ve “Amadeus” gibi efsane filmlerin Çek yönetmeni Milos Forman’ın belki de en önemli yapıtı. Bu değerli film vizyona girdiğinde adı geçen diğer yapımlar kadar rağbet görmedi. Bunun sebebi belki de baş karakterin her bünyenin kabul edemeyeceği bir mizah anlayışına sahip olmasıydı. Fakat ne olursa olsun “Man on the Moon” kendine sinema tarihinde doldurulmaz bir yer edindi. Milos Forman oyuncu tercihlerinde çok başarılı bir yönetmen. “Guguk Kuşu”nda Jack Nicholson’dan, “Man on the Moon”da ise Jim Carey’den iyisi bulunamazdı. Carey’nin mimik ve taklit başarısı bu filmde de kendini göstermiş. Gerçek bir hikayeden uyarlanan ve bir zamanlar Amerika’nın en ünlü komedyenlerinden olan Andy Kaufman’ın hayatını ele alan filmin konusu şöyle: Andy Kaufman (Jim Carrey), gece klüplerinde stand-up gösteriler düzenleyen genç bir komedyendir. Kaufman bir gün dönemin genç komedyenlere şans tanıyan meşhur programı Saturday Night Live’a çıkar ve sıradışı tarzıyla menajer George Shapiro’yu (Danny DeVito) çok etkiler. Menajerinin desteğiyle daha çok insana ulaşan Kaufman her gösterisinde seyirciyi allak bullak eder ve onları rol ile gerçeklik, sahne ile seyirci konularını yeniden düşünmeye iter. “Man on the Moon” sinema tarihinin en başarılı biyografilerinden. Canım Kardeşim Senaryo Yönetmen Oyuncular Yıl : Sadık Şendil : Ertem Eğilmez : Tarık Akan, Halit Akçatepe, Kahraman Kıral : 1973 TÜRK sinemasının tartışmasız ismi Ertem Eğilmez’in “güldürü” dışında yaptığı filmlerin en iyisi “Canım Kardeşim”. Yönetmenin Hababam serilerinde pek az yer verdiği dramatik sahneleri bir filmde ne kadar güçlü işleyebileceğinin ispatıdır bu film. Başroldeki iki oyuncunun etkileyici performansları, Ertem Eğilmez’e has sıcak sahneleri ve Cahit Oben’in efsane müzikleri bu filmi unutulmaz kılan nedenler arasında. Filmin yönetmen açısından bir diğer özelliği de o yıllarda geçen bir tartışmadır. Ertem Eğilmez, pek çok kişi tarafından sosyal gerçeklere temas etmediği yönünde eleştiri alan biridir. Bu film bu tartışmaya cevap veren bir yapıt. Belki de bu tarz filmleri onun sinematografisinde daha sık görmek mümkündü. Yapılan eleştiriler bu bakımdan ele alınabilir. İnsan olmanın ağırlığını sonuna kadar hissettiğimiz yoksulluk, hastalık ve umutlarla dolu filmin konusu şöyle: İlkokul öğrencisi Kahraman (Kahraman Kıral), abisi Murat (Tarık Akan) ve yakın dostu Halit’le (Halit Akçatepe) yoksul semtlerinde neşeli, fakat biraz da huzursuz bir hayat sürerler. Belirli bir işi olmayan, zaman zaman kan satarak para kazanan Murat, babalarının ölümüyle evin tüm yükünü omuzlanmak durumunda kalır. Çok geçmeden kardeşinin kan kanseri olduğunu öğrenen Murat, arkadaşı Halit’le birlikte kardeşinin son günlerinde onu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapar. “Canım Kardeşim” Türk sinemasının asla unutulmayacak eserlerinin başında geliyor. Kasım 2013 Televizyon Kış aylarının vazgeçilmezi: Siyaset T ürk seyircisi dizi ve siyaset programlarının istikrarlı bir takipçisidir. Yıllarca Reha Muhtar’ın Ateş Hattı, Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün ve Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı gibi programların sıkı takipçisi olan Türk seyircisi 90’lardaki kavgalı, bağrışmalı programları kaybetse de bu tarz yayınları izlemekten vazgeçmiyor. Şimdilerde bu sayı öyle arttı ki hem uzun zamandır yayınlanan hem de televizyonda yeni yeni yer edinen birçok programı takip etmek bile güç. Ahmet Hakan’lı Tarafsız Bölge CNN Türk’te uzun süredir gündem konuları ve her görüşün temsilcilerini barındıran formatıyla devam ediyor. Beyaz TV’de ise Rasim Ozan Kütahyalı ve Latif Şimşek’li Dinamit hararetli tartışmaları sevenler için ideal bir program. TRT 1’in dünya gündemini yakından takip eden programı Enine Boyuna ise farklı isimlerle dikkat çekiyor. Program Taha Özhan, Mustafa Karaalioğlu, İsmet Berkan ve Hatem Ete’nin yorumları ve dikkat çeken konuklarıyla kendine özel bir yer edindi. Bu programlar saymakla bitmez elbette. Uzun kış gecelerinin yaklaştığı şu günlerde siyaset yine ülkenin gündeminde birinci sırada olacak ve yine Türk seyircisi en sevdiği program formatını yakından takip edecektir. Kasım 2013 90 Vekiller Cemalettin Şimşek MHP Samsun Milletvekili GENELLIKLE siyaset kitapları ve roman okuyorum. Gündemdeki siyasi konulara dair yayınları takip ediyorum. En son Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı romanını okudum. Yoğun Meclis çalışmalarımız dolayısıyla sinemaya pek gidemiyorum. Televizyonda siyasi konularla ilgili tartışma programlarını, ülkemiz ve dünya gündemine dair haber ve yorumları izliyorum. Müzikteki tercihim ise Türk Halk Müziği. Türkülerimizi büyük bir beğeniyle dinliyorum. Sedef Küçük CHP İstanbul Milletvekili EN son David Eagleman’ın Incognito adlı kitabını okudum. Şu anda elimde Yılmaz Özdil’in Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda isimli kitabı var. Genellikle biyografi okurum. İzleme fırsatı bulduğum son film “Menekşe’den Önce”. Daha çok dram ve macera filmlerini severim. Ne yazık ki sinemaya çok sık gidemiyorum. Politikadan önce her hafta sinemaya gitme fırsatı bulurken, son iki yıldır ayda veya iki ayda bir gidebilirsem kendimi şanslı sayıyorum. Müzik tercihim duruma ve koşullara göre değişir. Mesela kitap okurken daha çok klasik müzik ya da new age dinlerim, ama sair zamanlarda jazz ilk tercihimdir. Fatoş Gürkan okuyor izliyor Nazmi Haluk Özdalga AK Parti Ankara Milletvekili GENÇLIK yıllarımda en çok roman okurdum. Şimdi ise yoğun şekilde tarihle ilgileniyorum. Osmanlı, Balkan ve Rus tarihini epey okudum, şu sıralarda daha çok Ortadoğu tarihi ilgi alanıma giriyor. Son okuduklarım arasında Albert Hourani’nin klasik çalışması Arap Halkları Tarihi, Fuad Ajami’nin Suriye İsyanı, Nikolaos van Dam’ın Suriye’de İktidar Mücadelesi ve Hamid Algar’ın Vehhabilik kitaplarını sayabilirim. Son ikisi bugün Suriye ve Suudi Arabistan’ı anlamak için fevkalade yararlı çalışmalar. Sinemaya nadiren gidiyorum. Film seyretmek istediğimde evde DVD’den izliyorum. Atıf Yılmaz, yeni nesilden Yeşim Ustaoğlu takdir ettiğim yönetmenler arasında. Yabancılardan da Japon Akira Kurosawa’nın ve Rus tarihi üzerine nefis yapımları olan Andrei Tarkovski’nin filmlerinden epey var evde. Kurosawa’nın “Raşomon” filmini birkaç defa seyretmişimdir. İnsanların, olup biten olayları ne kadar farklı algılayabileceğini anlatan unutulmaz bir eser. Hemen her tür müziği dinliyorum. Şükriye Tutkun hayranlarındanım. Galiba bütün CD’leri var bende. “Ey Güzel Kırım” türküsünü her dinleyişimde duygulanırım. Sürgündeki insanların vatan hasretini öyle etkileyici seslendiriyor ki... En çok dinlediklerim arasında üstat Münir Nurettin Selçuk’un kendi sesinden şarkıları, yine özellikle onun yönetiminde Dede Efendi eserleri, İtalyan tenor Di Stefano’dan şarkıları sayabilirim. Bazı uzmanlar, Di Stefano’nun gelmiş geçmiş en güzel tenor sesi olduğunu söylüyor. Klasik Batı Müziği’nden en çok çello ve piyano icraları dinliyorum; özellikle Bach’ın bestelerini. AK Parti Adana Milletvekili SIYASETTEN felsefeye her tür kitabı okuyorum. Başucumdaki kitapların edebî bir yanı, zengin içeriği olması benim için önemli. Sinemada siyasi ve tarihî yapımların yanı sıra romantik filmleri izlemeyi seviyorum. Şiddet, kan, gözyaşı dolu filmleri tercih etmiyorum. Sinemaya çok sık değil, belki altı ayda bir gidebiliyorum. Filmleri genellikle DVD’den izliyorum. Kulağa hoş gelen her tür müziği dinliyorum. Kasım 2013 91 Metin Lütfi Baydar CHP Aydın Milletvekili KITAPLARI üç ana grupta okumaya çalışı- yorum. Anadolu topraklarında Türk-İslam tarihine yönelik kitaplar, Cumhuriyet’le birlikte yaşanan değişim ve gelişime dair eserler ile gelecek 50-100 yılda dünyada neler olacağına dair öngörüleri içeren yayınlar başucumda duruyor. Son dönemde Bill Clinton’ın Back to Work adlı kitabını okudum. Şu sıralar elimde Jimmy Carter’ın Palestine: Peace Not Apartheid adlı kitabı var. Sinan Meydan’ın Atatürk ile Allah Arasında isimli eserini ise herkese tavsiye ediyorum. Bunların dışında doktor olmam dolayısıyla tıp alanındaki yenilikleri takip etmeye çalışıyorum. Sinemada Oscarlık filmleri kaçırmamaya özen gösteriyorum. Zaman zaman izleyip kendimi rahat ve iyi hissettiğim filmler var. Mesela bir mücadeleye gireceksem “Braveheart”ı izliyorum. Mel Gibson’ın “Herkes ölür, ama herkes gerçekten yaşamaz” sözündeki mücadele azmini almaya çalışıyorum. Bazı dönemlerde “Gladyatör”ü izliyorum. Türk sinemasında Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” ile “Dedemin İnsanları” filmleri beni çok etkilemiştir. Sahnede ve sinemada Cem Yılmaz’ı seyretmekten ailece keyif alıyoruz. Bir Aydın milletvekili olarak müzikteki ilk tercihim Ege türküleri. Tolga Çandar’ın sesinden “Harmandalı”, “Çökertme” ve “Ormancı”yı keyifle dinliyorum. Müzik tercihim duygu durumuma göre değişiyor. Klasik Türk Sanat Müziği eserlerini de dinliyorum, Neşet Ertaş’ı da. Bir toplum kesiminin bütün ezilmişliğine, kadersizliğine, kaybetmişliğine rağmen direnişini yansıtan müzik türünü rahmetli Müslüm Gürses’in yorumuyla dinlemeyi tercih ediyorum. Türk bestekarların klasik müzik besteleri de dinlediklerim arasında yer alıyor. Yabancı müzik tercihlerimin ilk sırasında ise senfonik rock var. Hüseyin Şahin AK Parti Bursa Milletvekili GENELLIKLE siyasi ve tarihî kitaplar okuyorum. Şu sıralar elimde Mahir Kaynak ve Selman Kayabaşı’nın Sistemi Yeniden Kurgulamak adlı kitabı var. Sinemada ailece hep birlikte izleyebileceğimiz yapımları ve aksiyon filmlerini tercih ediyorum. Son 1,5 yıl öncesine kadar her hafta sonu mutlaka sinemaya giderdim. Bu bizde bir aile geleneği gibi olmuştu. Ancak yoğun iş temposu dolayısıyla artık eskisi gibi film izleyemiyorum. Mel Gibson’ın “Cehennem Silahı” serisinin benim için ayrı bir yeri vardır. Müzikte tercihim pop müzik. Sezen Aksu, Nilüfer ve Ajda Pekkan şarkılarını büyük bir beğeniyle dinliyorum. Tanju Özcan CHP Bolu Milletvekili SIYASI içerikli kitapları tercih ediyorum. En son Yılmaz Özdil’in Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda adlı k itabını okudum. Sinemaya daha çok 11 yaşındaki oğlumla birlikte gidiyoruz. Animasyon filmlerini, ailelere yönelik yapımları izliyoruz. Tarihsel içerikli filmler de ilgimizi çekiyor. Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği dinlemeyi seviyorum. Şevval Sam en beğendiğim sanatçılar arasında yer alıyor. Mustafa Erdem MHP Ankara Milletvekili ŞU sıralar daha çok Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri, yakın dönem Türk siyasi hayatı ve Türk kültürüyle alakalı kitapları okuyorum. Sinemaya maalesef pek gidemiyorum. Bu nedenle sinema kültürü açısından kendimi yeterli hissetmiyorum. Millî tarihimizi ve kültürümüzü konu alan film ve dizileri tercih ediyorum. Muhteva açısından bakıldığında Cüneyt Arkın’ın “Malkoçoğlu”, “Battal Gazi”, “Fatih’in Fedaisi”, “Kılıç Aslan” gibi filmlerini beğeniyorum. Türk Tasavvuf Musikisi ile yakından ilgileniyorum. Bu müzik türünün iyi bir dinleyicisiyim. Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği’ni de seviyorum. Kasım 2013 92 @ahmet_iyimaya TÜRKIYE dönüşümde dış-güdümlü tarihsel çemberi kırdı. Reformun kaynağı da, ekseni de milletin talepleridir. Bu müthiş bir evre. @yahya_akman @NPakdil İNSAN “vav” şeklinde doğar, doğrulunca kendini “elif” sanır. İnsan “vav”daki mütevazılığı yakalarsa “eşref-i mahlukat” olur. URFA’DAKI Mevlevi dergahında Abdulhakim Hoca ve sevenleri tasavvufun yanında şehrin tarihî dokusuna da katkı sağlıyor. @Ziverozdemir DICLE Nehri’nde gün batımı... @drorhanatalay65 İNSAN için asıl olan hürriyettir. Hürriyeti sınırlayan meşru otorite ancak ötekinin hukuku olur. Devletin asli görevi ise hukuku korumaktır. @yilmaztunc “AŞKINAN çalışan yorulmaz.” @rkerim15 SERTIFIKALI tohumculukta uğraş veren tüm dostları yürekten kutlarım. @MustafaSentop @veliagbaba GÜZEL Hekimhan’ın sıcak insanları... BIZ herkesin talebini okuyoruz, biliyoruz. Herkesi düşünüyoruz. Ama ülkenin bütününü de düşünmek zorundayız. @namikhavutca @fahrettinpoyraz DEMOKRASI paketi: Bence ileri demokrasiye geçişte önemli bir kilometre taşı. Devamını sabırsızlıkla beklemek lazım. Kasım 2013 BIZIM dostlarla, yoldaşlarla, sevdiklerimizle dostluk ve dayanışmamız ebedidir ve seçeneksizdir... @idrisbaluken PERI Suyu bu mevsim azalır, ama her daim özgürlüğe akar... 93 ilknur inceoz @IlknurInceoz Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz. Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? Sosyal medyaya ilk defa Twitter ile katıldım. Yakın bir zamanda Twitter’a katılmış olmama rağmen gün içinde fırsat buldukça kullanmaya çalışıyorum. Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor, Facebook veya diğer sosyal paylaşım siteleri de ilgi alanınıza giriyor mu? Sosyal medyayı önemli bir haberleşme aracı olarak görüyorum. Bu sayede dünyanın ve ülkemizin gündemini yakından takip edebiliyorsunuz, günü yakalayabiliyorsunuz. Bu nedenle ister Twitter olsun, ister Facebook veya başka bir şey, önemli olan bunları nasıl kullandığımızdır. Abartıya kaçılan her şeyin insana zarar vereceğine inanmaktayım. Bu nedenle abartıya kaçmadan, paylaşımlarımızın farkında olan sosyal medya kullanıcıları olmalıyız. Yaptığımız paylaşımların insan hak ve özgürlüklerini gözetmesi, yanlış bilgilendirmeden uzak, yapılan eleştirilerin hakarete varmayacak bilinçte olması yerinde ve amacına uygun olacaktır. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru olarak kullanması ne gibi bir önem taşıyor? Meclis çalışmaları dışında kalan zamanlarımı ağırlıklı olarak seçim bölgem olan Aksaray’da geçirmekteyim. Bizler milletvekili kimliğimizle takip edildiğimizden gerek Meclis çalışmalarını gerekse Aksaray’da yaptığım çalışmaları Twitter’da paylaşmaktayım. Aldığım güzel temenni ve dileklerle, bir olayı çok yönlü olarak görebilme şansını da yakalayabilmekteyim. Bizlerin bu şekilde farkındalığımızın da arttığına inanmaktayım. Sosyal medyayı hızlı bilgi alışverişi olarak görmekteyim. Daha iyi nasıl hizmet edebiliriz, kendimizi daha iyi nasıl ifade edebiliriz anlayışı ile hareket etmekteyim. Bu nedenle çalışmalarımızı bizi takip eden kitleye sunduğumuzda son noktayı bizim değil, onların koymasına imkan vermekteyiz. “Bunu yaptım” dediğinizde, yaptığınız çalışmayla ilgili tavsiyeleri, tebrikleri, temenni ve dilekleri de almış oluyorsunuz. Yaptığınız çalışmalardan daha fazla verim alıyorsunuz. Kurduğunuz iletişim sayesinde kısa sürede birçok kitleye ulaşabiliyorsunuz. Burada önemli olan ulaşılan kitlenin sorumluluğunun farkında olmaktır. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Katıldığım günden itibaren çok güzel paylaşımlarım oldu. Mesela yazın Aksaray’da yaptığımız çalışmaları fotoğraflarla paylaştığımda özellikle İstanbul’dan ve birçok yerden hemşehrilerim bizzat beni arayarak “Burası gerçekten Aksaray mı?”, “Bu kadar gelişti mi? İnanamadık” diye hayretlerini ifade ettiler. Bu da sizin paylaştığınız büyük resme tekrar bakmanıza vesile olmakta... En azından ben bu şekilde olması gerektiğine inanıyorum. Paylaştıklarınızı değerlendirme şansını da buluyorsunuz. Kasım 2013 Unutmayacağ ız ... Mehmet Nuri Kodamanoğlu 13. Dönem Yozgat Milletvekili Mehmet Nuri Kodamanoğlu, 1923 Niğde Ulukışla doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde tamamlayan Kodamanoğlu, lise ve yüksekokullarda öğretmenlik ve idarecilik, Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Şube Müdürlüğü, Bakanlık Genel Müfettişliği, Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği ve Müsteşarlığı, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Türkiye Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanlığı, Türk Eğitim Derneği üyeliği, Fen Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanlığı ve yazarlık yaptı. Mehmet Nuri Kodamanoğlu için 3 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Kodamanoğlu’nun cenazesi, Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. İlhami Binici 18. Dönem Bingöl Milletvekili İlhami Binici, 1941 Yeknal doğumludur. Binici’nin cenazesi, 5 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de düzenlenen törenin ve Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Nevzat Kösoğlu 16. Dönem Erzurum Milletvekili Nevzat Kösoğlu, 1941 Erzurum İspir doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nde tamamlayan Kösoğlu, Sabah gazetesi Parlamento Muhabiri ve Ankara Temsilcisi, gazeteci, yazar, serbest avukat ve yayıncı olarak çalıştı. Nevzat Kösoğlu için 11 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Kösoğlu’nun cenazesi, Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Sabahattin Aras 18. Dönem Erzurum Milletvekili Sabahattin Aras, 1933 Erzurum Hınıs doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Aras, Korkuteli Cumhuriyet Savcılığı, Erzurum Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı ve serbest avukatlık yaptı. Sabahattin Aras için 11 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Aras’ın cenazesi, Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Fatma Rezan Şahinkaya 17. Dönem Ankara Milletvekili Fatma Rezan Şahinkaya, 1924 Kocaeli Darıca doğumludur. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yüksek öğrenim gören Şahinkaya, ABD Nebraska Üniversitesi’nde psikoloji, insan ve aile ilişkileri üzerine ihtisas yaptı. Ankara Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi, Ev Ekonomisi Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Anabilim Dalı Başkanı ve yazar olarak görev yaptı. Fatma Rezan Şahinkaya’nın cenazesi 15 Ekim 2013 tarihinde Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Ekim ayında aramızdan ayrılan arkadaşlarımız için Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, kederli aileleri için kalpten duygularla sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.