Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm
Transkript
Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm
Kentsel Dönüşüm ve Kentlilik Bilinci Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm Necati UYAR ile Söyleşi Mimar Bülent KARTAL Av. Mehmet Ali KARAASLAN Stj. Av. Yiğit TİMUR 3 4-5 6-7 kocaeli barosu BÜLTENİ Sayı 2 / Yıl 2013 KENTSEL DÖNÜŞÜME FARKLI BAKIŞLAR Başkan’dan Av. M. TAMER SOLAKOĞLU KOCAELİ BAROSU BAŞKANI Sevgili Meslektaşlarım; Yargı düzenin sağlıklı işlemesi çağdaş demokratik hukuk devletinin asgari gereğidir. Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu bağımsız ve tarafsız yargıdır. Bağımsız ve tarafsız yargı ise ancak özgür savunma ile anlam kazanır. Hatta denilebilir ki; demokratik hukuk devletinin gücü yargılamaya savunmanın etkin katılımı ile ölçülebilir. Bu sebeple, savunmayı temsil eden avukatların yargılamada ifade ettikleri anlam adil yargılama, adaletin tecellisi ve kamu yararı açısından önemlidir. Avukatlık mesleği onurlu ama dünyanın en zor mesleklerindendir. Zorlu- ğu avukatlık mesleğinin muhalif karakterinden kaynaklanır. Bu zorluk savunmayı yargının kurucu unsuru olarak görmeyen, yargılama faaliyetini demokratikleştiren meşrulaştıran unsurun savunma olduğunun bilincinin yerleşmediği ülkelerde daha da artar. Avukatlık mesleğini icra etmek daha da zorlaşır. Ülkemiz de avukatlık mesleğinin zor icra edildiği ülkelerden birisidir. Devamı Sayfa 2’de “Normal” Nedir? Av. Eren KESKİN Devamı Sayfa 13’de Türk Olmak Av. Başar DEĞER Devamı Sayfa 14’te Kürt Sorununda Son Durum Av.Kureyş BİLGİÇ Devamı Sayfa 15’te Kadına Yönelik Şiddet ve Çocuğa Şiddet Hüseyin KUTLU Devamı Sayfa 17’de 2 KENTSEL DÖNÜŞÜM Başkan’dan Av. M. TAMER SOLAKOĞLU KOCAELİ BAROSU BAŞKANI Ülkemizde, son 10 yıl içerisinde meslektaşlarımıza yönelik 300’ den fazla saldırı olmuştur. Bu saldırılardan kimi ölümle, kimisi de ağır yaralanma ile sonuçlanmıştır. Meslektaşlarımız kendilerine yönelen baskı, tehdit, korkutma ve saldırılara karşı son derece korumasız kalmaktadırlar. Kendilerini korumakla görevli kolluk görevlilerinin dahi saldırılar esnasında umursamaz davranışları, savcı ve hâkimlerin bu saldırıları yapan şahıslara karşı etkin koruma önlemi almamaları ve özensiz tutumları mesleğimizin ve meslektaşlarımızın karşı karşıya kaldığı tehlikenin boyutunu ortaya koymaya yeterlidir. Avukatlar, maruz kaldıkları bu saldırıların yanı sıra mahkeme salonlarından dışarı çıkarılmakta, yaptıkları savunmalar dolayısıyla soruşturmaya uğramakta, celse cezaları almakta hatta tutuklanmaktadırlar. Son olarak Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi meslektaşlarımız, haklarında hiçbir suçlama ve gerekçe gösterilmeksizin gece yarısı yapılan bir operasyonla Sahibi Kocaeli Barosu Adına Baro Başkanı Av. M. Tamer SOLAKOĞLU Yazı İşleri Müdürü Av. Çiğdem DEMİRCAN Yönetim Yeri Ankara Karayolu No: 111 Kocaeli Plaza K:5 İzmit/KOCAELİ 0262 321 41 12-0262 324 56 56 0262 321 13 90 www.kocaelibarosu.org.tr [email protected] KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ büroları ve evlerinin kapıları kırılarak göz altına alınmışlar ve sonrasında tutuklanmışlardır. Bütün bunlar, savunma mesleğine karşı bakış açısını ve tahammülsüzlüğü gösteren uygulamalardır. Kocaeli Barosu olarak, bu uygulama ve operasyonlara son verilmesi gerektiğini belirterek, yasaların kendilerine tanıdığı sınırlar içerisine avukatlık görevini yapan tüm meslektaşlarımızın yanında ve arkalarında olduğumuzun tüm kamuoyu tarafından bilinmesini istiyoruz. Avukatların meslek örgütlenmesi olmanın dışında önemli toplumsal dinamik olan barolara yönelik yapılan bazı uygulamalar da endişe vericidir. Bu kapsamda, İstanbul Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında adil yargılamayı teşebbüs suçlaması ile dava açılmış olmasının kabul edilemez olduğunu ifade etmek isterim. Bir 5 Nisan Avukatlar Gününü daha avukatlık mesleğinin ve savunmanın sorunlarını konuşarak geçirmenin burukluğu ile, tüm meslektaşlarımızın Avukatlar Gününü kutluyor, özgür, bağımsız sorunları çözülmüş savunmanın yer aldığı çağdaş demokratik hukuk devleti idealine ulaşmamız dileğiyle hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Baskı - Tasarım Şen Matbaa Özveren Sokak 25/A-B Demirtepe - Ankara Tel: 0312 230 54 50 Faks: 0312 229 64 54 e-posta: [email protected] www.senmatbaa.com “BU KENTE TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞÜ HAKKINI GERİ VERİN” BASIN AÇIKLAMASI Toplantı ve protesto hakkı dahil gösteri yürüyüşü yapma hakkı, çağdaş demokrasinin varlığını gösteren bir özgürlüktür ve gerek Anayasamızda gerekse taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ nde düzenlenmiş ve güvence altına alınmış temel bir haktır. Anayasal ve demokratik bir hakkı kullanmak için bir araya gelen kişiler önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahiptirler. Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapabilmek için, kırk sekiz saat öncesinden yürüyüşün yapılacağı yerin mülki amirliğine bildirimde bulunulması yeterlidir. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde önceden izin alınmaması ve bildirimde bulunulmamış olması, gösteriyi kanunsuz hale getirmediği gibi, gösteriye müdahale etme hakkını da vermez. Bu durum Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ nin 11. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ nce ülkemiz aleyhine açılan davalarda verilen kararlar ile belirlenmiştir. Temel bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşüne müdahale, ancak acil bir toplumsal gereksinime dayanmalıdır. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerini korumakla ilgili sınırlamalar dışında toplantı ve gösteri yürüyüşleri engellenemez. Açıklamalarımız, kentimizde üç - dört aydır toplantı ve gösteri yürüyüşlerine izin verilmemesinin ve engellenmesinin hukuki dayanağı ve haklı bir sebebinin olmadığını, ayrıca Anayasamız tarafından güvence altına alınmış temel bir özgürlüğe müdahale edildiğini göstermektedir. Bu engelleme ve müdahalelere derhal son verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, çağdaş demokratik hukuk devletinde temel hak ve özgürlüklere müdahaleler hiç bir şekilde kabul görmez. Kocaeli Barosu olarak, yurttaşlarımız ile güvenlik güçlerimiz arasında gereksiz gerilimler yaşanmasına sebep olan toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin engellenmesi ve müdahalelere son verilerek kentimizin “ Yürüyüş Yolu “ nda yurttaşlarımızın demokratik ve haklı taleplerini özgürce ifade edebildikleri toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının geri verilmesi istek ve talebimizi Kocaeli kamuoyunun bilgisine sunarız. KENTSEL DÖNÜŞÜM KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ 3 KENTSEL DÖNÜŞÜM VE KENTLİLİK BİLİNCİ Mimar Bülent KARTAL B ir kentin kimliğini belirleyen, en önemli faktör içinde yaşayan bireylerdir. Kentlerin yaşanılabilir olması, kent sakinlerinin kentlilik bilincine sahip olabilmeleriyle mümkündür. Türkiye’de 1950’li yıllarda başlayan köyden kente göç, zaten plansız olan kentlerimizin günümüzdeki durumunu şekillendirmiş; aş, iş ve eğitim için şehre gelen insanların, barınak ihtiyaçları ve hızlı sanayileşme, çarpık kentleşmeyi ortaya çıkarmıştır. Bu sürecin sonucu olarak da içinde kentli olmayan insanların yaşadığı köy kentler ortaya çıkmıştır. 17 Ağustos depremi sadece insanların değil binalarında kentli olmadığını göstermiştir. Deprem sonrası insanların güvenli yapıların önemini fark etmesi, sosyal donatı alanlarının, altyapıların yetersizliği ve inşaat sektörünün Türkiye ekonomisinin lokomotifi olması kentsel dönüşümünün önünü açmıştır. Peki kentsel dönüşüm nedir? Kentsel dönüşüm; kentsel gelişmenin toplumsal, ekonomik ve mekânsal olarak yeniden ele alındığı ve kentteki sorunlu alanların sağlıklı ve yaşanabilir hale getirilmesi için yıkıp yeniden yapma, canlandırma, sağlıklaştırma veya yeniden yapılandırma için proje üretilmesi ve uygulama yapılmasıdır. Kısaca kentsel dönüşüm, bir kentin bozulmuş dokusunun iyileştirilmesi ve yeni bozulmaların engellenmesidir. Dönüşüm kentin ve içinde yaşayan bireylerin fiziksel, ekonomik, sosyal ve kültürel geleceğine etki eder. Bu nedenle, bütün dönüşüm çalışmalarında, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları, ekonomistler, sosyologlar, hukukçular gibi değişik meslek adamlarının ortak çalışması gereklidir. 306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile plansız yapılaşmanın olduğu yerler, ekonomik ömrünü tamamlamış yapılar ve depremde yıkılma riski olan binalarda kentsel dönüşüm kapsamına alınmıştır. Kentsel dönüşüm yasası kapsamında 33 ilde ve 100 farklı noktada yıkımlar olacaktır. Yasa kapsamında ise Kocaeli’ de 5 bölgede 2080 dönümlük bir alan dönüşüm alanı olarak belirlenmiştir. Bu bölgeler Kocaeli Fuar Alanı, İzmit Yenimahalle, Gebze Güzeller, Derince Gişeler ve Derince-Körfez Kentsel Dönüşüm alanıdır. Yasa da tarifi yapılan ‘riskli yapı’ ve ‘riskli alan’ terimleri için genel ifadeler kullanılmıştır. Bu sebeple yasa hakkında bazı kaygılar vardır. Kocaeli örneğinde olduğu gibi seçilen alanlar genelde boş alanlardır. Dönüşüm alanları kent dokusunu ve silüetini bozan sorunlu alanlar ya da gelecekte sorun olabilecek alanlar olmalıdır. Tamamen ranta yönelik alanlar olmamalıdır. İmar artışı olacak yerlerdeki yoğunluk artışının imar yolları ve sosyal alanlara yansıması gerekmektedir. İnsan sayısının artması ile doğacak yeni sorunlar sağlıklı planlama ile engellenmelidir. Daha önce dönüşüm adı altında yapılmış olan projelerdeki gibi, birbirinin tekrarı olan niteliksiz ve özgün olmayan, estetik kaygılardan uzak tip projelerden kaçınılmalıdır. Büyükşehirlerde zamanla şehrin içinde kalmış olan mahalleler müteahhitler için büyük umut olmuştur. Özellikle Büyükşehirlerde Roman kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı mahalleler çok değerli hale gelmiş olup, bölgelerinde yapılan dönüşümle, burada yaşayan insanların yaşam biçimleri şehrin göz önünde olmayan başka yerlere doğru kaymıştır. Özetle o bölgede sorun çözülmüş gibi gözükse de, sorun çözülmemiş, ötelenmiştir. Kentsel dönüşüm Türkiye genelinde değerlendirildiğinde; Özellikle İstanbul şehri için hazırlandığı görüntüsü vermektedir. Gelmesi arzulanan yabancı sermayenin önünü açmak ve ekonomiyi ivmelendrimek dönüşümün amacı olmamalıdır. Dönüşüm ile tüm Türkiye’de insanların güvenli yapılarda yaşaması sağlanmalı, kentlerin altyapı sorunları çözülmeli ve kentler daha yaşanabilir hale getirilmelidir. Aslında büyük kentlerin sorunları taşraya gerekli yatırımların yapılması ile daha oluşmadan çözülebilir. Ülkemizde planlı şehirleşme kültürünün yerleşmesi dönüşümle olabilir. Tarihi yapıların etrafında zamanla oluşan kirlenme ortadan kaldırılarak, bazı kentlerin kültürel dokuları çekim noktaları haline getirilebilir ve kentin kimlik kazanması sağlanabilir. Tabi tüm bunlar; bilimsel kriterlere uyulması ve toplumun her kesiminin katılımının sağlanması ile olabilir. Çalışmalar esnasında bireylerin mağduriyetleri engellenmeli ve birilerinin haksız kazanç sağlamalarının önüne geçilmelidir. Bu da ancak şeffaflık, adalet ve ortak katılım ile olabilir. Kentsel dönüşüm beraberinde bir kültürel dönüşüm de getirecektir. Büyükşehirlerde ayakta kalabilmek için hemşericilik bilincini sahiplenmiş insanların kentli olabilmesi yolunda bir adım atılmalıdır. Kentsel dönüşüm kentlilik bilincinin oluşması ve yaşayanların kentlerine sahip çıkabilmeleri için bir fırsattır. 4 KENTSEL DÖNÜŞÜM KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ Bir Örnekle Kentsel Dönüşüm Av. Mehmet Ali KARAASLAN İ lk çağ Doğu İran kavimlerinden Soğdlar’ın Türklerin içine karışmasıyla Soğdça’dan Türkçe’ye geçtiği kabul edilen “kend” sözcüğü, özellikle Orta Asya’da yaygın bir kullanım alanı bulmuş ve “Yarkend”, “Taşkend”, “Semizkend” (Semerkant) örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehirler bu sözcükle oluşturulan tamlamalarla adlandırılmıştır. Anadolu’da yerleşik Türk toplumlarında ise Farsça’dan dilimize geçen “şehir” kelimesi aynı anlamda olmak üzere günümüze kadar kullanılagelmiştir. Kentlerin tarihine ilişkin kayda değer ilk çalışma olan E. E. Bergel’in “Kentlerin Doğuşu” adlı makalesinde; ilk kentlerin metal çağında ortaya çıktığı, metalurjinin gelişmesiyle metal silah kullanan insanların taş silah kullananlara karşı askeri üstünlük sağlamalarına yol açtığı, bu şekilde silah üstünlüğüyle diğer topluluklara boyun eğdirerek üstünlük elde eden toplulukların egemenliklerini güvence altına almak için adalarda veya bölgeye hakim tepelerde hem saldırı hem de savunma kolaylığı elde etmek amacıyla meydana getirdikleri yerleşmelerin kentlerin kuruluşunun ilk örnekleri olduğu ileri sürülmektedir. Gerçekte nasıl olduğunu kesin olarak bilme imkanı bulunmamakla birlikte bilinen tarih boyunca egemenlik alanı olarak kentler seçilmiş, köylerin ve diğer küçük yerleşim yerlerinin kaderi kentlerin hükümranlıklarının el değiştirmesine bağlı olarak şekillenmiştir. Kentlerin egemenliğini elde etme/elde tutma gayretlerinin sonucu olarak ortaya çıkan tahrip ve yıkım kentsel dönüşümün ilk tarihi örneklerini meydana getirmiştir. S a v a ş l a r ı n dışında tabii afetler de kentsel dönüşüm tarihi açısından belirleyici hadiseler olmuştur. Modern çağda ise sanayileşme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yoğun göç hareketlerinin etkisiyle ortaya çıkan sağlıksız ve kaçak yapılarla gecekondu alanları, kentleri kendine özgü biçimde ve doğal yollarla – elbette ki istenmeyen şekilde – dönüşüme uğratmıştır. Bu şekilde meydana gelen sağlıksız kent yapısı karşısında ilk kez 19. yy. ikinci yarısında kenti daha sağlıklı, temiz ve yaşanabilir kılmak amacıyla kentsel yenileme projeleri hayata geçmeye başlamıştır. Önce Paris’te başlayan bu hareket daha sonra 20. yy. başlarında İngiltere’ye de sirayet etmiş, 2. dünya savaşının getirdiği tahribatın da katkısıyla Avrupa’nın belli başlı şehirleri büyük oranda yeniden inşa edilmiştir. 20. yy. ikinci yarısında da devam eden kentsel dönüşüm çalışmaları süreç içerisinde evrilmiş ve giderek projelerde daha toplumsal bir strateji izlenmeye başlanmıştır. Bu aşamada dönüşüm projelerinde kenar mahalleler ve kent çeperleri öncelik kazandı. Kentsel dönüşümün yalnızca fiziksel değil toplumsal yönlerini de ele alan çalışmalar büyük önem kazandı. Dünyada tüm bunlar yaşanırken Türkiye’de kentleşme tamamen kendi doğal mecrasında hiçbir ciddi planlama faaliyeti olmaksızın gelişmiş, kentler giderek kendi kendini boğan çarpık yapı stokları halini almıştır. Özellikle dünyanın gözbebeği şehirlerinden İstanbul’un aldığı hal yerli yabancı ilgilinin içini sızlatmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı rahatsızlık süreç içerisinde cılız da olsa çözüm arayışlarını gündeme getirmiş ancak ne toplumsal zeminde ne de kamu yönetiminde yeterli dikkati uyandırmıştır. 1999 Marmara Depremi Türkiye’de kentsel dönüşüm çalışmaları açısından dönüm noktası olmuştur. Kocaeli ve Düzce çevrelerinde meydana gelen devasa yıkım ve uzmanların sıranın İstanbul’da meydana gelecek bir depremde olduğu yönündeki uyarısı kentsel dönüşümü gündemin baş sıralarına oturtmuştur. Bu kapsamda 2005-2012 yılları arasında afet risklerinin azaltılması ve gecekondu alanlarının dönüşümü başta olmak üzere çeşitli amaçlarla kentsel dönüşüm projeleri uygulanmaya başlamış; bunlarda TOKİ ve büyükşehir belediyeleri başrolde olmuştur. 16.05.2012 tarihli Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girene kadar söz konusu uygulamaların yasal zemini yerel yönetimlere kentsel dönüşüm konusunda yüzeysel olarak yetki veren 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile 5393 sayılı Belediye Kanunu olmuştur. Dolayısıyla bu tarih aralığında yürütülen kentsel dönüşüm çalışmaları zorlayıcı bir mevzuata dayanmadığından büyük oranda rıza ve uzlaşmaya dayalı bir şekilde yürütülmüştür. Bu noktada çok önemli ve başarılı bir örnek olan Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Erenler – Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nden bahsetmek gerekir. Süreç içerisinde ortaya çıkardığı sonuçlarıyla Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’u da etkileyen proje birçok açıdan ilk olma özelliği taşımaktadır. Bilindiği gibi Kocaeli ili 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle büyük sanayi kuruluşlarının faaliyete başlamasıyla paralel olarak hızlı ve düzensiz, tabiri caizse hormonal bir büyüme ile karşı karşıya kalmıştır. Özellikle İzmit Merkezinde imara aykırı çarpık yapı- laşma beraberinde ortaya çıkardığı çevre, ulaşım, güvenlik gibi temel sorunları çözülemez hale getirmiştir. Bir çok sokağı itfaiye aracı ve ambulans giremeyecek biçimde oluşmuş, kış aylarında belediye otobüsü seferlerinin dahi yapılamadığı, halihazır imar haritalarının neredeyse tamamına yakınının fiilen uygulanamadığı, kamu hizmetlerine ayrılmış alanlarının işgal altında bulunduğu bir yapılaşma Kocaeli’nin gerçeği haline gelmiştir. Bu kapsamda bir başlangıç olarak öngörülen ve 2005 yılında hayata geçirilen Erenler – Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nin ilk aşamasında 5393 sayılı Belediye Kanununun “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı” başlıklı 73. maddesi doğrultusunda revizyon imar planı ile Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı sınırı belirlenmiştir. İkinci aşamada alan ve hedef tespiti yapılan proje, başlangıç olarak 4 ada üzerinde toplam 135.504 m2 büyüklüğünde 296 parselde dönüşümü hedeflemiştir. Yapılan saha çalışmalarında, Kentsel Dönüşüm Alanında mesken olarak kullanılan toplam 374 bağımsız bölüm (daire, gecekondu, müstakil vs.) bulunduğu, imarlı ve ruhsatlı yapı adedinin 8 (sekiz) olduğu, toplam 68 konut/bağımsız bölümün, kullanıcısına ait olmayan (hazine, kamu hizmetine ayrılmış ya da üçüncü kişilere ait) parseller üzerinde bulunduğu anlaşılmıştır. Üçüncü aşama olarak alanda dönüşümle ortaya çıkacak yapılaşmanın planlaması ortaya konmuş ve buna yönelik çalışmalar yürütülmüştür. Bu doğrultuda Kentsel Dönüşüm alanında planlama yapılan 4 adada toplam 5 ayrı tipte 32 Blok ve 972 daire yapılması öngörülmüş, yapılacak 32 blok sebebiyle adaların % 12 si yapılaşmaya ayrılmış olacaktır. Alanın % 88 i ise yeşil alan ve otopark, cami, okul, çocuk parkı, süs havuzu, gezi parkuru, spor kompleksi vb. sosyal donatı alanı olarak öngörülmüştür. Kentsel Dönüşüm projesinin son aşamasında ise alanın reorganizasyonu çalışmaları yürütülmüştür. Bu kapsamda büyük küçük her bir yapı, üç ayrı gayrimenkul değerleme firmasına incelettirilmiş, elde edilen sonuçlar bir kez de oluşturulan özel bir ekip tarafından yerinde tespit edilmiştir. Oluşan verilerle birlikte hak sahipleriyle bire bir görüşmeler yapılarak dileyene alanda yapımı öngörülen konutlardan mevcut durumuna uygun olanlar teklif edilmiş, dileyene ise belirlenen fiyatlar üzerinden nakit ödeme teklif edilmiştir. Alanda mukim hak sahiplerinin ilk kez karşılaştıkları bu durum karşısında başlangıçta çok karmaşık tepkiler gösterdikleri görülmüş- KENTSEL DÖNÜŞÜM KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ tür. Sevinenler, üzülenler, tepki gösterenlerle birlikte geçen curcunalı günlerin ardından çok hızlı bir şekilde anlaşmalar yapılmıştır. 6 ay gibi kısa bir sürede alanda mevcut maliklerin yaklaşık % 70’i istekli olarak projeye dahil olmuş ve uzlaşma yoluna gitmiştir. Bunların büyük bir çoğunluğu da henüz tek bir çivi çakılmamış konutlar karşılığında tapularını devretmiştir. Erenler-Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nin kısa sürede elde ettiği başarı, yetkilileri 2. ve 3. Kentsel Dönüşüm Projelerini hayata geçirmeye teşvik etmiştir. Bu çalışmalardan ortaya çıkan sonuçlar olumlu ve olumsuz yönleriyle çeşitli toplantı ve sempozyumlarda dile getirilmiş ve Türkiye kamuoyunun bilgisine sunulmuştur. Bu kapsamda yapılacak değerlendirmeler, bundan sonraki dönemde hayatımızda daha fazla yer tutacağı anlaşılan kentsel dönüşüm olgusunu daha iyi anlama ve daha verimli uygulama imkanı verecektir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki kentsel dönüşüm çalışmalarında denkleştirici adalet düşüncesinden ziyade dağıtıcı adalet düşüncesi söz sahibi olmalıdır. Zira bu türden bir çalışmada aritmetik esaslı bir eşitlik düşüncesi yer yer bizatihi adaletsizliği getirmektedir. Temel amaç kentsel dönüşüm alanında bir şekilde barınan insanları dönüşüm sonrasında da bir şekilde barındırmaktır. Bu da yer yer eşitlik dışı pozitif ayrımcılığı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla yapılacak çalışmalarda mutlak bir nesnellik içerisinde davranmak adaletsizliğe ya da hoşnutsuzluğa yol açacaktır. Dolayısıyla kentsel dönüşümün niteliğini belirleyen ilk husus, çalışmanın kentsel süzülme (gentrification) halini almamasıdır. Başka bir deyişle kentsel dönüşüm projesinin, halen alan içinde yaşayan ve fakat dönüşüm sonrasında varlığı öngörülmeyen unsurlardan (yoksullar, alt etnik ya da inanç grupları vs.) temizlenmesi işlevi görmemesidir. Bu sebeple dönüşüm çalışmasının başarısı alanda ikamete devam etme oranının yüksekliği ile ölçülmelidir. Bu kapsamda alanda yapımı öngörülen yeni yapıların mevcut demografik yapı ve sosyo-ekonomik durumla orantılı olarak belirlenmesi ve bu doğrultuda hayata geçirilmesi esastır. Bir bölgede yaşayan insan topluluğunun hayatını temelde iyileştirmeyi hedefleyen bir çalışmanın tam aksine insanlarının hayatını zorlaştırmaması, ekonomik olarak çıkmaza sürüklememesi gerekir. Başka bir deyişle gecekonduda yaşayan bir aileye dönüşüm sonrasında rezidans tabir edilen bir konut verilmesi ilk bakışta hoş bir jest gibi görünüyor olsa da sahibine sürdürülebilir bir hayat vermediği açıktır. Bu sebeplerle altını çizmek gerekir ki kentsel dönüşümün kentsel süzülmeye (gentrification) yol açmaması gereği kadar gerçekçilikten uzaklaşmayan çözümler getirmesi gereği de hayati ve elzemdir. Belirtilmesi gereken bir diğer husus kentsel dönüşüm çalışmasının hak ettiği duygusallık içerisinde yürütülmesi zorunluluğudur. Zira kolayca tahmin edilecektir ki bu çalışma sadece bir gayrimenkul alışverişi değildir. Alanda yapılan görüşmelerde, hak sahipleri tarafından yöneltilen, mevcut gecekondusunun bah- 5 çesindeki söğüt ağacının gölgesinde dinlenirken aldığı keyfin kendisine nasıl sağlanacağı veya kaybettiği yakınlarının hatıralarıyla dolu evlerinin yıkılmasına nasıl dayanacağı yönündeki sorulara verilecek esaslı ve ikna edici cevaplar dönüşümün başarısını sağlayacaktır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak vurgu yapılan temel husus, kentsel dönüşümün dikkat edilmesi gereken maddi ve manevi iki boyutlu bir çalışma olduğu ve yapılacak çalışmaların her iki açıdan da temel düzeyde bir tatmini sağlayacak düzeyde olması gerektiğidir. Elbette ki insanların hayatını tümüyle değiştiren harici bir süreç olarak kentsel dönüşümden eksiksiz bir memnuniyet temini muhaldir. Ancak tam da aynı sebeple sürecin maddi ve manevi boyutu eşgüdümle sürdürülmeli gönüllü katılımın oranının yüksek tutulması ana hedef olmalıdır. Yoksa mevcut durumda yasal imkanlar kentsel dönüşümün bir şekilde yapılabilme imkanını sağlamaktadır. Önemli olan dönüşümün bireylerin hayatını hem fiziksel hem de ruhsal olarak iyileştirmesini sağlamaktır. Halen yürürlükte bulunan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun çıkarılmazdan evvel hayata geçirilen Kocaeli Erenler-Cedit Kentsel Dönüşüm Projesi’nden hareketle ortaya konan yukarıdaki hususların yeni yasal düzenlemelerin getirdiği imkanlar karşısında ne derece uygulama alanı bulabileceği şimdilik meçhul. Ancak söz konusu insan olduğunda diğer tüm unsurların ikincil hale geldiği de izahtan varestedir. 6 KENTSEL DÖNÜŞÜM KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ Necati UYAR ile Söyleşi Kamuoyunda Kentsel Dönüşüm Projesi olarak bilinen ve dayanağı 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun olan çılgın proje ülke çapında büyük ilgi uyandırdı. Kanunla birlikte başlayan çalışmalar ülke genelinde hız kesmeden devam etmekte. Kent olarak bu süreci henüz ensemizde hissetmesek de görünen o ki yakın zamanda üzerimize düşen payı alacağız. Ya da alamayacağız? Kentsel dönüşüme dair akıldaki soruların cevaplarını alabilmek için işin ehillerinden Şehir Plancıları Odası Genel Başkanı Sayın Necati UYAR’la görüştük. Stj. Av. Yiğit TİMUR Öncelikle bizleri kırmayıp vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Konunun somutlaşması açısından 6306 sayılı kanun çerçevesinde baktığımızda bizi nasıl bir süreç bekliyor. Yasanın öngördüğü aşamaları bize özetleyebilir misiniz? 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa, genel olarak “kentsel dönüşüm” olarak nitelendirilen projelerin uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla çıkarılan bir yasa. Kentsel dönüşüm kavramı ilk olarak 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Yasası ile mevzuatta yer aldı. 2005 yılında gayet ‘masum’ bir düzenleme olan Belediye Yasası’nın 73. maddesindeki düzenleme, 2010 yılında değiştirilerek, genişletildi. 2005 ve 2010 yılında yapılan düzenlemelerin amaca yeterince hizmet etmediği düşünülmüş olsa gerekir ki, 2012 yılında 6306 sayılı Yasa gündeme getirildi ve uygulamaya sokuldu. Bu yasa ile bir yandan alan olarak afet riski taşıdığı belirlenen alanların, diğer yandan tek yapı ölçeğinde riskli yapıların dönüştürülmesi amaçlanıyor. Yasa ile getirilen düzenlemeleri bir bütün olarak okuduğumuzda, İmar Yasası ve Belediye Yasası içinde bu amaçla yapılmış olan düzenlemelerden temel farklılığın idarelere vatandaş karşısında ‘zor kullanma’ yetkisi veriyor olması ve ‘hukuksal hakların kısıtlanması’ öne çıkıyor. Yasanın bakanlığa ve TOKİ’ye geniş yetkiler verdiğini görüyoruz… Evet haklısınız, Yasa Bakanlığa ve onun yetkilendireceği idarelere yani TOKİ’ye ve yetkilendirilecek belediyelere çok geniş yetkiler veriyor. Riskli alan ilan edilen bir bölgede, yaşayanlar açısından büyük hak kayıpları yaratabilecek olan yetkiler, diğer yandan ilgili idarelere önemli kazanç olanakları yaratmaktadır. Kanun kapsamında tesis edilen idari işlemlere karşı 30 gün içinde dava açabiliyoruz. Ancak kanun “yürütmenin durdurulmasına karar verilemez” diyor. Mahkemece verilecek ‘yıkımın iptali kararı’, bina yıkıldıktan sonra bir hüküm ifade eder mi sizce? Belirttiğim ‘zor kullanma’ ve ‘ hukuksal hakların kısıtlanması’ kavramları burada açıkça okunabiliyor. Belirttiğiniz gibi, aslen idari davalarda 60 gün olan dava açma süresi 30 güne indirildiği gibi, bu davalarda yürütmenin durdurulamayacağı da belirtiliyor. Diğer yandan, Yasada yer alan düzenlemelere göre, ilgili idare riskli alanda kalan yapıların sahiplerine evlerini 60 gün içinde boşaltma ve yıkma emri verebiliyor. Mülk sahipleri tarafından yıkımın gerçekleşmemesi durumunda kamu eliyle ‘zor kullanılarak’ yıkımın yapılacağı belirtiliyor. Bu iki düzenleme bir arada okunduğunda, riskli yapı olarak nitelendirilen yapıların sahipleri açısından bir hukuksal haktan söz etme olanağı kalmıyor. Anayasada var olan “Hukuk Devleti” ilkesi açıkça ihlal edilmiş oluyor. İşin belki de en vahim yönü ise bu düzenlemelerin riskli olmadığı halde “proje bütünlüğü” gerekçesiyle proje alanı içine dahil edilen sağlam yapılar için ve “ekonomik ömrünü doldurmuş” yapılar için de uygulanabilecek olması. Yasanın daha evvelki pek çok kanunu yok sayan bir tavrı, “üstün yasa” olma iddiası olduğu söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz? Üstün yasa kavramı, sayın Bakanın deyimiyle “kuvvetli yasa” kavramı çokça dile getiriliyor. Bu tanımlamanın yapılmasına, böyle bir yasal düzenlemenin yapılmasına gerekçe olarak da insanların can güvenliğinin sağlanması gösteriliyor. Ancak, ülkemizde bugüne geliştirilmiş konuya ilişkin kuralları düzenleyen tüm yasaların ve özellikle koruma amacı olan yasaların yok sayılması kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Tabi ki insanların can güvenliğinin sağlanması ve afetler karşısında güvenli yapılarda yaşamaları önemli. Ancak, bu güvenliğin sağlanması için İmar Yasası, kıyı Yasası, Orman Yasası, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası, Mera Yasası, Boğaziçi Yasası gibi çok sayıda yasanın yok sayılması gerekmiyor. Bu yaklaşımla yapılan bir yasanın ‘üstün yasa’ olmaktan daha çok ‘talan yasası’ olarak anılması kaçınılmazdır. Bu haliyle yasanın kent mimarisine ve çevreye yararları ve zararları nelerdir? KENTSEL DÖNÜŞÜM KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ Yasanın gerçekten amacına uygun, Hukuk Devleti ilkesi ile çelişmeyen, barınma hakkına saygılı biçimde, doğal ve kültürel değerlere zarar vermeden uygulanabilmesi ve bu kapsamda afet riski altındaki yapıların yenilenmesi amacıyla kullanılması durumunda bu tür yapılarda yaşayanların can güvenliğinin sağlanması yönüyle bir yararın oluşacağı kuşkusuzdur. Ancak, yasanın sağladığı istisnaların ve yaratılan ayrıcalıklı yetkilendirmelerin peşinden giden uygulamalarda ise bu yararın sağlanmasından daha çok önemli zararlar ortaya çıkacaktır. Bu kapsamda, bugüne kadar korunmuş olan kültür varlıklarımız, kentsel sit alanları büyük risk altındadır. Bildiğiniz üzere mevzuatımız gereği yasa yapım sürecinde meslek odalarının da görüşlerinden faydalanmak gerekiyor. Söz konusu yasayla ilgili olarak odanızın görüşü alındı mı? 6306 sayılı Yasanın TBMM’de yapılan komisyon toplantılarına TMMOB adına TMMOB Hukuk Müşaviri ve Şehir Plancıları Odası Genel başkanı olarak ben katıldım. Görüşlerimizi ve önerilerimizi yazılı ve sözlü olarak ilettik. Ancak ne yazık ki önerilerimiz komisyon toplantısında dikkate alınmadı ve bu doğrultuda değişikliğe gidilmedi. Başarılı bir Kentsel Dönüşüm için ideal olan ne sizce? Nasıl bir süreç izlenmeli, neler yapılmalı? Kentsel dönüşüm kavramı yapılan yanlış uygulamalarla kirletildi. Uygulamalarda yaşanan sorunlar, özellikle kentsel dönüşüme konu olan alanda yaşayanlar açısından ortaya çıkan hak kayıpları bu kirlenmenin temel nedenleri arasında. Bugün kentsel dönüşüm denildiğinde her ne kadar yeni bir yaşam çevresi elde edilmesi anlaşılıyor olsa da, bu kapsamda elde edilen yaşam alanlarının pek çoğu ne yazık ki gerçekten yaşanabilir alanlar olmaktan uzak. Projeleri hazırlayan belediyelerin aşırı rant hırsı, yapılaşma yoğunluklarının büyük boyutlara ulaşmasına neden oluyor. Böylesi bir anlayışla elde edilen yeni mekânlar; yeni yapılardan oluşan ancak aşırı yoğun, sosyal donatısı eksik, ulaşımı çözülemeyen, altyapısı yetersiz konut alanları anlamına geliyor. Bu nedenle; kentsel dönüşüm uygulamalarında geliştirilen projelerde rantın arttırılması öncelikli amaç olmaktan çıkarılmalı. Kentsel dönüşüm projelerinin yapıldığı alanda yaşayan halkın tamamının, mülk sahibi ya da kiracı ayrımı yapılmaksızın barınma hakkı güvence altına alınmalı, çağdaş bir yaşam çevresinin gerektirdiği sosyal ve teknik altyapı standartlarından taviz verilmemeli. Halkın afetlerden korunması amacıyla yapıldığı iddia edilen kentsel dönüşüm projelerinde yeni afetlerin oluşmasına neden olacak düzenlemelerden kaçınılmalıdır. 8- Kocaeli’de yürütülen kentsel dönüşüm sizce nasıl yürüyor? Bir şehir plancısı olarak Kocaeli ilini nasıl görüyorsunuz? Kocaeli, 1999 yılında yaşanan depremlerde ağır zarar gören illerimizden biri. 6306 sayılı Yasanın amacı ve 7 kapsamı açısından bakıldığında, yaygın biçimde uygulamanın gerçekleşmesi gereken kentler arasında geliyor. Ancak, diğer kentlerde olduğu gibi Kocaeli sınırları içinde de gerçekten riskli olan yapıların yoğunlaştığı alanlarda uygulamanın başlatılmadığını görüyoruz. Gerçek anlamda risk taşıyan çok katlı ve yoğun yapılaşmış, dönüşüm gerektiren alanlarda uygulama başlatılmazken, az sayıda ve düşük katlı, düşük yoğunluklu gecekondu yapılaşmalarının bulunduğu alanların dönüşüm amacıyla seçildiğini görüyoruz. Bu alanlarda daha yoğun bir yapılaşmaya geçilmesi sonucu elde edilecek olan kazancın, yani elde edilecek rantın proje alanlarının seçilmesinde belirleyici temel olduğunu görüyoruz. Oysa öncelikle yapılması gereken tüm il sınırları içinde riskli alan ve yapıları, risk büyüklüğüne göre gruplamak ve kentin önceliklerini buna göre belirlemek olmalı. 8 KENTSEL DÖNÜŞÜM KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ KENTSEL DÖNÜŞÜME GENEL BİR BAKIŞ Yalçın ERGEN TMMOB Mimarlar Odası Kocaeli Şb.Bşk. Kentsel Dönüşüm Yasası Üzerine; Kamuoyunun yanlış bilgilendirildiğini düşündüğümüz Kentsel Dönüşüm Yasası hakkında genel bir bilgilendirme yapmak gerektiğini düşünmekteyim. TMMOB özellikle 17 Ağustos 1999 depreminden sonra yoğun bir şekilde iyileştirme çalışmalarının yapılmasının önemini üstüne basaraktan söylemektedir. Ancak bu iyileştrime şu an yapılması planlanan şekliyle olduğunda inanılmaz haksızlıklara ve mağduriyetlere yol açacaktır. Toplumun her kesimini etkileyeceğini düşündüğümüz konu hakkında bilmeniz gerekenler aşağıda kısaca bilgilerinize sunulmuştur. Yasanın Hazırlanışı: 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Düzenlenmesi Hakkında Kanun; süreci düşünüldüğünde tedirgin edici bir süratle çıkarıldığı görülmektedir. 2012 yılı ocak ayında taslağı, 2012 yılı mayıs ayında ise kanun çıkarılmıştır. Temmuz ayında ilk, eylül ayında da ikinci yönetmeliği yayınlanmıştır. Yasanın Amacı: Kentlerin afetlere karşı plansız, denetimsiz ve mesleki hizmetlerden yoksun yapılaşmasını önleme amacından uzak olarak çıkarılan bu kanun yaşam alanlarımızı talan eden bir afet niteliğindedir. Şehircilik ve planlama ilkeleri, toplumsal eşitlik ve adalet ilkeleri, demokratik hukuk devleti ilkeleri ihlal edilerek düzenlenen bu yasa, bilimsel temelden yoksun, Anayasa ve uluslar arası sözleşmelere açıkça aykırı ve yasalar üstü bir yasa olarak bizlerin karşısına konulmuştur. Yasanın Boşlukları: İnsanları deprem gerçeğiyle korkutarak basında yayınlanan reklam kampanyaları ile uygulamalar çelişmekte, ilimizde dahi yapılan konutların istinat duvarları yapım safhasında dahi çökmektedir. Sadece Kocaeli değil diğer illerimizde de bu uygulamaların çöküntüleri, altyapısızlıktan kaynaklanan su basmaları ve pek çok sorun ile vatandaşlarımız mağdur edilmektedir. Hem uygulama hem yasa olarak; bilimden uzak, meslek adamlarının görüşlerinden uzak, güvenilirlikten, sağlamlıktan uzak, adalet ve hukuk temelinden yoksun olarak yapılan her şey K bugün halkımıza kendini göstermektedir. Çıkarılan yasadaki boşluklar her türlü suistimale açık, tek elde toplanan yetkiler demokratik hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. Bakanlığı veya TOKİ’nin belirlediği herhangi bir alan da riskli alan içerisine girer tanımı, yasadaki Madde2 – (1)ç ‘de açıkça belirtilmiştir. Sağlam alanlar da Bakanlık veya TOKİ uygun görürse riskli alan ilan edilebilecek, yeni binalar da bu yasadan nasibini alacaklardır. Nerenin ne zaman riskli alan olup olmayacağı, bununla ilgili planlar ve bilimsel alt yapı olmadığından her daim muğlak kalacaktır. Hem yatırımcılar, hem daire sahipleri, hem arsa sahipleri ve birçok kişi de bu sorunla karşı karşıyadır. Rezerv alan olarak planlanan alanlar ise başlı başına bir sorundur. Şehrin dışında, ormanlarda, tarlalarda, tarihi niteliği olan alanlarda, tahribatlarla vatandaşları sürgün edip, işinden, çevresinden uzakta bırakarak toplumun hem ailesel, hem maddi, hem ekonomik anlamda çöküntülerine sebep olmaktadır. Açıkça görünüyor ki bugüne kadar yapılan tüm bilimsel çalışmalar, depremle ilgili alınması gereken tedbirler ve bölge halkının talepleri rant hırsı uğruna hiçe sayılmıştır. Anayasal Hakların İhlali: Üstelik dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir uygulama da bu yasa ile bizlere dikte edilmiştir. Dönüşüm alanının belirlenme yöntemine, yaşanılan binanın yıkılması kararına, zorla kabul ettirilen projenin içeriğine, yaşanılan yerin terk edilmesine itiraz etme yolları kapalıdır. Gerekli süre içerisinde yürütmeyi durdurma kararı çıkartıl(a)mamaktadır. Evlerimizin elimizden hukuksuzca alınmasına direnmenin bedeli ise Türk Ceza Kanunu’na göre hakkımızda işlem başlatılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Mülkiyet hakkı, barınma hakkı, kent hakkı, idarenin yanlış uygulamalarını yasal yollardan engelleme hakkı yok edilmektedir. Anlaşmayı Kabul Edenlerin Durumu: Evlerinin yerine yapılan lüks daireleri satın alma gücü olmayan halk aynı zamanda rezerv alanlarda yerleştirilecekleri düzende yaşamaya da mecbur bırakılacaktır. Eski yaşantısında aidat, doğalgaz vb. harcamalara bütçe ayırmadan geçinebilmekte iken, maddi çöküntüye sebep olan yeni yerlerinde toplum sağlığı her anlamda zedelenecektir. Yaşadığı evin tahliye ve yıkım masrafları, altyapı harcamaları ve yeni evin bedeli (rezerv alanda olsa dahi) vatandaşlara banka kredileri yolunu baskılamaktadır. Örnekleri: Bugüne kadar “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan tüm uygulamalar; Dikmen’de, Sulukule’de, Ayazma’da, Tarlabaşı’nda… ve daha birçok yerde, bölge halkının yıllardır yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edilmelerine, işlerini kaybetmelerine, borçlandırılmalarına, sosyal, ekonomik ve kültürel hak ihlallerine maruz kalmalarına ve insan hakları mağduriyetlerine yol açarak, yıllarca kurdukları ilişkilerinin yok olmasına yol açmıştır. Boşaltılan tüm bu yerlerin rantı, lüks konut ve alışveriş merkezleri yapılarak; inşaat şirketleri, yerel ve merkezi idareler tarafından paylaşılmıştır. Diğer taraftan, bugün afet riski adına seferberlik ilan edilen yasayı çıkarmadan önce deprem adı altında yıllarca toplanan vergilerin duble yollara harcandığı görülmüştür. İşin özüne gelinirse bugüne kadar görülen “kentsel dönüşüm” projelerinin toplumun çok küçük bir kısmının aşırı derecede zenginleşmesine yol açarken toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşmasına, evsizleşmesine, kentin dışına sürgün edilmesine neden olduğu gözlemlenmektedir. Kentsel Dönüşüm Nasıl Olmalı: TMMOB Mimarlar Odası Kocaeli Şubesi olarak 6306 sayılı yasa hakkında halka gerçekleri anlatma çabamızı sürmektedir. Konuyla ilgili tüm halka ve basına açık gerçekleştirdiğimiz panellerde yasayı; mimari, hukuki, sosyoloji alanlarından ve son olarak da Ankara; Dikmen ve Mamak’ta yasa mağduru vatandaşlarımızı konuk ederek endişelerimizi anlatmış bulunmaktayız. Biz meslek adamları olarak Kentsel Dönüşümün kesinlikle bu ülkenin en büyük ihtiyacı olduğu gerçeğini her zaman savunmaktayız. Fakat bu şekilde değil… Her şeyden önce bilim ve teknik altyapı, meslek adamlarının bilgileri, vatandaşlarımızın Anayasal hakları, yaşama hakları, barınma hakları, konut hakları gözetilerek, boşluklara ve suistimale mahal vermeyen bir yasa ile kentsel dönüşüm uygulaması yapılması gerekmektedir. Bu ilkeler gözetilmeden hatta ihlal edilerek yapılan her türlü uygulamanın karşısında olacağız. KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ KENTSEL DÖNÜŞÜM 9 “KENTİMİZDE LİMANLAR SEBEBİYLE YAŞANAN SORUNLAR” BASIN AÇIKLAMASI 10 Ocak 2012 tarihinde yaptığımız basın açıklamasında, kentimizde limanların yarattığı sorunları belirterek, Kocaeli’ de yeni limanların yapılmasının Kocaeli halkına sorulması gerektiğini söylemiştik. Kentimizdeki limanlar sebebiyle yaşanan sorunlar devam ederken, yerel basında Kocaeli Körfezi’ nde yeni limanların yapılacağına yönelik haberler yer almaya başlamıştır. Belirtmek isteriz ki, ülkemiz sanayisinin merkezi konumunda olan kentimizde limanların olması bir zorunluluktur. Limanlar, sanayi kuruluşlarının hammadde ihtiyaçlarının karşılanması ve üretim araçlarının dağıtılması için önemli tesis ve yatırımlardır. Kentimizdeki limanların sayıları bugün kırklı rakamlarla ifade edilmektedir. Sanayi kuruluşlarının kendi iskeleleri olarak kurdukları tesisler zaman içerisinde plansızca büyüyerek limana dönüşmüşlerdir. Kentimiz bu limanlar sebebiyle çevre, deniz kirliliği ve yaşam alanlarının daralması gibi sorunları yaşamaktadır. Yaşanan bu sorunlar ancak mevcut limanların bir master planlama çerçevesinde rehabilite edilmeleri ile çözülebilir. Mevcut limanlar rehabilite edilmeden Kocaeli Körfezi’ nde yeni limanların yapılmasına izin verilmesi kentimizin ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarında önemli değişikliklere sebep olacaktır. Ayrıca yeni limanlar yaşanan sorunların artmasına ve başta ulaşım olmak üzere yeni sorunlara da yol açacaktır. Sermaye, kentimizde yeni limanların yapılmasını istiyor ve dayatıyor olabilir. Sermayenin bu istek ve dayatmasına kent yöneticilerimiz ve kent halkımız karşı durmalı ve Kocaeli Körfezi’ nde yeni limanların yapılmasına izin vermemelidirler. Yeni limanların yapımı için başlatılan ve artık yapılmak istenen sanayi yatırımlarının “ tasdik belgesi “ haline dönüşen ÇED süreçleri dikkate alınmamalıdır. Yeni limanların yapımı Kocaeli’ de yaşayan ve bu kentin havasını soluyan Kocaeli halkına sorulmalıdır. Kocaeli halkının izni olmadan, kent insanının yaşam alanlarını yok edecek, kentimizi daha da yaşanmaz hale getirecek yeni limanların yapılmasına karşı olduğumuzu Kocaeli kamuoyunun bilgisine sunarız. 10 FAALİYETLER KOCAELİ BAROSU BAŞKANIMIZ, YÖNETİM KURULU ÜYELERİMİZ VE TBB DELEGELERİMİZ TBB BAŞKANI AV. V. AHSEN COŞAR’ I ZİYARET ETTİLER Kocaeli Barosu Başkanımız, Yönetim Kurulu Üyelerimiz ve TBB Delegelerimiz, 15 Şubat 2013 Cuma günü Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. V. Ahsen COŞAR’ ı ziyaret ettiler. Türkiye Barolar Birliği Merkezi’ nde gerçekleşen ziyarete; Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU, Baro Başkan Vekili Av. Mehmet AKGÜL, Baro Genel Sekreteri Av. Serdar SOLAK, Baro Saymanı Av. Ali YILDIZ, Yönetim Kurulu Üyeleri Av. K. Caner KARAKADILAR, Av. Nuri ALMAZ, Av. M. Salih FIRAT, Av. Alattin ÇAKMAK, Av. Gülhanım KARA, Av. Arzu TÜRKKAL, Av. Çiğdem DEMİRCAN ile TBB Delegeleri Av. M. Cumhur ARIKAN, Av. Bahar GÜLTEKİN CANDEMİR ve Av. Cahit ÇİFTÇİ katıldılar. Ziyarette avukatlık mesleğinin sorunları ve çözüm önerileri konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunuldu. Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU, TBB Başkanı Av. V. Ahsen COŞAR’a Baromuzun plaketini sundu. UYAP ATÖLYE ÇALIŞMASI YAPILDI Kocaeli Barosu Bilişim Hukuku Komisyonu tarafından düzenlenen ve Av. Abdullah Serdar ÖNÜR’ ün konuşmacı olarak katıldığı “UYAP ATÖLYE ÇALIŞMASI” 22 Şubat 2013 Cuma günü, saat:16.00’ da Kocaeli Barosu İdari Bina Av. Umut Gümüş Eğitim Salonu’ nda yapıldı. Atölye Çalışmasında, meslektaşlarımıza UYAP sisteminin pratik kullanımı ile ilgili bilgiler aktarıldı. Çok sayıda meslektaşımız “UYAP ATÖLYE ÇALIŞMASI” na katıldı. KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ UZLAŞTIRMACI SERTİFİKA PROGRAMI YAPILDI Baromuz ve İzmir Barosu tarafından düzenlenen “Uzlaştırmacı Sertifika Programı” 09 - 10 Mart 2013 tarihlerinde İzmit Wes Otel’ de yapıldı. Baromuz üyesi olan ve avukatlık mesleğinde beş yılını doldurmuş meslektaşlarımıza yönelik gerçekleştirilen sertifika programı 90 meslektaşımızın katılımıyla interaktif olarak üç ayrı toplantı salonunda gerçekleştirildi. Sertifika programa konuşmacı olarak Psikyatr Dr. Meral GENÇ, Av. Özkan YÜCEL, Av. Ali AYDIN, Av. Dilek ÖZYAMANER, Av. Elçin KILINÇER OT, Av. Fadime ERSİN, Av. Mehmet Nur TERZİ, Av. Mustafa Kemal ÇANKIRI, Av. Erdal ARAL ve Av. Serap OĞUZ katıldılar. Sertifika programının birinci gününde konuşmacılar, onarıcı adalet kavramı, uzlaştırmanın adalete olan etkisi, etik kurallar, uzlaştırmaya tabii suçlar ve müzakereler, edimler, uzlaştırma raporu ücret ve giderler konularında meslektaşlarımıza bilgi verdiler. Programın ikinci gününde ise, uzlaştırmada karşılaşma, çatışma, görüşme teknikleri üzerinde duruldu ve kurgusal olaylar üzerine canlandırmalar yapıldı. Sertifika Programının bitiminde meslektaşlarımıza “ Uzlaştırmacı Sertifikaları “ verildi. İki günlük yoğun uzlaştırmacı sertifika programını aksatmadan katılan meslektaşlarımıza ve uzlaştırma eğitimini veren İzmir Barosu Üyesi meslektaşlarımıza teşekkür ediyoruz. KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ AVUKAT FOTOĞRAF SANATÇILARI SERGİSİ AÇILDI Baromuz tarafından “01 – 05 NİSAN 2013 AVUKATLAR HAFTASI” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen; “AVUKAT FOTOĞRAF SANATÇILARI SERGİSİ” nin açılış töreni, 02 Nisan 2013 Salı günü saat: 11.00’ de Kocaeli Adliyesi Baro Odası’ nda gerçekleştirildi. Fotoğraf Sergisinin Açılış Töreninde konuşan Baro Başkanımız Av. Tamer SOLAKOĞLU Avukatlar Haftası nedeniyle düzenledikleri “Avukat Fotoğraf Sanatçıları Sergisi” ile avukatların hukukçu kimlikleri dışındaki sanatsal uğraşlarını kamuoyuna göstermek istediklerini belirterek, fotoğraf sergisinin açılmasına katkı sağlayan Av. Mukadder İLTER, Av. Hakan LAMPER, Av. Ali Yıldırım SEZER, Av. Gürkan KIPIK, Av. Tuygun SERDAR, Av. Nesrin AKTAŞ, Av. Elif ERTİN ve sergi açılışına katılan herkese teşekkür etti. Açılış töreni sonrası sergide eserleri bulunan avukatlara çiçek verildi ve fotoğraf sergisi birlikte gezildi. AVUKATLAR HAFTASI NEDENİYLE DÜZENLENEN “HUKUK BALOSU” YAPILDI Baromuz tarafından 01 - 05 Nisan Avukatlar Haftası etkinlikleri kapsamında düzenlenen Hukuk Balosu 06 Nisan 2013 Cumartesi günü Başiskele Wellborn Luxury Hotel’ de yapıldı. Hukuk Balosuna CHP Kocaeli Milletvekilleri Hurşit GÜNEŞ, Haydar AKAR, Kocaeli Cumhuriyet Başsavcısı Emin ÖZLER, Kocaeli Adalet Komisyonu Başkanı Yusuf COŞKUN, Kocaeli İl Emniyet Müdürü Hulusi ÇELİK, siyasi partilerimizin İl Başkanları, Temsilcileri, Meslek Odaları ve STÖ Temsilcileri, meslektaşlarımız ve stajyer avukatlarımız katıldılar. Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU’ nun açılış konuşmasıyla başlayan balomuzda meslektaşlarımız canlı müzik eşliğinde gecenin ilerleyen saatlerine kadar doyasıya eğlendiler. FAALİYETLER 11 “HAKKINI SEÇ, RESMİNİ ÇİZ” KONULU RESİM YARIŞMASI ÖDÜL VE SERGİ TÖRENİ YAPILDI Baromuz tarafından “01 - 05 Nisan Avukatlar Haftası” etkinlikleri kapsamında Kocaeli ilk ve orta okul öğrencileri arasında düzenlenen “Hakkını Seç, Resmini Çiz” konulu Resim Yarışması Ödül ve Sergi Töreni 04 Nisan 2013 günü Dolphin AVM Center’ da yapıldı. Ödül ve Sergi Töreni’ ne Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU, İzmit Belediye Başkanı Nevzat DOĞAN, İl Milli Eğitim Müdürü Nevzat İSPİRLİ, Baro Yönetim Kurulu Üyeleri, Çocuk Hakları Merkezi Başkan ve üyeleri, meslektaşlarımız ile yarışmaya katılan öğrenciler, veliler ve okul yöneticileri katıldılar. Törende yapılan konuşmalarda İl Milli Eğitim Müdürü Nevzat İSPİRLİ öğrencilere yarışma fırsatını tanıdığı ve sanatı desteklediği için Baromuza teşekkür etti. İzmit Belediye Başkanı çocuk haklarının öneminden ve çocuk hakları konusunda İzmit Belediyesi’ nin yaptıklarından bahsederek Baromuza düzenlemiş olduğu yarışmadan dolayı teşekkür etti. Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU’ da konuşmasında küçük dimağlara hak, hukuk, adalet kavramlarını yerleştirme ve sanatı destekleme amacıyla bu yarışmaları düzenlediklerini söyleyerek yarışmaya katılan öğrencilere, velilerine ve öğretmenlerine teşekkür etti. Konuşmalar sonrasında resim yarışmasında dereceye giren öğrencilere ödülleri verildi. Yarışmanın birincisi Donanma İlköğretim Okulu öğrencisi Berkay ELMA’ ya bilgisayar, yarışmanın ikincisi Barbaros İlkokulu öğrencisi Esma BARAN’a bisiklet hediye edildi. Yarışmanın üçüncüsü Körfez İlimtepe İlkokulu öğrencisi Ecem Bensu GÜZEL’ e şövale ve boya takımı verildi. Yarışmada mansiyon ödülüne layık görülen 4 Temmuz Ş.H.G İlkokulu öğrencisi Nisa YAZICI, İhsaniye Yazlık ICS - Opel Uluslararası Dostluk Ortaokulu öğrencisi Enes ARTAR, İsmail Hakkı Tonguç İlkokulu öğrencisi Tuna SERİM ve Jüri özel ödülüne layık görülen Kılıçarslan Ortaokulu öğrencisi Şebnem İrem GÜNAYDIN’ a da çeşitli hediyeler verildi. Ödül töreni sonrasında resim sergisi öğrencilerle birlikte gezildi. 12 FAALİYETLER KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ MESLEKTE 30., 40., 50., 60. YILINI DOLDURAN MESLEKTAŞLARIMIZ İÇİN PLAKET TÖRENİ YAPILDI Avukatlık mesleğinde 30., 40., 50. ve 60. yılını dolduran meslektaşlarımız için düzenlenen plaket töreni 05 Nisan 2013 Cuma günü saat:16.00’ da İzmit Wes Hotel’ de yapıldı. Tören, Baro Başkanımız Av. M. Tamer SOLAKOĞLU’nun açılış konuşması ile başladı. Törende meslekte 60. yılını dolduran Av. Nuran KORTEL ERGÜL, 50. yılını dolduran Av. Mehmet Turgut KAYI, Av. Uğurhan ÖZTÜRE, 40. yılını dolduran Av. İlter ÖZDEMİR, Av. Kenan YALÇINKAYA, Av. Kadir Alp TOKER, Av. Rezan ÇETİN, Av. Hatice Mefharet GÜVEN, Av. Fikret ŞERAMET, Av. Ünal AKAY, Av. M. Ersin ZARALIOĞLU, Av. İsmet ÖZKAN, Av. Hasan ÇİÇEK, Av. Beytullah USLU, Av. Abdurrahman ÖZAL, Av. Halil ÖZCAN, 30. yılını dolduran Av.Selim Selami ÇAKICI, Av. H. İbrahim DEMİRAL, Av. Lütfi UYGUR, Av. Nevzat ERÇEVİK, İrfan İNANÖZ, Av. Fatma GÜL, Av. Ayşe Güldemet ÖZDEMİR, Av. Av. Ali YAZICI, Av. A. Ümit YASTIOĞLU, Av. Günsel HAZAR, Av. Veysi Adnan YAVUZ, Av. Ayla KÖKMEN, Av. Ahmet İMAL, Av. Mübeccel AYYER, Av. Ke- mal ÜNAL, Av. M. Cengiz SARIBAY, Av. Nurdan SARIBAY, Av. Zeki AKARSU, Av. Emin KİRMANİ, Av. Atakan SONUGELEN, Av. Ömer YILDIRIM, Av.Ali Can POLAT, Av. Metin KANDEMİR, Av. Abdülkerim ÖZDERE, Av. Muzaffer AKTAŞ, Av. Rengin ORTAÇ, Av. Eren ÖZTÜRK, Av. Zeynel Abidin BAŞLAK, Av. Candua ÖNÜR, Av. A. Fatih ŞENGEZER, Av. Ayten GÜRLEYEN, Av. Teoman YILDIRIM, Av. Hürrem GÜNER, Av. Mücella ELGİN, Av. Himmet KUŞÇU, Av. İzzet DAL, Av. N. Ömür NALÇACI, Av. Ferhan EKİCİ DOĞAN, Av. Serpil ÖZOK, Av. Yusuf ATAR, Av. Osman OLGUN, Av. Z. Gönül BALKIR, Av. Avni KIZILARSLAN, Av. Kenan UZUN, Av. Hüseyin ÖĞÜTCEN, Av. Erden ÖZDİL, Av. Ülker ALPMAN, Av. Bülent KOCAATA, Av. Erol AYANOĞLU, Av.Raif KANDEMİR, Av. Nuray KANDEMİR, Av. K. Mehmet KEÇECİ, Av. Zeliha TUNCEL KARAL, Av. Burhan DİLEK, Av. M. Bora ULUÇ, Av. Ayhan Veli MARAL, Av. Ertuğrul SAKAOĞLU, Av. Mustafa TURALIOĞLU, Av. Serap YERLİKAYA, Av. Yüksel KURAN, Av. Resul TOPÇU, Av. Figen ŞENTÜRK, Av. Abdülkadir KÜÇÜKBAYRAK, Av. İsmet YANBAY, Av. Münire ÇELEBİ’ ye törenle plaketleri verildi. Plaket törenimiz kokteyl ile sona erdi. FAALİYETLER KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ 13 “Normal” Nedir? Av. Eren KESKİN Y aşadığımız coğrafyada, militer ve erkek egemen resmi ideoloji, toplumu öylesine biçimlemiş ki çıkış yolu bulmak her zaman kolay olmuyor. Aslında, demokratlığı sınamanın belli konuları var kanımca.. 1915 soykırımına bakış, Kürt sorununa bakış, eşcinsel ve travesti ve transseksüellere olan yaklaşım, kendimizi sınamamız konusunda en önemli ölçütler olmalı bence… Biraz geriye gidelim… Mustafa Kemal, Dersim’i bombalaması için Sabiha Gökçen’i uğurlarken, ona bir silah veriyor ve diyor ki; “Her an eşkıya ile karşılaşabilirsin, sana kötülük yapabilirler, namusunu koru, bu silahla ya onları ya kendini öldür, namusunu kirletme.” İşte devletin kurucusunun ağzından dökülen bu cümleler, yaşadığımız coğrafyada yerleşik namus anlayışının bir özetidir. Bu namus anlayışıdır ki, toplumu kadın düşmanı yapar, eşcinsel travesti ve transseksüel düşmanı yapar, ırkçı ve şoven yapar. “Normal” sayılanı iktidarlar belirler. Coğrafyamızda, “erkekçi” bakış açısına sahip olmak, milliyetçi olmak, militer olmak, “normal” olandır. Bizler ise, normalden değil, vicdandan yanayız. Burada, hiç konuşmadığımız, hatta konuşmaya çekindiğimiz bir konudan söz etmek istiyorum. Eğer kendimize, “demokrattım” diyorsak, farklı cinsel yönelimlere saygı duymak zorundayız. Heteroseksüellik ne kadar, “normalse” eşcinsellik, travesti ve transseksüellik de o kadar normal… Ancak, bu bakış açısının kendilerini muhalefet kesiminde tanımlayanlar açısından dahi, hala sorunlu olduğunu düşünüyorum. “Çünkü, egemenimize benziyoruz...” Egemenimizin bize dayattığı toplumsal cinsiyetçi bakış açısı, iliklerimize kadar işlemiş. Aslında, farklı cinsel yönelimlere karşı bakış açısının, ırkçılık ve şovenizmle çok yakın bir ilişkisi var. İşte bu bakış açısı nedeniyle, toplum, özellikle travesti ve transseksüellere yönelik hak ihlallerini görmezden geliyor. Aslında onlar, büyük bir cesaretle yaşadıkları cinsel kimlikleriyle, hepimizi bir sınava tabii tutuyorlar. Bizler, sokaklarda rahat yürürken, travesti ve transseksüellere sadece dış görüntüleri nedeniyle, “para cezaları” kesiliyor. Bu para cezalarının nedeniyse, makbuzlara şöyle yazılıyor; “Çevreyi kirletmek, çevreye zarar vermek…” Bu cezaların ardında yatan zihniyet, açıkça ırkçı bir zihniyettir. Devletin bu zihniyeti, halkı da biçimlemiştir. Bu nedenledir ki, travesti ve transseksüeller evlerinde dahi rahat oturamazlar. Evlerine polis destekli, “halk” saldırıları olur. Ve onlar genelde, hep yalnızdırlar. Çevrelerinde onları destekleyen feminist, sosyalist, Kürt, bazı gruplar dışında yanlarında kimse olmaz. Yaşadıkları şiddet, gazete sayfalarında bazen küçücük bir haber olur. Öldürülmeleri, magazinel bir konu gibi yansır gazetelere televizyonlara… Millet Meclisinde, BDP grubu ve birkaç milletvekili dışında hiç kimse onların insan hakları ile ilgilenmez. Ve onlar, yaşadıkları toplumsal baskılara karşı cesurca direnmeye devam ederler. İşte buyurun size bir sınav sorusu! Farklı cinsel yönelimlere karşı tavrımız nedir? İnanın ki, bu soruya vereceğimiz cevap, aynada kendi demokratlığımızla yüzleşmemize neden olacaktır. 01.04.2013 14 KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ TÜRK OLMAK Av. Başar DEĞER H ukuk fakültelerimizde okutulan Anayasa Hukuku ders kitaplarının tamamında ulus kavramı iki farklı anlayışa göre anlatılır. Bunlardan ilki objektif millet anlayışıdır. Buna göre millet, bir takım maddi ,somut bağlarla birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu topluluktur.Milleti oluşturan bağlar için kabaca ırk, dil. din, coğrafi konum gibi nesnel ölçütler sıralanabilir. Bugünlerde hem televizyon programlarında hem de kürt aydınlarının tamamında bu anlayışın tercih edildiği açıkça görülmektedir. Türk kelimesi tam bu objektif anlayışa göre tanımlanmış bir milletin ferdi olarak kabul edilmekte ve bunun karşıtı olarak kürt kavramı ortaya konmaktadır. Yapılmak istenen bir anlayışı meşrulaştırmaktadır. Bir başbakan çıkıp bu memlekette laz var, gürcü var, TÜRK var , kürt var şeklinde sıralayabilmektedir. Oysa ki TÜRK kavramı etnik kimliklerin karşıtı ya da özdeşi değildir. Aslında farklı şekilde tanımlanmış bir ulusun ferdi anlamına gelir. Bazı kişiler TÜRK kelimesini etnisite olarak algılayabilir ve kabul edebilirler ancak uygarlık ve mevzuatımız ağırlıklı olarak aşağıda sunulan ikinci tanımı tercih etmektedir. Bu tanıma Sübjektif Millet Anlayışı denir. Konunun sadece şahsi fikrim olmadığını belirtmek babında bu anlayışı DÇ. Dr. Kemal GÖZLER’in 2004 baskılı anayasa hukuku kitabından aynen aktaracağım. Sübjektif anlayışa göre, millet birtakım sübjektif bağlar ile birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar, manevi niteliktedir; birtakım duygu ve düşüncelerden oluşur. Sübjektif millet anlayışı ilk defa Ernest Renan (1823-1892) tarafından 1882 yılında yayınlanan Qu’estcequ’unenation (Millet Nedir) isimli eserinde ortaya atılmış ve savunulmuştur. Milleti oluşturan insanları birbirine bağlayan bu sübjektif bağlar arasında, mazi, hatıra, amaç, ideal, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan başarılar, ortak amaca varmak için mücadeleler, ortak tehlikelere karşı birlikte karşı koyma isteği gibi faktörler insanları birbirine bağlar ve milleti oluşturur. Ernest Renan milletin objektif faktörlerle oluştuğu düşüncesini reddetmektedir. Yazara göre, “insan, ne ırkının, ne dilinin, ne de dininin, ne de nehirlerin izlediği yolun, ne de sıradağların yönünün eseridir. Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevi bir şuur yaratır ki, buna millet denir”. Ernest Renan milleti açıkça “bir ruh, bir manevi prensip” olarak tanımlamaktadır. Bu “ruh” yahut “manevi ilke”, biri geçmişte, öteki ise içinde yaşanılan zamanda bulunan iki unsurun birleşmesiyle oluşur. Bu unsurlardan birincisi, “zengin bir hatıra mirasına sahip olmak”tır. Bu unsurla Renan’ın kastettiği şey, tarihten ziyade, milli bir mitoloji, yani geçmişin ululuklarını kutlayacak ve geçmişte yaşanan güçlükleri kutsayacak bir bakış açısıdır. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan zaferler insanları birbirine bağlar. Bu unsurlardan ikincisi ise, birlikte yaşama ve olabildiğince çok ortak miras yaratma isteğidir. Bu ikinci unsurda, amaç, mefküre, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır. Özetle Renan’a göre, milleti yaratan şey, “birlikte acı çekmiş, sevinmiş ve birlikte umut etmiş olmak”tır. O halde Renan’a göre, milleti, ortak bir maziye sahip olan ve gelecekte de birlikte yaşama arzusuna sahip olan insanlar topluluğudur diye tanımlayabiliriz. Acaba Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı objektif mi yoksa sübjektif bir milliyetçilik anlayışı mıdır? Şimdi bunu görelim. ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI NEDİR? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Anayasamızın 2’nci maddesinde herhangi bir milliyetçilik anlayışı değil, “Atatürk milliyetçiliği” anlayışı kabul edilmiştir. Bu husus ayrıca Anayasanın Başlangıç bölümünün birinci paragrafında “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı” şeklinde dile getirilmiştir. 1.Atatürk’ün Yazılarında Ergun Özbudun’a göre, Atatürk, “sübjektif millet anlayışı”nı benimsemiştir. Özbudun bu görüşünü kanıtlamak için Atatürk’ten iki alıntı yapmaktadır. Atatürk, millet kavramını şöyle tanımlamıştır: “Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz”. Atatürk, millet konusunda daha geniş olarak şu tanımı vermiştir: “a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan; c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir”. Gerçekten de bu tanım tamamıyla sübjektif unsurları içerir niteliktedir. Bu tanım büyük ölçüde sübjektif millet anlayışının kurucusu olan Ernest Renan’ın tanımına benzemektedir. Atatürk’ün millet tanımı konusunda Ernest Renan’dan esinlendiği bu tanımı izleyen cümlelerinde de açıkça görünmektedir: “Maziden kalan müşterek zafer ve yeis mi- rası; istikbalde gerçekleştirilecek aynı program; beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak…” Atatürk’ün gerek yukarıdaki tanımı, gerekse bu cümleleri tamamıyla Ernest Renan’dan mülhemdir. O halde şunu açıkça belirtebiliriz ki, Atatürk Ernest Renan tarafından savunulan sübjektif millet anlayışını benimsemiştir. 2.Anayasada Ergun Özbudun’un gözlemlediği gibi Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı 1982 Anayasasının Başlangıç bölümüne çeşitli ifadelerle yansımıştır. Başlangıcın ikinci paragrafına göre, Türk milleti “Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi”dir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği başka milletleri düşman ve aşağı gören şoven ve saldırgan bir milliyetçilik anlayışı değildir. Başlangıcın yedinci paragrafında aynı doğrultuda “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine de yer verilmiştir. Başlangıcın yedinci paragrafında, “topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu”İlan edilerek Renancı millet anlayışının yukarıda verdiğimiz sübjektif unsurları (milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde vs. ortaklık) tekrarlanmıştır. Ergun Özbudun’un belirttiği gibi, bu tanımdan, Anayasamızın benimsediği milliyetçilik anlayışının ırk, din ve dil gibi objektif unsurlara değil; sevinç ve kederlerde ortaklığa ve birlikte yaşama arzusuna dayanan sübjektif bir milliyetçilik anlayışı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Nihayet Anayasamız bu anlayışının doğal bir sonucu olarak Türklüğü, objektif unsurlara hiçbir şekilde göndermede bulunmayarak, “vatandaşlık bağı” ile tanımlanmıştır. Anayasamızın 66’ncı maddesinin ilk fıkrasına göre, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”. Böylece objektif ve sübjektif olmak üzere iki değişik millet anlayışını görmüş bulunuyoruz. Bu millet anlayışlarına göre de haliyle iki değişik milliyetçilik anlayışı olabilir. Objektif milliyetçilik anlayışı ve sübjektif milliyetçilik anlayışı. Objektif milliyetçilik anlayışında, belli bir ırka mensup veya belli bir dili konuşan veyahut belli bir dine veya mezhebe mensup insanların çıkarları her şeyin üzerinde tutulur. Hukukumuzda da bu yönde istisnai hükümler yer almıştır. Örneğin vatandaşlık Kanunumuzda Türk soylu olmak ibareli hükümler vardır. Bugüne kadar yapılan bazı yanlış uygulamalar da olmuş ve kürt soylu vatandaşlarımız rencide edilmiş olabilir. Ancak istisnayı kaide haline getirmek ve TÜRK kavramını bir etnik kimliğe indirgemek mümkün değildir. 15 KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ Kürt Sorununda Son Durum Av. Kureyş BİLGİÇ B ilindiği üzere Haziran 2011 seçimlerinden sonra 2009’da Oslo’da başlatılan müzakere sürecinde hükümet geri adım atarak güvenlikçi politikalara geri döndü. Basından izlediğimiz kadarı ile hükümete yakın yazarlar ve Başbakan’a danışmanlık yapan siyasi şahsiyetler hükümeti güvenlikçi politikalarla sonuç alınabileceği hususunda ikna ettiler. Bu yazarlar, Srilanka’daki tamil hareketinin askeri yolla bitirilmesini örnek göstererek hükümeti bu hususta tevsik ettiler ve daha önce ordu ile PKK arasında bir muvazaalı çatışma süreci olduğunu, ordunun PKK’nın askeri yoldan bitirilmesini istemedi. Aksi takdirde çoktan PKK’nın askeri direnişinin tasfiye edileceğini düşünüyorlardı. İlk kez Ergenekon operasyonlarından sonra ordunun siyasetin denetimine girdiği, emniyetin de hükümetin denetiminde olmasından dolayı devletin tüm silahlı unsurlarının ilk kez koordineli olarak operosyan yaptıklarından bahisle bu sefer PKK’nın askeri yoldan bitirileceğini varsayarak, 2011 yılının Sonbahar ayında çatışmalı süreç derinleşerek devam etti. Siyasi alanda BDP kadrolarına yönelik KCK operasyonları adı altında operasyonlar hızlandırıldı. Sonuç itibariyle geldiğimiz aşamada onbine yakın BDP’li siyasi kadro tutuklandı. 2011 yılının kış koşullarından da yararlanarak PKK’nın askeri gücü ciddi olarak darbelendi. 31 Aralık 2012 tarihinde Uludere’nin Roboski köyünde savaş uçaklarının 34 köylüyü bombalayarak öldürmesi Kürt halkında ciddi bir tepki uyandırdı. 2012 yılının Newroz’unda yasak- lara rağmen yüzbinlerce insan polis barikatlarını aşarak Diyarbakır’daki Newroz alanına girince hükümet tüm operasyonlara rağmen KCK ve BDP çizgisinin kitle desteğinin büyüyerek devam ettiğini gördü. Ayrıca, Güney Kürdistan’da Maliki hükümeti ile bölgesel Kürt hükümeti arasında ilişkilerin gerilmesi ve kopma noktasına gelinmesi, KCK çizgisindeki PYD (Türkçesi: Demokratik Birlik Partisi) Suriye’nin kuzeyinde fiilen denetimi ele geçirip, bölgesini yönetmeye başlaması gibi dış gelişmeler hükümeti barışçıl müzakere yolu ile soruna çözüm bulmaya mecbur etti. 2012 yazında askeri alanda da çatışmaların boyutu ve yayıldığı alan daha önceki çatışmanın boyutlarını aşarak yeni bir evreye girdi. Hükümet güvenlikçi politikaların çözüm olmadığını ve bu yolla PKK’nın askeri yolla yenilgiye uğratılamayacağını ve siyasi operasyonlara rağmen aynı çizginin kitle desteğinin azalmadığını da görünce, Başbakan’ın pragmatik yanı da ağır basarak anladığımız kadarı ile 2012 kışında hükümet İmralı’da MİT aracılığı ile Abdullah ÖCALAN ile görüşmelere başladı. Bu süreç 2013 Ocak ayında da alenileşti. Ondan sonraki süreç de hepimizin bildiği gibi belli bir evreye ulaştı. En son ÖCALAN 21 Mart 2013 de Diyarbakır meydanında toplanan milyonlara yeni mesajını açıkladı. Bu mesajla öz itibariyle silahlı mücadelenin sonuna gelindiği, artık siyasi mücadele aşamasının başladığı, tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi ile Kürt meselesinin de çözüleceği şeklinde kitlelere mesajını iletti. ÖCALAN mesajı ile klasik ulus devlet anlayışının Ortadoğu’da Kürtler için de çözüm olmadığını, kurulacak Kürt Ulus Devletinin yıllara varacak kanlı boğazlaşmalara neden olacağını, sonunda varılacak ulus devletinde Kürtler için hayal edilen çözüm olmayacağı fikrini uzun yıllardır taşıdığı için son mesajı ile yakın, orta ve uzun vadede meselenin çözümünü ve perspektifini formüle etti. Kürtler; Büyük çoğunlukla ÖCALAN’ın bakış açısına desteklerini sunuyorlar. Sorun daha çok ülkenin batı tarafında çıkıyor. MHP klasik çizgisini sürdürüyor. MHP taraftarlarını sokağa dökmemesi kendi başına bir olumluluktur. Asıl sorunlu bakış açısına sahip olan CHP’dir. CHP bir türlü kendi içinde bir birlik sağlayamıyor. Çok farklı düşünen kesimler bir arada durmaya devam ediyor. Ulusalcı tabir edilen kesim ile kabaca yenilikçi denilen kesim arasında parti merkezi bir fikir birliğine varmış değil, bir gün ulusalcıları mutlu edecek açıklama yapılıyor, başka bir zaman da yenilikçilere yakın söylemler dile getiriliyor. Parti hareket edemez halde bulunuyor, söyledikleri arasında iç tutarlık meselelere, dolayısı ile Kürt meselesine uzun vadeli bir strateji oluşturamıyor. Sürece CHP olumlu ya da olumsuz dahil olamıyor. Kürtler belli bir siyasi programla, belli bir siyasi liderlikle taleplerini netleştirmişler, bu çizgide politika yapmaya çalıyıyorlar. Hükümetin temsil ettiği ülkenin çoğunluğunu oluşturan dini duyarlılığı olan kitleler de liderliklerini ve siyasi taleplerini AKP’de devam ettiriyorlar. Milliyetçi duyguları güçlü olan ve siyasi milliyetçilik üzerinden yürüten kesimler de temsiliyetlerini MHP’de bulmaktadırlar. Ülkenin laik orta sınıflarının desteğini alan ve si- 16 KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ yasi temsilciliğini yapan CHP henüz bir siyasi program ve bu programı yürütecek siyasi bir kadro çıkarmış değil. Deniz Baykal’ın genel başkanlığı döneminde doğru-yanlış meseleleri bir bakış açıları, bununla ilgili de bir politikaları mevcuttu. Şu an CHP’nin temsil ettiği kesimler ve CHP, önüne netleşmiş bir siyasi program koymadığı gibi, böyle bir programı ortaya çıkaracak bir siyasi liderlik de çıkarmış değil, kafası karışık, olayları yönlendiren değil, olayların arkasından sürüklenen bir haldedirler. Şu an açılım sürecinin geleceği için de CHP nin acilen netleşmiş siyasi bir program ve liderliği yaratması gerekmektedir. Bu durum CHP için değil, ülkedeki diğer kesimleri de olumsuz etkilemektedir. Türk halkının sürece dahil edilmesi ve meseleyi kavraması açısından yüzleşmek gerekiyor. Türk halkının büyük çoğunluğu Kürt meselesinin nedenlerini, 30 yıllık çatışmalı süreci anlamaktan ve anlamlandırmaktan uzaktır. Çünkü, yaklaşık 90 yıldır kendisine dayatılan resmi ideoloji meseleyi kavramasına engel olmaktadır. Böyle olunca da, bırak sıradan vatandaşı, kendisine entelektüel, aydın sıfatını uygun görenler bile olayı Kürtlerin “Hain”, “İşbirlikçi”, “Emperyalislerin maşası” gibi kavramlarla açıklamaya çalışıyor. Tüm Türkiye’de yaşayan insanlar gibi, herkesin devletle problemleri olmuştur. Bu problemler, sınıfsal, dinsel, mezhepsel, köylü-şehirli çelişkisi gibi nedenlerden kaynaklanmış olabilir. Tüm bunlara ilaveten, Kürtler Cuhuriyet boyunca ayrıca “Milli baskı” ile karşılaştılar. Yani, Kürtlüklerini inkar edip, Türk üst kimliğini benimsemelerini, dillerini, kültürlerini bırakmaları için devletin baskısına maruz kaldılar. Devletin bu red ve inkar politikası Kürtlerde isyana sebep oldu, bu kısır döngü günümüze kadar geldi. Ne Kürtler tümü ile asimile oldular, ne de devlet baskısından vazgeçti. Bu sürecin tarihsel arka planı ile ilgili kitleler bilgilendiklerinden sorunla yüzleşmiş olacaklardır. Meseleyi kavramaları kolaylaşacaktır. Kürtlerin Kürt olarak kalmalarının, Türk halkının aleyhine olmadığını Türk halkı da kavrayacaktır. Dolayısı ile bu barışçıl çözüm sürecine mümkün olan en geniş kesimlerin dahil etmek, meselenin nedenlerini anlatarak halkın kavramasını sağlamak, sürecin sağlıklı yürümesinin birinci koşuludur. Resmi ideoloji gerçeklikten yola çıkılarak oluşturulmadığı için kitleler için bir yanılsama oluştu. Gerçeklikten kopuk, hayali bir SAVUNMAYA, MESLEĞİMİZE VE BİRBİRİMİZE SAHİP ÇIKALIM. KOCAELİ BAROSU AVUKAT HAKLARI MERKEZİ Baro Tel: 0 262 322 36 36 Cep Tel: 0 533 741 55 77 Mail: [email protected] entelektüel dünya oluştu. Gerçekte var olmayan bu yaratılan yapay kimliğin hayatta karşılığı olmadığını gören batıdaki kitleler paniğe kapılmakta, ülkenin elden gideceği şeklinde yapay korkulara kapılmaktadır. Travmatik bir ruh hali mevcuttur. Bu sürecin kesintiye uğramadan sürmesi, Kürt meselesinin müzakere ve barış yolu ile çözülmesi tek çıkış yoludur. Uzun yıllar mesele devlet ile Kürtler arasında idi. Çatışmanın çok uzun sürmesi ve giderek boyutlanması, karşılıklı can kayıpları, halklar arasında da düşmanlıklar doğurmaya başladı. Bu tehlikeli gidişe ve sürece müdahale ederek sürecin çatışmadan müzakereye, silahtan siyasete çevirmek zourndayız. Sürecin kesintiye uğraması yeniden başa dönme tehlikesini içermektedir. Halklar arası gerginlikler hızla artmakta, devlet şimdiye kadar batıda bu süreci kontrol edebildi. Ancak, yeniden başlayacak bir çatışma süreci batıdaki şehirlerde kitleler arasında başlayabilecek gerginlik ve çatışmalar kontrol edilebilir olmaktan çıkacaktır. Bu da tüm Türkiye halklarının felaketi olacaktır. Böyle bir süreçten hiçbir kesim, hiçbir siyasi oluşum kazançlı çıkamaz. Dolayısı ile barışçıl siyasi yol tek çözüm aracıdır. DEĞERLİ MESLEKTAŞLARIMIZIN GECİKMİŞ DÖNEM BARO AİDAT BORÇLARINI ÖDEMELERİNİ RİCA EDERİZ. KOCAELİ BAROSU 17 KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ ŞİDDET… Kadına Yönelik Şiddet ve Çocuğa Şiddet Hüseyin KUTLU - Psikolog/Psikoterapist* C umhuriyet tarihinden günümüz son değişikliğine kadar İcra iflas Kanunu toplamda 22 kez değişikliğe uğramıştır. En son 6352 sayılı yasayla bir kısım değişiklikler yapılmış ve yasanın bazı maddeleri değiştirilmiş, kanun yeni haliyle 05.01.2013 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Y1999 yılının 8 Mart’ında BM Genel Sekreteri Kofi Annan “Kadına yönelik şiddet en utanç verici insan hakları ihlalidir ve belki de en yaygınıdır” diyordu. Dünya üzerinde tüm ülkelerde sıklığı ve görünümü değişse de ortadan kalkmayan kadına yönelik şiddet, kadınların beden ve ruh sağlığını ciddi olarak tehdit eden önemli bir sağlık sorunudur. Dünya Bankası verilerine göre, 15 – 44 yaş grubundaki kadınların cinsel şiddet ve aile içi şiddete maruz kalma riski, kanser olma, trafik kazası geçirme ve sıtmaya yakalanma riskinden daha yüksektir. Tüm dünyada, cinayet nedeniyle ölen kadınların yarısı kocaları / partnerleri tarafından öldürülmektedir. Türkiye’deki duruma baktığımızda yedi yılda kadın cinayetlerinde % 1400 artış olması çok acil girişimler ve önlemlere gereksinim olduğunun en açık göstergesidir. İnsan yavrusunun ruhsallığında evrensel olarak varlığı kabul edilen ve cinsellikle birlikte en güçlü iki dürtüden biri olarak kabul gören saldırganlık ve onun ürünü şiddet, toplumda farklı görünge ile gözlemlenmektedir. Şiddet tanımları incelendiğinde “kişinin bedensel ve / veya ruhsal bütünlüğüne zarar veren” bir davranışın varlığına vurgu yapılmaktadır. Şiddet insan saldırganlığı için kullanılan bir kavramdır. Etologlar, hayvanlardaki saldırganlığı, “fiziksel saldırganlık veya saldırganca sosyal işaretlerle karakterize davranış” olarak tanımlıyorlar. Hayvan davranışları üzerine yapılan araştırmalar, daha önceden bilinenin aksine, hayvanlarda, her an boşalmaya hazır bir hayvani saldırganlık içgüdüsünün olmadığını, hayvanların ancak belirli durumlar ve uyaranlar karşısında saldırganlaştığını göstermiştir. Hayvanlar, yaşam alanlarını ve yavrularını yabancılardan korumak, eş bulmak, liderlik ve beslenme gibi içgüdüsel dürtülerinin doyumu engellendiğinde saldırganlaşabilmektedirler. Etolog K. Lorenz’e göre, “Hayvanlar aleminde, normal koşullarda, aynı türün üyeleri arasında ciddi yaralanma veya ölümle biten saldırganlık enderdir” İnsan saldırganlığının veya şiddetin, engellenmeyle yakından ilişkisi olmakla birlikte, insanlarda öfke ve saldırganlık yaratan durumlar, hayvanlarla karşılaştırılamayacak kadar çeşitli, karmaşık, bir başka deyişle “insani”dir. Saldırganlık ve şiddeti anlamaya çalışırken öfke kavramının göz ardı edilmesi olanaksızdır. Öfkenin, nefret, haset, kıskançlık, egemen olma vb. duygular gibi saldırganlığın hazırlanması ve sürdürümünü sağlayan bir işlevi olduğu söylenebilir. Kişi, toplum içinde, ötekilerin gözünde değerli, sevilen, güçlü, egemen, güvenilir, üstün vb. olmak ister. Bunlar, insanı hayvandan ayıran en önemli ruhsal yapının, egonun, narsisistik idealleridir. Psikanalist G. Rochlin’e göre “İnsanın en büyük incinme kaynağı, narsisizmidir. Saldırganlık onun tarafından davet edilir”. Gündelik yaşamda karşılaştığımız çeşitli şiddet davranışlarını, insanın hayvani doğasıyla açıklamak, hayvanlar üzerinden hemcinslerimizi, benzerlerimizi temize çıkarmak çabasından başka bir şey değildir. Şiddet karşısında sıklıkla söylenen “Bunu yapan insan olamaz” sözü, saldırganın hemcinsimiz olması, yani bize benzemesiyle yaralanan narsisizmimizi, egomuzu onarma çabasıdır. “O insan değil başka bir şey olmalı! O ancak bir hayvan olabilir”. Aksine, tüylerimizi diken diken eden şiddet eylemlerini yapanlar, tam da insan oldukları için bu kadar acımasız olabilmişlerdir. Bağlanma kuramının kurucusu J. Bowly’e göre; Saldırganlık güvensiz bağlanmadan kaynaklanır” Bowly, saldırganlığı, “…nesne kaybının acısına karşı verilen tepki,…nesne kaybının aktive ettiği uyum sürecinin bir parçası” olarak tanımlar. Bu bağlamda kadına yönelik şiddet üzerinde bir analiz yapacak olursak; fiziksel, cinsel, ruhsal ve ekonomik olarak sınıflandırabiliriz. Fiziksel şiddet; kadınları kontrol etmek amacıyla kullanılan fiziksel saldırı ve tehdit, tartaklama, tokat atma, dövme, tekmeleme, yumruklama, ateşli silah ya da kesici / delici bir aletle yaralama, ölüme yol açma olarak tanımlanır. Cinsel şiddet; kadını güç kullanarak cinsel ilişkiye, cinsel ilişki sırasında istemediği cinsel davranışları yapmaya zorlama, cinselliği bir cezalandırma yöntemi olarak kullanma, kadına cinsel bir nesne gibi davranma, fuhuşa zorlama, tecavüz gibi farklı biçimlerde yaşanabilir. Ruhsal şiddet; duygular ve duygusal gereksinimlerin baskı uygulayabilmek amacıyla tutarlı biçimde istismar edilmesi, bir yaptırım ya da tehdit aracı olarak kullanılması, kadının görünüşü, yaptıkları, bedeni ile sürekli alay edilmesi ve aşağılanması, sevgi, ilgi, onay gibi ruhsal gereksinimlerin göz ardı edilmesi, küçümsenmesi, değer verilen inançların aşağılanması ya da bunlara aykırı davranmaya zorlanması, aşağılama – alay – hakaret başkalarının yanında küçük düşürme, evden çıkmaya, aile ve arkadaşlarla görüşmeye izin vermeme, destek alabileceği kurum ve kişilerden uzak tutma, telefonla taciz etme, işyerinde taciz, sokakta takip etme olarak tanımlanır. Ekonomik şiddet; kadının ailenin gelirinden daha az yararlanması, sağlık hizmetlerine ve eğitime aynı hanedeki erkeklerden daha az ulaşması, aynı hane içinde kadının daha kötü beslenmesi, çalışmasına engel olunması ya da istemediği işlerde çalışmaya zorlanması, parasının, banka kartının ya da kredi kartının elinden alınması, ailenin taşınır ve taşınmaz mallarının erkekler üzerine yapılması, mal sahibi olmasının ya da para biriktirmesinin engellenmesi, ailenin parasının nasıl harcanacağı konusunda söz sahibi olmaması gibi çok farklı şekillerde ortaya çıkan ve oldukça yaygın olan bir şiddet türüdür. Kadına yönelik şiddetin temel nedeni, yukarıdaki anlatılan; erkeğin engellenmesi sonucunda ortaya çıkan narsisistik incinme duygusuna ek olarak erkek egemen sistem içinde kadınları kontrol altına alma ve kadınların yaşamını ve yaşam alanlarını erkeklerin koydukları kurallara göre düzenleme is- teğidir… Ruh sağlığı çalışanları olarak günlük pratiğimizde çocuğa ve gençlere yönelik şiddetle çeşitli biçimlerde karşılaşmaktayız. Bazen olgular doğrudan adli süreç içinde, bazen şiddetin yol açtığı klinik psikolojik belirtiler ile bazen de alan gönüllü çalışmaları ile izlenilmektedir. Çocuk ve ergene karşı şiddetin nedenlerini; ekonomik sıkıntılar, işsizlik, ebeveyn arasındaki geçimsizlik ve şiddetin varlığı, ebeveynde kişilik bozukluğu bulunması, ebeveyn yaşlarının küçük olması, çocuğun tek ebeveynle yaşıyor olması, ailenin sosyal desteğinin az olması, çocuğun fiziksel ya da zihinsel özürlü olması ve istenmeyen bir gebelik sonucu dünyaya gelmesi oluşturabilmektedir. Ülkemizde 14 Eylül 1990’da imzalanan 54 maddelik Çocuk Hakları Sözleşmesi, Aralık 1994’te meclisten geçirilerek yürürlüğe girmiştir. Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin yanısıra Türk Ceza Kanunu’nda da çocuğa karşı her türlü ihmal ve istismarı içeren şiddete yer verilmiş ve konu ile ilgili hükümler kanunda yer almıştır. Çocuk ihmal ve istismarı bildirimi zorunlu bir durum olarak tanımlanmıştır. Şiddet, çocuk ve gençlerde benlik saygısını zedeleyen, kişilik gelişimini olumsuz etkileyebilen bir durumdur. Çocuğa yönelik şiddette koruyucu ruh sağlığı politikaları, Çocuk Hakları Sözleşmesi’ndeki hakların ulusal yasalara alınması, ekonomik eşitsizliklerin düzeltilmesi, ailelerle ebeveynlik ve iletişim konusunda çalışılması, çocuk koruma politikalarının oluşturulması başlıca hedef olmalıdır. Çünkü her türlü şiddet çocuğun bedeninde ve zihninde büyük yaralar açmakta, uzun süreli sağaltım gerektirmektedir. Sözlerimi Albert Einstein’ın 1932 yılında Sigmund Freud ile sürdürdüğü mektuplaşmalarını hatırlatmak isteyerek sonlandırıyorum. Bu mektuplarda Einstein, Freud’a şu soruyu yöneltiyordu: “Bulunduğumuz konum itibariyle uygarlık için en can alıcı soru şudur: İnsan oğlunu savaş alın yazısından kurtarabilmek için bir yol var mıdır?”. Freud’un Eylül 1932’de yazdığı mektubunda verdiği yanıt ise oldukça karamsardır ama yine de mektubunu ılımlı bir notla noktalar:”(…) insan aklıyla ve duygularıyla olaylara yaklaşabildiği ve ilerde kopacak bir savaşın yaratacağı sonuçlardan korktuğu için, yakın zamanda savaşlar bitebilir düşüncesi aslında çok da ütopik değildir”. Freud bunları söylüyordu. Şiddet biyolojik yazgı mı yoksa etkisiz ana – babalık, yuvada şefkatsizlik, yoksulluk ve cinsel eşitsizliğin hazsızlığı ve hazımsızlığı mıdır? Ne dersiniz? * Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen – Edebiyat Fakültesi Psikoloji bölümünden mezun olmuştur. Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk – Ergen Psikiyatrisi bölümünde (2002 – 2004) psikolog olarak görev yapmıştır. 2004–2005 Kocaeli Büyükşehir Belediyesi- Avrupa Birliği Mesleki Eğitim Projesi (MEKSA) / Psikolojik Danışmanlık görevini yürütmüştür. Psikolojik Danışmanlık ve psikoterapi çalışmalarında; Gestalt, EMDR (Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme), Psikanalitik Yönelimli Psikoterapi (Dinamik) yetkinliklerine ulusal ve uluslar arası sertifika düzeyinde sahip olmakla; psikometrik değerlendirmeler, erken dönem travmalar, kişilik bozuklukları, ilişki problemleri ve meslektaşlarına yönelik mesleki kurslar düzenlemek başlıca çalışma alanlarını oluşturmaktadır. Halen Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda klinik çalışmalar yürütmekte ve Columbia University ile Bilgi Üniversitesinin Uluslar Arası Travma Çalışmaları Programına devam etmektedir. 18 KİTAP TANITIMI KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ TİS Sistemi ve sendikasızlaştırma: Hukuk, hakkı nasıl kurban eder? Sınıf çalışmaları üzerine notlar Onur BAKIR İ şçiler neden sendikalı olur? Her ne kadar yasalar “işçi, sendika üyeliği nedeniyle işten çıkarılamaz” dese de her yıl sendikalı olduğu için binlerce işçinin işten atıldığı; sendikalı işçilerin başına gelenin pişmiş tavuğun başına gelmediği, patronların sendikalaşan işçiye etmediğini bırakmadığı; “sendikalı olmayın” korosuna imamların bile iştirak ederek, işçilere sendikalı olmamalarını vaaz ettiği; ikna odalarının, baskının, tehdidin, işten atmanın kâr etmediği yerde patronun, işçileri demir çubuklarla dövdürmekten geri durmadığı; hal böyle olunca her on işçiden dokuzunun sendikalı olduğu takdirde işveren tarafından cezalandırılacağını düşündüğü bir ülkede işçiler neden sendikalı olur sahiden? Soru uzun oldu ama yanıtı kısa: Toplu iş sözleşmesi… İşçilerin sendika üyesi olmasının tek nedeni bu değil belki ama şüphesiz, işçilerin tüm engellere, tüm risklere rağmen örgütlenmelerinin temel nedeni, sendikaları vasıtasıyla toplu iş sözleşmesi imzalamak ve toplu iş sözleşmesi ile haklarını, iş güvencelerini ve ücretlerini iyileştirmek; daha iyi koşullarda çalışmak ve yaşamak. Sendikalı olmak çetrefilli bir iş; toplu iş sözleşmesine ulaşmak ayrı bir der t, engelli bir koşu adeta! Diyelim ki… Öncelikle işçinin işkolu barajını aşmış bir sendikaya üye olmuş olması, o sendikanın da bir işyerinde toplu iş sözleşmesi imzalayabilmesi için işçilerin en az yarısını (işletmelerde yüzde 40’a düşürüldü) sendikaya üye kaydetmesini şart koşuyor yasamız. Diyelim ki, işçilerin yarısından çoğu iradesini ortaya koydu, sendikaya üye oldu; hasbelkader de işveren işçilerin çoğunu işten atmadan, sendikadan istifa ettirmeden, kontra-sendikaları devreye sokmadan önce, sendika işyerinde çoğunluğu sağladı. İş bununla da bitmiyor! Yine yasa gereği Sendika Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na “çoğunluk (yetki) tespiti” için başvuruda bulunuyor. Diyelim ki, Bakanlık da, sendikanın çoğunluğa sahip olduğunu tespit ediyor. Toplu sözleşmeye öyle kolayca ulaşmak kimsenin harcı değil, bu sefer de itiraz aşaması başlıyor. 12 Eylül darbecileri tarafından çıkarılmış ve 30 seneye yakın süre Anayasa’ya aykırılığı dahi öne sürülemeyen 2822 sayılı Yasa’ya göre 6 iş günlük itiraz süresi başlıyor. İşte, dananın kuyruğu da burada kopuyor. İşveren, 6 işgünü içinde Bakanlığın yaptığı çoğunluk tespitine itiraz ettiği takdirde, yargı süreci başlıyor. “ Yetki itiraz davası” en iyimser ihtimalle 1 sene, olağan koşullarda 2-3 sene, zaman zaman da 5-6 sene sürebiliyor. İşçilerin örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını kullanabilmeleri için, bu badireyi de atlatmaları gerekiyor… Yetki sisteminden sendikasızlaştırmaya İşte Murat Özveri’nin Türkiye’ de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma (19632009)1 başlıklı, doktora tezine dayanan çalışması, Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketinin kangren haline gelmiş olan bu sorununu mercek altına alıyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından 2012 yılında ilk kez verilmeye başlanan “Prof. Dr. Cahit Talas Ödülü”ne oy birliğiyle layık görülen bu çalışma, Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi yayını olarak Legal Yayınevi ta1 Murat Özveri, Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma, Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, Ankara (baskı, satış ve dağıtım: Legal Yaygıncılık), 2013. rafından geçtiğimiz ay içinde basıldı. Uzun yıllar boyunca sendika avukatlığı yapan, sayısız yetki itiraz davası ile uğraşan Murat Özveri’nin mesleki bilgi ve deneyimini akademik derinlik ve titizlikle birleştirdiği kitabı, Türkiye’deki toplu iş sözleşmesi yetki sisteminin, bir başka deyişle yasal kurallar silsilesinin, toplu sözleşme hakkının özgürce kullanılmasını düzenlemek ve güvence altına almaktan ziyade sendikasızlaştırmaya nasıl kapı araladığını gözler önüne seriyor. Kitap beş bölümden oluşuyor. Birinci bölümde toplu iş sözleşmesi ehliyeti, ikinci bölümde ise toplu iş sözleşmesinde taraf sendikayı belirleme yöntemi, teoride ve uygulamada, tarihsel bir seyir içinde, dünyadan örnekler vererek ele alınırken, Türkiye’deki sistemin oluşum ve gelişim süreci de masaya yatırılıyor. Üçüncü bölümde 1963-1980 yılları arasında Türkiye’de uygulanan yetki sistemi ve bu sistemin yarattığı sorunlar karşısındaki çözüm arayışları, dördüncü bölümde 12 Eylül darbesinden günümüze kadar uzanan süreç inceleniyor ve bu incelemede geçtiğimiz aylarda çıkan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun eski sistemi nasıl yeniden ürettiğine ilişkin bir tartışma da yeralıyor. Beşinci bölümde, 1983-2009 döneminde yetki sistemi, metal, petro kimya-lastik, tekstil ve kâğıt sektörlerini kapsayan bir araştırmanın verileri ışığında analiz edilirken, kitabın sonuç bölümünde yetki sorununun neden çözümsüz bırakıldığı ve nasıl çözümlenebileceği tartışılıyor. İşverenlerin yüzde 67,58’lik başarısı Özveri, çalışmasında dört sektörde örgütlü 9 sendikanın 1983-2009 yılları arasında yaptıkları tüm yetki başvurularını ve bunlara yapılan itirazların dö- KİTAP TANITIMI KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ kümünü çıkarırken, şu sonuç ortaya çıkıyor. Bu zaman aralığında Bakanlığın yaptığı yetki tespitine işveren tarafından itiraz edilen 867 işyerinde sendika davayı kazanmasına rağmen yalnızca 281 işyerinde toplu iş sözleşmesi imzalanabilmiş. Bir başka ifadeyle, sendikaların yasanın aradığı çoğunluğu sağlamasına ve yapılan itiraz üzerine bu durumun yargı kararıyla da tescil edilmesine rağmen, toplu sözleşme imzalayabilme oranı yüzde 32,41’de kalmış (s.301). İşverenler davaları kaybetmelerine rağmen, davalar devam ederken sistematik ve yoğun bir sendikasızlaştırma politikasını işyerlerinde uygulayarak, işçilerin büyük çoğunluğunu ya sendikadan istifa ettirmiş ya da işten atmış oluyor; böylece her üç itirazdan ikisinde, sendika yargı kararı ile yetkili sendika olarak toplu sözleşme masasına oturmaya hazırlanırken, ortada toplu iş sözleşmesinden yararlanacak ya da greve çıkacak işçi kalmıyor, sonuçta sendikal örgütlenme toplu iş sözleşmesi imzalanamadan sönümleniyor. Çok boyutlu bir çalışma Özveri’nin çalışması, toplu iş sözleşmesi yetki sistemini hukuksal boyutuyla enine boyuna inceliyor ve bu yönüyle hukukçuların, sendikacıların, akademisyenlerin, yazıp çizenlerin, sendikal alanın pratiği içinde olanların ilgisini sonuna kadar hak ediyor, bu konuda yapılan çalışmalarda yeni bir eşik oluşturuyor, gelecekte yapılacak çalışmalar için 19 sağlam bir altyapı sunuyor. Ancak kitap, yalnızca bir hukuk, sendikal mevzuat / sistem incelemesinden ibaret değil. Özellikle sendikal mevzuatın ve uygulamanın oluşum ve gelişim sürecini tarihsel ve sınıfsal bir mecrada ayrıntılarıyla ele alan çalışmayı, Türkiye’nin yakın dönem siyasi ve toplumsal tarihi bağlamında da okumak, egemenlerin sendika algısı ve bu algıya gizli sınıf korkusunu görmek, yüz yıl önce sendikaları “muzır” gören, “bize sendika değil sanayi lazım” diyen anlayışın, yüz yıl sonra başka bir veçhede ancak aynı özde sürdüğüne, 12 Eylül’ün Türkiye işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkisine ve bu etkinin devam ettiğine yeniden şahit olmak mümkün. Bilhassa bütün bu karanlık tabloda işçi sınıfının yeniden ayakları üzerinde doğrulmasını dert edinenler bakımından muhakkak edinilmesi, okunması, tartışılması gereken bir kaynak Özveri’nin çalışması. Nasıl değişir? Sistemdeki sakatlığı teoride ve uygulamada gözler önüne seren çalışmanın ana sorunsalını, işçilerin sendikal örgütlenmenin en önemli meyvelerinden biri olan toplu iş sözleşmesi hakkından özgürce yararlanabilmesi oluşturuyor. Çalışma, bu anlamda, sorunu deşifre etmekle yetinmiyor, çıkış yolları ve olanaklarını da ortaya koyuyor. Ancak mesele dönüp dolaşıp, bu olanakları yaşama geçirmenin, hakları hukuka kurban etmememin ancak işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile mümkün olabileceği noktasına getiriyor bizi. Tam da bu noktada Özveri’nin yine bu köşede tanıttığımız bir başka çalışmadaki tespitini anımsamak gerekiyor; “ne kadar yasa o kadar hak ” söylemini tersine çevirmek, “ne kadar hak o kadar yasa” demek; yasalarla karşı karşıya gelmek, sendikal hakların kendinden kullanılabilir olma ilkesine dayanarak, fiili mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.2 Zira Özveri’nin çalışması, kendinden kullanılabilir bir hak olan sendikal hakların, fiili mücadele ekseninde “hakkıyla” kullanılmadığında, adliye koridorlarında kendinden nasıl yok olabildiğini, ziyadesiyle gözler önüne seriyor 2 Murat Özveri, Sendikal Kriz Yaklaşımları içinde, der. Fikret Sazak, Epos, Ankara, 2007. 20 FAALİYETLER Av. Seda SALMAN KOCAELİ BAROSU BÜLTENİ Sinema Rehberi ORSON WELLES VE YURTTAŞ KANE GİZEMİ “Sinemayı yaratan Sergei Eisenstein, mükemmelleştiren Orson Welles, öldüren Jean Luc Godard’dır.”1 Sinema, 19. Yüzyılın sonlarında Lumiere Kardeşler’ in “sinematograf” adını verdikleri aletleriyle çekilen belgesel sayılabilecek kısa filmlerle başlar; önce George Meliés ile öykü anlatımına dönüşür, daha sonra klasik Hollywood anlatımının temellerini atan ABD’ li yönetmen Griffith, sinemayı bir ideoloji yayma aracı olarak kullanırken, kurgunun sinemadaki gücünü gösteren Sovyet yönetmen Sergei Eisenstein, bugün hala bilimkurgu türünün en iyi eserlerinden biri olarak gösterilen Metropolis’ in Alman ekspresyonist yönetmeni Fritz Lang gibi kurgucuların verdikleri eserlerle 20. Yüzyılda kendisini “yedinci sanat” olarak kabul ettirir. Bu “yedinci sanata” dair bir isim vardır ki, başta ana akım sinemanın bilinen tüm kurallarını yıkan, Cahiers Du Cinéma Dergisi’ nin yayımladığı manifestoyla ortaya çıkan Fransız Yeni Dalga Akımı’ nın ünlü yönetmenleri olmak üzere, kendisinden sonra gelen tüm sanatçıları ve eserlerini etkilemiştir. Başyapıtı kabul edilen Yurttaş Kane hala çoğu sinema eleştirmenince çekilen en iyi film kabul edilmektedir. Bu isim Orson Welles’ dir; peki Orson Welles’ in ve henüz 25 yaşındayken çekmiş olduğu “Yurttaş Kane” nin gizemi nedir? İnsan ile modernite arasındaki ilişkinin toplumsal olarak kabul görmüş, geleneksel algısı üzerine olan tezlerin çöküşü örneklendirmesi niteliğindeki Yurttaş Kane, başkarakterin annesi Mrs Kane’ nin, bu mirasını 25 yaşını doldurduğunda devralmak üzere Charles Foster Kane’ ye bırakması ve Kane’ nin mirasını yönetme hakkına sahip olduğu yaşlarında önce New York Inquirer Gazetesi’ ni satın alması, iki başarısız evlilik yapması ve sonucunda yalnızlık içerisinde ölmesi hikâyesidir. Yurttaş Kane, bir adamın iktidarını ve o iktidarını daim kılmak için sergilediği üstün manipülasyon yeteneğini karikatürize eden, modern çağlar tragedyası olarak, Shakespeareyen karakter “Büyük Charles Foster Kane” etrafından dönen ancak hiçbir zaman Kane’ nin tutumunun olumlaması anlamına gelmeyen, güncel “Amerikan Rüyası” distopyasıdır. Film Charles Foster Kane’ nin evinin görüntüleriyle açılır ve biz bu sayede görkemine rağmen izleyicide soğuk ve yaşanılması arzu edilmeyen hissiyatı oluşturan evi Xanadu’ nun -aslında bir ev görüntüsünden ziyade bir saray görüntüsüdürdemir parmaklıklara benzeyen kapısından içeri gireriz; üstelik girişinde “girilmez” yazısı olmasına rağmen. Filmin Amerikan Rüyası’ na darbe vuran yaklaşımı burada başlar, biz Amerikan Kültürü’ nün en önemli olgusu olan “mülkiyet hakkını” ihlal ederiz. Xanadu’ yu çeşitli açılardan görüntüleyen kameranın, hep tek bir odak noktası vardır; ışıklı bir oda. Welles’ in tabiriyle izleyiciyi yönetmenin arzu ettiği şekilde manipüle eden, ona yönetmenin göstermek istediğini gösteren “seyirci kamerasını” takip ederek ışıklı odaya varırız. Charles Foster Kane yataktadır; ölmek üzeredir. Elinde içinde Xanadu’ nun aksine yaşanılası yer hissiyatı uyandıran beyazlar içinde bir ev olan kar küresi vardır; Kane “rosebud” kelimesini sayıklar; kar küresi yere düşer, kırılır. Charles Foster Kane ölür. Sonraki sekans bir televizyon haberidir. News On March adında bir belgesel filmi yansır beyazperdeye ve Charles Foster Kane’ nin tüm hayatı, 10 dakikaya sıkıştırılmış bir haber şekilde verilir. Bir sonraki sahnede bunun yeterli bir belgesel olmadığını konuşan haberciler vardır; haber eksiktir; Rosebud gizemi çözülmelidir. Filmin sonuna kadar da Rosebud’ın ne olduğunu araştırmakla görevlendirilen gazetecinin Kane’ nin etrafındaki bireylerle röportajlarını izleriz; hepsi de News On March’ da yayımlanan belgeselle özdeşleşen şeyler anlatacaktır; haberci biz filmin sonunda Rosebud’ ın ne olduğunu öğrensek de, öğrenemeyecektir. Zaten aslında öğrenmesi, çözmesi de gerekmemektedir; filmde asıl gizem yaratan husus da budur. Rosebud ünlü auteur yönetmenlerden Alfred Hitchcock’ un tabiriyle “macguffin” dir; yani filmde yaşayan karakterler için önemli olan/önemli gözüken, hikayenin akışına katkıda bulunabilen, ancak dışarıdan filmi takip edenler için genelde bir anlamı, bir tanımı olmayan öykü öğesidir. Yönetmen Yurttaş Kane’ nin hayatını zaten bize belgesel şeklinde on dakika içerisinde anlatmıştır; Welles’ in asıl yapmak istediği şey “bir adamın iktidarı, duygu dünyası üzerine film yapmaktır.” Rosebud biz Kane’ i tanırken, Kane’ in psişik iktidarının çöküşünü izlerken, bizi filme bağlamak için, merak unsuru niteliğinde, işlevsel olarak kullanılır. Kaldı ki filmi dikkatli izleyen izleyici başından beri Rosebud’ ın ne olduğunu bilir; ancak bunun bir önemi yoktur. Bizim peşinde olduğumuz şey Rosebud değil, Kane’ nin aslında kendi çocukluğu ve çocukluğunda yaşadığı ev temsili olan kırılan kar küresidir; o kar küresini gazeteci sayesinde yeniden toplamaya çalışırız. Hikayenin anlatımındaki orijinalliğin yanı sıra “Yurttaş Kane”, sinemaya getirdiği çünkü kompozisyon o kadar başarılı düzenlenmiştir ki, seyirci zaten dekorda ilk olarak ilaç şişesini görmektedir. Karakter bunun üzerine konuşmak zorunda kalmaz. Dekor, Orson Welles sinemasında seyirciyi yönlendiren bir unsur olmuştur; tüm filmde de örneklendirmesini görürüz. Yine sinema tarihine getirdiği bir diğer yenilik, kendi kompozisyon kurallarını oluşturmasıdır. Sahnelerinde üçlü bir anlatım kullanan Welles, izleyicinin odağını da kendisi belirler. Örneğin eğer bir karakteri öne çıkarmak istiyorsa, diğerleri gölgede kalır. Böylelikle karakterini izleyicinin dikkatine hapseder, izleyiciye anlatmak istediğini net bir biçimde verir. Özellikle Küçük Kane’ nin kızağıyla oynadığı sahneden, bir anda eve geçen planda, hem alan derinliği, hem de üçlü kompozisyon net bir şekilde görülebilmektedir. Bu sahnede Kane’ nin dış plan görüntüsü ile Mrs Kane, Mr Kane ve Mr Burnstein’ in iç plan görüntüsü oldukça tezatlık içermektedir. Alan derinliği tekniğiyle içeriye giren kamera sayesinde Kane’ in ufuksuz bir dış planda özgür olduğu, ancak büyüklerin dekorla kısıtlanmış iç planda sıkıştığı açıkça görülmektedir. Nitekim büyüklerin dış plana çıkması ile küçük Kane’ in dünyası da kısıtlanmıştır; Kane büyüklerin üçgen biçimindeki alanında sıkıştırılmıştır. Orson Welles böylelikle sinema tarihinin en başarılı sahnelerinden birine imza atmıştır. Yurttaş Kane her izlenildiğinde ayrı bir yönetim dehası fark edilebilecek, bu hususta ders niteliğinde bir film olarak kabul görmektedir. Şüphesiz ki, sinema tarihine getirdiği gerek anlatı biçimi, gerek kameranın gücü, gerekse teknik yenilikler ile Andre Bazin, Stanley Kubrick, Martin Scorsese gibi sinema tarihine yön vermiş kuramcıları etkilemiş olan Orson Welles, Yurttaş Kane’ de ortaya koyduğu dehasıyla gelecek kuşakları da etkilemeye devam edecektir. 1- Yeni Dalga 50 Yaşında, http://video.ntvmsnbc.com/ yeni-dalga-50-yasinda.ht. 2- Yayınladıkları manifesto ile Fransız Yeni Dalga (Nuovelle Vageu) Akımını başlatan Cahiers Du Cinéma Dergisi ile ortaya konmuş tanımlamadır. Auteur, Fransızca yazar anlamına gelmektedir. 3- Ümit Açık, Macguffin Gibisi Yok, http://www.bakiniz. com/macguffin-gibisi-yok/ 4- Quentin Tarantino’ nun yönettiği 1994 yapımı Pulp Fiction filmindeki içinde ne olduğunu bilmediğimiz bavul, Roman Polonski’ nin yönettiği 2010 yapımı The Ghost Writer filminde ne yazıldığını öğrenemediğimiz kitap, Coen kardeşlerin yönettiği 1991 yapımı Barton Fink filmindehiç açılmayan gizemli kutu bilinen macguffin örnekleridir.