Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm

Transkript

Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm
Kentsel Dönüşüm ve
Kentlilik Bilinci
Bir Örnekle Kentsel
Dönüşüm
Necati UYAR ile
Söyleşi
Mimar Bülent KARTAL
Av. Mehmet Ali KARAASLAN
Stj. Av. Yiğit TİMUR
3
4-5
6-7
kocaeli barosu
BÜLTENİ
Sayı 2 / Yıl 2013
KENTSEL DÖNÜŞÜME
FARKLI BAKIŞLAR
Başkan’dan
Av. M. TAMER SOLAKOĞLU
KOCAELİ BAROSU BAŞKANI
Sevgili Meslektaşlarım;
Yargı düzenin sağlıklı
işlemesi çağdaş demokratik hukuk devletinin
asgari gereğidir. Hukuk
devletinin olmazsa olmaz
koşulu bağımsız ve tarafsız yargıdır. Bağımsız ve
tarafsız yargı ise ancak
özgür savunma ile anlam
kazanır. Hatta denilebilir
ki; demokratik hukuk devletinin gücü yargılamaya
savunmanın etkin katılımı
ile ölçülebilir. Bu sebeple, savunmayı temsil eden
avukatların yargılamada
ifade ettikleri anlam adil
yargılama, adaletin tecellisi ve kamu yararı açısından önemlidir.
Avukatlık mesleği onurlu ama dünyanın en zor
mesleklerindendir. Zorlu-
ğu avukatlık mesleğinin
muhalif
karakterinden
kaynaklanır. Bu zorluk savunmayı yargının kurucu
unsuru olarak görmeyen,
yargılama faaliyetini demokratikleştiren meşrulaştıran unsurun savunma
olduğunun bilincinin yerleşmediği ülkelerde daha
da artar. Avukatlık mesleğini icra etmek daha da
zorlaşır. Ülkemiz de avukatlık mesleğinin zor icra
edildiği ülkelerden birisidir.
Devamı Sayfa 2’de
“Normal” Nedir?
Av. Eren KESKİN
Devamı Sayfa 13’de
Türk Olmak
Av. Başar DEĞER
Devamı Sayfa 14’te
Kürt Sorununda Son Durum
Av.Kureyş BİLGİÇ
Devamı Sayfa 15’te
Kadına Yönelik Şiddet ve Çocuğa
Şiddet
Hüseyin KUTLU
Devamı Sayfa 17’de
2
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Başkan’dan
Av. M. TAMER SOLAKOĞLU
KOCAELİ BAROSU BAŞKANI
Ülkemizde, son 10 yıl içerisinde
meslektaşlarımıza
yönelik 300’ den fazla saldırı olmuştur. Bu saldırılardan
kimi ölümle, kimisi de ağır
yaralanma ile sonuçlanmıştır.
Meslektaşlarımız kendilerine
yönelen baskı, tehdit, korkutma ve saldırılara karşı son
derece korumasız kalmaktadırlar. Kendilerini korumakla
görevli kolluk görevlilerinin dahi saldırılar esnasında
umursamaz davranışları, savcı ve hâkimlerin bu saldırıları yapan şahıslara karşı etkin
koruma önlemi almamaları
ve özensiz tutumları mesleğimizin ve meslektaşlarımızın
karşı karşıya kaldığı tehlikenin boyutunu ortaya koymaya
yeterlidir.
Avukatlar, maruz kaldıkları bu saldırıların yanı sıra
mahkeme salonlarından dışarı çıkarılmakta, yaptıkları
savunmalar dolayısıyla soruşturmaya uğramakta, celse
cezaları almakta hatta tutuklanmaktadırlar. Son olarak
Çağdaş Hukukçular Derneği
üyesi meslektaşlarımız, haklarında hiçbir suçlama ve gerekçe gösterilmeksizin gece
yarısı yapılan bir operasyonla
Sahibi
Kocaeli Barosu Adına Baro Başkanı
Av. M. Tamer SOLAKOĞLU
Yazı İşleri Müdürü
Av. Çiğdem DEMİRCAN
Yönetim Yeri
Ankara Karayolu No: 111 Kocaeli
Plaza K:5 İzmit/KOCAELİ
0262 321 41 12-0262 324 56 56
0262 321 13 90
www.kocaelibarosu.org.tr
[email protected]
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
büroları ve evlerinin kapıları
kırılarak göz altına alınmışlar
ve sonrasında tutuklanmışlardır. Bütün bunlar, savunma
mesleğine karşı bakış açısını
ve tahammülsüzlüğü gösteren
uygulamalardır.
Kocaeli Barosu olarak, bu
uygulama ve operasyonlara
son verilmesi gerektiğini belirterek, yasaların kendilerine tanıdığı sınırlar içerisine
avukatlık görevini yapan tüm
meslektaşlarımızın yanında
ve arkalarında olduğumuzun
tüm kamuoyu tarafından bilinmesini istiyoruz.
Avukatların meslek örgütlenmesi olmanın dışında
önemli toplumsal dinamik
olan barolara yönelik yapılan
bazı uygulamalar da endişe
vericidir. Bu kapsamda, İstanbul Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında
adil yargılamayı teşebbüs
suçlaması ile dava açılmış olmasının kabul edilemez olduğunu ifade etmek isterim.
Bir 5 Nisan Avukatlar Gününü daha avukatlık mesleğinin ve savunmanın sorunlarını konuşarak geçirmenin
burukluğu ile, tüm meslektaşlarımızın Avukatlar Gününü
kutluyor, özgür, bağımsız sorunları çözülmüş savunmanın
yer aldığı çağdaş demokratik
hukuk devleti idealine ulaşmamız dileğiyle hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
Baskı - Tasarım
Şen Matbaa
Özveren Sokak 25/A-B
Demirtepe - Ankara
Tel: 0312 230 54 50
Faks: 0312 229 64 54
e-posta: [email protected]
www.senmatbaa.com
“BU KENTE TOPLANTI VE GÖSTERİ
YÜRÜYÜŞÜ HAKKINI GERİ VERİN”
BASIN AÇIKLAMASI
Toplantı ve protesto hakkı dahil gösteri yürüyüşü yapma
hakkı, çağdaş demokrasinin varlığını gösteren bir özgürlüktür ve gerek Anayasamızda gerekse taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ nde düzenlenmiş ve güvence
altına alınmış temel bir haktır.
Anayasal ve demokratik bir hakkı kullanmak için bir araya gelen kişiler önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belli amaçlarla toplantı
ve gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahiptirler. Toplantı ve
gösteri yürüyüşü yapabilmek için, kırk sekiz saat öncesinden yürüyüşün yapılacağı yerin mülki amirliğine bildirimde
bulunulması yeterlidir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde önceden izin alınmaması ve bildirimde bulunulmamış olması, gösteriyi kanunsuz hale getirmediği gibi, gösteriye müdahale etme hakkını
da vermez. Bu durum Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’
nin 11. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ nce
ülkemiz aleyhine açılan davalarda verilen kararlar ile belirlenmiştir.
Temel bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşüne müdahale, ancak acil bir toplumsal gereksinime dayanmalıdır.
Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi,
genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve
özgürlüklerini korumakla ilgili sınırlamalar dışında toplantı
ve gösteri yürüyüşleri engellenemez.
Açıklamalarımız, kentimizde üç - dört aydır toplantı ve
gösteri yürüyüşlerine izin verilmemesinin ve engellenmesinin hukuki dayanağı ve haklı bir sebebinin olmadığını, ayrıca Anayasamız tarafından güvence altına alınmış temel bir
özgürlüğe müdahale edildiğini göstermektedir. Bu engelleme ve müdahalelere derhal son verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, çağdaş demokratik hukuk devletinde temel hak ve
özgürlüklere müdahaleler hiç bir şekilde kabul görmez.
Kocaeli Barosu olarak, yurttaşlarımız ile güvenlik güçlerimiz arasında gereksiz gerilimler yaşanmasına sebep olan
toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin engellenmesi ve müdahalelere son verilerek kentimizin “ Yürüyüş Yolu “ nda yurttaşlarımızın demokratik ve haklı taleplerini özgürce ifade
edebildikleri toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının
geri verilmesi istek ve talebimizi Kocaeli kamuoyunun bilgisine sunarız.
KENTSEL DÖNÜŞÜM
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
3
KENTSEL DÖNÜŞÜM VE KENTLİLİK BİLİNCİ
Mimar Bülent KARTAL
B
ir kentin kimliğini belirleyen, en
önemli faktör içinde yaşayan bireylerdir. Kentlerin yaşanılabilir olması,
kent sakinlerinin kentlilik bilincine sahip
olabilmeleriyle mümkündür. Türkiye’de
1950’li yıllarda başlayan köyden kente
göç, zaten plansız olan kentlerimizin günümüzdeki durumunu şekillendirmiş; aş,
iş ve eğitim için şehre gelen insanların,
barınak ihtiyaçları ve hızlı sanayileşme,
çarpık kentleşmeyi ortaya çıkarmıştır.
Bu sürecin sonucu olarak da içinde kentli olmayan insanların yaşadığı köy kentler ortaya çıkmıştır. 17 Ağustos depremi
sadece insanların değil binalarında kentli
olmadığını göstermiştir. Deprem sonrası
insanların güvenli yapıların önemini fark
etmesi, sosyal donatı alanlarının, altyapıların yetersizliği ve inşaat sektörünün
Türkiye ekonomisinin lokomotifi olması
kentsel dönüşümünün önünü açmıştır.
Peki kentsel dönüşüm nedir?
Kentsel dönüşüm; kentsel gelişmenin
toplumsal, ekonomik ve mekânsal olarak
yeniden ele alındığı ve kentteki sorunlu
alanların sağlıklı ve yaşanabilir hale getirilmesi için yıkıp yeniden yapma, canlandırma, sağlıklaştırma veya yeniden yapılandırma için proje üretilmesi ve uygulama
yapılmasıdır. Kısaca kentsel dönüşüm, bir
kentin bozulmuş dokusunun iyileştirilmesi ve yeni bozulmaların engellenmesidir.
Dönüşüm kentin ve içinde yaşayan bireylerin fiziksel, ekonomik, sosyal ve kültürel
geleceğine etki eder. Bu nedenle, bütün
dönüşüm çalışmalarında, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları, ekonomistler,
sosyologlar, hukukçular gibi değişik meslek adamlarının ortak çalışması gereklidir.
306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile plansız yapılaşmanın olduğu yerler, ekonomik
ömrünü tamamlamış yapılar ve depremde
yıkılma riski olan binalarda kentsel dönüşüm kapsamına alınmıştır. Kentsel dönüşüm yasası kapsamında 33 ilde ve 100
farklı noktada yıkımlar olacaktır. Yasa
kapsamında ise Kocaeli’ de 5 bölgede
2080 dönümlük bir alan dönüşüm alanı
olarak belirlenmiştir. Bu bölgeler Kocaeli
Fuar Alanı, İzmit Yenimahalle, Gebze Güzeller, Derince Gişeler ve Derince-Körfez
Kentsel Dönüşüm alanıdır.
Yasa da tarifi yapılan ‘riskli yapı’ ve
‘riskli alan’ terimleri için genel ifadeler
kullanılmıştır. Bu sebeple yasa hakkında
bazı kaygılar vardır. Kocaeli örneğinde
olduğu gibi seçilen alanlar genelde boş
alanlardır. Dönüşüm alanları kent dokusunu ve silüetini bozan sorunlu alanlar
ya da gelecekte sorun olabilecek alanlar
olmalıdır. Tamamen ranta yönelik alanlar
olmamalıdır. İmar artışı olacak yerlerdeki
yoğunluk artışının imar yolları ve sosyal
alanlara yansıması gerekmektedir. İnsan
sayısının artması ile doğacak yeni sorunlar sağlıklı planlama ile engellenmelidir.
Daha önce dönüşüm adı altında yapılmış
olan projelerdeki gibi, birbirinin tekrarı
olan niteliksiz ve özgün olmayan, estetik
kaygılardan uzak tip projelerden kaçınılmalıdır. Büyükşehirlerde zamanla şehrin
içinde kalmış olan mahalleler müteahhitler için büyük umut olmuştur. Özellikle Büyükşehirlerde Roman kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı mahalleler çok değerli
hale gelmiş olup, bölgelerinde yapılan dönüşümle, burada yaşayan insanların yaşam biçimleri şehrin göz önünde olmayan
başka yerlere doğru kaymıştır. Özetle o
bölgede sorun çözülmüş gibi gözükse de,
sorun çözülmemiş, ötelenmiştir.
Kentsel dönüşüm Türkiye genelinde
değerlendirildiğinde; Özellikle İstanbul
şehri için hazırlandığı görüntüsü vermektedir. Gelmesi arzulanan yabancı sermayenin önünü açmak ve ekonomiyi ivmelendrimek dönüşümün amacı olmamalıdır.
Dönüşüm ile tüm Türkiye’de insanların
güvenli yapılarda yaşaması sağlanmalı,
kentlerin altyapı sorunları çözülmeli ve
kentler daha yaşanabilir hale getirilmelidir. Aslında büyük kentlerin sorunları
taşraya gerekli yatırımların yapılması ile
daha oluşmadan çözülebilir. Ülkemizde
planlı şehirleşme kültürünün yerleşmesi
dönüşümle olabilir. Tarihi yapıların etrafında zamanla oluşan kirlenme ortadan
kaldırılarak, bazı kentlerin kültürel dokuları çekim noktaları haline getirilebilir ve
kentin kimlik kazanması sağlanabilir. Tabi
tüm bunlar; bilimsel kriterlere uyulması ve
toplumun her kesiminin katılımının sağlanması ile olabilir. Çalışmalar esnasında
bireylerin mağduriyetleri engellenmeli ve
birilerinin haksız kazanç sağlamalarının
önüne geçilmelidir. Bu da ancak şeffaflık,
adalet ve ortak katılım ile olabilir. Kentsel dönüşüm beraberinde bir kültürel dönüşüm de getirecektir. Büyükşehirlerde
ayakta kalabilmek için hemşericilik bilincini sahiplenmiş insanların kentli olabilmesi
yolunda bir adım atılmalıdır. Kentsel dönüşüm kentlilik bilincinin oluşması ve yaşayanların kentlerine sahip çıkabilmeleri
için bir fırsattır.
4
KENTSEL DÖNÜŞÜM
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm
Av. Mehmet Ali KARAASLAN
İ
lk çağ Doğu İran kavimlerinden Soğdlar’ın
Türklerin içine karışmasıyla Soğdça’dan
Türkçe’ye geçtiği kabul edilen “kend” sözcüğü, özellikle Orta Asya’da yaygın bir kullanım alanı bulmuş ve “Yarkend”, “Taşkend”,
“Semizkend” (Semerkant) örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehirler bu sözcükle oluşturulan tamlamalarla adlandırılmıştır.
Anadolu’da yerleşik Türk toplumlarında ise
Farsça’dan dilimize geçen “şehir” kelimesi
aynı anlamda olmak üzere günümüze kadar
kullanılagelmiştir.
Kentlerin tarihine ilişkin kayda değer ilk çalışma olan E. E. Bergel’in “Kentlerin Doğuşu”
adlı makalesinde; ilk kentlerin metal çağında
ortaya çıktığı, metalurjinin gelişmesiyle metal
silah kullanan insanların taş silah kullananlara
karşı askeri üstünlük sağlamalarına yol açtığı,
bu şekilde silah üstünlüğüyle diğer topluluklara boyun eğdirerek üstünlük elde eden toplulukların egemenliklerini güvence altına almak
için adalarda veya bölgeye hakim tepelerde
hem saldırı hem de savunma kolaylığı elde etmek amacıyla meydana getirdikleri yerleşmelerin kentlerin kuruluşunun ilk örnekleri olduğu
ileri sürülmektedir.
Gerçekte nasıl olduğunu kesin olarak bilme imkanı bulunmamakla birlikte bilinen tarih boyunca egemenlik alanı olarak kentler
seçilmiş, köylerin ve diğer küçük yerleşim
yerlerinin kaderi kentlerin hükümranlıklarının
el değiştirmesine bağlı olarak şekillenmiştir.
Kentlerin egemenliğini elde etme/elde tutma
gayretlerinin sonucu olarak ortaya çıkan tahrip ve yıkım kentsel dönüşümün ilk tarihi örneklerini meydana getirmiştir. S a v a ş l a r ı n
dışında tabii afetler de kentsel dönüşüm tarihi
açısından belirleyici hadiseler olmuştur.
Modern çağda ise sanayileşme ve buna
bağlı olarak ortaya çıkan yoğun göç hareketlerinin etkisiyle ortaya çıkan sağlıksız ve kaçak
yapılarla gecekondu alanları, kentleri kendine
özgü biçimde ve doğal yollarla – elbette ki istenmeyen şekilde – dönüşüme uğratmıştır. Bu
şekilde meydana gelen sağlıksız kent yapısı
karşısında ilk kez 19. yy. ikinci yarısında kenti daha sağlıklı, temiz ve yaşanabilir kılmak
amacıyla kentsel yenileme projeleri hayata
geçmeye başlamıştır. Önce Paris’te başlayan
bu hareket daha sonra 20. yy. başlarında İngiltere’ye de sirayet etmiş, 2. dünya savaşının
getirdiği tahribatın da katkısıyla Avrupa’nın
belli başlı şehirleri büyük oranda yeniden inşa
edilmiştir.
20. yy. ikinci yarısında da devam eden
kentsel dönüşüm çalışmaları süreç içerisinde
evrilmiş ve giderek projelerde daha toplumsal
bir strateji izlenmeye başlanmıştır. Bu aşamada dönüşüm projelerinde kenar mahalleler ve kent çeperleri öncelik kazandı. Kentsel
dönüşümün yalnızca fiziksel değil toplumsal
yönlerini de ele alan çalışmalar büyük önem
kazandı.
Dünyada tüm bunlar yaşanırken Türkiye’de
kentleşme tamamen kendi doğal mecrasında
hiçbir ciddi planlama faaliyeti olmaksızın gelişmiş, kentler giderek kendi kendini boğan
çarpık yapı stokları halini almıştır. Özellikle
dünyanın gözbebeği şehirlerinden İstanbul’un
aldığı hal yerli yabancı ilgilinin içini sızlatmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı rahatsızlık
süreç içerisinde cılız da olsa çözüm arayışlarını gündeme getirmiş ancak ne toplumsal zeminde ne de kamu yönetiminde yeterli dikkati
uyandırmıştır.
1999 Marmara Depremi Türkiye’de kentsel
dönüşüm çalışmaları açısından dönüm noktası olmuştur. Kocaeli ve Düzce çevrelerinde
meydana gelen devasa yıkım ve uzmanların
sıranın İstanbul’da meydana gelecek bir depremde olduğu yönündeki uyarısı kentsel dönüşümü gündemin baş sıralarına oturtmuştur.
Bu kapsamda 2005-2012 yılları arasında
afet risklerinin azaltılması ve gecekondu alanlarının dönüşümü başta olmak üzere çeşitli
amaçlarla kentsel dönüşüm projeleri uygulanmaya başlamış; bunlarda TOKİ ve büyükşehir
belediyeleri başrolde olmuştur. 16.05.2012 tarihli Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girene kadar
söz konusu uygulamaların yasal zemini yerel
yönetimlere kentsel dönüşüm konusunda yüzeysel olarak yetki veren 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile 5393 sayılı Belediye Kanunu olmuştur. Dolayısıyla bu tarih
aralığında yürütülen kentsel dönüşüm çalışmaları zorlayıcı bir mevzuata dayanmadığından büyük oranda rıza ve uzlaşmaya dayalı
bir şekilde yürütülmüştür.
Bu noktada çok önemli ve başarılı bir örnek
olan Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Erenler –
Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nden bahsetmek gerekir. Süreç içerisinde ortaya çıkardığı
sonuçlarıyla Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’u da etkileyen
proje birçok açıdan ilk olma özelliği taşımaktadır.
Bilindiği gibi Kocaeli ili 20. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren özellikle büyük sanayi kuruluşlarının faaliyete başlamasıyla paralel olarak hızlı ve düzensiz, tabiri caizse hormonal
bir büyüme ile karşı karşıya kalmıştır. Özellikle İzmit Merkezinde imara aykırı çarpık yapı-
laşma beraberinde ortaya çıkardığı çevre, ulaşım, güvenlik gibi temel sorunları çözülemez
hale getirmiştir. Bir çok sokağı itfaiye aracı
ve ambulans giremeyecek biçimde oluşmuş,
kış aylarında belediye otobüsü seferlerinin
dahi yapılamadığı, halihazır imar haritalarının
neredeyse tamamına yakınının fiilen uygulanamadığı, kamu hizmetlerine ayrılmış alanlarının işgal altında bulunduğu bir yapılaşma
Kocaeli’nin gerçeği haline gelmiştir.
Bu kapsamda bir başlangıç olarak öngörülen ve 2005 yılında hayata geçirilen Erenler – Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nin ilk
aşamasında 5393 sayılı Belediye Kanununun
“Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı” başlıklı
73. maddesi doğrultusunda revizyon imar planı ile Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı sınırı
belirlenmiştir.
İkinci aşamada alan ve hedef tespiti yapılan proje, başlangıç olarak 4 ada üzerinde
toplam 135.504 m2 büyüklüğünde 296 parselde dönüşümü hedeflemiştir. Yapılan saha
çalışmalarında, Kentsel Dönüşüm Alanında
mesken olarak kullanılan toplam 374 bağımsız bölüm (daire, gecekondu, müstakil vs.)
bulunduğu, imarlı ve ruhsatlı yapı adedinin
8 (sekiz) olduğu, toplam 68 konut/bağımsız
bölümün, kullanıcısına ait olmayan (hazine,
kamu hizmetine ayrılmış ya da üçüncü kişilere
ait) parseller üzerinde bulunduğu anlaşılmıştır.
Üçüncü aşama olarak alanda dönüşümle
ortaya çıkacak yapılaşmanın planlaması ortaya konmuş ve buna yönelik çalışmalar yürütülmüştür. Bu doğrultuda Kentsel Dönüşüm
alanında planlama yapılan 4 adada toplam 5
ayrı tipte 32 Blok ve 972 daire yapılması öngörülmüş, yapılacak 32 blok sebebiyle adaların % 12 si yapılaşmaya ayrılmış olacaktır.
Alanın % 88 i ise yeşil alan ve otopark, cami,
okul, çocuk parkı, süs havuzu, gezi parkuru,
spor kompleksi vb. sosyal donatı alanı olarak
öngörülmüştür.
Kentsel Dönüşüm projesinin son aşamasında ise alanın reorganizasyonu çalışmaları
yürütülmüştür. Bu kapsamda büyük küçük her
bir yapı, üç ayrı gayrimenkul değerleme firmasına incelettirilmiş, elde edilen sonuçlar bir kez
de oluşturulan özel bir ekip tarafından yerinde
tespit edilmiştir. Oluşan verilerle birlikte hak
sahipleriyle bire bir görüşmeler yapılarak dileyene alanda yapımı öngörülen konutlardan
mevcut durumuna uygun olanlar teklif edilmiş,
dileyene ise belirlenen fiyatlar üzerinden nakit
ödeme teklif edilmiştir.
Alanda mukim hak sahiplerinin ilk kez karşılaştıkları bu durum karşısında başlangıçta
çok karmaşık tepkiler gösterdikleri görülmüş-
KENTSEL DÖNÜŞÜM
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
tür. Sevinenler, üzülenler, tepki gösterenlerle
birlikte geçen curcunalı günlerin ardından çok
hızlı bir şekilde anlaşmalar yapılmıştır. 6 ay
gibi kısa bir sürede alanda mevcut maliklerin yaklaşık % 70’i istekli olarak projeye dahil
olmuş ve uzlaşma yoluna gitmiştir. Bunların
büyük bir çoğunluğu da henüz tek bir çivi çakılmamış konutlar karşılığında tapularını devretmiştir.
Erenler-Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nin kısa sürede elde ettiği başarı, yetkilileri
2. ve 3. Kentsel Dönüşüm Projelerini hayata
geçirmeye teşvik etmiştir. Bu çalışmalardan
ortaya çıkan sonuçlar olumlu ve olumsuz
yönleriyle çeşitli toplantı ve sempozyumlarda
dile getirilmiş ve Türkiye kamuoyunun bilgisine sunulmuştur. Bu kapsamda yapılacak
değerlendirmeler, bundan sonraki dönemde
hayatımızda daha fazla yer tutacağı anlaşılan
kentsel dönüşüm olgusunu daha iyi anlama
ve daha verimli uygulama imkanı verecektir.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki kentsel
dönüşüm çalışmalarında denkleştirici adalet
düşüncesinden ziyade dağıtıcı adalet düşüncesi söz sahibi olmalıdır. Zira bu türden bir çalışmada aritmetik esaslı bir eşitlik düşüncesi
yer yer bizatihi adaletsizliği getirmektedir. Temel amaç kentsel dönüşüm alanında bir şekilde barınan insanları dönüşüm sonrasında da
bir şekilde barındırmaktır. Bu da yer yer eşitlik dışı pozitif ayrımcılığı zorunlu kılmaktadır.
Dolayısıyla yapılacak çalışmalarda mutlak bir
nesnellik içerisinde davranmak adaletsizliğe
ya da hoşnutsuzluğa yol açacaktır.
Dolayısıyla kentsel dönüşümün niteliğini
belirleyen ilk husus, çalışmanın kentsel süzülme (gentrification) halini almamasıdır. Başka
bir deyişle kentsel dönüşüm projesinin, halen
alan içinde yaşayan ve fakat dönüşüm sonrasında varlığı öngörülmeyen unsurlardan
(yoksullar, alt etnik ya da inanç grupları vs.)
temizlenmesi işlevi görmemesidir. Bu sebeple
dönüşüm çalışmasının başarısı alanda ikamete devam etme oranının yüksekliği ile ölçülmelidir.
Bu kapsamda alanda yapımı öngörülen
yeni yapıların mevcut demografik yapı ve
sosyo-ekonomik durumla orantılı olarak belirlenmesi ve bu doğrultuda hayata geçirilmesi
esastır. Bir bölgede yaşayan insan topluluğunun hayatını temelde iyileştirmeyi hedefleyen
bir çalışmanın tam aksine insanlarının hayatını zorlaştırmaması, ekonomik olarak çıkmaza sürüklememesi gerekir. Başka bir deyişle
gecekonduda yaşayan bir aileye dönüşüm
sonrasında rezidans tabir edilen bir konut
verilmesi ilk bakışta hoş bir jest gibi görünüyor olsa da sahibine sürdürülebilir bir hayat
vermediği açıktır. Bu sebeplerle altını çizmek
gerekir ki kentsel dönüşümün kentsel süzülmeye (gentrification) yol açmaması gereği
kadar gerçekçilikten uzaklaşmayan çözümler
getirmesi gereği de hayati ve elzemdir.
Belirtilmesi gereken bir diğer husus kentsel
dönüşüm çalışmasının hak ettiği duygusallık
içerisinde yürütülmesi zorunluluğudur. Zira
kolayca tahmin edilecektir ki bu çalışma sadece bir gayrimenkul alışverişi değildir. Alanda
yapılan görüşmelerde, hak sahipleri tarafından yöneltilen, mevcut gecekondusunun bah-
5
çesindeki söğüt ağacının gölgesinde dinlenirken aldığı keyfin kendisine nasıl sağlanacağı
veya kaybettiği yakınlarının hatıralarıyla dolu
evlerinin yıkılmasına nasıl dayanacağı yönündeki sorulara verilecek esaslı ve ikna edici cevaplar dönüşümün başarısını sağlayacaktır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak vurgu yapılan temel husus, kentsel dönüşümün
dikkat edilmesi gereken maddi ve manevi iki
boyutlu bir çalışma olduğu ve yapılacak çalışmaların her iki açıdan da temel düzeyde bir
tatmini sağlayacak düzeyde olması gerektiğidir. Elbette ki insanların hayatını tümüyle
değiştiren harici bir süreç olarak kentsel dönüşümden eksiksiz bir memnuniyet temini
muhaldir. Ancak tam da aynı sebeple sürecin
maddi ve manevi boyutu eşgüdümle sürdürülmeli gönüllü katılımın oranının yüksek tutulması ana hedef olmalıdır. Yoksa mevcut durumda yasal imkanlar kentsel dönüşümün bir
şekilde yapılabilme imkanını sağlamaktadır.
Önemli olan dönüşümün bireylerin hayatını
hem fiziksel hem de ruhsal olarak iyileştirmesini sağlamaktır.
Halen yürürlükte bulunan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında
Kanun çıkarılmazdan evvel hayata geçirilen
Kocaeli Erenler-Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nden hareketle ortaya konan yukarıdaki
hususların yeni yasal düzenlemelerin getirdiği imkanlar karşısında ne derece uygulama
alanı bulabileceği şimdilik meçhul. Ancak söz
konusu insan olduğunda diğer tüm unsurların
ikincil hale geldiği de izahtan varestedir.
6
KENTSEL DÖNÜŞÜM
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
Necati UYAR ile Söyleşi
Kamuoyunda Kentsel Dönüşüm Projesi olarak bilinen ve dayanağı 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun olan çılgın proje ülke çapında büyük ilgi uyandırdı. Kanunla birlikte başlayan çalışmalar ülke
genelinde hız kesmeden devam etmekte. Kent olarak bu süreci henüz ensemizde hissetmesek de görünen o ki yakın
zamanda üzerimize düşen payı alacağız. Ya da alamayacağız?
Kentsel dönüşüme dair akıldaki soruların cevaplarını alabilmek için işin ehillerinden Şehir Plancıları Odası Genel Başkanı Sayın Necati UYAR’la görüştük.
Stj. Av. Yiğit TİMUR
Öncelikle bizleri kırmayıp vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Konunun somutlaşması açısından
6306 sayılı kanun çerçevesinde
baktığımızda bizi nasıl bir süreç
bekliyor. Yasanın öngördüğü aşamaları bize özetleyebilir misiniz?
6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa,
genel olarak “kentsel dönüşüm” olarak
nitelendirilen projelerin uygulanmasını
kolaylaştırmak amacıyla çıkarılan bir
yasa. Kentsel dönüşüm kavramı ilk
olarak 2005 yılında yürürlüğe giren
5393 sayılı Belediye Yasası ile mevzuatta yer aldı. 2005 yılında gayet
‘masum’ bir düzenleme olan Belediye
Yasası’nın 73. maddesindeki düzenleme, 2010 yılında değiştirilerek, genişletildi. 2005 ve 2010 yılında yapılan
düzenlemelerin amaca yeterince hizmet etmediği düşünülmüş olsa gerekir
ki, 2012 yılında 6306 sayılı Yasa gündeme getirildi ve uygulamaya sokuldu.
Bu yasa ile bir yandan alan olarak afet
riski taşıdığı belirlenen alanların, diğer
yandan tek yapı ölçeğinde riskli yapıların dönüştürülmesi amaçlanıyor. Yasa
ile getirilen düzenlemeleri bir bütün
olarak okuduğumuzda, İmar Yasası
ve Belediye Yasası içinde bu amaçla
yapılmış olan düzenlemelerden temel
farklılığın idarelere vatandaş karşısında ‘zor kullanma’ yetkisi veriyor olması ve ‘hukuksal hakların kısıtlanması’
öne çıkıyor.
Yasanın bakanlığa ve TOKİ’ye
geniş yetkiler verdiğini görüyoruz…
Evet haklısınız, Yasa Bakanlığa ve
onun yetkilendireceği idarelere yani
TOKİ’ye ve yetkilendirilecek belediyelere çok geniş yetkiler veriyor. Riskli
alan ilan edilen bir bölgede, yaşayanlar açısından büyük hak kayıpları yaratabilecek olan yetkiler, diğer yandan
ilgili idarelere önemli kazanç olanakları yaratmaktadır.
Kanun kapsamında tesis edilen
idari işlemlere karşı 30 gün içinde
dava açabiliyoruz. Ancak kanun
“yürütmenin durdurulmasına karar
verilemez” diyor. Mahkemece verilecek ‘yıkımın iptali kararı’, bina
yıkıldıktan sonra bir hüküm ifade
eder mi sizce?
Belirttiğim ‘zor kullanma’ ve ‘ hukuksal hakların kısıtlanması’ kavramları
burada açıkça okunabiliyor. Belirttiğiniz gibi, aslen idari davalarda 60 gün
olan dava açma süresi 30 güne indirildiği gibi, bu davalarda yürütmenin
durdurulamayacağı da belirtiliyor. Diğer yandan, Yasada yer alan düzenlemelere göre, ilgili idare riskli alanda
kalan yapıların sahiplerine evlerini 60
gün içinde boşaltma ve yıkma emri
verebiliyor. Mülk sahipleri tarafından
yıkımın gerçekleşmemesi durumunda
kamu eliyle ‘zor kullanılarak’ yıkımın
yapılacağı belirtiliyor. Bu iki düzenleme bir arada okunduğunda, riskli yapı
olarak nitelendirilen yapıların sahipleri açısından bir hukuksal haktan söz
etme olanağı kalmıyor. Anayasada
var olan “Hukuk Devleti” ilkesi açıkça
ihlal edilmiş oluyor. İşin belki de en vahim yönü ise bu düzenlemelerin riskli
olmadığı halde “proje bütünlüğü” gerekçesiyle proje alanı içine dahil edilen sağlam yapılar için ve “ekonomik
ömrünü doldurmuş” yapılar için de uygulanabilecek olması.
Yasanın daha evvelki pek çok
kanunu yok sayan bir tavrı, “üstün
yasa” olma iddiası olduğu söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Üstün yasa kavramı, sayın Bakanın deyimiyle “kuvvetli yasa” kavramı
çokça dile getiriliyor. Bu tanımlamanın
yapılmasına, böyle bir yasal düzenlemenin yapılmasına gerekçe olarak
da insanların can güvenliğinin sağlanması gösteriliyor. Ancak, ülkemizde bugüne geliştirilmiş konuya ilişkin
kuralları düzenleyen tüm yasaların
ve özellikle koruma amacı olan yasaların yok sayılması kabul edilebilir
bir yaklaşım değil. Tabi ki insanların
can güvenliğinin sağlanması ve afetler karşısında güvenli yapılarda yaşamaları önemli. Ancak, bu güvenliğin
sağlanması için İmar Yasası, kıyı Yasası, Orman Yasası, Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Yasası, Mera Yasası, Boğaziçi Yasası gibi çok sayıda
yasanın yok sayılması gerekmiyor. Bu
yaklaşımla yapılan bir yasanın ‘üstün
yasa’ olmaktan daha çok ‘talan yasası’ olarak anılması kaçınılmazdır.
Bu haliyle yasanın kent mimarisine
ve çevreye yararları ve zararları nelerdir?
KENTSEL DÖNÜŞÜM
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
Yasanın gerçekten amacına uygun,
Hukuk Devleti ilkesi ile çelişmeyen, barınma hakkına saygılı biçimde, doğal
ve kültürel değerlere zarar vermeden
uygulanabilmesi ve bu kapsamda afet
riski altındaki yapıların yenilenmesi
amacıyla kullanılması durumunda bu
tür yapılarda yaşayanların can güvenliğinin sağlanması yönüyle bir yararın
oluşacağı kuşkusuzdur. Ancak, yasanın sağladığı istisnaların ve yaratılan
ayrıcalıklı yetkilendirmelerin peşinden
giden uygulamalarda ise bu yararın
sağlanmasından daha çok önemli zararlar ortaya çıkacaktır. Bu kapsamda,
bugüne kadar korunmuş olan kültür
varlıklarımız, kentsel sit alanları büyük
risk altındadır.
Bildiğiniz üzere mevzuatımız gereği yasa yapım sürecinde meslek
odalarının da görüşlerinden faydalanmak gerekiyor. Söz konusu yasayla ilgili olarak odanızın görüşü
alındı mı?
6306 sayılı Yasanın TBMM’de yapılan komisyon toplantılarına TMMOB
adına TMMOB Hukuk Müşaviri ve
Şehir Plancıları Odası Genel başkanı
olarak ben katıldım. Görüşlerimizi ve
önerilerimizi yazılı ve sözlü olarak ilettik. Ancak ne yazık ki önerilerimiz komisyon toplantısında dikkate alınmadı
ve bu doğrultuda değişikliğe gidilmedi.
Başarılı bir Kentsel Dönüşüm
için ideal olan ne sizce? Nasıl bir
süreç izlenmeli, neler yapılmalı?
Kentsel dönüşüm kavramı yapılan
yanlış uygulamalarla kirletildi. Uygulamalarda yaşanan sorunlar, özellikle
kentsel dönüşüme konu olan alanda
yaşayanlar açısından ortaya çıkan
hak kayıpları bu kirlenmenin temel
nedenleri arasında. Bugün kentsel
dönüşüm denildiğinde her ne kadar
yeni bir yaşam çevresi elde edilmesi
anlaşılıyor olsa da, bu kapsamda elde
edilen yaşam alanlarının pek çoğu ne
yazık ki gerçekten yaşanabilir alanlar
olmaktan uzak. Projeleri hazırlayan
belediyelerin aşırı rant hırsı, yapılaşma yoğunluklarının büyük boyutlara
ulaşmasına neden oluyor. Böylesi bir
anlayışla elde edilen yeni mekânlar;
yeni yapılardan oluşan ancak aşırı
yoğun, sosyal donatısı eksik, ulaşımı
çözülemeyen, altyapısı yetersiz konut
alanları anlamına geliyor.
Bu nedenle; kentsel dönüşüm uygulamalarında geliştirilen projelerde
rantın arttırılması öncelikli amaç olmaktan çıkarılmalı. Kentsel dönüşüm
projelerinin yapıldığı alanda yaşayan
halkın tamamının, mülk sahibi ya da
kiracı ayrımı yapılmaksızın barınma
hakkı güvence altına alınmalı, çağdaş
bir yaşam çevresinin gerektirdiği sosyal ve teknik altyapı standartlarından
taviz verilmemeli. Halkın afetlerden
korunması amacıyla yapıldığı iddia
edilen kentsel dönüşüm projelerinde
yeni afetlerin oluşmasına neden olacak düzenlemelerden kaçınılmalıdır.
8- Kocaeli’de yürütülen kentsel dönüşüm sizce nasıl yürüyor? Bir şehir
plancısı olarak Kocaeli ilini nasıl görüyorsunuz?
Kocaeli, 1999 yılında yaşanan depremlerde ağır zarar gören illerimizden
biri. 6306 sayılı Yasanın amacı ve
7
kapsamı açısından bakıldığında, yaygın biçimde uygulamanın gerçekleşmesi gereken kentler arasında geliyor.
Ancak, diğer kentlerde olduğu gibi Kocaeli sınırları içinde de gerçekten riskli
olan yapıların yoğunlaştığı alanlarda
uygulamanın başlatılmadığını görüyoruz. Gerçek anlamda risk taşıyan
çok katlı ve yoğun yapılaşmış, dönüşüm gerektiren alanlarda uygulama
başlatılmazken, az sayıda ve düşük
katlı, düşük yoğunluklu gecekondu
yapılaşmalarının bulunduğu alanların
dönüşüm amacıyla seçildiğini görüyoruz. Bu alanlarda daha yoğun bir yapılaşmaya geçilmesi sonucu elde edilecek olan kazancın, yani elde edilecek
rantın proje alanlarının seçilmesinde
belirleyici temel olduğunu görüyoruz.
Oysa öncelikle yapılması gereken tüm
il sınırları içinde riskli alan ve yapıları,
risk büyüklüğüne göre gruplamak ve
kentin önceliklerini buna göre belirlemek olmalı.
8
KENTSEL DÖNÜŞÜM
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
KENTSEL DÖNÜŞÜME GENEL BİR BAKIŞ
Yalçın ERGEN
TMMOB Mimarlar Odası Kocaeli Şb.Bşk.
Kentsel Dönüşüm Yasası Üzerine;
Kamuoyunun yanlış bilgilendirildiğini düşündüğümüz Kentsel Dönüşüm
Yasası hakkında genel bir bilgilendirme yapmak gerektiğini düşünmekteyim.
TMMOB özellikle 17 Ağustos 1999 depreminden sonra yoğun bir şekilde iyileştirme
çalışmalarının yapılmasının önemini üstüne
basaraktan söylemektedir. Ancak bu iyileştrime şu an yapılması planlanan şekliyle
olduğunda inanılmaz haksızlıklara ve mağduriyetlere yol açacaktır. Toplumun her kesimini etkileyeceğini düşündüğümüz konu
hakkında bilmeniz gerekenler aşağıda kısaca bilgilerinize sunulmuştur.
Yasanın Hazırlanışı:
6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların
Düzenlenmesi Hakkında Kanun; süreci düşünüldüğünde tedirgin edici bir süratle çıkarıldığı görülmektedir. 2012 yılı ocak ayında
taslağı, 2012 yılı mayıs ayında ise kanun çıkarılmıştır. Temmuz ayında ilk, eylül ayında
da ikinci yönetmeliği yayınlanmıştır.
Yasanın Amacı:
Kentlerin afetlere karşı plansız, denetimsiz ve mesleki hizmetlerden yoksun yapılaşmasını önleme amacından uzak olarak
çıkarılan bu kanun yaşam alanlarımızı talan
eden bir afet niteliğindedir. Şehircilik ve
planlama ilkeleri, toplumsal eşitlik ve adalet ilkeleri, demokratik hukuk devleti ilkeleri
ihlal edilerek düzenlenen bu yasa, bilimsel
temelden yoksun, Anayasa ve uluslar arası
sözleşmelere açıkça aykırı ve yasalar üstü
bir yasa olarak bizlerin karşısına konulmuştur.
Yasanın Boşlukları:
İnsanları deprem gerçeğiyle korkutarak
basında yayınlanan reklam kampanyaları
ile uygulamalar çelişmekte, ilimizde dahi yapılan konutların istinat duvarları yapım safhasında dahi çökmektedir. Sadece Kocaeli
değil diğer illerimizde de bu uygulamaların
çöküntüleri, altyapısızlıktan kaynaklanan su
basmaları ve pek çok sorun ile vatandaşlarımız mağdur edilmektedir. Hem uygulama
hem yasa olarak; bilimden uzak, meslek
adamlarının görüşlerinden uzak, güvenilirlikten, sağlamlıktan uzak, adalet ve hukuk
temelinden yoksun olarak yapılan her şey
K
bugün halkımıza kendini göstermektedir.
Çıkarılan yasadaki boşluklar her türlü
suistimale açık, tek elde toplanan yetkiler
demokratik hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. Bakanlığı veya TOKİ’nin belirlediği herhangi bir alan da riskli alan içerisine girer
tanımı, yasadaki Madde2 – (1)ç ‘de açıkça
belirtilmiştir. Sağlam alanlar da Bakanlık
veya TOKİ uygun görürse riskli alan ilan
edilebilecek, yeni binalar da bu yasadan nasibini alacaklardır. Nerenin ne zaman riskli
alan olup olmayacağı, bununla ilgili planlar
ve bilimsel alt yapı olmadığından her daim
muğlak kalacaktır. Hem yatırımcılar, hem
daire sahipleri, hem arsa sahipleri ve birçok
kişi de bu sorunla karşı karşıyadır.
Rezerv alan olarak planlanan alanlar ise
başlı başına bir sorundur. Şehrin dışında,
ormanlarda, tarlalarda, tarihi niteliği olan
alanlarda, tahribatlarla vatandaşları sürgün
edip, işinden, çevresinden uzakta bırakarak toplumun hem ailesel, hem maddi, hem
ekonomik anlamda çöküntülerine sebep olmaktadır.
Açıkça görünüyor ki bugüne kadar yapılan tüm bilimsel çalışmalar, depremle ilgili
alınması gereken tedbirler ve bölge halkının
talepleri rant hırsı uğruna hiçe sayılmıştır.
Anayasal Hakların İhlali:
Üstelik dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir uygulama da bu yasa ile bizlere
dikte edilmiştir. Dönüşüm alanının belirlenme yöntemine, yaşanılan binanın yıkılması
kararına, zorla kabul ettirilen projenin içeriğine, yaşanılan yerin terk edilmesine itiraz
etme yolları kapalıdır. Gerekli süre içerisinde yürütmeyi durdurma kararı çıkartıl(a)mamaktadır. Evlerimizin elimizden hukuksuzca alınmasına direnmenin bedeli ise Türk
Ceza Kanunu’na göre hakkımızda işlem
başlatılması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mülkiyet hakkı, barınma hakkı, kent hakkı, idarenin yanlış uygulamalarını yasal yollardan engelleme hakkı yok edilmektedir.
Anlaşmayı Kabul Edenlerin Durumu:
Evlerinin yerine yapılan lüks daireleri satın alma gücü olmayan halk aynı zamanda
rezerv alanlarda yerleştirilecekleri düzende
yaşamaya da mecbur bırakılacaktır. Eski
yaşantısında aidat, doğalgaz vb. harcamalara bütçe ayırmadan geçinebilmekte iken,
maddi çöküntüye sebep olan yeni yerlerinde
toplum sağlığı her anlamda zedelenecektir.
Yaşadığı evin tahliye ve yıkım masrafları,
altyapı harcamaları ve yeni evin bedeli (rezerv alanda olsa dahi) vatandaşlara banka
kredileri yolunu baskılamaktadır.
Örnekleri:
Bugüne kadar “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan tüm uygulamalar; Dikmen’de,
Sulukule’de, Ayazma’da, Tarlabaşı’nda…
ve daha birçok yerde, bölge halkının yıllardır yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edilmelerine, işlerini kaybetmelerine, borçlandırılmalarına, sosyal, ekonomik ve kültürel
hak ihlallerine maruz kalmalarına ve insan
hakları mağduriyetlerine yol açarak, yıllarca kurdukları ilişkilerinin yok olmasına yol
açmıştır. Boşaltılan tüm bu yerlerin rantı,
lüks konut ve alışveriş merkezleri yapılarak;
inşaat şirketleri, yerel ve merkezi idareler
tarafından paylaşılmıştır. Diğer taraftan,
bugün afet riski adına seferberlik ilan edilen yasayı çıkarmadan önce deprem adı
altında yıllarca toplanan vergilerin duble
yollara harcandığı görülmüştür. İşin özüne
gelinirse bugüne kadar görülen “kentsel dönüşüm” projelerinin toplumun çok küçük bir
kısmının aşırı derecede zenginleşmesine
yol açarken toplumun büyük çoğunluğunun
yoksullaşmasına, evsizleşmesine, kentin
dışına sürgün edilmesine neden olduğu
gözlemlenmektedir.
Kentsel Dönüşüm Nasıl Olmalı:
TMMOB Mimarlar Odası Kocaeli Şubesi olarak 6306 sayılı yasa hakkında halka
gerçekleri anlatma çabamızı sürmektedir.
Konuyla ilgili tüm halka ve basına açık gerçekleştirdiğimiz panellerde yasayı; mimari,
hukuki, sosyoloji alanlarından ve son olarak
da Ankara; Dikmen ve Mamak’ta yasa mağduru vatandaşlarımızı konuk ederek endişelerimizi anlatmış bulunmaktayız.
Biz meslek adamları olarak Kentsel Dönüşümün kesinlikle bu ülkenin en büyük
ihtiyacı olduğu gerçeğini her zaman savunmaktayız. Fakat bu şekilde değil…
Her şeyden önce bilim ve teknik altyapı,
meslek adamlarının bilgileri, vatandaşlarımızın Anayasal hakları, yaşama hakları,
barınma hakları, konut hakları gözetilerek,
boşluklara ve suistimale mahal vermeyen
bir yasa ile kentsel dönüşüm uygulaması
yapılması gerekmektedir. Bu ilkeler gözetilmeden hatta ihlal edilerek yapılan her türlü
uygulamanın karşısında olacağız.
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
KENTSEL DÖNÜŞÜM
9
“KENTİMİZDE LİMANLAR SEBEBİYLE YAŞANAN SORUNLAR”
BASIN AÇIKLAMASI
10 Ocak 2012 tarihinde yaptığımız
basın açıklamasında, kentimizde limanların yarattığı sorunları belirterek,
Kocaeli’ de yeni limanların yapılmasının Kocaeli halkına sorulması gerektiğini söylemiştik.
Kentimizdeki limanlar sebebiyle yaşanan sorunlar devam ederken, yerel
basında Kocaeli Körfezi’ nde yeni limanların yapılacağına
yönelik haberler yer almaya başlamıştır.
Belirtmek isteriz ki, ülkemiz sanayisinin merkezi konumunda olan kentimizde limanların olması bir zorunluluktur.
Limanlar, sanayi kuruluşlarının hammadde ihtiyaçlarının
karşılanması ve üretim araçlarının dağıtılması için önemli
tesis ve yatırımlardır.
Kentimizdeki limanların sayıları bugün kırklı rakamlarla
ifade edilmektedir. Sanayi kuruluşlarının kendi iskeleleri
olarak kurdukları tesisler zaman içerisinde plansızca büyüyerek limana dönüşmüşlerdir. Kentimiz bu limanlar sebebiyle çevre, deniz kirliliği ve yaşam alanlarının daralması
gibi sorunları yaşamaktadır. Yaşanan bu sorunlar ancak
mevcut limanların bir master planlama çerçevesinde rehabilite edilmeleri ile çözülebilir.
Mevcut limanlar rehabilite edilmeden Kocaeli Körfezi’ nde yeni limanların yapılmasına izin verilmesi kentimizin ekonomik, sosyal ve kültürel
alanlarında önemli değişikliklere sebep olacaktır. Ayrıca yeni limanlar yaşanan sorunların artmasına ve başta
ulaşım olmak üzere yeni sorunlara da
yol açacaktır.
Sermaye, kentimizde yeni limanların yapılmasını istiyor
ve dayatıyor olabilir. Sermayenin bu istek ve dayatmasına kent yöneticilerimiz ve kent halkımız karşı durmalı ve
Kocaeli Körfezi’ nde yeni limanların yapılmasına izin vermemelidirler. Yeni limanların yapımı için başlatılan ve artık yapılmak istenen sanayi yatırımlarının “ tasdik belgesi “
haline dönüşen ÇED süreçleri dikkate alınmamalıdır. Yeni
limanların yapımı Kocaeli’ de yaşayan ve bu kentin havasını soluyan Kocaeli halkına sorulmalıdır.
Kocaeli halkının izni olmadan, kent insanının yaşam
alanlarını yok edecek, kentimizi daha da yaşanmaz hale
getirecek yeni limanların yapılmasına karşı olduğumuzu
Kocaeli kamuoyunun bilgisine sunarız.
10
FAALİYETLER
KOCAELİ BAROSU BAŞKANIMIZ, YÖNETİM
KURULU ÜYELERİMİZ VE
TBB DELEGELERİMİZ TBB BAŞKANI AV. V.
AHSEN COŞAR’ I ZİYARET ETTİLER
Kocaeli Barosu Başkanımız, Yönetim Kurulu Üyelerimiz ve TBB Delegelerimiz, 15 Şubat 2013 Cuma günü Türkiye Barolar Birliği Başkanı
Av. V. Ahsen COŞAR’ ı ziyaret ettiler.
Türkiye Barolar Birliği Merkezi’ nde gerçekleşen ziyarete; Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU, Baro Başkan Vekili Av. Mehmet
AKGÜL, Baro Genel Sekreteri Av. Serdar SOLAK, Baro Saymanı Av.
Ali YILDIZ, Yönetim Kurulu Üyeleri Av. K. Caner KARAKADILAR, Av.
Nuri ALMAZ, Av. M. Salih FIRAT, Av. Alattin ÇAKMAK, Av. Gülhanım
KARA, Av. Arzu TÜRKKAL, Av. Çiğdem DEMİRCAN ile TBB Delegeleri Av. M. Cumhur ARIKAN, Av. Bahar GÜLTEKİN CANDEMİR ve Av.
Cahit ÇİFTÇİ katıldılar.
Ziyarette avukatlık mesleğinin sorunları ve çözüm önerileri konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunuldu.
Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU, TBB Başkanı Av. V.
Ahsen COŞAR’a Baromuzun plaketini sundu.
UYAP ATÖLYE ÇALIŞMASI YAPILDI
Kocaeli Barosu Bilişim Hukuku Komisyonu tarafından düzenlenen
ve Av. Abdullah Serdar ÖNÜR’ ün konuşmacı olarak katıldığı “UYAP
ATÖLYE ÇALIŞMASI” 22 Şubat 2013 Cuma günü, saat:16.00’ da Kocaeli Barosu İdari Bina Av. Umut Gümüş Eğitim Salonu’ nda yapıldı.
Atölye Çalışmasında, meslektaşlarımıza UYAP sisteminin pratik
kullanımı ile ilgili bilgiler aktarıldı.
Çok sayıda meslektaşımız “UYAP ATÖLYE ÇALIŞMASI” na katıldı.
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
UZLAŞTIRMACI SERTİFİKA
PROGRAMI YAPILDI
Baromuz ve İzmir Barosu tarafından düzenlenen “Uzlaştırmacı Sertifika Programı” 09 - 10 Mart 2013 tarihlerinde İzmit Wes
Otel’ de yapıldı.
Baromuz üyesi olan ve avukatlık mesleğinde beş yılını doldurmuş meslektaşlarımıza yönelik gerçekleştirilen sertifika programı 90 meslektaşımızın katılımıyla interaktif olarak üç ayrı toplantı salonunda gerçekleştirildi.
Sertifika programa konuşmacı olarak Psikyatr Dr. Meral
GENÇ, Av. Özkan YÜCEL, Av. Ali AYDIN, Av. Dilek ÖZYAMANER, Av. Elçin KILINÇER OT, Av. Fadime ERSİN, Av. Mehmet
Nur TERZİ, Av. Mustafa Kemal ÇANKIRI, Av. Erdal ARAL ve Av.
Serap OĞUZ katıldılar.
Sertifika programının birinci gününde konuşmacılar, onarıcı
adalet kavramı, uzlaştırmanın adalete olan etkisi, etik kurallar,
uzlaştırmaya tabii suçlar ve müzakereler, edimler, uzlaştırma raporu ücret ve giderler konularında meslektaşlarımıza bilgi verdiler. Programın ikinci gününde ise, uzlaştırmada karşılaşma, çatışma, görüşme teknikleri üzerinde duruldu ve kurgusal olaylar
üzerine canlandırmalar yapıldı.
Sertifika Programının bitiminde meslektaşlarımıza “ Uzlaştırmacı Sertifikaları “ verildi.
İki günlük yoğun uzlaştırmacı sertifika programını aksatmadan katılan meslektaşlarımıza ve uzlaştırma eğitimini veren İzmir Barosu Üyesi meslektaşlarımıza teşekkür ediyoruz.
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
AVUKAT FOTOĞRAF SANATÇILARI
SERGİSİ AÇILDI
Baromuz tarafından “01 – 05 NİSAN 2013 AVUKATLAR HAFTASI”
etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen;
“AVUKAT FOTOĞRAF SANATÇILARI SERGİSİ” nin açılış töreni,
02 Nisan 2013 Salı günü saat: 11.00’ de Kocaeli Adliyesi Baro Odası’
nda gerçekleştirildi.
Fotoğraf Sergisinin Açılış Töreninde konuşan Baro Başkanımız Av.
Tamer SOLAKOĞLU Avukatlar Haftası nedeniyle düzenledikleri “Avukat Fotoğraf Sanatçıları Sergisi” ile avukatların hukukçu kimlikleri dışındaki sanatsal uğraşlarını kamuoyuna göstermek istediklerini belirterek,
fotoğraf sergisinin açılmasına katkı sağlayan Av. Mukadder İLTER, Av.
Hakan LAMPER, Av. Ali Yıldırım SEZER, Av. Gürkan KIPIK, Av. Tuygun SERDAR, Av. Nesrin AKTAŞ, Av. Elif ERTİN ve sergi açılışına
katılan herkese teşekkür etti.
Açılış töreni sonrası sergide eserleri bulunan avukatlara çiçek verildi ve fotoğraf sergisi birlikte gezildi.
AVUKATLAR HAFTASI NEDENİYLE
DÜZENLENEN “HUKUK BALOSU” YAPILDI
Baromuz tarafından 01 - 05 Nisan Avukatlar Haftası etkinlikleri kapsamında düzenlenen Hukuk Balosu 06 Nisan 2013 Cumartesi günü
Başiskele Wellborn Luxury Hotel’ de yapıldı.
Hukuk Balosuna CHP Kocaeli Milletvekilleri Hurşit GÜNEŞ, Haydar
AKAR, Kocaeli Cumhuriyet Başsavcısı Emin ÖZLER, Kocaeli Adalet
Komisyonu Başkanı Yusuf COŞKUN, Kocaeli İl Emniyet Müdürü Hulusi
ÇELİK, siyasi partilerimizin İl Başkanları, Temsilcileri, Meslek Odaları
ve STÖ Temsilcileri, meslektaşlarımız ve stajyer avukatlarımız katıldılar.
Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU’ nun açılış konuşmasıyla başlayan balomuzda meslektaşlarımız canlı müzik eşliğinde
gecenin ilerleyen saatlerine kadar doyasıya eğlendiler.
FAALİYETLER
11
“HAKKINI SEÇ, RESMİNİ ÇİZ”
KONULU RESİM YARIŞMASI
ÖDÜL VE SERGİ TÖRENİ YAPILDI
Baromuz tarafından “01 - 05 Nisan Avukatlar Haftası” etkinlikleri
kapsamında Kocaeli ilk ve orta okul öğrencileri arasında düzenlenen “Hakkını Seç, Resmini Çiz” konulu Resim Yarışması Ödül ve
Sergi Töreni 04 Nisan 2013 günü Dolphin AVM Center’ da yapıldı.
Ödül ve Sergi Töreni’ ne Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU, İzmit Belediye Başkanı Nevzat DOĞAN, İl Milli Eğitim Müdürü Nevzat İSPİRLİ, Baro Yönetim Kurulu Üyeleri, Çocuk Hakları
Merkezi Başkan ve üyeleri, meslektaşlarımız ile yarışmaya katılan
öğrenciler, veliler ve okul yöneticileri katıldılar.
Törende yapılan konuşmalarda İl Milli Eğitim Müdürü Nevzat İSPİRLİ öğrencilere yarışma fırsatını tanıdığı ve sanatı desteklediği
için Baromuza teşekkür etti. İzmit Belediye Başkanı çocuk haklarının
öneminden ve çocuk hakları konusunda İzmit Belediyesi’ nin yaptıklarından bahsederek Baromuza düzenlemiş olduğu yarışmadan
dolayı teşekkür etti. Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU’
da konuşmasında küçük dimağlara hak, hukuk, adalet kavramlarını
yerleştirme ve sanatı destekleme amacıyla bu yarışmaları düzenlediklerini söyleyerek yarışmaya katılan öğrencilere, velilerine ve
öğretmenlerine teşekkür etti.
Konuşmalar sonrasında resim yarışmasında dereceye giren öğrencilere ödülleri verildi. Yarışmanın birincisi Donanma İlköğretim
Okulu öğrencisi Berkay ELMA’ ya bilgisayar, yarışmanın ikincisi
Barbaros İlkokulu öğrencisi Esma BARAN’a bisiklet hediye edildi.
Yarışmanın üçüncüsü Körfez İlimtepe İlkokulu öğrencisi Ecem Bensu GÜZEL’ e şövale ve boya takımı verildi. Yarışmada mansiyon
ödülüne layık görülen 4 Temmuz Ş.H.G İlkokulu öğrencisi Nisa
YAZICI, İhsaniye Yazlık ICS - Opel Uluslararası Dostluk Ortaokulu
öğrencisi Enes ARTAR, İsmail Hakkı Tonguç İlkokulu öğrencisi
Tuna SERİM ve Jüri özel ödülüne layık görülen Kılıçarslan Ortaokulu öğrencisi Şebnem İrem GÜNAYDIN’ a da çeşitli hediyeler
verildi.
Ödül töreni sonrasında resim sergisi öğrencilerle birlikte gezildi.
12
FAALİYETLER
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
MESLEKTE 30., 40., 50., 60. YILINI DOLDURAN MESLEKTAŞLARIMIZ İÇİN
PLAKET TÖRENİ YAPILDI
Avukatlık mesleğinde 30., 40., 50. ve 60. yılını dolduran meslektaşlarımız için düzenlenen plaket töreni 05 Nisan 2013 Cuma günü
saat:16.00’ da İzmit Wes Hotel’ de yapıldı.
Tören, Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU’nun açılış konuşması ile başladı.
Törende meslekte 60. yılını dolduran Av. Nuran KORTEL ERGÜL,
50. yılını dolduran Av. Mehmet Turgut KAYI, Av. Uğurhan ÖZTÜRE,
40. yılını dolduran Av. İlter ÖZDEMİR, Av. Kenan YALÇINKAYA,
Av. Kadir Alp TOKER, Av. Rezan ÇETİN, Av. Hatice Mefharet GÜVEN,
Av. Fikret ŞERAMET, Av. Ünal AKAY, Av. M. Ersin ZARALIOĞLU, Av.
İsmet ÖZKAN, Av. Hasan ÇİÇEK, Av. Beytullah USLU, Av. Abdurrahman ÖZAL, Av. Halil ÖZCAN,
30. yılını dolduran Av.Selim Selami ÇAKICI, Av. H. İbrahim DEMİRAL, Av. Lütfi UYGUR, Av. Nevzat ERÇEVİK, İrfan İNANÖZ, Av.
Fatma GÜL, Av. Ayşe Güldemet ÖZDEMİR, Av. Av. Ali YAZICI, Av.
A. Ümit YASTIOĞLU, Av. Günsel HAZAR, Av. Veysi Adnan YAVUZ,
Av. Ayla KÖKMEN, Av. Ahmet İMAL, Av. Mübeccel AYYER, Av. Ke-
mal ÜNAL, Av. M. Cengiz SARIBAY, Av. Nurdan SARIBAY, Av. Zeki
AKARSU, Av. Emin KİRMANİ, Av. Atakan SONUGELEN, Av. Ömer
YILDIRIM, Av.Ali Can POLAT, Av. Metin KANDEMİR, Av. Abdülkerim
ÖZDERE, Av. Muzaffer AKTAŞ, Av. Rengin ORTAÇ, Av. Eren ÖZTÜRK, Av. Zeynel Abidin BAŞLAK, Av. Candua ÖNÜR, Av. A. Fatih
ŞENGEZER, Av. Ayten GÜRLEYEN, Av. Teoman YILDIRIM, Av. Hürrem GÜNER, Av. Mücella ELGİN, Av. Himmet KUŞÇU, Av. İzzet DAL,
Av. N. Ömür NALÇACI, Av. Ferhan EKİCİ DOĞAN, Av. Serpil ÖZOK,
Av. Yusuf ATAR, Av. Osman OLGUN, Av. Z. Gönül BALKIR, Av. Avni
KIZILARSLAN, Av. Kenan UZUN, Av. Hüseyin ÖĞÜTCEN, Av. Erden
ÖZDİL, Av. Ülker ALPMAN, Av. Bülent KOCAATA, Av. Erol AYANOĞLU, Av.Raif KANDEMİR, Av. Nuray KANDEMİR, Av. K. Mehmet KEÇECİ, Av. Zeliha TUNCEL KARAL, Av. Burhan DİLEK, Av. M. Bora
ULUÇ, Av. Ayhan Veli MARAL, Av. Ertuğrul SAKAOĞLU, Av. Mustafa
TURALIOĞLU, Av. Serap YERLİKAYA, Av. Yüksel KURAN, Av. Resul
TOPÇU, Av. Figen ŞENTÜRK, Av. Abdülkadir KÜÇÜKBAYRAK, Av.
İsmet YANBAY, Av. Münire ÇELEBİ’ ye törenle plaketleri verildi.
Plaket törenimiz kokteyl ile sona erdi.
FAALİYETLER
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
13
“Normal” Nedir?
Av. Eren KESKİN
Y
aşadığımız coğrafyada, militer
ve erkek egemen resmi ideoloji, toplumu öylesine biçimlemiş
ki çıkış yolu bulmak her zaman kolay
olmuyor.
Aslında, demokratlığı sınamanın
belli konuları var kanımca..
1915 soykırımına bakış, Kürt sorununa bakış, eşcinsel ve travesti ve
transseksüellere olan yaklaşım, kendimizi sınamamız konusunda en önemli
ölçütler olmalı bence…
Biraz geriye gidelim…
Mustafa Kemal, Dersim’i bombalaması için Sabiha Gökçen’i uğurlarken,
ona bir silah veriyor ve diyor ki; “Her
an eşkıya ile karşılaşabilirsin, sana
kötülük yapabilirler, namusunu koru,
bu silahla ya onları ya kendini öldür,
namusunu kirletme.”
İşte devletin kurucusunun ağzından dökülen bu cümleler, yaşadığımız
coğrafyada yerleşik namus anlayışının bir özetidir.
Bu namus anlayışıdır ki, toplumu
kadın düşmanı yapar, eşcinsel travesti ve transseksüel düşmanı yapar, ırkçı ve şoven yapar.
“Normal” sayılanı iktidarlar belirler.
Coğrafyamızda, “erkekçi” bakış
açısına sahip olmak, milliyetçi olmak,
militer olmak, “normal” olandır.
Bizler ise, normalden değil, vicdandan yanayız.
Burada, hiç konuşmadığımız, hatta
konuşmaya çekindiğimiz bir konudan
söz etmek istiyorum.
Eğer kendimize, “demokrattım” diyorsak, farklı cinsel yönelimlere saygı
duymak zorundayız.
Heteroseksüellik ne kadar, “normalse” eşcinsellik, travesti ve transseksüellik de o kadar normal…
Ancak, bu bakış açısının kendilerini muhalefet kesiminde tanımlayanlar
açısından dahi, hala sorunlu olduğunu
düşünüyorum.
“Çünkü, egemenimize benziyoruz...”
Egemenimizin bize dayattığı toplumsal cinsiyetçi bakış açısı, iliklerimize kadar işlemiş.
Aslında, farklı cinsel yönelimlere karşı
bakış açısının, ırkçılık ve şovenizmle
çok yakın bir ilişkisi
var.
İşte bu bakış açısı nedeniyle, toplum,
özellikle travesti ve
transseksüellere yönelik hak ihlallerini görmezden geliyor.
Aslında onlar, büyük bir
cesaretle yaşadıkları cinsel kimlikleriyle, hepimizi
bir sınava tabii tutuyorlar.
Bizler, sokaklarda rahat yürürken, travesti ve
transseksüellere sadece
dış görüntüleri nedeniyle,
“para cezaları” kesiliyor.
Bu para cezalarının
nedeniyse, makbuzlara
şöyle yazılıyor; “Çevreyi
kirletmek, çevreye zarar
vermek…”
Bu cezaların ardında
yatan zihniyet, açıkça
ırkçı bir zihniyettir.
Devletin bu zihniyeti, halkı da biçimlemiştir. Bu nedenledir ki, travesti
ve transseksüeller evlerinde dahi rahat oturamazlar.
Evlerine polis destekli, “halk” saldırıları olur.
Ve onlar genelde, hep yalnızdırlar.
Çevrelerinde onları destekleyen feminist, sosyalist, Kürt, bazı gruplar dışında yanlarında kimse olmaz.
Yaşadıkları şiddet, gazete sayfalarında bazen küçücük bir haber olur.
Öldürülmeleri, magazinel bir konu
gibi yansır gazetelere televizyonlara…
Millet Meclisinde, BDP grubu ve
birkaç milletvekili dışında hiç kimse
onların insan hakları ile ilgilenmez.
Ve onlar, yaşadıkları toplumsal
baskılara karşı cesurca direnmeye
devam ederler.
İşte buyurun size bir sınav sorusu!
Farklı cinsel yönelimlere karşı tavrımız nedir?
İnanın ki, bu soruya vereceğimiz
cevap, aynada kendi demokratlığımızla yüzleşmemize neden olacaktır.
01.04.2013
14
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
TÜRK OLMAK
Av. Başar DEĞER
H
ukuk fakültelerimizde okutulan Anayasa
Hukuku ders kitaplarının tamamında ulus
kavramı iki farklı anlayışa göre anlatılır.
Bunlardan ilki objektif millet anlayışıdır. Buna
göre millet, bir takım maddi ,somut bağlarla
birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu topluluktur.Milleti oluşturan bağlar için kabaca ırk,
dil. din, coğrafi konum gibi nesnel ölçütler sıralanabilir.
Bugünlerde hem televizyon programlarında
hem de kürt aydınlarının tamamında bu anlayışın tercih edildiği açıkça görülmektedir. Türk kelimesi tam bu objektif anlayışa göre tanımlanmış
bir milletin ferdi olarak kabul edilmekte ve bunun
karşıtı olarak kürt kavramı ortaya konmaktadır.
Yapılmak istenen bir anlayışı meşrulaştırmaktadır. Bir başbakan çıkıp bu memlekette laz var,
gürcü var, TÜRK var , kürt var şeklinde sıralayabilmektedir. Oysa ki TÜRK kavramı etnik kimliklerin karşıtı ya da özdeşi değildir. Aslında farklı
şekilde tanımlanmış bir ulusun ferdi anlamına
gelir. Bazı kişiler TÜRK kelimesini etnisite olarak
algılayabilir ve kabul edebilirler ancak uygarlık
ve mevzuatımız ağırlıklı olarak aşağıda sunulan ikinci tanımı tercih etmektedir. Bu tanıma
Sübjektif Millet Anlayışı denir. Konunun sadece
şahsi fikrim olmadığını belirtmek babında bu anlayışı DÇ. Dr. Kemal GÖZLER’in 2004 baskılı
anayasa hukuku kitabından aynen aktaracağım.
Sübjektif anlayışa göre, millet birtakım sübjektif bağlar ile birbirine bağlanmış insanların
oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar, manevi
niteliktedir; birtakım duygu ve düşüncelerden
oluşur. Sübjektif millet anlayışı ilk defa Ernest
Renan (1823-1892) tarafından 1882 yılında
yayınlanan Qu’estcequ’unenation (Millet Nedir)
isimli eserinde ortaya atılmış ve savunulmuştur.
Milleti oluşturan insanları birbirine bağlayan
bu sübjektif bağlar arasında, mazi, hatıra, amaç,
ideal, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya
birlikte kazanılan başarılar, ortak amaca varmak
için mücadeleler, ortak tehlikelere karşı birlikte
karşı koyma isteği gibi faktörler insanları birbirine bağlar ve milleti oluşturur.
Ernest Renan milletin objektif faktörlerle oluştuğu düşüncesini reddetmektedir. Yazara göre,
“insan, ne ırkının, ne dilinin, ne de dininin, ne
de nehirlerin izlediği yolun, ne de sıradağların
yönünün eseridir. Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevi bir şuur
yaratır ki, buna millet denir”.
Ernest Renan milleti açıkça “bir ruh, bir manevi prensip” olarak tanımlamaktadır. Bu “ruh”
yahut “manevi ilke”, biri geçmişte, öteki ise içinde
yaşanılan zamanda bulunan iki unsurun birleşmesiyle oluşur. Bu unsurlardan birincisi, “zengin
bir hatıra mirasına sahip olmak”tır. Bu unsurla
Renan’ın kastettiği şey, tarihten ziyade, milli bir
mitoloji, yani geçmişin ululuklarını kutlayacak
ve geçmişte yaşanan güçlükleri kutsayacak bir
bakış açısıdır. Geçmişte yaşanılan ortak acılar
veya birlikte kazanılan zaferler insanları birbirine bağlar. Bu unsurlardan ikincisi ise, birlikte
yaşama ve olabildiğince çok ortak miras yaratma isteğidir. Bu ikinci unsurda, amaç, mefküre,
istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır.
Özetle Renan’a göre, milleti yaratan şey, “birlikte acı çekmiş, sevinmiş ve birlikte umut etmiş
olmak”tır. O halde Renan’a göre, milleti, ortak bir
maziye sahip olan ve gelecekte de birlikte yaşama arzusuna sahip olan insanlar topluluğudur
diye tanımlayabiliriz.
Acaba Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı objektif
mi yoksa sübjektif bir milliyetçilik anlayışı mıdır?
Şimdi bunu görelim.
ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİK
ANLAYIŞI NEDİR?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Anayasamızın
2’nci maddesinde herhangi bir milliyetçilik anlayışı değil, “Atatürk milliyetçiliği” anlayışı kabul
edilmiştir. Bu husus ayrıca Anayasanın Başlangıç bölümünün birinci paragrafında “Atatürk’ün
belirlediği milliyetçilik anlayışı” şeklinde dile getirilmiştir.
1.Atatürk’ün Yazılarında
Ergun Özbudun’a göre, Atatürk, “sübjektif
millet anlayışı”nı benimsemiştir. Özbudun bu
görüşünü kanıtlamak için Atatürk’ten iki alıntı
yapmaktadır. Atatürk, millet kavramını şöyle tanımlamıştır:
“Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en
kısa tarifini yapmış oluruz”.
Atatürk, millet konusunda daha geniş olarak
şu tanımı vermiştir:
“a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan;
b) Beraber yaşamak hususunda müşterek
arzu ve muvafakatte samimi olan;
c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına
beraber devam hususunda iradeleri müşterek
olan insanların birleşmesinden meydana gelen
cemiyete millet namı verilir”.
Gerçekten de bu tanım tamamıyla sübjektif unsurları içerir niteliktedir. Bu tanım büyük
ölçüde sübjektif millet anlayışının kurucusu
olan Ernest Renan’ın tanımına benzemektedir.
Atatürk’ün millet tanımı konusunda Ernest Renan’dan esinlendiği bu tanımı izleyen cümlelerinde de açıkça görünmektedir:
“Maziden kalan müşterek zafer ve yeis mi-
rası; istikbalde gerçekleştirilecek aynı program;
beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri
beslemiş olmak…”
Atatürk’ün gerek yukarıdaki tanımı, gerekse bu cümleleri tamamıyla Ernest Renan’dan
mülhemdir. O halde şunu açıkça belirtebiliriz ki,
Atatürk Ernest Renan tarafından savunulan sübjektif millet anlayışını benimsemiştir.
2.Anayasada
Ergun Özbudun’un gözlemlediği gibi Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı 1982 Anayasasının
Başlangıç bölümüne çeşitli ifadelerle yansımıştır. Başlangıcın ikinci paragrafına göre, Türk milleti “Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip
şerefli bir üyesi”dir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği
başka milletleri düşman ve aşağı gören şoven
ve saldırgan bir milliyetçilik anlayışı değildir.
Başlangıcın yedinci paragrafında aynı doğrultuda “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine de yer
verilmiştir.
Başlangıcın yedinci paragrafında,
“topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve
iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet külfetlerde ve
millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu”İlan edilerek Renancı millet anlayışının yukarıda verdiğimiz sübjektif unsurları (milli gurur ve
iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde vs. ortaklık) tekrarlanmıştır.
Ergun Özbudun’un belirttiği gibi, bu tanımdan, Anayasamızın benimsediği milliyetçilik
anlayışının ırk, din ve dil gibi objektif unsurlara
değil; sevinç ve kederlerde ortaklığa ve birlikte
yaşama arzusuna dayanan sübjektif bir milliyetçilik anlayışı olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Nihayet Anayasamız bu anlayışının doğal bir
sonucu olarak Türklüğü, objektif unsurlara hiçbir
şekilde göndermede bulunmayarak, “vatandaşlık bağı” ile tanımlanmıştır. Anayasamızın 66’ncı
maddesinin ilk fıkrasına göre, “Türk Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”.
Böylece objektif ve sübjektif olmak üzere iki
değişik millet anlayışını görmüş bulunuyoruz.
Bu millet anlayışlarına göre de haliyle iki değişik
milliyetçilik anlayışı olabilir. Objektif milliyetçilik
anlayışı ve sübjektif milliyetçilik anlayışı. Objektif milliyetçilik anlayışında, belli bir ırka mensup
veya belli bir dili konuşan veyahut belli bir dine
veya mezhebe mensup insanların çıkarları her
şeyin üzerinde tutulur. Hukukumuzda da bu
yönde istisnai hükümler yer almıştır. Örneğin vatandaşlık Kanunumuzda Türk soylu olmak ibareli hükümler vardır. Bugüne kadar yapılan bazı
yanlış uygulamalar da olmuş ve kürt soylu vatandaşlarımız rencide edilmiş olabilir. Ancak istisnayı kaide haline getirmek ve TÜRK kavramını bir etnik kimliğe indirgemek mümkün değildir.
15
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
Kürt Sorununda Son Durum
Av. Kureyş BİLGİÇ
B
ilindiği üzere Haziran 2011
seçimlerinden sonra 2009’da
Oslo’da başlatılan müzakere
sürecinde hükümet geri adım atarak
güvenlikçi politikalara geri döndü. Basından izlediğimiz kadarı ile hükümete
yakın yazarlar ve Başbakan’a danışmanlık yapan siyasi şahsiyetler hükümeti güvenlikçi politikalarla sonuç
alınabileceği hususunda ikna ettiler.
Bu yazarlar, Srilanka’daki tamil hareketinin askeri yolla bitirilmesini örnek
göstererek hükümeti bu hususta tevsik ettiler ve daha önce ordu ile PKK
arasında bir muvazaalı çatışma süreci olduğunu, ordunun PKK’nın askeri
yoldan bitirilmesini istemedi. Aksi takdirde çoktan PKK’nın askeri direnişinin tasfiye edileceğini düşünüyorlardı.
İlk kez Ergenekon operasyonlarından
sonra ordunun siyasetin denetimine
girdiği, emniyetin de hükümetin denetiminde olmasından dolayı devletin
tüm silahlı unsurlarının ilk kez koordineli olarak operosyan yaptıklarından
bahisle bu sefer PKK’nın askeri yoldan bitirileceğini varsayarak, 2011 yılının Sonbahar ayında çatışmalı süreç
derinleşerek devam etti. Siyasi alanda
BDP kadrolarına yönelik KCK operasyonları adı altında operasyonlar hızlandırıldı. Sonuç itibariyle geldiğimiz
aşamada onbine yakın BDP’li siyasi
kadro tutuklandı. 2011 yılının kış koşullarından da yararlanarak PKK’nın
askeri gücü ciddi olarak darbelendi.
31 Aralık 2012 tarihinde Uludere’nin
Roboski köyünde savaş uçaklarının
34 köylüyü bombalayarak öldürmesi
Kürt halkında ciddi bir tepki uyandırdı. 2012 yılının Newroz’unda yasak-
lara rağmen yüzbinlerce insan polis
barikatlarını aşarak Diyarbakır’daki
Newroz alanına girince hükümet tüm
operasyonlara rağmen KCK ve BDP
çizgisinin kitle desteğinin büyüyerek
devam ettiğini gördü. Ayrıca, Güney
Kürdistan’da Maliki hükümeti ile bölgesel Kürt hükümeti arasında ilişkilerin
gerilmesi ve kopma noktasına gelinmesi, KCK çizgisindeki PYD (Türkçesi: Demokratik Birlik Partisi) Suriye’nin
kuzeyinde fiilen denetimi ele geçirip,
bölgesini yönetmeye başlaması gibi
dış gelişmeler hükümeti barışçıl müzakere yolu ile soruna çözüm bulmaya
mecbur etti.
2012 yazında askeri alanda da çatışmaların boyutu ve yayıldığı alan
daha önceki çatışmanın boyutlarını
aşarak yeni bir evreye girdi. Hükümet
güvenlikçi politikaların çözüm olmadığını ve bu yolla PKK’nın askeri yolla
yenilgiye uğratılamayacağını ve siyasi
operasyonlara rağmen aynı çizginin
kitle desteğinin azalmadığını da görünce, Başbakan’ın pragmatik yanı
da ağır basarak anladığımız kadarı
ile 2012 kışında hükümet İmralı’da
MİT aracılığı ile Abdullah ÖCALAN ile
görüşmelere başladı. Bu süreç 2013
Ocak ayında da alenileşti. Ondan sonraki süreç de hepimizin bildiği gibi belli
bir evreye ulaştı. En son ÖCALAN 21
Mart 2013 de Diyarbakır meydanında toplanan milyonlara yeni mesajını
açıkladı. Bu mesajla öz itibariyle silahlı mücadelenin sonuna gelindiği, artık
siyasi mücadele aşamasının başladığı, tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi ile Kürt meselesinin de çözüleceği şeklinde kitlelere mesajını iletti.
ÖCALAN mesajı ile klasik ulus devlet
anlayışının Ortadoğu’da Kürtler için
de çözüm olmadığını, kurulacak Kürt
Ulus Devletinin yıllara varacak kanlı
boğazlaşmalara neden olacağını, sonunda varılacak ulus devletinde Kürtler için hayal edilen çözüm olmayacağı fikrini uzun yıllardır taşıdığı için son
mesajı ile yakın, orta ve uzun vadede
meselenin çözümünü ve perspektifini
formüle etti.
Kürtler; Büyük çoğunlukla ÖCALAN’ın bakış açısına desteklerini sunuyorlar. Sorun daha çok ülkenin batı
tarafında çıkıyor. MHP klasik çizgisini
sürdürüyor. MHP taraftarlarını sokağa
dökmemesi kendi başına bir olumluluktur. Asıl sorunlu bakış açısına sahip olan CHP’dir. CHP bir türlü kendi içinde bir birlik sağlayamıyor. Çok
farklı düşünen kesimler bir arada durmaya devam ediyor. Ulusalcı tabir edilen kesim ile kabaca yenilikçi denilen
kesim arasında parti merkezi bir fikir
birliğine varmış değil, bir gün ulusalcıları mutlu edecek açıklama yapılıyor,
başka bir zaman da yenilikçilere yakın
söylemler dile getiriliyor. Parti hareket
edemez halde bulunuyor, söyledikleri
arasında iç tutarlık meselelere, dolayısı ile Kürt meselesine uzun vadeli
bir strateji oluşturamıyor. Sürece CHP
olumlu ya da olumsuz dahil olamıyor.
Kürtler belli bir siyasi programla, belli
bir siyasi liderlikle taleplerini netleştirmişler, bu çizgide politika yapmaya
çalıyıyorlar. Hükümetin temsil ettiği
ülkenin çoğunluğunu oluşturan dini
duyarlılığı olan kitleler de liderliklerini ve siyasi taleplerini AKP’de devam
ettiriyorlar. Milliyetçi duyguları güçlü
olan ve siyasi milliyetçilik üzerinden
yürüten kesimler de temsiliyetlerini
MHP’de bulmaktadırlar. Ülkenin laik
orta sınıflarının desteğini alan ve si-
16
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
yasi temsilciliğini yapan CHP henüz
bir siyasi program ve bu programı yürütecek siyasi bir kadro çıkarmış değil. Deniz Baykal’ın genel başkanlığı
döneminde doğru-yanlış meseleleri
bir bakış açıları, bununla ilgili de bir
politikaları mevcuttu. Şu an CHP’nin
temsil ettiği kesimler ve CHP, önüne
netleşmiş bir siyasi program koymadığı gibi, böyle bir programı ortaya çıkaracak bir siyasi liderlik de çıkarmış değil, kafası karışık, olayları yönlendiren
değil, olayların arkasından sürüklenen
bir haldedirler. Şu an açılım sürecinin
geleceği için de CHP nin acilen netleşmiş siyasi bir program ve liderliği
yaratması gerekmektedir. Bu durum
CHP için değil, ülkedeki diğer kesimleri de olumsuz etkilemektedir.
Türk halkının sürece dahil edilmesi ve meseleyi kavraması açısından
yüzleşmek gerekiyor. Türk halkının
büyük çoğunluğu Kürt meselesinin
nedenlerini, 30 yıllık çatışmalı süreci anlamaktan ve anlamlandırmaktan
uzaktır. Çünkü, yaklaşık 90 yıldır kendisine dayatılan resmi ideoloji meseleyi kavramasına engel olmaktadır.
Böyle olunca da, bırak sıradan vatandaşı, kendisine entelektüel, aydın sıfatını uygun görenler bile olayı Kürtlerin “Hain”, “İşbirlikçi”, “Emperyalislerin
maşası” gibi kavramlarla açıklamaya
çalışıyor. Tüm Türkiye’de yaşayan insanlar gibi, herkesin devletle problemleri olmuştur. Bu problemler, sınıfsal,
dinsel, mezhepsel, köylü-şehirli çelişkisi gibi nedenlerden kaynaklanmış
olabilir. Tüm bunlara ilaveten, Kürtler
Cuhuriyet boyunca ayrıca “Milli baskı” ile karşılaştılar. Yani, Kürtlüklerini
inkar edip, Türk üst kimliğini benimsemelerini, dillerini, kültürlerini bırakmaları için devletin baskısına maruz
kaldılar. Devletin bu red ve inkar politikası Kürtlerde isyana sebep oldu, bu
kısır döngü günümüze kadar geldi. Ne
Kürtler tümü ile asimile oldular, ne de
devlet baskısından vazgeçti. Bu sürecin tarihsel arka planı ile ilgili kitleler
bilgilendiklerinden sorunla yüzleşmiş
olacaklardır. Meseleyi kavramaları
kolaylaşacaktır. Kürtlerin Kürt olarak
kalmalarının, Türk halkının aleyhine
olmadığını Türk halkı da kavrayacaktır. Dolayısı ile bu barışçıl çözüm
sürecine mümkün olan en geniş kesimlerin dahil etmek, meselenin nedenlerini anlatarak halkın kavramasını
sağlamak, sürecin sağlıklı yürümesinin birinci koşuludur. Resmi ideoloji
gerçeklikten yola çıkılarak oluşturulmadığı için kitleler için bir yanılsama
oluştu. Gerçeklikten kopuk, hayali bir
SAVUNMAYA,
MESLEĞİMİZE VE
BİRBİRİMİZE SAHİP
ÇIKALIM.
KOCAELİ BAROSU
AVUKAT HAKLARI MERKEZİ
Baro Tel: 0 262 322 36 36
Cep Tel: 0 533 741 55 77
Mail: [email protected]
entelektüel dünya oluştu. Gerçekte
var olmayan bu yaratılan yapay kimliğin hayatta karşılığı olmadığını gören
batıdaki kitleler paniğe kapılmakta, ülkenin elden gideceği şeklinde yapay
korkulara kapılmaktadır. Travmatik bir
ruh hali mevcuttur.
Bu sürecin kesintiye uğramadan
sürmesi, Kürt meselesinin müzakere
ve barış yolu ile çözülmesi tek çıkış
yoludur. Uzun yıllar mesele devlet ile
Kürtler arasında idi. Çatışmanın çok
uzun sürmesi ve giderek boyutlanması, karşılıklı can kayıpları, halklar
arasında da düşmanlıklar doğurmaya
başladı. Bu tehlikeli gidişe ve sürece
müdahale ederek sürecin çatışmadan müzakereye, silahtan siyasete
çevirmek zourndayız. Sürecin kesintiye uğraması yeniden başa dönme
tehlikesini içermektedir. Halklar arası
gerginlikler hızla artmakta, devlet şimdiye kadar batıda bu süreci kontrol
edebildi. Ancak, yeniden başlayacak
bir çatışma süreci batıdaki şehirlerde
kitleler arasında başlayabilecek gerginlik ve çatışmalar kontrol edilebilir
olmaktan çıkacaktır. Bu da tüm Türkiye halklarının felaketi olacaktır. Böyle
bir süreçten hiçbir kesim, hiçbir siyasi
oluşum kazançlı çıkamaz. Dolayısı ile
barışçıl siyasi yol tek çözüm aracıdır.
DEĞERLİ
MESLEKTAŞLARIMIZIN
GECİKMİŞ DÖNEM BARO
AİDAT BORÇLARINI
ÖDEMELERİNİ RİCA
EDERİZ.
KOCAELİ BAROSU
17
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
ŞİDDET…
Kadına Yönelik Şiddet ve Çocuğa Şiddet
Hüseyin KUTLU - Psikolog/Psikoterapist*
C
umhuriyet tarihinden günümüz son değişikliğine kadar İcra iflas Kanunu toplamda 22
kez değişikliğe uğramıştır. En son 6352 sayılı yasayla bir kısım değişiklikler yapılmış ve yasanın bazı maddeleri değiştirilmiş, kanun yeni haliyle
05.01.2013 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır.
Y1999 yılının 8 Mart’ında BM Genel Sekreteri
Kofi Annan “Kadına yönelik şiddet en utanç verici insan hakları ihlalidir ve belki de en yaygınıdır”
diyordu. Dünya üzerinde tüm ülkelerde sıklığı ve
görünümü değişse de ortadan kalkmayan kadına
yönelik şiddet, kadınların beden ve ruh sağlığını
ciddi olarak tehdit eden önemli bir sağlık sorunudur. Dünya Bankası verilerine göre, 15 – 44 yaş
grubundaki kadınların cinsel şiddet ve aile içi şiddete maruz kalma riski, kanser olma, trafik kazası geçirme ve sıtmaya yakalanma riskinden daha
yüksektir. Tüm dünyada, cinayet nedeniyle ölen
kadınların yarısı kocaları / partnerleri tarafından
öldürülmektedir. Türkiye’deki duruma baktığımızda
yedi yılda kadın cinayetlerinde % 1400 artış olması
çok acil girişimler ve önlemlere gereksinim olduğunun en açık göstergesidir.
İnsan yavrusunun ruhsallığında evrensel olarak
varlığı kabul edilen ve cinsellikle birlikte en güçlü
iki dürtüden biri olarak kabul gören saldırganlık
ve onun ürünü şiddet, toplumda farklı görünge ile
gözlemlenmektedir. Şiddet tanımları incelendiğinde “kişinin bedensel ve / veya ruhsal bütünlüğüne
zarar veren” bir davranışın varlığına vurgu yapılmaktadır.
Şiddet insan saldırganlığı için kullanılan bir
kavramdır. Etologlar, hayvanlardaki saldırganlığı,
“fiziksel saldırganlık veya saldırganca sosyal işaretlerle karakterize davranış” olarak tanımlıyorlar.
Hayvan davranışları üzerine yapılan araştırmalar,
daha önceden bilinenin aksine, hayvanlarda, her
an boşalmaya hazır bir hayvani saldırganlık içgüdüsünün olmadığını, hayvanların ancak belirli durumlar ve uyaranlar karşısında saldırganlaştığını
göstermiştir. Hayvanlar, yaşam alanlarını ve yavrularını yabancılardan korumak, eş bulmak, liderlik
ve beslenme gibi içgüdüsel dürtülerinin doyumu
engellendiğinde saldırganlaşabilmektedirler. Etolog K. Lorenz’e göre, “Hayvanlar aleminde, normal
koşullarda, aynı türün üyeleri arasında ciddi yaralanma veya ölümle biten saldırganlık enderdir” İnsan saldırganlığının veya şiddetin, engellenmeyle
yakından ilişkisi olmakla birlikte, insanlarda öfke ve
saldırganlık yaratan durumlar, hayvanlarla karşılaştırılamayacak kadar çeşitli, karmaşık, bir başka
deyişle “insani”dir.
Saldırganlık ve şiddeti anlamaya çalışırken
öfke kavramının göz ardı edilmesi olanaksızdır. Öfkenin, nefret, haset, kıskançlık, egemen olma vb.
duygular gibi saldırganlığın hazırlanması ve sürdürümünü sağlayan bir işlevi olduğu söylenebilir.
Kişi, toplum içinde, ötekilerin gözünde değerli,
sevilen, güçlü, egemen, güvenilir, üstün vb. olmak
ister. Bunlar, insanı hayvandan ayıran en önemli ruhsal yapının, egonun, narsisistik idealleridir.
Psikanalist G. Rochlin’e göre “İnsanın en büyük
incinme kaynağı, narsisizmidir. Saldırganlık onun
tarafından davet edilir”. Gündelik yaşamda karşılaştığımız çeşitli şiddet davranışlarını, insanın
hayvani doğasıyla açıklamak, hayvanlar üzerinden
hemcinslerimizi, benzerlerimizi temize çıkarmak
çabasından başka bir şey değildir. Şiddet karşısında sıklıkla söylenen “Bunu yapan insan olamaz”
sözü, saldırganın hemcinsimiz olması, yani bize
benzemesiyle yaralanan narsisizmimizi, egomuzu onarma çabasıdır. “O insan değil başka bir şey
olmalı! O ancak bir hayvan olabilir”. Aksine, tüylerimizi diken diken eden şiddet eylemlerini yapanlar, tam da insan oldukları için bu kadar acımasız
olabilmişlerdir. Bağlanma kuramının kurucusu J.
Bowly’e göre; Saldırganlık güvensiz bağlanmadan
kaynaklanır” Bowly, saldırganlığı, “…nesne kaybının acısına karşı verilen tepki,…nesne kaybının
aktive ettiği uyum sürecinin bir parçası” olarak tanımlar.
Bu bağlamda kadına yönelik şiddet üzerinde bir
analiz yapacak olursak; fiziksel, cinsel, ruhsal ve
ekonomik olarak sınıflandırabiliriz. Fiziksel şiddet;
kadınları kontrol etmek amacıyla kullanılan fiziksel
saldırı ve tehdit, tartaklama, tokat atma, dövme,
tekmeleme, yumruklama, ateşli silah ya da kesici
/ delici bir aletle yaralama, ölüme yol açma olarak
tanımlanır.
Cinsel şiddet; kadını güç kullanarak cinsel ilişkiye, cinsel ilişki sırasında istemediği cinsel davranışları yapmaya zorlama, cinselliği bir cezalandırma yöntemi olarak kullanma, kadına cinsel bir
nesne gibi davranma, fuhuşa zorlama, tecavüz gibi
farklı biçimlerde yaşanabilir.
Ruhsal şiddet; duygular ve duygusal gereksinimlerin baskı uygulayabilmek amacıyla tutarlı biçimde istismar edilmesi, bir yaptırım ya da tehdit
aracı olarak kullanılması, kadının görünüşü, yaptıkları, bedeni ile sürekli alay edilmesi ve aşağılanması, sevgi, ilgi, onay gibi ruhsal gereksinimlerin
göz ardı edilmesi, küçümsenmesi, değer verilen
inançların aşağılanması ya da bunlara aykırı davranmaya zorlanması, aşağılama – alay – hakaret
başkalarının yanında küçük düşürme, evden çıkmaya, aile ve arkadaşlarla görüşmeye izin vermeme, destek alabileceği kurum ve kişilerden uzak
tutma, telefonla taciz etme, işyerinde taciz, sokakta
takip etme olarak tanımlanır.
Ekonomik şiddet; kadının ailenin gelirinden
daha az yararlanması, sağlık hizmetlerine ve eğitime aynı hanedeki erkeklerden daha az ulaşması,
aynı hane içinde kadının daha kötü beslenmesi, çalışmasına engel olunması ya da istemediği işlerde
çalışmaya zorlanması, parasının, banka kartının
ya da kredi kartının elinden alınması, ailenin taşınır
ve taşınmaz mallarının erkekler üzerine yapılması, mal sahibi olmasının ya da para biriktirmesinin
engellenmesi, ailenin parasının nasıl harcanacağı konusunda söz sahibi olmaması gibi çok farklı
şekillerde ortaya çıkan ve oldukça yaygın olan bir
şiddet türüdür.
Kadına yönelik şiddetin temel nedeni, yukarıdaki anlatılan; erkeğin engellenmesi sonucunda ortaya çıkan narsisistik incinme duygusuna ek olarak
erkek egemen sistem içinde kadınları kontrol altına
alma ve kadınların yaşamını ve yaşam alanlarını
erkeklerin koydukları kurallara göre düzenleme is-
teğidir…
Ruh sağlığı çalışanları olarak günlük pratiğimizde çocuğa ve gençlere yönelik şiddetle çeşitli
biçimlerde karşılaşmaktayız. Bazen olgular doğrudan adli süreç içinde, bazen şiddetin yol açtığı klinik psikolojik belirtiler ile bazen de alan gönüllü çalışmaları ile izlenilmektedir. Çocuk ve ergene karşı
şiddetin nedenlerini; ekonomik sıkıntılar, işsizlik,
ebeveyn arasındaki geçimsizlik ve şiddetin varlığı,
ebeveynde kişilik bozukluğu bulunması, ebeveyn
yaşlarının küçük olması, çocuğun tek ebeveynle
yaşıyor olması, ailenin sosyal desteğinin az olması, çocuğun fiziksel ya da zihinsel özürlü olması ve
istenmeyen bir gebelik sonucu dünyaya gelmesi
oluşturabilmektedir.
Ülkemizde 14 Eylül 1990’da imzalanan 54
maddelik Çocuk Hakları Sözleşmesi, Aralık 1994’te
meclisten geçirilerek yürürlüğe girmiştir. Çocuk
Hakları Sözleşmesi’nin yanısıra Türk Ceza Kanunu’nda da çocuğa karşı her türlü ihmal ve istismarı
içeren şiddete yer verilmiş ve konu ile ilgili hükümler kanunda yer almıştır. Çocuk ihmal ve istismarı
bildirimi zorunlu bir durum olarak tanımlanmıştır.
Şiddet, çocuk ve gençlerde benlik saygısını zedeleyen, kişilik gelişimini olumsuz etkileyebilen bir
durumdur. Çocuğa yönelik şiddette koruyucu ruh
sağlığı politikaları, Çocuk Hakları Sözleşmesi’ndeki hakların ulusal yasalara alınması, ekonomik
eşitsizliklerin düzeltilmesi, ailelerle ebeveynlik ve
iletişim konusunda çalışılması, çocuk koruma politikalarının oluşturulması başlıca hedef olmalıdır.
Çünkü her türlü şiddet çocuğun bedeninde ve zihninde büyük yaralar açmakta, uzun süreli sağaltım
gerektirmektedir.
Sözlerimi Albert Einstein’ın 1932 yılında Sigmund Freud ile sürdürdüğü mektuplaşmalarını
hatırlatmak isteyerek sonlandırıyorum. Bu mektuplarda Einstein, Freud’a şu soruyu yöneltiyordu: “Bulunduğumuz konum itibariyle uygarlık için en can
alıcı soru şudur: İnsan oğlunu savaş alın yazısından kurtarabilmek için bir yol var mıdır?”. Freud’un
Eylül 1932’de yazdığı mektubunda verdiği yanıt ise
oldukça karamsardır ama yine de mektubunu ılımlı
bir notla noktalar:”(…) insan aklıyla ve duygularıyla olaylara yaklaşabildiği ve ilerde kopacak bir savaşın yaratacağı sonuçlardan korktuğu için, yakın
zamanda savaşlar bitebilir düşüncesi aslında çok
da ütopik değildir”. Freud bunları söylüyordu. Şiddet biyolojik yazgı mı yoksa etkisiz ana – babalık,
yuvada şefkatsizlik, yoksulluk ve cinsel eşitsizliğin
hazsızlığı ve hazımsızlığı mıdır? Ne dersiniz?
* Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen – Edebiyat Fakültesi Psikoloji bölümünden mezun olmuştur. Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk – Ergen Psikiyatrisi bölümünde (2002 – 2004)
psikolog olarak görev yapmıştır. 2004–2005 Kocaeli Büyükşehir
Belediyesi- Avrupa Birliği Mesleki Eğitim Projesi (MEKSA) / Psikolojik Danışmanlık görevini yürütmüştür. Psikolojik Danışmanlık
ve psikoterapi çalışmalarında; Gestalt, EMDR (Göz Hareketleri ile
Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme), Psikanalitik Yönelimli Psikoterapi (Dinamik) yetkinliklerine ulusal ve uluslar arası sertifika
düzeyinde sahip olmakla; psikometrik değerlendirmeler, erken
dönem travmalar, kişilik bozuklukları, ilişki problemleri ve meslektaşlarına yönelik mesleki kurslar düzenlemek başlıca çalışma
alanlarını oluşturmaktadır. Halen Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda klinik çalışmalar yürütmekte ve
Columbia University ile Bilgi Üniversitesinin Uluslar Arası Travma
Çalışmaları Programına devam etmektedir.
18
KİTAP TANITIMI
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
TİS Sistemi ve sendikasızlaştırma:
Hukuk, hakkı nasıl kurban eder?
Sınıf çalışmaları üzerine notlar
Onur BAKIR
İ
şçiler neden sendikalı olur? Her ne
kadar yasalar “işçi, sendika üyeliği
nedeniyle işten çıkarılamaz” dese de
her yıl sendikalı olduğu için binlerce
işçinin işten atıldığı; sendikalı işçilerin
başına gelenin pişmiş tavuğun başına
gelmediği, patronların sendikalaşan işçiye etmediğini bırakmadığı; “sendikalı
olmayın” korosuna imamların bile iştirak
ederek, işçilere sendikalı olmamalarını
vaaz ettiği; ikna odalarının, baskının,
tehdidin, işten atmanın kâr etmediği
yerde patronun, işçileri demir çubuklarla
dövdürmekten geri durmadığı; hal böyle
olunca her on işçiden dokuzunun sendikalı olduğu takdirde işveren tarafından
cezalandırılacağını düşündüğü bir ülkede işçiler neden sendikalı olur sahiden?
Soru uzun oldu ama yanıtı kısa: Toplu iş sözleşmesi… İşçilerin sendika üyesi olmasının tek nedeni bu değil belki
ama şüphesiz, işçilerin tüm engellere,
tüm risklere rağmen örgütlenmelerinin
temel nedeni, sendikaları vasıtasıyla
toplu iş sözleşmesi imzalamak ve toplu
iş sözleşmesi ile haklarını, iş güvencelerini ve ücretlerini iyileştirmek; daha iyi
koşullarda çalışmak ve yaşamak. Sendikalı olmak çetrefilli bir iş; toplu iş sözleşmesine ulaşmak ayrı bir der t, engelli
bir koşu adeta!
Diyelim ki…
Öncelikle işçinin işkolu barajını aşmış bir sendikaya üye olmuş olması, o
sendikanın da bir işyerinde toplu iş sözleşmesi imzalayabilmesi için işçilerin
en az yarısını (işletmelerde yüzde 40’a
düşürüldü) sendikaya üye kaydetmesini şart koşuyor yasamız. Diyelim ki,
işçilerin yarısından çoğu iradesini ortaya koydu, sendikaya üye oldu; hasbelkader de işveren işçilerin çoğunu işten
atmadan, sendikadan istifa ettirmeden,
kontra-sendikaları devreye sokmadan
önce, sendika işyerinde çoğunluğu sağladı. İş bununla da bitmiyor! Yine yasa
gereği Sendika Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na “çoğunluk (yetki)
tespiti” için başvuruda bulunuyor. Diyelim ki, Bakanlık da, sendikanın çoğunluğa sahip olduğunu tespit ediyor. Toplu
sözleşmeye öyle kolayca ulaşmak kimsenin harcı değil, bu sefer de itiraz aşaması başlıyor.
12 Eylül darbecileri tarafından çıkarılmış ve 30 seneye yakın süre Anayasa’ya aykırılığı dahi öne sürülemeyen
2822 sayılı Yasa’ya göre 6 iş günlük
itiraz süresi başlıyor. İşte, dananın kuyruğu da burada kopuyor. İşveren, 6 işgünü içinde Bakanlığın yaptığı çoğunluk
tespitine itiraz ettiği takdirde, yargı süreci başlıyor. “ Yetki itiraz davası” en iyimser ihtimalle 1 sene, olağan koşullarda
2-3 sene, zaman zaman da 5-6 sene
sürebiliyor. İşçilerin örgütlenme ve toplu
pazarlık hakkını kullanabilmeleri için, bu
badireyi de atlatmaları gerekiyor…
Yetki sisteminden sendikasızlaştırmaya
İşte Murat Özveri’nin Türkiye’ de
Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve
Sendikasızlaştırma (19632009)1 başlıklı, doktora tezine dayanan çalışması, Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketinin kangren haline gelmiş
olan bu sorununu mercek altına alıyor.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından
2012 yılında ilk kez verilmeye başlanan “Prof. Dr. Cahit Talas Ödülü”ne
oy birliğiyle layık görülen bu çalışma,
Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama
Merkezi yayını olarak Legal Yayınevi ta1
Murat Özveri, Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi
ve Sendikasızlaştırma, Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, Ankara (baskı, satış ve dağıtım:
Legal Yaygıncılık), 2013.
rafından geçtiğimiz ay içinde basıldı.
Uzun yıllar boyunca sendika avukatlığı yapan, sayısız yetki itiraz davası ile
uğraşan Murat Özveri’nin mesleki bilgi
ve deneyimini akademik derinlik ve titizlikle birleştirdiği kitabı, Türkiye’deki
toplu iş sözleşmesi yetki sisteminin, bir
başka deyişle yasal kurallar silsilesinin,
toplu sözleşme hakkının özgürce kullanılmasını düzenlemek ve güvence altına almaktan ziyade sendikasızlaştırmaya nasıl kapı araladığını gözler önüne
seriyor.
Kitap beş bölümden oluşuyor. Birinci bölümde toplu iş sözleşmesi ehliyeti,
ikinci bölümde ise toplu iş sözleşmesinde taraf sendikayı belirleme yöntemi,
teoride ve uygulamada, tarihsel bir seyir
içinde, dünyadan örnekler vererek ele
alınırken, Türkiye’deki sistemin oluşum
ve gelişim süreci de masaya yatırılıyor.
Üçüncü bölümde 1963-1980 yılları arasında Türkiye’de uygulanan yetki sistemi ve bu sistemin yarattığı sorunlar
karşısındaki çözüm arayışları, dördüncü bölümde 12 Eylül darbesinden günümüze kadar uzanan süreç inceleniyor
ve bu incelemede geçtiğimiz aylarda
çıkan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun eski sistemi nasıl
yeniden ürettiğine ilişkin bir tartışma da
yeralıyor. Beşinci bölümde, 1983-2009
döneminde yetki sistemi, metal, petro
kimya-lastik, tekstil ve kâğıt sektörlerini kapsayan bir araştırmanın verileri
ışığında analiz edilirken, kitabın sonuç
bölümünde yetki sorununun neden çözümsüz bırakıldığı ve nasıl çözümlenebileceği tartışılıyor.
İşverenlerin yüzde 67,58’lik başarısı
Özveri, çalışmasında dört sektörde
örgütlü 9 sendikanın 1983-2009 yılları
arasında yaptıkları tüm yetki başvurularını ve bunlara yapılan itirazların dö-
KİTAP TANITIMI
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
kümünü çıkarırken, şu sonuç ortaya çıkıyor. Bu zaman aralığında Bakanlığın
yaptığı yetki tespitine işveren tarafından
itiraz edilen 867 işyerinde sendika davayı kazanmasına rağmen yalnızca 281
işyerinde toplu iş sözleşmesi imzalanabilmiş. Bir başka ifadeyle, sendikaların
yasanın aradığı çoğunluğu sağlamasına ve yapılan itiraz üzerine bu durumun yargı kararıyla da tescil edilmesine
rağmen, toplu sözleşme imzalayabilme
oranı yüzde 32,41’de kalmış (s.301).
İşverenler davaları kaybetmelerine
rağmen, davalar devam ederken sistematik ve yoğun bir sendikasızlaştırma
politikasını işyerlerinde uygulayarak,
işçilerin büyük çoğunluğunu ya sendikadan istifa ettirmiş ya da işten atmış
oluyor; böylece her üç itirazdan ikisinde,
sendika yargı kararı ile yetkili sendika
olarak toplu sözleşme masasına oturmaya hazırlanırken, ortada toplu iş sözleşmesinden yararlanacak ya da greve
çıkacak işçi kalmıyor, sonuçta sendikal
örgütlenme toplu iş sözleşmesi imzalanamadan sönümleniyor.
Çok boyutlu bir çalışma
Özveri’nin çalışması, toplu iş sözleşmesi yetki sistemini hukuksal boyutuyla
enine boyuna inceliyor ve bu yönüyle
hukukçuların, sendikacıların, akademisyenlerin, yazıp çizenlerin, sendikal
alanın pratiği içinde olanların ilgisini sonuna kadar hak ediyor, bu konuda yapılan çalışmalarda yeni bir eşik oluşturuyor, gelecekte yapılacak çalışmalar için
19
sağlam bir altyapı sunuyor. Ancak kitap,
yalnızca bir hukuk, sendikal mevzuat /
sistem incelemesinden ibaret değil.
Özellikle sendikal mevzuatın ve uygulamanın oluşum ve gelişim sürecini tarihsel ve sınıfsal bir mecrada ayrıntılarıyla
ele alan çalışmayı, Türkiye’nin yakın
dönem siyasi ve toplumsal tarihi bağlamında da okumak, egemenlerin sendika
algısı ve bu algıya gizli sınıf korkusunu
görmek, yüz yıl önce sendikaları “muzır”
gören, “bize sendika değil sanayi lazım”
diyen anlayışın, yüz yıl sonra başka bir
veçhede ancak aynı özde sürdüğüne,
12 Eylül’ün Türkiye işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkisine ve bu etkinin devam
ettiğine yeniden şahit olmak mümkün.
Bilhassa bütün bu karanlık tabloda işçi
sınıfının yeniden ayakları üzerinde doğrulmasını dert edinenler bakımından
muhakkak edinilmesi, okunması, tartışılması gereken bir kaynak Özveri’nin
çalışması.
Nasıl değişir?
Sistemdeki sakatlığı teoride ve uygulamada gözler önüne seren çalışmanın
ana sorunsalını, işçilerin sendikal örgütlenmenin en önemli meyvelerinden
biri olan toplu iş sözleşmesi hakkından
özgürce yararlanabilmesi oluşturuyor.
Çalışma, bu anlamda, sorunu deşifre
etmekle yetinmiyor, çıkış yolları ve olanaklarını da ortaya koyuyor. Ancak mesele dönüp dolaşıp, bu olanakları yaşama geçirmenin, hakları hukuka kurban
etmememin ancak işçi sınıfının örgütlü
mücadelesi ile mümkün olabileceği noktasına getiriyor bizi. Tam da bu noktada
Özveri’nin yine bu köşede tanıttığımız
bir başka çalışmadaki tespitini anımsamak gerekiyor; “ne kadar yasa o kadar
hak ” söylemini tersine çevirmek, “ne kadar hak o kadar yasa” demek; yasalarla
karşı karşıya gelmek, sendikal hakların
kendinden kullanılabilir olma ilkesine
dayanarak, fiili mücadeleyi yükseltmek
gerekiyor.2
Zira Özveri’nin çalışması, kendinden
kullanılabilir bir hak olan sendikal hakların, fiili mücadele ekseninde “hakkıyla”
kullanılmadığında, adliye koridorlarında
kendinden nasıl yok olabildiğini, ziyadesiyle gözler önüne seriyor
2
Murat Özveri, Sendikal Kriz Yaklaşımları içinde, der. Fikret
Sazak, Epos, Ankara, 2007.
20
FAALİYETLER
Av. Seda SALMAN
KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ
Sinema Rehberi
ORSON WELLES VE YURTTAŞ KANE GİZEMİ
“Sinemayı yaratan Sergei Eisenstein, mükemmelleştiren Orson Welles,
öldüren Jean Luc Godard’dır.”1
Sinema, 19. Yüzyılın sonlarında Lumiere Kardeşler’ in “sinematograf” adını verdikleri aletleriyle çekilen belgesel sayılabilecek kısa filmlerle
başlar; önce George Meliés ile öykü anlatımına
dönüşür, daha sonra klasik Hollywood anlatımının temellerini atan ABD’ li yönetmen Griffith,
sinemayı bir ideoloji yayma aracı olarak kullanırken, kurgunun sinemadaki gücünü gösteren
Sovyet yönetmen Sergei Eisenstein, bugün hala
bilimkurgu türünün en iyi eserlerinden biri olarak
gösterilen Metropolis’ in Alman ekspresyonist
yönetmeni Fritz Lang gibi kurgucuların verdikleri eserlerle 20. Yüzyılda kendisini “yedinci sanat”
olarak kabul ettirir.
Bu “yedinci sanata” dair bir isim vardır ki,
başta ana akım sinemanın bilinen tüm kurallarını
yıkan, Cahiers Du Cinéma Dergisi’ nin yayımladığı manifestoyla ortaya çıkan Fransız Yeni Dalga
Akımı’ nın ünlü yönetmenleri olmak üzere, kendisinden sonra gelen tüm sanatçıları ve eserlerini
etkilemiştir. Başyapıtı kabul edilen Yurttaş Kane
hala çoğu sinema eleştirmenince çekilen en iyi
film kabul edilmektedir. Bu isim Orson Welles’ dir;
peki Orson Welles’ in ve henüz 25 yaşındayken
çekmiş olduğu “Yurttaş Kane” nin gizemi nedir?
İnsan ile modernite arasındaki ilişkinin toplumsal olarak kabul görmüş, geleneksel algısı
üzerine olan tezlerin çöküşü örneklendirmesi
niteliğindeki Yurttaş Kane, başkarakterin annesi
Mrs Kane’ nin, bu mirasını 25 yaşını doldurduğunda devralmak üzere Charles Foster Kane’ ye
bırakması ve Kane’ nin mirasını yönetme hakkına
sahip olduğu yaşlarında önce New York Inquirer
Gazetesi’ ni satın alması, iki başarısız evlilik yapması ve sonucunda yalnızlık içerisinde ölmesi
hikâyesidir. Yurttaş Kane, bir adamın iktidarını
ve o iktidarını daim kılmak için sergilediği üstün
manipülasyon yeteneğini karikatürize eden, modern çağlar tragedyası olarak, Shakespeareyen
karakter “Büyük Charles Foster Kane” etrafından
dönen ancak hiçbir zaman Kane’ nin tutumunun
olumlaması anlamına gelmeyen, güncel “Amerikan Rüyası” distopyasıdır.
Film Charles Foster Kane’ nin evinin görüntüleriyle açılır ve biz bu sayede görkemine rağmen
izleyicide soğuk ve yaşanılması arzu edilmeyen
hissiyatı oluşturan evi Xanadu’ nun -aslında bir
ev görüntüsünden ziyade bir saray görüntüsüdürdemir parmaklıklara benzeyen kapısından içeri
gireriz; üstelik girişinde “girilmez” yazısı olmasına
rağmen. Filmin Amerikan Rüyası’ na darbe vuran
yaklaşımı burada başlar, biz Amerikan Kültürü’
nün en önemli olgusu olan “mülkiyet hakkını” ihlal
ederiz.
Xanadu’ yu çeşitli açılardan görüntüleyen kameranın, hep tek bir odak noktası vardır; ışıklı bir
oda. Welles’ in tabiriyle izleyiciyi yönetmenin arzu
ettiği şekilde manipüle eden, ona yönetmenin
göstermek istediğini gösteren “seyirci kamerasını” takip ederek ışıklı odaya varırız. Charles Foster Kane yataktadır; ölmek üzeredir. Elinde içinde
Xanadu’ nun aksine yaşanılası yer hissiyatı uyandıran beyazlar içinde bir ev olan kar küresi vardır;
Kane “rosebud” kelimesini sayıklar; kar küresi
yere düşer, kırılır. Charles Foster Kane ölür.
Sonraki sekans bir televizyon haberidir. News
On March adında bir belgesel filmi yansır beyazperdeye ve Charles Foster Kane’ nin tüm hayatı,
10 dakikaya sıkıştırılmış bir haber şekilde verilir.
Bir sonraki sahnede bunun yeterli bir belgesel olmadığını konuşan haberciler vardır; haber eksiktir; Rosebud gizemi çözülmelidir. Filmin sonuna
kadar da Rosebud’ın ne olduğunu araştırmakla
görevlendirilen gazetecinin Kane’ nin etrafındaki bireylerle röportajlarını izleriz; hepsi de News
On March’ da yayımlanan belgeselle özdeşleşen
şeyler anlatacaktır; haberci biz filmin sonunda
Rosebud’ ın ne olduğunu öğrensek de, öğrenemeyecektir.
Zaten aslında öğrenmesi, çözmesi de gerekmemektedir; filmde asıl gizem yaratan husus
da budur. Rosebud ünlü auteur yönetmenlerden Alfred Hitchcock’ un tabiriyle “macguffin”
dir; yani filmde yaşayan karakterler için önemli
olan/önemli gözüken, hikayenin akışına katkıda
bulunabilen, ancak dışarıdan filmi takip edenler
için genelde bir anlamı, bir tanımı olmayan öykü
öğesidir. Yönetmen Yurttaş Kane’ nin hayatını
zaten bize belgesel şeklinde on dakika içerisinde anlatmıştır; Welles’ in asıl yapmak istediği şey
“bir adamın iktidarı, duygu dünyası üzerine film
yapmaktır.” Rosebud biz Kane’ i tanırken, Kane’
in psişik iktidarının çöküşünü izlerken, bizi filme
bağlamak için, merak unsuru niteliğinde, işlevsel olarak kullanılır. Kaldı ki filmi dikkatli izleyen
izleyici başından beri Rosebud’ ın ne olduğunu
bilir; ancak bunun bir önemi yoktur. Bizim peşinde olduğumuz şey Rosebud değil, Kane’ nin aslında kendi çocukluğu ve çocukluğunda yaşadığı
ev temsili olan kırılan kar küresidir; o kar küresini
gazeteci sayesinde yeniden toplamaya çalışırız.
Hikayenin anlatımındaki orijinalliğin yanı sıra
“Yurttaş Kane”, sinemaya getirdiği çünkü kompozisyon o kadar başarılı düzenlenmiştir ki, seyirci
zaten dekorda ilk olarak ilaç şişesini görmektedir.
Karakter bunun üzerine konuşmak zorunda kalmaz. Dekor, Orson Welles sinemasında seyirciyi
yönlendiren bir unsur olmuştur; tüm filmde de örneklendirmesini görürüz.
Yine sinema tarihine getirdiği bir diğer yenilik, kendi kompozisyon kurallarını oluşturmasıdır.
Sahnelerinde üçlü bir anlatım kullanan Welles, izleyicinin odağını da kendisi belirler. Örneğin eğer
bir karakteri öne çıkarmak istiyorsa, diğerleri gölgede kalır. Böylelikle karakterini izleyicinin dikkatine hapseder, izleyiciye anlatmak istediğini net bir
biçimde verir. Özellikle Küçük Kane’ nin kızağıyla
oynadığı sahneden, bir anda eve geçen planda,
hem alan derinliği, hem de üçlü kompozisyon net
bir şekilde görülebilmektedir. Bu sahnede Kane’
nin dış plan görüntüsü ile Mrs Kane, Mr Kane ve
Mr Burnstein’ in iç plan görüntüsü oldukça tezatlık
içermektedir. Alan derinliği tekniğiyle içeriye giren
kamera sayesinde Kane’ in ufuksuz bir dış planda özgür olduğu, ancak büyüklerin dekorla kısıtlanmış iç planda sıkıştığı açıkça görülmektedir.
Nitekim büyüklerin dış plana çıkması ile küçük
Kane’ in dünyası da kısıtlanmıştır; Kane büyüklerin üçgen biçimindeki alanında sıkıştırılmıştır. Orson Welles böylelikle sinema tarihinin en başarılı
sahnelerinden birine imza atmıştır.
Yurttaş Kane her izlenildiğinde ayrı bir yönetim dehası fark edilebilecek, bu hususta ders niteliğinde bir film olarak kabul görmektedir. Şüphesiz ki, sinema tarihine getirdiği gerek anlatı biçimi,
gerek kameranın gücü, gerekse teknik yenilikler
ile Andre Bazin, Stanley Kubrick, Martin Scorsese gibi sinema tarihine yön vermiş kuramcıları
etkilemiş olan Orson Welles, Yurttaş Kane’ de
ortaya koyduğu dehasıyla gelecek kuşakları da
etkilemeye devam edecektir.
1- Yeni Dalga 50 Yaşında, http://video.ntvmsnbc.com/
yeni-dalga-50-yasinda.ht.
2- Yayınladıkları manifesto ile Fransız Yeni Dalga (Nuovelle Vageu) Akımını başlatan Cahiers Du Cinéma Dergisi ile ortaya konmuş tanımlamadır. Auteur,
Fransızca yazar anlamına gelmektedir.
3- Ümit Açık, Macguffin Gibisi Yok, http://www.bakiniz.
com/macguffin-gibisi-yok/
4- Quentin Tarantino’ nun yönettiği 1994 yapımı Pulp
Fiction filmindeki içinde ne olduğunu bilmediğimiz bavul, Roman Polonski’ nin yönettiği 2010 yapımı The
Ghost Writer filminde ne yazıldığını öğrenemediğimiz
kitap, Coen kardeşlerin yönettiği 1991 yapımı Barton
Fink filmindehiç açılmayan gizemli kutu bilinen macguffin örnekleridir.

Benzer belgeler