Ahıska Türkleri 11 yılda sessiz devrim yaptık

Transkript

Ahıska Türkleri 11 yılda sessiz devrim yaptık
Parlamento
Hakimiyet Milletindir
Kasım 2013 Sayı: 8
Ayl ı k sürel i yay ı n
Başbakan Yardımcısı
Beşir Atalay:
11 yılda sessiz
devrim yaptık
Esaret ve sürgün çocukları:
Ahıska Türkleri
Tam yol
demokrasi
Kasım 2013 Sayı: 8
Fiyatı: 20 TL / Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
Editör
Songül Baş
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
Kahramanmaraş Milletvekili
Yazı İşleri
Bilge Yavuz
Cahit Yıldız
Deniz Varol
Elif Çelik
Gökçe Doru
Nehir Öztürk
Pınar Ünsal
Zeynep Yiğit
Yahya AKMAN
Şanlıurfa Milletvekili
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Yusuf Karaca
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
YAYIN KURULU
Cahit BAĞCI
Çorum Milletvekili
Tasarım
Evrim Uluçay
Sinan Günçiner
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Koordinasyon
İsmail Demir
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cd. 13/5 Çankaya / ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Başak Matbaacılık ve Tanıtım Hiz. Ltd. Şti.
T: 0312 397 16 17
Nuri USLU
Genel Sekreter Yardımcısı
23. Dönem Uşak Milletvekili
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu
yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz
iktibas yapılamaz.
K a s ı m 2 013
İçindekiler
KAPAK
18
Tam yol demokrasi
24 Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay:
11 yılda sessiz devrim yaptık
29 Milletvekilleri ne diyor?
DOSYA
39
58
Florya ve
Yalova Atatürk
köşkleri
62
Yılmaz Ateş:
Siyaseti vatani
bir görev olarak
görüyorum
66
Prof. Dr. Yüksel
Özden: Türkiye
Asya’ya daha
yakından
bakmalı
Sürgünde 69 yıl
44 Yunus Zeyrek: Diplomatik bir
çözüm üretilmezse Ahıska
Türkleri tamamen yok olacak
49 Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu:
Ahıskalıların yurtlarına dönmesi
bölgenin barışı açısından
son derece önemli
4
Başkanın Mesajı
DÜNYAPARLAMENTOLARI
5Birlik’ten
8Haberler
14Dünyadan
16 Hayati Yazıcı:
Ahiliği hayatımızın
merkezine koymak
56 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü
77 24 Kasım Öğretmenler Günü
34 İsveç Parlamentosu
Geçmişin çatısı altında geleceği kurmak
78 Tarih Sahnesi
86Kitap
52
72
84
87Müzik
88Film
89Televizyon
90 Vekiller ne okuyor / ne izliyor
92 Sosyal medya günlükleri
94Unutmayacağız
68
Diyarbakır’dan Ankara’ya
bir aydının siyasi
portresi: Ziya Gökalp
Kâmran İnan:
Bu hassas dönemde
devletimizi
çok iyi korumamız
gerekiyor
80
Yeşilçam romanının
eskimeyen sayfası
Sadri Alışık
“O an”ın avcıları:
Foto muhabirleri
Öpülesi eller:
Öğretmenlerimiz
93
İlknur İnceöz ile sosyal
medya söyleşisi
4
Başkanın Mesajı
Seçimler milletin
geleceğini belirler
30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel seçimlerin heyecanı şimdiden ülkemiz üzerinde
olumlu bir hava oluşturdu. Köylerden şehirlere, mahallelerden büyükşehirlere kadar yönetimin bir kademesinde olmak isteyen binlerce kişi aday adayı olarak müracaatlarını yapmaktadır. Bazı siyasi partilerin ise adaylarını bir bir açıkladığını görüyoruz. Aday adayları kadar,
vatandaşlar da seçimlerde aday olacak kişileri merakla bekliyor. Demokrasinin belki de en
güzel yanı burada gizlidir.
Ülke, şehir, belde, mahalle ve köylerin yönetiminde en önemli unsur seçimlerdir. Düzenli
aralıklarla yapılan seçimler, milletin geleceği ile yakından ilgilidir. Çünkü vatandaş belli bir
süre için yöneticilerini kendi seçer.
Dönem dönem ülkemizde darbeler olmuş ve değişik açılardan vesayet sistemleri oluşturulmuştu. Oysa demokratik bir ülkede, iktidarın ve sorumluluğun kime verileceğini sadece
millet belirler. Ülkemizde son yıllarda yapılan Anayasa değişikliği ve kanuni düzenlemelerle
bu vesayet sistemini oluşturan yapılar bir bir ortadan kaldırılmıştır.
Vesayet sisteminin yıkılmasının tabii bir sonucu olarak Türkiye göstermelik demokrasiden gerçek ve ileri demokrasiye geçme imkanı bulmuş oldu. Vatandaşın eli bu değişim ve
dönüşüm sayesinde kuvvetlenmiştir. Seçimlerin düzenli yapılması, vatandaşın iradesinin
sandıkta tecelli etmesi vesayet sahiplerinin gücünü kırmıştır. Şimdi bazı çevreler, vatandaşların sandıkta gösterdiği iradeye karşı “her şey seçim değildir” tezini ortaya koymaktadır.
Seçim demokrasilerde asli unsurdur ve demokrasileri taze tutar. İnsanı merkeze yerleştiren, hizmeti ön planda tutan siyasi partiler ve adaylar seçimlerde başarı kazanırlar. Seçimin
önemini küçümseyen yaklaşım, insan merkezli hizmetten uzak olan, halkın isteklerini
önemsemeyen ve toplumu tek tipleştirmeye çalışan bir düşüncenin ürünüdür.
Hızla değişen ve dönüşen dünyamızda seçmen ile siyasi parti/yönetici ilişkileri de değişmiştir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının ötesinde, sosyal medyanın da bir hayat
biçimi haline gelmesi, eski klasik seçim kampanyalarını eskitti. Böylece insanlar kendini yönetenler ve yönetmeyi planlayanlarla sürekli iletişim halinde oluyorlar. Bir belediye başkanı,
bir belediye meclis üyesi, bir muhtar bilgisayar ve akıllı cep telefonları aracılığı ile seçmenle
sürekli etkileşim noktasına geldi. Artık yapılan hizmetler veya vatandaşların talepleri anlık
olarak iletilebilmektedir.
Seçim, ülke yönetimi açısından yeni heyecanlar demektir. Monotonlaşan ve hantal bir
yapıya bürünen yönetim anlayışları seçimlerle canlılık kazanmaktadır. Memnun kalmadıkları yöneticileri değiştirme imkanı bulan seçmenler, seçimleri heyecanla beklemektedirler.
Seçim insanların yönetime katılması anlamına gelir. Sandığa giderek kendini yönetmesi için
oy kullanan vatandaş, sistemle sürekli barışık halde yaşar.
Seçim, yeniden yapılanmadır. Ülkenin, şehrin, beldenin, mahallenin, köyün yönetiminde
bir dönem içerisinde görülen yanlışların düzeltilmesi, yeni projelerin belirlenmesi ve yeni
ufukların açılması bakımından da seçimler bir fırsattır.
Sonuç olarak demokrasilerde en önemli husus seçimdir ve seçmenin önüne konulan sandıktır. Vatandaşımızın da kendine verilen bu fırsatı iyi değerlendirerek sandığa gitmesi ve
gelecek dönem için kendini yönetecek olanlara oy vermesi gerekmektedir. Vatandaş, seçimleri ne kadar önemserse, vesayet sahiplerinin kendilerini tekrar ortaya sürme hayalleri de
suya düşmüş olur.
Saygılarımla.
Kasım 2013
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı,
Kahramanmaraş Milletvekili
Seçim, ülke yönetimi
açısından yeni
heyecanlar demektir.
Monotonlaşan ve hantal
bir yapıya bürünen
yönetim anlayışları
seçimlerle canlılık
kazanır.
Birlik’ten
Türk Parlamenterler Birliği’nden çağrı:
Aile müessesesine sahip çıkalım
Türk Parlamenterler
Birliği Genel Başkanı
ve Kahramanmaraş
Milletvekili Nevzat
Pakdil, zayıf aile
bağlarının çağımızın en
önemli sorunu olarak
görüldüğünü belirterek,
“Boşanmaların arttığı
bir dönemde herkes aile
müessesesine sahip
çıkmalı” dedi.
İSTATISTIKLER Türkiye’de son yıllarda
evlenme sayısı azalırken boşanmaların
arttığını ortaya koyuyor. Bu durumun
Türk toplumunun sahip olduğu güçlü aile
bağlarını tehdit ettiği belirtiliyor. Türk
Parlamenterler Birliği, bu konuya dikkat
çekerek “Aile müessesesine sahip çıkalım”
çağrısında bulundu.
Zayıf aile bağlarının çağımızın en önemli sorunu olarak görüldüğünü belirten Türk
Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve
Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, “Aile yapımıza sahip çıkmak durumundayız. Aileye sahip çıkmak, anne-babaların
sorunlarına eğilip bunlara çözüm üretmek,
topluma sahip çıkmak anlamına gelir”
dedi. Son yıllarda boşanma sayısında artış
gözlendiğine işaret eden Pakdil, “Örneğin
Kahramanmaraş’ta 2008 yılında 1184 aile
boşanma sebebiyle dağılırken bu sayı 2012’de 1426’ya yükseldi. Boşanmaların artmasına
karşılık yeni kurulan aile sayısında azalma meydana geliyor. Bu durumu hepimiz üzülerek
görmekteyiz. Kahramanmaraş’ta 2008 yılında 11 bin 344 aile kurulurken bu sayı 2012’de 9
bin 152’ye düştü” diye konuştu.
“Sorunları ötelemeyelim, çözüm arayalım”
Nevzat Pakdil, istatistiklere göre evliliğin ilk yıllarına çok dikkat edilmesi gerektiğini,
boşanmaların önemli bir bölümünün bu zamanlarda gerçekleştiğini ifade etti. Bir ailenin
sağlam temellere dayanması için gençlerin de bilinçli olması gerektiğinin altını çizen Pakdil
şunları söyledi: “Gençlerimize özgüven sahibi olabilmeleri, doğru kararlar verebilmeleri,
doğrularının ve yanlışlarının arkasında durabilmeleri, hatalarını üstlenip sonuçlarına katlanma cesareti gösterebilmeleri için gerekli fırsatları tanımalıyız. Bunun için eğitim ve iletişim kanallarını doğru ve etkili kullanmak zorundayız. Eğer bunları yapmaz, aile yapımıza
sahip çıkmazsak toplum olarak bizi sıkıntılı günler bekliyor demektir.”
Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, eskiden dede, nine, anne, baba
ve çocuktan oluşan güçlü bir aile yapısı olduğunu belirterek, “Günümüzde dedeler, nineler
bayramdan bayrama görülüyor. Bu da ailenin yapısını zayıflatıyor. Değişimi yakalayacağız
derken toplumsal çözülme ile karşı karşıya kalıyoruz. Hepimiz hayatımızı yeniden değerlendirelim ve aile yapımızı güçlendirelim. Aile müessesesinin önündeki sorunları ötelemeyip
çözüm yolları arayalım” çağrısı yaptı.
Kasım 2013
5
6
Birlik’ten
Cumhuriyetimizin 90. yılı kutlu olsun
TÜRKIYE Cumhuriyeti’nin 90. kuruluş yıldönümü 29 Ekim’de coşkulu törenlerle
kutlandı. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, Cumhuriyetimizin 90. yılı dolayısıyla yaptığı açıklamada, “Büyük özverilerle yürütülen
bağımsızlık mücadelemizin sonunda millet iradesini esas alan, milletin iradesini
temsil eden Cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve
Cumhuriyetin kurulmasında emeği geçen bütün istiklal kahramanlarını rahmet
ve şükranla anıyorum” dedi. Türkiye’nin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine doğru
emin adımlarla ilerlediğini ifade eden Pakdil, “Türkiye önüne koyduğu hedefleri
hayata geçirerek lider ülke konumuna gelecektir” değerlendirmesinde bulundu.
“Savaş, iç çatışma ve darbenin olduğu
yerde medeniyet kuramazsınız”
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Baş-
kanı Nevzat Pakdil, Kahramanmaraş’ta
Suriyeli sığınmacıların kaldığı çadırkenti
ziyaret etti. İslam aleminin içinde bulunduğu kaos sebebiyle kan ve gözyaşının sel
olup aktığını belirten Pakdil, “Savaşın, iç
çatışmaların, terörün, darbelerin olduğu
yerde medeniyet kuramazsınız. Hatta kurmuş olduğunuz medeniyetin izleri bile yok
olur. Bunu Suriye’de görebilirsiniz. İslam
eserleri bu iç savaşta bir bir yok oluyor,
yıkılıyor” dedi.
Çadırkent ziyareti sırasında Türkiye’nin
terörle mücadesine değinen Pakdil, “Demokratikleşme paketleri ve çözüm süreci
ile derinden kanayan bu yarayı tedavi
Kasım 2013
etme imkanı bulduk. Barış ve huzur, bu bölgelerimizde son bir yıldır ciddi yatırımları da
beraberinde getirdi. Türkiye bu huzur ortamında en hızlı büyüyen ekonomi haline gelmiştir. Bu süreci baltalamak isteyenler mutlaka olacaktır. Onlara en güzel cevabı bölge halkı
verecektir, bin yıldır birlikte yaşayan bizler vereceğiz” diye konuştu.
“Huzurumuzu bozmak isteyenlere müsaade etmeyeceğiz”
Nevzat Pakdil, 2014-2018 döneminde Türkiye’nin uluslararası değer zinciri hiyerarşisinde üst basamaklara çıkmış, yüksek gelir grubu ülkeler arasına girmiş, mutlak yoksulluk
sorununu çözmüş bir ülke haline gelmesinin planlandığını anımsatarak, “2018 yılında
GSYH’nin 1,3 trilyon dolara, kişi başına gelirin 16 bin dolara yükseltilmesi; ihracatın 277
milyar dolara çıkarılması; işsizlik oranının yüzde 7,2’ye düşürülmesi hedeflenmektedir.
Bu hedefler doğrultusunda ülkemizin büyüme performansının daha yüksek, istikrarlı ve
sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulmasını, rekabet gücünün ve toplumun refah seviyesinin artırılmasını öngörmekteyiz. Tüm bunlar tam anlamıyla huzurlu bir ortamda gerçekleştirilir. Huzurumuzu, birliğimizi, dirliğimizi bozmaya yönelik davranışlara müsaade
etmeyeceğiz” dedi.
Birlik’ten
“Köylerimiz muhtarların
özverili çalışmalarıyla
kalkınacak”
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil muhtarlarla bir araya
geldi. Köylerin kalkınmasında muhtarlara büyük görev düştüğünü belirten
Pakdil, “Muhtarlık yerel yönetimin
en alt birimi olmakla birlikte halka en
yakın olanıdır. Muhtarlar demokrasinin
temel taşıdır. Türkiye’de ortalama her
1200 kişiye bir muhtar düşüyor. Bu da
muhtarların sistem içerisinde ne kadar
ehemmiyetli bir yerleri olduğunun göstergesidir. Zira Türkiye’de 34 bin 495 köy, 15
bin 198 mahalle olmak üzere tam 49 bin 693 muhtarlık bulunuyor” dedi.
Muhtarlığın Osmanlı döneminde başlayan köklü bir yönetim sistemi olduğuna işaret eden Pakdil, “Demokrasimizin bu kadar köklü bir ayağı olan muhtarlıklarımızın, kendilerini değişen ve dönüşen dünyaya göre yeniden dizayn etmek
gibi bir sorumlulukları bulunuyor. Çünkü değişimin arkasında kaldığınız zaman
temsilcisi olduğunuz kitleye yeterli ölçüde faydalı olamazsınız” diye konuştu.
“Türk Kızılayı’nın
çalışmaları takdire şayan”
TÜRK Parlamenterler Birliği, 29 Ekim-4 Kasım günleri arasında kutlanan Kızılay Haftası
dolayısıyla bir mesaj yayımladı. Genel Başkan
Nevzat Pakdil’in imzasını taşıyan mesajda,
Türk Kızılayı’nın 145 yıldır mazlum ve mağdur
halkların yanında yer aldığı ifade edildi. Türk
halkının insani yardımlar konusunda tarihi ve
kültüründen kaynaklanan güçlü bir geleneğe
sahip olduğu vurgulanan mesajda, “Türk halkı
ve kurumları doğal afetler, savaş, yoksulluk ve
toplumsal çatışmalar nedeniyle zor durumda
kalan ülkelere yardımda bulunmayı insani bir
görev ve uluslararası toplumun istikrarında
önemli bir unsur olarak görmektedir. Türkiye,
bu düşünceden hareketle din, dil, ırk, cinsiyet
farkı gözetmeksizin ihtiyaç sahiplerine süratle
ve imkanların elverdiği ölçüde insani yardım
ulaştırmaya gayret etmekte, bu amaca yönelik
uluslararası çabaları her zaman desteklemekte ve
katkıda bulunmaktadır” denildi.
Türk Parlamenterler Birliği’nin mesajında,
Türk Kızılayı’nın dünyanın dört bir yanına
ulaşan yardım faaliyetlerinden gurur duyulduğu vurgulanarak, “Güçlü ve lider bir Türkiye,
dünyadaki mazlum ve mağdur halklar için bir
kurtuluş reçetesidir” ifadesine yer verildi.
“Bir uzman gibi çalışmak gerekiyor”
Nevzat Pakdil, yeni Büyükşehir Kanunu ile muhtarlıkların daha da önemli hale
geldiğini belirterek şunları kaydetti: “Kırsal kalkınmada muhtarlarımıza önemli
görevler düşmektedir. Özellikle tarım ve hayvancılık konusunda devletin verdiği
teşvik ve desteklerin halka anlatılmasında, yeniliklerin buralarda uygulanmasında
muhtarların bir uzman gibi çalışması gerekmektedir. Halkımızın bilinçlendirilmesinden tutun da sorunların tespitine kadar her aşamada muhtarlarımıza
ciddi görevler düşmektedir. Köylerimiz muhtarlarımızın özverili çalışmaları ile
kalkınacaktır.”
Kasım 2013
7
8
Haberler
153 yıllık Marmaray
rüyası gerçek oldu
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Mayıs 2004’te temelini attığı Marmaray’ın 13 kilometrelik ilk etabı uluslararası düzeyde katılımla açıldı. Açılışa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç ve Beşir Atalay, Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmut, Japonya Başbakanı
Shinzo Abe, Romanya Başbakanı Victor Ponta, bakanlar ve İstanbul’un yöneticileri katıldı.
Tören boyunca İstanbul Boğazı’nda görsel şölen yaşandı. Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’ne
ait gemiler su gösterisi yaparken Marmaray’ı temsil eden maket metro vagonu da sunuma
eşlik etti.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül törende yaptığı konuşmada Cumhuriyet’in 90. yaş gününde
hükümetin Marmaray gibi çok önemli bir projeyi vatandaşlara hediye ettiğini söyledi. Gül,
Marmaray’ın sadece İstanbul ve Türkiye’nin değil, aynı zamanda dünyanın sayılı projelerinden biri olduğunu ifade etti. Bundan 153 yıl önce projesi çizilen Marmaray’ın bugün hayata
geçtiğini belirten Cumhurbaşkanı Gül şunları söyledi: “Zannetmeyelim sadece Asya ile Avrupa kıtasının en yakın uçlarını birleştiriyoruz. Biz aynı zamanda en uzak uçları da bu tünel
vasıtasıyla birleştiriyoruz. Atlas Okyanusu’nu Hint Okyanusu’na kadar birleştirmiş oluyoruz.
Pekin’le Londra’nın arasını bağlayan bir tünel oldu bu proje. Marmaray, büyük bir mühendislik şahikasıdır. Yeni projeleri hep beraber hayata geçireceğiz.”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan asrın projesi Marmaray’ın anlamlı bir günde açıldığına dikkat çekerek şunları söyledi: “Marmaray’ı 29 Ekim’de, özellikle Cumhuriyet’in
90’ıncı kuruluş yıldönümünde açmak istedik. Zira bugün bu büyük proje ile hem Cumhu-
Kasım 2013
Cumhuriyet’in 90.
yaşına armağan edilen
Marmaray, Asya ile
Avrupa’yı denizin
altından birleştirdi.
riyet’imizi yüceltiyor hem de demokratik bir Cumhuriyet’in, istikrar ve güven
içinde, kardeşlik ve dayanışma içinde bir
Cumhuriyet’in neleri başarabileceğini ispat
ediyoruz. Marmaray sadece bir İstanbul
projesi değil, aynı zamanda bir insanlık
projesi. İzmir’in, Trabzon’un, Diyarbakır’ın,
81 vilayetin projesi. Marmaray Pekin’den
Tokyo’ya, Londra’ya kadar inşallah tüm
dostlarımızın, tüm kardeşlerimizin bir barış, bir dayanışma projesidir”.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ise “Bu proje üzerinden
yüzyıllar geçse de Türk milletinin hayallerini gerçeğe dönüştürmesinin kanıtıdır.
Üsküdar, Marmaray projesini 153 yıl bekledi. Artık İstanbul Marmaray’dan önce,
Marmaray’dan sonra diye anılıyor. Marmaray, İstanbul’un bilinen 6 bin yıllık tarihini
8 bin 500 yıla çıkardı” diye konuştu.
Haberler
TBMM’de etik konferansı
Meclis’te
beşinci
parti: HDP
TBMM İdari Teşkilatı, 2013 yılı eğitim planı kapsamında “Çalışma Hayatında
Etik ve Etkileri” başlıklı bir konferans düzenledi. Konferansa Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Çağatay Üstün
konuşmacı olarak katıldı.
Etik ve ahlakın iki farklı alan olduğunu ve bunların en tepesinde de felsefenin
bulunduğunu belirten Çağatay Üstün, “Yalan söylemeyi düşünmek ile yalan söylemek farklı şeylerdir. Yalan söylediğiniz andan itibaren ahlak sınırına geçmiş
olursunuz ve ondan sonra hukuk devreye girer” dedi.
Üstün, etiğin sadece çalışma hayatında değil her yerde olduğunu belirterek,
“Etik ve ahlakın girdiği temiz bir yerde kirlenme oluşmaz. Herkese eşit olunuyorsa etik ve ahlak vardır. Günümüzde etik ve ahlaki sefalet dönemi yaşıyoruz.
Dünyada siyasi ve ekonomik kriz yoktur, etik ve ahlaki kriz vardır” diye konuştu.
Günümüzde ahlaki krizde kırılma yaşandığını belirten Çağatay Üstün, “21.
yüzyıl etik ve ahlaki değerlerin dibe vurduğu, ama yeniden çıkması için ümitlerin korunduğu bir yüzyıldır. 21. yüzyılda ülkeler değişecek. Ülkeler, hukuktan
ziyade etik ve ahlaki değerlerle yönetilmeye başlanacak” dedi.
Soruları da yanıtlayan Üstün, kurumlarda etik kültürü yerleştirmeden önce
insanlarda etik kültürünün yerleşip yerleşmediğine bakılması gerektiğine işaret
etti. Üstün, etik kuralların dinî normlardan ayrı olduğunu da belirtti. Konferans
sonunda “taşlama” şairleri Rasim Köroğlu ve Bekir Salim, Muharrem Atabay’ın
bağlaması eşliğinde etik ilkeler konusunda atıştı. Köroğlu ve Salim’in atışması,
zaman zaman güldürdü, zaman zaman duygulandırdı. Konferansa, AK Parti
Ankara Milletvekili Emrullah İşler, TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Haydar
Çiftçi ve daire başkanları ile personel katıldı. İşler ve Çiftçi, taşlama şairlerine
plaket verdi.
TÜRKİYE solu TBMM’de temsil edileceği yeni
bir partiye kavuştu.
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) ilk
kongresi Ankara’da gerçekleşti. Kongrede HDP
Eş Genel Başkanlığına İstanbul Milletvekili
Sebahat Tuncel ve Mersin Milletvekili Ertuğrul
Kürkcü seçildi.
İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve
Abdullah Levent Tüzel ile Yılmaz Güney’in eşi
Fatoş Güney, HDP Parti Meclisi’ne giren isimler
arasında yer aldı.
Halkların Demokratik Partisi Genel Başkanı
Sebahat Tuncel, toplumun dışlanmış kesimlerini partilerine davet ettiklerini söyledi. Tuncel,
“Biz çaresiz değiliz. Başkalarını kendimize çare
olarak görmek durumunda değiliz. Çare biziz.
Biz kadınlar, ezilenler, gençler, Kürtler, Türkler,
Ermeniler, Lazlar, Aleviler, Sünniler adına siyaset
yapmayacağız, onlarla birlikte siyaset yapacağız.
İktidar adına bize dayatılanları kabul etmek zorunda değiliz” diye konuştu.
Kasım 2013
9
10
Haberler
“EXPO 2016 Antalya” projesi tanıtıldı
GIDA Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehmet Mehdi Eker, “EXPO 2016 Antalya” projesini tanıttı. Dünyanın Botanik EXPO’su
“Çiçek ve Çocu k ” tema lı EX PO 2016
Antalya’nın proje tanıtımı, Serik ilçesine
bağlı Belek beldesindeki bir otelde yapıldı.
Mehdi Eker, tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada, dünyada 160 yıldır bu tür
organizasyonlar düzenlendiğini, ancak
Türkiye’de ilk kez bir EXPO yapılacağını söyledi. Bugüne kadar EXPO’ların
düzenlendiği şehirlerde EXPO ile özdeşleşen anıtların yapıldığını dile getiren
Bakan Eker, Antalya’da da buna yönelik bir
kule inşa edileceğini belirtti. 2016 yılında
Antalya’da yapılacak EXPO’nun “Çiçek ve
Çocuk ” tema lı olduğ unu hatırlatan Eker, “Biri
insanlığın estetik ihtiyaçlarını karşılayan, yeşil,
ekolojik dengeyi gözeten,
muhafaza eden bir kavram, diğeri ise insanlığın
geleceğini, masumiyetini,
vicdanını, umudunu ifade
eden çocuk” diye konuştu.
Mehdi Eker, özel bitki
alanlarının sergileneceği 1100 dönümlük EXPO
alanında altyapı çalışmalarına başladıklarını, proje ihalesinin yapıldığını,
artık uygulama aşamasına
geçildiğini belirtti. EXPO
alanındaki derelerin taşkın oluşturmaması amacıyla proje alanını korumaya yönelik altyapı çalışmalarının tamamlandığını anlatan Eker, projeye göre alanda bir
gölet, bir tepe, bahçeler, yarışmayla belirlenecek anıtsal EXPO Kulesi, tarım ve çevre müzesi,
kongre merkezi, teknoloji bahçesi, sosyal ihtiyaçlara yönelik oturma mekanları ve yiyecekiçecek alanları olacağını söyledi.
Bakan Eker, alanın aydınlatılmasının bölgedeki iki dere ve atıklardan elde edilecek enerjiyle sağlanacağını dile getirerek çalışmanın alternatif enerji konusunda da önemli bir proje
olacağını kaydetti. Bölgenin ziyaretçiler tarafından tamamıyla gezilebilecek konumda olacağını söyleyen Eker, “Türkiye’nin ilk EXPO’sunun projesinin tamamlanması ve uygulanma
safhasına gelmesi önemli bir aşama. Gayemiz 2016’nın 23 Nisan’ında alanın ziyaretçilere
açılmasını ve Antalya’nın Türkiye’yi en güzel şekilde temsil edecek hale gelmesini sağlamak.
Tarihimizi, kültürümüzü, bitkisel zenginliğimizi, endemik türlerimizi, tarımsal ürünlerimizi, tüm potansiyellerimizi bu EXPO’da tanıtma imkanına sahip olacağız” diye konuştu.
MHP, TBMM Grup Başkanvekillerini seçti
MHP’NIN TBMM Grup Başkanvekilliklerine İzmir Milletvekili Oktay Vural ile Kayseri
Milletvekili Yusuf Halaçoğlu seçildi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin konuşmasının ardından basına kapalı devam
eden MHP grup toplantısında, Grup Başkanvekillikleri için seçim yapıldı. Bahçeli, Grup
Başkanvekilliği için Oktay Vural ile Yusuf Halaçoğlu’nu önerdi. Başka bir teklif olmaması
üzerine Vural ve Halaçoğlu oybirliği ile seçildi. Böylece geçen dönem de Grup Başkanvekili
olan Vural görevini sürdürürken, Mersin Milletvekili Mehmet Şandır’ın yerine Halaçoğlu
gelmiş oldu.
Kasım 2013
Haberler
Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde tarihî gün
AK Partili 5 kadın milletvekili
TBMM Genel Kurul
çalışmalarına başörtülü
olarak katıldı. Vekiller, bu
kararlarının Meclis’te saygıyla
karşılanmasından memnuniyet
duyduklarını belirterek, “Bize
yakışan bir ortam oldu” dedi.
AK Parti Konya Milletvekili Gülay Samancı, Kahramanmaraş Milletvekili Sevde
Bayazıt Kaçar, Denizli Milletvekili Nurcan Dalbudak ve Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, 31 Ekim’de TBMM Başkanvekili Meral Akşener başkanlığında toplanan Genel Kurul çalışmalarına başörtülü olarak katıldı. AK Parti Bursa Milletvekili Canan Candemir Çelik ise 5 Kasım’da TBMM Genel Kurulu’nda
başörtüsü ile yer aldı.
AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Sevde Bayazıt Kaçar, TBMM Genel
Kurulu’na başörtüsüyle katılmasına ilişkin yaptığı açıklamada, “Demokratik bir
şekilde herkes düşüncesini söyledi. Herkes birbirini saygı duyarak dinledi. Türkiye güzel bir tablo yaşadı. Tüm gruplar çok güzel bir şekilde duygularını yansıttı,
düşünce özgürlüklerini kullandı ve konu kapandı inşallah” dedi.
AK Parti Denizli Milletvekili Nurcan Dalbudak, “Bizi güzel bir şekilde karşıladıkları için diğer gruplara ve milletvekili arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.
14 yıl önce Türkiye’ye yakışmayan görüntüler vardı, ancak bugün özgürlüklerin
sonuna kadar yaşandığı, insanların hissettiği gibi giyindiği ve bunun da dışlanmadığı, ötekileştirilmediği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Mutlu ve gururluyuz. Bugün
tarihî bir gün, güzel, şerefli bir gün” diye konuştu.
“76 milyonun vekiliyiz”
AK Parti Konya Milletvekili Gülay Samancı, “TBMM gayet ağırbaşlı ve anlayışlı
bir tavır sergiledi, bize yakışan bir ortam oldu” diyerek duygularını dile getirdi.
Çoğunlukla olumlu tepkiler aldıklarını belirten
Samancı, “Farklı görüşten olan arkadaşlarımız da
oldu, ama bu gayet normal. Herkes aynı düşünmek
zorunda değil. Burada temel olan farklı düşüncede
olan insanlara saygı göstermek ve anlayışla karşılamaktır” dedi.
AK Parti Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, Türkiye’nin demokrasi standartlarının
yükseldiğini söyledi. 76 milyonun milletvekili
olduklarını vurgulayan Şahkulubey sözlerine şöyle
devam etti: “Dün nasıl tüm başı açık kadınlarımızın vekili isek bugün de hem başörtülü hem de başı
açık kadınlarımızın vekiliyiz. Türkiye’deki 76 milyonun vekiliyiz. Bu demokrasinin standartlarının
yükselmesinin bir göstergesidir, bir normalleşme
sürecidir.”
AK Parti Bursa Milletvekili Canan Candemir
Çelik ise konuyla ilgili değerlendirmesinde “Meclis
çalışmalarına başörtülü katılma yönünde bir kararım oldu. Bundan sonra da böyle devam edeceğim
inşallah” dedi.
Kasım 2013
11
12
Haberler
Türk Dünyası Parlamenterler
Derneği kuruldu
TÜRKIYE ve Türk dünyasındaki parlamenterler dernek çatısı altında bir araya geldi. Türk
Dünyası Parlamenterler Derneği, farklı ülkelerden milletvekillerinin katılımıyla faaliyetlerine
başladı. Genel Başkanlığını 23. Dönem Uşak Milletvekili Nuri Uslu’nun üstlendiği derneğin
Yönetim Kurulu’nda Bursa Milletvekili Bedrettin Yıldırım, 19. Dönem İstanbul Milletvekili
Kadir Ramazan Coşkun, 20. Dönem Isparta Milletvekili Ömer Bilgin, 20. Dönem İçel ve 22.
Dönem Mersin Milletvekili Saffet Benli, 23. Dönem Adıyaman Milletvekili Şevket Köse, 19 ve
20. Dönem Tokat Milletvekili Ahmet Feyzi İnceöz yer alıyor. Denetim Kurulu’na 22. Dönem
Kilis Milletvekili Veli Kaya, 23. Dönem Bolu Milletvekili Fatih Metin ve 23. Dönem Hatay
Milletvekili Fevzi Şanverdi seçildi. İstişare Kurulu’nda ise Milli Eğitim eski Bakanı M. Vehbi
Dinçerler ile İçişleri eski Bakanı ve İstanbul Milletvekili Abdülkadir Aksu yer aldı.
“Büyük heyecan yarattı”
Türk Dünyası Parlamenterler Derneği Genel Başkanı Nuri Uslu, Türk dünyasıyla ilgili çeşitli
sektörlerde pek çok dernek ve birlik olduğuna işaret ederek, “Parlamenterler arasında böyle
bir sivil yapılanmanın olmadığını gördük. Bunun üzerine Türk dünyasındaki parlamenterler
arasında tanışmayı, kaynaşmayı, dayanışmayı ve işbirliğini sağlamak amacıyla Türk Dünyası
Parlamenterler Derneği’ni kurduk” dedi. Derneğin Türkiye’nin yanı sıra Kazakistan’dan
Azerbaycan’a, Kızgızistan’dan Özbekistan’a kadar tüm Türk dünyası ülkelerinde heyecanla
karşılandığını kaydeden Uslu, “8 Eylül 2013 tarihindeki Genel Kurul’da Türk dünyasından
parlamenter konuklarımız da vardı. Çok güzel konuşmalar yapıldı. Gelecekte gerçekleştireceğimiz çeşitli çalışmaların altyapısı oluşturuldu” diye konuştu.
Nuri Uslu, Türk Dünyası Parlamenterler Derneği’nin faaliyetleri sayesinde yakın işbirlikleri kurulacağını, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda birlikte çalışmalar yapılacağını ifade ederek, “Bugünkü heyecana baktığımızda 3-5 yıl içerisinde derneğimizin hem
etkili çalışmalar yapacağını hem de üye sayısının artacağını söyleyebiliriz” dedi.
Kasım 2013
Haberler
“Ulaşımda, İletişimde, Hayatın İçinde Ben de Varım”
AILE ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma
Şahin ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, ‘‘Ulaşımda,
İletişimde, Hayatın İçinde Ben de Varım’’
adlı sosyal sorumluluk projesi kapsamında
düzenlenen “Sessizliğe Kulak Vermek ”
etkinliğine katıldı.
Fatma Şahin etkinlikte yaptığı konuşmada, toplantının başında “Mutluluk nedir?” diye sorulduğunu anımsatarak “Hep
beraber çocuklarımız için, çocuklarımızın
huzuru ve mutluluğu için çalışıyoruz. 76
milyon için çalışıyoruz. Gücümüzü birleştiriyoruz, enerjimizi topluyoruz, engelleri
kırıyoruz. Yeni kapılar açıyoruz” dedi.
Proje kapsamında bu yıl işitme engelli, geçen yıl da down sendromlu gençlerin istihdam edildiğini hatırlatan Şahin, bu gençlerin işe
girdikleri ve yetenekleri keşfedildiği için
ne kadar mutlu olduklarını anlattıklarına
vurgu yaptı.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanı Binali Yıldırım ise etkinliğin bu yıl
beşincisini gerçekleştirdiklerini, bugün itibarıyla 500 engelli gence proje kapsamında
istihdam sağlandığını kaydetti. Projenin
bunun çok daha ötesinde anlamları bulunduğuna işaret eden Yıldırım, Türkiye’de
10 milyona yakın engelli nüfusun toplumla
kaynaşması için çok önemli bir adım
olduğunu söyledi. 5 yılda 500 çalışana
ulaşıldığını, gelecekte bu sayının çok daha
artacağına inandığını dile getiren Yıldırım,
PTT ve TCDD’nin de projenin içinde yer aldığını ifade etti. Yıldırım,
ilerleyen dönemde projeye dahil olan kurum sayısının daha da artmasını beklediğini söyledi.
Milletvekillerinden
AK PARTILI BADAK’TAN BELDE ZIYARETLERI
AK Parti Antalya Milletve-
kili Sadık Badak, Dağbeli
ve Bademağacı beldelerini
ziyaret ederek vatandaşların
sorunlarını dinledi.
Badak, Döşemealtı Belediye Başkanı Nurettin Tursun,
İlçe Başkanı Yusuf Mayıslar
ve ilçe yönetim kurulu üyeleri ile birlikte Bütünşehir Yasası’nın
yürürlüğe girmesiyle kapatılıp Döşemealtı ilçesine bağlanacak olan
Dağbeli ve Bademağacı beldelerinde ziyaretlerde bulundu. Antalya
Milletvekili Sadık Badak, ilk olarak Bademağacı Beldesi meydanında
halkla bir araya geldi. Tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlayan
belde halkı tarım alanlarının darlığı, mera sıkıntıları, su ve yol gibi
sorunlar yaşadıklarını belirtti. Köylülerin sıkıntılarını dinleyen Badak, “Hükümet olarak her zaman vatandaşın sorunlarını yakından
takip ediyoruz, en kısa sürede taleplerinizi değerlendireceğiz, sıkıntılarınıza çözüm bulacağız” dedi.
Döşemealtı Belediye Başkanı Nurettin Tursun ve İlçe Başkanı
Yusuf Mayıslar, daha sonra Dağbeli beldesine geçerek halkın sorunlarını dinledi. Vatandaşların kapatılan Belde Postanesi’nin yeniden
açılması talebine yanıt veren Yusuf Mayıslar, çalışmaların sürdüğünü ve sıkıntının en kısa sürede giderileceğini söyledi. Nurettin
Tursun ise beldenin batısından geçen Antalya-Burdur karayolunun
belde ile bağlantı sağlayan noktasındaki kavşak sorununun çözümü
için söz verdi.
BÜLENT TEZCAN: HIZMETLERIMIZLE
MUTLUYUZ, GURURLUYUZ
DIDIM Belediyesi’nce geçen ay ya-
pımı tamamlanan Didim Belediyesi
Huzurevi’nin açılışını CHP Genel
Başkan Yardımcısı ve Aydın Milletvekili Bülent Tezcan gerçekleştirdi.
Tezcan’ın yanı sıra CHP Genel Sekreteri Bihlun Tamaylıgil’in de katıldığı
açılış töreninin ev sahipliğini Didim
Belediye Başkanı Mümin Kamacı yaptı. CHP’li Kuşadası Belediye Başkanı Esat Altıngün, CHP’li Akbük
Belediye Başkanı Mehmet Erçin Sandalcı, CHP’li İncirliova Belediye
Başkanı Fadime Orbay ve vatandaşlar da törene katıldı.
Bülent Tezcan yaptığı konuşmada gerçekleştirilen hizmetin gurur
verici olduğunu belirterek, “Didim Belediyemizin bir hizmet binasını daha gururla, onurla açıyoruz. Aydın’da sosyal demokrat belediyeciliğin ne olduğunu bilen, emek veren belediyeler var. Halkın kaynaklarını doğru yönlendiren halkçı belediye başkanlarımızı tebrik
ediyorum. Biz milletin alınterini sosyal belediyecilik anlayışı ile toplayan namuslu, sosyal demokrat belediyecileriz. Onun için bir kentin
kaynaklarını damla damla biriktirerek alınterimizle, namusumuzla
o kentin halkının hizmetine açacağız. Mutluyuz, gururluyuz. Ulu
Önder Atatürk’ün dediği gibi; Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir.
O nedenle Cumhuriyet’in partisi, Cumhuriyet Halk Partisi de kimsesizlerin partisidir. Bu hizmette bu güzel örneği görüyoruz” dedi.
Kasım 2013
13
14
Dünyadan
Gürcistan’ın yeni
cumhurbaşkanı
Margvelaşvili
Avusturya’da
yeni hükümet
AVUSTURYA’DA 6 milyona yakın seçmen, yeni parlamento ve yeni hükümeti
GÜRCISTAN’DA yapılan cumhurbaşkanlığı se-
çimlerinde “Gürcistan Rüyası” koalisyonundan
aday olan Giorgi Margvelaşvili yüzde 67 oyla zafer
ilan etti.
“Bu zaferi mümkün kıldığı için İvanişvili’ye
teşekkür ederim” diyen Margvelaşvili, seçimlerin
özgür bir ortamda gerçekleştirildiğini belirtti. Başbakan İvanişvili ise sonuçların ardından yaptığı
açıklamada, “Biz Avrupalıyız, bu seçimler bunu
bir kez daha gösterdi. Gelecek 20 yılda, en başarılı
ülkeler arasındaki yerimizi alacağız” değerlendirmesinde bulundu.
Muhalefetteki Ulusal Birlik adayı Davit Bakradze de Margvelaşvili’yi tebrik ederek, “Muhalefet
lideri olarak yeni hükümet ve cumhurbaşkanıyla
çalışmaya hazırım” dedi.
belirlemek için sandık başına gitti.
Seçim sonuçlarına göre iktidardaki Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) oyların
yaklaşık yüzde 26’sını alarak birinci parti konumunu korudu. Koalisyon ortağı Avusturya Halk Partisi (ÖVP) yüzde 24 oranında oy alırken, Avusturya
Özgürlükçü Partisi’nin (FPÖ) oyları yüzde 22’ye yükseldi. Seçim politikalarını
tamamıyla “yabancı ve İslam karşıtı” söylemler üzerine kuran FPÖ, AB dışından
gelerek Avusturya’da yaşayan göçmenlerin sosyal yardım, sosyal konutlar ve
çocuk yardımından faydalanmasına karşı çıkıyor. Ayrıca bir yıldan fazla işsiz
kalan yabancıların da sınır dışı edilmesini talep ediyor.
Seçimde Yeşiller yüzde 11 oranında oy alırken, uzun yıllar Kanada’da yaşadıktan sonra ülkesine geri dönen 81 yaşındaki milyarder Frank Stronach’ın
kurduğu ve kendi adını taşıyan AB karşıtı parti de yüzde 6 ile Viyana’daki parlamentoya girmeyi başardı.
Liberal eğilimli Neos Partisi yüzde 4,7 oy oranı ile yüzde 4’lük barajı aşabilen
beşinci parti oldu. Seçimde parlamentonun 183 yeni üyesi belirlenirken, yapılan
ilk tahminlere göre 2008’den bu yana süren SPÖ ile ÖVP arasındaki koalisyon
hükümetinin bundan sonraki dört yılda da devam etmesi bekleniyor.
Kış aylarında da güneşi görebilecekler
NORVEÇ’TE bir kasabanın sakinleri, çevredeki tepelere yerleştirdikleri dev aynalar-
la karanlık geçen kış aylarını aydınlatıyor.
Başkent Oslo’nun 160 kilometre batısındaki 3 bin 500 nüfuslu Rjukan kasabası, ormanlarla kaplı tepelerle çevrili ve yılın altı ayı güneş ışığı almıyor. Kasaba yöneticileri, güneş ışığından yararlanmak için etraftaki tepelere üç adet dev ayna yerleştirdi. Bu
aynalar, 600 metrekare çapında bir ışık hüzmesini kasabanın meydanına yansıtıyor.
Rjukan Turist Bürosu Müdürü Karin Roe, bu sayede özellikle sonbahar ve kış
aylarında kasabada daha çok etkinlik düzenlenebileceğini ve insanların daha sık dışarı çıkabileceğini belirtiyor. Bilgisayarla kontrol edilen dev aynalar, güneş ışınlarını
yakalayacak en iyi açıya doğru döndürülüyor. 458 metre yükseklikteki noktalara
helikopter vasıtasıyla yerleştirilen aynalar, 5 milyon krona (yaklaşık 1 milyon 736 bin
TL) mal oldu. Kasaba sakinleri, daha önce 1928 yılında faaliyete geçen bir teleferik
aracılığıyla kış aylarında etraftaki tepelere çıkıp güneşin tadını çıkarıyordu.
Kasım 2013
Dünyadan
Arjantin’de ara seçim
30 milyon nüfusa sahip Arjantin, Meclis’in yarısını ve Senato’nun üçte birini
yenileyeceği ara seçimler için sandık başına gitti. Ülkede ilk kez 16-17 yaşındakilerin de oy kullanabildiği seçimlerde, iktidardaki Frente para la Victoria’nın
oylarının ülke genelinde düşüş yaşadığı görüldü.
İçişleri Bakanı Anibal Florencio Randazzo, son 30 yılın en iyi seçim organizyonunu yaptıklarını belirterek genel katılımın yüzde 75’ten yüksek olduğunu söyledi. İktidar partisi 24 bölgenin 12’sinde seçimleri kaybetti. Ancak Mendoza, Santa
Fe, Cordoba ve başkent Buenos Aires gibi önemli bölgelerde ikinci veya üçüncü
parti konumuna düşmesine rağmen, Frente para la Victoria’nın ülke çapında aldığı %32 oyla birinci parti olarak her iki meclisteki çoğunluğu devam edecek.
Kuzey Kore’ye yeni Genelkurmay Başkanı
KUZEY Kore lideri Kim Jong
Un, mayıs ayında Genelkurmay
Başkanlığına atadığı eski Savunma Bakanı Kim Kyok Sik’i
görevden aldı ve yerine Ri Yong
Gil’i getirdi.
Kore Merkezi Haber Ajansı’nın
haberine göre, başkent Pyongyang’daki anıtmezar ziyareti sırasında ülkenin genç liderine eşlik edecek üst düzey görevliler arasında Ri Yong Gil’in isminin de geçtiği belirtildi. Katı tutumuyla
bilinen Kim Kyok Sik’in yerine, hakkında çok az bilgi bulunan Ri Yong Gil’in
ağustos ayında atandığı tahmin ediliyor.
Kısa süre Genelkurmay Başkanlığı yapan Kim Kyok Sik’in, Güney Kore’ye
2010’da düzenlenen ve 50 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırılardan sorumlu
olduğu iddia ediliyor. Uluslararası haber ajansları, Kim Jong Un’un Genelkurmay
Başkanı değişikliğini Güney Kore’yle ilişkilerin nispeten düzelmeye başladığı bir
dönemde yapmasına dikkat çekiyor.
Venezuela’ya
“Mutluluk Bakanlığı”
MART ayında hayatını kaybeden Venezuela Devlet
Başkanı Hugo Chavez’in başlattığı yoksullukla mücadele programları, bundan sonra “Yüksek Sosyal
Mutluluk Bakanlığı” ile koordine edilecek.
Kuruluşunu Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun
duyurduğu bu bakanlık, temel tüketim maddelerinde stokçuluk yapan, fahiş fiyatlar belirleyen
tüccarlara karşı mücadele edecek ve yoksulların
konut, beyaz eşya dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlarını karşılayacak.
Dünyada bir ilk olan “Yüksek Sosyal Mutluluk
Bakanlığı” koltuğuna Başbakan yardımcılarından
Rafael Rios atandı.
Sultan’dan yeni şeriat yasası
BRUNEI Sultanı Has-
sanal Bolkiah, ülkede
altı ay içinde yeni bir
şeriat yasasının yürürlüğe gireceğini açıkladı. Yeni yasa, hırsızlık
yapanların uzuvlarının
kesilmesi ve zina suçu
için recm cezalarını öngörüyor.
Petrol Krallığı olarak
bilinen Brunei Sultan-lığı’nda şeriat mahkemesinin
geçmişte çoğunlukla aile anlaşmazlıklarını çözdüğü
biliniyor. Ülkede Müslümanlar nüfusun üçte ikisini
oluştururken azınlıklar çoğunlukla Budist, Hıristiyan ve yerel inançlılardan meydana geliyor.
Kasım 2013
15
16
Ahiliği hayatımızın merkezine koymak
A
Hayati Yazıcı
Gümrük ve Ticaret Bakanı
Anadolu toprakları, Ahilik gibi
kendinden sonraki zamanları
aydınlatan, etkileyen,
biçimlendiren bir hayat
üslubunu ortaya çıkarmıştır.
Bilgiyi hikmetle, ticareti ahlakla
buluşturmak için Ahiliğe
ihtiyacımız vardır.
Kasım 2013
hilik, bilginin hikmetle buluşmasıdır. Bilgi, hikmetten uzaklaştıkça
insanlığa hizmet etmekten çıkar, ahlaki değerler de o oranda göz ardı
edilir, unutulur. Bugün ne yazık ki dünyada “hikmetsiz bilgi” hakimdir.
Anadolu toprakları, Ahilik gibi kendinden sonraki zamanları aydınlatan, etkileyen, biçimlendiren bir hayat üslubunu ortaya çıkarmıştır. Bilgiyi hikmetle, ticareti ahlakla buluşturmak için Ahiliğe ihtiyacımız vardır.
Koyduğu kurallarla Ahilik, güçlü bir ekonominin ve adaletli bir dünyanın
temellerini oluşturmaktadır. Tarihte ahlakla ticaretin bir araya geldiği,
bütünleştiği en eski sistem Ahiliktir. İş ahlakını toplumsal ahlaktan ayrı
düşünmek mümkün değildir. Ahilik, ekonomik sistemin tüm aşamalarını
planlamış ve standardize etmiştir.
17, 18 ve 19. yüzyıllarda Anadolu’yu gezen, İpek Yolu’nu takip eden
ve gezi notlarını kitaplaştıran yazarların, seyyahların ve diplomatların
hemfikir olduğu husus şudur: “Türklerle ticaret yapıyorsanız hiçbir şeye
ihtiyacınız olmaz ve asla zarar etmezsiniz. Çünkü onlar verdikleri sözü
muhakkak tutarlar.” Bu hakikati ülkemizin yetiştirdiği kıymetli İktisatçı
Profesör Sabri Ülgener şöyle açıklar: “İktisadi yaşayış, nerede ve hangi
zamanda olursa olsun, yalnız mal ve eşya yığınlarının bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir. Bütün o yığınların altında ve
gerisinde kendine has tavır ve davranışlarıyla insan gerçeği yatar.”
Ekonomik analizlerde zayıf olan taraf, insanı çoğunlukla devre dışı
bırakarak olup bitenlere sadece mal ve para akımı gözüyle bakmaktır.
Ekonomi, dizi dizi rakamlar ve tablolardan ibaretmiş gibi görünür. Ama
aslında bu tablolara bu rakamlara ruh ve can veren “insan” unsurudur.
Bugün dünyada hüküm süren maddiyat odaklı ekonomik sistem, insanı
insan olarak değil, sadece bir tüketici olarak gören anlayışı dayatıyor.
Bu dünya ciddi bir sömürge dönemini yaşadı. Bugün dünyanın değişik
yerlerinde yaşanan yoksulluk ve acılar bu anlayışın menfi sonuçlarıdır.
Ahilik yıkmak değil, yapmaktır. Ahilik teşkilatını 12. yüzyılda
Anadolu’da kuran Ahi Evran-ı Veli, Ahiliği şöyle tarif eder: “Ahi; her
şeyde, her ortamda ve her çağda, denge ve düzen tutturandır. Dağıtan
değil toparlayandır. Yıkan değil yapandır.” Bu anlayış, günümüzde en çok
ihtiyaç duyduğumuz değerleri özünde toplamaktadır.
Gerçek manasında baktığımızda Ahilik, sadece bir farkla tam bir
demokrasi hareketidir. O fark da demokrasilerdeki rekabetin yerine
Ahilikte karşılıklı yardımlaşmanın olmasıdır.
17
Ahilikte ben yoktur, biz vardır. Bizim kültürümüzde ötekileştirme
yoktur, kardeşlik vardır. Biz kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de,
tüm insanlık âlemi için de isteriz. Kardeşlik, Ahiliğin temeli ve dayanağıdır. Biz dürüstlük, kardeşlik ve doğruluk ekseninde bir ve bütünüz. Önümüzdeki “çözüm süreci”nde kardeşliğimizi, birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederken, Ahilik tecrübemiz bize önemli bir yol gösterici olacaktır.
Ahilik, tüketici haklarını korumaktır. Ahilik, üretimin toplam kalite
yöntemlerine uygun olarak yapılmasıdır. Ahiler yaklaşık bin yıl önce kaliteli üretim kavramını hayata geçirmişlerdir. Ahiliğin kurduğu ekonomik
sistem tüketicinin haklarını korur. Tüketicinin hakkını koruması gereken
ilk kişi ise “üretici”dir.
Ahilik, maddi üretimi ve buna paralel olarak manevi değerlere sahip
olunması gereken asgari standartları getirmektedir. Bu önemlidir, çünkü
üretimde belli bir standardı sağlamazsanız kalıcılık ve sürdürülebilirlik
mümkün olmaz.
Ahilik, kadınların iktisadi hayatın içinde yer almasıdır. Anadolu esnaflarının kurduğu ilk birlik olan Ahilik teşkilatı içinde yer alan kadınlar
Bacıyan-ı Rum adı altında örgütlenmişlerdi. Ahi Evran-ı Veli’nin eşi
Fatma Hanım’ın, kadınları Ahilik ilkeleri çerçevesinde bir araya getirdiği
Teşkilat, Ahiliğin kadın kollarıdır ve tarihte kurulan ilk kadın teşkilatıdır.
Önceleri Kayseri’de Ahi Evran tarafından kurulan sanayi sitesinde
işlenen derilerin artık yünlerini değerlendirmek için bir araya gelen
kadınlar; Ahilerle birlikte eğitim görmüş, sosyal, siyasi ve iktisadi birçok
alanda faaliyet göstermişlerdir. Kayseri’deki sanayi sitesinde kadınlara
ait iş yerleri vardı. Bacıyan-ı Rum Teşkilatı’na mensup kadınlar bu sanayi
sitesinde el sanatları ve mesleklerini icra eder, kendilerine ait işyerlerinde, belirli bir disiplin ve iş ahlakı ile çalışırlardı. Örneğin 16. yüzyılda
Osmanlı Devleti döneminde çamaşırhane işleten kadınlar vardır. Yine o
dönemde Bursa’daki 387 ipek üretim tezgâhının 170’i kadınlara aittir.
Faslı seyyah İbn-i Battuta birçok Türk yerleşim yerinde Türkmen kadınlarının toplum içindeki faaliyetlerini, iş hayatındaki başarılarını hayranlıkla
anlatmıştır.
Anadolu’da yüzlerce yıldır kadınların satış yaptığı pazarlar vardır. Hâlâ
Anadolu’daki kadınların üretici ve satıcı olarak yer aldığı bu pazarlar,
ürünlerinin tazeliğiyle tercih edilir ve çok güzel bir geleneği temsil eder.
Ahilik, insan yetiştirmektir. İlk sosyolog olarak kabul edilen İbn-i Hal-
dun diyor ki; “Su nasıl suya benzerse, bir milletin geçmişi de geleceğine
öyle benzer.” Biz geçmişimize baktığımızda gurur duyuyoruz. Çünkü
biz tarihî geçmişi en temiz olan, dünyaya en güzel örnekleri sunmuş bir
milletiz.
Bizim bugün yeniden tarih sahnesinde büyük ve güçlü devlet olma
yolunda ilerlerken, toplumsal yapımızı insan odaklı ilkelerle inşa eden,
biçimlendiren düşünce akımlarına ihtiyacımız var. Bilim dünyasından
entelektüel dünyaya kadar, Hoca Ahmet Yesevi, Ahi Evran, Mevlana,
Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, İbni Sina, Mimar Sinan gibi insanlar yetiştirmeye ihtiyacımız var.
Hacı Bayram Veli Hazretleri 9 bin beyitin üzerinde bir eser kaleme
alan talebesine “Bunu yazacağına bir insan yetiştirseydin” demişti.
Fatih Sultan Mehmet’i de ancak Hacı Bayram Veli’nin elinde yetişmiş bir
Akşemsettin yetiştirebilirdi. Öyle olunca Fatih Sultan Mehmet, bir çağı
açıp bir çağı kapatmaktan öte bir medeniyet inşa etmiş ve o medeniyet
içinde binlerce insan yetişmiştir. Kıvılcımı yangına çevirecek feraset ve
asıl marifet budur.
Medeniyetler inşa etmek için önce insan yetiştirmek gerekir. Ahi
Evran’ın eserlerini bugünkü çağın toplumsal yapısına entegre ederek
insan yetiştirmemiz lazım. Bu çağın şartlarında, ama bilgiyle hikmeti
birleştiren ilim adamı yetiştirmemiz lazım.
Ahiliği gelecek nesillere aktarmak yine bizim en önemli görevimizdir.
Bu çerçevede her yönüyle Ahiliği kuşatacak, tekrardan uzak, özgün, başvuru kaynağı olacak bir “Ahi Ansiklopedisi” hazırlatıyoruz. Bakanlık olarak her yıl eylül ayının son haftasında Ahilik kutlamaları yapıyoruz. Bu yıl
Ahilik kardeşliğiyle, dostluk, birlik ve beraberlikle kutladığımız 26. Ahilik
Haftası’nda, ülke genelinde tüm şehirlerimizde programlar yapıldı.
Bizim hizmetlerimizin temelinde insana hizmet vardır. Ahiliğin
de temeli insanın yetişmesidir. Bu anlamda Ahilik bizim köklü devlet
geleneğimizin de önemli bir kaynağıdır. Hükümetimizin “insan” odaklı
politikalarıyla, ülkemizin son yıllarda dünyadaki tüm olumsuz ekonomik
şartlara rağmen gerçekleştirdiği büyümenin, dünya ülkeleri arasında
oluşturduğu farkın temelinde hiç kuşkusuz toplumsal değerlerimizin
harekete geçirdiği iç dinamiklerimiz yer almaktadır.
Ahilik tecrübemiz, geleceğin inşasında sadece ülkemiz için değil, tüm
dünya için yol gösterici olacaktır.
Kasım 2013
18
Kapak
Kasım 2013
Kapak
TAM YOL
DEMOKRASİ
2000’li yıllar gelecekte Türkiye’nin demokrasi
tarihini yazacaklar için birbirinden çarpıcı
notlarla dolu. “Olağanüstü” yılların ardından
atılan adımlar, “daha demokratik ve daha özgür
bir Türkiye”yi hedefliyor.
Kasım 2013
19
20
Kapak
Türkiye’nin
demokratikleşme
yolculuğu
Zeynep Yiğit
“Demokratikleşme Paketi”
yaklaşık bir aydır siyasetin en
sıcak gündem maddelerinden
biri. Bu konuda farklı
görüşler dile getirilmeye
devam ederken, pakette
öngörülen bazı düzenlemeler
yapıldı bile. Görünen o ki
önümüzdeki dönemde hem
paketin yankıları devam
edecek hem de Türkiye’nin
demokratikleşme yolculuğu...
Kasım 2013
1990
’lı yıllar… Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, Soğuk
Savaş’ın sona erdiği zamanlar… Dünyada
özgürlük ve demokrasi rüzgarları eserken Türkiye’de “olağanüstü hal”in yaşandığı dönemler… Terörün tırmanışa
geçtiği, insan hakları ihlallerinin gündemden düşmediği,
faili meçhul cinayetlerin birbirini izlediği günler… Bir de
Başkent sokaklarında tankların yürütüldüğü, millet iradesi
için tehlike çanlarının çaldığı “postmodern” süreçler…
1990’lar demokrasi açısından pek parlak değil Türkiye’de.
Aslında öncesi de öyle. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül
1980, demokrasinin darbe yediği tarihler. İdam sehpaları,
yasaklar, baskılar, işkencelerle insan haklarının postallar
altına alındığı, acının kol gezdiği dönemler, demokrasinin
de ülkenin de kara kışı; kötü yazgısı...
2000’li yıllar Türkiye’nin demokrasi tarihinde yeni bir sayfa… 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerin ardından atılmaya
başlanan adımlar, Türkiye’nin daha demokratik, daha özgür
bir ülke olması; devlet ile millet kucaklaşmasının sağlanması;
huzur, güven ve refah ortamı içinde geleceğe yol alınması
amacına yönelik. Bu çerçevede gerçekleştirilen ilk büyük
hamle ise Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamasının sona erdirilmesi. 30 Kasım 2002 tarihinde OHAL ile ilgili dört aylık
yeni bir uzatma kararı alınmaması on beş yıl süren bir dönemin de sonu. Terör nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Kapak
bölgelerindeki bazı illerde 1987’de uygulanmaya başlanan OHAL’in tarihe
karışması tüm Türkiye’de “olağan”
yönetim şekline dönülmesi açısından
önemli bir gelişme.
2000’li yılların başlarında demokratikleşme adına altı çizilmesi gereken bir başka nokta Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nin (DGM) kaldırılması.
Güvenlik-özgürlük dengesinde güvenliğin ön plana çıkarılmasının bir
göstergesi olarak değerlendirilen ve
uygulamalarıyla çeşitli eleştirilere
hedef olan DGM’lerin yargı sistemi
içinde yer aldığı tarihler 1973-2004
arası. DGM’lerin yerine kurulan Özel
Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin
kaldırıldığı yıl ise 2012.
Millî Birlik ve
Kardeşlik Projesi
Demokratikleşme sürecindeki kilometre taşlarından biri, 2009 yazında başlatılan “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi”.
Türkiye’nin demokrasi standartlarını
yükselterek terörü sona erdirmeyi,
toplumsal barış ve kardeşliği sağlamayı amaçlayan proje çerçevesindeki
çalışmalar devam ediyor. Türkiye’nin
demokratik değişim ve dönüşümüne
yönelik reformlar insan haklarından
eğitime, yargı alanından yerel yönetimlere kadar çok geniş bir yelpazeyi
kapsıyor. Başbakanlık Kamu Düzeni ve
Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanan
Sessiz Devrim kitabında, “İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi
Alanında Atılan Adımlar” özetle şöyle
belirtiliyor: “İşkenceye sıfır tolerans
politikası başarıyla hayata geçirilmiştir. Faili meçhuller ve yaşam hakkı
ihlalleri ülke gündeminden çıkarılmıştır. Gözaltı koşulları iyileştirilmiş ve
kolluk merkezleri modernleştirilmiştir.
Ölüm cezası kaldırılmıştır. Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına
dayalı olarak yargılamanın yenilen-
mesi yolu açılmıştır. Temel haklara ilişkin uluslararası antlaşmalar iç hukuk sisteminde üstün bir konuma taşınmıştır. Şeffaf bir yönetim için bilgi edinme hakkı
getirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olarak siyasal ve sosyal
alandaki örgütlenme ve hak arama özgürlüğünün sınırları genişletilmiştir. Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı getirilmiştir. Kamu Denetçiliği Kurumu ve
Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurulmuştur. Azınlıklara ait cemaat vakıflarının
mülk edinmeleri kolaylaştırılmış ve önceki yıllarda el konulan çok sayıda taşınmaz
başvuruları üzerine cemaat vakıfları adına kaydedilmiştir. Memurların sendikal
hakları güçlendirilmiş ve kamu görevlilerine toplu sözleşme imkanı getirilmiştir.
Kişisel verilen korunması ilkesi anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Tutuklu ve
hükümlülerin, yakınlarının cenazesine katılmalarına ve ağır hastalık durumlarında ziyaret edebilmelerine imkan tanınmıştır. Çocuk hakları güçlendirilmiştir.
On sekiz yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemeleri’nde yargılanması
sağlanmıştır. Çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara bilinçli ve etkili bir şekilde müdahale edilmesi amacıyla Çocuk Hakları İzleme ve
Değerlendirme Kurulu ve Çocuk İzlem Merkezleri kurulmuştur. Kadın hakları
güçlendirilmiştir. Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair
Kanun yürürlüğe girmiştir.”
12 Eylül’e yargı yolu açıldı
“Bir sağdan astık bir soldan”… 12 Eylül adaleti ve uygulamaları 33 yıl sonra yargı
önünde. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın yargılandıkları ve haklarında
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının istendiği dava karar aşamasına gelmiş durumda. 12 Eylül 1980 askerî darbesini gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi üyeleri
hakkında soruşturma ve yargılama süreçlerinin başlatılması demokratikleşme
çalışmalarının bir parçası. “Sivil Gözetim ve Denetim Alanında Atılan Adımlar”
ise bu konuyla sınırlı değil. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi; Millî
Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin asker olması şartının kaldırılması; askerî
yargının yetki alanının daraltılması; şehirlerde meydana gelen toplumsal olaylara
valilerin daveti olmaksızın müdahale edilebilmesinin önünü açan Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü’nün kaldırılması; bazı kamu kurum ve
Kasım 2013
21
22
Kapak
kuruluşlarındaki askerî üye uygulamasına son verilmesi;
Yüksek Askerî Şura kararlarına yargı yolunun açılması bu
başlık altında ele alınan düzenlemeler arasında.
Demokratikleşme sürecinde “Yargı Reformu” önemli bir
yer tutuyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)
ile Anayasa Mahkemesi’nin daha demokratik ve çoğulcu
bir yapıya kavuşturulması amacına yönelik düzenlemeler;
adil ve hızlı yargılamaya dönük iyileştirmeler; tutuklama,
arama, telefon dinlenmesi gibi tedbirlere karar vermek
üzere Özgürlükler Hakimi uygulamasının başlatılması;
Aile Mahkemeleri’nin kurulması; hükümlüyü sosyal hayata
hazırlamak amacıyla Denetimli Serbestlik uygulamasının
kapsamının genişletilmesi; ifade hürriyeti ve basın-yayın
özgürlüğü kapsamında ileriye yönelik yayın durdurma cezalarının kaldırılması yargı alanındaki reformlar arasında
sayılıyor.
“Talepler endişe ve tepkiyle karşılandı”
“Önümüzdeki kasette Kürtçe bir şarkı yapıyorum. Kürtçe bir
de klip çekiyorum. Bu klibi yayımlayacak yürekli insanların
olduğunu biliyorum”… Ahmet Kaya, 12 Şubat 1999 tarihinde
Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde söylediği bu
sözler nedeniyle bir grup tarafından protesto edildi; sahneye çatal-bıçak fırlatanlar oldu. 14 yıl önceden bugüne çok
şey değişti. Örneğin Türkçe dışında farklı dil ve lehçelerde
radyo ve televizyon yayını yapılmasının önündeki engeller
kaldırıldı.
Protesto edildiği o gecenin ardından Türkiye’den ayrılan
Ahmet Kaya’ya gelince… 2013 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür
ve Sanat Büyük Ödülü, müziği, yorumu ve söylemiyle farklı
görüşlerden çok sayıda insanı bir araya getirdiği gerekçesiyle
müzik alanında merhum Ahmet Kaya’ya verildi.
“Kültürel Hakların Genişletilmesi ve Eğitim Alanının
Demokratikleştirilmesine Yönelik Adımlar”, Türkiye’nin
demokrasi yolculuğunda oldukça önemli. Sessiz Devrim
kitabında bu konuyla ilgili şu değerlendirmelerde bulunuluyor: “Yakın tarihimizde devlet yöneticilerinin davranışlarını
belirleyen en önemli reflekslerden birinin yersiz korkular ve
tabular olduğu söylenebilir. Özellikle ‘bölünme korkusu’ ve
‘topluma güvensizlik’ nedeniyle son derece masum ve demokratik talepler endişe ve tepkiyle karşılanmıştır. 1991’de
kaldırılan, düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı için sağ
ve sol yelpazeden pek çok yazarın cezalandırılmasına neden
olan Türk Ceza Kanunu’ndaki 141, 142 ve 163. maddeler,
Kürtçe konuşma, şarkı/türkü söyleme ve yayın yapmanın yasak olması gibi geçmişte bıraktığımız uygulamalar sahip olunan korku ve endişenin büyüklüğünü göstermektedir. Benzer
Kasım 2013
Demokratikleşme
sürecinde
sağlık ve sosyal
güvenlik alanlarında da pek
çok düzenleme yapıldı.
şekilde farklı dillerde yayın yapılabilmesi, vatandaşlarımızın kendi dillerini
öğrenebilmeleri, ülkemizdeki farklı dil
ve lehçelerle ilgili üniversitelerimizde
bölümler açılabilmesi, cezaevlerindeki
tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla
ana dillerinde görüşebilmeleri gibi son
derece insani uygulamalar ancak büyük
tepkiler göğüslenerek gerçekleştirilebilmiştir.”
Sağlık ve sosyal
güvenlik reformları
Demokratikleşme sürecinde sağlık ve
sosyal güvenlik alanlarında da pek çok
düzenleme yapılmış durumda. Bunlardan birkaçının satır başları şöyle:
“Türkiye’deki devlet hastaneleri ve SSK
hastanelerinin Sağlık Bakanlığı çatısı
altında birleştirilmesi; Aile Hekimliği
uygulamasının hayata geçirilmesi;
halk sağlığını korumak amacıyla kapalı alanlarda sigara içilmesinin yasaklanması; toplu konut projelerinin
yaygınlaştırılması; Köylerin Altyapısını
Destekleme (KÖYDES) ve Belediyelerin
Altyapısının Desteklenmesi (BELDES)
projelerinin uygulamaya konulması;
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyal kalkınmasına yönelik olarak
Kapak
Sosyal Destek Programı’nın (SODES)
başlatılması; kamu kesimi, özel kesim
ve sivil toplum kuruluşları arasında işbirliğini geliştirmek ve yerel potansiyeli
harekete geçirmek amacıyla Kalkınma
Ajansları’nın kurulması; engellilerin,
şehit yakınlarının ve gazilerin hayatlarını kolaylaştırmaya yönelik sosyal
politika uygulamalarının hayata geçirilmesi; çeşitli nedenlerle köylerinden
ayrılan ailelerden geri dönmek isteyenlerin iskan edilmeleri amacıyla Köye
Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi’nin
başlatılması; terör mağdurlarının zararlarının tazmin edilmesi.”
Seçim sistemi için
üç alternatif
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
30 Eylül 2013 tarihinde açık ladığı
“Demokratikleşme Paketi”, 2002’den
bu yana gerçekleştirilen reformların
önemli bir aşaması. Paket yaklaşık bir
aydır siyasetin en sıcak gündem maddelerinden biri. Yankıları daha uzun süre
devam edeceğe benzeyen pakette, yeni
seçim sisteminin nasıl olması gerektiği
konusunda üç alternatif tartışmaya
açılıyor: Mevcut sistemle, yani yüzde 10
barajıyla devam etme. Barajı yüzde 5’e
çekip 5’li gruplandırmayla Daraltılmış
Bölge Seçim Sistemi’ni uygulama. Ülke
barajını tamamen kaldırarak Dar Bölge
Seçim Sistemi’ni getirme.
Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına
göre “Demokratikleşme Paketi”nde yer
alan diğer maddeler özetle şöyle: Siyasi
partilere devlet yardımının kapsamı
genişletiliyor. Devlet yardımı için yüzde
7 olan mevcut oran yüzde 3’e çekiliyor. Seçime katılan siyasi partilerden
yüzde 3’ü aşan oranda oy alanlara da
Hazine’den ayrılan toplam kaynak
içinden devlet yardımı yapılması öngörülüyor. Siyasi partilerin teşkilatlanmalarına kolaylık getiriliyor; ilçede
teşkilatlanma için beldelerde teşkilat
kurma zorunluluğu kaldırılıyor. Siyasi partilerde eş genel başkanlığın önü açılıyor.
Tüzüklerinde yer alması ve iki kişiden fazla olmaması kaydıyla partilere eş genel
başkanlık sistemini uygulama imkanı getiriliyor. Seçim Kanunu hükümlerine göre
oy verme hakkına sahip olan herkesin siyasi partilere üye olabilmesinin önü açılıyor.
Siyasi partiler ve adaylar tarafından yapılacak her türlü propagandada Türkçenin yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesi mümkün hale geliyor. Aynı şekilde
ön seçimlerde farklı dil ve lehçelerde propaganda imkanı getiriliyor.
Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu
Nefret saikiyle işlenmesi durumunda belirli suçların cezası artırılıyor. Belirli suçlar,
kişinin dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı,
dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse ceza daha da ağırlaşıyor. Kişinin, inançlarının
gereğini yerine getirmesi dolayısıyla belli haklarını kullanmasını, belli haklardan
yararlanmasını engelleyenler ceza kapsamına alınıyor. Bu sebeple işlenen suçun
cezası da 1 yıldan 3 yıla kadar artırılıyor. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu
kuruluyor. Dinî inancın gereğinin yerine getirilmesinin engellenmesi ceza kapsamına alınıyor. Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla
bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin
tercihlerine müdahale edenlere ya da bunları değiştirmeye zorlayanlara 1 yıldan 3
yıla kadar hapis cezası getiriliyor. Türk Ceza Kanunu’nda belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyide kaldırılıyor.
2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanun’da önemli değişiklikler yapılıyor. Toplantı yer ve güzergahının belirlenmesinde katılımcılık sağlanıyor.
Ayrıca toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin süreleri uzatılıyor. Açık yerlerde güneşin
batışından bir saat önceye kadar sürebilen toplantılar, güneş batmadan dağılacak
şekilde; kapalı yerlerde saat 23:00’e kadar süren toplantılar da saat 00:00’a kadar
yapılabilecek.
Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önü açılıyor. Köy isimlerinin
değiştirilmesinin önündeki yasal engeller kaldırılarak 1980’lere kadar kullanılan
tarihî isimlerin yeniden alınması mümkün kılınıyor. Kişisel verilerin korunmasına
yasal güvence getiriliyor. Roman vatandaşların dil ve kültürleri ile karşılaştıkları
sorunlara yönelik araştırmalar yapmak, çözüm önerileri üretmek amacıyla Roman
Dil ve Kültür Enstitüsü kuruluyor.
TBMM’de tarihî gün
“Demokratikleşme Paketi”nde yer alan bazı düzenlemeler kısa sürede hayata geçirildi. Kamuda başörtüsü yasağının kaldırılmasının ardından 31 Ekim 2013’te dört
kadın milletvekilinin Genel Kurul Salonu’na başörtüsüyle girmesi sonucu TBMM’de
tarihî anlar yaşandı. Geçen yıl ortaokullarda kaldırılan Öğrenci Andı uygulaması
ilkokullarda da sona erdi. Dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırı olarak bilinen Mardin’deki Süryani Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı
arazisi Manastır Vakfı’na iade edildi. Yardım toplamadaki kısıtlamalar kaldırıldı.
Nevşehir Üniversitesi’nin adı “Nevşehir Hacı Bektaş Veli”, Siirt’in Aydınlar ilçesinin
adı “Tillo” olarak değiştirildi.
Görünen o ki Türkiye’nin demokratikleşme yolculuğu yeni reformlarla sürüyor.
2000’li yıllar ve yaşadığımız günler, gelecekte ülkemizin demokrasi tarihini yazacaklar için birbirinden çarpıcı notlar tutmaya devam ediyor.
Kasım 2013
23
24
KapakSöyleşi
Başbakan Yardımcısı
Beşir Atalay:
11 yılda
sessiz devrim
yaptık
Türkiye’nin demokratik değişim ve dönüşüm sürecinde çok ileri adımlar atıldığını belirten Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, “11 yılda sessiz devrim yaptık.
Bu süreçteki yasal düzenlemeler Meclis’in eseridir. Dolayısıyla demokratikleşme icraatlarının en büyük ortağı parlamentodur” dedi.
Söyleşi: Songül Baş Fotoğraflar: Elif Çelik
Kasım 2013
KapakSöyleşi
Demokratikleşme çalışmalarını başlattığınız 2002 yılında nasıl bir Türkiye
tablosu vardı?
Demokrasi bağlamında bizim gördüğümüz tablo şuydu; Türkiye anormallikler yaşıyordu, normal bir demokrasi
işlemiyordu. Ülkenin yaklaşık üçte
birinde yıllardır süren, 47 defa uzatılmış Olağanüstü Hal vardı. Türkiye
demok rasi açısından, özellik le de
devlet-vatandaş ilişkileri bakımından
çağdaş bir görüntü içinde değildi. Biz
Türkiye’yi normalleştirme mücadelesi
vermek üzere yola çıktık. Parti programımız, seçim beyannamelerimiz ve
hükümet programlarımızda demokratikleşmeyi daima başa aldık. Bunu AK
Parti’nin temel misyonu gibi gördük,
öyle algıladık.
Devlet-vatandaş ilişkilerindeki sorun
neden kaynaklanıyordu?
Olağanüstü Hal dönemlerinde normal
hukuk sistemi bir kenara konuluyor;
olağanüstü bir yönetim uygulanıyor,
pek çok keyfilik oluyor. O dönemlerle
alakalı bugün hâlâ konuştuğumuz,
tartıştığımız şeyler var; işkenceler,
faili meçhuller, yargısız infazlar, toplu
ölümler… Ayrıca terör unsurlarıyla
vatandaş adeta birbirine karıştırılmış.
Önyargılarla vatandaşlara karşı haksız, adaletsiz uygulamalar, zulümler
yapılmış.
Bir sosyolog olarak o zamanlar pek
çok toplumsal analiz gerçekleştirdim.
Türkiye’de devletle vatandaş arasında
büyük sorunlar vardı. Bu sadece terörün olduğu bölgedeki Kürt vatandaşlarla ilgili değildi. İnancını yaşamak
isteyenler için de engeller vardı. Kıyafet
engeli nedeniyle kızlarımız travmalar
yaşadı; okuluna gidemedi, eğitimini
yarıda bıraktı, mesleğinden istifa etti.
Alevi vatandaşların başka sorunları
oldu. Yani toplumun hangi kesimine
baksanız şunu görüyordunuz; devlet
kendi vatandaşıyla güvene dayalı bir ilişki yürütemiyordu. Biz Türkiye’nin normalleştirilmesi sürecinde vatandaşın devlete güveninin sağlanmasına büyük önem ve
öncelik verdik.
Demokratikleşme sürecinde ilk atılan adımlar neler oldu?
3 Kasım 2002 tarihindeki seçimlerin ardından hükümetimiz ilk Bakanlar Kurulu toplantısını 19 Kasım 2002’de yaptı. Bizim ilk icraatımız Olağanüstü Hal’in
kaldırılmasıdır diyebilirim. Süresi 30 Kasım 2002’de doluyordu. Yeni bir uzatma
kararı alınmadı ve Olağanüstü Hal kaldırıldı. Türkiye bunun ferahlığını hemen
hissetti. Daha sonra Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldı. 28 Şubat sürecini
hatırlarsanız, alternatif hükümet konumunda olan Millî Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği’nin yapısı yeniden düzenlendi ve Millî Güvenlik Kurulu’nun sekretaryasını yürüten bir büro haline getirildi.
Avrupa Birliği ile ilgili çok büyük adımlar attık. 60 yıldır adeta beklemede olan
Avrupa Birliği sürecini canlandırdık. Bu noktada özellikle şunu düşündük; Türkiye’yi
normalleştirmede Avrupa Birliği rüzgarını da arkamıza almalıyız. Yoksa iç mekanizmalarla Türkiye’de istediğimiz normalleşmeyi, sivilleşmeyi sağlamamız zordu.
Bu bilinçli bir şeydir. Yani Avrupa Birliği standartları, Kopenhag Kriterleri, Maastricht Kriterleri’nin Türkiye’nin normalleşmesine katkı vereceğini düşündük. Daha
hükümet olduğumuz ilk günlerde çok hızlı bir Avrupa Birliği seferberliği başlattık.
Dolayısıyla Avrupa Birliği sürecini daima çok önemli gördük, halen de görüyoruz.
Son 11 yıllık süreçte sizin dönüm noktası olarak gördüğünüz tarihler, düzenlemeler
nelerdir?
Birinci dönüm noktası 3 Kasım 2002 tarihindeki seçimle milletin yaptığı değişimdir. İkincisi, daha önce ifade ettiğim gibi, Millî Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği’nin yapısının yeniden düzenlenmesidir. Üçüncüsü ve en önemlisi 27
Nisan’daki bildiri karşısında hükümetin duruşu ve 28 Nisan’da yaptığı açıklama-
Kasım 2013
25
26
KapakSöyleşi
dır. Ben onu sadece bizim dönemimizde değil, Türkiye’nin demokratikleşme
tarihinde en önemli köşe taşı olarak
görüyorum. Dördüncüsü cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle
ilgili Anayasa değişikliğidir. Bir başka
dönüm noktası 12 Eylül 2010 tarihindeki Anayasa referandumudur. Bu referandumda pek çok demokratikleşme
adımı var, ama bana göre en önemli
vurgu yargı reformudur. Yani hem Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun
hem de Anayasa Mahkemesi’nin yeniden düzenlenmesidir.
Bu noktada şunu belirteyim; “Türkiye’de demokrasi açısından en önemli
sorun neydi?” diye sorarsanız, “Siyasetin üzerindeki vesayetti” derim. Demokrasinin özü millet iradesinin sandığa, sandığın da parlamentoya yansıması
ve parlamentodan çıkan hükümetin
ülkeyi yönetmesidir. Ama bu olmuyordu. Bana göre siyasetin üzerindeki en
etkili iki vesayetten biri askerî vesayet,
diğeri yargı vesayetiydi. Biri zaman
zaman değişik gerekçelerle millî iradenin oluşturduğu hükümeti görevden
uzaklaştırıp onun yerini almış, diğeri
de yasaların Anayasa’ya uygunluğunu
denetlemesi gerekirken birçok parti
kapatmış. Doğrusu 11 yıla baktığımızda
ayrıntılı olarak düzenlemelere değinilebilir, ama birçok Anayasa değişikliği,
yasa değişikliği ve uygulamayla bu vesayet sistemleri büyük oranda giderilmiş
durumdadır bugün.
Sorunuzla ilgili olarak ifade edilmesi
gereken bir başka noktayı saydamlık politikası oluşturuyor. Şu anda
Türkiye’de Saydamlığın Artırılması ve
Yolsuzlukla Mücadelenin Güçlendirilmesi Komisyonu’nun da başkanıyım.
Türkiye’nin giderek şeffaflaşması, yani
devletin, kamunun vatandaşa her boyutuyla açılması, mali denetimin yapılmadığı kurumun kalmaması, Bilgi Edinme
Hakkı Kanunu gibi vatandaşın devlette,
kamuda olan her şeyi öğrenmesini
Kasım 2013
“Siyasetin
üzerindeki
en etkili iki
vesayetten biri
askerî vesayet,
diğeri yargı
vesayetiydi.”
sağlayacak adımlar atılması demokratikleşmenin önemli boyutları. Saydamlık olmadan demokrasi olmuyor. Vatandaşın
ne olup bittiğini denetlemesi için bilmesi gerekiyor. Bu da
saydamlık politikalarıyla oluyor.
Demokratikleşme çalışmalarına yönelik toplumsal desteğe ilişkin düşünce ve gözlemleriniz nelerdir?
Toplumun genelinde büyük bir destek olduğunu biliyoruz.
Seçim sonuçları bunun bir göstergesi. Türkiye’yi normalleştirme, demokratikleştirme adımlarımız toplumun genelinden büyük destek aldı ki biz her seçimde oyumuzu artırdık.
2002’deki ilk seçimde oyumuz yüzde 34’tü, ikincide yüzde
47 oldu, üçüncüde yüzde 50’ye çıktı. Son ekim ayı kamuoyu
yoklamalarında yüzde 52 olarak görülüyor. Yani toplum bize
büyük kredi veriyor ve bizi destekliyor.
Sivil toplum kuruluşlarıyla barışık bir hükümetiz. Hem
ekonomideki hem de diğer alanlardaki STK’larla önceki hükümetlerin hep sorunları olmuş. Şu anda herkesle iyi diyalogların sürdürüldüğü bir dönemdeyiz. Bu da demokratikleşme
adımlarımıza yönelik toplum desteğinin bir başka göstergesi
olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’de reformcu bir hükümetin olması dünya kamuoyunun da dikkatini çekiyor. İlk iktidar olduğumuzda bizden
çekiniliyordu, “İşte şöyle gelenekten geliyorlar, yarın baskıcı
uygulamalar mı olacak” gibi endişeler vardı. Ama tam aksine
şimdi “Evet, İslamcı gelenekten geliyorlar, muhafazakar demokratlar, ama Türkiye’de reformlar yapıyorlar, demokrasiyi
geliştiriyorlar” deniliyor. Türkiye bu şekilde anılır oldu.
30 Eylül’de açıklanan “Demokratikleşme Paketi”ni ve buna yönelik çeşitli eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle şunu ifade edeyim; bu paket sadece çözüm süreciyle ilgili belli kesimleri değil, bütün toplum kesimlerini
KapakSöyleşi
“Genel olarak
Demokratikleşme
Paketi çok büyük bir
memnuniyet uyandırdı.
‘Şunlar yok’ diyenler
olacaktır, biz de
diyoruz zaten. İçinde
olmasını istediğimiz,
son ana kadar üzerinde
çalıştığımız birkaç konu
pakete giremedi, çünkü
yeterince olgunlaşmadı.”
ilgilendiriyor. Bu pakette pek çok değişik kesimin görüşlerini aldık, ama hiç
kimseyle oturup da bir pazarlık içinde
olmadık. Çok kapsamlı bir hazırlık
yaptık. Paketteki her unsurun altında
koca bir dosya var; yani o konunun
geçmişi, mevzuatımızdaki durumu,
başka ülkelerdeki uygulamaları, Avrupa Birliği ülkeleri mukayeseleri vs...
Bizim 11 yılda bir defada açıkladığımız
en kapsamlı paket bu. Tasnifi şöyle
yaparsak; bir kısmı Bakanlar Kurulu
kararı, yönetmelik gibi idari tasarruflarla sağlanabilecek düzenlemeler.
Onlar yapıldı bayramdan önce. “Andımız” ilkokullarda kaldırıldı; yardım
toplamayla ilgili yönetmelikteki değişiklikle Kurban Bayramı’nda herkes
rahat etti; Vakıflar Meclisi toplanarak
Mor Gabriel Manastırı’na ait arazinin
iade edilmesini sağladı. Bu bir sorundu, uluslararası alanda da önümüze
geliyordu. Kılık Kıyafet Yönetmeliği
değiştirildi. Kamuda kıyafet özgürlüğü Türkiye’de çok sorun olmuştu.
Özellikle hanımların başörtüsünde
bu simgelendi, Türkiye’de neredeyse
demokrasinin önemli simgelerinden biri haline geldi 28 Şubat sürecinde. Dolayısıyla kamuda bu özgürlüğe kavuşulması Türkiye’nin normalleşmesinin bir ifadesi.
Milletvekillerimizin başörtüleriyle Genel Kurul’a girmelerinde Meclis’in gösterdiği
olgunluk ise takdire şayan. Normalleşmenin çok önemli bir simgesi. Meclisimizi
kutluyorum. “Demokratikleşme Paketi”nde açıkladığımız Roman Dil ve Kültür
Enstitüsü’nün kurulması çalışmaları da başladı.
Paketteki diğer kısımların hepsi yasal düzenlemeyle ilgili; ya yeni ihdas ya da
değişiklik öngörüyoruz. Bu hususların hepsini tasarı olarak gönderiyoruz; Nevşehir
Üniversitesi’nin isminin değiştirilmesinde olduğu gibi. Diğer konuları da tasarı olarak imzaya açtık; şu günlerde Meclis’e gidebilir. Bu maddelerin bir kısmı siyasetin
alanını rahatlatan, siyasete katkı sağlayan demokratikleşme adımları. Seçim barajı
ilk defa tartışmaya açıldı. Biz bir tek o konuda karar vermedik; üç alternatif sunduk, tartışılsın ve olgunlaşsın diye. Yüzde 10 baraj; yüzde 5 baraj, ama daraltılmış
5’li bölge veya sıfır baraj ve dar bölge sistemi. Bunlar tartışılacaktır. Siyasi partilere
Hazine yardımında yüzde 7 barajını yüzde 3’e düşürüyoruz. Bununla siyasi partilere
mali desteğin artması, daha rahat siyaset yapılabilmesi amaçlanıyor. Siyasi partilere
üyelikte tek bir ölçüt getiriliyor; bir kişi oy kullanabiliyorsa siyasi partiye de üye
olabilmeli diyoruz. Pakette siyasi partilerin teşkilatlanmalarına kolaylık getirilmesi,
tüzüklerinde yer alması ve iki kişiden fazla olmaması kaydıyla partilerde eş başkanlık sisteminin önünün açılması gibi daha pek çok husus yer alıyor. Paketle birlikte
ilk defa hayat tarzı kavramını Ceza Kanunu’na sokmuş olduk. İnsanların dili, dini,
inancı, etnik yapısı gibi sebeplerle tercih ettiği hayat tarzına müdahaleye ciddi bir
müeyyide getiriyoruz. Bu da özgürlük anlamında çok ileri bir mesaj. Yine toplantı ve
gösteri yürüyüşlerinin kolaylaştırılması, özel okullarda anadilde eğitim, ayrımcılıkla
mücadele, kişisel verilerin korunması gibi çok önemli başlıklar pakette yer alıyor.
Genel olarak “Demokratikleşme Paketi” çok büyük bir memnuniyet uyandırdı.
“Şunlar yok” diyenler olacaktır, biz de diyoruz zaten. İçinde olmasını istediği-
Kasım 2013
27
28
KapakSöyleşi
miz, son ana kadar üzerinde çalıştığımız birkaç konu oraya giremedi,
çünkü yeterince olgunlaşmadı. Alevi
vatandaşlarımızla ilgili düşüncemiz
sadece Nevşehir Üniversitesi’nin isminin değişmesi ve orada bir enstitü
kurulması değildi. Mesela cemevlerinin statüsüyle ilgili bir düzenleme
yapmak istiyorduk, ama kendileriyle
gerçekleştirilen görüşmeler neticesinde de konu tam olgunlaşamadı. Birçok
kişinin “tamam, işte böyle olmalı”
diye içine sindireceği bir sonuca varılamadı. Ruhban Okulu meselesi de
öyle. Ama bunlar üzerinde çalışmalar
devam ediyor.
O halde demokratikleşme adımlarını
önümüzdeki dönemde de beklemeliyiz...
Elbette. Bu çalışmalar devam edecek.
Ama şunu da söyleyeyim; bu dönemki
Meclis yaklaşık 1,5 yıl sonra bitiyor.
Bu Meclis’ten bir sivil anayasa bekleniyordu; maalesef 2,5 yıl geçti, şu
anda o sağlanmış değil. Türkiye’de
hâlâ bir ihtilal döneminin anayasası
var. Birçok maddesi değişmiş olsa da
özü o. Yani bu Meclis sivil bir anayasa
yapmayı başaramadıkça Türkiye’de
istediğimiz manada ileri demokrasiyi
sağlamak zor.
Son 11 yıla dair pek çok şey ifade
edilebilir. Şu anda dönüm noktaları
olarak ilk ak lıma gelenleri sizinle
paylaştım. Hazırlattığım ve bizzat
üzerinde çalıştığım Sessiz Devrim kitabı Türkiye’nin demokratik değişim
ve dönüşümünün öyküsünü kronolojik olarak anlatıyor. Bu süreçteki
anayasa değişikliği, yasalar vs. hepsini
parlamento gerçekleştirdi. Dolayısıyla
“sessiz devrim”deki icraatın en büyük
or tağ ı parla mentodur. Ben Sessiz
Devrim kitabını milletvekillerimizin
incelemesini, bunu 11 yılda demokrasimizin geldiği yer, parlamentonun
ve millî iradenin kazandığı güç olarak
Kasım 2013
değerlendirmesini çok arzu ederim. Meclis’in bu “sessiz devrim”i sahiplenmesi
çok önemli.
Son olarak çözüm sürecinde geldiğimiz noktayla ilgili değerlendirmelerinizi alabilir
miyiz?
Çözüm süreci de Türkiye’nin normalleşmesinin bir parçası. Türkiye hem etnik
hem de inanç farklılıklarını içinde taşıyan bir ülke. Bizim amacımız bütün
farklılıkların ülkemizde gönül hoşluğuyla, özgürce yaşamasıdır. Bu ülkedeki her
vatandaşın, her inanç grubunun, her etnik grubun kendini ifade edebilmesidir.
Tabii bunların önünde terör ciddi bir engel. Terör bittiğinde ülkemiz o manada
daha da normalleşecek, her kesimin hak ve hukukuyla ilgili daha ileri adımlar
atılabilecek, Türkiye daha demokratik bir ülke haline gelecektir. Terörü bitirme
yönünde son attığımız adım çözüm süreci. Şu son on aydır en azından terör olayı
yaşanmıyor, süreç devam ediyor, diyaloglar sürüyor. Buradaki hedef terörün sona
ermesi, şiddetin bitmesi, silahların bırakılması ve siyasetin bütün sorunları görüşmesi. Terörle varılacak bir yer yok, silahla alınacak bir mesafe yok. Gelsinler,
demokrasinin içinde mücadele etsinler. Genel Başkanımızdan başlayarak AK
Parti kadroları olarak bizler, hayatın değişik yerlerinde pek çok haksızlıkla karşılaşarak buraya geldik. Ben 28 Şubat sürecinin mağdurlarından biriyim. Ama
biz hiçbir yerde yasa dışı, hukuk dışı yöntemler içinde hak aramaya kalkışmadık.
Siyasi partimizi kurduk, haksızlıkları dile getirdik, milletin desteğini aldık.
Şimdi o günlerde haksızlık olarak gördüğümüz her şeyi demokrasi ve hukuk
çerçevesinde değiştiriyoruz. Yani herkes demokrasinin, siyasetin içinde mücadelesini versin. Şu anda diyaloglar sürüyor. Biz hükümet olarak çok kararlıyız,
o konuda elimizden gelen bütün çabayı gösteriyoruz. Ama bu işin zorlukları var,
öyle bir-iki ayda çözülen şeyler değil, kökü derinlerde. Dolayısıyla daha sabırlı
olmak gerekiyor. Biz işin mahiyetini iyi biliyor, büyük bir sabırla sürdürüyor ve
umudumuzu hep koruyoruz.
KapakGörüş
Milletvekilleri ne diyor?
AK Parti, CHP, MHP ve BDP’den milletvekillerine
“Türkiye’nin demokratikleşme süreci”ni sorduk. Son
açıklanan “Demokratikleşme Paketi”nden başlayarak
bugüne kadar atılan adımları değerlendiren vekiller,
farklı görüşler dile getirdi.
İdris Bal
AK Parti Kütahya Milletvekili
D
ünyanın neresinde olursa olsun
barış, huzur ve ka lk ınma için
devlet-halk kucaklaşması esastır. Bu
olmazsa olmaz bir ön şarttır. Devletle
halk kucaklaşması nasıl sağlanır? Bu;
devletin vizyonu, felsefesi ve bakışıyla
halkın vizyon, felsefe ve bakışının örtüşmesiyle olur. Bunun için ne olması
lazım? Devletin hizmetkar ve halkıyla
barışık olması; halkın da hangi siyasi
görüş, etnik veya dinsel gruptan olursa olsun devletine güvenmesi, yani
devletin yargısına, polisine, askerine,
memuruna güvenmesi lazım. Bunun
içinse demokrasi gerekir. Demokrasinin olmadığı yerlerde devletinize güvenemezsiniz, devletinizden korkarsınız.
Çünkü böyle yerlerde iletişim kanalları kapalıdır. Medya bağımsız ve tarafsız değildir, kontrol
altındadır, sansürlenmektedir.
Halbuki medya bağımsız ve
tarafsız olmalı, medya
patronları mümkünse başka bir işle uğraşmamalıdır. Yargı
bağımsız ve ta-
rafsız olmalıdır. İnsanlar hangi inanca
sahip olursa olsun inanç hürriyetini
yaşamalıdır, onların özel hayatlarına
müdahale edilmemelidir. Üniversiteler
bağımsız olmalı, üniversite hocaları,
medya, düşünce kuruluşları bağımsız
analizler yapabilmeli, eleştiriler ve
öneriler ortaya koyabilmelidir. Başka?
Hasır altına süpürülmüş, kronikleşmiş
sorunlar mertçe önümüze konulmalı
ve çözülmelidir. İşte son 10 yıllık süre
içinde ben bu yönde gayretler gördüm.
Çalıştaylar, toplantılar, açılımlar yapıldı. Alevi vatandaşlarımızla alakalı,
terör sorununun çözümüyle ilgili, anayasal değişikliklerle devletin demokratikleşmesine yönelik önemli adımlar
atıldı. Ülkemizde demokratikleşme
açısından çok güzel reformlar yapıldı. Sayın Başbakanımızın 30
Eylül’de açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” de çok hayırlı
olmuştur.
Demokratikleşme dediğimiz zaman bu her
şeyle alakalı. Bakınız
Türkiye’de siyaset
kurumsallaşamamıştır. Siyasi partilerimiz de öyle. Bir nehre baktığımızda aslında her seferinde ayrı bir su
görürüz, ama yatak aynı kaldığı için
bunu fark etmeyiz. İngiltere’de parlamenter sistem, Amerika’da
başkanlık sistemi çok iyi
gidiyor. Niye? Çünkü
kurumsallaşmış siyasi
partiler var. Yüzyıllar geçiyor, liderler,
üyeler geliyor geçiyor,
ama partiler ve siyasi
görüşler daim oluyor.
Demokraside birden
çok partinin bulunması
birbiriyle kavga etmeye, birbirini yıpratmaya
formatlanmış kurumlar
oldu k ları anlamına gelmez. Hepsi millî menfaatleri
gerçekleştirme noktasında
projeleri olan paralel yapılanmalardır. Dolayısıyla birbirlerini öteki
olarak değil, ülkeye hizmet etmede ve
hayırda yarışan kardeş birimler olarak
görmeleri gerekir.
Kasım 2013
29
30
KapakGörüş
Ümit Özgümüş
CHP Adana Milletvekili
C
umhuriyet’in kuruluşundan beri demokratikleşme çabaları devam ediyor. Birçok gelişme kaydedilse, birçok
kazanım elde edilse de gelinen nokta Batı standartlarında
bir demokratikleşme değildir. Birincisi etnik bazda sıkıntılar
vardır. Cumhuriyet döneminde başta Kürtler olmak üzere
birçok etnik yapı görmezden gelinmiş, inkâr ve asimilasyon
politikaları izlenmiştir. Asimilasyon politikaları tutmayınca
Batı emperyalizminin de kaşıması ve kışkırtmasıyla
bu konu bugün içinden çıkılmaz ve geri dönülmez
bir noktaya gelmiştir. Bugün “Demokratikleşme
Paketi” adı altında ortaya sürülen öneri/taslağın
içindeki alfabeye üç harf eklenmesi, köy isimlerinin
eski haline döndürülmesi gibi maddeler, Kürt
halkının beklentilerinin yakınından geçmez
ve sorunun çözümüne katkı sağlamaz. “Özel
okullarda farklı dillerde eğitim” maddesi
ise başlı başına büyük hata. Anadil öğretimi/öğrenimi ile bu hizmetin devlet
tarafından verilmesini her zaman
Kasım 2013
savunduk, ama farklı dilde eğitimin ulus yapısının altına
dinamit koymaktan farkı yoktur, ayrılmanın başlangıcıdır.
Paketten kamuda türban serbestliği ve “nefret, ayrımcılık,
yaşam tarzına müdahale” suçlarına ağır ceza ve bunlarla mücadele çıktı. AKP döneminde kamu sosyal tesislerinde içki
yasağının uygulanması, orada eşiyle dostuyla bir kadeh içki
içmek isteyen yurttaşın yaşam tarzına müdahale değil mi?
Pakette bu yönde bir açıklama yok. Alevilerin de Kürtler
gibi “yok sayılma”, inançlarına göre ibadet edememe,
devlet tarafından yönlendirilmeye çalışılma sıkıntıları
var. Bu kadar büyük sorunlarına karşılık paketten çıkan
sadece Nevşehir Üniversitesi isminin Hacı Bektaş Veli
olarak değiştirilmesi…
Sonuç olarak bu uygulamalar gerçek bir demokratikleşme çabası değil, 2014 yılında yapılacak seçimlere bir “çatışmasızlık ortamı”nda
girerek, sanki AKP Türkiye’de barışı sağlamış
gibi bir imaj yaratarak buradan oy devşirme
hesabıdır.
KapakGörüş
D. Ali Torlak
MHP İstanbul Milletvekili
Y
aklaşık 11 yıldır iktidarda olan
AKP, bu süreçte demokrasi adına
ne yaptı? Bir arpa boyu bile mesafe
alamadı. Adına “demokrasi” denilen
paket bile demokratik olmayan yollarla
hazırlanmıştır. Yalnızca birkaç kişinin
haberinin olduğu ve milletten sır gibi
saklanan bu pakette tepeden inmeci
bir uygulama ile kararlar verilmiştir.
Bu kararlarda dikkate alınan tek şey
bölücü terör örgütünün istek ve dayatmalarıdır. Bu sözde demokratikleşme
paketi birçok maddeden oluşmaktadır.
Anadilde eğitim gibi tartışılması söz
konusu bile olmaması gereken bir konu
pakette yer almaktadır.
Türk iye Cumhuriyeti’nin kuruluş dayanağı Lozan Anlaşması’dır.
Lozan’ın özellikle 37. ve 45. maddeleri
herkese Türkçeden başka bir dilde
eğitim ve öğretim hakkı vermemektedir. Bu hakkı vermediği gibi devlet
resmî dil olan Türkçeyi de öğretmek
zorundadır. Tüm vatandaşlar aynı
dili öğrenmeli ve konuşmalı, birbirini
anlamalıdır ki egemen olan millet
iradesine hizmet edebilsin. Yine Lozan’daki 37. ve 45. maddelerde azınlıkların korunması başlığında, azınlık
denince Müslüman olmayan, yani
başka bir dine mensup Türk yurttaşlar
anlaşılmaktadır.
Anayasa’ya göre “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçedir.”
Anayasa’nın 42. maddesi
“Türkçeden başka hiçbir dil,
eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri
olarak okutulamaz
ve öğret i lemez”
demekted ir.
“Tüm
vatandaşlar
aynı dili
öğrenmeli ve
konuşmalı,
birbirini
anlamalıdır ki
egemen olan
millet iradesine
hizmet edebilsin.”
Kanunlar hiçbir zaman Anayasa’ya aykırı olamaz. Özellikle
özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açarak
ve x, w, q harflerini alfabeye ekleyerek klavyelere özgürlük
getirdiklerini vurgulamışlardır. Bu konularda bölücü terör
örgütünden başka hiç kimsenin talebi olmamıştır. Dili ayırmak, milleti bölmektir.
Hasip Kaplan
BDP Şırnak Milletvekili
Ç
özüm süreci, ateşkes, görüşmeler bir bütün olarak ele
alındığında, “silahlar sussun fikirler konuşsun” ortamı
yaratamayan bir demokratikleşme paketi açıklandı. Paket
beklentileri karşılamadı, umut ve güven kırılması yaşattı.
Düşünce, örgütlenme, ifade, din ve vicdan özgürlüğü önündeki engeller kaldırılmadı. BDP milletvekili, belediye başkanı, il ve belediye meclis üyeleri, seçilmiş binlerce yönetici
üye tutuklu. ÖYM’lerde adil olmayan yargılamalar, uzun
tutukluluk hali kamu vicdanında rahatsızlık yaratıyor. Paket
demokrasinin asli üç unsurunu yok sayıyor. Birincisi, siyasal
demokrasi pakette yok. Seçimde temsilin önünde yüzde 10
barajı duruyor. Paketteki % 5+5 dar bölge veya “daraltılmış
bölge” sistemi adil temsilin önünde yeni barajların yükselmesini, az oyla daha fazla milletvekili çıkarmayı hedefliyor.
Siyasi partiler ve seçim kanunları 12 Eylül darbesinden bu
yana aynı. Siyasi Partiler Yasası özgürce seçme/seçilmeye
engel. Milletvekili adaylarını halk değil, liderler seçiyor.
Kasım 2013
31
32
KapakGörüş
Çünkü parti içi hukuk/demokrasi yok.
Siyasi partiler de bir varlıktır; etnik,
dinî, siyasal, kültürel, cinsel, sınıfsal
ayrımları, sosyolojik gerçeklikleri vardır. Siyasetin merkezi tüm değerleri ile
insandır. Yurttaşlık hakkı kapsamında
değil, “devletin düzeni” bağlamında
“ bölünürüz-yıkılırız” sendromları
yaratılarak demokrasi geliştirilemez.
Yerel yönetimlerin özerkleşmesi hem
siyasal demokrasiyi tabana yaymak
hem de hantal, vesayetçi gelenekten
kurtulmak açısından yaşamsaldır.
İk incisi, pa kette ekonomi k demokrasi hiç yok. Ekonomide ihtiyaç
duyulan dönüşümler gerçekleşmediği, sorunlar kartopu gibi büyüdüğü,
bölgeler ve sınıf lar arası uçurumlar
korkutucu boyutlara vardığı için bugün iki Türkiye oluşmuş durumdadır.
Birisi zenginlerin Türkiye’sidir, diğeri
yoksulluğun zirvesinde, sosyal adaletsizlik pençesinde kıvranan milyonlarca insanımızın Türkiye’sidir. Acil
sosyo-ekonomik adımlara ve sosyal
adaleti gerçekleştirecek düzenlemelere
ihtiyaç vardır.
Üçüncüsü, pakette kültürel demokrasi de yok. Farklı kültürlerin en başta
dil ve gelenek farklılığını dışa vurma,
koruma-geliştirme hakları demokrasinin olmazsa olmazlarıdır. Türkiye
öncelikle anadilin eğitimini ve medya
düzleminde özgürce kullanımını yasaklama geleneğini terk etmelidir. Bunun ülkenin ortak iletişim dili olarak
bir resmî dilinin oluşuyla çelişen yanı
olmadığı da herkesin malumudur.
Artık demogojik bahanelerden
ya da yersiz “bölünürüz” sendromundan vazgeçilmelidir.
Yurttaşlarımızın bir bölümü
diğer bir bölümünden daha
azına layık değildir. Anadolu moz a iğ i ni n et ni k,
dinî, sosyal tüm renkleri
zenginliğimizdir.
Kasım 2013
“Yurttaşlarımızın bir
bölümü diğer
bir bölümünden
daha azına layık
değildir. Anadolu
mozaiğinin etnik,
dinî, sosyal tüm
renkleri zenginliğimizdir.”
Köy isimlerinin değiştirilmesi; q, w, x harflerine cezanın
kaldırılması; sadece seçim dönemi anadilde propaganda
serbestisi olumlu, ancak yetersizdir. Başörtüsü yasağının,
Andımız’ın kaldırılması, Mor Gabriel arazilerinin iadesi,
Romanlara enstitü olumludur, ama demokratikleşme olarak
sunulması yanılgıdır. Alevi yurttaşlarımızın eşit yurttaş hak
talebi ötelenmiştir. Tasarı Meclis’e sunulduğunda Komisyon
ve Genel Kurul’da alternatif önerilerimizi gündeme getireceğiz.
Osman Ören
AK Parti Siirt Milletvekili
B
izim gençliğimiz Olağanüstü Hal uygulamaları, sıkıyönetim ve darbelerle geçti. Pek çok sıkıntı yaşadık, acılar çektik. Yeni nesillerin bu acıları yaşamasını istemiyoruz. Türkiye
demokratikleşme çalışmalarıyla hızla normalleşiyor. Bu açıdan atılan adımları çok önemsiyoruz. Son 11 yıl içerisinde
gerçekleştirilen reformlar, Sayın Başbakanımızın 30 Eylül’de
açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” ve bundan sonra da devam edecek çalışmalar ile Türkiye inşallah hem özgürlükler
ülkesi olacak hem de insan haklarının en iyi uygulandığı
ülkeler arasında yer alacak. Demokrasi yerleştikçe, insanlar
özgürleştikçe ve kendilerini ifade edebildikçe Türkiye daha
çok normalleşecek, normalleştikçe de kazanacak.
Biz herkesin hak ve hukukunu koruyacak
adaletli bir düzen için çalışıyoruz. Bu çerçevede demokratik açılım paketini önemsiyoruz.
Türkiye’deki herkes demokratik bir ülkede
yaşamayı hak ediyor. Olağanüstü Hal’in, darbelerin, vesayet rejiminin artık geride
kaldığı ülkemizde yeni nesillere
güzel bir gelecek bırakmayı istiyoruz. Bu konuda bize düşen
görevi en iyi şekilde yapmaya
gayret gösteriyoruz.
KapakGörüş
Malik Ecder
Özdemir
likle Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası ve seçim barajıyla ilgili değişikliklerin
yapılması gerekmektedir. Devletin her türlü inanca, etnik yapıya eşit mesafede
durması da büyük önem taşımaktadır.
S
MHP Adana Milletvekili
CHP Sivas Milletvekili
on “demokratikleşme” paketi seçim
sistemine üç alternatif getiriyor. Hepimiz biliyoruz ki özellikle dar bölge
seçim sistemi yüzde 10 olan seçim barajını fiilen yüzde 51’e çıkarıyor. Böyle
bir demokratikleşme anlayışı olabilir
mi? Mevcut yüzde 10 seçim barajı zaten çok yüksek. Dünyada örneği yok.
Yüzde 3, yüzde 5 oy alan her parti, her
düşünce Meclis’te temsil edilebilmelidir. Pakette Siyasi Partiler Yasası ve
Seçim Yasası ile ilgili herhangi bir iyileştirme yok. Siyasi bir malzeme olarak
kullanmak adına türban konusuna, bir
de özel okullarda farklı dillerde eğitime yer verilmiş. Son zamanlarda bu
eğitimin de lisede verilmesi gündeme
getiriliyor. Bu durumun anadil talebini
dillendirenleri tatmin etmeyeceğini
düşünüyorum.
Gerçek anlamda demokratikleşme
adımları atılmak isteniyorsa Türkiye öncelikle adaletin eşit dağıtıldığı
devlet düzenine geçmek zorundadır.
Bence devletin asli görev i adaleti
herkese eşit olarak dağıtmaktır. Özel
Yetkili Mahkemeler kaldırılmalıdır.
Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası
kesinlikle değiştirilmelidir. Ben iki dönemdir ön seçimle parlamentoya gelen
bir milletvekiliyim. Şunu samimiyetle
ifade edeyim; siyasi partilerde
genel başkanlar istedikleri
kişileri milletvekili yapıp
istediklerini yapmayabiliyorlarsa parlamentoda
milletvekillerinin özgür
iradesinden söz etmenin olanağı
yoktur. O neden le önce-
Seyfettin Yılmaz
İ
ktidarın demokratikleşme beyanları yalnızca günü ve durumu kurtarmaya yöneliktir. Açıklanan pakette, seçimlerde yüzde 10 barajının kaldırılmasına yönelik
olarak yeni alternatif düzenlemeler de gündeme getirilmiştir. Seçim sistemleri arasında dar ve daraltılmış bölge olarak ifade edilen ve iktidar tarafından düzenlenen
maddeler bulunmaktadır. Sürekli seçim sisteminin değişmeyeceğini kamuoyuna
ilan eden AKP’nin sonradan bazı değişiklikleri bu pakete koyması, paketi kimin
hazırlattığına yönelik şüpheleri artırmaktadır.
Başbakan’ın açıkladığı sözde demokratikleşme paketinde AKP’nin yıllardır siyaset
malzemesi yaptığı “başörtüsü” konusu da vardır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak biz
her zaman başörtüsü probleminin çözümü konusuna sıcak baktık. Hatta 2008 yılında
Başbakan’ın İspanya’da yaptığı bir açıklamadan sonra başörtüsü
meselesinin kalıcı ve bütünüyle çözülmesi için harekete geçtiğimizi herkes hatırlamalıdır. Anayasa’nın 10. ve 42. maddeleri ile
YÖK Kanunu’nun 17. maddesindeki değişikliklerle başörtüsü sorununun biteceğini belirterek konuya samimi biçimde eğilmiştik.
Ancak AKP hükümeti YÖK Kanunu’ndaki ilgili maddeyi değiştirmede isteksiz davranmıştı. Şimdi de başörtüsü bölücü
terör örgütünün taleplerinin karşılandığı paketin içine
konmuştur. Bu ne yaman bir çelişkidir.
Kasım 2013
33
Geçmişin
çatısı altında
geleceği kurmak
İsveç Parlamentosu, veya orijinal adıyla Riksdag, inşa edildiği dönemde
modası geçmiş ve aşırı klasik olmakla eleştirilmiş bir yapı. Günümüzdeyse
neo-Barok mimarinin en güzel ve önemli örnekleri arasında gösteriliyor.
Elif Çelik
Kasım 2013
Dünya Parlamentoları
Millî Saraylar
1872
yılında, çift meclisli yapıya geçilmesiyle parlamento binasının küçük ve işlevsiz olduğu
düşünülmüş, yeni bir bina inşa edilmesine karar verilmişti.
1889 yılında düzenlenen mimari yarışmasını başta Valfrid
Karlson kazanmış, ne var ki sunduğu projeler sonradan jüri
tarafından yeterli bulunmamıştı. Riksdag’ın mimarı Aron
Johansson’ın projesi de pek çok sanatçı ve mimar tarafından
eleştirilmişti. Projeye, üzerine binanın inşa edilmesi tasarlanan Helgeandsholmen adacığının küçük olduğu gerekçesiyle
karşı çıkılıyordu, ayrıca binanın kaleye çok yakın olacağı ve
onu gölgeye düşüreceği de çekinceler arasındaydı. Mimar
Johansson’ın proje üzerinde yaptığı birtakım değişiklik ve
yeniliklerin ardından, binanın temelleri 1897 yılında Kral II.
Oscar’ın katılımıyla atıldı. Bina 1905 yılında inşası tamamlanıp hizmete açıldığında, neo-Barok tarzı nedeniyle çağdaş
olmadığı, 1900’lerin mimarisini yansıtmadığı yönünde eleştiriler almaya devam ediyordu.
Doğu kanadında yer alan ve kanalın
üzerindeki North Bridge köprüsüne
bakan ön cephenin, görkemli mimarisiyle
tam olarak Geç Rönesans ve neoBarok tarzını yansıttığı söylenebilir.
Klasisizme İskandinav imzası
İsveç Parlamentosu, Stokholm’deki Stable Kanalı’nın üzerinde yer alan ve İsveççede “Kutsal Ruh’un Evi” anlamına gelen
Helgeandsholmen adlı adacık üzerinde yükseliyor. Meclis
Salonu’nun yer aldığı yarım daire şeklindeki batı kanadı
ile diğer birimlerin olduğu doğu kanadı, ana yapıyı oluşturur. Doğu kanadında yer alan ve kanalın üzerindeki North
Bridge köprüsüne bakan ön cephenin, görkemli mimarisiyle
tam olarak Geç Rönesans ve neo-Barok tarzını yansıttığı
söylenebilir.
Merkezdeki ana giriş kapısının üzeri hanedan arması ve
dört heykel ile süslenmiş; en üstteyse İsveç’in kişileştirilmesi
olan “Svea Ana” betimlemesi yer alıyor. Buradan binanın iki
yanına doğru Korint sütunları ilerliyor. Sütunların aralarında yer alan pencereler ise üzerlerinde bulunan masklarla
dikkat çekiyor. Geleneksel olarak kötü ruhları uzak tutmak
amacı taşıyan bu 57 masktan pek çoğu grotesk özellikte.
Ana girişten binaya girildiğinde sizi ilk karşılayan yer
“Banka Salonu”. Eskiden İsveç Merkez Bankası’na ait olması
nedeniyle halen bu adı taşıyan salon Riksdag’ın önemli bir
buluşma ve etkinlik yeri, zira Meclis Salonu ile diğer Parlamento birimlerine buradan kolayca ulaşmak mümkün.
Sütunlarla çevrili Banka Salonu’nda, 19. yüzyıl sonlarının
sanatsal detaylarına atıfta bulunan fin-de-siècle akımı öne
çıkıyor. Bu dekorun bozulmaması için yürüyen merdiven,
asansör gibi kimi teknolojik ve çağdaş öğeler gizlenmiş. Salonun doğu tarafındaki telefon kulübeleri yine klasik tarzıyla
göze çarpıyor, günümüzde hem Parlamento üyeleri hem de
ziyaretçiler bu kulübeleri rahatsız edilmeden telefonla konuşmak için kullanabiliyor. Salonun tavanında yer alan iki
resim, Georg Pauli’ye ait. İsveç ekonomisinin temel taşları
olan Lepland’daki madencilik ile Skåne kentindeki çiftçiliği
betimleyen bu resimler, salonun restorasyonu sırasında aynen korunmuş.
Binanın içinde dikkat çeken bir diğer öğe ise anıtsal
güzellikteki merdivenler. İsveç Parlamentosu’nun çift
Kasım 2013
35
36
Millî Saraylar
Dünya
Parlamentoları
meclisli döneminde bu merdiven ana
giriş niteliği taşıyormuş, bugünse
yeni yasama yılının açılması gibi özel
törenlerde kullanılıyor. Kral, kraliçe
ve diğer misafirler Meclis Salonu’na
yürürken geleneksel şarkılar ve danslar
da burada sergileniyor. Merdivenin
çıktığı salonlardan biri, günümüzde
halen kullanılan ve Riksdag’ın kalbini
oluşturan Meclis Salonu. 349 kişiden
oluşan Parlamento üyeleri, ülkeyle
ilgili kararları burada alıyor, yasaları
burada çıkarıyor. Salondaki Meclis
kürsüsünün üzerinde, monarşiden
kalma arma yer alıyor. Eskiden kral
ve ailesi tarafından kullanılan bu altın
arma, bugün İsveç devletini temsil
ediyor ve hem Riksdag hem de Dışişleri
tarafından kullanılıyor.
Diğer salon ise çift meclis döneminde “İkinci Salon” işlevi görüyordu.
Günümüzde Sosyal Demokrat Parti
tarafından kullanılan bu salon, ünlü
İsveçli ressam Axel Törneman tarafın-
Fotoğraf: Melker Dahlstrand, İsveç Parlamentosu
dan 1914’te yapımı tamamlanan ve İsveç tarihinden kesitler
sunan üç duvar resmiyle süslenmiş. Resimler, yapıldıkları
dönemde Parlamento’nun bu salonda toplanan liberalleri
ile sosyal demokratları tarafından coşkuyla karşılanmış
ve İsveç tarihinin gelecek kuşaklara öğretilmesi açısından
önemli görülmüş. Söz konusu resimler, salonu günışığı ile
aydınlatan tavan penceresi ve kırmızı dekorlu koltuklar, İsveç
için bir saygınlık ifadesi. Öyle ki, ziyaretçiler bile bu salona
girdiklerinde içgüdüsel olarak seslerini alçaltırmış. Salon,
sesin geniş çaplı dağılımını sağlamak amacıyla sekizgen
olarak tasarlanmış.
Sanat, siyasetle buluşur...
Fotoğraf: Melker Dahlstrand, İsveç Parlamentosu
Kasım 2013
Büyük Galeri, Parlamento’nun özel davetler için kullanılan
bölümü. Yeni yasama yılı açılışlarında ziyaretçilerin birbiriyle kaynaştığı, ayrıca yemek daveti ve resmî resepsiyonların
düzenlendiği yer olan bu salon, iki meclis salonunu birbirine
bağladığı için İsveççede “koridor” anlamına gelen Sammanbindningsbanan olarak da anılır. Salonun tavanında günışığı
alan bir tepe penceresi ile etrafında yirmi dört eyaletin arması yer alıyor. Salonun bir köşesinde duran şömine, bacası
Dünya Parlamentoları
Millî Saraylar
37
Fotoğraf: Melker Dahlstrand, İsveç Parlamentosu
Büyük Galeri,
Parlamento’nun özel
davetler için kullanılan bölümü.
Yeni yasama yılı açılışlarında
ziyaretçilerin birbiriyle kaynaştığı,
ayrıca yemek daveti ve resmî
resepsiyonların düzenlendiği
yer olan bu salon, iki meclis
salonunu birbirine bağladığı için
İsveççede “koridor” anlamına
gelen Sammanbindningsbanan
olarak da anılır.
Fotoğraf: Camilla Svensk, İsveç Parlamentosu
Kasım 2013
Millî Saraylar
Dünya
Parlamentoları
İsveç Parlamentosu’nda, bir yasa tasarısının reddi ve kabulü
için vekillerden eşit sayıda oy çıkarsa iş kuraya bırakılıyor.
Meclis başkanının masasında yer alan bu kutuya “evet” ve
“hayır” oyları konularak kura çekiliyor. 15 farklı ahşap çeşidinden yapılan kutu, altın kaplama aslan başı ile süslenmiş.
Fotoğraf: Camilla Svensk, İsveç Parlamentosu
38
Riksdag’ın kütüphanesi, başta hukuk olmak üzere sosyal bilimler ağırlıklı kitap ve doküman içeriyor. Kütüphane sadece
Parlamento üyelerine değil, halka da açık.
Fotoğraf: Camilla Svensk, İsveç Parlamentosu
çatıdaki “Svea Ana” heykelinin yanında tüttüğü ve kötü bir görüntü oluşturduğu
için kullanılmıyor. Duvarlarda ise Meclis başkanlarının portreleri yer alıyor. Bu
portreler, başkan görevini tamamladığı veya bıraktığı zaman duvara asılıyor.
Riksdag aslında adacık üzerindeki Meclis Binası ile ana kara üzerinde yer alan ve
vekil odalarını barındıran binadan oluşan bir yapı kompleksi olarak düşünülebilir.
Bu iki binayı kanal üzerinden birbirine bağlayan bir geçit bulunuyor. Bu geçitte
Parlamento üyeleri sürekli bir koşuşturma içinde olduğundan adı “Koşu” olarak
anılıyor. Meclis’te oylama yapılacağı zaman bir sinyal çalıyor ve milletvekillerinin
odalarından çıkıp Meclis Salonu’na gitmeleri için sadece altı dakikaları oluyor.
Geçit ile Banka Salonu’na çıkan yürüyen merdivenler arasındaki duvarları Endre
Kasım 2013
Vekil odalarından Meclis Salonu’na giden geçitte, iki dövüş horozu canlandırması yer alıyor. Sanatçı Olle Nyman’ın porselen,
cam ve pişmiş toprak kullanarak yaptığı bu horozlar, siyaset
meydanını betimliyor.
Nemes’in sürrealist tabloları süslüyor. Yıllar önce bir Parlamento üyesi,
herkes tarafından anlaşılamadıkları,
tuhaf ve kafa karıştırıcı olduk ları
gerekçesiyle bu tabloların bir “Nemes
Müzesi”nde sergilenmesini önermiş.
Ama Parlamento’nun hem içinde hem
de dışında süren hararetli tartışmaların ardından tabloların yerinden
alınmamasına karar verilmiş.
İsveç Parlamentosu toplamda üç bin
beş yüz parça sanat eseri barındırıyor;
bunlar arasında tablolar, heykeller,
çizimler ve bazı tekstil ürünleri var.
Binanın herhangi bir yerinde asılı olmayan ve depoda saklanan tablolardan
Parlamento üyelerinin istediklerini
seçerek odalarına asabiliyor olması
ise dikkat çekici bir detay. Tüm bu
mimari, tarihî ve sanatsal detayları
ile Kraliyet Sarayı’na olan yakınlığı
sayesinde yılda binlerce turiste ev sahipliği yapıyor Riksdag. Ayrıca Meclis
Salonu’nda olan biten her şeyi ziyaretçi
olarak ve yerinde izlemek mümkün.
39
Sürgünde 69 yıl
Ahıska Türkleri 1944 Kasımı’nda ağır şartlar altında topraklarından
sürüldüler ve bir daha yurtlarına dönmelerine müsaade edilmedi.
Sürgünün 69. yılı sebebiyle hazırladığımız Ahıska dosyasında bu acı
olayı ve sonrasında yaşananları masaya yatırdık.
Kasım 2013
40
Dosya
Esaret ve sürgün çocukları:
AHISKA
TÜRKLERI
Cahit Yıldız
Ahıska, 1828
Osmanlı-Rus
Savaşı sonunda
Ruslara bırakıldı.
Savaş, Ahıska’nın
kaderini değiştirdi
ve bu topraklar
için uzun bir
esaret döneminin
başlangıcı oldu.
Kasım 2013
15
Kasım 1944... Dünya tarihinin
en karanlık günlerinden biri
bugün yaşandı. Gürcistan’a bağlı olan
Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahilkelek
ve Bogdanovka bölgelerinde yaşayan
Ahıska Türk leri, Sov yetler Birliği
diktatörü Joseph Stalin tarafından
bir gecede yurtlarından sürüldüler.
Bu talihsiz gecenin üzerinden tam 69
sene geçti; fakat Ahıskalıların dramı
bitmek bilmedi.
Ahıska’nın tarihi
Sultan III. Murat tarafından 1578’de
fethedilen Ahıska, 19. yüzyılda Rusların hakimiyetine geçene kadar doğal
güzellikleriyle ünlenmiş önemli bir
Osmanlı şehriydi. Tarihleri boyunca
gözü nü Ka f k a sla rda n ay ı r maya n
Ruslar, Osmanlı’nın birçok sorunla
boğuştuğu 19. yüzyılda sıcak denizlere
inme idealleri doğrultusunda harekete
geçti. Osmanlı’nın Kaf kas kapısı olması bakımından oldukça stratejik bir
önem taşıyan Ahıska, 1828 OsmanlıRus Savaşı sonunda Ruslara bırakıldı.
Savaş, Ahıska’nın kaderini değiştirdi
ve bu topraklar için uzun bir esaret
döneminin başlangıcı oldu. 1829’da
yapılan Edirne Antlaşması’na göre
savaş tazminatı olarak Ruslara devredilen Ahıska yaklaşık 300 yıl süren
Osma n lı ha k i miyet i nden ay rı ld ı.
Edirne Antlaşması’nın ardından Ahıs-
Dosya
kalıların bir kısmı Anadolu’ya göç etti,
diğerleri ise yurtlarını terk etmek istemedikleri için Ahıska’da kaldı.
Ahıska’nın kaybı Kaf kasların durulmasına yetmedi. Ruslar askerî gücü
zayıf layan Osmanlı üzerine bu sefer
1853’te yürüdü. Kırım Harbi olarak
anılan bu savaşta önce Rusları gerileterek Ahıska’yı kazanmaya yaklaşan
Osmanlı ordusu savaş sona erdiğinde mağlup saftaydı. Bu mağlubiyet
yine Ahıskalıların zulüm görmesine
neden oldu. Savaş sonunda Türklere
yardım ettikleri gerekçesiyle Ruslar
tarafından Ahıskalılara eziyet edildi,
katliamlar yapıldı.
Kırım Harbi’nde Ahıska’yı güçlükle
kurtaran Ruslar 1877-78 OsmanlıRus Savaşı sonunda Kars, Ardahan
ve Bat u m’u topra k la r ı na k ata ra k
Osma n lı’y ı zor dur u mda bıra k t ı.
Kurtarılmayı bekleyen Ahıskalılar
için bu savaş daha büy ük felaketlerin habercisiydi. Savaştan sonra
Anadolu’ya göç devam etti. Çarlık
Rusyası boşalan yerlere Rus, Gürcü,
Ya hud i ve Ermeni nüf usu nu yerleştirdi. Kalanların durumu ise çok
daha zordu. Osmanlı’dan gittikçe
uzaklaşan toprakların asli unsurları
olan Ahıska Türklerinin temel hak ve
ihtiyaçları dahi karşılanmıyordu.
Komünist
Devrim,
Çarlık
Rusyası’nın
zulmünden uzak
bir anlayış vaat
ediyordu. Fakat
uygulamalar öyle
olmadı, Ahıska
Türklerinin
durumu giderek
ağırlaştı.
Denilebilir ki I. Dünya Savaşı en çok Ahıskalılar için ümit
kapısı olmuştur. 100 yıla yakın bir zaman esaret altında kalan insanlar bu savaşla birlikte kurtulabileceklerine inandılar. Fakat sekiz cephede savaşan Osmanlı için savaş şartları
sanıldığından da ağırdır. Üstelik Kafkaslarda durum diğer
cephelere nazaran daha vahimdir. Savaş boyunca siyasi
hakimiyet adına belirsiz kalan Ahıska ve bölgesi savaşın en
ağır yüzüne tanıklık etmiş bir bölgedir. 1914-1918 yılları
arasında bilhassa Taşnak kuvvetleri güç yetirebildikleri
Türk köylerini tarumar etmiştir. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmamış, Ahıska makus talihini yenememiştir.
1917 Komünist Devrimi’yle birlikte Çarlık Rusyası’nın
baskıcı rejiminden kurtulan diğer gruplar gibi Ahıska
Türklerinin de rahatlaması bekleniyordu. Devrim sonrası
Sovyetlerin oto-determinasyon uygulamasıyla 1918 yılında Osmanlı’ya katılma kararı alan Ahıskalıların durumu
Batum Antlaşması görüşmelerinde Gürcistan tarafından
kabul edilmiş ve Ahıska anavatan hasretine son vermişti. Bu
antlaşmayla Osmanlı kısa süreliğine 1828 sınırına kavuştu.
Ne var ki Mondros’la birlikte yeniden 1914 sınırına çekildi
ve Ahıska’yla bir kez daha vedalaştı.
Sovyet yılları ve sürgün…
I. Dünya Savaşı henüz sonuçlanmadan Çarlık Rusyası devrilmişti. Savaşın hemen ardından neredeyse bütün krallıklar
yıkılmış ve dünya devletleri siyaset sahnesinde farklı bir
karakterle boy göstermeye başlamıştı. Komünist Devrim,
Çarlık Rusyası’nın zulmünden uzak bir anlayış vaat ediyordu.
Fakat uygulamalar öyle olmadı, Ahıska Türklerinin durumu
giderek ağırlaştı. Sovyet Gürcistan’ı şovenist uygulamalar
yapıyor, Ahıska Türklerinin soy isimlerini değiştiriyordu.
Birçok aydına çeşitli bahanelerle zulmediliyordu. Asıl zulüm
Kasım 2013
41
42
Dosya
ise 1930’larda başladı. Bu yıllar, Devlet Başkanı Joseph Stalin’in ilk etapta Ukraynalılar, Kırım Tatarları, Volga Almanları ve Ahıska Türklerini sayabileceğimiz
birçok etnik grubu sürgün etmeye hazırlandığı yıllardır.
II. Dünya Savaşı’na kadar Sovyet yönetimi tarafından askere alınmayan Ahıskalılar bu savaşla birlikte askere alındı ve cephelere gönderildi. Almanya’yla savaşmak üzere cephelere giden Ahıskalı sayısı 40 bindi. Yurtlarında kalan birçoğu
çocuk ve kadın nüfus ise Ahıska-Borcom demiryolu hattında çalışmaya zorlandı.
Demiryolu inşaatında çalışan Ahıska Türkleri babalarının, eşlerinin, akrabalarının cephelerden bu hat üzerinden döneceğini düşünerek teselli buluyorlardı. Ne
var ki öyle olmadı. 15 Kasım gecesi kendi elleriyle yaptıkları demiryolu üzerinden
Orta Asya’nın değişik ülke ve şehirlerine sürgün edildiler. Ahıska Türkleri için
yüz yılı aşkın bir dönem boyunca devam eden esaret günleri artık farklı bir boyut
kazanmıştı.
Devlet Savunma Komitesi’nin “gizli” ibaresiyle hazırlanan 31 Temmuz 1944
tarihli ve Joseph Stalin imzalı kararname şöyle diyor: “Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarıyla Acaristan Özerk SSC’den Türk,
Kürt, Hemşin olmak üzere toplam 86.000 kişiden meydana gelen 16.700 hanelik
nüfustan, 40.000’i Kazakistan SSC’ye, 30.000’i Özbekistan SSC’ye ve 16.000’i
de Kırgızistan’a tahliye edilsin.” Görev, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
Halk İçişleri Komiseri Beriya’ya verilmiş ve bu bölgeye toprak sıkıntısı çeken
Gürcülerin yerleştirileceği iletilmişti. Sürgünden sonra uygulanacak politika da
belirlenmişti: “Bölgeye iskân edilen çiftçilere sınır bölgesi için uygun görülmüş
miktarlarda arsalar dağıtmak; buradan tahliye edilmiş nüfustan kalan kamu ve
hususî bahçe ve bağları yedi yıl vadeli kredi şeklinde yeni gelenlere devretmek;
bu bölgeye iskân edilen nüfusu 1945 yılında her türlü vergilerden muaf tutmak;
iskân edilenlere Gürcistan Hükûmeti imkân ve fonları çerçevesinde ev hayvanları
vermek; boşaltılan bölgeye yeni iskân edilecekleri parasız nakletmek.” Taşınma
masraflarının Gürcistan Hükümeti’ne özel olarak ayrılmış paralarla karşılanacağı
da rapora eklenmişti.
Sürgün dikkatli ve detaylı bir planla yapıldı. Önce bu bölgede asker fazlalığı
dikkat çekti. 15 Kasım gecesi ise köy meydanında, cami önlerinde toplanan
Kasım 2013
halka Stalin’in kararı okundu. Ahıska Türklerine, Almanların sınırlara
yaklaştığını ve geçici bir süre onları
güvenli bir bölgeye taşıyacaklarını
söylediler. Toparlanmaları için bir-iki
saat verilen Ahıskalılar ancak yanlarına alabilecekleri birkaç parça eşyayla
kendi elleriyle yaptıkları demiryolu
boylarına götürüldü. Yolculuk hayvan
vagonlarında gerçekleşti.
Bir garip yolculuk
O gece Ahıska Türkleri için dönüşü
olmayan bir yolculuk başladı. Hayvan
vagonlarında haftalar sürecek yolculuk
birçok hastalığa ve ölüme gebeydi.
Öyle de oldu. Ahıska Türkleri pek
çok kayıp verdi, kalanlarsa bitten,
pireden, hastalıktan kırıldı. Tren bazı
istasyonlarda durduğu zaman Sovyet askerleri ölüleri oralara bırakıp
yolculuğa devam ediyordu. Ahıska
Türkleri Kazakistan, Özbekistan ve
Kırgızistan’a adeta serpildiler. Kiminin kardeşi bir ülkede kaldı, kiminin
amcası. Sovyet yönetiminin asimilasyon planının bir gereği olarak dağılan
insanlar, ne dilini ne de kültürünü
tanıdıkları ülkelerde sıkıyönetim altında tutuldular. Sürgünü gerçekleştiren Sovyetler Birliği İçişleri Halk
Dosya
Komiseri Beriya tamamladığı görev
sonrasında Stalin’e sunduğu raporda
şöyle diyordu: “Türklerin, Kürtlerin
ve Hemşinlilerin Gürcistan SSC sınır
bölgesinden tahliye işlemleri tamamlanmıştır. Türkiye’nin sınıra yakın
kısmındaki nüfusla akrabalık bağları
bulunan söz konusu halkın önemli bir
çoğunluğu kaçakçılık yapmakta olup
muhaceret eğilimi gösteriyor ve Türkiye istihbarat makamları için casus
angaje etme ve çete grupları oluşturma kaynağı teşkil ediyordu. Tahliye
işlemlerine hazırlık tedbirleri bu yılın
20 Eylül gününden 15 Kasım gününe
kadar alınmıştır. Nitekim tahliyeye
tâbi tutulan kişilerin sınırı geçmesini
önlemek için Türkiye ile devlet sınırımızın korunma ve gözetimi azami
şekilde takviye edilerek kuvvetlendirilmiştir. Adigen, Aspinza, Ahıska,
Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarında
tahliye işlemleri 15-18 Kasım; Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nde ise 25-26
Kasım günlerinde gerçekleştirilmiştir.
Toplam 91.095 kişi tahliye edilmiştir.
Tahliye edilenleri taşıyan katarlar
hareket hâlinde olup Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’daki yeni iskân
yerlerine doğru yol almaktadırlar.
Tahliye işlemleri düzenli ve olaysız bir
şekilde tamamlanmıştır. Adı geçen sınır rayonlarına Gürcistan’ın toprak sıkıntısı
çekilen bölgelerinden 7.000 köylü hanesi iskân edilecektir.”
Bir diğer önemli nokta da sürgüne tabi tutulan Ahıska Türklerinin rakamlarının değişiklik arz etmesidir. Beriya’nın raporu sürgün edilen 91 bin insandan
bahsetmektedir. Eğer askerdeki Ahıskalıları da dahil edecek olursak bu rakamın
15 binlere ulaştığını söylemek mümkün. Yıllarca gizli tutulan ve kimsenin haberi
olmayan bu sürgünün nedeni resmî yazışmalarda birtakım ajanlık ve kaçakçılık
faaliyetlerinin önünü kesmek olarak geçiyor. Fakat raporlarda dikkat edilmesi
gereken şey Türk, Kürt ve Hemşinli nüfusun tamamının sürülmesidir. Bu nüfusun
ortak özelliği Müslüman olması ve Sovyetler Birliği’yle Türkiye arasında çıkacak bir savaşta Türkiye’yi destekleyeceklerinin açık olmasıdır. Nitekim 1946’da
Sovyetler Birliği Türkiye’den boğazlarda geçiş üstünlüğü ve Kars ile Ardahan’ı
istediğini belirten bir nota vermiştir.
1945 yılında savaş sona erdiğinde askerde olan Ahıskalılar çeşitli sebeplerle
Ahıska’ya alınmaz. Henüz sürgünden haberleri olmayan Ahıska Türkleri acı olayı
öğrenince Orta Asya’da ailelerini aramaya koyulurlar. Fakat sıkıyönetim vardır
ve sürülen halk resmî belge almadan bölgelerini terk edemez, hatta evlenemez
durumdadır. Bu arayış uzun yıllar devam eder...
1956 yılında Sovyetler Birliği sıkıyönetimi kaldırarak serbest dolaşım hakkı
tanır, fakat bu hak Ahıska’yı kapsamaz. Yurtlarına giriş izni alamayan Ahıskalılar, bölgesel ve dil olarak yakın buldukları Azerbaycan’a göç ederler. Ahıska’ya
bir adım daha yakın olmayı gözeterek yaptıkları bu göç esasen yeni bir sürgün
gibidir. Vatansız kalan, bulundukları her yerde resmî makamlara başvurarak
vatanlarına dönüş hakkı isteyen Ahıska Türklerinin, çaldıkları bütün kapılar
suratlarına kapanır.
Fergana cehennemi
Dönüş şartlarını bir türlü oluşturamayan Ahıskalılar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına yakın bir zamanda yükselen milliyetçilikten yine en fazla zararı gören
unsur olmuştur. 1989 nisanında Özbekistan’ın Fergana Vadisi’nde başlayan olaylar
bir yıl kadar sürmüş, Ahıskalıların Fergana’yı terk etmeleriyle neticelenmiştir.
Evleri yakılmış, yüzlerce ölü vermiş ve ülkeyi terk ederek yeni bir sürgün yaşamışlardır. Bir pazar yerinde meydana gelen tartışmanın başlattığı söylenen olaylar
sonrasında binlerce insan Rusya’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Gürcistan sınırlarında kalan
Ahıska’ya dönüş hâlâ bir türlü sağlanamamıştır. Türkiye’ye dönmeleri hususunda
1992 yılında “Ahıska Türklerinin Kabul ve İskânına Dair Kanun” çıkarılmış ve
bu doğrultuda bir grup Ahıskalı Iğdır’a yerleştirilmiştir. Bu uygulama yetersiz
kalmış, Iğdır’a gelen Ahıskalılar birçok nedenden ötürü burada barınamayıp
farklı illere göç etmişlerdir.
Sözün özü Ahıska Türkleri vatan hasreti çekmeye devam ediyor. İki yüz yıldır
esaret ve sürgünün acısını derinden hisseden Ahıskalılar, adına bürokrasi denen
engeller kaldırılarak topraklarına kavuşmayı istiyor. Gürcistan’dan beklenense
Avrupa Konseyi’ne verdiği vaatler doğrultusunda Ahıskalıların vatan topraklarına dönmeleri için gereken adımları atması. Görünen o ki bir yolu bulunup siyasi
arenada çözüm üretilemezse Ahıska Türklerinin varlıkları da kültürleri de yok
olmaya mahkum kalacak.
Kasım 2013
43
44
Kapak
Yunus Zeyrek:
Diplomatik
bir çözüm
üretilmezse
Ahıska Türkleri
tamamen yok
olacak
Söyleşi: Cahit Yıldız
Y
unus Zeyrek Ahıska’dan Osmanlı topraklarına göç etmiş
bir ailenin çocuğu olarak 1956 yılında Posof ’ta dünyaya
geldi. İlkokulu Ardahan’da, ortaokulu Diyarbakır’da lise
ve üniversiteyi Erzurum’da okudu. 1979 yılında edebiyat
öğretmenliği görevine başladı. 1988’de Almanya’ya giderek
altı sene boyunca Türk Kültürü hocalığı yaptı. 1997’de Gazi
Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlayan Zeyrek, halen bu
üniversitede Türk Dili Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak
çalışıyor.
Halk edebiyatı, tarih ve Türk dili uzmanı olan Zeyrek’in
yayımlanmış yirmiyi aşkın kitabı bulunuyor. İlk şiiri 1971
yılında Silvan gazetesinde yayımlanan Zeyrek’in sonraki yıllarda çeşitli gazetelerde sayısız şiirleri, makaleleri yayımlandı.
Ayrıca onuncu yılına ulaşan Bizim Ahıska dergisinin de Genel
Yayın Yönetmeni olan ve Ahıska Türkleri konusunda yaptığı
çalışmalarla tanınan Yunus Zeyrek’le Ahıska sürgününün 69.
yılı dolayısıyla uzun bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kasım 2013
Ahıska’nın tarihiyle ilgili bilgi verir misiniz?
Ahıska Türkleri o bölgenin kadim yerlileridir. Ahıskalılar Anadolu’ya 1071’den sonra gelen gruptan değildir,
ama nedense bu konu tarihçilerin ilgi alanına girememiş.
Gürcistan’ın çok önemli bir tarih kaynağı vardır: Kartlis
Tshovreba adında, “Gürcistan’ın hayatı” anlamına gelen
bir kaynak. O kaynak, Makedonyalı İskender’in orduları
Kaf kasya’ya geldiği zaman Kür ile Çoruh Irmağı boylarında Kıpçaklar ve Bun-Türklerinin yaşadığını söyler. Bu
enteresan bir bilgidir. Bun-Türk, Gürcü kaynaklarda yerli
Türk olarak geçer. Sonuçta Ahıskalıların ataları da bu Kıpçaklardır, Kuzey Türkleridir. Yani Ahıska bölgesi çok eski
bir Türk bölgesidir.
Bu bölgeye elbette sonradan Oğuzlar da gelmiş, Melikşah zamanında Selçuklular da. Ahıska, Ardahan, Batum,
Rize gibi yerleri fethetmişler. Demek ki 1080’den sonra bu
bölgede bir Oğuz varlığı söz konusu olabilir. Ama sonradan
buralar Selçukluların elinden çıkmış ve Gürcistan Krallığı
DosyaSöyleşi
bölgeye hakim olmuştur. Kıpçakların da Ortodoks oluşu
Gürcistan’la birlik olmalarını kolaylaştırmıştır. Hatta
birlikte Selçuklu’ya kafa tutmuşlar, Erzurum’a kadar olan
bölgeyi almışlardır. 1250’li yıllarda İlhanlılar bu bölgeye
hakim olmuş ve onların desteğiyle Kıpçaklar Posof ’un Cak
Kalesi’nde 1268’de bir hükümet kurmuştur. 1578’de Osmanlı
Devleti orayı ele geçirene kadar, yani 310 yıl boyunca bu
beylik yaşamını sürdürmüştür. Osmanlı’yla birlikte Müslüman olmuşlardır.
1829’da imzalanan Edirne Antlaşması’ndan sonra esaret dönemi
başlıyor. Tabii 1914’te patlak veren I. Dünya Savaşı Ahıskalılar
için de bir ümit oldu...
Ahıskalılar ordumuzu büyük bir heyecanla bekliyorlardı;
yüz yıla yakın zulüm ve hasret biter umuduyla... Maalesef
kar, kış, kıyamet ve komuta kademesinin gönülsüzlüğü
buna el vermedi ve Rus ordusu Doğu Anadolu’yu baştan
başa işgal etti.
12 Şubat 1918’de ileri harekat kararı alındı ve Kaf kas
Kolordusu Kazım Karabekir komutasında bu toprakları
korumaya aldık, çok da başarılı olduk. Nisana kadar Kars
kurtulmuş ve ordumuz Gümrü’ye ulaşmıştı. Bu başarıların
bir sonucu olarak savaşa son vermek isteyen Rusya, Sarıkamış muharebesiyle alamadığımız yerleri Brest Litovsk
Anlaşması’yla bize bırakmaya razı oldu. Kars, Ardahan,
Artvin ve Batum yapılan halk oylaması sonucu Osmanlı’ya
katıldı. Fakat bu anlaşmada Ahıska’nın adı bile geçmiyordu. Daha da önemlisi Gürcüler ve Ermeniler bu antlaşmayı
tanımıyordu. Kazım Karabekir’in ordusu Gümrü’ye kadar
ilerlediği için Batum Antlaşması’na razı oldular ve bu antlaşmayla Batum’la birlikte Ahıska’yı da geri aldık. Tarih: 4
Haziran 1918.
Sonra Mondros...
Mondros ve millî mücadele yılları... Biz 1914 sınırına geri
çekilmek zorunda kaldık. Biraz Ahıska merkezli anlatacak
olursak, Kazım Karabekir 30 Ekim 1920’de Kars’ı kurtarmıştır. Orada karargahını kurmuş, Gümrü’yü almış ve
Ermenileri Gümrü Antlaşması’na mecbur bırakmıştır.
Bundan sonra Ruslarla Moskova Antlaşması yapılacaktır; fakat Hariciye Vekili Bekir Sami Bey başkanlığındaki
ilk heyet anlaşma yapamadan geri gelmiştir. Ali Fuat Paşa,
Yusuf Kemal Bey ve Rıza Nur’dan oluşan üç kişilik heyet
yeniden masaya oturmuşlardır. Karabekir’in anılarından
öğreniyoruz ki bu heyete kendisi taktik vermiştir. 1918’de
Batum Antlaşması’nda Enver Paşa’nın aldığı Ahıska ve Batum, Moskova Antlaşması’yla Ruslara bırakılmıştır.
Neden?
Bu vahim bir şey tabii. Açık konuşmak gerekirse Karabekir’in
hatıralarına baktığımız zaman Ruslardan çekindiğini görüyoruz. “Rusların elindeki toprakları istemek cinayettir” diye
açıkça söyler. Çok üzücü şeyler var. Dr. Rıza Nur anlatıyor
mesela; Ahıskalılar onun etrafını çevirip “Neden bıraktınız
burayı?” diye sorduklarında Rıza Nur “Ben burada Türklerin, yani Müslümanların olduğunu bilmiyordum” diyor.
Ama Kazım Paşa o toprakları gördü, kaldı oralarda. Onun
en azından müzakere talep etmesi gerekirdi. Demeliydi ki
“İstedik, ama alamadık”. Veya bir özerklik girişiminde bulunulmalıydı. Maalesef böyle olmamış ve 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması’yla bugünkü sınır çizilmiştir. Aynı senenin
sonbaharında ise o dönemde üç Sovyet cumhuriyeti olan
Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’la Kars Antlaşması
yapılmış, Ahıska kesin olarak sınırlarımız dışında kalmıştır.
Bu tarihten 1944’te gerçekleşen sürgüne kadar Ahıskalıların
durumu neydi?
Lenin hayattayken oralarda önemli bir hareketlilik yok, ama
bilhassa 30’lu yıllardan sonra buralarda kolhozlar kuruluyor, topraklar devletleştiriliyor ve baskı çoğalıyor. Çarlığın
zulmünden bıkan halk Bolşeviklere ümitle bakıyor açıkçası.
Onların özgürlük vaatleri bu ümidin kaynağıdır.
Kasım 2013
45
46
DosyaSöyleşi
II. Dünya Savaşı’na kadar Ahıskalılardan kimseyi askere götürmüyorlar.
Ama II. Dünya Savaşı’nda 40 bin Ahıskalı Alman cephelerine gidiyor. Geride
kalanlar ekseriyetle kadın ve çocuk;
bunlar da demiryolu yapımında çalıştırılıyorlar. Tiflis-Kutais demiryolu
hattının ortasında Borcom diye bir yer
var. Bu istasyondan Ahıska’ya bir bıçak
vuruyorlar. 60 küsur kilometrelik bir
alanı Ahıskalılara yaptırıyorlar. Ben
Kazakistan ve Kırgızistan’da demiryolu yapımında çalışanlarla bizzat konuştum, çok hazin anlatıyorlar. Birisi
“Babam askerdeydi, biz de çocuktuk.
Bir an evvel bitirmek isterdik, savaşa
giden babalarımız buralardan trenle
gelecek diye” demişti mesela.
Halbuki kendi sürgün yolları o raylar...
Evet. Demiryolu inşaatı bittiği zaman,
1944 yılının kasım ayında sürgüne
gönderiliyorlar. Stalin bu işin hesabını
kitabını daha yazın yapmış. Stalin o dönemde devlet başkanıdır ve Gürcü’dür.
İçişleri Ba kanı Beriya Gürcü ’dür.
Onun hazırladığı Stalin imzalı proje
31 Temmuz 1944 tarihlidir. Bu sürgün
kararnamesi Kazakistan, Kırgızistan
ve Özbekistan Komünist Partisi Genel
Sekreterliklerine de bildirilmiştir.
Hazırlıklar yapılıyor, fakat bizimkilerin haberi yok. Kasım ayının ilk
haftasından itibaren Ahıska’da gözle
görülür bir asker artışı yaşanıyor.
Derken ayın 10’undan sonra köyler
kuşatılarak giriş-çıkışlar yasaklanıyor.
14’ünü 15’ine bağlayan gece köylerde
aile reislerini meydanlara, cami önlerine çağırıyorlar. Burada onlara Stalin’in
kararı okunuyor. Tabii yalan söylüyorlar... “Almanlar, faşistler geliyor sizleri
geçici olarak güvenli bölgelere taşıyacağız, yakında geri döneceksiniz. Birkaç
saat içinde hazırlanın” diyorlar. Birkaç
saat içinde ne hazırlanabilir ki? Sabaha
doğru demiryollarına ulaştırılıyorlar.
Kasım 2013
1956 yılındaki Komünist Partisi
Kongresi’nden
sonra Ahıskalılara nispeten bazı
haklar verildi.
Seyahat hakkı
verildi mesela,
ama vatanlarına gitmeleri
engellendi.
Demiryolu baştan aşağı hayvan vagonlarıyla dolu, insanlar
hayvanlar gibi vagonlara doldurulmuş. Tuvalet yok. Hasta
ve hamileler var. Tabii çok ölen oluyor. Tren istasyonlarda
durduğu zaman vagonlar kontrol ediliyor ve ölüleri araziye
atıyorlar. Yolculuk zaten anlatmakla bitmez. En az söyleyeni
18 gün diyor, 1 ay diyenler de var. Bitten ölen çok fazla. Soğuk,
kar, kıyamet...
Beriya’nın raporunda Ahıskalıların ajan faaliyetleri sebebiyle
sürüldüğü söyleniyor. Tabii bu gerçek dışı bir sebep. Asıl nedeni
ve amacı neydi sürgünün?
Rapordaki suçlamalar şablon suçlamalardır. Diyelim ki var;
kaç kişi olabilir bunlar sen bütün Ahıska halkını sürüyorsun.
Bu hukuka sığmaz. Bu sürgünün asıl amacı Gürcülerin Kars
ve Ardahan hastalığıdır. “Buralar bizimdir” diyorlar, hâlâ da
bunu söylüyorlar.
Stalin ve Beriya Gürcü’dür ve bu bölgede tam bir hakimiyet
kurmak amaçtır. Bakın 1945 yılında bazı şeyler yazıldı, ben
bunları yayımladım. Bizim basındaki akislerini de yayımladım, o yıllarda bu konu manşetlerdeydi. İki Gürcü profesör
“Türkiye’den haklı taleplerimiz” başlıklı bir beyanname yayımlıyor. Aynı gün Moskova Radyosu “Gürcüler topraklarını
istiyor” diyerek tüm dünyaya yayın yapıyor. Beyannamede
“Bayburt, Gümüşhane, Giresun’a kadar bizimdir, ama şimdilik Kars ve Ardahan’ı istiyoruz” diyorlar.
DosyaSöyleşi
gitmeden şöyle bir propaganda yapılmış: “Buraya Kafkas’tan
yamyamlar gelecek, bunlar insan eti yiyorlarmış.” Tabii
herkes bu yamyamlar ne zaman gelecek diye bekliyor. Yaşlı
bir Ahıskalının bana anlattığına göre, Semerkant’ta babası
cami avlusunda abdest alırken Özbekler bu adama tuhaf
tuhaf bakıyorlarmış. “Sen ne yaptın böyle?” diye sormuşlar,
“Abdest aldım” deyince “Ne abdesti? Siz yamyam değil misiniz? Bize yamyamların geleceğini söylediler” demişler. Tabii
sarılmışlar sonra birbirlerine.
Nerelere yerleştiriyorlar?
Götürülüp kolhozlara, en ücra köşelere dağıtılıyorlar. Kolhozlardan dışarı çıkmaları da yasak. İzin almadan evlenmek
bile yasak. Karı-koca, kardeş, akraba bu geniş coğrafyaya
savrulmuş ve birbirlerini kaybetmişler. En yakın akrabalarıyla yıllar sonra mesela pazarda karşılaşanlar, bu şekilde
birbirlerini bulanlar var. Yani Ahıskalılar oraya gittiğinde
bunlara hangi rejimin uygulanacağı dahi belirlenmemişti.
Bu 1956’ya kadar sürdü, Stalin 1953’te öldükten sonra nispeten bir rahatlama oldu, ama 12 sene sıkıyönetim altında
tutuldular.
Arkasından nota da geliyor zaten...
1956’dan sonra ne gibi haklar aldılar?
Evet; Sovyetler boğazlarda üs, Kars ve Ardahan’ı istediklerine dair bir nota verdiler Türkiye’ye. Bu aslında savaş ilanı
demektir. Rus ordusu Ardahan’a yürürse bunlar bize ayak
bağı olabilir korkusuyla Ahıskalıları ortadan kaldırmışlardır.
Birinci sebep bu. İkincisi ise Ahıska’nın mahalli yönetimine
Ermenilerin hakim olmasıdır. Ermenilerin de hayali Ahıska’yı
Ermenistan’a katmaktır. Hatta bugün Batum’a gidip oradan
Karadeniz’e açılma hayalleri var. Şunu söylemek istiyorum: Bu
sürgünü Türkiye ne duymuş ne görmüş... Bu üzücü.
1956 yılındaki Komünist Partisi Kongresi’nden sonra Ahıskalılara nispeten bazı haklar verildi. Seyahat hakkı verildi
mesela, ama vatanlarına gitmeleri engellendi. Stalin döneminde birçok kavim sürgün gördü, fakat hepsi yurtlarına
döndü. Kırım Türkleri ve Ahıskalılar bunun dışında tutuldu.
O konuya gelmeden önce sürgün rakamlarıyla ilgili detaylı bilgi
verir misiniz?
40 bin kişi cephede zaten. Bazı rakamlar 93 bin, bazı rakamlar
ise 120 bin kişi diyor. Buradaki Müslüman nüfusun tamamı sürülüyor. Bu konularla ilgili Ronald Wixman ve başka
Batılı araştırmacıların çalışmaları mevcut. Onların verdiği
rakamlara bakarsak 126 bin kişidir sürgüne gönderilen. Cephedekilerle birlikte 166 bin eder. Bunun bir kısmı cephelerde
öldü; yollarda ölenlerin sayısını bilmiyoruz. Ama anlaşılan o
ki nüfusun en az dörtte biri ölmüştür.
Orta Asya’daki dağılımları nasıl oldu peki?
Şöyle düşünüldü; Ahıskalıları gönderip oradaki yerli halkla
da aralarını açalım... Mesela Orta Asya’da daha Ahıskalılar
1958’de Azerbaycan’a gidenler var…
Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreteri İmam Mustafayev o bölgeleri dolaştı ve bu insanları Azerbaycan’a kabul
edebileceğini söyledi. 1958’den itibaren birçok Ahıskalı,
Kazakistan ve Özbekistan’dan Azerbaycan’a geldi. Çünkü
Azeriler kültürel yönden Türklere benziyordu ve Azerbaycan Ahıska’ya daha yakındı. Ancak Ahıska’ya gelenleri ya
Abhazya’ya ya da Ermenistan’a gönderdiler; Ahıska’ya yerleşmelerine müsaade etmediler.
1968’de geri dönüş için bir kararname çıkıyor ancak uygulanamıyor değil mi?
Ahıskalıların istedikleri yerde yaşayabileceğine dair bir
kararname çıkıyor 1968’de. Kararname gariptir biraz, ne
dediği pek belli değildir; dolayısıyla da uygulanmıyor. Bir
de Sovyet dönemi de olsa Gürcistan Gürcistan’dır. Sürgüne
tabi tutulan diğer milletler yerlerine döndüler, fakat dediğim
gibi bizimkiler dönemedi.
Kasım 2013
47
48
DosyaSöyleşi
Yıllar böyle geçerken bir de 1989 Fergana Olayları gerçekleşti
maalesef...
80’lerin sonuna doğru Demir Perde’de kıpırdanmalar oldu.
Gorbaçov döneminde birtakım millî hareketler başladı ve
Moskova merkezî yönetimi zayıfladı. 1989 nisanında birdenbire Fergana Vadisi’nde de bir olay patladı. Pazar yerinde
çilek satan bir Özbek hanım bir Ahıskalıyla tartıştı. İşin ne
olduğunu bilen yok. Buradan bir fitne çıkardılar ve Fergana’da
Ahıskalıların evleri mimlendi, ateşe verilmeye başladı. “Türkler şöyle yaptı, böyle yaptı” diye yalan dolan söylemleri işleri
büyüttü.
Olaylarda ölü sayısı nedir?
Fergana’da resmî rakamlara göre yüz küsur insan öldü, ama
Ahıskalılara göre sayı çok daha fazla. Şimdi, ilginç bir nokta
var burada. Ahıskalılar Fergana’dan Rusya’ya götürüldüler.
Oraya gittiklerinde hazır barakalar vardı, oralara yerleştirildiler. Bazı Ruslar demiş ki “Biz sizi erken bekliyorduk, nerede
kaldınız?” Yani Rusya’da azalan işgücü, ziraatta çalışacak
ucuz işgücü için yapılan bir provokasyon olduğu da söyleniyor, ama hiç kimse tam manasıyla izah edebilmiş değil. Bu
tarihten sonra başlayan Rusya göçü bugün 100 binin üzerinde
Ahıskalının orada yaşamasına da sebeptir.
Peki, vatana dönüşle ilgili bugün gelinen nokta nedir?
Ben 2004 yılında Uluslararası Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu Başkanlığı yaptım. Bu meseleyle ilgili olarak büyük
bir mücadele verdik. Gürcistan’la Avrupa Konseyi’ne giderek
görüştük. Ahıskalıların vatanlarına dönebilmeleri için bir
kanun çıkarılmasını istedik. Gürcistan’ın da içi karışıktı,
bazı bahanelerle süreci iyice uzattılar; zaten istemiyorlardı da.
Nihayet 2007’de bir kanun çıkardı Gürcistan. Kanunun adı
bile masalımsıdır. Diyor ki, 40’lı yıllarda Gürcistan’dan gidenlerin dönüşüyle ilgili bir kanun falan filan... Yani sanki kendi
istekleri doğrultusunda gitmişler gibi. Belge Gürcüce olacak,
Rusça olmayacak falan derken bir yığın zorluk da çıkarıyorlar.
Belgelerde imla hatası buluyorlar mesela, böyle komiklikler.
8 bin 500 kişinin müracaatı olduğu halde birkaç bin kişinin
belgeleri incelenmiş, onlara da halen “Gel” denilmemiştir.
2013’teyiz, 14 yıldır bu süreç devam ediyor.
Şunu kabul etmek lazım ki bu hükümet de başka hükümetler de bir şeyler yaptı, fakat yeterli değil. Örneğin Turgut Özal
1992’de “Ahıska Türklerinin Türkiye’ye kabulü ve iskanına
dair” bir kanun çıkardı. Iğdır’a 150 aile getirildi, krediyle ev
verildi, ama bu insanlar neyle geçinecek? Onlar da kalamadı
zaten orada, birçoğu Antalya ve Bursa’ya geçti.
Kasım 2013
Şimdi açık konuşmak lazım. Bu insanlar 5-10 sene içinde
göz göre göre yok olacak. Birileri yoktan bir millet inşa etme
çabasındayken biz bir milletin yok olmasına göz yumuyoruz.
ABD Rusya’dan 12 bin 500 Ahıskalıyı götürdü. Bu insanlar
bugün 25 eyalete dağılmış durumda. Ne yapacaklar yok olmaktan başka?
Nasıl çıkılacak bu işin içinden?
Geçtiğimiz Nisan ayında Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili Türkiye’ye geliyor, Acara’dan gelmiş olanlara vatandaşlık
veriyor. Geldi ve İnegöl köylerini dolaştı. Başka bir zaman
Karadeniz’e gitti; Ordu, Fatsa, Ünye gibi yerleri dolaştı. Şimdi
de bayram arifesinde Sakarya’ya gelmiş vatandaşlık dağıtmaya.
Kim kime vatandaşlık verir? Senin vatandaşın başka bir ülkenin pasaportunu taşıyor, ne demektir bu? Gürcistan Rusya’nın
kendisine yaptığını bize yapıyor. Bu onur kırıcı bir şey. Köprü
kurduklarını söylüyorlar, gerçekten buysa niyetleri Ahıskalılara vatandaşlık versinler ve onların yurtlarına dönmelerini
sağlasınlar. Gerçek köprü budur.
Biz parlamento düzeyinde ne yapmalıyız?
Bu çok önemli. Bizim milletvekillerimizden oluşacak bir heyetin oralara gidip incelemeler yapması lazım. Acilen Ahıska ve
Tiflis’te incelemeler yapılmasını arzu ediyoruz. Sivil girişimler
sonuç vermiyor. Gürcistan bu halkı yalnız görüyor. Evet, tüm
hükümetler bir şeyler yaptı, ama yapılanlar yetersiz kaldı. Yani
ilacın dozunun artırılması lazım. Parlamentolararası dostluk
grupları var, bunlar aracılığıyla girişimler yapılması lazım.
Ben Parlamento dergisi aracılığıyla sesleniyorum. Bu millet,
Ahıskalılar yok olmadan bu konunun çözülmesi için çaba sarf
edilmesini rica ediyorum.
“Bizim Ahıska” adlı bir dergi çıkarıyorsunuz. Biraz da bundan bahsedelim.
Dergi 10. yılında. Dergimizin 2004 yılı kasımında ilk sayısı
çıktı. O zaman Uluslararası Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu adına çıkarıyorduk. Federasyon 2007 yılında feshedildi.
Ama dergi, Allah razı olsun, TPB Genel Başkanı Nevzat
Pakdil’in desteğiyle çıkmaya devam ediyor. Ben o zaman bu
işlerden biraz soğuyup dergiyi bırakma noktasına gelmiştim.
Fakat Nevzat Bey “Dergi çıkmalı, sen bu işin içine girdin çıkamazsın” dedi. Üç ayda bir çıkan dergimiz 32. sayısına ulaştı.
Dergiyi Ahıskalıların yaşadığı Orta Asya, Rusya, Amerika’ya
gönderiyoruz. Dergi Ahıska’nın tarihini, kültürünü, edebiyatını bütün yönleriyle ele alıyor. Halkın hatıralarını canlı tutmaya çalışıyoruz. Biz kin ve nefreti körüklemek için değil, tam
tersi, “Unutmamamız lazım” demek için çıkarıyoruz dergiyi.
DosyaSöyleşi
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu:
Ahıskalıların
yurtlarına dönmesi
bölgenin barışı
açısından son
derece önemli
Söyleşi: Bilge Yavuz
A
hıska Türkleri meselesi 69 yıldır çözüm bekliyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi farklı dönemlerde bu konuyla
ilgili girişimlerde bulundu, fakat netice alınabilmiş değil.
Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili Prof. Dr. Yusuf
Halaçoğlu, Ahıska sürgünü ve sürgün sonrası Ahıskalıların
durumu üzerine sorduğumuz soruları yanıtladı.
Ahıska sürgününün 69. yılındayız. Neler söylemek istersiniz?
Ahıskalılar Oğuz boylarına mensup, Kafkasya’da ikamet
eden, Selçuklu ve Osmanlı döneminde mevcut olan bir Türk
grubu. Bu bölgelerde meydana gelen savaşlar nedeniyle, özellikle 1918 sonrasında Rusya’nın idaresine girmesiyle birlikte
sürgüne gönderilen önemli bir Türk grubu. Asya’da çeşitli
topraklara dağıtıldılar; Kazakistan, Özbekistan, Rusya’nın
iç kesimleri... Bu bölge insanları onları büyük bir hoşgörüyle
karşıladı. Oralara gidip konuşulduğunda bölge insanlarının
Ahıskalıları bağırlarına bastıklarını görürüz.
Nitekim bugün, bu coğrafyalardaki Ahıskalılar hâlâ bir
sürgün hayatı yaşıyor. Ben ilk defa 1994 yılında Kazakistan’a
gitmiştim. Kazakistan’da şunu gördük: Kazakların geneli
kendilerini Türk değil, Kazak olarak nitelendiriyordu. Bir
bölgeye gittik, orada gençler top oynuyorlardı. Kazaklar bize
“Bakın, bunlar Türk” dedi. Yanlarına gittik; onların temiz
bir Türkçeyle konuşan Ahıskalılar olduğunu öğrendik. Yani
Kazaklar, Ahıskalıları Türk olarak nitelendiriyordu. Tabii
bugün kendilerine de Türk diyorlar, ama daha önce Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler sadece Ahıskalılara Türk diyorlardı.
Hakikaten acı bir dönem geçirdiler. Bu acı dönem hâlâ
devam ediyor. Birçok Ahıskalı arkadaşımız, tanıdığımız bir
şekilde Türkiye’ye getirilme dileklerinde bulunuyorlar. Kendi
yurtlarında oturmak yerine iğreti bir biçimde, her ne kadar
yakınlık gösterilse de, yurtlarından uzak bir hayat yaşıyorlar.
1989’da Fergana Olayları sebebiyle Özbekistan’da bir sürgün daha
yaşadı Ahıskalılar. Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerde bilhassa
Fergana’ya benzer olaylar yaşanmasından çekiniliyor. Bundan sonra Ahıskalıları ne bekliyor?
Normalde olması gereken şey kendi yurtlarına, Ahıska’ya
dönmeleri. Fergana ikiye bölünmüş durumda; bir kısmı
Kırgızistan, diğer kısmı Özbekistan’a bağlı. Maalesef diğer
Türk devletlerinde olduğu gibi burada da Türk devletleri
rekabet halinde ve birbirlerine adeta düşmanlık gösteriyorlar.
Gönül ister ki Türk devletleri öncelikle kendi içinde birlik ve
beraberlik ruhuyla hareket etsin. Avrupa’da farklı din veya
mezhepten oldukları için birbirlerini boğazlayan insanların
Avrupa vatandaşı olarak bir araya geldiğini göz önüne alırsak; Orta Asya’da, daha doğrusu Büyük Türkistan’daki Türk
devletlerinin birbirleriyle çekişmek yerine böyle bir oluşuma
gitmeleri gerekir
Gördüğümüz kadarıyla bugün Uzak Doğu’da Çin’in kalabalık bir nüfusu ve müthiş bir ekonomik sıçrayışı var. Özellikle Kazakistan’da etkili oluyorlar, mamafih Kırgızistan’da
da. Çinlilerin buralara gelerek özellikle evlenme yoluyla
yerleşmeleri nüfus dengelerini altüst ediyordu. Bununla ilgili
Kasım 2013
49
50
DosyaSöyleşi
birtakım tedbirler alınsa da baş edilmesi mümkün değil. Yarın Çin, komünist
idareden çıkıp dünyaya açılacak olursa,
ki bunun emarelerini görüyoruz, Orta
Asya’da özellikle demografik bir değişiklik olacaktır. Diğer taraftan Rusya,
arka bahçesi olarak gördüğü bu coğrafyada siyaseten hâlâ çok etkili. Çünkü
onların zamanında yetişmiş birtakım
insanlar hâlâ görevdeler. Daha geniş bir
çerçevede bakıldığında, Ahıskalıların
durumu gerçekten zor.
2005 y ılında Gürcistan’ la yapıla n mutaba kat işleme konu lma lı.
Türkiye’nin şu anda Gürcistan üzerinde
hayli etkisi var. Ahıskalılar öncelikle
Gürcistan’a getirilmeli. Oraya gelmeleri
Kafkasya’da Türkiye-Gürcistan ilişkilerinin düzelmesine de sebep olacaktır.
Tabii eğer bu olmazsa, çok zorunlu
kalınırsa Ahıskalıların Türkiye’ye
gelmeleri taraftarıyım. En azından pek
büyük sıkıntı çekmeden Türkiye’ye
adapte olabileceklerini biliyorum.
Ama elbette en son ihtimal olarak,
başka bir gelişme olmayacaksa Ahıskalıların Türkiye’ye gelmeleri gerektiğini
düşünüyorum. Ayrıca bu, Kafkasya’da
barışın sağlanması ve Türkiye’nin
sigortası olması bakımından önemli.
Yani şu anda Gürcistan’la bir sıkıntımız
yok. Millî mücadelede Ermenilerle de
Kasım 2013
Gürcülerle de savaştık biliyorsunuz. Ama bunları Gürcüler de bir kenara bıraktı,
biz de. Çünkü devletler arasında çıkar ilişkileri ön plandadır. Burada Müslüman
Gürcülerin, orada Türklerin bulunması, bölgede yaşayan insanların birbirleriyle
yakınlığı ve evlilik gibi bağlar kurması bu iki ülkenin barış içinde yaşayacağını
gösteriyor. Şimdi bu ortamda Ahıskalıların Gürcistan’a yerleşmesi, kamuoyunun
da Gürcistan’a daha güvenli bakmasını sağlayacaktır. Daha demokratik bir yapı
meydana gelecektir.
Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan’ın bu şekilde bir barış sağlaması Ermenistan’ı
dışarıda bırakacaktır. Ermeniler de ister istemez böyle bir birlik içinde yer almak
zorunda kalacaktır. Çünkü bütün çevresi tecrit edilmiş bir Ermenistan’ın ayakta
kalması mümkün değildir. Ermenistan biraz akıllı davranıp soykırım gibi safsataları
bir kenara bırakarak Türkiye’yle yakınlık kuracak olursa, denize kıyısı olmadığı
halde Batum veya Trabzon Limanı üzerinden dünyaya bağlanabilir.
Yani Ahıskalıların yurtlarına dönmesiyle ilgili olarak yapılan anlaşmanın uygulanması, bölgenin barışı açısından son derece önemlidir.
Parlamento düzeyinde daha net neler yapılmalı?
2005 yılında yapılan mutabakat parlamentonun bakış açısını yansıtan bir şeydir.
Ama 2001’den sonraki dönemde Ortadoğu’da büyük hareketlenmeler oldu biliyorsunuz. Irak, Afganistan, Libya, Mısır, şu anda Suriye’de meydana gelen olaylar
Türkiye’nin yönünü bütünüyle oralara çekiyor. Diğer taraftan terörle mücadelemiz
var. Her ne kadar hükümet, “Kürt Açılımı”yla ilgili olarak birtakım görüşmeler
yapıyor olsa da yarın ne olacağı belli değil.
Ortadoğu’da da neler olacağı net değil. Ancak bazı konular berraklaşmaya başlamıştır. Irak’ta istikrarın sağlanamayacağı artık kesinleşmiştir, yani Irak bölündü.
Suriye’de bölünme meydana gelebilir. Halbuki Suriye bölündüğü takdirde hem
Amerika hem İsrail rahatsız olacaktır. Yepyeni, radikal grupların elinde bölünmüş
bir Suriye... Bunlar istenmediği için zaten ABD ve Rusya bir araya gelerek bir anlaşma yaptı. Nitekim ABD’nin de Esed’e bakışı değişti. Dolayısıyla Türkiye’nin bu
aşamadan sonra Suriye’yle ilgili bir yaptırım uygulaması veya savaş açması açıkçası
mümkün değil. Oradaki istikrarın sağlanması için Türkiye’nin muhalif gruplara
destek vermemesi gerekiyor. Suriye’de işler düzene girdikten sonra Türkiye diğer
ülkelerle olan politikalarda yeni bir hamle yapabilir. Şu aşamada Ahıskalıların
yurtlarına dönmesi konusuna sıra gelmeyecek gibi gözüküyor.
Türkiye şu anda bu bölgeyle meşgul olmaya devam ediyor. Bakınız Yunanlılar
tarafından işgal edilen kayalıklar savaş sebebiydi bir zamanlar. Fakat şimdi Batı’da
meydana gelen olaylara bakamıyor bile, hiç ilgilenmiyor, beyanat bile duymuyoruz.
Aynı zamanda Irak’taki Türkmenlerle de ilgilenemiyor Türkiye. Bugün Suriye’de
Türkmen gruplar var. Halep, Lazkiye, Humus ve Şam bölgesinde Türk grupları var.
Ama bunlar basında hiç yer almıyor. Halbuki Halep bölgesindeki Türkmenler çok
zor durumdalar. Batısında ve doğusunda Kürtler ve El-Nusra çatışması var. Yarın
bu bölgede Allah korusun Türkmenlere karşı bir katliam söz konusu olursa Türkiye
ne yapacak? Biz MHP olarak zaten bu sebeple Suriye tezkeresine “Evet” dedik. Yarın
böyle bir durum ortaya çıktığında “Müdahale edin” deme hakkına sahibiz hükümete.
Aksi takdirde “Bize destek vermediniz” derlerdi. Tüm bunları göz önüne aldığımızda, Ahıskalıların Gürcistan’a yerleşmesini sağlayacak politikayı takip edecek bir
durumda değil Türkiye şu anda.
52
Röportaj
Siyasetin duayen
isimlerinden Kâmran İnan,
Türkiye’nin bulunduğu
bölgede büyük ve güçlü bir
devlet olduğunu belirterek,
“Bölgemiz çok hassas
bir dönemden geçiyor.
Türkiye’yi bölme yolunda
faaliyetler gösteriliyor.
Çok dikkatli olmak ve
devletimizi iyi korumak
gerekiyor” dedi.
Kâmran İnan:
Bu hassas dönemde devletimizi
çok iyi korumamız gerekiyor
Röportaj ve Fotoğraflar: Nehir Öztürk
S
iyaset ve diplomasi… Bu iki kelime
yan yana geldiğinde, bunlara bir de
“devlet adamlığı” kavramı eklendiğinde ilk akla gelen isimlerden biridir
Kâmran İnan… Siyasetçi ve diplomat
olara k ü l keye uzun y ı llar önemli
hizmetlerde bulunan İnan, bu ayki röportaj konuklarımız arasında. Dünden
bugüne uzanan sohbetimiz sırasında
dış politikadan demokratikleşme çalışmalarına kadar çeşitli konulardaki
Kasım 2013
sorularımızı yanıtlayan tecrübeli devlet adamı, hem dikkat çekici açıklamalar yaptı
hem de önemli uyarı ve tavsiyelerde bulundu.
Kâmran İnan 1929 Bitlis doğumlu. Siyasetçi bir aileden geliyor. Babası Selahattin
İnan Demokrat Parti Milletvekili, ağabeyi Abidin İnan Adalet Partili, yeğeni Edip
Safder Gaydalı ise Devlet eski Bakanı ve Anavatan Partisi Milletvekili. Bir aile geleneği olan siyasete 1973 yılında Adalet Partisi Bitlis Senatörü olarak giren Kâmran
İnan, 1979’a kadar Cumhuriyet Senatosu Dışişleri Komisyonu Başkanlığı, TürkiyeAET Karma Komisyonu Eş Başkanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yaptı.
1979-1983 arasında ise Birleşmiş Milletler Cenevre Ofisi nezdinde Türkiye Daimi
Temsilcisi oldu. Büyükelçilik yıllarının ardından 1983’te Milliyetçi Demokrasi
Partisi’nden Bitlis Milletvekili seçilen İnan, 1987’de Anavatan Partisi’ne geçerek
Röportaj
1991 yılına kadarki ANAP hükümetlerinde Devlet Bakanlığı yaptı. 17, 18,
19, 20 ve 21. dönemlerde Meclis çatısı
altında yer alan tecrübeli siyasetçinin
üstlendiği görevlerden biri de TBMM
Dışişleri Komisyonu Başkanlığı.
“Ülkenizi yabancılara şikayet etmek ihanettir”
Kâmran İnan yurt dışında görev yaptığı yılları konuştuğumuz sırada acı bir tespitini şöyle
paylaşıyor: “Avrupa’da gördüm; kapı kapı dolaşıp kendi devleti aleyhine konuşan gruplar,
siyasi kuruluşlar vardı; bu ihanettir. İçeride demokratik yollarla mücadelenizi verirsiniz,
kavganızı edersiniz, ama kendi devletinizi yabancılara şikayet etmek, gammazlamak ve
onların baskısını davet etmek devlete ve millete ihanettir.”
“Demokrasimiz fena bir
imtihan vermiyor”
Kâmran İnan’ la röportaj yapmaya
gittiğimizde siyasetin sıcak gündem
maddelerinden biri “Demokratikleşme
Paketi”ydi. Biz de tecrübeli siyasetçiye
önce demokratikleşme çalışmalarını
sorduk. Demokrasinin kolay bir yönetim olmadığını vurgulayan Kâmran
İnan, “Demokrasi zengin, hayat seviyesi yüksek memleketler, eğitim görmüş
toplumlar yönetimidir. Siz hâlâ gelişme
halinde bir memleketseniz ve toplumunuzun büyük bir kısmı maalesef
daha okuryazar bile değilse demokrasiyi sağlıklı bir şekilde yürütmeniz
zor olur. Nitekim zor oluyor, sıkıntılar
yaşanıyor. Bu noktada önemli olan
devam etmek, ısrarlı davranmak ve
demokrasinin yerleşmesini sağlamaktır. Türkiye, zaman zaman kesintiler
yaşansa da demokrasi konusundaki
kararlılığını sürdürmüştür” diyor. Eğitimi ve büyükelçilik görevi dolayısıyla
22 yıl Avrupa’da bulunduğunu, gelişmiş demokrasileri gördüğünü ifade
“Temel sorunumuz
eğitimsizlik”
Kâmran İnan’a göre Türkiye’nin temel
sorunu eğitim yetersizliği… Bu konunun çok önemli bir problem olarak
önümüzde durduğunu ifade eden
İnan, “İyi eğitilmiş, kültürlü, bilgi
sahibi insanlarımız çok az. Toplumu
eğitmek lazım. Bu alandaki açık mutlaka kapatılmalı” diyor.
eden İnan, “Bu bakımdan bizim demokratik sıkıntılarımızı daha iyi anlıyordum.
Bazı çevreler ‘Vay efendim bizde demokrasi olmaz’ derken ‘Elbette olur, yalnızca
eğitim ve ekonomik düzeyin yükselmesi ile zaman ister’ diyordum. Buna katkıda
bulunmaya çalıştım. Zannediyorum iyi yoldayız, hâlâ sıkıntılarımız var, ama demokrasimiz genellikle fena bir imtihan vermiyor” diye konuşuyor.
Sohbetimiz sırasında demokrasi konusuna geniş yer ayıran tecrübeli siyasetçi,
yeni anayasa hazırlık çalışmalarına yönelik sorumuzu da bu bağlamda yanıtlıyor:
“Kanunlar çıkarılınca sorunlar biter, her şey hallolur sanılıyor; oysa mesele başka
yerde. Bugün İngiltere’de anayasa yok, ama en demokratik memlekettir. Demokrasi
zihinlerde olacak bir şeydir. Anayasada istediğiniz kadar yüksek seviyeli demokrasi
kurun, onu uygulayacak insanda yeterli eğitim seviyesi, bilgisi yoksa bu yürümez.
Nitekim öyle oluyor. Bizim yasalarımız toplum gerçeklerinin maalesef çok uzağında. İsviçre’den ‘Medeni Kanun’u aldık. İsviçre’nin geçmişine, hayat seviyesine,
eğitimine, ekonomisine bakın… İsviçre’nin kanununu Türkiye’de yürütemezsiniz.
Nitekim yürüyemedi, değişe değişe medeni olmaktan çıktı.”
Kâmran İnan, demokrasi konusunda bir başka önemli noktaya da dikkat çekiyor.
Türkiye’de demokratik münakaşanın tam yerleşmediğine, hâlâ çekişme şeklinde
yürütüldüğüne işaret eden İnan şunları söylüyor: “Demokraside önemli olan konsensüstür; bir noktada anlaşmak, görüş birliğine varmaktır. Bizde ise ayrılık, muhalefet, zıddiyet, hatta bazı noktalarda neredeyse kavgaya varacak derecede siyasi
gerginlik şeklinde götürülüyor. Bizim demokratik sistemimiz tek partili iktidarları
bazı zamanlar doğurdu, fakat genellikle koalisyona gidiliyor. Koalisyon uzlaşma
ister. Bizim siyasi yapımız nedense uzlaşmalara uygun düşmüyor. Siyasette çekişme, kavga, sen git ben geleyim, ben daha iyi yaparım düşüncesiyle karşılaşıyoruz.
Bunlar tabii zaman içerisinde demokrasinin gelişmesiyle giderilecek olaylardır.
Bunlar nedeniyle cesareti kaybedip ‘olmuyor’ dememek, yola devam etmek lazım.
Bütün mesele eğitimi birinci planda tutmak, ekonomik kalkınmadan vazgeçmemek, insanlara eşit muamele yapmak, coğrafi bölgeler arasındaki dengesizlikleri
gidermek ve geri kalmış bölge lafını ortadan kaldırmaktır.”
“Ortadoğu kolay bir bölge değil”
Kâmran İnan’la sohbet ederken dış politikaya özel bir yer ayırdık. Diplomasinin
duayen ismine özellikle Ortadoğu’da yaşananlar ve Türkiye’nin dış politikasıyla
ilgili sorular yönelttik. “Bölgemiz çok hassas bir dönemden geçiyor” diyen İnan
şu değerlendirmelerde bulundu: “Ortadoğu’nun her zaman önemi olmuştur. Üç
büyük dinin doğuş merkezidir; sanayileşmiş memleketlerin vazgeçemeyeceği enerji
kaynağı bu bölgededir; üç kıtanın birleştiği yerdir… İsrail’in orada olması da ayrı
Kasım 2013
53
54
Röportaj
‘‘Demokrasi değişiklik, yenilik
ister; toplumlar on sene, yirmi
sene aynı ismi duymaktan
rahatsız olur.’’
zaman rahatsız eden davranışlar içerisinde. Binaenaleyh
hükümet bu dönemde çok dikkatli, çok hassas davranmalı.
Mümkün olduğu kadar barışçı ilişkileri götürmek lazım.
Siyasilerin de dikkatli davranması gerekir; hükümeti zor
duruma düşüreceğim diye aşırılıklar göstermek devlete ve
millete zarar verir.”
“Siyasette bıkkınlık yaratılmamalı”
bir faktör oluşturmaktadır. Binaenaleyh Ortadoğu dünyada
siyasi ilişkilerde daima bir numaralı yeri tutmaya devam edecektir. Kolay bir bölge değildir. Türkiye bu bölgede çok büyük
ve güçlü bir devlet. Türkiye’den rahatsız olanların sayısı
artmaya başladı. Bugün Türkiye’yi bölme yolunda faaliyetler
gösteriliyor. Bu bakımdan hükümetin ve vatandaşların çok
dikkatli davranması lazım. Bu hassas dönemde devletimizi
çok iyi korumak gerekiyor. Hükümetin Ortadoğu politikası,
mümkün olduğu kadar iyi ilişkiler sürdürmek, ama zor. Bugün mesela Suriye lüzumundan fazla silahlanıyor. Rusya’dan
gemiler dolusu ileri teknolojide füze aldı. ‘Bu füzeler kime
karşı? Nasıl kullanacaksınız?’ diye sormak gerekiyor. Son
derece tehlikeli bir durum bahis konusu. Suriye yönetimi
demokratik düşünceden uzak. Maalesef komşularıyla iyi
geçinmek yerine ihtilafları arayan ve sınırlarımızı zaman
Kasım 2013
Kâmran İnan en son TBMM 21. Dönem’de milletvekilliği
yaptı. Siyaseti neden bıraktığını sorduğumuzda şunları
söylüyor: “Bizim bulunduğumuz seçim bölgesinde ailenin
geçmişinden gelen bir devamlılığımız var; ama başkalarının
yolunu tıkayamazsınız, diğer insanların hakkını da gözetmeniz lazım. Dolayısıyla hem onların önünü açmayı istedim
hem de siyasette bıkkınlık yaratmadan ayrılmayı bilmek
gerektiğini düşündüm. Türkiye’de maalesef bazı insanlar
bunu tapulu mal olarak görüyor. Oysa vazgeçilmezlik diye bir
şey yoktur. Demokrasi değişiklik, yenilik ister; toplumlar on
sene, yirmi sene aynı ismi duymaktan rahatsız olur. Toplumun değişiklik talebini iyi anlamak lazım. Toplumun nabzını
tutamayan iktidarlar başarılı olamaz. Türkiye’de genellikle
iktidar olduktan sonra toplumdan kopuluyor; ‘Bundan sonra
her şeyi ben yaparım’ düşüncesi oluşuyor. Oysa demokraside
her şeyi millet yapar.”
Kâmran İnan siyaset sayesinde Anadolu’yu tanıdığını söylüyor. “Siyasette halka gideceksiniz, millet sizi görecek, sual
soracak, düşüncelerinizi öğrenecek. Ben bunu yapmaya çalıştım, istediğim kadar olmadı ama büyük ölçüde Anadolu’yu ve
insanlarını gördüm, tanıdım” diyen İnan önemli bir noktanın altını çiziyor: “Anadolu çok büyük bir vatan; insanlarının
bakış açıları, yaşam tarzları bulundukları bölgeye göre değişiyor. Bunu bilmeniz, kendi insanınızı tanımanız, toplumun
nabzını tutmanız gerekiyor. Bölgeler arasındaki kalkınmışlık
farklılıklarını iyi görmek ve bunu gidermek için gayret sarf
etmek lazım. Bugün Doğu ve Güneydoğu’nun en hassas tarafı
hâlâ o; kalkınmada Orta ve bilhassa Batı Anadolu’nun çok
gerisinde kalmış olması. Bundan dolayıdır ki iktidarlar bu
bölgelere önem verir, yatırımlar yapılır.”
Röportaj
“Vaatler yerine getirilmeli”
Sohbetimiz sırasında “Size göre siyasetin olmazsa olmazları nelerdir?” diye
sorduğumuz Kâmran İnan, siyasetçilerin inandırıcı olması ve doğruları
söylemesi gerektiğini vurguluyor. Aksi
halde kamuoyunda siyasete güvenin
azaldığına işaret eden İnan şu uyarıda
bulunuyor: “Vatandaş ‘Bak siyaset yapıyor’ diyor; yani hakikatleri söylemiyor,
bizi uyutuyor, aldatıyor diye düşünüyor.
Bu duruma yol açmamak lazım. Siyasiler inandırıcı, kararlı olmalı, doğruları
söylemeli ve savunmalı. Bu her zaman
yapılmıyor maalesef. Oyları toplamak
için bazen gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatler ve beyanlarda bulunuluyor. Bu doğru değil. Bu tür davranışlar
siyasete ve demokrasiye hizmet etmiyor,
toplumu siyasetten uzaklaştırıyor. Yerine getirilmeyen siyasi vaatlerden bıkan
millet siyasetten çözüm beklemiyor.
Bu, demokrasi için en büyük tehlikedir. Demokrasi açıklık rejimidir. ‘Bunu
yapamıyorum, çünkü kaynaklarımız,
eğitim sistemimiz yeterli değil’ demek
lazım. Henüz buralara gelemedik. Daha
alacağımız çok yol var. Demokrasi bir
laf endüstrisi değil, ‘sen şu kadar saat
konuştun, ben bu kadar konuştum’ değil. Demokrasi iş çıkarma rejimidir.”
“Devleti yönetenler bilgi ve tecrübelerini yazmalı“
Kâmran İnan bugüne kadar 12 kitaba imza attı. “Devlet hayatındaki, sosyal hayattaki bilgi
ve tecrübe birikimini sizinle beraber götürmeye hakkınız yok. Bunu topluma bırakmak
lazım. Bunun yolu da yazmak” diyen İnan, bir noktanın altını çiziyor: “Türkiye’de devleti
yönetenler yazmıyor. Oysa Batı demokrasilerinde devleti yönetenler hatıralarını yazar,
yönetimdeki olumlu olumsuz yönlerini yazar. Bizde ise yazma alışkanlığı yok. Ben bunu
kırmak istedim ve 12 kitap yazdım, zannederim faydalı olacaktır.”
Kasım 2013
55
56
Röportaj
10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü
Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk’ü vefatının 75. yılında
saygıyla anıyoruz.
Mustafa Kemal’i Düşünüyorum
Mustafa Kemal’i düşünüyorum;
Yeleleri alevden al bir ata binmiş
Aşıyor yüce dağları, engin denizleri.
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda,
Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri.
Mustafa Kemal’i düşünüyorum;
Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında
Destanlar yaratıyorlar cihanın görmediği
Arkasından dağ dağ ordular geliyor
Her askeri Mustafa Kemal gibi
Mustafa Kemal’i düşünüyorum;
Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel
Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere.
Al bir ata binmiş yalın kılıç
Koşuyor zaferden zafere...
Mustafa Kemal’i düşünüyorum;
Ölmemiş bir kasım sabahı
Yine bizimle beraber her yerde
Yaşıyor dört köşesinde vatanın,
Yaşıyor damar damar yüreklerde.
Mustafa Kemal’i düşünüyorum;
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda;
Mavi gözleri ışıl ışıl, görüyorum.
Uykularıma giriyor her gece.
Ellerinden öpüyorum.
Ümit Yaşar Oğuzcan
Kasım 2013
Röportaj
Türk Parlamenterler Birliği’nden
Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul
kararıyla 2013 yılında yıllık 120 TL’dir.
Bankalar tarafından müşterilerine, uluslararası Banka
Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken
problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir.
Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları
2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir.
Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve
Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması,
5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların
belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir.
Türk Parlamenterler
Birliği ANKARA
KONUKEVİ
Ankara Hotel Pino
Tel: 0312 446 36 86
Bayraktar Mahallesi Bayraklı Sokak
No: 35 GOP / Ankara
Konukevi yenilenen haliyle
hizmet vermeye başladı.
21 Kasım 2013 tarihinde
açılış töreni yapılacaktır.
Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını
mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur.
TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr
Fax Hattı: 0312 420 66 24
Sayın Üyelerimiz, her konuda bize ulaşabilirsiniz.
Sağlık Hattı
Sağlık uygulamaları, hastaneler ve
anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü
bilgi için 0312 420 0 112 numaralı
telefonu arayabilirsiniz.
Türk Parlamenterler Birliği
TBMM B Blok 2. Asma Kat 06540 Bakanlıklar / ANKARA
Tel: 0 312 420 66 21 Fax: 0 312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
Kasım 2013
57
58
Millî Saraylar
Cumhuriyet Dönemi
mimarisinin simge yapıları:
Florya ve Yalova Atatürk köşkleri
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk kullandığı için millî
saray kabul edilen Florya ve Yalova Atatürk köşkleri, Ulu Önder’in yaşamından
izler taşıyor.
Gökçe Doru
Florya Atatürk Deniz Köşkü
Kasım 2013
Millî Saraylar
B
aşkent Ankara, kurtuluş mücadelesinin başlatıldığı Samsun ve
Atatürk’ün ebediyete kavuştuğu İstanbul geliyor Ulu Önder’i anarken
say ı lan şehirlerin başında. Vatan
toprağının her karışı mevcudiyetini
ona borçlu belki, ancak Florya ve bir
zamanlar İstanbul’a bağlı bir ilçe olan
Yalova, Atatürk’ün bizzat onurlandırdığı talihli yerlerden.
Mavisi engin, yakamozu bol Marmara Denizi’nin huzur-âver manzarasına
sahip Yalova ve Florya’ya, Atatürk tarafından hem istirahat etmek hem de bazı
devlet işlerini yürütmek amacıyla köşkler yaptırılır. “Yalova benim kentimdir”
diyen Mustafa Kemal’in orada bir köşk
inşa ettirmesinin nedeni, şehrin nevi
şahsına münhasır havası, binbir derde
deva suları ve nice yere taş çıkaran
günbatımıdır muhtemelen. Güzelliğiyle
yıllar evvel Osmanlı padişahlarının ilgisini çeken Yalova, II. Abdülhamid’in
de (1876-1909) saltanata ait imar faaliyetlerini yürüttüğü yerdir. Denize ve
yeşile sevdalı Sultan burada bir köşk
yaptırır, termal kaplıcalar kurdurur.
Florya Atatürk Deniz Köşkü’nün
yapılması ise Florya havasının, denizin
ve güneşin Ulu Önder’i içten içe kemiren hastalığa şifa olması umuduyladır.
Atatürk, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni
modernleştirme çalışmalarından, bitmek tükenmek bilmeyen memleket
meselelerinden başını kaldırıp da bu
köşkte keyfince istirahat edebilseydi
ömrü daha uzun olurdu belki de. Florya’daki köşk, Atatürk’ün Dolmabahçe
Sarayı’nda ebedi istirahatına kavuşmadan önceki son duraklarından biri
olduğu için oldukça önemlidir.
Florya Atatürk Deniz Köşkü
yakınında tasarlanan halk plajı, bu projenin beğenilmesi ve yapımına karar verilmesindeki en büyük etkendir. Atatürk’ün “Beni halkımla birlikte etüd etmenizden çok mütehassıs oldum” diyerek proje mimarını onore etmesi, bu projenin
tamamlanması için gece-gündüz çalışılmasına da vesile olur. 1935 yılında yapımına
başlanan köşkün mimarı Seyfi Arkan, tüm dekorasyonu dahil çalışmasını 43 günde
teslim eder. Sedat Hakkı Eldem’in mimarı olduğu ve 1929 yılında yapımına başlanan Yalova Atatürk Köşkü ise 38 günde tamamlanır. Atatürk köşklerinin bu kadar
kısa sürelerde tamamlanması eserlerin sadeliği ve emeği geçenlerin çalışkanlığının
yanı sıra Ulu Önder’e duyulan saygıdır şüphesiz.
Ana köşk, genel katiplik, yaverlik binaları ile beyaz, mavi ve kırmızı köşklerden
oluşan bir yapılar topluluğu olan Florya Atatürk Deniz Köşkü’nün ana binasını
Türk mimarların sade eserleri
Florya’da, Atatürk’ün konaklayacağı
köşk yapılmadan önce bir proje yarışması açılmış ve şimdiki köşke ait
tasarım birinci seçilmiştir. Köşkün
Florya Atatürk Deniz Köşkü
Kasım 2013
59
60
Millî Saraylar
Florya Atatürk Deniz Köşkü
oluşturan köşk, bir köprüyle karaya bağlanır ve 238 adet taşıyıcı ayakla deniz üzerine
yerleştirilmiştir. Dört tarafı sularla çevrili olan Köşk, yapıldığı dönem itibarıyla
tasarım açısından oldukça ilgi çekicidir. Tek katlı ve ahşap iskeletli olan yapının kıyıya dik kanadı servis elemanları ve diğer personele tahsis edilmiştir. Kıyıya paralel
kanatta Atatürk’ün çalışma odası, kabul salonu ve misafir odaları bulunur. Çeşitli
onarımların ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bağlı sosyal tesisler haline
getirilen katiplik ve yaverlik binaları kompleksin kara tarafında yer alır. Beyaz, mavi
ve kırmızı köşkler ise yıkılmıştır. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olan Florya Atatürk
Deniz Köşkü 1988 yılında Millî Saraylar’a bağlanır.
Yalova Atatürk Köşkü
Kasım 2013
Atatürk köşkleri Batı
özentiliğinden uzak mimarisi,
sade dekorasyonu ve
mimarlarının Türk olmasıyla
Millî Saraylar’a bağlı
diğer yapılardan ayrılır.
Florya Atatürk Deniz Köşkü
Millî Saraylar
Yalova Atatürk Köşkü
Fotoğraflar Millî Saraylar Daire Başkanlığı’ndan alınmıştır.
İki katlı ve dikdörtgen planlı Yalova Atatürk Köşkü, yemyeşil ve büyük bir koruluğun içinde bulunur. Korulukta, köşkün hemen yanında II. Abdülhamid döneminden kalma bir dinlenme köşkü de yer alır. Dekorasyonunda yenilerinden ziyade
İstanbul’daki çeşitli saraylardan getirilen eşyaların da bulunduğu köşkte İran ve
Hereke halıları, Fransa, Çin, Yıldız porselen vazoları ve ünlü ressamların tabloları
dikkat çeker.
Hem köşk hem Meclis
Atatürk köşkleri 1930’lu yılların pek çok olayına tanık olmuş, sonraki yıllarda önemli
misafirleri ağırlamıştır. Yalova Atatürk Köşkü’nde hükümet yaz dönemi çalışmalarını
da yapar, Serbest Fırka burada kurulur, Yerli Malı Haftası burada kabul edilir. 1956
yılında İran Şahı Rıza Pehlevi Yalova Atatürk Köşkü’nde kalır. Florya Atatürk Köşkü
ise 1936 yılında İngiliz Kralı VIII. Edward’ı ağırlar. Köşk, devletin yönetim işlerinin
de yürütüldüğü bir yer haline gelir; Bakanlar Kurulu burada toplanır.
Yalova ve Florya’daki Atatürk köşkleri Cumhuriyet dönemi mimarisinin
simge yapıları olarak kabul edilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk tarafından kullanıldığı
için millî saray kabul edilen köşkler;
Batı özentiliğinden uzak mimarisi, sade
dekorasyonu ve mimarlarının Türk
olmasıyla Millî Saraylar’a bağlı diğer
yapılardan ayrılır. Köşkler günümüzde
müze olarak ziyarete açıktır. Ayrıca
Florya Atatürk Deniz Köşkü’nde “Atatürk İstanbul’da” adlı daimi bir fotoğraf
sergisi bulunur.
Kasım 2013
61
62
Röportaj
20, 22 ve 23.
dönemlerde Meclis çatısı
altında yer alan CHP’li
Yılmaz Ateş, “Ülkemizin
kalkınmasının, halkın
refah, mutluluk ve
barış içinde bir arada
yaşamasının koşulları
bütün siyasi partilerin
el ele vermesiyle
oluşturulabilir. ‘İktidar
partisi yaptıysa yanlıştır,
muhalefet önerdiyse
dikkate alınmamalıdır’
gibi bir tavırdan
Türkiye’nin uzaklaşması
lazım” diyor.
Yılmaz Ateş:
Siyaseti vatani bir görev olarak görüyorum
Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş
Y
ılmaz Ateş siyaset sahnesinin en tanınmış aktörlerinden biri. Gazeteci kökenli
politikacılar arasında. Serde gazetecilik olunca siyasette de “haber”den uzak
durmayan, dikkat çekici açıklamalarıyla sık sık gazete sayfalarında yer alan
bir isim. Milletvekilliği sırasında yerel siyaseti de yakından takip eden Ateş’in
mercek altına aldığı il ise Ankara. Üç dönem Başkent’ten milletvekili seçilen tecrübeli siyasetçi, “Havasını soluduğumuz, suyunu içtiğimiz, ekmeğini yediğimiz
Ankara’ya borcumuzu ona sahip çıkarak ödemeliyiz” diyor. Yaklaşık 2,5 yıldır
aktif siyasetten uzakta olan Yılmaz Ateş ile 1989’da başlayan politika yolculuğunu
ve ülke gündemine dair değerlendirmelerini konuştuk.
Sohbetimizin başında Yılmaz Ateş’i yıllar öncesine götürdük. “Siyaset yaşamınız nasıl başladı?” diye sorduğumuz Ateş şunları söyledi: “1982 yılına kadar
Kasım 2013
gazetecilik yaptım. Bu sırada çeşitli
meslek örgüt lerinde görev a ldım.
Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katıldım ve dört
dönem genel başkanlığını üstlendim.
Basın-İş sendikasının genel yönetim
kurulu üyeliğini yaptım. Gazeteciliği
bıraktıktan sonra serbest çalışmaya
başladım. O dönemde SODEP’in kuruluşu sırasında bana teklif geldi, ama
‘Siyasete girmeyeceğim’ diyerek görev
Röportaj
almadım. Ancak 1989’da arkadaşlarımın ısrarı sonucu o zamanki SHP’ye
üye oldum.”
Siyaset yolculuğu SHP Ankara İl
Sekreteri, SHP-CHP Ankara İl Başkanı ve 1995 yılında CHP Ankara Milletvekili olarak devam eden Yılmaz Ateş,
“1999 seçimlerinde partimiz baraja takılınca ‘Hangi gerekçeyle olursa olsun
seçimlerde başarı gösterilemedi. Genel
Başkan’ın yeni bir değerlendirme yapmasına olanak tanımak için Merkez
Yönetim Kurulu (MYK) olarak istifa
etmeliyiz’ önerisinde bulundum. Gece
yarısı Genel Merkez’den ayrıldığımda
bu teklifim kabul görmüştü, ancak
sabah geldiğimde MYK’nın göreve devam edeceği belirtildi. Bunun üzerine
istifamı sundum, eşyalarımı toplarken
Genel Başkan Deniz Baykal’ın da istifa
ettiğini öğrendim. Benim önerim Ge-
“Siyasi partilerde genel başkanlık çok önemli bir
kurumdur. Bir bina düşünün; genel başkan bu
binanın çatısıdır, çatı bir uçarsa bina korunaksız
hale gelir.”
nel Başkan’ın kalması yönündeydi. Çünkü siyasi partilerde genel başkanlık çok
önemli bir kurumdur. Bir bina düşünün; genel başkan bu binanın çatısıdır, çatı
bir uçarsa bina korunaksız hale gelir” diye konuşuyor.
“O kritik oturumu unutamıyorum”
1999’da Altan Öymen’in, 2000’de Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanı seçildiği
olağanüstü kurultaylarda Parti Meclisi’ne giren Yılmaz Ateş, 2002 ve 2007’deki genel seçimlerde Ankara Milletvekili oldu. 2002 yılında Meclis’e geldiğinde TBMM
Başkanvekilliği görevini de üstlenen tecrübeli siyasetçi, o dönemden unutamadığı bir anısını şöyle anlatıyor: “2B olarak bilinen orman vasfını yitirmiş Hazine
arazilerinin satışıyla ilgili anayasa değişikliği maddesinin görüşüldüğü oturumu
yönetiyordum. Müthiş bir gerginlik vardı. İktidar partisi her ne koşul altında
Kasım 2013
63
64
Röportaj
olursa olsun bu maddeyi geçirmek
istiyor, muhalefet partisi ise ne yapıp
edip bunu engellemeye çalışıyordu. O
sırada çok ince taktikler geliştirildi.
Mesela iktidar partisi bir ara Başkanlık Divanı’nda görev alan üyelerini
çekti. Ben bunu önceden tahmin ettiğim için CHP’li üyelerden bilgim
olmadan Genel Kurul’dan ayrılmamalarını istedim. İktidar partisinin üyeleri gidince diğer üyeleri davet ettim,
onlar geldiler, ben oturumu yönetmeyi
sürdürdüm. Görüşmeler sırasında çok
gergin anlar yaşandı, kürsüye gelindi
gidildi. 10 dakika diye ara verdim, ama
2 saati aştı. Grup başkanvekillerini
çağırıp Meclis’in itibarını korumak,
siyasetin kalitesini düşürmemek gerektiğini söyledim. Grup başkanvekillerinden Sayın Salih Kapusuz yanıma
gelerek, ‘Sayın Başbakan’ın sizden bir
ricası var, bize 10 dakika izin verebilir
misiniz?’ diye sordu, yani oturumu 10
dakika geç açmamı rica ettiğini iletti.
Ben de ‘Tabii, ancak benim de Sayın
Başbakan’dan bir ricam var, Meclis
kürsüsü önünde herhangi bir taşkınlık yaşanmamalı’ dedim. Oturumu
biraz daha süre vererek 20 dakika
sonra açtım. Oy kupalarını da önüme
koydum. Ve oylama yapıldı. Sayın
Başbakan’dan rica ettiğim gibi hiçbir
taşkınlık olmadı. Ertesi gün Anayasa
Mahkemesi eski başkanları, Anayasa
Hukuku profesörleri arayıp beni kutladılar, ‘Bildiğimiz kadarıyla hukukçu
değilsiniz, ama müthiş bir yönetim
sergilediniz’ dediler. Ben de görevim
gereği Anayasa’yı, İçtüzük’ü, ayrıca
hukukun evresel kurallarını bildiğimi
ve ona göre bir yönetim sergilemeye
çalıştığımı ifade ettim. TBMM Başkanvekili olarak yönettiğim en kritik
oturumdu. Sonuçta ne iktidar ne de
muhalefet partisinden hiç kimse ‘Şurada yanlış yaptınız, hakkımızı yediniz’
diyemedi.”
Kasım 2013
“Ülkemizin
kalkınabilmesi,
Türkiye’de
demokrasi ve
siyasetin tartışılır olmaktan
çıkması için
bütün üretken,
eğitimli, yetenekli,
kaliteli insanların
siyasete girmesini öneririm.”
“İyi ki siyasete girmişim”
Yılmaz Ateş 2007 yılında üçüncü kez Ankara Milletvekili seçildiğini anımsatarak, “Sayın Deniz Baykal’a ‘Ben bir dönem
TBMM Başkanvekilliği yaptım. Bu kez bir başka arkadaşım
bu önemli görev için değerlendirilebilir’ dedim. 2008’deki
kurultayla birlikte Genel Başkan Yardımcısı oldum ve partideki bu görevimi 2010 yılının mayıs ayına kadar sürdürdüm”
diye konuşuyor. CHP ile bağının parti üyesi olarak devam
ettiğini belirten Ateş şu noktanın altını çiziyor: “Mahalle
delegeliğinden Genel Başkan Yardımcılığı’na kadar 20 yıl
aralıksız olarak CHP’ye hizmet ettim. Partimin tek başına iktidara gelmesi için büyük mücadele verdim. Bundan sonra da
yönetimde olan arkadaşların CHP’yi iktidara taşıyabilmesi
için üzerime düşeni aynı inanç, kararlılık ve istekle yapmaya,
partim için çalışmaya devam edeceğim.”
Yılmaz Ateş siyaseti ülkeye hizmet ve vatani bir görev
olarak gördüğünü vurguluyor. “Ülkemizin kalkınabilmesi,
Türkiye’de demokrasi ve siyasetin tartışılır olmaktan çıkması
için bütün üretken, eğitimli, yetenekli, kaliteli insanların
siyasete girmesini öneririm. Siyasi görüşü ne olursa olsun bu
ülkede taş üzerine taş koymuş herkesin siyasette yer almasın-
Röportaj
da yarar var. Şunu da belirtmem gerekir ki siyaset bir geçim
kaynağı, rant kapısı, sınıf atlama aracı olarak görülmemeli”
diyen Ateş, siyasette uzun ömürlü olmanın koşulunu ise şöyle
belirtiyor: “Parti ilkelerinize ve seçmenin değer yargılarına
sırtınızı dönmeyeceksiniz. Arkadaşlarınıza, partinize ihanet
içinde olmayacaksınız.”
Tecrübeli siyasetçi, geriye dönüp baktığında neler hissettiğini sorduğumuzda, “Siyasette en alt kademeden başlayarak en üst kademeye gelmek her insana nasip olmayan
bir durumdur. Bu açıdan kendimi şanslı görüyorum. İyi ki
siyasete girmişim diyorum. Gazetecilik yıllarımda da siyasi
hayatımda da hep doğru bildiğimi yaptım. Kendi inançlarım,
düşüncelerim doğrultusunda hareket ettim. Önemli olan
her şeyi önce vicdanınıza danışarak yapmanızdır. Kimin
ne dediği hiç önemli değildir. Geriye dönüp baktığımda
pişmanlık duyduğum bir şey yok” diye konuşuyor. Siyasette
geçmişle bugün arasındaki bir farka işaret eden Yılmaz Ateş,
“Günümüzde siyasetin üslubunun çok sert olduğunu görüyorum. Geçmişteki açıklamalarıma bakıyorum; sert bir üslup
kullandığımı, ama olayı hiç kişiselleştirmediğimi, kimseye
hakaret etmediğimi görünce memnun oluyorum. Liderlerden
başlayarak siyasi parti kadrolarının toplumu kutuplaştırıcı
söylem ve eylemlerden vazgeçmelerini diliyorum. Unutulmamalı ki her yapılan doğru da değildir, yanlış da değildir.
‘İktidar partisi yaptıysa yanlıştır, muhalefet önerdiyse dikkate alınmamalıdır’ gibi bir tavırdan Türkiye’nin uzaklaşması
lazım. Türkiye’nin kalkınmasının, halkın refah, mutluluk
ve barış içinde bir arada yaşamasının koşulları bütün siyasi
partilerin el ele vermesiyle oluşturulabilir” diyor.
“Raylı sistem geliştirilmezse
Ankara’nın trafiği çözülmez”
Milletvekilliği döneminde Ankara’nın çeşitli sorunlarını Meclis
gündemine taşıyan ve Başkent’teki belediyecilik uygulamalarını yakından izleyen Yılmaz Ateş, son dönemdeki yol tartışmalarına değinerek şunları söylüyor: “Rahmetli Mehmet Altınsoy
döneminde kabul edilen Ankara Ulaşım Ana Planı’na göre her
yıl 5 kilometre raylı sistemin devreye girmesi gerekiyordu.
1994’ten bu yana 5 metre bile yapılmadı. Şimdilerde ODTÜ’den
yol geçer mi geçemez mi diye tartışılıyor. Raylı sistemi geliştirmezseniz, ODTÜ’nün tamamını yol yapsanız da Ankara’nın
trafiğini çözemezsiniz.”
olduğunu, ancak halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelere göre hem demokrasi hem ekonomi açısından çok önemli
mesafe kat ettiğini vurgulayan Ateş, “Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti
temellerinin Türkiye’de çok sağlam bir zemine oturduğunu
görüyoruz” diyor. Tecrübeli siyasetçi Türkiye’nin en önemli
sorununun ise yoksulluk ve işsizlik olduğunu söylüyor.
“İşkence Anayasa’da mı yazıyor?”
Yılmaz Ateş’le sohbet ederken ülke gündemindeki konulara
da değindik. Bunlardan biri yeni anayasa hazırlanmasına
yönelik çalışmalardı. Demokratikleşmenin sadece yeni bir
anayasa hazırlamakla sağlanamayacağını, toplumda demokrasi kültürü ve bilincinin yerleşmesi gerektiğini ifade eden
Ateş, “İnsanların demokratikleşmeyi içselleştirmesi lazım.
Anayasa’nın hangi maddesinde cezaevinde işkence edileceği
yazıyor ki 12 Mart’ta, 12 Eylül’de bu acılar yaşandı? Davaların 5 yıl süreceği, gazetecilerin yazılarından dolayı işten
atılacağı hangi maddelerde yazıyor? Elbette ki Anayasa’yı
çağdaşlaştıralım, aksayan yönlerini düzeltelim. Ancak yöneten ve yönetilenlerde demokrasi bilinci yerleşmemişse,
insan haklarına saygı gelişmemişse, eğitim yeterli düzeyde
değilse değişen pek bir şey olmayacaktır” yorumunu yapıyor.
Türkiye’nin gelişmiş demokrasiye sahip ülkelerin gerisinde
Kasım 2013
65
66
Asambleler
APA Türk Grubu Başkanı
Prof. Dr. Yüksel Özden:
Türkiye
Asya’ya daha
yakından
bakmalı
Söyleşi: Cahit Yıldız
A
sya Parlamenterler Asamblesi, Asya Barış Parlamentosu
Birliği üyelerinin aldığı kararla 2006’da kuruldu. 41
üye ülkeye sahip APA’da ülkemiz 5 üyeyle temsil ediliyor.
Geleceğin lider coğrafyası olarak görülen Asya ülkelerinde
bir diyalog geliştirme platformu olan APA’nın Türk Grubu
Başkanı Prof. Dr. Yüksel Özden’le asamble çalışmaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
APA’nın hedefleri nelerdir?
APA, Avrupa Konseyi’ne benzer bir kuruluş. Asya ülkeleri
parlamentoları arasında diyalog kurma, ortak konuları tartışma ve aynı zamanda kendi sorunlarını çözebilme yeteneğini geliştirme gibi hedefleri söz konusu. Asya’nın yükselişe
geçtiği bir dönemde kurulduğu için kendi içlerindeki ilgi
de oldukça yüksek. Özetle Asya ülkeleri arasında diyaloğu
geliştirmek ana hedeftir. Fakat dönem başkanlığı Suriye’de
olduğu için APA, uzun zamandır kımıldayamaz, toplantı
yapamaz bir haldedir. Şunu da söylemek lazım, bu oluşumun
adı Asya Parlamenterler Asamblesi. Bu asamblenin yanında aynı kurucular Asya’da Siyasal Partiler Organizasyonu
(ICAP) kurmuşlar. ICAP parlamento dışından da partileri
içinde barındıran bir platform ve ülke konularının daha geniş konuşulabileceği bir zemin olması bakımından oldukça
Kasım 2013
önemli. Ben Meclis adına APA toplantılarına giderken AK
Parti adına da ICAP toplantılarına katılıyorum.
Başkanlık döneminizde yapılan çalışmalardan bahseder misiniz?
APA bu dönemde Suriye’nin dönem başkanı olması sebebiyle
kilitli kaldı. 2011’de “Suriye’deki toplantı yapılamayacak
gibi gözüküyor, dönem başkanlığını başka bir yere aktarın”
dememize rağmen buna pek yanaşmadılar, toplantılar gerçekleşemedi. Önümüzdeki ay Pakistan’da yapılacak genel
kurulla bu sorun çözülecek. Tabii biz alt komisyon toplantılarına devam ettik bu süreçte. Bu platformda Mavi Marmara
saldırısının hemen arkasından İsrail’e açık, net bir kınama
çıkardık. Uluslararası platformlarda bu konunun konuşulması, bizim kendi dirayetimizi ortaya koymamız açısından
çok önemliydi. Yakın bir zamanda da Suriye’de olup bitenlere
karşı bir deklerasyon yayımladık. O deklerasyonun da açık,
net ve dengeli bir şekilde olması için çok güçlü bir parlamenter diplomasi sergiledik. Suriye konusunda İran’ın tavrından
dolayı tek taraflı bir anlayış vardı. Onlar bir Şii camisinin
bombalanmasını kınayan bir açıklama yaptılar. Biz de açık
biçimde “Burada Hz. Ömer Camii de bombalandı, bunun
yanında Hıristiyanlara ait başka yerler de var zarar gören”
diyerek konunun daha geniş bir perspektiften ele alınması
Asambleler
gerektiğini söyledik. Sonuç bildirgesinde “Tüm dinî mekanlara yapılan
saldırıyı kınıyoruz” dedik ve bildirgeye
bunu ekledik. Aynı şekilde Suriye meselesini Özgür Suriye Ordusu’na mal
eden, rejimi oldukça masum gösteren
bir yaklaşım vardı. Bizler bu rejimin
meşruiyetini yitirmiş bir rejim olduğunu hatırlattık. Genel durgunluğa
rağmen katıldığımız toplantılarda
ülkemizin duruşunu göstermeye çalıştık. Çok güçlü, açık ve net bir biçimde
Türkiye’nin pozisyonunun bilinmesini
sağladığımıza eminim.
Asya’ya aslında tüm dünya iştahla bakıyor, ama Asya sanki kapalı bir kutu. Bu
coğrafyayla ilişkilerimizi nasıl geliştirebiliriz?
Biz ülke olarak, bu ülkenin bütün
kurumları, üniversiteleri, aydınları
olarak öteden beri yüzümüzü Batı’ya
çevirdik. Bu en başından beri böyleydi.
Fakat Batı yönlü olmak sağına soluna
bakmamak anlamına gelmez. Biz maalesef bu süreçte Doğu’yu tamamen
ihmal etmiş bir ülkeyiz. Türkiye’de
şu an üniversitelere, düşünce kuruluşlarına bakalım, Asya uzmanı olan
kimsenin olmadığını görürüz. Dünya
nüfusunun neredeyse 5 milyarı bu
coğraf yada yaşıyor. Böylesine bir
yerden biz çerez gibi bahsediyoruz.
Menfaatlerin çakıştığı yerler var, bir
sürü anlaşmazlık konusu ve yeni bir
düzen kurulurken değişecek dengeler
var... Yani bilmiyoruz Asya’yı. Şu an
Başbakanımız açık bir şekilde Asya
ile ilişkiyi geliştirerek Asya’da aktif rol
almaya ilişkin bir siyasi iradeyi ortaya
koydu. Avrupa denilince hemen Yunanistan’daki durumdan İtalya’dakine;
Fransa’dan Almanya’ya hatta küçücük
bir ülke olan Avusturya’nın durumuna
ilişk in zihnimizde bir şeyler canlanmasına rağmen Asya böyle değil.
Türkiye’nin kurumsal bakışı siyasi
“Asya’nın
Müslüman
ülkeleri
Türkiye’nin
başarısını
gururla izliyor,
adeta kendi
başarısı gibi
sahipleniyor.”
iradenin ortaya koyduğu bakışın halen uzağında. Üniversiteler, strateji kuruluşları, hatta TBMM’nin kurum olarak
bakışı Başbakanımızın gösterdiği vizyonun fersah fersah
gerisinde. 21. yüzyılın lider coğrafyasından bahsediyoruz.
Bizim böyle bir şeye uzak kalmamız imkansız. Yeni bir
dünya kurulurken buna yüz çevirirsek inanılmaz bir hataya
düşeriz. Ayrıca şunu unutmamak lazım: Asya’nın Müslüman
ülkeleri Türkiye’nin başarısını gururla izliyor, adeta kendi
başarısı gibi sahipleniyor. Müslüman olmayan ülkeler ise
ilişkilenmeye çalışıyor. Türkiye’nin son on yılda gösterdiği
müthiş performansa kayıtsız kalmıyorlar. Sağlıktan sosyal
konulara, ulaştırmadan eğitime kadar çok büyük bir başarı
elde ettik. Bu ülkeler de bu açıdan ilişkilenmeye gayret
ediyorlar. Bizi Asya’da daha güçlü bir ülke haline getirecek
emarelerdir bunlar. 150-200 yıllık oryantasyonumuzdan
dolayı Asya’dan uzaklaştık belki, ama gecikmiş sayılmayız.
Kültürel tarihî bağlarımız olan ülkeler var bu coğrafyada,
bunlar işimizi kolaylaştıracaktır. Birçok ülke Türkiye’yi
stratejik partner olarak görüyor. Vietnam, Hong Kong gibi
ülkeler Türkiye’yle ilişkileri üst düzeye çıkarma kararı
aldılar. Japonya’yla partnerliğimizi Başbakanımız ilan etti
zaten biliyorsunuz. Bence yapılması gereken şeylerin başında
öğrenci değiş tokuşu geliyor. Öğrenciler Asya’nın konularını
tek tek bilecek bir seviyeye çıkmalıdır.
APA önümüzdeki günlerde neler yapacak?
8-11 Aralık tarihleri arasında İslamabad’da toplantımız
var, Genel Kurul toplantısı. APA’da şöyle bir durum var:
Başbakanımızın çizdiği siyasi liderlik doğrultusunda, eğer
Meclis de gerekli ilgiyi gösterirse, APA’nın dönem başkanlığını almamız söz konusu. APA’da da böyle bir beklenti var.
Böyle bir durumda bizim kendimizi anlatmamız ve Asya’da
olup bitenleri daha yakından takip etmemiz için ideal bir
duruma gelmiş olacağız.
Ülkemizin kurumsal yapısını Asya’da tanıtacak dokümanlar hazırlanması çok önemli. Türkiye’nin son on yılda
yakaladığı başarıları modellemesi gerektiğini düşünüyorum.
Katıldığımız toplantılarda APA ülkelerinden bazı istekler
geliyor. Yaptığımız reformların uluslararası perspektife göre
hazırlanmış dokümanlarını paylaşmamızı istiyorlar. Örneğin sağlık konusunda nasıl adımlar atıldı, nasıl kanunlar
çıkarıldı bunları görmek istiyorlar. Bu demektir ki Türkiye
model ihraç edebilecek bir ülke olarak görülmekte. Yapılan
reformların modellemesini bekliyorlar bizden ki onlar da
benzer şekilde atılım yapabilsinler. Bu platformlar bunların konuşulduğu, yayıldığı harika oluşumlar. İşte APA bu
bakımdan da çok elverişli bir platform.
Kasım 2013
67
68
Diyarbakır’dan Ankara’ya bir aydının siyasi portresi:
Ziya Gökalp
Bilge Yavuz
Türk sosyolojisinin kurucusu
olan Gökalp’in milletvekilliği
kısa sürmüştür, fakat daha ilk
gençlik yıllarından itibaren siyaset
sahnesinden çekinmemiş ve
mücadeleyi göze almıştır.
Kasım 2013
Z
iya Gökalp denilince aklımıza son gelen şey belki de
onun siyasi kişiliği ve milletvekilliğidir. Gökalp’in bilim
alanında bilhassa sosyolojide yaptıkları tartışmasız; fakat o
daha ilk gençlik yıllarından itibaren siyasi ortamlardan hiç
uzak kalmayan biridir.
İntihara sürüklenen genç bir aydın
Mehmet Ziya Gökalp, 23 Mart 1876’da hem siyasi hem de ilmi
açıdan dönemin önemli bir merkezi olan Diyarbakır’da dünyaya gelir. İlk tahsilinde babasının etkisi büyüktür. Münevver
bir kişilik olan Mehmet Tevfik Efendi, Gökalp’in okuma alış-
69
kanlığı kazanmasında birinci derece
etkilidir. Mahalle mektebinde başladığı
öğrenimine, 1886’da kayıt yaptırdığı
Mekteb-i Rüştiye-i Askeriyye’de devam
eder. 1890’da babasını kaybeder. Eğitimine büyük önem verilen Gökalp’in
derslerini bundan sonra amcası takip
edecektir. Amcasından Şark İlimleri ve
İslam Felsefesi üzerine dersler aldığında henüz on dört yaşındadır. Arapça
ve Farsçasını ilerletir. 1891’de İdad-i
Mülkiye’nin ikinci sınıfına kayıt yaptırır. Bu yıllarda Fransızcasını büyük
ölçüde kendi gayretleriyle geliştirir.
Çocukluk ve ilk gençlik yılları yoğun ilmî çalışmalarla geçen Gökalp’in
siyasi çıkışına şahit olduğumuz ilk anı
1894 yılıdır. Bu yılda öğrencilere okullarda her akşam üç kere “Padişahım
çok yaşa!” diye bağırma zorunluluğu
getirilir. Ziya Gökalp ve arkadaşları bu
kurala uymamakla kalmaz, okul çıkışı
“Milletim çok yaşa!” diye bağırır. Akrabalarının desteğiyle ceza almaktan
kurtulur. İdadi eğitiminin yedi yıla
çıkarılmasının ardından okulu yarım
bırakır ve İstanbul’a gitmek ister. Hayatının en buhranlı dönemini geçiren
Gökalp’in biyografisinin en kritik
noktası onun intihar girişimidir. 18
yaşındaki genç adam kafasına sıktığı
kurşunla hayatına son vermek ister,
ama Dr. Abdullah Cevdet tarafından
tedavi edilir ve kurtulur. Amcasının
kızıyla evlendirilmek istenmesinin de
intihar girişiminde etkili olduğu söylenen Ziya Gökalp’in o günlerle ilgili
notları şöyle: “İdadide bir taraftan tabii
ilimler okumaya, diğer yandan kelam
dersleri almaya başladık. Biri müspet
diğeri menfi elektriğe sahip olan bu
iki ters cereyan, ruhun boşluğunda
her çarpışma oldukça hakikat şimşekleri yerine şüphecilik yıldırımları
fırlamaya başladı... Bütün emelim bin
türlü tehlikelerle tehdit olunan fakat
istibdadın uy uşturucu macunuyla
Öğrencilere okullarda her
akşam üç kere
“Padişahım
çok yaşa!” diye
bağırma zorunluluğu getirilir.
Ziya Gökalp ve
arkadaşları bu
kurala uymamakla kalmaz,
okul çıkışı “Milletim çok yaşa!”
diye bağırır.
vaziyetinden habersiz olan milletimin mucizeli bir hamleyle kurulmasının mümkün olup olmadığını bilmekti... Ne
kelam, ne tasavvuf bana böyle bir ümit felsefesi, bir kuruluş
nazariyesi veremedi.”
İstanbul yılları
İntiharının ardından yüksek tahsil için gözünü kestirdiği
İstanbul’a gitme kararı alır. Maddi zorluklar içinde İstanbul’a
varır ve ücretsiz talebe alan Baytar Mektebi’ne kaydını
yaptırır. Baytar Mektebi’nde okurken lisedeki siyasi tavrını
sürdürür ve bazı gizli derneklerde faaliyetler yapar. Sosyolojiye olan ilgisi de bu yıllarda başlar. Türkiye’de yapılacak
inkılabın Türk milletinin sosyal hayatına uygun olması
gerektiğini savunan Gökalp, sosyoloji ve felsefe çalışmalarını hızlandırır. Sonraları o yıllarda Baytar Mektebi’nden
sınıf arkadaşı olan Mehmet Akif, Mithat Cemal’e “Sen bizde
felsefeyi hazmetmiş adam arama... Ben Baytar Mektebi’nde
talebeyken Diyarbekirli Ziya vardı, yalnız o felsefeden okuduklarını anlardı,” diyecektir.
1898’de Diyarbakır’a dönen Gökalp gizli cemiyet çalışmalarına burada devam eder. Bu çalışmalar doğrultusunda Bahar adlı gizli bir gazete çıkarır. Fakat çok sürmeden “düzeni
yıkıcı faaliyette bulunmaları” sebebiyle tutuklanır. Bir dönem
tutuklu kalan Gökalp serbest kalınca İstanbul’a döner. Ne var
ki İstanbul’da padişah aleyhine yazdığı yazılar ve mektuplar
nedeniyle bir kez daha tutuklanır. Taşkışla’da on ay geçirir.
Tahliye edildikten sonra Diyarbakır’a, ilmî çalışmalarına ve
cemiyet faaliyetlerine geri döner.
Kasım 2013
70
Diyarbakır’da amcasının vasiyetini yerine getirerek onun
kızıyla evlenir. Zengin amcasından kalan mirasla artık
geçim sıkıntısı çekmeyen Gökalp, çalışmalarını daha bir
huzurla yapar. Bu arada cemiyet faaliyetlerini aksatmaz.
II. Meşrutiyet ilan edilince İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
Diyarbakır’da resmî olarak bir şube açmasının önünde engel
kalmamıştır. Artık cemiyette konuşmalar yapıyor, Diyarbakır
ile Peyman gazetelerinde yazı ve şiirleri yayımlanıyordu.
1909 sonbaharında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin davetlisi olarak Selanik’e giden Gökalp, iki sene bu şehirde
kalır. Cemiyetin genel yönetim üyeliğine seçilir. Birçok
dergide makaleler kaleme alır, konferanslar verir. İttihat ve
Terakki Mektebi’ne Sosyoloji dersini aldırır. Çok sonraları
“Türkiye’nin Durkheim’ı” olarak anılmasına sebep olacak
Durkheim etkisi de bu yıllarda başlar. İlmi çalışmalar yönün-
30 Ocak
1919’da
İttihat ve
Terakki’nin
birçok üyesi
gibi Ziya Gökalp
de tutuklanır.
27 Nisan 1919
günü Divan-ı
Harp önüne
çıkarılan Gökalp,
Malta’ya
sürgüne
gönderilir.
den son derece verimli geçen bu dönemde Durkheim’ı çok iyi tetkik eder
ve kendi sosyolojisinin metodolojisini
belirler. 1912’de Balkan Harbi çıkınca
cemiyet karargahını İstanbul’a taşır ve
Ziya Gökalp de İstanbul’a hareket eder.
İstanbul ’da yazarlı k ve hoca lı k
yapmaya devam eden Gökalp, Türk
Yurdu’nda çalışmaya başlar. Burada bir
seri olarak yazdığı ve daha sonra kitaplaştırılan Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak’ta İmparatorluğu bir
arada tutmanın yollarını arar. 1913’te
İttihatçılar iktidara gelir ve Ziya Gökalp Darülfünun’da İçtimaiyat Müderrisi olarak göreve başlar. Sosyolojinin
kurumsal bir kişilik kazanması yönünde çalışmalara başlayan yazar, İçtimaiyat Darülmesaisi’ni kurar. Yayımladığı
kitaplar ve yazılarda Durkheim’ın ilmi
usul ve mezhebine bağlı kaldığını söyler. Aralıksız devam eden çalışmaları
Mondros Mütarekesi’nin imzalanması
ve İstanbul’un işgal edilmesinin ardından sekteye uğrar. 30 Ocak 1919’da
İttihat ve Terakki’nin birçok üyesi gibi
Ziya Gökalp de tutuk lanır. “Savaş
sırasında millî savunma işlerinde yardımcı olmak üzere kurulan Teşkilat-ı
Mahsusa idaresini tehcir ve takdilde
kullanmak vs. suçlarından ötürü” yargılanmaları istenir. 27 Nisan 1919 günü
Divan-ı Harp önüne çıkarılan Gökalp
Malta’ya sürgüne gönderilir.
Malta sürgünü
Ziya Gökalp, Malta’ya 66 arkadaşıyla
birlikte gider. İstanbul’daki sosyal
çevresinden tanıdığı birçok arkadaşı
yanında olduğu için sürgün yıllarının
ruhsal manada buhranlı geçtiği söylenemez. Gökalp, okumalarına son sürat
devam eder. Türk Yurdu’nda beraber
olduğu Ahmet Ağaoğlu ve Ahmet
Emin Yalman gibi isimlerle birlikte geçirdiği sürgünde her sabah sosyoloji ve
felsefe üzerine dersler vererek hapisha-
Kasım 2013
71
neyi adeta bir üniversiteye çevirir.
Sürgün iki buçuk yıl sürer ve 1921
baharında İstanbul’a döner.
Ülkeye döner dönmez yeniden
bir dergi çıkarma girişiminde bulunan yazar, dergiyi Diyarbakır’da
çıkarmaya karar verir ve bir kez
daha Diyarbakır’ın yolunu tutar.
Derhal kolları sıvayan Gökalp
kimilerince “yeni devletin fikir
organı” olarak görülen ve otuz üç
sayı devam edecek olan Küçük
Mecmua’yı 1922 yazında neşreder. İlginçtir, Ziya Gökalp Küçük
Mecmua’ da masallar üzerinde
özel olarak durur, önemine ilişkin
pek çok yazı yayımlar. Masalların hem çocukları terbiye etmede mükemmel bir eğitim aracı
olduğunu, hem de bir milletin
köklerinin eski masallarda saklı
olduğunu savunur. Folklor üzerine titizlik gösterdiği bu dönemde
çevresindekileri folklor ve etnografya
malzemesi toplamaları için teşvik eder.
1923 martında Küçük Mecmua’yı kapatarak
Telif ve Tercüme Heyeti Reisliği görevi için
Ankara’ya gider. Ankara’da aralıksız makaleler yayımlamaya devam eden Gökalp’in
başta Türkçülüğün Esasları olmak üzere Türk
Töresi, Altın Işık, Doğru Yol kitapları aynı
yıl içinde basılır. Savaş sonrası oluşan yeni
şartlara ayak uydurma ihtiyacının sonucu
olan bu kitaplar, Gökalp’in Türk düşünce
hayatındaki yerini sağlamlaştıracaktır.
Ziya Gökalp, 11 Ağustos 1923’te II. TBMM
döneminde Diyarbak ır’dan milletvek ili
seçilir. Ömrünün son demlerinde görev aldığı milletvekilliği sessiz geçmesine rağmen,
Gökalp’in yine ağır ve önemli işlerde ortaya
çıktığını görürüz. Bir yandan Anayasa’nın hazırlanmasına yardım eder, diğer yandan dünya klasiklerinin Türkçe
yayımlanması ile ilgilenir. 1924 yılı başlarında hastalanan
Gökalp’e ensefalit teşhisi konur. Bitkin düşen yazar yine de
Türk Medeniyeti Tarihi kitabı üzerine yaptığı çalışmalara
ara vermez. 14 Ekim 1924’te İstanbul’da vefat eder. Kitap ise
ölümünden sonra yayımlanacaktır.
Türk sosyolojisinin kurucusu olan Gökalp’in milletvekilliği belki kısa sürmüştür, fakat daha ilk gençlik yıllarından
itibaren siyaset sahnesinden çekinmemiş ve mücadeleyi
göze almıştır. Bir konuşma esnasında, kendisi gibi bir bilim
adamının politikayla neden ilgilendiği sorulduğunda şöyle
cevap vermiş Ziya Gökalp: “Ben politikaya, politikacıların
zararlarını azaltmak için girdim.”
Kasım 2013
:
ı
r
a
l
ı
c
v
a
n
ı
”
“O an
FOTO MUHABİRLERİ
Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş
Meclis’te görev
yapan foto
muhabirleri
yıllardır siyaseti
kare kare
belgeliyor. Usta
objektiflerin
gözünden hiçbir
şey kaçmıyor.
Kasım 2013
O
nların işi “an”ı yakalamak… Tek bir karede dünyaları anlatmak… Kelimelerin
kifayetsiz kaldığı zamanlarda “o an”ın gözü, kulağı, dili olmak… Deklanşöre
her dokunuşta tarihe not düşmek, habere hayat vermek… Sözünü ettiklerimiz foto
muhabirleri. Bu yazının konusu ise Meclis’teki usta objektifler…
Gazetelerin TBMM’de görev yapan foto muhabirleri, yılların deneyimiyle çarpıcı
karelere imza atıyor. Genel Kurul çalışmalarından basın açıklamalarına, siyasi
partilerin grup toplantılarından komisyonların faaliyetlerine kadar
Meclis çatısı altında olup biten her şey önce onların objektifine,
sonra kamuoyuna yansıyor. “Siyasetin kalbi”nde hiç durmadan
haber peşinde koşan foto muhabirleri ile Meclis’te gazeteci
olmayı ve unutamadıkları kareleri konuştuk.
“50 yıldır mesleğimi sürdürüyorum”
Mustafa İstemi Milliyet gazetesinin Meclis’teki foto muhabiri. Mesleğinde duayen bir isim. Dile kolay, 50 yıldır fotoğraf makinesini elinden düşürmüyor. Mesleğe nasıl adım
attığını sorduğumuzda bizi 1960’lı yıllara götürüyor: “Vatan
Meclis Çalışanları
gazetesinde stajyer olarak çalışırken
1960 ihtilalini yaşadım. O yılın ağustos ayında ihtilal lideri olarak Cemal
Gürsel İstanbul’a gelecekti. Görevim
Aksaray ile Beyazıt arasında Gürsel’in
aracını takipti. Halkla bütünleşmesini
gösteren fotoğraf lar çekmem istenmişti. İlk büyük profesyonel işimdi.
Fotoğrafları çekip gazeteye döndüm. O
sırada Cumhuriyet’in Fotoğraf Editörü
Selahattin Giz geldi, arabası bozulmuş,
bizden Cemal Gürsel’in fotoğraflarını
istedi. Benim siyah-beyaz filmlerimi
gösterdiler, yarısını alıp gitti. 15 gün
sonra telefon etti ve beni Cumhuriyet’e
çağırdı. Böylece 1960’ın ağustos ayında
Cumhuriyet’te çalışmaya başladım.
Bazı nedenlerle 3 yıl ara verdim, onun
dışında 50 yıldır mesleğimi sürdürüyorum.”
1994’ten bu yana Milliyet’in foto muhabiri olarak Meclis’te görev yapan
Mustafa İstemi, arşivindeki nice kareyle tarihe ışık tutuyor. “İnsan her
yaşta, her gün yeni bir şey öğreniyor.
Mesleğinizde ne kadar tecrübe sahibi olursanız olun her öğrendiğiniz
şey size yeni ufuklar açıyor” diyen
İstemi’nin şu sözleri ise bitmek bilmeyen enerjisinin sırrını veriyor: “Ben
hiç geriye bakmam. Benim için önemli
olan yaşadığım gün ve yarındır.”
Usta objektif, Meclis’te tecrübeli
foto muhabirlerinin görev yaptığını
belirterek, “Herkes gazetesine atlatma
bir fotoğraf verebilmek için çabalar.
Çok özel fotoğraflar dışında mesleki
dayanışma söz konusudur. Rutin bir
olaydaki fotoğrafı çekemeyen meslektaşımızı zor durumda bırakmayız”
diyor. Meclis’te pek çok olaya tanıklık
eden Mustafa İstemi, 31 Ocak 2001
gecesini unutamadığını belirtiyor:
“O gün Sabiha Gökçen Havaalanı’nın
açılış töreni için görevlendirildim.
İstanbul’dan Ankara’ya döndüğümde saat 22:30’du. Yorgun olduğumu
hissettim ve eve gitmeye karar verdim. Ancak mesleki his olsa gerek, bir şey beni
Meclis’e gitmeye zorladı. Gece yarısı Genel Kurul’da görüşmeleri izlerken Komisyon sıraları önünde tartışma başladı ve bir anda itiş kakış oldu. Objektifimi o yöne
çevirdiğimde bir milletvekilinin diğerini yumruklamaya başladığını gördüm. Meclis tarihinde ilk kez bu kadar açık ve net yumruk fotoğrafları çektim. Yumruklara
hedef olan DYP Şanlıurfa Milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu hastaneye kaldırılırken
hayatını kaybetti. Bu üzücü olay sırasında çektiğim fotoğraflar ise mahkemede
delil olarak kullanıldı.”
“Foto muhabiri gündemi iyi takip etmeli”
Ali Ekeyılmaz Sabah gazetesinin deneyimli foto muhabiri.
Yıllardır hem Meclis’le hem Sabah’la özdeşleşmiş bir isim.
Öyle fotoğrafları var ki görür görmez “İşte bu” diyorsunuz; “doğru yer, doğru zaman, usta bir objektif ”…
Meslekte 30 yılı geride bırakan Ekeyılmaz, Meclis’te
görev yapan bir foto muhabirinin gündemi iyi takip
etmesi gerektiğini belirterek, “Ülkemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, siyasetin dünü ve
bugününe dair bilgi sahibi olan, milletvekillerini tanıyan bir foto muhabiri Meclis’te hem daha rahat çalışır hem
de başarılı olur. Bir başka önemli nokta TBMM’nin işleyişini
iyi bilmektir” diyor. Meclis’in yoğun temposunda bir işten diğerine koştuklarını
ifade eden Ali Ekeyılmaz, “İyi bir fotoğraf çektiğimizde ve gazetede güzel bir şekilde kullanıldığında yorgunluk kalmıyor” diye konuşuyor.
20 yılı aşkın süredir siyasetin yakın tanıkları arasında yer alan tecrübeli foto
muhabiri, “Meclis’te çalışmak nasıl?” diye sorduğumuzda, “Yaptığımız iş açısından
bir farklılık yok, ancak Meclis’te çalışırken buranın ciddiyeti ve ağırlığını üzerimizde hissediyoruz. Bu durum kılık kıyafetimize de hal ve hareketlerimize de
yansıyor. Fotoğraf çekimi için izin başvurusunda bulunma zorunluluğu ise hızlı
hareket etmemizi engelliyor” yanıtını veriyor. Yıllar içinde Meclis’te nice olayla
karşılaşan usta objektif, Genel Kurul’daki bir kavga sonucunda DYP Şanlıurfa
Milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu’nun yaşamını yitirmesini unutamadığını belirtiyor.
“Bu olay beni çok etkiledi” diyen Ali Ekeyılmaz bir noktanın altını çiziyor: “Genel
Kurul’da zaman zaman tartışmalar, hatta kavgalar oluyor. Foto muhabiri olarak
bu görüntüleri çekmekle yükümlüyüz, aksi halde görevimizi yapmamış oluruz.
Dolayısıyla ‘Vekilleri sürekli kavga ediyormuş gibi gösteriyorsunuz’ şeklindeki
eleştiriler doğru değil. Genel Kurul’da yaşanan her şey haber
değeri taşıyor; sonuçta kimi zaman renkli kareler, kimi zaman gergin anlar objektife yansıyor.”
“Siyasi olayları kare kare belgeliyoruz”
Cengiz Uysal Sabah gazetesinin Meclis’te görevli foto
muhabirlerinden biri. Meslekte 24’üncü, Meclis’te ise
20’nci yılı. Çeyrek asırdır Türkiye’den ve dünyadan
nice kareyi paylaştı kamuoyuyla. Gün oldu dünya
liderleri geçti objektifinin önünden, gün oldu depremin yıktığı hayatlar donup kaldı karelerinde. En çok da
Kasım 2013
73
74
Meclis Çalışanları
siyasetin kalbinin attığı Meclis’te bastı
deklanşöre. Son 20 yılda TBMM çatısı
altında yaşananların yakın tanıklarından Cengiz Uysal, “Meclis’teki foto muhabirleri olarak bugünün siyasi olaylarını çektiğimiz karelerle belgeliyor ve
gelecek nesillere aktarıyoruz. Kameraların görüntüleme imkanı bulamadığı
pek çok önemli olay yalnızca Meclis’teki foto muhabirleri tarafından Türk ve
dünya kamuoyuna ulaştırılıyor” diyor.
Cengiz Uysal böylesine önemli bir
mesleğe günümüzde hak ettiği değerin
verilmediği görüşünde. “Mesleğe başladığım yıllarda foto muhabirliği çok
kıymetliydi. Gazetelerdeki yöneticiler
yaptığımız işin önemini hissettirirdi.
O günler sayesinde tecrübe kazandık,
Meclis’te çalışabilecek profesyonelliğe
eriştik. Günümüzde foto muhabirliğine
eskisi kadar önem verilmediğini üzülerek görüyorum. Bunun sonucunda
yeni nesiller foto muhabirliğine uzak
duruyor” diyen usta objektif, mesleğe
dair bir başka sıkıntıyı ise şöyle dile getiriyor: “Özellikle son 5 yıldır kurumlar
haber fotoğraflarını kendileri gönderiyor. Bunun sonucunda gazetelerde belli
bir süzgeçten geçirilmiş aynı kareler yer
alıyor. Bu ise hem haber fotoğrafçılığındaki rekabeti ortadan kaldırıyor hem
de deyim yerindeyse foto muhabirliğini
bitkisel hayata sokuyor. Çeşitli kısıtlamalar foto muhabirlerinin gözlerini
bağlayıp parmaklarını kırıyor.”
Cengiz Uysal, çalışma saatlerinin
planlı olmasının yanı sıra foto muhabirleri arasındaki dostluk ve dayanışmanın
Meclis’te görev yapmanın güzel yanları
arasında yer aldığını belirtiyor. Uysal
zor yanları ise şöyle sıralıyor: “Takım
elbise giyme zorunluluğu, Meclis’teki
birçok alanda fotoğraf çekmenin izne
tabi olması, Genel Kurul Salonu’nda
foto muhabirleri için ayrılan yerin açısının iyi olmaması, bazen sabahın ilk
ışıklarına kadar süren çalışmalar.”
Kasım 2013
‘‘Gücü yayımlandığı
mecradan
gelen, tarihe
tanıklık eden
fotoğrafları
geleceğe
aktaran bir
meslek basın
fotoğrafçılığı.’’
Tecrübeli foto muhabiri, Meclis’ten unutamadığı bir kareyi
şöyle anlatıyor: “2011 yılındaki seçimler öncesinde yapılan
son Genel Kurul toplantısında milletvekillerinin Başbakan
Erdoğan’ın etrafında toplanarak hatıra fotoğrafı çektirmeleri
ve gözyaşları içinde birbirlerine sarılarak helalleşmeleri…”
“Tarihe tanıklık ediyoruz”
Rıza Özel Hürriyet gazetesinin foto muhabiri.
Aynı zamanda 2009’dan bu yana Türkiye
Foto Muhabirleri Derneği Başkanı. 20
yıllık meslek yaşamında savaşlardan uçak kazalarına, uluslararası
spor organizasyonlarından şov
dünyasına uzanan geniş bir
yelpazede fotoğraf lar çeken
Özel, Antalya’dan Ankara’ya
transfer olduğu Kasım 2002’den
beri Meclis çalışmalarını izliyor.
Usta objektif, mesleğin önemi ve
haber fotoğrafçılığı üzerine görüşlerini sorduğumuzda şu yanıtı veriyor: “Bu konuda söylenecek
o kadar çok şey var ki... Zaman zaman üniversitelerde veya
cemiyetlerin organizasyonlarında bu konu üzerine sunumlar
yapıyoruz. Dolayısıyla sorunuza birkaç cümleyle yanıt vermek
zor, ama kısaca şunu söyleyebilirim: Gücü yayımlandığı mecradan gelen, tarihe tanıklık eden fotoğrafları geleceğe aktaran
bir meslek basın fotoğrafçılığı. Olabildiğince tarafsız, yılların
tecrübesini çektiği kareye yansıtan, kendisini mesleğine adayan kişi de foto muhabiridir bence.”
Rıza Özel, Meclis’teki foto muhabirlerinin Türkiye gündeminin merkezinde görev yaptığını belirterek, “Mesleki açıdan
Meclis Çalışanları
değerlendirirsek ratingi olan işlere koşuyoruz. Ama fotoğrafik açıdan çok yaratıcı bir
iş yapmak gerçekten zor. Çünkü Meclis gazetecilik adına gündemin merkezi olsa da
fotoğrafik olarak ‘siyah-beyaz’ bir ortam; renk yok. Arşive bakarsanız 20 yıl önceki
fotoğraflarla bugün arasında pek fark göremezsiniz; sadece kişiler değişir, mekanlar
hep aynı” diyor.
Tecrübeli foto muhabiri, meslektaşlar arasındaki ilişkiyi “Güzel olanı tatlı rekabet. Dayanışma fotoğraf konusunda çok hoş karşılamadığım bir husus” sözleriyle
değerlendiriyor. Rıza Özel unutamadığı anısını ise şöyle paylaşıyor: “2002’de Abdullah Gül, Başbakan olarak kabineyi Çankaya Köşkü’nde açıkladı. Orada apar
topar fotoğrafları geçtikten sonra AK Parti’nin o zamanki genel merkezine gittik.
Bugün çoğumuzun aşina olduğu isimlerin bir kısmı o tarihte pek bilinmiyordu.
Ben tanıdığımın fotoğrafını çekiyorum, tanımadığımı soruyorum. İstisnasız herkes böyle... Genel Merkez’de iğne atsan yere düşmüyor. O kalabalık ve karışıklık
arasında biri yanıma gelip ‘Kardeşim beni niye çekmiyorsunuz?’ diye sordu. Ben
de ‘Dayıcım, yalnızca bakanları çekiyoruz’ diye cevap verdim. ‘İyi ya, ben de bakanım’ deyince donup kaldım, ‘Kusura bakmayın efendim, tanıyamadım. Hangi
bakanlık?’ diye sordum. ‘Kemal ben, Kemal Unakıtan. Maliye Bakanıyım’ dedi.
Ben fotoğraflarını çekerken bir televizyoncu arkadaşım kulağıma eğilip sordu: Bu
hangi bakan? Adı ne?”
“Fotoğraf haberin vitrinidir”
Murat Şahin Star gazetesinin Meclis’teki foto muhabiri. Geçen ay meslekte 30. yılını dolduran usta objektif, 12 Eylül
askerî darbesinin ardından 1983 yılında gazeteciliğe
başladığını belirterek şunları söylüyor: “30 yılda acıtatlı birçok olaya tanık oldum. Gözümün önünde
arkadaşlarımın öldüğünü gördüm. Mesleğe başladığım yıllarda foto muhabiri ve muhabir ayrımı
yoktu. Bugün birçok gazetenin üst düzey yöneticisi
olan ağabeylerim bile o zaman hem fotoğraf çekip
hem haber yapardı. Yani kimsenin elinden fotoğraf
makinesi eksik olmazdı. Büyüklerimiz ‘Fotoğraf habe-
75
“Mesleğe başladığımız
yıllarda ilkel makinelerle
harikalar yaratmaya,
birbirimizi atlatmaya
uğraşırdık. Şimdilerde
cep telefonuyla çekilen
fotoğraflar bile gazetelerde
kullanılmaya başladı.”
rin vitrinidir. Fotoğraf ne kadar güzel
olursa haberin gazeteye girme şansı
da o kadar fazla olur’ derdi. O nedenle
biz de izlediğimiz olayda en güzel kareyi yakalamak için yoğun çaba sarf
ederdik. Teknoloji o dönemlerde bu
kadar hızlı gelişmediği için makineler
de ilkeldi. O ilkel makinelerle harikalar yaratmaya, birbirimizi atlatmaya
uğraşırdık. Şimdilerde cep telefonuyla
çekilen fotoğraf lar bile gazetelerde
kullanılmaya başladı.”
Murat Şahin, günümüzde hemen
her kamu kurumunda “fotoğrafçı”
bulunduğuna işaret ederek, “Birçok
program foto muhabirlerine kapalı
oluyor. Fotoğraflar kurumların kendi
çalışanları tarafından çekilip servis
ediliyor. Gazeteler de bir foto muhabirinin gözüyle çekilmemiş, belli
bir kontrolden geçmiş fotoğraf ları
kullanmak zorunda kalıyor. Sonuçta
foto muhabirlerinin sayısı da giderek
azalıyor. Önceleri her gazetede 4-5 foto
muhabiri görev yaparken şimdilerde
bu sayı 1-2’ye düştü. Bunun nedeni de
kurumların fotoğraf servisi yapmaları,
gazete yönetimlerinin de buna itibar
etmesi” diyor.
Usta objektif, mesleğini yaparken
yaşadığı ilginç olaylara ilişkin şunları
söylüyor: “En keyif li gazetecilik dönemlerimi Turgut Özal ve Süleyman
Kasım 2013
76
Meclis Çalışanları
Demirel’in başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı zamanlarında
yaşadım. Onların hoşgörülü tutumları ve foto muhabirlerine
sürekli malzeme vermeleri her gün gazetelerin birinci sayfalarında fotoğraflarımızın çıkmasını sağlardı.”
“Büyük emek ve özveriyle çalışıyoruz”
Murat Öztek Akşam gazetesinin foto
muhabiri. Meslekte 28’inci, Meclis’te
ise 20’nci yılı. “Tek bir fotoğraf karesi
pek çok şey anlatır. Olay anında
çekilmiş etkileyici bir fotoğrafın
altına ‘İşte o an’ yazmanız yeterlidir; çarpıcı bir kare çoğu
kez sayfalarca yazacağınız bir
yazıdan daha etkilidir” diyerek
haber fotoğrafçılığının önemini
vurgulayan Öztek, iyi işlere imza
atmanın sırrını ise şöyle açıklıyor:
“Öncelikle mesleki beceri şart. Genel
kültürün yanı sıra takip edilen alan veya alanlarla ilgili bilgi
sahibi olmak gerekiyor. Örneğin Meclis’te görev yapıyorsanız
siyaset bilginiz olmalı, milletvekillerini tanımalı, TBMM’nin
işleyişi ve kurallarını bilmelisiniz.”
Tecrübeli foto muhabiri, Meclis’in yoğun temposuyla
nasıl başa çıktıklarını sorduğumuzda, “Mesleki tecrübemiz
sayesinde hiçbir olayı atlamadan görevimizi en iyi şekilde
yapmaya çalışıyoruz. Rutin olarak nitelendirdiğimiz işlere
yetişemediğimiz durumlarda birbirimize yardımcı oluyoruz”
diyor. Murat Öztek, büyük bir emek ve özveriyle çalıştıklarına işaret ederek, “Evimizden çok Meclis’teyiz. Genel Kurul
çalışmalarının sabaha kadar sürdüğü günlerde de görevimizin başındayız. 18-24 saat durmaksızın çalıştığımız günler
oluyor. Foto muhabirleri çok ağır yükler taşıdıkları için bel
ve boyun fıtığı gibi rahatsızlıklar yaşayabiliyor. Yorgunluk ve
stres de zaman zaman bizi zorluyor” diye konuşuyor.
Usta objektif, Genel Kurul’da yaşanan kavgaları ve şehit
cenazelerini çekerken büyük üzüntü duyduğunu belirtiyor.
Genel Kurul’dan yansıyan bazı kareler nedeniyle foto muhabirlerinin eleştirildiğini ifade eden Murat Öztek, “Genel
Kurul Salonu milletvekillerinin çalışma yeri. Biz de kamuoyunun gözü, kulağı olarak çalışmaları takip ediyoruz.
Görevimizi yaparken tarafsız ve objektif davranıyoruz. Art
niyet asla söz konusu değil” diyor.
“Doğru zamanda doğru yerde olmalıyız”
Coşkun İncekara Meclis’teki en deneyimli foto muhabirlerinden biri. 1992’den bu yana çeşitli gazete ve dergiler için
Kasım 2013
Foto muhabirleri Meclis’te her gün
yüzlerce kare fotoğraf çekiyor. Siyasi
partilerin grup toplantılarının olduğu
salı günleri bu konuda rekor kırılıyor.
TBMM’nin dört bir yanından çarpıcı karelere imza atan
İncekara, 6 yıldır Taraf ’ta çalışıyor. Son 20 yılda Türk siyasetinin birbirinden önemli isimlerini ve olaylarını fotoğraf
karesinde ölümsüzleştiren usta objektif, “Foto muhabirliği
doğru zamanda doğru yerde olmayı gerektiriyor. Örneğin
Genel Kurul Salonu’nda fotoğraf açısından iyi bir görüntü
olduğunda hem orada bulunacaksın hem de o anda fotoğraf
makinesi gözünde olacak. O nedenle biz büyük oranda vizörden bakarız; çoğu kez bir fotoğraf karesi olarak görürüz
dünyayı” diyor.
Foto muhabirleri Meclis’te her gün yüzlerce kare fotoğraf
çekiyor. Siyasi partilerin grup toplantılarının olduğu salı
günleri bu konuda rekor kırılıyor. Coşkun İncekara, “Ben
filmden kalma alışkanlıkla az fotoğraf çekenlerden biriyim.
Böyle olmasına rağmen salı günleri 600-700 kareyi buluyor,
sanırım bin kareyi geçenler oluyordur” diye konuşuyor.
Meclis’te foto muhabiri olmanın zorluğuna işaret eden İncekara, “Bir kere iş yoğunluğu çok fazla. Her an her yerde her
şey olabiliyor. Hepsine yetişmek mümkün değil. Hep aynı
mekanlarda çalışıyor olmak da sıkıcı” diyor.
Tecrübeli foto muhabiri, unutamadığı fotoğraflarından
birini şöyle anlatıyor: “MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli
Bakanlar Kurulu’na ayrılan sıralarda tek başına oturuyordu.
Fotoğrafını çektim. O dönemde çalıştığım Hürriyet gazetesinin Parlamento Büro Şefi rahmetli
Kemal Saydamer, ‘Devlet Nöbette’
başlığıyla fotoğrafı geçti. Çok güzel
bir kareydi ve günlerce konuşuldu.
Daha sonra bu fotoğrafın uzun süre
Devlet Bahçeli’nin odasında asılı
kaldığını öğrendim.”
Milletvek illerinin foto muhabirlerini isimleriyle olmasa
bile simaen tanıdığını belirten
Coşkun İncekara, kendilerinden
özellikle grup toplantıları sırasında çekilmiş fotoğrafların istendiğini
ifade ediyor.
77
Tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım
Öğretmenler Günü kutlu olsun
Öğretmen
A’dan başlar aydınlık,
Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen.
Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek
Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir,
Yeryüzü ile el ele öğretmen
Göz gözdür o, uzakları görürüz
Ağızdır o, türkü söyleriz haykırırız günlerden.
Ulaşırız erdem üstüne, gelecekler üstüne biz hep
Çizer büyük değirmisini
Uç olur da gergele öğretmen.
Hey hey, burası bir dağ köyü, kurda kuşa
Bırakılmış göğün kıyısına bırakılmış
83 toprak ev, 83 acı duman,
Çoluğuyla, çocuğuyla 415 karanlık
Kurtulacağız, el ayak kurtulacağız,
Bir okul yapıla, bir gele öğretmen.
Bir ışık, bir ışık daha,
Gecelerin içindeki ejderlerle dövüşür
Nice istemeseler de, nice önleseler de,
Uyandırır toplumunu
İyiye, doğruya, güzele öğretmen.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Kasım 2013
78
i
s
e
n
h
a
S
h
i
r
a
T
1 Kasım 1922 - 623 yıl
süren Osmanlı Saltanatı, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla sona erdi.
10 Kasım
1938 - Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk, 57 yaşındayken hayata
gözlerini yumdu.
4
1
4 Kasım
1909 - Bağdat Demiryolları kapsamında yapılan Haydarpaşa Garı törenle açıldı.
7
8
10
13
8 Kasım 1982 - Türkiye’de
referanduma giden yeni anayasanın yüzde 91,3 oyla kabul
edildiği açıklandı.
7 Kasım 1921 - İtalya’da Mussolini, kendisini Ulusal Faşist Partisi lideri ilan etti.
Kasım 2013
15
79
13 Kasım 1945 - Charles de Gaulle,
Fransa Cumhurbaşkanı seçildi.
27 Kasım 1924 - Kazım Karabekir
19 Kasım
1949 - İstanbul Radyosu
normal yayınına başladı.
19
21
21 Kasım
1955 - Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin katılımıyla Bağdat Paktı kuruldu.
Paşa Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın başkanlığına seçildi.
26
27
26 Kasım 1950 - Türkiye Kore Savaşı’na katıldı.
15 Kasım
1983 - Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti ilan edildi.
Kasım 2013
Yeşilçam romanının
eskimeyen sayfası
Sadri Alışık
Pınar Ünsal
Türk sinemasının birbirinden parlak yüzlerce yıldızından bize en yakını
Sadri Alışık, çünkü en çok benzeyeni. Bir de en züğürdü, en avaresi, diline
argo en yakışanı ve yakışıklı jönlere taş çıkarırcasına en güzel ağlayanı...
Kasım 2013
81
Ş
u hayatın falanları filanları malum… Bazen kaşığın ucuyla veriyor
mutluluğu. Adamı kadına âşık ediyor,
kadın gidip adamın en yakın arkadaşıyla evleniyor. Hem hayal kırıklığı
hem sevinç, yürekte aynı anda hissediliyor. Hayat, aynalı konsolu ve topuzlu
karyolası olan sıcak bir yuva hayali
kurduruyor en başta, sonra bir başına
sokakta bırakıyor. Bazen de üzülmek
için binlerce sebep varken, kader o
arada ağlarını başka birileri için örüyor
olacak ki, adamın biri dalgasına bakıyor. Sokak köpeklerine selam verip,
ona küçümser edayla dudak büken sonradan görmelerle kafa buluyor. Hayatın hem
falanı hem filanı vücut buluyor her rolün ustası Sadri Alışık’ta. Aslında telafat-ı
adiyeden Paşabahçeli Sadri iken artiz, ofsayt, turist, kaptan, balıkçı oluveriyor.
Sinemaya bir ömür...
Çocukluk yıllarında tiyatroya yoğun ilgi duymuş, çeşitli okul piyeslerinde rol
almış ve yirmili yaşlarına kadar sahnelerin onca tozunu yutmuş Sadri Alışık,
sonradan tiyatroyu hayatından neredeyse tamamıyla çıkararak sinemaya yönelir
ve ömrünü Yeşilçam’a adar. Bu yolculukta, çoğu başrol iki yüzden fazla filmde
rol alan ve pek çok karakter yaratarak bir sinema fenomeni haline gelen Alışık,
kendi tabiriyle 50 yıllık bir sinema-tiyatro çöpüdür yalnızca ve oyuncu olmuştur
olabildiğince. 1950’lerde tiyatro sahnelerinde daha çok çeviri oyunlar sergilenirken,
Sadri Alışık’ın Küçük Sahne’de Muhsin Ertuğrul’a hafif sitemli sözü bu elli küsur
yıllık sinema yolculuğunun da başlangıcı sayılır: “Hocam ben hep George, Paul
Sadri Alışık’ın Küçük Sahne’de Muhsin Ertuğrul’a hafif sitemli
sözü, elli küsur yıllık sinema yolculuğunun da başlangıcı sayılır: “Hocam ben hep George, Paul falan oluyorum. Hani ah
diyorum, bir oyunda şöyle kahve meydancısı Ali olsam...”
Kasım 2013
82
falan oluyorum. Hani ah diyorum, bir oyunda şöyle kahve
meydancısı Ali olsam...”
Sadri Alışık babasının tembihi ve vasiyeti üzerine işini
eliyle değil, canıyla yapar. Sinemada bir ekol, aranan oyuncu, hatta o yılların parlak aktörü Ayhan Işık’ın sektördeki
fiyatını düşüren kişi bile olur. Türk sinemasının parmakla
sayılacak kadar az film çıkardığı yıllarda samimi, sıradan,
iyi niyetli, duygusal tiplemeleriyle halkın gönlünü kazanır.
Bizden biri Sadri Alışık, beyazperdede yüz binlerle buluşur.
Kimi zaman halk pazarında, kimi zaman otobüs duraklarında bir köşede sessizce oturup saatlerce insanları gözlemleyen, konuşmalarını dinleyen, davranışlarını analiz eden
Hayata sanat, sanata
film, filme gerçek gözüyle
bakar Sadri Alışık. İstanbul
Boğazı manzarasına
arkasını dönüp resim yapan
birinde Turist Ömer’in
çatlaklığı, geceyarıları
Zincirlikuyu’da en yakın
arkadaşının mezarı başında
şiir yazan birinde Hüsnü’nün
melankolisi vardır.
Kasım 2013
Sadri Alışık, aslında birtakım psikolojilerin resmini çeker.
Oynayacağı rolün kimliğine bürünmek, o kişi gibi hissetmek,
tepki vermek, onun gibi gülmek, ağlamak için sevgilisinin
kulağına romantik sözler fısıldayan bir aşık; trafikten çakan,
kıyak oto yıkayan bir başıboş; zengin kızı seven fakir bir
halk çocuğu; bir fabrikatör; bir İstanbul beyefendisine ait
ruhu kendi bedeninde büyütür. Ona layık görülen “komedi
ustası” sıfatına rağmen, acının karşısında saçları briyantinli,
sinekkaydı tıraşlı, yüzü parlak jönlerden bin kat güzel ağlar.
Onun gözyaşlarının ardında iyilikle ışıldayan bakışlarını
gördükten sonra gözleri dört defa lacivert Müjgan’ı affetmek
için dört değil, on defa vicdansız olmak gerekir.
83
Son
katıldığı
Antalya Altın
Portakal Film
Festivali’nde
“İnkıtaları
oynuyoruz”
demesi, sıkı
sıkı bağlı
olduğu hayatta
yolun sonuna
geldiğinin de
habercisi gibidir.
Sadri Alışık’ın yaşamı otuz yıllık arkadaşı, canı, kan kardeşi Ayhan Işık’ın
1979 yılında hayatını kaybetmesiyle
değişir. Bu dönemden sonra ne film
çevirmeyi canı çeker ne de Boğaz’da
çay içmeyi. Ölümün yakıcı acısına tuz
basar, sağlığını harcar; nihayetinde
karaciğerini kaybeder, hükümsüzdür.
Amerika’da geçirdiği karaciğer nakli
operasyonu ömrüne beş yıl eklese de
son katıldığı Antalya Altın Portakal
Film Festivali’nde “İnkıtaları oynuyoruz” demesi, kayınbiraderi Attilâ
İlhan’la ettiği bir sohbette 2000’li yıllara yetişemeyeceğini acı bir tebessümle
dile getirmesi sıkı sıkı bağlı olduğu
hayatta yolun sonuna geldiğinin de habercisi gibidir. Yeşilçam’ın elli yıllık yüküne rağmen “Çok sevdiğim bir mesleği
yapıyorum. Bunun acısını, ıstırabını,
yorgunluğunu, kederini, meşakkatini
çektim, ama şerefini yaşadım... Bütün
bunlardan sonra ölürken mutlu öleceğim” der ve yüzündeki kırışıklıkları
yapmak için bir ömür harcadığını gururla söyler.
Yemeklerden ciğer yahniyi, çiçeklerden
papatyayı seven Sadri Alışık’ın kıyı kıyı
yosun biten, yeller esen, sular akan mezarı vardır hayallerinde. Ve kuşlar değil,
balıklar su içer mezartaşından. Tüm mirası İstanbul, kabristanı ise denizdir...
“Hem mirasım hem mezarım İstanbul”
Filmlerinde tüm rollerin üstesinden gelen, kötü adam rolü
bile biçilen Sadri Alışık gerçek hayatında da çok yönlü
biridir. Sesi çok güzeldir en başta. Filmlerinde şarkı söylemesi icap ettiğinde kendi sesini kullanır. 1964-70 yılları
arasında doldurulmuş birkaç 45’liği bile vardır. Bir de
şiir kitabı... Bir Ömürlük İstanbul’da düşleri, gerçekleri,
umutları, sevdiği biricik kızı İstanbul için yazdığı şiirler
toplanır.
Hayata sanat, sanata film, filme gerçek gözüyle bakar
Sadri Alışık. İstanbul Boğazı manzarasına arkasını dönüp
resim yapan birinde Turist Ömer’in çatlaklığı, geceyarıları Zincirlikuyu’da en yakın arkadaşının mezarı başında
şiir yazan birinde Hüsnü’nün melankolisi vardır.
Kasım 2013
84
Opulesi Eller:
Ogretmenlerimiz
Erbay Kücet
E
ğitim için bina gerekir, müfredat gerekir, kitap gerekir...
Ancak hepsinden önemlisi öğrencilerini yetiştirmek için
şevkle, heyecanla çalışan öğretmen gerekir. Öğretmenlerini
yeterince motive edememiş, uygun çalışma şartları hazırlayamamış ve onların sorunlarını sınıf lara taşımalarını
önleyememiş bir sistemden kalite beklemek hayal olur. Bu
nedenle öğretmen yetiştirme, eğitim sisteminin en önemli
meselelerinden biridir. Bu meselenin iyiden iyiye değerlendirilerek ihtiyaç çerçevesinde öğretmen yetiştirme modellerinin geliştirilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı zaman zaman
“Eğitim Şuraları” düzenlemektedir.
Öğretmenler Günü’nde söylenecek sözlerin ve verilen vaatlerin ne zaman kim tarafından yerine getirileceği ayrı bir
tartışma konusudur. Öğretmenlik mesleğini uzun yıllar ifa
etmiş birisi olarak meslektaşlarımızdan bazı taleplerimizin
olması doğal görülmelidir. Eli öpülesi meslektaşlarım sorunlarını Öğretmenler Günü dolayısıyla gerek şahıs bazında
gerekse bağlı bulundukları dernek ve sendikalar aracılığıyla
kamuoyuna açıklayacaklardır. Öğretmen talepleri konusunda sendikalardan yapılan açıklamaların sadece maddi
değerleri gözettiğinin de altını çizmem gerekiyor. Yani bir
anlamda, öğretmenlerimizin ekonomik gelir seviyelerindeki
artışa bağlı olarak diğer sorunların da çözüleceğini ifade
ediyorlar. Haklı olabilirler, ama bu yeterli değil.
Kasım 2013
Öğretmenlik öyle
güzel bir
meslektir ki
onun konusu,
malzemesi,
işçisi, işleneni,
işleyeni
insandır.
Öğretmen yalnızca okul içinde değil,
özel hayatında ve toplum karşısında da
bir öğretici ve eğitimcidir. Öğretmen,
her zaman için hareket ve davranışları
ile halka ve öğrencilerine iyi, doğru,
güzel ve yararlı olanı öğreten; birçok
alanda örnek teşk il eden y üce bir
mesleğe sahiptir. Öğretmenin öğrencilerine kazandırması gereken yüksek
vasıflara evvela kendinin sahip olması
gerekir. Bunun için ömrü boyunca gayret etmesi, vicdani bir vecibe ve insani
bir vazifedir.
Öğretmenin okula ve çev resine
olumlu bir etkisinin olabilmesi için
kendi meslek vakarını zedelemeyecek
durumlarda okuluna ve çevresine intibak etmesi, bunun için de muhitini
sürekli bir incelemeye tabi tutarak
tanıması gerekir. Öğretmenlik, daima
yeni görüş ve davranışlara yakından
vakıf olmayı, kendini her an kontrol
altında tutmayı ve sık sık muhasebe
yapmay ı gerektiren bir meslektir.
85
Öğretmenlik öyle güzel bir meslektir
ki onun konusu, malzemesi, işçisi, işleneni, işleyeni insandır. Her mesleğin
kendi çapında toplum üzerinde bir
etkisi vardır, fakat öğretmenlik mesleği
doğrudan doğruya toplumun öz unsurunu meydana getiren, yani toplumun
bileşimini hazırlayıp mayasını katan,
hamurunu yoğuran bir meslektir.
Herkesten ziyade yeni neslin yetiştiricisi olan öğretmenin, kendi tecrübe ve
görüşlerinden diğer meslektaşlarının
da yararlanmasını arzulaması, buna
fırsat ve imkân hazırlaması, mesleki ve
millî bir ödevdir.
Öğretmenin aynı zamanda her biri
kendine özgü bir teknik ve tecrübe,
kendine özgü bir bilgi sahibi olan diğer meslektaşlarından yararlanmayı
arzulaması ve kabullenmesi gerekir.
Öğretmen, hem kendisinin ve meslek-
taşlarının, hem de öğrencilerinin ve
velilerinin öğretmeni olarak okulda
bulunduğunu bir an dahi aklından
çıkarmamalıdır.
Öğretmenler Günü’nü 24 Kasımlara
sıkıştırmanın anlamsız olacağını da
söylemiyorum. Elbette öğretmenlerin
sorunlarının bir gün bile olsa hatırlanarak dile getirilmesine bir itirazım olamaz. Bizleri yetiştiren öğretmenlerimizi
sevdik ve saydık. Okul dönemlerinde
kızdığımız öğretmenlerimizi hayat
okulunda anarken aslında bizlere iyilik
yaptıklarını anmanın dışında bir şey
düşünmedik.
Öğretmen alımlarındaki kura esnasında televizyon kameralarının önünde,
ülkenin bayrağının dalgalandığı en ücra
köşelerde dahi olsa sevinç gözyaşlarıyla
konuşan genç öğretmen adayları beni
her zaman duygulandırmaktadır.
Kasım 2013
Kitap
19. Yüzyıl Siyasî
Tarihi 1789-1914
Prof. Dr. Fahir Armağanoğlu
Timaş, 13. baskı, 2013, 800 sayfa
Karacaoğlan
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
Akçağ, 2004, 1030 sayfa
Rıfat Ilgaz
Kültür Bakanlığı
Armağan Kitapları Dizisi
2011, 448 sayfa
Kasım 2013
1998’de vefat eden siyaset tarihi profesörü Fahir Armağanoğlu’nun her zaman
rağbet gören kitabının yeni baskısı Timaş Yayınları tarafından yayımlandı.
1961’de yazılan Siyasî Tarih kitabının genişletilmesiyle
oluşturulan bu eser, Fransız İhtilali’nden I. Dünya
Savaşı’na kadar olan süreci çok titiz bir anlayışla ele
alıyor. Kitap ağırlıklı olarak Avrupa’daki dengelere
yoğunlaşmış. Ama bir yandan da Amerika Birleşik
Devletleri ve Uzak Doğu’daki gelişmeler atlanılmadan
siyasi tarihin önemli bir dilimine genel hatlarıyla bakma fırsatı sunuyor. 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi öğrenciler
için çok faydalı, ama kaynak kitap olması açısından
ayrıca değerli. Fahir Armağanoğlu’nun diğer kitapları
da edinildiği takdirde yıllar boyu tekrar tekrar ele
alınacak bütünlüklü bir siyasî tarih okuması mümkün
olacaktır.
700’ün üzerinde yayımlanmış çalışması bulunan, Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü
Saim Sakaoğlu’ndan müthiş bir Karacaoğlan çalışması. Halk şiirimizin zirvesi
sayılan büyük Türk şairi Karacaoğlan, hayatı, hakkındaki efsaneleri ve şiirleriyle bu kitapta detaylı bir
incelemeye alınmış. Kitabın en önemli özelliği soru
işaretlerini ortadan kaldırması. Karacaoğlan ve tabii
Karacaoğlan’lar kimlerdir, nerelidir, nerede doğmuş ve
ölmüştür, kısacası Karacoğlan’la ilgili hemen hemen
her sorunun cevaplandığı bir kitap. Ayrıca Karacaoğlan üzerine yapılan ilk çalışmalar, şiirlerin gün yüzüne
çıkışı ve halk anlatılarında Karacaoğlan’ın yeri keyifle
okunacak bölümler. Saim Sakaoğlu, Türk şiirinin zirvesine yakışan bir kitapla bu büyük şairi keşfetmeye
davet ediyor.
Kültür Bakanlığı’nın Armağan Kitapları Dizisi harika
bir arşiv oluşturmak için iyi bir fırsat. Türk düşünce
hayatının, Türk şiiri ve edebiyatının önemli simalarını
ele alan kitaplar bir açığı da kapatıyor. Bunlardan biri
de Rıfat Ilgaz üzerine hazırlanan kitap. Rıfat Ilgaz,
Cumhuriyet döneminin bu önemli şair ve yazarını
bütünüyle ele alan bir eser. Şairin hayatından şiirine,
hikayelerinden mizah anlayışına kadar tüm yönleriyle
irdelendiği kitap, bu önemli yazarımızın değerini bir
kez daha ortaya koyuyor. Hem yazarların anılarından hem de Ilgaz’ın kendi söylediklerinden alıntılar
yapılan kitapta bu ilginç şairin çok farklı yönleriyle
karşılaşmak ayrıca keyif veriyor. Kitap, bu özgün şairin yeniden okunmasının ne
kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.
Müzik
İTALYAN tenor Andrea Bocelli çeşitli bar programlarında çalan ve pek tanınmayan bir isim-
ken 1994 yılında Sanremo Müzik Festivali’nde “en iyi yeni şarkıcı” ödülü alarak adını duyurdu. Ardından çıkardığı dokuzu opera olmak üzere toplam on dört albüm ile dünya çapında
80 milyon satış rakamına ulaştı. Böylece popüler kültürün ve pop müziğin hakim olduğu
listelerde ilk kez bir klasik müzik sanatçısı bir numaraya
yükselmiş oluyordu.
Sonrası pek çok ödül, yardım konseri, hayırsever etkinlik, kısacası hız kesmeyen bir başarı öyküsü... 12 yaşında
futbol oynarken yaşadığı talihsiz bir kaza sonucu görme
yetisini kaybeden Bocelli, bugün dünyanın en iyi üçüncü
tenoru olarak anılıyor. Love in Portofino albümünde
sanatçının duygu yüklü kadife sesiyle adeta can verdiği
toplam 20 şarkı yer alıyor. Bocelli’nin İtalya’nın Portofino
kentinde verdiği konser performansından ve Passione
albümündeki en beğenilen şarkılarından oluşan albüm,
CD ve DVD olarak müzik marketlerde.
Andrea Bocelli
Love in Portofino
Decca
KORO bambaşka bir tat. Öyle şarkılar var ki solodan
ziyade koro icraları çok daha etkili oluyor. Türk Sanat
Müziği’nin bu konuda eşsiz eserleri ve kayıtları mevcut.
TRT Arşiv Serisi bu konuda da bize yardımcı oluyor ve
piyasaya sunduğu fasıl serisiyle dinleyiciye kaliteli müzik
vaadediyor. Hicazkâr Faslı bu manada doldurulamaz bir
yere ve öneme sahip. Hicazkâr makamının ruha işleyen
hüzünlü havası sonbahar günleri için de ideal. “Gel Seninle Yarın Ey Serv-i Revan”, “Aldı Beni Aldı Beni İki
Kaşın Arası” ve “Lezzet Almış Geçmiyor Sevdayı Dildardan Gönül” gibi mükemmel örneklerin bulunduğu
albüm asla eskimeyecek bir tazelikte.
Hicazkâr Faslı
MÜNIR Nurettin Selçuk şüphesiz yakın tarihimizin en
Münir Nurettin
Selçuk
önemli müzisyenlerinden biri. Coşkun Plak, Selçuk’un
seslendirdiği şarkılardan yeni bir derleme oluşturarak
müzik piyasasına sundu. Seçilen sekiz şarkı da birbirinden kıymetli eserler. Albüme ismini veren “Leyla Bir
Özgecandır” şarkısı ise Münir Nurettin’in kendi tınısını
en iyi gösteren şarkılardan. Leyla Bir Özgecandır müzik
severlerin son yıllarda çok rağbet göstermediği sanat
müziğimizin en önemli icracılarından Münir Nurettin’e
hasret duyanlar için başarılı bir çalışma olmuş.
TRT Arşiv Serisi
Leyla Bir Özgecandır
Coşkun Plak
Kasım 2013
Film
Man on the Moon | Ay’daki Adam
Senaryo
Yönetmen
Oyuncular
Yıl
: Scott Alexander, Larry Karaszewski
: Milos Forman
: Jim Carrey, Danny DeVito
: 1999
“MAN on the Moon” (Ay’daki Adam), “Guguk Kuşu” ve “Amadeus” gibi efsane filmlerin Çek yönetmeni
Milos Forman’ın belki de en önemli yapıtı. Bu değerli film vizyona girdiğinde adı geçen diğer yapımlar kadar
rağbet görmedi. Bunun sebebi belki de baş karakterin her bünyenin kabul edemeyeceği bir mizah anlayışına
sahip olmasıydı. Fakat ne olursa olsun “Man on the Moon” kendine sinema tarihinde doldurulmaz bir yer
edindi.
Milos Forman oyuncu tercihlerinde çok başarılı bir yönetmen. “Guguk Kuşu”nda Jack Nicholson’dan,
“Man on the Moon”da ise Jim Carey’den iyisi bulunamazdı. Carey’nin mimik ve taklit başarısı bu filmde de
kendini göstermiş. Gerçek bir hikayeden uyarlanan ve bir zamanlar Amerika’nın en ünlü komedyenlerinden
olan Andy Kaufman’ın hayatını ele alan filmin konusu şöyle: Andy Kaufman (Jim Carrey), gece klüplerinde stand-up gösteriler düzenleyen
genç bir komedyendir. Kaufman bir gün dönemin genç komedyenlere şans tanıyan meşhur programı Saturday Night Live’a çıkar ve sıradışı
tarzıyla menajer George Shapiro’yu (Danny DeVito) çok etkiler. Menajerinin desteğiyle daha çok insana ulaşan Kaufman her gösterisinde seyirciyi allak bullak eder ve onları rol ile gerçeklik, sahne ile seyirci konularını yeniden düşünmeye iter. “Man on the Moon” sinema tarihinin
en başarılı biyografilerinden.
Canım Kardeşim
Senaryo
Yönetmen
Oyuncular
Yıl
: Sadık Şendil
: Ertem Eğilmez
: Tarık Akan, Halit Akçatepe, Kahraman Kıral
: 1973
TÜRK sinemasının tartışmasız ismi Ertem Eğilmez’in “güldürü” dışında yaptığı filmlerin en iyisi “Canım
Kardeşim”. Yönetmenin Hababam serilerinde pek az yer verdiği dramatik sahneleri bir filmde ne kadar güçlü
işleyebileceğinin ispatıdır bu film. Başroldeki iki oyuncunun etkileyici performansları, Ertem Eğilmez’e has
sıcak sahneleri ve Cahit Oben’in efsane müzikleri bu filmi unutulmaz kılan nedenler arasında.
Filmin yönetmen açısından bir diğer özelliği de o yıllarda geçen bir tartışmadır. Ertem Eğilmez, pek çok
kişi tarafından sosyal gerçeklere temas etmediği yönünde eleştiri alan biridir. Bu film bu tartışmaya cevap
veren bir yapıt. Belki de bu tarz filmleri onun sinematografisinde daha sık görmek mümkündü. Yapılan eleştiriler bu bakımdan ele alınabilir. İnsan olmanın ağırlığını sonuna kadar hissettiğimiz yoksulluk, hastalık ve
umutlarla dolu filmin konusu şöyle: İlkokul öğrencisi Kahraman (Kahraman Kıral), abisi Murat (Tarık Akan) ve yakın dostu Halit’le (Halit
Akçatepe) yoksul semtlerinde neşeli, fakat biraz da huzursuz bir hayat sürerler. Belirli bir işi olmayan, zaman zaman kan satarak para kazanan
Murat, babalarının ölümüyle evin tüm yükünü omuzlanmak durumunda kalır. Çok geçmeden kardeşinin kan kanseri olduğunu öğrenen
Murat, arkadaşı Halit’le birlikte kardeşinin son günlerinde onu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapar. “Canım Kardeşim” Türk sinemasının asla unutulmayacak eserlerinin başında geliyor.
Kasım 2013
Televizyon
Kış aylarının
vazgeçilmezi:
Siyaset
T
ürk seyircisi dizi ve siyaset programlarının istikrarlı bir takipçisidir. Yıllarca Reha Muhtar’ın Ateş
Hattı, Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün
ve Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı gibi
programların sıkı takipçisi olan Türk
seyircisi 90’lardaki kavgalı, bağrışmalı programları kaybetse de bu tarz
yayınları izlemekten vazgeçmiyor.
Şimdilerde bu sayı öyle arttı ki hem
uzun zamandır yayınlanan hem de televizyonda yeni yeni yer edinen birçok
programı takip etmek bile güç. Ahmet
Hakan’lı Tarafsız Bölge CNN Türk’te
uzun süredir gündem konuları ve
her görüşün temsilcilerini barındıran
formatıyla devam ediyor. Beyaz TV’de
ise Rasim Ozan Kütahyalı ve Latif
Şimşek’li Dinamit hararetli tartışmaları sevenler için ideal bir program.
TRT 1’in dünya gündemini yakından
takip eden programı Enine Boyuna ise
farklı isimlerle dikkat çekiyor. Program Taha Özhan, Mustafa Karaalioğlu,
İsmet Berkan ve Hatem Ete’nin yorumları ve dikkat çeken konuklarıyla
kendine özel bir yer edindi. Bu programlar saymakla bitmez elbette. Uzun
kış gecelerinin yaklaştığı şu günlerde
siyaset yine ülkenin gündeminde birinci sırada olacak ve yine Türk seyircisi
en sevdiği program formatını yakından
takip edecektir.
Kasım 2013
90
Vekiller
Cemalettin
Şimşek
MHP Samsun Milletvekili
GENELLIKLE siyaset kitapları ve roman okuyorum. Gündemdeki siyasi konulara dair yayınları takip ediyorum. En son Cengiz
Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı romanını okudum. Yoğun
Meclis çalışmalarımız dolayısıyla sinemaya pek gidemiyorum. Televizyonda siyasi konularla ilgili tartışma
programlarını, ülkemiz ve dünya gündemine dair
haber ve yorumları izliyorum. Müzikteki tercihim ise
Türk Halk Müziği. Türkülerimizi büyük bir beğeniyle
dinliyorum.
Sedef Küçük
CHP İstanbul Milletvekili
EN son David Eagleman’ın Incognito
adlı kitabını okudum. Şu anda elimde Yılmaz Özdil’in Beraber Yürüdük
Biz Bu Yıllarda isimli kitabı var. Genellikle
biyografi okurum. İzleme fırsatı bulduğum
son film “Menekşe’den Önce”. Daha çok dram ve
macera filmlerini severim. Ne yazık ki sinemaya çok sık gidemiyorum. Politikadan önce her hafta sinemaya gitme fırsatı bulurken,
son iki yıldır ayda veya iki ayda bir gidebilirsem kendimi şanslı sayıyorum. Müzik tercihim duruma ve koşullara göre değişir. Mesela
kitap okurken daha çok klasik müzik ya da new age dinlerim, ama
sair zamanlarda jazz ilk tercihimdir.
Fatoş Gürkan
okuyor
izliyor
Nazmi Haluk Özdalga
AK Parti Ankara Milletvekili
GENÇLIK yıllarımda en çok roman okurdum.
Şimdi ise yoğun şekilde tarihle ilgileniyorum.
Osmanlı, Balkan ve Rus tarihini epey okudum, şu sıralarda daha çok Ortadoğu tarihi ilgi alanıma giriyor. Son okuduklarım
arasında Albert Hourani’nin
klasik çalışması Arap Halkları
Tarihi, Fuad Ajami’nin Suriye İsyanı, Nikolaos van Dam’ın Suriye’de
İktidar Mücadelesi ve Hamid Algar’ın Vehhabilik kitaplarını sayabilirim. Son ikisi bugün Suriye ve Suudi
Arabistan’ı anlamak için fevkalade yararlı çalışmalar.
Sinemaya nadiren gidiyorum. Film seyretmek istediğimde evde DVD’den izliyorum. Atıf Yılmaz,
yeni nesilden Yeşim Ustaoğlu takdir ettiğim yönetmenler arasında. Yabancılardan da Japon Akira
Kurosawa’nın ve Rus tarihi üzerine nefis yapımları
olan Andrei Tarkovski’nin filmlerinden epey var
evde. Kurosawa’nın “Raşomon” filmini birkaç defa
seyretmişimdir. İnsanların, olup biten olayları ne kadar farklı algılayabileceğini anlatan unutulmaz bir eser.
Hemen her tür müziği dinliyorum. Şükriye Tutkun hayranlarındanım. Galiba bütün CD’leri var bende. “Ey Güzel Kırım” türküsünü her dinleyişimde duygulanırım. Sürgündeki insanların vatan
hasretini öyle etkileyici seslendiriyor ki... En çok dinlediklerim
arasında üstat Münir Nurettin Selçuk’un kendi sesinden şarkıları,
yine özellikle onun yönetiminde Dede Efendi eserleri, İtalyan tenor
Di Stefano’dan şarkıları sayabilirim. Bazı uzmanlar, Di Stefano’nun
gelmiş geçmiş en güzel tenor sesi olduğunu söylüyor. Klasik Batı
Müziği’nden en çok çello ve piyano icraları dinliyorum; özellikle
Bach’ın bestelerini.
AK Parti Adana Milletvekili
SIYASETTEN felsefeye her tür kitabı okuyorum. Başucumdaki kitapların edebî bir yanı, zengin içeriği olması benim
için önemli. Sinemada siyasi ve tarihî yapımların yanı sıra romantik filmleri izlemeyi seviyorum. Şiddet, kan, gözyaşı
dolu filmleri tercih etmiyorum. Sinemaya çok sık değil, belki altı ayda bir gidebiliyorum. Filmleri genellikle DVD’den
izliyorum. Kulağa hoş gelen her tür müziği dinliyorum.
Kasım 2013
91
Metin Lütfi Baydar
CHP Aydın Milletvekili
KITAPLARI üç ana grupta okumaya çalışı-
yorum. Anadolu topraklarında Türk-İslam
tarihine yönelik kitaplar, Cumhuriyet’le birlikte yaşanan değişim ve gelişime dair eserler
ile gelecek 50-100 yılda dünyada neler olacağına
dair öngörüleri içeren yayınlar başucumda duruyor. Son dönemde
Bill Clinton’ın Back to Work adlı kitabını okudum. Şu sıralar elimde
Jimmy Carter’ın Palestine: Peace Not Apartheid adlı kitabı var. Sinan Meydan’ın Atatürk ile Allah Arasında isimli eserini ise herkese
tavsiye ediyorum. Bunların dışında doktor olmam dolayısıyla tıp
alanındaki yenilikleri takip etmeye çalışıyorum. Sinemada Oscarlık
filmleri kaçırmamaya özen gösteriyorum. Zaman zaman izleyip
kendimi rahat ve iyi hissettiğim filmler var. Mesela bir mücadeleye
gireceksem “Braveheart”ı izliyorum. Mel Gibson’ın “Herkes ölür,
ama herkes gerçekten yaşamaz” sözündeki mücadele azmini almaya
çalışıyorum. Bazı dönemlerde “Gladyatör”ü izliyorum. Türk sinemasında Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” ile “Dedemin İnsanları” filmleri beni çok etkilemiştir. Sahnede ve sinemada Cem Yılmaz’ı
seyretmekten ailece keyif alıyoruz.
Bir Aydın milletvekili olarak müzikteki ilk tercihim
Ege türküleri. Tolga Çandar’ın sesinden “Harmandalı”, “Çökertme” ve “Ormancı”yı keyifle dinliyorum.
Müzik tercihim duygu durumuma göre değişiyor.
Klasik Türk Sanat Müziği eserlerini de dinliyorum,
Neşet Ertaş’ı da. Bir toplum kesiminin bütün ezilmişliğine, kadersizliğine, kaybetmişliğine rağmen
direnişini yansıtan müzik türünü rahmetli Müslüm
Gürses’in yorumuyla dinlemeyi tercih ediyorum.
Türk bestekarların klasik müzik besteleri de dinlediklerim arasında yer alıyor. Yabancı müzik
tercihlerimin ilk sırasında ise senfonik rock var.
Hüseyin Şahin
AK Parti Bursa Milletvekili
GENELLIKLE siyasi ve tarihî kitaplar okuyorum. Şu sıralar elimde Mahir Kaynak ve
Selman Kayabaşı’nın Sistemi Yeniden Kurgulamak adlı kitabı var. Sinemada ailece hep
birlikte izleyebileceğimiz yapımları ve aksiyon
filmlerini tercih ediyorum. Son 1,5 yıl öncesine kadar her hafta sonu
mutlaka sinemaya giderdim. Bu bizde bir aile geleneği gibi olmuştu.
Ancak yoğun iş temposu dolayısıyla artık eskisi gibi film izleyemiyorum. Mel Gibson’ın “Cehennem Silahı” serisinin benim için ayrı
bir yeri vardır. Müzikte tercihim pop müzik. Sezen Aksu, Nilüfer ve
Ajda Pekkan şarkılarını büyük bir beğeniyle dinliyorum.
Tanju Özcan
CHP Bolu Milletvekili
SIYASI içerikli kitapları tercih ediyorum. En
son Yılmaz Özdil’in Beraber Yürüdük Biz Bu
Yıllarda adlı k itabını okudum. Sinemaya daha çok 11
yaşındaki oğlumla birlikte gidiyoruz. Animasyon filmlerini,
ailelere yönelik yapımları izliyoruz.
Tarihsel içerikli filmler de ilgimizi çekiyor. Türk
Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği dinlemeyi seviyorum. Şevval Sam en beğendiğim sanatçılar arasında
yer alıyor.
Mustafa Erdem
MHP Ankara Milletvekili
ŞU sıralar daha çok Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri, yakın dönem Türk siyasi hayatı
ve Türk kültürüyle alakalı kitapları okuyorum. Sinemaya maalesef pek gidemiyorum. Bu
nedenle sinema kültürü açısından kendimi yeterli hissetmiyorum. Millî tarihimizi ve
kültürümüzü konu alan film ve dizileri tercih ediyorum. Muhteva açısından bakıldığında Cüneyt Arkın’ın “Malkoçoğlu”, “Battal Gazi”, “Fatih’in Fedaisi”, “Kılıç Aslan”
gibi filmlerini beğeniyorum. Türk Tasavvuf Musikisi ile yakından ilgileniyorum. Bu
müzik türünün iyi bir dinleyicisiyim. Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği’ni de seviyorum.
Kasım 2013
92
@ahmet_iyimaya
TÜRKIYE dönüşümde dış-güdümlü tarihsel çemberi kırdı. Reformun kaynağı da,
ekseni de milletin talepleridir. Bu müthiş
bir evre.
@yahya_akman
@NPakdil
İNSAN “vav” şeklinde doğar, doğrulunca
kendini “elif” sanır. İnsan “vav”daki mütevazılığı yakalarsa “eşref-i mahlukat” olur.
URFA’DAKI Mevlevi dergahında Abdulhakim Hoca ve sevenleri tasavvufun yanında
şehrin tarihî dokusuna da katkı sağlıyor.
@Ziverozdemir
DICLE Nehri’nde gün batımı...
@drorhanatalay65
İNSAN için asıl olan hürriyettir. Hürriyeti
sınırlayan meşru otorite ancak ötekinin
hukuku olur. Devletin asli görevi ise hukuku korumaktır.
@yilmaztunc
“AŞKINAN çalışan yorulmaz.”
@rkerim15
SERTIFIKALI tohumculukta uğraş veren
tüm dostları yürekten kutlarım.
@MustafaSentop
@veliagbaba
GÜZEL Hekimhan’ın sıcak insanları...
BIZ herkesin talebini okuyoruz, biliyoruz.
Herkesi düşünüyoruz. Ama ülkenin bütününü de düşünmek zorundayız.
@namikhavutca
@fahrettinpoyraz
DEMOKRASI paketi: Bence ileri demokrasiye geçişte önemli bir kilometre taşı.
Devamını sabırsızlıkla beklemek lazım.
Kasım 2013
BIZIM dostlarla, yoldaşlarla, sevdiklerimizle dostluk ve dayanışmamız ebedidir ve
seçeneksizdir...
@idrisbaluken
PERI Suyu bu mevsim azalır, ama her daim
özgürlüğe akar...
93
ilknur inceoz
@IlknurInceoz
Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz.
Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz?
Sosyal medyaya ilk defa Twitter ile katıldım. Yakın bir zamanda Twitter’a katılmış
olmama rağmen gün içinde fırsat buldukça kullanmaya çalışıyorum.
Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor, Facebook veya diğer sosyal paylaşım siteleri de
ilgi alanınıza giriyor mu?
Sosyal medyayı önemli bir haberleşme aracı olarak görüyorum. Bu sayede dünyanın ve ülkemizin gündemini yakından takip edebiliyorsunuz, günü yakalayabiliyorsunuz. Bu nedenle ister Twitter olsun, ister Facebook veya başka bir şey, önemli
olan bunları nasıl kullandığımızdır.
Abartıya kaçılan her şeyin insana zarar vereceğine inanmaktayım. Bu nedenle
abartıya kaçmadan, paylaşımlarımızın farkında olan sosyal medya kullanıcıları
olmalıyız.
Yaptığımız paylaşımların insan hak ve özgürlüklerini gözetmesi, yanlış bilgilendirmeden uzak, yapılan eleştirilerin hakarete varmayacak bilinçte olması yerinde
ve amacına uygun olacaktır.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru olarak kullanması ne gibi
bir önem taşıyor?
Meclis çalışmaları dışında kalan zamanlarımı ağırlıklı olarak seçim bölgem olan
Aksaray’da geçirmekteyim. Bizler milletvekili kimliğimizle takip edildiğimizden
gerek Meclis çalışmalarını gerekse Aksaray’da yaptığım çalışmaları Twitter’da
paylaşmaktayım. Aldığım güzel temenni ve dileklerle, bir olayı çok yönlü olarak
görebilme şansını da yakalayabilmekteyim. Bizlerin bu şekilde farkındalığımızın da arttığına inanmaktayım.
Sosyal medyayı hızlı bilgi alışverişi
olarak görmekteyim. Daha iyi nasıl
hizmet edebiliriz, kendimizi daha
iyi nasıl ifade edebiliriz anlayışı ile
hareket etmekteyim. Bu nedenle çalışmalarımızı bizi takip eden kitleye
sunduğumuzda son noktayı bizim
değil, onların koymasına imkan vermekteyiz. “Bunu yaptım” dediğinizde,
yaptığınız çalışmayla ilgili tavsiyeleri,
tebrikleri, temenni ve dilekleri de almış oluyorsunuz. Yaptığınız çalışmalardan daha fazla verim alıyorsunuz.
Kurduğunuz iletişim sayesinde kısa sürede birçok kitleye ulaşabiliyorsunuz.
Burada önemli olan ulaşılan kitlenin
sorumluluğunun farkında olmaktır.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Katıldığım günden itibaren çok güzel
paylaşımlarım oldu. Mesela yazın
Aksaray’da yaptığımız çalışmaları
fotoğraflarla paylaştığımda özellikle
İstanbul’dan ve birçok yerden hemşehrilerim bizzat beni arayarak “Burası
gerçekten Aksaray mı?”, “Bu kadar gelişti mi? İnanamadık” diye hayretlerini
ifade ettiler. Bu da sizin paylaştığınız
büyük resme tekrar bakmanıza vesile
olmakta... En azından ben bu şekilde
olması gerektiğine inanıyorum. Paylaştıklarınızı değerlendirme şansını da
buluyorsunuz.
Kasım 2013
Unutmayacağ ız ...
Mehmet Nuri Kodamanoğlu
13. Dönem Yozgat Milletvekili Mehmet Nuri Kodamanoğlu, 1923 Niğde Ulukışla doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde tamamlayan Kodamanoğlu, lise ve yüksekokullarda öğretmenlik ve idarecilik, Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek
Öğretim Şube Müdürlüğü, Bakanlık Genel Müfettişliği, Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği ve
Müsteşarlığı, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Türkiye Öğretmenler Federasyonu
Genel Başkanlığı, Türk Eğitim Derneği üyeliği, Fen Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanlığı
ve yazarlık yaptı.
Mehmet Nuri Kodamanoğlu için 3 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi.
Kodamanoğlu’nun cenazesi, Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından
toprağa verildi.
İlhami Binici
18. Dönem Bingöl Milletvekili İlhami Binici, 1941 Yeknal doğumludur. Binici’nin cenazesi,
5 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de düzenlenen törenin ve Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Nevzat Kösoğlu
16. Dönem Erzurum Milletvekili Nevzat Kösoğlu, 1941 Erzurum İspir doğumludur. Yüksek
öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi Gazetecilik
Enstitüsü’nde tamamlayan Kösoğlu, Sabah gazetesi Parlamento Muhabiri ve Ankara
Temsilcisi, gazeteci, yazar, serbest avukat ve yayıncı olarak çalıştı.
Nevzat Kösoğlu için 11 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Kösoğlu’nun
cenazesi, Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının
ardından toprağa verildi.
Sabahattin Aras
18. Dönem Erzurum Milletvekili Sabahattin Aras, 1933 Erzurum Hınıs doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Aras, Korkuteli
Cumhuriyet Savcılığı, Erzurum Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı ve serbest avukatlık yaptı.
Sabahattin Aras için 11 Ekim 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Aras’ın cenazesi, Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından
toprağa verildi.
Fatma Rezan Şahinkaya
17. Dönem Ankara Milletvekili Fatma Rezan Şahinkaya, 1924 Kocaeli Darıca doğumludur.
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yüksek öğrenim gören Şahinkaya, ABD Nebraska Üniversitesi’nde psikoloji, insan ve aile ilişkileri
üzerine ihtisas yaptı. Ankara Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi, Ev Ekonomisi Yüksekokulu
Çocuk Gelişimi Anabilim Dalı Başkanı ve yazar olarak görev yaptı.
Fatma Rezan Şahinkaya’nın cenazesi 15 Ekim 2013 tarihinde Kocatepe Camii’nde öğle
namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Ekim ayında aramızdan ayrılan arkadaşlarımız için Cenab-ı
Allah’tan rahmet diliyor, kederli aileleri için kalpten duygularla
sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.

Benzer belgeler