sayı 4 - Therapiamag

Transkript

sayı 4 - Therapiamag
sayı 4
Önsöz
Dördüncü sayımızda borderline kişilik yapısını ele alıyoruz. “Borderline” başlığı altında, bu alanla ilgili farklı metinleri bir
araya getiriyoruz. Psikoterapiden geçmiş ve ismi bizde saklı bir danışan borderline’ın ne olduğunu, nasıl yaşantılandığını,
neler düşündürüp neler hissettirdiğini “Paratoner” mahlasıyla aktarıyor. “Hayatın Kıyısında”, Alper Hasanoğlu’nun borderline
kişilik yapısına şematerapi perspektifinden detaylı bakışını içeriyor.
İçindekiler
Dosya konusu
Borderline
Bilişsel Davranışçı Terapi Perspektifinden Borderline Kişilik Bozukluğu'na Bir
Bakış – Berk Murat Ergün & Sandy Kohen
Borderline kişilik yapısıyla terapinin kıyısında – Duygu Coşkun
Borderline'e gelişimsel bir bakış – Burcu Gençer-Türk
Borderline – Fuat Erman
Alper Hasanoğlu “Borderline sınırlarını zorlarken...” başlıklı makalesinde ilk psikoterapi hastasıyla yaşadığı zorlu ancak
son derece öğretici seansları içtenlikle anlatıyor. Klinik Psikolog Duygu Coşkun, borderline kişilik yapısıyla çalışmanın
zorluklarını “Borderline Kişilik Yapısı ile Terapinin Kıyısında” isimli makalesinde dile getiriyor. Galatasaray Üniversitesi
Öğretim Görevlisi Fuat Erman da yine borderline kişilik yapısıyla ilgili dokunaklı bir yazıyla bu sayıda yer alıyor.
Borderline danışanlara krize müdahale – Sevgi Güney
İrem S. – İmbat Taşkın
Sosyal medya kanalları üzerinden iki ay önce yapmış olduğumuz mini ankette okurlarımıza gelecek sayımızda hangi
konuları görmek istediğimizi sormuştuk. En fazla tercih edilen iki konu hafıza ve sosyal psikoloji oldu. Ceylan Özge Kunduz
bu iki konu üzerine yabancı kaynaklarda yayımlanmış iki makalenin çevirisini yapıyor. Hafıza konusunda “Déjà Vu’nün
Nörolojisi” başlıklı çeviride hemen herkesin başına gelen fakat bir türlü tam olarak açıklanamayan “déjà vu” fenomenini
hafızayla bağlantılı olarak aktarıyor. Sosyal psikolojinin geniş araştırma kapsamı içinden de yine günlük hayatta son derece
sık yaşantıladığımız fenomenler olan dedikodu, söylenti ve şehir efsaneleri üçlüsünün incelendiği bir makalenin çevirisini
aktarıyor.
Hayatın kıyısında – Alper Hasanoğlu
Déjà Vu'nün nörolojisi – Jordan Gaines / (Çeviren: Ceylan Özge Kunduz)
Ludwig Binswanger ve Daseinsanaliz – Alper Hasanoğlu
Jacob ve Wilhelm Grimm Kardeşler'den Ardıç Ağacı-2 – Aydın Parmaksız
Ceylan Özge Kunduz, bu sayıdan itibaren “Keçinboynuzu” isimli köşesinde hayatın zorlukları, acıları, sıkıntıları ve karanlığı
içinde bulmaya çalıştığımız mutlu ve aydınlık anların peşindeki yolculuğa dair kişisel yazılar kaleme alıyor. Pelin Onat
“Mırıldanmalar” isimli köşesinde fotoğraf ve yaşamı “Kadraj” başlıklı yazısıyla ilintilendiriyor. “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı
köşesinde Aydın Parmaksız bir önceki sayıda başlamış olduğu “Ardıç Ağacı” masalının analizini bu sayıda tamamlıyor. Klinik
Psikolog Burcu Gençer-Türk borderline kişilik yapısını gelişimsel süreçteki faktörlerle bağlantısı açısından inceliyor.
Keyifle okumanız ümidiyle...
Therapia
2
| Therapia Sayı 4
Borderline / Sınırda Kişilik – Paratoner
Doğan Şahin'le söyleşi – Ceylan Özge Kunduz
Sayın Prof. Dr. Doğan Şahin’le yaptığımız söyleşide değerli hocamız, borderline kişilik yapısıyla ilgili tüm sorularımızla
birlikte, psikoterapinin Türkiye’deki gelişimi, nonspesifik etkenler ve psikoterapide etik gibi geniş kapsamlı diğer
sorularımıza da detaylı ve açıklayıcı yanıtlar veriyor. Klinik Psikolog Sevgi Güney, “Borderline Danışanlara Krize Müdahale”
başlıklı yazısında borderline kişilik yapısını, kriz ve borderline kişilik yapısı arasındaki etkileşimden krize müdahalenin
basamaklarına dek uzanan bir çerçevede ele alıyor. Psikiyatri uzmanı Dr.Berk Murat Ergün ve Klinik Psikolog Sandy Kohen,
“Bilişsel Davranışçı Terapi Perspektifinden Borderline Kişilik Bozukluğu’na Bir Bakış” başlıklı yazılarında borderline’ı başka
bir pencereden değerlendiriyorlar.
Alper Hasanoğlu Daseinsanaliz okulunun kurucusu ve varoluş psikiyatrisinin temel taşlarından biri olan Ludwig
Binswanger’i ve kurduğu psikiyatri kliniği Bellevue’nün hikayesini anlatıyor.
Borderline sınırlarını zorlarken – Alper Hasanoğlu
Keçiboynuzu – Ceylan Özge Kunduz
Kadraj – Pelin Onat
Söylenti, dedikodu ve şehir efsaneleri – Nicholas DiFonzo & Prashant Bordia /
(Çeviren: Ceylan Özge Kunduz)
Künye:
Genel Yayın Yönetmeni:
Dr. Alper Hasanoğlu
Editör:
Ceylan Özge Kunduz
Sanat ve Grafik:
Dr. Doğu Çankaya
Tasarım:
Busy İstanbul
Therapia Sayı 4 | 3
Borderline sınırlarını zorlarken...
alper hasanoğlu
İsviçre Basel’de psikiyatri ihtisasıma başladıktan iki hafta
sonra, yani taze ve acemi bile denemeyecek bir psikiyatri
asistanıyken acilde gördüğüm bir hastayı değerlendirmek için
uzmanımın kapısını çaldım. Dr. Tarık Yılmaz’ın. İstanbul
Erkek Lisesi’nden abim, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden
psikiyatri asistanıyken Cerrahpaşa Psikiyatri’nin koridorlarında
peşinden ayrılmadığım asistan abinin, sonra dostum, daha
sonra Basel’de şefim ve şimdi İstanbul’da tekrar dostum
olan Tarık Yılmaz’ın kapısını. Kafam oldukça karışıktı.
Çünkü Tarık bana karışık ve kitap ve dergilerden oturacak
yer olmayan dağınık odasında “nesi var hastanın?” diye
sorduğunda tam olarak ne söyleyeceğimi bilemiyordum.
Depresyonu da vardı, anksiyetesi de biraz, yeme atakları
oluyordu ve cinsellik yaşarken zorlanıyordu da. Krizler geçirip
kavgalar ediyordu iş yerinde. Zaten acile de böyle bir iş yeri
krizinden sonra ambulansla getirilmiş sakinleştirici bir ilaçla
ancak yarım saatte yatışmıştı. Konuşmamızı da ben değil o
yönlendirmişti.
Tarık’a yarım yamalak anlattıkça ve onun hasta hakkında
sorduğu soruları yanıtlayamayıp ne kadar kötü anamnez
almışım diye karşısında utandıkça, o yüzünde gittikçe
genişleyen bir gülümsemeyle, onun için tipik olan davranışını
yapıyor ve ofis koltuğunda aşağı doğru kayarak neredeyse yatar
duruma geçip benim sinirim iyice bozuyordu. 45 dakikanın
sonunda hızla yerinden kalktı, sanki kitaplar alfabetik
sırayla diziliymiş de her kitabın yerini o nedenle bu kadar iyi
biliyormuşçasına bir rahatlıkla Tölle’nin psikiyatri kitabını
çıkarıp bana uzattı ve Borderline bölümünü okumamı ve
hastayı psikoterapi eğitimim için psikoterapi hastası olarak her
hafta görmeye başlamamı istedi.
Yani beni buz gibi ve fırtınalı bir havada bir kayıktan yüzme
bilip bilmediğimi bile sormadan suya itti. İyi ki de itmiş. İlk
psikoterapi hastam en zor hasta grubundan biri oldu böylece.
O hastaya yardımcı olamadım pek, bunu itiraf etmeliyim.
Seanslarımızda beni bazen hiç bir şey anlamamakla suçlayan,
bir sonraki seansta onu bırakmamam için suçluluk duygusuyla
bana yalvaran, başka bir seansta çok sert olduğumu ve bir baş
öğretmen gibi ev ödevleri veren sıkıcı biri olduğumu söyleyen,
randevusu olmadığı halde polikliniğe gelip onu kabul
edemediğim için intihar etmekle tehdit eden, bazı seanslar
geç, bazılarına haber vermeden hiç gelmeyen, bazılarınaysa
4
| Therapia Sayı 4
çok erken gelip bekleme odasında sıkıntı ve endişesi gittikçe
büyüyerek beni bekleyen ‘sevgili ilk terapi hastam’ 3. ayın
sonunda, beni yeteri kadar sert bulmadığı için terapiyi
sonlandırdı ve gitti. Ama ne olursa olsun her seanstan sonra
kendimi bir şekilde yetersiz hissetmeme neden olarak. Tarık
sağ olsun her seans sonrası bana destekleyici seanslar uyguladı
da İstanbul’a kaçmadım. Ama yüksek standartlar şeması olan
(yani kendinden beklentileri çok yüksek olan) ve henüz bunun
bir sorun olduğunun farkında olmayan benim, gecelerce
okumamı, her seans sonrasında bölüm kütüphanesine
kapanmamı, Tarık’ın başının etini yememi sağladığı için de
çok iyi oldu. Daha sonra asistanlarıma ben de aynısını yaptım.
Hayır Tarık’tan dolaylı yoldan bir intikam almak için değil,
böyle bir başlangıcın aslında iyi olduğuna inandığım için.
Basel Psikiyatri Kliniği’nde 60’lı yıllara kadar psikiyatriyi
seçen doktorların ilk altı ay şehre inmelerine izin verilmezmiş.
6 ay sonraki ilk ‘çarşı’ izninden sonra hala psikiyatr olup olmak
istemedikleri sorulurmuş. Zorlanarak ve zorlayarak başlamak
iyidir diye düşünen bir ekolden geliyorum ben.
Bu hazırladığımız borderline dosyasının iyi bir dosya
olduğunu düşünüyorum. İki eksiğimiz var. Bir tanesi
Kernberg’in aktarım odaklı psikoterapisi açısından borderline
kişilik yapısının değerlendirilmesi. Bu ekolle çalışan birini
bulamadım. Yok mu, yoksa ben mi ulaşamadım bilmiyorum.
Ama e-dergi çıkarmanın güzelliği burada işte. Daha sonradan
ekleyebiliriz bu yazıyı. Eğer bu satırları okuyan ve Kernberg’çi
açıdan bu makaleyi yazmak isteyen olursa sonradan ekleriz.
Olmazsa ben kendi okumalarımı yapıp eksiği kapayacağım.
Bir de İmbat’ın harika vaka sunumuna şematerapötik açıdan
yaklaşmayı deneyecektim ama zaman bulamadığım için
olmadı. Ama bunu da daha sonra ekleyeceğim.
Biyolojik psikiyatriyle hemhal meslektaşlarım borderline
bozukluğun nörobiyolojisinin eksikliğine işaret edebilirler.
Yazarlarsa ekleriz.
Şu an aklıma geldi. Bipolar nerede biter, borderline nerede
başlar (ya da tam tersi) o da ilginç bir yazı konusu olabilirdi.
Yazmak isteyen olursa sayfalarımız açık. Umarım sizi de, beni
olduğu kadar doyuran bir dosya olur, eksiklerine rağmen.
BORDERLINE / SINIRDA
KİŞİLİK
Yorucu, garip, kendimin ve başkasının zamanının labirentini bir türlü çözemedim. Hiç
kimse değilim ben. Kimseye kılıç çekmedim savaşta. Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben. »
Jorge Luis Borges
paratoner
Therapia Sayı 4 | 5
bütün gece dans edebilecek kadar enerjik,
bütün gün uyuyabilecek kadar yorgun,
bir haftalık işi yarım günde bitirecek
kadar hızlı, yarım günlük işi bir haftaya
yayabilecek kadar yavaş...
Benden; kendimi, hissettiklerimi, yaşadıklarımı anlatmam
istediğinde, bir süre ne yazacağımı bilemedim. Yazmaktan
korktum, paylaşmaktan da, şu ana kadar sınırlı sayıda
insan arasında kalmışları yazacaktım, sözden-hikayeden
çıkaracak gerçeğe, kaybolmayacak, kaçamayacak hale
getirecektim, korktum... hâlâ da korkuyorum...
Geçmişte, çok zorlandığım ve benim için “kriz” tanımının
geçerli olduğu, ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda
başvurduğum ve içimdeki çaresizliği dışarıya akıtmaya
çalıştığım bir yöntemdi zaten - sıcağı sıcağına- yazmak.
Ama onlar sadece ve sadece benimdi...
Bu defa durum biraz farklı, kriz durumu yok ortada,
terapistim benden yaşadıklarımı, olaylar karşısında
hissettiklerimi ve düşüncelerimi, kısaca kendimi yazmamı
istedi, süreci, neler olduğunu, nelerin olmadığını. “Bu
sayıda, Therapia’da senin durumunu konu olarak seçtik”...
“Korku ve heyecan bakalım hangisi yenecek?” derken, işte
tam bu noktada beni genellikle zorda bırakan iç sesimi
bastırdı diğeri, yeni ve tecrübesiz olanı...
“Belki”, dedi “kendinden bahsetmek, cesurca davranıp
bunu sözlerden çıkartman, yazıya aktarman ve hatta bunu
paylaşman; kişiliğinle ilgili yeni şeyler keşfetmene ya da
yaşama ihtimalinin fazla olduğu yeni krizlerine karşı daha
az çaresiz hissetmene yardımcı olur, belki ne kadar yol kat
ettiğini veya etmediğini daha iyi anlarsın! Ne dersin?”
Umarım Therapia’nin diğer bölümlerindeki gibi, değerli
birçok uzman veya profesyonelin yazıları arasında
“hekimin değil, çekenin” satırlarını da okumaktan keyif
alır ve fakat yine de kendinizden bir şeyler bulamazsınız.
Özünde yaşadıklarım parça-parça da olsa birçoğumuzun
yaşadıklarına çok benzer ve aykırı veya anormal de değil.
Bendeki de sadece bana özel bir karışım, biraz karışık...
renkleri de tatları da.
Bu arada, bulduysanız da kendinizden fazlaca şey
üzülmeyin, bir dolu acayiplik var hayatta, bu da onlardan
6
| Therapia Sayı 4
biri sadece, bazen katlanılmaz derece zor ve yorucu
biliyorum, varsın olsun.
Unutmayın ki biz istediğimiz sürece -bazen istemesek bilebize birbirinden çok farklı şekillerde yardıma hazır ve bizi
asla yalnız bırakmayan bir dolu insan var.
İşte benim olan o insanlara, bu satırlar...
NEYİM? NEREDEYİM?
Kendimi bildim bileli var olan ve bir türlü ne nedenini
anlayabildiğim, ne de çözümünü bulabildiğim; inişçıkışlarımın, bir mutlu, bir hüzünlü, bir coşkulu,
bir yaşayan ölü hallerimden, bitmeyen mutsuzluk
seferlerimden birindeydim yine, hiçbir şey olması gerektiği
gibi gitmiyordu...
Çok uzun zaman geçmişti tüm bunlara ve sormaktan da
bir türlü vazgeçemediğim sorularımla aradığım cevabı
bulabilmek için...
Birçok insan böyle değil iken –ya da ben öyle sanıyordumben yine böyleydim?
Bir nedeni olmalıydı?
Neydim?
Neler oluyordu?
Hayatın ve geleceğim -varsa eğer- neresindeydim?
Çoğu da cevabı ömür boyu bulunamayacak sorulardı
biliyordum.
Bir süre sonra bu sorular, derin sessizlikler,
paylaşmamalar, yalnız kalmalar, yetinememeler, kayıplar,
terk edilişler ve başarısızlıklar olarak sardı dört bir
yanımı.
Tıpkı soğukta donmak gibi, sıcacık bir karamsarlık
yorganı serildi üzerime, öyle bir sıcaklıktı ki; beni yavaşyavaş uyuşturmaya ve hayattaki her şeyden koparmaya,
boğmaya başladı.
Ne hayata karşı duyduğum sevinç, ne evlat, kardeş,
dost, sevgili olmak, ne de - ve bence en önemlisi- anne
olmak bile hayata olan doğal bağlılık yeminimi tutmama
yardımcı olamadı.
Tüm bunların bir cevabı, bir sonu olmalıydı veya benim.
Defalarca denediğim ve neredeyse vazgeçmek üzere
olduğum profesyonel yardımların en sonuncusunda
karşılaştım ne olduğumla.
Hemen olmadı ve kesinlikle tesadüf değildi, bu
karşılaşma.
“Genç” olarak nitelendirilebilecek bir yaşta olsam, belki
bu karşılaşma hoş bir tesadüf bile sayılabilirdi. Ama
değildi... Hayatın çok daha başında farkında olabilir,
belki de içinden çıkmakta bu kadar zorlanmaz, o kadar da
derinlere inmezdim.
Ne olduğumu öğrendiğimde artık, kırk bir yaşında,
uzun sayılabilecek bir evliliği yeni bitirmiş, ergenliğinin
başında bir genç kız annesi ve profesyonel olarak da uzun
yıllar çalışmış, başarılı olmuş hatta artık üst düzey bir
yöneticiydim.
Elbette bu görünen tarafıydı... Ya görünmeyen veya
bilinmeyenler?
Uzun bir süre boyunca, başlangıçta çoğu zaman morfinsiz
diş-tırnak çektirmekten farksız, kelime-kelime ağzımdan
alındı, ailem, çocukluğum, gençliğim, evliliğim,
boşanmam, kızım, kısaca ben.
Çoğunlukla ne söylediğim anlaşılmayacak şekilde ağlar,
gözlerimin ağrısından duramaz, beynim uyuşmak için
çırpınırdı psikoterapi seanslarında, her birinin sonunda,
nerede ise tank çarpmış gibi çıkardım o odadan.
Sonra yavaş da olsa değişmeye başladı bu durum.
Kendiliğimden anlatmaya başladım, durmaksızın
anlattım, neler hissettiğimi, neler düşündüğümü, ne
istediğimi, nelere sahip olduğumu.
Ve bana ne olduğu öğrenmek istediğimi ve bu şekilde
devam etmek istemediğimi.
Elbette bir tanımı vardı, belki de bir rahatsızlık? En iyi
ihmalle depresyondayımdır, zaten kim değil ki... Şiddeti
veya boyutu ne olursa olsun bir açıklaması olmalıydı
mutlaka...
Ne kadar yorucu ve zor olsa da bana iyi geldiği fark ettim
tüm bunların, hayatım boyunca ilk defa kendim için bir
şey yapıyordum, sadece bana ait saatler...
Özne ben, önemli olan da bendim, sadece ben. Belki de
bu nedenle ne olduğumu öğrenmek de mutsuz etmedi
beni...
İşte bu seansların birinde paylaşıldı benimle, ne olduğum.
Psikiyatrik tanımı ile bir “Borderline/ Sınırda Kişiliğim”
ya da “Borderline / Sınırda Kişilik Bozukluğu”m var.
BORDERLINE/SINIRDA KİŞİLİK
Nedir bu Borderline... Şöyle bir şey esasında;
Yazan kimdir bilmiyorum -içinde bir miktar kendini
beğenmişlik ifadeleri olsa da- beni anlatan birkaç satır .
“bir bilgenin sabrını taşırabilecek kadar saldırgan,
bir kediyi sakinleştirebilecek kadar uysal,
bir topluluğu gülmekten kırıp geçirebilecek kadar pozitif,
yanındakileri intihara sürükleyebilecek kadar negatif,
bütün gece dans edebilecek kadar enerjik,
bütün gün uyuyabilecek kadar yorgun,
bir haftalık işi yarım günde bitirecek kadar hızlı,
yarım günlük işi bir haftaya yayabilecek kadar yavaş,
bir gelincik kadar narin,
bir çam ağacı kadar güçlü...”
Kısa bir araştırma ile benzer tanımlamalara ulaşabilirsiniz
birçok kaynaktan.
Kendi kelimelerimle borderline olmak ise, işte böyle bir
şey;
Sürekli, ara vermeden, belki nedenini bile anlayamadan,
olumludan olumsuza veya tam tersine; gidip gelmelerdir
benim yaşadığım,
Abartılı, şiddetli, fazla ve değişken, hatta zıt yönlere çok
Therapia Sayı 4 | 7
hızlı gider, saatler içinde değişen sürelerde birbirini izleyen
öfke, üzüntü, kaygı, sevinç dönemleri yaşarım,
Duygularım çok şiddetlidir, yoğun. Birçok şeyi sizden
fazla hisseder, hissettiririm,
Anlamak zordur zaman zaman neden böyle davrandığımı,
(ben de bilmiyordum boş verin)
Duygu-düşünce-davranış üçlüm abartıdır ama iyi
niyetlidir özünde,
Stabil veya sabit olmam zordur, elbette imkansız değil...
fakat bu da sürelidir, hele sonsuz hiç değil.
Çok zorlu işlerin altından kalkabilir veya sayılı insanın
becerebildiği şeyleri yapabilirim, aktif ve eğlenceliyimdir,
derin mavi sulara dalabilir, hayali bile olsa uçabilirsiniz
benimle.
Karar mekanizmamda renklerin tonları pek yoktur ya
siyahlar vardır ya da beyazlar.
Peki hayatın diğer renkleri? Bazen öyle renkliyimdir ki
gözleriniz kamaşır.
Dostluğum kuvvetlidir, eğer inanırsam özel olduğuma
sizin için, perişan oluncaya kadar verici, paylaşımcı
olurum... sizi kaybetmeyi hiç sevmem ...“Dileyin benden
ne dilerseniz”.
Sevgili deseniz, en şiddetlisinden severim, en şiddetlisinde
yaşar ve yaşatırım. Sizi kaybetmemek için akla hayale
gelmeyecek delilikler yaparım.
Tüm bunların karşılığında özel olmayı isterim. Özel
olduğumu hissetmek benim ve ilişkimiz için su gibi, hava
gibidir.
İlgi beklerim, beni sıradanlaştırdığınızda, hatta farklı
nedenlerle benden uzaklaştığınız zaman çabucak
hissederim.
Benim için çanlar çalmaya başlar ve artık sonun
başlangıcıdır her şey tersine dönüverir.
Hele de bir de bu davranışlarıma anlam veremez veya
sabrınız tükenirse, benden iyice uzaklaşırsanız ve hatta
başkasını bana tercih ederseniz veya beni tamamen
hayatınızdan çıkartırsanız, işte o an içime şeytan kaçar, ya
da hep vardır da tetikte bir uykudadır, hemen uyanıverir.
Kaçın kaçabildiğiniz kadar hızlı ve en uzağa, kaçın
kendinizi ve hatta beni de biraz olsun seviyorsanız eğer.
8
| Therapia Sayı 4
Şiddetle ihtiyaç duyduğum sizden (sen), sevilmek,
onaylanmak, takdir edilmek, istenmek, ihtiyaç duyulmak,
arzulanmak ve vazgeçilemez olmaktan artık çok
uzaktayımdır, büyük bir hayal kırıklığı yaşarım.
Sizin adınıza savaştığım ve o beni de pek de sevmeyen
tiz iç sesim artık duyulmaya başlar, küstah ve aşağılayıcı
sözleri ile beni olduğumdan daha da değersiz bir yere
sürükler, ses yükselir, başka hiç bir şey duyamaz olurum.
Esasında derdim sizinle değildir. Sizi bunu yapmaya
zorlarım. Sonucu bile bile kaçmanızı bekler, bazen beni
terk etmeniz için size yalvarırım bile.
Bu zamanlarda tek derdim benimdir, kendimi sevmez,
değersiz ve önemsiz hisseder, deli gibi suçlar, sorgularım
sürekli, kendimi, hayatı.
Bulduğum cevaplar genelde acı vericidir, cezalar veririm
kendime, istemem bu şekilde yaşamayı ve yine aklımdaki
o derin yalnızlığa mahkum bırakırım kendimi.
Araftayımdır kısaca, ne ölebilir ne yaşayabilirim.
Size biçtiğim değer, anlamın derecesi sizi kaybettiğim
için katlanarak artar; yaşadığım terk edilişin veya
önemsizleştirmenin acısını günlerce, haftalarca veya
aylarca hissedebilirim.
Size ve en çok kendime bu duruma geldiğim için öyle çok
kızarım ki, içim çok ama çok acır, bedenimde kocaman
görülmeyen boşluklar oluşur.
Bu görülmez acıyı yok etmek, o hiç kapanmayacak deliği
kapatabilmek için, bedenimde yaralar açar ve tekrar bunu
yaşamamak için kendime geçmeyen izler bırakırım.
Unutuncaya, uyuşuncaya kadar içer, ya çok yer ya da
bitkin düşüp hasta oluncaya kadar aç kalırım.
İşte bu gelgitler, özellikle kendime kötü davranmalar
yorar en çok beni ve üzer en yakınımdakileri, tüm
bunlar nedeni ile tekrar-tekrar kaybederim sevenlerimi,
sevdiklerimi, ilişkilerimi ve yaşamımı.
Bu da benim ödülümdür; sevdiklerime, yanımda,
yakınımdakilere...
ŞİMDİ NE OLACAK?
Evet işte öğrendim bakalım neymişim.
Ben bir Borderline kişiliğim, kendimi yapılmış psikiyatrik
borderline tanımları ile karşılaştırdım ilk başlarda,
kabullenmesi de zordu, biraz zaman aldı.
Tutulan ayna ve dışarıdan görünüşüm pek de hoş değildi
aslında.
Kaldım kendimle baş başa ve fark ettim ki benimle hayat
ne zordu.
Sonrasında gerçeği ifade edebilme aşaması geldim, hele
hele yakın çevrem ile paylaşılmak ayrıca zordu.
Yazılar okudum hakkım(n)da, kendimi de onları da
korkutmadan ifade etmeliydim durumu...
Çoğu abarttığımı söyledi, kabul etmedi veya
yakıştırmadı...Ne hastalığı , olur mu öyle şey!
Olur, oldu, gerçek bu.
Sıra neden olduğunu bulmaktaydı, gerçi ne olduğumla,
neden olduğumu öğrenmem pek iç içeydi.
Diğer bir çok psikolojik rahatsızlık gibi Borderline
Kişilik Bozukluğu için de klasik nedenlerden biri olan ve
kulağınıza çok aşikar olacağını bildiğim bir sonuç çıktı
ortaya;
İstenmeyen bir hamilelikle başlayan hayatım, sonrasında
zorunlu olarak ailemden, özellikle annemden çok küçük
yaşımda ayrı kalmamın ve sonrasında devam eden ailevi
sorunların kişiliğime, çocukluğuma, ilk gençliğime
verdiği zararlar...
Güvenli bağlanmayı; olması gereken yaşta ve şekilde
yaşayamamanın getirdiği ve çocuk aklımla oluşturduğum
neden-sonuç ilişkilerinin çarpıklığını öğrendim.
Belli bir süre tolere edebilmişim tüm bunları, en azından
iş hayatımda önüme çıkmasına engel olabilmişim...
Başarılı olmuşum ve yükselmişim.
Benden beklenmeyecek derecede uzun süren bir evliliği de
yürütebilmişim.
Ancak daha önce de dediğim gibi stabil olmam zor,
imkansız değil ama süresiz hiç değil.
Hayatın getirdikleri ve götürdükleri, değişimler,
sorumluluklar ile yavaş yavaş bozulan dengem, ilişkilerimi
yürütmekte maalesef bana iş hayatımdaki kadar şans
vermedi. İlerleyen yaşlarda kurduğum güvenli bağlanma
ipleri koptu, şemalar tetiklendi, ayrılık, terk edilme,
anlaşılamama, istenmeme... Ve ben tipik bir borderline
olarak, kolayca geçiş yaptım mevcut tanıma.
HAYAT DEVAM EDİYOR
Üzerinden bir yıldan daha uzun zaman geçti artık;
çılgınca yaptığım ayak diremelerim, kan kurutan sabit
fikirlerimle bile, kelimenin tam anlamı ile aldığım
“düzenli profesyonel” yardımın sayesinde; kendimi
tanımayı, ifade edebilmeyi, duygularımın nedenlerini ve
sonuçlarını sağlıklı yorumlamayı öğrenmeye başladım, her
yeni günde, yaşadıklarıma karşı, duygu, düşünce, davranış
prosesini yönetmeyi -henüz tam olarak başaramazsam
da, artık becerilmiş bir kaç güzel örneğim var elimdeöğrenmeye de devam ediyorum.
Sadece kriz anlarımı değil, coşkulu mutluluklarımı da
paylaştım. Sabırla dinlendim, düşünce yapıma uygun
olarak, sorularıma kendi cevaplarımı bulabilmem için
cesaretlendirildim.
Bir dolu egzersiz ile beni derinlere sürükleyen iç sesime
kulak tıkamayı yavaş da olsa öğrendim. Artık içimde yeni,
genç, pozitif ikinci bir iç sesim daha var. Tüm gerçekleri,
zayıflıklarımı veya güçlü olduğum noktalarımı bilen ve
bana destek olan, savaşmama yardımcı olan. Bu yazıyı bile
o yazdırıyor işte şimdi bana.
Daha önümde neler var bilmiyorum, kimse bilemez,
sadece artık birçok şey daha net, cevabı ve tanımı var
artık...
Bilmediğim bir canavarla savaşmıyorum, bir şekli var,
zayıflıkları var onun da, güçlü tarafları olduğu gibi. Tıpkı
benim gibi.
İşte tüm bunları, tekrar hissetmeme, düşünmeme
yardımcı olan, beni karışık ve dengesiz kişiliğimle seven
ve her şartta hep yanımda olan birkaç kişiye borçluyum.
Bu birkaç kişinin hayatımdaki varlıklarını bilmek,
onları yaşamak, kelimeleri, anları, hisleri, birkaç kadehi,
hayalleri, geleceği paylaşmak, bana hep yola devam
edebilmem için ışık oluyor... İyi ki varsınız...
Therapia Sayı 4 | 9
Therapia: Borderline’ın ne olduğuna dair bir sürü
soru alıyorsunuzdur ama ben size ne olmadığını
soracağım. Borderline nelerin yokluğu ya da eksikliğiyle
tanımlanabilir?
Söyleşi
Prof. Dr. Doğan Şahin'le borderline kişilik yapısını ve psikoterapiye dair birçok
şeyi konuştuk.
söyleşi: ceylan özge kunduz
10
| Therapia Sayı 4
Prof. Dr. Doğan Şahin: Eksiklik diyecek olursak, en önemli
eksiklik kimlik bütünlüğünün olmamasıdır. Bu insanları
nevrotik insanlardan ayıran en önemli şeylerden biri benlik
algılarının süreklilik arz etmemesi, çok sık ve çok kolay
değişmesidir. Tutarlı, bütünleşmiş bir kendilik yapılanmaları
olmadığı için kendilerini küçük olaylardan, küçük dışsal
faktörlerden çeşitli şekillerde algılayabiliyorlar. Bir sınavı iyi
geçtiği zaman kendisini çok zeki, başarılı, bütün derslerin
üstesinden gelebilecek, akademisyen olabilecek biri gibi
hissederken bir sınavdan düşük not aldığı zaman okulu
bitiremeyeceğini, geri zekâlının biri olduğunu düşünebilir.
Yani “ben ortalamanın biraz üstünde zekası olan, çalışkan
bir insanımdır” gibi tutarlı bir kimlik algıları olmaz. Çok
çabuk değişirler. Kendilerine duydukları güven, kendilerine
verdikleri değer gibi önemli konular dışsal olaylar tarafından
bir uçtan bir uca çok çabuk sürüklenir. Dışarıdan bakınca en
dikkati çeken özellikleri bunlardır. Başka insanlar tarafından
da “tutarsız”, “dengesiz”, “uçlarda yaşıyor” gibi tanımlanırlar.
Kendilik bütünlüğü olmadığı için çok çabuk karar
verebilirler, herhangi bir olayın etkisinde bir taraftan diğerine
çok çabuk savrulabilirler. Diğer insanlar tarafından bazen de
bir marifetmiş gibi “anını yaşıyor” şeklinde değerlendirilirler
aslında tutarlılığın olmamasına bağlı hızlı ve ani kararlar
vermek gibi özelliklerdir bunlar ve başkalarının dikkatini
çeker. Diyelim ki, otururken “haydi kalk şuraya gidelim” der,
kalkar giderler. Bş dakika sonra önemli bir işi olabilir ama
önemsemez.
Yani dışarıdan çok eğlenceli insanlar olarak da
görülebilirler mi?
Aslında eğlenceli olabilirler. Kafa dengi denebilecek
arkadaşlarımızdır ama bir yandan da çok canları sıkılır.
Kronik bir can sıkıntısı, boşluk duygusu, huzursuzluk,
bir şeyden tatmin olamama, hiçbir şeyin yetmemesi söz
konusudur. Bir yere gittiklerinde çok eğlenebilirler ama hep
bir eksiklik duygusu vardır. Yetmiyormuş, olmuyormuş
gibi… Gülünce çok gülerler ama o coşku da tam değildir.
Kendilerini tam olarak bir coşkuya, mutluluğa bırakamazlar
çünkü bir yandan hep kronik bir boşluk duygusu,
anlamsızlık, can sıkıntısı vardır. Neredeyse hiç geçmez.
Dolayısıyla çok neşeli insanlar değildirler.
Borderline’dan bahsederken bir kişilik bozukluğu mu
yoksa kişilik yapısı mı demek daha doğru?
Aslında bu bir kişilik örgütlenmesi, kişilik yapılanmasıdır.
Borderline kişilik bozukluğu, borderline kişilik örgütlenmesi
gösteren kişilik yapılarından sadece bir tanesidir. Borderline
kişilik örgütlenmesinde yer alan çok sayıda farklı karakter
vardır. Şizoidler, narsisistikler, şizotipaller, paranoidler,
antisosyaller ve histrionikler de büyük oranda borderline’dır.
DSM’de yer almayan “as if” karakter yani “mış gibi”,
kendi karakterleri yokmuş gibi olan insanlar da aslında
ilk tanımlanan borderline’lardır. İmrendikleri insanların
kılıklarına girerler, onların kişiliklerine bürünüp onlar neye
inanırsa ona inanırlar. Kendilerini değersiz ve olmamış
gibi hissettikleri için beğendikleri kişiyi taklit ederler. Bir
bakarsınız onlarla aynı kılığa bürünmüşler. O insanın
kişiliğine geçtikleri zaman o kişilik içerisinde kendilerini
anlamlı ve değerli hissederler, öbür türlü boş hissederler.
“As if” karakter çok sık görülen bir şey değildir ama
borderline’ların arasında ilk tanımlanan, dikkati çeken
Therapia Sayı 4 | 11
Nasıl biri olduğumuz etrafın bize yansımasıyla
oluşur ve biz oradan bir bütünlük oluştururuz.
karakterlerden biri olduğu için tarihsel bir önemi vardır.
Peki siz borderline kişilerle nasıl çalışıyorsunuz ve bunun
ne gibi zorlukları var?
İstanbul Tıp Fakültesi’nin Çapa’da bulunan Sosyal Psikiyatri
Servisi’nin işi budur. Biz burada 1990-1991’den beri esas
olarak kişilik bozukluklarına, kişilik bozuklukları içerisinde
de en fazla borderline’lara bakıyoruz. Aslında hastalarımızın
neredeyse %80-90’ı borderline. Türkiye’de bizden başka,
bir ekip olarak çalışan ve münhasıran bu hastalara bakan
bir birim yok. Borderline’lar meslektaşlarımız, psikiyatrlar,
psikologlar ve diğer ruh sağlığı elemanları arasında pek
hazzedilen bir grup değildir. İnsanlar borderline’larla
çalışmaktan hoşlanmazlar ve genellikle de başlarından
atmaya çalışırlar. Zor bir hasta grubudur. Mesela psikotik
hastalarla çalışmak konusunda çoğu insan o kadar
zorlanmıyor çünkü onlara hasta gözüyle bakıyor. Onlardan
gelen zahmeti, eziyeti hastalığına verip tolere edebiliyor.
Mesela şizofren bir hasta kendisine küfrettiği ya da hakaret
ettiği zaman “hasta, ne olacak” diyor ama borderline’lardan
gelen saldırganlıkları öyle değerlendirip tolere edemiyorlar.
Esas mesele, borderline’ların ilişkide bulundukları herkese
karşı hem çok yüceltici hem de yerin dibine sokucu
şekilde davranabilmeleridir. Karşıdakinin de ruhsal
dünyasında sürekli inişler çıkışlar yarattıkları için uğraşmak
istenmez. Halbuki neyi neden yaptıklarını anladığınız
ve meselenin sizinle bir ilgisi olmadığını gördüğünüz
zaman borderline’larla çalışmak da kolaylaşıyor. Kendi
içinde halledemediği bir öfkeyi başka bir tarafa aktarması
gerekiyor ve siz denk geldiğiniz zaman size aktarıyor. Bu
öfke sizinle ilgili olabilir de olmayabilir de. Borderline’lar
aşırı duyarlı insanlardır. Küçük bir ilgisizliğe veya özensizliğe
karşı çok yoğun tepki gösterebilirler. Diyelim ki o gün
günaydın derken bir şey düşünüyorsunuzdur ve o kadar
12
| Therapia Sayı 4
içten bir günaydın dememişsinizdir. Ya da elini sıkarken
zihniniz bir şeyle meşguldür ve çok canı gönülden elini
sıkmamış olabilirsiniz. Başka bir insan bunun çok farkına
varmayabilir, farkına varsa bile aldırmayıp “Herhalde canı
bir şeye sıkkındır” derken borderline’lar ciddi şekilde alınıp
reaksiyon gösterirler. Meslektaşlarımı en çok zorlayan
şeylerden biri de borderline’ların sizinle çok çabuk ilişkiye
geçmeleridir. Diyelim ki nevrotik bir hasta gelir, kocasının
ne kadar özensiz olduğunu, çocuğuyla problemlerini veya
sevgilisiyle ilişkisini, yani sorunu, dertleri neyse anlatır.
Sizinle bir meselesi yoktur. Borderline kişi ise hemen
sizinle ilişki kurar. Size “Saçlarınızı taramamışsınız galiba”,
“Kazağı nereden aldınız, güzel kazakmış bakabilir miyim?”
gibi şeyler söylebilirler. Yoğun bir ilişki kurarlar ve sizi de
hemen o ilişkiye çekerler. Onun dışında kalamazsınız, zaten
kalmamanız da gerekir. Duvar gibi olup hastanın sizinle
ilişki kurma çabalarını bertaraf ettiğiniz zaman hasta sizinle
bağ kuramaz ve terapötik bir ilişki de kurulmamış olur.
Gelişim sürecinde borderline kişiliğin oluşmasını
sağlayan ne gibi faktörler var?
Tek bir şeye bağlamak doğru değil, bir sürü faktör olabilir.
Bazı kuramcılar bunun biyolojik bir tarafı olduğunu ve
borderline’ların doğuştan, ortalama insana göre biraz daha
fazla agresyonla geldiklerini söyler. Örneğin Kernberg…
Olabilir ama bu konuda 20 seneden beri çalışan biri olarak
böyle bir olasılığı reddetmiyorum ama çevresel koşullar çok
daha önemli. Çocuğun çocuğun kimlik bütünlüğü geliştirip
geliştirmeyeceğini ilk başta anneyle kurduğu ilişkinin
mahiyeti esas olarak belirliyor. Tersinden söyleyecek olursak,
her ne kadar biyolojik yatkınlıkları olursa olsun borderline’lar
aşağı yukarı 5-6 sene terapi sonucunda kimlik bütünlüğü
sağlayabiliyorlar. Demek ki biyolojik bir yatkınlık olsa bile
uygun bir çevrede borderline olmak zorunda değiller. Neler
oluyor peki? Gördüğümüz en sık şey bir nesne sürekliliğinin
olmaması. Örneğin arada büyüyen çocuklar… Anne
çalışıyor, çocuğu sabahleyin anneanneye bırakıyor. Öğlene
kadar anneanne bakıyor, akşamüzeri teyzesine gidiyor,
son olarak da akşam anne alıyor. Karışık durumlar söz
konusu. Çocuğun sürekli sabit bir nesne olarak algılayacağı
bir anne figürü olmuyor. Burada nesne sürekliliği ve nesne
tasarımlarının sabitleşmesi bozulmuş oluyor. Çocuğun
annenin nasıl biri olduğuna dair bütünlüklü bir algısı olması
gerekiyor ama bir tane anne olmadığı ve ortada karmakarışık
bir durum olduğu için bu sağlanamıyor. İkinci faktör de
çocuğa bakanların çocuğa davranışı. Nasıl biri olduğumuzu
bize nasıl davranıldığıyla anlarız. Bize “çok güzelsin” ya da
“çok zekisin” dedikleri zaman kendimizi güzel ya da zeki,
tembelsin dedikleri zaman da tembel zannederiz. Nasıl biri
olduğumuz etrafın bize yansımasıyla oluşur ve biz oradan
bir bütünlük oluştururuz. Diyelim ki anneanne çocuğu
çok yumuşak sıcak sevecen bulup çocuğa öyle davranıyor.
Teyze ise çocuğu soğuk algılayıp o şekilde davranırken, anne
çocuğu uslu görüp yine ona uygun davranıyor. Sonuç olarak
çocuk da ne olduğunu anlayamıyor. Genel olarak borderline
üç yaşa kadarki süreçte olan patolojiler sonucu gelişiyor.
Anneyle uzun süreli ayrılıkların büyük önemi var. Anneden
ayrı büyüyen çocuklar, annenin ölmesi veya yokluğu,
annenin borderline olması ve son derece tutarsız, dengesiz
davranıp çocuğa kimi zaman dünyanın en değerli varlığıymış
gibi kimi zamansa başına belaymış gibi davranması da diğer
faktörlerden. Borderline’lar dünyada giderek artıyor. En
önemli neden de daha önce dediğim gibi, çocukların nesne
sürekliliğinin olmaması. Borderline dediğimiz zaman ilk
aklımıza gelen şey şu olmalı: Bu kişinin hem kendisinin hem
de diğer insanların nasıl biri olduğuna dair kafası karışıktır
ve bir anlamda bütünleşmemiştir. Bebeklikte annesini hem
çok iyi hem de çok kötü bir şeymiş gibi algılar. Aslında
bu, bir-üç yaş arası bütün çocuklarda görülür. Çocuk,
annesini kendisine iyi davrandığında iyi bir anneymiş
gibi kötü davrandığında da kötü bir anneymiş gibi algılar.
Bütünleştirme fonksiyonu henüz gelişmemiştir. Bir yaşından
sonra ise yavaş yavaş gelişmeye başlar. Ortalama olarak üç
yaşında da iyi ve kötü tasarımları birleşip tek bir tasarım olur.
Problem, kendilik ve nesne tasarımlarının gelişmesine engel
olan koşulların varlığıdır. Borderline birisi kendisini de bazen
tamamen çok iyi bazen de çok kötü olarak algılar. Bazen
kendisine çok güvenir, ortalamanın çok üstünde özel biri
olduğunu düşünürken bazen de değersiz bir hiç gibi hisseder.
Borderline’da ilacın tedavideki yeri nedir?
Borderline’da ilacın tedavide bir yeri yok çünkü kendilik
ve nesne tasarımlarını bütünleştiren bir ilaç yok. Ancak
borderline’larda farklı süreçler vardır. Bunlardan en
önemlisi kimlik bütünlüğünün olmamasıyken bir diğeri
de ego zafiyetidir. Bu yüzden dürtüleri ve reaksyionlarını
denetleyemezler, dolayısıyla impulsiv insanlardır. Hepimiz
sinirlenebiliriz, hepimizin canı sıkılabilir ama bunu
kontrol ederiz ve öfkemizi yerine, zamanına göre gösteririz.
Borderline’lerda ego zayıf olduğu ve bir anlamda fen
tertibatları bozuk olduğundan çok çabuk öfkelenip çok
çabuk kavga ederler. Bazı borderline’lar terapiye bunun için,
“çok çabuk sinirleniyorum, herkesle kavga ediyorum” gibi
şikayetlerle gelir. Buna benzer başka impulsları denetlemekte
zorluk çekenler de olur. Hızlı araba kullanma, başını belaya
sokacak işler yapma, ödeyemeyeceği miktarda alışveriş
yapma, rastgele cinsel ilişkiler kurma gibi… Bu hastalarda
öfke kontrolünü ya da benzeri impulsları denetlemeyi
kolaylaştırması amacıyla ilaç kullanırız. Ayrıca bütünlüğün
olmamasına bağlı olarak da duygu durumları çok sık değişir.
Diyelim ki sabah kalktı, annesi kahvaltı hazırlamış, güzel
bir ortam var. Çok mutlu, neşeli hisseder. Okula gider,
bir arkadaşı onu selamlamadı ya da bir espri yaptı ama
Therapia Sayı 4 | 13
Borderline terapisinde terapist daha aktif rol
oynar. Hastayı nevrotik hastada olduğu gibi
serbest çağrışımlara bırakmak söz konusu
değildir.
kimse gülmedi diye bir anda bütün dünyası kararabilir ve
her şey mahvolur, kendisini çok kötü hisseder. Gün içinde
duygusal olarak sürekli bir aşağı bir yukarı iner çıkar. Bunu
engellemek için de duygu durum düzenleyici kullanırız.
Yalnız, yanlış anlamayın her gelen borderline’a bir duygu
durum düzenleyici, bir impuls kontrol ilacı vermeyiz. İsteriz
ki terapiyle düzelsin ama çok zorlanıyorsa terapi bunları
sağlayana kadar bir süreliğine bu ilaçları kullanırız. Bunlara
ek olarak borderline’larda her türlü birinci eksen problemine
rastlanır. Anksiyete bozuklukları, obsesyonlar, panik
bozukluk görülebilir; kişi depresyona girip çıkabilir. Böyle bir
şey olduğu zaman da onlara yönelik kısa süreli ilaç kullanırız.
Bazen yoğun stres durumlarında kısa süreli paranoid tablolar
da ortaya çıkabilir. O zaman da düşük doz ve kısa süreli
antipsikotik kullanırız.
Borderline semptomlarında kültürel farklar görüyor
musunuz?
Çok fazla… Örneğin batıda borderline özellikler gösteren
kişilerde alkol kullanım oranı çok yüksektir ama bizde o
kadar değildir. Yine batı ülkelerinde, örgütlenmenin kolaylığı
sayesinde borderline’ların çok çabuk grup oluşturduklarını
söyleyebilirim. Bu bir müzik grubu da olabilir bir kulüp
ya da bir çete de… Bizde bu kadar örgütlü değiller, daha
bireyseller.
Türkiye içindeki kültürel farkla belirgin oluyor mu?
Çok. Mesela doğuda impulsiv davranışlar çok hoş
karşılanmadığı ve kişi davranışlarını her zaman kontrol ettiği
için bunları genellikle sosyal olarak kabul edilebilir şeylere
dönüştürmek, agresyonlarını sosyal olarak kabul gören bir
ortamda göstermek zorunda kalıyorlar. Doğuda borderline
bir çocuğun sinirlenip babasına kül tablası fırlatması ya
14
| Therapia Sayı 4
da annesinden zorla para alması kabul gören bir davranış
değildir. Doğuda agresyon göstermeye hiyerarşik olarak çok
fazla izin verilmez. Annene babana bağırıp çağıramazsın.
Kültürel normlar agresyon göstermeye ne şekilde izin
veriyorsa agresyon o şekilde ortaya çıkıyor.
Başka bir hastaya hiç problemsiz uygulanabilecek
ama borderline kişilerde çok dikkat edilmesi belki
yapılmaması gereken terapötik müdahaleler nelerdir?
Borderline kişilerde çerçeveye harfiyen uymak esastır. Zaten
borderline kişilerin önemli özelliklerinden biri ilişki kurma
konusunda bitmeyen bir gayrete sahip olmaları ve buna ek
olarak terapistle terapötik ilişki dışında bir ilişki kurmak için
özel bir çaba içerisinde olmaları, terapisti bir ilişkiye çekmeye
çalışmalarıdır. Kimisi de çok manipülatiftir. Sizi de hastayı
da koruyacak olan şey, çerçevedir. Çerçeveyi bozarsanız
bundan esas olarak zarar görecek olan hastadır. Örneğin
nevrotik bir hastada görüşmeyi bir kere 10 dakika uzatırsanız
bundan kıyamet kopmaz. Ama borderline bir hastada bir
kere çerçeveyi bozarsanız tekrar toplamanız çok zor olur.
İkinci olarak, yorum yaparken genetik yani bir semptomun
oluşmasıyla ilgili faktörlere ilişkin yorum yapmaya karşı
çok dikkatli olmak icap eder. Nevrotik bir kişiyse yerinde
ve zamanında olmak kaydıyla doğrudan genetik yorumlar
yapabilirsiniz. Diyelim ki kendisinden yaşça büyük
adamlara ilgi duyan nevrotik bir kadın hastaya, bunun
babasıyla olan ilişkisiyle alakalı olduğuna dair bir yorum
yapabilirsiniz. Borderline’larda “bu babanızla ilişkiizden
kaynaklanıyor” anlamına gelecek yorumlar yapılmamsı
gerekir. Bu yorum pozisyon olarak yapılabilir. Zaten
borderline’larla terapide hep “şimdi ve burada” çalışacaksınız
ve hep sizinle olan davranışlarını yorumlayacaksınız. Bunu
yorumlarken şöyle diyebilirsiniz: Şu anki davranışınız
onun isteğini karşılamayan bir babaya karşı gösterilen bir
isyan davranışına benziyor.” Genetik yorumlar borderline
kişileri anne babalarına düşman eder. “Babam yüzünden
hasta olmuşum” diyebilirler. İlişkileri tamir edilmez hale
gelebilir, onları düşmanca algılamaya başlayabilirler. Ya da
size davranışını annesiyle davranışına benzettiğiniz zaman
sizi annesi gibi algılamaya başlayabilir. Sınırlar çok net
olmadığı için transferanstan da öte, gerçekten öyleymişsiniz
gibi algılamaya başlayabilir. Dolayısıyla yorum yaparken her
zaman “şimdi ve burada” ve “mış gibi” üzerinden gitmek
gerekir. Örneğin “neredeyse babasına karşı tepki veren
bir çocuk gibi davranıyorsunuz.” yahut “şu anda adeta
annesiyle tartışan bir kız çocuğu gibi davranıyorsunuz”
gibi… Bir diğer fark da borderline terapisinde terapistin daha
aktif olmasıdır. Hastayı olduğu gibi serbest çağrışımlara
bırakmak söz konusu değildir. Nevrotik hastaya terapinin
sonunda vaat ettiğiniz şey onun kendi kendisini anlamasını
sağlamaktır. Nevrotik kişinin terapiden kazanacağı şey kendi
davranışlarını niye yaptığının farkına varmaktır. Kendinizi
bu misyonla sınırlı tutarsınız. İçgörü kazandıktan sonra ne
yapacağı kendine kalmıştır. Değişebilir de değişmeyebilir
de. Halbuki borderline bir hastada terapistin bir planı, niyeti
vardır. “Ben onun kendisini anlamasını sağlayacağım” diye
değil “kimlik bütünlüğü kazanmasını sağlayacağım, egosunu
güçlendireceğim, savunma mekanizmalarını daha üst düzey
savunmalara dönüştüreceğim” diye bir planı vardır. Bu plana
ek olarak planı gerçekleştirmek için aktif çaba gösterir. Daha
sorumluluk alan bir pozisyonu vardır. Nevrotik hastayla
çalışırken sorumluluk daha çok hastadadır. “Ben sana ışık
tutuyorum sen de gördüğün kadar görüyorsun” gibi…
Borderline’la çalışmak ameliyat yapmak gibidir. Terapist,
“onu alacağım, şuraya koyacağım, bunu yapacağım” gibi plan
içerisindedir.
Borderline’larla çalışmanın tatmin edici tarafları neler?
Çok tatmin edici tarafı var. Terapi uzun sürse bile borderline
yüz güldürücü bir alandır. Psikotik hastaların tedavisiyle
uğraşıyorsanız onları daha iyi durumda tutmaya, kötüye
gitmelerini engellemeye çalışırsınız. Başaracağımız şey
hastayı, hastalanmadan önceki düzeye getirmeye çalışmaktır.
Halbuki borderline’da tedaviden maksat hastayı şimdiye
kadar olduğundan yani en iyi halinden bile çok daha iyi
duruma getirmek, kişilik örgütlenmesini değiştirmektir. Bu
yüz güldürücü, güzel, keyifli bir şeydir. Hastada bu süreci
izlemek, onun nasıl değiştiğini görmek, ruhsal yapısının ve
kişiliğinin bu kadar değişiyor olduğunu gözlemlemek tatmin
edicidir. Size iyi, yararlı ve güzel bir şey yaptığınızı hissettirir.
Tedavi bittikten sonra dönüp baktıklarında ilk seansla
terapi bitimindeki farkları kendileri nasıl görüyorlar?
Çok göremezler, ya da sizin gördüğünüz kadar göremezler.
Bu çok uzun bir süreçtir. Altı yıldan bazen on yıla kadar
uzayabilir. Değişimleri o kadar yavaş gelişir ki sizin gibi
net olarak göremezler. Eskisi gibi olmadıklarını, daha iyi
olduklarını bilirler ama o dramatik farkı kendileri o kadar
idrak edemezler.
Borderline’dan biraz daha genel sorulara geçersek,
terapinin başarısında nonspesifik etkenler deyince
aklınıza ne geliyor?
İnsan olmak… En önemli faktör budur. Ne olursa olsun,
ister bilişsel ister analiz hepsinde en önemli şey hastayla
kurulan sağlıklı ve insani bir ilişkidir. Hastaları tedavi eden
esas şey de budur. Bir anlamda insan gibi davranmaktır
diyebiliriz. Hastayı iyileştiren, onu suistimal etmeyecek
şekilde davranmak, onun iyiliğini düşünerek hareket
etmektir. Borderline’larda bu durum çok daha belirgin
Therapia Sayı 4 | 15
Sizce Türkiye’de biyolojik psikiyatriye doğru bir kayıştan
söz etmek mümkün mü?
olur. Kişiyle ne kadar düzgün, sağlam ve kararlı bir ilişki
kurarsanız o hastayı o kadar başarıyla tedavi edersiniz.
Normal hayatta insanlarla ilişki kurduğunuzda sizden ister
istemez beklentileri olur çünkü her ilişki talep doğurur
ve kendi içerisinde bir tutuculuk barındırır. Karşı tarafın
davranışlarının bize dokunan kısımları olur. Biz onun
iyiliğiyle ilgili bir şey söylerken fark etmeden kendimizle
ilgili söyleriz. Halbuki terapide böyle bir şey yoktur. Terapide
tek şey hastanın iyileşmesidir. Diyelim ki bir tane sevgiliniz
var. “Geçen gün bir adama rastladım, çok hoşlandım,
etkilendim. Cinsel olarak da bana çok cazip geldi.” diye
konuşmaya başladınız mı sevgilinizin suratı düşer. Kısacası
sıradan bir olayı bile paylaşmakta problem çıkar. Terapide
hasta ne yaparsa yapsın bize bir şey olmaz, bizi ilgilendiren
tarafı yoktur. Bizi ilgilendiren tek şey onun için iyi olup
olmadığıdır. Orada ne kadar o pozisyonda kalırsanız hasta
ondan o kadar yarar görür.
Terapist bu pozisyonda kalma konusunda en çok
borderline’da biraz zorlanabiliyor galiba?
Elbette. Çoğunlukla üst düzey borderline’larla herkes çalışır
ama düzey biraz aşağı düştü mü çalışmak zorlaşır. Hastalar
çok yüklendikleri için terapist kendisini sürekli olarak
tolere etme zorunluluğunda hissedip terapiye devam etmek
istemeyebilir.
Sizce başarılı psikoterapi nasıl olur?
En önemli koşul sevgidir. İnsanları seviyorsanız onlara
yardımcı olabilirsiniz. Hastalara karşı da olumlu bir
duygunuz yoksa; onlara sempati, sevgi, yakınlık, sıcaklık
hissetmiyorsanız başarılı olamazsınız. Hastayı onun iyiliğini
isteyecek kadar sevmek, ona yakınlık ve sıcaklık duymak
16
| Therapia Sayı 4
şarttır. Baştan negatif bir duygunuz olan kişiyi terapiye
almayın derim. Bir insanın ne kadar sevme kapasitesi varsa
ve kendisini başka bir insana verebiliyor, bırakabiliyorsa o
kadar iyi bir terapist olur. Tabii ki yeterli eğitimi ve düzenli
süpervizyonu almış olması şartıyla... Ama bunun dışında
önemli faktör terapistin sevme kapasitesidir.
20 sene öncesine baktığınızda ve şimdiyle
karşılaştırdığınızda psikoterapi eğitiminin durumunu
nasıl görüyorsunuz?
Daha iyiye gidiyor. Eskiden psikiyatri eğitimi alan çok az
insan psikoterapi eğitimi alırdı, şimdi yarısından fazlası
alıyor. Tabii bu daha çok İstanbul için geçerli.
Bütün dünyada böyle bir eğilim var ama bizde tersine bir
gelişim söz konusu. Bizde 20 yıl evvel biyolojik psikiyatri
egemendi şimdi psikoterapi çok büyük bir ağırlık kazanmaya
başladı. Batıda ise psikoterapiye ilgi duyan insan sayısı
azalıyor ve neuroscience (sinirbilim) gibi alanlara ilgi var. Ya
sahaya çıkıp endüstri psikolojisi gibi şeyler yapıyorlar ya da
araştırmalarda çalışıyorlar. Psikoterapiye duyulan ilgi azaldı.
Özel sağlık sigortasının ve sosyal güvenlik kurumunun
kapsadığı alanlara bakıldığında psikoterapi genelde bu
sigorta kapsamının dışında oluyor. Diyelim ki bir problemim
var bunu ya bedavaya yaptırabilirim ya da dünyanın parasını
vererek. Bu durumda, o zaman bedava olanı yani ilaçla
tedaviyi tercih edenlerin sayısı çok fazla. İnsanlar da bunu
tercih edince psikoterapiye gelen insan sayısı azalıyor.
Peki Türkiye’de psikoterapiye ilgi artışı sizce neden?
Psikologlar ve psikiyatristler arasında arada bir alevlenen
çatışmalara ne diyorsunuz?
Saçma sapan işler, gereksiz yersiz hareketler... İki taraf
açısından da en önemli olan problem yeterli eğitimi olmadan
terapi yapmak. Psikologlara bunu söylediğiniz zaman çok
ağırlarına gidiyor. Lisans mezunu olduğunuzda ne öğrenmiş
oluyorsunuz ki mahalle kadısı gibi sohbet ediyorsunuz?
Hasta geliyor ve anlattıklarından anlıyorum ki daha önce
gittiği ve sadece lisnans eğitimi almış bir psikolog hastayla
mahalle kadısı gibi sohbet etmiş ama “ben psikoterapi
yapıyorum” diyor. Bu, olacak şey değil. Bunu söylediğiniz
zaman kızıyorlar ama olmaz. Bu, psikolog yaptığı zaman da
olmaz psikiyatrist yaptığı zaman da. Bu işi yapmak istiyorsan
eğitimini alacaksın. Yeterli psikoterapi eğitimi aldıktan
sonra psikolog olmuş, psikiyatrist olmuş fark etmez. Eğitim
almadıktan sonra da ne olursa olsun. Psikiyatristlerden de
“ben psikoterapi eğitimi almadan bu hastalara bakarım,
terapisini de yaparım” diye düşünenler oluyor.
Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Türkiye’de uzun yıllar
psikoterapi eğitimine ulaşmak çok zor bir şeydi. Bizim
zamanımızda Türkiye’de analiz eğitimi almış bir veya iki
kişi vardı. Analist yoktu ve uluslararası analiz birliğinin
kabul ettiği tam yetkili eğitim analisti pozisyonunda kimse
yoktu. Dolayısıyla analist olmak için çoğu insan Fransa’ya
gidiyor sonra buraya dönüyordu. Şimdi analiz dernekleri
kuruldu, paralel olarak diğer terapilere yönelim arttı.
Bilişsel davranışçı terapi kolay öğrenilebilir ve ulaşılabilir
bir terapi olmaya başladı. İnsanlar yıllardır bilmedikleri,
ulaşamadıkları bir şey şimdi ulaşılabilir olunca ilgi
göstermeye başladı. Sağlık sistemi de beş dakikada bir
hasta bakılan yeni sisteme henüz dönüştü ancak bu sistem
kurulur da devam ederse ister istemez psikoterapiye ilgi
düşecek. Ben aynı zamanda Türkiye Psikiyatri Derneği’nin
İstanbul şube başkanıyım ve dernek olarak birçok eğitim
düzenliyoruz. Eğitimlere asistanlarımız, meslektaşlarımız
o kadar ilgili ki bütün eğitimlerimiz doluyor. Bu, aslında
şaşırılacak bir şey çünkü mezun olduğunda bir hastaneye
verecekler, beş dakikada bir hasta görüp reçete yazacak, yani
bu öğrendiklerini neredeyse hiç kullanamayacak ama yine de
öğrenmek istiyorlar, yine de eğitimlere geliyorlar. Hayranlık
uyandıracak bir şey.
Kısa dönemli terapiler de özellikle yurt dışında aynı
sebepten yayılmaya başladı değil mi?
Bazı sigortalar bunu kapsama alıyor. İki veya dört aylık
terapileri ödeyen sigortalar mevcut. Bu yüzden kısa sürekli,
problem ve çözüm odaklı terapiler de yayılıyor.
Etik denince aklınıza gelen neler en önemli şey nedir?
En önemli şey cehalet. Bence en büyük etik ihlal yaptığınız
iş konusunda yeterli bilgi ve deneyiminiz olmadan o işe
kalkışmaktır. Ben hem Türkiye Psikiyatri Derneği’nin onur
kurulu üyesiyim ve 10 seneden fazla İnsan Hakları ve Etik
Bilimsel Çalışma birliğinin koordinatörlüğünü yaptım. Hem
etik kurulu hem de Türk Nöropsikiyatri Derneği etik kurulu
üyesiyim. Bize en sık yansıyan problemler ve şikayetler
cehaletle, bilmeden terapi yapılmaya kalkılmasıyla alakalı.
En sık rastladığımız ikinci etik ihlal, nüfuz, güç, şöhrete
ilişkin saçmalıklar. Mesela basın yoluyla işlenen etik suçlara
çok sık rastlıyoruz. Televizyonda ya da gazetede saçma sapan
bir şey söyleyenler, enteresan olsun diye saçma bir programa
çıkıp orada bir hasta muayene edenler…
CETAD’da eğitim veriyorsunuz, ne tip eğitimler bunlar?
CETAD’da seks terapisti yetiştiriyoruz. İki senelik bir
eğitimden sonra bu terapiyi yapacak düzeye geliyorlar. Eğitim
üç modülden oluşuyor. Birinci modül üç gün, ikinci modül
altı gün, üçüncü modül ise dokuz gün sürüyor. 144 saatlik
bir teorik eğitimi oluyor, sonra 96 saat süpervizyon alıp vaka
görülüyor. Oldukça yoğun bir eğitim; 16 kadar eğiticiden
oluşan geniş bir kadro eğitim veriyor. Ürologlar, kadın
doğumcular, halk sağlıkçıları, mikrobiyologlar cinselliğin
her boyutunu anlatıyorlar. Bunun için de önceden klinik bir
terapi eğitimine sahip olunmasını şart koşuyoruz.
Therapia Sayı 4 | 17
Bilişsel Davranışçı Terapi
Perspektifinden Borderline
Kişilik Bozukluğu’na Bir Bakış
Borderline kişilik bozukluğuna bilişsel davranışçı terapi nasıl
yardımcı olur?
berk murat ergün
sandy kohen
“Kendimi öldürmeye çalışmadım” dedi Gamze doktora.
Doktor ona ne yapmaya çalıştığını sorunca da “yalnızca
içimde yaşadığım bütün bu dayanılmaz saçmalıkları
durdurmaya çalışıyordum” diye yanıt verdi. Gamze iki kutu
antidepresan ilaç içerek gerçekleştirdiği intihar girişiminden
sonra borderline kişilik bozukluğu (BKB) tanısı konularak
psikiyatri hastanesinde 2 ay yatarak tedavi görmüştü.
Gamze yaşadıklarını ve BKB’nun ne olduğunu şu sözleri ile
tanımlar: “Ölmeyi istemenin ne demek olduğunu biliyorum.
Gülümserken nasıl canımın acıdığını… Nasıl uyum
sağlamaya çalıştığımı ama yapamadığımı… İçimdeki acıyı
öldürmek için kendime nasıl zarar verdiğimi…”
18
| Therapia Sayı 4
BKB Nedir?
BKB; duygu, biliş, davranış, kişiler arası ilişkiler ve kendilik
algısı gibi alanlarda bozulmalarla kendisini gösteren bir
regülasyon bozukluğudur.
Emosyonel disregülasyonu, duygu durumundaki
dalgalanmalar ve sonucunda düşünce ve davranışlardaki
tutarsızlıklarla karakterizedir. Bu kişilerin emosyonel
uyaranlara karşı düşük eşikleri ve hızlı tepkisellikleri vardır
ayrıca emosyonel olarak normal sınırlarına dönme zamanları
oldukça uzundur. Sonuç olarak, keskin duygusal iniş ve
çıkışlar yaşarlar, hafif engellenmeye ya da onay alamamaya
bile yoğun dürtüsel tepki gösterirler.
Kişiler arası ilişkiler, yoğun terk edilme, yalnız kalma
korkusuyla birlikte duygu durumundaki düzensizliğin
de katkısıyla oldukça kaotiktir. Gamze’nin annesi kızı
ile ilişkisini şöyle tanımlamakta: “Bana bazen onun en
yakını bazen de düşmanı olduğumu hissettiriyor. Onun
neye ne tepki vereceğini ve benim ona nasıl davranacağımı
bilememenin çaresizliğini yaşamak çok korkutucu”.
BKB olan kişiler duygu durumundaki değişkenliğin ve
kendilerini geçersiz kılan çevrenin etkisiyle tutarlı bir
kendilik algısı geliştiremezler. “Ben kimim?” sorusuna
bütüncül bir yanıt bulamazlar. Bölünmüş bir kimlik algıları
vardır. Sağlıklı, olgun bir kendilik algılarının olmaması ile
birlikte hayattaki değerleri durmadan değişir. Yaşamlarında
önemli bir yer tutan ancak tarif etmekte zorlandıkları boşluk
duygusundan yakınırlar. Boşluk hissi dissosiyatif süreçlerle
iç içedir. “Bazen sanki hayatta sadece bir gözlemciymişim
gibi geliyor. Her şeye dışarıdan bakıyorum, ve hiçbir şey
hissetmiyorum…”, diye tanımlamakta Gamze yaşadığı
kopukluğu.
Therapia Sayı 4 | 19
Aslında bizim kişilik bozukluğu olarak
tanımladığımız şey onların yaşamının
kendisidir. Kaosun egemen olduğu,
bir türlü dengeyi bulamayan, zor ve
fırtınalı bir yaşam.
BKB’nda davranışsal problemler olarak, kendine zarar verme
davranışları, intihar girişimleri, psikoaktif madde ve alkol
kötüye kullanımı, riskli eylemlerde bulunma yoğun olarak
gözlemlenir. Hastaların %75’inden fazlasında en az 1 intihar
girişimi öyküsü vardır. İntihar riski her zaman tedavinin en
öncelikli maddesidir. Hastaların büyük çoğunluğu kendine
zarar verme davranışları sergiler. Bu davranışlar yaşadıkları
duygusal acıdan kurtulup şu ana dönme çabasıdır. Gamze
kendine zarar verme davranışlarıyla ilgili kendisini şöyle ifade
etmekte: “Kendimi kesiyorum çünkü acıtıyor, var olduğumu
hissediyorum. Şöyle bir sarsılmış oluyorum ve gerçeğe
dönüyorum.”
Problemin bilişsel yansıması paranoid ve ambivalan
düşünceler şeklindedir. Zaman zaman hastalar psikotik
süreçlerin içerisine girebilirler.
Aslında bizim kişilik bozukluğu olarak tanımladığımız şey
onların yaşamının kendisidir. Kaosun egemen olduğu, bir
türlü dengeyi bulamayan, zor ve fırtınalı bir yaşam.
BKB’nun Gelişimsel Öyküsü
Sınırda yaşamanın temelleri, bu kişilerin gelişim süreci
boyunca içinde bulundukları çevre ve yaşadıkları travmatik
deneyimlerle atılır. Araştırmalar çocukluk çağında
yaşanan travmalarla BKB arasında anlamlı ve güçlü bir
ilişkinin varlığını göstermektedir. Travmatik deneyimler;
cinsel istismar, fiziksel ve duygusal şiddet, ihmal gibi
olumsuz yaşantılardan oluşur. Ebeveynlerin kendileri bu
davranışları göstermeseler bile çocuklarını korumakta veya
çocuklarının yaşadıkları olumsuz deneyimi duygusal olarak
işlemlemelerine yardımcı olmakta başarısız olmuşlardır.
Travmatik deneyimin kimin tarafından gerçekleştirildiği,
şiddeti ve sıklığı da BKB semptomlarının yoğunluğu ve
şiddeti ile yakından ilişkilidir.
20
| Therapia Sayı 4
Kendilik algısının sağlıklı gelişimi için dış dünyadan
gelen mesajlar ile kişinin kendisi ve dış dünya hakkındaki
algılarının tutarlı olması gerekir. Ancak BKB’nda gelişim
sürecinde kişiye çevresi tarafından verilen geri bildirimlerin
“her tanımın yanlış”, “deneyimlerinden çıkarttığın sonuçlar
aptalca, anlamsız”, “tokum diyorsan aslında açsın demektir”
gibi kişinin kendisi ve dış dünyayla ilgili algılarını,
tanımlamalarını geçersiz kılan mesajlar içerir. Bu durum
kişinin sağlıklı bir kendilik algısı geliştirmesini engeller.
Gelişim çağında çocuğun kendilik algısı ile ilgili deneyimlere
çevresindeki insanların değer vermemesi, çocuğun çevre ile
kurduğu ilişkide kendi sezgilerine güvenmemesine neden
olur. Çocuk için geçerli olan kendisinin algısı değil geçersiz
kılan çevrenin ne dediğidir. Annesi tarafından beslenme
konusunda aşırı kontrolcü ve müdahaleci bir şekilde
büyütülen çocuğun açlık ve tokluk algısıyla ilgili annesine
“anne ben doydum mu?” sorusunu sorması gibi.
Ebeveynlerin çocuk için güvenlik alanı oluşturması gereken
bir dönemde kötüye kullanılan veya çevresi tarafından
durmadan geçersiz kılınan mesajlarla büyümeye çalışan
çocuk için ebeveyn, tersine, korkunun kaynağıdır. Böyle bir
çevrede büyüyen çocuk güvenli bağlanma oluşturmakta ve
tatmin edici ilişkiler kurmakta zorlanır. Bununla birlikte
terk edilme korkusunun hayatlarını yönetmesi, duygu
durumundaki dalgalanmalar, düşüncelerdeki tutarsızlık,
davranışlardaki bozukluk ve sınırlarda geçirilen bir yaşam
aslında bir bütün olarak anlam kazanmaktadır. Terapist
olarak borderline hastaların yaşadıkları bu döngüyü görmek
o kişileri anlamayı sağlarken tedavinin de önemli bir
parçasını oluşturur.
Therapia Sayı 4 | 21
İhtiyaçların karşılanmadığı,
duygularını ifade etme özgürlüğü
bulunmayan, geçerli kılınmayan bir
ortamda büyüyen çocuğun yaşam
becerileri de eksik kalır.
BKB’nda Bilişsel Davranışçı Terapi
Borderline hastalarının kişiler arası ilişkilerde yaşadığı
problemlerin (yapışma-terk etme, değer vermedeğersizleştirme benzeri ikiliklerin varlığı) iyi bir terapötik
ilişki kurmayı zorlaştırmasına ek olarak kendine zarar verme
ve intihar davranışı gibi var olan riskli davranış kalıpları
tedaviyi oldukça güçleştirmektedir. Buna karşın BKB’nun
tedavisinde bilişsel davranışçı tedavi (BDT) ve BDT’den
türeyen üçüncü dalga terapiler (diyalektik davranışçı terapi,
şema terapi) bu hastalar için umut kaynağı olmaktadır.
İlk olarak depresif bozukluk için geliştirilen BDT, anksiyete
bozuklukları başta olmak üzere birçok eksen I bozukluğun
tedavisinde süreç içerisinde etkin olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Bu durum BDT’nin eksen II bozukluklarının
tedavisinde de kullanımını gündeme taşımıştır.
Beck modelin BKB üzerine olan kavramlaştırmasında
şemaların belirleyici rolüne vurgu yapar. Sonrasında Pretzer,
Freeman, Layden ve Morse BKB’nda bilişsel modeli daha da
detaylandırıp zenginleştirmişlerdir.
BKB’nun BDT ile tedavisinde 3 temel öğe ele alınır:
“Otomatik düşünceler, ara inançlar ve şemaları” içeren
bilişler, telafi edici stratejiler ve eksik yaşam becerileri.
Otomatik düşünceler bilişin en kolay farkına varılabilir ve
en yüzeysel katmanını oluşturur. Ara inançlar şemalarla
otomatik düşüncelerin arasında yer alan kural, tutum
ve varsayımlardan oluşur. Bunlar bireysel deneyimler,
aile ve sosyal etkileşim bağlamında öğrenilip geliştirilir.
Tedavinin biliş olarak ana odağı şemalardır. Şemalar
çocukluk çağlarında yaşanan deneyimlerle, ebeveynlerle
ilişki ve dış çevreden gelen mesajlarla şekillenen kişinin
kendi, dış dünya ve gelecek hakkındaki temel inançlarıdır.
22
| Therapia Sayı 4
Bu inançlar koşulsuz, katı ve değişime dirençlidir. Kişinin
yaşam deneyimlerine anlam kazandırmak için genel
biçimde düzenlenmiş prensiplerdir. Şemalar derinde yatan,
sorgulanmayan kabullerdir; kişi tarafından değişmez
doğrular olarak görülür. Uyumlu şemalar verilerin hızlı bir
şekilde özümsenmesi ve uygun karar verme süreçlerinin
oluşmasında işlevsel bir rol oynar. Buna karşın psikiyatrik
bozukluklarda uyumsuz davranış ve olumsuz duygu
durumuna yol açan “uyumsuz şemalar” vardır. BDT’nin
en temel hipotezlerinden birisi uyumsuz şemaların stres
oluşturan güncel bir yaşam olayıyla tetiklenene kadar pasif
olduklarıdır. Ancak BKB gibi kişilik bozukluklarında
şemalar her an güncel yaşam olaylarıyla tetiklenmeye
hazır birer bomba gibi açıkta beklemektedir. Bu şemaların
aktifleşmesi de ciddi duygu durum değişikliklerine neden
olur.
Borderline hastalarda bulunan ön plandaki şemalar: “ Dış
dünya tehlikeli”, “diğerleri güçlü, acımasız ve kötü ” “ben
güçsüz ve kırılganım”, “ben özünde kabul edilemez bir
insanım” şeklindedir. Bu temel inançlar aşırı bir uyarılmışlık
hali, zayıf kendilik algısı ve kişiler arası ilişkilerde
güvensizliğe ve kaosa neden olur. Örneğin, bağımlılık
varsayımı ( hastanın güçsüz ve kırılgan olduğu ve diğer
kişilerin güçlü olduğu inancı) ile paranoid varsayımların
(diğer kişilerin güvenilmez ve kötü olduğuna dair inanç)
paradoksal kombinasyonu BKB hastalarında kişiler arası
ilişkilerde görülen tutarsız ve uç davranışlara neden olur.
Bu hastalar, bir taraftan diğer insanlara yapışma ihtiyacı
içindeyken diğer yandan dış dünyaya güvensizliklerinden
dolayı o kişileri kendinden uzaklaştırma eğilimindedirler. Bu
inançlara ek olarak BKB’nda önemli bir diğer bilişsel özellik
de kutuplaşmış düşünce kalıbıdır. Bu durum kişinin hayatı
siyah ve beyaz olarak uçlarda yorumlamasına neden olup bir
parçaya bakarak bütünü tanımlaması sonucunu doğurur.
BKB hastalarının, durumları değerlendirmede grinin
tonlarını kullanma becerisinin eksikliği duygusal kaosa ve
tepkilerin aşırı şekilde uçlara kaymasına neden olur.
Telafi edici stratejiler, çocukluk döneminde yaşanılan
olumsuz deneyimler ve travmalarla belirlenmiş
uyumsuz şemalara karşı geliştirilmiş işlevsel başa çıkma
davranışlarıdır. Belli bir dönem boyunca işe yarayan ve
kişinin kendisini korumasını sağlayan bu davranışları
hayatları boyunca birçok durumda kullanmaya devam
ederler. BKB’nda tipik telafi edici stratejiler; kaçınma,
bağımlılık, kontrol, kendine zarar verme, saldırganlık ve
dissosiyasyon şeklindedir. Bu stratejiler istenen sonucu
vermediğinde hastalar farklı bir yol denemek yerine
işlevsiz stratejilerini yeteri kadar iyi gerçekleştirmediklerini
düşünürler ve aynı stratejiyi daha yoğun biçimde
uygulamakta ısrarcı olurlar. Ancak çocukluk döneminde
kötü sonuçları engellemek için kullanılan bu stratejiler
yetişkinlikte probleme katkı sağlayan ve devam ettiren
unsurlar haline gelir. Çocukluklarında duygu ve
düşüncelerine değer verilmeyip geçersiz kılınan bu kişilere
duygu ve düşüncelerinin yanlış olduğu mesajı verildiği
için “duygularını dışa vurmama” gibi kaçınma stratejisi
geliştirebilirler. Çocukken işlevsel olan bu stratejiler yetişkin
olduklarında yaşadıkları ilişkilerde onlar için bir engel
oluşturabilir ve kişiler arası sorunlara yol açabilir.
İhtiyaçların karşılanmadığı, duygularını ifade etme
özgürlüğü bulunmayan, geçerli kılınmayan bir ortamda
büyüyen çocuğun yaşam becerileri de eksik kalır. Problem
çözme, kişiler arası etkileşim, emosyonlarını düzenleme
gibi temel yaşam becerilerini öğrenemezler. Bu eksik yaşam
becerileri onların hayatla başa çıkmakta zorlanmalarına ve
uygunsuz tepkiler geliştirmelerine neden olur.
Tedavinin hedefi, şemaları, kutuplaşmış düşünce ve telafi
edici stratejileri daha işlevsel inanç ve davranışları içerecek
biçimde yeniden yapılandırmak ve eksik yaşam becerilerini
geliştirmektir. Depresyon, anksiyete bozukluklarında
uygulanan BDT’ye göre BKB’nun BDT’si çok daha uzun
soluklu bir tedavidir. Terapide konan hedeflere en az bir
senenin sonunda ulaşılabilir.
Uzun ve yoğun bir terapi sürecinde ilerlemenin belirleyicisi
hayatı boyunca güvensiz ilişkiler kurmuş olan hastanın
terapisti ile güvenli bir ilişki kurmasıdır. Bu ilişkinin
istenilen noktaya gelmesi şüphesiz ki uzun bir süreç alacaktır
ve zaman zaman da sekteye uğrayabilir. Borderline’ların
terapistleriyle kurduğu ilişki diğer insanlarla kurdukları ilişki
kalıbından farksızdır. Terapist onlar için bir an çok değerli
ve sevdikleri kişiyken ertesi gün değersiz ve nefret edilen
bir kişiye dönüşebilir. Terapistinin de onu terk edebilme
ihtimalinin verdiği korkunun yoğunluğunda terapiste
aşırı yapışma şeklinde bağımlı bir ilişki kurmalarını ya da
hastanın terapiyi sonlandırmasını getirebilir. Bu nedenle
terapistin hastayla kurduğu ilişkide iyi bir denge oluşturması
gereklidir. Bu denge içerisinde terapi sürecinin sınırlarını iyi
belirlemesi ve terapi hedeflerinin net olması çok önemlidir.
İyi bir terapötik ilişki terapinin temelini oluşturmakla
birlikte, BKB’nun tedavisinde ilk adım bu kişilerin
kendilerine zarar verici davranışlarını ve intihar girişimlerini
engellemektir. Bu ancak terapistle kurulan iyi bir ilişki,
terapistin kendisini ulaşılabilir kılması ve terapistin hastaya
krizi yönetmek için öğreteceği alternatif stratejilerle
mümkün olur. Krize olabildiğince erken müdahale etmek
riskli davranışların önüne geçmek için önemlidir. Krizleri
yönetmenin ilk adımı hastayı sakinleştirmek, empatik
bir dinlemeyle hastanın duygularını geçerli kılmaktır.
Terapistlerin hastanın duygularını geçerli kılmadan pratik
Therapia Sayı 4 | 23
önerilerle kolaycı çözümler üretmesi hastanın tepkiselliğini
arttırır.
Kişinin güvenliği sağlanıp, kendine zarar verici davranışları
kontrol altına alındıktan sonra ancak bilişsel müdahalelere
geçilebilir. Bilişsel müdahalelerin en önemli hedefi
altta yatan uyumsuz şemaları ve kutuplaşmış düşünce
örüntüsünü değiştirmektir. Davranışçı ödevlerle bu
değişim gerçek yaşama aktarılır. BKB olan kişiler kendi
duygu, düşünce ve davranışlarını anlamlandırmakta zorluk
yaşarlar. Şemaları anlamak hastaların kafa karışıklığını
azaltmakta ve davranışları üzerinde kontrol kazanmalarını
sağlamakta önemlidir. Şemalarının gün içinde nasıl
tetiklendiğini fark etmeleri için hastalara günlük düşünce
kayıt formları tutturulur. Tedavide bilişsel anlamda hedef,
şemaları tamamen ortadan kaldırmak değildir. Bu, kişilik
bozukluğunun tamamen ortadan kalkmasını beklemeye
benzer. Terapinin hedefi şemaların duygusal ve kişiler
arası yaşantıyı nasıl kontrol ettiğinin öncelikle hasta
tarafından farkına varılmasına yardım etmek ve hastanın
günlük işlevselliği üzerinde uyumsuz şemaların etkinliğini
azaltmaktır. Bunu yaparken kişinin şemalarını adlandırması,
şemanın küçük parçalara ayrılması, başa çıkma kartları
kullanmak, şemanın gerçekliğini sınayan davranışsal
deneyler ve yeni hayat deneyimleri oluşturmak tedavinin
iskeletini oluşturur.
İşlevsel olmayan başa çıkma stratejilerinin, oluşturduğu
olumsuz yaşam deneyimleriyle uyumsuz şemaları
nasıl beslediğini ve şemaların devamına nasıl katkıda
bulunduğunu hastaya göstermek bir diğer önemli aşamadır.
Bu işlevsiz stratejilerin yerine konacak işlevsel başa çıkma
yöntemleri beceri eğitiminin hedefidir. Beceri eğitiminde
terapist ya hastanın repertuarında bulunmayan becerileri
oluşturmalı ya da körelmiş becerileri bilemelidir. Seans
içerisinde kurgulanan yeni stratejiler ve oluşturulan beceriler
davranışsal ödevler ile gerçek yaşamda test edilir.
24
| Therapia Sayı 4
Layden BKB’nda seans içerisinde imgeleme, rol oyunu
gibi yaşantısal tekniklerin kullanımına vurgu yapar.
Özellikle travmatik deneyimlerin var olduğu hastalarda
travmatik anıyla baş etmek için ” imgeleme yoluyla yeniden
senaryolaştırma ve yeniden işlemleme” (IRRT, Smucker) gibi
yöntemler tedavi içerisine yerleştirilebilir.
BKB’nda Üçüncü Dalga Terapiler
BKB’nun tedavisinde BDT’den köken alan yaklaşımlardan
birisi Marsha Linehan’ın geliştirdiği “Diyalektik Davranışçı
Terapi”(DDT) diğeri ise Jeffrey Young’ın geliştirdiği
“Şema Terapi” (ŞT) dir. DDT; batının rasyonel, doğunun
uzlaşıcı bakış açısının diyalektik felsefenin dünya görüşüyle
tümlenmesinden türetilmiş bir yaklaşımdır. DDT özellikle
BKB ve kronik olarak kendisine zarar verme davranışı
bulunan kişiler için geliştirilmiştir. DDT, BKB’nun
tedavisinde kontrollü çalışmalarla etkinliği gösterilmiş kanıta
dayalı bir terapi yaklaşımıdır. BKB’nun DDT modelinde
kavramsallaştırılması biyososyal teoriye dayanır. Linehan’ın
teorisine göre BKB temelde duygu düzenleme sistemi ile ilgili
bir bozukluktur. Ayrıca DDT modeli, BKB olan bireylerde
diyalektik bir sentez eksikliğin varlığına işaret eder. DDT
bir denge terapisidir. Linehan’ın vurguladığı “kabul” ile
“değişim” arasındaki denge tedavinin ana unsurudur.
Birçok farklı yaklaşımdan öğeler almışsa da bu yaklaşımın
çıkış noktası değişim odaklı bilişsel davranışçı terapidir
(BDT). Uygulamada BDT ile benzerlikleri alıştırma
(exposure), kognitif yeniden yapılandırma, problem çözme,
beceri eğitimi gibi tekniklerin kullanımından geçer. Klasik
BDT’den, hastanın kapasitesini ve o anki davranışlarını
“geçerli kılma” ve “kabul” üzerine odaklanması, kabul
ve değişim arasındaki diyalektik dengeye vurgu yapması,
terapinin aslı olarak teröpatik ilişkiyi kullanması gibi
özellikleriyle farklılaşır. Tedavi hedefleri dört ayrı aşamada
tanımlanır. Birinci aşama terapinin en uzun ve belirleyici
aşamasıdır. Bu aşamada hastanın kendine zarar verme ve
intihar davranışlarını engellemek, tedaviyi engelleyen ve yaşam
kalitesini bozan davranışları azaltmak, davranışsal becerileri
arttırmak hedeflenir. Tedavinin ikinci aşamasında eğer varsa
travmatik deneyim ya da deneyimlerle ilgili problemler ele
alınır. Üçüncü aşamada hayat kalitesini olumsuz etkileyen
özel, sosyal ve mesleki alanlardaki çözülmemiş problemler
ele alınır. Tedavinin son aşamasında da benlik saygısının
arttırılması, bütünlük duygusunun sağlanması amaçlanır
JeffreyYoung’ın ortaya koyduğu ŞT özellikle BKB için
geliştirilmiş geleneksel BDT’nin kavram ve tedavisinin
genişletilmiş bir formudur. Bilişsel davranışçı yaklaşım,
kişiler arası ve yaşantısal teknikleri birleştiren bütünleyici bir
teori ve tedavidir.
Standart BDT’den temel farkları teröpatik ilişkiye,
duygulanıma, geçmiş yaşam olaylarına daha fazla ağırlık
vermesi; çocukluk yaşantıları ve gelişimsel süreçlerle daha
yoğun çalışmasıdır. Young’un şema tanımı kavramsal olarak
BDT’deki şema tanımından daha geniştir. Şema anılardan,
duygulardan, duyumlardan ve bilişlerden oluşur. Şema
modu kuram ve tedavideki bir başka önemli kavram olup
o sırada içinde bulunduğumuz hakim durumu tarifler.
Bir modun içerisinde olmak kişinin zamanın bu anında
hangi şema faaliyet grubunun etkisi altında olduğunu
gösterir. Şema modları belirli şemalara bağlı olarak ortaya
çıkan düşünce, duygu ve davranış örüntüleridir. BKB’nda
hastaların bu şema modları arasında hızlı ve ani geçişler
yaşamaları şema terapiye göre temel problemdir. BKB için 5
adet şema modu tanımlanır:” Terk edilmiş çocuk”, “öfkeli
çocuk”, “cezalandırıcı ebeveyn”, “kopuk korungan” ve
“sağlıklı erişkin”. ŞT’nin hedefi uyumsuz modları ve mod
geçişlerini hastanın fark etmesini sağlayarak sağlıklı yetişkin
tarafını güçlendirmektir. BKB kişinin yaşamını derin bir
kaos içerisinde sürdürmesine neden olan, dolayısıyla sosyal,
akademik, mesleki ve özel yaşantısındaki işlevselliğini
önemli derece etkileyen ve tedavisi oldukça güç olan bir
bozukluktur. BDT ve onun türevleri olan yaklaşımlar
BKB’nda hastalara yardımcı olsalar da problemin çözümünde
kat edilmesi gereken oldukça uzun bir yol vardır.
Kaynakça
Arntz, A., Genderen, H. (2009).
Schema Therapy for Borderline
Personality Disorder. UK: WileyBlackwell.
Beck, Aaron T., Freeman A., Davis,
D.D ve ark. (2004). Cognitive Therapy
of Personality Disorders (2.baskı).New
York: The Guilford Press.
Ergün, B.M. (Temmuz, 2012).
Psikiyatri hastanesinden terapi
koltuğuna: Marsha M. Linehan ve
diyalektik davranışçı terapi. Therapia,
2, 36-45.
Leahy, R.L. (2004). Cognitive Therapy.
Basic Principles and Applications . New
York: The Guilford Press.
Millon, T., Grossman, S., Millon, C.,
Meagher, S., Ramnath, R. (2004).
Personality Disorders in Modern Life
(2.baskı). New Jersey: John Wiley &
Sons Inc.
Therapia Sayı 4 | 25
Terapist, kişinin tüm eyleme dökme
davranışlarının ilk muhatabıyken hem
sınır koyucu hem de bir o kadar da
kapsayıcı olabilir mi?
Borderline Kişilik Yapısı ile
Terapinin Kıyısında
Borderline kişilik yapısıyla çalışmak epeyce zorlayıcı olsa da getirileri ve sonuçları son
derece yüz güldürücü.
duygu coşkun
26
| Therapia Sayı 4
Borderline kişilik yapısı üzerine benden bir yazı yazmam
istenildiğinde aklıma gelen ilk cümlelerimin “yazı en fazla
kaç sayfa olmalı” ya da “içerik açısından tam olarak beklenen
ne?” gibi sınırları net bir şekilde çizmeye yönelik sorulardan
oluşması sanırım tesadüfi olmamalıydı. Çünkü, bir terapist
olarak karşı koltuğunuzda borderline kişilik yapısı olan
biri oturuyorsa terapötik çerçeveyi korumanın bir hayli
meşakkatli olacağını ve terapi boyunca sınırlarınızın ne denli
zorlanacağını aslında daha ilk seanstan çok iyi bilirsiniz. Bir
yandan haber vermeden iptal ettiği seansı hiç umursamayan
bireyin, bir sonraki seansta sürenin yetersizliğinden nasıl
büyük bir öfkeyle bahsedebileceğini görmek hiç şaşırtıcı
olmayacaktır. Benzer şekilde, terapist olarak siz, o kişinin
gözünde bir anda “dünya üzerinde onu tek anlayabilecek
kişi” kadar idealize bir imgeyken, bir sonraki seansta çok
kolaylıkla yerle bir edilip “onu hiç umursamayan, işini hiç de
iyi yapamayan” bir terapist haline dönüşebileceksinizdir.
O halde böylesi kaygan bir zeminde dururken, bireyin
ruhsal işleyişini keşfetme ve anlama çabası yorucu bir uğraş
olmaktan çıkabilir mi? Terapist, kişinin tüm eyleme dökme
davranışlarının ilk muhatabıyken hem sınır koyucu hem de
bir o kadar da kapsayıcı olabilir mi?
Eğer borderline kişilik yapısında belirtilen en temel
sıkıntılardan biri, kişiler arası ilişkilerin gözünde aşırı
büyütme ve bir anda yerin dibine sokma uçları arasında
gidip gelmesi ise ve bu kişilerde dürtüsel davranışlara sıkça
rastlanıyorsa, terapide kurulacak ilişkinin bu durumdan
nasibini almamasını ummak terapisti olsa olsa hayal
kırıklığına uğratacaktır.
O halde bu durumu görmezden gelmek yerine tam da
bu inişli çıkışlı, dalgalı ruh hallerinin ve kişiler arası
çatışmaların ortaya çıkabileceği terapötik bir ortamı
yaratabilmek ve bu dinamikleri yorumlayabilmek
terapiyi işlevsel kılacaktır. Diğer bir deyişle, terapistin
sınırlarının zorlandığı alanlar aynı zamanda dönüşüme
ve değişime açılan fırsat kapıları olacaktır. Kabul etmek
gerekir ki, terapistin bu tip zor vakalarda kendisini bir
araç olarak kullanmak durumunda kalması kimi zaman
ruhsal kirlenmeye veya tükenmişlik hislerine sebebiyet
verebilecektir. Ancak borderline kişilik yapısı ile yürütülecek
terapötik çalışmanın neredeyse imkansız veya sancılı bir
süreç olarak tanımlanmasından ziyade, sağlıklı ilişkiler
geliştirmeye ve bireyselleşmeye fırsat verebilen, boşluk
duygusunun yerini merakın aldığı, içsel dünyaya yapılan
yolculuğun bir parçası olarak görülebileceği inancındayım.
Sanırım bu soruların cevabı, borderline kişilik yapısının
doğasını yeterince kavrayıp, onu kabullenebilmekle ilişkili
olsa gerek. Bu kişilerin kendilik sınırlarının yeterince
belirginleşmemiş olması, kronikleşmiş boşluk hissi ve
duygulanımlarını düzenlemekte çektikleri zorluklar sebebiyle
terapistin, eyleme dökme davranışının muhatabı olması
kaçınılmazdır.
Therapia Sayı 4 | 27
Borderline'a
gelişimsel bir bakış
Psikopatolojideki en büyük tartışma
konusu, sorunların nedeninin genetik
mi yoksa yetiştirilme mi olduğudur.
Bulunacak kesin bir cevap aslında yaşanan
sıkıntıyı çözebilmenin veya daha önemlisi,
önleyebilmenin anahtarı olabilir.
Genetik mi yetiştirilme mi? Biyoloji mi yoksa çevre mi?
burcu gençer-türk
Borderline kişilik bozukluğunu hep çok gizemli
bulmuşumdur. Bir an kendini dünyanın en güvenli
ilişkisinde zannederken, kısacık bir an içinde inanılmaz bir
tehdit altında olduğunu hissetmek insanı ne hale sokar merak
ederim. Borderline kişilerin ilişkileri, insanları algılayışları,
kendileri hakkında düşündükleri aniden yön değiştirebilir.
Günlük hayat onlar için adeta daimi bir belirsizlik içinde
devinir. Bazıları için belirsizlik heyecan verici bir durumdur,
farkındayım. Ben kendi adıma belirsizlikten hiçbir zaman
hoşlanmadım. Bu yüzden özellikle ilgimi çekiyor borderline
kişilikler. Acaba ne sebep oluyor bu gelgitlere, ansızın gelen
şiddetli öfke patlamalarına, yanlış ilişkilerde ısrar etmelerine,
tekrar tekrar kendilerine zarar verme çabalarına?
Psikopatolojideki en büyük tartışma konusu, sorunların
nedeninin genetik mi yoksa yetiştirilme mi olduğudur. Biyoloji
mi, çevre mi? Bilimsel araştırmalar sıkça bu sorunun cevabını
arar. Çünkü bulunacak kesin bir cevap aslında yaşanan sıkıntıyı
çözebilmenin veya daha önemlisi, önleyebilmenin anahtarı
olabilir. Mesela bilsek ki depresyonun tek ve kesin nedeni
yanlış anne baba tutumları, o zaman bu yanlışlardan kaçınarak
depresyonu önlemek mümkün olabilirdi. Ve çözüm ne kadar
kolay olurdu. Ancak çoğunlukla, araştırmalar bu ikileme net
bir yanıt bulamazlar. Çoğu psikopatolojinin nedeni biyolojik ve
çevresel faktörlerin birleşimi olarak çıkar karşımıza. Borderline
kişilik bozukluğu için de durum farklı değil.
28
| Therapia Sayı 4
Yakın geçmişte yapılan araştırmalar, borderline özelliklerin
%60 oranında kalıtımsal olduğu sonucuna varıyor. Yani
tartışmanın biyoloji tarafı az farkla önde gidiyor. Bu demek
oluyor ki, doğuştan gelen bazı özellikler borderline kişiliğin
gelişmesinde rol sahibi olabiliyor. Öne çıkan ortak mizaç
özelliklerinden biri dürtüsellik. Dürtüselliği yoğun kişiler
düşünmeden hareket etme eğiliminde olduklarından
kendilerini tehlikeye atma olasılıkları yüksek. Aniden gelen
dürtünün peşine düşmeleri mantıklı kararlar vermelerine
engel oluyor. Hissettikleri olumsuz duygulara verdikleri
orantısız tepki bununla açıklanabilir belki. Bir başka
açıklama da duygularını dengelemekle ilgili yaşadıkları
zorluklar olabilir. İlişki problemlerinin oluşmasına temelde
bu becerinin eksikliği yol açıyor. Borderline kişiler diğer
insanlara göre duygusal uyaranlara karşı daha hassaslar,
daha çabuk öfkelenebiliyor, üzülüyor ve kaygılanıyorlar. Bu
duyguları daha yoğun yaşıyorlar ve tekrar dengeyi bulmaları
daha uzun zaman alıyor. Özellikle çevreden gelen negatif
ipuçlarını daha çabuk ve aşırı algılıyorlar. Bu durum zihinsel
süreçlerinin işleyişine de olumsuz olarak yansıyor ve yine
mantıklı tepkiler vermek konusunda yetersiz kalıyorlar. Peki
tüm bu biyolojik yatkınlıklara sahip insanlar borderline
kişiliğe dönüşüyor mu? Hayır... ve burada da çevresel
faktörler devreye giriyor.
Therapia Sayı 4 | 29
İhmal ve ayrılık gibi, fiziksel ya da cinsel
taciz de uzun vadeli etkiler yaratır. Böyle
bir deneyim çocuğun güvende olma algısını
yok edebilir. Hele de taciz tanıdığı güvendiği
birinden geliyorsa çocuk için dünya tamamen
tehlikeli bir alana dönüşür.
Çevresel faktörler denince elbette ilk akla gelen çocukluk
dönemi ve aile. Borderline kişilik sahibi insanların
geçmişlerindeki ortak noktalar incelendiğinde ağır basan
tablo; ihmal, ilgisizlik, küçük yaşta ebeveynden ayrılma,
travma, fiziksel veya cinsel taciz şeklinde. Çocukluk çok
önemli bir dönem insan yaşamında. Zihnin bambaşka
çalıştığı, ironilere, metaforlara yer olmayan, her şeyin
olduğu gibi algılandığı ve genellenerek kaydedildiği. Öyle
ki o dönemde kazınan duygusal yaralar, yıllar geçse ve
zihin büyüse bile kaydedildiği şekliyle kalıyor bazen, en
acımasız haliyle. Artık herkes biliyor ki, yetişkinlikteki güven
duygusunun temelleri çocuklukta atılıyor. Eskiden en çok
benimsenen ebeveynlik tarzı çocukla pek yüz göz olunmayan
katı disiplinken, günümüzde anne babalar çocuklarının
duygu ve ihtiyaçlarına daha duyarlılar. Çünkü biliyorlar ki,
temel ihtiyaçları yakınları tarafından karşılanan çocuklar
temel güven hissini kazanıyor ve kendilerinden emin
büyüyorlar. Zihinlerinde güvenli bir dünya, güvenebilecekleri
insanlar gibi kategoriler oluşuyor. Peki ya en yakınındaki
insanlar tarafından güvenliği tehdit edilen veya hiçe sayılan
çocuk... Onun zihninde neler oluyor?
Çocukluk döneminde ailesinden ayrılmak zorunda kalmış
veya ihmal edilmiş çocuklar sevgiden yoksun büyüyorlar.
Bir çocuk için çok önemlidir anne babasının gözüne
girmek. Kendisini nasıl tanımladığı önceleri anne babasının
gözüyle nasıl göründüğüne bağlıdır. Annesi “ne yalancı
30
| Therapia Sayı 4
çocuksun sen” diyorsa, hemen ona inanır. Çünkü yeterli
tecrübesi yoktur hayatta ve en güvendiği insanın söylediği
doğru olmalıdır. Kabul eder tek gerçek gibi. Ya da tekrar
tekrar bir şey sormasına rağmen dönüp bakmıyorsa, cevap
vermiyorsa babası; söylediklerinin, düşündüklerinin bir
önemi olmadığını dolayısıyla değersiz olduğunu kazıyabilir
çocuk zihnine. Şimdi diyeceksiniz ki hangimiz yaşamadık
benzerlerini çocukken. Hepimiz elbet bir miktar ihmal
edilmişizdir. Ben babamı suçlardım eskiden, ‘Ne kadar
ilgisizsin.” diye. O da bana içini çekerek ; “Ah bir çocuğun
olsun da anlarsın, bu çocuk milletine yaranılmaz!” derdi.
Gerçekten çocuğum oldu ve anladım ki talepleri bitmez
çocukların ve bir yanınızla hep eksik hissedersiniz ihtiyaçları
karşılamakta. Elbette bahsettiğim ihmal ve ilgisizlik bu değil
borderline kişiliklerin geçmişinde yatan. Hiçbir duygunuzun,
düşüncenizin önemsenmediğini; açlık, susuzluk gibi fiziksel
ihtiyaçlarınızın karşılanmadığını; ilgi, sevgi görmediğinizi
ve bunu her gün tekrar tekrar yaşadığınızı düşünün.
Bahsettiğim böyle bir ihmal... ve sonucunda bir borderline
kişilikte olduğu gibi kırılgan bir kendilik algısı şaşırtıcı
olmaz herhalde. Hayatta başına iyi şeyler gelmesini hak
etmediğini, düşüncelerinin ve yaptıklarının yeterince iyi
olmadığını düşünmesi aslında gayet anlaşılır böyle bakınca.
İhmal ve ayrılık gibi, fiziksel ya da cinsel taciz de uzun
vadeli etkiler yaratır. Böyle bir deneyim çocuğun güvende
olma algısını yok edebilir. Hele de taciz tanıdığı güvendiği
birinden geliyorsa çocuk için dünya tamamen tehlikeli bir
alana dönüşür. Geçmişinde buna benzer bir fiziksel veya
cinsel taciz anısı olan borderline kişilikler genelde büyük
bir boşluk hissi yaşadıklarını ve devamlı güvenebilecekleri
bir ilişki arayışı içinde olduklarını tarif ederler. Ancak
çelişki de burada başlar onlar için. Eskiden güvendikleri,
sevdikleri insan onlara ağır bir ihanet etmiştir. Bir yandan
onu sevmeye devam ederken, bir yandan da kendilerini
devamlı korumaya çalışırlar. Bu patern ilerideki ilişkilerine
de yansır ve bir gün çok yakın, ertesi gün fena halde mesafeli
oldukları ilişkiler yaşamalarını açıklayabilir. Burada yine
daha öncekine benzer bir soru geliyor akıllara. Her ihmal
edilmiş, hiçe sayılmış, dövülmüş veya tacize uğramış çocuk
bir borderline olarak mı büyüyor? Hayır... ve tekrar genetik
yatkınlık, biyoloji açıklamalarına geri dönebiliriz. Çünkü
bazı durumlarda çok yoğun bir ilgisizlikle büyüyen bir çocuk
normal gelişim gösterebilirken, daha az ihmale uğramış bir
başkası borderline özellikler sergileyebiliyor. Burada biyolojik
yatkınlık sonucu, yaşadığı olumsuz duyguları aşırı algılama
ve dengeleyememenin rolü düşünülmeli.
yönetmek ve düzenlemek konusunda yeterli beceriye sahip
değilse, çocuğun rol modelinde bir sorun var demektir.
Bu da aslında genetik yatkınlık dediğimiz duyguların
doğru düzenlenememesi durumunun aslında çevreden
öğrenildiğiyle açıklayabilir.
Söz konusu psikopatoloji olduğunda her zaman kesin ve
net sonuçlara varmak mümkün olmuyor. Ancak çok sayıda
araştırma gösteriyor ki, çoğu patolojinin oluşumunda
kalıtımsal özellikler ve çevresel etkenler birlikte çalışıyor.
Borderline kişilik bozukluğu belki de bu ortaklığın en rahat
gözlemlendiği alan.
Bu gibi konularda hep yumurta mı tavuktan, tavuk mu
yumurtadan sorusu geliyor aklıma. Bazı çocuklar genetik
olarak belli farklılıklara sahip olduklarından ailelerinin
davranışları da ona göre şekillenebiliyor. Örneğin daha
dürtüsel, tepkilerin kontrol edemeyen veya öfkeli çocuklara
karşı ebeveynler daha ilgisiz ya da tam tersi daha şiddetli
davranıyor olabilir. Benzer şekilde, anne baba duygularını
Therapia Sayı 4 | 31
BORDERLINE
Derin acıları her zaman başkaları tarafından anlaşılmayan borderline
hastalara...
Firouzeh Mehran Klinik Psikolog
fuat erman
Aylardan Mayıs, bir iş seyahati nedeniyle Nice’deyim.
Dışarıda mevsimle çelişircesine bardaktan boşanırcasına
yağmur yağıyor. Otel odamın penceresini açtım ve gelmeden
önce Le Monde gazetesinden kestiğim makaleleri okumaya
başladım. İlk sırayı seyahat öncesi zamansızlıktan göz
ucuyla baktığım BORDERLINES üzerine olan makale
aldı. Okudukça aradıklarımı ve beklediklerimi buluyordum.
Okumam bitince acaba çok mu aceleci davranıyorum
deyip zihnimi soru işaretlerinin istila etmesine izin verdim.
Kesinliğe yaklaşmanın yolu şüpheden geçmiyor muydu?
Öğlene doğru güneş yüzünü göstermeye başlayınca güvenli
olsun diyerek yanıma şemsiyemi de alıp Masena’ya doğru
yürümeye başladım. İlk işim bir kitapçıya girip yazıda
kaynakça gösterilen kitaplara yönelmek oldu. Bir tanesi
vardı ki rastgele açtığım 75. sayfasında okuduğum bir cümle
beni çarptı. Kitabın yazarı doktora, hastasının söylediği bir
cümleydi bu: “Ne zaman âşık olmaya başlasam, bir uçak
bileti alır uzaklara giderim”. Tanıdığım kadın da ikinci
buluşmamız arifesinde aynı şeyi yapmamış mıydı, saat
02.00’de uçak bileti alıp İzmir’e uçmamış mıydı? Bu da mı
tesadüftü? Ya tesadüfse? Belki o bir borderline? Peki niye
böyle bi rşey yapardı bir borderline? Nedeni basit, borderline
aynı anda hem sevmek ister, hem kaçmak. Partnerinin işi
bu yüzden oldukça zordur, borderline onu hem çeker hem
iter, çünkü bir gün o güzel ilişkinin bitmesinden ve de terk
edilmekten korkar. “Terk edilme korkusu annesinin tavrıyla
bağlantılı olabilir, çocuğuna çok yakın olma, hayatına
müdahaleci olma veya ona uzak hatta dışlayıcı olmaktan
32
| Therapia Sayı 4
kaynaklanmaktadır”(1)Borderline’ların diğer bir yanı da
ilişkilerinde sahici olamamalarıdır, ortama uyan devamlı
değişken bir tavır sergilerler. Randevularına gelmemezlik
eder veya geç gelerek bekletirler. Sosyal tavırları ile gerçek
kişilikleri arasında bir uçurum vardır. Sosyal kimliklerinde
kendilerini hep mutlu göstermeye gayret ederler, onları grup
fotoğraflarında hep dost düşman kıskandıran bir gülümseme
ile görürsünüz, bu içlerindeki boşluğu(emptiness) saklamak
içindir. Gelelim kendi kendilerini yaralama gereksinimlerine,
hemen akla uç örnek olan Betty Blue filmi gelebilir, ne var ki
her şey gibi borderline’ların da “soft” versiyonu vardır.
Kendi kendini yaralama isteği, gereksiz bir ameliyatı gerekli
kılarak da gerçekleşebilir. Bu nedenledir ki estetik cerrahların
kesinlikle minimum psikoloji bilgisiyle donanmış olmalarının
şart olduğundan söz edilir. Ağır veya hafif şekilde kendi
kendini yaralama işlemi ile borderline psikolojik gerilimini
boşaltır. Borderline’ların terapisi için minimum iki yıl
gerekli olabilir. Borderline hiçbir şekilde divan üzerinde
klasik terapiye uygun değildir. Nedeni borderline terapisti ile
göz göze olmak, onu görmek ve görülmek ister. Ülkemizde
bazı terapistlerin nedendir bilinmez uyguladığı üç seanslık
ön sınav ve sonrasında danışana “siz klasik analize uygun
değilsiniz sizi başka bir meslektaşıma yönlendireceğim”
metodu borderline’ı terapiden soğutmak için en güzel yoldur.
Terapist fazla mesafeli de olmamalıdır, zira basit bir EVET
veya HAYIR için hemen öfkelenen veya ağlamaya başlayan
borderline çoğu zaman seanslarına geç gelecek, hatta bazen
terapisine ara verecektir.
Therapia Sayı 4 | 33
Duygusal ilişkilerinde çok sıcak bir eş
olduğundan söz etmek oldukça güçtür.
Anzieu “psişik ten” (la peau psychique)
kavramını geliştirir bu kavram da
tenimiz üzerinden geliştirdiğimiz
duyum alışverişini açıklar. Tenimiz ile
hem başkasını hisseder hem de onun
bizi duyumsamasını gerçekleştiririz.
Anzieu borderline’larda psişik tenin
gelişmediğini iddia eder. İlişkilerindeki
hem çekme hem itme duygusu onu ya
çok soğuk ve mesafeli kılar ya da bu
tarafını örtme çabası galip gelir ve fazla
zevk almadan salt cinselliğe ağırlık
verir.
Dostlukta ve duygusal ilişkide idealize
ettiği kişileri küçük kum tanesi kadar
bir sorunda tamamen değersiz kılar.
Bende tüm bunları araştırma
merakını uyandıran kadın ne oldu
diye soruyorsanız, tabii ki gitti,
ufuklarımdan silindi Bir kez bir
hastanede karşılaştık, hiçbir şey
olmamış gibi ona yanaştım ve onunla
sohbet ettim, birkaç saniyede yüzü
giydiği bayrak kırmızısı kazağın
rengini aldı. Acelesi olduğunu bahane
edip izin istedi ve uzaklaştı.
Büyük bir ihtimalle yeni ilişkisinde
de aynı döngünün klasik etaplarından
geçecek. Sonunda da ya terk
edilmekten korktuğu için o terk edecek
ya da tutarsız davranışları önüne çıkan
partnerini yıldırıp uzaklaştıracak.
1)Pr.Bernard Granger et Daria Karaklic
(2012)Les Borderlines s.75, Odile Jacob
34
| Therapia Sayı 4
Therapia Sayı 4 | 35
BORDERLINE DANIŞANLARA
KRİZE MÜDAHALE
Borderline danışanlara yardımcı olmak için krize müdahaleden
nasıl faydalanılır?
sevgi güney
İki kıyıyı birbirine bağlayan bir köprü düşünün. Bu
köprünün tam ortasında olduğunuzu varsayın. Bir uçta
keyifli dostluklar, ilişkiler, neşe, mutluluk, yaşamdan alınan
keyif, yaşamın güzel yanları, sosyal aktiviteler olsun. Diğer
uçta acı, nefret, intikam, yanlış ilişkiler, ihanet, karamsarlık,
kaygı, ajitasyon, manipülasyon, aniden tüketilen yakın
ilişkiler, dengesiz, inişli çıkışlı kişiler arası ilişkiler olsun.
Köprünün tam ortası da, yani sizin bulunduğunuz yer de,
stabil, kendi halinde devam eden ve bu iki uçtaki her şeyden
biraz olan bir yer olsun. Sınır kişilik organizasyonu ve sınır
kişilik bozukluğu olan birey bu iki uça zıplayarak hayatını
sürdürür, sizin bulunduğunuz orta noktada duramaz.
Müdahale de bu gidiş gelişleri, durdurmaya, ortada, her
şeyden biraz olan bölgede, yaşamını sürdürmeye devam
etmesi hedeflenir.
Kriz Ve Borderline Kişilik Yapısı
Arasındaki Etkileşim
Gündelik yaşam içinde bireyin bir psikiyatrik rahatsızlığı
olsun ya da olmasın, bir stresörle başa çıkma becerisi ve
bu stresörün bir kriz durumuna yol açıp açmayacağı, bu
stresörü deneyimleyen bireyin stres eşiği ve başa çıkma
potansiyelleri ile doğrudan ilişkili olup, stres tolerans eşiği
ile farklılıklar gösterir. Örneğin bir cerrah oldukça kritik ve
36
| Therapia Sayı 4
dolayısıyla stresörlerle dolu bir ameliyatı soğukkanlılıkla ve
başarıyla yerine getirirken, aynı soğukkanlılığı özel hayatında
oluşan aniden gelişen bir kritik duruma gösteremeyebilir.
Burada işin içinde ruh sağlığı sorunlarına karşı bireyi yatkın
hale getiren faktörler vardır. Yatkınlık faktörleri olarak
isimlendirilen bu faktörler, bireyin o an içinde bulunduğu
koşulları, karşılaştığı stresörle başa çıkmak için uygun
seçenekleri görebilme yeteneği ya da etkili başa çıkma
becerilerindeki yıkımlardan kaynaklı yetersizlikleri ile de
ilişkilidir. Bu yatkınlık faktörleri var olan yaşamsal dengenin
bozulduğu kriz durumlarında çok daha etkili olup, mevcut
dengenin bozulmasına kolaylıkla yol açabilmektedir. Nedir
bu faktörler?
1.Akut bir hastalık: Basit baş ağrılarından, ciddi viral
enfeksiyonlar gibi fiziksel sağlığı tehdit edici hastalıklara
kadar geniş bir ranj içinde olabilirler. Buna maruz kalmış
birey o anda günlük yaşamının dengesinin bozulması
durumu ile karşı karşıya kalabilir.
2.Kronik hastalıklar: Sağlık problemlerinin kronikleştiği
durumlarda intihar fikirlerinin tetiklendiği gerçeği herkes
tarafından bilinmektedir.
Therapia Sayı 4 | 37
3.Fiziksel sağlığın kötüleşmesi: Yaşlanma nedeni ile sosyal
aktivite kaybı olabilmektedir. Sosyal aktivitenin azalması
bireyi izolasyona sürükleyen önemli nedenlerdendir. Bu
durum ruh sağlığında olumsuz düzeyde tetikleyici etkiler
yapabilmektedir.
4.Şiddetli yeme ihtiyacı: Organizma açken yeterli yiyecek
bulamadığında ciddi bir alarm durumuna girer. Ruh
sağlığında bu alarm durumu da bir yatkınlık faktörü olarak
işlev görebilmektedir.
5.Kızgınlık: Birey kızgınken uygun başa çıkma yollarını
düşünüp, devreye koyma konusundaki becerilerinin bir
kısmını ciddi ölçüde yitirebilir. Genellikle ruh hastalığı
ile ilgili durumlarda bir stresör karşısında dağılma söz
konusuyken, bu herhangi bir psikiyatrik hastalığı olmayan
kişilerde de görülebilmektedir. Özellikle kızgın olduğunda
birey kontrolünü kaybedebilir. Hatta diğer zamanlarda
kolaylıkla geçiştirebileceği durumlara aşırı reaksiyon
gösterebilir, etkilenebilir.
6.Zihinsel yorgunluk: Problem çözme stratejilerinin etkin
ve organizmanın “alert” durumundaymışçasına kullanımı,
dürtü kontrolünü oldukça azaltabilmektedir.
7.Yalnızlık: Birey yalnızken kendini izole olmuş
hissedebilmekte ve intihar davranışını çözüm yolu olarak
görebilmektedir.
8.Önemli kayıp(lar): Boşanma, ayrılma ve ölüm gibi
nedenlerle kayıp yaşayan bireyin bu kaybı yaşamında önemli
bir yer tutuyorsa, kendini yetersiz görme eğilimine girebilir.
Yaşam enerjisi azalabilir, istekleri ve dolayısıyla yaşamsal
alanlardaki verimliliği neredeyse yok olma seviyesine
gelebilir.
38
| Therapia Sayı 4
9.Yetersiz problem çözme becerileri: Yetersiz problem çözme
becerileri başlı başına bir yatkınlık faktörü olarak işlev
görebilmektedir. Bazı bireyler küçük, detay problemlerle
ilgilenme becerilerine ve belki de ayrıntıcı ve detaycı düşünce
içeriğine sahip olabilirler. Fakat bu özellikleri problem çözme
becerilerinde yeterli olacakları anlamına gelmez. Küçük,
detay problemlerle ilgilenme konusundaki beceriklilik,
bir kriz durumu ile baş edebilecek yeterli donanıma sahip
olacağı anlamına gelmez. Tam tersine problemi çözme
becerilerindeki geneli görme yeteneğinin olup olmadığını
akla getirir.
10.Madde kötüye kullanımı: Genel olarak iki tip problemin
ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Birincisinde birey,
madde kullanım sürecinde sağlıklı yargılama yetilerinden
uzaklaşır. İkincisinde ise madde kullanım süresi arttıkça yani
durum kronikleştikçe sağlıklı yargılamadaki bozulma daha
çok artar ve neredeyse yaşamın tüm alanlarına genellenebilir.
Bu intihar davranışını da tetikleyen bir faktör gibi işlev
görebilir.
11.Kronik ağrı: Maruz kaldığı kronik ağrı durumuna son
vermek, başka bir deyişle ağrıdan, ıstıraptan kurtulmak için
gerçekleştirilen intihar girişimleri ve tamamlanmış intiharlar
inkar edilemeyecek düzeyde yaygındır.
12.Yetersiz dürtü kontrolü: Organik ya da işlevsel sorunları
nedeni ile bazı bireylerin dürtü kontrolü zayıflamakta,
yetersizleşebilmektedir. Bu bağlamda bipolar, borderline,
antisosyal ya da histriyonik kişilik bozukluğu tanıları akla
getirilmektedir.
13.Yeni yaşam koşulları: Değişen iş koşulları, hatta işin
kendisi, medeni durumun değişmesi, taşınma, göç etme
ya da içinde yaşanan ailenin statüsünün değişmesi gibi
faktörler başlı başına birer yatkınlık faktörleri olarak işlev
görmektedir.
kültürel alt grup ve içinde yaşanan toplumdaki yaşantılar ve
birikimlerden oluşmaktadır. Şemaların etkisi;
Bu faktörlerden her biri kendi başına ya da birkaçı bir araya
gelerek bireyin ruhsal ve yaşamsal dengesinin bozulmasında
etkili olurlar. Başka bir anlatımla bireyin psikolojik direnme
gücünün, stres eşiğinin aşağıya çekilmesinde etkili olurlar.
-İlgili şema/şemaların ne kadar güçlü olduğu ile,
Kriz merkezlerine sıklıkla kesi, sigara söndürme, yakma
gibi kendine zarar verme davranışları, intihar düşünceleri
ve çoğunlukla da bu fikirlerin intihar girişimine dönüşmüş
haliyle getirilir ya da nadiren de olsa kendileri başvururlar.
Bu popülasyonda etkili krize müdahalenin nasıl yapılacağına
ilişkin çok az kanıta dayalı veri, karşılaştırmalı araştırma
bulguları vardır. Berrino ve ark. (2011) yaptıkları çalışmada
kendine zarar verme davranışı ile acil servise gelen
borderline kişilik yapısındaki danışanlara uygulanan krize
müdahalenin etkili olabileceğini belirtmektedir. Bu bulgular
intihar girişim vakalarında geçerlidir. Bu popülasyona
ilişkin yeterince bilimsel kanıt olmaması belki de, kişilik
yapısının doğasında bulunan karmaşıklıktan, başka
yapılarla karıştırılmasından ve modernleşmeyle birlikte
var olan suç davranışlarındaki çeşitlilik ve yaygınlıktan da
kaynaklanabilir.
Borderline Kişilik Yapısı ve Krize Müdahale
Bilişsel ve bilişsel davranışçı yaklaşım borderline kişilik
yapısında otomatik düşüncelere ve şemalarına odaklanmayı
hedefler. Kişiliğimizin en temel yapı taşlarından olan
şemalar, kodlanmış bilgi platformları, yaşam deneyimlerimizi
anlamamızda, bilgi işleme süreçlerini organize etmede ve
yol göstermede etkili olduğu varsayılan zihinsel yapılardır.
Bu şemalar çeşitli durumlarda herhangi bir ruh sağlığı
sorununa maruz kalmaya ilişkin yatkınlığı arttırmaya ya
da azaltmaya da hizmet etmektedir. Cinsiyet, aile, bölgesel-
-Bireyin o şemaya ne kadar kıymet verdiğiyle,
-Önceki deneyimlerin temel zorunluluk olarak görülen
şemaya ne kadar katkı yaptığıyla,
-Şemanın ne kadar erkenden oluştuğuyla,
-Kimler tarafından ve hangi şiddetle bu şemanın
pekiştirildiğiyle ilişkilidir.
Beck (1967, 1976) ruh sağlığı bozuk bireylerde şemaların,
sıklıkla gerçeklikten saptığı, bozulmuş ve genellenmiş
olduğu bilişsel alt planlar şeklinde işlediğini belirtmiştir.
Şemalar danışanın inanç sistemleriyle, içinde yaşadığı
dünya ve geleceğe ilişkin varsayımları ve genel algıları ile
çalışır. Bu yaklaşımda ikincil odak, kişiler arası ilişkilerdir.
Bu odak daha üretken başa çıkma yollarının ortaya
çıkarılmasına yardımcı olacak davranış değişimlerini
gerçekleştirmeyi hedeflemektedir ve bu odaklanma yeni
davranışların öğrenilmesini, olaylara karşı öğrenilen bu
yeni davranışların yeri geldikçe tekrar tekrar denenmesini
ve uygun sosyal kaynakların kullanımını gerektirmektedir.
Krize müdahalede de, danışana çok kısa bir sürede
varsayımları ve algıları modifiye edilerek, yaşadığı alt üst
oluş halini kontrol edebileceği duygusu yeniden verilmeye
çalışılır. Bunu yaparken de yaşamsal algıları ve çıkarımları
(yani şemaları) ve bunların etkililiği göz önüne alınır. Bu
anlamda, kriz profesyonelinin görevi yeniden formüle etmek
ve yeniden çerçeve çizmenin çok daha ilerisindedir. Kriz
profesyoneli kurduğu hipotezini paylaşır, test eder, doğru
Therapia Sayı 4 | 39
olanlar doğrultusunda danışanını teşvik eder. Stabil bir
otorite figürüne ihtiyacı olan borderline kişilik yapısındaki
danışanına stabil kaynak olarak durur. Otoriteyi temsil eder
hatta bazı durumlarda avukatı gibi çalışır. Kriz durumunda
ortalama 12 – 20 seanslık bilişsel davranışçı terapiden çok
daha kısa bir sürede müdahale etmek ve bir an evvel kriz
oluşmadan önceki işlevselliğine kavuşması için teknikler
modifiye edilmiş olarak kullanılmaktadır (Foa, Hearst-Ikeda
& Perry, 1995; Linehan ve ark., 2006).
Tüm Yaklaşımların Ortak Noktada Birleştiği
Müdahale Basamakları
hissediyorum” Problem davranışın bağlamı nedir? Bunun
kişiler arası ilişkileri ile nasıl ve ne derece bir ilişkisi
olabilir? Bağlamı anlamak için danışanın dışsal ve içsel
kişiler arası ilişkilerini incelemek yararlı olacaktır. Kişiler
arası ilişkilerine ilişkin tekrarlayıcı fantezileri ve dışarıya
yansıtmadığı düşünceleri ve bunların eşlik ettiği duygu
durumlarının olup olmadığı, içeriği (suçluluk duygularını
besleyen bir katkısı var mı?) belirlenerek, varsa bu istek
ve fantezilerini gerçekliğe dönüştürdüğünde reddedilip
edilmediği, bir ret durumu yaşadıysa, bu reddedilişten sonra
vazgeçmek zorunda kalıp kalmayışının belirlenmesi ile duygu
durumunun detaylı incelemesi gerçekleştirilerek yapılır.
Problemin Belirlenmesi: Borderline kişilik yapısında
problem alevlenen rahatsızlığın semptomları değil danışanın
krize girmesine neden olan yaşam olayı ve bunun nasıl
algılandığıdır. Kişilik yapısında olan kendine zarar verme
eğilimi, kriz durumunda daha da artar. Kesi, sigara söndürme
ya da başka bir yolla kendini yakma vb. zarar verme
davranışları en yaygınlarındandır. Tüm terapilerde geçerli
olan şu altın bilgiyi hatırlamak, problemin oluşturduğu
davranışın söndürülmesinde en değerli çaba olacaktır.
Danışanlar problemin kendisi ile değil sonuçları ile yardım
ararlar. Bu bilgi ışığı altında problemi belirlerken 4 ayrı
alanda çalışmak önem taşır.
3.Duygu durumu nedir?: Problem davranış, hangi
durumlarda yapıldığının anlaşılması için duygu durumunun
belirlenmesi ve sözelleştirilmesine yardım edilmesiyle
söndürülebilir. Yaygın olarak karşılaşılan reddedilme,
kayıplar, kırgınlıklar, hayal kırıklıkları ve panik duygusu
içinde olmanın nasıl bir işlevi olduğunu anlamaya çalışmak,
danışanın boşluk duygusu ve engellenmişlik duygularını
anlamak için yararlıdır. Yansıttığı ile yaşadığı duygu durumu
arasında fark var mıdır? Varsa ne kadardır? “Kızgın olduğun
çok açık, bu durum seni gerçekten çok incitmiş gibi bir
izlenim alıyorum ne dersin?”
1.Problem davranışın (kendine zarar verme davranışı,
intihar davranışı) işlevi ne?: Sorun davranışın işlevi
danışanın bireysel ve sosyal bağlamında nedir? Genellikle
durağan olmayan bu durumun yarattığı gerginlik ve
kaygının üstesinden gelmeye yönelik bir çaba mıdır? Bu
noktada benliğin dengeli oluşunu bozan nedenleri ortaya
çıkarmak gereklidir. “…. davranışını ilk yaptığın zaman ne
hissettiğini anlatır mısın?” “biraz da o zaman ki yaşamın ve
koşullarından bahseder misin?”
2.Bağlamı nedir?: “kendimi karanlık bir tünelde gibi
40
| Therapia Sayı 4
4.Motivasyonu nedir?: Problem davranışı niye yaptığını
nasıl sözelleştiriyor? Üzerinde konuşabiliyor mu? Danışanın
motivasyonuna ilişkin anlatımları, davranışı pekiştiren
düşünceler ve hissedilenleri, zeminde olan dengesizliği,
boşluk duygusunu ve ağır kaygıya neden olabilen öfke ve
kızgınlık duygularının açığa çıkmasına yarayacak bir zemin
oluşturur. Bu anahtar alanlara ulaşmak, sorun davranışın
söndürülmesinde çok değerlidir. Krize Müdahale:“ben
senin kendine zarar vermeni hatta kendini öldürmeni
engelleyemem fakat bunu niye yaptığını anlamana ve kendine
zarar vermeden seni zorlayan bu durumdan kurtulmana
yardımcı olabilirim” şeklinde bir söylem, farkındalık
yaratmak açısından oldukça yararlı olur. Borderline danışan
kendine zarar verme davranışlarının nedenlerini açıklarken,
varoluşuna ilişkin şüphelerinin olduğu izlenimini uyandıran
cümleler kurar; “Akan kanımı görünce var olduğumu
hissediyorum”. Böylece düştüğü “boşluk” duygusundan
kurtulduğunu belirtir. “Bu duygulardan kurtulmak için
kendine yaptığına bak, ne yaptığının farkına varmalısın”
hayal kırıklıklarından bahsettiğinde “ne derin bir hayal
kırıklığı yaşadığın çok açık” gibi empatik ve destekleyici
sözel müdahaleler, sorun davranışın kişiler arası bağlamını
anlamak için detaylı hazırlanmış bir kayıt formuyla
duyarlı noktaların ve yanlış kavramsallaştırmaların ortaya
çıkarılmasında çok etkili olduğu gibi, düşünce sorunları
nedeni ile artmış panik duygusunu azaltmaya da hizmet eder.
İlk görüşmeden sonra her görüşmede bir önceki görüşmenin
özeti kısaca yapılarak, oluşan değişikliklerin sözelleştirilmesi
de varoluşu ile ilgili somut bilgiler edinmesine destek olur.
Ayrıca süreç içinde yaşadığı bu değişimlerden haberdar
olması danışanın sorunlarının üstesinden gelebileceğine,
dengeli bir hayat yolunda ilerlediğine ilişkin inancının
gelişmesine, yaşamına ilişkin kontrolünün oluşmakta
olduğunu fark etmesine ve dolayısıyla boşluk duygularından
uzaklaşmasına yardım edebilir.
Krize Müdahalenin Başarılı Olmasında Anahtar
Unsurlar
Müdahalenin başarısı danışanın bireysel koşulları kadar,
yaşadığı krizin nedenleri ve düzeyi ile ilişkilidir.
-Krizdeki borderline danışan yaşamında oluşan
alevlenmelerle boğuşurken bir yandan da kriz durumunun
zorlayıcılığı ile uğraşmaktadır. Müdahale, bir yandan
alevlenmenin sonuçlarını nötralize etmeyi amaçlar, diğer
yandan yaşanan krizin kendine zarar verme davranışlarını
ve intihar davranışını tetikleme potansiyelini yok etmeye
yöneliktir. Bunu da mutlaka bir klinisyenin yapması
gereklidir. Bu nedenle sadece klinik psikoloğun olduğu
merkezler mutlaka bir ruh sağlığı hastanesi ile sıkı bir iş
birliği içinde çalışır.
-Borderline danışana hakları, sorumlulukları ve
becerilerinin farkına varması için yardım edilir. Bunun
amacı danışanın içinde bulunduğu zorlanma durumuyla
hırpalanan benliğinin ve kendine olan inancının yeniden
toparlanmasıdır. Örneğin, imrenilecek bir amacın
gerçekleştirilmesi için verilen bir ödev, potansiyellerini ortaya
koymasına yardım edecek bir hedefi gerçekleştirmesini
istemek vb.
-Yapılacak krize müdahale sürecinde kısa dönemli
davranışsal-bilişsel terapi teknikleri ve problem çözme
terapi teknikleri bu popülasyonda çok kısa yoldan kendine
zarar verme davranışlarının durdurulmasında etkili olur.
Davranışın söndürülmesinde diyalektik davranışsal terapi
tekniklerinin oldukça etkili olduğu en sık rastlanan araştırma
bulgularındandır (Linehan ve ark., 2002; Clarkin ve ark.,
2007).
-Müdahale kriz profesyoneline olası bir bağımlılık
geliştirilmeden bitirilmelidir. Göreli olarak yoğun, kısa
dönemli, yapılandırılmış ve yönlendirici bir müdahale
gereklidir.
-İntihar riski ve kendine zarar verme davranışları
müdahale bitinceye değin değerlendirilmek ve göz önünde
bulundurulmak zorundadır. Örneğin, intihar riski olan
danışanın kullanacağı ilaçları, danışandan sorumlu bir
yakınına vermek, riski azaltır.
Therapia Sayı 4 | 41
KAYNAKLAR
Aguilera, D. C. (1990) Crisis Intervention: Theory and methodology. St.
Louis, MO: Mosby.
Bateman, A. ve Fonagy, P. (1999) Effectiveness of partial hospitalization in
the treatment of borderline personality disorder: A randomised controlled
trial, American Journal of Psychiatry, 156: 1563 – 1569.
Beck, A.T. (1990) Cognitive therapy of personality disorders. New York:
Plenum Press.
-Tüm kriz vakalarında olduğu gibi borderline danışanlara
da krize müdahale sürecine sadece kriz profesyonelinin
değil gerektiğinde polis ve ilgili kolluk kuvvetlerinin de
dahil olabileceği bilgisi verilmelidir. Böyle bir bilgilendirme
gizlilik ilkesinin ihlal edilmediği izlenimini de beraberinde
getireceğinden, profesyonelle kurulacak ilişkinin bu nedenle
zedelenmesi engellenebilir. Zira bu danışan grubu zor
güven duymakta ve kurulan iş birliği ilişkisini çok kolay
bozabilmektedir.
-Kriz personelini bekleyen diğer bir durum da “tükenmişlik
sendromu” dur. Stabil olmayan dezorganize danışan, kriz
durumunda daha da ağırlaşacağından bu duygu durumu
terapötik atmosfer içinde kriz profesyonelinde de iz düşümler
bulabilir. Bu durumda profesyonelin süreci bırakması
önerilmektedir.
Hastalık mı? Suça maruz kalmak mı?
Modernleşmeyle birlikte toplumsal alt kimliğin sınırlarının
belirsizleşmesi, madde kötüye kullanım oranında artışı ve
giderek yaygınlaşan cinsel suçları ruh sağlığı gündemine
taşımaktadır. Günümüzde cinsel suçların kurbanı olmak,
artık marjinal gruplar ya da kişilerle arkadaşlık yapmayı
gerektirmemektedir (Durak, 2011; Baştemur, 2002;
Ertürk, 2012; Bianet 2012) . Bugün halen “kim bilir ne
tür ilişkileri yüzünden böyle bir durumun kurbanı oldu”
düşünceleri içinde bulunan ruh sağlığı profesyonellerimiz
var mıdır? Bilinmez ancak bilinen, bilgi çağının en önemli
sorunlarından birinin, bu tarz suç davranışlarındaki artış
olduğudur. Bu noktada, günlük yaşamın sıradanlığında
sağlıklı insanın süre giden dengesini tehdit edecek kadar sık
rastlanır hale gelen, madde kullanarak, sosyal ortamlarda
42
| Therapia Sayı 4
ve/veya internet yoluyla yapılan cinsel saldırı suçlarının
önlenmesi kolluk kuvvetlerinin olduğu kadar ruh sağlığı
profesyonellerinin de sorumluluğu altındadır. İlgili ruh
sağlığı profesyoneli karşılaştığı kurbana ruh sağlığı hizmeti
sunarken, mağdur eden kişi ya da kişiler için kişilik
bozukluğu uzantısında, aynı zamanda bir dürtü kontrol
probleminin varlığını aklında tutarak, bunun bir suç
davranışı olduğunun bilgisiyle, gerekeni yapmaya istekli
olmalıdır. Öte yandan bu suç davranışına maruz kalan ve bu
nedenle yardım ihtiyacı ile başvuruda bulunmuş kurbanı da
aynı potada eritme eğilimi, bu tarzdan suçlara azmettirmek
kadar güçlü bir destek sağlamaktadır. Zira bu tarzdan
profesyonel müdahalelerde, kurban, suç davranışına maruz
kalmış bir insan olarak değil, ruh sağlığı bozuk olduğu için
riskli durumlar içine kendini sokan bir insan olarak ele
alınmaktadır. “Hasta olduğu için başına geldi” yaklaşımı
suçu azaltmaktan çok teşvik eder, var olan bir sağlığı sorunu
varsa da bunu tedavi etmez, daha da kötüleştirir.
Unutulmamalıdır ki kriz profesyoneli kolluk kuvvetleriyle
iş birliği içinde çalışır ve kurbanın talebinin olduğu
durumlarda, maruz kaldığı suç davranışı ile ilgili kanuni
işlemlerin başlatılmasında etik düzeyde ön ayak olma
yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülük, kriz ve travma
profesyonellerini diğer ruh sağlığı profesyonellerinden
farklı bir yere koyar, bu farklılık diğer ruh sağlığı
profesyonellerinin ısrarla yapmaktan kaçındıkları ciddi bir
“yanlılık” misyonunu yüklenmekle kendini gösterir. Kriz
durumlarında en yaygın görünen ev içi şiddet olgularında bu
farklılık çok net bir şekilde işlevsel kılınırken, cinsel istismar
olgularında bu kuralın işletilmemesi düşündürücüdür.
Berrino A., Oklendorf P., Duriaux S., Burnand Y., Lorillard Y. ve Andreoli,
A. (2011) Crisis intervention at the general hospital: An appropriate
treatment choice for acutely suicidal borderline patients. Psychiatry
Research, vol.18, no: 2 – 3, april, 287 – 292.
Binks, Claire, Fenton, Mark, McCarthy, Lucy, Lee, Tracey, Adams, Clive
E. and Duggan, Conor (2006) Psychological therapies for people with
borderline personality disorder (Review). Cochrane Database of Systematic
Reviews (1). ISSN 1464-780X.
Bianet (bağımsız iletişim ağı) (2012) Cinsel suçlarda % 400 artış, http://
www.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/141972-cinsel-suclarda-yuzde400-artis
Brazier,J.,Parry,G.Tumur,I.,Holmes,M., Dent-Brown, K., Ferriter,M., ve
Paisley, s. (2006)
Psychological therapies including dialectical behaviour therapy for
borderline personality disorder: a systematic review and preliminary
economic evaluation, Health Technology Assessment , Vol. 10: No. 35
Ertürk, Y. (2012) The United Nations Special rapporteur on violence
against women: Standarts and Barries, İnsan hakları standartlarının
etkili uygulaması bağlamında kadına yönelik şiddetle mücadele konulu
Uluslararası Sempozyum, 7 – 8 Haziran, İstanbul/Türkiye
Foa, E.B., Hearst Theda, D. & Perry K.J. (1995) Evaluation of a brief
cognitive behavioral program fort he prevention of chronic PTSD in recent
assault victims. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 63, 948 –
955
Fonagy, P. ve Bateman, A.W. (2006) Progress in the treatment of borderline
personality disorder, 188, 1 – 3.
Laddis, A. (2010) Outcome of crisis intervention for borderline personality
disorder and post traumatic stress disorder: a model for modification of
the mechanism of disorder in complex post traumatic syndromes, Laddis
Annals of General Psychiatry, 9:19, 1 – 12.
Leichsenring F, Leibing E(2003) The effectiveness of psychodynamic
therapy and cognitive behavior therapy in the treatment of personality
disorders: a meta-analysis. Am J Psychiatry , 160:1223-1232.
Linehan MM, Comtois KA, Murray AM, Brown MZ, Gallop RJHeard
HL, Korslund KE, Tutek DA, Reynolds SK, Lindenboim N (2006) Twoyear randomized controlled trial and follow-up of dialectical behavior
theapy vs. therapy by experts for suicidal behaviors and borderline
personality disorder. Archieve General Psychiatry, 63:757 – 766.
Macnab, F.A. (1991) The Contextual Modular Therapy: New Directions for
Clinical Practice, spectrum publications, Victoria, Australia.
Burgess, A. W. Ve Roberts A.R. (2005) Crisis intervention for persons
diagnoses with clinical disorders based on the Stress Crisis Continuum. In
A.R. Roberts (Ed.) Crisis Intervention Handbook: Assessment, Treatment
and Research (3rd edition, pp. 120 – 140). New York: Oxford University
Press.
Moran, P., Borschman, R., Flach, C., Barrett, B., Byford S., Hogg, J.,
Leese, M., Sutherby, K., Henderson, C., Rose, D., Slade M., Szmukler, G.
ve Thornicraft, G. (2010) The effectiveness of joint crisis plans for people
with borderline personality disorder protocol for an exploratory randomised
controlled trials, Trials, 11: 18, 1 – 8.
Clarkin, J.F., Levy, K.N., Lenzenweger, M.F. & Kernberg, O.F. (2007)
Evaluating three treatments for Borderline Disorder: A multiwave study,
American Journal of Psychiatry, 164: 922 – 928.
Sayıl, I. (2008) Krize Müdahale ve İntiharı Önleme, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara-Türkiye.
Dattilio, F.M. ve Freeman, A. (2007) Cognitive Behavioral Strategies in
Crisis Intervention, Third Edition, Guilford Publications, New York, USA.
Demirbaş, T. (2002) Suçun nedenleri ve suç etiyolojisi, Hata! Köprü
başvurusu geçerli değil.
Durak, M.(2011) Aileler çocuklarının kimlerle yazıştığını bilmeli, Milliyet
Gazetesi, 11 Nisan,http://bebekvecocuk.milliyet.com.tr/aileler-cocuklarinkimlerle-yazistigini-bilmeli/ cocugum/haberdetay/11.04.2011/1376108/
default.htm
Therapia Sayı 4 | 43
İrem S.
Bir bordeline vakasının hüzünlü öyküsü…
İmbat Taşkın
Onunla yollarımız asistanlığımın 6.ayında, çömezliğini
yaptığım psikiyatri servisine yatmaya geldiğinde kesişmişti.
Kıdemlilerimi ve hemşireleri, yatacağı haberi gelir gelmez
almıştı bir telaş…’ Eyvahhh İrem geliyor yandık!’, ‘cüzdandı,
cep telefonuydu, takıydı, tokaydı ne varsa işin yoksa sakla dur
şimdi!’, ‘tühh, servisin kapısı da yeni tamir olduydu,bizimki
kırar şimdi bunu’ gibi cümleler duyuyordum herkesten…
Öğleden sonra yıpranmış görünümlü anne ve babasıyla
servise geldiğinde, tüm anlatılanlardan bir canavar bekleyen
ben, şaşırmıştım. Öyle ya, yirmilerinin ortasında, kısa saçlı,
atletik yapılı, son derece bakımlı, çillerin ayrı bir sevimlilik
kattığı bu uysal görünümlü genç kız, bunları yapmış
olamazdı. Hocamız, hastayı benim ve kıdemlimin izlemesine
karar verir vermez ilk görüşmeme başlamıştım bile.
26 yaşındaydı, bekardı, 2 kardeşti, İngilizce öğretmenliği
eğitimi almıştı, çalışmıyordu, ailesiyle birlikte yaşıyordu.
Bu, servisimize ikinci yatışıydı, daha önce bir kez de devlet
hastanesinde yatmıştı.
Foto: Eylül Hasanoğlıu
44
| Therapia Sayı 4
Therapia Sayı 4 | 45
Kendisi geldiğinde aşırı sinirlilikten, insanlara tahammül
edememekten, bütçesini aşan alışverişler yapmaktan ve sık
yalan söylemekten yakınıyordu. Ailesi ondan daha dertliydi.
Kızlarının vaktiyle hayal ettikleri gibi öğretmenlik yapması,
mutlu bir yuva kurması, huzurlu bir yaşamı olması gibi
hayallerinden çoktan vazgeçmişler, sadece onun güvenliğini
düşünür olmuşlardı. Çünkü er ya da geç başına bir şey
geleceğinden korkuyor, onu zapt edemiyorlardı. İrem özellikle
son bir aydır kendisini hayli tehlikeli durumlara sokuyordu.
Karşı cinsle çok çabuk yüzeysel ilişkiler kurabiliyor, arkadaş
ortamlarında ikram edilen alkol ya da çeşitli hapları
kullanabiliyor, giyim-kozmetik harcamaları için babasından
izinsiz para alıyor ve sık sık yalan söylüyordu. Bize
başvurusundan bir hafta önce garnizonda görevli bir askerle
mesai sırasında uygunsuz durumda yakalanmıştı. Asker
disiplin cezası almış, İrem ise babasının tanıdıklarını araya
koymasıyla ceza almaktan kurtulmuştu. Ailesi geçen yılki
psikiyatri yatışı sonrası kısa bir süreliğine rahat ettiklerini
söylerken hala tedirgindi. Yardım isteyecek başka yerleri
olmadığını, çaresiz kaldıklarını anlatıyorlardı.
İlk çocuktu İrem. Annesi evlendikten hemen sonra isteyerek
hamile kalmıştı. Kayda değer bir çocukluk hastalığı
geçirmemişti. İlkokulda, okuma yazmayı ilk öğrenenlerdendi.
Matematiği, ders çalışmasa da hep ‘pekiyi’ydi. O dönemde bir
haylazlığı olmamıştı. Ortaokulda ailesi ile çatışmaları, karşı
cinse ilgisi başlamış; derslere ilgisi de azalmıştı. O zaman
oldukça otoriter ve mesafeli bir tablo çizen babası İrem’in
velisi de olduğundan; sık sık kızının dersteki uyumsuz
davranışları, sınavlarda kopya çekmesi, devamsızlık yapması,
sigara içerken yakalanması, düşen sınav notları gibi sebeplerle
okula çağırılır olmuştu. Bu dönemde ailecek maddi sıkıntı
çekmişlerdi, babası ortaokuldan itibaren 3-4 yıl kadar evi
yatmadan yatmaya kullanacak kadar ilgisiz olmuş, ona ve
annesine şiddet uygulamıştı. Annesi ve erkek kardeşi, yaşanan
bunca adaletsizliğe rağmen babasına hiç karşı gelmemişlerdi.
46
| Therapia Sayı 4
Onun dediği her şeyi tartışmasız kabul etmeleri İrem’i
çileden çıkarıyordu. Doğruları sonuna kadar dile
getirdiğinden ailenin ‘kötü tohumu’ olarak damgalanmıştı.
Bazen de anne ve babası bir olup, İrem’e gösterdikleri aşırı
ilgiyle onu bunaltıyorlar, kardeşinin erkek diye fazla üzerine
düşmüyorlardı. Ne öğrenciliğinde, ne de şimdi rahat huzur
vermiyorlardı ona. Oysa gençti, arkadaşlarıyla rahatça
görüşmek, gezmek onun da hakkıydı. Lisedeyken okul
çevresinden tanıdığı bir arkadaşıyla her iki tarafın ailelerinin
de ‘çok erken daha okuyorsunuz’ gerekçesiyle itirazlarına
rağmen on sekiz yaşına gelir gelmez evlenip, üç dört ay kadar
aynı evi paylaşmıştı. Eşi onu evliliklerinin en başından
beri fazla alışveriş yapmak, evine ilgisiz olmak, olur olmaza
sinirlenmekle suçlamıştı. İrem’in eşini aldatması sonrasında
pişmanlık duyarak yaptıklarını ona açıklamasıysa pamuk
ipliğine bağlı bu evliliğin sonunu getirmişti. Bu durumu
hazmedemeyen eşi, onu babasına gönderdikten sonra
boşanma davası açmıştı.
Baba evine boşanma nedeniyle dönüş yapmak çok üzmüştü
İrem’i. Anne ve babası sürekli ‘biz sana dememiş miydik…’
ile başlayan cümlelerle eleştiriyorlardı yaşadıklarını. Oysa
olan olmuştu artık. Yetmiyormuş gibi, o güne dek hayırlı
evlat portresi çizen mühendislik öğrencisi küçük kardeşi
ile onu karşılaştırıyorlardı. ‘Umarım ilerde bizimkilerin
başına çok büyük belalar açar’ diyordu İrem kardeşi
için. Gözlerindeki öfkeye kayıtsız kalmak olanaksızdı o
bunları söylerken. Lise bittikten sonra, babasıyla biraz
daha yakınlaşsa da asla normal bir baba kız ilişkisi
kuramamışlardı. Babasının eve ilgisinin yeniden başlaması,
alkol alımının azalması, maddi durumlarının toparlanmaya
başlamasıyla ikinci kez hazırlandığı üniversite sınavlarında
başarılı olmuş, istediği şehir olmasa da istediği bölüm olan
İngilizce öğretmenliğini kazanmıştı. Annesi ve kardeşine
de kendisini yeterince yakın hissetmediğinden, uzakta
okumak, evden kurtulmak demekti ve onu çok mutlu
etmişti. Yeterince harçlığı olmasa da, sık sık ailesi tarafından
denetlense de, olabildiğince gezmiş ve anı yaşamıştı
fakültedeyken. Bazen ‘ileride ne yapacağım?’ diye kaygılansa
da bu endişelerin yerini çoktan yeni heyecanlar almıştı.
Hüsranla sonuçlanan birkaç ilişkisi olmuş, alkol ve kafa
yapan çeşitli haplar kullanmasına sebep olan yanlış arkadaşlar
edinmişti. Neyse ki onların nankörlüğünün kısa sürede
farkına varmış, büyük hatalar yapmamıştı. Ona haksızlık
eden, dedikodusunu yapan ya da onu kıskanan arkadaşlarıyla
anlaşamadığından sık sık kaldığı yurtları ve öğrenci evlerini
değiştirmiş yine de hiçbir yerde yeterince huzur bulamamıştı.
Annesinin sınav zamanları onunla aynı öğrenci evinde
kalması, babasının sıkı kontrolleriyle dört yıllık eğitimini
çıkan aflardan da yararlanarak yedi yılda bitirebilmişti.
Ancak diplomasını almasıyla hevesinin kırılması bir olmuştu.
Öğretmenlik yapmak istemiyordu artık. Dokuz beş mesai hiç
de ona göre değildi. İçinden geldiği gibi yaşamalıydı. Oysa
yatış için bize başvurduğunda bile ne yapmak istediğine karar
verememişti. Belki tekstille veya kozmetik sektörüyle ilgili
bir iş olabilirdi. Ne de olsa bütün kaliteli markaların yakın
takipçisiydi.
sonuçları temiz çıkınca doktor ona çeşitli analjezikleri
önermiş ancak ağrılar geçmeyince psikiyatri polikliniğine
yönlendirmişti. Sinirlilik, tahammülsüzlük, uygunsuz
davranışlar, aile ve özel hayatındaki sorunlar nedeniyle
psikiyatri polikliniğinde değişik zamanlarda Risperidon,
Olanzapin, Essitalopram, Venlafaksin vb ilaçlar önerilmiş
ancak düzenli kullanmamış, kontrollerine de gitmemişti.
Annesi başta olmak üzere tüm ailesini küçümsüyordu bu
yüzden. Giyim kuşamdan anlamazlardı, görgüsüzlerdi.
Arkadaşlarına tanıştırmaya utanırdı. Yanlış yerde doğduğunu
Amerika ya da İngiltere’de doğsa çok daha mutlu olacağını
anlatıyordu. Dinlediği müzikler, seyrettiği filmler, kullandığı
ürünlerin markaları çoğunlukla Anglo-Amerikan kültürüne
aitti. Babası cimrilik edip onu devlet okullarında okuttuysa
da o genelde kolejde okuyan zengin ve kaliteli arkadaşlar
edinmişti. Yaşadığı şehrin en pahalı semtinde geziyordu
onlarla boş vakitlerinde.
Bir yıl önce bizdeki dosyasını incelediğimde, sinirlilik,
aşırı alışveriş yapma, taşkın ve uygunsuz davranışlar
yakınmalarıyla mani ön tanısıyla yatırıldığını ancak içeriğini
tam olarak bilmediği haplar kullandığı ortaya çıkınca bu
tanının ekarte edildiğini öğrenmiştim. Yapılan SCID II
sonucunda sınırda kişilik özellikleri saptanmıştı.
Doktorlar ve hastanelerle haşır neşir olması 4-5 sene
önce şiddetli baş ağrısı nedeniyle nöroloji polikliniğine
başvurmasıyla başlamıştı. Kan tahlilleri ve beyin MR
İki yıl önce devlet hastanesi aciline konversif nöbet geçirince
başvurmuşlar, ardından yine bu tanıyla on gün kadar
hastanede yatarak izlenmiş, tedavisi sonlanmadan kendi
isteğiyle taburcu olmuştu. Bir buçuk yıl önce ise, babasıyla
yaptığı bir tartışma sonrası evdeki ilaçları içerek intihar
girişiminde bulunmuştu. Acilde ilk müdahalesinden sonra
psikiyatriye başvurmaları önerilerek taburcu edilmişti. Bir
intihar girişimi de yatışının ikinci haftasında bizim serviste
yattığı sırada gerçekleşmişti. Ailesi öğlen ziyaret saatinde
onunla görüşünce tartışmışlar, onlar gidince öfkesini kontrol
edemeyen İrem, lavabodaki sıvı sabunu içerek kendine zarar
vermek istemişti. Bir hastamız onu yarı baygın bulunca da
hemen gastrik lavajını yapıp toparlanmasını sağlamıştık.
Annesi ilkokul mezunu bir ev hanımıydı. Babasıyla yirmili
yaşlarında görücü usulü evlendirilmiş ve aynı yıl isteyerek
İrem’e hamile kalmıştı. Ezik ve ürkek bir görünümü
vardı. İrem’le yeterince yakın değillerdi. Eşinin 13yıl önce
dört yıl süren evlilik dışı ilişkisini, kendisine ve İrem’e
şiddet uygulayışını, alkol kullanımını hep gideceği yeri
olmadığı için çaresizlikten sineye çekmişti. İrem de erkek
Therapia Sayı 4 | 47
arkadaşlarını hemen babasına yetiştirdiği için düşmandı ona.
Küçümsüyordu, hor görüyordu annesini.
Babası lise mezunu bir itfaiyeciydi. Hemen her görüşmemizde
eritemli kocaman burnu ve ödemli göz çevresiyle bana
akşamdan kaldığını düşündürmüştü. Alkolü bekarlığından
beri alıyordu. İrem ortaokuldayken alkol tüketimi ile İrem’e
ve eşine şiddet uygulaması artmıştı. Evlilik dışı ilişkisi
nedeniyle dışarıda yaptığı harcamalar artınca maddi sıkıntı
da çekmişler ancak ilişkisi sonlanınca yeniden işi ve eviyle
ilgilenir olmuştu. İrem’le araları biraz düzelmiş, bazen
karşılıklı oturup konuşabiliyorlardı bile. ‘Ama sinirlenince
birkaç tane patlatmadan kendime gelemiyorum hocam, ne
yaptığımı bilemiyorum’ diyordu utanarak. Sonra aslında
böyle biri olmadığını, şiddeti hiç onaylamadığını anlatıyordu.
En son bir ay önce babasının kredi kartını izinsiz alıp ünlü
bir markanın eşofmanını satın aldığında şiddet görmüştü
İrem. Babasının tokadıyla dudağı patlamış, çekip gitmişti
evden. Ertesi gün geldiğinde, olaydan pişman olan babası
tekrar kaçar diye bir şey soramamıştı.
Erkek kardeşi çekingen içine kapanık bir mühendislik
öğrencisiydi. Sorulanlara anlamlı düzgün cevaplar verebiliyor
ama ek bir şey söylemiyordu. İrem’i veya ailenin diğer
fertlerini fazla umursamıyordu. İrem kardeşten çok aynı evi
paylaştığı bir yabancıydı sanki.
Anne ve babasını izlediğimiz haftalık görüşmelerle tedavi
süreci hakkında bilgilendiriyorduk. Bezmiş ve endişeliydiler.
Erkek kardeşi ne uysaldı, bu kız nasıl böyle çıkmıştı? Nerede
hata yapmışlardı? Taburcu olunca yine konu komşuya rezil
olacaklarından emindiler.
İrem’in rutin tetkiklerinde bir patoloji saptanmamıştı.
Düzensiz de olsa kullandığından Venlafaksin 150 mg/gün ve
48
| Therapia Sayı 4
Risperidon 0.5 mg/gün olacak şekilde tedavisine başlamıştık.
Haftada üç kez yapılacak görüşmelerinde ona iç görü
kazandırmak ve desteklemeyi hedeflemiştik. Yatışı sırasında
toplam iki kez Haloperidol ile ajitasyonuna müdahale
etmiştik. Taburculuğunda yine Venlafaksin 150 mg/gün ve
Risperidon 0.5 mg/gün önermiştik.
Serviste kaçma eğilimine karşı onca aldığımız önleme rağmen
İrem yatışının ilk haftasında iki kere kaçmıştı. Biraz çarşıda
vakit geçirip dönmüş, cep telefonu ve parası hemşire odasında
olduğundan fazla uzaklaşamamıştı. Diğer hastalarla tüm
yatışı boyunca sorunlar yaşıyordu. Hemşireler ilaçlarını
verdiğinde yutmuyor, banyo veya yemek için sıra beklemek
istemiyordu. İstediği anda bu imkanların sağlanmaması veya
servis kurallarının ona hatırlatılması onu öfkelendiriyordu.
Çok ağır kelimelerle öfkesini dile getiriyordu. Birebir
ben ilgilendiğim için, özellikle her gün en az iki kere
fazladan talep ettiği görüşmelere sınır koyduğumda, onun
hakaretlerinden epeyce nasipleniyordum.
Yatışının üçüncü haftasında servis kurallarına uyumunda
düzelme görünce eve çıkmasına izin vermiştik. Gidişiyle
servis epey hafiflemişti çünkü bazı hastaların parfüm,
toka, makyaj malzemeleri de kaybolmuştu ortadan. Yine
de hemşire odasındaki para, takı ve cep telefonlarını
kurtardığımıza seviniyorduk. Huzurumuzu kaçırmasına
rağmen, sürprizlerle dolu İrem, bir yandan da servisin
rengiydi. Onun servis içi uyumunda artma olduğunu
düşündüğüm bir gün, monoton bir şekilde nöbetimi
devralmıştım. Akşam yemeğinde hiç unutamayacağım
bamya vardı. İşte o bamya dağıtılır dağıtılmaz, bir gümbürtü
kopuverdi. İrem bir anda ortalığı savaş alanına çevirmişti.
Bipolar bozukluk tanılı irritabl bir hastamızla tartışırken
fazlaca üzerine gitmiş, atışmaları yetmeyince bamya dolu
yemek tepsilerini kapıp havaya atmaya başlamışlardı. Ben ve
hemşire yetişene kadar 3-4 tepsi dolusu kaygan sulu bamyalar
servisin zeminini kaplamıştı bile… Tam daha fazla tepsinin
atılmasını kontrol altına aldığımı düşünürken, yetmiş
yaşlarındaki depresif hastam bunlardan kayıp düşmesin mi?
İrem’le bipolar hastanın sakinleşmesi, yaşlı hastanın acil
tomografisinin çekilip konsültasyonlarının takibi derken
bende ürtiker başlamıştı! Her şeye rağmen İrem ertesi gün
bir melaike olarak uyanmıştı. Yaptıklarından çok pişmandı.
Bana karşı mahcuptu. Bipolar hastamla arkadaş olmuştu bile.
İyi ki onlar yüzünden düşen yaşlı hastamız beyin kanaması
geçirmemişti, yoksa kendisini asla affedemezdi. Gözünü
sevdiğimin şizofrenisi, depresyonu diye sıralıyordum tanıları
kafamda. Bunu takip edeceğime on tane hasta takip ederdim
ben. Ne zordu kişilik örüntüsüyle baş etmek…
Servis kurallarıyla ilgili sorunlar yaşasa da, hemşirelerden
birini onu kıskanmakla suçlasa da, hepimiz İrem’deki olumlu
gelişmeleri yatışının dördüncü haftasında fark ediyorduk.
Karşı cinse aşırı ilgisi, irritabilitesi, servis kurallarına
uymaması belirgin derecede azalmıştı. Daha az yalana
başvuruyordu. Kimsenin eşyası da kaybolmuyordu. Sonunda
o ve ailesiyle taburculuğu hakkında görüşmelerimize
başlamıştık. Yaşamında bundan sonra neler olacaktı,
ailesi ve çevresiyle iletişimini nasıl sürdürecekti, psikiyatri
kontrollerini ne şekilde düzenleyecektik…
Evine dönerken, ailesi ve onunla vedalaştığımda, bir sonraki
görüşmemiz için randevulaşmıştık. Artık en azından serviste
onu izlemeyeceğim için ferahlamıştım. Az çekmemiştim
son bir aydır. Bir hafta sonra; kontrole İrem’i beklerken,
ailesi o olmadan gelmiş- daha kapıdaki duruşlarından bir
şeylerin ters gittiğini hissederek huzursuz olmuştum Neden
gelmemişti? Son üç gündür kayıptı İrem. Babasıyla şiddetli
bir tartışma yaşamış, sonra da ‘yetti artık’ deyip çıkmış
evden. Bir daha da gören duyan olmamıştı. Polis son iki
gündür her yerde onu arıyordu. Ya ona bir şey olduysa diye
çok üzülmüştüm. Ya kendine zarar verirse? Yanlış arkadaşlar
edindiyse yine? Ya birisi onu kaçırdıysa? En son onu
gördüğüm
anki vedalaşmamız gözümün önüne tekrar tekrar geliyordu.
Uykularım kaçıyordu. Bir yandan da kötü haber tez yayılır
diye düşünmeye zorluyordum kendimi. Başına kötü bir şey
gelse çoktan haberimiz olmaz mıydı? Varlığı da yokluğu da
ayrı bir dertti şu İrem’in…
Onu takip ettiğim çömez asistanlık günlerimin üzerinden
tam yedi yıl geçti. Hala hiçbir haber yok İrem’den. En ufak
bir ipucu dahi yok! Ailesini en son iki yıl önce gördüğümde
kabullenmişlerdi kızlarının kaybolmasını. Babası alkolü
arttırmış, hemen her akşam içmeye başlamıştı- kendisini
suçluyordu. Annesine, İrem’in vicdan azabıyla mıdır,
nedendir bilinmez, artık hiç şiddet uygulamıyordu. Erkek
kardeşi de mühendis çıkmış, iyi bir firmada iş bulmuştu.
Hala günün birinde İrem’le bir yerlerde karşılaşmak
istiyorum. Şimdi ona daha fazla fayda edebilirim gibi geliyor,
hem eksik kalan taburculuk sonrası kontrol randevusunu da
tamamlardık böylece. Belki ailesini en son nasıl gördüğümü
anlatırım ona. Bir gün karşılaşamayacaksam da, en azından
geçen yılların onu biraz olsun kendisiyle barıştırmasını
diliyorum için için…
Therapia Sayı 4 | 49
Hayatın kıyısında
Şematerapi perspektifinden borderline kişilik yapısına bakış...
alper hasanoğlu
50
| Therapia Sayı 4
Şemalar yıkıcı çocukluk anılarıyla bağlantıları olan
anı, duygu, düşünce ve bedensel algılardan oluşan ve
bireye hayatı boyunca eşlik eden kalıplardır. Borderline
hastalarla daha hafif ruhsal rahatsızlıkları olan insanların
şemaları birbirinden farklı değildir, fark zor kişilik yapısı
olan hastalarda şemaların daha fazla sayıda olması ve var
olan şemaların şiddetinin çok daha güçlü olmasıdır (terk
edilme/instabilite, güvensizlik/suistimale uğrama, duygusal
yoksunluk, yetersizlik/utanç gibi). Borderline hastayı ruhsal
rahatsızlıkları daha hafif olan hastalardan ayıran başka bir
özellik de sahip oldukları şemalar değil, o şemalarla başa
çıkmak için kullandıkları stratejilerin çok şiddetli olması ve
bu başa çıkma stratejilerini kullandıkları modlardır.
Borderline hasta hayatında olup biten yaşantılara bir
moddan diğerine geçerek tepki gösterir. Daha hafif ruhsal
rahatsızlıkları olan kişiler daha az sayıda moda sahiptir
ve bir modda uzun bir süre kalır. Borderline hastanın
daha fazla sayıda modu vardır, modları daha şiddetlidir ve
durmaksızın moddan moda geçer. Borderline hasta bir moda
geçtiğinde diğer modlar ortadan kaybolur. Hafif ruhsal
rahatsızlıkları olan hastalarda iki ya da daha çok sayıda mod
aynı anda bulunabildiği için bir mod diğer modun şiddetini
hafifletebilir ama borderline hastada bir mod aktifken
diğer moda geçiş mümkün değildir. Modlar birbirlerinden
tamamen izole olarak yaşantılanır.
Borderline hasta çok kısa sürede bir duygudan bir başka
duyguya hızla geçer. Örneğin bir saniye önce öfkeli olan
hasta, birden şoka girebilir; hemen ardından kırılgan
ve üzgün bir moda geçip sonunda dürtüsel bir davranış
sergileyebilir. Duyguların bu ani ve hızlı değişimi, çok
farklı bir insanla karşı karşıya olduğumuz izlenimi yaratır.
Borderline hastalarda hemen hemen 18 şemanın tamamının
değişik şiddetlerde bulunduğu görülür. Bu kadar çok şemaya
birden psikoterapötik olarak müdahale edebilmek mümkün
değildir. Derinde yatan ve yapıp ettiklerimizi yöneten
kalıplar olarak tanımlayabileceğimiz şemalar, bir duygudan
ötekine hızla geçişi açıklamaya yeterli değildir çünkü. Bu
nedenle borderline hastanın hızla değişen duygularıyla
başa çıkmak için şemalarla değil modlarla çalışılmaya
başlanmıştır. Mod deyince kabaca anlamamız gereken şey,
bir şema aktive olduğunda bireyin içinde bulunduğu ruh
durumudur.
Borderline hastada esas olarak beş mod gözlenir:
İçimizdeki kalabalık: Modlar
1. Terk edilmiş çocuk modu
2. Öfkeli ya da dürtüsel çocuk modu
3. Cezalandırıcı ebeveyn yanı
4. Mesafe koyarak kendini koruyan mod
5. Sağlıklı erişkin modu
Terk edilmiş çocuk modu acı çeken içsel çocuğu temsil
eder. Bu mod neredeyse bütün şemalarla bağlantılı olan,
hastanın acı ve dehşeti duyan yanıdır (örneğin terk edilmeyi,
suistimal edilmeyi, duygusal yoksunluğu, yetersizliği, utancı,
boyun eğiciliği hisseden, yaşantılayan çaresiz, küçük çocuk).
Duygusal temel gereksinimler doyurulmadığında ortaya
çıkan öfkeli ve dürtüsel çocuk modu hastanın öfkelenmesine
ve dürtüsel bir davranış biçimi sergilemesine neden olur.
Cezalandırıcı ebeveyn yanıysa hastanın kendini eleştiren
ve cezalandıran ebeveyninden birinin ya da her ikisinin
içselleşmiş sesidir. Bu mod aktive olduğunda hasta, kendi
peşini bırakmayan sıkı bir takipçiye dönüşür ve bütün
öfkesini kendine yöneltir. Mesafe koyarak kendini koruyan
Therapia Sayı 4 | 51
modda ise kendini bütün duygulara kapatır, insanlardan
kendini izole eder ve bir robot gibi dolaşır etrafta. Sağlıklı
erişkin modu ağır borderline hastalarda oldukça zayıftır
ve yeteri kadar gelişmemiştir. En azından terapinin
başlangıcında… Bu, bir anlamda birincil sorunudur
borderline hastanın. Çünkü o koruyan, sakinleştiren ve
şefkat gösteren bir ebeveyne hiç sahip olmamıştır. Bu nedenle
de ayrılıklara tahammül edebilmesi çok zor olur.
Terapist sağlıklı erişkin modunun gelişimi için bir rol
modelidir. Hasta zamanla terapistin düşüncelerini,
duygularını, tepkilerini ve davranış biçimlerini içselleştirir
ve sonunda kendi sağlıklı erişkin modu olarak kişiliğine
entegre eder. En önemli terapi hedefi sağlıklı erişkin moduna
ulaşmaktır. Sağlıklı erişkin modu terk edilmiş çocuk
modunu koruyup ona şefkat gösterebilir, kızgın ve dürtüsel
çocuk modunun öfkesini uygun bir tarzda ifade etmesine ve
böylece temel duygusal gereksinimlerinin doyurulmasının
sağlanmasına yardım eder, cezalandırıcı ebeveyn yanını
susturur, kovar ve mesafe koyan modu yavaş yavaş o
mesafesinden geri getirir.
Bir modu sahip olduğu duygu tonundan çok rahat
tanıyabiliriz. Her modun kendine özgü bir duygusu vardır.
Terk edilmiş çocuk modu üzüntü, korku, kırılganlık
ve değersizlik hisseder. Öfkeli ve dürtüsel çocuk modu
sinirlenmiş ve kontrolünü kaybetmiş bir çocuk gibidir:
Bağırır çağırır, ihtiyaçlarını karşılamadığı için yanındakine
saldırır ya da ihtiyaçları karşılansın diye dürtüsel bir davranış
biçimi sergileyebilir. Cezalandırıcı ebeveyn yanı sert, eleştirel
ve soğuk bir tavırla kendini gösterir. Mesafe koyarak kendini
koruyan modsa yüzeysel, duygusuz ve mekanik bir izlenim
bırakır.
Terk edilmiş çocuk modu
52
| Therapia Sayı 4
Bu mod kişinin doğuştan getirdiği bir moddur ver her
insanda zaman zaman ortaya çıkar. Borderline hastanın
özelliği, terk edilmiş olduğu duygusuna takılıp kalmış
olmasıdır. Bu moddaki kişi kırılgan ve çocuksudur.
Kendini çaresiz ve tam anlamıyla yalnız hisseder. Kendisiyle
ilgilenecek bir ebeveyn figürü bulma ihtiyacıyla yanıp
tutuşur. Bu moddayken hasta suçsuz ve küçük ama korkan
bir çocuk gibi bağımlı izlenimi bırakır. Kendisine biraz
yakınlık gösteren birini hemen idealize eder ve onun
tarafından kurtarılma hayalleri kurmaya başlar. Çaresizce,
yakın olduğu insanların kendisini terk etmesini önlemeye
çalışır. Bazen terk edileceğiyle ilgili kaygıları aşırı kuşkucu
bir düzeye ulaşır.
Hastanın çaresiz küçük çocuk modunun içinde bulunduğu
“teorik yaş” bize hastanın düşünce biçimiyle ilgili çok şey
anlatır. Daha hafif ruhsal rahatsızlıkları olanların çaresiz
çocuk modları daha büyük bir yaşa sahipken, borderline
hastanın çaresiz çocuk modu en fazla 3 yaşındadır ve
nesne tasarımı henüz oluşmamıştır. Yani borderline hasta
kendisine bakım veren en yakın insanın sakinleştirici
varlığını, eğer o yanında değilse hissedebilmeyi beceremez.
Terk edilmiş çocuk durmaksızın şimdiki zamanda yaşar,
geçmiş ve gelecekle ilgili net algıları yoktur. Bu da hastanın
saldırganlığını, sabırsızlığını ve tahammülsüzlüğünü arttırır.
Öfkeli ve dürtüsel çocuk modu
Psikiyatr ve psikologların borderline hastalara atfettikleri
ama aslında borderline hastaların en seyrek yaşantıladıkları
mod budur. Klinik ortamda gözlemlediğimizde borderline
hastanın içinde en fazla zaman geçirdiği mod mesafe koyarak
kendini koruyan moddur. Deyim yerindeyse bu mod
borderline hastanın hayattaki temel duruşudur. Bu moddan
aniden cezalandırıcı ebeveyn moduna ya da terk edilmiş
çocuk moduna geçer. Çok daha seyrek olarak ve kendilerini
tutmaları artık mümkün olmadığında öfkeli çocuk modu
devreye girer. Uzun süre kendilerini geri çekmekten dolayı
biriken öfkeden kurtulur ve dürtüsel davranışları aracılığıyla
ihtiyaçlarını doyurmayı dener.
Mesafe koyarak kendini koruyan mod ve cezalandırıcı
ebeveyn yanı terk edilmiş çocuk modunun bütün duygu ve
ihtiyaçlarını bloke ederek hastanın duygu ve ihtiyaçlarının
çoğunu baskılanmış halde tutmaya çalışır. Belli bir zaman
sonra bu ihtiyaç ve duygular birikerek hastanın içsel bir baskı
hissetmesine neden olur. Baskı gittikçe büyür ve bir an gelir,
sıradan herhangi bir yaşantı, örneğin terapist ya da partnerle
yaşanan basit bir sorun, hastanın öfkeli çocuk moduna
geçmesine neden olur. Kişi birdenbire büyük bir hiddet
duyar.
Bu modda hasta öfkesini ölçüsüz bir şekilde dışa vurur.
Kendini kaybedebilir, aşırı talepkar olabilir, aşağılayıcı
ifadelerde bulunabilir, küfredebilir, şiddete baş vurabilir.
İhtiyaçlarını doyurabilmek için saldırgan bir tutum içine
girebilir ve bu sırada çoğunlukla manipülatif ve özensiz
davranır. Karşısındakini intihar etmekle tehdit edebilir ve
intihar gibi gözüken kimi eylemlere girişebilir. Örneğin
istedikleri yapılmazsa kendini öldürmekle ya da kesmekle
tehdit edebilir.
Bu talepkar ve manipülatif tutum çoğunlukla ilişkide
bulunduğu insanların kendisinden daha da uzaklaşmasıyla
sonuçlanır.
Cezalandırıcı ebeveyn yanı
Bu modun işlevi, hasta herhangi bir şeyi yanlış yaptığı zaman
onu cezalandırmaktır. Yaptığı yanlış, ihtiyaçlarını ya da
duygularını ifade etmek gibi gayet doğal bir şey de olabilir.
Bu mod borderline hastanın çocukluğunda ebeveynin biri ya
da her ikisinden gördüğü öfke, nefret, tiksinti, kötü muamele
ya da küçümseme gibi tutumların içselleştirilmesinden
oluşur. Bu modun belirtileri kendinden nefret etme, kendini
aşırı eleştirme, kendini yok sayma, kendini yaralama, intihar
düşünceleri ve kendine zarar veren davranış biçimleridir.
Hasta bu modda bulunduğunda ebeveynin içselleştirdiği
cezalandırıcı veya reddedici tutumlarını kendine karşı
gösterir. Gayet normal olan ihtiyaçlarını dile döktüğü için
ebeveynin yaptığı gibi kendine öfkelenir. Kendini keserek ya
da aç bırakarak cezalandırır ve kendi hakkında yargılayıcı bir
tonda konuşur. Örneğin kendini kötü, kirlenmiş veya iğrenç
olarak tanımlar.
Mesafe koyarak kendini koruyan mod
Çok ağır vakaları bir kenara bırakırsak hastaların büyük bir
kısmı çoğu zamanlarını bu modda geçirir. Bu modun işlevi
kişinin duygusal ihtiyaçlarıyla olan bağlantısını kesmek,
insanlarla olan bağını engellemek ve cezalandırılmaktan
kurtulması için boyun eğici bir davranış biçimi
benimsetmektir.
Bu modda borderline hasta gayet normal gözükür. İyi
hasta olur. Yapması gereken şeyleri yapar, dikkat çekmeyen
davranışlar sergiler. Seanslara zamanında gelir, terapide
verilen ödevleri yapar vs. Duyguları üzerindeki kontrolünü
kaybetmez. Bir çok terapist ne yazık ki bu modun
güçlenmesine katkıda bulunur. Buradaki en önemli sorun,
hastanın bu modda bulunduğu zaman diliminde kendi
ihtiyaç ve duygularıyla bağlantısının kesilmiş olmasıdır.
Nasıl olduğunu ve ne gibi ihtiyaçları olduğunu ifade etmek
yerine terapistini her şeyin yolunda olduğuna inandırmaya
çalışır. Terapist kendisinden ne isterse yapar ama aslında
onunla gerçek bir iletişime girmez. Bazen bir seansın
Therapia Sayı 4 | 53
Borderline hastanın çocukluktaki sosyal çevresi, sık
sık kriz çıkmasına neden olan bir kaos ortamıdır.
Çocuk anne-baba arasındaki fiziksel ve ruhsal
şiddete, birbirlerini ihmal etmelerine, şiddetli
çatışma ve kavgalarına tanık olur.
tamamı, terapist hastanın mesafe koyarak kendini koruduğu
bir modda olduğunu fark etmeden geçer. Hasta terapisinde
hiçbir ilerleme kaydetmeden, seanstan seansa savrulur durur.
Bu modun belirtileri arasında depersonalizasyon, boşluk
duygusu, can sıkıntısı, madde kullanımı, yeme atakları,
kendini kesme, psikosomatik yakınmalar, robot gibi terapiye
gelip gitme sayılabilir.
Borderline hastanın içinde bulunduğu bir mod başka bir
modun ortaya çıkmasını aktive edebilir. Örneğin terk edilmiş
çocuk modunda bir isteğini ifade etmişken birdenbire
cezalandırıcı ebeveyn yanı ortaya çıkabilir ve isteğini ifade
ettiği için kendini cezalandırır. Hasta bu cezalandırmadan
etkilenmemek için mesafe koyucu moda girer. Hastalar
çoğunlukla bu kısır döngü içinde dönüp dururlar.
Bütün bu modlar arasında en yıkıcısı cezalandırıcı ebeveyn
modudur.
Borderline’ı hazırlayan etkenler
Güçlü duygular ve hızla değişen bir mizaç borderline hasta
için tipiktir. Böyle değişken bir mizaç borderline kişilik
yapısının oluşumu için gerekli olan biyolojik zemini de
oluşturur.
Borderline hastaların dörtte üçü kadındır. Bunun böyle
olmasının nedenlerinden biri çevresel etkenlerdir. Kız
çocukları erkek çocuklarına göre daha sık cinsel tacize
uğrarlar ve borderline hastaların geçmişinde de çok sık
taciz öyküsü vardır. Kız çocuklarına daha çok baskı
yapılır ve öfkelerini ifade etmeleri daha çok engellenir.
Ayrıca erkeklerde borderline tanısının daha az konması,
erkeklerin kadınlara oranla daha az borderline olduğunu da
göstermeyebilir. Borderline kişilik yapısı kendini erkeklerde
54
| Therapia Sayı 4
kadınlarda olduğundan daha farklı gösterir çünkü.
Erkekler daha agresif bir mizaca sahiptir ve baskın olmaya
meyillidirler ve bu nedenle de öfkelerini kendilerinden daha
ziyade karşılarındakine yöneltirler. Bu da onlarda daha çok
narsistik veya antisosyal kişilik yapılarının ortaya çıkmasına
neden olur. Oysa kökende aynı şemalar yatar ve bu şemalar
erkek ve kadında sözü edilen farklı kişilik yapılarının ortaya
çıkmasına neden olur.
Hastaların erken nesne ilişkileri çok zayıf olabilir. Yani
ebeveyn çocuğun mutlak ihtiyacı olan şefkat ve ilgiyi
gösterebilecek durumda değildir. Fiziksel ve duygusal
yakınlık, empati, destek, yönlendirme ve koruma çok azdır
ya da hiç yoktur. Ebeveynden biri, daha çok da en yakın
bakım veren kişi duygusal olarak çok mesafelidir ve çocuğa
minimum düzeyde bile empati göstermez. Hasta kendini
duygusal olarak yapayalnız hisseder.
Değişken bir mizacın varlığında belli çevresel etkenlerin
çocuklukta görülmesi borderline kişilik yapısının oluşmasına
neden olur. Bu çevresel etkenlerden biri güvenli olmayan
ve dengesiz bir aile yapısıdır. Güven duygusunun eksikliği,
kötü muamele, fiziksel ya da cinsel taciz ve ortada bırakılma
benzeri yaşantılardan kaynaklanır. Borderline hastaların
büyük bir kısmı ya cinsel olarak tacize uğramıştır ya da
fiziksel ya da sözel kötü muameleye maruz kalmıştır.
Hastalar kendileri fiziksel kötü muameleye uğramamışlarsa,
ya sürekli bir şiddet tehdidi ve öfkeyle karşı karşıya
kalmışlardır ya da sık sık aile içinde bir başkasının kötü
muamele görmesine tanık olmuşlardır. Bunun yanında bu
hastalar çocukluklarında sıklıkla yalnız bırakılmışlardır.
Bazen yakınlarından birine ulaşma olanağı olmadan uzun
süre kendi başlarına kalmış olabilirler. Ya da kendilerine
kötü muamele ya da taciz uygulayan kişilerle uzun zaman
geçirmek zorunda kalmış olabilirler. Örneğin ebeveynden
biri çocuğa kötü muamelede bulunurken, diğeri bunu
görmezden gelmiş ya da kötü muameleye zemin hazırlayacak
koşulları oluşturmuş olabilir. Ya da en yakın bakım
veren kişinin kendisi güvenilir biri değildir, örneğin aşırı
duygusal dalgalanmalar göstermekte veya uyuşturucu,
alkol kullanmaktadır. Ebeveynle olan bağ güven ve emniyet
duygusu vermeliyken, dengesiz ve kaygı verici olabilir.
Aile cezalandırıcı ve reddedici bir yapıda olabilir. Borderline
hastalar kendilerini olduğu gibi kabul eden ailelerde
büyümemişlerdir. Ebeveyn bağışlayıcı değildir, sevgiyle
yaklaşmaz. Aksine eleştiren, reddeden, bir hata yaptıklarında
çok sert cezalar veren aileleri vardır. Cezalandırma eğilimi
burada çok belirgindir. Hastalara arada sırada yanlış
davranan normal çocuklar oldukları değil, değersiz, kötü,
kirlenmiş oldukları hissi verilmiştir.
Başka bir etken de aile yapısının yapıcı olmamasıdır.
Bazı aile ortamları, çocukları alttan almaya ve kendilerini
başkalarının altında konumlandırmaya iten bir atmosferde
olabilir. Çocuğun duygu ve ihtiyaçları bastırılır. Böyle
ailelerde çocukların neyi söylemeye ve yapmaya hakları
olduğu, neye haklarının olmadığıyla ilgili yazılı olmayan
kurallar vardır. “Dizin kanasa da ağlama! Biri sana kötü
davranırsa sinirlenme! İstediğin bir şeyi istediğini belli
etme! Bizin istediğimiz gibi ol ve davran!” Çocuk herhangi
bir duygusal yakınmasını dile getirirse, ebeveyn öfkelenir,
çocuğu cezalandırır ya da duygusal olarak kendini geri çeker.
Erken çocukluk ilişkileri
Borderline hastanın çocukluktaki sosyal çevresi, sık sık kriz
çıkmasına neden olan bir kaos ortamıdır. Çocuk annebaba arasındaki fiziksel ve ruhsal şiddete, birbirlerini ihmal
etmelerine, şiddetli çatışma ve kavgalarına tanık olur. Ya da
kendisi bu şiddetin ve ihmalin kurbanıdır. Aile içinde olup
bitenlerden sorumlu gibidir ve çatışan anneyle baba arasında
arabulucuk yapmak zorunda kalır. Bu, çocuğun hayatını
çelişkili bir duruma sokar: bir yandan kaos onun için normal
bir durum olur, diğer yandan hayat kestirilebilir ve önceden
tahmin edilebilir bir şey olmaktan çıkar, yani dengesizleşir.
Çocuğun içinde bulunduğu ilişkilerin tanımı, onun ilişki
içindeki rolü ve işlevi sık sık değişir. Anne babanın, çocuğun
duygusal ihtiyaç ve ifadelerine gösterdiği tepkiler de
değişkendir. Böyle bir sosyal çevre sağlam, kararlı (stabil) bir
kendilik algısının oluşumunu engelleyen bir yapıdır.
Kaos, içindekileri ‘istikrarlı bir dengesizlik’ (stabil
bir instabilite) durumunda tutan bir sistem olarak da
tanımlanabilir. Bu sistemden çıkmak için yapılan her
deneme, örneğin bağımsızlık vurgusu olan davranış
biçimleri, sistem için kökten bir tehdit unsurudur. Bu
nedenle de sert bir şekilde cezalandırılır. En sık başvurulan
ceza, çocuk tarafından travmatik olarak yaşantılanan
duygusal terk edilmedir. Yani ebeveyn çocuğa mesafe koyar,
sevgi ve şefkatini geri çeker, çocukla konuşmaz bile bir süre.
Çocuk bir yere kapatılır ya da bir süre evin dışına atılır. Bu
tavır ve tutum çocuk tarafından travmatik olarak algılanır,
çünkü o yaştaki bir çocuk için reddedilme varoluşsal bir
tehdittir. Bu da çocuğun geleceği ve kaderi üzerine büyük
kaygı duymasına yol açar. Kendisini cezalandırıcısının
insafına bırakır. Bu cezayla bağlantılı olarak kötü olmayı da
kabul ederek, paradoksal bir şekilde dolaylı yoldan şefkat
ve ilgiyi deneyimlemiş olur. Çünkü cezalandırıcı ebeveyn
yalnızca cezalandırdıktan sonra çocuğa belli bir yakınlık
göstermeyi başarır. Bu nedenle şiddet mağduru çocuk
öncesinde bir cezayla karşılaşmamış olsa bile, olumlu bir
ilişki deneyiminin, ancak kendiliği yerle bir olduğunda
mümkün olduğuna inanmaya başlar.
Borderline hastanın yaşantıladığı bir başka ilişkisel deneyim
Therapia Sayı 4 | 55
de ensesttir. Eğer tacizi uygulayan yakını, kurbanını herkesin
önünde yüceltiyor, ardından aşağılıyorsa veya uyguladığı
tacizden sonra şefkat ve ilgi gösteriyorsa, çocukta aynı
kişinin birbirinin zıddı iki resmi oluşacaktır. Bunun sonucu
olarak çocuğun yakını hızla iyiden kötüye (ya da tam tersi)
dönüşecektir.
Yukarıda özetlendiği şekilde borderline hastanın ilişki
deneyimleri güvenli bağlanma ve bağımsızlık temel
gereksinimlerinin sürekli engellenmesi demektir. Bununla
birlikte hayatın kontrolünün elinde olduğu duygusu da
gelişmez ya da zarar görür. Çocuğun değişmez bir şekilde
yaşantıladığı tek şey kendi tartışılmaz kötücüllüğüdür. Bu
mutlak gerçeklik kanıtlarını anne babanın travmatize edici
davranış biçimlerinde bulur. Bu olumsuz yaşantılar sonucu
kendilik değerinin korunması ve haz alma gereksinimi de
doyurulmadan kalır.
Korunma, güvenlik, dayanışma ve değer verilme gibi
bağlanmayla ilgili ruhsal gereksinimler de cezalandırıcı anne
babanın davranış biçimlerinden zarar görür. Sözü edilen
gereksinimler ancak, çocuk anne baba tarafından dayatılan
olumsuz kendilik tanımını üstlenir ve kabul ederse, o da
kısmi olarak karşılanır. Bu da borderline kişilik yapısına özgü
olan ‘kendiliğini sakatlama özelliği’nin gelişmesine neden
olur. Bütün mutluluk ve başarı yaşantıları değersizleştirilir.
Bahsedilen olumsuz ilişki deneyimleri, duygusal bir
olumsuzluğun bireye sürekli eşlik etmesine neden olur.
Durmaksızın deneyimlenen dengesizlik, huzurun ortadan
kalkmasına yol açan sürekli bir güvensizlik duygusunun
gelişmesine yol açar. Zaten az olan olumlu durumlar, olumlu
bir kendilik tanımının eksikliği nedeniyle, tatminkâr bir
şekilde yaşantılanamaz ve bir boşluk duygusu ortaya çıkar.
Bu boşluk duygusu da olumsuz kendilik yaşantılarının
56
| Therapia Sayı 4
katlanarak artmasına neden olur. Bundan kurtulabilmek için
birey kaosu kendi yaratmaya başlar.
veya boşluk duygusuyla başa çıkabilmek için fiziksel bir acı
duyumsama gereksinimi sonucu da ortaya çıkabilir.
Tanımlanan kısır döngü borderline hastanın karakteristik
duygusal dengesizliğinin en önemli özelliğidir. Diğer bir
özellik de içsel nesne tasarımlarının çift taraflılığıdır. Yani
ilişkide bulunulan kişilerin algıları hızla iyiden kötüye
dönebilir.
Borderline kişinin şemaları, kendisiyle ilgili algıları, onun
içindeki dengesizliğin aynası gibidir. Bu şema ve algıların
odağında kendi mutlak kötülüğü, terk edilme veya taciz gibi
olumsuz yaşantılar bulunur.
Bu şema ve algılara örnek olarak şunları sayabiliriz:
Başka bir ruhsal etken de terk edilme ya da cinsel ya da
fiziksel taciz gibi travmatik olarak yaşantılanan durumlardır.
Terk edilmek, kötücüllükle birlikte giden bir tek başınalık,
ıssızlık duygusu yaratır. Bu duygu kendinden nefret etmeyle
sonuçlanır ve borderline hasta ötekinin olumsuz davranışını
içten bir şekilde inanarak haklı bulmaya başlar. Kendisi o
kadar kötüdür ki her türlü muameleyi hak etmiştir. Büyük
bir öfke büyür içinde kendine karşı.
Benzer bir durum cinsel tacizde de görülür. Yaşananlar
terk edilmede olduğu gibi borderline adayında kötü olduğu
inancını ortaya çıkarır ve kendisine reva görüleni haklı bulur.
Taciz durumu büyük bir çaresizlik ve başkalarının insafına
kalmış olma duygusu yaratır ki, bu durumda kişinin içinde
büyüyen öfke çok daha şiddetli olur. Taciz uygulayan kişi,
başka koşullarda şefkat, yakınlık ve ilgi de gösteriyor ve
çocuğa kendi hayatıyla ilgili bazı şeyleri kontrol edebildiği
duygusunu veriyorsa, çocuk kendini belli sürelerle kötü
olarak algılamaktan kurtulur. Böyle anlarda sevgiyi, sevilir
olduğu duygusunu yaşantılar, ilişkide baskın olabildiğini
bir zafer duygusuyla hisseder. Birbiriyle böylesine çelişen
duyguların yoğunluğu nedeniyle tahammül edilmesi çok
zor olan bir durum ortaya çıkar. Hastanın bununla başa
çıkabilmesi dissosiyatif yaşantılar, kendine zarar verme ve
kendini yaralamayla mümkün olur ancak. Kendini yaralama,
kendinden nefret etmesi nedeniyle kendini cezalandırma
Kendilik şemaları “ben kötüyüm, kabul edilemeyecek kadar
işe yaramaz biriyim. Ne mutluluğu, ne başka olumlu bir şeyi
hak etmiyorum.” der.
İlişki şemaları “hiç kimse beni gerçekten istemez. Ben herkes
için bir yüküm.” şeklindedir.
Kendilik algıları “sevilmeye layık olmayan, yalnız veya kötü
çocuk”tur.
Ötekini “beni cezalandırmaya hakkı olan despot” şeklinde
algılar.
Travmatik yaşantılar birbiriyle çelişen kendilik ve nesne
tasarımlarının ortaya çıkmasına da neden olabilir. Kendilik
algısı ‘nefret dolu çocuk’tan ‘sevilen çocuğa’ gidip gelir. Nesne
tasarımları ‘cezalandırmaya hakkı olan despot’ ya da ‘sadist
bir sapık’tan ‘şefkatli, sevgi dolu bir baba’ya dönebilir.
Borderline başa çıkma stratejileri
Yukarıda bahsedilen şemalar ve nesne tasarımlarıyla başa
çıkabilmek için borderline hasta birbirinin zıddı iki strateji
geliştirir. Bunlardan biri alttan alıp tabi olmak (“içsel ve
dışsal olarak bana bakan kişiye kayıtsız şartsız teslim olacak
ve elimden geldiğince onun dediklerini yerine getirmeye
çalışacağım”), diğeri de karşı çıkmak muhalif olmaktır (“bana
bakan kişinin dediklerine ve isteklerine karşı çıkacağım”). Bu
birbirinin zıddı iki strateji borderline hastanın ilişkilerdeki
tutumuna da ayna tutar. Bir tarafta kendiliğin olumsuz
algısı ve tanımının şefkat ve bakım yaşantılarıyla bağlantısı
vardır. Diğer taraftaysa stabil bir kendilik algısının eksikliği
söz konusudur. Çünkü stabil bir kendilik algısı için gerekli
olan ve kronik bir “ben kötüyüm” duygusunun ortadan
kalkmasına hizmet edecek iyi bir ‘öteki’ yoktur. İyi bir öteki
aynı zamanda duygu ve duygulanımları onayladığından
bireyin kendiliğini hissedebilmesine de olanak tanır. Bu
nedenle de bu iyi ötekinin aranıp bulunması borderline
hastanın hayatının odağına yerleşir.
Çocukluk yaşantı ve deneyimleri borderline hastaya iyi
ötekini bulabilmesinin alttan alması ve tabi olmasıyla
mümkün olacağını vaaz eder. Başlangıçta iyi öteki idealize
edilir, bağımlı bir ilişki biçimiyle birliktelik garanti altına
alınmaya çalışılır. İyi ötekini kendine bağlaması bu şekilde
mümkün olmazsa dramatik yöntemler devreye girer. Kaotik
bir ilişki, krizler, intihar tehditleri gibi. Bu stratejiler başarıya
ulaşırsa, yani borderline hasta bu yolla ilgi ve yakınlığa
kavuşursa içinden çıkılmaz bir ikilem ortaya çıkar.
Olumlu deneyimler olumsuz kendilik algısı ve tanımıyla
bağlantılı olduğu için, aktive olmuş olumlu nesne tasarımları
olumsuza dönebilir. Bu da büyük olasılıkla iyi öteki algısının
da sadist, cezalandırıcı, kötü niyetli bir ötekine dönüşmesine
yol açar. Bu da nefret dolu çocuk olarak adlandırılan bir
kendilik algısının ortaya çıkmasına neden olur. Bu durum
özellikle iyi ötekinin herhangi bir sebeple kendini geri
çekmesi ya da bir davranışının böyle yorumlanması nedeniyle
olur. Toplantıdaki sevgilinin telefonunu açmaması, terapistin
randevuyu ertelemesi gibi gündelik, sıradan olaylardır bunlar
çoğunlukla.
Therapia Sayı 4 | 57
Buna karşılık gelişen tepkiler, öncelikle bastırılmaya çalışılır,
çünkü iyi ötekinin kötülüğü o kadar içten hissedilir ki bu
korku varoluşsal bir endişeye, dolayısıyla donup kalmaya yol
açar. Ama bir süre sonra terk edilmiş olma duygusuyla ortaya
çıkan olumsuz kendilik algısı öyle bir boyuta ulaşır ki içsel
huzursuzluk ancak agresif davranış biçimleriyle kontrol altına
alınabilir.
Bu durumda da strateji değiştirilir. İlişkide muhalif bir
tutum ortaya çıkar. Aktif bir mesafe koyma girişimi hayata
geçirilir. Bunu da ötekini değersizleştirerek, kırarak, bağırıp
çağırarak veya küçük düşürerek yapar. Bunun üzerine öteki
kendini daha da geri çekerse terk edilmiş olma durumu bir
gerçeklik kazanır ve borderline hastanın olumsuz kendilik
algısıyla bağlantılı olarak ağır suçluluk duyguları ortaya
çıkar. Borderline hasta bu duygudan kurtulabilmek için daha
da alttan alarak ötekine yakınlaşma çabası içine girer. Bu
birbirine zıt iki strateji tekrarlana tekrarlana daha da güçlenir.
Borderline hastanın kendi üzerine yargıları ve yapıp ettikleri
kendi kötücüllüğüyle ilgili yaşantıları tarafından belirlenir.
Bu yargılar gerçeklik olarak algılandığı için oldukça
özyıkıcı bir davranış biçimiyle sonuçlanır. Buna örnek
58
| Therapia Sayı 4
olarak ağır alkol ya da madde kullanımı, kendini yaralama,
tehlikeli durumların istemli bir şekilde aranıp bulunması
ve yaratılması sayılabilir. Sanki kaybetmek için Rus ruleti
oynuyor gibidir. Bu özyıkıcı davranış biçimi sonucunda
duyumsanan, kendinden nefret etme ve umutsuzluk
duygularıyla başa çıkma hissidir.
Başkalarıyla ilişkilerindeyse iletişime açık, ilgili bir insan
izlenimi bırakır borderline hasta. Oysa sevgiliyi kaybedeceği
endişesi sürekli içini kemirir durur. Terk edilme korkusu
bir gölge gibi peşini bırakmaz. Sevgiliyle bağın kopması
durumunda öfke ve korkunun hakimiyeti başlar, çevrelerine
karşı bir mesafe koyar. Bu duygu ve davranışlara yalnızlık,
boşluk ve suçluluk duyguları eşlik eder. Kendisinin kötü
olduğundan o kadar emindir ki karşısındakinin gösterdiği
ilgiden bir türlü emin olamaz ve ilişkiyi test eder. Bu da
sıklıkla provoke edici ya da saldırgan, kırıcı bir davranışla
olur. Eğer karşısındaki kişinin ilgi ve yakınlığında bir şey
değişmezse, bu sefer de neden böyle davrandığıyla ilgili
suçluluk duyguları ve gönül alma çabaları ortaya çıkar.
Borderline hastanın günlük ilişki pratiği yakınlaşma ve
mesafe koyma arasında bir sarkaç gibi gidip gelir.
Sorunlu alanlar
Sonuç
Tahmin edilebileceği gibi borderline kişinin sorunları
daha çok ilişkilerde ortaya çıkar. Özellikle varsayılan veya
gerçek terk edilme yaşantıları borderline kişinin olumsuz
kendilik şema ve algılarını, duygusal olarak katlanamayacağı
ölçüde aktive eder. Erişkin hayatta yaşanan cinsel ya da
fiziksel taciz gibi olaylar da geçmişteki travmaların yeniden
anımsanmasına yol açarak krizlere neden olabilir. Kriz,
kişinin duygu düzenlemesinin bozulması, aşırı gerginlik ve
duygu kontrolünün ortadan kalkması anlamına gelir. Bu
da madde veya ilaç kullanımı, kendini yaralama veya yeme
bozukluklarının ortaya çıkmasına yol açar. Kişi kaygı ve
panik bozukluğuna, kronik depresyona yatkın hale gelir.
Kronik depresyonda intihar riski oldukça yüksektir.
Borderline olmak görüldüğü gibi kişinin kendisi için de,
çevresi için de yıkım ve mutsuzluklarla dolu bir yaşam
anlamına gelebilir. Doğuştan gelen duygusal zemin,
bahsedilen travmatik çocukluk yaşantılarıyla birleştiğinde,
kaçınılması mümkün olmayan bir sondur borderline kişilik
yapısı. Ama ileriki sayfalarda, kendine esprili bir şekilde
‘Paratoner’ demeyi seçen borderline hastamın yazdıklarından
da anlayacağınız gibi, ömür boyu mahkum olunan bir kader
de değildir asla. Zorlu ve uzun da olsa, uygun bir psikoterapi
süreci kişinin kendi kişilik yapısını daha iyi tanımasını ve
kriz durumlarında kendine her zaman olmasa da müdahale
edebilir duruma gelmesini sağlar. Borderline kişi, kişilik
yapısının kendine zarar veren yönleriyle başa çıkabildiğinde
geriye kalan, belki de başka hiç kimsede olmayan, renkli,
canlı, spontane, sevgi dolu, fedakar insandır. Terapistin
mutlak hedefi de o’na ulaşmaktır.
Therapia Sayı 4 | 59
‘Déjà Vu’nün nörolojisi*
‘Déjà vu’, beynin oynadığı bir oyun mu yoksa geleceğe dair bir öngörü mü?
çeviri: ceylan özge kunduz
*Jordan Gaines'in Brain Babble’da 14 Ağustos 2012
tarihinde yayımlanmış yazısından...
‘Déjà vu’, en akılcı, en mantıklı olanlarımızın bile
deneyimlediği bir şeydir: O sırada ya arkadaşlarınızla
sohbet ediyorsunuzdur ya da ilk defa gittiğiniz bir yeri keşfe
çıkmışsınızdır. Bir anda bir hisse kapılırsınız: Sanki aynı
anı daha önceden, bire bir yaşamışsınızdır. Bu aşinalık ve
tanıdıklık hissi son derece güçlü ve yoğundur. Oysaki bu
anın size hiç de böyle tanıdık, bildik gelmiyor olması gerekir.
Bu kuvvetli his, azalmadan önce daha da güçlenir; ardından
tamamen kaybolur. Tüm bunların hepsi birkaç saniyede olup
biter. Acaba bu anı, yani geleceği, çok önceden öngörmüş
olabilir misiniz? Ne var ki bu önseziyi tam olarak ne zaman
yaşadığınızı büyük olasılıkla saptayamazsınız. ‘Déjà vu’
Fransızca bir terimdir ve tam olarak “daha önceden görmüş”
anlamına gelir.
Bu durumun insanların %60-70’inde meydana geldiği
bildirilmiştir. Özellikle de 15-25 yaşları arasında... Déjà
vu’nun rastgele ve çok hızlı şekilde olması, üstelik de bir
hastalığı olmayan kişilerde meydana gelmesi, bu olguyu
çalışmayı zorlaştırıyor. Bunun neden ve nasıl meydana
geldiği üzerine bir sürü fikir yürütülüyor, tahminlerde
bulunuluyor. Psikoanalistler bunu arzu giderici düşünceye
(wishful thinking) bağlarken bazı psikiyatristler ise
déjà vu’nün beyinde meydana gelen ve şimdiki zamanı
geçmişle karıştırmamıza neden olan bir uyuşmazlıktan
kaynaklandığını düşünüyor. Parapsikologlar da bunun
60
| Therapia Sayı 4
geçmiş hayat deneyimiyle ilgili olduğunu iddia ediyor.
Acaba, bir déjà vu yaşandığında neler olduğuna dair kesin
bilgilerimiz nedir?
Veri girişinin çok sınırlı olduğu durumlarda, beynimiz
dünyamıza dair bütünsel algılar yaratmaya çalışır. Bazı
araştırmacılar déjà vu’nün tam da böyle bir durumda
meydana gelen bir uyuşmazlık sonucunda gerçekleştiğini
tahmin ediyor. Hafızanız, çok ayrıntılı bir anımsama
yaratabilmek için duyusal bilginin yalnızca çok küçük
parçalarını (örneğin, tanıdık bir koku) alıyor. Déjà vu’nün
bu duyusal veri girişiyle hafıza-hatırlama üretimi arasında bir
çeşit “karışıklık” sonucu olabileceği öne sürülüyor.
Ne var ki bu belirsiz kuram, déjà vu’nün neden ille de geçmiş,
gerçek bir olaydan kaynaklanmak zorunda olmadığını
açıklamıyor. Farklı ancak ilişkili bir kuram ise déjà vu’nün
beyinde kısa ve uzun süreli bellek devreleri arasında
gerçekleşen ancak çok kısa süren bir arıza olabileceğini öne
sürüyor. Araştırmacılar, çevreden aldığımız bilginin “dışarı
sızabileceğini” ve normal depolama transfer mekanizmalarını
atlayarak kendisine kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe
kestirme -ancak hatalı- bir yol yaratabileceğini iddia ediyor.
Yeni bir anı deneyimlerken –bu an o sırada kısa süreli
belleğimizde bulunuyor- sanki çok uzak geçmişimizden
bir olayı yeniden anımsıyormuşuz gibi hissedebiliyoruz.
Benzer bir hipotez, déjà vu’nün zamanlamada yapılan bir
hata olduğunu öne sürüyor: Bir anı algılarken duyusal bilgi,
yolunu değiştirip uzun süreli belleğe gidebiliyor; bu da bir
gecikmeye sebep oluyor ve belki de bu anı daha önce yaşamış
olduğumuza dair rahatsız edici bir his yaratıyor. Tüm déjà vu
deneyimlerinde ortak olan bir özellik, bunları yaşadığımızın
tamamen bilincinde olmamız. Bu da bu olguyu yani déjà
vu’yü yaratmak için tüm beynin katılımının gerekli olmadığı
anlamına geliyor. Beynin ventral (alt) görünümü, peririnal
korteks (kırmızı) ve entorinal korteksleri (sarı) gösteriyor.
(duyguda aktif role sahip) elektroensefalografi (EEG)
sinyallerinin paternlerini inceledi.
Araştırmacılar yıllar boyunca, déjà vu’nün ardındaki
suçlunun medial temporal lob’da meydana gelen aksaklıklar
olduğunu ileri sürdü. Epilepsi hastalarıyla intraserebral
(beyin içine yerleştirilen) elektrotlar vasıtasıyla yapılan
çalışmalar, rinal korteksin (anısal bellek ve duyusal
işlemede aktif rolü olan entorinal ve peririnal kortekslerin)
uyarılmasının bir déjà vu meydana getirebileceğini ortaya
koydu. Clinical Neurophysiology’nin Mart sayısında
yayımlanan bir çalışma, elektrik uyarımıyla déjà vu
oluşturulan epilepsi hastalarında rinal korteksler, hipokamp
(hafıza oluşumunda aktif role sahip) ve amigdaladan gelen
Déjà vu’nün nedeni ve kesin mekanizması halen bir sır olarak
kalmaya devam etse de endişelenmeyin. Bu başınıza sık sık
geliyorsa sağlığınıza dair bir sorun olduğunu düşünmeyin.
Hatta anın tadını çıkartın ve sizi etkisi altına alan bu garip
hissin zevkini yaşayın.
Fransa’dan araştırmacılar (zaten bu konuyu daha iyi kim
bilebilirdi?) ise rinal kortekslerle hipokamp veya amigdala
arasında gerçekleşen senkronize nöral ateşlemelerin déjà vu
yaratan uyarımlar sırasında artış gösterdiğini buldu. Bu,
medial temporal lob yapılarında meydana gelen bir çeşit
rastlantısal oluşumun bellek sisteminin aktive edilmesini
tetiklemiş olabileceğini gösteriyor.
Bartolomei F, Barbeau EJ, Nguyen T, McGonigal A, Régis
J, Chauvel P, & Wendling F (2012). Rhinal-hippocampal
interactions during déjà vu. Clinical neurophysiology :
official journal of the International Federation of Clinical
Neurophysiology, 123 (3), 489-95 PMID: 21924679
Therapia Sayı 4 | 61
Ludwig Binswanger ve
Daseinsanaliz
Daseinsanaliz okulunun kurucusu ve varoluş psikiyatrisinin temel
taşlarından Ludwig Binswanger ve kliniği Bellevue'nün hikayesi...
alper hasanoğlu
Giriş
13 Nisan 1881 yılında İsviçre’nin Kruzlingen kasabasında
psikiyatr bir dedenin torunu, psikiyatr bir babanın çocuğu
ve psikiyatr bir amcanın yeğeni olarak dünyaya geldi.
Orta ve lise öğrenimini İsviçre-Almanya sınırında yer alan
Konstanz gölü kıyısındaki Konstanz şehrinde yaptı. 1900
ve 1906 yılları arasında Lozan, Zürih ve Heidelberg’de
tıp eğitimini tamamladı. 1906 yılında Zürih Burghölzli
psikiyatri kliniğinde Carl Gustav Jung’un asistanı olarak
çalıştı. Bitirme tezi hocası Jung’du. 1907 ve 1908 yıllarında
amcası Otto Binswanger‘in şefliğini yaptığı Jena Psikiyatri
Kiniği’nde çalıştı. 1909 yılından itibaren 1857 yılında dedesi
Ludwig Binswanger’in kurduğu ve yöneticiliğini babası
Robert Binswanger’in yaptığı psikiyatri kliniğinde çalışmaya
62
| Therapia Sayı 4
başladı. 1910 yılında babasının ani ölümü üzerine 28 yaşında
kliniğin yönetimini devraldı. 1956 yılında kliniğin yönetimini
dördüncü kuşaktan Wolfgang Binswanger’e devretti. 5 Şubat
1960 yılında Kruzlingen’de hayata gözlerini yumdu.
Ludwig Binswanger, Daseinsanaliz okulunun kurucusu ve
varoluş psikiyatrisinin temel taşlarından biridir. Eserleri ve
psikoterapi literatüründeki etkisi ancak Binswanger’lerin
psikiyatri geleneği bilindiğinde daha iyi anlaşılabilir.
Büyükbaba Ludwig Binswanger Almanya Bayern’in Osterberg
bölgesinde 1820 yılında dünyaya gelmişti ve zamanının
psikiyatri elitine dahildi. 1857 yılında İsviçre’nin Kreuzlingen
bölgesinde “Bellevue” adında bir psikiyatri kliniği kurdu.
Hastaların ve terapistlerle ailelerinin aynı yerde yaşadığı bir
Therapia Sayı 4 | 63
klinikti burası ve bir başka örneği de yoktu. Tedavi edenle
edilen arasındaki hiyerarşik ilişkinin, yerini demokratik
bir varoluşsal karşılaşmaya bıraktığı Daseinsanaliz’in
ilk sinyalleriydi bunlar. Bu nedenle ünü kısa sürede ülke
sınırlarını aştı. 1880 yılında büyükbaba Binswanger’in ölümü
üzerine kliniğin yönetimini en büyük oğul Robert Binswanger
(1850-1910) üstlendi. Onun devrinde klinik, hastaların
rahatsızlıklarının türü ve şiddetine göre farklı pavyonlarda
barındırıldıkları ve tedavi edildikleri bir biçime dönüştü. O da
ailesiyle birlikte klinikte yaşıyordu. Bellevue, birçok binadan
oluşan modern bir klinikti artık.
Yüzyılın sonuna doğru o zamana kadar nöroloji yönelimli
olan psikiyatrinin psikanalizle flörtü başladığında, Robert
Binswanger de bu yönelime uzak kalmadı. Hatta Joseph
Breuer’in 1880-1882 yıllarında Viyana’da tedavi ettiği,
psikanaliz tarihinin ilk hastası olarak kabul edilen Bertha
Pappenheim (Anna O.) bizzat Joseph Breuer tarafından
Kreuzlingen’e sevk edilmişti.
Tıp eğitimine Lozan’da başlamış olan Ludwig Binswanger,
eğitimine Heidelberg ve Zürih’de devam etti. Doktor unvanını
1907 yılında, Carl Gustav Jung’un gözetiminde ve şizofreni
kavramını psikiyatri literatürüne kazandıran Eugen Bleuler’in
yönetimindeki Zürih “Burghölzli” Psikiyatri Kliniği’nde aldı.
Klinikte ondan önceki asistan Karl Abraham’dı. Bleuler ve
Jung o yıllarda, psikanalizin psikiyatriye adaptasyonu icin çaba
harcıyorlardı.
1907 ve 1908 yıllarında asistanlığını yaptığı amcası Otto
Binswanger, bugün halen daha kendi adıyla anılan Alzheimer
benzeri bir demans tablosunu tarif etmiştir. Nietzsche’nin de
bir dönem doktoruydu. Ludwig Binswanger, onun yanında
özellikle organik psikozları ve onların nörolojik muayene
yöntemlerini öğrendi. Daha sonra da 1909 yılında babasının
64
| Therapia Sayı 4
yönetimindeki Bellevue Psikiyatri Kliniği’nde asistan olarak
çalışmaya başladı. 1910 yılında Robert Binswanger’in ani
ölümüyle, klinik, torun Ludwig Binswanger’in yönetimine
geçti. Genç Ludwig Binswanger idareyi eline aldığında henüz
28 yaşındaydı. Klinisyen olmaktan ziyade, bir araştırmacı,
bir bilim adamıydı. Ama sahip olduğu aile geleneği ve
psikiyatri dünyasındaki geniş bağlantıları sayesinde kliniğin
idaresinde büyük bir zorlukla karşılaşmadı. Hayata gözlerini
yumduğu 1960 yılına kadar psikoterapinin felsefeyle ilişkisi
üzerine kafa yordu. Özellikle Edmund Husserl ve Martin
Heidegger’den etkilenmiş olup fenomenolojiyi ve Heidegger’in
varoluş ontolojisini psikiyatriye uyarlamaya çalışmış ve 1947
yılında Daseinsanaliz adını verdiği, daha sonra Medard Boss
tarafından geliştirilen psikoterapi okulunu kurmuştur. Su anda
Almanya, Isviçre, Avusturya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde
Daseinsanaliz Toplulukları bulunmakta ve her iki yılda
uluslararası bir Daseinsanaliz Kongresi düzenlenmektedir.
Freud’la olan Ilişkisi
Binswanger’le Freud’un dostlukları 1907 yılında Jung
sayesinde başlamış, psikanaliz konusundaki derin
ayrılıklarına rağmen, Freud’un ölümüne kadar sürmüştür.
Binswanger Freud’u Viyana’da iki kez ziyaret etmiş, ünlü
çarşamba toplantılarına katılmıştır. Freud da 1912 yılında
Kreuzlingen’de kendisine iade-i ziyarette bulunmuştur. 1937
yılında Hitler Avusturya’yı işgal ettiğinde ve Freud ile ailesi
büyük tehlike altında bulunduğu sırada Binswanger büyük
ustasını İsviçre’ye alabilmek için hemen harekete geçti, ama
Freud Londra’ya doğru yola koyulmuştu bile. Freud 1938
yılında kanserden ölene kadar birkaç defa daha birbirleriyle
haberleşebildiler.
Psikanalizin temel kavramlarının felsefi derinlikten
yoksunluğu ve bununla bağlantılı olarak metodolojik
sınırlılığı Binswanger’i yeni arayışlara itmiştir. 1908 yılında
Therapia Sayı 4 | 65
Binswanger tarafından geliştirilen Daseinsanaliz
psikiyatriye, somut, dolaysız algılanabilen
psikopatolojik semptom ve sondromları
fenomenolojik olarak anlama olanağı sunar.
Freud’u ikinci ziyaretinden sonra dönüş yolunda günlüğüne
şu notu düşmüştü: “Freud’un felsefi gereksinimlerinin
azlığı çok şaşırtıcı.” Binswanger’i rahatsız eden iki nokta
vardı. Psikanalizin psikoz vakalarında başarısız kalması ve
Freud’un doğa bilimlerine dayanarak ruhsal olanın tümünü
spekülatif bir şekilde libido teorisiyle ve içgüdülerle açıklaması.
Binswanger, Husserlci fenomenolojiyle içli dışlı olmasıyla
paralel bu naturalistik açıklamalardan gittikçe uzaklaşıp
ruhsal olanın doğa bilimlerince açıklanamayacak kendine
özgü yanları olduğu düşüncesine daha yakın durmaya
başladı. Binswanger ruhsal olanın öğelerine ayrılamazlığına
zamanla daha çok inanıyor, ruhsal olanın özüne, bir doğa
nesnesine yaklaşıldığı gibi yaklaşılamayacağına kani oluyordu.
Insan “homo natura”dan daha fazla bir şeydi. 1927 yılında
Heidegger’in “Sein und Zeit”ının yayımlanmasından
sonra, psikanalize olan bakışı biraz daha değişti. Husserl
ve Heidegger’den başka Martin Buber’e olan felsefi ilgisi
Binswanger’i psikanalizden Daseinsanaliz’e yöneltti.
Husserl’den Heidegger’e Fenomenolojik
Analizden Daseinsanaliz’e
Daseinsanaliz ortaya çıkışını ve gelişimini her iki Dünya
Savaşı’nı takip eden ruhsal yenilenmeye borçludur. Geçen
yüzyılın 20’li yıllarında, kısmen psikanalizle olan ayrışmalar,
kısmen de geleneksel ve sistematize edici klinik psikopatolojiye
karşı var olan bilimsel memnuniyetsizlik psikiyatri dünyasında
insan varoluşunun ve bozukluklarının anlaşılmasında yeni
arayışların ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle doğa
bilimlerine dayalı psikiyatri ve psikoterapi anlayışları bu
eleştirilerden payını aldı. Binswanger, von Weizsäcker, Straus,
Minkowski ve Kunz gibi araştırmacılarda insanbilimsel bir
psikiyatriye kayış gözlenmeye başladı. İnsanbilimsel psikiyatri
düşünsel kökenini 1927’den önce Scheler, Kierkegaard, von
Brentano, Dilthey, Bergson ve özellikle Husserl ve Szilasi’nin
eserlerinden alıyordu.
66
| Therapia Sayı 4
Ludwig Binswanger de, varolan psikiyatrik ve psikanalitik
bilginin hastalık görüngülerinin açıklanması ve tedavisinde
yeterli gelmediğini hissediyordu. Husserl’in fenomemolojisiyle
olan teorik bağı nedeniyle başlangıçta yönelimini
“fenomenolojik antropoloji” olarak adlandırmış, 1941 yılında
ilk olarak Daseinsanaliz terimini kullanmıştır. O sıralar
Binswanger Heidegger’in yapıtlarının, özellikle de 1927
yılında yayımlanmış olan “Sein und Zeit” adlı yapıtının
etkisi altındaydı. Burada Dasein olarak anlaşılması gereken,
insanın kendisidir. Binswanger Daseinsanaliz‘in psikiyatri
içindeki işlevini, insan varoluşunun oluşum düzenini
sağlıklı-hasta, normlara uygun ya da uygunsuz ayrımı
yapmadan “anlayabilmek” olarak görmektedir. Binswanger’in
Daseinsanalizi psikanalizde olduğu gibi terapötik pratikten
değil, bilimsel bir yönelimden, yani psikopatolojinin
bilgibilimsel bir zeminden yoksunluğu nedeniyle duyulan
memnuniyetsizlikten köken alır. Binswanger tarafından
geliştirilen Daseinsanaliz psikiyatriye, somut, dolaysız
algılanabilen psikopatolojik semptom ve sondromları
fenomenolojik olarak anlama olanağı sunar. Daseinsanaliz’in
kurucusu, doğa bilimlerine dayanan düşünce yöntemlerinin
insan davranışı alanında nasıl yetersiz kaldığını, özellikle
insan varoluşunun kendine özgü insaniliğini nasıl kaçırdığını
göstermeye çalışır. Bunu yaparken de dayandığı felsefi temel,
Descartes’in özne-nesne bölünmesine yol açan düşüncesinin
Heidegger tarafından çürütülmesidir. Bu özne-nesne
bölünmesini Binswanger “bilimsel düşüncenin kanseri” olarak
tanımlar. Yapmaya çalıştığı şey bu özne-nesne bölünmesine
psikiyatri alanında son verebilmektir.
Klinik semptomatoloji ve patolojinin yerini yardıma ihtiyaç
duyan insan ve onun dünyası, dünyası içinde ve dünyasıyla
birlikte insanın kendisi almıştır Daseinsanaliz’de. Dünya
(Welt) her zaman birlikte varolunan çevre (Mitwelt) demektir;
Binswanger’e göre insan daima dual bir oluş, “varoluşsal
bir iletişim” halindedir, bu varoluşsal iletişim aktarım
karşıaktarım olarak değerlendirilen doktor hasta ilişkisine de
son verir ve bu ilişkiyi birlikte ve birbiri için var olma (Mitsein)
olarak algılar.
Ne cansız varlıklar, ne de bitki ya da hayvan gibi canlılar DaSein olarak adlandırılabilirler. Dasein kavramında dünyaya
açıklık, oluş (Sein) anlayışı, kendilik bilgisi mevcuttur.
Dünyaya açıklık yalnızca sahip olunan şeylerin bilgisi değil
aynı zamanda, kendi Dasein biçimleri aracılığıyla diğer
insanların varlığını da anlayabilmektir. Yani, Dasein’ın dünyası
esas olarak Mitwelt’dir. İnsan kendini, karşılaştığı insanı ve
şeyleri ancak böyle anlayabilir. Bu dolaysız anlama olasılığı
fenomenolojik metodu işaret eder. Fenomenoloji yalnızca
psikoterapi alanında bu kadar verimli olmuştur. Daseinsanaliz
fenomenolojiktir, çünkü an’a mahsus şeyleri, olduğu gibi, şeyin
kendine yabancı eşleştirmeler ve yapılandırmalar olmaksızın
göstermek ister. Böylece, edinilmiş teorik soyutlamalardan
sıyrılıp, verili görüngülere dolaysızca ulaşabilmemiz mümkün
olur. Açıklamak değil anlamak peşindedir.
Günümüzde bu talebin yerine getirilebilmesi oldukça zordur.
Modern insan ve onlarla birlikte bilim insanları, psikiyatrlar
ve psikologlar giderek kendini gösterenin gerçek varlığını
görebilme yetilerini yitirmişlerdir. Düşünüş tarzımız şu an
kabul gören bilimsel düşünce biçimlerinin işgali altında ve
biz de bu anlamda, kendimizi dolaysız olarak kavranabilecek
şeyin anlaşılmasına bırakmak yerine, karşılaşılan varlığın
dolaylı ve teorik açıklamasına meyledip, varlığın hesaplanabilir
ve böylece tekrar üretilebilir bir hale gelmesine çalışıyoruz.
Bu tektaraflılık nedeniyle bilim, halen daha bu mutlaklık
isteğini sanki gerçeğe ulaşmanın tek bilimsel yoluymuş gibi
övüp duruyor. Halbuki bilimsel olarak bilinen hiçbir şey
hakim bilimsel görüşe kendini daha bilimselmiş gibi gösterme
hakkını vermiyor. Özellikle de algılanan fenomenlerin sade
açıklamalarıyla yetinen, hep incelenen şeyin kendisinde
kalmaya çalışan, hep farkları vurgulamaya çalışan ve ve
özellikle nesnel kalmaya çalışan bir düşünüş biçimi varken…
Nesnel kalmak zorunluluğu özellikle psikiyatri, psikoterapi
ve psikosomatik alanları için önemlidir, çünkü bu bilim
dallarının uğraş alanı insanın kendisidir. İnsanı kantitatif
olarak ögelerine ayırabilmek diğer bütün şeylerden çok daha
zordur. Daseinsanaliz’in sözü edilen alanlardaki üstünlüğü,
nörotik, psikosomatik ve psikotik hasta oluşun varlığında
temellenir. Bu hasta oluş hallerinin asıl ayırıcı özelliği doğa
bilimlerinin tersine, hesaplanamayan kantitatif ögelerden
oluşuyor olmasıdır. Hasta oluş hali ancak hastanın kendi
dünyasının gerçekliği içinde, diğer hastalardan hep biraz daha
farklı bir şekilde bozulmuş, kopmuş ilişkilerinin anlaşılmasıyla
olasıdır. Bu gerçeklik doğaldır ki, insan varoluşunun bedensel
düzeydeki hasta ve sağlıklı oluş halinin anlaşılmasında
naturalisitik yaklaşımların işe yaramayacağını göstermez, ama
hasta ya da sağlıklı oluş halinin kendine özgü insaniliğinin
naturalisitik yaklaşımlarla yeterli düzeyde anlaşılamayacağını
işaret eder.
Hastalık Kavramı
Eğer bir insana (hasta) oluş hali verilmişse, insan kendini nasıl
oryante eder, duruşunu nerede bulur? Bir kere öncelikle ruhsal
durumunda, ruh halinde, çünkü insan ancak ruh haliyle
durumunun nasıl olduğunu algılayabilir. Bundan başka, bir
çağrı karakteri taşıyan ve nerede duracağını imleyen vicdanıyla
ve özellikle ölümle, insan oluşunun sonlulukla sınırlı
olmasıyla. İnsan, oluşunun sonlu olmasıyla sürekli bir ilişki
içindedir, ya ölümü kesin bir bitiş ya da sonsuzluğun başlangıcı
olarak algılayarak yapar bunu. Her iki davranış biçimi de
sonsuzlukla başa çıkmaya çalışmanın farklı biçimleridir. Eğer
insan vicdanına ve dünyada-oluşun sonluluğuna kulaklarını
tıkarsa, başka bir deyişle, bir kereye mahsus olan varoluşuna
karşı savunma mekanizmalarına başvurursa, hasta olmaya
Therapia Sayı 4 | 67
Binswanger sevgiyi kendi felsefi insan biliminde
merkezi nokta olarak belirlemiştir. Sevgi,
Binswanger tarafından insan bilimlerinde ve
genel olarak insan yaşamında merkezi bilgi
işlevine sahip olarak sunulmaktadır.
mahkumdur. Dünyaya açık, dünyayla ilgili bir canlı olarak
insan, herhangi bir hayvan gibi belirlenmiş değildir, aksine,
insani varoluşunun sonlulukla sınırlı olmasına rağmen
özgürlükle belirlenmiştir. Açık ve özgür bir varlık olarak
dünyada-oluş, dünyadaki diğer şeylere karşı açık ve özgür
olmak anlamına gelir.
Hastalık Dasein’a imkansızlığını haber verir. Her hastalık
insana ölümlü olduğunun bir kere daha anımsatılmasıdır. Eğer
ölüm doğrudan doğruya bir yok olmaysa, insan-oluşun sonu
anlamını taşıyorsa, yani anlamsızsa (anlamın yokluğuysa), o
zaman hastalık da anlamsızdır. İnsan-oluş ölüm bilgisine sahip
olmaktır, bir anlamda Dasein’ın bu bilgiyle olan ilişkisidir.
Hastalık halinde ölüm insana yaklaşıyor demektir, insana
sonluluğu, sınırlılığı ve insan oluşunun geçiciliği gösteriliyor
demektir. Hastalık bu anlamda, Dasein’ın dünyada-oluşunun
sonluluk olarak kendini göstermesidir.
Hasta oluşun ve iyileşmenin manası hekimliğin temel
sorusudur. Geleneksel tıpta hastalık başka türlü yorumlanırdı.
Hastalık adeta insanın yanı başında varlığını sürdürürdü,
yapılması gereken hastalığın işe yarar hale getirilmesiydi.
Freud’un önemli keşfi, doktorun sürece katılmayan izleyici
rolünden sıyrılması ve hastalık olayının içine çekilmesidir.
Doktor bu anlamda hastanın, tamamıyle ya da kısmen
bozulmuş olan insanlar arası ilişkilerinde temsilcilik
görevini üstlenir. Bununla, özellikle psikoterapide hasta ve
doktorun birlikteliği kastedilir. Söz konusu olan, nörotik
insanın Dasein’ının kendini ortaya koyma konusunda
yaşadığı daralmadan kurtarılması sürecidir. Bir insanın
kendisine sunulan davranış olanaklarının bir kısmının
hayata geçirilmesinin bozulması, hasta olma halidir. Hasta
oluşun farklı ifadeleri, varoluşun özgür ifadesinin farklı
bağlamlarda zarar görmesinden başka bir şey değildir, örneğin
özgür ve açık-oluşun, mekansal-oluşun, zamansal-oluşun,
68
| Therapia Sayı 4
duygudurumsal-oluşun ya da bedensel-oluşun zarara uğraması
gibi.
Hasta-oluşun fenomenolojisi, Dasein’ın varoluşsal ayırıcı
özelliklerinin hasta-oluşun belli türlerinde belirli ölçüde
bozulmuş olduğu kabulünden yola çıkmaktadır. Bununla
birlikte hemen belirtilmeli ki, bu ayırıcı özellikler hiç bir
şekilde ayrı ayrı incelenemezler, aksine Medard Boss’un ifade
ettiği gibi, “insanı var eden yapısal bütünlüğün birbirinden
ayrılamaz ve aynı kökenden gelen parçaları, uzuvları”
olarak görülmelidirler. Her hastalıkta bütün insani karakter
özellikleri etkilenmiştir, bunlardan yalnızca biri ön planda olsa
bile. Buna karşılık hasta olmanın geçerli bilimsel anlamı, hasta
oluşun tekil ifadelerinin bütünden soyutlanmasıdır. Belirli
bir hastalıkta bedensel olanın dünyada-oluşunun bozulduğu
göze çarparken, başka bir durumda, örneğin psikozda,
agorafobi ya da klostrofobide mekansal-oluş bozulmuştur.
Manik depresiflerde, melankoliklerde ya da anksiyetede
ve çok sık olarak ortaya çıkmaya başlayan can sıkıntısı ve
anlamsızlık nörozlarında duygudurumsal-oluş bozulmuştur.
Sizofreni ve ağır takıntılı zorlantılı bozukluklarda Dasein’ın
özgürlüğü ve dünyaya açıklığı ağır hasar görmüştür. Dasein’ın
Mit-Dasein olmaktan uzaklaşmasını hemen her nörotik
bozuklukta, ama özellikle şizoid kişilik bozukluklarında ve
seksüel sapkınlıklarda görüyoruz. Hastalık her zaman insan
özgürlüğünün bir çeşit kaybıdır.
Dasein ve Sevgi
Binswanger Heidegger’de felsefe ve insan bilimlerinin büyük
reformcusunu görmüş ve onu psikiyatri ve psikoterapinin
Kopernikus’u olarak selamlamıştır. 1942’de yayınlanan,
büyük eseri “Grundformen und Erkenntnis des menschlichen
Daseins” (Insani Varoluşun Temel Formları ve Bilgisi)
başlıklı 700 sayfalık kapsamlı eserinde Heidegger‘in Sein
und Zeit’ından kopmalar görülse de etkilenmeler çok açıktır.
Therapia Sayı 4 | 69
Heidegger Dasein’ı tek başına ve korkan bir “kökende suçlu
olmanın kendini tasarlayanı”, “hayatın olağanüstü olasılığı
olarak ölümün habercisi”, “kendisi nedeniyle endişe içinde
yaşamaya karar veren ve beraberindeki insana (Mitmensch)
ilişki türü olarak sadece şefkati sunan” olarak tarif etmiştir.
Binswanger Heidegger’in bu varoluş analizinden çok
etkilenmiş, ama onda en çok da bir varoluş yapıtaşı olarak
sevginin eksikliğini hissetmiştir. Heidegger’i dünyada
varolma’yı (in-der-Welt-sein) endişeye indirgemekle ve sevgi
fenomeni aracılığıyla aşkınlığı (Über-die-Welt-hinaus) ihmal
etmiş olmakla eleştirir. Mitmensch’in karşısına Martin
Buber’in Ben-Sen ilişkisini (Ich-Du Beziehung) koymuştur.
Binswanger sevgiyi kendi felsefi insan biliminde merkezi
nokta olarak belirlemiştir. Sevgi, Binswanger tarafından
insan bilimlerinde ve genel olarak insan yaşamında merkezi
bilgi işlevine sahip olarak sunulmaktadır. Binswanger birlikte
ve yanında yaşanan insanın (Mitmensch) anlaşılmasının
ve kendilik bilgisinin ancak sevebilme temelinde (Ben-Sen
ilişkisinde) gelişebileceğine inanmaktadır. Martin Buber
“ben sende oluyorum” (Ich werde am Du) der. Insanlığın
bu kadar çok sevgiden konuşmasına rağmen, sevgi felsefi ve
bilimsel olarak en açıklanamaz fenomenlerden biri olarak
kalmaya devam etmektedir. Binswanger sevgi fenomenini
Heidegger’in fundemental-ontolojik analizlerinden ayrılarak
incelemiştir. Onun eseri bir ölçüde Heidegger metinlerinin,
“severek bir arada yaşamanın” Daseinanaliz doğrultusunda
tamamlanmasıdır. Binswanger’de sevme yetisi olan Dasein,
herkesin bir diğerini yerinden etmeye çalıştığı bir dünyada
var olmayı reddeder. Gerçek sevgide yarışmacı ilişki tarzı
bir kenara bırakılır. Kendileri için aynı zamanda bir vatan
olan ortaklaşa mekanda olmaktan mutludurlar. Sevginin
zamansallığı da Heidegger’in Dasein’ında olduğundan
farklıdır. Heidegger’de Dasein an be an cesurca ölüme doğru
ilerler, şimdide geçmiş ve geleceği zorla bir arada tutmaya
çalışır. Oysa seven, an’da sonsuzluğu duyumsar, o, zamanın
içinde olmasına rağmen, “zamanı aşmıştır” da.
Aynı şey Heidegger’de Dasein’ın temel oluşturan kategorisi
“dünyada olmak” için de geçerlidir. Sevginin dışında kalmış
insan dünya tarafından kuşatılmış, sıkıştırılmış ve zapt edilmiş
demektir. Seven ise bu durumda değildir; o sevdiği insanla
birlikte hem bu “dünyada”dır hem de bu “dünyayı aşmıştır”.
Bu dünyayı aşkınlık hali insana özgürlük, kendini oluşturma,
yaratıcılık yeteneği sunar.
70
| Therapia Sayı 4
Binswanger için sevgi, içinden diğer bütün varoluş biçimlerinin
doğduğu en önemli varoluşsaldır. Sevebilme halinin varlığı
yokluğu ölçüsünde insanın dünya tecrübesi şekillenir. Sevgi
dünyası ile sevgisizlik dünyası, Dasein’ın aralarında bir sarkaç
gibi gidip geldiği iki zıt kutuptur. Sevgi eksikliğine yaklaştıkça
patolojik ve yıkıcı yaşam deneyimleri ön plana çıkar.
Daseinsanaliz ve Psikoterapi
Psikoterapinin amacı, insan özgürlüğünün ifadesinin
korunması ve/ya da yeniden teşekkülüdür. Bu aslında her
türlü özgürlük kısıtlanması ve her türlü tıbbi tedavide geçerli
olan amaçtır. Örneğin bir kemik kırığının cerrahi tedavisi son
tahlilde insanın hareket özgürlüğünün yeniden kazanılması
için yapılan bir müdahaledir.
Daseinanaliz odaklı psikoterapi de diğer bir çok psikoterapi
okulu gibi hastanın hayat hikayesine odaklanır, ama hayat
hikayesini ve patolojik özelliklerini açıklayıp kategorize
etmez, onun yerine dünyada-varoluş yapısında meydana gelen
dönüşüm olarak anlamaya çalışır. Hangi okuldan geldiğinden
bağımsız olarak daseinsanalist hastasıyla aynı düzlemde
karşılaşır. Hastasını bir nesne olarak değil, kendisi gibi bir
özne, bir “daseinspartner” olarak algılar. Iki partner arasındaki
bağlanmayı, psikolojik bir kontak olarak değil, Martin
Buber’in tanımladığı gibi “varoluşun sonsuz derinliğinde”
bir karşılaşma olarak tanımlar. Terapideki bu karşılaşma bir
birlikte varoluştur (Mitsein). Bu anlamda Freud’un aktarım
olarak tanımladığı olgu da bir karşılaşmadır daseinsanalistin
gözünde.
Dünyaya karşı alınan bütün tavırlar duygudurumsal
olduğu için ve insanın dünyaya açıklığını önemli ölçüde
duygudurumu belirlediği için, psikoterapide ilk hedef
duygudurumun değiştirilmesidir. Bu tür duygudurum
değişikliklerine insan, bilinçdışı olguları entelektüel analiz
yoluyla bilinç düzeyine çıkarmak ya da yabancı bir yardımın
pasif bir şekilde kabulüyle ulaşamaz. Amaç, hastanın
kendisinin hastalığının anlamsal içeriğini keşfi ve iyileşmesinin
sorumluluğunun büyük bir bölümünü üzerine almasıdır.
Ayrıca analiz insanın hasta oluş halinden ve endişelerinden
basitçe kurtarılmasını değil, bunların aslında hastaya geri
verilmesini işaret eder. Bu geri verme ancak hastayı daha
dayanıklı kılan bir arada duruşun sağladığı bir zeminde
gerçekleşebilir. Daseinsanaliz, Heidegger’in olağanüstü
tavsiyesine uyar, insanın dikkatini kendi üzerine yönlendirir.
Böyle bir dikkat çekiş kesinlikle hastanın kendi haline
bırakılması demek değildir. Burada kastedilen, kendine ve ona
büyük bir özgürlük olanağı veren, başkası için ve başkasıyla
birlikte bir Dasein’dır.
Daseinsanaliz nörotik, psikosomatik ve psikotik bozuklukların
ardında yatan bilinçdışı fenomenlerin ya da hasta oluşun
nedensel genetik açıklamalarının değil, sağlıklı ya da hasta
insani varoluşun anlam içeriğinin ön plana çıkarılmasının
peşindedir. Binswanger psikoterapi kavramına bir anlamda
yeni bir tanım getirmiştir. Psikoterapiyi insan ve dünyayla
birlikte oluşun (Mitwelt) etki alanına yerleştirir, çünkü
psikoterapötik ilişkinin her çeşidinde insan başka bir insanla
karşı karşıyadır ve her ikisi de herhangi bir şekilde birbirlerine
bağımlıdır, birbirlerini anlayabilmek zorundadırlar.
Bu açıdan bakıldığında Daseinsanaliz bir psikoterapi okulu
değildir, terapiste hangi okuldan olursa olsun fenomenlerin
keşfine yönelik başka türlü bir düşünüş biçimi sunar sadece.
Terapiste insanı, insanın sorunlarını ve terapi ortamını
açıklamaktan çok anlaması yönünde bir araç kazandırmış olur.
Ludwig Binswanger’in kitaplarının zor okunurluğu ve iyi
anlaşılmasının Edmund Husserl ve Martin Heidegger gibi
başlı başına bir derya ve bir o kadar da zor anlaşılır olan
başka ön okumaları zorunlu kılması onun felsefeyle yakından
ilgili dar bir terapist çevresinde bilinir olmasına yol açmıştır.
Biyolojik psikiyatrinin ve nörotransmitter çalışmalarının
yeni teknolojiler sayesinde (PET, SPECT vb.) aynen 19. yy’ın
sonlarında olduğu gibi indirgemeci bir tavırla ruhbilimsel
yöntemleri bir kenara itip doğa bilimsel bakış açısını insanı
anlama yolunda egemen kılmış olması, Daseinsanaliz’in
20.yy’ın başında bu bakış açısına karşı yürüttüğü onurlu
savaşımı tekrar anımsamamızı zorunlu kılmaktadır.
KAYNAKLAR:
Wyss D (1991) Die
tiefenpsychologischen Schulen von
den Anfängen bis zur Gegenwart.
Vandenhoeck&Ruprecht, 281-295
Wucherer-Huldenfeld AK, Foerster
HD (2001) Daseinsanalyse.
Wien: Österreichisches
Daseinalytisches Institut für
Psychotherapie, Psychosomatik und
Grundlagenforschung
Neubrand A, Assfalg A (2004)
Persönlichkeitstheorie des
Existenzpsychologen Ludwig
Binswanger. Mannheim: Universität
Mannheim
Max Herzog (03.03.2005 tarihinde)
www.schrimpf.com/su/bw/ma.html
C. George Boerree ((03.03.2005
tarihinde) www.ship.edu/~cgboeree/
binswanger.html
Therapia Sayı 4 | 71
Jacob ve Wilhelm
Grimm kardeşlerden
Ardıç Ağacı-2
Grimm Kardeşler’in kan ve suçluluk duygusu dolu ürpertici masalı
Ardıç Ağacı ve analizi geçen sayıda kaldığı yerden devam ediyor.
aydın parmaksız
“Ardıç Ağacı” Masalı Üzerine Bir Çözümleme
Denemesi
Alper Hasanoğlu’nun esprili bir şekilde 18+ olarak
nitelendirdiği bu masalın çözümlemesi ile ilgili literatürde
çok fazla kaynak olmaması analiz sırasında biraz yalnız
hissettirse de, zengin içeriği ve biraz da farklı bir masal ile
karşı karşıya olmanın verdiği heyecan ile, analiz sürecinin
keyifli bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Masalların
çocuklara, olduğu gibi okunması gerektiğini düşünen biri
olarak, bu masal özelinde var olan, olduğu gibi okunmalı –
sansürlenerek okunmalı tartışmalarında bir taraf olmadığımı,
ve bu yazıda da bu anlamda bir yönlendirme yapmak gibi bir
niyetim olmadığını belirtmek isterim. Heuscher’in bu masal
üzerinden yola çıkarak masallardaki şiddet içeren unsurlar
sebebiyle çocuğa doğrudan okunması ile ilgili şüpheleri bir
yana, taşıdığı mesajlar bakımından Ardıç Ağacı’nın diğer
masallardan çok da farklı olmadığı söylenebilir.
Masal dingin ve huzurlu bir manzara ile başlar. Sakin ve
huzurlu girişin ardından gelen aşırı dozda şiddet, okura
bir David Lynch filmi izliyormuş hissi yaşatmaktadır.
Yönetmenin Mavi Kadife filmini izlemiş olanlar
hatırlayacaklardır; film, küçük bir Amerikan kasabasında,
mutluluğun tüm kasabayı kapladığı, huzurun ve dinginliğin
72
| Therapia Sayı 4
izleyiciye rengarenk aktarıldığı bir sekans ile başlar.
Kameranın bir evin bahçesindeki çimlere yavaş yavaş
yaklaşması, derinlere inmesi ile çimlerin arasında ilk bakışta
fark edilmeyen bir insan kulağı görülür. Bu huzur dolu
manzaranın altında, biraz derinlemesine bakıldığında,
aslında her şeyin iyi gitmediği açıkça görülmektedir.
Ürkütücü bir gerçek ile huzur dolu yaşamların küçük
bir Amerikan kasabasında birbirlerine ne kadar yakın
olabileceklerini, hayatın dışarıdan göründüğü kadar sevimli
olamayabileceğini, biraz daha yakından bakıldığında mutlu,
huzurlu, sakin yaşamların hemen yanı başında yoğun bir
şiddetin ve kötülüğün gizlendiğini, gizlenmiş olabileceğini
sert bir şekilde söylemektedir bu giriş sekansı. Ardıç Ağacı
masalı da huzurlu bir girişten sonra, diğer pek çok masaldaki
şiddet ögelerinin yanında masum kalacağı bir hale dönüşür.
Bu iki eser arasında, huzurun ve dehşetin birbirlerine ne
kadar da yakın durabileceklerini söyleyiş şekilleri açısından
bir benzerlik olduğu söylenebilir.
Zengin adam, onu seven bir kadın, mutlu bir yaşam... Tek
eksikleri bir çocuktur. Çocukları olmasını çok istemekte,
gece gündüz dua etmektedirler. Bu girişin, masalı dinleyen
çocuğa ebeveynlerinin tam anlamıyla bir aile olabilmek
için ona ihtiyaçları olduğu ve o gelince ancak tam bir aile
Therapia Sayı 4 | 73
olabilecekleri mesajını verdiği düşünülebilir. Beklenen çocuk
masalın başında anne tarafından, ‘kan gibi kırmızı, kar gibi
beyaz’ olarak tarif edilmektedir. Bu tip tanımlamalar farklı
masallarda benzer şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bruno
Bettelheim, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalının hemen
başında yer alan, Pamuk Prenses’in annesinin eline iğne
batması ve karların üzerine üç damla kan düşmesi ile oluşan
manzarayı, beyaz ve kırmızı renklerin yan yana gelişini, seks
ile bağlantılı olarak değerlendirmiş, masumiyetin ve arzunun
zıtlığı olarak yorumlamıştır. Bettelheim’a göre masaldaki
üç damla kan, üç sayısının bilinç altında seksi, kanın da
menstruasyon kanı ve sonrasında da ilk cinsel birliktelik ile
karşılaşılan kanı simgelemesiyle, küçük bir miktarda kan
ile karşılaşmanın ardından çocuğun doğabileceği ve mutlu
bir olay öncesinde bir parça kanın karşımıza çıkabileceği
mesajlarını çocuğa aktarmaktadır. Ardıç Ağacı masalında üç
damla olmasa da bembeyaz karların üzerine düşen kırmızı
kan ve peşinden gelen dileğin benzerliği için, kadının gece
gündüz dua etmesine rağmen gerçekleşmeyen dileklerinin,
karların üzerine düşen kandan sonra gerçekleşmesi göz
önünde bulundurulduğunda, benzer bir mesaj ya da ima
olduğu düşünülebilir.
Geçen sayıda ve bu sayıda yer alan görsel, Jessica Krcmarik’in ([email protected]) “The Juniper Tree” isimli çalışmasıdır.
Sanatçının diğer eserlerini görmek isteyenlerwww.jessicakrcmarik.com web sitesini ziyaret edebilirler.
74
| Therapia Sayı 4
Masalda, üvey anneden gelen şiddetten ilk olarak çocuğun
okuldan döndüğü dönemde bahsedilmektedir. Dolayısıyla,
olayların gerçekleştiği dönemde masal kahramanının ödipal
evredeki bir çocuk olduğu söylenebilir. Üvey annenin
çocuktan nefret etmesinin sebebi olarak, öz kızına kalmasını
istediği mirasa çocuğun rakip oluşu gösterilmektedir.
Ancak, ilerleyen bölümlerde görülmektedir ki, iki kardeş
arasında görünür bir rekabet yoktur. Ardıç Ağacı kardeş
rekabeti odaklı bir masal değildir. Pamuk Prenses ve Yedi
Cüceler’deki gibi anne-çocuk arasında güzellik-cinsellik
bağlamında bir rekabet de yoktur. Baba ya da prens için
rekabet olmaması, masalda açık olarak ifade edilen ‘miras
için rekabet’ olgusunun başka bir probleme işaret ettiği
söylenebilir. Çocuk okul çağındadır, kız kardeşi ise okula
gitmemektedir. Dolayısıyla, çocukların gelişimin farklı
evrelerinde oldukları söylenebilir. Kızın annesinden istediği
elma, ağır-büyük kapağının üzerinde, büyük demir kilidi
olan bir sandıktan çıkarılacaktır. Burada bahsi geçen
sandığın bir anlamda kadının rahmini simgelediği, çocuğun
elma olarak gündeme gelen isteğinin kadının annelik
fonksiyonu ile ilgili bir istek olduğu düşünülebilir. Masal
Almancadan İngilizceye çevrilirken sandık için ‘chest’
kelimesi kullanılmıştır, bu kelime hem sandık hem de
göğüs anlamı ile ilginç bir seçimdir. Elma ise, Edmund
Bergler ve Geza Roheim’in Zaman Algısının Psikolojisi
adlı makalelerinde uzun uzun anlattıkları gibi ‘meme’yi
simgelemektedir. Kızına sandıktan/göğsünden çıkardığı
elmayı/memeyi sunan anne, artık bu hakka sahip olmayan
oğlunu, elmaya (yasak meyveye, ya da en azından artık ona
yasak olan meyveye) elini uzattığı anda cezalandırmaktadır.
Çocuğun sandığa ve elmaya uzanmasının, ana rahmine
dönüş arzusunu, başka bir deyişle gelişimin bir önceki
evresine regrese olma arzusunu simgelediği düşünülebilir.
Artık kendi ayakları üzerinde durması gereken, gelişimin bir
sonraki evresine geçmiş olması beklenen, öyle ki annesinin
yüzüne baktığında sesi ne kadar kibar ve yumuşak olsa da
öfke dolu olduğunu algılayabilecek olgunluğa erişmiş olan
çocuğun regresif eğilimler göstermesi, anne memesine ihtiyaç
duyuyor olması, gelişime karşı direnmesi kafasının kopması
sonucunu doğurmuştur. Masalda çocuğun kafasının kopması
kastrasyonu simgelemektedir. Kastrasyon kaygısının,
preödipal evredeki çocuğun anneden ayrılma kaygısının
(separation anxiety) bir göstergesi/yansıması olduğu
düşünüldüğünde, masaldaki ölüm şeklinin geçiş evresindeki
çocuğun içinde var olan kastrasyon kaygısı ile ilgili olduğu
söylenebilir.
Masalda iki kez bahsi geçen mendil, farklı eserlerde farklı
bağlamlarda karşımıza çıkan bir objedir. İçinde bulunduğu
bağlama göre farklı anlamlar ifade edebilen bu obje, ‘Kaz
Çobanı Kız’ ya da ‘Kaz Çobanı Prenses’ olarak Türkçeye
çevirilen ‘The Goose Girl’ masalında, üzerindeki üç damla kan
ile Bettelheim’a göre cinsel olgunluğu simgelerken, Halprin’e
göre anne ile kızın arasındaki bağı da simgelemektedir.
Benzer şekilde, Othello’nun psikanalitik çözümlemelerinde de
‘mendil’in farklı yorumları ile karşılaşılmaktadır. Bir başka
mendil ile ilgili olarak, bir mendile dair belki de en güzel
çözümlemelerden biri Oğuz Cebeci tarafından yapılmıştır. Sait
Faik’in İpekli Mendil öyküsünü çözümlemesinde, mendilin
öyküde yer aldığı şekliyle, ‘bir genç kızla, genç bir erkek
arasında, ”bağlantı kurma aracı” olarak işlev görmektedir’,
demiştir yazar. Oğuz Cebeci’ye göre bu mendil, aynı zamanda
‘libidinal enerji’yi de simgelemektedir. Ardıç Ağacı’nda ise,
önce çocuğun kopan kafası ile vücudunu bir araya getirmek
için, daha sonra çocuğun kemiklerini bir araya getirmek için
kullanılmaktadır. Bu işlevi ile mendilin masalda birleştirici bir
unsur olarak yer aldığı söylenebilir. Çocuk-anne ve çocukkardeş ilişkilerinde birleştirici bir unsur olarak değerlendirmek
mümkündür. Diğer taraftan, ipek mendil Marlinchen’in
en güzel mendilidir. Kanlı gözyaşları içinde kardeşinin
kemikleri için en güzel mendilini seçmesinin, Marlinchen’in
büyük üzüntüsünü ve hissettiği suçluluk duygusunu çocuk
dinleyicisine yansıttığı düşünülebilir.
Therapia Sayı 4 | 75
Masalda, üvey anneden gelen şiddetten
ilk olarak çocuğun okuldan döndüğü
dönemde bahsedilmektedir. Dolayısıyla,
olayların gerçekleştiği dönemde masal
kahramanının ödipal evredeki bir çocuk
olduğu söylenebilir.
Babanın, önüne getirilen yemeği kendi çocuğu olduğunu
bilmeden büyük bir iştahla yemesi, çocuğun gidişinin
üzerinde çok durmaması, Marlinchen’i umursamaz bir
şekilde teselli etmeye çalışması, masallarda sıklıkla rastlanan
pasif baba figürü ile uyumludur. Bu bölümle ilgili küçük bir
soru işareti de yok diyemeyiz; babanın, ‘Bu yemeğin tamamı
benim’ ifadesi biraz şüpheli bir ifadedir. Bir an için dikkatli
bir dinleyicide, yediği yemeğin kendi çocuğu olduğunu
bildiği şüphesi uyandırmaktadır. Diğer taraftan, kuşun
söylediği şarkıda babanın kendini ‘bilmeyerek’ yediğine
dair bir ipucunun verilmemesi, annenin katletmesi ve
Marlinchen’in kemikleri toplaması ile aynı tonlamayla ifade
edilmesi de benzer bir şüphe uyandırmaktadır. Masallarda
anne tarafından yenme, ‘yamyam anne’ sıklıkla karşılaşılan
bir olgudur. Bunun preödipal bir yansıma olduğuna önceki
yazılarda değinilmişti. Ancak baba tarafından yenme çok
sık karşımıza çıkan bir durum değildir. Bunun baba ile
girişilen ödipal bir rekabete işaret ettiği düşünülebilir. Ödipal
dönemde anne için baba ile rekabet fikri ve bu rekabetin
çocukta yarattığı ölüm/kastrasyon endişesi düşünüldüğünde,
bu masalda ölüm/kastrasyon endişenin farklı bir şekilde ele
alındığı söylenebilir. Masalın sonunda baba ile barış, uzlaşma
gerçekleşmektedir; çocuk babaya hediye vermiş, baba da
onun elinden tutup eve geri almıştır. Masalın çocuğun
ölüm/kastrasyon endişesi ile ilgili bir rahatlama sunduğu
düşünülebilir.
İpek mendile sarılı kemiklerin dumanlar arasında yok
olup, yerine çok güzel şarkılar söyleyen bir kuşun gelmesi,
Yunan mitolojisinde Phoenix, İran mitolojisinde Simurg,
ya da Arap mitolojisinde Zümrüd-ü Anka kuşu olarak
bilinen hikayeleri hatırlatmaktadır. Farklı kültürlerde
karşımıza çıkan bu benzer konulu hikayeler için bir yok
oluş ve yeniden var olma, ya da yok oluş sonrası gerçek
kendini bulma hikayeleridir, denilebilir. Jung, bu hikayeyi
76
| Therapia Sayı 4
Mysterium Coniunctionis’da “Phoenix mucizesi, bir
dönüşüm ve yeniden doğuş, bilinç dışının aydınlanması”
olarak yorumlamıştır. Masalda yer alan ipek mendile sarılı
kemiklerin kuşa dönüşmesi, gelişimin bir sonraki evresine
geçişi, bir çeşit aydınlanmayı simgelemektedir. Gerçekten
de, dönüşümden sonra ortaya çıkan kuş, söyleyeceği
şarkının karşılığını isteyen ya da bir anlamda istediği bir
şeyi elde edebilmek için bir şeyler yapması gerektiğinin
bilincinde olan bir birey gibi davranmaktadır. Çocuğun
kuşa dönüşümünün, bir seviyede preödipal çocuğun ödipal
çocuğa dönüşümünü simgelediği söylenebilir. Dönüşüm
sonrası kuş, başına gelenleri karşılaştığı herkese anlatmakta,
kendine yapılan tüm kötülükleri ayrıntılarıyla şarkısında dile
getirmektedir. Şarkıyı ‘ne güzel bir kuşum ben!’ diye bitiren
kuşun/çocuğun, yeni haliyle ilgili bir mutsuzluğu olmadığı
söylenebilir. Şarkı, masalı dinleyen çocuğa, kahramanın
başına gelen tüm kötü şeylere rağmen dönüşümün/
gelişimin iyi bir şey olduğu ve sonuçta kahramanın mutlu
olduğu mesajını vermektedir. Masalda, dinleyen herkesin
şarkıyı beğenmesi, tekrar tekrar dinlemek istemeleri,
çevresindekilerin de dinlemelerini istemeleri, çocuğun
gelişiminin herkes tarafından beğeni ile karşılanan bir olgu
olduğu mesajını verdiğini düşündürmektedir. Kuş/çocuk
eve dönüşünde anneye ceza, varlıklı babaya maddiyatı ifade
eden bir altın kolye, ve belki de bir süre sonra gelişimin farklı
bir evresine geçecek olan kız kardeşine de cinsel gelişiminin
habercisi olarak yorumlanabilecek bir çift kırmızı ayakkabı
getirmiştir. Tüm aile fertlerine hak ettiklerini vermesi kuşun/
çocuğun farklı bir bilinç düzeyine geçmiş olduğunun bir
başka göstergesidir.
Preödipal annenin ölümü, preödipal çocuğun ölümü, ödipal
çocuğun doğuşu sırasıyla verilen ana izlek, preödipal evreden
ödipal evreye geçiş yapan çocuğun meselelerine değinen
bir masalla karşı karşıya olduğumuzu işaret etmektedir.
Masalda, çocuğun probleminin net bir şekilde anne ile
ilgili olduğu görülmektedir. Ancak, baba da tarafından
yok edileme korkusu ile ödipal rekabete de bir ölçüde
değinilmektedir. İyi annenin ölümü, kötü anne ile yüzleşme,
gelişimin bir sonraki evresine geçiş, kötülerin vahşi bir
şekilde cezalandırılması ve evdekilerle uzlaşarak mutlu, yeni
bir hayata başlama, benzerlerine sıklıkla rastlanabilecek bir
masal olay örgüsüdür aslında.
Kaynaklar
Nedir Ardıç Ağacı’nın farklılığı? Öncelikle, benzerlerine
göre çok daha sert bir masaldır. Kahramanın kafasının
kopartılarak öldürülmesi, parçalara ayrılarak babasına
yedirilmesi, küçük bir kızın suçluluk duygusuyla gözlerinden
kan gelinceye kadar ağlaması, masalın dinleyicisi olan
çocuk bir yana, pek çok yetişkine bile ağır gelebilecek
unsurlardır. Diğer taraftan teknik olarak bakıldığında da,
masallarda baba ile ilgili olarak vurgulanan baba tarafından
öldürülme ya da kastrasyon korkusuna karşılık, anne ile
ilgili olarak vurgulanan yamyam anne korkusu bu masalda
yer değiştirmiş gibidir. Çocuğu yiyen ya da yemek isteyen
genelde annedir; Hansel ve Gretel, Kırmızı Başlıklı Kız,
Pamuk Prenses gibi pek çok masalda yamyamlık olgusu ‘anne
yamyamlığı’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaygın olarak
masallarda yer alan anne yamyamlığının baba yamyamlığına
dönüşmesi özel bir anlam ifade etmemekte, baba tarafından
öldürülme endişesinin farklı bir şekilde dile getirilmesidir
aslında. Verilen mesajlarda bir karmaşa olmamasına karşın,
mesajın veriliş şekli, çocuğun endişelerine değinme şekli
bu masalda kısmen farklılaşmıştır. Bu tip bazı teknik
farklılıklara rağmen masalın aktardığı temel mesajların
olması gerektiği gibi olduğu, çocuğun problemlerine
yeterince temas ettiği, çözüm önerdiği ve rahatlama sunduğu
söylenebilir.
Halprin, L.S. (1996). “The Goose Girl”.
Psychoanal. Contemp. Thought, 19:85123
Bergler, E. and Róheim, G. (1946).
Psychology of Time Perception.
Psychoanal. Q., 15:190-206
Bettelheim, B. (1975), The Uses of
Enchantment. New York: Vintage,
1977.
Cebeci, Oğuz (2004), Psikanalitik
Edebiyat Kuramı. İthaki Yayınları.
Therapia Sayı 4 | 77
Dedem, yalnızca 3 yaşına kadar gördüğüm ama sakalını,
bastonunun her adımda yere değen ucunu, gezmeye
çıktığımızda tuttuğum elini hiç unutmadığım dedem şöyle
dermiş: “Hayat bir kilo keçiboynuzu. Bir gram tat alabilene
ne âlâ.” Yediyseniz bilirsiniz. Keçiboynuzu tatsız saman gibi
bir şeydir ama dört beş tane yedikten sonra, şansınız varsa,
altıncının ortasında bir tat gelir ağzınıza. Uzun bir süre tat
almasa da geveler insan bu keçiboynuzunu ağzında. Galiba
tadın ne zaman geleceğini kestirememek ama mutlaka bir
yerde dilimize değeceğini bilmek sağlıyor bunu. Dedem çok
haklı, hayatta da bence buna benzer bir şey yapıyoruz. Kötü
ya da yavan yaşantılardan sonra güzel bir şeylerin geleceğine
inanıyoruz ve bu beklentiyle ayakta kalmaya ve çoğu zaman
savaşmaya devam ediyoruz.
Keçiboynuzu
“Hayat bir kilo keçiboynuzu. Bir gram tat alabilene ne âlâ.”
ceylan özge kunduz
78
| Therapia Sayı 4
Varoluşçu felsefe hayatın anlamını sorgular. “İnsan
yaşamının amacı var mıdır, varsa nedir?”, “Neden
buradayız?” gibi sorulara yanıt arayan bu düşünce
bütününün, özgürlüğe dair insanın tüylerini ürperten bir
saptaması vardır: İnsanın hayatını biçimlendiren kendi
özgür seçimleridir ancak bu özgürlük kişiye geniş bir hareket
alanı sağlarken aynı genişlik insanın içinde ne yapacağını
bilmediği korkunç bir denize dönüşme tehlikesini de taşır.
Zira insan davranışlarında özgür olduğu gibi onların
sonuçlarından da sorumludur. Kendimizi kaderin eline
bıraksaydık her şey ne kadar kolay olurdu. Özgür iradeye
sahip olmayı tercih etmiş, davranışlarının sonuçlarının
sorumluluğunu üstlenmeyi seçmiş bireyin böyle bir lüksü
yoktur. Hayatımızı bizim yerimize belirleyen bir güç yoksa,
tüm sonuçları kendi nedenlerimizle kendimiz oluşturuyorsak
hayatımızın anlamı da kendi çizdiğimiz bir resimden başka
bir şey değildir. Evet, birileri ara sıra gelip muziplik eder.
Kendi resmini çizerken fırçasıyla birkaç darbe de bizim
tuvale indiriverir. Bazen kazara, tuvale olmadık bir renk
sıçrayıverir. Ya da küçükken öğrendiğimiz şeylerden başka
şekilde yapamayabiliriz resmi. Ama sonunda bu bizim
resmimizdir. Resmi neden yaptığımız da cevabını ancak
kendimizin verebileceği bir sorudur. Hayata verdiğimiz
anlamlar bize nelerin öğretildiğiyle, nelerin içine doğmuş
olduğumuzla ve nelerin eksikliğini çekip neye ihtiyaç
duyduğumuzla sıkı şekilde ilgilidir. Aynı anlam bazen hayal
kırıklıkları sonucunda varlığımızı ve benliğimizi savunmak
için kullandığımız mekanizmalarla da belirlenir. Örneğin
ben kendimi bildim bileli yazıyorum ve okuyorum. Mutsuz
olduğumda bunları daha da çok yapıyorum. Yazmak benim
için konuşmakla ya da sorunlarımı birine anlatmakla eş değer
değil, yazmak hepsinin üzerinde. Konuşurken ve anlatırken
çok daha dolaysız oluyorum. Ama yazarken yaşadıklarımı,
hissettiklerimi bir şeylere benzetiyorum, dolaylıyorum,
metaforlar kullanıyorum, çoğu zaman da genelliyorum. Bana
acı veren ya da beni rahatsız eden birçok yaşantı oldukları
şeyin dışına çıkarak ve benden uzaklaşarak yabancı olmasa
da bana ait olmayan şeylere dönüşüyor. Yazmanın benim için
iyileştirici yanı bu. Yani yaşadığım, hissettiğim şeyleri başka
bir şeye dönüştürmeme, onlara uzaktan bakmama olanak
vermesi. Yaşamın anlamını nasıl kendimiz belirliyorsak onun
karşımıza çıkardığı güçlüklerin üstesinden de yeni anlamlar
yaratarak geliyoruz. Amerikalı yazar Don DeLillo “Yazmak
bir tür kişisel bir özgürlüktür.” der. Ben yazmayı istediğim
zaman kullanabileceğim bir özgürlük kadar, özgürleştirici bir
eylem olarak da görüyorum. Ana dilini konuşmak gibi… En
sevdiğim yazarlardan biri olan F. Scott Fitzgerald da yazmaya
dair şöyle söyler: “Bir şey söylemek istediğin için yazmazsın,
yazarsın çünkü söyleyecek bir şeyin vardır.”. Yazmak işte
tam bu yüzden konuşmaktan çok farklı geliyor bana. Bir şey
söylemek istediğin zaman konuşursun ama söyleyecek bir
şeyin olduğunda, hele ki sözler yetmediğinde yazarsın. En
azından benim için böyle… Söyleyecek birçok şeyim var.
Keçiboynuzu da bu sebeple son derece kişisel olacak. İçerik
mutlaka, dedemin keçiboynuzu hikayesine bir yerinden
dokunacak. Hayat bir savaş, çoğu zaman tatsız bir geveleme.
Ama bir yerlerde daha önceden aldığımız o tadı tekrar
bulacağımızı umuyoruz. Keçiboynuzu da bu tada ve bu tadın
peşinde çıktığımız yolculuğa dair kısa öyküler anlatacak her
sayıda.
Therapia Sayı 4 | 79
Kendimizi kadrajımızla ifade ederiz, sınırını belirlemek
için etrafındaki çalılara işeyen köpekler misali izimizi
onunla bırakırız. Sonunda da hayata nasıl baktığımızla,
seçimlerimizle hatırlanırız.
İstanbul’a âşık olmakla nefret etmek arasındaki seçimdir
mesela kadraj. Bir apartman dairesini yuva ya da hapishane
gibi hissettiren de orada neyi görmeyi seçtiğimizdir aslında...
En basit örnekle aynı binanın cephesinde yan yana pencereler
olsa da, penceresinin önüne bir saksı sardunya koyan bir
başka görmez mi manzarayı?
Yani kadrajının içinde gördüğünü de, dışında bıraktığını da
bir arada sergileyerek topu bizlere atmış.
Sahi siz neleri kadrajınızın içine almayı, neleri dışında
bırakmayı seçiyorsunuz?
İstanbul’a âşık mısınız, nefret mi ediyorsunuz?
Bu kadar kolay mıdır hakikaten kötü dediğimizin başka bir
bakış açısıyla iyiye dönüşmesi, çirkinin güzel, sıkıcının ilginç,
eskinin yeni oluvermesi?
Kadraj
Kadraj nedir? Sadece bir fotoğrafçılık terimi midir? Yoksa kadraj bir
ifade biçimi ya da kişisel bir seçim midir?
pelin onat
Reklamcılıkta önemli bir terimdir kadraj. Karşılığı “çekim
sırasında vizörden görünen görüntü, yani gösterilmek istenen
her şeyin içine toplandığı bir çerçeve” olarak özetlenebilir.
Müşteri ilişkisi kurarken kadraj, başkasının gözüyle önemli
olanı görebilme ve hedefi şaşırmadan ihtiyaca yönelik cevabı
sunabilmedir.
Kulağa ilk etapta sadece fotoğrafçılıkla ilgili gibi gelse de,
aslında tüm iletişim bileşenleri için gereklidir.
Tüm bunlar doğru şekilde birleştirildiğinde, kadrajın
içinde kalanlar cilalanıp parlatılır ve tüketiciye algılatılmak
istenenler başarıyla iletilmiş olur.
Çekim esnasında kadraj, fotoğrafçı veya yönetmeni
diğerlerinden ayıran en önemli şeydir, sanatçı gözüdür.
Planlama aşamasında kadraj, stratejistin cımbızla çekip
çıkardığı, üzerine odaklanılması gereken mesajdır.
80
| Therapia Sayı 4
Tıpkı hepimizin yaşarken farkında olmadan yaptığı
gibi. Hayatımıza dahil etmek istediklerimizi kadraj içine
toparlayıp, seçmediklerimizi dışında bırakmamız gibi.
O kadar kolaydır evet, çünkü hepimiz algıladığımız
pencereden bakarız hayata, algıladığımız kadar yaşarız
hayatı.
Kadraj bir nevi gözlük aslında. Arada sırada gözlüğümüzü
yanımızdakine verip “ biraz da benim gözlerimle baksana”
demeye çalışsak da olmuyor işte. Bizler birbirimizin
gözlüklerine ilişemediğimiz için dilin yetersizliği içinde
her yere çekilmesi mümkün o küçük kelimelere muhtaç
kalıyoruz ve birbirimize yakınlaşmak yerine gittikçe
uzaklaşıyoruz.
Sanat bu yüzden eşsiz, herkese geçici bir süreliğine de olsa
aynı gözlüğü takıyor ve sanatçı bize “ben böyle görüyorum,
ya sen?” diye soruyor. Keşke ilişkilerde de bunu yapmak
mümkün olsa. Diyaloglarda bir an “pause” tuşuna basıp, olan
kadrajı fotoğraflayabilsek ve baktığımızda karşımızdakini
hemencecik tam da demek istediği şekilde algılasak.
Ne yazık ki insan kaderi birbirini anlamaya çalışarak, yanlış
anlayarak, kalp kırarak, öfke duyarak kelimelerden anlam
çıkarmaya mecbur. Bu yüzden de bizler hep biraz eksik
kalıyoruz.
Dünyaca ünlü heykeltıraş Auguste Rodin “Taşın fazlasını
atıyorum, geriye heykel kalıyor” demiş. Taşa bakarken
onun içindeki estetiği görebilen bir sanatçı, ürettiği pek çok
eserinde bu durumun altını çizmek için kaideleri oyulmamış
ham taş olarak bırakmış. Ortaya çıkan kusursuz güzelliğin
nereden geldiğini unutmamak – unutturmamak için.
Therapia Sayı 4 | 81
Söylenti, dedikodu ve şehir
efsaneleri*
Dedikodu nedir? Söylentilerin ne gibi işlevleri vardır? Şehir
efsaneleri hangi bağlamlarda ortaya çıkar? Bu üçlü birbirinden
nasıl ayrıştırılır?
çeviri: ceylan özge kunduz
*Nicholas DiFonzo ve Prashant Bordia’nın Diogenes’te
yayımlanan makalesinden kısaltılmıştır
82
| Therapia Sayı 4
Therapia Sayı 4 | 83
Söylentilerin içeriği, bağlamları ve
işlevlerinden doğar. Belirsiz ya da
tehdit edici bağlamlarda insanlar
söylentileri anlam yaratmak yahut
tehditle baş etmek için kullanır ve
yaygınlaştırır.
‘Dedikodu’ ve ‘şehir efsanesi’ sıklıkla hem konu üzerinde
bilgi sahibi olmayan mesleğe yabancı kişiler hem de
profesyonel akademisyenler tarafından ‘söylenti’ ile
birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılır. Mesleğe
henüz yabancı kişiler olarak düşünebileceğimiz
öğrencilerimizden ‘söylenti’ ve ‘dedikodu’ sözcüklerini belli
boyutlarda değerlendirmeleri istendiğinde bu iki terimi
neredeyse özdeş şekilde değerlendirdikleri görülüyor. Bir
‘söylentiyi düşünmeleri’ istendiğinde çoğunlukla skandal
boyutlarında bir dedikodu örneği veriyorlar. Benzer şekilde
meslektaşlarımızdan bazıları da –söylenti, dedikodu ve/ya da
şehir efsaneleri üzerine çalışan profesyonel akademisyenlerbu terimleri birbirlerinin yerine kullanmaya eğilimli.
Örneğin, söylenti ve efsane üzerine yakın zamanda
gerçekleştirilen disiplinler arası bir konferansta katılımcılar
söylentiyi efsaneden neyin ayırdığı konusunda bir fikir
birliğine varamadılar; yakın zamanda gerçekleştirilen bir
sosyal psikoloji konferansında ise söylenti ve dedikodu
üzerine çalışan akademisyenler de söylentinin dedikodudan
ayrıştırılıp ayrıştırılamayacağı üzerine tartıştılar. Bu
kavramsal belirsizliğe bir süredir dikkat çekiliyor (Ojha,
1973). Her ne kadar söylenti kavramının keskinleştirilmesi
üzerine çok ilerleme kaydedildiyse de (Fine, 1985; Rosnow
and Georgoudi, 1985; Rosnow and Kimmel, 2000)
belirsizlikler devam ediyor. Bununla beraber, anlamlı ve
önemli farklılıklar gerçekten de var. Bu makalede söylenti
kavramını biraz daha açıklığa kavuşturuyoruz ve onu
iki yakın akrabasından, dedikodu ve şehir efsanesinden
ayrıştırıyoruz.
1. Söylenti
Söylenti belirsizlik, tehlike ya da tehdit durumlarında
ortaya çıkarak etrafta dolaşan, insanların olayları
anlamlandırmasına ve tehdit riskiyle başa çıkmasına
84
| Therapia Sayı 4
yardımcı olma işlevi gören, doğrulanmamış bilgi ifadeleri
(DiFonzo and Bordia) olarak tanımlanır. Bu tanım sosyal
söylemin üç yönünün altını çiziyor: Bağlam (söylemi
doğuran durum ve/veya psikolojik ihtiyaç), işlev (insanların
bu söyleme katılarak neyi elde etmeye çalıştıkları) ve içerik
(dile getirilen ifade tipleri): Her birini sırasıyla inceleyelim.
Söylentinin bağlamı
Söylentiler belirsiz, tehdit edici ya da potansiyel olarak
tehlikeli durumsal bağlamlardan ve insanların anlama ya da
güvenliğe dair duydukları psikolojik ihtiyaçtan doğar. Bir
bağlamın ya da bir durum kolay anlaşılır değilse belirsizdir.
İnsanların anlamak için temel bir motivasyonu vardır
(Fiske, 2004); anlamamak sevimsiz ve rahatsız edicidir.
Ünlü sosyolog Tamotsu Shibutani, bu durumları ‘belirsiz’
olarak adlandırır. Bu durumlar bilginin olmadığı ya da bilgi
kaynaklarının güvenilir olmadığı durumlarda meydana gelir
(Shibutani, 1966).
Söylentiler ayrıca tehdit edici ya da potansiyel olarak tehlikeli
durumsal bağlamlarda ve insanların güvenlik için akut
bir ihtiyaç hissettikleri durumlarda ortaya çıkar. Bu tehdit
hayatın tehlikeye girmesi de olabilir mal kaybı da. Yahut
güvenliğin veya refahın tehlike altında olması da… İnsanlar
bu durumlarda fiziksel olarak güvensiz hissedebilir ve
güvenlik hislerini arttırma arzusu duyar.
Tehdit/tehlike psikolojik bir doğaya da sahip olabilir. Bir
kişinin benlik algısı, kimliği ya da değer verdiği herhangi
bir şey tehlikeye girdiğinde kişi psikolojik olarak güvensiz
hisseder ve benlik hissini iyileştirme arzusu duyar. Bir
bireyin ait olduğu grubun sürekli olarak ayrımcılığa uğradığı
durumlarda benlik hissinin tehdit altında olması gruba dair
de olabilir (örneğin bir kişinin toplumsal kimliği).
Söylentinin işlevi
Söylentiler belirsiz durumlara toplu şekilde anlam verme
işlevi görür. Belirsiz durumlarda insanlar önce birey
olarak –kişisel anlama çerçeveleri bazında düşünerekanlamlandırmaya çalışır. Bu işe yaramadığında resmî
olmayan varsayımlar üretmeye ve bunları bir grup olarak
tartışmaya ve değerlendirmeye başlarlar. Bu kolektif
varsayımlar ve beraberindeki tartışmalar söylenti olarak
adlandırılır (Rosnow, 1974). Belirsiz, anlaşılmaz ya da
kafa karıştırıcı durumlarda insanlar anlama ihtiyacı
duyar; söylenti de kolektif bir anlam yaratma işlevi görür.
İnsanlar söylentileri tartışarak durumsal bağlamlarına
dair bir grup yorumuna varmaya çalışır. R. H. Turner’ın
belirttiği gibi, söylenti “normal kolektif bilgi arayışının”
(1994: 247) bir parçasıdır. Doğrulama normları ve mesajın
kaynağının güvenilirliği genellikle gevşektir ancak bu bir
grup anlamlandırma aktivitesi olarak işlev görmeye devam
eder. Fiziksel ya da psikolojik olarak tehdit edici bağlamlarda
söylentiler bu tehditle baş etme işlevi görür. Fiziksel tehdit
durumlarında insanların temel bir sosyal amaçları vardır:
etkin davranabilmek için çevrelerini kontrol etmek (Fiske,
2004). Söylentinin sağladığı kontrol kişiyi tehdidi aktif
şekilde yok etmeye yönelik davranamaya elverişli hale
getirebilir. Bir barajın çökeceği söylentisi kişiye evini çabucak
terk etme fırsatı verir. Deodorantların göğüs kanserine
neden olduğu söylentisi bir kişiyi bu tip ürünler almaktan
alıkoyabilir. Bu durumlarda söylentiye katılan kişi “birincil
kontrol’ aramaktadır (Walker, 1996). Birinin beklentilerini
azaltmak, hayal kırıklığına uğramamak için en kötüsünü
öngörmek ya da olayı şansa bağlamak gibi durumlarda
söylentinin sağladığı kontrol ikincil de olabilir (Rothbaum,
Weisz and Snyder, 1982; Walker, 1996; Walker and Blaine,
1991). Arzu edilen olaylara dair söylentiler (Knapp, 1944) –
ikincil kontrol sağlar ve zorluklar karşısında umudu arttırma
işlevi görür. ‘Savaş sona erdi!’, ‘Bu sene yüklü bir yılsonu
ikramiyesi alacağız!’, ve ‘Öğretmen notları çan eğrisi metodu
uygulayarak verecek “gibi söylentiler sırasıyla savaşın, kişinin
finansal durumunun ve üniversite sınavlarının yarattığı
streslerle baş etmeyi sağlar.
Kişinin bireysel ya da kolektif benlik algısının tehdit
altında olduğu durumlarda söylentinin işlevi benlik algısını
korumaktır. Bu genellikle algılanan tehdide dair olumsuz
söylentiler şeklinde ortaya çıkar. Söylentilerin başka işlevleri
de vardır. Eğlendirme, grup normlarının iletişimi ve gruplar
içindeki güç yapılarının ve sınırların tanımlanması gibi…
Ancak bu, söylentinin öncelikli rolü değildir. Söylentiler,
belirsiz durumlarda tehlike (yahut potansiyel tehlike)
yönetimi yapma ve etrafı anlamlandırma işlevi görür.
Söylentinin içeriği
Söylentilerin içeriği, bağlamları ve işlevlerinden doğar.
Belirsiz ya da tehdit edici bağlamlarda insanlar söylentileri
anlam yaratmak yahut tehditle baş etmek için kullanır
ve yaygınlaştırır. Söylentiler her şeyden önce bilgi verir,
tarif eder ve açıklar. Söylenti, enformasyon sağlayan bir
fikir ya da bir fikir grubudur. İkinci olarak, bu bilgiler
insanlar tarafından iletilip yaygınlaştırılır. Söylenti,
kişinin kafasında yalnız başına düşündüğü statik bir
olgu değildir. Anlam yaratma süreci kolektif ise yaratılan
anlam da etrafa yayılmalıdır. Kısacası söylenti aktarılan
bir şeydir. Üçüncü olarak, etrafta dolaşmakta olan bu bilgi
ifadeleri ‘alıcıları’ tarafından görece olarak yararlı algılanır
(Rosnow and Georgoudi, 1985). Söylentiler grupların etrafı
anlamlandırmalarına ve/veya tehlikeyle baş etmelerine
yardımcı olur; katılımcılar tarafından eğlendirici, ilgi çekici
bilgiler (dedikodu) ya da genellikle ahlaki bir ders içeren
ilginç hikayeler (şehir efsaneleri) değil, önemli sonuçsal
bilgi içeren ifadeler olarak görülürler (Rosnow, 1991).
İnsanların anlamlandırma ya da tehlike yaratan bir durumla
Therapia Sayı 4 | 85
etkin şekilde baş etme çabasında duruma yeni bir bilgi
parçası katan haberler olarak adlandırılabilirler. Shibutani
(1966) söylentilere ‘doğaçlama haberler’ adını verir. Haber
kaynaklarının olmadığı ya da güvenilmediği durumlarda
söylentiler anlamlandırmaya ya da tehlikeli durumla başa
çıkmaya yardımcı olan haberlerdir. Söylentilerin dördüncü
önemli özelliği ise doğrulanmamış olmalarıdır. Rosnow’un
belirttiği gibi, söylenti doğrulanmamış bilgi etrafında
kurgulanır.
2. Dedikodu
Dedikodu, kişiler hakkındaki değerlendirme içeren sosyal
konuşmalardır. Bu konuşmalar sosyal ağ kurma, değiştirme
ve koruma bağlamında ortaya çıkar. Eğlence, grubu bir arada
tutma, grup normlarını, grup güç yapısını ve grup üyeliğini
yerleştirme, değiştirme ve korumanın da dahil olduğu birçok
temel sosyal ağ işlevi görür (DiFonzo and Bordia, 2007).
Dedikodunu bağlamı
Dedikodu gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi muhtemel sosyal
izolasyon durumlarına bir yanıt olarak ortaya çıkar ve aidiyet
ihtiyacına işaret eder. Söylenti belirsizliği, tehlikeyi ya da
tehdidi azaltma işlevi görürken dedikodu, gerçekleşmiş ya
da gerçekleşmesi muhtemel sosyal izolasyonu azaltma işlevi
görür.
İzolasyon istenmeyen ve sağlıksız bir şeydir. İnsanın temel
ihtiyaçlarından biri diğerleriyle ilişki kurmak ve bu ilişkiyi
sürdürmektir (Fiske, 2004). Dedikodu insanların bunu
sağlamasına yardımcı olur. Basit bir şekilde anlatmak
gerekirse dedikodu, bir kişinin aidiyet ihtiyacını karşılamaya
çalıştığı bağlamlarda ortaya çıkar (Smith, Lucas and Latkin,
1999).
86
| Therapia Sayı 4
Dedikodunun işlevi
İnsanlar dedikoduyu sosyal ağları kurmak, değiştirmek ve
korumak için kullanır (Foster, 2004). Öncelikle, insanlar
dedikoduyu gruptaki diğer bireylerle ilgili önemli sosyal
bilgiyi onlarla tanışmaya gerek kalmadan öğrenmek
için kullanır. Gruba yeni katılana sessiz bir şekilde bilgi
verilir: “Harry’nin sözünü kesmemelisin, o bu konularda
çok alıngandır.” Ya da “Sally ile tanıştın mı? Çok sevecen
birisidir.” Bu, sosyal ağ oluşturmada oldukça önemli bir bilgi
kaynağıdır. Dedikodu bir anlamda, insanlarla tanışmadan,
daha kısa sürede ve daha az çabayla onlara dair bilgi edinme
yoludur.
Dunbar (2004) dedikodunun sosyal grupların daha da
büyümesi ve genişlemesini sağladığını söyler. İnsanların
kişiler arası ilişkilere ayırabileceği belli bir zaman ve enerji
vardır. Dedikodu bireye büyük bir grup ya da topluluk
tarafından tanınma ve onları tanıma fırsatı verir. İkinci
olarak dedikodu, insanları birbirine bağlayarak sosyal ağlar
yaratmaya yardımcı olur. Bunu ortak gülünecek malzeme
sağlayarak yapar. Birinin tuhaflıklarına ya da yaptığı komik
şeylere diğerleriyle birlikte güleriz (Rosnow and Fine, 1976).
Şu soruyu düşünün ‘Kiminle dedikodu yaparsınız?’: Ya
arkadaşlarınızla ya da yakın olmak istediğiniz kişilerle...
Düşmanlarınızla değil.” Dedikodu bize arkadaşlık ve ittifak
kazandırır. Üçüncü olarak, sosyal ağlarımızı değiştirmek
için de dedikodu kullanırız. Olumsuz dedikodu üçüncü bir
tarafı dışlama işlevi görür (Smith et al., 1999). ‘Brittany çok
fazla makyaj yapıyor!’ ‘Frank eşcinsel!’ ‘Agnes çok kendini
beğenmiş!’ Bu tip dedikodular genellikle üçüncü tarafları
yermek için kullanılır ve Britanny, Frank ya da Agnes
ile yakınlaşılmaması gerektiğini ima eder. Dedikodu bu
anlamda ‘ilişkisel bir saldırganlıktır” (Crick et al., 2001).
Therapia Sayı 4 | 87
Dördüncü olarak dedikodu, bir grubun içerisinde sosyal
konum, güç ve prestiji arttırır (Kurland and Pelled, 2000).
Başka insanları yererek kendimizi karşılaştırma yoluyla daha
üst bir seviyeye çıkartırız. Bunu kişi bazında yapabileceğimiz
gibi ait olduğumuz grup için de yapabiliriz.
Son olarak dedikodu, bir sosyal gruba dahil olmak ve
burada kalmak için neler yapmamız ve neler yapmamamız
gerektiğini bildirir (Baumeister, Zhang and Vohs, 2004;
Noon and Delbridge, 1993). Bize grup normlarını söyler,
bunu genellikle de başka insanlarla karşılaştırma yoluyla
yapar (Suls, 1977; Wert and Salovey, 2004).
Dedikodunun içeriği
Dedikodu olumlu ya da olumsuz olabilir ancak çoğunlukla
olumsuz, küçültücü ya da yaralayıcıdır (Rosnow and
Georgoudi, 1985). Walker and Struzyk (1998) bir kolej
kampüsünde duyulan dedikoduların içerik analizini yaptı:
Dedikodunun %68’i hedefi ayıplamak için yapılırken
yalnızca %2’si hedefle ilgili saygıdeğer bir ifadeye sahipti.
3. Şehir efsaneleri
Şehir efsanelerini ‘çağdaş dünyaya dair konular içeren
alışılmadık, mizahi ya da korkunç olaylar anlatan
hikayeler olarak tanımlıyoruz. Bu hikayeler olmuş ya da
olmuş olabilecek şeyler olarak anlatılır. Hikayelerin farklı
zamanlarda ve yerlerde geçen versiyonları bulunur ve hepsi
ahlakî imalar taşır. (DiFonzo and Bordia, 2007).
‘Şehir’ terimi aslında duruma çok da uygun değildir zira bu
hikayeler daha çok, geleneksel hikaye konularına (şövalyelik,
devler, cadılar, uyuyan prensesler) zıt şekilde çağdaş konulara
(buluşmalar, teknoloji, kanserojen maddeler, otostop) dairdir
(Mullen, 1972). Bu makalede şehir, modern ve çağdaşla
değişimli olarak kullanılacaktır.
Şehir efsanelerinin bağlamı
Victor Frankl insanların öncelikli motivasyonunun anlam
bulmak ya da yaratmak olduğunu söyler. Kilisenin,
88
| Therapia Sayı 4
mahallenin ve okulun anlam yaratma sistemlerinin daha
az etkili olduğu çağdaş zamanda birçok insanın amaçsızlık
ve anlam eksikliği hissettiğini söyler ve buna noojenik
nevroz adını verir. Bunu tedavi etmek içinse logoterapiyi
(anlam terapisi) geliştirir. Modern efsaneler bir çeşit
logoterapi anlamına gelebilir zira öncelikli işlevleri anlam
yaratmak, ahlakî değerleri onaylamak ve yeniden teşvik
etmektir. Şehir efsaneleri anlamın hikayeler aracılığıyla
yapıldığı bağlamlarda doğar ya da yayılır. Burada yaşamın
parçaları ya da öbekleri eğlenceli bir şekilde yorumlanır
(Brunvand, 1981). Gündelik konuşmalar, kamp ateşi
etrafındaki sohbetler, çocukları yatağa yatırma anları,
internetteki sohbetler, vaazlar ve sosyal buluşmaların da
içinde olduğu birçok sosyal karşılaşma iyi (anlam yaratan
ve eğlendirici) bir hikaye anlatma fırsatı verir. Söylenti
ve dedikodu da bu sosyal buluşmalarda yayılıyor olsa da
motivasyonel bağlamları daha farklıdır. Şehir efsaneleri için
bağlam, anlama duyulan genel ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç şehir
efsanelerinin anlatımı yoluyla anlam yaratmaya olanak verir.
Bu haliyle şehir efsanelerine yol açan ihtiyaç, dedikodu ile
tatmin edilen aidiyet ihtiyacından ya da söylentiyle tatmin
bulan belirsiz bir durumu anlamlandırma ihtiyacından
farklıdır.
Şehir efsanesinin işlevi
Çağdaş efsaneler ahlakî ve kültürel değerleri teşvik eden ve
bizi eğlendiren hikayeler anlatma yoluyla anlam yaratma
işlevi görür. Modern efsanelerin bir konusu ve bir anlamı
vardır. Hikayelerde ahlakî bir öğüt bulunur. Kapferer
(1987/1990) şehir efsanelerinin örnek teşkil eden hikayeler
olduğunu söyler. Tıpkı fabllar gibi şehir efsanelerinin de
işlevi ahlakî imalar çıkarılabilecek örnekler sunmaktır. Bir
şehir efsanesi olan Erkek Arkadaşın Ölümü (The Boyfriend’s
Death) hikayesinde olduğu gibi… Bir partiye gitmek için
yola çıkmış genç bir çift radyodaki haberlerde akıl hastası
bir katilin hastaneden kaçtığını duyar. Haberde civardaki
halk, dikkatli olunması konusunda uyarılır. Bu sırada
çiftin arabası teklemeye başlar ve sonunda durur. Arabayı
çalıştırmaya çalışan ancak başarılı olamayan erkek, yardım
Therapia Sayı 4 | 89
Referanslar
aramak için kendi başına yola çıkar (kızın üzerinde dar bir
parti elbisesi, ayağında da topuklu ayakkabılar vardır). Erkek
kıza battaniyeye sarınmasını ve camda üç tık duyana kadar
arabada kalmasını tembihler. Üç tık, onun geri döndüğünü
gösterecek işarettir. Kız bir süre sonra arabaya tıklandığını
duyar. Ancak tıklamalar üçü geçer. Bu tıklamalar,
bacağından ağaca asılmış olan genç adamın sallandıkça
arabaya çarpan cesedinden çıkmaktadır. Brunvand (1981)
bu modern hikayenin tehlikeli durumlardan kaçınmaya
dair ahlakî bir ders verdiğini ama bununla da kalmayıp evin
güvenliğinin dışında hissedilen korku ve çaresizlik temalarını
ifade ettiğini anlatır. Özellikle de genç kadınlar için…
Dünya ne de olsa tehlikeli bir yerdir.
Aynı şekilde LSD aldıktan sonra güneşe dakikalarca çıplak
gözle bakan öğrencilerin hikayesini anlatan modern efsanede
“Uyuşturucu kullanmayın!” demektedir (Wilke, 1986).
Modern efsaneler bu yönüyle fabllara benzer; korkular,
uyarılar, tehditler ve verilmiş sözler içerir (Bennett, 1985).
Şehir efsaneleri hem komik hem de korkunç olanı içerir
ancak korku öğesi genellikle toplumun geleneklerinden
sapanları cezalandırmakta kullanılır (Van der Linden and
Chan, 2003). Çıplak sürpriz hikayesi ‘Nude Surprise Story’
buna iyi bir örnektir: Bir sabah adamın biri kendisini çok
üzgün hisseder zira karısı ve çocukları o gün onun doğum
günü olduğunu unutmuştur. İş yerinde ise sekreteri bu
özel günü hatırlamış ve onu öğle yemeği sonrası martini
içmeye davet etmiştir. Sekreter yemekten sonra patronunu
bir martini daha içmek üzere dairesine çağırır. Patronuna,
içeriye gidip ‘rahat bir şeyler giyeceğini’ söyler ve kısa bir süre
sonra bir pastayla geri döner, beraberinde adamın karısını,
çocuklarını ve tüm arkadaşlarını da getirir. Ne var ki adam
daha farklı bir sürpriz umduğu için tüm giysilerini çıkarmış
sekreterini beklemektedir (Brunvand, 1981). Hikayenin
baş aktörü evlilik dışı bir oyuna girdiği için cezalandırılır
ve hikaye “eşinizi aldatmayın” ahlakî mesajını taşır. Şehir
efsaneleri ahlakî değerleri iletirken aynı zamanda bunu
eğlenceli ve ilgi çekici bir şekilde yapar. Bu hikayeler sosyal
90
| Therapia Sayı 4
buluşmalarda anlatması ilginç ve eğlenceli malzemelerdir. Bu
yüzden yayılmaları kolaydır
Şehir efsanesinin içeriği
Allport, G. W. and Postman, L. J. (1947) ‘An Analysis of Rumor’, Public
S. R. (2004) Rumors in Iraq: A guide to winning hearts and minds.
Opinion Quarterly 10: 501–17.
Unpublished Master’s Thesis, Naval Postgraduate School, Monterey, CA.
Bauer, R. A. and Gleicher, D. B. (1953) ‘Word-of-Mouth Communication
Retrieved 16 November 2004 from http://theses.nps.navy.mil/04Sep_
in the Soviet Union’, Public Opinion Quarterly 17: 297–310.
Kelley.pdf
Baumeister, R. F., Zhang, L. and Vohs, K. D. (2004) ‘Gossip as Cultural
Kless, S. J. (1992) ‘The Attainment of Peer Status: Gender and Power
Learning’, Review of General Psychology 8: 111–21.
Relationships in the Elementary School’, Sociological Studies of Child
Bennett, G. (1985) ‘What’s Modern about the Modern Legend?’, Fabula 26:
Şehir efsaneleri her şeyden önce bir hikayeye sahiptir. Her
birinde bir yer, bir öykü, bir düğüm ve bir çözülme söz
konusudur. İkinci olarak, bu hikayelerde anlatılanlar sıra
dışı, korkunç ya da komiktir. Bir Çin lokantasında İngilizce
konuşmayan bir garsona köpeğinizi emanet ettikten sonra
evcil hayvanınızın gümüş bir tabakta önünüze geldiğini fark
etmek çok korkunçtur (Brunvand, 1984). Bu tip hikayeler
son derece gariptir ancak bir tür gerçekliğe de sahiptir (Fine,
1992). Üçüncü olarak şehir efsanelerinin materyali çağdaştır
(Fine, 1992) ve modern şehirliye hitap eden konulara sahiptir
(teknoloji, gıda zehirlenmesi, buluşma, otomobiller, organ
nakli, doğum kontrolü ve internet gibi).
219–29.
4. Sonuç
Fine, G. A. (1992) Manufacturing Tales: Sex and Money in Contemporary
Bu makaleye söylentinin bazen dedikodu ve şehir efsanesiyle
değişimli olarak kullanılabildiğini belirterek başladık,
ardından her bir kavramın tanımlarını verdik; bununla
beraber doğdukları sosyal bağlamları, gördükleri işlevi
ve içeriklerini inceledik. Umuyoruz ki burada sunmuş
olduğumuz incelemeler gelecekte yapılacak bu üç tip sosyal
söylemi içeren kuramlaştırmalarda ve araştırmalarda yararlı
olacaktır.
Legends. Knoxville, TN: University of Tennessee Press.
Bordia, P. and DiFonzo, N. (2005) ‘Psychological Motivations in Rumor
Development 5: 115–48.
Knapp, R. H. (1944) ‘A Psychology of Rumor’, Public Opinion Quarterly
8: 22–7.
Spread’, in G. A. Fine, C. Heath and V. Campion-Vincent (eds), Rumor
Maundeni, T. (2001) ‘The Role of Social Networks in the Adjustment of
Mills: The Social Impact of Rumor and Legend, pp. 87–101. New York:
African Students to British Society: Students’ Perceptions’, Race, Ethnicity
Aldine Press.
and Education 4: 253–76.
Brunvand, J. H. (1981) The Vanishing Hitchhiker. New York: Norton.
Miller, D. L. (1985) Introduction to Collective Behavior. Belmont, CA:
Brunvand, J. H. (1984) The Choking Doberman. New York: Norton.
Eder, D. and Enke, J. L. (1991) ‘The Structure of Gossip: Opportunities
and Constraints on Collective Expression among Adolescents’, American
Sociological Review 56: 494–508.
Fine, G. A. (1985) ‘Rumors and Gossiping’, in Handbook of Discourse
Analysis, Vol. 3, pp. 223–37. London: Academic Press.
Fiske, S. T. (2004) Social Beings: A Core Motives Approach to Social
Psychology. Hoboken, NJ: John Wiley & Sons.
Foster, E. K. (2004) ‘Research on Gossip: Taxonomy, Methods, and Future
Directions’, Review of General Psychology 8: 78–99.
Frankl, V. E. (1959) Man’s Search for Meaning: From Death-camp to
Existentialism. Boston, MA: Beacon Press.
Freedman, A. M. (1991) ‘Rumor Turns Fantasy into Bad Dream’, The Wall
Street Journal, pp. B1, B5 (10 May).
Georgoudi, M. and Rosnow, R. L. (1985) ‘Notes toward a Contextualist
Understanding of Social Psychology’, Personality and Social Psychology
Bulletin 11: 5–22.
Gillin, B. (2005) ‘Tales of Mass Murder, Rape Proving False’, Rochester
Democrat & Chronicle, Rochester, NY, p. 7A (28 September).
Gluckman, (1963) ‘Gossip and Scandal’, Current Anthropology 4: 307–16.
Heath, C., Bell, C. and Sternberg, E. (2001) ‘Emotional Selection in
Memes: The Case of Urban Legends’, Journal of Personality and Social
Wadsworth.
Mullen, P. B. (1972) ‘Modern Legend and Rumor Theory’, Journal of the
Folklore Institute 9: 95–109.
Noon, M. and Delbridge, R. (1993) ‘News from Behind My Hand: Gossip
in Organizations’, Organization Studies 14: 23–36.
Ojha, A. B. (1973) ‘Rumour Research: An Overview’, Journal of the Indian
Academy of Applied Psychology 10: 56–64.
Rosnow, R. L. (2001) ‘Rumor and Gossip in Interpersonal Interaction and
Beyond: A Social Exchange Perspective’, in R. M. Kowalski (ed.), Behaving
Badly: Aversive Behaviors in Interpersonal Relationships, pp. 203–32.
Washington, DC: American Psychological Association.
Sabini, J. and Silver, M. (1982) Moralities of Everyday Life. Oxford: Oxford
University Press.
Shibutani, T. (1966) Improvised News: A Sociological Study of Rumor.
Indianapolis, IN: Bobbs-Merrill.
Turner, P. A. and Fine, G. A. (2001) Whispers on the Color Line: Rumor
and Race in America. Berkeley, CA: University of California Press.
Verses, Foiled Again! (2004, August 23). Retrieved 5 December 2005 from
http://www.snopes.com/politics/bush/bibleverse.asp
Van der Linden, P. and Chan, T. (2003) ‘What is an Urban Legend?’,
retrieved August 2003 from http://www.urbanlegends.com/afu.faq/index.
htm
Wert, S. R. and Salovey, P. (2004) ‘A Social Comparison Account of
Gossip’, Review of General Psychology 8: 122–37.
Psychology 81: 1028–41.
Hom, H. and Haidt, J. (2002) ‘Psst, Did You Hear?: Exploring the Kelley,
Therapia Sayı 4 | 91

Benzer belgeler

İletişimin Temelindeki Sır: Kişilik Çözümlemeleri

İletişimin Temelindeki Sır: Kişilik Çözümlemeleri uzaktayımdır, büyük bir hayal kırıklığı yaşarım. Sizin adınıza savaştığım ve o beni de pek de sevmeyen tiz iç sesim artık duyulmaya başlar, küstah ve aşağılayıcı sözleri ile beni olduğumdan daha da...

Detaylı

sayı 5 - Therapiamag

sayı 5 - Therapiamag içinde bulmaya çalıştığımız mutlu ve aydınlık anların peşindeki yolculuğa dair kişisel yazılar kaleme alıyor. Pelin Onat “Mırıldanmalar” isimli köşesinde fotoğraf ve yaşamı “Kadraj” başlıklı yazısı...

Detaylı

sayı 3 / eylül-ekim

sayı 3 / eylül-ekim Ceylan Özge Kunduz, bu sayıdan itibaren “Keçinboynuzu” isimli köşesinde hayatın zorlukları, acıları, sıkıntıları ve karanlığı içinde bulmaya çalıştığımız mutlu ve aydınlık anların peşindeki yolculu...

Detaylı