gazete - Yeni Dünya İçin Çağrı

Transkript

gazete - Yeni Dünya İçin Çağrı
AYLIK
S‹YAS‹
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tifltekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kad›n ve erkek iflçiler!
Zincirlerinizden baflka
kaybedecek birfleyiniz yok!
Kazanaca¤›n›z
yeni bir dünya var!
fiubat 2006/2 • F‹YATI 2 YTL (KDV DAH‹L) • ISSN 1302-692X97
✘
içindekiler - editörden
Editörden...
Değerli Okuyucu,
Hakim sınıflar ve onların devleti
sisteme muhalif devrimciler üzerine
gitmede kural tanımadığı gibi, faşist
itlerini aklama, onları ödüllendirme
konusunda da kural tanımıyor. Katil
Mehmet Ali Ağca bir h(g)ukuk 'hatası'
sonucu cezasını doldurmadan bir sürü
aftan yararlandırılarak salıveriliyor.
Diğer taraftan ama dergimizin sorumlu
yazıişleri müdürü sadece yayınladığı
yazılardan dolayı ağır para cezalarına ve
hapis cezalarına çarptırılabiliyor. Sözde
ama T.C. bir hukuk devletidir!
Bu öyle bir hukuk devletidir ki kaçırılıp
tecavüze uğrayan G.G.'nin failleri
yakalanıp cezalandırılacak yerde, bu
yapılmıyor ama haberini yaptığımızdan
dolayı dergimize 11.000 YTL ağır para
cezası veriliyor!
Bu öyle bir hukuk devletidir ki Tuzla
Deri-İş Şube Başkanı Hasan Sonkaya
Hollywood filmlerine malzeme olacak
tarzda faili belli kişiler tarafından
kaçırılmaya çalışılıyor, olay yerine gelen
Jandarma kaçırmak isteyen kontra
çete elemanlarını değil Şube Başkanını
karakola götürüyor!
Bu sayımızda başyazımızı tam da
bu konuya ayırdık: "İtlerin salındığı,
taşların bağlandığı köy… ya da hukuk
mu, guguk mu?"
***
Bu sayımızda Yeni İşçi Dünyası yazıları
neredeyse tüm derginin yarısını
oluşturuyor. Gündemi belirleyen
konularda, TEKEL Direnişi, Tez-Koop-
İçindekiler
İş ve Migros, Sosyal Güvenliksizlik ve
Sağlıksızlık Yasası, Yeni Sendikalar
Yasası, DİSK'teki tartışmalar,
Sendikalar ve Demokrasi sorunu vb.
vb. Bütün okurlarımızdan bu yazıları
dikkatle okuyup sınıf mücadelesine
daha donanımlı olarak katılmalarını
bekliyoruz.
***
Buradan tüm okurlarımıza bir iki
çağrıda bulunmak istiyoruz:
Herşeyden önce "Çağrı'ya Destek
Kampanyamız" tüm hızıyla sürüyor,
tüm okurlarımızı bu konuda dergilerine
sahip çıkmaya ve onu her yönüyle
desteklemeye devam etmeye çağırıyoruz.
Bu konuda biz birbirimize sımsıkı
kenetlendikçe aşamayacağımız hiç bir
sorunun olmadığı bilinciyle hareket
etmeliyiz. Bu konudaki gelişmelerin
önceki dönemlere göre sevindirici
olduğunu da ekleyelim.
İkinci olarak: Son dönemdeki sermayenin
ve onun andaki hükümeti AKP'nin
işçilere ve emekçilere yoğun saldırılarınıa
karşı DİSK 11 Şubat'ta Kocaeli'de
bir miting düzenliyor. Buraya tüm
okurlarımızın yoğun olarak katılmalarını
istiyoruz.
Son olarak: 8 Mart yaklaşıyor...
Bu çerçevede Okmeydanı'ndaki
mekanımızda 26 Şubat'ta sinevizyonlu
ve müzik dinletili bir etkinlik
düzenliyoruz. Buraya tüm kadın
arkadaşlarımızın katılmasını bekliyoruz.
Yeni sayıda görüşmek dileğiyle...
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 03 Şubat 2006
GÜNDEM
İtlerin salındığı, taşların bağlandığı köy… ya da hukuk mu, guguk mu?
3
Kuş gribi değil, esas öldürücü hastalık kapitalizm . . . . . . . . . . . . 4
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Tekel işçisi direniyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Tekel işçilerinin direnişi üzerine bazı düşünceler . . . . . . . . . . . . 6
Tez-Koop-İş Sendikası 4 No’lu Şube Olağanüstü Genel Kurul’unu yaptı
8
Tuzla Deri-İş yöneticilerine karşı patron-devlet-kontra işbirliği . . . . . . 9
Migros işçileriyle Söyleşi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Migros’ta ne yapılmali? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
DİSK üzerine yürütülen kimi tartışmalar… . . . . . . . . . . . . . . . 12
Sağlık sistemindeki sorunlar, kapitalist sistemin sorunlarıdır! . . . . . . 14
“Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform” başlıklı sempozyum hakkında 15
Sendikalar ve demokrasi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Toros Gübre’de işçi kıyımı ve taşeronlaştırma . . . . . . . . . . . . . . 17
Niçin, Kimin İçin Sendikalar Yasası? - Faruk Üstün . . . . . . . . . . . . 18
Büyüyoruz ama... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
Sağlık ve Sosyal Güvenlik(sizleştirme) Yasasına karşı olan
Meslek Odaları ve Sendikaların Toplantısından İzlenimler . . . . . . . . 20
Özelleştirme peşkeştir! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
PANORAMA
Bolivya: Morales başkan seçildi… . . . . . . . . . . . .
Irak-Güney Kürdistan: Bir seçim oyunu daha gerçekleşti
“Kahrolsun DTÖ!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
DTÖ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. 21
. 23
. 24
. 25
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Kosova’nın “nihai statüsü” ne olacak? . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Komünist Partisi Manifestosu’ndan. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 8
GÜNCEL
Yeni TCK’nın kimi yansımaları üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
İBRETLİK
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30
Devrimci Tutsaklara
Özgürlük!
Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine
karşı çık,
hesap sor!
2
gündem
A
4
Kuş gribi değil, esas öldürücü
hastalık kapitalizm
ğrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde
yaşayan ve kuş gribi hastalığından 3 çocuğunu yitiren
Koçyiğit ailesinden anne M. Koçyiğit,
boyalı basının verdiği habere göre, yaşadığı büyük acının şoku içerisinde ve
çocuklarının mezarı başında, çocuklarının ölümünden kendisini sorumlu
tutuyor ve şunları söylüyor:
“Tüm kabahat bende.
Kendimi suçluyorum. Hastalıklı tavukları yemenin zararlı olduğunu bilmiyordum. Yıllarca hastalıklı tavukları
sorun çıkmadan yedik. Kuş gribi diye
bir şeyden haberim yoktu. Çocukları
keşke hastalandıklarında hastahaneye götürebilseydim ama biz fakiriz
ve hastahaneye gidecek paramız yok.”
(Hürriyet, 9.1.2006)
Boyalı basın ve sermaye medyasının
diğer araçları özellikle çocuklarını
kaybeden Koçyiğit gibi diğer ailelerin
acılarını da haberlere, gazete sayfalarına yansıttılar. Fakat gerçekte sermaye medyasının yapmaya çalıştığı bu
insanların acılarını gerçekten paylaşmak, onlara yardımcı olmak, kamuoyunu gerçekten tehlike hakkında geniş
bir biçimde bilgilendirerek yeni hastalık vakalarının ve ölümlerin önünü almak ya da azaltabilmek değildi. Hayır,
sermaye medyası başka görevlerin ve
çirkin amaçların peşindeydi.
Bile bile geliyorum diyen ve geldiğinde tehlikenin boyutu bilinen kuş
gribi hastalığına karşı devlet kuruluşları hiçbir etkili önlem almamıştı.
Hastalığın ortaya çıkma riskinin yüksek olduğu bölgelerde halkı bilgilendirmek, sağlık kuruluşlarını harekete
geçirmek amacıyla hiçbir şey yapılmamıştı. Sermaye medyasının elinde
bulunan ve Türkiye’nin her köşesine
ulaşabilen TV kanalları, radyolar
halkı bilgilendirmek amacı ile kolunu
kıpırdatmamıştı. Kuş gribi ile ilgili ilk
hastalık vakaları bariz bir biçimde ilk
ortaya çıktığında sorumlu bakan tehlikeyi, “Kuş gribi değil, zatürree!” diye
geçiştirmeye çalışmıştı.
Fakat kuş gribi hastalığı gizlenemeyecek bir biçimde kendini dayatıp ilk
ölümler yaşanmaya başlandığında devlet görevlileri, sermaye medyası “timsah
gözyaşları” dökerek akbabalar gibi çocuklarını ve yakınlarını kaybeden ailelerin üzerine üşüşmeye başladılar.
Sorumlu aranıyordu ve bulundu da!
Hastalıktan çocuklarını kaybeden ve
Fakirseniz eğer bu sömürü düzeninde, Koçyiğit
ailesi gibi yaşamak için hasta tavukları bile yiyerek karnınızı doyurmaya mahkumsunuz demektir.
Eğer fakirseniz bu düzende, çocuklarınız ağır hasta
olsa bile hastaneye götürecek paranız olmaz.
burjuvazinin “cahil” diye aşağıladığı
Koçyiğit ailesi gibi yoksul anne ve babalar sorumlu tutulmalıydı, sorumluluk onların üzerine atılmalıydı. Bu
oyunlarına acılar içinde kıvranan çocuklarının mezarı başında gözyaşı döken anneyi de ortak etmek ve onu şahit
göstermek istediler.
Hem Anne Koçyiğit’in kendisi demiyor muydu, “Tüm kabahat bende!”
diye. Gerçek sorumluluğu düzenin
üzerinden atmak, siyasi sorumluları
aklamak için bundan daha iyi bir açıklama olur muydu?
Hasta tavuğu çocuklarına pişirip yedirdiği için kendini suçlu gören anne
Koçyiğit, üç çocuğunun mezarı başında
kendisinin acılarının ve çocuklarının
ölümünün gerçek sorumlularını düşünebilecek durumda değil. Üstelik anne
Koçyiğit yaşadığı acıların içinde bile
tüm dürüstlüğü ile kendi kişisel kısmi
sorumluluğunun üzerini örtmeye çalışmayacak bir dürüstlüğe sahip. Kendisi
“Hasta tavuğu ben pişirdim ve çocuklarıma verdim.” diyebiliyor.
Ama bu acılı anne, bu düzenin üzerine şamar gibi inen ve çocuklarının
ölümünden esas sorumlu olan gerçek
nedenleri de ortaya koyuyor:
“Biz fakiriz” diyor acılı anne.
İşte sorun fakir olmakta yatıyor.
Fakir iseniz bu düzende, zengin olanın olanaklarından, düzenli ve sağlıklı
beslenmekten, kendiniz ve aileniz için
çeşitli hastalıklardan korunmak için
yeterli bir bilgiye sahip olmanız, has-
Anne M. Koçyiğit
talıklara karşı koruyucu tedbir almanız mümkün değil. Fakirseniz eğer
bu sömürü düzeninde, Koçyiğit ailesi
gibi yaşamak için hasta tavukları bile
yiyerek karnınızı doyurmaya mahkumsunuz demektir. Eğer fakirseniz
bu düzende, çocuklarınız ağır hasta
olsa bile hastaneye götürecek paranız
olmaz. Yetersiz ve sağlıksız beslenme
nedeni ile zaten sağlıklı olmayan küçük çocuklarınızın bedenine hastalık
mikrobu girdiğinde, sabretmeye, dua
etmeye mahkum oldunuz demektir.
Fakirlik ama bir kader değil, fakirlikten, sağlıksız beslenmekten, doktorsuzluktan yoksul çocuklarının küçücük yaşta hayata gözyummaları “ilahi
bir adalet” değil. Hayır! Sorumlu, nüfusun ezici çoğunluğunu en temel, en
gerekli yaşam şartlarından uzak yaşamaya mahkum eden sömürü düzeni ve
onun savunucularıdır.
Yaşamak için satacak iş güçlerinden
başka bir şeye sahip olmayan milyonlarca işçinin işgücünü sefalet ücretlere
ve dolayısı ile açlığa mahkum eden,
milyonlarca yoksul ve orta tabaka
köylülerin ürünlerini yok pahasına
kapatan devlet kurumları ve sermayedarlar için ucuz malın “döküntüsünün” fazla olması, katlanacak ticari bir
risktir. Fazla önemi de yoktur. Önemli
olan sanayinin yüksek kapasitede çalışması, ihracatın patlaması ve küçük
zengin, asalak, sömürü kesimin kârlarının daha da artmasıdır. Hatta kuş
gribi ve ondan ölen yoksul çocukların
durumu sermayeye yeni kâr olanakları
da açmaktadır. Kuş gribi ilacı için ister
istemez talep artacak, ilaç tekellerinin
ve yerli işbirlikçilerinin cepleri daha
iyi şişecektir. Buna bir de, kuş gribi
bahane edilerek beyaz et üretimi ve
ticaretinin tümüyle büyük kapitalist
üretime ve ticarete devredilmesi talebi
eklendiğinde, Koçyiğit ailesinin acılarından bile yeni kâr imkanı çıkaran
sermaye sahipleri zevkten dört köşe
oluyorlardır!
Beyaz et üreticisi kodamanlara hükümet kuş gribi salgını ile birlikte
hemen 53.2 milyon YTL’lik destek çıkarak krizden büyük beyaz et üreticilerinin daha da büyüyerek ve güçlenerek çıkması amacıyla yönünü açıkça
belirledi. Hükümetin kesenin ağzını
iyice açtığını gören beyaz et üreticisi
sermayedarlar, “Bu yetmez, rehabilitasyon kredisi olarak, borç yapılandırmayı da içerecek şekilde 200 milyon
YTL daha isteriz” diye yeni taleplerini
sıralayıverdiler. Beyaz et üreticisi patronların Koçyiğit ailesi gibi aile fertlerini kaybeden onlarca yoksul emekçiye
öncelikle destek çıkılmasını isteyecek
halleri yoktu ya! Sermayenin çıkarlarından daha büyük ve daha önemli bir
sorun olabilir miydi ki?! Varsın yoksulluk, açlık, salgın hastalık Koçyiğit ailesi gibi emekçilerin kökünü kurutsun,
ama sermayenin sorunları ve çıkarları
hep korunsun ve yüksek tutulsun!
Sermayenin ve onun devletinin işçi
ve diğer emekçilerin yaşamına, sağlığına ve geleceğine en ufak bir değer
vermediğini ve ilerde de vermeyeceğini kuş gribi salgını bir kez daha göstermiştir. Önemli olan bundan doğru
dersler çıkarmaktır!
Ocak 2006 ▲
gündem
İtlerin salındığı, taşların bağlandığı köy… ya da
hukuk mu, guguk mu?
İtler salınmış, işlerini yapıyorlar. Aslında failler belli! Fakat faili
yakalamak görevi olanlar bizzat fail olunca halkımızın yüzyıllardan beri söylediği; “Davacın kadı, yardımcın Allah!”
durumu çıkıyor ortaya. Taşlar bağlanıyor.
B
ir Nasreddin Hoca öyküsü
vardır. Hoca bir gün bir köye
gider. Kıştır. Kış kıyamette
bir eve sığınmak ister. Üzerine azgın
köpekler saldırır. Hoca can havliyle
köpeklere karşı kendini korumak için
yerden taş alıp atmaya kalkar. Ancak
taşlar donmuştur, söküp almak mümkün değildir. “Ne acayip bir köy yahu!”
der Hoca; “İtleri salmışlar, taşları bağlamışlar!”
Memleket itlerin salınıp, taşların
bağlandığı köy gibi.
Şemdinli’de halkın üzerine bomba
atan, kurşun yağdıran “iyi çocuk”lar
devletin yakası kalabalık rütbelileri tarafından koruma altına alınıyor.
Cenazelerini kaldıran halkın üzerinde alçak uçuş talimleri yapan savaş
uçakları ile gözdağı veriliyor.
Demokrasi isteyen insanlar üzerine, hak arayan emekçiler üzerine,
devrimci, ilerici, demokrat örgüt ve
insanlar üzerine devlet bütün celaletiyle, polisiyle, copuyla, biber gazıyla,
yargısıyla, topuyla, tüfeği, F tipiyle…
elindeki her türlü araç ve imkânla
yürüyor. Faili meçhul cinayetler, faili
meçhul kaçırmalar, işkenceler, tehditler, ırza geçmeler vb. ülkenin bilinen
gerçekleri. İtler salınmış, işlerini yapıyorlar. Aslında failler belli! Fakat faili
yakalamak görevi olanlar bizzat fail
olunca halkımızın yüzyıllardan beri
söylediği; “Davacın kadı, yardımcın
Allah!” durumu çıkıyor ortaya. Taşlar
bağlanıyor.
Doğruları söylemek, rezillikleri teşhir etmek, bedel ödemeyi gerektiriyor.
Ülkede demokratik sesler susturulmak
isteniyor. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı
olarak, demokratik, ilerici, devrimci
basının bir parçası olarak devletin güya
“bağımsız” yargısının sürekli baskısı
altındayız. Bizi para cezalarıyla, hapis
cezalarıyla susturmak istiyorlar.
En son salınanlardan biri bir katil,
bir çeteci. Abdi İpekçi suikastının tetikçisi olarak hüküm giymiş. Sonra
kim olduğu bilinmeyen/bilinen güçlerce hapisten kaçırılıp Papa’ya suikast
işinde kullanılmış uluslararası bir terörist. Türkiye’de cinayetten, çetecilikten, gasptan hüküm giymiş, müebbet
hapse mahkum bir kişi. Papaya suikastten İtalya’da 20 yıl yattıktan sonra
kendi isteğiyle Türkiye’ye iade edilen
ve Türkiye’de hakkında var olan hükümler dolayısıyla 36 yıl daha yatmak
üzere tutukevine konan tescilli bir katil Mehmet Ali Ağca. 2006’nın Ocak
ayında, 36 yılın 5’ini bile yatmadan,
çıkan af yasalarının uygulaması adına
serbest bırakıldı!
“Bağımsız yargı” gereğini yaptı.
Yıllardır “vatana millete hizmetleri”
dolayısıyla bir çok ülküdaşı tarafından
haksızlığa uğradığı savunulan tescilli
katili, eski Adalet Bakanı H. Sami
Türk’ün deyimiyle bir kez daha “kaçırdı”.
Liberal basın bastı yaygarayı. Bu
ne biçim adalet, bu ne biçim hukuk!
Aslında yaygara yapacak bir şey yok.
Burası Türkiye. Ve burada hukuk guguktur. Aslında hukuk, sermayenin
olduğu her ülkede sermayenin çıkarlarını koruma kuralları üzerinde yükselir de; yazılı olan kurallar teoride, bir
çok kez de pratikte bütün vatandaşlar
nezdinde değişmeden uygulanır. Buna
“hukukun üstünlüğü” falan gibi parlak
yaftalar asılır. Gerçekte eşitsizlik üzerine, sömürü üzerine kurulu bir düzende, sömürü sistemini korumak için
çıkarılmış yasalar en baştan eşitsizdir,
bu anlamda bu eşitsiz yasaların eşit
uygulanmasında işçiler, emekçiler hep
kaybederler. Fakat yine de yasada yazılı
olan “hakkınızı” arayabilirsiniz. Bizde
öyle değildir. Bizde yalnızca yasaların
eşitsizliği ile yetinilmez, onun dışında
yasaların uygulanmasında da “kime
göre” olduğu çok önemlidir. Af çıkarılır zırt pırt, ama bu aflardan “devlete
karşı suç işlemiş olanlar” muaf tutulur.
Mehmet Ali Ağca gibi, devlet için (!)
suç işleyenler ise yararlanır! Mehmet
Ali Ağca’nın kardeşi,
Mehmet Ali Ağca’nın
serbest bırakıldığı günün sabahı medyaya
göğsünü gere gere şunu
söyleyebilir ve hakkında
hiçbir hukuki işlem yapılmaz:
“Türk iye’de o dönemde binlerce insan
öldü. Neden onların
ismi ön plana çıkarılmıyor? İpekçi kimlere hizmet ediyordu,
onu sormak gerekiyor.
Türkiye üzerinde oynanan oyunlar devam
ettiği sürece bazı insanların canı yanacak.
Ağca’nın misyonu insanlık, kardeşlik ve ezilen insanların
arkasında olmaktı.”
Uluslararası teröristin kardeşi, göğsünü gere gere bir katilin eylemini savunup gelecek için de tehditler savurabiliyor. Ağca yüzlerce it tarafından çok
büyük bir iş yapmış bir kahraman gibi
elde Türk bayraklı ulumalar ve özel
Mercedes üzerine dökülen güllerle karşılanabiliyor. Ve bu gayet normal bir
şey oluyor. Aynı, aynı günlerde bir tüp
patlaması olduğu bilirkişi raporlarıyla
tespit edilmiş bir “terörist eylem” gerekçesiyle süren komedi davada sosyolog Pınar Selek hakkında idam cezası
talep edilmesinin normal olduğu
gibi. Aynı F tipinde tecrite karşı
eylem yapanlara karşı linç girişimlerinin gayet normal olması gibi. Aynı biz bu devlette demokrasi adına uygulananın gerçekte faşizm
olduğunu söylediğimizde,
devletin manevi şahsiyetine hakaretten hüküm
yememizin “normal” olması
gibi. Hukukun guguk olduğu
yerde normaldir bunlar.
Ne zamana kadar?
Ne zamana kadar itler
salınıp, taşlar bağlanacak?
İşçiler, emekçiler bu “normal” sayılanların normal olmadığını görüp
“YETER ARTIK!” diyene, kağıt üzerindeki demokratik haklarına sahip
çıkana, o haklarını talep edip, söke
söke alana kadar!
Mehmet Ali Ağca gibi katilleri toplum içine çıkamayacak duruma getirdiği, gördüğü yerde yüzüne tükürdüğü
zaman!
İşçiler emekçiler kendi demokratik
düzenlerini kurana kadar!
Ocak 2006 ▲
3
yeni işçi dünyası
Ö
TEKEL İŞÇİSİ DİRENİYOR!
zelleştirmeler tüm hızıyla
sürüyor. AKP Hükümeti
önceki hükümetlerden daha
pervasız bir şekilde IMF ve Dünya
Bankası’nın emirlerini yerine getiriyor.
Devlete ait işletmeler bir bir yerli-işbirlikçi sermayeye, bazıları da uluslararası tekellere peşkeş çekiliyor. Ve tüm
bunları AKP Hükümeti “Ekonomi büyüyor” safsatasıyla yürütüyor, oysa büyüyen sadece işsizler ordusu ve emekçilerin yoksulluğudur.
Daha önce özelleştirme kapsamına
alınan TEKEL Fabrikaları kapatılıyor.
İşçisi ve üreticisi ile birlikte binlerce
insan yoksulluğa sürükleniyor. TEKEL
işçileri sermayenin bu saldırısına karşı
işyerlerine sahip çıkıyorlar, işyerini
terk etmeme eylemini kararlılıkla sürdürüyorlar. TEKEL işçisi işini kaybetmemek için, geleceği için, mücadele
kararlılığını sonuna kadar göstermelidir. Ve doğru olarak “Dünya yerinden
oynar işçiler birlik olsa”, sözlerini her
fırsatta haykırıyorlar. Ancak tek başına
TEKEL işçilerinin mücadelesi sonuç
getirmeyebilir. Tüm işçi ve emekçiler
TEKEL işçisinin bu onurlu mücadelesine destek vermelidir. Nasıl ki sermaye
sınıfı, devlet ve kendi içlerindeki tüm
anlaşmazlıklara rağmen, söz konusu
işçiler, emekçiler olduğunda birleşebiliyorlarsa, işçi ve emekçiler de saldırılara karşı birleşmelidirler. TEKEL işçileri bu bilinçle özelleştirme karşıtı tüm
güçleri bir araya getirmeye çalışmalı,
ama öncelikle kendi davasına sonuna
kadar sahip çıkmalıdır. Aynı zamanda
TEKEL işçileri kendi eylemleri dışındaki işçi eylemlerine daha önceleri ne
7. GÜN
kadar ve nasıl destek verdiklerini düşünmelidirler.
Unutulmamalıdır ki;
KURTULUŞ
YOK TEK BAŞINA YA HEP
BERABER YA HİÇ BİRİMİZ!
Özelleştirmeler işçi ve emekçilere bugüne kadar işsizlik, yoksulluk ve açlıktan başka bir şey vermemiştir, vermeyecektir.
İşçi sınıfının zaten çok az olan sendikal birliği de özelleştirmeler ile yok
edilmektedir. Sermayenin son derece
örgütlü yürüttüğü bu saldırılar ancak
işçi ve emekçilerin topyekûn kararlı ve
örgütlü karşı duruşuyla geri püskürtülebilir.
İŞÇİ SINIFI BAŞARABİLİR!
Türkiye İşçi Sınıfının tarihi mücadelelerle, yenilgilerin yanında zaferlerle
de doludur. 15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişi, ‘89 Bahar Eylemleri, 1991
TEKEL işçisi direniyor
TEKEL işçileri fabrikanın kapatılmasına karşı direnişe devam ediyorlar. Tekel
işçileri direnişlerini duyurmak ve destek alabilmek için şehrin çeşitli yerlerinde bildiri dağıtımı yaptılar. TEKEL’in “halkın malı” ve kâr eden bir işletme olduğunun
belirtildiği bildirilerde kapatılmasının sigara tekellerinin isteği olduğu açıklanıyor.
TEKEL işçilerinin direnişine de destek her geçen gün artıyor. Direnişin 7. günü
akşamı, saat 17’de bir araya gelen bazı devrimci çevreler bir yürüyüş gerçekleştirdiler. SDP, ESP, BDSP, Alınteri, Partizan, Barikat ve İşçi Mücadelesi tarafından oluşturulan “Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformu”nun gerçekleştirdiği yürüyüş TEKEL
Fabrikasında yapılan bir basın açıklaması ile son buldu. Platform üyelerini TEKEL
işçileri Türk bayrakları ve büyük bir Atatürk posteriyle karşıladılar. Basın açıklaması
sırasında da sürekli olarak bayrakları ve Atatürk posterini öne çekme yarışı yaşandı.
Ayrıca devrimci kurum temsilcilerinin konuşması sırasında işçiler ayrı bir tarafta,
bir televizyona açıklama yapan Gürsel Diliçıkık’ın (Tek Gıda-İş Sendikası Bölge
Başkanı) etrafını doldurdular. Böylece aynı anda, bir tarafta devrimcilerin diğer tarafta TEKEL işçilerinin oluşturduğu iki ayrı grup oluştu.
Bizler de burada daha önce hazırladığımız ve değişik aralıklarla dağıttığımız
“TEKEL İşçisi Direniyor!” başlıklı bildirilerimizden dağıtıtık. 08.01.2006 ▲
Büyük Madenci Yürüyüşü bunlara en
büyük örnektir.
İşçi sınıfı bu eylemleri ile sermayeyi
korkular içerisinde bırakmış, onlara
geri adım attırmıştır. Bu eylerler işçilerin birlik olduğunda ve harekete
geçtiklerinde “dünyayı yerinden oynatacaklarının” örnekleridir. Dünya İşçi
Hareketi zaferle sonuçlanmış sayısız
eylemle doludur.
Son dönemde yaşanan SEKA direnişi yenilgiyle sonuçlansa bile direniş
açısından derslerle doludur. TEKEL
işçileri, SEKA işçilerinin direnişinden
öğrenerek zaferle sonuçlanacak bir
direniş sergileyebilirler. Bunu başarabilecek güç var. Sorun bu gücü örgütleyebilmek, harekete geçirebilmek ve
uyuyan devi uyandırabilmektir.
TEKEL İŞÇİSİ KADIN VE ERKEK
ARKADAŞLAR!
Özel sermayeye peşkeş çekilmek istenen kamu malları dün olduğu gibi,
9. GÜN
bugünde bizim malımız değildir. Bu
işletmeler bize ait olsaydı, bu şekilde
fikrimiz dahi sorulmadan satılamazdı,
kapatılamazdı. Bu işletmeler bize ait
olsaydı, bizler böyle yoksulluk çekmezdik, içimizde işsiz kalma korkusu
olmazdı.
Oysa gerçek olan şu ki her şeyin
alınıp satılabildiği kapitalist sistemde
bize ait olan tek şey emeğimizdir.
Tarih boyunca emeğimize göz diken
sermaye sınıfı, bugünde saldırılarını
sürdürüyor. Bize düşen görev sermayenin sürekli yoğunlaşan ve azgınlaşan saldırılarına karşı örgütlenmek ve
mücadeleyi yükseltmektir.
Sermayenin saldırılarını engellemek,
geri püskürtmek mümkün. Ancak bir
sınıf olarak burjuvazi var oldukça saldırılarını, şiddetini arttırarak, azaltarak sürdürecektir.
Gerçek anlamda çözüm bizlerin mücadelesi ile sermaye sınıfını ortadan
kaldırmaktır. Bu gerçekleşmediği sürece ezilmeye, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe mahkûm kalacağız.
Çağrımız; işsizliğin, yoksulluğun,
açlığın, sömürünün ve her türlü baskının ortadan kaldırıldığı yeni bir dünya
için mücadele çağrısıdır.
ZAFER DİRENEN TEKEL
İŞÇİSİNİN OLACAK!
YAŞASIN TEKEL İŞÇİLERİNİN
DİRENİŞİ!
SUSMA HAYKIR, DURMA
ÖRGÜTLEN, MÜCADELE ET! ▲
(Not: Bu yazı bildiri olarak YDİ Çağrı
Adana okurlarımız tarafından direniş
süresince değişik yerlerde dağıtılmıştır.)
Direnişe devam...
Direnişin 9. günü ve aynı zamanda Kurban Bayramının 1. günü olan 10 Ocak tarihinde TEKEL sigara fabrikası son derece renkli idi. TEKEL işçileri aileleriyle birlikte kadın-erkek-çocuk fabrikayı doldurmuşlardı. Burada kurban kesimi yapıldı
ve Gürsel Diliçıkık işçilere bir konuşma yaptı. İşçilerin kurban bayramını kutlayan Diliçıkık, hükümete seslenerek “Geçen bayramda SEKA’yı bu bayramda da
TEKEL’i kapatmaya çalışıyorsunuz. Sizin kurbanınız olmayacağız” dedi. Buradan
daha sonra sloganlar eşliğinde AKP Adana İl Binasına doğru yürüyüşe geçildi.
Yaklaşık 500-600 kişinin katıldığı yürüyüşte en fazla coşku çocuklarda gözleniyordu. AKP İl binasına gelindiğinde yarım saatlik oturma eylemi yapıldı.
Burada da sloganların ardı arkası kesilmedi. “Gün gelecek devran dönecek AKP
halka hesap verecek”, “Direne direne kazanacağız”, İşçiler burada vekiller nerede”,
“Gemileri yaktık geri dönüş yok”, “Tekel vatandır, vatan satılmaz”, “Türk-İş göreve genel greve”, “Satıla satıla vatan bitiyor”, “IMF emreder hükümet zulmeder”,
“işçiler sandıkta hesap soracak”, “İş ekmek yoksa barışta yok” sloganları yanında
çocuklar “Eğitim hakkımız engellenemez” sloganlarını attılar.
Konuşmaların ardından eylem sona erdirildi, ancak TEKEL’in kapatılma kararı
geri alınıncaya kadar direnişin devam edeceği belirtildi. 10.01.2006 ▲
5
yeni işçi dünyası
Tekel işçilerinin direnişi üzerine bazı düşünceler
Ö
zelleştirme kapsamında bulunan TEKEL özelleştirilemeyince, Adana ve Malatya
fabrikalarının kapatılmasına karar verildi. TEKEL işçileri uzun bir süredir
özelleştirmeye ve son süreçte fabrikalarının kapatılmasına karşı mücadele
yürütüyorlar. 2 Ocak’tan bu yana da
fabrikaya kapanarak direnişe geçtiler.
Bu süreçte destek arttı, eylemler gelişti. Bu yazıda yaşanan gelişmelere,
sendikaların, “sol” partilerin, devrimci
grupların tavrına ve işçilerin durumuna değinmek istiyoruz.
Tek Gıda-İş Sendikasında örgütlü
bulunan Adana Tekel işçileri 2 Ocak
tarihinde yaptıkları bir basın açıklamasıyla fabrikaya kapandıklarını duyurdular. İşçiler vardiyalı olarak fabrikada kaldılar. Bu süreçte bir düzensizlikte yaşandı, yaşanıyor. Örneğin
10 Ocak’ta AKP İl Başkanlığına yürünerek eylem gerçekleştirilen gün kalabalık olan fabrika 11, 12 ve 13 Ocak’ta
sessizdi. Süreçte bu düzensizlik sürdü.
kümeti olduğu düşüncesi yaygın. Bu
nedenle Türk bayrakları ve büyük bir
Atatürk posteri ile yapılan eylemlere
damgasını vuran “AKP Hükümetine
karşı vatanı savunma” oluyor.
Zaten sendika yöneticileri, işçilerin
büyük çoğunluğu ve Türk-İş yönetimi de böyle düşünüyor. Bu nedenle
eylemlere devrimcilerin katılımını
engelleyemeseler de rahatsızlıklarını
gösteriyorlar. Örneğin devrimci ve
demokratik parti, gazete ve kurumların oluşturduğu “Tekel İşçileriyle
Dayanışma Platformunun” fabrika içerisinde yaptığı bir basın açıklamasına
çok sayıda Türk bayrağı ve Atatürk
posteriyle az sayıda işçi katıldı. Ve bu
eylemde devrimcilerin yaptıkları basın
açıklamasına tepki olarak Türk bayraklarını ve Atatürk posterini en öne
geçirme yarışı yaptılar.
Direnişte her ne kadar işçiler yer
alsa da aslında güvenilen güç işçiler
değil. Sendika yöneticileri sorunu görüşmelerle çözme niyetindeler. Tabi ki
bu çözümün işçilerin aleyhine bir sonuç doğuracağını tahmin etmek güç
değil. İşçilerin gücüne güvenilmiyor.
Yapılan eylemlerle ses getirmeyi, hü-
SÜLEYMAN ŞAHİN
8 yıllık Tekel işçisi
Süleyman Şahin
“Tekel vatandır vatan
satılamaz” sloganı ile
ilgili “Belli bir noktaya
kadar doğru. Ama
Çukobirlik, Tüpraş,
Telekom vatan değil
mi? Biz onların eylemine sahip çıkmadık.” diyerek işçi sınıfı dayanışmasının yeterli olmadığını söylüyor.
Özel şirketlerde daha önce çalıştığını
belirten Süleyman Şahin buralarda
çalışan işçilerin durumunun çok daha
kötü olduğunu ve kazanılmış haklarından vazgeçmeyeceklerini söyledi.
Bu nedenle TEKEL’de yıllardır verdiği
“mücadeleyi sonuna kadar” vereceğini
belirtti. ▲
6
Örneğin 600 kişiden fazla işçinin çalıştığı fabrikada henüz 600 işçinin katıldığı bir eylem yapılmadı.
İşçilerin büyük bir bölümü AKP
veya MHP gibi gerici partilere oy veriyor. Demokrat, ilerici işçiler 20-30 kişi.
Bu işçiler de direnişe çok büyük katkı
sağlıyorlar. Fabrikada çok sayıda kadın işçi de çalışıyor ve eylemlerde hep
en ön safta yer alıyorlar. Kadın işçiler
çok daha kararlı davranıyorlar, ancak
toplumun genel yapısına uygun olarak burada da kadın işçiler geri planda
bırakılıyorlar. İşçiler arasında siyasi
görüşlerden dolayı zaman zaman sür-
tüşmeler yaşansa da, genel olarak bu
durum direnişe yansımıyor. Direnişe
katılan tüm işçiler bir aradalar. Ancak
işçiler arasında yüksek sesle söylenmese de fabrikanın kapatılması kararına karşı hiçbir şey yapamayacaklarını, alacakları kıdem tazminatları ile
bir iş yapabileceklerini düşünenler de
var. Özellikle uzun süredir fabrikada
çalışan ve emekliliğine çok az bir süre
kalan bu işçilerin zaman zaman genç
işçilerin moralini bozduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca işçiler arasında “Tekel’in
vatan olduğu”, fabrikanın kapatılması
konusunda tek suçlunun AKP hü-
Bahriye ESKİKIRBAÇ
Bahriye ESKİKIRBAÇ
Tekel ’de çalışan ve
erkeklerle aynı safta,
hat t a k i m i z a ma n
erkek lerden önde ,
işi, ekmeği için mücadele eden yüzlerce
kadından biri. O da
yıllardır çalıştığı fabrikaya kapanarak
direniyor. TEKEL Fabrikasının kapatılmasına karşılık sonuna kadar direneceğini belirtiyor ve ekliyor: “Bizim
gerçekten de Önlüğümüz kefen, mezarımız TEKEL olacak.” ▲
19. GÜN Direnişe destek sürüyor
22. GÜN TEKEL işçisi yalnız değildir
Direnişte bulunan TEKEL işçilerini Ydi Çağrı olarak bizlerin de yer aldığı
Mersin Özelleştirme Karşıtı Platform üyeleri ziyaret ederek destek sundular.
“Yaşasın sınıf dayanışması”, “İşçi memur elele, genel greve” sloganlarının atıldığı eylemde Platform adına SES Mersin Şube Başkanı Yılmaz Bozkurt bir konuşma yaptı. Bozkurt konuşmasında Tekel işçilerinin direnişinin sadece Tekel
işçilerinin değil, tüm işçi sınıfının ve emekçilerin direnişi olduğunu bu yüzden
dayanışmanın büyümesi gerektiğini vurguladı.
Burada işçilere Platformun bildirisi dağıtıldı.
Eylemde Tek Gıda-İş Sendikası Güney Anadolu Şube Başkanı Gürsel Diliçıkık
ta söz aldı. Diliçıkık konuşmasının sonunda Tekel işçilerinin direnişinin siyasi
bir eylem olmadığını, bunu böyle göstermek isteyenlerin olduğunu, bu mücadelenin ekmek için mücadele olduğunu söyledi. Diliçıkık konuşmasını “Buraya
destek olmaya gelen herkes Tekel işçisi olarak gelmelidir” dedi. 21.01.2006 ▲
Ydi Çağrı olarak bizim de içinde yer aldığımız “Tekel İşçileriyle Dayanışma
Platformu” tarafından 24 Ocak tarihinde İnönü Parkı’nda bir basın açıklaması
yapıldı. Platform tarafından çıkarılan bir bildirinin okunduğu açıklamada işçi
ve emekçiler TEKEL işçilerinin direnişini desteklemeye çağrıldı. “Tekel işçisi
yalnız değildir”, “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganlarının ardından bildiriler dağıtılarak eylem sona erdirildi.
Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformu son bir haftadır Adana’nın değişik semtlerinde bildiri dağıtarak halkı işçilerle dayanışmaya çağırıyor. Ayrıca birkaç gün
önce de Platform üyelerinden BDSP çalışanı bir kişi Tekel önünde, kimlik göstermemesi gerekçesiyle polisler tarafından tartaklanarak gözaltına alındı, daha
sonra serbest bırakıldı.
Platformda Alınteri, BDSP, ESP, İHD, İşçi Mücadelesi, Partizan, Sosyalist
Barikat, SDP ve Yeni Dünya İçin Çağrı bulunuyor. 24.01.2006 ▲
yeni işçi dünyası
kümetin dikkatini çekmeyi umuyor
ve fazla kaza bela çıkmadan karardan
dönülmesini talep ediyorlar. İşçilerde
de aynı görüş hakim. Mücadele ile kazanmak yerine çözümü hükümetten
bekleme durumundalar. Tüm bunlara
örnek olarak şu sözleri gösterebiliriz.
Tek Gıda-İş Güney Anadolu Bölge
Başkanı Gürsel Diliçıkık kürsüden
yaptığı bir konuşmada işçilere: “Bizim
hiçbir partiyle sorunumuz yok. AKP
Hükümetiyle de sorunumuz yok. Bu
karardan vazgeçsinler onları çiçeklerle
karşılayalım.” dedi. Aynı konuşmasında neyin mücadelesini verdiklerini
ve rahatsızlıklarını şu sözlerle belirtti:
“Buraya gelen herkes Tekel işçisi olarak
gelsin. Bizi, Tekel işçisini başka yönlere
çekmek isteyenler var. Biz siyasi bir
mücadele vermiyoruz. Bizim mücadelemiz ekmeğimiz içindir.” Diliçıkık’ın
esas sorunu eylem içerisinde yer alan
devrimcilerdir.
28 Ocak’ta Türk-İş Başkanı Salih
Kılıç’ın ziyareti öncesinde işçilere yaptığı bir konuşmada da Gürsel Diliçıkık
“Milletvekillerinin bile ulaşamadığı
Başbakana genel başkanımız ulaşabilir. Bizim sorunumuzu iletip, çözebilir.” diyerek mücadele eden işçilere de-
HÜSAMETTİN ÜNAL
ğil de Türk-İş Başkanına güvendiğini
gösterdi. Diliçıkık’ın işçileri Türk-İş’e
karşı slogan atmamaları konusunda
uyardığı da görüldü.
Türk-İş 4. Bölge Temsilcisi Hüseyin
Kaya Elbek ise “Lütfen bu karardan
dönsünler” diyerek hükümete seslendi.
Elbek, 11 ilde en fazla işçinin örgütlü
olduğu konfederasyonunun bölge temsilcisi, 75 binin üzerinde üyeye sahip
olduklarını belirtiyor ancak bu işçilere
güvenmek yerine Tekel’i kapatma kararı veren hükümete güveniyor.
Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç
yaptığı iki konuşmada da işçilerden
ve mücadeleden hiç söz etmeyerek
hükümeti eleştirdi, demokratik eylemleri destekleyeceklerini belirtti ve
bol bol hükümetten beklentilerini,
Başbakana bildirdikleri talepleri saydı.
Salih Kılıç’ın konuşması öncesinde işçilerin bir bölümü “Türk-İş nerede, biz
oradayız” sloganını attılar. 28 Ocak’ta
Tekel içerisindeki konuşması sırasında
da işçiler Diliçıkık’ın uyarılarını dikkate alarak aynı sloganı attılar. Oysa
aynı işçiler önceki eylemler sırasında
“İşçiler burada, Türk-İş nerede” vb.
sloganları atıyorlardı. Tüm bunlar işçi
sınıfının içinde bulunduğu durumu
göstermesi açısından önemlidir. İşçiler
sorunlarının çözümünü düzen partilerinden bekleme durumundalar.
15 yıldır TEKEL’de
çalışan Hüsamettin
Ünal adlı işçi de direnişi sonuna kadar
sürdüreceklerini belirtti. Ünal, direnişin
ba ş a r ıy a u la şma sı
için işçi sınıfının ve
tüm özelleştirme karşıtı güçlerin birleşmesi gerektiğini söyledi. Ancak
bunun yanında direnişe destek olan
devrimci çevrelerin işçilerle ilişkilerinde, eylemlerinde daha dikkatli
davranmaları gerektiğini, çalışan işçilerin büyük oranda AKP veya MHP
gibi partilere oy verdiğini söyleyen
Hüsamettin Ünal, bu işçilerin direndiğini ve direnişin başarıya ulaşması
için buradaki birliğin bozulmaması
gerektiğini vurguladı. ▲
23. GÜN
İşçilere polis saldırdı
Emek Platformu Adana bileşenlerinin, siyasi partilerin, kitle örgütlerinin ve
devrimci örgütlerin katıldığı bir yürüyüş düzenlendi.
Yoğun yağmura rağmen yaklaşık 1000’in üzerinde insanın katıldığı yürüyüş
Türk-İş önünden TEKEL fabrikasına kadar sürdü. Protesto amacıyla bazı işçiler
yoğun yağmura ve soğuk havaya rağmen üstlerindeki elbiseleri çıkardılar.
AKP İl binası önünde bir süre bekleyerek hükümeti protesto eden işçiler fabrika önüne geldiklerinde yolu trafiğe kapatmaya çalıştılar. Bu sırada polis işçilere
müdahale ederek, bazı işçileri yerlerde sürükledi. Bunun üzerine işçiler “Ölmek
var, dönmek yok”, “Yılgınlık yok direniş var” sloganlarını attılar.
Polisin müdahalesi üzerine öfkelenen işçiler bir süre polis barikatına karşı slogan attılar.
Bizler de eyleme dövizlerimizle katıldık ve işçilere hazırladığımız bildirilerimizi dağıttık. 25.01.2006 ▲
Eylemlerde vatan, millet, bayrak şovenizmi birinci sırada. Daha
önce de Mersin’de başlatılan “bayrak provokasyonu”na tepki amacıyla
Adana Beşocak Meydanı’nda yapılan
bir eyleme Tek Gıda-İş Sendikasına
üye bir grup işçi pankartları ile katılmışlardı. Türk-İş Genel Başkanı Salih
Kılıç ta “Hem bayrağa hem de Tekel’e
sahip çıkan işçimize biz de sonuna kadar sahip çıkacağız.” diyerek asıl görevlerinin işçilerin haklarını korumak
değil, “vatanı ve bayrağı” korumak
olduğunu gösterdi. Salih Kılıç’ın derdi
“vatan, bayrak” edebiyatıyla, milliyetçi
duygulara kapılmış işçileri avutarak
günü kurtarmaktır. Böylece işçilerin
asıl sorununun üstünü örtmektedir.
Türk-İş burada bir kez daha işçilerin
düzene karşı yönelebilecek tepkilerini
önleme görevini yerine getirmiştir.
Kimi devrimci, “sol” gruplar, partiler de kitle kuyrukçuluğu pozisyonuna
düşüyorlar. Hemen her fırsatta onlar
da “Tekel’in vatan olduğunu, vatanın
satılamayacağını” haykırıyorlar, yazıyorlar. Biz yukarıda işçilerin içinde
bulunduğu durumu belirttik. Sınırlı
olan gücümüzle işçilere çıkardığımız
bildiriler ve sözlü konuşmalar ile sosyalist bilinci taşımaya çalıştık, çalışıyoruz. Bunu yaparken işçilerin gerici,
milliyetçi düşüncelerini de eleştirdik,
eleştiriyoruz. Fakat kimi devrimci
grup ve partiler işçileri kazanma adına
onların “Tekel vatandır satılamaz” gibi
milliyetçi yanlarını savunarak nasıl
27. GÜN
işçi kuyrukçuluğu yaptıklarını gösterdiler, gösteriyorlar.
Ve siyasi rant sağlama peşinde olan
şovenist, faşist, gerici, özelleştirmeci
partiler. Onlar da boş durmuyor, her
fırsatta Tekel işçilerinin yanında olduklarını belirtiyor, AKP Hükümetine
verip veriştiriyorlar. Hatta Tekel işçilerine AKP dışındaki neredeyse tüm
siyasi partilerin destek verdiğini söylemek abartı olmaz. Hükümet olduklarında özelleştirmelerle işçi kıyımı
yaptıklarını unutmuş gibiler. Sanki
tüm özelleştirmeler AKP tarafından
yapılmış gibi hep bir ağızdan işçi simsarlığı yaparak Tekel işçisinin yalnız
olmadığını bildiriyorlar.
Tekel işçileri direniyorlar. Tekel işçilerinin diğer işçilerden, emekçilerden, yoksul halklardan başka gerçek
anlamda destekleyicisi yoktur. İşçi
sınıfı kendi öz gücüne güvenmelidir.
İşçi sınıfı kendi kurtuluşunu kendi öz
örgütleri önderliğinde gerçekleştirebilir. Bunu yapmadığı sürece, ara sıra
kazansa bile, aslında hep kaybedecektir. Çünkü sermaye, ister yerli ister yabancı, ister özel ister devlete ait olsun
işçi sınıfını sömürmeye ve kârına kâr
katmaya devam edecektir. İşçi sınıfının kurtuluşu sömürünün, işsizliğin,
açlığın, sefaletin yok edildiği, kendi
kendini yönettiği devrimde, sosyalizmdedir.
29.01.2006
Ydi Çağrı/ADANA ▲
Salih Kılıç TEKEL’de
Direnişin 27. gününü geride bırakan TEKEL işçilerini Türk-İş Başkanı Salih
Kılıç ve Türk-İş’e bağlı sendikaların genel başkanları ziyaret ettiler. Saat 11’de
Teksif Sendikası toplantı salonunu dolduran yaklaşık 500 işçiye konuşan Salih
Kılıç “Tekel işçilerinin demokratik eylemlerini, direncini ve kararlılığını sonuna
kadar destekleyeceğiz, sonuna kadar yanınızdayız.” dedi. Salih Kılıç’ın kürsüye
çıkışı sırasında bir grup işçi “Türk-İş nerede biz oradayız” sloganını attılar. Kılıç
konuşmasında Tekel’in kapatılması ile çokuluslu şirketlere boyun eğildiğini söyledi. Konuşmasında Adana ekonomisine, GSS’na ve emeklilik yaşının yükseltilmesine değinerek, bu konularla ilgili gerekli girişimlerde bulunduklarını, hükümetten bu yanlıştan dönülmesini istediklerini söyledi. Ayrıca kurumlar vergisi
oranının düşürülmesine karşılık işçiden kesilen gelir vergisinin düşürülmesini
Başbakan’dan talep ettiklerini bildirdi. İşçiler salonda “Direne direne kazanacağız”, “Söz bitti sıra eylemde”, “Tekel vatandır vatan satılmaz” sloganlarını attılar.
Buradaki konuşmanın ardından Tekel fabrikasına doğru yürüyüşe geçildi.
Yürüyüşe İnönü parkından da katılımlar oldu, böylece yaklaşık bin kişi toplandı.
Fabrika içerisinde de bir konuşma yapan Salih Kılıç “Hem bayrağa hem de
TEKEL’e sahip çıkan işçimize biz de sonuna kadar sahip çıkacağız” dedi.
Eyleme Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticileri, Emek Platformu’na üye sendikaların yöneticileri, Eğitim-Sen, EMEP, SDP, ÖDP, TÖP ve BDSP destek verdi.
BDSP üyeleri ve YDİ Çağrı okurları olarak bizler işçilere bildiri dağıttık. Eylemde
MHP ve İP temsilcileri de vardı.
Polis işçilerin yolu trafiğe kapatmaları ihtimaline karşılık bu kez çok daha geniş güvenlik önlemi aldı. TEKEL’in önüne gelindiğinde zincir oluşturarak olası
bir girişimi engellemeye çalıştı. 28.01.2006 ▲
7
yeni işçi dünyası
Tez-Koop-İş Sendikası 4 No’lu Şube
Olağanüstü Genel Kurul’unu yaptı
U
8
zun bir süreden beri TezK o o p -İ ş S e n d i k a s ı’n d a
Migroslar ile ilgili yaşanan
sorunlar üzerine daha önceki sayılarımızda tavırlar takınmıştık. En
son Tez-Koop-İş Sendikası, Toplu-İşSözleşmesi sürecinde işveren ile anlaşma sağlanamaması üzerine grev
çağrısı yapılmış ve greve çıkılacağı günün bir önceki akşamı -İstanbul’daki
Şubelerin itirazına rağmen- TİS imzalanmıştı. Gerek grev kararı alınmasına
rağmen hiçbir hazırlığın yapılmaması,
gerek imzalanan TİS’in içeriği ve gerekse yöntemi üzerine çok yoğun tartışmalar yaşandı.
Bu tartışmaların yoğun olarak yaşandığı İstanbul Şubelerinden birisi de
4 No’lu Şube oldu. Bunun sonucu olarak Şube yönetimine alternatif olarak
ortaya çıkan bir kesim, 45 delegeden
imza toplayarak Şubeyi Olağanüstü
Genel Kurul’a götürdü.
29 Ocak 2006 tarihinde Aksaray’da
bulunan Holiday Inn Oteli’nde yapılan Olağanüstü Genel Kurul’da Genel
Başkan Osman Gürsu’nun açış konuşmasının ve saygı duruşunun ardından
konuşmalara geçildi. Genel Kurul’a
100 delege katılarak çoğunluk sağlanmıştı.
İ l k konu şma ,
Sendika yönet i mi ni n lehine yapı la n
b i r k o nu ş m a
idi. Konuşmacı
Cemal Kement;
4 No’lu Şube’nin
değ i l, Genel
Merkezin işçiSemih Aycan lere ihanet ettiğini, TİS’in imzalanmasından bir kaç saat önce “greviniz hayırlı olsun” deyip daha sonra
arkadan hançerleyenin Şube Başkanı
Osman Gürsu değil, Genel Başkan
Sadık Özben olduğunu belirtti. 45 tane
imza toplayarak Şubeyi Olağanüstü
Kongreye götürmenin arkasında yatan
gerçek nedeninin alternatif listenin
başını çeken Semih Aycan’ın yönetime gelmek istemesi olduğunu, Semih
Aycan’ın işçi sınıfının çıkarları gibi
bir derdinin olmadığını, esas derdinin
koltuk derdi olduğunu, bunu açıkça
ifade edeceği yerde, Şube yönetimi
hakkında “TİS’i kabul ederek işçileri
sattı” gibi yalan söylentiler yaydığını
söyledi. Konuşmasının devamında;
“eğer Semih Aycan geçen Olağan
Kongrede seçilmiş olsaydı, Olağanüstü
Genel Kurula gitmeyecekti” dedi.
İkinci konuşmacı Şube’yi Olağanüstü
Genel Kurul’a götürenlerin başında
bulunan Semih Aycan idi. Aycan konuşmasında Genel Merkezin işçileri
satmasının olgu olduğunu, Osman
Gürsu’nun da işverenin dayattığı %10
ücret artışını kabul ettiğini, sözleşmeyi
kabul ettiğini fakat sonra rezil olamamak için inkar ettiğini belirtti. Osman
Gürsu’yu hep ikili oynamakla suçlayan Aycan, işveren temsilcisinin dahi
Osman Gürsu’ya “biz seninle böyle mi
anlaşmıştık Başkan?” dediğini bunun
da kapalı kapılar arkasında işler çevrildiğinin bir kanıtı olduğunu söyledi.
Bunun sonucu olarak olanın Migros
işçisine olduğunu, atılan altı işçinin hesabını kimin vereceğini sordu.
Tez-Koop 4 No’lu Şube dahil bütün
Şubelerin Migros işçisini sattığını, işçilerin çıkarlarının gerçek savunucularının kendileri olduğunu belirterek
yeni yönetime talip olduğunu ilan etti.
Alternatif olarak ortaya çıkanlar
adına konuşanlardan birisi de İsmail
Çelik İdi. Çelik de öz olarak Şubenin
işçi sınıfının çıkarlarını savunacağı
yerde her zaman en azı ile yetinmeye çalıştığını, son TİS’de de Genel
Merkez’in yanında yer aldığını belirtti. Sözleşme ertesinde Şube adına
yapılan basın açıklaması ve ardından
atılan altı işçi ile ilgili olarak da bu
Basın Açıklamasına katılmanın doğru
olmadığını, bunun bir tezgah oldu-
ğunu, buraya katılmamaları için işçileri uyarmaya çalıştıklarını savunarak
bunda başarılı olamadıklarını belirtti.
Kendilerinin hep açık oynadığını, yönetimin ise kelle avcılığı yaptığını vurguladı.
Basın açıklamasına katılan ve ardından Migros patronu tarafından işten
atılan iki tane işçi de söz alarak konuştular. Bu işçilerden Kenan Kara aynı
zamanda Genel Kurul’a delege olarak
katılmıştı.
Kenan Kara sendikanın önemine değindikten sonra kendisinden önce konuşan kişilerin gökten zembille inmediklerini, geçmişte çeşitli kademelerde
yer aldıklarını bu anlamda burada
birbirlerini suçlayan tarafların her ikisinin de yaşananlardan sorumlu olduğunu belirtti. Sendikanın işçi sınıfının
tabanından uzak olduğunu söyleyen
Kara işçilerle ilgili bir sürü yasa çıktığını, sözleşmeler imzalandığını fakat
bunların oturulup işçiye anlatılmadığını, işçilerin eğitimine gereken önemin verilmediğini vurguladı. Migros
işçisinin işyeri örgütlülüğünün olmadığını, yaşanan sorunların esas kaynağının da bu olduğunu, eğer güçlü bir
iç örgütlülük olsaydı kimsenin işçileri
satmaya cüret edemeyeceğini belirtti.
Bunun için de tabandan geliştirilecek
bir inisiyatif ve örgütlülüğün şart olduğunu söyledi. Patronların topyekün
saldırısını ancak işçilerin topyekün
direnişi ile geri püskürtmenin mümkün olduğunu vurguladı. İşçi sınıfının güçsüz olduğu bugünkü şartlarda
Sendikacıların kendi aralarında didiştiğini, koltuk sevdası ile çeşitli dalave-
reler çevirdiğini dile getirdi. Grevin basit bir iş olmadığını, bir meydan savaşı
olduğunu, bu nedenle buna iyi hazırlık
yapılması gerektiğini, patron cephesinin iyi hazırlandığını, fakat işçi cephesinin iyi hazırlanmadığını söyledi.
Şimdi Şube yönetimini eleştirenlerin
de en ufak bir karşı duruş örgütlemediklerini belirtti. Bu Olağanüstü Genel
Kurul’da tartışılan konuların bu olmaması gerektiğini, bu kurulun ilerleten
bir kurul olması gerektiğini, burada
rant sağlamak amacı ile olağanüstü
kurullar toplamak yerine, Şubenin
görevlerini yerine getirmemesinin nedenleri ile ilgili bir olağanüstü Genel
Kurulun yapılmasının daha doğru
olacağını kaydetti. Bu Kurul’dan pek
bir şey beklemediğini sözlerine ekledi. Konuşmasının sonunda Sendika
yönetimine kim seçilirse seçilsin, işçilerin örgütlülüğünü, sınıf eksenli bir
çalışmayı temel alan bir çalışmanın
yapılması gerektiğini ve bu çalışmanın
Türkiye işçi sınıfı hareketi ile birleştirilmesi gerektiğini vurguladı.
Konuşmacı olarak söz alan işten
atılanlardan diğer işçi Necdet Demir
de bir önceki konuşmacının söylediklerine benzer bir konuşma yaptı.
Demir; bu Kurul’dan geleceğe yönelik
hiç birşeyin dile getirilmediğini, karşılıklı suçlamalar yapıldığını söyledi.
Şube yönetimi ve alternatif olarak ortaya çıkanların çok somut olarak atılan altı işçi için ne yaptıklarını sordu.
Alternatif olarak ortaya çıkan arkdaşların hangi somut değişiklik önerisini
getirdiklerini açıklamaları gerektiğini,
eğer böyle birşey yoksa burda söylenenlerin boş laftan ibaret olduğunu
belirtti. Denkleştirme, performans vs.
bir sürü yasanın çıktığını, fakat bunların ne anlama geldiğinin işçilere anlatılmadığını, yasalar geçtikten sonra
yani iş işten geçtikten sonra bu yasaların ağıza alınmasının hiç bir ciddiyetinin olmadığını vurguladı.
Yapılan basın açıklamasına da değinen Demir; basın açıklaması yapmaktan daha doğal ne olabilir demek
yerine, bu bir oyundur vs. demenin
ne demek olduğunu, bunun işçilerin
en demokratik hakkı olduğunu, bunu
bile savunamayanların yönetime talip olmalarının gülünç olduğunu belirtti. İşçilerin örgütlülüğünün önemine dikkat çeken Demir, işçilerin de
yeni işçi dünyası
Sendikadan bağımsız yapabilecekleri
olduğunu ve kendilerinin de bunu
yapmadığını söyleyerek bir nevi özeleştiride bulundu. Atılan işçilerle ilgili
bir imza dahi toplamayanlar, Şube’yi
Olağanüstü Genel Kurul’a götürmek
için kısa sürede mağaza mağaza gezerek 45 tane imza toplayabildiğini söyledi. Sonuç olarak Şubeyi Olağanüstü
Genel Kurula götürenlerin tek derdinin koltuk olduğunu belirten Demir,
konuşmacılardan hiç birinin Genel
Merkezi eleştirmediğini, burada esas
suçlunun Genel Merkez olduğunu belirtti. Genel Merkez’e atılan işçilerle
ilgili birşeyler yapılsın denildiğinde,
“bizim işçimiz örgütsüz, biz bunlarla
greve çıkamadık, bunları atılan işçiler
için nasıl harekete geçireceğiz.” dendiğini belirtti. Bu Kurul’da daha fazla
işçinin olmamasını eleştiren Demir işçilere yaptığı çağrıda da birlik ve beraberliğin önemine vurgu yaptı.
Daha sonra söz alan Esat Çalışkan
idi. Çalışkan, bir zamanlar baba oğul
olduklarını söyleyenlerin şimdi düşman kesilmelerinin doğru olmadığını,
yarın öbür gün herkesin birbirinin
yüzüne bakacağını, bu nedenle herkesin aklını başına toplaması gerektiği
şeklinde bir konuşma yaptı. Ayrıca
İzmit’te TİS görüşmelerinde kendisinin de olduğunu ve Osman Gürsu’nun
sonuna kadar bu sözleşmeye karşı olduğunu, bu nedenle Osman Gürsu’nun
sözleşmeyi kabul ettiğini söyleyenlerin
doğruyu konuşmadığını söyledi.
En son söz
alan Şube Genel
Başkanı Osman
Gürsu getirilen
suçlamalara cevap verdi. Gürsu
hata yapmış olabileceğini ama
işçilere ihanet
etmediğini, işOsman Gürsu ç i le r i s at m adığını söyledi.
Olağanüstü Genel Kurul’u toplamanın esas gerekçesinin koltuk sevdası
olduğunu, eğer öyle olmasaydı, alternatif liste sunanların dertleri Migros
sözleşmesi olsaydı kendileri ile birlikte bu TİS’e karşı mücadele edeceklerini belirtti. TİS ile ilgili ise; Genel
Merkez’in tüm şubelerle yaptığı toplantıda ‘eğer bir Şube kabul etmezse
TİS imzalanmayacak’ şeklinde bir ilke
kararı aldığını, fakat daha sonra buna
uymayarak kendilerine rağmen TİS’i
imzaladığını vurguladı. Kendisinin
Genel Merkez ile bir sorunu olmadığını, Genel Merkez ile kavgalarının iki
yılda bir yapılan TİS görüşmelerinde
ortaya çıktığını söyledi. Ayrıca İzmir
toplantısında %10’u kabul etmediğini,
eğer etmiş olsaydı, çıkıp bunu burada
erkekçe söyleyebileceğini, kimseden
korkusu olmadığı vs. belirtti. Gürsu
konuşmasının devamında yönetime
talip olanların birer birer tutarsızlıklarını ve ‘kirli çamaşırlarını’ ortaya
koydu. Onların Migros sürecinde işçilerin hoşnutsuzluklarından faydalanarak Olağanüstü Genel Kurul ile
yönetime gelebileceklerini düşündüklerini söyledi. Eğer işçilerin çıkarları
gibi dertleri olsaydı yönetimdeyken
bunu yapma imkanlarının olduğunu,
fakat hiçbir şey yapmadıklarını söyledi. Gürsu konuşmasını bizzat Semih
Aycan’ın kendisinden bir alıntı yaparak bitirdi: “Menfaatlerin birleştiği
yerde şerefsizler birleşir.”
Oldukça gergin bir atmosferde gerçekleştirilen Genel Kurul’da, zaman
zaman karşılıklı küfürleşmeler ve laf
G
sataşmaları yaşanmış olsa da yine de
büyük bir olay yaşanmadan genelde
disiplinli bir biçimde bitirildi .
Konuşmaların ardından seçimlere
geçildi. Seçimlerde iki liste yarıştı.
Başında Semih Aycan’ın bulunduğu
alternatif liste 47, Osman Gürsu’nun
başkanlığındaki eski yönetimin listesi
52 oy aldı. Böylece Osman Gürsu tekrar Genel Bakanlığa seçilmiş oldu.
Olağanüstü Genel Kurul’u kendi açımızdan kısaca değerlendirecek olursak; konuşmalarda da yer yer dile getirildiği gibi, gerçekten de işçi sınıfının
çıkarlarını savunmak, işçi sınıfının
mücadelesini geliştirmek için örgütlenmeyi hedef alan bir yaklaşımdan
oldukça uzak, hiçbir şekilde işçilerin
sorunlarına çözümler üretmeyen, boş
yere zaman ve enerji kaybına neden
olan –maddi külfetinden hiç bahset-
miyoruz- gereksiz bir Genel Kurul
olmuştur. Sendika Merkezi aldığımız
duyumlara göre her iki kesimi de protesto ederek bu Genel Kurul’a katılmamıştır.
Buradan bir kez daha şu sonuç çıkıyor; işçi sınıfı kendi mücadelesini
sendika yönetimlerine havale etmek
yerine kendi eline almalı, tabandan
inisiyatif geliştirerek sendika yönetimlerini denetim altına almalı ve onları
mücadeleye zorlamalıdır. Bunun ötesinde işçi sınıfının kendi çıkarlarını
savunacak, onları ileriye taşıyacak
kendi içlerinden çıkardıkları gerçek sınıf bilinçli işçi önderlerine ihtiyacı var.
Bunun başarılamadığı yerde işçilerin
çıkarlarının patronlara peşkeş çekilmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Ocak 2006 ▲
Tuzla Deri-İş yöneticilerine karşı
patron-devlet-kontra işbirliği
ün geçmiyor ki işçilerden emekçilerden yana olanlar saldırıya uğramasın.
Patronların sömürü cennetlerinin ayakta kalması
temel amacına hizmet eden bu tür saldırılardan sadece
İstanbul - Tuzla Organize Deri Sanayiinde on gün içinde
yaşananlar her seyi gözler önüne seriyor. Türkiye’deki tüm
Organize Sanayilerinde olduğu gibi, Tuzla’da da birbirine yakın olan Deri ve Gemi havzalarında (bundan bir hafta önce
tersanede yaşanan bir iş kazasında bir işçi yaşamını yitirdi,
bir işçi ağır yaralandı) işçilerin %90’ı asgari ücretle veya onun
altında bir ücretle, sigotasız ve sendikasız ve
en ufak can ve iş güvenliğinin olmadığı koşullarda çalıştırılıyorlar.
İşçileri iliğine kadar sömüren bu amansız sömürü çete düzeninde patronların elde
ettiği ranttan devletin üst düzey etkili ve
yetkili yöneticilerine de pay verildiği için,
işçilerin hak alma mücadelesine karşı her
yerde yapıldığı gibi Tuzla’da da patron ve
patronun taşeronu faşist çeteler devletin polisi, Jandarması v.b. desteğinde işçilere saldırıyorlar.
Kasım 2005’te sendikaya üye oldukları için işten atılan ve
o yüzden Tuzla Deri-İş Sendika Şubesi önderliğinde direnen
Cevahir Deri Fabrikası işçileri defalarca fabrika patronu Seyit
Ahmet Cevahircioğlu ve taşeronu Fuat Özalp’ın çeteleri tarafından Jandarma’nın gözü önünde saldırıya uğradılar. Her
defasında saldıran çetelere en ufak bir soruşturma açılmamış
saldırıya uğrayan işçiler ve sendika yöneticileri dövülüp gözaltına alınmıştır.
18 Ocak 2006 günü bu çetelerle işbirliği yapan iki sivil polis
41 AV 185 plakalı bir otomobil ile Deri-İş Sendikası Tuzla
Şubesi’ne gelerek Sendika Şube Başkanı Hasan SONKAYA’yı
hiç bir gerekçe göstermeden zorla almak istediler. O gün
başarılı olamayan bu faşist çeteler içinde taşeron Özalp’ın
adamlarının da olduğu bir grup silahlı sopalı bu kez sendikanın Şube Sekreteri Mustafa Yiğit’in önünü çevirip dövmeye
kalktılar ve tehditler savurdular. Mustafa Yiğit aynı kişiler
tarafından iki gün sonra -21 Ocak 2006’ta- bu kez ölesiye
dövülerek hastanelik yapıldı. Kafasında 28 dikişle sağlık du-
rumu ciddiyetini koruduğu halde, Şube Başkanı H.Sonkaya
ve Cevahir Deri Fabrikasında direnişdeki 4 işçi ile birlikte
Jandarma tarafından götürülüp 24 saat gözaltında tutuldular.
Hiçbir saldırgan gözaltına alınmadığı gibi bu saldırıları protesto etmek için Cevahir Deri Fabrikası’nın önünden geçen
yolda sendika şubesinin yapmak istediği Basın Açıklaması
Tuzla Kaymakamlığı tarafından polise ve jandarmaya bir
genelge gönderilerek yasaklandı.
Devletin Kaymakamı’nın, polis ve jandarmasının patron ve
taşeron çetesine bu kadar açıktan desteği ile yapılan bütün bu
pervasız saldırılara rağmen, işçilerin ve sınıftan yana mücadeleci sendika olan Tuzla Deriİş Sendikası’nın yöneticilerinin yıldırılamaması üzerine patronlar ve devlet, bu kez de 29
Ocak 2006 günü saat 13.30 sıralarında yine
Şube Başkanı Hasan SONKAYA’yı 4 kişilik
sivil giyimli resmi faşist çete tarafından zorla
34 U 2085 plakalı Ford-Transit markalı bir
minibüse zorla bindirerek kaçırmaya çalıştılar. Bu sırada feci şekilde dövülen H.Sonkaya
kaçırılıp öldürüleceğini yüksek sesle bağırdı ve bir ara fırsatını bulup ellerinden kurtulmayı başardı. Fakat çete elemanları onu tekrar yakalayarak bir apartmanın bodrumuna soktular. Bu sırada çevredeki halkın olaydan haberdar olması
ve jandarmaya bildirmesi sayesinde H. Sonkaya son anda
kaçırılmaktan kurtuldu. Ancak çete elemanlarından biri
komutanları jandarma üstteğmeni Uğur‘a “Yakaladık komutanım!” diyerek aldığı emirleri yerine getirdiğini belirtir ve
Sonkaya’yı Jandarma’ya teslim eder. Jandarma sendika yöneticisini gözaltına alarak akşama kadar beklettikten sonra
serbest bırakır.
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi olarak genelde tüm sınıfa
yapılan ve özelde de Tuzla Deri işçilerine ve Sendika Şubesinin
Başkan ve Sekreterine yapılan devletin desteğindeki bu faşist
çete saldırılarını nefretle kınıyor, tüm okurlarımızı ve işçi ve
emekçilerden yana olan tüm kişi ve kuruluşları sınıfa yapılan
bu tür saldırılara karşı birlikte karşı durmaya çağırıyoruz.
Kahrolsun Faşizm!
Ocak 2006 ▲
9
yeni işçi dünyası
Migros işçileriyle Söyleşi
Kenan Kara, Necdet Demir
10
ÇAĞRI: Az önce konuşmalarınızı
dinledik. Her iki tarafı da eleştirdiniz.
Sizin alternatifiniz ne?
Kenan Kara: Alternatif aslında çok
somut olarak belli. Tek bir alternatif
var: İşçilerin birliği üzerinden, işyeri
örgütlenmeleri üzerinden hareketle
yükselen ve sınıf eksenli bir politikayı
sürdüren bir yönetim, bir sendikal
anlayış. Burada uzlaşmacı bir anlayış
vardır, bu uzlaşmacı anlayış kendisini
Migros Toplu İş Sözleşmesi amaç kısmında ifade ediyor. Toplusözleşmenin
amaç kısmı genel anlamda patronla
işçiler arasında uzlaşmayı sağlayacak
biçimde ifade edilmiştir. Yani burada
sendika üyelerinin hak ve taleplerini
korumayı amaçlayan, onları geliştirmeyi amaçlayan bir anlayışla yaklaşılmıyor sözleşmede. Bu uzlaşma zihniyeti öyle bir noktaya kadar geldi ki
–tabi bunda işçi sınıfı mücadelesinin
güç kaybı da söz konusudur- tamamen patronun bir departmanı gibi
çalışıyor, hareket ediyor. Bunun tek
alternatifi sınıf eksenli, emek-sermaye
çelişkisini temel alan ve işçi sınıfının
hak ve taleplerini –sadece Migros işçisinin de değil- koruyacak, geliştirecek,
onlardan öğrenecek, onlara öğretecek
bir anlayıştır, ancak böyle bir anlayış
sendikaları tekrar ayakları üstüne dikebilir.
ÇAĞRI: Bu sözleşmenin bu kadar
kötü olmasının en önemli nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz çokca da
dile getirilen örgütlenmenin yetersiz
olmasıdır, yani işçi sınıfı iyi örgütlenmemişse iyi bir sözleşme de elde edemiyor, greve de çıkamıyor. Peki neden
işçiler iyi örgütlü değiller ve işçileri örgütlemek için neler yapılmalıdır?
Kenan Kara: Tabi bu bir sürecin parçası. Türkiye’de sendikal hareket içerisinde, var olduğundan bu yana etkisini
sürdüren, Amerikan gangster sendikacılığı diye tarif edilen, diğer taraftan
emek-sermaye çelişkisini görmeden,
sadece uzlaşmayı amaçlayan, hatta bunun bir ayağının da işçi sınıfının iktidar mücadelesi olduğunu görmeyen
anlayış hakim. Sendikal bürokrasinin
sürekli olarak sendikalardaki varlığı,
işçiler delegelerini seçer, onlar da yönetimlerini seçer, sendikacılar yapar
tarzı, tabi bu kolaycılık işçiler içerisinde de var. Ama sermayenin dört
bir taraftan saldırdığı, işte okuluyla,
ailesiyle, gazeteleriyle dört bir taraftan bir işçinin beynini tarumar ettiği
bir ortamda işçinin böylesine bir kolaylığa kaçması tabi ki doğaldır. Ama
işçinin bu geri bilinci üzerinden kendi
politikalarını haklı çıkarma çabası tamamen yanlıştır. Bu zamana kadar gelinen süreçte böyle bir işleyiş oldu. Bu
işleyişin içerisinde sendika üyesi işçiler
haklarımız nelerdir demediler, bir talep koymadılar, sadece ekonomizmle
sınırlanan bir sendikal anlayış hakim
kılındı. Bunun bir taraftan bir iş, bir
ekmek, bir özgürlük mücadelesi olduğunu işçiler anlayamadı. Anlatan oldu
mu? Anlatan da olmadı.
ÇAĞRI: Peki siz neden anlatmadınız? Ya da siz ne yaptınız? Yani hep yönetimi suçladık, muhalefeti suçladık,
merkezi suçladık, peki biz ne yaptık?
Kenan Kara: Biz bir şey yapmadık
demek yanlış olur. Ama yaptıklarımızın genele yayılması olmadı. Örneğin
Migros’un yapısı çok dağınıktır.
Migros işletmeleri, mağazaları bir fabrika gibi değil, işçiler bir bütün olarak
birbirlerini göremiyorlar. Çok farklı
farklı işyerleri var. Aslında fabrikalardaki taşeron uygulamaların bir benzeri diyebiliriz: Beşiktaş’ta bir mağaza,
Avcılar’da bir mağaza, Caddebostan’da
bir mağaza vs. vs. Böyle olduğu için genele yayılmamız zor oluyor. İmkansız
değil ama sürekli ve istikrarlı bir çalışmayı gerektiyor. Şimdi biz bu konuda neler yaptık? Biz kendi arkadaş-
larımızla birlikte bir araya geldik, bir
anlamda işçilerin kendi kendisini yönetmesi, işçi demokrasisini ortaya koyabilecek anlayışla da toplusözleşmemizi tartıştık, sorunlarımızı tartıştık,
bir sonraki sözleşmenin nasıl olması
gerektiğini ortaya koyduk, bir öneri
taslağı hazırladık. 2005 1 Mayıs’ında
Migros işçisi ilk defa kendi pankartıyla katıldı, orada kendi taleplerimizi
haykırdık. Sendikadaki temsilciler
toplantısında bu sorunları tartışmaya
açtık. Ama tabi bunun daha etkin
olabilmesi gerekiyor. Başta da söylediğim gibi bu sürekli ve istikrarlı bur
mücadeleyi gerektiriyor. Bu anlamda
Migros işçisi içerisinde gerek Migros
patronuna karşı hak ve talepleri için
gerekse sendikal bürokrasiye karşı bir
ateş, bir kıvılcım başlamıştır ve bu devam edecektir.
Bize düşen en önemli noktalardan
biri bir geneli yaratabilmektir, evet
genel bir saldırı var, genel saldırıya
karşı da genel bir direnişin, birleşik
bir mücadelenin var olduğunu gösterebilmek gerekiyor. Sendikal örgütlerin, şubelerin, konfederasyonların bir
mücadele hattını oturtması gerekiyor,
ki işçi sadece kendi patronuna karşı
yaptığı mücadelede yalnız olmadığını bilebilsin. Bugün sendikalar üye
kaybediyor ama son yıllarda çok büyük bir hızla esnek çalıştırmalarla,
taşeronlaştırmalarla bölünüp parçalanan o işçi havzalarından genç işçi
kuşağının bir örgütlenme çalışması
var. Geçen yıl gördük, Çorum’da 20
bin tane tuğla işçisi b.ir örgütlenme
çalışması sürdürdü. Diyarbakır’da
Olağanüstü Hal’den sonra bir Akyıl
direnişi, bir Serna Seral direnişi oldu.
Bunlar genç işçi kuşaklarının nasıl bir
mücadele azmi içerisinde olduğunu
–“ne uğruna” dediğimiz, işçi sınıfının
ilk var olduğu dönemden bu yana var
olan “ne uğruna” sorusu şimdi yeniden
başlıyor- gösteriyor. Ama bugün sendikalar arasında bu genç işçi kuşaklarını örgütlemeye yönelik olarak işçi
havzalarında bir faaliyet yok, sürekli
olarak birbirlerinin üyelerini çalma
yarışı hakim. Bundan kurtulunması
gerekiyor. Artık Tez-Koop-İş 4 No’lu
Şubenin Migros’tan da çıkması gerekiyor, dışarıdaki işsiz kitlenin örgütlenmesi için bir şeyler yapması gerekiyor.
Eğer bunlar yapılırsa işçi sınıfının bir
bütün anlamında hareketi bir canlılık
gösterecektir çünkü genç işçi kuşağı
buna hazır.
ÇAĞRI: Peki ben şimdi genç işçi kuşağından arkadaşa sormak istiyorum.
Sence ne yapmamız gerekiyor ve neyi
yanlış yapıyoruz?
Necdet Demir: Ben Kenan gibi insanların akın akın sendikalara aktığını
ve örgütlendiğini düşünemiyorum,
özellikle Migros’a baktığımda çok fazla
düşünemiyorum. 12 Eylül’ün vurduğu
apolitikleşme sürecinden sonra insanlarda bir bananecilik, bir bencillik, bir
yalnızlaştırma var, bunun da burada
had safhasını görüyoruz. Migros’ta insanlar şöyle düşünüyorlar: biz temsilcimizi seçtik o gider yapar işimizi diyorlar, temsilciler de yine aynı şekilde,
biz yönetimi seçiyoruz, onlar bizim
adımıza yapmalı diye düşünüyorlar.
Ama bu şekilde temsiliyetler verildiği
sürece bu işin pek de yürümeyeceği
gözüküyor, çünkü herkes burada bir
koltuk sevdasına düşüyor, bir ağabeylik, ablalıktan koltuk sevdalarını devşiriyorlar birbirlerine. Buraya mağazalardan insanlar akmadığı sürece de bu
örgütlülük sağlanamaz. Mağazadaki
işçinin biraz daha örgütlenmesi gerekiyor. Tez-Koop-İş’in aslında dönüp
bir kez daha Migros’u, Migros işçisini
örgütlemesi gerekiyor.
ÇAĞRI: Sendikanız işten atılmanıza
karşı sessiz kaldı. Siz atılan işçiler olarak bir direniş başlatamazmıydınız?
Kenan Kara: Böyle bir ortamda başlatamazdık. Bu düşünüldü, ama şu an,
yönetim kurulunun ve genel merkezin bu konuda etkin olamaması durumunda, bizim direnişe geçmemiz sadece bizim atılan arkadaşlarımızın sayısının artmasını sağlardı. Bunun daha
az zararla gerçekleşebilmesi için örgütlülüğün tamamlanmış olması gerekir.
Aksi taktirde yüz tane de arkadaş çıkar,
ikiyüz tane de arkadaş çıkar, atılanların sayısı da 20, 30, 40’a çıkar, ve bu da
bizim tutmaya çalıştığımız mevzileri
kaybetmemiz anlamına gelir, ki aslında
gerek sendikal bürokrasinin gerek sermayenin istediği de tam da budur.
ÇAĞRI: Hizmet sektörü kadın işçilerin en çok sayıda bulunduğu bir
alan. Fakat burada yine erkek ağırlıklı
bir genel kurul gerçekleşti. Bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Kenan Kara: Sendikanın kadın örgütlenmesine yönelik olarak, kadın
haklarına yönelik olarak, kadının çifte
sömürüsüne yönelik olarak bir politikası yok. Şubenin de bir politikası yok.
Tabi burada kadının toplumsal yaşamdaki rolü önemli –babasının, kocasının
dizinin dibinde oturan, ses çıkarması
yasaklanan bir anlayış var. Bu anlayış
içerisinde sizin de bir politikanız olmayınca, kadını bilinçlendirmeye, bir
araya getirmeye, eğitmeye yönelik olarak, kadın sayısının bu kadar az olması
doğaldır. Ama bu görüntü sizi yanıltmasın bunun ötesinde Migros’taki kadın işçiler başka şeyleri de tartışmaya
başladılar, tartışıyorlar, örneğin gece
çalışma konusunu vb.
Ocak 2006 ▲
yeni işçi dünyası
MİGROS’TA NE YAPILMALI?
Geçen sayımızda Migros’ta ve Tez-Koop İş’te yapılması gerekenlerle ilgili “Bir Öneri” başlıklı
bir yazı yayınlamıştık. Aşağıda bu tartışma konusunda bir okurumuzdan gelen bir katkıyı
yayınlayarak tartışmayı sürdürüyoruz. — Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
M
igros mağazalar zinciri ülkelerimiz çalışanları açısından çok önemlidir.
İşçi sınıfı hareketinin durumu hiç de
istenilen bir noktada değildir. Bu gerek
nicel durumu açısından ve gerekse niteliksel durumu açısından böyledir.
Sendikalardaki toplam örgütlülük
durumu bilinmektedir. Sendikalardaki
toplam örgütlülük seviyesi bir milyon
sendika üyesinin altındadır. Aslında
bu konuda araştırma yapanlar gerçek
sayının daha da aşağılarda olduğunu
belirtmektedirler.
İşçi sınıfının diğer örgütlerindeki
örgütlülüğün oranı da bilinmektedir;
bir dizi eylem ve etkinlikte bu durumu
görmek mümkündür. Her ne kadar bir
dizi dergi ve gazete de gerçek durum
abartılmaya çalışılsa da, sermayenin
saldırıları karşısında sınıfımızın karşı
duruşu ne yazık ki çok zayıftır. Bu gerçekliğin sınıfın örgütlülük derecesiyle
alakası büyüktür.
Bu anlamda sorunu ele aldığımızda
Migros üzerine yürütülen tartışma
önem kazanmaktadır.
Hemen şunu belirtmekte yarar vardır:
Migros üzerine özellikle sendika.org
üzerinde yürütülen kimi tartışmalarla
hemfikir olmak mümkün değildir. Bu
gerek tartışmanın seviyesi, gerekse
yöntemi açısından böyledir. Aslında
Migros tartışması geneli itibarıyla
—bir iki istisnanın olduğunu burada
belirterek geçiyorum— sınıfın adına
ortaya çıkanların gerçek durumunu
ortaya koymaktadır. Bu durum sorunun esasını görmeyen, sınıfın gerçek
durumunu, bu somutta Migros işçisinin gerçek durumunu gözönüne gerçekçi bir temelde almayan bir yaklaşım
tarzıdır.
Bu tarz kendi niyet ve isteklerini işçilerin gerçek durumunun yerine koyan
bir yaklaşımdır ve sonuçta iradeci bir
yaklaşımdır. Bu tartışmanın bir kutbu
da kendiliğindenci yaklaşım karşısında diz çöken, onu değiştirme ve dönüştürme görevini önüne koymayan
teslimiyetçi, reformist bir yaklaşımdır.
Her iki taraf da sonuç itibarıyla kazanıma götürecek bir yaklaşıma sahip
değildir. Her iki yaklaşım da, Migros
işçisine doğru önderlik eden, onlara
doğru yolu gösteren, Migros işçisinin
en büyük tekellerden olan Koç grubuna karşı mücadelede kazançlı çıkabilmesinin tek yolunun öncelikle yedi
bin civarındaki Migros işçisinin kendi
arasındaki birliğinin örülmesi olduğunu görmemektedirler.
Ancak bu birlik temelinde Migros
işçisi sağlıklı kararlar alabilecek ve bu
kararlar temelinde mücadele ederek
kazanımlar elde edebilecektir.
Migros işçisinin örgütlülüğünün korunması ve geliştirilmesi, nitelikli bir
hale dönüştürülmesi her sınıf bilinçli
proleterin, proleter örgütün ve sınıf
dostlarının en temel görevleri arasındadır. Buna hizmet etmeyen her tartışma reddedilmelidir.
Bu noktada, hareket ederek Migros’ta
neler yapılması gerektiğini açımlamaya
çalışacağım.
Migros işçisi gerçek anlamda bir
örgütlülüğe sahip değildir!
Yaklaşık 7 bin civarındaki Migros
işçisi her ne kadar sarı Türk-İş
Konfederasyonuna bağlı Tez-Koop
İş Sendikasının üyesi ise de, kendi
aralarında ve sendika üzerinde bir
örgütlülüğe sahip değildir. Sendika
üyesi olan işçiler sendikalarına aidat
ödeyerek iki yılda bir yapılan Toplu İş
Sözleşmesinden (TİS) yararlanmaktadırlar.
Eğer bir örgütlülükten bahsedilecekse, bu kapsamda bir örgütlülük tabii ki vardır.
Ama tartışılması gereken bu değildir!
Migros işçisinin kendi arasındaki
birliği bilinçli, örgütlü bir birlik değildir.
Migros işçisi geleceği için neler
yapmalıdır?
Migros işçisi gerek çalışma koşullarını
iyileştirme, mağazalardaki hizmet sırasında yöneticilerinin keyfi tavırlarına karşı durarak onu geriletme, keyfi
işten atmalara karşı ortak hareket ederek bunu engelleme durumunda değildirler. Bunun için her Migros mağazasında bir işyeri komitesinin kurulması
gereklidir. Her mağaza dağınıklığı
ortadan kaldırmak, birlikte hareket
etmek için mağazanın büyüklüğünü
temel alarak kendi aralarında seçeceği
bir komiteyi yaratmalıdır.
İşçiler TİS dönemlerinde hazırlıkları
birlikte yapma, talepler üzerine ortak
tartışma ve taslağa son şeklini vererek
bu taslağın Migros patronuna kabul
ettirilmesi için ortak davranma durumunda değildirler.
Migros işçisi TİS dönemlerinde sendikasının bazı yöneticilerinin de içerisinde olduğu merkezi bir TİS komisyonuna sahip değildir.
En iyi halde bazı şube başkanlarının
ve TİS daire başkanının içerisinde olduğu birkaç büyük mağazanın temsilcilerinin olduğu bir komisyon bizim istediğimiz bir komisyon değildir. Bizim
istediğimiz komisyon tüm Migros mağazalarından en az bir işçinin içerisinde yeraldığı ve birlikte karar verdiği
bir komisyondur. Böyle bir komisyon
yaratılmalıdır. Böyle bir komisyonun
bir anda görüşmelere katılmayacağı
açıktır. Ama bu komisyon yine kendi
arasında bir yürütme seçerek görüşmelere kimlerin katılacağını belirleyebilir. Seçilen yürütme bu komisyonun
saptamaları dışında herhangi bir tavır
belirleme hakkına sahip olmamalıdır.
İşçiler TİS görüşmelerinin tıkandığı
bir süreçte merkezi TİS Komisyonunu
Grev ve Mücadele Komitesine dönüştürerek Migros işçisini greve hazırlama
durumunda değildirler.
Migros işçilerinin birlikteliğinin
örülmesi için kendi aralarında oluşturdukları bir ortak görüşme ağları
yoktur.
İnternet ortamının rahatlıkla kullanılabileceği günümüzde böylesi bir
olanaktan yararlanmamak, bunun
zorunlu bir iletişim ağı olduğunu kavramamak kabul edilecek bir durum
değildir.
Migros patronunun değişik mağazalarda uyguladığı çalışma yöntemlerinin neler olduğu, buna, bunlara karşı
ortak duruşun ne olması gerektiğini
birlikte belirleyip hareket etmenin
araçlarından birisi bu ortak ağ olmalıdır.
Migros işçisi ya sendikalarının katkısıyla, yada onların bunu gerekli görmedikleri koşullarda yılda en az iki
defa ülke çapında bir buluşma düzenlemelidirler.
Bu buluşmaya isteyen her işçi katılabilmeli ve bu buluşmada ortak sorunlar tartışılıp, birlikte hareket etmenin
zemini yaratılmalıdır.
Bu buluşmalarda bir taraftan ortak
deneyimler aktarılmalı ve birbirinden
öğrenmeye çalışılmalıdır.
Diğer taraftan bu sektördeki gelişmelerin nereye doğru geliştiğini, ortaya çıkabilecek sektörel sorunlarda
hazırlıksız yakalanmamak için konu
hakkında araştırmacı/ların katılacağı
ve sunum yapacağı programlar hazırlanmalıdır.
Bu sektördeki gelişmelerle ilgili olarak uluslararası alandaki deneyimlerin
edinilmesi için uluslararası alandan
konuklar davet edilmeli ve ortak buluşma çok yönlü bir hazırlıkla zengin-
11
yeni işçi dünyası
leştirilmelidir.
Bu çalışmayı kimler yapmalıdır?
Bu çalışmayı en başından işçilerin
üyesi olduğu sendika yapmalıdır!
Fakat yıllardır bu tekelde örgütlü
olan Tez-Koop İş Sendikası bir çok
olumlu öneriye rağmen, “Bunu yaparsan ve bu ortaya çıkarsa Koç işimizi
bitirir” benzeri tavırlarla bu çalışmayı
yapmamışdır.
Tez-Koop İş içerisinde sınıfın ileri
unsuru olarak kendilerini görenlerin
–ki bunların bir bölümü Migros tartışmalarında ‘mücadele yanlısı’ olarak
ortaya çıktılar- sunduğu perspektif de
yukarıda ortaya koyduğumuz perspektifin dışında subjektif bir dizi talebin
ötesine geçememiştir. Bu arkadaşlar da
yıllardır bu sendikanın değişik mekanizmaları içerisinde olmalarına rağmen– bu yönde bir çalışmayı örgütlememişlerdir, örgütleyememişlerdir.
Bunun değişik nedenleri olsa da sonuç
Migros işçisinin esas olarak dağınık
durması durumu ortadan kaldırılamamıştır.
Sonuçta sendika içerisindeki iki kutup da bu noktada söylemin dışında
birbirinden farklı bir çalışma içerisinde olamamıştır.
Peki o zaman ne yapılacaktır?
Migros işçisinin kendi içerisindeki
ileri, dürüst, geleceğe dönük mücadeleden yana olanların bu işi kendi aralarında örgütlemesi gerekir.
Migros işçisi bu konuda sendika yönetimini ve şube yöneticilerini zorlamalıdır. Bu perspektif doğrultusunda
iş yapmalarını talep etmelidir.
Bunun yapılmadığı yerde ve kendilerinin yetemediği yerde biz onlara
elimizde bulunan bütün olanaklarla
yardımcı olacağız.
Yukarıda ortaya koyduğumuz bakış
açısı ülkemiz işçi hareketinin yabancısı olduğu bir bakış açısıdır, fakat
doğru bir bakış açısıdır.
Bu perspektif, Migros tekeli somutunda “sınıfa karşı sınıf” tavrının pratikteki anlamıdır.
Bu önerimize burun kıvırmamak, tersine gerekeni yapmak ancak Migros işçisinin mücadelesini ileriye taşıyabilir.
Biz Migros işçilerini yalnız bırakmayacağız! Onların mücadelesi bizim
mücadelemizdir. Onların yanında olmak, eksiklikleri birlikte aşmak, onlarla birlikte mücadele etmek ve kazanımlarına yeni kazanımlar ekleyerek
geleceğin özgür toplumunu yaratmak
için sonuna dek savaşacağız!
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya da hiç birimiz!
Bir Yeni Dünya İçin Çağrı okuru
12
5 Ocak 2005 ▲
13
DİSK üzerine yürütülen
kimi tartışmalar…
Şubat 1967’de kurulan
Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (DİSK)
ortaya çıktığında uluslararası koşullar,
güç dengeleri bugün ile karşılaştırılamayacak kadar farklı idi.
DİSK’in kurulduğu ortam…
DİSK’in kurulduğu günlerde dünya
çapında, dünyanın bir çok ülkesinde
devrimci bir yükseliş vardı.
O günlerde emperyalist sisteme karşı
oldukça güçlü bir işçi hareketi vardı.
Ülkemizde de DİSK’in kurulduğu
günlerde, işçi sınıfı hareketi, giderek
siyasallaşmaya da başlamıştı.
1946’larda Amerikancı sendika modeli temelinde geliştirilen ve Türk-İş
şahsında somutlanan sarı sendikacılığın kapsama alanı daralmaya başlamıştı. İşçilerin küçümsenmeyecek bir
bölümü Türk-İş’in sarı sendikacı tavrından hoşnut değildi.
İşçi hareketinin büyümesiyle birlikte
fabrika işgalleri, grevler ve direnişlerin
sayısında artmalar oldu. Türk-İş bu gelişmelere ya seyirci kalıyor ya da ihanet
çizgisinde hareket ediyordu.
O dönem Türk-İş içerisinde yer alan
bazı sendika önderleri ve sendika yönetimleri bu tutumu eleştirmeye başlamışlardı. Aynı zamanda bazı işçi eylemlerinin Türk-İş yönetimine rağmen
desteklenmesi kararını almışlardı.
Türk-İş’in sınıf hareketindeki bu aktif
tepkiye karşı cevabı, bu kesimin sendikalardan ve konfederasyondan tasfiyesine girişmek oldu.
Bu gelişmeler karşısında Türk-İş’e
bağlı bazı sendikalar bir araya gelerek
1967’de DİSK’i kurdular.
DİSK’in kuruluş bildirgesinde “emperyalizme ve kapitalizme” karşı savaşma, “Türkiye’nin bağımsızlığı”,
“kapitalist olmayan yoldan kalkınma”,
“planlı devletçilik” gibi tespitler yer almaktaydı.
Dünyanın üçte birinin kapitalizmden koparılmış olduğu ve dünyanın
bir dizi ülkesinde ulusal ve sosyal
kurtuluş mücadelelerinin silahlı bir
şekilde yürüdüğü koşullarda herhalde
daha geri düzeyde bir perspektifle bir
yeni sendika konfederasyonu kurulamaz, kurulsa da gelişemezdi.
Ortam öyle bir ortamdı ki , emperyalist işgal siyasetleri Vietnam’da, Laos’ta,
Kamboçya’da halkların silahlı direnişleri karşısında iflas ediyor, Çin’de
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin
etkileri batı dünyasında özellikle gençlik hareketlerini tetikliyor, gençlik hareketleri ve işçi hareketleri birleşiyor,
devrimci dönüşüm isteği ve eylemler
emperyalist metropolleri de sarmaya
ve sarsmaya başlıyordu.
İşte bu genel politik ortamda gelişen
ve Türkiye işçi ve emekçi hareketinin
kendi içerisinde çıkardığı demokrat,
devrimci ve komünist örgütlenmelerin desteğiyle her geçen gün gelişen ve
büyüyen DİSK 1970’lerin ortalarında
300 bin, 500 bin insanın katılımıyla
İstanbul’da mitingler düzenliyordu.
DİSK’in üye sayısı bugünkü DİSK’in
üye sayısının çok üzerindeydi.
12 Eylül 1980 ve DİSK…
1970’lerin sonlarına doğru devrimci
ve komünist muhalefetin büyümesiyle
hakim sınıflar iktidarlarını kaybetme
korku ve telaşına düştüler. Sermayenin
parlamenter maskeli faşizm ile iktidarlarını sürdürmesi tehlikeye düştüğünde açık askeri faşist diktatörlük
şeklinde çok daha barbar, kanlı bir
yönetimi işbaşına getirdiler. Her türlü
hukuksuzluğun ifadesi olan ve kullanılan kimi demokratik kırıntıların da
şiddetle ortadan kaldırıldığı bu askeri
darbe sonucu işçi hareketine de şiddetle saldırıldı.
Emperyalist devletlerin (kimi açık
(ABD) kimi dolaylı (şimdi AB içinde
başı çeken güçler) desteklediği bu faşist darbe sonucunda işçi örgütleri yasaklandığı gibi, reformist bir temelde
de olsa, sermayeye karşı belli bir tavır
koyan DİSK kapatıldı.
1980-1992 arasında bir dizi kadrosu
yurtdışına kaçmak zorunda kalan,
önemli bir kadrosu zindanlarda işkencelerden geçirilen DİSK 1992’de aklandığında sıfır üye ve neredeyse sıfır
kadroya sahip bir işçi konfederasyonu
durumuna geldi.
1992-2005 yılları arasında yapılan
çalışmalarda şimdi kağıt üzerinde
300-350 bin üyeli, gerçek anlamda ise
70-100 bin üyeli bir konfederasyon durumunda ve son günlerde bir dizi tartışmalarla kamuoyunun dikkatlerini
üzerine çekmeye başladı.
Neler oldu da DİSK yeniden bu
kadar tartışma konusu oldu?
İlk önce 2005 1 Mayıs’ında “İşimi seviyorum”, “Fabrikamı seviyorum”,
“Barışı seviyorum”, “Ülkemi seviyorum”, “Makinamı seviyorum” şeklindeki yeni buluş şiarlarla değişik
kesimlerin hem beğenisini ve hem de
eleştirisini aldı.
Emekten yana olan kesim “Bu ne
biçim iş?!”, “DİSK nereye gidiyor?”,
“DİSK rotayı şaşırdı” vb. tavırlar koyarken, sermaye kesimi, “DİSK değişiyor”
diyerek kendileri açısından olumlu gelişmeler keşfediyorlardı.
12 Eylül darbesinin yıldönümünde,
“ne unuturuz, ne affederiz” afişleri
çıkartıldı ve bir dizi alana dağıtıldı.
Büyük bir miting düzenlendi. Aynı
zamanda cuntacılar hakkında mahkemelere başvuruldu... Öyle ya İspanya,
Yunanistan veArjantin’deki gibi yargılanmaları gerekiyordu... Gerekli adımlar atıldı atılmasına ama mitinge bir
kaç gün kala DİSK yönetimi adına eylemden çekildikleri açıklaması geldi.
Yine değişik kesimlerden tepkiler geldi.
Emekten yana olanlar “nasıl olur
bu?”, “DİSK bunu yapamaz, bu eylemin sabote edilmesidir” dediler
ve DİSK katılmadan eylem yaptılar.
Sermayenin kalemşörleri “bu karar
çok yerinde” şeklinde DİSK’in yanlış
tavrını alkışladılar.
Bu da yetmedi 14-16 Ekim Bolu ve
10 Aralık 2005 İstanbul toplantılarında DİSK’in düzenlediği “sol parti”
kurma/kurdurma toplantıları geldi. Bu
konuda da yer yer tüm solun içerisinde
yer aldığı, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak bir sol partiye ihtiyaç olduğu
mesajları verildi. Yer yer ise sosyaldemokrasi eksenli bir sol partiye ihtiyaç
yeni işçi dünyası
S
14
Sağlık sistemindeki sorunlar,
kapitalist sistemin sorunlarıdır!
on yıllarda sermayenin hükümetleri bir dizi yasa çıkarmaktadırlar.
Bu yasalar genel itibarıyla emperyalist dünyanın uyguladığı yeni liberal
politikaların bir sonucudur.
Çıkarılan yasalar elbette sermayenin
ihtiyaçlarına uygun bir şekilde çıkarılmaktadır.
Biz bu yasaların işçi sınıfı ve emekçi
yığınların çıkarlarını korur bir nitelikte çıkarılacağını beklemedik, beklemiyoruz.
Son dönemde yeni liberal politikaları daha aktif bir şekilde uygulama
kararında olan sermayenin AKP hükümeti, Sosyal Güvenlik Kurumu
(SGK) Kanun Tasarısını 2006 Ocak
ayı sonuna kadar, Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanun
Tasarısını da Şubat 2006’da TBMM’de
kabul ederek çıkartmak istiyor.
Hükümet’in bu konuda 19. StandBy anlaşmasına ilişkin IMF’e verdiği
Niyet Mektubu, IMF İcra Direktörleri
Kurulunun 9 Aralık 2005 tarihinde
onaylandı.
Hükümetin bu konulardaki girişimleri yasalaşırsa, güven(siz)lik ve sağlıksızlık sigortacılığı hakim olacaktır.
Sosyal Güvenlik ve Sağlık paralı hale
gelecektir. İlaçları artık pratisyen hekimler yazamayacak, yalnızca uzman
doktorlar yazabilecekler ve bunların
kapılarında kuyruklar başlayacak.
Bugüne kadar devlet ve sigorta hastanelerinde yer yer gizli alınan “bıçak
parası” şeklindeki rüşvetler “hizmet
satın alma” adı altında gönderileceğimiz özel hastaneler tarafından açıktan
alınacak. Ki şimdi başlatılan uygulamalar bu iddiamızı doğrulamaktadır.
Emeklilik yaşı 2016’dan itibaren 68
yaşına çıkarılacak. Bu herkesin en az
50 yıl durmadan çalışması demektir.
Tam aylıkla prim ödeme gün sayısı 7
bin günden 9 bin güne çıkarılacaktır.
Esnek çalışmanın değişik biçimlerinin bu hükümet tarafından çıkarılan
İş Yasasında ortaya konulduğu şekliyle
bu kadar prim gün sayısını bulmak
imkansız gibi görünmektedir.
Bugün emeklilik maaşı için aylık kazancın tamamı göz önüne alınırken,
2016 yılından sonra ilk defa çalışacak
olanlar için yüzde 50’si dikkate alınacaktır. Bu emekli maaşlarının düşmesi
anlamına gelecektir. Bugün 543 YTL
maaş alan birisi 2007’den sonra büyük
ihtimalle 305, 2016’dan sonra 244 YTL
emekli maaşı alabilecektir. Emekli maaşları yüzde 33 oranında düşürülecek.
Alınacak her ilaç için yüzde 10-20
arası katkı payı ödenecek. Ayakta muayenelerde 2 YTL her hasta cebinden
ödeyecek. Yapılacak kan vb. tahlillerin
ücretinin bir bölümünün hasta tarafından ödenmesi gündeme getirilecek.
Ki bu son dönemde özel hastanelerde
yürürlüğe konmuş durumdadır.
SSK’larda Teftiş Kurulu kaldırılmaktadır. Geçmişte “neşter operasyonu”,
“beyaz güvenlik” gibi operasyonlara
maruz kalan SSK’da nelerin dönebileceği tahmin edilebilir.
Zaten “özerklik” denen bir şey ortadan kalkmamıştır, hükümetlerin
atadığı yönetici sayısı seçilenlerden
fazladır.
Alternatif var
Sosyalizmde sağlık sorunu diye bir sorun yoktur!
17 Ekim 1917 Ekim Sosyalist Devrimi
ile birlikte başlayan süreçte herkese eşit
ve parasız sağlık hakkı sağlanmıştır.
Sosyalist sistemde sömürü sona erdirildiği içindir ki, sağlık üzerinde rant elde
etme olanağı ortadan kaldırılmıştır.
Sosyalist sistemde üretim araçlarının
hepsi halkın hizmetine verilmiştir.
Halkın sağlığı için gerekli olan araç
ve gereçler de devlet tarafından temin
edilmiştir. Ne kadar araç ve gerece ihtiyaç olduğu bizzat halkın temsilcileri
tarafından belirlenmiştir.
Sosyalist devlet, sömürüye karşı olan
çalışanların devleti olarak, sosyalist
devletin çatısı altında yaşayan insanların muayene ve tedavileri için gerekli olan doktor ve hastane ihtiyacını
tespit edip gerekli önlemleri almak ve
ihtiyaçları yerine getirmekle mükellef
olmuştur.
Sosyalist devlette hastabakıcı, doktor
ve hastane eksikliği, yokluğu sorunu
yaşanmamıştır, yaşanmayacaktır!
Öyleyse “Herkese Sağlık, Güvenli
Gelecek Hakkı” doğru şiarı ancak sosyalizm koşullarında gerçekleşebilir bir
taleptir.
Yukarıda ortaya koyduğumuz fikirler çerçevesinde hareket edildiğinde, bugün için şu talepler öne sürülebilir:
* Sosyal Güvenlik Kurumları özerkleştirilmelidir.
Bu, bu güvenlik kurumlarının üyelerinin seçtiği kişiler tarafından
yönetilmesi anlamına gelir.
Bu talep burjuva devletin, bu kurumların açıklarını karşılaması,
teknik ve teknolojik yenilikler için bütçeden pay ayırması, devletin
öğretim kurumlarında yeteri kadar sağlıkçı personelin eğitimi yükümlülüklerini içerir.
* Herkesin primleri devlet ve patronlar tarafından ödenmesi koşuluyla sigortalanması.
* İşyerleri denetimlerinin sigorta müfettişleri tarafından yapılması.
* İş ve işçi bulma işinin yalnızca ilgili sigorta tarafından yerine getirilmesi.
* Sigorta alacaklarının, patronların ödeme sorunları yaşadıkları
durumlarda öncelikli konumda olması.
* Kayıt dışına ağır cezaların verilmesi.
* Çalışma saatlerinin tam ücret karşılığında kısaltılarak daha fazla
kişinin çalışma olanağına kavuşturulması
* Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin sağlık güvencesi kapsamında olması.
* Herkes için parasız sağlık hakkı!
* Tüm yaşlıların eğitilmiş personel tarafından hizmet göreceği ücretsiz yaşlılık evlerinin inşa edilerek kullanılabilir duruma getirilmesi!
Bugün ne yapılmalı?
“Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek
Hakkı” talebini bugünden ileri sürmek doğrudur; ama bu talebin kapitalist bir ülkede, burjuva devlet sistemi
içerisinde kalarak çözüleceği hayallerini yaymak yanlıştır, reformizmdir ve
işçi-emekçi yığınlarını yanlış eğitmeye
hizmet etmektedir. Bu talep sosyalizm
talebi ile birleştirilmediği, ona bağlı
kılınmadığı sürece sınıfı gerçekte silahsızlandırır, reformizmin kuyruğuna takar.
Doğrusu, bu talebi öne sürerek mücadele etmek, elde edilebilecek en fazla
hakkı elde etmek ve ama burada durmadan bu şiarın gerçekleşebilmesi için
burjuva devletin devrimle yıkılması,
yerine sosyalizmin kurulması gerektiğini işçi ve emekçilere anlatmaktır.
Bu yapıldığında insanlarımız ham
hayallerle kandırılmazlar ve doğru
hedefe doğru adımlarla ilerlerler.
Proletaryanın bilincini karartmaya
hizmet edecek hiçbir çalışma biçimi
savunulacak bir mücadele tarzı olmamalıdır.
Biz proletaryanın bilincinin bulandırılmasına ve bağımsız bir şekilde
kendi iktidar hedefine yürümesi mücadelesinin saptırılmasına karşı mücadele ederiz.
Burjuva devlet mekanizması kurulu
kaldığı sürece, hükümete kim gelirse
gelsin, emperyalist dünyanın bir parçası olan bu devletin, sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi
kaçınılmazdır.
***
Biz sınıfın sorunlarının, sınıfı işletme hücreleri temelinde örgütleyecek
olan proletarya partisinin önderliğinde
sermaye iktidarının yıkılması ve sömürüye son verilmesiyle çözüleceğini
düşünüyoruz. Gerçek çözüm budur!
Görev bu mücadeleye sarılmaktır.
GÖREV, KAPİTALİST SİSTEMİ
ORTADAN KALDIRMAKTIR!
BU GÖREV İÇİN MÜCADELEYE!
GÖREV BOLŞEVIK SAFLARDA
ÖRGÜTLENMEKTIR!
YA BARBARLIK, YA SOSYALIZM!
Ocak 2006 ▲
yeni işçi dünyası
“Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform”
başlıklı sempozyum hakkında
B
irleşik Metal İş Sendikası bünyesinde üç aylık yayınlanan
“Çalışma ve Toplum” dergisi tarafından 28 Ocak’ta İstanbul Armada
Otel ’ de bir sempoz y u m düzenlendi. Sempozyuma Sosyal Güvenlik
Reformu’nu değişik yönleriyle irdelemek amacıyla çok sayıda konunun uzmanı davet edilmişti.
Açılış konuşmasını yapan Birleşik
Metal İş Sendikası Genel Başkanı
Adnan Serdaroğlu reform taslağının
IMF’in talepleri doğrultusunda hazırlandığını savundu. Serdaroğlu “Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
Yasa Tasarısının, toplumun mevcut
sosyal güvenlik ve sağlık haklarını
tehdit eden, kazanılmış hakları ortadan kaldıran, sağlık ve sosyal güvenlik
kurumlarını ticari işletmelere dönüştüren bir tasarı” olduğunu savundu.
Yeni kanunla emekli maaşlarının düşürülmek istendiğini, sigortalıların
prim yüklerinin artırılmak istendiğini, sağlığın özelleştirmelerle piyasa
malı haline getirilmek istendiğini ve
bunların da reform olarak yapılmaya
çalışıldığını söyledi.
Toplantıya katılmayan DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi reform taslağını eleştiren bir mesaj göndermekle
yetindi.
Öğleden önceki oturumun başkanlığını yapan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi
Başkanı Coşkun Erbaş konuşmasında
şu görüşleri dile getirdi: Sosyal güvenlik insanlığın ebedi özlemi olmuştur.
Refah toplumu ve sosyal devlet insancıl düşüncelerin ürünüdür. Yüzyılımız
sosyal güvenlik çağıdır. Yarınlarından
emin güven içinde bireyler, özellikle 2.
dünya savaşından sonra mümkün olmuştur. Sosyal güvenlik hakkı temel
insan haklarından biridir. T.C anayasasının 2. maddesinde T.C.’nin bir sosyal hukuk devleti olduğu tanımlaması
yapılmıştır.
Öğleden önceki oturumda Yrd.
Doç. Dr. Levent Akın ile Marmara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Doç.
Dr. Nurşen Cariklioğlu yaptıkları konuşmalarda, tasarının Genel Sağlık
Sigortası ve Kaza Sigortası bölümlerini
irdelediler.
Öğleden sonraki oturumda Marmara
Üniversitesi İ.İ.B.F. bölümünden Prof.
Dr. Ali Rıza Okur yasanın “malullük
durumu, yaşlılık sigortası ve ölüm si-
gortası bölümlerini” irdeledi. Ankara
TTB’den katılan konuşmacı Dr. Tufan
Kağan hazırladığı sinevizyon sunumu
eşliğinde yaptığı konuşmasında çok
anlaşılır bir dille “Sağlık nasıl bir hizmet?” konusunu ele aldı. Kağan tüm
sigortalarda finansmanın en temel sorun olduğunu, sosyal sigortalar harcamalarının devlet bütçesinde önemli bir
yerinin olduğunu, bunun da özel sektörün iştahını kabarttığını savundu.
Kağan devamla, sosyal sigortanın gelişmiş bir ekonomi gerektirdiğini, bu
alanda reformun yeni olmadığını, daha
önceki hükümetlerin de girişimlerinin
olduğunu, ancak andaki hükümetin
bu konuda en kararlısı olduğunu söyledi. Kağan basit bir hesapla gelirlerin
giderlere eşit olması gerektiğini, bu nedenle giderlerin karşılanabilmesi için
en ucuz hizmeti kim veriyorsa ondan
hizmet alınacağını, ancak olması gerekenin altına inen maliyetten şüphe duyulması gerektiğini sözlerine ekledi.
Sempozyumun sonlarında konuşma
yapan, Almanya’dan konuk olarak gelen
Avrupa Metal Sendikaları Federasyonu
(EMF) Genel Sekreteri Peter Scherrer
Almanya ve genel olarak AB’de sosyal
güvenlik sistemlerinde yaşanılan sorunları dillendirdi. Scherrer, genel olarak “buradaki ulusal sosyal güvenlik
sistemi ve oradaki Avrupa sosyal güvenlik sistemi” diye konuşulduğunu,
ancak bir Avrupa sosyal güvenlik sisteminin olmadığını, birçok farklı sistemin yan yana var olduğunu söyledi.
Scherrer ayrıca sadece Almanya’da
değil, bilakis tüm Avrupa ülkelerinde
60’lı, 70’li yıllarda sağlık hizmetlerinin tamamının karşılandığını, şimdi
ise birçok durumda ödeme yapılmak
zorunda olunduğunu, bunun yüksek
gelirliler için sorun olmadığını ancak
dar gelirliler için önemli bir sorun olduğunu söyledi. Emeklilik sigortasına
da değinen Scherrer, emeklilik ücretlerinin düşük olması nedeniyle hükümetlerin “gençliğinizde geleceğinizi
düşünün ve önlemini alın” uyarısını
yaptıklarını sözlerine ekledi. Scherrer
bu konuda Avrupa ülkelerinde objektif bir sorun olarak demografik bir
sorunun da yaşandığına dikkat çekti:
Bir bütün olarak nüfus çok yavaş artarken yaşlı nüfus hızla artıyor, bu ise
ödeyenlerin azalmasını ve faydalananların artmasını beraberinde getiriyor.
Konuşmasının devamında Scherrer şu
görüşleri savundu: 5 yıl öncesine kadar
AB’de Lizbon stratejisi kabul edildi,
buna göre en kısa zamanda AB dünyanın en rekabetçi bloku haline getirilecekti; bir sürü önlemin içinde Sosyal
Güvenlik Sistemlerinin maliyetinin
düşürülmesi de vardı ve son dönemde
görüldü ki bütün yük işçilere ve emekçilere yüklendi. Sendikalar açısından
sorun şu: yük adil bir şekilde paylaştırılmalı, sağlık alanında bir tekelleşme
var, öyleyse sağlık için bunlardan pay
alınmalı. Sendikalar sosyal dayanışma
sistemini savunmalıdırlar: elinde fazla
olanlar az olanlara yardım etmeli, sendikalar bu toplumsal dayanışmayı geliştirmek için çaba sarfetmeliler.
Ma r ma ra Ün iversitesi Hu k u k
Fakültesi’nden Prof. Dr. Ali Güzel de
sosyal güvenlik sistemlerinin dünyada büyük sorunlar yaşadığına ve en
önemli sorunun finansman olduğuna
dikkat çekti. Güzel Türkiye’de getirilmek istenen sistemin AB’den ayrı olduğunu, iç tutarlılığının olmadığını,
bilimsellikten uzak olduğunu vb. savundu.
En son kürsüye DİSK Genel Sekreteri
Musa Çam çıktı. Çam yaptığı konuşmada yasayı sert biçimde eleştirerek
buna karşı alanlara çıkarak mücadelelerini yükselteceklerini, 11 Şubat’ta
mezarda emekliliğe karşı, yoksulluğa
karşı, sosyal güvenlik için düzenledikleri Kocaeli mitinginde bu yasayı
da protesto edeceklerini söyledi. Çam,
önümüzdeki dönemde hem eğitimin,
hem de sağlığın çökeceğini, yapılmak
istenenin bir reform değil bir tuzak olduğunu, 25 milyarlık bir pastanın paylaştırılmak istendiğini savunarak, bu
hükümetin, bu iktidarın sağlığa zararlı
olduğu sözleriyle konuşmasını bitirdi.
Sonuç: Gündemde olan ve milyonlarca işçiyi ve emekçiyi yakından ilgilendiren bir yasanın etraflıca uzmanları tarafından ele alınması çok faydalı
olmuştur, bunun için “Çalışma ve
Toplum” dergisini büyük çabasından
dolayı kutlamak gerekir. Toplantıya
katılımın yüksek oluşu da (200) konuya ilginin yoğun olduğunu gösterdi.
Ancak hem konuşmaların yer yer sadece teknik ayrıntılara takılıp kalması,
TTB’den katılan Dr. Tufan Kağan’ın
sunumunu dışta tutarsak kapitalist sistemin sömürü mekanizmasını eleştiren ve sorgulayan bir bakışın yokluğu
ve kullanılan dilin çok akademik ve
zor anlaşılabilir olması ve tartışma bölümünün olmaması eleştirilecek bazı
noktaları oluşturuyor.
Ocak 2006 ▲
15
yeni işçi dünyası
S
16
SENDİKALAR VE DEMOKRASİ
endikalar her ülkede demokrasiye, demokratik haklara en fazla
ihtiyaç duyan, faaliyetlerini yerine getirmek için bir ülkenin demokratikleşmesine en fazla gereksinim duyan örgütler arasındadır. Sendikalar,
en kısa ve özlü deyimle işçi sınıfının
en geniş kitlelerinin çıkarlarını korumak, haklarını uygulatmak, amaçlarını gerçekleştirmek hedefine sahip
olan kitle örgütleridirler. Bu işlevlerini
yerine getirmek, amaçlarına gerçekten ulaşabilmek için o ülkede toplantı,
gösteri, basın hürriyetinin, örgütlenme
ve grev haklarının, kadın haklarının,
çok uluslu ülkelerde ulusal hakların en
geniş bir biçimde kabul edilmesi sendikaların ve onların içinde örgütlenen
geniş işçi kitlelerinin mutlak ihtiyaç
duyduğu haklardır.
Bu yöndeki hakların verili siyasi sistemde ne ölçüde benimsendiğinin en
temel kıstaslarından birisi ise, sendikalara ve örgütlediği kitleye yönelik
özel hakların ne ölçüde geniş tanınıp
tanınmadığı, sendikaların iç işlevlerine
siyasi kurumların müdahale etmelerinin ne ölçüde kısıtlanıp kısıtlanmadığıdır. Eğer Türkiye’de olduğu gibi,
işçilerin önemli bir kesimine sendikalarda örgütlenme ya da grev yapma
yasakları getiriliyorsa, lafta grev hakkı
tanınırken genel grev, hak grevi, dayanışma grevi vb. gibi grev biçimleri kanunla yasaklanıyorsa ya da 2 milyona
yakın kamu çalışanına sendika hakkı
tanınırken, bu hakkın mantıki sonucu
ve doğal parçası olan grev hakkı, toplu
sözleşme hakkı tanınmıyorsa; grev
hakkı tanınan şartlarda bile grevin
başarısız olabilmesi için greve çıkan
işçilere ve sendikaya sayısız sınırlamalar ve yükümlülükler getiriliyorsa,
sendikal örgütlenme hakkının önüne
işkolu ve işyeri barajları çıkartılıyorsa;
sendikaların kendi iç organlarının ve
iç işlevlerinin nasıl oluşturulacağına
siyasi irade en geniş bir biçimde müdahale edip sınırlamalar getiriyorsa…
vb. vb. o ülkede gerçekte yürürlükte
olan rejimin niteliği sorgulanmak zorundadır
Yeni “Sendikalar Yasası” tartışmalarının önemi bu bakımdan Türkiye’deki
siyasi sistemin yanlızca sendikalara yönelik yaklaşımını değil, aslında onun
bir bütün olarak demokratik haklara
ve demokrasiye yönelik olan yaklaşımını göstermektedir. Şimdiye kadarkinde olduğu gibi, karar altına alınıp yürürlüğe sokulmak istenen yeni
“Sendikalar Kanunu”nun da özünü
belirleyen, sendikaların hak ve yetkilerini mümkün olduğunca kısıtlayan,
devlet organlarının sendikaların işlevlerine ve faaliyetlerine doğrudan müdahale eden ve denetimini mümkün
olduğunca geniş tutan bir anlayışa ve
amaca sahip olmasıdır. Örneğin sendikaların genel kurullarını kaç yılda
bir yapmak zorunda oldukları, ne gibi
yönetici organları, kaç kişi ile seçecekleri, sendika şubelerinin nasıl oluşturulacakları ve haklarının neler olacağı
(daha doğrusu olmayacağı!), ne tür
sendikal üst birliklerin oluşturulup
oluşturulmayacağı, sendikaların kendilerini mali, idari açıdan nasıl denetleyeceği, üye kayıt ve bildirimlerinin
nasıl yapılacağı, üyelerden ne kadar
aidat alınacağı… vb. vd. kanunla belirlenmeye devam edilmek istenmektedir.
Şimdiye kadar yürürlükte olan
“Sendikalar Kanunu”na temel oluşturan hakları sınırlama ve yok sayma
anlayışı, sendikaları ve üyesi işçileri
güdülecek koyun görme yaklaşımı
yeni “Sendikalar Kanunu Taslağı”nda
da öz olarak devam ettirilmek istenmektedir.
Siyasal rejimin ve onun sorumlularının işçi ve sendika haklarına yönelik
antidemokratik yaklaşımlarını devam
ettirme amaçlarının objektif nedenleri
vardır: Siyasi rejim bütünüyle işçilere
karşı sermayenin çıkarlarını korumak
ve kollamak ve daha da genişletmek
için kurulmuştur. Devlet ve hükümet
organları bu işlev ve faaliyetlerinin
yeni engellerle sınırlanmaksızın devam ettirilmesini amaçlamaktadır.
Bu nedenle işçi ve sendikal hakların
mümkün olduğunca yasaklanması ve
varolanların sınırlandırılması, patronların ve onların ortak anonim şirketi
devlet kurumlarının hak ve yetkilerinin mümkün olduğunca geniş tutulması gerekmektedir. Patronlar ve onların siyasi sözcülüğünü yapan iktidar
temsilcileri sınıf çıkarlarına göre hareket etmekte, bunun gereklerine uygun
davranmaktadırlar.
Sınıf bilinçli işçiler için bu olgunun
ortaya koyduğu gerçek şudur ki, işçiler
kendi hakları ve sendikal örgütlerinin
hakları için mücadeleye atılmadıkları
yerde ve ölçüde siyasi sistem, kendiliğinden yeni hak ve özgürlükler tanımayacak, tersine var olan sınırlı hakları da daha da sınırlama hatta ortadan
kaldırma oyunlarına başvuracaktır.
Sınıf bilinçli işçilerin işçi ve sendikal haklar alanında karşılaştıkları en
önemli zorluk ve engel yalnızca siyasi
rejimin onlara dayattığı yasal kısıtlamalar değildir. Onların önünde bir
başka engel daha vardır: Var olan sendikal yapıların kendileri de demokratik
bir anlayışa ve işleyişe sahip değildir.
SENDİKALAR DEMOKRATİK
KİTLE ÖRGÜTÜ MÜ
GENEL MERKEZLERİN VE GENEL
BAŞKANLARIN KUL-KÖLESİ Mİ?
Yürürlükte olan antidemokratik ya-
salar ve siyasi sistemin sendikalara
dayattığı örgüt içi sistem ve işleyiş te
aşağı yukarı aynıdır, hatta pratikte
sık sık daha geri ve gerici bir yapıdır.
Yürürlükteki yasalar sendika üyelerinin haklarını minimum düzeyde turarken, genel merkezlerine olağanüstü
yetkiler vermiştir. Sendika üyelerinin
hakları sendikaya üye olmak ya da
üyelikten çekilmek ve üst kurullara
delege seçimlerine katılma ya da aday
olmakla sınırlı bırakılmış, tabana en
yakın, yetkili sendikanın işyeri işçi
temsilcisinin bile seçimle işbaşına gelmesi değil, sendika yönetimi tarafından atanması öngörülmüştür. Sendika
şubelerine bir yandan kendi şube genel kurullarını ve yönetici organlarını
seçme hakkı verilip, tüzel bir kişilik
tanınmasına rağmen, bunun mantıki
sonucu olması gereken (devlet kurum
ve kuruluşları ile patronların yasal olmayan uygulamalarına ya da sendika
içi ilişkilere şubenin kendi organına ya
da sendika genel merkezinin yasalara
aykırı olan bir karar ve davranışında)
tüzel davacılık hakkı verilmemiştir.
Üyeler ve sendika şubeleri, yürürlükteki yasalar tarafından bilinçli olarak
sendika genel merkezlerinin insafına
bırakılmıştır. Sendika içi işleyişle ilgili
antidemokratik ortam ilgili yasalarda
doğrudan sendika yönetim kurullarına ya da genel merkezlere haddinden
fazla hak tanınması aracılığı ile değil,
öncelikle üyelerin ve şubelerin hakları
ve yetkileri en geri bir düzeye çekilerek,
genel merkezlerin sendikal yaşamda
olağanüstü bir rol oynamaları imkanı
sağlanmıştır.
Genel merkezler işçiyi, ne yapacağı
fazla kestirilmesi mümkün olmayan
güvenilemez ve dayanılmaz bir kitle
olarak görür ve ona uygun davranır.
Bu yüzden üyelerin bilinçlendirilmesini, aktifleşmesini, işyeri işçi temsilciliklerinin seçimle işbaşına gelmesini,
işyerlerinde üyelerin ve diğer işçilerin
patrona ya da patron temsilcisine karşı
sınıf bilincine sahip olup diklenmelerini, haksızlıklara anında ve sert tepki
göstermelerini istemezler. Kural olarak sendika genel merkezlerin istediği
ve yetiştirmeye çalıştığı üye tipi, ancak
genel merkezin işaret parmağına göre
hareket eden “uysal üyeler” haline getirilmesi ya da bu şekilde tutulmaya devam edilmeleridir. Bunun yerine sendika genel merkez yöneticileri ve sık
sık da şube yöneticileri patron temsilcileri ile “iyi ve sıkı” ilişkiler kurmaya,
patronun güvenini kazanmaya, onunla
yeni işçi dünyası
olduğu açıklamaları geldi. Bu konuda
da bir dizi tartışmalar yürüdü.
Bunun da arkasında hükümet ile
TÜSİAD kurmayları arasındaki kayıkçı kavgasında DİSK Genel Başkanı
Süleyman Çelebi’den, Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın, Mustafa Koç’un Van
Üniversitesi Rektörünün yargılanması
ile ilgili yaptığı açıklama hakkında
savcılıklara suç duyurusunda bulunması ile ilgili olarak, Mustafa Koç için
gerekirse DİSK üyelerinin alana çıkıp
yürüyeceği açıklaması geldi.
Bu açıklama üzerine yine tavırlar takınıldı.
Emek kesimi genel olarak “bu ihanettir” dedi; sermaye kesimi bu tutumu
alkışlayarak DİSK’in çok değiştiğini”,
“ezberini bozduğu”nu vb. ilan ettiler.
DİSK Yönetim Kurulu içindeki
tartışma…
Bunun üzerine DİSK’e bağlı Birleşik
Metal İşçileri Sendikası Yönetimi
adına Genel Başkanları yaptığı yazılı
açıklamada, “DİSK başkanının bu konuda yaptığı açıklamanın DİSK’i bağlamadığını, DİSK’in ilkelerine bağlı olduğunu, kendilerinin DİSK’in ‘D’sine
sahip çıktıklarını, DİSK’in kuruluş
bildirgesinde tespit ettiği kapitalizme
karşı olma fikrine sahip çıktıklarını”
açıklayarak, aslında DİSK’in değişmediğini, mücadele geleneğini sürdüreceklerini vb. açıklıyordu. Birleşik Metal
İşçileri Sendikasının Başkanı DİSK’in
de Genel Başkan Yardımcısıdır. Bu anlamda bu çıkışın ne anlama geldiği ilk
başta pek anlaşılamadı.
Aynı döneme denk gelen DİSK’e
bağlı Genel-İş Sendikasının yönetimi
adına bir basın açıklaması yapıldı.
Bu basın açıklamasında ise, DİSK
başkanının açıklamasının muhtemelen yanlış anlaşıldığı, bugün en önemli
sorunun Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun çözülmesi gerektiği ve aslında
bu koşullarda çözülme olasılığının
büyük olduğu, en büyük sorunun devletin demokratikleşmesi olduğu ifade
edilmeye çalışılıyordu.
Bu açıklamalardan sonra kısa zaman içerisinde DİSK Yönetim Kurulu
bir araya gelerek bir basın açıklaması
ile 2005’i değerlendirdi ve 2006 için
beklentilerini ifade etti.
DİSK in 2005 değerlendirmesi,
2006 için perspektifi…
Bu basın açıklamasında Yönetim
Kurulunun kendi arasında bir çelişki
olmadığı mesajı verilmeye çalışıldı.
DİSK’te bir değişimin olmadığını, geçmişe sahip çıktıklarını, DİSK Genel
Başkanının Mustafa Koç ile ilgili açıklamaları konusunda yanlış anlaşıldığını, DİSK’in solda parti kurma konu-
sundaki görevinin başarılı bir şekilde
sona erdiğini, bundan sonraki süreçte
konunun muhataplarının bu çalışmayı
sürdüreceğini ve tek tek DİSK yöneticilerinin ise gerekli bulduklarında bu
gibi etkinliklere katılabileceklerini,
bunun herkesin özel edimi olacağını,
Kürt sorununun demokratikleşmenin
önemli sorunlarından birisi olduğunu
ve bunun için ilk adımın silahların
susması olduğunu… vb. açıkladılar.
Bu açıklama ile aslında şimdilik
DİSK yönetimi nezdindeki çatlaklık
kapatılmış oldu. Ama bu sadece görünürde böyle…
Aslında, DİSK içerisinde esas olarak
iki farklı yaklaşım giderek gün yüzüne
çıkmaktadır.
Bu yaklaşımlardan birisi, adına “çağdaş sendikacılık” denilen gerçekte ise
sermaye ile açıktan işbirliği anlamına
gelen sarı sendikal yaklaşım, diğeri
adına “sınıf ve kitle sendikacılığı” denilen, en azından laf düzeyinde “sınıf
sendikacılığını” savunan yaklaşımdır.
Tabii ki burada açık sarı olan çizgiye
karşı, lafta da olsa sınıf kavramı üzerinde
ısrar eden kesim arasında bir ayırım vardır ve bu ayrımı yapmak gerekir.
Pratikte bir çok halde bu ayrımın
sağlam temeller üzerine oturtulmadığı, görece farklılıklar olduğu her zaman bilinçte tutulmalıdır.
DİSK yönetimi adına yayınlanan bildiride, “Demokrasiye olan inancımız
tamdır” denilmektedir.
Ne demek demokrasiye olan inancın
tamlığı? Kapitalizmde demokrasi kim
için işlemektedir? “Adalet mülkün temelidir” deyişi gerisinde gerçekte mülkün adaletin temeli olduğu sömürü
sisteminde mülkü olmayanın ne kadar
adalete sahip olacağı belli değil midir?
Kapitalizme karşı olduklarını söyleyen
DİSK yöneticileri kapitalizm koşullarında işçi ve emekçi yığınlar için demokrasinin olmayacağını bilmiyorlar
mı? “Demokrasiye inançlarının tam
olduğunu” açıkladıkları bir ortamda
kendi üyelerine ne kadar doğruları
söylemektedirler? Hem lafta arada bir
de olsa kapitalizme karşı olduğunuzu
söyleyeceksiniz hem de kapitalizmde
demokrasiye tam olarak inanacaksınız? Bu iki şey bir arada nasıl mümkündür?
Kürt sorununun çözümü bugün
mümkün demektedirler. Çağımızda
ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü, sömürü sisteminin varlığı şartlarında nasıl mümkün? En demokratından, en kaba faşistine bütün burjuva
devletlerinde bu sorunun hep yaşandığı bir gerçek değil mi? Bugün Fransa,
İspanya, ABD, İrlanda/İngiltere gibi
en gelişmiş ülkelerde bile bir dizi
halk baskı altında tutulmaktadır.
Korsikalılar, Basklar, Amerika’da yerliler, Afro-Amerikalılar, İrlandalıların
bir bölümü ezilmiyorlar mı, ulusal
hakları çiğnenmiyor mu?
Çağımızda ancak işçi sınıfının kendi
iktidarı koşullarında tüm halkların
özgürce ve eşitçe bir arada yaşayabileceğini nasıl yadsıyabilirsiniz? Bunun
en açık örneği 17 Ekim Devrimi ile kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri
Birliği değil midir? En küçük halklar
bile tam hak eşitliğine orada kavuşmadılar mı? Örneğin, adı sanı unutulan,
despotik çarlık iktidarı koşullarında
yok edilmek ile karşı karşıya getirilen
Türki halklar Lenin-Stalin yoldaşların
önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde
yeniden yaşama kavuşmadılar mı?
DİSK’in bildirgesinde “... Ermeni
sorunu gibi spesifik konuları sürekli
gündemde tutmak yararsızdır, demokratik ve toplumsal gelişmeye olumsuz
katkı yapmaktadır...” şeklindeki tavır
ne kadar “halkların kardeşliği”ne hizmet eden bir tavırdır? Bu tamamıyla
inkârcı şoven politikanın sendikalarda
sürdürülmesi değil midir? Burada
DİSK’in demokratikleştirilmesini
öngördüğü devletin tavrından farkı
nedir? Bu konuyu tartışmak neden
demokratik ve toplumsal gelişmeye
olumsuz katkı olsun?
Yıllardır bu konularda “üç maymunları” oynayan sendikacıların da susma
yerine kendi üyelerine giderek, demokrasinin yolunun sadece Diyarbekir’den
geçmediğini, aynı zamanda Türklerin
ve Kürtlerin tarihinde bir kara leke
olan ve bugün TC dışında Ermeni soykırımı olarak kabul gören tarihi gerçeklerin ortaya konmasının en başta
işçi sınıfının görevi olduğunu anlatarak, onların bilinçlerinde dönüşüme
katkıda bulunmak gerektiğini DİSK
ne zaman anlayacaktır?
2006 yılının DİSK açısından mücadele ve örgütlenme yılı olduğu tespiti
yapılmaktadır.
Yüzeysel bakıldığında “iyi” bir tespit
demek mümkündür. Ama “iyi” diyebilmek için de çok saf olmak gerekir.
DİSK gerçekte ne kadar
örgütlü?
Mücadele edebilmek için sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde gerçek
anlamda bir örgütlülüğün olması ön
şarttır.
Peki DİSK’e bağlı hangi sendika ciddi
anlamda kendisinin yetkili olduğu
işyerlerinde örgütlüdür. Yani işyerindeki üyeleri sendikasının aldığı eylem
ve etkinlik kararlarına uyabilmekte
midir? Bu soruya genel olarak hayır
diyebiliriz! Hiç bir sendika kendi üyeleri arasında ciddi anlamda bir güvene
sahip değildir. DİSK’in en örgütlü sen-
dikaları bile alanlara indiğinde kendi
üyelerinin çok küçük bir bölümünü
hareket ettirebilmektedir. Onların da
büyük bölümü gerçekten mücadele etmek için değil, utanma pahasına alanlara çıkmak zorunda hissetmişlerdir
kendilerini.
Bu davranışın ana sebeplerinden birisi,
sendika yöneticilerine güvensizliktir.
Sendika yöneticilerinin amatörlüğü,
yeteneksizliği ve işyerindeki sorunlara
dar bakışı sendika yöneticilerine ve giderek sendikaya olan güvensizliği geliştirmektedir.
Sendikaların işyerlerinde işçilerin
günlük sorunlarına çözüm üretici politikalar geliştirmesi ve bu sorunların
ortadan kaldırılmasında çok daha müdahaleci olması gerekmektedir. Ama
bu yönde bir perspektif halen yaratılabilmiş değildir.
Peki örgütsüz işyerlerinin sendikalaştırılması çalışmaları konusunda
durum farklı mıdır?
DİSK’in sendikaları kendi iç kavgalarından dolayı doğru dürüst bir büyümeyi gerçekleştirememektedirler.
Örgütlenme alanında herkesin üzerinde anlaştığı bir perspektif yoktur.
Yıllardır adına DÖKK dedikleri ortak
örgütlenme komisyonu işletilememektedir. Çünkü hem bu konuda ortak
anlayış yoktur ve hem de birbirlerine
güven yoktur. Sendikalar kitleselleştiğinde sendika ağalarının etkisinin
kırılabileceği, bugüne kadar başkanlık
koltuklarında oturanların bu koltukları kaybedebilecekleri kaygıları ön
plana geçmektedir.
DİSK yönetiminin bildirisinde yer
alan bazı konulardaki ortak tavırları,
aslında aralarında ciddi farkların olmadığını göstermektedir. Yani özde
gerçek anlamda bir sendikal siyaset
farklılığı yoktur. Yani hepsi birbiri
kadar iyi ya da kötüdürler. Ama yine
de laf düzeyindeki farklılığı gelişmeye
açık olma ya da olmama şeklinde yorumlayarak hareket etmek gerekir.
Kuşkusuz bu sorunların gerisindeki
esas sorun, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara gerçek kurtuluş yolunu gösterecek
güçlü bir bolşevik komünist örgütlenmenin eksikliğidir. Sendikal harekette
de gerçek devrimci bir gelişme, ancak
örgütlenmede fabrika hücreleri temeline oturtulmuş bolşevik örgütlenme
içinde yer alan bolşevik işçilerin aktif
müdahalesi ile mümkün olacaktır. Bu
yüzden esas mesele, sendikal mücadele
açısından da öncelikli olarak bolşevik
inşa çalışmasının derinleştirilmesidir.
Sonuçta; DİSK’in ‘D’sini de ‘S’sini de
sınıf bilinçli işçiler sahipleneceklerdir!
Yeter ki sınıf bilinçli işçiler doğru
safta yer tutabilsinler!
15 Ocak 2006 ▲
13
yeni işçi dünyası
hep sürekli olarak bir uzlaşma zemini
aramaya özen gösterirler. Bir çok şube
yönetim kurulu seçimleri, işyeri işçi
temsilciliği atamaları bu yüzden ancak
patronun onayı alındıktan sonra işbaşına getirilir. Sendika üyelerinin ezici
çoğunluğu biraz olsun temsil ettiği işyerindeki işçilerin hakları için uğraşan
ve bu konuda biraz riske giren işyeri
işçi temsilcilerinin patronun müdahalesi ile derhal görevden alındığını,
böylece işten atılması için sendika yönetimi tarafından açık çek verildiğini
görür yaşar.
Sendika genel merkezlerinin büyük
çoğunluğu nerede ise birer dükalık
gibi hareket ederler. Başta “dük” genel
başkan ve onun etrafında dudak hareketlerinden ve mimiklerinden onun ne
düşündüğünü okumaya çalışan yalaka
genel merkez diğer yöneticileri, üyeler
ve sendika şubeleri karşısında tam diktatörlük rejimi kurarlar. Hayatlarında
görmeyecekleri maaşlara ve avantalara
konan genel merkez yöneticileri yaşam
tarzlarını, giyim ve kuşamlarını hemen değiştirmeye başlarlar. Altlarında
sendikanın sunduğu makam arabaları, özel şoförleri, büyük ve pahalı
deri koltukları ile içinden geldikleri
sınıftan bir çok bakımdan kopmaya
ve tabandaki “basit” işçileri hor görmeye başlarlar. En büyük korkuları
ele geçirdikleri bu fırsatı ve avantaları
kaybetmektir. Bunları kaybetmemek
için temsil ettikleri kitlenin, üyelerin
çıkarlarını gerektiğinde satmaktan bir
an olsun bile çekinmezler.
Sendika içerisinde işçilerin, tabanın inisiyatifi, aktifliği ve bilinçliliği
sürekli baskı altına alındığından, öne
çıkan amaç yönetici olmanın avantajlarından hangi “uyanık” sendika yöneticisinin daha fazla yararlanacağına
yönelik (ve çoğunlukla kapalı kapılar
ardında düzenlenen ve yürütülen) entrikalardır. Bu entrikacıların hepsi, az
sayıda da olsa sendika içinde sivrilmiş,
öne çıkmış dürüst, mücadeleci, tabanın inisiyatifine önem veren sendikacıların sendika yönetimine seçilmemesi ve eğer istememelerine rağmen
seçilmişse bir daha seçiminin engellenmesi için hemen birleşiverirler. Bu
avantacılığı koruma konusunda birleşenlerin kimisinin kendisini ‘sağ’ ya da
kimisinin ‘sol’ eğilimli olarak tanımlaması hiç önemli değildir. Önemli olan
arpalıkları korumadaki çıkar birliktelikleridir.
Çoğu sendikal yapılarda burada
kaba bir resmini çizdiğimiz sendika içi
işleyiş kuralları çok daha geri ve çok
daha askeri bir “emir-komuta zinciri”
içerisinde kendini göstermektedir. Az
sayıda sendikalar içerisinde (işyeri işçi
temsilciliklerinin kural olarak seçimle
işbaşına gelmesi gibi) kimi demokratik
uygulamalar yerleşmişse de, sendikal
harekette bunlar istisnayı oluşturmaktadır. Sendikal hareketin içinde bulunduğu durumda egemen olan anlayış ve uygulamaları bilince çıkarmak,
bunları teşhir etmek ve bunlara karşı
–olumlu örneklere dayanmaya da özen
göstererek– mücadele vermek günümüzdeki sendikal hareketin en önde
gelen görevleri ve hedefleri içerisinde
bulunmaktadır.
Bu türden bürokratik, sendika içi
demokratik işleyişin önünde duran
engellere karşı sınıf bilinçli işçiler ve
sendikacılar, ülkemizin sendikacılık
hareketinin özellikle 70’li yıllarında
anlayış olarak yerleşen ve bugün bilinçli olarak unutturulmaya çalışılan
“tabanın söz ve karar sahibi olması”
ilkesini öne çıkartacaklardır.
TABANIN SÖZ VE KARAR SAHİBİ
OLMASI
Sınıf sendikacılığı siyasetini savunanlar, sendika içi işleyişin gerçekten demokratik temelde yürümesini en özlü
anlatan bu ilke konusunda ne kadar
ısrar etse azdır. Yürürlükteki yasalar,
sendikalara egemen olan sendika ağaları bu ilkenin gerçekten gelişmemesi
ve yerleşmemesi için elinden gelen her
şeyi yapmaktadır ve yapmaya devam
edeceklerdir.
Tabanın söz ve karar sahibi olması
demek, sendikal işleyişin ve karar mekanizmalarının merkezinde üye işçilerin ve onların çoğunluğunun iradesinin durması demektir.
Tabanın söz ve karar sahibi olması
demek, sendika üyelerinin haklarının
genişletilmesi, bunların tüzük hükmü
haline getirilmesi, sendika şubelerinin
genel merkezin despotluğundan kurtulması, kendi çalıştıkları alanlarda en geniş özerkliğe sahip olmaları demektir.
Tabanın söz ve karar sahibi olması
demek, sendikal faaliyetin her alanında
alınacak her önemli siyasi, idari, mali
kararların sendika üyelerinin çoğunluğunun onayından geçmesi demektir.
Tabanın söz ve karar sahibi olması
demek bir grevin başlatılmasına, süresine ya da bitimine, sendika yönetiminin üzerinde uzlaştığı bir toplu sözleşme anlaşmasının ancak doğrudan
ilgili sendika üyelerinin çoğunluğu
onay verdikten sonra kabul edilmesi
demektir.
Böyle bir sendikal anlayışın ve sendika içi işleyişin yerleşebilmesi için ise
işçilerin, üyelerin bu anlayışın hayat
bulması yönünde mücadeleye atılmasını gerektirir.
Sorunun çözüm anahtarı, bir çok
sendikal sorunda olduğu gibi işte bu
“kitlesel mücadele” alanında yatmak-
tadır.
Üyelerin kendi güçlerine, taleplerinin ve amaçlarının doğruluğuna, mücadelelerinin başarısına olan inancın
ve güvenin pekişmesi gerekmektedir.
Kendi çıkarlarının ve bunlar için
mücadele etmesi gerektiği bilincine
sahip olmayan, tersine patrona boyun
eğerek, yağcılık yaparak durumunu
iyileştireceğini uman ya da sendikada
örgütlü ise sorunlarının çözümünü tümüyle sendika yönetimine bırakan işçi
ile ne işyerinde sermaye despotizmi geriletilebilir ne de sendika içerisinde taban sendikal faaliyetlerin ve kararların
belirleyici öğesi olabilir. Genel olarak
demokrasiye özel olarak da sendika içi
en geniş demokrasiye, en fazla hakları için mücadeleye atılmış olan işçi
ihtiyaç duyar. Durumunun bilincine
varan ve bu durumu değiştirmek için
mücadeleye atılan işçinin işyerinde ve
örgütlendiği sendikada söyleyecek birşeyleri vardır. Mücadeleye atılan işçi
karşısında yalnız patronu ve sendika
ağasını değil, rejimin niteliğini en çarpıcı ortaya koyan polis ve jandarma
copunu da görür. Mücadeleye atılan
işçi yasalarla ve yargı organları ile cebelleşmek zorunda kalır. Yasaların ve
güya “adalet dağıtan” yargı organlarının kimler için var olduğunu ve kimlerin çıkarına işlediğini farketmeye, an-
lamaya başlar. Mücadeleye atılan işçi
hem örgütlendiği sendikasında hem
de yaşadığı ülkede demokrasinin, demokratik hakların, sendikal yapılarda
tabanın gerçekten söz ve karar sahibi
olmasını talep eder ve demokrasi talepleri giderek onun mücadelesinin bir
parçası olmaya başlar.
Pratik kitlesel mücadele işçi için en
güvenilir, en iyi öğretmen ve en iyi demokrasi okuludur. O pratik mücadele
içerisinde hangi taleplerin ileri sürülmesi gerektiğine, mücadelenin ne zaman, nasıl ve nereye kadar devam ettirilmesinin doğru olduğuna, sendika
yönetiminin çıkarlarına nasıl zarar
verip vermediğine, onun bürokratik,
mücadeleyi engelleyen, satan tavırlarına karşı üyelerin ortak ve aktif tavır takınmasının zorunluluğuna, dar
bir sendika yönetim kliğinin değil, en
geniş üye tabanının kendi kaderi üzerinde karar vermesi gerektiğini kavramaya başlar.
Kitlelerin sınıf mücadelesi sendika
içi en geniş demokrasi mücadelesi ile
kopmaz bağlarla içiçe geçmiştir. Bu
nedenle sınıf mücadelesine atılan demokrasi mücadelesine, en geniş demokrasi isteyen ise sınıf mücadelesine
atılmak zorundadır.
Ocak 2006 ▲
Toros Gübre’de işçi kıyımı ve
taşeronlaştırma
M
ersi n’ de k u r u lu bu lunan Toros Tarım A.Ş.’den
16.01.2006 tarihinde 21 işçi
işten çıkarıldı. İşletmenin güvenlik bölümünde çalışan tüm işçiler patronun
güvenlik işini taşeron firmaya vermesi
ile işten çıkarıldılar. Türk-İş’e bağlı
Petrol-İş Sendikasına üye 20 işçiye (1
İşçi güvenlik şefi olduğu için kapsam
dışı) imzalatılan belgeler ile iş akitlerinin fesh edildiği bildirildi.
5188 sayılı Güvenlik işi ile ilgili yasanın gerekçe gösterildiği yazıda güvenlik işinin taşeron firmaya devredileceği
belirtildi. Yasa güvenlik personelinin
sendikaya üye olmasına izin verdiği
gibi Valilik izni ile güvenlik işini özel
firmalara devredebilmesine olanak
sağlıyor. Bu yasa gereği işten atılan
işçilerden Zekeriya Tıraş 20 yıldır bu
fabrikada çalıştığını ve emekliliğine az
bir süre kala işten çıkarıldığını belirtiyor. 8 yıldır çalışan Metehan Menteşe
ise işten çıkarılmalarının asıl gerekçesinin sendikaya üye olmalarını gösteriyor. Ayrıca işçiler işten çıkarılmalarına
duyarsız kalan sendika yönetimine
öfkeliydiler. İşten çıkarılan işçiler genelde asgari ücretle çalışıyorlardı.
Tekfen holding’de bağlı fabrikada
yaklaşık 500 işçi çalışıyor, ancak bu
işçilerin sadece 163’ü fabrika işçisi ve
sendika üyesi. Diğer işçiler taşeron firmalarda çalışıyorlar. Fabrikanın üretim bölümü hariç (üretim bölümünde
az sayıda taşeron işçi var) diğer tüm
bölümler taşeron firmalara devredilmiş durumda.
İşçiler tekrar işe alınmalarını, gerekirse taşeron firmada da çalışabileceklerini belirtiyorlar. Ancak işçilerin bu
şekilde kolayca işten çıkarılmalarının
en büyük nedeni taşeronlaştırmadır.
İşçiler işten çıkarılmalarına ve taşeronlaştırmaya karşı mücadele yürütmedikleri sürece bu sonuç diğer işçiler
için de kaçınılmaz olacaktır. İşçilerin
bu baskılardan gerçek anlamda kurtuluşları sermayenin iktidarının devrimle tarihin çöplüğüne atılması ile
mümkündür. Başka bir yol yok.
24.01.2006, Ydi Çağrı/Adana ▲
17
yeni işçi dünyası
Niçin, Kimin İçin Sendikalar Yasası?
- FARUK ÜSTÜN -
S
18
ermaye, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı günden bu yana,
işçilerin örgütlenmesini, örgütlü
bir güç olarak karşısına dikilmesini istememiştir. Tek tek işçilerin birleşerek,
örgütlü bir güç durumuna gelmesini,
kendisi için ve geleceği için tehlike
olarak görmüş ve engellemek için her
yola başvurmuştur. Kendi kurdukları
burjuva devletlerin yasalarını, kolluk
güçlerini, kimi zaman da devlet destekli çetelerini bu yolda kullanmıştır.
İşçi sendikaları, sınıfsal mücadele
sürecinde işçilerin kanı ve canı pahasına kurulmuştur. İşçilerin sendikalaşmasını engelleyemeyen sermaye, bu
kez de sendikaları kendi oluşturduğu
yasaların içine hapsetmeye çalışmış
ve devlet ve işveren güdümlü sendikal
hareketi yaratmış ve destekleyerek bugünlere getirmiştir.
Bizce, sendikal mevzuatı irdelerken,
her türlü düzenlemeye sınıf mücadelesi
perspektifinden bakmak, diğer yasalar
gibi, Sendikalar Yasasının da niçin ve
kimin için yapıldığı sorusuna doğru
yanıtlar vermemizi sağlar.
Bugün için yürürlükte bulunan 2821
Sayılı Yasanın 12 Eylül Cuntasını kullanan tekelci sermaye güçleri tarafından, “kanun” adı altında, işçi sınıfına
süngü zoruyla dayatıldığını ve bugüne
kadar yapılan değişikliklerin de “12
Eylülcü” özünü ortadan kaldırmadığını bilmekteyiz..
Sendika merkezlerine gönderilen, ancak işçilerin tartışmasına
su nu l maya n,“yen i ” “ S end i k a la r
Kanunu Tasarısı Taslağı” da her ne kadar sendikal özgürlüklerin önündeki
engellerin kaldırılmasını, ILO kararlarının yerine getirilmesini gerekçe
olarak ileri sürse de; emperyalist küreselleşme süreci ile bütünleşmeyi amaçlayan işbirlikçi tekelci sermayenin, sınıf mücadelesini esas alan sendikalara
düşmanlığını yansıtmakta, devlet ve
işveren güdümlü sendikacılığı egemen
kılma hedeflerini taşımaktadır.
Bugünkü siyasi konjonktürde; işçi
sınıfının hak ve çıkarlarını gözeten
yasalar çıkarmanın olanaksızlığını bilerek, çıkarılacak kanunlardaki özgürlük ve demokrasi karşıtı düzenlemelere
dikkat çekmek, kendi önerilerimizi
tartışmaya açmak ve çıkacak yasaların
asgari demokratik düzenlemeleri içermesi, devlet ve patron müdahalelerinin en aza indirilmesi için çaba harcamak gerektiğine inanarak, söz konusu
yasa taslağını eleştirmeye çalışacağız.
1— Yürürlükteki 2821 Sayılı yasa
gibi, bu yasa taslağı da sendikaların
devletten, patronlardan, hükümetten,
bağımsızlığını engelliyor. Hemen her
sendikal faaliyeti, devletin, patronların ve hükümetin denetimi ve yönlendirimi altına sokmaya devam ediyor.
Bu yönlendirim, yurttaşlara topluma
yararlı bir iş ve iş güvencesi hakkını
tanımamakla başlıyor. Patronlara ve
hükümete işçileri işsiz ve aşsız bırakmak hakkını tanımakla da pekişerek
devam ediyor.
Devlet, patron, hükümet baskısı ve
güdümü; işçileri, emekçileri ve tüm
toplumu ilgilendiren sorunlar hakkında, kendi işyerlerinde ya da dışarıda, izin almaksızın toplanmasını,
konuşmasını, tartışmasını yasaklayan
düzenlemelerle devam ediyor.
Sendikaların izin alınmaksızın kurulmasını kabul eden yasa ve yasa taslağı; sendikaları denetlemekten vazgeçmiyor. Sendika kurucularından ve
yöneticilerinden neredeyse şecerelerini
çıkartıp “mülki amire” teslim etmelerini istiyor.
Yasa taslağındaki bu düzenlemeler; sendikaları, devletin ve patronların müdahalesi altına sokuyor.
Sendikaların, üyelerinin özgür iradesine dayalı tüzükler yapma ve işçilerin
en geniş anlamda temsilini sağlama
hakkına kısıtlamalar getirmeyi sürdürüyor.
İşçilerin, kendi temsilcilerinin ve
(yönetici kelimesine karşı olduğum için
kullanmıyorum) sendika organlarının
seçilme usul ve esaslarını özgürce belirlemelerini engelliyor. Sendikaların
oluşturacağı organların yasayla belirlenmesi ne denli müdahalecilik ise;
bu organların kaç üyeden oluşacağına,
sendika organlarını seçecek üyelerin en
az ve en çok kaç delege ile temsil edileceğine yasa yoluyla sınırlar koymak
da o denli müdahaleciliktir. Sendika,
doğrudan demokrasiyi esas alabileceği
gibi, daha demokratik ve temsil gücü
çok olması için delege sayısını özgürce
yükseltebilmelidir. İşçilerin sendikal
organlara seçilmeleri hiçbir koşula ve
kısıtlamaya bağlı olmamalıdır. Aynı
şey her türlü sendikal etkinliklere katılmak konusunda da sağlanmalıdır.
2— Sendikaların örgütlenme özgürlüğünü kısıtlamayı sürdürüyor. İşyeri,
işletme ve bölge esasına göre örgütlenmeyi, federasyon oluşturmayı ya-
saklıyor. İşkolu esasına dayalı milli tip
örgütlenmeyi dayatıyor. Bunu, işçilerin özgürce ve kendi iç dinamikleri ile
örgütlenmesini engellemek, sendikaları, sendikal hareketi denetim altına
almak için yapıyor. Bu yasaklama ve
kısıtlamaya karşı çıkılmalıdır.
Sendikalar kendi örgütlenme modellerini kendi özgür iradeleri ile kararlaştırmalıdırlar. Yerel örgütlenmelerin
güç ve dinamizm kazanabilmesi için
buna ihtiyaç vardır. Özellikle federatif
örgütlenmenin üzerindeki yasak kaldırılmalıdır.
Mevcut uygulamada da “yeni” taslakta da; hangi işyerinin hangi işkoluna gireceğini önce Çalışma Bakanlığı
(Hükümet) tespit ediyor. İtiraz edilirse; iş mahkemeleri, aylarca süren
davalar sonunda karara bağlıyor. Yine
itiraz edilirse; Yargıtay kesin karar veriyor. Bu süre boyunca işçiler, yetkisiz
sendikanın, toplu sözleşmesiz üyeleri
olarak beklemek zorunda kalıyorlar.
Patronlar da bu durumu çok iyi değerlendiriyorlar ve sendikalı işçileri işten
atıyorlar.
Pek çok patron, salt bu amaçla işkolu
tespiti isteyerek, sendikal örgütlenmeyi
engellemektedir.
3— Sendikaların, kuruldukları işkolunda faaliyet göstermesini ve örgütlenmesini dayatan patronlar ve onların
iktidarı, işçilere karşı örgütledikleri
hükümet (devlet) sendikalarını tek elden kullanabilmek için; kamu işveren
sendikalarına ayrıcalık ve kolaylık
sağlıyor. “Kamu işveren sendikalarının, aynı işkolundaki kamu işverenleri
tarafından kurulması ve aynı işkolunda faaliyette bulunması şartı aranmaz.” diyerek, bütün işkollarına tek
elden hükmediyor. Bu ayrıcalığa son
verilmeli ve kamu işveren sendikaları
kapatılmalıdır. Demokrasilerde; işçilerin hak ve menfaatlerini koruması
gereken devletin, işçilere karşı işveren
sendikası kurması demokrasi dışı bir
uygulamadır.
4— İşyeri ve bölge ya da meslek esasına dayalı sendika kurmayı yasaklayan devlet ve patronlar, “Sendikalar,
tüzüklerinde belirtmek şartıyla ve genel kurul kararıyla şube açabilirler.”
diyerek; tüzel kişiliği olmayan, her
yönüyle sendika merkezinin denetimi,
kısıtlamaları ve baskısı altında bırakılan şubelerin açılabileceğine izin veriyorlar. Şubelere, şubenin görev alanı
içinde, tüzel kişilik tanınmasına ise;
devlet, patron ve hükümet güdümlü
sendikacılar da karşı çıkıyor.
Önceki taslakta 32. Maddenin 3 numaralı bendinde yapılan değişiklikle;
(şube genel kurullarının veya seçimlerinin iptali nedeniyle açılacak davalarda, bu davalarla sınırlı olmak üzere,
şubeler de husumete ehildir) şeklinde
getirilen ilave düzenlemeyi, yeni taslaktan çıkartmışlardır. Sendika merkezleri, kendilerine muhalefet edenlerin kazandıkları şube kongrelerini,
kendi yandaşlarına açtırdıkları şike
davalarla iptal ettirebilmek için bu
değişikliğe karşı çıkmışlardır. Önceki
taslağın bu değişiklikle ilgili gerekçesinde; “Ayrıca, sendika içi demokrasiyi
gerçekleştirmek amacıyla, genel kurul
iptaline ilişkin davalar için sendika şubelerine husumet ehliyeti tanınmıştır.”
denilmiştir. Yeni taslakta bu değişiklik
yer almadığına göre; demek ki sendika
içi demokrasiyi gerçekleştirmekten
vazgeçilmiştir. Bu bile yeni taslağın
hangi zihniyetle hazırlandığını ortaya
koymaktadır.
5— Sendikal hareketin çok daha
canlı ve etkin olduğu 12 Eylül öncesi
dönemde sendikalar, iki yılda bir genel
kurul toplamaktayken; bu süre, önce
3 yıla sonra da 4 yıla çıkarılmıştır. Bu
sürenin artırılmasını kimlerin istediği
ve hangi pazarlıkların sonucu olduğu
ve işçileri sendikalarından uzaklaştırmak, yabancılaştırmak için bilinçli
olarak yapıldığı bilinmektedir. Bu sürenin yasa maddesi olarak düzenlenmesi işbirlikçi, teslimiyetçi sendikacılar tarafından, üyelere ve delegelere,
kongrelerin 4 yılda bir yapılması yasal
bir zorunlulukmuş gibi empoze edilmektedir. Bu süre yasayla değil işçilerin özgür iradesi ile düzenlenmelidir.
Sendikaların, sendika organlarını özgürce oluşturmaları engellenmemeli,
organlarda görev alacakların, görev,
yetki ve sorumlulukları ile organlarda
yer alanların görev ünvanları da genel
kurulların özgür ve demokratik iradesi
ile belirlenmelidir. Örneğin; bu görev
ünvanları başkanlık sistemini esas alabildiği gibi, sekretarya sistemini ya da
başka (!) bir sistemi esas alabilmelidir.
6— Sendika üye fişinin, toplu iş sözleşmesi imzalanmadan önce işverene
verilmesi şartı kaldırılmalıdır. Üyelik
için noter şartı kaldırıldığı gibi, üyelikten çekilme bildirimi için de noterlik şartı kaldırılmalıdır. İşçilerin imzasına olan güvensizliğe son verilmelidir.
yeni işçi dünyası
Sahtecilik yapanlara da ağır önlemler
getirilmelidir.
Çekilme bildiriminin işverene gönderilmesi mecburiyeti de kaldırılmalıdır. Üyelikten çekilme bildirimini alan
kimi işverenler, bu çekilmeyi kendileri
tezgâhlamamışlarsa; nedenlerini araştırıp, yargılamakta ve sendika değiştirmeye yönelik çekilmelere müdahale
etmektedirler. Üyelikten çekilmenin üç
ay sonra kesinleşmesi ise; her bakımdan
kişi özgürlüğüne hukuk dışı, haksız
müdahale etmektir. Bir aylık süre dahi
kaldırılmalıdır. Üyelikten çekilme, çekilme iradesinin bildirim tarihinden
itibaren kesinlik kazanmalıdır.
7— Üyelerin sendikalara ödeyecekleri aidatla ilgili düzenleme yasadan
çıkarılmalıdır. Sendikalar aidat konusunu tüzüklerinde düzenlemelidir.
Aidatın tahsili üye ile sendikası arasındaki aidiyeti gösteren somut bir
ilişkidir. Bu ilişkinin arasına işverenlerin girmesi kadar abes bir şey yoktur.
Her üye kendi aidatını kendisi sendikasına ödemelidir. Üyenin ücretinden
sendika aidatının işveren tarafından
kesilmesi, sendikal ilkelere aykırıdır.
Üyelerin sendikalarına yabancılaşmasına, uzaklaşmasına yol açmaktadır.
Üyelerin sendikal çalışmalara katılımını engellediği gibi, sendikalarını
denetlemesini de engellemektedir.
Sendikal bilincin gelişmesine zarar
vermektedir. Sendikalar, sendika aidatını işyerlerinde, toplama hak ve özgürlüğüne sahip olmalıdırlar. Sendikalar
yetkili organlarının kararları ile sınıf
dayanışmasının gerektirdiği durumlarda ve koşullarda, sendikanın mali
olanaklarını kullanabilme özgürlüğüne sahip olmalıdırlar. İşkolu esasına
göre kurulmuş olan ve bölge şube ya da
şubeler alt örgütlenme modelini tercih
eden sendikaların, bölge şube ya da şubelerinin, kendi görev alanındaki üyelerden toplanan aidatın en az % 50’sini
tasarrufunda bulundurma ve mali sorumluluğunu taşıyarak, kullanabilme
hakkı bulunmalıdır.
8— Sendika üyesinin, üyelikten çıkarılmasına ilişkin düzenleme yasadan
çıkarılmalıdır. Yasada yer aldığı için,
sendika tüzüklerine giren bu düzenleme, uygulamada sendika içi muhalefeti yok etmek için kullanılmaktadır.
Sendika üyesinin yasalar karşısında
suç işlediği ileri sürüldüğünde; yargı
önünde hesap vermesi kaçınılmaz olduğuna göre; üyelikten de çıkarılması
antidemokratik bir uygulamadır.
Sendika aleyhine çalışan bir üyenin
ise; inandırıcı olabilmesi için, kendisinin öncelikle sendika üyeliğinden çekilmesi gerekir. Özcesi: Bir üyenin sendika üyeliğinden çıkarılması için haklı
bir gerekçe yoktur. İhraç mekanizma-
sının olduğu hiçbir örgüt, demokratik
olduğunu söyleyemez. Üyelikten ihraç,
genel merkezlerin muhalefeti yok etmek için kullandığı çirkin bir araçtır.
Bugüne kadar da salt bu amaçla kullanılmıştır. İhraç kararına karşı temyiz
yolunun kapalı olması da büyük bir
haksızlıktır.
9— Sendika işyeri temsilcileri ile ilgili düzenleme ile getirilen sayılar ve
sınırlandırmalar esnetilmeli ve temsilci
sayıları artırılmalıdır. Temsilcilerin ve
amatör yöneticilerin güvenceleri toplu
sözleşme yetkisine bağımlı olmamalıdır. Sendikanın yetkisi düştüğünde ya
da geciktiğinde de devam etmelidir.
Profesyonel yöneticilerin, yöneticiliklerinin sona ermesi durumunda, tekrar işine dönmesi kesin güvence altına
alınmalıdır. Patronlar para gücüne dayanarak bu hakkı engelleyememelidir.
10— Sendikaların Mali denetimi
kendi organları aracılığıyla yapılmalıdır. Denetimle görevli organ ya da üyeler, denetim amacıyla uzman desteği
alabilmeli, ve her türlü usulsüzlük ve
yolsuzluktan dolayı en az yöneticiler
kadar sorumlu olmalıdırlar.
Yargı yolu net bir şekilde açık bırakılmalıdır. Ağır ceza mahkemelerinde
dava açılabilmelidir. İşçilerin aidatı ile
1,5 trilyonluk at yarışı oynanabiliyorsa
ve bu suçu işleyenler ve denetlemekle
görevli olanlar yargı önüne çıkarılamıyorsa, kimse özdenetimden söz etmemelidir. Ceza Yasasına da bu konu ile
ilgili özel hüküm konulmalıdır.
Yasaya sendikaların parasının ne
kadarı ile ticaret yapabileceği gibi bir
hüküm koymak, malum sendikacıların, malum ilişkilerine kılıf geçirmek
ve sendika parasını amacı dışında
kullanmak için gerekçe oluşturacaktır. Sendika parasının kullanımını da
sendika genel kurulları ve tüzük belirlemelidir. Sendikaların ticaretle uğraşması, üyelerin özgür iradesi ile yasaklanmalıdır.
11— İşçi sendikası-memur sendikası
ayırımı kaldırılmalı, birlikte örgütlenmenin düzenlemesi yapılmalıdır. Bu
yapay ayrılığa son verilmelidir.
12— İşkolu barajının % 5’e düşürülmesi, bu arada işkollarının birleştirilmesi, devletin, hükümetin ve patronların sendikalar üzerindeki vesayeti
devam ettirecektir. % 5 barajını aşabilecek sendika sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Sendikaların gerçek üye sayıları, beyan ettikleri sayının üçte hata dörtte
biri kadardır. Kamuoyunda 180-200
bin üyesi var diye bilinen bir çok sendikanın gerçek üye sayısı 50 bin civarındadır. Şunu herkes bilmelidir ki;
12 Eylül Cuntasını kullananların, bu
barajı getirmelerinin nedeni asla ve
asla güçlü sendikacılık değildir. Daha
büyük ve etkin sendikalar oluşturmak
değildir. İşçi ve sendika düşmanlarının böyle bir amacı olmaz, olamaz.
Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Onlar,
baraj uygulaması ile, sendika sayısını azaltmak, sendikaları güdümleri,
vesayetleri altına almak, sendikalaşmayı giderek yok etmek için getirdiler. Aksini söyleyenler, sınıfın azılı
düşmanlarıdır. Eğer sendikal hareketin güçlenmesini istiyorsak, işkolu
barajını da, toplu sözleşme barajını da
kaldırmamız zorunludur. İşkolu barajı
ile, sendikal harekete taze kan taşıyan
en önemli damarı kesmişler, mücadele
içinde yetişen doğal işçi liderlerinin
oluşmasını engellemişlerdir.
13— İşkollarının birleştirilmesi
ve sayısının azaltılması iyi değerlen-
dirildiği takdirde; özellikle stratejik
işkollarında güçlü sendikaların oluşturulmasına zemin hazırlayabilir. Bu
durumda; sendikaların birleşmesi
kaçınılmaz olacaktır. Ancak, mevcut
yasal düzenlemeler, sendikaların birleşmesini olanaksız kılmakta, birinin
diğerine iltihak etmesini gerektirmektedir. İltihak ise her iki tarafça da kabul görmemektedir. Kurulacak üçüncü
bir sendikaya üye olanların üyelikleri
(aynı işkolunda birden fazla sendikaya
üye oldukları için) düşeceğinden dolayı bu yol da tıkanmaktadır. Bu da
birleşmesi sözkonusu olan sendikalar
arasında gereksiz sürtüşmelere, zaman
kayıplarına yol açabilecektir. Özgürce
birleşmeleri engelleyen bu yasaklar ve
düzenlemeler kalkmalıdır.
15 Aralık 2005 ▲
Büyüyoruz ama...
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)
üçer aylık dönemler itibarıyla ‘her ay’
açıkladığı Hanehalkı İşgücü Anketi’nin
(Ağustos-Eylül-Ekim 2005) dönemini
kapsayan Eylül 2005 sonuçlarına göre,
Türkiye’de işsizlik oranı, Eylül ayı itibarı
ile % 9.7’e yükseldi. Açıklanan verilere
göre; Eylül ayında istihdam edilenlerin
sayısı 272 bin kişi azalmıştır. İşsiz sayısı
da 42 bin kişi artmıştır. Ağustos 2005 tarihi itibarı ile çalışanların sayısı 22 milyon 838 bin kişidir. Çalışanların sayısı
Eylül 2005’te 22 milyon 566 bin kişiye gerilemiştir. Açıklanan verilere göre, resmi
işsiz sayısı ise 2 milyon 381 bin kişiden 2
milyon 423 bin kişiye yükselmiştir.
Açıklanan bu veriler, Türkiye gerçekliğini yansıtmamaktadır. Türkiye nufusunun 72 milyon olduğu söylenmektedir.
Bu verilere göre, bir dizi Avrupa ülkesinden işsizlik oranı daha azdır. Yani bu verilere göre Türkiye ekonomisinin Avrupa
Birliği içerisinde yer alan Almanya gibi
ülkelerden daha iyi olduğu sonucuna
varılabilinir. Çünkü Almanya’da işsiz
sayısının 5 milyona yakın olduğu bilinmektedir. Şöyle basit bir hesap yapalım:
Çalışanların sayısı 22 milyon 566 bin
kişidir. Buna açıklanan 2 milyon 423
bin işsizleri eklediğimizde, 24 milyon
989 bin sayısına ulaşırız. 72 milyon kişiden bu rakamı çıkardığımızda, geriye
47 milyon 11 bin kişi kalır. Bu ülkede çocukların, gençlerin, öğrencilerin, emekli
ve yaşlıların sayısının 47 milyon 11 bin
kişi olmadığı gayet açıktır. Türkiye’nin
genç bir nüfusa sahip olduğu bilinmektedir. İstatistikleri bir kenara bırakarak,
basit hesap yapmayı sürdürelim. Çocuk,
öğrenci, yaşlı ve emeklileri 40 milyon
olarak varsayalım. Geriye 7 milyon insan
kalıyor. Bunları da işşizlere dahil ettiğimizde toplam 9 milyon 423 bin sayısına
ulaşırız. Bu sayı bile gerçeğe yakın bir
sayı değildir. Çünkü kimi ekonomistler
ve uzmanlar Türkiye’de gerçek işsizliğin
12-13 milyon civarında olduğunu söylemektedir.
Açıklanan verilere göre, Türkiye ekonomisi büyüyor. 2004 yılında Türkiye
ekonomisi % 9.9 olarak büyüdü. 2005
yılının dokuz aylık verilerine göre de
ekonomi % 5.5 büyüdü. Büyüyoruz ama,
işşizlik artıyor, yoksulluk dayanılmaz bir
hal alıyor. Gelir dengeleri arasındaki uçurum giderek büyüyor. Küçük bir azınlık
zenginleşmede sınır tanımıyor. Nüfusun
büyük bölümü fakirleşmeye devam ediyor. Enflasyonun düştüğü söyleniyor. Bu
düşüşün etkisi yoksullara yansımıyor.
Ekonomideki büyümeye rağmen yoksulların sayısı artıyor. Diğer taraftan açlık
sınırı 542.95 YTL’ye, yoksulluk sınırının
ise 1650.31 YTL’ye yükseldiği açıklanıyor.
Bu ülkede asgari ücret ise 380 YTL olarak
alarak açıklanıyor. Yani büyüme dedikleri şey işçinin, emekçinin, yoksulun sırtından sağlanıyor. Binlerce insan sosyal
güvencelerden yoksun olarak, asgari ücretle çalıştırılıyor. Yani işverenlerin bir
bölümü sigortasız ve sağlık güvencesi olmadan insanları çalıştırıyor. Devlet buna
kayıt dışı diyor. Ama gerekli önlemleri de
almıyor.
Türkiye’de yaşanan bu durum, görmek
isteyen herkese şunu açıkca gösteriyor.
Türk egemen sınıfları sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Onlar
sermayenin çıkarlarına ters düşecek bir
şey yapmıyorlar. IMF ve Dünya Bankası
politikaları doğrultusunda, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını
emperyalistlere peşkeş çekiyorlar. Bu ülkenin başbakanı görevinin “Türkiye’yi
pazarlamak olduğunu” açıkça söyledi.
Türkiye’yi kime pazarlayacak? Tabii ki
emperyalistlere pazarlayacak. Bunun için
de, yani Türkiye’yi pazarlamak ve emperyalist sermayenin Türkiye’ye gelmesi
için, dünyayı dolaştığını söylüyor.
Uyuyan dev uyuduğu sürece, bu düzen
devam edip gidecek...
Gün gelecek, devran dönecek.
Uyuyan dev uyandığında ve mücadeleyi ele aldığında, hakim sınıfların saltanatı da sona erecek. Üretenler yönetmeye
talip olduklarında ve bunun için mücadele ettiklerinde, sermaye iktidarı tarihin
çöplüğünde yerini alacaktır.
Görev bunun için çalışmaktır.
21 Ocak 2006 ▲
19
yeni işçi dünyası
Sağlık ve Sosyal Güvenlik (sizleştirme) Yasasına karşı olan
Meslek Odaları ve Sendikaların Toplantısından İzlenimler
O
cak ayı başında İstanbul’un
Ta b i b , E c z a c ı l a r, D i ş
Hek i m ler i ve Veter i ner
Hekimleri Odaları ile KESK’in İstanbul
Şubeler Platformu, TMMOB İstanbul
İl Koordinasyon Kurulu, Türk-İş’in
ve DİSK’in İstanbul Şubeleri ve Dev
Sağlık-İş Sendikalarının oluşturduğu
“HER K ESE SAĞLIK, GÜ VENLİ
GELECEK HAKKI İÇİN “ Platformu,
21 Ocak 2006 günü Petrol -İş Sendikası
Genel Merkezi’nde bir toplantı düzenledi. Daha çok oda ve sendika yöneticilerinin ve az sayıda işyerlerinden işçi
temsilcilerinin de bulunduğu bu toplantıya katılım 300’ün üzerindeydi.
Toplantı İstanbul Tabibler Odası
Başkanı Gencay Gürsoy’un açılış konuşmasıyla başladı. Gürsoy bugün işçi
ve emekçilerin içinde yaşadığı köleliğin koşullarının bu yasalarla
Olduğunu, “bundan kurtuluşun tek
“alternatifi olan sosyalizmin kendisini
her zamankinden daha yakıcı bir şekilde dayattığını vurguladı.
Toplantıda dörtte üçü sendika ve oda
yöneticisi geri kalanı işyeri temsilcisi
20’ye yakın kişi söz alarak konuştu.
Konuşmacılar küresel sermayenin her
yerde işçi ve emekçilere saldırdığını,
var olan hakları gasp ettiğini, bunun
en açık örneklerinin ülkemizde de yaşandığı bilgisini verdiler.
Verilen bilgilere göre egemen sınıf-
ların hükümetinin Ocak ayı sonunda
SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) ve
Şubat ayının ortalarına kadar da SSGSS
(Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası) yasalarında yapmak istediği
değişikliğin yediden yetmişe tüm işçi
ve emekçilere yapılan öldürücü bir
saldırı olduğunu belirttiler. Bu yasalar çıkarıldığında sağlık hizmetinin
hepimize tümden paralı hale getirileceğini, şu an kadınlarda 58 erkeklerde
60 olan emeklilik yaşının hem kadınlarda hem de erkeklerde 68’e çıkarılacağını, 7 bin olan prim gün sayısını
da 9 bine çıkararak bizimle birlikte
torunlarımızın da geleceğinin elimizden alınacağını belirttiler. SSGSS sisteminin işleyebilmesi için bir emekliye
karşın dört çalışanın olması gerektiği
ifade edildi. Kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almayarak, işsizliği ortadan
kaldıracak gerekli tedbirleri almayarak
ve iş güvencesini sağlayan yasalar çıkarmayarak, sistemi bilinçli bir şekilde
iflasın eşiğine getiren hakim sınıflar
ve andaki hükümet, yasa değişikliğine
gitmekle patronların karlarını katlayacakları gibi, işçi ve emekçilerin haktan
yoksunluğunu da o oranda katlamak
istiyorlar.
Çalışabilir nüfusun %20’sinin işsiz
olduğu ülkede, eğer bu tasarılar yasalaşırsa bunlardan faydalanmak için
örneğin yılda 120 gün çalışma imkanı
Özelleştirme peşkeştir!
Ö
20
zelleştirmenin peşkeş olduğu
değişik örneklerle ispatlandı.
Bir örnek de Manisa’dan.
“Bir Özelleştirme Klasiği” başlığı ile
Milliyet gazetesinde B. Sarıoğlu tarafından yayınlanan haber bu savı bir
kez daha hiç kuşkuya meydan vermeyecek şekilde kanıtladı.
Haberi kısaca özetlersek:
50 yıl önce beş bin ortakla birlikte
Sümerbank’ın Manisa’da kurduğu,
Pamuklu Mensucat A.Ş. 13 Temmuz
2005’te Özelleştirme Yüksek Kurulunca
3 milyon 751 bin dolara Ortak Girişim
Grubu’na (OGG) satıldı. Bu ortak girişim grubu içerisinde 47 kişi ile altı
ticaret ve esnaf odası var…mış! Tabii
siz burada 5 bin ortak ve Sümerbank
tarafından kurulan bu şirketin –47
kişi ve 6 oda, artık kimlerden oluşuyorsa?!!!– ne kadar Manisalıları veya
bu kurucu 5 bin ortağı temsil ettiğini
sorabilirsiniz!
İyi ya bunda ne var diyeceksiniz
belki… Ama öyle değil, devamı var…
O da şöyle:
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın
da aralarında bulunduğu bölge milletvekillerinin “Manisalıların hakkı
Manisa’da kalsın” manalı laf larıyla
Manisalılara verilen bu kamu mülkiyetinin şehir merkezindeki 145 dönüm
arazisinin 55 dönümünü Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı “özel” imar yetkisini kullanarak belediyeye bırakmış.
Şirketi alan grubun ilk icraatı kalan
bulan bir geçici işçi her yıl iş bulabilmek kaydıyla 75 yıl, yılda 90 gün çalışabilenlerin ise 100 yıl çalışması gerekiyor. Sermayedarların akıl hocaları
Türkiye’de emekli maaşlarının yüksek
olduğunu söylüyorlarmış. O yüzden de
bu yasa memur emeklilerinin maaşlarını % 33, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinin maaşlarını ise % 23 düşürüp hepsini tek çatı altında toplayacaklarmış.
Grevdeki SERNA-SERAL Tekstil
Fabrikası işçilerinden 20-25 kişilik
bir grup işçinin grev önlükleriyle, taleplerini içeren dövizleriyle toplantıya
katılmaları mücadeleci konuşmaların
yapıldığı anda “Örgütlüysek her şey,
Örgütsüzsek Hiçbir Şey!”, “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek!”, “Kurtuluş
Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya da
Hiç Birimiz!” v.b. sloganları gür bir
şekilde atmaları salona bir canlılık ve
coşku veriyordu. Grevci işçi arkadaşları adına genç bir kadın işçinin sınıfa
güven ve örgütlü mücadele ile hak elde
edilebilineceğinin vurgusu katılımcılar tarafından güçlü bir şekilde alkışlandı.
Az sayıda konuşmacının yasayla
ilgili somut bilgiler vermesinin olumluluğu yanında kimi konuşmacılar
da genel siyasi değerlendirmelerde
bulunurken farkında olmadan reformist uzlaşmacı yüzlerini gösterdiler.
Konuşmacıların önemli bir bölümü de
egemen sınıfların bu ve buna benzer
saldırılarına karşı topyekün bir direnişle karşı konulması gerektiğini, bunun için de öncelikle yapılmak istenen
yasal değişikliklerden zarar görecek
işçi ve emekçi kitlelere “yeni haklar veriyoruz” adı altında var olan hakların
gasp edildiğinin anlatılması için elden
ne geliyorsa yapılması çağrılarında bulundular. Bunun için sadece sendikalı
olan işletme ve fabrikalarda değil, sendikasız, örgütsüz olan daire, fabrika,
sanayi havzası, semt, mahalle, köy ve
kahvelere kadar giderek oralardaki işçi
işsiz tüm halkın bilinçlendirilmesi,
örgütlendirilmesi için yoğun bir çaba
gerektiğini, bu çabalarla birleşik mücadele gücünün ortaya çıkacağını ve bu
güçle saldırıların püskürtülebilceğini
vurguladılar. Tabii bu arada yasa tasarılarının TBMM’de görüşüldüğü gün
Genel Grev-Genel Direnişlerle yanıt
verilmesi gerektiğini belirten konuşmacılar da vardı.
SSGSS yasa değişikliği saldırısı tüm
işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını gaspa yönelik büyük bir saldırıdır.
Bu ve buna benzer saldırılara karşı
tüm işçilerin ve emekçilerin birleşmesi
ve devrimci bir perspektifle direnmeleri için sınıf bilinçli işçilere çok görev
düşüyor.
Görev başına!
Ocak 2006 ▲
90 dönümden 55 dönümlük bölümü
2005 Aralık ayının ortalarında alışveriş merkezi yapılmak üzere KİPA
TESCO şirketine satmak olmuş.
3 milyon 751 bin dolara aldıkları
toplam şirketin sadece 55 dönümlük
arazisini OGG 13 milyon 750 bin dolara satmış! Böylece fabrika ve arazinin toplamı için ödedikleri paranın 4
katını, 4,5 aylık zaman içinde kazanarak belki de son dönemlerin en hızlı
kârını elde etmiş oldu.
Bu peşkeş değil de nedir?
Ama kapitalist sistem zaten budur!
Bu sistem asalak geçinenlerin, oturdukları yerde rant elde edenlerin sistemidir.
Bu sistemde çalışmakla zengin olunmaz… Eğer zengin olunsaydı 25-30
yıl durmadan çalışıp didinen işçiler,
emekçiler zengin olurdu!
Bu sistem başkasının emeğini sömüren, toplumun hakkı da olan toprağı
değişik üçkâğıtlarla elde edilen top-
rağın rantından para kazanan, esrareroin, silah tüccarlığı ve savaş üzerinden para kazananların sistemidir.
Bu sistem tamir edilemez bir sistemdir!
Bu sistem devrimle yıkılmalıdır.
Ancak o zaman tüm zenginlik kaynakları işçilerin ve emekçilerin kullanımına girecek, elde edilen zenginlikler de ortak olarak paylaşılacaktır.
Ancak o zaman haksız para kazanma
yasaklanacaktır.
Ancak o zaman herkes çalışabilecek
ve kazandığı para ile insanca bir yaşam
sürdürebilecektir.
Ta ki toplumsal zenginliklerin fışkırdığı, toplumsal eşitliğin sağlandığı,
“herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şiarının geçerli olduğu toplumun kendi kendisini yönetmeyi öğrendiği komünizme varıncaya kadar!
İşte o zaman “yer yüzü aşkın yüzü
olacak”!
Bir Yeni Dünya İçin Çağrı okuru
10 Ocak 2006 ▲
panorama
PANORAMA
Morales başkan seçildi…
- BOLİVYA -
Morales’in iktidarda kalmasının da çok zor olduğu şimdiden tespit edilebilir. Emperyalist
tekellerin çıkarlarına onlar için “taşınamaz” düzeyde dokunulduğunda, onlar Morales’i
bertaraf etmenin yollarına düşecekler, yok tekellerin çıkarlarına fazla dokunmadan bir şeyler yapmaya çalışırsa da Bolivya halkının büyük bölümünün yeniden sokaklara dökülmesine, kitlesel eylemlere başvurmasına ortam yaratacaktır.
18
Ara lı k 20 05 tarihinde
Bolivya’da seçimler vardı.
Sözkonusu seçimlerin 2005
yılında yapılmasının perde arkasında
yatan şey, yaz aylarındaki kitlesel hareketin Başkan Mesa’yı istifaya zorlamasıydı.
Mesa’nın istifasından sonra geçici
olarak başkanlığa gelen Rodriguez ülkeyi başkanlık seçimlerine hazırlama
görevini de üzerlendi. Seçimler önce
4 Aralık’ta planlanmış fakat Ekim ayı
sonunda 18 Aralık’a ertelenmişti. Bu
bağlamda yapılan seçimler erken seçimlerdi. Seçimlerde hem başkan, hem
parlamentoya seçilecek 130 milletvekili ve hem de 27 senatörün seçimi birarada gerçekleştirildi.
Üçlü seçimin birarada gerçekleştirilmesine rağmen öne çıkan başkanlık
seçimiydi. Başkanlığa esas olarak iki
adaya seçilme şansı veriliyordu. Biri
Evo Morales diğeri ise 2001 Ağustos2002 Ağustos döneminde bir yıllık
başkanlık deneyimi olan Jorge Quiroga
idi. Diğer adaylara fazla şans tanınmıyordu. Seçimler öncesindeki veriler
Morales’in önde gitmesine rağmen,
tek başına oyların %50’sini alamayacağı yönündeydi. Böylesi bir durumda
başkanı parlamento seçecekti.
Seçimleri Evo Morales, oyların
%53.7’sini alarak kazandı. Morales’in
partisi “Sosyalizme Doğru Hareket”
(MAS) parlamentoda çoğunluğu ve 27
senatörün 12’sini elde etti.
Bu sonuçla Boliv ya’da ilk kez
İndigen kökenli birisi başkan oluyordu.
Morales’in başkan seçilmesi İndigen
halkının 500 yıllık intikamı olarak algılandı, algılanıyor…
Morales’in başkan seçilmesi genelde
izleyebildiğimiz kadarıyla dünya ba-
sınında, özelde de Türkiye’de devrimci, “sol” basında Latin Amerika’da
“sol” hareketin yükselişinin yeni bir
örneği olarak gösterilmeye çalışıldı,
çalışılıyor. Bunlara göre Venezüella,
Brezilya, Arjantin ve Uruguay’dan
sonra Bolivya’da da “solcu” bir başkan
işbaşına geliyordu.
Kuşkusuz ki bu arada Morales’in
gerçek siyasi kimliğini ortaya koyan
tavırlar da basında yer alıyor. Ama bu
tür tavırlar azınlık durumunda…
Morales’in Chavez veya Castro ile
dostluk ilişkilerinden yana olması, onlarla birlikte ABD’nin Latin Amerika’ya
yönelik egemenlik siyasetine karşı duracağını açıklaması yönlü tavırlar ise,
“bizim solcularımızın” neredeyse devrim oldu şiarlarını atmasına yol açıyor.
“KURT POSTUNA BÜRÜNMÜŞ
KUZU”: MORALES!
İndigen halkın bir temsilcisi olarak
başkan seçilmesi yanını bir kenara
bırakıp Morales’in başkan olması durumunda neyi yapmayı planladığına,
özellikle de ekonomi alanındaki siyasetine bakarsak, onun gerçekte ne
savunduğunu da görmek mümkündür. Kuşkusuz ki Morales’in siyaseti
Bolivya’nın gerçekliğinden kopuk ele
alınamaz ve Morales’in siyasetinin uygulanmasında da hem Bolivya’nın emperyalizme bağımlılığı hem de buna
bağlı olarak emperyalistlerin tavırları
belirleyici önemde rol oynamaktadır.
Bolivya, Latin Amerika ülkelerinin
en yoksul ülkelerinden biri. Halkın
büyük bölümü yoksulluk ve açlık sınırında. Doğalgaz ve petrol kaynakları
yabancı tekellerce talan ediliyor. ABD
emperyalizminin “uyuşturucuya karşı
mücadele” adına koka üretimini neredeyse yok etmesi tavrı, İndigen halkın
büyük bölümünün geçim kaynağını
21
panorama
22
yok etmiş durumda. Bolivya, Latin
Amerika’nın en yoksul ülkelerinden
biri olmasına paralel, emperyalizme en
fazla bağımlı da olan bir ülke vb. vb.
Bolivya halkının büyük bölümü
içinde bulunduğu bu koşullarda, –kim
başkan seçilirse seçilsin, hükümete
kim gelirse gelsin– koka üretiminin
yasaklanmasına, ülkenin doğalgaz
kaynaklarının emperyalistlere peşkeş
çekilmesine karşı mücadele etme durumundadır.
Morales’in başkan seçilmesi için
halkın bu taleplerine, en azından lafta
da olsa yanıt vermesi gerekiyordu.
Vermeye çalıştı. Doğalgaz kaynaklarının devletleştirileceği, koka üretiminin
ABD’nin dayatmasına rağmen yeniden
serbest bırakılacağı vb. vaatlerinde bulundu kitlelere.
Fakat sözkonusu vaatleri yerine getiremeyeceği burjuva medyanın da kimi
kesimleri tarafından şimdiden ifade
edilmektedir. Morales’in Chavez değil,
olsa olsa seçimlerden önce keskin görünen, ama seçildikten sonra uslu duran Lula gibi olabileceği ifade edilmektedir. Bunun için de esas olarak “Kurt
postuna bürünmüş kuzu” tanımına
benzer tanımlamalar yapılmaktadır.
Aslında haklı da bir tanımlama…
Yeri geldiğinde neoliberalizmi, emperyalizmi yok etmekten bahseden,
“Tabiat ananın bize verdiğini başkasına veremeyiz”, “Bolivya’nın bütün
doğal kaynaklarını kamulaştıracağız”
diye konuşan Morales, özel mülkiyete
saygı duyma üzerine and içmekten de
geri kalmamaktadır. Morales’in kamulaştırma dediği ise esasta doğalgaz
bağlamında tekellerle yapılan anlaşmaların yenilenmesi, değiştirilmesi ve
doğalgazın nasıl, kime ve kaça satılacağı bağlamında karar alma yetkisinin
devlete verilmesi ve kârlardan alınan
payın %50’ye kadar yükseltilmesidir.
Seçim propagandalarında, kimle, nerede konuştuğuna göre tavır belirleyen
Morales, onu antiABD’ci gösterenlerin beklentilerinin tersine, özel olarak
ABD’ye karşı bir propaganda yapmadı.
Sadece kimi konuşmalarında –esas
olarak da koka üretimi sözkonusu olduğunda– özellikle ABD’nin tavrını
eleştiren bir tavır takındı.
Morales doğalgaz kaynaklarının
devletleştirilmesinin hiç de kolay olmadığını gördüğünden ve bunun
mülkün sahiplerinin elinden alınması
olmadığını bildiğinden ve savunduğundan dolayı, devletleştirme vaadini
yumuşatmaya yöneldi.
Morales’in seçimlerden hemen sonra
yaptığı açıklamada şu görüşler savunuldu:
“Özel mülkiyete saygılı olacağız.
Fakat, devlete ait işletmelerin artması
ve gelişmesine öncelikli önem vereceğiz. Özellikle ABD baskısı altında bulunan koka üretimine yeni yatırımlar
yapacağız. (…)
İlk aşamada, enerji kaynaklarındaki
devlet kontrolü arttırılacak. Bu kaynaklar, yakın zamanda belki kamulaştırılmayacak, ama hükümetin doğal
gaz üzerindeki etkinliği arttırılacak.”
(Evrensel, 21 Aralık 2005)
Morales’in bu tavrı esas olarak hem
emperyalist tekellerin gönlünü, hem
de Bolivya halkının gönlünü almaya
çalışan “ortada” buluşmaya temel atan
bir tavırdır. Özel mülkiyete dokunulmayacak. Devlete ait işletmelerin çoğalmasına önem verilecek. Koka üretimine yatırım yapılacak, cek cak cak
cek cak…
Bu ‘cek cak’lar arasında üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete değinilmeyeceği tavrı, tekellere ve bilumum
kapitalistlere garantidir. Halkı ilgilendiren sorunlarda ise bu ‘cek cak’lar, sorunu geleceğe ertelemenin, halkı oyalamanın vaadleridir. Koka üretimine
yatırım yapamazsa, gerekçe bulunur:
Maddi kaynaklarımız yok! Enerji kaynakları devletleştirilmezse, hemen olamayacağını söylemiştim, ama devletin
doğalgaz üzerindeki etkisini çoğalttık
demeleri kolay.
Morales sadece özel mülkiyete saygı
duymuyor, patronları birlikte çalışmaya da davet ediyor. Seçildikten
sonra sanayi ve ticaret temsilcileriyle
yaptığı görüşmede Morales, kapitalistlere “hiç kimseye zarar vermek istemiyorum, mülksüzleştirmek veya
el koymak istemiyorum” garantisini
vermeye paralel; “Siz işverenlerden
öğrenmek istiyorum. Birbirimizi tamamlamamız gerekli olacaktır: Siz
profesyonel yeteneklerinizi getirin,
ben de sosyal vicdanımı.” düşüncesini
savundu. Devletleştirme siyasetinin
mülksüzleştirme anlamına gelmediği
üzerine de and içen Morales’in tavrı,
onun ne kadar “sol”cu olduğunu da
göstermektedir.
Bu bağlamda Şili’li bir sosyoloğun, ‘her devrimci bir asidir, ama her
asi devrimci değildir’ düşüncesinin
Morales bağlamında tam yerine oturduğunu söyleyebiliriz. Morales sistemi
değiştirmeye değil, düzenlemeye çalışmaktadır, düzen çerçevesinde bir “solculuk” yapmaktadır.
MORALES’İN YURTDIŞI GEZİSİ…
Morales 22 Ocak 2006 tarihinde başkanlık görevini devralıp koltuğa oturacak. Bolivya’nın uluslararası tekellerle
ilişkilerinin, ya da yeni yatırımların
nasıl bir yön alacağı konusu, Bolivya
için önemli olduğu gibi, Morales’in
başkanlık koltuğunu erkenden bırak-
mak zorunda kalıp kalmayacağı bağlamında da önemlidir.
Uluslararası ilişkilerde izole olmamak, bundan da önemlisi ekonomik
ve siyasi baskı altında sıkışmamak için
Morales’in kendisini ve amaçlarını,
sözkonusu ülkelerle ve öncelikle tabii
ki tekellerle ilişkilere nasıl baktığını
ortaya koyması gerekiyordu. Bunun
doğal bir sonucu da Morales yaklaşık
on ülkeyi içeren bir yurtdışı gezisi gerçekleştirdi.
Geziye “solcu” olduğunu gösterecek
Küba ve Venezüella ziyaretleriyle başladı. Castro’nun “antiABD mücadelesine destek” verip değişik alanlarda
yardım sözü aldı. Chavez’den de 30
milyon dolarlık yardım ile ayda 150
bin varil mazot satma sözü aldı. Ortak
çalışmaların derinleştirilmesi için iyi
niyetler, istekler ilan edildi…
Morales İspanya, Fransa ve Belçika’yı
kapsayan Avrupa gezisinde esas olarak
ekonomik ilişkiler üzerine görüşmelerde bulundu. Özellikle İspanya’nın
petrol tekellerinin Bolivya’da önemli
yatırımları var. İspanya’da Morales
“devletin doğal kaynaklar üzerindeki
mülkiyet hakkını koruyacaktır”, ama
bunun “firmaları mülksüzleştirmek
veya mülküne el koymak anlamına
gelmediğini” herkesin “kâr yapması
gerekir ki Bolivya da bundan kazansın” görüşlerini savundu. İspanyalılar
ise esasta yatırımları genişletmek için
İspanyalı işverenlere garantili, çerçevesi sağlam bir ortamın gerekli olduğunu vurguladılar. Somut bir sonuç
çıkmadı ama Morales İspanya tekellerine, yukarıda aktarılan görüşünü koruyarak teminat vermeye çalıştı.
Fransa ziyaretinde Chirac’a Bolivyalı
yerli halka destek verdiği için teşekkür
eden Morales, Chirac’tan da ekonomik
ve siyasi yardım sözü aldı. Brüksel’de
ise AB yardımı sözkonusuydu.
Morales Çin’den de doğalgaz üretiminde Çin’in Bolivya’ya yatırım yapması talebinde bulundu ve Çin yetki-
lileri Bolivya’ya yatırım yapmaya sıcak
baktıklarını açıkladılar. Bu görüşmeler
esas olarak Morales’in ABD dışındaki
emperyalist güçlerle ilişkilere ağırlık
verdiğini gösteriyordu.
Güney Afrika, Arjantin ve Brezilya
gezileri ile Morales yurtdışı gezisini bitirdi. Morales, Arjantin ve Brezilya’dan
Küba ve Venezüella gibi yardım sözü
alamadı. “Solcu” hükümetlerin yönetimde olduğu söylenen bu ülkelerde
Bolivya’nın doğalgaz ve petrolünü talan
etme, ya da ucuza alma gibi sorunlar
var. Eğer Morales, devletin etkinliğini
çoğaltır ve yabancı tekelleri yeni anlaşmalara zorlarsa, o zaman dünya piyasalarının altındaki fiyatlarla gaz almaları sorun olacak. Brezilya somutunda
ise çelişki daha da büyük. Brezilya
devlet tekeli Petrobras Bolivya’nın tüm
doğalgaz rezervlerinin %14’ünün üretimini kontrol etmekte, Bolivya’nın
Yurtiçi Gayri Safi Hasılası’nın yaklaşık
%20’sini gerçekleştirmektedir. Kısaca
vurgulanırsa Morales’in işi zor.
Kuşkusuz Güney Amerika’daki gelişmelerin uluslararası dengede ABD
aleyhine gelişmeler olduğunu görmek
gerekiyor. Güney Amerika’nın durumu
giderek ABD’nin arka bahçesi olmaktan
çıkma yönünde gelişiyor. Bolivya’da Evo
Morales’in başkan seçilmesi bu yöndeki
gelişmede bir noktadır.
Ama gerek Bolivya’da Morales, gerekse Güney Amerika’nın “sol” söylemli iktidarları tutarlı antiemperyalist
olmamalarından kaynaklanan sorunları da yaşıyorlar. Güney Amerika’daki
milliyetçi burjuva iktidarlar bu zorlukları aşmak için ABD-AB, ABD-Rusya,
ABD-Çin arasındaki çelişmelerden yararlanma kozuna sahiptir. Morales de
pazarlık gücünü arttırmak için bunları kullanmaya çalışmaktadır, kullanacaktır. Sonuçta ama bu antiemperyalizm değildir. Reformcuların kaderi
emperyalistler arasında sıkışmaktır.
Bolivya da bu “iki arada bir derede”
durumu yaşamaktadır, yaşayacaktır.
Morales’in iktidarda kalmasının da
çok zor olduğu şimdiden tespit edilebilir. Emperyalist tekellerin çıkarlarına
onlar için “taşınamaz” düzeyde dokunulduğunda, onlar Morales’i bertaraf
etmenin yollarına düşecekler, yok tekellerin çıkarlarına fazla dokunmadan
bir şeyler yapmaya çalışırsa da Bolivya
halkının büyük bölümünün yeniden
sokaklara dökülmesine, kitlesel eylemlere başvurmasına ortam yaratacaktır. Öyle görünüyor ki, Morales eğer
başkanlık görevini normal süre sürdürmek istiyorsa, “ortayolu” bulmaya
çalışmak zorundadır. Gelişmeleri birlikte göreceğiz.
18 Ocak 2006 ▲
panorama
Bir seçim oyunu daha gerçekleşti
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN -
E
kim ayı ortasında yapılan
Anayasa referandumunun kesin sonuçları belli olmadan,
önceden yapılan plana göre 15 Aralık
seçimlerinin hazırlığı sürdürüldü.
Seçimlere ilgi duyan herkes de kendisini seçimlerin yapılacağı düşüncesine
endekslemişti. Esas sorun da seçimlerin yapılıp yapılmayacağı değil, seçimlerle işbaşına gelecek hükümetin geçici
hükümet mi, yoksa dört yıllık “kalıcı”
hükümet mi olacağı sorunuydu.
ABD emperyalizminin dayatması ve
Birleşmiş Milletler’in (BM) örgütlemesi
temelinde yapılan anayasa referandumunun sonucunun önceden belli olduğuna
dergimizin 94. sayısındaki yazımızda
dikkat çekmiştik. Fakat sonucu tahmin
etmemize rağmen, sonuç henüz resmen
açıklanmamıştı. Yapılan resmi açıklamalara göre Anayasa, iki bölgede reddedilmiş olmasına rağmen onaylanmıştı.
Önceden konan kurala göre anayasanın
kabul edilmemesi için üç bölgede üçte
ikilik çoğunlukla hayır oyu çıkması gerekiyordu. Anayasaya karşı olan Sünni
kesimin tüm itirazlarına rağmen “kıl
payı” Anayasa kurtarıldı…
Böylece 15 Aralık’ta yapılacak seçimler sonucunda oluşacak parlamento ve
kurulacak hükümet, işgal sonrası dönemin ilk “sürekli, sabit” parlamentosu, hükümeti olacaktı. Anayasa’nın
oluşturulması için gereken prosedürün
yinelenmesine gerek kalmamıştı.
İşgale karşı direnişin dindirilmesi,
mümkünse sonlandırılması için de
öne çıkarılan sorunlardan biri daha
önceki seçimlere ve anayasa referandumuna katılmayan Sünni kesimin bu
seçimlere katılması konusunda ikna
edilmesi çabaları oldu.
Bu çabalar doğrudan Bush’un talepleri temelinde Sünni kesime verilen
kimi tavizlerle tamamlanmaya çalışıldı. Bu arada kimi Sünni önderlerinin
Türk hükümeti yetkililerinin de görüşmelerde bulunduğu ve İstanbul’da
gerçekleşen, ABD emperyalizminin
temsilcilerinin de yer aldığı görüşmelerde bulunması, en azından Sünni
kesimin önemli bölümünün seçimlere
katılma yönünde karar almasında etkide bulundu.
15 Aralık seçimlerinden sonra parlamentoya girmenin aynı zamanda
Anayasa’da kimi değişikliklerin yapılmasını sağlamaya çalışma imkânı
sunduğundan ve Saddam sonrası döneminin Irak’ının yapılandırılmasında önemli rol oynayacağından daha
önceki seçimlere katılmayan Sünni
kesim de seçimlere katılma yönünde
tavır belirledi.
Sünnilerin önemli bölümünün seçimlere katılma yanlı tavrı ve seçime
katılma yönlü fetvaların çıkarılması,
işgalci güçlerin patronu ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri tarafından
bir başarı olarak sunuldu kamuoyuna.
İşgalciler ve işbirlikçileri bununla işgale karşı direnişi, saldırı eylemlerini
durdurmanın hesaplarını yaparken,
Sünniler de parlamentoya ve hükümete
katılma olasılığının büyük olduğunun
hesabıyla, işgalcilerin işini zorlaştırmanın; hatta Irak’ı İslam temelinde
biçimlendirmenin hesaplarıyla seçim
oyunundan yararlanmanın hesaplarını
yaptılar… Taktik olarak seçimleri boykot etmelerinin kendilerinin zararına
olduğunun, seçimlere katılmanın öyle
ya da böyle kendi yararlarına olduğunun farkında olduklarını da böylece
gösterdiler. Herkes kendi çıkarlarının
hesabını yapıyordu ve kimin daha kârlı
çıktığını da önümüzdeki süreçteki gelişmeler kanıtlayacaktır.
İşgalci güçlerin “geçiş takvimine”
göre 15 Aralık’ta yapılacak seçimlerle
Irak’ta “demokrasiye” geçiş süreci tamamlanmış, Irak’ı yönetecek bir Irak
yönetimi oluşturulmuş olacaktı.
Bunun doğal bir sonucu da işgalci
güçlerin Irak’tan çekilme planlarını yeniden gözden geçirmesi, işgalci güçlerin
ne kadarını ve ne zaman geri çekeceğini
belirlemesi gündeme gelecekti.
ABD emperyalizminin egemenleri,
Irak-Güney Kürdistan’daki işgal güçlerini belli ölçüde azaltmayı, hem maddi
giderleri azaltma bağlamında, hem de,
–en önemlisi de bu– İran’a yönelik saldırı savaşının hazırlıklarını ilerletme,
zamanı geldiğinde, ortamı yaratıldığında İran’a saldırmanın önkoşullarını
hazırlamak için gerekli görmektedir.
Kısaca aktarmak gerekirse seçimler
öncesinde Bush’un yaptığı açıklamaya
göre ABD’nin planı şöyledir:
“Kısa vadede yapılacaklar, teröristlerin bozguna uğratılması, kurumların inşası, güvenlik kuvvetlerinin yeniden örgütlenmesi ve politik alanda
kilometre taşlarının oluşturulması.
Ardından Irak’ın kendi güvenliğini
sağlayacağı ve sürekli bir hükümete
sahip olacağı yeni bir aşamaya girilecek. Uzun vadede ise, Irak’ın barışçıl
demokratik ve işbirliğini sağlamış bir
ulus olarak, terörle savaşın tam teçhizatlı bir ortağı olması amaçlanmaktadır.” (Gündem, 1 Aralık 2005)
ABD emperyalizminin Irak bağlamındaki kısa ve uzun vadeli planı
özetle böyledir. İşgalci güçlerin seçimlerin güvenliğini sağlama gerekçesiyle
çoğaltılmış olması, ya da seçimlerden
sonra işgalci güçlerin sayısının azaltılması sorunun özünü değiştirmemektedir.
İşgalci güçlerin belli bir kesiminin
geri çekilmesi işi şimdiden mümkündür ve zaten sürekli biçimde somut duruma göre on bin ya da yirmi bin kişi
çoğaltıp azaltıyorlar da. Askeri güçlerini geri çekme yönlü tartışmalar gerçekte kitlelerin tepkisini dindirmenin,
kitleleri aldatmanın bir aracı olarak
kullanılma durumundadır. Sorunun
özü tüm işgalci güçlerin Irak-Güney
Kürdistan’dan defolması sorunudur.
İşgalin son bulması sorunudur.
Bugünkü koşullarda işgalin son bulması ancak ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun bir “yerli” yönetimin
sağlanması, ABD emperyalizminin
çıkarlarının garanti altına alınması;
işgale karşı direnişin son bulması vb.
koşullarda, işgalci güçlerin Irak-Güney
Kürdistan’dan çekilmesiyle mümkündür. Böylesi bir işgale son verilmesi
kuşkusuz ki doğrudan işgal durumundan iyi olacaktır ama bu durum
da gerçekte Irak-Güney Kürdistan’ın
bağımsızlığa kavuşması durumu olmayacaktır.
ABD emperyalizminin 15 Aralık
seçimlerine yüklediği bir misyon da
ABD’nin istediği, ABD emperyalizminin çıkarlarına ters davranmayacak
bir yönetimin oluşmasının bir adımının sağlanmasıdır.
ABD emperyalizminin andaki yöneticileri, temsilcileri böyle düşünüyor,
hesaplarını bunun üzerine kuruyorlar.
Gelişmelerin onların istediği gibi olup
olmayacağını belirleyecek olan ise sadece ABD’nin tavrı değildir.
SEÇİM SONUÇLARI…
15 Aralık seçimlerinin de işgal koşullarında gerçekleştiği açık bir olgu olmasına rağmen, seçimlerin “demokratik”,
“adil” ve “özgür” olduğu palavraları
anlatılmaktadır kitlelere. En başından
bu sahtekârlığın bilince çıkarılması
gerekiyor. Seçimler demokratik, adil ve
özgür değildir. Irak-Güney Kürdistan
da özgür değil, bilakis işgal altındadır.
Seçimlere katılan güçlerin hepsinin
kendi çıkarları ve hesapları olsa da ve
bu hesapları temelinde seçimlere katılsalar da, gerçekte, işgalci güçlerin dayattığı bir seçime katılma durumundadırlar. Kimileri isteyerek işgalcilerle
işbirliği yapmakta, kimi de seçimlerden yararlanma hesabıyla dayatılanı
kabul eder görünmektedir. Yolun ucu
ise çıkmaz sokak…
Seçimler öncesinde, seçim propagandası yapılırken silahlı güçlere sahip partiler ya da kesimler rakiplerine
karşı değişik biçimlerde saldırılarda
bulundu, yer yer de çatışmalar yaşandı
ve bu çatışmalarda da insanlar yaşamını yitirdi.
Seçimlerin kendisine gelince durum
şöyledir. İşgal ve işgale karşı direnişin
23
panorama
24
sürdüğü koşullarda yapılan seçimler,
yoğun olmasa da çatışmaların, birçok
yerde patlamaların yaşandığı ve IrakGüney Kürdistan’daki ölçülere göre az
sayıda insanın yaşamını yitirdiği; 200
bine yakın işgalci gücün ve 150 bin civarında Irak’lı kolluk güçlerinin kontrolü altında gerçekleşti.
Seçimlerin denetimi için Ürdün’de
750 kişi eğitildi. Bunlar seçimleri gizli
kontrol etme görevini yerine getirecekti.
Bu 750 kişinin vereceği raporların, seçimlerin sonuçlarının kabul ya da reddedilmesinde belirleyici rol oynayacağı
seçimlerden önce biliniyordu. Bu önlem,
aslında seçim sonuçlarının önceden belirlendiğinin de önemli bir işaretiydi.
Seçimlerde yapılacak her tür sahtekârlık, bu 750 kişinin vereceği raporlar temelinde temize çıkarılabilecekti.
Seçimlerde 15 milyon civarında seçmen, 6200 civarında seçim merkezinde
oy vermeye çağrıldı. 334 gruptan 7648
aday 275 sandalyeli meclise girmek
için yarıştı. En son açıklamalara göre
seçimlere katılım %70 civarındaydı.
Bu oranın esas olarak Sünnilerin seçimlere katılmasına bağlı olarak arttığı tahmin edilmektedir.
Seçimin geçici sonuçları açıklandıktan sonra, seçimde sahtekârlık yapıldığı iddiasıyla seçim komisyonuna
1500’den fazla itiraz ulaştı.
Başta BM’nin Irak seçim komisyonu
danışmanı olmak üzere uluslararası
gözlemcilerin yaptığı açıklamalar seçimlerin uluslararası normlara uygun
olduğu yönündeydi. Kuşkusuz ki bu
uluslararası normları da belirleyenler
esasta işgalci güçler ve destekleyicileriydi. Uluslararası normlara göre işgal
altında yapılan seçimler de uygun görülüyordu böylece…
Buna rağmen itirazların çokluğu ve
seçimlerin “demokratik, adil ve özgür” olduğunun gösterilmesi için de
olsa Seçim Komisyonu oyların yeniden
sayılmasına karar verdi. Buna paralel
olarak uluslararası heyetler de kontrol
görevlerini yerine getirmeye çalıştılar.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda 15
Aralık seçimlerinin sonucu ancak 19
Ocak 2006’da açıklandı. 21 Ocak tarihli gazetelere yansıyan sonuçlara
göre seçimlerde milletvekili, ya da
meclisteki 275 sandalyenin dağılımı
şöyledir:
“Birleşik Irak İttifakı (Şii) 128, Kürt
İttifakı 53, Irak Uyum Cephesi (Sünni)
44, Irak Ulusal Listesi (Allavi, laik) 25,
Ulusal Diyalog Cephesi (Sünni) 11,
Kürt İslam Birliği 5, Uzlaşı ve Özgürlük
Bloğu (Sünni) 3, Risaliyun (Şii, Sadr
hareketi) 2, Vatansever Rafidain
Partisi (Hristiyan) 1, Irak Türkmen
Cephesi 1, Mithal el Alusi (Sünni) 1,
Yezidi Hareketi 1…” (Hürriyet, 21
Ocak 2006)
Bu seçim sonuçları bir kez daha oy
verenin değil oy sayanın belirleyici olduğunu gösteriyor. Sonuç adeta eczacı
tartısı ile ölçülmüş kadar dengeli bir
sonuç:
Şiiler Şiilerin toplumdaki oranına
uygun, çoğunluğa sahip ama parlamentoda tek başlarına karar alacak
durumda değil.
Kürtler toplumdaki varlıklarına
uygun oya sahip, ancak bağımsız
Kürdistan’ı dayatacak durumda değiller. Şiilerle ortak hükümet kurabilirler
ama bu hükümet üçte iki çoğunluğa
sahip değil…
Sünniler de Şiilerle koalisyon kurabilir, ama bu bileşenli bir hükümet de
üçte iki çoğunluğa sahip olmayacak.
Yani her üç toplumsal grup da hükümette temsil edilmeli! Seçim sonuçları
gelişmeleri belirleyecek üç ana gücün
siyasi karar mekanizmasına katılımının sağlanması hesabına uygun olan,
bir grubun diğerine karşı egemenlik
taslama durumunda olmayacağı, herkesin herkese ihtiyaç duyacağı bir sonuçtur; ABD’nin istediği bir sonuçtur.
Peki üç grubun karar mekanizmasına katılımı sağlanabilecek mi? Bunun
yanıtı yapılan, yapılacak olan pazarlıklarda ortaya çıkacaktır.
Üç grubun karar mekanizmasına
katılımının sağlanamadığı koşullarda
çelişkiler, sorunlar derinleşecektir.
Bu durum ise aslında Irak-Güney
Kürdistan’da gelişmelerin tarafların
uzlaşması ve işgalcilerin isteği doğrultusunda olma olasılığını içerdiği gibi, iç
savaşa doğru ilerleme olasılığını da barındırmaktadır. Daha da kötü duruma
düşmemek için de sözkonusu güçler
uzlaşma yolunu seçme görüntüsü vermektedir. Şimdilik görünen o ki, taraflar Şii-Kürt ve Sünni kesimin ortaklaşa
kuracağı bir “birlik hükümeti” konusunda hemfikirdirler. Detayları, somut
konulardaki anlaşmaları nasıl olacak,
onu da açığa çıktığında öğreneceğiz.
Parlamentonun açılışı, hükümetin
kuruluşu, cumhurbaşkanının seçilişi… Hepsinden de önemlisi anayasadaki değişiklik tartışmaları ve bilumum önceden çözülmeden kalan
sorunların varlığı önümüzdeki süreçte
Irak-Güney Kürdistan’daki gelişmeleri
belirleyecektir.
İşgalcilerin “geçiş takvimi”ne göre
son adımlar atılsa da, işlerin daha da
karmaşıklaştığı açıktır. Açık olan bir
şey de işgalin ve işgale karşı direnişin
ve savaşın sürdüğüdür.
Kısacası Irak-Güney Kürdistan’da
her şey mümkündür…
21 Ocak 2006 ▲
“Kahrolsun
DTÖ!”
- HONG-KONG -
B
u slogan, 13-18 Aralık 2005
tarihlerinde Hong Kong’da
yapılan Dünya Ticaret Örgütü
(DTÖ) 6. Bakanlar Konferansı’nı protesto eden kitlenin attığı sloganlardan
biriydi.
Çoğunluğu köylülerden oluşan, göçmen işçilerin, sendikaların, kadın hakları savunucularının, öğrencilerin de
içinde yer aldığı DTÖ karşıtları, gerçekleştirdiği eylemlerde DTÖ ve IMF
gibi örgüt ve kurumların dağıtılmasını
da talep etti.
Kimi protestocular da haklı olarak
DTÖ’nün aldığı kararların köylüleri
öldürdüğünü tespit edip dünyanın
egemenlerinin belirlediği kararları
protesto etmek için Hong Kong’ta olduklarını açıkladılar.
“Kahrolsun DTÖ”, “DTÖ dağıtılsın”
vb. taleplere bakıldığında emperyalistlerin dünya üzerindeki egemenliklerine karşı ezilenlerin haklı taleplerinin
dile getirildiği görülmektedir. Evet
DTÖ kahrolsun ve dağıtılsın…
Peki ama DTÖ kahrolup dağıtıldığında emperyalistlerin dünya üzerindeki egemenlikleri son mu bulacak?
Emperyalizme bağımlı ülkelerde işçilerin, köylülerin yaşam koşulları daha mı
iyileşecek? Ya da yılda 30 milyon kişinin açlıktan ölmesi engellenecek mi?
Bu tür sorulara verilecek tek cevap
vardır: Hayır! Emperyalistlerin şu ya
da bu örgütü ya da kurumunun varlığı ya da yokluğu dünya üzerindeki
gerçekleri, sömürücülerin, talancıların
egemenliği gerçeğini ortadan kaldır-
maz. DTÖ ya da IMF dağılır yerine bir
başka kurum, örgüt geçirilir.
Bu gerçeklik, dünyanın ezilenlerine,
“büyük insanlığa” mücadelelerini sadece şu ya da bu emperyalist kuruma
karşı değil, emperyalizme, bir bütün
olarak sömürü sistemine karşı vermeleri gerektiğini göstermektedir.
Evet, dünya üzerindeki zenginlik,
ürün çokluğu, tekniğin gelişmesi vb.
vb. insanlık tarihinde şimdiye kadarki
en yüksek düzeyine varmıştır. Kimi
verilerin ortaya koyduğu gibi son 12
yıllık süreçte dünya üzerindeki ticaret
üç kat artmıştır. Dünya nüfusunun 6.5
milyar olduğu günümüzde, 12 milyar
insana yetecek bir zenginliğe sahip
dünya… Bu zenginliğin esas kaynağı,
üreticisi işçiler, köylüler, tüm emekçiler. Zenginliğin üzerine oturanlar ise
bir avuç sömürücü, soyguncu, asalak!
Bu zenginlik var ama, egemenlerin
resmi açıklamalarına göre bile 850
milyondan fazla insanın açlık sınırında yaşadığı, yılda 30 milyon insanın açlıktan dolayı yaşamını yitirdiği,
üç milyar civarında insanın da yoksulluk sınırında yaşadığı bir dünyada
yaşıyoruz.
Kimi burjuva sosyologlar bile çağımızda her şeyin azami kâr hesabı temelinde ele alındığını, her şeyin kârlarının daha da çoğaltılmasına bağlı
kılındığını tespit etmekte, DTÖ ve
IMF gibi emperyalistlerin kurum ve
kuruluşlarının insanları tahrip eden
kurum ve kuruluşlar olduğunu kabul
etmektedirler. Bunlar için de esas so-
panorama
run mücadeleyi şu ya da bu kuruma
karşı mücadeleye sıkıştırmak ve asıl
sorumlu ve suçlunun düzenin kendisi
olduğunu gözlerden gizlemeye çalışmaktır.
Gerek DTÖ karşıtlarının büyük bölümünün mücadeleyi sadece emperyalistlerin belli kurumlarına karşı yürütmesi, gerekse de sözkonusu kurum
ve kuruluşları eleştiren, dağıtılmasını
isteyen “aydın”ların birleştiği ortak
nokta, sistemin kimi sivri uçlarına
karşı mücadele etmektir.
“Büyük insanlığın” çıkarlarını savunmak, kitlelerin mücadelelerini
doğru yola kanalize etmeye ve bilinçlerini sömürü sistemine karşı mücadele
edecek düzeye yükseltmeye çalışma
görevini tüm devrimcilerin önüne
koymaktadır. Mücadelelerin militan
yanına sahip çıkmak, bu mücadelelerin sistemiçi mücadeleler olduğu gerçeğinin üzerini örtmemelidir.
6. BAKANLAR KONFERANSI…
DTÖ 6. Bakanlar Konferansı, yukarıda da değindiğimiz gibi 13-18 Aralık
2005 tarihleri arasında gerçekleşti.
Sözkonusu konferansın gündeminde
genel olarak ticaret ilişkilerinde “liberalleştirme”, yani emperyalistlerin
sınırsız talan özgürlüğünün tüm alanlarda gerçekleştirilmesi vardı.
Öne ç ı k a n ise , 20 03 y ı l ı nd a
Meksika/Cancun’daki 5. Bakanlar
Konferansı’nda üzerinde anlaşamadıkları tarım ürünleri ihracatının sübvansiyonu meselesiydi. Tarım ürünlerini
sübvanse eden ve bağımlı ülkelerin
tarım üretimini yokeden, milyonlarca
köylünün yaşamını felç eden güçlerin başında ABD ve AB geliyordu.
Cancun’da Brezilya, Hindistan, Güney
Afrika gibi ülkelerin başını çektiği ülkelerin, ABD ve AB’nin sübvansiyonları kaldırması yönlü taleplerini dayatması sonucu 5. Bakanlar Konferansı
başarısızlıkla bitmişti.
Cancun konferansı sonrası dönemde emperyalist güçler DTÖ’nün
merkezini pazarlıklar alanına çevirdi
ve kendi aralarında anlaşmaya doğru
kimi adımlar attılar.
6. Konferans öncesinde İngiltere
Başbakanı Blair ABD ve AB’ye çağrı
yaparak, özellikle tarım ürünleri sübvansiyonları bağlamında adım atmalarını, aksi halde 6. konferansın da başarısızlıkla sonuçlanacağı uyarısında
bulundu.
ABD emperyalizminin DTÖ üyesi
ülkelerin büyük bölümüyle anlaşmaları olduğu olgusuna dayanarak esas
olarak önemi tarım alanındaki pazarların açılmasını sağlayacak anlaşmaya
verdiğini açıkça ortaya koydu.
Gerek konferans öncesinde, gerekse
de konferans sürecinde egemen olan
yaklaşım, Cancun benzeri bir sonuçtu.
Fakat son anda, öncelikle ABD ile AB
arasındaki pazarlıklarda taraf ların
tarım ürünleri sübvansiyonu bağlamında tavır değiştirmeleriyle bir anlaşmaya varıldı.
D
Buna göre, gelişmekte olan, geri
kalmış ülkeler (bunlar esas olarak
bağımlı ülkeler) sanayi ve hizmetler
sektöründe emperyalist güçler lehine
daha da çok liberalleştirmeye evet demişlerdi, kapılarını sonuna dek açma
durumu kalmadığı yerde, menteşele-
DTÖ NEDİR?
ünya Ticaret Örgütü, uluslararası ticari ilişkileri denetleme, “serbest ticaret”
ilişkileri temelinde bağlayıcı kurallar ortaya koyarak uluslararası ticareti örgütlemenin çatı örgütü olarak
kurulmuştur. Kendileri “serbest
ticaret” ilişkileri temelinden bahsetseler de, gerçekte ticaretin belirleyici gücü emperyalistlerdir. Başta
da ABD, AB, Japonya ve Kanada
DTÖ içinde belirleyici rol oynamaktadırlar. Kısaca söylenirse DTÖ, emperyalist büyük güçlerin çıkarlarını
savunmanın uluslararası kurumlarından biridir. Adı üzerinde: Ticaret
örgütü!
Kuruluşu, “Uruguay Görüşmeleri”
denen ve 1986’dan 1994’e kadar
süren GATT (Gümrük Tarifeleri
Anlaşması) üzerine pazarlıkları sürecinde 15 Nisan 1994’te ilan edildi.
Bu süreçte GATS (Ticaret ve Hizmet
Sektörü Anlaşması) ve TRIPS (Patent
Hakkı Anlaşması) gibi anlaşmalar da imzalandı ve bu iki anlaşma
1.1.1995’te yürürlüğe girdi. GATT
1947’den beri varolan bir anlaşma
olduğu için zaten yürürlükteydi.
Bu anlaşmaların 1.1.1995’de yürürlüğe girmesi nedeniyle DTÖ’nün
varlığı da bu tarihten itibaren kabul
edilmektedir. DTÖ’ye 148 devlet üye
ve 30 civarında ülke de gözlemci
statüsündedir. Emperyalist güçler
içinde Rusya DTÖ’ye üye değil. Üye
olma görüşmeleri sürüyor ve öncelikle de ABD şimdilik Rusya’nın
üyeliğini engelleme rolü oynuyor.
30 civarında ülke de DTÖ’ye üye olmaya çalışıyor.
DTÖ’nün organları ise şöyledir:
Bakanlar Konferansı, (şimdiye kadar 6 konferans gerçekleşti), GATTKonseyi, GATS-Konseyi, TRIPSKonseyi, Genel Müdür. DTÖ’nün
merkezi Cenevre’de bulunuyor.
DTÖ’nün bir de Genel Konseyi bulunuyor. Bu konsey içinde IMF, Dünya
Bankası, AB ise AB-Komisyonu aracılığıyla, BM ve UNCTAD (BM’nin
Ticaret ve Kalkınma Konferansı),
FAO (Beslenme ve Tarım Örgütü)
gibi örgütler gözlemci olarak yer almaktadır.
ABD, AB, Japonya, Ka nada,
Avusturalya gibi güçlerin dünya ticaretinin %81’ini ellerinde tutmalarının doğrudan sonucu, bunların
DTÖ’nün kararlarını da belirlediği
gerçeğidir. Bu güçler içinde de öne
çıkanlar ABD emperyalizmi ile
AB’dir (bunun içinde de Almanya
ve Fransa).
Tezler halinde söylersek:
a) DTÖ emperyalist güçlerin,
devletlerin emperyalizme bağımlı,
gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelere kendi çıkarlarını, siyasetlerini
dayatmanın bir aracıdır. Bu bağlamda çelişki emperyalist ülkelerle
bağımlı ülkeler arasındadır.
b) DTÖ içinde egemen olan emperyalist güçlerin kendi aralarında
da çıkar farklılıkları ve çelişkileri
vardır.
c) Dünyanın kim tarafından ne
kadar talan edileceği, kimin nereye
egemen olacağı bağlamındaki emperyalistlerin kendi aralarındaki bu
dalaş, aynı zamanda bağımlı ülkelerin egemenlerinin güçleri oranında
bu dalaştan yararlanmasına da imkân sunmaktadır.
d) İster emperyalist devletlerin
egemenleri olsun, isterse de bağımlı
ülkelerin egemenleri olsun, DTÖ
çerçevesindeki pazarlıklar ve anlaşmaların hepsi de işçilere, köylülere,
tüm emekçilere karşıdır.
Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluşunun, amacının temelinde daha
fazla kâr, soygun, talan yatmaktadır. Tüm elde edilen kârlar, gerçekleştirilen, gerçekleştirilecek talanlar, dünya işçilerinin, köylülerinin,
emekçilerinin sırtına binilerek gerçekleştirilmektedir.
DTÖ, başta emperyalistlerin olmak üzere, tüm sömürücülerin, kapitalistlerin çıkarlarını savunan bir
kurum-kuruluştur… ▲
riyle birlikte söktüler… AB ve ABD
emperyalistleri de istedikleri gibi girip
çıkacaklar, talan edilebilecek ne varsa
alıp götürecekler.
Gümrük bağlamında da bağımlı ülkelere az da olsa taviz verilmeye zorlanıldı ama esas olarak yine emperyalistlere sözkonusu bağımlı ülkelerin
pazarları, yatırım alanları ve imkânları
daha da çok sunulma durumundadır.
Daha önce anlaşmazlığın esas nedeni
olan tarım ürünleri ihracatı sübvansiyonları bağlamında üzerinde anlaşılan
nokta, sübvansiyonun 2013 yılına kadar aşamalı olarak kaldırılmasıdır.
Sonuçta kazanan yine öncelikle ABD
ve AB olmak üzere emperyalist güçler
olmuştur. Bu konferansta anlaşabilmelerinin önemli bir nedeni, Hindistan
ve Brezilya’nın tavırları olmuştur. Bu
iki ülkenin egemenleri bu konferansta,
–kendi çıkarları gereği tabii ki– temsil
ettikleri iddiasında oldukları “güney
yarımküre” ülkelerinin çıkarlarını
sattılar… DTÖ içinde görüşmeleri,
anlaşmaları önemli ölçüde etkileyecek
katman içine dahledildiler.
Konferansta tartışılan birçok sorunda anlaşmalar sağlanmadı ama
emperyalist güçler için anda öne çıkan
ve önemli olan konu(lar)da ilerleme
sağlanmıştır.
Şimdi, konferans sonrası dönemde
yürütülecek pazarlıklarda, somut detayların ortaya konması ve daha çok
açılan sınırsız talan özgürlüğü pastasından kime ne düşeceğinin sonlandırılması amaçlanmaktadır. Mart
ayında Cenevre’de toplanması istenen
Genelkonsey toplantısının ikinci Hong
Kong olabileceği söylenmektedir. ABD
bu görüşmelerin 2007 yaz aylarına kadar bitirilmesini isterken AB ticaret
temsilcileri 2010 yılına kadar pazarlıkları sürdürmekten yana olduklarını
açıkladılar.
Sonuçta 10 binden fazla DTÖ karşıtı protestocunun eylemleri, bu sefer
başarıya ulaşamadı. Egemenler kendi
aralarında anlaştılar. “NAMA” adı da
verilen sanayi ürünleri, hizmet sektörü, kalkınma ve tarım ürünleri alanında çalışan işçilere, köylülere, emekçilere kapitalistlerin yeni saldırılarının
temelini attılar.
Dünyanın egemenleri kendi çıkarlarına uygun davranıyorlar. Sorun dünyanın anda ezilen, insanlığın büyük
çoğunluğunu oluşturan işçilerin, köylülerin, emekçilerin kendi çıkarlarına
uygun davranıp davranmadığıdır.
“Büyük insanlığın” çıkarı, kapitalist sömürücü sisteme, emperyalizme
karşı birliğinde ve devrim için ortak
mücadelesindedir, kurtuluşu da kendi
ellerindedir.
22 Ocak 2006 ▲
25
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Kosova’nın “nihai statüsü” ne olacak?
K
osova’nın statüsünün ne
olacağı üzerine pazarlıklar
Birleşmiş Milletler (BM) düzeyinde yeniden başlatıldı… Nihai statü
tartışmalarının içeriği Kosova’nın emperyalistlerin diktesiyle “bağımsız” bir
devlet, ya da Sırbistan-Karadağ’a bağlı
bir özerkliğe sahip olup olmayacağıdır.
Bu tartışmada bilince çıkarılması gereken ilk gerçeklik, Kosova’nın andaki
statüsü veya durumunun, NATO’nun
24 Mart 1999’da –hem de uluslararası
hukuku çiğneyerek– şimdi adı “eski”
olarak anılan Yugoslavya’ya saldırması
ile başlattığı savaşın doğrudan ürünü
ve sonucu olduğudur.
BM Güvenlik Konseyi, 10 Haziran
1999’da aldığı 1244 sayılı karar ile
Kosova’nın statüsünü de belirlemişti.
Buna göre uluslararası hukuka göre
Kosova, şimdiki adı Sırbistan-Karadağ
olan, eski Yugoslavya’nın geriye kalan
esas bölümüne aittir. Pratik olarak da
kısaca formüle edilirse Kosova’nın statüsü, NATO’nun ve BM’nin işgali ve
koruması altında olma durumudur.
Bilince çıkarılması gereken ikinci bir
gerçeklik ise, Kosova bağlamında tartışılanın esas olarak Kosova-Arnavut
halkının bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren ulusal sorun olduğudur.
Kosova’nın andaki statüsü bile, emperyalist güçlerin veya emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarının önderliğinde, yönetiminde ulusal sorunun
gerçekte çözülmesinin mümkün olmadığını ortaya koymaktadır.
KİMİ HATIRLATMALAR…
26
Eski Yugoslavya’nın parçalanmasına
yönelik emperyalist çabaların doğrudan bir parçası olarak gündeme
getirilen ve başını ABD emperyalistlerinin çektiği NATO güçlerinin
Yugoslavya’ya saldırı-savaşı; “yaşanan
insanlık dramını durdurmak”, “insan
haklarını korumak”, “Yugoslav güçlerinin Kosova’daki etnik temizliği durdurmak” vb. açıklamalarla haklı çıkarılmak isteniyordu.
Sırp şovenleri, emperyalistlerin
doğrudan müda ha lesiyle BosnaHersek, Hırvatistan vb. kesimlerin
Yugoslav ya’dan kopmasına karşı
Kosova’nın da kopmasını engellemek için Kosova Arnavut halkına
yönelik saldırılarını yoğunlaştırmış,
Arnavutlara karşı ulusal baskının dozunu yükseltmişti. Bu baskılara “etnik
temizlik” siyaseti ve uygulamaları da
eşlik ediyordu.
Sırp şovenlerinin Arnavutlara karşı
yürüttüğü bu ulusal baskı, tepki olarak Arnavut milliyetçiliğinin de gelişmesini beraberinde getirmiş ve
Kosova’nın bağımsızlığı talebiyle ortaya çıkan silahlı güçler kısa zamanda
halk içinde destek bulmuştu.
Emperyalist güçler de bu güçleri
kendi siyasetlerini uygulamak için
desteklemiş, Kosova’da çatışmalar bir
iç savaşa dönüşmüştü.
Emperyalist güçler yapılan görüşmelerde Kosova ve Yugoslavya temsilcilerine kendilerinin istediği temelde
bir barış anlaşması dikte etmeye çalışmıştı. Bu dikte edilmek istenen anlaşma Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunması koşuluyla Kosova’ya
geniş özerklik tanıyan bir statüyü içeriyordu. Kosova adına görüşmelerde
bulunan temsilciler, gerçekte bağımsızlık isteseler de bu anlaşmaya imza
attılar.
Yugoslavya temsilcileri ise, sözkonusu anlaşmada dikte edilmeye çalışılan NATO ordu güçlerinin garantör
güç olarak Kosova’ya yerleştirilmesi
tavrının, Yugoslavya’nın devlet bağımsızlığını açıkça reddettiği gerekçesiyle
anlaşmayı imzalamadı.
24 Mart 1999 tarihinde NATO güçlerinin Yugoslavya’ya karşı bombardımana başlaması da gerçekte “etnik
temizliğe son verme”, “insan haklarını
savunma” vb. vb. amaçlara varmak
için değil, Yugoslavya’yı hizaya getirme saldırısıydı.
Sözkonusu saldırı savaşı döneminde
sınıf bilinçli işçilerin, komünistlerin
tavrı, emperyalistlerin sahtekârlıklarını
ortaya koyan bir tavırdı. Sözkonusu tavırlar yaklaşık yedi sene sonra, bugün
de doğruluğunu aynen korumaktadır
ve dünkü gibi günceldir…
Sözkonusu tavırların bazıları şöyleydi:
“Emperyalist güçlerin, Yugoslavya’da
‘barış’ istedikleri, barış için savaş yürüttükleri vb. iddiaları doğru değildir.
Onların istediği gerçek bir barış değil,
ulusların eşitlik temelinde, kendi özgür iradeleri ile gerçekleştirecekleri bir
birlik ve barış değil; emperyalistlerin
kendi çıkarları gereği dikte ettikleri,
sınırlarını ve şartlarını kendilerinin
dikte ettiği emperyalist bir ‚barış’tır.
Savaş emperyalistler için gerçekte
gayet ‚kârlı’ bir olgudur. Silah satışı
bugün dünya ticaretinde en önemli
kâr alanlarından biridir. Ve şimdi
Yugoslav yöneticileri barışa zorlamak
adına yürütülen bu savaşta da, emperyalistler ordularını ve silahlarını kullanarak, büyük kârlar edecek, büyük
yeni kârların kapısını açacaklardır.
Emperyalist güçlerin ‘ulusların kendi
kaderini tayin hakkı’, ‘insan hakları’
vb. savunma adına konuşmaya hiçbir
hakları yoktur. Her birinin ‘insan hakları’ vb. konulardaki suç dosyası, en az
Sırp şovenistlerinin dosyası kadar kabarıktır. NATO’nun insan hakları ve
ulusların kendi kaderini tayin hakkı
adına Yugoslavya’ya müdahalesi büyük
bir ikiyüzlülük ve sahtekârlıktır. (…)
O halde sorun insan hakları vb. değil,
çıplak emperyalist çıkarlardır! Batılı
emperyalistler açısından, onların her
dediğini yerine getirmeyen Yugoslavya
yönetiminin cezalandırılması gereklidir! NATO, uluslararası alanda yeni
rolünün ne olduğunu bütün ezilenlere
göstermek zorundadır! NATO batılı
emperyalist güçlerin vurucu gücü olarak, batılı emperyalist güçlerin dikte
ettiği ‚dünya düzeni’ne aykırı davranan her güce cezasını vermeye hazır
ve muktedirdir! Yugoslavya’ya yapılan
saldırının göstermek istediği budur!
Bu dünyada hiçbir güç batılı emperyalist güçlerin dikte ettiği ‚çözümler’
dışında bir çözüm ararsa, sonunda insan hakları, ulusların kendi kaderini
tayin hakkı vb. adına NATO’nun birleşik askeri güçleri tarafından cezalandırılacaktır! Söylenmek istenen budur!
Verilen mesaj budur!”
Bu satırlar 1999 Mart ayında yazılmıştı ve aradan geçen yaklaşık yedi
senelik süreçte, emperyalistlerin ve
kurumlarının tavırları, edimleri hep
yeniden bu tespitlerin doğruluğunu
ortaya koydu.
Gerçekten de emperyalist güçler için,
onların askeri bir gücü olan NATO
için de esas mesele “insan haklarını”
savunmak, “ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinden yana olmak” değildir. Onlar için temel mesele, kendi
emperyalist çıkarlarıdır. Onların çıkarlarının temel alındığı bir siyasetin,
bu siyaset temelinde de yine onların
çıkarlarının savaş aracılığıyla savunulmasının sözkonusu olduğu yerde,
ulusal sorunun gerçek çözümü, ezilen
ulusun kendi kaderini özgürce tayin
etmesi de mümkün değildir.
Kosova’daki gelişmeler Mart 1999’da
yapılan şu tespitleri de onaylayan gelişmelerdir.
“Bu saldırı, Yugoslav yönetimine emperyalistlerin dikte ettiği barış anlaşmasını imzalatma hedefine varmasa bile
bir şeyi başaracaktır: Kosova’da Sırp
ve Arnavutlar arasında savaşın daha
da boyutlanması, değişik milliyetlerden
Kosovalıların, zaten önemli ölçüde tahrip olmuş birlikte yaşama imkânlarının
uzun süre için bütünüyle ortadan kalkması; Sırp faşistlerinin bu arada ‚etnik
temizlik’ eylemlerini daha da boyutlandırması, sonuçta Kosova’nın bugünkü
statüsünün artık taşınamaz duruma
gelmesi…”
Mart-Haziran 1999 sürecinde emperyalistlerin Yugoslavya’ya yönelik savaşının sonucunda, Yugoslavya yönetimi
dikte edilen anlaşmayı imzaladı.
Bunun sonucunda Sırp şovenlerinin,
faşistlerinin Kosova’da Arnavutlara
yönelik ‚etnik temizlik’ saldırıları, ardından yüzbinlerce kurbanı bırakarak
son buldu. Ama tam da bu “etnik temizlik” saldırıları Kosova’da değişik
milliyetlerden halkların birarada yaşama imkânlarını, uzun süre için bütünüyle ortadan kaldırdı.
Kosova Sırp burjuvazisine karşı gerçekte bağımsızlığını elde edemeden ve
halkların kardeşliği için
bu bağlamda ulusal sorun çözülmeden
dindirilen savaş, Kosova’da bu sefer
Arnavutların Sırp ve Romanlara ve diğer milliyetlerden insanlara karşı başlattığı “etnik temizliğe”, yeni bir ulusal
çatışmaya dönüştü. Dünün ulusal baskısı altında inleyenleri –Arnavutlar–,
şimdinin ezenleri olmuştu. Bir ulusal
sorun çözülmeden, bir başkası gündeme gelmişti…
Arnavutların gerçekleştirdiği “etnik temizlik”, Sırp ordu güçlerinin
Kosova’dan çekilmesinden sonra
Kosova’ya yerleşen NATO ordu güçleri ve BM’nin yöneticilerinin “gözleri”
önünde, kontrolleri altında gerçekleşiyordu…
Tüm gelişmeler Stalin’in şu tespitlerini doğruluyordu:
“Yeni bağımsız ulusal devletlerin
oluşumu, milliyetlerin barış içinde
birarada yaşamalarına yol açmadı ve
açamazdı da; bu çözüm ne ulusal eşitsizliği ne de ulusal baskıyı ortadan kaldıramadı ve kaldıramazdı da, çünkü
özel mülkiyet ve sınıfsal eşitsizlik üzerine yükselen yeni burjuva devletler:
a) Kendi öz ulusal azınlıklarına baskı
yapmaksızın (…);
b) Kendi topraklarını komşuları zararına genişletmeksizin, ki bu çatışmalara ve savaşlara yol açar(…);
c) Emperyalist ‚büyük’ güçlere mali,
ekonomik ve askeri olarak boyun eğmeksizin varlıklarını sürdüremezler.” (Stalin,
Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge
Sorunu, İnter Yayınları, sayfa 111)
Eski Yugoslavya’nın içinden çıkan
devletlerin ve Kosova’nın durumuna
baktığımızda karşımıza çıkan gerçeklik tam da Stalin’in burada ortaya
koyduğu görüşlere uygun bir gelişme
göstermiştir. Bu gerçeklik ise, ulusal
sorunun gerçek çözümünün emperyalist güçlerce sağlanmasının mümkün
olmadığını, Kosova somutunda bir kez
daha ortaya koymaktadır.
“NİHAİ STATÜ”
TARTIŞMALARI…
Kosova’nın statüsü bağlamındaki
durum, esas olarak BM Güvenlik
Konseyi’nin 1244 sayılı kararıyla belirlenmiştir. Özerk bölge olarak Kosova
Yugoslavya’ya –şimdiki adı SırbistanKaradağ– aittir.
BM tarafından belirlenen ya da dikte
edilen bu durum Kosova Arnavut halkı
tarafından aslında istenmeyen bir durumdur. Kosova Arnavut halkının
büyük bölümü Sırbistan-Karadağ’dan
bağımsız bir Kosova devletinden yanadır. Sırbistan-Karadağ yönetimi ise
esas olarak özerkliğe evet, ama bağımsızlığa hayır tavrı içindedir. Bu bağlamda varolan çelişkinin yeniden bir
savaşa dönüşmemiş olması esasta BM
ve NATO güçlerinin Kosova’daki varlığı sonucudur.
Emperyalist güçler Kosova’da değişik milliyetlerden halkların birlikte yaşama imkânının uzun süre için ortadan
kalktığının bilincindedirler. Kosova
Arnavut halkının çoğunluğunun ve
yönetiminin bağımsızlık talebi ile
Sırbistan yönetiminin bu talebe hayır
tavrını kullanmaya çalışmaktadırlar.
BM’nin Kosova’nın statüsü üzerine
yeniden görüşmelere başlaması için ileri
sürdüğü koşulların başında sürgün edilen Sırpların, Romanların vd. geri dönmesi ve insan haklarının BM ölçülerine
uygun şekilde yerleşmesidir.
Bu iki koşulun yerine getirilmediği emperyalistlerin kendileri için de
açıkça ortadadır. 1999 Haziran ayından sonraki süreçte 200.000’den fazla
Sırp ve diğer milliyetlerden insan sürgün edilmiştir. 2500 civarında insan
Arnavut milliyetçileri tarafından öldürülmüş veya kaybedilmiştir. 60 bin ile
100 bin arasında insan ise gettolaşmış
ve sözkonusu bölgelerden çıkmaya çekinmektedir. Çünkü can güvenliği yok
ve milliyetçi Arnavutların hedefi durumundadırlar. 2004 Mart ayında gerçekleşen pogromdan kaçan 4000’den
fazla insanın büyük çoğunluğu BM
yönetimine rağmen yerine geri dönememiştir.
BM’nin kendi ölçülerine göre bile
ele alındığında, aslında Kosova’nın
“nihai statüsü” konusunda görüşmelerin şimdi başlatılmasının mümkün
olmadığı söylenebilir. Ama onlar başlatıyor!
BM’nin Kosova’daki sömürge valisi
Sören Jessen-Petersen 27 Mayıs 2005
tarihinde Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Kosova’nın statüsü üzerine görüşmelerin başlaması için sözkonusu önkoşulların, andaki tempo
devam ederse yerine getirilmiş olacağını belirtip pazarlıklara başlanmasının işaretini veriyordu.
BM Kosova Özel Temsilcisi olarak
atanan Karl Eide de Jessen-Petersen’in
raporunu temel alarak 2005 Ekim ayı
başında Kofi Annan’a sonuç raporunu sundu. BM Güvenlik Konseyi
sözkonusu raporu gözönüne alarak
Kosova’nın “nihai statüsü”nü belirlemek için görüşmelerin başlatılmasına
karar verdi. Görüşmeleri yürütmek
için de Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari atandı. Ahtisaari
bu yıl içinde Kosova ve Sırbistan yönetimini ortak noktada buluşturmaya
çalışacak. Kuşkusuz ki bu arada BM
Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden
Rusya ve Çin’in de görüşlerini almak
zorunda kalacak…
Yazımızın girişinde de tespit ettiğimiz gibi sorun, Kosova’nın SırbistanKaradağ’dan ayrılıp emperyalistlerin
denetiminde “bağımsız” bir devlet mi
olacak, yoksa geniş çaplı haklara sahip
özerk bir cumhuriyet, bölge olarak mı
kalacak sorunu ikileminde ele alınmaktadır.
Bu temelde soruna bakıldığında ve
özellikle Kosova’da Arnavut halkı ile
diğer milliyetlerden insanların birlikte
yaşama ortamlarının, birbirine karşı
güvenlerinin uzun süre için ortadan
kalktığı gerçeği ve yaklaşık yedi yıllık süreçte NATO ve BM yönetiminde
Kosova’da devlet kurumlarının oluşturulduğu da bilindiğinde; sonucun
Sırbistan-Karadağ yönetiminin isteğine uygun geniş çaplı haklara sahip
bir özerklikle sonuçlanması, ancak
Kosova yönetiminin “bağımsızlık” talebinden vazgeçmesi ve emperyalistlerin kendilerine uygun görüp dikte ettikleri görüşleri onaylamasıyla mümkündür.
Sırbistan yönetiminin Kosova’nın
Sırbistan’dan ayrılmasına onay vermesi
esas olarak beklenmemelidir. Onay verirse eğer, bu da esas olarak emperyalistlerin dayatmaları sonucu olacaktır.
Kosova’nın “nihai statüsü” tartışmalarının başladığı şu sıralar Karadağ’ın
Nisan ayında “bağımsızlık” için referanduma gideceği yönlü tartışmalar da
Sırp yönetimine gözdağı vermenin bir
aracı olarak kullanılmaktadır.
Tarafların ortak noktada uzlaşmaları ya da uzlaşmamaları durumunda
da Kosova’nın gerçek bağımsızlığı meselesi gündemde kalacaktır.
Kosova’nın “nihai statüsü”nün BM
tarafından “bağımsız” bir Kosova devleti olarak sonuçlandırılması ihtimali
ise, kimi emperyalistlerin temsilcilerini
endişelendirmektedir. Örneğin AB’nin
dışişleri siyasetinin şefi ve İspanyol kökenli Javier Solana Kosova’nın Bask ülkesi için örnek oluşturmasından kaygı
duyduğunu açıkça ilan etti.
Sadece Bask ülkesi için değil duyulan kaygılar… BM eğer Kosova’ya
kendi kaderini tayin etmeyi ayrılma
hakkı olarak tanırsa, o zaman bu hakkın, kendi devletini kurmak isteyen
Korsikalılara, Uygurlara, Kürtlere,
Çeçenlere ve diğerlerine tanınmamasının da, tanınmasının da sorun olacağını savunanlar var. Bu durumda
Balkanlarda da karışıklıklar çıkabileceği yönlü kaygıları var…
NATO ordu güçlerinin ve BM yönetiminin Kosova-Misyonu’nun zaman sınırının olmadığı bilindiğinde
Kosova’nın “nihai statüsü”nün pazarlıklarının da uzayacağını söylemek
için kahin olmaya gerek yok.
Pazarlıkların başlatılmasına paralel
Kosova’da saldırı eylemlerinin giderek
çoğalması, bu sefer Kosova Kurtuluş
Ordusu (UÇK) yerine Bağ ımsız
Kosova Ordusu (UPK) adıyla bir askeri
gücün ortaya çıkması gibi olgular ise
yeniden çatışmaların gündeme gelebileceğine işaret etmektedir. Kosova’nın
Sırbistan’dan ayrılması emperyalistle-
rin çıkarlarına uyarsa, çatışma, savaş
ortamı yaratılır ve istediklerini yine
“insan haklarını savunma” adına gerçekleştirirler. Savaş, silah satışı, yıktıktan sonra imar ihaleleri ve kâr demektir onlar için…
Sadece bu da değil. Kosova’nın kömür rezervleri zengin. Şimdilik ispat
edilen rezervler 8.3 milyar tonluk rezervdir. Bir bu kadarının daha da olabileceği tahmin edilmektedir. Bunun,
Avrupa’daki en büyük kömür rezervi
olduğu söylenmektedir.
Yine Kosova’da önemli oranda bakır
üretilmektedir ve rezervinin de yüksek
olduğu söylenmektedir. Krom ve altın
madenlerinin olduğuna da dikkat çekilmektedir.
Sözkonusu altın ve krom madenlerinin bulunduğu bölgede yeraltı madenlerini arama hakkı, sömürge valisi
Jessen-Petersen tarafından 21 Ocak
2005 tarihinde ihaleye çıkarıldı ve ilk
iki gün içinde 600 civarında ilgili kendini kayıt ettirdi. BM’nin Kosova’daki
yönetimi bu satıştan 13 milyar euro
elde etmenin hesaplarını yapmaktadır.
Kosova’da petrol yok ama başka madenler var…
BM’nin atadığı Ahtisaari’nin öngörüşmelerinin ardından 25 Ocak 2006
tarihinde resmi görüşmeler başlayacak. BM ve Güvenlik Konseyi’nde de
yeni pazarlıklara şahit olacağız.
Görüşmelerin ve pazarlıkların hangi
sonuçla kapanacağını şimdiden söylemek mümkün değil. Ama çıkacak sonuç ne olursa olsun, emperyalistlerin
dikte ettiği çözümün Kosova somutunda da ulusal sorunu gerçekte çözmeye muktedir olamayacaktır.
Sırbistan-Karadağ halklarının bu
konudaki görevi, kendi yönetimlerinin
Kosova Arnavut halkına karşı ulusal
baskı uygulamasına ve Kosova’nın bağımsızlığına engel çıkarmasına karşı
mücadele etmeleridir.
Kosova Arnavut halkının görevi de
hem Arnavut milliyetçiliğine karşı ve
Sırp, Roman ve diğer milliyetlerden
insanlarla birlikte yaşamanın imkânlarını yaratmak için; hem de emperyalistlerin Kosova’dan defolması için
mücadele etmesidir.
Halkların kardeşliğine giden yolun
değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve
emekçilerin birlikteliği ve ortak mücadelesini yaratmak olduğu; her ulustan
işçi ve emekçilerin “kendi” burjuvazisine karşı öncelikle mücadele vermesi
gerektiği; emperyalistlerin hiç bir çözümünün işçi ve emekçilerin sorunlarına gerçekte bir çözüm olmadığı yaşanan tüm deneyimler tarafından tekrar
tekrar onaylanmış gerçeklerdir.
Ulusal sorunun gerçek çözümü için
de kapitalizme karşı, devrim için mücadele olmazsa olmaz önkoşuldur.
18 Ocak 2006 ▲
27
klasiklerimizden öğrenelim
Komünist Partisi
Manifestosu’ndan
KARL MARX – FRIEDRICH ENGELS
“
… Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayakbağı olan bu ilişkiler için çok
güçlü hale gelmişlerdir, ve bu
ayakbağlarından kurtuldukları
anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor,
burjuva mülkiyetinin varlığını
tehlikeye sokuyorlar. Burjuva
ilişkileri, bunların yarattığı
zenginliği kucaklayamayacak
denli darlaşmıştır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçleri
ve neslinin çoğalması için gerek
duyduğu gıda maddelerinden
ibaret oluyor. Ama bir metanın,
ve dolayısıyla emeğin de fiyatı,
kendi üretim maliyetine eşittir. Dolayısıyla, işin iğrençliği
arttığı oranda ücret azalıyor.
Dahası, makine kullanımı ve iş
bölümü hangi oranda artıyorsa,
ister çalışma saatlerinin uzatılması ile, ister belli zamanda
çıkarılması gereken işin artırılması ile, ya da ister makinelerin
hızının arttırılması, vb. ile olsun, işin kütlesi de aynı oranda
artıyor.
dern sanayi ne denli gelişirse, erkeğin emeğinin yerini o denli kadınınki alır. Yaş ve cinsiyet farklılıklarının işçi sınıfı için herhangi bir
toplumsal geçerliliği yoktur. Artık
yalnızca yaş ve cinsiyetlerine bağlı
olarak değişik maliyetleri olan iş
araçları vardır.
Fabrikatör tarafından sömürülmesi son bulup ücretini nakit ola-
Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları
yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak adamları da yaratmıştır, — modern işçileri— proleterleri.
Karl Marks, Nisan 1867
28
kitlesel olarak yok ederek; öte
yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek.
Yani, daha çok yönlü ve daha
büyük bunalımlar hazırlayarak,
ve bunalımları önleyen araçları
azaltarak.
Burjuvazinin feodalizmi yere
serdiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir.
Ama burjuvazi kendisine
ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları
kullanacak adamları da yaratmıştır, — modern işçileri—
proleterleri.
Burjuvazi, yani sermaye, hangi
oranda gelişiyorsa, iş buldukları
sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi artırdığı sürece iş bulan proletarya da, modern işçi
sınıfı da aynı oranda gelişiyor.
Kendilerini parça parça satmak
zorunda olan bu işçiler, bütün
öteki ticaret nesneleri gibi, bir
metadırlar, ve bunun sonucu
olarak, aynı zamanda rekabetin
bütün iniş çıkışlarına, pazarın
bütün dalgalanmalarına açıktırlar.
Yaygın makine kullanımı ve
işbölümü yüzünden, proleterin
işi, tüm bağımsız niteliğini, ve
bunun sonucu olarak da işçiler
için tüm çekiciliğini yitirmiştir.
Kendisi makinenin salt bir eklentisi haline geliyor ve ondan
beklenen yalnızca en basit, en
tekdüze ve en kolay edinilen
hüner oluyor. Dolayısıyla, işçinin neden olduğu giderler, hemen tamamıyla, kendi bakımı
Modern sanayi, ataerkil ustanın küçük atölyesini sanayi
kapitalistinin büyük fabrikası
haline getirmiştir. Fabrikaya tıkılmış işçi yığınları askerler gibi
örgütlendirilirler. Sanayi ordusunun basit erleri olarak bütünlüklü bir subaylar ve çavuşlar
hiyerarşisinin komutası altına
sokulmuşlardır. Yalnızca burjuva sınıfının ve burjuva devletin kölesi olmakla kalmıyorlar,
makine tarafından, denetleyici
tarafından ve, hepsinden çok,
tek tek burjuva imalatçılarının
kendileri tarafından gün be
gün, saat be saat köleleştiriliyorlar. Bu despotluk, hedefinin
kâr olduğunu ne denli açıkça
ilan ederse, o denli bayağı, o
denli nefret uyandırıcı, o denli
öfke yaratıcı oluyor.
El emeğinin içerdiği hüner
ve güç harcaması ne denli az
olursa, bir başka deyişle, mo-
Friedrich Engels, 1856
rak alır almaz, burjuvazinin öteki
kesimleri, ev sahibi, dükkancı, rehinci, vb. Çullanır.
Şimdiye kadarki küçük orta tabakaları —küçük çapta ticaret ve
sanayi ile uğraşanlar, ve rantiyeler, zanaatçılar ve köylüler— bütün
bunlar, kısmen kendi küçük sermayelerinin modern sanayiin işletmesi
için yetersiz kalması ve büyük kapitalistlerle rekabette yenik düşmeleri
yüzünden, ve kısmen de bunların
özel hünerlerinin yeni üretim yöntemleri karşısında değerini yitirmesi yüzünden, giderek proletarya
düzeyine düşerler. Böylelikle proletaryaya ahalinin bütün sınıflarından katılımlar olur.
Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer. Doğmasıyla birlikte, burjuvaziye karşı mücadelesi
başlar. …”
(Komünist Partisi Manifestosu ve
Komünizmin Temel İlkeleri,
İnter Yayınları, sayfa 45-47)
gündem
YENİ TCK’NIN KİMİ YANSIMALARI ÜZERİNE
Y
eni TCK 26 Eylül 2004 tarihinde TBMM’de kabul
edildi. TCK taslağı, ilk tartışıldığında holding medyası “devrim”
niteliğinde yasa olduğunu manşetlerine taşıdı. Siyasi iktidar, TCK’nın
kamuoyunda tartışılmaya başladığı
anda, zinanın suç olması gerektiğini
ve bunun da TCK’ya girmesi gerektiğini gündeme getirdi. Siyasi iktidar karşıtı cephe ve kemalistler zina
tartışmasını gündemlerine taşıdılar.
AKP hükümetinin gündemi değiştirmesi işe yaramıştı. Bu toz duman
bulutu içerisinde, yeni TCK’nın
tartışılması unutturuldu. Zina tartışması, yeni TCK’daki tuzak maddelerinin tartışılmasına engel oldu.
TBMM’de kabul edilen 5237 sayılı
yasanın, 1 Nisan 2005 tarihinde
yürürlüğe girmesi kararlaştırıldı.
Yürürlük tarihi yaklaştıkça, medyanın bir bölümü bu tuzak maddeleri
keşfetti! Yeni TCK, medyanın nasırına bastığı için seslerini yükseltmeye ve değişmesi gereken maddelerin listesini çıkarmaya başladılar.
Medya, Basın Konseyi aracılığıyla
hükümet yetkilileri ile görüşmeye
başladı. Hükümet, Yeni TCK’nın
yürürlüğe gireceği 1 Nisan’dan bir
gün önce, yürürlüğünün iki ay ertelenmesini kararlaştırdı.
Siyasi iktidar, medyanın eleştirdiği kimi maddelerin değiştirileceğini söyledi. Sonuçta sadece kimi
kelimeler değiştirildi. 1 Haziran
2005 tarihinde yeni TCK yürürlüğe
girdi.
Yeni TCK 345 maddeden oluşmaktadır. Bu yasa da iddia edildiği
gibi, insanın hak ve özgürlüklerini
temel alan bir yasa değildir. Bu yasa
devletin çıkarlarını temel alan ve
merkeze koyan bir yasadır. Bu yasa
8 aydır yürürlüktedir. Sekiz aylık
dönemdeki uygulamalar yeni yasa
ile bir şeyin değişmediğini göstermektedir.
İfade özgürlüğünü sınırlayan eski
TCK’daki 159. Maddenin karşılığı
olarak, yeni yasada 301. Madde düzenlenmiştir. İlgili madde şöyledir:
“Madde 301- (1) Tü rk lüğ ü,
Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük
Millet Meclisini alenen aşağılayan
kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (Asliye
Ceza)
(2) T ü r k i y e C u m h u r i y e t i
Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını
alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (Sulh Ceza)
(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı
tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluştur-
maz.”
Bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor. Bu maddeye göre, Kürtler,
Lazlar, Ermeniler, Süryaniler vb.
toplulukların aşağılanması ‘suç’ teşkil etmez. Bu durumda Türklüğün
aşağılanmasının suç olarak kabul
edilmesi karşısında Kürtlerin de,
Lazların da vb. kendileri için bir
düzenleme isteme hakları ortaya çıkar. Bu maddeye göre; bir başka ulus
“aşağılanınca” suç olmuyor, yalnız
Türklük sözkonusu olunca dava açılabiliniyor!
Bu maddenin en sonuna eklenen
“düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” cümlesi hiç bir anlam ifade
etmiyor. Çünkü bu ülkede, sisteme
muhalif olan, siyasi iktidarın uygulamalarını eleştiren düşünceler
‘hakaret’ ve ‘küçük düşürme’ olarak algılandığı için davalar açılmaktadır. 1 Haziran’dan bu yana
301. Maddeden 166 dava açılmıştır.
Sonuçlanan davalardan altısı mahkumiyet ile sonuçlanmıştır. Eski 159.
Maddeden açılan davalar ile birlikte
bu sayı toplamda 800’e yaklaşmaktadır. Yeni yasanın da özgürlükleri ve
ifade özgürlüğünü kısıtladığı 8 aylık
uygulamalar ile kanıtlanmıştır.
301. madde gündemde olduğu için
tartışılıyor. Temel hak ve özgürlükleri sınırlayan bir dizi madde var.
Örneğin 305. Madde… 305. Madde;
“temel milli yararlara karşı fiillerde
bulunmak maksadıyla veya bu nedenle, yabancı kişi veya kuruluş-
lardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kendisi veya başkası için
maddi yarar sağlayan vatandaşa, üç
yıldan on yıla kadar hapis ve on bin
güne kadar adli para cezası verilir.
Yarar sağlayan veya vaat eden kişi
hakkında da aynı cezaya hükmolunur.” diyor… Türk hakim sınıflarının ortaya koydukları kırmızı çizgileri var! Bu kırmızı çizgileri eleştirdiğinizde, ‘suç’ işlemiş olursunuz!
Ya da tabulara dokunduğunuzda,
karşınıza bu vb. maddeler çıkar. Bu
maddenin gerekçesinde; Türk ordusunun Kıbrıs’ta işgalci olduğunu
söylemek, Ermeni soykırımın yapıldığını söylemek, yargılanmak için
yeterli nedendir. Cezanın alt sınırı
üç yıldır. Hakim takdir yetkisini
kullanarak 10 yıla kadar ceza verebilir.
Bu maddenin ilginç bir yönü
daha var. Türkiye’de insan hakları
alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları var. Bu kuruluşlar,
Türkiye dışındaki kimi kurumlardan mali destek görmektedir.
Siyasi iktidar bunun önünü kesmek
uygulanmamaktadır. Türkiye’nin
altına imza attığı uluslararası sözleşmeler vardır. Anayasanın 90.
Maddesine göre, uluslararası sözleşmeler yasalar üzerindedir. Bunların
uygulanmasına öncelik verilmelidir.
AİHM’nin Handysi kararında şöyle
denilmektedir: “İfade özgürlüğü
toplumun ilerlemesi ve her insanın
gelişmesi için esaslı koşullardan biri
olan demokratik toplumun ana temellerinden birini oluşturur. İfade
özgürlüğü salt lehte olduğu kabul
edilen ya da zararsız ya da ilgilenmeye değmez bilgi ve düşünceler
için değil ama ayrıca, devletin veya
halkın bir bölümünün aleyhinde
olan çarpıcı gelen rahatsız eden,
bilgi ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir.
Bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.” AİHM 1976 yılından
beri tüm içtihatlarında, ifade özgürlüğü ile ilgili düşüncelerini açıklamaktadır. Türkiye ise AİHM’de tazminat ödemeye devam etmektedir.
Yeni TCK basında yazıldığı gibi,
için “maddi yarar sağlayan” maddeyi devreye sokarak hapis cezası
vermeyi ön görmektedir. Bunu bir
örnek ile açıklamaya çalışalım.
İşkenceye karşı mücadele ve önlenmesi için bir proje geliştirilir. Bu
projenin uygulanması için de mali
desteğe ihtiyaç var. Yurtdışında bulunan hükümetdışı kimi kuruluşlar
bu ve benzeri projelere mali destek
vermektedir. Hakim sınıflar tam da
bunu önlemek için bu gibi maddeleri devreye sokmaya çalışmaktadır.
Avrupa Birliği yolunda, demokratikleştidiği söylenen ülkede eski
uygulamalar devam etmektedir.
Çıkarılan kimi yasalar da pratikte
devrim niteliğinde bir yasa değildir.
Yasada kavramların ve kurumların
saygınlığı özel ceza maddeleri ile
korunmaktadır.
Sonuç olarak, yeni TCK bireyin
hak ve özgürlüklerini temel almayan
keyfiliğe açık bir yasadır. Salt ifade
özgürlüğü açısından baktığımızda,
belirsiz tanımlar yasaya damgasını
vurmaktadır. Dolayısıyla, bunlar
değişik biçimde anlaşılıp yorumlanacak ve keyfi biçimde uygulanacaktır. Sekiz aylık uygulama bu
tezimizi doğrulamaktadır. Görev,
böylesi yasaların kaldırılması için
mücadele etmektir.
22 Ocak 2005 ▲
29
☺ ibretlik haberler
B
ir kimlik tar tışmasıdır yürüyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın or taya attığı, Kürt sorununu “üst kimlik” üzerinden çözme
“manevrası” üzerine kıyamet koptu. İşin nasıl başladığını, nasıl
geliştiğini burada uzun uzun anlatmayacağız.
İsteyen dergimiz
sayfalarında yeralan yazıda gelişmeleri öğrenebilir. Ancak tar tışmanın
nasıl yürüdüğü, yürütüldüğü konusunda yukarıdaki kupüre dikkatinizi
çekmek istedik.
Başbakanın Avustralya’nın Sydney dolaylarında yaptığı bir açıklamanın kupürü yukarıdaki kupür… Recep Tayyip Erdoğan “Herkes alt kimliğiyle övünsün” diyor… Haber bu minval üzre…Ancak bu alt, üst vaziyetleri sokakta nasıl yankı buluyor?
Hiç düşündünüz mü?!
Biz düşündük… Veee muhabirimiz Muhit tin’i sokağa gönderdik. “Plaza”da otura otura canı sıkılmıştı garibin. Gitti, çeşitli kesimlerin görüşlerini aldı.
İşte onlardan bazıları:
Sey fo Gunek ( İşsiz): Walla biz alt qimligimizle övünüyorux. Encax biz
ne zeman qimligimizle övünüyorux, o zeman jandarma tarafından dövülüyorux. Şimdi biz ne yapacagix, bilmiyorux…
Aybüke Türkoğlu (Memur): Alt kimlik neymiş? Utanmazlar! Memleketin başka meselesi kalmamış da milletin altıyla üstüyle uğraşıyor sunuz…
Bu ne biçim yayıncılık tır, bu ne biçim basındır! Memleketi böööle bööööle böleceksiniz! Böldürtmeyiz… Alt kimliğe verecek bir tek çakıl taşımız
yok!
Ömer Dinibütün (Tüccar): Efendiimm, Allah’ın selamı üzerinize olur inşallah. Alt kimlik deyince bunun bir de üstü oluyor. Bu işin altı da üstü
de bir değil mi? Üst kimliği olan bizler övünmeyecek miyiz? Kim söylemiş bu lafı dedin? Başbakan mı? Tabii ki efendim övüneceğiz… Övünmesek
dövünecek tik az daha ev velallah…
Tay yar Kazma (Siyasetçi): Kimlik diye diye memleketi bölüyorlar… “Bugün kimlik, yarın vatan!” Bu olmaz! Çek kırmızı çizgiyi… Çek tin mi? Yav
kardeşim içki için değil, kimlik için… Hayır içki yerine kimlik içelim demiyorum. Yav kırmızı çizgiyi içki satan mekânların sokaklarına niye çekiyor sun?
Çekme bırak içelim, kime ne? Kan içelim, kin içelim; şey kan kırmızı şarap
içelim… Karıştı… Bu karışıklığın sebebi olan bu hükümet gitmelidir. Memlekete kimlikle övünmek değil, seçim lazımdır! Hem de en erkeninden…
Şakir Sarıkırmızı ( İş bulsa çalışacak da): Alt kimliğim olsa övüneceğim
“Yatırımcılar bu ülkeye gelerek yatırım yapmak istiyor.
baba, yok, yok… Ha; bi kimliğim var: Gassaraylılık… Ancak bu kimlik alt
diiil, üst! Hat ta en üst! Cimbomluğa kim “alt” der se der sini alır baba!… En
Fakat bazı kişiler 'vatan elden gidiyor' diye
büyük cimbom, başka büyük yok! Anadın mı baba!
değerlendirme yapıyor. Bir defa daha söylemek istiyorum:
Coşkun (Ulusal tecavüzcü): Tabii övünüyoruz kardeş… Bi şüphen filan
Gerek yerli, gerekse küresel sermaye ile görüşürüz.
mı vardı icabında?!
Birileri bir zamanlar 'Hasan almaz, basan alır' diyordu.
Necmet tin Sırfsakal (Emekli): Ne demek bu şimdi? Övünmek de neyin
nesi? Fasa fiso… Dini bütün bir insan bu lafı etmez… Kimliğimizin altı üstü
Evet Hasan almıyor zaten, basan alıyor.”
yok tur, iyi müslümanlık vardır. İyi müslümanın içi de dışı da, altı da üstü
de birdir
Recep Tay yip Erdoğan
Hayriş … (…): Valla bi kimliğim var, üstünde resmim var. Ay çok çirkin
çıkmışım… Valla polis kontrolünde göstermeye bile utanıyorum ayol… N’ool— T.C. Başbakanı —
muş dedin kimliğime? Altına bakalı çok oluyo, hatırlamıyorum, desem…
Niye altına bişey olma ihtimali mi var?… Ay değiştirilme ihtimali olsa daaa
iyi… Güzel bi resim çek tiririm bari… ●
“Alt övün, çalış, güven!”
SÖZ MECLİSTEN DIŞARI…
ERİ
AYIN KUPÜRL
● Bir bu eksikti! Türkiye gariplikler ülkesi! Yok, yok; olmayan da
oluyor! Sanal dua sitesi gibi. Yokmuş, bir eksiklik giderilmiş! Ne diyelim, din teknolojiden böyle de yararlanıyor! Bu arada, “sanal beddua
sitesi”nin de pek yakında açılması şaşırtıcı olmaz!
30
● Ne biçim ülke
bu? Evet, ne biçim ülke? Herşey
baskı altında… İşçi
ve emekçi baskı
al tın da, Kürt ler
ve diğer ulus ve
milliyetler baskı altında, Alevilik gibi
mezhepler baskı
altında, kadın baskı altında, genç baskı altında, çocuk baskı altında… vb.
vb. Bunlar ciddi baskılar… Bir de başka –ciddi olmayan, benzetme– baskılar var: “Kurufasulyenin pilav üzerindeki baskısı” gibi… Devlet Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener bu baskılara bir başkasını eklemiş:
“Rakı şarabı baskı altında tutuyor”muş… Baskıcı toplumun içkindeki yansıması da böyle oluyor demek ki! İlk anda bunun iktidar dalaşının bir yansıması olduğunu da düşünmedik değil… “80 yıllık statükocu rakının iktidar
tekelini korumak için liberal ve Avrupalı/Avrupacı şaraba yönelik baskısı”
gibi bir teori hiç de ters durmaz! Bu durumda en iyisi şarapçılar baskıları
dile getirsinler, haklarını hukuk yoluyla arasınlar. Sonuç çıkmazsa AİHM’e
kadar yolu var. AİHM dediysek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi anlaşılmasın. Avrupa “İçki” Hakları Mahkemesi… Yok mu böyle bir mahkeme… Eee,
o da Avrupa’nın eksiği, n’apalım!
● Doğru söze
ne denir?
Nasıl olmuşsa doğru
bir söz söylemiş Livaneli… Gerçekten de
TBMM gereksiz bir kurum…
Sorunun çözümü için
Livaneli’nin önerisi hiç
fena bir öneri değil…
“Liderin dediğinin olduğu” sistemde bu
kadar vekile gerek yok.
Ama sorun yine de çözülmez. Bu sefer de gereksiz liderler üzerine
konuşulacak.
En iyisi gerekli bir iş yapmalı, TBMM’den kurtulmalı! Ama kökten çözmek gerekli… Gereksizliklerden kurtulmanın başka yolu yok çünkü!
Y
Yeni Dünya İçin Çağrı’yı destekle!
eni Dünya İçin Çağrı siyasi bir gazete.
Ülkemizde siyasi gazete çok sayıda var.
Özellikle sermaye medyasının elinde bir
çok gazete bulunmakta. Bunların hepsinin ortak
özelliği var olan sömürü ve baskı düzenini savunmak onu hoş göstermektir. Sermaye basını işçilerin, emekçi gençlerin, emekçi kadınların ve emekçi
köylülerin sorunlarının dile getirilmesi, onların
çıkarına bir siyasi çizginin izlenmesi için değil,
yalnızca ve yalnızca sermayenin çıkarları için uğraşıyorlar. Sermaye basının arkasında büyük paralar, büyük sermayedarlar var. Bu yüzden onların
maddi açıdan işçilerin ve diğer emekçilerin desteğine pek ihtiyacı yok.
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi sermaye basının
tam tersine işçilerin ve emekçilerin haklı mücadelesinin bir sesi, onların davalarının bir bayrağı.
Yeni Dünya İçin Çağrı işyerlerinde her gün patron baskısı altında sınıf bilinci kinlenen, grev ve
diğer direnişlerde onurlu mücadeleye atılan, sendikal örgütlülüğüne sahip çıkan, sendikal mücadelenin demokratik ve devrimci bir seviyeye yükseltilmesini savunan işçilerin sesidir.
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, emperyalist bar-
barlığın tek alternatifi olan sosyalizmi kurma ve
yeni bir dünya yaratma çağrısıdır!
Yeni Dünya İçin Çağrı demokratik bir lise eğitimi, demokratik, özerk ve bilimsel ilkeleri temel
alan bir yüksek eğitim mücadelesi veren üniversite
gençliğinin basındaki temsilcisidir.
Yeni Dünya İçin Çağrı yaşam temellerini her
gün daha fazla kâr dürtüsü ile büyük oranda yok
eden, işçi ve diğer emekçilerin beslenme araçlarını
kimyasal zehir deposu haline getiren, işçilerin ve
diğer emekçilerin sağlığını ancak ticaret aracı olarak gören kapitalist sömürü düzeninin reddidir.
Yeni Dünya İçin Çağrı insanın insanca yaşayacağı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratma çağrısıdır!
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, işçi ve diğer
emekçi kadınlar üzerinde estirilen cinsiyet baskısına, onun aşağılanmasına karşı mücadelenin,
işçi ve emekçi kadınların hayatın her alanında eşit
haklara sahip olmasının tutarlı bir savunucusudur.
Yeni Dünya İçin Çağrı her türden milli ve dinsel
baskının, imtiyazların tutarlı bir düşmanıdır. O,
her türden milliyetlere ve dine bağımlı insanların
birarada, kardeşçe ve eşit haklara sahip özgür bir
dünyada yaşamalarının taraftarıdır.
Yeni Dünya İçin Çağrımız bu amaçları doğrultusunda yayın hayatını tüm güçlüklere, sermayenin
devletinin baskılarına ve maddi zorluklara rağmen
sürdürmektedir…
Bu sesten sermayenin güçleri, sermayenin devleti, polisi, yargı organları korkmaktadır. Yeni
Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güçler
ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar.
Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde
kararlıdır.
Çağrımız sana işçi arkadaş!
Bu bayrağın, bu sesin daha da güçlendirilmesi
gereklidir. Yeni Dünya İçin Çağrı senin gazeten,
senin davan, senin mücadelendir. O’nu destekle,
O’na bağış ver!
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi senin desteğinle,
senin bağışın ve maddi yardımınla sermaye basının
karşısına daha gür bir sesle çıkacaktır.
Bağış kampanyasına katıl!
Yeni Dünya İçin Çağrı yayın hayatını tüm güçlüklere, sermayenin devletinin baskılarına ve maddi zorluklara rağmen sürdürmektedir…
Bu sesten sermayenin güçleri, sermayenin devleti, polisi, yargı organları korkmaktadır.
Yeni Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güçler ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar.
Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde kararlıdır.
Aşağıda Yeni Dünya İçin Çağrı'yı susturmak için açılan davaların ve cezaların bir listesini yayınlıyoruz:
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan
davalar:
İstanbul 5 Nolu DGM . 2001 / 145 Esas, ÇAĞRINisan 2001- 46. Özel Sayı: “1 Mayıs’ ta Devrimci Saflara“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2-son
Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL.
sı Ağ. Para Cezası
Karar Yargıtay tarafından ONANADI.
*** ( AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası
Ödeniyor)
İstanbul 4 Nolu DGM . 2001 / 102 Esas, ÇAĞRI
-Mart 2001- 42. Özel Sayı: Sayfa 17: “Ulusal
Baskılara Son“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000
TL. sı Ağ. Para Cezası
Karar Yargıtay tarafından ONANDI.
*** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası
Ödeniyor)
İstanbul 2 Nolu DGM. 2002/ 190 Esas, ÇAĞRI- Haziran 2002- 6. Sayı: Sayfa 5-6-7: “15-16
Haziran Büyük İşçi Direnişi..”
Sayfa 17: “Halkımıza” başlıklı yazılar., 3713 sayılı yasanın 6/2son mad. 5680 sayılı Yas. Ek 2/1.
mad., KARAR Aziz ÖZER: 218.103.000 TL. sı Ağır
Para Cezası (15 Gün Kapatma) Karar Yargıtay
tarafından ONANDI.
*** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası
Ödeniyor)
İstanbul 2 Nolu DGM. 2003/ 285 Esas
ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl
Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm..” başlıklı
yazı.,
TCK. nun 312/2-son maddesi 5680 sayılı Yas.
Ek 2/1. mad.
Son durum: Dosya İstanbul 2. Asliye Ceza
Mahkemesi’ ne gönderildi. Yargılama bu
Mahkemede 2004 / 1197 Esas sayılı dosya
üzerinden yapılıyor.
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu
DGM.) 2005/ 40 Esas, ÇAĞRI- Ocak 2005- 1.
Sayı: Arka kapak “Cezaevlerindeki Tecritle
İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması”
başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad.
Görevsizlik kararı verildi. Dosya İstanbul Asliye
Ceza Mahkemesine gönderildi)
Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi:
Dosya No: 2004/ 305 Esas
ÇAĞRI- Şubat 2001-42. Özel Sayı: Sayfa 13-16:
“Operasyonland” ve ”Cezaevlerine Devlet
Saldırısı“ başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER TCK. nun 159/1. maddesi, Aziz ÖZER hakkında,
TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 1 Yıl Ağır
Hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden
yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 854
Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi.
Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da.
Dosya No: 2004/ 269 Esas
ÇAĞRI- Ekim 1999- 27. Sayı: Sayfa 17: “Cezaevinde Yargısız İnfaz…“ başlıklı yazı. ÇAĞRIOcak 2000- 30. Sayı: Sayfa 29: “ Bu Kadarı da
Olmaz” başlıklı yazı. Sanık: Aziz ÖZER - TCK.
nun 159/1. maddesi.
Son durum: Aziz ÖZER hakkında TCK. nun
159/1. maddesi gereğince 2 Yıl hapis cezası
Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 907 Milyon Tl. sı Ağır
Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz
edildi. Dosya Yargıtay’ da.
Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi:
Dosya No: 2002 / 375 Esas
ÇAĞRI- Haziran 2002- 57. Sayı: Sayfa 18-26
“Şövenist Çenelerini tutmayı Bilmeyen…”
ve “ABD nin Taşeronu, TC. Ordusu” başlıklı
yazılar. Sanık: Aziz ÖZER - Sevk maddesi: TCK.
nun 159/1. maddesi
Son durum: Yargılama devam ediyor.
Dosya No: 2002 / 204 Esas
ÇAĞRI- Şubat 2002- 53 Sayı: Sayfa 12 “Susma,
Devrimci tutsakların Taleplerini sahiplen“
başlıklı yazı.
TCK. nun 159/1. maddesi , KARAR Aziz ÖZER:
6 Ay Hapis Cezasına mahkum edildi. Karar
Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da BOZULDU.
Yeni Dosya No: 2005 / 420 Esas
Tuzla Sulh Ceza Mahkemesi
2003 / 671 Esas ( Afiş davası )
Sanık: Aziz ÖZER: TCK. 536. maddesi.
Karar: Para cezasına Mahkumiyet-tecil. (Yargıtay’ da bozuldu)
İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi:
Dosya No: 2003 / 938 Esas , ÇAĞRI- Temmuz
2003- 7. Sayı Sayfa 12: “Gülbahar’ a Saldırı
Hepimizedir “ başlıklı yazı..
Dosya No: 2003 / 1192 Esas, ÇAĞRI- Eylül
2003- 70. Sayı Sayfa 12: “ Tecavüzü Yapana
Değil,Yazana dava “ başlıklı yazı..
Karar: Aziz ÖZER hakkında …Para cezasına
mahkumiyet kararı verildi.
Dosya No: 2004 / 64 Esas, ÇAĞRI- Ekim 200371.Sayı: Sayfa 3-5 “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm “ başlıklı yazı.. TCK. nun 159.
maddesi
Dosya No: 2004 / 65 Esas, ÇAĞRI- Kasım 200372.Sayı: Sayfa 3-5 “Irak’ta İşgal Ortaklığına
Hayır“ başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi
Dosya No: 2004 / 162 Esas , ÇAĞRI-Aralık2003-.Sayı: Sayfa 4-5 “AKP. nin Ampulü Kimin
için yanıyor” ve Sayfa 8 “ 19 Aralık katliamını Unutmadık, unutmayacağız“ başlıklı
yazılar. TCK. nun 159. maddesi Yazarlar: Mustafa DURMAZ – Ali Kamber KARAAĞAÇ
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer ❖ Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8,
Şişli - İstanbul Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: [email protected] www.ydicagri.com
❖ Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul Hesap No: 1022 0 738654
❖ Yurtdışı Temsilciliği: Güney Kitabevi Frohlinder Strasse 60 44577 Castrop-Rauxel Tel.: (02305) 542846 Fax: (02305) 542845
❖ SAYI: 97 · ŞUBAT’2006 ISSN 1301-692X97 ❖ Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
❖ Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) ❖ Yayın Türü: Yerel Süreli
Dosya No: 2004 / 1197 Esas , ÇAĞRI- Ekim
2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm.” başlıklı yazı.
(İstanbul 2 Nolu DGM. den gelen 2003 / 285
esas sayılı dosya)
TCK. nun 312/2-son maddesi
Dosya No: 2004 / 1271 Esas, ÇAĞRI-Haziran2004-.79.Sayı- Sf. 10 “Enternasyonalizm
Bayrağı İle Alanlara” başlıklı yazı. TCK. nun
159. maddesi
Dosya No: 2004 / 1563 Esas (Çağrı- 2004 Eylül
Sayısı)
5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini
ihlal.
Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası.
Dosya No: 2004 / 1570 Esas (Çağrı- 2004
Kasım Sayısı)
5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini
ihlal.
Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası.
Dosya No: 2005 / 24 Esas
5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini
ihlal.
Karar: 500 Milyon TL. sı Para cezası verildi.
Dosya No: 2005 / 164 Esas, ÇAĞRI- Nisan2005-.Sayı:Sayfa 3-5 “Tarihle Yüzleşme
Zamanı: Unutma mı? İnkar mı?
Yazar olarak bildirilen ERKAN AKAY hakkında
dava açıldı
Dosya No: 2005 / 350 Esas, ÇAĞRI- Ocak 20051. Sayı: Arka kapak “ Cezaevlerindeki Tecritle
İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son
mad. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3
Nolu DGM.) 2005/ 40 Esas Görevsizlikle bu
Mahkemeye geldi)
31