gazete - Yeni Dünya İçin Çağrı
Transkript
gazete - Yeni Dünya İçin Çağrı
AYLIK S‹YAS‹ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tifltekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kad›n ve erkek iflçiler! Zincirlerinizden baflka kaybedecek birfleyiniz yok! Kazanaca¤›n›z yeni bir dünya var! fiubat 2006/2 • F‹YATI 2 YTL (KDV DAH‹L) • ISSN 1302-692X97 ✘ içindekiler - editörden Editörden... Değerli Okuyucu, Hakim sınıflar ve onların devleti sisteme muhalif devrimciler üzerine gitmede kural tanımadığı gibi, faşist itlerini aklama, onları ödüllendirme konusunda da kural tanımıyor. Katil Mehmet Ali Ağca bir h(g)ukuk 'hatası' sonucu cezasını doldurmadan bir sürü aftan yararlandırılarak salıveriliyor. Diğer taraftan ama dergimizin sorumlu yazıişleri müdürü sadece yayınladığı yazılardan dolayı ağır para cezalarına ve hapis cezalarına çarptırılabiliyor. Sözde ama T.C. bir hukuk devletidir! Bu öyle bir hukuk devletidir ki kaçırılıp tecavüze uğrayan G.G.'nin failleri yakalanıp cezalandırılacak yerde, bu yapılmıyor ama haberini yaptığımızdan dolayı dergimize 11.000 YTL ağır para cezası veriliyor! Bu öyle bir hukuk devletidir ki Tuzla Deri-İş Şube Başkanı Hasan Sonkaya Hollywood filmlerine malzeme olacak tarzda faili belli kişiler tarafından kaçırılmaya çalışılıyor, olay yerine gelen Jandarma kaçırmak isteyen kontra çete elemanlarını değil Şube Başkanını karakola götürüyor! Bu sayımızda başyazımızı tam da bu konuya ayırdık: "İtlerin salındığı, taşların bağlandığı köy… ya da hukuk mu, guguk mu?" *** Bu sayımızda Yeni İşçi Dünyası yazıları neredeyse tüm derginin yarısını oluşturuyor. Gündemi belirleyen konularda, TEKEL Direnişi, Tez-Koop- İçindekiler İş ve Migros, Sosyal Güvenliksizlik ve Sağlıksızlık Yasası, Yeni Sendikalar Yasası, DİSK'teki tartışmalar, Sendikalar ve Demokrasi sorunu vb. vb. Bütün okurlarımızdan bu yazıları dikkatle okuyup sınıf mücadelesine daha donanımlı olarak katılmalarını bekliyoruz. *** Buradan tüm okurlarımıza bir iki çağrıda bulunmak istiyoruz: Herşeyden önce "Çağrı'ya Destek Kampanyamız" tüm hızıyla sürüyor, tüm okurlarımızı bu konuda dergilerine sahip çıkmaya ve onu her yönüyle desteklemeye devam etmeye çağırıyoruz. Bu konuda biz birbirimize sımsıkı kenetlendikçe aşamayacağımız hiç bir sorunun olmadığı bilinciyle hareket etmeliyiz. Bu konudaki gelişmelerin önceki dönemlere göre sevindirici olduğunu da ekleyelim. İkinci olarak: Son dönemdeki sermayenin ve onun andaki hükümeti AKP'nin işçilere ve emekçilere yoğun saldırılarınıa karşı DİSK 11 Şubat'ta Kocaeli'de bir miting düzenliyor. Buraya tüm okurlarımızın yoğun olarak katılmalarını istiyoruz. Son olarak: 8 Mart yaklaşıyor... Bu çerçevede Okmeydanı'ndaki mekanımızda 26 Şubat'ta sinevizyonlu ve müzik dinletili bir etkinlik düzenliyoruz. Buraya tüm kadın arkadaşlarımızın katılmasını bekliyoruz. Yeni sayıda görüşmek dileğiyle... Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 03 Şubat 2006 GÜNDEM İtlerin salındığı, taşların bağlandığı köy… ya da hukuk mu, guguk mu? 3 Kuş gribi değil, esas öldürücü hastalık kapitalizm . . . . . . . . . . . . 4 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Tekel işçisi direniyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Tekel işçilerinin direnişi üzerine bazı düşünceler . . . . . . . . . . . . 6 Tez-Koop-İş Sendikası 4 No’lu Şube Olağanüstü Genel Kurul’unu yaptı 8 Tuzla Deri-İş yöneticilerine karşı patron-devlet-kontra işbirliği . . . . . . 9 Migros işçileriyle Söyleşi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Migros’ta ne yapılmali? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 DİSK üzerine yürütülen kimi tartışmalar… . . . . . . . . . . . . . . . 12 Sağlık sistemindeki sorunlar, kapitalist sistemin sorunlarıdır! . . . . . . 14 “Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform” başlıklı sempozyum hakkında 15 Sendikalar ve demokrasi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Toros Gübre’de işçi kıyımı ve taşeronlaştırma . . . . . . . . . . . . . . 17 Niçin, Kimin İçin Sendikalar Yasası? - Faruk Üstün . . . . . . . . . . . . 18 Büyüyoruz ama... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 Sağlık ve Sosyal Güvenlik(sizleştirme) Yasasına karşı olan Meslek Odaları ve Sendikaların Toplantısından İzlenimler . . . . . . . . 20 Özelleştirme peşkeştir! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 PANORAMA Bolivya: Morales başkan seçildi… . . . . . . . . . . . . Irak-Güney Kürdistan: Bir seçim oyunu daha gerçekleşti “Kahrolsun DTÖ!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . DTÖ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 . 23 . 24 . 25 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Kosova’nın “nihai statüsü” ne olacak? . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM Komünist Partisi Manifestosu’ndan. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 8 GÜNCEL Yeni TCK’nın kimi yansımaları üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 İBRETLİK . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 Devrimci Tutsaklara Özgürlük! Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine karşı çık, hesap sor! 2 gündem A 4 Kuş gribi değil, esas öldürücü hastalık kapitalizm ğrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde yaşayan ve kuş gribi hastalığından 3 çocuğunu yitiren Koçyiğit ailesinden anne M. Koçyiğit, boyalı basının verdiği habere göre, yaşadığı büyük acının şoku içerisinde ve çocuklarının mezarı başında, çocuklarının ölümünden kendisini sorumlu tutuyor ve şunları söylüyor: “Tüm kabahat bende. Kendimi suçluyorum. Hastalıklı tavukları yemenin zararlı olduğunu bilmiyordum. Yıllarca hastalıklı tavukları sorun çıkmadan yedik. Kuş gribi diye bir şeyden haberim yoktu. Çocukları keşke hastalandıklarında hastahaneye götürebilseydim ama biz fakiriz ve hastahaneye gidecek paramız yok.” (Hürriyet, 9.1.2006) Boyalı basın ve sermaye medyasının diğer araçları özellikle çocuklarını kaybeden Koçyiğit gibi diğer ailelerin acılarını da haberlere, gazete sayfalarına yansıttılar. Fakat gerçekte sermaye medyasının yapmaya çalıştığı bu insanların acılarını gerçekten paylaşmak, onlara yardımcı olmak, kamuoyunu gerçekten tehlike hakkında geniş bir biçimde bilgilendirerek yeni hastalık vakalarının ve ölümlerin önünü almak ya da azaltabilmek değildi. Hayır, sermaye medyası başka görevlerin ve çirkin amaçların peşindeydi. Bile bile geliyorum diyen ve geldiğinde tehlikenin boyutu bilinen kuş gribi hastalığına karşı devlet kuruluşları hiçbir etkili önlem almamıştı. Hastalığın ortaya çıkma riskinin yüksek olduğu bölgelerde halkı bilgilendirmek, sağlık kuruluşlarını harekete geçirmek amacıyla hiçbir şey yapılmamıştı. Sermaye medyasının elinde bulunan ve Türkiye’nin her köşesine ulaşabilen TV kanalları, radyolar halkı bilgilendirmek amacı ile kolunu kıpırdatmamıştı. Kuş gribi ile ilgili ilk hastalık vakaları bariz bir biçimde ilk ortaya çıktığında sorumlu bakan tehlikeyi, “Kuş gribi değil, zatürree!” diye geçiştirmeye çalışmıştı. Fakat kuş gribi hastalığı gizlenemeyecek bir biçimde kendini dayatıp ilk ölümler yaşanmaya başlandığında devlet görevlileri, sermaye medyası “timsah gözyaşları” dökerek akbabalar gibi çocuklarını ve yakınlarını kaybeden ailelerin üzerine üşüşmeye başladılar. Sorumlu aranıyordu ve bulundu da! Hastalıktan çocuklarını kaybeden ve Fakirseniz eğer bu sömürü düzeninde, Koçyiğit ailesi gibi yaşamak için hasta tavukları bile yiyerek karnınızı doyurmaya mahkumsunuz demektir. Eğer fakirseniz bu düzende, çocuklarınız ağır hasta olsa bile hastaneye götürecek paranız olmaz. burjuvazinin “cahil” diye aşağıladığı Koçyiğit ailesi gibi yoksul anne ve babalar sorumlu tutulmalıydı, sorumluluk onların üzerine atılmalıydı. Bu oyunlarına acılar içinde kıvranan çocuklarının mezarı başında gözyaşı döken anneyi de ortak etmek ve onu şahit göstermek istediler. Hem Anne Koçyiğit’in kendisi demiyor muydu, “Tüm kabahat bende!” diye. Gerçek sorumluluğu düzenin üzerinden atmak, siyasi sorumluları aklamak için bundan daha iyi bir açıklama olur muydu? Hasta tavuğu çocuklarına pişirip yedirdiği için kendini suçlu gören anne Koçyiğit, üç çocuğunun mezarı başında kendisinin acılarının ve çocuklarının ölümünün gerçek sorumlularını düşünebilecek durumda değil. Üstelik anne Koçyiğit yaşadığı acıların içinde bile tüm dürüstlüğü ile kendi kişisel kısmi sorumluluğunun üzerini örtmeye çalışmayacak bir dürüstlüğe sahip. Kendisi “Hasta tavuğu ben pişirdim ve çocuklarıma verdim.” diyebiliyor. Ama bu acılı anne, bu düzenin üzerine şamar gibi inen ve çocuklarının ölümünden esas sorumlu olan gerçek nedenleri de ortaya koyuyor: “Biz fakiriz” diyor acılı anne. İşte sorun fakir olmakta yatıyor. Fakir iseniz bu düzende, zengin olanın olanaklarından, düzenli ve sağlıklı beslenmekten, kendiniz ve aileniz için çeşitli hastalıklardan korunmak için yeterli bir bilgiye sahip olmanız, has- Anne M. Koçyiğit talıklara karşı koruyucu tedbir almanız mümkün değil. Fakirseniz eğer bu sömürü düzeninde, Koçyiğit ailesi gibi yaşamak için hasta tavukları bile yiyerek karnınızı doyurmaya mahkumsunuz demektir. Eğer fakirseniz bu düzende, çocuklarınız ağır hasta olsa bile hastaneye götürecek paranız olmaz. Yetersiz ve sağlıksız beslenme nedeni ile zaten sağlıklı olmayan küçük çocuklarınızın bedenine hastalık mikrobu girdiğinde, sabretmeye, dua etmeye mahkum oldunuz demektir. Fakirlik ama bir kader değil, fakirlikten, sağlıksız beslenmekten, doktorsuzluktan yoksul çocuklarının küçücük yaşta hayata gözyummaları “ilahi bir adalet” değil. Hayır! Sorumlu, nüfusun ezici çoğunluğunu en temel, en gerekli yaşam şartlarından uzak yaşamaya mahkum eden sömürü düzeni ve onun savunucularıdır. Yaşamak için satacak iş güçlerinden başka bir şeye sahip olmayan milyonlarca işçinin işgücünü sefalet ücretlere ve dolayısı ile açlığa mahkum eden, milyonlarca yoksul ve orta tabaka köylülerin ürünlerini yok pahasına kapatan devlet kurumları ve sermayedarlar için ucuz malın “döküntüsünün” fazla olması, katlanacak ticari bir risktir. Fazla önemi de yoktur. Önemli olan sanayinin yüksek kapasitede çalışması, ihracatın patlaması ve küçük zengin, asalak, sömürü kesimin kârlarının daha da artmasıdır. Hatta kuş gribi ve ondan ölen yoksul çocukların durumu sermayeye yeni kâr olanakları da açmaktadır. Kuş gribi ilacı için ister istemez talep artacak, ilaç tekellerinin ve yerli işbirlikçilerinin cepleri daha iyi şişecektir. Buna bir de, kuş gribi bahane edilerek beyaz et üretimi ve ticaretinin tümüyle büyük kapitalist üretime ve ticarete devredilmesi talebi eklendiğinde, Koçyiğit ailesinin acılarından bile yeni kâr imkanı çıkaran sermaye sahipleri zevkten dört köşe oluyorlardır! Beyaz et üreticisi kodamanlara hükümet kuş gribi salgını ile birlikte hemen 53.2 milyon YTL’lik destek çıkarak krizden büyük beyaz et üreticilerinin daha da büyüyerek ve güçlenerek çıkması amacıyla yönünü açıkça belirledi. Hükümetin kesenin ağzını iyice açtığını gören beyaz et üreticisi sermayedarlar, “Bu yetmez, rehabilitasyon kredisi olarak, borç yapılandırmayı da içerecek şekilde 200 milyon YTL daha isteriz” diye yeni taleplerini sıralayıverdiler. Beyaz et üreticisi patronların Koçyiğit ailesi gibi aile fertlerini kaybeden onlarca yoksul emekçiye öncelikle destek çıkılmasını isteyecek halleri yoktu ya! Sermayenin çıkarlarından daha büyük ve daha önemli bir sorun olabilir miydi ki?! Varsın yoksulluk, açlık, salgın hastalık Koçyiğit ailesi gibi emekçilerin kökünü kurutsun, ama sermayenin sorunları ve çıkarları hep korunsun ve yüksek tutulsun! Sermayenin ve onun devletinin işçi ve diğer emekçilerin yaşamına, sağlığına ve geleceğine en ufak bir değer vermediğini ve ilerde de vermeyeceğini kuş gribi salgını bir kez daha göstermiştir. Önemli olan bundan doğru dersler çıkarmaktır! Ocak 2006 ▲ gündem İtlerin salındığı, taşların bağlandığı köy… ya da hukuk mu, guguk mu? İtler salınmış, işlerini yapıyorlar. Aslında failler belli! Fakat faili yakalamak görevi olanlar bizzat fail olunca halkımızın yüzyıllardan beri söylediği; “Davacın kadı, yardımcın Allah!” durumu çıkıyor ortaya. Taşlar bağlanıyor. B ir Nasreddin Hoca öyküsü vardır. Hoca bir gün bir köye gider. Kıştır. Kış kıyamette bir eve sığınmak ister. Üzerine azgın köpekler saldırır. Hoca can havliyle köpeklere karşı kendini korumak için yerden taş alıp atmaya kalkar. Ancak taşlar donmuştur, söküp almak mümkün değildir. “Ne acayip bir köy yahu!” der Hoca; “İtleri salmışlar, taşları bağlamışlar!” Memleket itlerin salınıp, taşların bağlandığı köy gibi. Şemdinli’de halkın üzerine bomba atan, kurşun yağdıran “iyi çocuk”lar devletin yakası kalabalık rütbelileri tarafından koruma altına alınıyor. Cenazelerini kaldıran halkın üzerinde alçak uçuş talimleri yapan savaş uçakları ile gözdağı veriliyor. Demokrasi isteyen insanlar üzerine, hak arayan emekçiler üzerine, devrimci, ilerici, demokrat örgüt ve insanlar üzerine devlet bütün celaletiyle, polisiyle, copuyla, biber gazıyla, yargısıyla, topuyla, tüfeği, F tipiyle… elindeki her türlü araç ve imkânla yürüyor. Faili meçhul cinayetler, faili meçhul kaçırmalar, işkenceler, tehditler, ırza geçmeler vb. ülkenin bilinen gerçekleri. İtler salınmış, işlerini yapıyorlar. Aslında failler belli! Fakat faili yakalamak görevi olanlar bizzat fail olunca halkımızın yüzyıllardan beri söylediği; “Davacın kadı, yardımcın Allah!” durumu çıkıyor ortaya. Taşlar bağlanıyor. Doğruları söylemek, rezillikleri teşhir etmek, bedel ödemeyi gerektiriyor. Ülkede demokratik sesler susturulmak isteniyor. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı olarak, demokratik, ilerici, devrimci basının bir parçası olarak devletin güya “bağımsız” yargısının sürekli baskısı altındayız. Bizi para cezalarıyla, hapis cezalarıyla susturmak istiyorlar. En son salınanlardan biri bir katil, bir çeteci. Abdi İpekçi suikastının tetikçisi olarak hüküm giymiş. Sonra kim olduğu bilinmeyen/bilinen güçlerce hapisten kaçırılıp Papa’ya suikast işinde kullanılmış uluslararası bir terörist. Türkiye’de cinayetten, çetecilikten, gasptan hüküm giymiş, müebbet hapse mahkum bir kişi. Papaya suikastten İtalya’da 20 yıl yattıktan sonra kendi isteğiyle Türkiye’ye iade edilen ve Türkiye’de hakkında var olan hükümler dolayısıyla 36 yıl daha yatmak üzere tutukevine konan tescilli bir katil Mehmet Ali Ağca. 2006’nın Ocak ayında, 36 yılın 5’ini bile yatmadan, çıkan af yasalarının uygulaması adına serbest bırakıldı! “Bağımsız yargı” gereğini yaptı. Yıllardır “vatana millete hizmetleri” dolayısıyla bir çok ülküdaşı tarafından haksızlığa uğradığı savunulan tescilli katili, eski Adalet Bakanı H. Sami Türk’ün deyimiyle bir kez daha “kaçırdı”. Liberal basın bastı yaygarayı. Bu ne biçim adalet, bu ne biçim hukuk! Aslında yaygara yapacak bir şey yok. Burası Türkiye. Ve burada hukuk guguktur. Aslında hukuk, sermayenin olduğu her ülkede sermayenin çıkarlarını koruma kuralları üzerinde yükselir de; yazılı olan kurallar teoride, bir çok kez de pratikte bütün vatandaşlar nezdinde değişmeden uygulanır. Buna “hukukun üstünlüğü” falan gibi parlak yaftalar asılır. Gerçekte eşitsizlik üzerine, sömürü üzerine kurulu bir düzende, sömürü sistemini korumak için çıkarılmış yasalar en baştan eşitsizdir, bu anlamda bu eşitsiz yasaların eşit uygulanmasında işçiler, emekçiler hep kaybederler. Fakat yine de yasada yazılı olan “hakkınızı” arayabilirsiniz. Bizde öyle değildir. Bizde yalnızca yasaların eşitsizliği ile yetinilmez, onun dışında yasaların uygulanmasında da “kime göre” olduğu çok önemlidir. Af çıkarılır zırt pırt, ama bu aflardan “devlete karşı suç işlemiş olanlar” muaf tutulur. Mehmet Ali Ağca gibi, devlet için (!) suç işleyenler ise yararlanır! Mehmet Ali Ağca’nın kardeşi, Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakıldığı günün sabahı medyaya göğsünü gere gere şunu söyleyebilir ve hakkında hiçbir hukuki işlem yapılmaz: “Türk iye’de o dönemde binlerce insan öldü. Neden onların ismi ön plana çıkarılmıyor? İpekçi kimlere hizmet ediyordu, onu sormak gerekiyor. Türkiye üzerinde oynanan oyunlar devam ettiği sürece bazı insanların canı yanacak. Ağca’nın misyonu insanlık, kardeşlik ve ezilen insanların arkasında olmaktı.” Uluslararası teröristin kardeşi, göğsünü gere gere bir katilin eylemini savunup gelecek için de tehditler savurabiliyor. Ağca yüzlerce it tarafından çok büyük bir iş yapmış bir kahraman gibi elde Türk bayraklı ulumalar ve özel Mercedes üzerine dökülen güllerle karşılanabiliyor. Ve bu gayet normal bir şey oluyor. Aynı, aynı günlerde bir tüp patlaması olduğu bilirkişi raporlarıyla tespit edilmiş bir “terörist eylem” gerekçesiyle süren komedi davada sosyolog Pınar Selek hakkında idam cezası talep edilmesinin normal olduğu gibi. Aynı F tipinde tecrite karşı eylem yapanlara karşı linç girişimlerinin gayet normal olması gibi. Aynı biz bu devlette demokrasi adına uygulananın gerçekte faşizm olduğunu söylediğimizde, devletin manevi şahsiyetine hakaretten hüküm yememizin “normal” olması gibi. Hukukun guguk olduğu yerde normaldir bunlar. Ne zamana kadar? Ne zamana kadar itler salınıp, taşlar bağlanacak? İşçiler, emekçiler bu “normal” sayılanların normal olmadığını görüp “YETER ARTIK!” diyene, kağıt üzerindeki demokratik haklarına sahip çıkana, o haklarını talep edip, söke söke alana kadar! Mehmet Ali Ağca gibi katilleri toplum içine çıkamayacak duruma getirdiği, gördüğü yerde yüzüne tükürdüğü zaman! İşçiler emekçiler kendi demokratik düzenlerini kurana kadar! Ocak 2006 ▲ 3 yeni işçi dünyası Ö TEKEL İŞÇİSİ DİRENİYOR! zelleştirmeler tüm hızıyla sürüyor. AKP Hükümeti önceki hükümetlerden daha pervasız bir şekilde IMF ve Dünya Bankası’nın emirlerini yerine getiriyor. Devlete ait işletmeler bir bir yerli-işbirlikçi sermayeye, bazıları da uluslararası tekellere peşkeş çekiliyor. Ve tüm bunları AKP Hükümeti “Ekonomi büyüyor” safsatasıyla yürütüyor, oysa büyüyen sadece işsizler ordusu ve emekçilerin yoksulluğudur. Daha önce özelleştirme kapsamına alınan TEKEL Fabrikaları kapatılıyor. İşçisi ve üreticisi ile birlikte binlerce insan yoksulluğa sürükleniyor. TEKEL işçileri sermayenin bu saldırısına karşı işyerlerine sahip çıkıyorlar, işyerini terk etmeme eylemini kararlılıkla sürdürüyorlar. TEKEL işçisi işini kaybetmemek için, geleceği için, mücadele kararlılığını sonuna kadar göstermelidir. Ve doğru olarak “Dünya yerinden oynar işçiler birlik olsa”, sözlerini her fırsatta haykırıyorlar. Ancak tek başına TEKEL işçilerinin mücadelesi sonuç getirmeyebilir. Tüm işçi ve emekçiler TEKEL işçisinin bu onurlu mücadelesine destek vermelidir. Nasıl ki sermaye sınıfı, devlet ve kendi içlerindeki tüm anlaşmazlıklara rağmen, söz konusu işçiler, emekçiler olduğunda birleşebiliyorlarsa, işçi ve emekçiler de saldırılara karşı birleşmelidirler. TEKEL işçileri bu bilinçle özelleştirme karşıtı tüm güçleri bir araya getirmeye çalışmalı, ama öncelikle kendi davasına sonuna kadar sahip çıkmalıdır. Aynı zamanda TEKEL işçileri kendi eylemleri dışındaki işçi eylemlerine daha önceleri ne 7. GÜN kadar ve nasıl destek verdiklerini düşünmelidirler. Unutulmamalıdır ki; KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ! Özelleştirmeler işçi ve emekçilere bugüne kadar işsizlik, yoksulluk ve açlıktan başka bir şey vermemiştir, vermeyecektir. İşçi sınıfının zaten çok az olan sendikal birliği de özelleştirmeler ile yok edilmektedir. Sermayenin son derece örgütlü yürüttüğü bu saldırılar ancak işçi ve emekçilerin topyekûn kararlı ve örgütlü karşı duruşuyla geri püskürtülebilir. İŞÇİ SINIFI BAŞARABİLİR! Türkiye İşçi Sınıfının tarihi mücadelelerle, yenilgilerin yanında zaferlerle de doludur. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, ‘89 Bahar Eylemleri, 1991 TEKEL işçisi direniyor TEKEL işçileri fabrikanın kapatılmasına karşı direnişe devam ediyorlar. Tekel işçileri direnişlerini duyurmak ve destek alabilmek için şehrin çeşitli yerlerinde bildiri dağıtımı yaptılar. TEKEL’in “halkın malı” ve kâr eden bir işletme olduğunun belirtildiği bildirilerde kapatılmasının sigara tekellerinin isteği olduğu açıklanıyor. TEKEL işçilerinin direnişine de destek her geçen gün artıyor. Direnişin 7. günü akşamı, saat 17’de bir araya gelen bazı devrimci çevreler bir yürüyüş gerçekleştirdiler. SDP, ESP, BDSP, Alınteri, Partizan, Barikat ve İşçi Mücadelesi tarafından oluşturulan “Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformu”nun gerçekleştirdiği yürüyüş TEKEL Fabrikasında yapılan bir basın açıklaması ile son buldu. Platform üyelerini TEKEL işçileri Türk bayrakları ve büyük bir Atatürk posteriyle karşıladılar. Basın açıklaması sırasında da sürekli olarak bayrakları ve Atatürk posterini öne çekme yarışı yaşandı. Ayrıca devrimci kurum temsilcilerinin konuşması sırasında işçiler ayrı bir tarafta, bir televizyona açıklama yapan Gürsel Diliçıkık’ın (Tek Gıda-İş Sendikası Bölge Başkanı) etrafını doldurdular. Böylece aynı anda, bir tarafta devrimcilerin diğer tarafta TEKEL işçilerinin oluşturduğu iki ayrı grup oluştu. Bizler de burada daha önce hazırladığımız ve değişik aralıklarla dağıttığımız “TEKEL İşçisi Direniyor!” başlıklı bildirilerimizden dağıtıtık. 08.01.2006 ▲ Büyük Madenci Yürüyüşü bunlara en büyük örnektir. İşçi sınıfı bu eylemleri ile sermayeyi korkular içerisinde bırakmış, onlara geri adım attırmıştır. Bu eylerler işçilerin birlik olduğunda ve harekete geçtiklerinde “dünyayı yerinden oynatacaklarının” örnekleridir. Dünya İşçi Hareketi zaferle sonuçlanmış sayısız eylemle doludur. Son dönemde yaşanan SEKA direnişi yenilgiyle sonuçlansa bile direniş açısından derslerle doludur. TEKEL işçileri, SEKA işçilerinin direnişinden öğrenerek zaferle sonuçlanacak bir direniş sergileyebilirler. Bunu başarabilecek güç var. Sorun bu gücü örgütleyebilmek, harekete geçirebilmek ve uyuyan devi uyandırabilmektir. TEKEL İŞÇİSİ KADIN VE ERKEK ARKADAŞLAR! Özel sermayeye peşkeş çekilmek istenen kamu malları dün olduğu gibi, 9. GÜN bugünde bizim malımız değildir. Bu işletmeler bize ait olsaydı, bu şekilde fikrimiz dahi sorulmadan satılamazdı, kapatılamazdı. Bu işletmeler bize ait olsaydı, bizler böyle yoksulluk çekmezdik, içimizde işsiz kalma korkusu olmazdı. Oysa gerçek olan şu ki her şeyin alınıp satılabildiği kapitalist sistemde bize ait olan tek şey emeğimizdir. Tarih boyunca emeğimize göz diken sermaye sınıfı, bugünde saldırılarını sürdürüyor. Bize düşen görev sermayenin sürekli yoğunlaşan ve azgınlaşan saldırılarına karşı örgütlenmek ve mücadeleyi yükseltmektir. Sermayenin saldırılarını engellemek, geri püskürtmek mümkün. Ancak bir sınıf olarak burjuvazi var oldukça saldırılarını, şiddetini arttırarak, azaltarak sürdürecektir. Gerçek anlamda çözüm bizlerin mücadelesi ile sermaye sınıfını ortadan kaldırmaktır. Bu gerçekleşmediği sürece ezilmeye, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe mahkûm kalacağız. Çağrımız; işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, sömürünün ve her türlü baskının ortadan kaldırıldığı yeni bir dünya için mücadele çağrısıdır. ZAFER DİRENEN TEKEL İŞÇİSİNİN OLACAK! YAŞASIN TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ! SUSMA HAYKIR, DURMA ÖRGÜTLEN, MÜCADELE ET! ▲ (Not: Bu yazı bildiri olarak YDİ Çağrı Adana okurlarımız tarafından direniş süresince değişik yerlerde dağıtılmıştır.) Direnişe devam... Direnişin 9. günü ve aynı zamanda Kurban Bayramının 1. günü olan 10 Ocak tarihinde TEKEL sigara fabrikası son derece renkli idi. TEKEL işçileri aileleriyle birlikte kadın-erkek-çocuk fabrikayı doldurmuşlardı. Burada kurban kesimi yapıldı ve Gürsel Diliçıkık işçilere bir konuşma yaptı. İşçilerin kurban bayramını kutlayan Diliçıkık, hükümete seslenerek “Geçen bayramda SEKA’yı bu bayramda da TEKEL’i kapatmaya çalışıyorsunuz. Sizin kurbanınız olmayacağız” dedi. Buradan daha sonra sloganlar eşliğinde AKP Adana İl Binasına doğru yürüyüşe geçildi. Yaklaşık 500-600 kişinin katıldığı yürüyüşte en fazla coşku çocuklarda gözleniyordu. AKP İl binasına gelindiğinde yarım saatlik oturma eylemi yapıldı. Burada da sloganların ardı arkası kesilmedi. “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “Direne direne kazanacağız”, İşçiler burada vekiller nerede”, “Gemileri yaktık geri dönüş yok”, “Tekel vatandır, vatan satılmaz”, “Türk-İş göreve genel greve”, “Satıla satıla vatan bitiyor”, “IMF emreder hükümet zulmeder”, “işçiler sandıkta hesap soracak”, “İş ekmek yoksa barışta yok” sloganları yanında çocuklar “Eğitim hakkımız engellenemez” sloganlarını attılar. Konuşmaların ardından eylem sona erdirildi, ancak TEKEL’in kapatılma kararı geri alınıncaya kadar direnişin devam edeceği belirtildi. 10.01.2006 ▲ 5 yeni işçi dünyası Tekel işçilerinin direnişi üzerine bazı düşünceler Ö zelleştirme kapsamında bulunan TEKEL özelleştirilemeyince, Adana ve Malatya fabrikalarının kapatılmasına karar verildi. TEKEL işçileri uzun bir süredir özelleştirmeye ve son süreçte fabrikalarının kapatılmasına karşı mücadele yürütüyorlar. 2 Ocak’tan bu yana da fabrikaya kapanarak direnişe geçtiler. Bu süreçte destek arttı, eylemler gelişti. Bu yazıda yaşanan gelişmelere, sendikaların, “sol” partilerin, devrimci grupların tavrına ve işçilerin durumuna değinmek istiyoruz. Tek Gıda-İş Sendikasında örgütlü bulunan Adana Tekel işçileri 2 Ocak tarihinde yaptıkları bir basın açıklamasıyla fabrikaya kapandıklarını duyurdular. İşçiler vardiyalı olarak fabrikada kaldılar. Bu süreçte bir düzensizlikte yaşandı, yaşanıyor. Örneğin 10 Ocak’ta AKP İl Başkanlığına yürünerek eylem gerçekleştirilen gün kalabalık olan fabrika 11, 12 ve 13 Ocak’ta sessizdi. Süreçte bu düzensizlik sürdü. kümeti olduğu düşüncesi yaygın. Bu nedenle Türk bayrakları ve büyük bir Atatürk posteri ile yapılan eylemlere damgasını vuran “AKP Hükümetine karşı vatanı savunma” oluyor. Zaten sendika yöneticileri, işçilerin büyük çoğunluğu ve Türk-İş yönetimi de böyle düşünüyor. Bu nedenle eylemlere devrimcilerin katılımını engelleyemeseler de rahatsızlıklarını gösteriyorlar. Örneğin devrimci ve demokratik parti, gazete ve kurumların oluşturduğu “Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformunun” fabrika içerisinde yaptığı bir basın açıklamasına çok sayıda Türk bayrağı ve Atatürk posteriyle az sayıda işçi katıldı. Ve bu eylemde devrimcilerin yaptıkları basın açıklamasına tepki olarak Türk bayraklarını ve Atatürk posterini en öne geçirme yarışı yaptılar. Direnişte her ne kadar işçiler yer alsa da aslında güvenilen güç işçiler değil. Sendika yöneticileri sorunu görüşmelerle çözme niyetindeler. Tabi ki bu çözümün işçilerin aleyhine bir sonuç doğuracağını tahmin etmek güç değil. İşçilerin gücüne güvenilmiyor. Yapılan eylemlerle ses getirmeyi, hü- SÜLEYMAN ŞAHİN 8 yıllık Tekel işçisi Süleyman Şahin “Tekel vatandır vatan satılamaz” sloganı ile ilgili “Belli bir noktaya kadar doğru. Ama Çukobirlik, Tüpraş, Telekom vatan değil mi? Biz onların eylemine sahip çıkmadık.” diyerek işçi sınıfı dayanışmasının yeterli olmadığını söylüyor. Özel şirketlerde daha önce çalıştığını belirten Süleyman Şahin buralarda çalışan işçilerin durumunun çok daha kötü olduğunu ve kazanılmış haklarından vazgeçmeyeceklerini söyledi. Bu nedenle TEKEL’de yıllardır verdiği “mücadeleyi sonuna kadar” vereceğini belirtti. ▲ 6 Örneğin 600 kişiden fazla işçinin çalıştığı fabrikada henüz 600 işçinin katıldığı bir eylem yapılmadı. İşçilerin büyük bir bölümü AKP veya MHP gibi gerici partilere oy veriyor. Demokrat, ilerici işçiler 20-30 kişi. Bu işçiler de direnişe çok büyük katkı sağlıyorlar. Fabrikada çok sayıda kadın işçi de çalışıyor ve eylemlerde hep en ön safta yer alıyorlar. Kadın işçiler çok daha kararlı davranıyorlar, ancak toplumun genel yapısına uygun olarak burada da kadın işçiler geri planda bırakılıyorlar. İşçiler arasında siyasi görüşlerden dolayı zaman zaman sür- tüşmeler yaşansa da, genel olarak bu durum direnişe yansımıyor. Direnişe katılan tüm işçiler bir aradalar. Ancak işçiler arasında yüksek sesle söylenmese de fabrikanın kapatılması kararına karşı hiçbir şey yapamayacaklarını, alacakları kıdem tazminatları ile bir iş yapabileceklerini düşünenler de var. Özellikle uzun süredir fabrikada çalışan ve emekliliğine çok az bir süre kalan bu işçilerin zaman zaman genç işçilerin moralini bozduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca işçiler arasında “Tekel’in vatan olduğu”, fabrikanın kapatılması konusunda tek suçlunun AKP hü- Bahriye ESKİKIRBAÇ Bahriye ESKİKIRBAÇ Tekel ’de çalışan ve erkeklerle aynı safta, hat t a k i m i z a ma n erkek lerden önde , işi, ekmeği için mücadele eden yüzlerce kadından biri. O da yıllardır çalıştığı fabrikaya kapanarak direniyor. TEKEL Fabrikasının kapatılmasına karşılık sonuna kadar direneceğini belirtiyor ve ekliyor: “Bizim gerçekten de Önlüğümüz kefen, mezarımız TEKEL olacak.” ▲ 19. GÜN Direnişe destek sürüyor 22. GÜN TEKEL işçisi yalnız değildir Direnişte bulunan TEKEL işçilerini Ydi Çağrı olarak bizlerin de yer aldığı Mersin Özelleştirme Karşıtı Platform üyeleri ziyaret ederek destek sundular. “Yaşasın sınıf dayanışması”, “İşçi memur elele, genel greve” sloganlarının atıldığı eylemde Platform adına SES Mersin Şube Başkanı Yılmaz Bozkurt bir konuşma yaptı. Bozkurt konuşmasında Tekel işçilerinin direnişinin sadece Tekel işçilerinin değil, tüm işçi sınıfının ve emekçilerin direnişi olduğunu bu yüzden dayanışmanın büyümesi gerektiğini vurguladı. Burada işçilere Platformun bildirisi dağıtıldı. Eylemde Tek Gıda-İş Sendikası Güney Anadolu Şube Başkanı Gürsel Diliçıkık ta söz aldı. Diliçıkık konuşmasının sonunda Tekel işçilerinin direnişinin siyasi bir eylem olmadığını, bunu böyle göstermek isteyenlerin olduğunu, bu mücadelenin ekmek için mücadele olduğunu söyledi. Diliçıkık konuşmasını “Buraya destek olmaya gelen herkes Tekel işçisi olarak gelmelidir” dedi. 21.01.2006 ▲ Ydi Çağrı olarak bizim de içinde yer aldığımız “Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformu” tarafından 24 Ocak tarihinde İnönü Parkı’nda bir basın açıklaması yapıldı. Platform tarafından çıkarılan bir bildirinin okunduğu açıklamada işçi ve emekçiler TEKEL işçilerinin direnişini desteklemeye çağrıldı. “Tekel işçisi yalnız değildir”, “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganlarının ardından bildiriler dağıtılarak eylem sona erdirildi. Tekel İşçileriyle Dayanışma Platformu son bir haftadır Adana’nın değişik semtlerinde bildiri dağıtarak halkı işçilerle dayanışmaya çağırıyor. Ayrıca birkaç gün önce de Platform üyelerinden BDSP çalışanı bir kişi Tekel önünde, kimlik göstermemesi gerekçesiyle polisler tarafından tartaklanarak gözaltına alındı, daha sonra serbest bırakıldı. Platformda Alınteri, BDSP, ESP, İHD, İşçi Mücadelesi, Partizan, Sosyalist Barikat, SDP ve Yeni Dünya İçin Çağrı bulunuyor. 24.01.2006 ▲ yeni işçi dünyası kümetin dikkatini çekmeyi umuyor ve fazla kaza bela çıkmadan karardan dönülmesini talep ediyorlar. İşçilerde de aynı görüş hakim. Mücadele ile kazanmak yerine çözümü hükümetten bekleme durumundalar. Tüm bunlara örnek olarak şu sözleri gösterebiliriz. Tek Gıda-İş Güney Anadolu Bölge Başkanı Gürsel Diliçıkık kürsüden yaptığı bir konuşmada işçilere: “Bizim hiçbir partiyle sorunumuz yok. AKP Hükümetiyle de sorunumuz yok. Bu karardan vazgeçsinler onları çiçeklerle karşılayalım.” dedi. Aynı konuşmasında neyin mücadelesini verdiklerini ve rahatsızlıklarını şu sözlerle belirtti: “Buraya gelen herkes Tekel işçisi olarak gelsin. Bizi, Tekel işçisini başka yönlere çekmek isteyenler var. Biz siyasi bir mücadele vermiyoruz. Bizim mücadelemiz ekmeğimiz içindir.” Diliçıkık’ın esas sorunu eylem içerisinde yer alan devrimcilerdir. 28 Ocak’ta Türk-İş Başkanı Salih Kılıç’ın ziyareti öncesinde işçilere yaptığı bir konuşmada da Gürsel Diliçıkık “Milletvekillerinin bile ulaşamadığı Başbakana genel başkanımız ulaşabilir. Bizim sorunumuzu iletip, çözebilir.” diyerek mücadele eden işçilere de- HÜSAMETTİN ÜNAL ğil de Türk-İş Başkanına güvendiğini gösterdi. Diliçıkık’ın işçileri Türk-İş’e karşı slogan atmamaları konusunda uyardığı da görüldü. Türk-İş 4. Bölge Temsilcisi Hüseyin Kaya Elbek ise “Lütfen bu karardan dönsünler” diyerek hükümete seslendi. Elbek, 11 ilde en fazla işçinin örgütlü olduğu konfederasyonunun bölge temsilcisi, 75 binin üzerinde üyeye sahip olduklarını belirtiyor ancak bu işçilere güvenmek yerine Tekel’i kapatma kararı veren hükümete güveniyor. Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç yaptığı iki konuşmada da işçilerden ve mücadeleden hiç söz etmeyerek hükümeti eleştirdi, demokratik eylemleri destekleyeceklerini belirtti ve bol bol hükümetten beklentilerini, Başbakana bildirdikleri talepleri saydı. Salih Kılıç’ın konuşması öncesinde işçilerin bir bölümü “Türk-İş nerede, biz oradayız” sloganını attılar. 28 Ocak’ta Tekel içerisindeki konuşması sırasında da işçiler Diliçıkık’ın uyarılarını dikkate alarak aynı sloganı attılar. Oysa aynı işçiler önceki eylemler sırasında “İşçiler burada, Türk-İş nerede” vb. sloganları atıyorlardı. Tüm bunlar işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından önemlidir. İşçiler sorunlarının çözümünü düzen partilerinden bekleme durumundalar. 15 yıldır TEKEL’de çalışan Hüsamettin Ünal adlı işçi de direnişi sonuna kadar sürdüreceklerini belirtti. Ünal, direnişin ba ş a r ıy a u la şma sı için işçi sınıfının ve tüm özelleştirme karşıtı güçlerin birleşmesi gerektiğini söyledi. Ancak bunun yanında direnişe destek olan devrimci çevrelerin işçilerle ilişkilerinde, eylemlerinde daha dikkatli davranmaları gerektiğini, çalışan işçilerin büyük oranda AKP veya MHP gibi partilere oy verdiğini söyleyen Hüsamettin Ünal, bu işçilerin direndiğini ve direnişin başarıya ulaşması için buradaki birliğin bozulmaması gerektiğini vurguladı. ▲ 23. GÜN İşçilere polis saldırdı Emek Platformu Adana bileşenlerinin, siyasi partilerin, kitle örgütlerinin ve devrimci örgütlerin katıldığı bir yürüyüş düzenlendi. Yoğun yağmura rağmen yaklaşık 1000’in üzerinde insanın katıldığı yürüyüş Türk-İş önünden TEKEL fabrikasına kadar sürdü. Protesto amacıyla bazı işçiler yoğun yağmura ve soğuk havaya rağmen üstlerindeki elbiseleri çıkardılar. AKP İl binası önünde bir süre bekleyerek hükümeti protesto eden işçiler fabrika önüne geldiklerinde yolu trafiğe kapatmaya çalıştılar. Bu sırada polis işçilere müdahale ederek, bazı işçileri yerlerde sürükledi. Bunun üzerine işçiler “Ölmek var, dönmek yok”, “Yılgınlık yok direniş var” sloganlarını attılar. Polisin müdahalesi üzerine öfkelenen işçiler bir süre polis barikatına karşı slogan attılar. Bizler de eyleme dövizlerimizle katıldık ve işçilere hazırladığımız bildirilerimizi dağıttık. 25.01.2006 ▲ Eylemlerde vatan, millet, bayrak şovenizmi birinci sırada. Daha önce de Mersin’de başlatılan “bayrak provokasyonu”na tepki amacıyla Adana Beşocak Meydanı’nda yapılan bir eyleme Tek Gıda-İş Sendikasına üye bir grup işçi pankartları ile katılmışlardı. Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç ta “Hem bayrağa hem de Tekel’e sahip çıkan işçimize biz de sonuna kadar sahip çıkacağız.” diyerek asıl görevlerinin işçilerin haklarını korumak değil, “vatanı ve bayrağı” korumak olduğunu gösterdi. Salih Kılıç’ın derdi “vatan, bayrak” edebiyatıyla, milliyetçi duygulara kapılmış işçileri avutarak günü kurtarmaktır. Böylece işçilerin asıl sorununun üstünü örtmektedir. Türk-İş burada bir kez daha işçilerin düzene karşı yönelebilecek tepkilerini önleme görevini yerine getirmiştir. Kimi devrimci, “sol” gruplar, partiler de kitle kuyrukçuluğu pozisyonuna düşüyorlar. Hemen her fırsatta onlar da “Tekel’in vatan olduğunu, vatanın satılamayacağını” haykırıyorlar, yazıyorlar. Biz yukarıda işçilerin içinde bulunduğu durumu belirttik. Sınırlı olan gücümüzle işçilere çıkardığımız bildiriler ve sözlü konuşmalar ile sosyalist bilinci taşımaya çalıştık, çalışıyoruz. Bunu yaparken işçilerin gerici, milliyetçi düşüncelerini de eleştirdik, eleştiriyoruz. Fakat kimi devrimci grup ve partiler işçileri kazanma adına onların “Tekel vatandır satılamaz” gibi milliyetçi yanlarını savunarak nasıl 27. GÜN işçi kuyrukçuluğu yaptıklarını gösterdiler, gösteriyorlar. Ve siyasi rant sağlama peşinde olan şovenist, faşist, gerici, özelleştirmeci partiler. Onlar da boş durmuyor, her fırsatta Tekel işçilerinin yanında olduklarını belirtiyor, AKP Hükümetine verip veriştiriyorlar. Hatta Tekel işçilerine AKP dışındaki neredeyse tüm siyasi partilerin destek verdiğini söylemek abartı olmaz. Hükümet olduklarında özelleştirmelerle işçi kıyımı yaptıklarını unutmuş gibiler. Sanki tüm özelleştirmeler AKP tarafından yapılmış gibi hep bir ağızdan işçi simsarlığı yaparak Tekel işçisinin yalnız olmadığını bildiriyorlar. Tekel işçileri direniyorlar. Tekel işçilerinin diğer işçilerden, emekçilerden, yoksul halklardan başka gerçek anlamda destekleyicisi yoktur. İşçi sınıfı kendi öz gücüne güvenmelidir. İşçi sınıfı kendi kurtuluşunu kendi öz örgütleri önderliğinde gerçekleştirebilir. Bunu yapmadığı sürece, ara sıra kazansa bile, aslında hep kaybedecektir. Çünkü sermaye, ister yerli ister yabancı, ister özel ister devlete ait olsun işçi sınıfını sömürmeye ve kârına kâr katmaya devam edecektir. İşçi sınıfının kurtuluşu sömürünün, işsizliğin, açlığın, sefaletin yok edildiği, kendi kendini yönettiği devrimde, sosyalizmdedir. 29.01.2006 Ydi Çağrı/ADANA ▲ Salih Kılıç TEKEL’de Direnişin 27. gününü geride bırakan TEKEL işçilerini Türk-İş Başkanı Salih Kılıç ve Türk-İş’e bağlı sendikaların genel başkanları ziyaret ettiler. Saat 11’de Teksif Sendikası toplantı salonunu dolduran yaklaşık 500 işçiye konuşan Salih Kılıç “Tekel işçilerinin demokratik eylemlerini, direncini ve kararlılığını sonuna kadar destekleyeceğiz, sonuna kadar yanınızdayız.” dedi. Salih Kılıç’ın kürsüye çıkışı sırasında bir grup işçi “Türk-İş nerede biz oradayız” sloganını attılar. Kılıç konuşmasında Tekel’in kapatılması ile çokuluslu şirketlere boyun eğildiğini söyledi. Konuşmasında Adana ekonomisine, GSS’na ve emeklilik yaşının yükseltilmesine değinerek, bu konularla ilgili gerekli girişimlerde bulunduklarını, hükümetten bu yanlıştan dönülmesini istediklerini söyledi. Ayrıca kurumlar vergisi oranının düşürülmesine karşılık işçiden kesilen gelir vergisinin düşürülmesini Başbakan’dan talep ettiklerini bildirdi. İşçiler salonda “Direne direne kazanacağız”, “Söz bitti sıra eylemde”, “Tekel vatandır vatan satılmaz” sloganlarını attılar. Buradaki konuşmanın ardından Tekel fabrikasına doğru yürüyüşe geçildi. Yürüyüşe İnönü parkından da katılımlar oldu, böylece yaklaşık bin kişi toplandı. Fabrika içerisinde de bir konuşma yapan Salih Kılıç “Hem bayrağa hem de TEKEL’e sahip çıkan işçimize biz de sonuna kadar sahip çıkacağız” dedi. Eyleme Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticileri, Emek Platformu’na üye sendikaların yöneticileri, Eğitim-Sen, EMEP, SDP, ÖDP, TÖP ve BDSP destek verdi. BDSP üyeleri ve YDİ Çağrı okurları olarak bizler işçilere bildiri dağıttık. Eylemde MHP ve İP temsilcileri de vardı. Polis işçilerin yolu trafiğe kapatmaları ihtimaline karşılık bu kez çok daha geniş güvenlik önlemi aldı. TEKEL’in önüne gelindiğinde zincir oluşturarak olası bir girişimi engellemeye çalıştı. 28.01.2006 ▲ 7 yeni işçi dünyası Tez-Koop-İş Sendikası 4 No’lu Şube Olağanüstü Genel Kurul’unu yaptı U 8 zun bir süreden beri TezK o o p -İ ş S e n d i k a s ı’n d a Migroslar ile ilgili yaşanan sorunlar üzerine daha önceki sayılarımızda tavırlar takınmıştık. En son Tez-Koop-İş Sendikası, Toplu-İşSözleşmesi sürecinde işveren ile anlaşma sağlanamaması üzerine grev çağrısı yapılmış ve greve çıkılacağı günün bir önceki akşamı -İstanbul’daki Şubelerin itirazına rağmen- TİS imzalanmıştı. Gerek grev kararı alınmasına rağmen hiçbir hazırlığın yapılmaması, gerek imzalanan TİS’in içeriği ve gerekse yöntemi üzerine çok yoğun tartışmalar yaşandı. Bu tartışmaların yoğun olarak yaşandığı İstanbul Şubelerinden birisi de 4 No’lu Şube oldu. Bunun sonucu olarak Şube yönetimine alternatif olarak ortaya çıkan bir kesim, 45 delegeden imza toplayarak Şubeyi Olağanüstü Genel Kurul’a götürdü. 29 Ocak 2006 tarihinde Aksaray’da bulunan Holiday Inn Oteli’nde yapılan Olağanüstü Genel Kurul’da Genel Başkan Osman Gürsu’nun açış konuşmasının ve saygı duruşunun ardından konuşmalara geçildi. Genel Kurul’a 100 delege katılarak çoğunluk sağlanmıştı. İ l k konu şma , Sendika yönet i mi ni n lehine yapı la n b i r k o nu ş m a idi. Konuşmacı Cemal Kement; 4 No’lu Şube’nin değ i l, Genel Merkezin işçiSemih Aycan lere ihanet ettiğini, TİS’in imzalanmasından bir kaç saat önce “greviniz hayırlı olsun” deyip daha sonra arkadan hançerleyenin Şube Başkanı Osman Gürsu değil, Genel Başkan Sadık Özben olduğunu belirtti. 45 tane imza toplayarak Şubeyi Olağanüstü Kongreye götürmenin arkasında yatan gerçek nedeninin alternatif listenin başını çeken Semih Aycan’ın yönetime gelmek istemesi olduğunu, Semih Aycan’ın işçi sınıfının çıkarları gibi bir derdinin olmadığını, esas derdinin koltuk derdi olduğunu, bunu açıkça ifade edeceği yerde, Şube yönetimi hakkında “TİS’i kabul ederek işçileri sattı” gibi yalan söylentiler yaydığını söyledi. Konuşmasının devamında; “eğer Semih Aycan geçen Olağan Kongrede seçilmiş olsaydı, Olağanüstü Genel Kurula gitmeyecekti” dedi. İkinci konuşmacı Şube’yi Olağanüstü Genel Kurul’a götürenlerin başında bulunan Semih Aycan idi. Aycan konuşmasında Genel Merkezin işçileri satmasının olgu olduğunu, Osman Gürsu’nun da işverenin dayattığı %10 ücret artışını kabul ettiğini, sözleşmeyi kabul ettiğini fakat sonra rezil olamamak için inkar ettiğini belirtti. Osman Gürsu’yu hep ikili oynamakla suçlayan Aycan, işveren temsilcisinin dahi Osman Gürsu’ya “biz seninle böyle mi anlaşmıştık Başkan?” dediğini bunun da kapalı kapılar arkasında işler çevrildiğinin bir kanıtı olduğunu söyledi. Bunun sonucu olarak olanın Migros işçisine olduğunu, atılan altı işçinin hesabını kimin vereceğini sordu. Tez-Koop 4 No’lu Şube dahil bütün Şubelerin Migros işçisini sattığını, işçilerin çıkarlarının gerçek savunucularının kendileri olduğunu belirterek yeni yönetime talip olduğunu ilan etti. Alternatif olarak ortaya çıkanlar adına konuşanlardan birisi de İsmail Çelik İdi. Çelik de öz olarak Şubenin işçi sınıfının çıkarlarını savunacağı yerde her zaman en azı ile yetinmeye çalıştığını, son TİS’de de Genel Merkez’in yanında yer aldığını belirtti. Sözleşme ertesinde Şube adına yapılan basın açıklaması ve ardından atılan altı işçi ile ilgili olarak da bu Basın Açıklamasına katılmanın doğru olmadığını, bunun bir tezgah oldu- ğunu, buraya katılmamaları için işçileri uyarmaya çalıştıklarını savunarak bunda başarılı olamadıklarını belirtti. Kendilerinin hep açık oynadığını, yönetimin ise kelle avcılığı yaptığını vurguladı. Basın açıklamasına katılan ve ardından Migros patronu tarafından işten atılan iki tane işçi de söz alarak konuştular. Bu işçilerden Kenan Kara aynı zamanda Genel Kurul’a delege olarak katılmıştı. Kenan Kara sendikanın önemine değindikten sonra kendisinden önce konuşan kişilerin gökten zembille inmediklerini, geçmişte çeşitli kademelerde yer aldıklarını bu anlamda burada birbirlerini suçlayan tarafların her ikisinin de yaşananlardan sorumlu olduğunu belirtti. Sendikanın işçi sınıfının tabanından uzak olduğunu söyleyen Kara işçilerle ilgili bir sürü yasa çıktığını, sözleşmeler imzalandığını fakat bunların oturulup işçiye anlatılmadığını, işçilerin eğitimine gereken önemin verilmediğini vurguladı. Migros işçisinin işyeri örgütlülüğünün olmadığını, yaşanan sorunların esas kaynağının da bu olduğunu, eğer güçlü bir iç örgütlülük olsaydı kimsenin işçileri satmaya cüret edemeyeceğini belirtti. Bunun için de tabandan geliştirilecek bir inisiyatif ve örgütlülüğün şart olduğunu söyledi. Patronların topyekün saldırısını ancak işçilerin topyekün direnişi ile geri püskürtmenin mümkün olduğunu vurguladı. İşçi sınıfının güçsüz olduğu bugünkü şartlarda Sendikacıların kendi aralarında didiştiğini, koltuk sevdası ile çeşitli dalave- reler çevirdiğini dile getirdi. Grevin basit bir iş olmadığını, bir meydan savaşı olduğunu, bu nedenle buna iyi hazırlık yapılması gerektiğini, patron cephesinin iyi hazırlandığını, fakat işçi cephesinin iyi hazırlanmadığını söyledi. Şimdi Şube yönetimini eleştirenlerin de en ufak bir karşı duruş örgütlemediklerini belirtti. Bu Olağanüstü Genel Kurul’da tartışılan konuların bu olmaması gerektiğini, bu kurulun ilerleten bir kurul olması gerektiğini, burada rant sağlamak amacı ile olağanüstü kurullar toplamak yerine, Şubenin görevlerini yerine getirmemesinin nedenleri ile ilgili bir olağanüstü Genel Kurulun yapılmasının daha doğru olacağını kaydetti. Bu Kurul’dan pek bir şey beklemediğini sözlerine ekledi. Konuşmasının sonunda Sendika yönetimine kim seçilirse seçilsin, işçilerin örgütlülüğünü, sınıf eksenli bir çalışmayı temel alan bir çalışmanın yapılması gerektiğini ve bu çalışmanın Türkiye işçi sınıfı hareketi ile birleştirilmesi gerektiğini vurguladı. Konuşmacı olarak söz alan işten atılanlardan diğer işçi Necdet Demir de bir önceki konuşmacının söylediklerine benzer bir konuşma yaptı. Demir; bu Kurul’dan geleceğe yönelik hiç birşeyin dile getirilmediğini, karşılıklı suçlamalar yapıldığını söyledi. Şube yönetimi ve alternatif olarak ortaya çıkanların çok somut olarak atılan altı işçi için ne yaptıklarını sordu. Alternatif olarak ortaya çıkan arkdaşların hangi somut değişiklik önerisini getirdiklerini açıklamaları gerektiğini, eğer böyle birşey yoksa burda söylenenlerin boş laftan ibaret olduğunu belirtti. Denkleştirme, performans vs. bir sürü yasanın çıktığını, fakat bunların ne anlama geldiğinin işçilere anlatılmadığını, yasalar geçtikten sonra yani iş işten geçtikten sonra bu yasaların ağıza alınmasının hiç bir ciddiyetinin olmadığını vurguladı. Yapılan basın açıklamasına da değinen Demir; basın açıklaması yapmaktan daha doğal ne olabilir demek yerine, bu bir oyundur vs. demenin ne demek olduğunu, bunun işçilerin en demokratik hakkı olduğunu, bunu bile savunamayanların yönetime talip olmalarının gülünç olduğunu belirtti. İşçilerin örgütlülüğünün önemine dikkat çeken Demir, işçilerin de yeni işçi dünyası Sendikadan bağımsız yapabilecekleri olduğunu ve kendilerinin de bunu yapmadığını söyleyerek bir nevi özeleştiride bulundu. Atılan işçilerle ilgili bir imza dahi toplamayanlar, Şube’yi Olağanüstü Genel Kurul’a götürmek için kısa sürede mağaza mağaza gezerek 45 tane imza toplayabildiğini söyledi. Sonuç olarak Şubeyi Olağanüstü Genel Kurula götürenlerin tek derdinin koltuk olduğunu belirten Demir, konuşmacılardan hiç birinin Genel Merkezi eleştirmediğini, burada esas suçlunun Genel Merkez olduğunu belirtti. Genel Merkez’e atılan işçilerle ilgili birşeyler yapılsın denildiğinde, “bizim işçimiz örgütsüz, biz bunlarla greve çıkamadık, bunları atılan işçiler için nasıl harekete geçireceğiz.” dendiğini belirtti. Bu Kurul’da daha fazla işçinin olmamasını eleştiren Demir işçilere yaptığı çağrıda da birlik ve beraberliğin önemine vurgu yaptı. Daha sonra söz alan Esat Çalışkan idi. Çalışkan, bir zamanlar baba oğul olduklarını söyleyenlerin şimdi düşman kesilmelerinin doğru olmadığını, yarın öbür gün herkesin birbirinin yüzüne bakacağını, bu nedenle herkesin aklını başına toplaması gerektiği şeklinde bir konuşma yaptı. Ayrıca İzmit’te TİS görüşmelerinde kendisinin de olduğunu ve Osman Gürsu’nun sonuna kadar bu sözleşmeye karşı olduğunu, bu nedenle Osman Gürsu’nun sözleşmeyi kabul ettiğini söyleyenlerin doğruyu konuşmadığını söyledi. En son söz alan Şube Genel Başkanı Osman Gürsu getirilen suçlamalara cevap verdi. Gürsu hata yapmış olabileceğini ama işçilere ihanet etmediğini, işOsman Gürsu ç i le r i s at m adığını söyledi. Olağanüstü Genel Kurul’u toplamanın esas gerekçesinin koltuk sevdası olduğunu, eğer öyle olmasaydı, alternatif liste sunanların dertleri Migros sözleşmesi olsaydı kendileri ile birlikte bu TİS’e karşı mücadele edeceklerini belirtti. TİS ile ilgili ise; Genel Merkez’in tüm şubelerle yaptığı toplantıda ‘eğer bir Şube kabul etmezse TİS imzalanmayacak’ şeklinde bir ilke kararı aldığını, fakat daha sonra buna uymayarak kendilerine rağmen TİS’i imzaladığını vurguladı. Kendisinin Genel Merkez ile bir sorunu olmadığını, Genel Merkez ile kavgalarının iki yılda bir yapılan TİS görüşmelerinde ortaya çıktığını söyledi. Ayrıca İzmir toplantısında %10’u kabul etmediğini, eğer etmiş olsaydı, çıkıp bunu burada erkekçe söyleyebileceğini, kimseden korkusu olmadığı vs. belirtti. Gürsu konuşmasının devamında yönetime talip olanların birer birer tutarsızlıklarını ve ‘kirli çamaşırlarını’ ortaya koydu. Onların Migros sürecinde işçilerin hoşnutsuzluklarından faydalanarak Olağanüstü Genel Kurul ile yönetime gelebileceklerini düşündüklerini söyledi. Eğer işçilerin çıkarları gibi dertleri olsaydı yönetimdeyken bunu yapma imkanlarının olduğunu, fakat hiçbir şey yapmadıklarını söyledi. Gürsu konuşmasını bizzat Semih Aycan’ın kendisinden bir alıntı yaparak bitirdi: “Menfaatlerin birleştiği yerde şerefsizler birleşir.” Oldukça gergin bir atmosferde gerçekleştirilen Genel Kurul’da, zaman zaman karşılıklı küfürleşmeler ve laf G sataşmaları yaşanmış olsa da yine de büyük bir olay yaşanmadan genelde disiplinli bir biçimde bitirildi . Konuşmaların ardından seçimlere geçildi. Seçimlerde iki liste yarıştı. Başında Semih Aycan’ın bulunduğu alternatif liste 47, Osman Gürsu’nun başkanlığındaki eski yönetimin listesi 52 oy aldı. Böylece Osman Gürsu tekrar Genel Bakanlığa seçilmiş oldu. Olağanüstü Genel Kurul’u kendi açımızdan kısaca değerlendirecek olursak; konuşmalarda da yer yer dile getirildiği gibi, gerçekten de işçi sınıfının çıkarlarını savunmak, işçi sınıfının mücadelesini geliştirmek için örgütlenmeyi hedef alan bir yaklaşımdan oldukça uzak, hiçbir şekilde işçilerin sorunlarına çözümler üretmeyen, boş yere zaman ve enerji kaybına neden olan –maddi külfetinden hiç bahset- miyoruz- gereksiz bir Genel Kurul olmuştur. Sendika Merkezi aldığımız duyumlara göre her iki kesimi de protesto ederek bu Genel Kurul’a katılmamıştır. Buradan bir kez daha şu sonuç çıkıyor; işçi sınıfı kendi mücadelesini sendika yönetimlerine havale etmek yerine kendi eline almalı, tabandan inisiyatif geliştirerek sendika yönetimlerini denetim altına almalı ve onları mücadeleye zorlamalıdır. Bunun ötesinde işçi sınıfının kendi çıkarlarını savunacak, onları ileriye taşıyacak kendi içlerinden çıkardıkları gerçek sınıf bilinçli işçi önderlerine ihtiyacı var. Bunun başarılamadığı yerde işçilerin çıkarlarının patronlara peşkeş çekilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Ocak 2006 ▲ Tuzla Deri-İş yöneticilerine karşı patron-devlet-kontra işbirliği ün geçmiyor ki işçilerden emekçilerden yana olanlar saldırıya uğramasın. Patronların sömürü cennetlerinin ayakta kalması temel amacına hizmet eden bu tür saldırılardan sadece İstanbul - Tuzla Organize Deri Sanayiinde on gün içinde yaşananlar her seyi gözler önüne seriyor. Türkiye’deki tüm Organize Sanayilerinde olduğu gibi, Tuzla’da da birbirine yakın olan Deri ve Gemi havzalarında (bundan bir hafta önce tersanede yaşanan bir iş kazasında bir işçi yaşamını yitirdi, bir işçi ağır yaralandı) işçilerin %90’ı asgari ücretle veya onun altında bir ücretle, sigotasız ve sendikasız ve en ufak can ve iş güvenliğinin olmadığı koşullarda çalıştırılıyorlar. İşçileri iliğine kadar sömüren bu amansız sömürü çete düzeninde patronların elde ettiği ranttan devletin üst düzey etkili ve yetkili yöneticilerine de pay verildiği için, işçilerin hak alma mücadelesine karşı her yerde yapıldığı gibi Tuzla’da da patron ve patronun taşeronu faşist çeteler devletin polisi, Jandarması v.b. desteğinde işçilere saldırıyorlar. Kasım 2005’te sendikaya üye oldukları için işten atılan ve o yüzden Tuzla Deri-İş Sendika Şubesi önderliğinde direnen Cevahir Deri Fabrikası işçileri defalarca fabrika patronu Seyit Ahmet Cevahircioğlu ve taşeronu Fuat Özalp’ın çeteleri tarafından Jandarma’nın gözü önünde saldırıya uğradılar. Her defasında saldıran çetelere en ufak bir soruşturma açılmamış saldırıya uğrayan işçiler ve sendika yöneticileri dövülüp gözaltına alınmıştır. 18 Ocak 2006 günü bu çetelerle işbirliği yapan iki sivil polis 41 AV 185 plakalı bir otomobil ile Deri-İş Sendikası Tuzla Şubesi’ne gelerek Sendika Şube Başkanı Hasan SONKAYA’yı hiç bir gerekçe göstermeden zorla almak istediler. O gün başarılı olamayan bu faşist çeteler içinde taşeron Özalp’ın adamlarının da olduğu bir grup silahlı sopalı bu kez sendikanın Şube Sekreteri Mustafa Yiğit’in önünü çevirip dövmeye kalktılar ve tehditler savurdular. Mustafa Yiğit aynı kişiler tarafından iki gün sonra -21 Ocak 2006’ta- bu kez ölesiye dövülerek hastanelik yapıldı. Kafasında 28 dikişle sağlık du- rumu ciddiyetini koruduğu halde, Şube Başkanı H.Sonkaya ve Cevahir Deri Fabrikasında direnişdeki 4 işçi ile birlikte Jandarma tarafından götürülüp 24 saat gözaltında tutuldular. Hiçbir saldırgan gözaltına alınmadığı gibi bu saldırıları protesto etmek için Cevahir Deri Fabrikası’nın önünden geçen yolda sendika şubesinin yapmak istediği Basın Açıklaması Tuzla Kaymakamlığı tarafından polise ve jandarmaya bir genelge gönderilerek yasaklandı. Devletin Kaymakamı’nın, polis ve jandarmasının patron ve taşeron çetesine bu kadar açıktan desteği ile yapılan bütün bu pervasız saldırılara rağmen, işçilerin ve sınıftan yana mücadeleci sendika olan Tuzla Deriİş Sendikası’nın yöneticilerinin yıldırılamaması üzerine patronlar ve devlet, bu kez de 29 Ocak 2006 günü saat 13.30 sıralarında yine Şube Başkanı Hasan SONKAYA’yı 4 kişilik sivil giyimli resmi faşist çete tarafından zorla 34 U 2085 plakalı Ford-Transit markalı bir minibüse zorla bindirerek kaçırmaya çalıştılar. Bu sırada feci şekilde dövülen H.Sonkaya kaçırılıp öldürüleceğini yüksek sesle bağırdı ve bir ara fırsatını bulup ellerinden kurtulmayı başardı. Fakat çete elemanları onu tekrar yakalayarak bir apartmanın bodrumuna soktular. Bu sırada çevredeki halkın olaydan haberdar olması ve jandarmaya bildirmesi sayesinde H. Sonkaya son anda kaçırılmaktan kurtuldu. Ancak çete elemanlarından biri komutanları jandarma üstteğmeni Uğur‘a “Yakaladık komutanım!” diyerek aldığı emirleri yerine getirdiğini belirtir ve Sonkaya’yı Jandarma’ya teslim eder. Jandarma sendika yöneticisini gözaltına alarak akşama kadar beklettikten sonra serbest bırakır. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi olarak genelde tüm sınıfa yapılan ve özelde de Tuzla Deri işçilerine ve Sendika Şubesinin Başkan ve Sekreterine yapılan devletin desteğindeki bu faşist çete saldırılarını nefretle kınıyor, tüm okurlarımızı ve işçi ve emekçilerden yana olan tüm kişi ve kuruluşları sınıfa yapılan bu tür saldırılara karşı birlikte karşı durmaya çağırıyoruz. Kahrolsun Faşizm! Ocak 2006 ▲ 9 yeni işçi dünyası Migros işçileriyle Söyleşi Kenan Kara, Necdet Demir 10 ÇAĞRI: Az önce konuşmalarınızı dinledik. Her iki tarafı da eleştirdiniz. Sizin alternatifiniz ne? Kenan Kara: Alternatif aslında çok somut olarak belli. Tek bir alternatif var: İşçilerin birliği üzerinden, işyeri örgütlenmeleri üzerinden hareketle yükselen ve sınıf eksenli bir politikayı sürdüren bir yönetim, bir sendikal anlayış. Burada uzlaşmacı bir anlayış vardır, bu uzlaşmacı anlayış kendisini Migros Toplu İş Sözleşmesi amaç kısmında ifade ediyor. Toplusözleşmenin amaç kısmı genel anlamda patronla işçiler arasında uzlaşmayı sağlayacak biçimde ifade edilmiştir. Yani burada sendika üyelerinin hak ve taleplerini korumayı amaçlayan, onları geliştirmeyi amaçlayan bir anlayışla yaklaşılmıyor sözleşmede. Bu uzlaşma zihniyeti öyle bir noktaya kadar geldi ki –tabi bunda işçi sınıfı mücadelesinin güç kaybı da söz konusudur- tamamen patronun bir departmanı gibi çalışıyor, hareket ediyor. Bunun tek alternatifi sınıf eksenli, emek-sermaye çelişkisini temel alan ve işçi sınıfının hak ve taleplerini –sadece Migros işçisinin de değil- koruyacak, geliştirecek, onlardan öğrenecek, onlara öğretecek bir anlayıştır, ancak böyle bir anlayış sendikaları tekrar ayakları üstüne dikebilir. ÇAĞRI: Bu sözleşmenin bu kadar kötü olmasının en önemli nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz çokca da dile getirilen örgütlenmenin yetersiz olmasıdır, yani işçi sınıfı iyi örgütlenmemişse iyi bir sözleşme de elde edemiyor, greve de çıkamıyor. Peki neden işçiler iyi örgütlü değiller ve işçileri örgütlemek için neler yapılmalıdır? Kenan Kara: Tabi bu bir sürecin parçası. Türkiye’de sendikal hareket içerisinde, var olduğundan bu yana etkisini sürdüren, Amerikan gangster sendikacılığı diye tarif edilen, diğer taraftan emek-sermaye çelişkisini görmeden, sadece uzlaşmayı amaçlayan, hatta bunun bir ayağının da işçi sınıfının iktidar mücadelesi olduğunu görmeyen anlayış hakim. Sendikal bürokrasinin sürekli olarak sendikalardaki varlığı, işçiler delegelerini seçer, onlar da yönetimlerini seçer, sendikacılar yapar tarzı, tabi bu kolaycılık işçiler içerisinde de var. Ama sermayenin dört bir taraftan saldırdığı, işte okuluyla, ailesiyle, gazeteleriyle dört bir taraftan bir işçinin beynini tarumar ettiği bir ortamda işçinin böylesine bir kolaylığa kaçması tabi ki doğaldır. Ama işçinin bu geri bilinci üzerinden kendi politikalarını haklı çıkarma çabası tamamen yanlıştır. Bu zamana kadar gelinen süreçte böyle bir işleyiş oldu. Bu işleyişin içerisinde sendika üyesi işçiler haklarımız nelerdir demediler, bir talep koymadılar, sadece ekonomizmle sınırlanan bir sendikal anlayış hakim kılındı. Bunun bir taraftan bir iş, bir ekmek, bir özgürlük mücadelesi olduğunu işçiler anlayamadı. Anlatan oldu mu? Anlatan da olmadı. ÇAĞRI: Peki siz neden anlatmadınız? Ya da siz ne yaptınız? Yani hep yönetimi suçladık, muhalefeti suçladık, merkezi suçladık, peki biz ne yaptık? Kenan Kara: Biz bir şey yapmadık demek yanlış olur. Ama yaptıklarımızın genele yayılması olmadı. Örneğin Migros’un yapısı çok dağınıktır. Migros işletmeleri, mağazaları bir fabrika gibi değil, işçiler bir bütün olarak birbirlerini göremiyorlar. Çok farklı farklı işyerleri var. Aslında fabrikalardaki taşeron uygulamaların bir benzeri diyebiliriz: Beşiktaş’ta bir mağaza, Avcılar’da bir mağaza, Caddebostan’da bir mağaza vs. vs. Böyle olduğu için genele yayılmamız zor oluyor. İmkansız değil ama sürekli ve istikrarlı bir çalışmayı gerektiyor. Şimdi biz bu konuda neler yaptık? Biz kendi arkadaş- larımızla birlikte bir araya geldik, bir anlamda işçilerin kendi kendisini yönetmesi, işçi demokrasisini ortaya koyabilecek anlayışla da toplusözleşmemizi tartıştık, sorunlarımızı tartıştık, bir sonraki sözleşmenin nasıl olması gerektiğini ortaya koyduk, bir öneri taslağı hazırladık. 2005 1 Mayıs’ında Migros işçisi ilk defa kendi pankartıyla katıldı, orada kendi taleplerimizi haykırdık. Sendikadaki temsilciler toplantısında bu sorunları tartışmaya açtık. Ama tabi bunun daha etkin olabilmesi gerekiyor. Başta da söylediğim gibi bu sürekli ve istikrarlı bur mücadeleyi gerektiriyor. Bu anlamda Migros işçisi içerisinde gerek Migros patronuna karşı hak ve talepleri için gerekse sendikal bürokrasiye karşı bir ateş, bir kıvılcım başlamıştır ve bu devam edecektir. Bize düşen en önemli noktalardan biri bir geneli yaratabilmektir, evet genel bir saldırı var, genel saldırıya karşı da genel bir direnişin, birleşik bir mücadelenin var olduğunu gösterebilmek gerekiyor. Sendikal örgütlerin, şubelerin, konfederasyonların bir mücadele hattını oturtması gerekiyor, ki işçi sadece kendi patronuna karşı yaptığı mücadelede yalnız olmadığını bilebilsin. Bugün sendikalar üye kaybediyor ama son yıllarda çok büyük bir hızla esnek çalıştırmalarla, taşeronlaştırmalarla bölünüp parçalanan o işçi havzalarından genç işçi kuşağının bir örgütlenme çalışması var. Geçen yıl gördük, Çorum’da 20 bin tane tuğla işçisi b.ir örgütlenme çalışması sürdürdü. Diyarbakır’da Olağanüstü Hal’den sonra bir Akyıl direnişi, bir Serna Seral direnişi oldu. Bunlar genç işçi kuşaklarının nasıl bir mücadele azmi içerisinde olduğunu –“ne uğruna” dediğimiz, işçi sınıfının ilk var olduğu dönemden bu yana var olan “ne uğruna” sorusu şimdi yeniden başlıyor- gösteriyor. Ama bugün sendikalar arasında bu genç işçi kuşaklarını örgütlemeye yönelik olarak işçi havzalarında bir faaliyet yok, sürekli olarak birbirlerinin üyelerini çalma yarışı hakim. Bundan kurtulunması gerekiyor. Artık Tez-Koop-İş 4 No’lu Şubenin Migros’tan da çıkması gerekiyor, dışarıdaki işsiz kitlenin örgütlenmesi için bir şeyler yapması gerekiyor. Eğer bunlar yapılırsa işçi sınıfının bir bütün anlamında hareketi bir canlılık gösterecektir çünkü genç işçi kuşağı buna hazır. ÇAĞRI: Peki ben şimdi genç işçi kuşağından arkadaşa sormak istiyorum. Sence ne yapmamız gerekiyor ve neyi yanlış yapıyoruz? Necdet Demir: Ben Kenan gibi insanların akın akın sendikalara aktığını ve örgütlendiğini düşünemiyorum, özellikle Migros’a baktığımda çok fazla düşünemiyorum. 12 Eylül’ün vurduğu apolitikleşme sürecinden sonra insanlarda bir bananecilik, bir bencillik, bir yalnızlaştırma var, bunun da burada had safhasını görüyoruz. Migros’ta insanlar şöyle düşünüyorlar: biz temsilcimizi seçtik o gider yapar işimizi diyorlar, temsilciler de yine aynı şekilde, biz yönetimi seçiyoruz, onlar bizim adımıza yapmalı diye düşünüyorlar. Ama bu şekilde temsiliyetler verildiği sürece bu işin pek de yürümeyeceği gözüküyor, çünkü herkes burada bir koltuk sevdasına düşüyor, bir ağabeylik, ablalıktan koltuk sevdalarını devşiriyorlar birbirlerine. Buraya mağazalardan insanlar akmadığı sürece de bu örgütlülük sağlanamaz. Mağazadaki işçinin biraz daha örgütlenmesi gerekiyor. Tez-Koop-İş’in aslında dönüp bir kez daha Migros’u, Migros işçisini örgütlemesi gerekiyor. ÇAĞRI: Sendikanız işten atılmanıza karşı sessiz kaldı. Siz atılan işçiler olarak bir direniş başlatamazmıydınız? Kenan Kara: Böyle bir ortamda başlatamazdık. Bu düşünüldü, ama şu an, yönetim kurulunun ve genel merkezin bu konuda etkin olamaması durumunda, bizim direnişe geçmemiz sadece bizim atılan arkadaşlarımızın sayısının artmasını sağlardı. Bunun daha az zararla gerçekleşebilmesi için örgütlülüğün tamamlanmış olması gerekir. Aksi taktirde yüz tane de arkadaş çıkar, ikiyüz tane de arkadaş çıkar, atılanların sayısı da 20, 30, 40’a çıkar, ve bu da bizim tutmaya çalıştığımız mevzileri kaybetmemiz anlamına gelir, ki aslında gerek sendikal bürokrasinin gerek sermayenin istediği de tam da budur. ÇAĞRI: Hizmet sektörü kadın işçilerin en çok sayıda bulunduğu bir alan. Fakat burada yine erkek ağırlıklı bir genel kurul gerçekleşti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kenan Kara: Sendikanın kadın örgütlenmesine yönelik olarak, kadın haklarına yönelik olarak, kadının çifte sömürüsüne yönelik olarak bir politikası yok. Şubenin de bir politikası yok. Tabi burada kadının toplumsal yaşamdaki rolü önemli –babasının, kocasının dizinin dibinde oturan, ses çıkarması yasaklanan bir anlayış var. Bu anlayış içerisinde sizin de bir politikanız olmayınca, kadını bilinçlendirmeye, bir araya getirmeye, eğitmeye yönelik olarak, kadın sayısının bu kadar az olması doğaldır. Ama bu görüntü sizi yanıltmasın bunun ötesinde Migros’taki kadın işçiler başka şeyleri de tartışmaya başladılar, tartışıyorlar, örneğin gece çalışma konusunu vb. Ocak 2006 ▲ yeni işçi dünyası MİGROS’TA NE YAPILMALI? Geçen sayımızda Migros’ta ve Tez-Koop İş’te yapılması gerekenlerle ilgili “Bir Öneri” başlıklı bir yazı yayınlamıştık. Aşağıda bu tartışma konusunda bir okurumuzdan gelen bir katkıyı yayınlayarak tartışmayı sürdürüyoruz. — Yeni Dünya İçin ÇAĞRI M igros mağazalar zinciri ülkelerimiz çalışanları açısından çok önemlidir. İşçi sınıfı hareketinin durumu hiç de istenilen bir noktada değildir. Bu gerek nicel durumu açısından ve gerekse niteliksel durumu açısından böyledir. Sendikalardaki toplam örgütlülük durumu bilinmektedir. Sendikalardaki toplam örgütlülük seviyesi bir milyon sendika üyesinin altındadır. Aslında bu konuda araştırma yapanlar gerçek sayının daha da aşağılarda olduğunu belirtmektedirler. İşçi sınıfının diğer örgütlerindeki örgütlülüğün oranı da bilinmektedir; bir dizi eylem ve etkinlikte bu durumu görmek mümkündür. Her ne kadar bir dizi dergi ve gazete de gerçek durum abartılmaya çalışılsa da, sermayenin saldırıları karşısında sınıfımızın karşı duruşu ne yazık ki çok zayıftır. Bu gerçekliğin sınıfın örgütlülük derecesiyle alakası büyüktür. Bu anlamda sorunu ele aldığımızda Migros üzerine yürütülen tartışma önem kazanmaktadır. Hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Migros üzerine özellikle sendika.org üzerinde yürütülen kimi tartışmalarla hemfikir olmak mümkün değildir. Bu gerek tartışmanın seviyesi, gerekse yöntemi açısından böyledir. Aslında Migros tartışması geneli itibarıyla —bir iki istisnanın olduğunu burada belirterek geçiyorum— sınıfın adına ortaya çıkanların gerçek durumunu ortaya koymaktadır. Bu durum sorunun esasını görmeyen, sınıfın gerçek durumunu, bu somutta Migros işçisinin gerçek durumunu gözönüne gerçekçi bir temelde almayan bir yaklaşım tarzıdır. Bu tarz kendi niyet ve isteklerini işçilerin gerçek durumunun yerine koyan bir yaklaşımdır ve sonuçta iradeci bir yaklaşımdır. Bu tartışmanın bir kutbu da kendiliğindenci yaklaşım karşısında diz çöken, onu değiştirme ve dönüştürme görevini önüne koymayan teslimiyetçi, reformist bir yaklaşımdır. Her iki taraf da sonuç itibarıyla kazanıma götürecek bir yaklaşıma sahip değildir. Her iki yaklaşım da, Migros işçisine doğru önderlik eden, onlara doğru yolu gösteren, Migros işçisinin en büyük tekellerden olan Koç grubuna karşı mücadelede kazançlı çıkabilmesinin tek yolunun öncelikle yedi bin civarındaki Migros işçisinin kendi arasındaki birliğinin örülmesi olduğunu görmemektedirler. Ancak bu birlik temelinde Migros işçisi sağlıklı kararlar alabilecek ve bu kararlar temelinde mücadele ederek kazanımlar elde edebilecektir. Migros işçisinin örgütlülüğünün korunması ve geliştirilmesi, nitelikli bir hale dönüştürülmesi her sınıf bilinçli proleterin, proleter örgütün ve sınıf dostlarının en temel görevleri arasındadır. Buna hizmet etmeyen her tartışma reddedilmelidir. Bu noktada, hareket ederek Migros’ta neler yapılması gerektiğini açımlamaya çalışacağım. Migros işçisi gerçek anlamda bir örgütlülüğe sahip değildir! Yaklaşık 7 bin civarındaki Migros işçisi her ne kadar sarı Türk-İş Konfederasyonuna bağlı Tez-Koop İş Sendikasının üyesi ise de, kendi aralarında ve sendika üzerinde bir örgütlülüğe sahip değildir. Sendika üyesi olan işçiler sendikalarına aidat ödeyerek iki yılda bir yapılan Toplu İş Sözleşmesinden (TİS) yararlanmaktadırlar. Eğer bir örgütlülükten bahsedilecekse, bu kapsamda bir örgütlülük tabii ki vardır. Ama tartışılması gereken bu değildir! Migros işçisinin kendi arasındaki birliği bilinçli, örgütlü bir birlik değildir. Migros işçisi geleceği için neler yapmalıdır? Migros işçisi gerek çalışma koşullarını iyileştirme, mağazalardaki hizmet sırasında yöneticilerinin keyfi tavırlarına karşı durarak onu geriletme, keyfi işten atmalara karşı ortak hareket ederek bunu engelleme durumunda değildirler. Bunun için her Migros mağazasında bir işyeri komitesinin kurulması gereklidir. Her mağaza dağınıklığı ortadan kaldırmak, birlikte hareket etmek için mağazanın büyüklüğünü temel alarak kendi aralarında seçeceği bir komiteyi yaratmalıdır. İşçiler TİS dönemlerinde hazırlıkları birlikte yapma, talepler üzerine ortak tartışma ve taslağa son şeklini vererek bu taslağın Migros patronuna kabul ettirilmesi için ortak davranma durumunda değildirler. Migros işçisi TİS dönemlerinde sendikasının bazı yöneticilerinin de içerisinde olduğu merkezi bir TİS komisyonuna sahip değildir. En iyi halde bazı şube başkanlarının ve TİS daire başkanının içerisinde olduğu birkaç büyük mağazanın temsilcilerinin olduğu bir komisyon bizim istediğimiz bir komisyon değildir. Bizim istediğimiz komisyon tüm Migros mağazalarından en az bir işçinin içerisinde yeraldığı ve birlikte karar verdiği bir komisyondur. Böyle bir komisyon yaratılmalıdır. Böyle bir komisyonun bir anda görüşmelere katılmayacağı açıktır. Ama bu komisyon yine kendi arasında bir yürütme seçerek görüşmelere kimlerin katılacağını belirleyebilir. Seçilen yürütme bu komisyonun saptamaları dışında herhangi bir tavır belirleme hakkına sahip olmamalıdır. İşçiler TİS görüşmelerinin tıkandığı bir süreçte merkezi TİS Komisyonunu Grev ve Mücadele Komitesine dönüştürerek Migros işçisini greve hazırlama durumunda değildirler. Migros işçilerinin birlikteliğinin örülmesi için kendi aralarında oluşturdukları bir ortak görüşme ağları yoktur. İnternet ortamının rahatlıkla kullanılabileceği günümüzde böylesi bir olanaktan yararlanmamak, bunun zorunlu bir iletişim ağı olduğunu kavramamak kabul edilecek bir durum değildir. Migros patronunun değişik mağazalarda uyguladığı çalışma yöntemlerinin neler olduğu, buna, bunlara karşı ortak duruşun ne olması gerektiğini birlikte belirleyip hareket etmenin araçlarından birisi bu ortak ağ olmalıdır. Migros işçisi ya sendikalarının katkısıyla, yada onların bunu gerekli görmedikleri koşullarda yılda en az iki defa ülke çapında bir buluşma düzenlemelidirler. Bu buluşmaya isteyen her işçi katılabilmeli ve bu buluşmada ortak sorunlar tartışılıp, birlikte hareket etmenin zemini yaratılmalıdır. Bu buluşmalarda bir taraftan ortak deneyimler aktarılmalı ve birbirinden öğrenmeye çalışılmalıdır. Diğer taraftan bu sektördeki gelişmelerin nereye doğru geliştiğini, ortaya çıkabilecek sektörel sorunlarda hazırlıksız yakalanmamak için konu hakkında araştırmacı/ların katılacağı ve sunum yapacağı programlar hazırlanmalıdır. Bu sektördeki gelişmelerle ilgili olarak uluslararası alandaki deneyimlerin edinilmesi için uluslararası alandan konuklar davet edilmeli ve ortak buluşma çok yönlü bir hazırlıkla zengin- 11 yeni işçi dünyası leştirilmelidir. Bu çalışmayı kimler yapmalıdır? Bu çalışmayı en başından işçilerin üyesi olduğu sendika yapmalıdır! Fakat yıllardır bu tekelde örgütlü olan Tez-Koop İş Sendikası bir çok olumlu öneriye rağmen, “Bunu yaparsan ve bu ortaya çıkarsa Koç işimizi bitirir” benzeri tavırlarla bu çalışmayı yapmamışdır. Tez-Koop İş içerisinde sınıfın ileri unsuru olarak kendilerini görenlerin –ki bunların bir bölümü Migros tartışmalarında ‘mücadele yanlısı’ olarak ortaya çıktılar- sunduğu perspektif de yukarıda ortaya koyduğumuz perspektifin dışında subjektif bir dizi talebin ötesine geçememiştir. Bu arkadaşlar da yıllardır bu sendikanın değişik mekanizmaları içerisinde olmalarına rağmen– bu yönde bir çalışmayı örgütlememişlerdir, örgütleyememişlerdir. Bunun değişik nedenleri olsa da sonuç Migros işçisinin esas olarak dağınık durması durumu ortadan kaldırılamamıştır. Sonuçta sendika içerisindeki iki kutup da bu noktada söylemin dışında birbirinden farklı bir çalışma içerisinde olamamıştır. Peki o zaman ne yapılacaktır? Migros işçisinin kendi içerisindeki ileri, dürüst, geleceğe dönük mücadeleden yana olanların bu işi kendi aralarında örgütlemesi gerekir. Migros işçisi bu konuda sendika yönetimini ve şube yöneticilerini zorlamalıdır. Bu perspektif doğrultusunda iş yapmalarını talep etmelidir. Bunun yapılmadığı yerde ve kendilerinin yetemediği yerde biz onlara elimizde bulunan bütün olanaklarla yardımcı olacağız. Yukarıda ortaya koyduğumuz bakış açısı ülkemiz işçi hareketinin yabancısı olduğu bir bakış açısıdır, fakat doğru bir bakış açısıdır. Bu perspektif, Migros tekeli somutunda “sınıfa karşı sınıf” tavrının pratikteki anlamıdır. Bu önerimize burun kıvırmamak, tersine gerekeni yapmak ancak Migros işçisinin mücadelesini ileriye taşıyabilir. Biz Migros işçilerini yalnız bırakmayacağız! Onların mücadelesi bizim mücadelemizdir. Onların yanında olmak, eksiklikleri birlikte aşmak, onlarla birlikte mücadele etmek ve kazanımlarına yeni kazanımlar ekleyerek geleceğin özgür toplumunu yaratmak için sonuna dek savaşacağız! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya da hiç birimiz! Bir Yeni Dünya İçin Çağrı okuru 12 5 Ocak 2005 ▲ 13 DİSK üzerine yürütülen kimi tartışmalar… Şubat 1967’de kurulan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ortaya çıktığında uluslararası koşullar, güç dengeleri bugün ile karşılaştırılamayacak kadar farklı idi. DİSK’in kurulduğu ortam… DİSK’in kurulduğu günlerde dünya çapında, dünyanın bir çok ülkesinde devrimci bir yükseliş vardı. O günlerde emperyalist sisteme karşı oldukça güçlü bir işçi hareketi vardı. Ülkemizde de DİSK’in kurulduğu günlerde, işçi sınıfı hareketi, giderek siyasallaşmaya da başlamıştı. 1946’larda Amerikancı sendika modeli temelinde geliştirilen ve Türk-İş şahsında somutlanan sarı sendikacılığın kapsama alanı daralmaya başlamıştı. İşçilerin küçümsenmeyecek bir bölümü Türk-İş’in sarı sendikacı tavrından hoşnut değildi. İşçi hareketinin büyümesiyle birlikte fabrika işgalleri, grevler ve direnişlerin sayısında artmalar oldu. Türk-İş bu gelişmelere ya seyirci kalıyor ya da ihanet çizgisinde hareket ediyordu. O dönem Türk-İş içerisinde yer alan bazı sendika önderleri ve sendika yönetimleri bu tutumu eleştirmeye başlamışlardı. Aynı zamanda bazı işçi eylemlerinin Türk-İş yönetimine rağmen desteklenmesi kararını almışlardı. Türk-İş’in sınıf hareketindeki bu aktif tepkiye karşı cevabı, bu kesimin sendikalardan ve konfederasyondan tasfiyesine girişmek oldu. Bu gelişmeler karşısında Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar bir araya gelerek 1967’de DİSK’i kurdular. DİSK’in kuruluş bildirgesinde “emperyalizme ve kapitalizme” karşı savaşma, “Türkiye’nin bağımsızlığı”, “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”, “planlı devletçilik” gibi tespitler yer almaktaydı. Dünyanın üçte birinin kapitalizmden koparılmış olduğu ve dünyanın bir dizi ülkesinde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin silahlı bir şekilde yürüdüğü koşullarda herhalde daha geri düzeyde bir perspektifle bir yeni sendika konfederasyonu kurulamaz, kurulsa da gelişemezdi. Ortam öyle bir ortamdı ki , emperyalist işgal siyasetleri Vietnam’da, Laos’ta, Kamboçya’da halkların silahlı direnişleri karşısında iflas ediyor, Çin’de Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin etkileri batı dünyasında özellikle gençlik hareketlerini tetikliyor, gençlik hareketleri ve işçi hareketleri birleşiyor, devrimci dönüşüm isteği ve eylemler emperyalist metropolleri de sarmaya ve sarsmaya başlıyordu. İşte bu genel politik ortamda gelişen ve Türkiye işçi ve emekçi hareketinin kendi içerisinde çıkardığı demokrat, devrimci ve komünist örgütlenmelerin desteğiyle her geçen gün gelişen ve büyüyen DİSK 1970’lerin ortalarında 300 bin, 500 bin insanın katılımıyla İstanbul’da mitingler düzenliyordu. DİSK’in üye sayısı bugünkü DİSK’in üye sayısının çok üzerindeydi. 12 Eylül 1980 ve DİSK… 1970’lerin sonlarına doğru devrimci ve komünist muhalefetin büyümesiyle hakim sınıflar iktidarlarını kaybetme korku ve telaşına düştüler. Sermayenin parlamenter maskeli faşizm ile iktidarlarını sürdürmesi tehlikeye düştüğünde açık askeri faşist diktatörlük şeklinde çok daha barbar, kanlı bir yönetimi işbaşına getirdiler. Her türlü hukuksuzluğun ifadesi olan ve kullanılan kimi demokratik kırıntıların da şiddetle ortadan kaldırıldığı bu askeri darbe sonucu işçi hareketine de şiddetle saldırıldı. Emperyalist devletlerin (kimi açık (ABD) kimi dolaylı (şimdi AB içinde başı çeken güçler) desteklediği bu faşist darbe sonucunda işçi örgütleri yasaklandığı gibi, reformist bir temelde de olsa, sermayeye karşı belli bir tavır koyan DİSK kapatıldı. 1980-1992 arasında bir dizi kadrosu yurtdışına kaçmak zorunda kalan, önemli bir kadrosu zindanlarda işkencelerden geçirilen DİSK 1992’de aklandığında sıfır üye ve neredeyse sıfır kadroya sahip bir işçi konfederasyonu durumuna geldi. 1992-2005 yılları arasında yapılan çalışmalarda şimdi kağıt üzerinde 300-350 bin üyeli, gerçek anlamda ise 70-100 bin üyeli bir konfederasyon durumunda ve son günlerde bir dizi tartışmalarla kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekmeye başladı. Neler oldu da DİSK yeniden bu kadar tartışma konusu oldu? İlk önce 2005 1 Mayıs’ında “İşimi seviyorum”, “Fabrikamı seviyorum”, “Barışı seviyorum”, “Ülkemi seviyorum”, “Makinamı seviyorum” şeklindeki yeni buluş şiarlarla değişik kesimlerin hem beğenisini ve hem de eleştirisini aldı. Emekten yana olan kesim “Bu ne biçim iş?!”, “DİSK nereye gidiyor?”, “DİSK rotayı şaşırdı” vb. tavırlar koyarken, sermaye kesimi, “DİSK değişiyor” diyerek kendileri açısından olumlu gelişmeler keşfediyorlardı. 12 Eylül darbesinin yıldönümünde, “ne unuturuz, ne affederiz” afişleri çıkartıldı ve bir dizi alana dağıtıldı. Büyük bir miting düzenlendi. Aynı zamanda cuntacılar hakkında mahkemelere başvuruldu... Öyle ya İspanya, Yunanistan veArjantin’deki gibi yargılanmaları gerekiyordu... Gerekli adımlar atıldı atılmasına ama mitinge bir kaç gün kala DİSK yönetimi adına eylemden çekildikleri açıklaması geldi. Yine değişik kesimlerden tepkiler geldi. Emekten yana olanlar “nasıl olur bu?”, “DİSK bunu yapamaz, bu eylemin sabote edilmesidir” dediler ve DİSK katılmadan eylem yaptılar. Sermayenin kalemşörleri “bu karar çok yerinde” şeklinde DİSK’in yanlış tavrını alkışladılar. Bu da yetmedi 14-16 Ekim Bolu ve 10 Aralık 2005 İstanbul toplantılarında DİSK’in düzenlediği “sol parti” kurma/kurdurma toplantıları geldi. Bu konuda da yer yer tüm solun içerisinde yer aldığı, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak bir sol partiye ihtiyaç olduğu mesajları verildi. Yer yer ise sosyaldemokrasi eksenli bir sol partiye ihtiyaç yeni işçi dünyası S 14 Sağlık sistemindeki sorunlar, kapitalist sistemin sorunlarıdır! on yıllarda sermayenin hükümetleri bir dizi yasa çıkarmaktadırlar. Bu yasalar genel itibarıyla emperyalist dünyanın uyguladığı yeni liberal politikaların bir sonucudur. Çıkarılan yasalar elbette sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde çıkarılmaktadır. Biz bu yasaların işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarını korur bir nitelikte çıkarılacağını beklemedik, beklemiyoruz. Son dönemde yeni liberal politikaları daha aktif bir şekilde uygulama kararında olan sermayenin AKP hükümeti, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Kanun Tasarısını 2006 Ocak ayı sonuna kadar, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanun Tasarısını da Şubat 2006’da TBMM’de kabul ederek çıkartmak istiyor. Hükümet’in bu konuda 19. StandBy anlaşmasına ilişkin IMF’e verdiği Niyet Mektubu, IMF İcra Direktörleri Kurulunun 9 Aralık 2005 tarihinde onaylandı. Hükümetin bu konulardaki girişimleri yasalaşırsa, güven(siz)lik ve sağlıksızlık sigortacılığı hakim olacaktır. Sosyal Güvenlik ve Sağlık paralı hale gelecektir. İlaçları artık pratisyen hekimler yazamayacak, yalnızca uzman doktorlar yazabilecekler ve bunların kapılarında kuyruklar başlayacak. Bugüne kadar devlet ve sigorta hastanelerinde yer yer gizli alınan “bıçak parası” şeklindeki rüşvetler “hizmet satın alma” adı altında gönderileceğimiz özel hastaneler tarafından açıktan alınacak. Ki şimdi başlatılan uygulamalar bu iddiamızı doğrulamaktadır. Emeklilik yaşı 2016’dan itibaren 68 yaşına çıkarılacak. Bu herkesin en az 50 yıl durmadan çalışması demektir. Tam aylıkla prim ödeme gün sayısı 7 bin günden 9 bin güne çıkarılacaktır. Esnek çalışmanın değişik biçimlerinin bu hükümet tarafından çıkarılan İş Yasasında ortaya konulduğu şekliyle bu kadar prim gün sayısını bulmak imkansız gibi görünmektedir. Bugün emeklilik maaşı için aylık kazancın tamamı göz önüne alınırken, 2016 yılından sonra ilk defa çalışacak olanlar için yüzde 50’si dikkate alınacaktır. Bu emekli maaşlarının düşmesi anlamına gelecektir. Bugün 543 YTL maaş alan birisi 2007’den sonra büyük ihtimalle 305, 2016’dan sonra 244 YTL emekli maaşı alabilecektir. Emekli maaşları yüzde 33 oranında düşürülecek. Alınacak her ilaç için yüzde 10-20 arası katkı payı ödenecek. Ayakta muayenelerde 2 YTL her hasta cebinden ödeyecek. Yapılacak kan vb. tahlillerin ücretinin bir bölümünün hasta tarafından ödenmesi gündeme getirilecek. Ki bu son dönemde özel hastanelerde yürürlüğe konmuş durumdadır. SSK’larda Teftiş Kurulu kaldırılmaktadır. Geçmişte “neşter operasyonu”, “beyaz güvenlik” gibi operasyonlara maruz kalan SSK’da nelerin dönebileceği tahmin edilebilir. Zaten “özerklik” denen bir şey ortadan kalkmamıştır, hükümetlerin atadığı yönetici sayısı seçilenlerden fazladır. Alternatif var Sosyalizmde sağlık sorunu diye bir sorun yoktur! 17 Ekim 1917 Ekim Sosyalist Devrimi ile birlikte başlayan süreçte herkese eşit ve parasız sağlık hakkı sağlanmıştır. Sosyalist sistemde sömürü sona erdirildiği içindir ki, sağlık üzerinde rant elde etme olanağı ortadan kaldırılmıştır. Sosyalist sistemde üretim araçlarının hepsi halkın hizmetine verilmiştir. Halkın sağlığı için gerekli olan araç ve gereçler de devlet tarafından temin edilmiştir. Ne kadar araç ve gerece ihtiyaç olduğu bizzat halkın temsilcileri tarafından belirlenmiştir. Sosyalist devlet, sömürüye karşı olan çalışanların devleti olarak, sosyalist devletin çatısı altında yaşayan insanların muayene ve tedavileri için gerekli olan doktor ve hastane ihtiyacını tespit edip gerekli önlemleri almak ve ihtiyaçları yerine getirmekle mükellef olmuştur. Sosyalist devlette hastabakıcı, doktor ve hastane eksikliği, yokluğu sorunu yaşanmamıştır, yaşanmayacaktır! Öyleyse “Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek Hakkı” doğru şiarı ancak sosyalizm koşullarında gerçekleşebilir bir taleptir. Yukarıda ortaya koyduğumuz fikirler çerçevesinde hareket edildiğinde, bugün için şu talepler öne sürülebilir: * Sosyal Güvenlik Kurumları özerkleştirilmelidir. Bu, bu güvenlik kurumlarının üyelerinin seçtiği kişiler tarafından yönetilmesi anlamına gelir. Bu talep burjuva devletin, bu kurumların açıklarını karşılaması, teknik ve teknolojik yenilikler için bütçeden pay ayırması, devletin öğretim kurumlarında yeteri kadar sağlıkçı personelin eğitimi yükümlülüklerini içerir. * Herkesin primleri devlet ve patronlar tarafından ödenmesi koşuluyla sigortalanması. * İşyerleri denetimlerinin sigorta müfettişleri tarafından yapılması. * İş ve işçi bulma işinin yalnızca ilgili sigorta tarafından yerine getirilmesi. * Sigorta alacaklarının, patronların ödeme sorunları yaşadıkları durumlarda öncelikli konumda olması. * Kayıt dışına ağır cezaların verilmesi. * Çalışma saatlerinin tam ücret karşılığında kısaltılarak daha fazla kişinin çalışma olanağına kavuşturulması * Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin sağlık güvencesi kapsamında olması. * Herkes için parasız sağlık hakkı! * Tüm yaşlıların eğitilmiş personel tarafından hizmet göreceği ücretsiz yaşlılık evlerinin inşa edilerek kullanılabilir duruma getirilmesi! Bugün ne yapılmalı? “Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek Hakkı” talebini bugünden ileri sürmek doğrudur; ama bu talebin kapitalist bir ülkede, burjuva devlet sistemi içerisinde kalarak çözüleceği hayallerini yaymak yanlıştır, reformizmdir ve işçi-emekçi yığınlarını yanlış eğitmeye hizmet etmektedir. Bu talep sosyalizm talebi ile birleştirilmediği, ona bağlı kılınmadığı sürece sınıfı gerçekte silahsızlandırır, reformizmin kuyruğuna takar. Doğrusu, bu talebi öne sürerek mücadele etmek, elde edilebilecek en fazla hakkı elde etmek ve ama burada durmadan bu şiarın gerçekleşebilmesi için burjuva devletin devrimle yıkılması, yerine sosyalizmin kurulması gerektiğini işçi ve emekçilere anlatmaktır. Bu yapıldığında insanlarımız ham hayallerle kandırılmazlar ve doğru hedefe doğru adımlarla ilerlerler. Proletaryanın bilincini karartmaya hizmet edecek hiçbir çalışma biçimi savunulacak bir mücadele tarzı olmamalıdır. Biz proletaryanın bilincinin bulandırılmasına ve bağımsız bir şekilde kendi iktidar hedefine yürümesi mücadelesinin saptırılmasına karşı mücadele ederiz. Burjuva devlet mekanizması kurulu kaldığı sürece, hükümete kim gelirse gelsin, emperyalist dünyanın bir parçası olan bu devletin, sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi kaçınılmazdır. *** Biz sınıfın sorunlarının, sınıfı işletme hücreleri temelinde örgütleyecek olan proletarya partisinin önderliğinde sermaye iktidarının yıkılması ve sömürüye son verilmesiyle çözüleceğini düşünüyoruz. Gerçek çözüm budur! Görev bu mücadeleye sarılmaktır. GÖREV, KAPİTALİST SİSTEMİ ORTADAN KALDIRMAKTIR! BU GÖREV İÇİN MÜCADELEYE! GÖREV BOLŞEVIK SAFLARDA ÖRGÜTLENMEKTIR! YA BARBARLIK, YA SOSYALIZM! Ocak 2006 ▲ yeni işçi dünyası “Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform” başlıklı sempozyum hakkında B irleşik Metal İş Sendikası bünyesinde üç aylık yayınlanan “Çalışma ve Toplum” dergisi tarafından 28 Ocak’ta İstanbul Armada Otel ’ de bir sempoz y u m düzenlendi. Sempozyuma Sosyal Güvenlik Reformu’nu değişik yönleriyle irdelemek amacıyla çok sayıda konunun uzmanı davet edilmişti. Açılış konuşmasını yapan Birleşik Metal İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu reform taslağının IMF’in talepleri doğrultusunda hazırlandığını savundu. Serdaroğlu “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısının, toplumun mevcut sosyal güvenlik ve sağlık haklarını tehdit eden, kazanılmış hakları ortadan kaldıran, sağlık ve sosyal güvenlik kurumlarını ticari işletmelere dönüştüren bir tasarı” olduğunu savundu. Yeni kanunla emekli maaşlarının düşürülmek istendiğini, sigortalıların prim yüklerinin artırılmak istendiğini, sağlığın özelleştirmelerle piyasa malı haline getirilmek istendiğini ve bunların da reform olarak yapılmaya çalışıldığını söyledi. Toplantıya katılmayan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi reform taslağını eleştiren bir mesaj göndermekle yetindi. Öğleden önceki oturumun başkanlığını yapan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi Başkanı Coşkun Erbaş konuşmasında şu görüşleri dile getirdi: Sosyal güvenlik insanlığın ebedi özlemi olmuştur. Refah toplumu ve sosyal devlet insancıl düşüncelerin ürünüdür. Yüzyılımız sosyal güvenlik çağıdır. Yarınlarından emin güven içinde bireyler, özellikle 2. dünya savaşından sonra mümkün olmuştur. Sosyal güvenlik hakkı temel insan haklarından biridir. T.C anayasasının 2. maddesinde T.C.’nin bir sosyal hukuk devleti olduğu tanımlaması yapılmıştır. Öğleden önceki oturumda Yrd. Doç. Dr. Levent Akın ile Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Doç. Dr. Nurşen Cariklioğlu yaptıkları konuşmalarda, tasarının Genel Sağlık Sigortası ve Kaza Sigortası bölümlerini irdelediler. Öğleden sonraki oturumda Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. bölümünden Prof. Dr. Ali Rıza Okur yasanın “malullük durumu, yaşlılık sigortası ve ölüm si- gortası bölümlerini” irdeledi. Ankara TTB’den katılan konuşmacı Dr. Tufan Kağan hazırladığı sinevizyon sunumu eşliğinde yaptığı konuşmasında çok anlaşılır bir dille “Sağlık nasıl bir hizmet?” konusunu ele aldı. Kağan tüm sigortalarda finansmanın en temel sorun olduğunu, sosyal sigortalar harcamalarının devlet bütçesinde önemli bir yerinin olduğunu, bunun da özel sektörün iştahını kabarttığını savundu. Kağan devamla, sosyal sigortanın gelişmiş bir ekonomi gerektirdiğini, bu alanda reformun yeni olmadığını, daha önceki hükümetlerin de girişimlerinin olduğunu, ancak andaki hükümetin bu konuda en kararlısı olduğunu söyledi. Kağan basit bir hesapla gelirlerin giderlere eşit olması gerektiğini, bu nedenle giderlerin karşılanabilmesi için en ucuz hizmeti kim veriyorsa ondan hizmet alınacağını, ancak olması gerekenin altına inen maliyetten şüphe duyulması gerektiğini sözlerine ekledi. Sempozyumun sonlarında konuşma yapan, Almanya’dan konuk olarak gelen Avrupa Metal Sendikaları Federasyonu (EMF) Genel Sekreteri Peter Scherrer Almanya ve genel olarak AB’de sosyal güvenlik sistemlerinde yaşanılan sorunları dillendirdi. Scherrer, genel olarak “buradaki ulusal sosyal güvenlik sistemi ve oradaki Avrupa sosyal güvenlik sistemi” diye konuşulduğunu, ancak bir Avrupa sosyal güvenlik sisteminin olmadığını, birçok farklı sistemin yan yana var olduğunu söyledi. Scherrer ayrıca sadece Almanya’da değil, bilakis tüm Avrupa ülkelerinde 60’lı, 70’li yıllarda sağlık hizmetlerinin tamamının karşılandığını, şimdi ise birçok durumda ödeme yapılmak zorunda olunduğunu, bunun yüksek gelirliler için sorun olmadığını ancak dar gelirliler için önemli bir sorun olduğunu söyledi. Emeklilik sigortasına da değinen Scherrer, emeklilik ücretlerinin düşük olması nedeniyle hükümetlerin “gençliğinizde geleceğinizi düşünün ve önlemini alın” uyarısını yaptıklarını sözlerine ekledi. Scherrer bu konuda Avrupa ülkelerinde objektif bir sorun olarak demografik bir sorunun da yaşandığına dikkat çekti: Bir bütün olarak nüfus çok yavaş artarken yaşlı nüfus hızla artıyor, bu ise ödeyenlerin azalmasını ve faydalananların artmasını beraberinde getiriyor. Konuşmasının devamında Scherrer şu görüşleri savundu: 5 yıl öncesine kadar AB’de Lizbon stratejisi kabul edildi, buna göre en kısa zamanda AB dünyanın en rekabetçi bloku haline getirilecekti; bir sürü önlemin içinde Sosyal Güvenlik Sistemlerinin maliyetinin düşürülmesi de vardı ve son dönemde görüldü ki bütün yük işçilere ve emekçilere yüklendi. Sendikalar açısından sorun şu: yük adil bir şekilde paylaştırılmalı, sağlık alanında bir tekelleşme var, öyleyse sağlık için bunlardan pay alınmalı. Sendikalar sosyal dayanışma sistemini savunmalıdırlar: elinde fazla olanlar az olanlara yardım etmeli, sendikalar bu toplumsal dayanışmayı geliştirmek için çaba sarfetmeliler. Ma r ma ra Ün iversitesi Hu k u k Fakültesi’nden Prof. Dr. Ali Güzel de sosyal güvenlik sistemlerinin dünyada büyük sorunlar yaşadığına ve en önemli sorunun finansman olduğuna dikkat çekti. Güzel Türkiye’de getirilmek istenen sistemin AB’den ayrı olduğunu, iç tutarlılığının olmadığını, bilimsellikten uzak olduğunu vb. savundu. En son kürsüye DİSK Genel Sekreteri Musa Çam çıktı. Çam yaptığı konuşmada yasayı sert biçimde eleştirerek buna karşı alanlara çıkarak mücadelelerini yükselteceklerini, 11 Şubat’ta mezarda emekliliğe karşı, yoksulluğa karşı, sosyal güvenlik için düzenledikleri Kocaeli mitinginde bu yasayı da protesto edeceklerini söyledi. Çam, önümüzdeki dönemde hem eğitimin, hem de sağlığın çökeceğini, yapılmak istenenin bir reform değil bir tuzak olduğunu, 25 milyarlık bir pastanın paylaştırılmak istendiğini savunarak, bu hükümetin, bu iktidarın sağlığa zararlı olduğu sözleriyle konuşmasını bitirdi. Sonuç: Gündemde olan ve milyonlarca işçiyi ve emekçiyi yakından ilgilendiren bir yasanın etraflıca uzmanları tarafından ele alınması çok faydalı olmuştur, bunun için “Çalışma ve Toplum” dergisini büyük çabasından dolayı kutlamak gerekir. Toplantıya katılımın yüksek oluşu da (200) konuya ilginin yoğun olduğunu gösterdi. Ancak hem konuşmaların yer yer sadece teknik ayrıntılara takılıp kalması, TTB’den katılan Dr. Tufan Kağan’ın sunumunu dışta tutarsak kapitalist sistemin sömürü mekanizmasını eleştiren ve sorgulayan bir bakışın yokluğu ve kullanılan dilin çok akademik ve zor anlaşılabilir olması ve tartışma bölümünün olmaması eleştirilecek bazı noktaları oluşturuyor. Ocak 2006 ▲ 15 yeni işçi dünyası S 16 SENDİKALAR VE DEMOKRASİ endikalar her ülkede demokrasiye, demokratik haklara en fazla ihtiyaç duyan, faaliyetlerini yerine getirmek için bir ülkenin demokratikleşmesine en fazla gereksinim duyan örgütler arasındadır. Sendikalar, en kısa ve özlü deyimle işçi sınıfının en geniş kitlelerinin çıkarlarını korumak, haklarını uygulatmak, amaçlarını gerçekleştirmek hedefine sahip olan kitle örgütleridirler. Bu işlevlerini yerine getirmek, amaçlarına gerçekten ulaşabilmek için o ülkede toplantı, gösteri, basın hürriyetinin, örgütlenme ve grev haklarının, kadın haklarının, çok uluslu ülkelerde ulusal hakların en geniş bir biçimde kabul edilmesi sendikaların ve onların içinde örgütlenen geniş işçi kitlelerinin mutlak ihtiyaç duyduğu haklardır. Bu yöndeki hakların verili siyasi sistemde ne ölçüde benimsendiğinin en temel kıstaslarından birisi ise, sendikalara ve örgütlediği kitleye yönelik özel hakların ne ölçüde geniş tanınıp tanınmadığı, sendikaların iç işlevlerine siyasi kurumların müdahale etmelerinin ne ölçüde kısıtlanıp kısıtlanmadığıdır. Eğer Türkiye’de olduğu gibi, işçilerin önemli bir kesimine sendikalarda örgütlenme ya da grev yapma yasakları getiriliyorsa, lafta grev hakkı tanınırken genel grev, hak grevi, dayanışma grevi vb. gibi grev biçimleri kanunla yasaklanıyorsa ya da 2 milyona yakın kamu çalışanına sendika hakkı tanınırken, bu hakkın mantıki sonucu ve doğal parçası olan grev hakkı, toplu sözleşme hakkı tanınmıyorsa; grev hakkı tanınan şartlarda bile grevin başarısız olabilmesi için greve çıkan işçilere ve sendikaya sayısız sınırlamalar ve yükümlülükler getiriliyorsa, sendikal örgütlenme hakkının önüne işkolu ve işyeri barajları çıkartılıyorsa; sendikaların kendi iç organlarının ve iç işlevlerinin nasıl oluşturulacağına siyasi irade en geniş bir biçimde müdahale edip sınırlamalar getiriyorsa… vb. vb. o ülkede gerçekte yürürlükte olan rejimin niteliği sorgulanmak zorundadır Yeni “Sendikalar Yasası” tartışmalarının önemi bu bakımdan Türkiye’deki siyasi sistemin yanlızca sendikalara yönelik yaklaşımını değil, aslında onun bir bütün olarak demokratik haklara ve demokrasiye yönelik olan yaklaşımını göstermektedir. Şimdiye kadarkinde olduğu gibi, karar altına alınıp yürürlüğe sokulmak istenen yeni “Sendikalar Kanunu”nun da özünü belirleyen, sendikaların hak ve yetkilerini mümkün olduğunca kısıtlayan, devlet organlarının sendikaların işlevlerine ve faaliyetlerine doğrudan müdahale eden ve denetimini mümkün olduğunca geniş tutan bir anlayışa ve amaca sahip olmasıdır. Örneğin sendikaların genel kurullarını kaç yılda bir yapmak zorunda oldukları, ne gibi yönetici organları, kaç kişi ile seçecekleri, sendika şubelerinin nasıl oluşturulacakları ve haklarının neler olacağı (daha doğrusu olmayacağı!), ne tür sendikal üst birliklerin oluşturulup oluşturulmayacağı, sendikaların kendilerini mali, idari açıdan nasıl denetleyeceği, üye kayıt ve bildirimlerinin nasıl yapılacağı, üyelerden ne kadar aidat alınacağı… vb. vd. kanunla belirlenmeye devam edilmek istenmektedir. Şimdiye kadar yürürlükte olan “Sendikalar Kanunu”na temel oluşturan hakları sınırlama ve yok sayma anlayışı, sendikaları ve üyesi işçileri güdülecek koyun görme yaklaşımı yeni “Sendikalar Kanunu Taslağı”nda da öz olarak devam ettirilmek istenmektedir. Siyasal rejimin ve onun sorumlularının işçi ve sendika haklarına yönelik antidemokratik yaklaşımlarını devam ettirme amaçlarının objektif nedenleri vardır: Siyasi rejim bütünüyle işçilere karşı sermayenin çıkarlarını korumak ve kollamak ve daha da genişletmek için kurulmuştur. Devlet ve hükümet organları bu işlev ve faaliyetlerinin yeni engellerle sınırlanmaksızın devam ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu nedenle işçi ve sendikal hakların mümkün olduğunca yasaklanması ve varolanların sınırlandırılması, patronların ve onların ortak anonim şirketi devlet kurumlarının hak ve yetkilerinin mümkün olduğunca geniş tutulması gerekmektedir. Patronlar ve onların siyasi sözcülüğünü yapan iktidar temsilcileri sınıf çıkarlarına göre hareket etmekte, bunun gereklerine uygun davranmaktadırlar. Sınıf bilinçli işçiler için bu olgunun ortaya koyduğu gerçek şudur ki, işçiler kendi hakları ve sendikal örgütlerinin hakları için mücadeleye atılmadıkları yerde ve ölçüde siyasi sistem, kendiliğinden yeni hak ve özgürlükler tanımayacak, tersine var olan sınırlı hakları da daha da sınırlama hatta ortadan kaldırma oyunlarına başvuracaktır. Sınıf bilinçli işçilerin işçi ve sendikal haklar alanında karşılaştıkları en önemli zorluk ve engel yalnızca siyasi rejimin onlara dayattığı yasal kısıtlamalar değildir. Onların önünde bir başka engel daha vardır: Var olan sendikal yapıların kendileri de demokratik bir anlayışa ve işleyişe sahip değildir. SENDİKALAR DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTÜ MÜ GENEL MERKEZLERİN VE GENEL BAŞKANLARIN KUL-KÖLESİ Mİ? Yürürlükte olan antidemokratik ya- salar ve siyasi sistemin sendikalara dayattığı örgüt içi sistem ve işleyiş te aşağı yukarı aynıdır, hatta pratikte sık sık daha geri ve gerici bir yapıdır. Yürürlükteki yasalar sendika üyelerinin haklarını minimum düzeyde turarken, genel merkezlerine olağanüstü yetkiler vermiştir. Sendika üyelerinin hakları sendikaya üye olmak ya da üyelikten çekilmek ve üst kurullara delege seçimlerine katılma ya da aday olmakla sınırlı bırakılmış, tabana en yakın, yetkili sendikanın işyeri işçi temsilcisinin bile seçimle işbaşına gelmesi değil, sendika yönetimi tarafından atanması öngörülmüştür. Sendika şubelerine bir yandan kendi şube genel kurullarını ve yönetici organlarını seçme hakkı verilip, tüzel bir kişilik tanınmasına rağmen, bunun mantıki sonucu olması gereken (devlet kurum ve kuruluşları ile patronların yasal olmayan uygulamalarına ya da sendika içi ilişkilere şubenin kendi organına ya da sendika genel merkezinin yasalara aykırı olan bir karar ve davranışında) tüzel davacılık hakkı verilmemiştir. Üyeler ve sendika şubeleri, yürürlükteki yasalar tarafından bilinçli olarak sendika genel merkezlerinin insafına bırakılmıştır. Sendika içi işleyişle ilgili antidemokratik ortam ilgili yasalarda doğrudan sendika yönetim kurullarına ya da genel merkezlere haddinden fazla hak tanınması aracılığı ile değil, öncelikle üyelerin ve şubelerin hakları ve yetkileri en geri bir düzeye çekilerek, genel merkezlerin sendikal yaşamda olağanüstü bir rol oynamaları imkanı sağlanmıştır. Genel merkezler işçiyi, ne yapacağı fazla kestirilmesi mümkün olmayan güvenilemez ve dayanılmaz bir kitle olarak görür ve ona uygun davranır. Bu yüzden üyelerin bilinçlendirilmesini, aktifleşmesini, işyeri işçi temsilciliklerinin seçimle işbaşına gelmesini, işyerlerinde üyelerin ve diğer işçilerin patrona ya da patron temsilcisine karşı sınıf bilincine sahip olup diklenmelerini, haksızlıklara anında ve sert tepki göstermelerini istemezler. Kural olarak sendika genel merkezlerin istediği ve yetiştirmeye çalıştığı üye tipi, ancak genel merkezin işaret parmağına göre hareket eden “uysal üyeler” haline getirilmesi ya da bu şekilde tutulmaya devam edilmeleridir. Bunun yerine sendika genel merkez yöneticileri ve sık sık da şube yöneticileri patron temsilcileri ile “iyi ve sıkı” ilişkiler kurmaya, patronun güvenini kazanmaya, onunla yeni işçi dünyası olduğu açıklamaları geldi. Bu konuda da bir dizi tartışmalar yürüdü. Bunun da arkasında hükümet ile TÜSİAD kurmayları arasındaki kayıkçı kavgasında DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’den, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Mustafa Koç’un Van Üniversitesi Rektörünün yargılanması ile ilgili yaptığı açıklama hakkında savcılıklara suç duyurusunda bulunması ile ilgili olarak, Mustafa Koç için gerekirse DİSK üyelerinin alana çıkıp yürüyeceği açıklaması geldi. Bu açıklama üzerine yine tavırlar takınıldı. Emek kesimi genel olarak “bu ihanettir” dedi; sermaye kesimi bu tutumu alkışlayarak DİSK’in çok değiştiğini”, “ezberini bozduğu”nu vb. ilan ettiler. DİSK Yönetim Kurulu içindeki tartışma… Bunun üzerine DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası Yönetimi adına Genel Başkanları yaptığı yazılı açıklamada, “DİSK başkanının bu konuda yaptığı açıklamanın DİSK’i bağlamadığını, DİSK’in ilkelerine bağlı olduğunu, kendilerinin DİSK’in ‘D’sine sahip çıktıklarını, DİSK’in kuruluş bildirgesinde tespit ettiği kapitalizme karşı olma fikrine sahip çıktıklarını” açıklayarak, aslında DİSK’in değişmediğini, mücadele geleneğini sürdüreceklerini vb. açıklıyordu. Birleşik Metal İşçileri Sendikasının Başkanı DİSK’in de Genel Başkan Yardımcısıdır. Bu anlamda bu çıkışın ne anlama geldiği ilk başta pek anlaşılamadı. Aynı döneme denk gelen DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikasının yönetimi adına bir basın açıklaması yapıldı. Bu basın açıklamasında ise, DİSK başkanının açıklamasının muhtemelen yanlış anlaşıldığı, bugün en önemli sorunun Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun çözülmesi gerektiği ve aslında bu koşullarda çözülme olasılığının büyük olduğu, en büyük sorunun devletin demokratikleşmesi olduğu ifade edilmeye çalışılıyordu. Bu açıklamalardan sonra kısa zaman içerisinde DİSK Yönetim Kurulu bir araya gelerek bir basın açıklaması ile 2005’i değerlendirdi ve 2006 için beklentilerini ifade etti. DİSK in 2005 değerlendirmesi, 2006 için perspektifi… Bu basın açıklamasında Yönetim Kurulunun kendi arasında bir çelişki olmadığı mesajı verilmeye çalışıldı. DİSK’te bir değişimin olmadığını, geçmişe sahip çıktıklarını, DİSK Genel Başkanının Mustafa Koç ile ilgili açıklamaları konusunda yanlış anlaşıldığını, DİSK’in solda parti kurma konu- sundaki görevinin başarılı bir şekilde sona erdiğini, bundan sonraki süreçte konunun muhataplarının bu çalışmayı sürdüreceğini ve tek tek DİSK yöneticilerinin ise gerekli bulduklarında bu gibi etkinliklere katılabileceklerini, bunun herkesin özel edimi olacağını, Kürt sorununun demokratikleşmenin önemli sorunlarından birisi olduğunu ve bunun için ilk adımın silahların susması olduğunu… vb. açıkladılar. Bu açıklama ile aslında şimdilik DİSK yönetimi nezdindeki çatlaklık kapatılmış oldu. Ama bu sadece görünürde böyle… Aslında, DİSK içerisinde esas olarak iki farklı yaklaşım giderek gün yüzüne çıkmaktadır. Bu yaklaşımlardan birisi, adına “çağdaş sendikacılık” denilen gerçekte ise sermaye ile açıktan işbirliği anlamına gelen sarı sendikal yaklaşım, diğeri adına “sınıf ve kitle sendikacılığı” denilen, en azından laf düzeyinde “sınıf sendikacılığını” savunan yaklaşımdır. Tabii ki burada açık sarı olan çizgiye karşı, lafta da olsa sınıf kavramı üzerinde ısrar eden kesim arasında bir ayırım vardır ve bu ayrımı yapmak gerekir. Pratikte bir çok halde bu ayrımın sağlam temeller üzerine oturtulmadığı, görece farklılıklar olduğu her zaman bilinçte tutulmalıdır. DİSK yönetimi adına yayınlanan bildiride, “Demokrasiye olan inancımız tamdır” denilmektedir. Ne demek demokrasiye olan inancın tamlığı? Kapitalizmde demokrasi kim için işlemektedir? “Adalet mülkün temelidir” deyişi gerisinde gerçekte mülkün adaletin temeli olduğu sömürü sisteminde mülkü olmayanın ne kadar adalete sahip olacağı belli değil midir? Kapitalizme karşı olduklarını söyleyen DİSK yöneticileri kapitalizm koşullarında işçi ve emekçi yığınlar için demokrasinin olmayacağını bilmiyorlar mı? “Demokrasiye inançlarının tam olduğunu” açıkladıkları bir ortamda kendi üyelerine ne kadar doğruları söylemektedirler? Hem lafta arada bir de olsa kapitalizme karşı olduğunuzu söyleyeceksiniz hem de kapitalizmde demokrasiye tam olarak inanacaksınız? Bu iki şey bir arada nasıl mümkündür? Kürt sorununun çözümü bugün mümkün demektedirler. Çağımızda ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü, sömürü sisteminin varlığı şartlarında nasıl mümkün? En demokratından, en kaba faşistine bütün burjuva devletlerinde bu sorunun hep yaşandığı bir gerçek değil mi? Bugün Fransa, İspanya, ABD, İrlanda/İngiltere gibi en gelişmiş ülkelerde bile bir dizi halk baskı altında tutulmaktadır. Korsikalılar, Basklar, Amerika’da yerliler, Afro-Amerikalılar, İrlandalıların bir bölümü ezilmiyorlar mı, ulusal hakları çiğnenmiyor mu? Çağımızda ancak işçi sınıfının kendi iktidarı koşullarında tüm halkların özgürce ve eşitçe bir arada yaşayabileceğini nasıl yadsıyabilirsiniz? Bunun en açık örneği 17 Ekim Devrimi ile kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği değil midir? En küçük halklar bile tam hak eşitliğine orada kavuşmadılar mı? Örneğin, adı sanı unutulan, despotik çarlık iktidarı koşullarında yok edilmek ile karşı karşıya getirilen Türki halklar Lenin-Stalin yoldaşların önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde yeniden yaşama kavuşmadılar mı? DİSK’in bildirgesinde “... Ermeni sorunu gibi spesifik konuları sürekli gündemde tutmak yararsızdır, demokratik ve toplumsal gelişmeye olumsuz katkı yapmaktadır...” şeklindeki tavır ne kadar “halkların kardeşliği”ne hizmet eden bir tavırdır? Bu tamamıyla inkârcı şoven politikanın sendikalarda sürdürülmesi değil midir? Burada DİSK’in demokratikleştirilmesini öngördüğü devletin tavrından farkı nedir? Bu konuyu tartışmak neden demokratik ve toplumsal gelişmeye olumsuz katkı olsun? Yıllardır bu konularda “üç maymunları” oynayan sendikacıların da susma yerine kendi üyelerine giderek, demokrasinin yolunun sadece Diyarbekir’den geçmediğini, aynı zamanda Türklerin ve Kürtlerin tarihinde bir kara leke olan ve bugün TC dışında Ermeni soykırımı olarak kabul gören tarihi gerçeklerin ortaya konmasının en başta işçi sınıfının görevi olduğunu anlatarak, onların bilinçlerinde dönüşüme katkıda bulunmak gerektiğini DİSK ne zaman anlayacaktır? 2006 yılının DİSK açısından mücadele ve örgütlenme yılı olduğu tespiti yapılmaktadır. Yüzeysel bakıldığında “iyi” bir tespit demek mümkündür. Ama “iyi” diyebilmek için de çok saf olmak gerekir. DİSK gerçekte ne kadar örgütlü? Mücadele edebilmek için sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde gerçek anlamda bir örgütlülüğün olması ön şarttır. Peki DİSK’e bağlı hangi sendika ciddi anlamda kendisinin yetkili olduğu işyerlerinde örgütlüdür. Yani işyerindeki üyeleri sendikasının aldığı eylem ve etkinlik kararlarına uyabilmekte midir? Bu soruya genel olarak hayır diyebiliriz! Hiç bir sendika kendi üyeleri arasında ciddi anlamda bir güvene sahip değildir. DİSK’in en örgütlü sen- dikaları bile alanlara indiğinde kendi üyelerinin çok küçük bir bölümünü hareket ettirebilmektedir. Onların da büyük bölümü gerçekten mücadele etmek için değil, utanma pahasına alanlara çıkmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini. Bu davranışın ana sebeplerinden birisi, sendika yöneticilerine güvensizliktir. Sendika yöneticilerinin amatörlüğü, yeteneksizliği ve işyerindeki sorunlara dar bakışı sendika yöneticilerine ve giderek sendikaya olan güvensizliği geliştirmektedir. Sendikaların işyerlerinde işçilerin günlük sorunlarına çözüm üretici politikalar geliştirmesi ve bu sorunların ortadan kaldırılmasında çok daha müdahaleci olması gerekmektedir. Ama bu yönde bir perspektif halen yaratılabilmiş değildir. Peki örgütsüz işyerlerinin sendikalaştırılması çalışmaları konusunda durum farklı mıdır? DİSK’in sendikaları kendi iç kavgalarından dolayı doğru dürüst bir büyümeyi gerçekleştirememektedirler. Örgütlenme alanında herkesin üzerinde anlaştığı bir perspektif yoktur. Yıllardır adına DÖKK dedikleri ortak örgütlenme komisyonu işletilememektedir. Çünkü hem bu konuda ortak anlayış yoktur ve hem de birbirlerine güven yoktur. Sendikalar kitleselleştiğinde sendika ağalarının etkisinin kırılabileceği, bugüne kadar başkanlık koltuklarında oturanların bu koltukları kaybedebilecekleri kaygıları ön plana geçmektedir. DİSK yönetiminin bildirisinde yer alan bazı konulardaki ortak tavırları, aslında aralarında ciddi farkların olmadığını göstermektedir. Yani özde gerçek anlamda bir sendikal siyaset farklılığı yoktur. Yani hepsi birbiri kadar iyi ya da kötüdürler. Ama yine de laf düzeyindeki farklılığı gelişmeye açık olma ya da olmama şeklinde yorumlayarak hareket etmek gerekir. Kuşkusuz bu sorunların gerisindeki esas sorun, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara gerçek kurtuluş yolunu gösterecek güçlü bir bolşevik komünist örgütlenmenin eksikliğidir. Sendikal harekette de gerçek devrimci bir gelişme, ancak örgütlenmede fabrika hücreleri temeline oturtulmuş bolşevik örgütlenme içinde yer alan bolşevik işçilerin aktif müdahalesi ile mümkün olacaktır. Bu yüzden esas mesele, sendikal mücadele açısından da öncelikli olarak bolşevik inşa çalışmasının derinleştirilmesidir. Sonuçta; DİSK’in ‘D’sini de ‘S’sini de sınıf bilinçli işçiler sahipleneceklerdir! Yeter ki sınıf bilinçli işçiler doğru safta yer tutabilsinler! 15 Ocak 2006 ▲ 13 yeni işçi dünyası hep sürekli olarak bir uzlaşma zemini aramaya özen gösterirler. Bir çok şube yönetim kurulu seçimleri, işyeri işçi temsilciliği atamaları bu yüzden ancak patronun onayı alındıktan sonra işbaşına getirilir. Sendika üyelerinin ezici çoğunluğu biraz olsun temsil ettiği işyerindeki işçilerin hakları için uğraşan ve bu konuda biraz riske giren işyeri işçi temsilcilerinin patronun müdahalesi ile derhal görevden alındığını, böylece işten atılması için sendika yönetimi tarafından açık çek verildiğini görür yaşar. Sendika genel merkezlerinin büyük çoğunluğu nerede ise birer dükalık gibi hareket ederler. Başta “dük” genel başkan ve onun etrafında dudak hareketlerinden ve mimiklerinden onun ne düşündüğünü okumaya çalışan yalaka genel merkez diğer yöneticileri, üyeler ve sendika şubeleri karşısında tam diktatörlük rejimi kurarlar. Hayatlarında görmeyecekleri maaşlara ve avantalara konan genel merkez yöneticileri yaşam tarzlarını, giyim ve kuşamlarını hemen değiştirmeye başlarlar. Altlarında sendikanın sunduğu makam arabaları, özel şoförleri, büyük ve pahalı deri koltukları ile içinden geldikleri sınıftan bir çok bakımdan kopmaya ve tabandaki “basit” işçileri hor görmeye başlarlar. En büyük korkuları ele geçirdikleri bu fırsatı ve avantaları kaybetmektir. Bunları kaybetmemek için temsil ettikleri kitlenin, üyelerin çıkarlarını gerektiğinde satmaktan bir an olsun bile çekinmezler. Sendika içerisinde işçilerin, tabanın inisiyatifi, aktifliği ve bilinçliliği sürekli baskı altına alındığından, öne çıkan amaç yönetici olmanın avantajlarından hangi “uyanık” sendika yöneticisinin daha fazla yararlanacağına yönelik (ve çoğunlukla kapalı kapılar ardında düzenlenen ve yürütülen) entrikalardır. Bu entrikacıların hepsi, az sayıda da olsa sendika içinde sivrilmiş, öne çıkmış dürüst, mücadeleci, tabanın inisiyatifine önem veren sendikacıların sendika yönetimine seçilmemesi ve eğer istememelerine rağmen seçilmişse bir daha seçiminin engellenmesi için hemen birleşiverirler. Bu avantacılığı koruma konusunda birleşenlerin kimisinin kendisini ‘sağ’ ya da kimisinin ‘sol’ eğilimli olarak tanımlaması hiç önemli değildir. Önemli olan arpalıkları korumadaki çıkar birliktelikleridir. Çoğu sendikal yapılarda burada kaba bir resmini çizdiğimiz sendika içi işleyiş kuralları çok daha geri ve çok daha askeri bir “emir-komuta zinciri” içerisinde kendini göstermektedir. Az sayıda sendikalar içerisinde (işyeri işçi temsilciliklerinin kural olarak seçimle işbaşına gelmesi gibi) kimi demokratik uygulamalar yerleşmişse de, sendikal harekette bunlar istisnayı oluşturmaktadır. Sendikal hareketin içinde bulunduğu durumda egemen olan anlayış ve uygulamaları bilince çıkarmak, bunları teşhir etmek ve bunlara karşı –olumlu örneklere dayanmaya da özen göstererek– mücadele vermek günümüzdeki sendikal hareketin en önde gelen görevleri ve hedefleri içerisinde bulunmaktadır. Bu türden bürokratik, sendika içi demokratik işleyişin önünde duran engellere karşı sınıf bilinçli işçiler ve sendikacılar, ülkemizin sendikacılık hareketinin özellikle 70’li yıllarında anlayış olarak yerleşen ve bugün bilinçli olarak unutturulmaya çalışılan “tabanın söz ve karar sahibi olması” ilkesini öne çıkartacaklardır. TABANIN SÖZ VE KARAR SAHİBİ OLMASI Sınıf sendikacılığı siyasetini savunanlar, sendika içi işleyişin gerçekten demokratik temelde yürümesini en özlü anlatan bu ilke konusunda ne kadar ısrar etse azdır. Yürürlükteki yasalar, sendikalara egemen olan sendika ağaları bu ilkenin gerçekten gelişmemesi ve yerleşmemesi için elinden gelen her şeyi yapmaktadır ve yapmaya devam edeceklerdir. Tabanın söz ve karar sahibi olması demek, sendikal işleyişin ve karar mekanizmalarının merkezinde üye işçilerin ve onların çoğunluğunun iradesinin durması demektir. Tabanın söz ve karar sahibi olması demek, sendika üyelerinin haklarının genişletilmesi, bunların tüzük hükmü haline getirilmesi, sendika şubelerinin genel merkezin despotluğundan kurtulması, kendi çalıştıkları alanlarda en geniş özerkliğe sahip olmaları demektir. Tabanın söz ve karar sahibi olması demek, sendikal faaliyetin her alanında alınacak her önemli siyasi, idari, mali kararların sendika üyelerinin çoğunluğunun onayından geçmesi demektir. Tabanın söz ve karar sahibi olması demek bir grevin başlatılmasına, süresine ya da bitimine, sendika yönetiminin üzerinde uzlaştığı bir toplu sözleşme anlaşmasının ancak doğrudan ilgili sendika üyelerinin çoğunluğu onay verdikten sonra kabul edilmesi demektir. Böyle bir sendikal anlayışın ve sendika içi işleyişin yerleşebilmesi için ise işçilerin, üyelerin bu anlayışın hayat bulması yönünde mücadeleye atılmasını gerektirir. Sorunun çözüm anahtarı, bir çok sendikal sorunda olduğu gibi işte bu “kitlesel mücadele” alanında yatmak- tadır. Üyelerin kendi güçlerine, taleplerinin ve amaçlarının doğruluğuna, mücadelelerinin başarısına olan inancın ve güvenin pekişmesi gerekmektedir. Kendi çıkarlarının ve bunlar için mücadele etmesi gerektiği bilincine sahip olmayan, tersine patrona boyun eğerek, yağcılık yaparak durumunu iyileştireceğini uman ya da sendikada örgütlü ise sorunlarının çözümünü tümüyle sendika yönetimine bırakan işçi ile ne işyerinde sermaye despotizmi geriletilebilir ne de sendika içerisinde taban sendikal faaliyetlerin ve kararların belirleyici öğesi olabilir. Genel olarak demokrasiye özel olarak da sendika içi en geniş demokrasiye, en fazla hakları için mücadeleye atılmış olan işçi ihtiyaç duyar. Durumunun bilincine varan ve bu durumu değiştirmek için mücadeleye atılan işçinin işyerinde ve örgütlendiği sendikada söyleyecek birşeyleri vardır. Mücadeleye atılan işçi karşısında yalnız patronu ve sendika ağasını değil, rejimin niteliğini en çarpıcı ortaya koyan polis ve jandarma copunu da görür. Mücadeleye atılan işçi yasalarla ve yargı organları ile cebelleşmek zorunda kalır. Yasaların ve güya “adalet dağıtan” yargı organlarının kimler için var olduğunu ve kimlerin çıkarına işlediğini farketmeye, an- lamaya başlar. Mücadeleye atılan işçi hem örgütlendiği sendikasında hem de yaşadığı ülkede demokrasinin, demokratik hakların, sendikal yapılarda tabanın gerçekten söz ve karar sahibi olmasını talep eder ve demokrasi talepleri giderek onun mücadelesinin bir parçası olmaya başlar. Pratik kitlesel mücadele işçi için en güvenilir, en iyi öğretmen ve en iyi demokrasi okuludur. O pratik mücadele içerisinde hangi taleplerin ileri sürülmesi gerektiğine, mücadelenin ne zaman, nasıl ve nereye kadar devam ettirilmesinin doğru olduğuna, sendika yönetiminin çıkarlarına nasıl zarar verip vermediğine, onun bürokratik, mücadeleyi engelleyen, satan tavırlarına karşı üyelerin ortak ve aktif tavır takınmasının zorunluluğuna, dar bir sendika yönetim kliğinin değil, en geniş üye tabanının kendi kaderi üzerinde karar vermesi gerektiğini kavramaya başlar. Kitlelerin sınıf mücadelesi sendika içi en geniş demokrasi mücadelesi ile kopmaz bağlarla içiçe geçmiştir. Bu nedenle sınıf mücadelesine atılan demokrasi mücadelesine, en geniş demokrasi isteyen ise sınıf mücadelesine atılmak zorundadır. Ocak 2006 ▲ Toros Gübre’de işçi kıyımı ve taşeronlaştırma M ersi n’ de k u r u lu bu lunan Toros Tarım A.Ş.’den 16.01.2006 tarihinde 21 işçi işten çıkarıldı. İşletmenin güvenlik bölümünde çalışan tüm işçiler patronun güvenlik işini taşeron firmaya vermesi ile işten çıkarıldılar. Türk-İş’e bağlı Petrol-İş Sendikasına üye 20 işçiye (1 İşçi güvenlik şefi olduğu için kapsam dışı) imzalatılan belgeler ile iş akitlerinin fesh edildiği bildirildi. 5188 sayılı Güvenlik işi ile ilgili yasanın gerekçe gösterildiği yazıda güvenlik işinin taşeron firmaya devredileceği belirtildi. Yasa güvenlik personelinin sendikaya üye olmasına izin verdiği gibi Valilik izni ile güvenlik işini özel firmalara devredebilmesine olanak sağlıyor. Bu yasa gereği işten atılan işçilerden Zekeriya Tıraş 20 yıldır bu fabrikada çalıştığını ve emekliliğine az bir süre kala işten çıkarıldığını belirtiyor. 8 yıldır çalışan Metehan Menteşe ise işten çıkarılmalarının asıl gerekçesinin sendikaya üye olmalarını gösteriyor. Ayrıca işçiler işten çıkarılmalarına duyarsız kalan sendika yönetimine öfkeliydiler. İşten çıkarılan işçiler genelde asgari ücretle çalışıyorlardı. Tekfen holding’de bağlı fabrikada yaklaşık 500 işçi çalışıyor, ancak bu işçilerin sadece 163’ü fabrika işçisi ve sendika üyesi. Diğer işçiler taşeron firmalarda çalışıyorlar. Fabrikanın üretim bölümü hariç (üretim bölümünde az sayıda taşeron işçi var) diğer tüm bölümler taşeron firmalara devredilmiş durumda. İşçiler tekrar işe alınmalarını, gerekirse taşeron firmada da çalışabileceklerini belirtiyorlar. Ancak işçilerin bu şekilde kolayca işten çıkarılmalarının en büyük nedeni taşeronlaştırmadır. İşçiler işten çıkarılmalarına ve taşeronlaştırmaya karşı mücadele yürütmedikleri sürece bu sonuç diğer işçiler için de kaçınılmaz olacaktır. İşçilerin bu baskılardan gerçek anlamda kurtuluşları sermayenin iktidarının devrimle tarihin çöplüğüne atılması ile mümkündür. Başka bir yol yok. 24.01.2006, Ydi Çağrı/Adana ▲ 17 yeni işçi dünyası Niçin, Kimin İçin Sendikalar Yasası? - FARUK ÜSTÜN - S 18 ermaye, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı günden bu yana, işçilerin örgütlenmesini, örgütlü bir güç olarak karşısına dikilmesini istememiştir. Tek tek işçilerin birleşerek, örgütlü bir güç durumuna gelmesini, kendisi için ve geleceği için tehlike olarak görmüş ve engellemek için her yola başvurmuştur. Kendi kurdukları burjuva devletlerin yasalarını, kolluk güçlerini, kimi zaman da devlet destekli çetelerini bu yolda kullanmıştır. İşçi sendikaları, sınıfsal mücadele sürecinde işçilerin kanı ve canı pahasına kurulmuştur. İşçilerin sendikalaşmasını engelleyemeyen sermaye, bu kez de sendikaları kendi oluşturduğu yasaların içine hapsetmeye çalışmış ve devlet ve işveren güdümlü sendikal hareketi yaratmış ve destekleyerek bugünlere getirmiştir. Bizce, sendikal mevzuatı irdelerken, her türlü düzenlemeye sınıf mücadelesi perspektifinden bakmak, diğer yasalar gibi, Sendikalar Yasasının da niçin ve kimin için yapıldığı sorusuna doğru yanıtlar vermemizi sağlar. Bugün için yürürlükte bulunan 2821 Sayılı Yasanın 12 Eylül Cuntasını kullanan tekelci sermaye güçleri tarafından, “kanun” adı altında, işçi sınıfına süngü zoruyla dayatıldığını ve bugüne kadar yapılan değişikliklerin de “12 Eylülcü” özünü ortadan kaldırmadığını bilmekteyiz.. Sendika merkezlerine gönderilen, ancak işçilerin tartışmasına su nu l maya n,“yen i ” “ S end i k a la r Kanunu Tasarısı Taslağı” da her ne kadar sendikal özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılmasını, ILO kararlarının yerine getirilmesini gerekçe olarak ileri sürse de; emperyalist küreselleşme süreci ile bütünleşmeyi amaçlayan işbirlikçi tekelci sermayenin, sınıf mücadelesini esas alan sendikalara düşmanlığını yansıtmakta, devlet ve işveren güdümlü sendikacılığı egemen kılma hedeflerini taşımaktadır. Bugünkü siyasi konjonktürde; işçi sınıfının hak ve çıkarlarını gözeten yasalar çıkarmanın olanaksızlığını bilerek, çıkarılacak kanunlardaki özgürlük ve demokrasi karşıtı düzenlemelere dikkat çekmek, kendi önerilerimizi tartışmaya açmak ve çıkacak yasaların asgari demokratik düzenlemeleri içermesi, devlet ve patron müdahalelerinin en aza indirilmesi için çaba harcamak gerektiğine inanarak, söz konusu yasa taslağını eleştirmeye çalışacağız. 1— Yürürlükteki 2821 Sayılı yasa gibi, bu yasa taslağı da sendikaların devletten, patronlardan, hükümetten, bağımsızlığını engelliyor. Hemen her sendikal faaliyeti, devletin, patronların ve hükümetin denetimi ve yönlendirimi altına sokmaya devam ediyor. Bu yönlendirim, yurttaşlara topluma yararlı bir iş ve iş güvencesi hakkını tanımamakla başlıyor. Patronlara ve hükümete işçileri işsiz ve aşsız bırakmak hakkını tanımakla da pekişerek devam ediyor. Devlet, patron, hükümet baskısı ve güdümü; işçileri, emekçileri ve tüm toplumu ilgilendiren sorunlar hakkında, kendi işyerlerinde ya da dışarıda, izin almaksızın toplanmasını, konuşmasını, tartışmasını yasaklayan düzenlemelerle devam ediyor. Sendikaların izin alınmaksızın kurulmasını kabul eden yasa ve yasa taslağı; sendikaları denetlemekten vazgeçmiyor. Sendika kurucularından ve yöneticilerinden neredeyse şecerelerini çıkartıp “mülki amire” teslim etmelerini istiyor. Yasa taslağındaki bu düzenlemeler; sendikaları, devletin ve patronların müdahalesi altına sokuyor. Sendikaların, üyelerinin özgür iradesine dayalı tüzükler yapma ve işçilerin en geniş anlamda temsilini sağlama hakkına kısıtlamalar getirmeyi sürdürüyor. İşçilerin, kendi temsilcilerinin ve (yönetici kelimesine karşı olduğum için kullanmıyorum) sendika organlarının seçilme usul ve esaslarını özgürce belirlemelerini engelliyor. Sendikaların oluşturacağı organların yasayla belirlenmesi ne denli müdahalecilik ise; bu organların kaç üyeden oluşacağına, sendika organlarını seçecek üyelerin en az ve en çok kaç delege ile temsil edileceğine yasa yoluyla sınırlar koymak da o denli müdahaleciliktir. Sendika, doğrudan demokrasiyi esas alabileceği gibi, daha demokratik ve temsil gücü çok olması için delege sayısını özgürce yükseltebilmelidir. İşçilerin sendikal organlara seçilmeleri hiçbir koşula ve kısıtlamaya bağlı olmamalıdır. Aynı şey her türlü sendikal etkinliklere katılmak konusunda da sağlanmalıdır. 2— Sendikaların örgütlenme özgürlüğünü kısıtlamayı sürdürüyor. İşyeri, işletme ve bölge esasına göre örgütlenmeyi, federasyon oluşturmayı ya- saklıyor. İşkolu esasına dayalı milli tip örgütlenmeyi dayatıyor. Bunu, işçilerin özgürce ve kendi iç dinamikleri ile örgütlenmesini engellemek, sendikaları, sendikal hareketi denetim altına almak için yapıyor. Bu yasaklama ve kısıtlamaya karşı çıkılmalıdır. Sendikalar kendi örgütlenme modellerini kendi özgür iradeleri ile kararlaştırmalıdırlar. Yerel örgütlenmelerin güç ve dinamizm kazanabilmesi için buna ihtiyaç vardır. Özellikle federatif örgütlenmenin üzerindeki yasak kaldırılmalıdır. Mevcut uygulamada da “yeni” taslakta da; hangi işyerinin hangi işkoluna gireceğini önce Çalışma Bakanlığı (Hükümet) tespit ediyor. İtiraz edilirse; iş mahkemeleri, aylarca süren davalar sonunda karara bağlıyor. Yine itiraz edilirse; Yargıtay kesin karar veriyor. Bu süre boyunca işçiler, yetkisiz sendikanın, toplu sözleşmesiz üyeleri olarak beklemek zorunda kalıyorlar. Patronlar da bu durumu çok iyi değerlendiriyorlar ve sendikalı işçileri işten atıyorlar. Pek çok patron, salt bu amaçla işkolu tespiti isteyerek, sendikal örgütlenmeyi engellemektedir. 3— Sendikaların, kuruldukları işkolunda faaliyet göstermesini ve örgütlenmesini dayatan patronlar ve onların iktidarı, işçilere karşı örgütledikleri hükümet (devlet) sendikalarını tek elden kullanabilmek için; kamu işveren sendikalarına ayrıcalık ve kolaylık sağlıyor. “Kamu işveren sendikalarının, aynı işkolundaki kamu işverenleri tarafından kurulması ve aynı işkolunda faaliyette bulunması şartı aranmaz.” diyerek, bütün işkollarına tek elden hükmediyor. Bu ayrıcalığa son verilmeli ve kamu işveren sendikaları kapatılmalıdır. Demokrasilerde; işçilerin hak ve menfaatlerini koruması gereken devletin, işçilere karşı işveren sendikası kurması demokrasi dışı bir uygulamadır. 4— İşyeri ve bölge ya da meslek esasına dayalı sendika kurmayı yasaklayan devlet ve patronlar, “Sendikalar, tüzüklerinde belirtmek şartıyla ve genel kurul kararıyla şube açabilirler.” diyerek; tüzel kişiliği olmayan, her yönüyle sendika merkezinin denetimi, kısıtlamaları ve baskısı altında bırakılan şubelerin açılabileceğine izin veriyorlar. Şubelere, şubenin görev alanı içinde, tüzel kişilik tanınmasına ise; devlet, patron ve hükümet güdümlü sendikacılar da karşı çıkıyor. Önceki taslakta 32. Maddenin 3 numaralı bendinde yapılan değişiklikle; (şube genel kurullarının veya seçimlerinin iptali nedeniyle açılacak davalarda, bu davalarla sınırlı olmak üzere, şubeler de husumete ehildir) şeklinde getirilen ilave düzenlemeyi, yeni taslaktan çıkartmışlardır. Sendika merkezleri, kendilerine muhalefet edenlerin kazandıkları şube kongrelerini, kendi yandaşlarına açtırdıkları şike davalarla iptal ettirebilmek için bu değişikliğe karşı çıkmışlardır. Önceki taslağın bu değişiklikle ilgili gerekçesinde; “Ayrıca, sendika içi demokrasiyi gerçekleştirmek amacıyla, genel kurul iptaline ilişkin davalar için sendika şubelerine husumet ehliyeti tanınmıştır.” denilmiştir. Yeni taslakta bu değişiklik yer almadığına göre; demek ki sendika içi demokrasiyi gerçekleştirmekten vazgeçilmiştir. Bu bile yeni taslağın hangi zihniyetle hazırlandığını ortaya koymaktadır. 5— Sendikal hareketin çok daha canlı ve etkin olduğu 12 Eylül öncesi dönemde sendikalar, iki yılda bir genel kurul toplamaktayken; bu süre, önce 3 yıla sonra da 4 yıla çıkarılmıştır. Bu sürenin artırılmasını kimlerin istediği ve hangi pazarlıkların sonucu olduğu ve işçileri sendikalarından uzaklaştırmak, yabancılaştırmak için bilinçli olarak yapıldığı bilinmektedir. Bu sürenin yasa maddesi olarak düzenlenmesi işbirlikçi, teslimiyetçi sendikacılar tarafından, üyelere ve delegelere, kongrelerin 4 yılda bir yapılması yasal bir zorunlulukmuş gibi empoze edilmektedir. Bu süre yasayla değil işçilerin özgür iradesi ile düzenlenmelidir. Sendikaların, sendika organlarını özgürce oluşturmaları engellenmemeli, organlarda görev alacakların, görev, yetki ve sorumlulukları ile organlarda yer alanların görev ünvanları da genel kurulların özgür ve demokratik iradesi ile belirlenmelidir. Örneğin; bu görev ünvanları başkanlık sistemini esas alabildiği gibi, sekretarya sistemini ya da başka (!) bir sistemi esas alabilmelidir. 6— Sendika üye fişinin, toplu iş sözleşmesi imzalanmadan önce işverene verilmesi şartı kaldırılmalıdır. Üyelik için noter şartı kaldırıldığı gibi, üyelikten çekilme bildirimi için de noterlik şartı kaldırılmalıdır. İşçilerin imzasına olan güvensizliğe son verilmelidir. yeni işçi dünyası Sahtecilik yapanlara da ağır önlemler getirilmelidir. Çekilme bildiriminin işverene gönderilmesi mecburiyeti de kaldırılmalıdır. Üyelikten çekilme bildirimini alan kimi işverenler, bu çekilmeyi kendileri tezgâhlamamışlarsa; nedenlerini araştırıp, yargılamakta ve sendika değiştirmeye yönelik çekilmelere müdahale etmektedirler. Üyelikten çekilmenin üç ay sonra kesinleşmesi ise; her bakımdan kişi özgürlüğüne hukuk dışı, haksız müdahale etmektir. Bir aylık süre dahi kaldırılmalıdır. Üyelikten çekilme, çekilme iradesinin bildirim tarihinden itibaren kesinlik kazanmalıdır. 7— Üyelerin sendikalara ödeyecekleri aidatla ilgili düzenleme yasadan çıkarılmalıdır. Sendikalar aidat konusunu tüzüklerinde düzenlemelidir. Aidatın tahsili üye ile sendikası arasındaki aidiyeti gösteren somut bir ilişkidir. Bu ilişkinin arasına işverenlerin girmesi kadar abes bir şey yoktur. Her üye kendi aidatını kendisi sendikasına ödemelidir. Üyenin ücretinden sendika aidatının işveren tarafından kesilmesi, sendikal ilkelere aykırıdır. Üyelerin sendikalarına yabancılaşmasına, uzaklaşmasına yol açmaktadır. Üyelerin sendikal çalışmalara katılımını engellediği gibi, sendikalarını denetlemesini de engellemektedir. Sendikal bilincin gelişmesine zarar vermektedir. Sendikalar, sendika aidatını işyerlerinde, toplama hak ve özgürlüğüne sahip olmalıdırlar. Sendikalar yetkili organlarının kararları ile sınıf dayanışmasının gerektirdiği durumlarda ve koşullarda, sendikanın mali olanaklarını kullanabilme özgürlüğüne sahip olmalıdırlar. İşkolu esasına göre kurulmuş olan ve bölge şube ya da şubeler alt örgütlenme modelini tercih eden sendikaların, bölge şube ya da şubelerinin, kendi görev alanındaki üyelerden toplanan aidatın en az % 50’sini tasarrufunda bulundurma ve mali sorumluluğunu taşıyarak, kullanabilme hakkı bulunmalıdır. 8— Sendika üyesinin, üyelikten çıkarılmasına ilişkin düzenleme yasadan çıkarılmalıdır. Yasada yer aldığı için, sendika tüzüklerine giren bu düzenleme, uygulamada sendika içi muhalefeti yok etmek için kullanılmaktadır. Sendika üyesinin yasalar karşısında suç işlediği ileri sürüldüğünde; yargı önünde hesap vermesi kaçınılmaz olduğuna göre; üyelikten de çıkarılması antidemokratik bir uygulamadır. Sendika aleyhine çalışan bir üyenin ise; inandırıcı olabilmesi için, kendisinin öncelikle sendika üyeliğinden çekilmesi gerekir. Özcesi: Bir üyenin sendika üyeliğinden çıkarılması için haklı bir gerekçe yoktur. İhraç mekanizma- sının olduğu hiçbir örgüt, demokratik olduğunu söyleyemez. Üyelikten ihraç, genel merkezlerin muhalefeti yok etmek için kullandığı çirkin bir araçtır. Bugüne kadar da salt bu amaçla kullanılmıştır. İhraç kararına karşı temyiz yolunun kapalı olması da büyük bir haksızlıktır. 9— Sendika işyeri temsilcileri ile ilgili düzenleme ile getirilen sayılar ve sınırlandırmalar esnetilmeli ve temsilci sayıları artırılmalıdır. Temsilcilerin ve amatör yöneticilerin güvenceleri toplu sözleşme yetkisine bağımlı olmamalıdır. Sendikanın yetkisi düştüğünde ya da geciktiğinde de devam etmelidir. Profesyonel yöneticilerin, yöneticiliklerinin sona ermesi durumunda, tekrar işine dönmesi kesin güvence altına alınmalıdır. Patronlar para gücüne dayanarak bu hakkı engelleyememelidir. 10— Sendikaların Mali denetimi kendi organları aracılığıyla yapılmalıdır. Denetimle görevli organ ya da üyeler, denetim amacıyla uzman desteği alabilmeli, ve her türlü usulsüzlük ve yolsuzluktan dolayı en az yöneticiler kadar sorumlu olmalıdırlar. Yargı yolu net bir şekilde açık bırakılmalıdır. Ağır ceza mahkemelerinde dava açılabilmelidir. İşçilerin aidatı ile 1,5 trilyonluk at yarışı oynanabiliyorsa ve bu suçu işleyenler ve denetlemekle görevli olanlar yargı önüne çıkarılamıyorsa, kimse özdenetimden söz etmemelidir. Ceza Yasasına da bu konu ile ilgili özel hüküm konulmalıdır. Yasaya sendikaların parasının ne kadarı ile ticaret yapabileceği gibi bir hüküm koymak, malum sendikacıların, malum ilişkilerine kılıf geçirmek ve sendika parasını amacı dışında kullanmak için gerekçe oluşturacaktır. Sendika parasının kullanımını da sendika genel kurulları ve tüzük belirlemelidir. Sendikaların ticaretle uğraşması, üyelerin özgür iradesi ile yasaklanmalıdır. 11— İşçi sendikası-memur sendikası ayırımı kaldırılmalı, birlikte örgütlenmenin düzenlemesi yapılmalıdır. Bu yapay ayrılığa son verilmelidir. 12— İşkolu barajının % 5’e düşürülmesi, bu arada işkollarının birleştirilmesi, devletin, hükümetin ve patronların sendikalar üzerindeki vesayeti devam ettirecektir. % 5 barajını aşabilecek sendika sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Sendikaların gerçek üye sayıları, beyan ettikleri sayının üçte hata dörtte biri kadardır. Kamuoyunda 180-200 bin üyesi var diye bilinen bir çok sendikanın gerçek üye sayısı 50 bin civarındadır. Şunu herkes bilmelidir ki; 12 Eylül Cuntasını kullananların, bu barajı getirmelerinin nedeni asla ve asla güçlü sendikacılık değildir. Daha büyük ve etkin sendikalar oluşturmak değildir. İşçi ve sendika düşmanlarının böyle bir amacı olmaz, olamaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Onlar, baraj uygulaması ile, sendika sayısını azaltmak, sendikaları güdümleri, vesayetleri altına almak, sendikalaşmayı giderek yok etmek için getirdiler. Aksini söyleyenler, sınıfın azılı düşmanlarıdır. Eğer sendikal hareketin güçlenmesini istiyorsak, işkolu barajını da, toplu sözleşme barajını da kaldırmamız zorunludur. İşkolu barajı ile, sendikal harekete taze kan taşıyan en önemli damarı kesmişler, mücadele içinde yetişen doğal işçi liderlerinin oluşmasını engellemişlerdir. 13— İşkollarının birleştirilmesi ve sayısının azaltılması iyi değerlen- dirildiği takdirde; özellikle stratejik işkollarında güçlü sendikaların oluşturulmasına zemin hazırlayabilir. Bu durumda; sendikaların birleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Ancak, mevcut yasal düzenlemeler, sendikaların birleşmesini olanaksız kılmakta, birinin diğerine iltihak etmesini gerektirmektedir. İltihak ise her iki tarafça da kabul görmemektedir. Kurulacak üçüncü bir sendikaya üye olanların üyelikleri (aynı işkolunda birden fazla sendikaya üye oldukları için) düşeceğinden dolayı bu yol da tıkanmaktadır. Bu da birleşmesi sözkonusu olan sendikalar arasında gereksiz sürtüşmelere, zaman kayıplarına yol açabilecektir. Özgürce birleşmeleri engelleyen bu yasaklar ve düzenlemeler kalkmalıdır. 15 Aralık 2005 ▲ Büyüyoruz ama... Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) üçer aylık dönemler itibarıyla ‘her ay’ açıkladığı Hanehalkı İşgücü Anketi’nin (Ağustos-Eylül-Ekim 2005) dönemini kapsayan Eylül 2005 sonuçlarına göre, Türkiye’de işsizlik oranı, Eylül ayı itibarı ile % 9.7’e yükseldi. Açıklanan verilere göre; Eylül ayında istihdam edilenlerin sayısı 272 bin kişi azalmıştır. İşsiz sayısı da 42 bin kişi artmıştır. Ağustos 2005 tarihi itibarı ile çalışanların sayısı 22 milyon 838 bin kişidir. Çalışanların sayısı Eylül 2005’te 22 milyon 566 bin kişiye gerilemiştir. Açıklanan verilere göre, resmi işsiz sayısı ise 2 milyon 381 bin kişiden 2 milyon 423 bin kişiye yükselmiştir. Açıklanan bu veriler, Türkiye gerçekliğini yansıtmamaktadır. Türkiye nufusunun 72 milyon olduğu söylenmektedir. Bu verilere göre, bir dizi Avrupa ülkesinden işsizlik oranı daha azdır. Yani bu verilere göre Türkiye ekonomisinin Avrupa Birliği içerisinde yer alan Almanya gibi ülkelerden daha iyi olduğu sonucuna varılabilinir. Çünkü Almanya’da işsiz sayısının 5 milyona yakın olduğu bilinmektedir. Şöyle basit bir hesap yapalım: Çalışanların sayısı 22 milyon 566 bin kişidir. Buna açıklanan 2 milyon 423 bin işsizleri eklediğimizde, 24 milyon 989 bin sayısına ulaşırız. 72 milyon kişiden bu rakamı çıkardığımızda, geriye 47 milyon 11 bin kişi kalır. Bu ülkede çocukların, gençlerin, öğrencilerin, emekli ve yaşlıların sayısının 47 milyon 11 bin kişi olmadığı gayet açıktır. Türkiye’nin genç bir nüfusa sahip olduğu bilinmektedir. İstatistikleri bir kenara bırakarak, basit hesap yapmayı sürdürelim. Çocuk, öğrenci, yaşlı ve emeklileri 40 milyon olarak varsayalım. Geriye 7 milyon insan kalıyor. Bunları da işşizlere dahil ettiğimizde toplam 9 milyon 423 bin sayısına ulaşırız. Bu sayı bile gerçeğe yakın bir sayı değildir. Çünkü kimi ekonomistler ve uzmanlar Türkiye’de gerçek işsizliğin 12-13 milyon civarında olduğunu söylemektedir. Açıklanan verilere göre, Türkiye ekonomisi büyüyor. 2004 yılında Türkiye ekonomisi % 9.9 olarak büyüdü. 2005 yılının dokuz aylık verilerine göre de ekonomi % 5.5 büyüdü. Büyüyoruz ama, işşizlik artıyor, yoksulluk dayanılmaz bir hal alıyor. Gelir dengeleri arasındaki uçurum giderek büyüyor. Küçük bir azınlık zenginleşmede sınır tanımıyor. Nüfusun büyük bölümü fakirleşmeye devam ediyor. Enflasyonun düştüğü söyleniyor. Bu düşüşün etkisi yoksullara yansımıyor. Ekonomideki büyümeye rağmen yoksulların sayısı artıyor. Diğer taraftan açlık sınırı 542.95 YTL’ye, yoksulluk sınırının ise 1650.31 YTL’ye yükseldiği açıklanıyor. Bu ülkede asgari ücret ise 380 YTL olarak alarak açıklanıyor. Yani büyüme dedikleri şey işçinin, emekçinin, yoksulun sırtından sağlanıyor. Binlerce insan sosyal güvencelerden yoksun olarak, asgari ücretle çalıştırılıyor. Yani işverenlerin bir bölümü sigortasız ve sağlık güvencesi olmadan insanları çalıştırıyor. Devlet buna kayıt dışı diyor. Ama gerekli önlemleri de almıyor. Türkiye’de yaşanan bu durum, görmek isteyen herkese şunu açıkca gösteriyor. Türk egemen sınıfları sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Onlar sermayenin çıkarlarına ters düşecek bir şey yapmıyorlar. IMF ve Dünya Bankası politikaları doğrultusunda, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekiyorlar. Bu ülkenin başbakanı görevinin “Türkiye’yi pazarlamak olduğunu” açıkça söyledi. Türkiye’yi kime pazarlayacak? Tabii ki emperyalistlere pazarlayacak. Bunun için de, yani Türkiye’yi pazarlamak ve emperyalist sermayenin Türkiye’ye gelmesi için, dünyayı dolaştığını söylüyor. Uyuyan dev uyuduğu sürece, bu düzen devam edip gidecek... Gün gelecek, devran dönecek. Uyuyan dev uyandığında ve mücadeleyi ele aldığında, hakim sınıfların saltanatı da sona erecek. Üretenler yönetmeye talip olduklarında ve bunun için mücadele ettiklerinde, sermaye iktidarı tarihin çöplüğünde yerini alacaktır. Görev bunun için çalışmaktır. 21 Ocak 2006 ▲ 19 yeni işçi dünyası Sağlık ve Sosyal Güvenlik (sizleştirme) Yasasına karşı olan Meslek Odaları ve Sendikaların Toplantısından İzlenimler O cak ayı başında İstanbul’un Ta b i b , E c z a c ı l a r, D i ş Hek i m ler i ve Veter i ner Hekimleri Odaları ile KESK’in İstanbul Şubeler Platformu, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, Türk-İş’in ve DİSK’in İstanbul Şubeleri ve Dev Sağlık-İş Sendikalarının oluşturduğu “HER K ESE SAĞLIK, GÜ VENLİ GELECEK HAKKI İÇİN “ Platformu, 21 Ocak 2006 günü Petrol -İş Sendikası Genel Merkezi’nde bir toplantı düzenledi. Daha çok oda ve sendika yöneticilerinin ve az sayıda işyerlerinden işçi temsilcilerinin de bulunduğu bu toplantıya katılım 300’ün üzerindeydi. Toplantı İstanbul Tabibler Odası Başkanı Gencay Gürsoy’un açılış konuşmasıyla başladı. Gürsoy bugün işçi ve emekçilerin içinde yaşadığı köleliğin koşullarının bu yasalarla Olduğunu, “bundan kurtuluşun tek “alternatifi olan sosyalizmin kendisini her zamankinden daha yakıcı bir şekilde dayattığını vurguladı. Toplantıda dörtte üçü sendika ve oda yöneticisi geri kalanı işyeri temsilcisi 20’ye yakın kişi söz alarak konuştu. Konuşmacılar küresel sermayenin her yerde işçi ve emekçilere saldırdığını, var olan hakları gasp ettiğini, bunun en açık örneklerinin ülkemizde de yaşandığı bilgisini verdiler. Verilen bilgilere göre egemen sınıf- ların hükümetinin Ocak ayı sonunda SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) ve Şubat ayının ortalarına kadar da SSGSS (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası) yasalarında yapmak istediği değişikliğin yediden yetmişe tüm işçi ve emekçilere yapılan öldürücü bir saldırı olduğunu belirttiler. Bu yasalar çıkarıldığında sağlık hizmetinin hepimize tümden paralı hale getirileceğini, şu an kadınlarda 58 erkeklerde 60 olan emeklilik yaşının hem kadınlarda hem de erkeklerde 68’e çıkarılacağını, 7 bin olan prim gün sayısını da 9 bine çıkararak bizimle birlikte torunlarımızın da geleceğinin elimizden alınacağını belirttiler. SSGSS sisteminin işleyebilmesi için bir emekliye karşın dört çalışanın olması gerektiği ifade edildi. Kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almayarak, işsizliği ortadan kaldıracak gerekli tedbirleri almayarak ve iş güvencesini sağlayan yasalar çıkarmayarak, sistemi bilinçli bir şekilde iflasın eşiğine getiren hakim sınıflar ve andaki hükümet, yasa değişikliğine gitmekle patronların karlarını katlayacakları gibi, işçi ve emekçilerin haktan yoksunluğunu da o oranda katlamak istiyorlar. Çalışabilir nüfusun %20’sinin işsiz olduğu ülkede, eğer bu tasarılar yasalaşırsa bunlardan faydalanmak için örneğin yılda 120 gün çalışma imkanı Özelleştirme peşkeştir! Ö 20 zelleştirmenin peşkeş olduğu değişik örneklerle ispatlandı. Bir örnek de Manisa’dan. “Bir Özelleştirme Klasiği” başlığı ile Milliyet gazetesinde B. Sarıoğlu tarafından yayınlanan haber bu savı bir kez daha hiç kuşkuya meydan vermeyecek şekilde kanıtladı. Haberi kısaca özetlersek: 50 yıl önce beş bin ortakla birlikte Sümerbank’ın Manisa’da kurduğu, Pamuklu Mensucat A.Ş. 13 Temmuz 2005’te Özelleştirme Yüksek Kurulunca 3 milyon 751 bin dolara Ortak Girişim Grubu’na (OGG) satıldı. Bu ortak girişim grubu içerisinde 47 kişi ile altı ticaret ve esnaf odası var…mış! Tabii siz burada 5 bin ortak ve Sümerbank tarafından kurulan bu şirketin –47 kişi ve 6 oda, artık kimlerden oluşuyorsa?!!!– ne kadar Manisalıları veya bu kurucu 5 bin ortağı temsil ettiğini sorabilirsiniz! İyi ya bunda ne var diyeceksiniz belki… Ama öyle değil, devamı var… O da şöyle: TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da aralarında bulunduğu bölge milletvekillerinin “Manisalıların hakkı Manisa’da kalsın” manalı laf larıyla Manisalılara verilen bu kamu mülkiyetinin şehir merkezindeki 145 dönüm arazisinin 55 dönümünü Özelleştirme İdaresi Başkanlığı “özel” imar yetkisini kullanarak belediyeye bırakmış. Şirketi alan grubun ilk icraatı kalan bulan bir geçici işçi her yıl iş bulabilmek kaydıyla 75 yıl, yılda 90 gün çalışabilenlerin ise 100 yıl çalışması gerekiyor. Sermayedarların akıl hocaları Türkiye’de emekli maaşlarının yüksek olduğunu söylüyorlarmış. O yüzden de bu yasa memur emeklilerinin maaşlarını % 33, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinin maaşlarını ise % 23 düşürüp hepsini tek çatı altında toplayacaklarmış. Grevdeki SERNA-SERAL Tekstil Fabrikası işçilerinden 20-25 kişilik bir grup işçinin grev önlükleriyle, taleplerini içeren dövizleriyle toplantıya katılmaları mücadeleci konuşmaların yapıldığı anda “Örgütlüysek her şey, Örgütsüzsek Hiçbir Şey!”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!”, “Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya da Hiç Birimiz!” v.b. sloganları gür bir şekilde atmaları salona bir canlılık ve coşku veriyordu. Grevci işçi arkadaşları adına genç bir kadın işçinin sınıfa güven ve örgütlü mücadele ile hak elde edilebilineceğinin vurgusu katılımcılar tarafından güçlü bir şekilde alkışlandı. Az sayıda konuşmacının yasayla ilgili somut bilgiler vermesinin olumluluğu yanında kimi konuşmacılar da genel siyasi değerlendirmelerde bulunurken farkında olmadan reformist uzlaşmacı yüzlerini gösterdiler. Konuşmacıların önemli bir bölümü de egemen sınıfların bu ve buna benzer saldırılarına karşı topyekün bir direnişle karşı konulması gerektiğini, bunun için de öncelikle yapılmak istenen yasal değişikliklerden zarar görecek işçi ve emekçi kitlelere “yeni haklar veriyoruz” adı altında var olan hakların gasp edildiğinin anlatılması için elden ne geliyorsa yapılması çağrılarında bulundular. Bunun için sadece sendikalı olan işletme ve fabrikalarda değil, sendikasız, örgütsüz olan daire, fabrika, sanayi havzası, semt, mahalle, köy ve kahvelere kadar giderek oralardaki işçi işsiz tüm halkın bilinçlendirilmesi, örgütlendirilmesi için yoğun bir çaba gerektiğini, bu çabalarla birleşik mücadele gücünün ortaya çıkacağını ve bu güçle saldırıların püskürtülebilceğini vurguladılar. Tabii bu arada yasa tasarılarının TBMM’de görüşüldüğü gün Genel Grev-Genel Direnişlerle yanıt verilmesi gerektiğini belirten konuşmacılar da vardı. SSGSS yasa değişikliği saldırısı tüm işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını gaspa yönelik büyük bir saldırıdır. Bu ve buna benzer saldırılara karşı tüm işçilerin ve emekçilerin birleşmesi ve devrimci bir perspektifle direnmeleri için sınıf bilinçli işçilere çok görev düşüyor. Görev başına! Ocak 2006 ▲ 90 dönümden 55 dönümlük bölümü 2005 Aralık ayının ortalarında alışveriş merkezi yapılmak üzere KİPA TESCO şirketine satmak olmuş. 3 milyon 751 bin dolara aldıkları toplam şirketin sadece 55 dönümlük arazisini OGG 13 milyon 750 bin dolara satmış! Böylece fabrika ve arazinin toplamı için ödedikleri paranın 4 katını, 4,5 aylık zaman içinde kazanarak belki de son dönemlerin en hızlı kârını elde etmiş oldu. Bu peşkeş değil de nedir? Ama kapitalist sistem zaten budur! Bu sistem asalak geçinenlerin, oturdukları yerde rant elde edenlerin sistemidir. Bu sistemde çalışmakla zengin olunmaz… Eğer zengin olunsaydı 25-30 yıl durmadan çalışıp didinen işçiler, emekçiler zengin olurdu! Bu sistem başkasının emeğini sömüren, toplumun hakkı da olan toprağı değişik üçkâğıtlarla elde edilen top- rağın rantından para kazanan, esrareroin, silah tüccarlığı ve savaş üzerinden para kazananların sistemidir. Bu sistem tamir edilemez bir sistemdir! Bu sistem devrimle yıkılmalıdır. Ancak o zaman tüm zenginlik kaynakları işçilerin ve emekçilerin kullanımına girecek, elde edilen zenginlikler de ortak olarak paylaşılacaktır. Ancak o zaman haksız para kazanma yasaklanacaktır. Ancak o zaman herkes çalışabilecek ve kazandığı para ile insanca bir yaşam sürdürebilecektir. Ta ki toplumsal zenginliklerin fışkırdığı, toplumsal eşitliğin sağlandığı, “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şiarının geçerli olduğu toplumun kendi kendisini yönetmeyi öğrendiği komünizme varıncaya kadar! İşte o zaman “yer yüzü aşkın yüzü olacak”! Bir Yeni Dünya İçin Çağrı okuru 10 Ocak 2006 ▲ panorama PANORAMA Morales başkan seçildi… - BOLİVYA - Morales’in iktidarda kalmasının da çok zor olduğu şimdiden tespit edilebilir. Emperyalist tekellerin çıkarlarına onlar için “taşınamaz” düzeyde dokunulduğunda, onlar Morales’i bertaraf etmenin yollarına düşecekler, yok tekellerin çıkarlarına fazla dokunmadan bir şeyler yapmaya çalışırsa da Bolivya halkının büyük bölümünün yeniden sokaklara dökülmesine, kitlesel eylemlere başvurmasına ortam yaratacaktır. 18 Ara lı k 20 05 tarihinde Bolivya’da seçimler vardı. Sözkonusu seçimlerin 2005 yılında yapılmasının perde arkasında yatan şey, yaz aylarındaki kitlesel hareketin Başkan Mesa’yı istifaya zorlamasıydı. Mesa’nın istifasından sonra geçici olarak başkanlığa gelen Rodriguez ülkeyi başkanlık seçimlerine hazırlama görevini de üzerlendi. Seçimler önce 4 Aralık’ta planlanmış fakat Ekim ayı sonunda 18 Aralık’a ertelenmişti. Bu bağlamda yapılan seçimler erken seçimlerdi. Seçimlerde hem başkan, hem parlamentoya seçilecek 130 milletvekili ve hem de 27 senatörün seçimi birarada gerçekleştirildi. Üçlü seçimin birarada gerçekleştirilmesine rağmen öne çıkan başkanlık seçimiydi. Başkanlığa esas olarak iki adaya seçilme şansı veriliyordu. Biri Evo Morales diğeri ise 2001 Ağustos2002 Ağustos döneminde bir yıllık başkanlık deneyimi olan Jorge Quiroga idi. Diğer adaylara fazla şans tanınmıyordu. Seçimler öncesindeki veriler Morales’in önde gitmesine rağmen, tek başına oyların %50’sini alamayacağı yönündeydi. Böylesi bir durumda başkanı parlamento seçecekti. Seçimleri Evo Morales, oyların %53.7’sini alarak kazandı. Morales’in partisi “Sosyalizme Doğru Hareket” (MAS) parlamentoda çoğunluğu ve 27 senatörün 12’sini elde etti. Bu sonuçla Boliv ya’da ilk kez İndigen kökenli birisi başkan oluyordu. Morales’in başkan seçilmesi İndigen halkının 500 yıllık intikamı olarak algılandı, algılanıyor… Morales’in başkan seçilmesi genelde izleyebildiğimiz kadarıyla dünya ba- sınında, özelde de Türkiye’de devrimci, “sol” basında Latin Amerika’da “sol” hareketin yükselişinin yeni bir örneği olarak gösterilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Bunlara göre Venezüella, Brezilya, Arjantin ve Uruguay’dan sonra Bolivya’da da “solcu” bir başkan işbaşına geliyordu. Kuşkusuz ki bu arada Morales’in gerçek siyasi kimliğini ortaya koyan tavırlar da basında yer alıyor. Ama bu tür tavırlar azınlık durumunda… Morales’in Chavez veya Castro ile dostluk ilişkilerinden yana olması, onlarla birlikte ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik egemenlik siyasetine karşı duracağını açıklaması yönlü tavırlar ise, “bizim solcularımızın” neredeyse devrim oldu şiarlarını atmasına yol açıyor. “KURT POSTUNA BÜRÜNMÜŞ KUZU”: MORALES! İndigen halkın bir temsilcisi olarak başkan seçilmesi yanını bir kenara bırakıp Morales’in başkan olması durumunda neyi yapmayı planladığına, özellikle de ekonomi alanındaki siyasetine bakarsak, onun gerçekte ne savunduğunu da görmek mümkündür. Kuşkusuz ki Morales’in siyaseti Bolivya’nın gerçekliğinden kopuk ele alınamaz ve Morales’in siyasetinin uygulanmasında da hem Bolivya’nın emperyalizme bağımlılığı hem de buna bağlı olarak emperyalistlerin tavırları belirleyici önemde rol oynamaktadır. Bolivya, Latin Amerika ülkelerinin en yoksul ülkelerinden biri. Halkın büyük bölümü yoksulluk ve açlık sınırında. Doğalgaz ve petrol kaynakları yabancı tekellerce talan ediliyor. ABD emperyalizminin “uyuşturucuya karşı mücadele” adına koka üretimini neredeyse yok etmesi tavrı, İndigen halkın büyük bölümünün geçim kaynağını 21 panorama 22 yok etmiş durumda. Bolivya, Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden biri olmasına paralel, emperyalizme en fazla bağımlı da olan bir ülke vb. vb. Bolivya halkının büyük bölümü içinde bulunduğu bu koşullarda, –kim başkan seçilirse seçilsin, hükümete kim gelirse gelsin– koka üretiminin yasaklanmasına, ülkenin doğalgaz kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesine karşı mücadele etme durumundadır. Morales’in başkan seçilmesi için halkın bu taleplerine, en azından lafta da olsa yanıt vermesi gerekiyordu. Vermeye çalıştı. Doğalgaz kaynaklarının devletleştirileceği, koka üretiminin ABD’nin dayatmasına rağmen yeniden serbest bırakılacağı vb. vaatlerinde bulundu kitlelere. Fakat sözkonusu vaatleri yerine getiremeyeceği burjuva medyanın da kimi kesimleri tarafından şimdiden ifade edilmektedir. Morales’in Chavez değil, olsa olsa seçimlerden önce keskin görünen, ama seçildikten sonra uslu duran Lula gibi olabileceği ifade edilmektedir. Bunun için de esas olarak “Kurt postuna bürünmüş kuzu” tanımına benzer tanımlamalar yapılmaktadır. Aslında haklı da bir tanımlama… Yeri geldiğinde neoliberalizmi, emperyalizmi yok etmekten bahseden, “Tabiat ananın bize verdiğini başkasına veremeyiz”, “Bolivya’nın bütün doğal kaynaklarını kamulaştıracağız” diye konuşan Morales, özel mülkiyete saygı duyma üzerine and içmekten de geri kalmamaktadır. Morales’in kamulaştırma dediği ise esasta doğalgaz bağlamında tekellerle yapılan anlaşmaların yenilenmesi, değiştirilmesi ve doğalgazın nasıl, kime ve kaça satılacağı bağlamında karar alma yetkisinin devlete verilmesi ve kârlardan alınan payın %50’ye kadar yükseltilmesidir. Seçim propagandalarında, kimle, nerede konuştuğuna göre tavır belirleyen Morales, onu antiABD’ci gösterenlerin beklentilerinin tersine, özel olarak ABD’ye karşı bir propaganda yapmadı. Sadece kimi konuşmalarında –esas olarak da koka üretimi sözkonusu olduğunda– özellikle ABD’nin tavrını eleştiren bir tavır takındı. Morales doğalgaz kaynaklarının devletleştirilmesinin hiç de kolay olmadığını gördüğünden ve bunun mülkün sahiplerinin elinden alınması olmadığını bildiğinden ve savunduğundan dolayı, devletleştirme vaadini yumuşatmaya yöneldi. Morales’in seçimlerden hemen sonra yaptığı açıklamada şu görüşler savunuldu: “Özel mülkiyete saygılı olacağız. Fakat, devlete ait işletmelerin artması ve gelişmesine öncelikli önem vereceğiz. Özellikle ABD baskısı altında bulunan koka üretimine yeni yatırımlar yapacağız. (…) İlk aşamada, enerji kaynaklarındaki devlet kontrolü arttırılacak. Bu kaynaklar, yakın zamanda belki kamulaştırılmayacak, ama hükümetin doğal gaz üzerindeki etkinliği arttırılacak.” (Evrensel, 21 Aralık 2005) Morales’in bu tavrı esas olarak hem emperyalist tekellerin gönlünü, hem de Bolivya halkının gönlünü almaya çalışan “ortada” buluşmaya temel atan bir tavırdır. Özel mülkiyete dokunulmayacak. Devlete ait işletmelerin çoğalmasına önem verilecek. Koka üretimine yatırım yapılacak, cek cak cak cek cak… Bu ‘cek cak’lar arasında üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete değinilmeyeceği tavrı, tekellere ve bilumum kapitalistlere garantidir. Halkı ilgilendiren sorunlarda ise bu ‘cek cak’lar, sorunu geleceğe ertelemenin, halkı oyalamanın vaadleridir. Koka üretimine yatırım yapamazsa, gerekçe bulunur: Maddi kaynaklarımız yok! Enerji kaynakları devletleştirilmezse, hemen olamayacağını söylemiştim, ama devletin doğalgaz üzerindeki etkisini çoğalttık demeleri kolay. Morales sadece özel mülkiyete saygı duymuyor, patronları birlikte çalışmaya da davet ediyor. Seçildikten sonra sanayi ve ticaret temsilcileriyle yaptığı görüşmede Morales, kapitalistlere “hiç kimseye zarar vermek istemiyorum, mülksüzleştirmek veya el koymak istemiyorum” garantisini vermeye paralel; “Siz işverenlerden öğrenmek istiyorum. Birbirimizi tamamlamamız gerekli olacaktır: Siz profesyonel yeteneklerinizi getirin, ben de sosyal vicdanımı.” düşüncesini savundu. Devletleştirme siyasetinin mülksüzleştirme anlamına gelmediği üzerine de and içen Morales’in tavrı, onun ne kadar “sol”cu olduğunu da göstermektedir. Bu bağlamda Şili’li bir sosyoloğun, ‘her devrimci bir asidir, ama her asi devrimci değildir’ düşüncesinin Morales bağlamında tam yerine oturduğunu söyleyebiliriz. Morales sistemi değiştirmeye değil, düzenlemeye çalışmaktadır, düzen çerçevesinde bir “solculuk” yapmaktadır. MORALES’İN YURTDIŞI GEZİSİ… Morales 22 Ocak 2006 tarihinde başkanlık görevini devralıp koltuğa oturacak. Bolivya’nın uluslararası tekellerle ilişkilerinin, ya da yeni yatırımların nasıl bir yön alacağı konusu, Bolivya için önemli olduğu gibi, Morales’in başkanlık koltuğunu erkenden bırak- mak zorunda kalıp kalmayacağı bağlamında da önemlidir. Uluslararası ilişkilerde izole olmamak, bundan da önemlisi ekonomik ve siyasi baskı altında sıkışmamak için Morales’in kendisini ve amaçlarını, sözkonusu ülkelerle ve öncelikle tabii ki tekellerle ilişkilere nasıl baktığını ortaya koyması gerekiyordu. Bunun doğal bir sonucu da Morales yaklaşık on ülkeyi içeren bir yurtdışı gezisi gerçekleştirdi. Geziye “solcu” olduğunu gösterecek Küba ve Venezüella ziyaretleriyle başladı. Castro’nun “antiABD mücadelesine destek” verip değişik alanlarda yardım sözü aldı. Chavez’den de 30 milyon dolarlık yardım ile ayda 150 bin varil mazot satma sözü aldı. Ortak çalışmaların derinleştirilmesi için iyi niyetler, istekler ilan edildi… Morales İspanya, Fransa ve Belçika’yı kapsayan Avrupa gezisinde esas olarak ekonomik ilişkiler üzerine görüşmelerde bulundu. Özellikle İspanya’nın petrol tekellerinin Bolivya’da önemli yatırımları var. İspanya’da Morales “devletin doğal kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakkını koruyacaktır”, ama bunun “firmaları mülksüzleştirmek veya mülküne el koymak anlamına gelmediğini” herkesin “kâr yapması gerekir ki Bolivya da bundan kazansın” görüşlerini savundu. İspanyalılar ise esasta yatırımları genişletmek için İspanyalı işverenlere garantili, çerçevesi sağlam bir ortamın gerekli olduğunu vurguladılar. Somut bir sonuç çıkmadı ama Morales İspanya tekellerine, yukarıda aktarılan görüşünü koruyarak teminat vermeye çalıştı. Fransa ziyaretinde Chirac’a Bolivyalı yerli halka destek verdiği için teşekkür eden Morales, Chirac’tan da ekonomik ve siyasi yardım sözü aldı. Brüksel’de ise AB yardımı sözkonusuydu. Morales Çin’den de doğalgaz üretiminde Çin’in Bolivya’ya yatırım yapması talebinde bulundu ve Çin yetki- lileri Bolivya’ya yatırım yapmaya sıcak baktıklarını açıkladılar. Bu görüşmeler esas olarak Morales’in ABD dışındaki emperyalist güçlerle ilişkilere ağırlık verdiğini gösteriyordu. Güney Afrika, Arjantin ve Brezilya gezileri ile Morales yurtdışı gezisini bitirdi. Morales, Arjantin ve Brezilya’dan Küba ve Venezüella gibi yardım sözü alamadı. “Solcu” hükümetlerin yönetimde olduğu söylenen bu ülkelerde Bolivya’nın doğalgaz ve petrolünü talan etme, ya da ucuza alma gibi sorunlar var. Eğer Morales, devletin etkinliğini çoğaltır ve yabancı tekelleri yeni anlaşmalara zorlarsa, o zaman dünya piyasalarının altındaki fiyatlarla gaz almaları sorun olacak. Brezilya somutunda ise çelişki daha da büyük. Brezilya devlet tekeli Petrobras Bolivya’nın tüm doğalgaz rezervlerinin %14’ünün üretimini kontrol etmekte, Bolivya’nın Yurtiçi Gayri Safi Hasılası’nın yaklaşık %20’sini gerçekleştirmektedir. Kısaca vurgulanırsa Morales’in işi zor. Kuşkusuz Güney Amerika’daki gelişmelerin uluslararası dengede ABD aleyhine gelişmeler olduğunu görmek gerekiyor. Güney Amerika’nın durumu giderek ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıkma yönünde gelişiyor. Bolivya’da Evo Morales’in başkan seçilmesi bu yöndeki gelişmede bir noktadır. Ama gerek Bolivya’da Morales, gerekse Güney Amerika’nın “sol” söylemli iktidarları tutarlı antiemperyalist olmamalarından kaynaklanan sorunları da yaşıyorlar. Güney Amerika’daki milliyetçi burjuva iktidarlar bu zorlukları aşmak için ABD-AB, ABD-Rusya, ABD-Çin arasındaki çelişmelerden yararlanma kozuna sahiptir. Morales de pazarlık gücünü arttırmak için bunları kullanmaya çalışmaktadır, kullanacaktır. Sonuçta ama bu antiemperyalizm değildir. Reformcuların kaderi emperyalistler arasında sıkışmaktır. Bolivya da bu “iki arada bir derede” durumu yaşamaktadır, yaşayacaktır. Morales’in iktidarda kalmasının da çok zor olduğu şimdiden tespit edilebilir. Emperyalist tekellerin çıkarlarına onlar için “taşınamaz” düzeyde dokunulduğunda, onlar Morales’i bertaraf etmenin yollarına düşecekler, yok tekellerin çıkarlarına fazla dokunmadan bir şeyler yapmaya çalışırsa da Bolivya halkının büyük bölümünün yeniden sokaklara dökülmesine, kitlesel eylemlere başvurmasına ortam yaratacaktır. Öyle görünüyor ki, Morales eğer başkanlık görevini normal süre sürdürmek istiyorsa, “ortayolu” bulmaya çalışmak zorundadır. Gelişmeleri birlikte göreceğiz. 18 Ocak 2006 ▲ panorama Bir seçim oyunu daha gerçekleşti - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN - E kim ayı ortasında yapılan Anayasa referandumunun kesin sonuçları belli olmadan, önceden yapılan plana göre 15 Aralık seçimlerinin hazırlığı sürdürüldü. Seçimlere ilgi duyan herkes de kendisini seçimlerin yapılacağı düşüncesine endekslemişti. Esas sorun da seçimlerin yapılıp yapılmayacağı değil, seçimlerle işbaşına gelecek hükümetin geçici hükümet mi, yoksa dört yıllık “kalıcı” hükümet mi olacağı sorunuydu. ABD emperyalizminin dayatması ve Birleşmiş Milletler’in (BM) örgütlemesi temelinde yapılan anayasa referandumunun sonucunun önceden belli olduğuna dergimizin 94. sayısındaki yazımızda dikkat çekmiştik. Fakat sonucu tahmin etmemize rağmen, sonuç henüz resmen açıklanmamıştı. Yapılan resmi açıklamalara göre Anayasa, iki bölgede reddedilmiş olmasına rağmen onaylanmıştı. Önceden konan kurala göre anayasanın kabul edilmemesi için üç bölgede üçte ikilik çoğunlukla hayır oyu çıkması gerekiyordu. Anayasaya karşı olan Sünni kesimin tüm itirazlarına rağmen “kıl payı” Anayasa kurtarıldı… Böylece 15 Aralık’ta yapılacak seçimler sonucunda oluşacak parlamento ve kurulacak hükümet, işgal sonrası dönemin ilk “sürekli, sabit” parlamentosu, hükümeti olacaktı. Anayasa’nın oluşturulması için gereken prosedürün yinelenmesine gerek kalmamıştı. İşgale karşı direnişin dindirilmesi, mümkünse sonlandırılması için de öne çıkarılan sorunlardan biri daha önceki seçimlere ve anayasa referandumuna katılmayan Sünni kesimin bu seçimlere katılması konusunda ikna edilmesi çabaları oldu. Bu çabalar doğrudan Bush’un talepleri temelinde Sünni kesime verilen kimi tavizlerle tamamlanmaya çalışıldı. Bu arada kimi Sünni önderlerinin Türk hükümeti yetkililerinin de görüşmelerde bulunduğu ve İstanbul’da gerçekleşen, ABD emperyalizminin temsilcilerinin de yer aldığı görüşmelerde bulunması, en azından Sünni kesimin önemli bölümünün seçimlere katılma yönünde karar almasında etkide bulundu. 15 Aralık seçimlerinden sonra parlamentoya girmenin aynı zamanda Anayasa’da kimi değişikliklerin yapılmasını sağlamaya çalışma imkânı sunduğundan ve Saddam sonrası döneminin Irak’ının yapılandırılmasında önemli rol oynayacağından daha önceki seçimlere katılmayan Sünni kesim de seçimlere katılma yönünde tavır belirledi. Sünnilerin önemli bölümünün seçimlere katılma yanlı tavrı ve seçime katılma yönlü fetvaların çıkarılması, işgalci güçlerin patronu ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri tarafından bir başarı olarak sunuldu kamuoyuna. İşgalciler ve işbirlikçileri bununla işgale karşı direnişi, saldırı eylemlerini durdurmanın hesaplarını yaparken, Sünniler de parlamentoya ve hükümete katılma olasılığının büyük olduğunun hesabıyla, işgalcilerin işini zorlaştırmanın; hatta Irak’ı İslam temelinde biçimlendirmenin hesaplarıyla seçim oyunundan yararlanmanın hesaplarını yaptılar… Taktik olarak seçimleri boykot etmelerinin kendilerinin zararına olduğunun, seçimlere katılmanın öyle ya da böyle kendi yararlarına olduğunun farkında olduklarını da böylece gösterdiler. Herkes kendi çıkarlarının hesabını yapıyordu ve kimin daha kârlı çıktığını da önümüzdeki süreçteki gelişmeler kanıtlayacaktır. İşgalci güçlerin “geçiş takvimine” göre 15 Aralık’ta yapılacak seçimlerle Irak’ta “demokrasiye” geçiş süreci tamamlanmış, Irak’ı yönetecek bir Irak yönetimi oluşturulmuş olacaktı. Bunun doğal bir sonucu da işgalci güçlerin Irak’tan çekilme planlarını yeniden gözden geçirmesi, işgalci güçlerin ne kadarını ve ne zaman geri çekeceğini belirlemesi gündeme gelecekti. ABD emperyalizminin egemenleri, Irak-Güney Kürdistan’daki işgal güçlerini belli ölçüde azaltmayı, hem maddi giderleri azaltma bağlamında, hem de, –en önemlisi de bu– İran’a yönelik saldırı savaşının hazırlıklarını ilerletme, zamanı geldiğinde, ortamı yaratıldığında İran’a saldırmanın önkoşullarını hazırlamak için gerekli görmektedir. Kısaca aktarmak gerekirse seçimler öncesinde Bush’un yaptığı açıklamaya göre ABD’nin planı şöyledir: “Kısa vadede yapılacaklar, teröristlerin bozguna uğratılması, kurumların inşası, güvenlik kuvvetlerinin yeniden örgütlenmesi ve politik alanda kilometre taşlarının oluşturulması. Ardından Irak’ın kendi güvenliğini sağlayacağı ve sürekli bir hükümete sahip olacağı yeni bir aşamaya girilecek. Uzun vadede ise, Irak’ın barışçıl demokratik ve işbirliğini sağlamış bir ulus olarak, terörle savaşın tam teçhizatlı bir ortağı olması amaçlanmaktadır.” (Gündem, 1 Aralık 2005) ABD emperyalizminin Irak bağlamındaki kısa ve uzun vadeli planı özetle böyledir. İşgalci güçlerin seçimlerin güvenliğini sağlama gerekçesiyle çoğaltılmış olması, ya da seçimlerden sonra işgalci güçlerin sayısının azaltılması sorunun özünü değiştirmemektedir. İşgalci güçlerin belli bir kesiminin geri çekilmesi işi şimdiden mümkündür ve zaten sürekli biçimde somut duruma göre on bin ya da yirmi bin kişi çoğaltıp azaltıyorlar da. Askeri güçlerini geri çekme yönlü tartışmalar gerçekte kitlelerin tepkisini dindirmenin, kitleleri aldatmanın bir aracı olarak kullanılma durumundadır. Sorunun özü tüm işgalci güçlerin Irak-Güney Kürdistan’dan defolması sorunudur. İşgalin son bulması sorunudur. Bugünkü koşullarda işgalin son bulması ancak ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun bir “yerli” yönetimin sağlanması, ABD emperyalizminin çıkarlarının garanti altına alınması; işgale karşı direnişin son bulması vb. koşullarda, işgalci güçlerin Irak-Güney Kürdistan’dan çekilmesiyle mümkündür. Böylesi bir işgale son verilmesi kuşkusuz ki doğrudan işgal durumundan iyi olacaktır ama bu durum da gerçekte Irak-Güney Kürdistan’ın bağımsızlığa kavuşması durumu olmayacaktır. ABD emperyalizminin 15 Aralık seçimlerine yüklediği bir misyon da ABD’nin istediği, ABD emperyalizminin çıkarlarına ters davranmayacak bir yönetimin oluşmasının bir adımının sağlanmasıdır. ABD emperyalizminin andaki yöneticileri, temsilcileri böyle düşünüyor, hesaplarını bunun üzerine kuruyorlar. Gelişmelerin onların istediği gibi olup olmayacağını belirleyecek olan ise sadece ABD’nin tavrı değildir. SEÇİM SONUÇLARI… 15 Aralık seçimlerinin de işgal koşullarında gerçekleştiği açık bir olgu olmasına rağmen, seçimlerin “demokratik”, “adil” ve “özgür” olduğu palavraları anlatılmaktadır kitlelere. En başından bu sahtekârlığın bilince çıkarılması gerekiyor. Seçimler demokratik, adil ve özgür değildir. Irak-Güney Kürdistan da özgür değil, bilakis işgal altındadır. Seçimlere katılan güçlerin hepsinin kendi çıkarları ve hesapları olsa da ve bu hesapları temelinde seçimlere katılsalar da, gerçekte, işgalci güçlerin dayattığı bir seçime katılma durumundadırlar. Kimileri isteyerek işgalcilerle işbirliği yapmakta, kimi de seçimlerden yararlanma hesabıyla dayatılanı kabul eder görünmektedir. Yolun ucu ise çıkmaz sokak… Seçimler öncesinde, seçim propagandası yapılırken silahlı güçlere sahip partiler ya da kesimler rakiplerine karşı değişik biçimlerde saldırılarda bulundu, yer yer de çatışmalar yaşandı ve bu çatışmalarda da insanlar yaşamını yitirdi. Seçimlerin kendisine gelince durum şöyledir. İşgal ve işgale karşı direnişin 23 panorama 24 sürdüğü koşullarda yapılan seçimler, yoğun olmasa da çatışmaların, birçok yerde patlamaların yaşandığı ve IrakGüney Kürdistan’daki ölçülere göre az sayıda insanın yaşamını yitirdiği; 200 bine yakın işgalci gücün ve 150 bin civarında Irak’lı kolluk güçlerinin kontrolü altında gerçekleşti. Seçimlerin denetimi için Ürdün’de 750 kişi eğitildi. Bunlar seçimleri gizli kontrol etme görevini yerine getirecekti. Bu 750 kişinin vereceği raporların, seçimlerin sonuçlarının kabul ya da reddedilmesinde belirleyici rol oynayacağı seçimlerden önce biliniyordu. Bu önlem, aslında seçim sonuçlarının önceden belirlendiğinin de önemli bir işaretiydi. Seçimlerde yapılacak her tür sahtekârlık, bu 750 kişinin vereceği raporlar temelinde temize çıkarılabilecekti. Seçimlerde 15 milyon civarında seçmen, 6200 civarında seçim merkezinde oy vermeye çağrıldı. 334 gruptan 7648 aday 275 sandalyeli meclise girmek için yarıştı. En son açıklamalara göre seçimlere katılım %70 civarındaydı. Bu oranın esas olarak Sünnilerin seçimlere katılmasına bağlı olarak arttığı tahmin edilmektedir. Seçimin geçici sonuçları açıklandıktan sonra, seçimde sahtekârlık yapıldığı iddiasıyla seçim komisyonuna 1500’den fazla itiraz ulaştı. Başta BM’nin Irak seçim komisyonu danışmanı olmak üzere uluslararası gözlemcilerin yaptığı açıklamalar seçimlerin uluslararası normlara uygun olduğu yönündeydi. Kuşkusuz ki bu uluslararası normları da belirleyenler esasta işgalci güçler ve destekleyicileriydi. Uluslararası normlara göre işgal altında yapılan seçimler de uygun görülüyordu böylece… Buna rağmen itirazların çokluğu ve seçimlerin “demokratik, adil ve özgür” olduğunun gösterilmesi için de olsa Seçim Komisyonu oyların yeniden sayılmasına karar verdi. Buna paralel olarak uluslararası heyetler de kontrol görevlerini yerine getirmeye çalıştılar. Tüm bu gelişmelerin sonucunda 15 Aralık seçimlerinin sonucu ancak 19 Ocak 2006’da açıklandı. 21 Ocak tarihli gazetelere yansıyan sonuçlara göre seçimlerde milletvekili, ya da meclisteki 275 sandalyenin dağılımı şöyledir: “Birleşik Irak İttifakı (Şii) 128, Kürt İttifakı 53, Irak Uyum Cephesi (Sünni) 44, Irak Ulusal Listesi (Allavi, laik) 25, Ulusal Diyalog Cephesi (Sünni) 11, Kürt İslam Birliği 5, Uzlaşı ve Özgürlük Bloğu (Sünni) 3, Risaliyun (Şii, Sadr hareketi) 2, Vatansever Rafidain Partisi (Hristiyan) 1, Irak Türkmen Cephesi 1, Mithal el Alusi (Sünni) 1, Yezidi Hareketi 1…” (Hürriyet, 21 Ocak 2006) Bu seçim sonuçları bir kez daha oy verenin değil oy sayanın belirleyici olduğunu gösteriyor. Sonuç adeta eczacı tartısı ile ölçülmüş kadar dengeli bir sonuç: Şiiler Şiilerin toplumdaki oranına uygun, çoğunluğa sahip ama parlamentoda tek başlarına karar alacak durumda değil. Kürtler toplumdaki varlıklarına uygun oya sahip, ancak bağımsız Kürdistan’ı dayatacak durumda değiller. Şiilerle ortak hükümet kurabilirler ama bu hükümet üçte iki çoğunluğa sahip değil… Sünniler de Şiilerle koalisyon kurabilir, ama bu bileşenli bir hükümet de üçte iki çoğunluğa sahip olmayacak. Yani her üç toplumsal grup da hükümette temsil edilmeli! Seçim sonuçları gelişmeleri belirleyecek üç ana gücün siyasi karar mekanizmasına katılımının sağlanması hesabına uygun olan, bir grubun diğerine karşı egemenlik taslama durumunda olmayacağı, herkesin herkese ihtiyaç duyacağı bir sonuçtur; ABD’nin istediği bir sonuçtur. Peki üç grubun karar mekanizmasına katılımı sağlanabilecek mi? Bunun yanıtı yapılan, yapılacak olan pazarlıklarda ortaya çıkacaktır. Üç grubun karar mekanizmasına katılımının sağlanamadığı koşullarda çelişkiler, sorunlar derinleşecektir. Bu durum ise aslında Irak-Güney Kürdistan’da gelişmelerin tarafların uzlaşması ve işgalcilerin isteği doğrultusunda olma olasılığını içerdiği gibi, iç savaşa doğru ilerleme olasılığını da barındırmaktadır. Daha da kötü duruma düşmemek için de sözkonusu güçler uzlaşma yolunu seçme görüntüsü vermektedir. Şimdilik görünen o ki, taraflar Şii-Kürt ve Sünni kesimin ortaklaşa kuracağı bir “birlik hükümeti” konusunda hemfikirdirler. Detayları, somut konulardaki anlaşmaları nasıl olacak, onu da açığa çıktığında öğreneceğiz. Parlamentonun açılışı, hükümetin kuruluşu, cumhurbaşkanının seçilişi… Hepsinden de önemlisi anayasadaki değişiklik tartışmaları ve bilumum önceden çözülmeden kalan sorunların varlığı önümüzdeki süreçte Irak-Güney Kürdistan’daki gelişmeleri belirleyecektir. İşgalcilerin “geçiş takvimi”ne göre son adımlar atılsa da, işlerin daha da karmaşıklaştığı açıktır. Açık olan bir şey de işgalin ve işgale karşı direnişin ve savaşın sürdüğüdür. Kısacası Irak-Güney Kürdistan’da her şey mümkündür… 21 Ocak 2006 ▲ “Kahrolsun DTÖ!” - HONG-KONG - B u slogan, 13-18 Aralık 2005 tarihlerinde Hong Kong’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) 6. Bakanlar Konferansı’nı protesto eden kitlenin attığı sloganlardan biriydi. Çoğunluğu köylülerden oluşan, göçmen işçilerin, sendikaların, kadın hakları savunucularının, öğrencilerin de içinde yer aldığı DTÖ karşıtları, gerçekleştirdiği eylemlerde DTÖ ve IMF gibi örgüt ve kurumların dağıtılmasını da talep etti. Kimi protestocular da haklı olarak DTÖ’nün aldığı kararların köylüleri öldürdüğünü tespit edip dünyanın egemenlerinin belirlediği kararları protesto etmek için Hong Kong’ta olduklarını açıkladılar. “Kahrolsun DTÖ”, “DTÖ dağıtılsın” vb. taleplere bakıldığında emperyalistlerin dünya üzerindeki egemenliklerine karşı ezilenlerin haklı taleplerinin dile getirildiği görülmektedir. Evet DTÖ kahrolsun ve dağıtılsın… Peki ama DTÖ kahrolup dağıtıldığında emperyalistlerin dünya üzerindeki egemenlikleri son mu bulacak? Emperyalizme bağımlı ülkelerde işçilerin, köylülerin yaşam koşulları daha mı iyileşecek? Ya da yılda 30 milyon kişinin açlıktan ölmesi engellenecek mi? Bu tür sorulara verilecek tek cevap vardır: Hayır! Emperyalistlerin şu ya da bu örgütü ya da kurumunun varlığı ya da yokluğu dünya üzerindeki gerçekleri, sömürücülerin, talancıların egemenliği gerçeğini ortadan kaldır- maz. DTÖ ya da IMF dağılır yerine bir başka kurum, örgüt geçirilir. Bu gerçeklik, dünyanın ezilenlerine, “büyük insanlığa” mücadelelerini sadece şu ya da bu emperyalist kuruma karşı değil, emperyalizme, bir bütün olarak sömürü sistemine karşı vermeleri gerektiğini göstermektedir. Evet, dünya üzerindeki zenginlik, ürün çokluğu, tekniğin gelişmesi vb. vb. insanlık tarihinde şimdiye kadarki en yüksek düzeyine varmıştır. Kimi verilerin ortaya koyduğu gibi son 12 yıllık süreçte dünya üzerindeki ticaret üç kat artmıştır. Dünya nüfusunun 6.5 milyar olduğu günümüzde, 12 milyar insana yetecek bir zenginliğe sahip dünya… Bu zenginliğin esas kaynağı, üreticisi işçiler, köylüler, tüm emekçiler. Zenginliğin üzerine oturanlar ise bir avuç sömürücü, soyguncu, asalak! Bu zenginlik var ama, egemenlerin resmi açıklamalarına göre bile 850 milyondan fazla insanın açlık sınırında yaşadığı, yılda 30 milyon insanın açlıktan dolayı yaşamını yitirdiği, üç milyar civarında insanın da yoksulluk sınırında yaşadığı bir dünyada yaşıyoruz. Kimi burjuva sosyologlar bile çağımızda her şeyin azami kâr hesabı temelinde ele alındığını, her şeyin kârlarının daha da çoğaltılmasına bağlı kılındığını tespit etmekte, DTÖ ve IMF gibi emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarının insanları tahrip eden kurum ve kuruluşlar olduğunu kabul etmektedirler. Bunlar için de esas so- panorama run mücadeleyi şu ya da bu kuruma karşı mücadeleye sıkıştırmak ve asıl sorumlu ve suçlunun düzenin kendisi olduğunu gözlerden gizlemeye çalışmaktır. Gerek DTÖ karşıtlarının büyük bölümünün mücadeleyi sadece emperyalistlerin belli kurumlarına karşı yürütmesi, gerekse de sözkonusu kurum ve kuruluşları eleştiren, dağıtılmasını isteyen “aydın”ların birleştiği ortak nokta, sistemin kimi sivri uçlarına karşı mücadele etmektir. “Büyük insanlığın” çıkarlarını savunmak, kitlelerin mücadelelerini doğru yola kanalize etmeye ve bilinçlerini sömürü sistemine karşı mücadele edecek düzeye yükseltmeye çalışma görevini tüm devrimcilerin önüne koymaktadır. Mücadelelerin militan yanına sahip çıkmak, bu mücadelelerin sistemiçi mücadeleler olduğu gerçeğinin üzerini örtmemelidir. 6. BAKANLAR KONFERANSI… DTÖ 6. Bakanlar Konferansı, yukarıda da değindiğimiz gibi 13-18 Aralık 2005 tarihleri arasında gerçekleşti. Sözkonusu konferansın gündeminde genel olarak ticaret ilişkilerinde “liberalleştirme”, yani emperyalistlerin sınırsız talan özgürlüğünün tüm alanlarda gerçekleştirilmesi vardı. Öne ç ı k a n ise , 20 03 y ı l ı nd a Meksika/Cancun’daki 5. Bakanlar Konferansı’nda üzerinde anlaşamadıkları tarım ürünleri ihracatının sübvansiyonu meselesiydi. Tarım ürünlerini sübvanse eden ve bağımlı ülkelerin tarım üretimini yokeden, milyonlarca köylünün yaşamını felç eden güçlerin başında ABD ve AB geliyordu. Cancun’da Brezilya, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelerin başını çektiği ülkelerin, ABD ve AB’nin sübvansiyonları kaldırması yönlü taleplerini dayatması sonucu 5. Bakanlar Konferansı başarısızlıkla bitmişti. Cancun konferansı sonrası dönemde emperyalist güçler DTÖ’nün merkezini pazarlıklar alanına çevirdi ve kendi aralarında anlaşmaya doğru kimi adımlar attılar. 6. Konferans öncesinde İngiltere Başbakanı Blair ABD ve AB’ye çağrı yaparak, özellikle tarım ürünleri sübvansiyonları bağlamında adım atmalarını, aksi halde 6. konferansın da başarısızlıkla sonuçlanacağı uyarısında bulundu. ABD emperyalizminin DTÖ üyesi ülkelerin büyük bölümüyle anlaşmaları olduğu olgusuna dayanarak esas olarak önemi tarım alanındaki pazarların açılmasını sağlayacak anlaşmaya verdiğini açıkça ortaya koydu. Gerek konferans öncesinde, gerekse de konferans sürecinde egemen olan yaklaşım, Cancun benzeri bir sonuçtu. Fakat son anda, öncelikle ABD ile AB arasındaki pazarlıklarda taraf ların tarım ürünleri sübvansiyonu bağlamında tavır değiştirmeleriyle bir anlaşmaya varıldı. D Buna göre, gelişmekte olan, geri kalmış ülkeler (bunlar esas olarak bağımlı ülkeler) sanayi ve hizmetler sektöründe emperyalist güçler lehine daha da çok liberalleştirmeye evet demişlerdi, kapılarını sonuna dek açma durumu kalmadığı yerde, menteşele- DTÖ NEDİR? ünya Ticaret Örgütü, uluslararası ticari ilişkileri denetleme, “serbest ticaret” ilişkileri temelinde bağlayıcı kurallar ortaya koyarak uluslararası ticareti örgütlemenin çatı örgütü olarak kurulmuştur. Kendileri “serbest ticaret” ilişkileri temelinden bahsetseler de, gerçekte ticaretin belirleyici gücü emperyalistlerdir. Başta da ABD, AB, Japonya ve Kanada DTÖ içinde belirleyici rol oynamaktadırlar. Kısaca söylenirse DTÖ, emperyalist büyük güçlerin çıkarlarını savunmanın uluslararası kurumlarından biridir. Adı üzerinde: Ticaret örgütü! Kuruluşu, “Uruguay Görüşmeleri” denen ve 1986’dan 1994’e kadar süren GATT (Gümrük Tarifeleri Anlaşması) üzerine pazarlıkları sürecinde 15 Nisan 1994’te ilan edildi. Bu süreçte GATS (Ticaret ve Hizmet Sektörü Anlaşması) ve TRIPS (Patent Hakkı Anlaşması) gibi anlaşmalar da imzalandı ve bu iki anlaşma 1.1.1995’te yürürlüğe girdi. GATT 1947’den beri varolan bir anlaşma olduğu için zaten yürürlükteydi. Bu anlaşmaların 1.1.1995’de yürürlüğe girmesi nedeniyle DTÖ’nün varlığı da bu tarihten itibaren kabul edilmektedir. DTÖ’ye 148 devlet üye ve 30 civarında ülke de gözlemci statüsündedir. Emperyalist güçler içinde Rusya DTÖ’ye üye değil. Üye olma görüşmeleri sürüyor ve öncelikle de ABD şimdilik Rusya’nın üyeliğini engelleme rolü oynuyor. 30 civarında ülke de DTÖ’ye üye olmaya çalışıyor. DTÖ’nün organları ise şöyledir: Bakanlar Konferansı, (şimdiye kadar 6 konferans gerçekleşti), GATTKonseyi, GATS-Konseyi, TRIPSKonseyi, Genel Müdür. DTÖ’nün merkezi Cenevre’de bulunuyor. DTÖ’nün bir de Genel Konseyi bulunuyor. Bu konsey içinde IMF, Dünya Bankası, AB ise AB-Komisyonu aracılığıyla, BM ve UNCTAD (BM’nin Ticaret ve Kalkınma Konferansı), FAO (Beslenme ve Tarım Örgütü) gibi örgütler gözlemci olarak yer almaktadır. ABD, AB, Japonya, Ka nada, Avusturalya gibi güçlerin dünya ticaretinin %81’ini ellerinde tutmalarının doğrudan sonucu, bunların DTÖ’nün kararlarını da belirlediği gerçeğidir. Bu güçler içinde de öne çıkanlar ABD emperyalizmi ile AB’dir (bunun içinde de Almanya ve Fransa). Tezler halinde söylersek: a) DTÖ emperyalist güçlerin, devletlerin emperyalizme bağımlı, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelere kendi çıkarlarını, siyasetlerini dayatmanın bir aracıdır. Bu bağlamda çelişki emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındadır. b) DTÖ içinde egemen olan emperyalist güçlerin kendi aralarında da çıkar farklılıkları ve çelişkileri vardır. c) Dünyanın kim tarafından ne kadar talan edileceği, kimin nereye egemen olacağı bağlamındaki emperyalistlerin kendi aralarındaki bu dalaş, aynı zamanda bağımlı ülkelerin egemenlerinin güçleri oranında bu dalaştan yararlanmasına da imkân sunmaktadır. d) İster emperyalist devletlerin egemenleri olsun, isterse de bağımlı ülkelerin egemenleri olsun, DTÖ çerçevesindeki pazarlıklar ve anlaşmaların hepsi de işçilere, köylülere, tüm emekçilere karşıdır. Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluşunun, amacının temelinde daha fazla kâr, soygun, talan yatmaktadır. Tüm elde edilen kârlar, gerçekleştirilen, gerçekleştirilecek talanlar, dünya işçilerinin, köylülerinin, emekçilerinin sırtına binilerek gerçekleştirilmektedir. DTÖ, başta emperyalistlerin olmak üzere, tüm sömürücülerin, kapitalistlerin çıkarlarını savunan bir kurum-kuruluştur… ▲ riyle birlikte söktüler… AB ve ABD emperyalistleri de istedikleri gibi girip çıkacaklar, talan edilebilecek ne varsa alıp götürecekler. Gümrük bağlamında da bağımlı ülkelere az da olsa taviz verilmeye zorlanıldı ama esas olarak yine emperyalistlere sözkonusu bağımlı ülkelerin pazarları, yatırım alanları ve imkânları daha da çok sunulma durumundadır. Daha önce anlaşmazlığın esas nedeni olan tarım ürünleri ihracatı sübvansiyonları bağlamında üzerinde anlaşılan nokta, sübvansiyonun 2013 yılına kadar aşamalı olarak kaldırılmasıdır. Sonuçta kazanan yine öncelikle ABD ve AB olmak üzere emperyalist güçler olmuştur. Bu konferansta anlaşabilmelerinin önemli bir nedeni, Hindistan ve Brezilya’nın tavırları olmuştur. Bu iki ülkenin egemenleri bu konferansta, –kendi çıkarları gereği tabii ki– temsil ettikleri iddiasında oldukları “güney yarımküre” ülkelerinin çıkarlarını sattılar… DTÖ içinde görüşmeleri, anlaşmaları önemli ölçüde etkileyecek katman içine dahledildiler. Konferansta tartışılan birçok sorunda anlaşmalar sağlanmadı ama emperyalist güçler için anda öne çıkan ve önemli olan konu(lar)da ilerleme sağlanmıştır. Şimdi, konferans sonrası dönemde yürütülecek pazarlıklarda, somut detayların ortaya konması ve daha çok açılan sınırsız talan özgürlüğü pastasından kime ne düşeceğinin sonlandırılması amaçlanmaktadır. Mart ayında Cenevre’de toplanması istenen Genelkonsey toplantısının ikinci Hong Kong olabileceği söylenmektedir. ABD bu görüşmelerin 2007 yaz aylarına kadar bitirilmesini isterken AB ticaret temsilcileri 2010 yılına kadar pazarlıkları sürdürmekten yana olduklarını açıkladılar. Sonuçta 10 binden fazla DTÖ karşıtı protestocunun eylemleri, bu sefer başarıya ulaşamadı. Egemenler kendi aralarında anlaştılar. “NAMA” adı da verilen sanayi ürünleri, hizmet sektörü, kalkınma ve tarım ürünleri alanında çalışan işçilere, köylülere, emekçilere kapitalistlerin yeni saldırılarının temelini attılar. Dünyanın egemenleri kendi çıkarlarına uygun davranıyorlar. Sorun dünyanın anda ezilen, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan işçilerin, köylülerin, emekçilerin kendi çıkarlarına uygun davranıp davranmadığıdır. “Büyük insanlığın” çıkarı, kapitalist sömürücü sisteme, emperyalizme karşı birliğinde ve devrim için ortak mücadelesindedir, kurtuluşu da kendi ellerindedir. 22 Ocak 2006 ▲ 25 halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Kosova’nın “nihai statüsü” ne olacak? K osova’nın statüsünün ne olacağı üzerine pazarlıklar Birleşmiş Milletler (BM) düzeyinde yeniden başlatıldı… Nihai statü tartışmalarının içeriği Kosova’nın emperyalistlerin diktesiyle “bağımsız” bir devlet, ya da Sırbistan-Karadağ’a bağlı bir özerkliğe sahip olup olmayacağıdır. Bu tartışmada bilince çıkarılması gereken ilk gerçeklik, Kosova’nın andaki statüsü veya durumunun, NATO’nun 24 Mart 1999’da –hem de uluslararası hukuku çiğneyerek– şimdi adı “eski” olarak anılan Yugoslavya’ya saldırması ile başlattığı savaşın doğrudan ürünü ve sonucu olduğudur. BM Güvenlik Konseyi, 10 Haziran 1999’da aldığı 1244 sayılı karar ile Kosova’nın statüsünü de belirlemişti. Buna göre uluslararası hukuka göre Kosova, şimdiki adı Sırbistan-Karadağ olan, eski Yugoslavya’nın geriye kalan esas bölümüne aittir. Pratik olarak da kısaca formüle edilirse Kosova’nın statüsü, NATO’nun ve BM’nin işgali ve koruması altında olma durumudur. Bilince çıkarılması gereken ikinci bir gerçeklik ise, Kosova bağlamında tartışılanın esas olarak Kosova-Arnavut halkının bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren ulusal sorun olduğudur. Kosova’nın andaki statüsü bile, emperyalist güçlerin veya emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarının önderliğinde, yönetiminde ulusal sorunun gerçekte çözülmesinin mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. KİMİ HATIRLATMALAR… 26 Eski Yugoslavya’nın parçalanmasına yönelik emperyalist çabaların doğrudan bir parçası olarak gündeme getirilen ve başını ABD emperyalistlerinin çektiği NATO güçlerinin Yugoslavya’ya saldırı-savaşı; “yaşanan insanlık dramını durdurmak”, “insan haklarını korumak”, “Yugoslav güçlerinin Kosova’daki etnik temizliği durdurmak” vb. açıklamalarla haklı çıkarılmak isteniyordu. Sırp şovenleri, emperyalistlerin doğrudan müda ha lesiyle BosnaHersek, Hırvatistan vb. kesimlerin Yugoslav ya’dan kopmasına karşı Kosova’nın da kopmasını engellemek için Kosova Arnavut halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmış, Arnavutlara karşı ulusal baskının dozunu yükseltmişti. Bu baskılara “etnik temizlik” siyaseti ve uygulamaları da eşlik ediyordu. Sırp şovenlerinin Arnavutlara karşı yürüttüğü bu ulusal baskı, tepki olarak Arnavut milliyetçiliğinin de gelişmesini beraberinde getirmiş ve Kosova’nın bağımsızlığı talebiyle ortaya çıkan silahlı güçler kısa zamanda halk içinde destek bulmuştu. Emperyalist güçler de bu güçleri kendi siyasetlerini uygulamak için desteklemiş, Kosova’da çatışmalar bir iç savaşa dönüşmüştü. Emperyalist güçler yapılan görüşmelerde Kosova ve Yugoslavya temsilcilerine kendilerinin istediği temelde bir barış anlaşması dikte etmeye çalışmıştı. Bu dikte edilmek istenen anlaşma Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunması koşuluyla Kosova’ya geniş özerklik tanıyan bir statüyü içeriyordu. Kosova adına görüşmelerde bulunan temsilciler, gerçekte bağımsızlık isteseler de bu anlaşmaya imza attılar. Yugoslavya temsilcileri ise, sözkonusu anlaşmada dikte edilmeye çalışılan NATO ordu güçlerinin garantör güç olarak Kosova’ya yerleştirilmesi tavrının, Yugoslavya’nın devlet bağımsızlığını açıkça reddettiği gerekçesiyle anlaşmayı imzalamadı. 24 Mart 1999 tarihinde NATO güçlerinin Yugoslavya’ya karşı bombardımana başlaması da gerçekte “etnik temizliğe son verme”, “insan haklarını savunma” vb. vb. amaçlara varmak için değil, Yugoslavya’yı hizaya getirme saldırısıydı. Sözkonusu saldırı savaşı döneminde sınıf bilinçli işçilerin, komünistlerin tavrı, emperyalistlerin sahtekârlıklarını ortaya koyan bir tavırdı. Sözkonusu tavırlar yaklaşık yedi sene sonra, bugün de doğruluğunu aynen korumaktadır ve dünkü gibi günceldir… Sözkonusu tavırların bazıları şöyleydi: “Emperyalist güçlerin, Yugoslavya’da ‘barış’ istedikleri, barış için savaş yürüttükleri vb. iddiaları doğru değildir. Onların istediği gerçek bir barış değil, ulusların eşitlik temelinde, kendi özgür iradeleri ile gerçekleştirecekleri bir birlik ve barış değil; emperyalistlerin kendi çıkarları gereği dikte ettikleri, sınırlarını ve şartlarını kendilerinin dikte ettiği emperyalist bir ‚barış’tır. Savaş emperyalistler için gerçekte gayet ‚kârlı’ bir olgudur. Silah satışı bugün dünya ticaretinde en önemli kâr alanlarından biridir. Ve şimdi Yugoslav yöneticileri barışa zorlamak adına yürütülen bu savaşta da, emperyalistler ordularını ve silahlarını kullanarak, büyük kârlar edecek, büyük yeni kârların kapısını açacaklardır. Emperyalist güçlerin ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’, ‘insan hakları’ vb. savunma adına konuşmaya hiçbir hakları yoktur. Her birinin ‘insan hakları’ vb. konulardaki suç dosyası, en az Sırp şovenistlerinin dosyası kadar kabarıktır. NATO’nun insan hakları ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı adına Yugoslavya’ya müdahalesi büyük bir ikiyüzlülük ve sahtekârlıktır. (…) O halde sorun insan hakları vb. değil, çıplak emperyalist çıkarlardır! Batılı emperyalistler açısından, onların her dediğini yerine getirmeyen Yugoslavya yönetiminin cezalandırılması gereklidir! NATO, uluslararası alanda yeni rolünün ne olduğunu bütün ezilenlere göstermek zorundadır! NATO batılı emperyalist güçlerin vurucu gücü olarak, batılı emperyalist güçlerin dikte ettiği ‚dünya düzeni’ne aykırı davranan her güce cezasını vermeye hazır ve muktedirdir! Yugoslavya’ya yapılan saldırının göstermek istediği budur! Bu dünyada hiçbir güç batılı emperyalist güçlerin dikte ettiği ‚çözümler’ dışında bir çözüm ararsa, sonunda insan hakları, ulusların kendi kaderini tayin hakkı vb. adına NATO’nun birleşik askeri güçleri tarafından cezalandırılacaktır! Söylenmek istenen budur! Verilen mesaj budur!” Bu satırlar 1999 Mart ayında yazılmıştı ve aradan geçen yaklaşık yedi senelik süreçte, emperyalistlerin ve kurumlarının tavırları, edimleri hep yeniden bu tespitlerin doğruluğunu ortaya koydu. Gerçekten de emperyalist güçler için, onların askeri bir gücü olan NATO için de esas mesele “insan haklarını” savunmak, “ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinden yana olmak” değildir. Onlar için temel mesele, kendi emperyalist çıkarlarıdır. Onların çıkarlarının temel alındığı bir siyasetin, bu siyaset temelinde de yine onların çıkarlarının savaş aracılığıyla savunulmasının sözkonusu olduğu yerde, ulusal sorunun gerçek çözümü, ezilen ulusun kendi kaderini özgürce tayin etmesi de mümkün değildir. Kosova’daki gelişmeler Mart 1999’da yapılan şu tespitleri de onaylayan gelişmelerdir. “Bu saldırı, Yugoslav yönetimine emperyalistlerin dikte ettiği barış anlaşmasını imzalatma hedefine varmasa bile bir şeyi başaracaktır: Kosova’da Sırp ve Arnavutlar arasında savaşın daha da boyutlanması, değişik milliyetlerden Kosovalıların, zaten önemli ölçüde tahrip olmuş birlikte yaşama imkânlarının uzun süre için bütünüyle ortadan kalkması; Sırp faşistlerinin bu arada ‚etnik temizlik’ eylemlerini daha da boyutlandırması, sonuçta Kosova’nın bugünkü statüsünün artık taşınamaz duruma gelmesi…” Mart-Haziran 1999 sürecinde emperyalistlerin Yugoslavya’ya yönelik savaşının sonucunda, Yugoslavya yönetimi dikte edilen anlaşmayı imzaladı. Bunun sonucunda Sırp şovenlerinin, faşistlerinin Kosova’da Arnavutlara yönelik ‚etnik temizlik’ saldırıları, ardından yüzbinlerce kurbanı bırakarak son buldu. Ama tam da bu “etnik temizlik” saldırıları Kosova’da değişik milliyetlerden halkların birarada yaşama imkânlarını, uzun süre için bütünüyle ortadan kaldırdı. Kosova Sırp burjuvazisine karşı gerçekte bağımsızlığını elde edemeden ve halkların kardeşliği için bu bağlamda ulusal sorun çözülmeden dindirilen savaş, Kosova’da bu sefer Arnavutların Sırp ve Romanlara ve diğer milliyetlerden insanlara karşı başlattığı “etnik temizliğe”, yeni bir ulusal çatışmaya dönüştü. Dünün ulusal baskısı altında inleyenleri –Arnavutlar–, şimdinin ezenleri olmuştu. Bir ulusal sorun çözülmeden, bir başkası gündeme gelmişti… Arnavutların gerçekleştirdiği “etnik temizlik”, Sırp ordu güçlerinin Kosova’dan çekilmesinden sonra Kosova’ya yerleşen NATO ordu güçleri ve BM’nin yöneticilerinin “gözleri” önünde, kontrolleri altında gerçekleşiyordu… Tüm gelişmeler Stalin’in şu tespitlerini doğruluyordu: “Yeni bağımsız ulusal devletlerin oluşumu, milliyetlerin barış içinde birarada yaşamalarına yol açmadı ve açamazdı da; bu çözüm ne ulusal eşitsizliği ne de ulusal baskıyı ortadan kaldıramadı ve kaldıramazdı da, çünkü özel mülkiyet ve sınıfsal eşitsizlik üzerine yükselen yeni burjuva devletler: a) Kendi öz ulusal azınlıklarına baskı yapmaksızın (…); b) Kendi topraklarını komşuları zararına genişletmeksizin, ki bu çatışmalara ve savaşlara yol açar(…); c) Emperyalist ‚büyük’ güçlere mali, ekonomik ve askeri olarak boyun eğmeksizin varlıklarını sürdüremezler.” (Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, İnter Yayınları, sayfa 111) Eski Yugoslavya’nın içinden çıkan devletlerin ve Kosova’nın durumuna baktığımızda karşımıza çıkan gerçeklik tam da Stalin’in burada ortaya koyduğu görüşlere uygun bir gelişme göstermiştir. Bu gerçeklik ise, ulusal sorunun gerçek çözümünün emperyalist güçlerce sağlanmasının mümkün olmadığını, Kosova somutunda bir kez daha ortaya koymaktadır. “NİHAİ STATÜ” TARTIŞMALARI… Kosova’nın statüsü bağlamındaki durum, esas olarak BM Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararıyla belirlenmiştir. Özerk bölge olarak Kosova Yugoslavya’ya –şimdiki adı SırbistanKaradağ– aittir. BM tarafından belirlenen ya da dikte edilen bu durum Kosova Arnavut halkı tarafından aslında istenmeyen bir durumdur. Kosova Arnavut halkının büyük bölümü Sırbistan-Karadağ’dan bağımsız bir Kosova devletinden yanadır. Sırbistan-Karadağ yönetimi ise esas olarak özerkliğe evet, ama bağımsızlığa hayır tavrı içindedir. Bu bağlamda varolan çelişkinin yeniden bir savaşa dönüşmemiş olması esasta BM ve NATO güçlerinin Kosova’daki varlığı sonucudur. Emperyalist güçler Kosova’da değişik milliyetlerden halkların birlikte yaşama imkânının uzun süre için ortadan kalktığının bilincindedirler. Kosova Arnavut halkının çoğunluğunun ve yönetiminin bağımsızlık talebi ile Sırbistan yönetiminin bu talebe hayır tavrını kullanmaya çalışmaktadırlar. BM’nin Kosova’nın statüsü üzerine yeniden görüşmelere başlaması için ileri sürdüğü koşulların başında sürgün edilen Sırpların, Romanların vd. geri dönmesi ve insan haklarının BM ölçülerine uygun şekilde yerleşmesidir. Bu iki koşulun yerine getirilmediği emperyalistlerin kendileri için de açıkça ortadadır. 1999 Haziran ayından sonraki süreçte 200.000’den fazla Sırp ve diğer milliyetlerden insan sürgün edilmiştir. 2500 civarında insan Arnavut milliyetçileri tarafından öldürülmüş veya kaybedilmiştir. 60 bin ile 100 bin arasında insan ise gettolaşmış ve sözkonusu bölgelerden çıkmaya çekinmektedir. Çünkü can güvenliği yok ve milliyetçi Arnavutların hedefi durumundadırlar. 2004 Mart ayında gerçekleşen pogromdan kaçan 4000’den fazla insanın büyük çoğunluğu BM yönetimine rağmen yerine geri dönememiştir. BM’nin kendi ölçülerine göre bile ele alındığında, aslında Kosova’nın “nihai statüsü” konusunda görüşmelerin şimdi başlatılmasının mümkün olmadığı söylenebilir. Ama onlar başlatıyor! BM’nin Kosova’daki sömürge valisi Sören Jessen-Petersen 27 Mayıs 2005 tarihinde Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Kosova’nın statüsü üzerine görüşmelerin başlaması için sözkonusu önkoşulların, andaki tempo devam ederse yerine getirilmiş olacağını belirtip pazarlıklara başlanmasının işaretini veriyordu. BM Kosova Özel Temsilcisi olarak atanan Karl Eide de Jessen-Petersen’in raporunu temel alarak 2005 Ekim ayı başında Kofi Annan’a sonuç raporunu sundu. BM Güvenlik Konseyi sözkonusu raporu gözönüne alarak Kosova’nın “nihai statüsü”nü belirlemek için görüşmelerin başlatılmasına karar verdi. Görüşmeleri yürütmek için de Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari atandı. Ahtisaari bu yıl içinde Kosova ve Sırbistan yönetimini ortak noktada buluşturmaya çalışacak. Kuşkusuz ki bu arada BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden Rusya ve Çin’in de görüşlerini almak zorunda kalacak… Yazımızın girişinde de tespit ettiğimiz gibi sorun, Kosova’nın SırbistanKaradağ’dan ayrılıp emperyalistlerin denetiminde “bağımsız” bir devlet mi olacak, yoksa geniş çaplı haklara sahip özerk bir cumhuriyet, bölge olarak mı kalacak sorunu ikileminde ele alınmaktadır. Bu temelde soruna bakıldığında ve özellikle Kosova’da Arnavut halkı ile diğer milliyetlerden insanların birlikte yaşama ortamlarının, birbirine karşı güvenlerinin uzun süre için ortadan kalktığı gerçeği ve yaklaşık yedi yıllık süreçte NATO ve BM yönetiminde Kosova’da devlet kurumlarının oluşturulduğu da bilindiğinde; sonucun Sırbistan-Karadağ yönetiminin isteğine uygun geniş çaplı haklara sahip bir özerklikle sonuçlanması, ancak Kosova yönetiminin “bağımsızlık” talebinden vazgeçmesi ve emperyalistlerin kendilerine uygun görüp dikte ettikleri görüşleri onaylamasıyla mümkündür. Sırbistan yönetiminin Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasına onay vermesi esas olarak beklenmemelidir. Onay verirse eğer, bu da esas olarak emperyalistlerin dayatmaları sonucu olacaktır. Kosova’nın “nihai statüsü” tartışmalarının başladığı şu sıralar Karadağ’ın Nisan ayında “bağımsızlık” için referanduma gideceği yönlü tartışmalar da Sırp yönetimine gözdağı vermenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Tarafların ortak noktada uzlaşmaları ya da uzlaşmamaları durumunda da Kosova’nın gerçek bağımsızlığı meselesi gündemde kalacaktır. Kosova’nın “nihai statüsü”nün BM tarafından “bağımsız” bir Kosova devleti olarak sonuçlandırılması ihtimali ise, kimi emperyalistlerin temsilcilerini endişelendirmektedir. Örneğin AB’nin dışişleri siyasetinin şefi ve İspanyol kökenli Javier Solana Kosova’nın Bask ülkesi için örnek oluşturmasından kaygı duyduğunu açıkça ilan etti. Sadece Bask ülkesi için değil duyulan kaygılar… BM eğer Kosova’ya kendi kaderini tayin etmeyi ayrılma hakkı olarak tanırsa, o zaman bu hakkın, kendi devletini kurmak isteyen Korsikalılara, Uygurlara, Kürtlere, Çeçenlere ve diğerlerine tanınmamasının da, tanınmasının da sorun olacağını savunanlar var. Bu durumda Balkanlarda da karışıklıklar çıkabileceği yönlü kaygıları var… NATO ordu güçlerinin ve BM yönetiminin Kosova-Misyonu’nun zaman sınırının olmadığı bilindiğinde Kosova’nın “nihai statüsü”nün pazarlıklarının da uzayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Pazarlıkların başlatılmasına paralel Kosova’da saldırı eylemlerinin giderek çoğalması, bu sefer Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) yerine Bağ ımsız Kosova Ordusu (UPK) adıyla bir askeri gücün ortaya çıkması gibi olgular ise yeniden çatışmaların gündeme gelebileceğine işaret etmektedir. Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılması emperyalistle- rin çıkarlarına uyarsa, çatışma, savaş ortamı yaratılır ve istediklerini yine “insan haklarını savunma” adına gerçekleştirirler. Savaş, silah satışı, yıktıktan sonra imar ihaleleri ve kâr demektir onlar için… Sadece bu da değil. Kosova’nın kömür rezervleri zengin. Şimdilik ispat edilen rezervler 8.3 milyar tonluk rezervdir. Bir bu kadarının daha da olabileceği tahmin edilmektedir. Bunun, Avrupa’daki en büyük kömür rezervi olduğu söylenmektedir. Yine Kosova’da önemli oranda bakır üretilmektedir ve rezervinin de yüksek olduğu söylenmektedir. Krom ve altın madenlerinin olduğuna da dikkat çekilmektedir. Sözkonusu altın ve krom madenlerinin bulunduğu bölgede yeraltı madenlerini arama hakkı, sömürge valisi Jessen-Petersen tarafından 21 Ocak 2005 tarihinde ihaleye çıkarıldı ve ilk iki gün içinde 600 civarında ilgili kendini kayıt ettirdi. BM’nin Kosova’daki yönetimi bu satıştan 13 milyar euro elde etmenin hesaplarını yapmaktadır. Kosova’da petrol yok ama başka madenler var… BM’nin atadığı Ahtisaari’nin öngörüşmelerinin ardından 25 Ocak 2006 tarihinde resmi görüşmeler başlayacak. BM ve Güvenlik Konseyi’nde de yeni pazarlıklara şahit olacağız. Görüşmelerin ve pazarlıkların hangi sonuçla kapanacağını şimdiden söylemek mümkün değil. Ama çıkacak sonuç ne olursa olsun, emperyalistlerin dikte ettiği çözümün Kosova somutunda da ulusal sorunu gerçekte çözmeye muktedir olamayacaktır. Sırbistan-Karadağ halklarının bu konudaki görevi, kendi yönetimlerinin Kosova Arnavut halkına karşı ulusal baskı uygulamasına ve Kosova’nın bağımsızlığına engel çıkarmasına karşı mücadele etmeleridir. Kosova Arnavut halkının görevi de hem Arnavut milliyetçiliğine karşı ve Sırp, Roman ve diğer milliyetlerden insanlarla birlikte yaşamanın imkânlarını yaratmak için; hem de emperyalistlerin Kosova’dan defolması için mücadele etmesidir. Halkların kardeşliğine giden yolun değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin birlikteliği ve ortak mücadelesini yaratmak olduğu; her ulustan işçi ve emekçilerin “kendi” burjuvazisine karşı öncelikle mücadele vermesi gerektiği; emperyalistlerin hiç bir çözümünün işçi ve emekçilerin sorunlarına gerçekte bir çözüm olmadığı yaşanan tüm deneyimler tarafından tekrar tekrar onaylanmış gerçeklerdir. Ulusal sorunun gerçek çözümü için de kapitalizme karşı, devrim için mücadele olmazsa olmaz önkoşuldur. 18 Ocak 2006 ▲ 27 klasiklerimizden öğrenelim Komünist Partisi Manifestosu’ndan KARL MARX – FRIEDRICH ENGELS “ … Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayakbağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir, ve bu ayakbağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkileri, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli darlaşmıştır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçleri ve neslinin çoğalması için gerek duyduğu gıda maddelerinden ibaret oluyor. Ama bir metanın, ve dolayısıyla emeğin de fiyatı, kendi üretim maliyetine eşittir. Dolayısıyla, işin iğrençliği arttığı oranda ücret azalıyor. Dahası, makine kullanımı ve iş bölümü hangi oranda artıyorsa, ister çalışma saatlerinin uzatılması ile, ister belli zamanda çıkarılması gereken işin artırılması ile, ya da ister makinelerin hızının arttırılması, vb. ile olsun, işin kütlesi de aynı oranda artıyor. dern sanayi ne denli gelişirse, erkeğin emeğinin yerini o denli kadınınki alır. Yaş ve cinsiyet farklılıklarının işçi sınıfı için herhangi bir toplumsal geçerliliği yoktur. Artık yalnızca yaş ve cinsiyetlerine bağlı olarak değişik maliyetleri olan iş araçları vardır. Fabrikatör tarafından sömürülmesi son bulup ücretini nakit ola- Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak adamları da yaratmıştır, — modern işçileri— proleterleri. Karl Marks, Nisan 1867 28 kitlesel olarak yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha çok yönlü ve daha büyük bunalımlar hazırlayarak, ve bunalımları önleyen araçları azaltarak. Burjuvazinin feodalizmi yere serdiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir. Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak adamları da yaratmıştır, — modern işçileri— proleterleri. Burjuvazi, yani sermaye, hangi oranda gelişiyorsa, iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi artırdığı sürece iş bulan proletarya da, modern işçi sınıfı da aynı oranda gelişiyor. Kendilerini parça parça satmak zorunda olan bu işçiler, bütün öteki ticaret nesneleri gibi, bir metadırlar, ve bunun sonucu olarak, aynı zamanda rekabetin bütün iniş çıkışlarına, pazarın bütün dalgalanmalarına açıktırlar. Yaygın makine kullanımı ve işbölümü yüzünden, proleterin işi, tüm bağımsız niteliğini, ve bunun sonucu olarak da işçiler için tüm çekiciliğini yitirmiştir. Kendisi makinenin salt bir eklentisi haline geliyor ve ondan beklenen yalnızca en basit, en tekdüze ve en kolay edinilen hüner oluyor. Dolayısıyla, işçinin neden olduğu giderler, hemen tamamıyla, kendi bakımı Modern sanayi, ataerkil ustanın küçük atölyesini sanayi kapitalistinin büyük fabrikası haline getirmiştir. Fabrikaya tıkılmış işçi yığınları askerler gibi örgütlendirilirler. Sanayi ordusunun basit erleri olarak bütünlüklü bir subaylar ve çavuşlar hiyerarşisinin komutası altına sokulmuşlardır. Yalnızca burjuva sınıfının ve burjuva devletin kölesi olmakla kalmıyorlar, makine tarafından, denetleyici tarafından ve, hepsinden çok, tek tek burjuva imalatçılarının kendileri tarafından gün be gün, saat be saat köleleştiriliyorlar. Bu despotluk, hedefinin kâr olduğunu ne denli açıkça ilan ederse, o denli bayağı, o denli nefret uyandırıcı, o denli öfke yaratıcı oluyor. El emeğinin içerdiği hüner ve güç harcaması ne denli az olursa, bir başka deyişle, mo- Friedrich Engels, 1856 rak alır almaz, burjuvazinin öteki kesimleri, ev sahibi, dükkancı, rehinci, vb. Çullanır. Şimdiye kadarki küçük orta tabakaları —küçük çapta ticaret ve sanayi ile uğraşanlar, ve rantiyeler, zanaatçılar ve köylüler— bütün bunlar, kısmen kendi küçük sermayelerinin modern sanayiin işletmesi için yetersiz kalması ve büyük kapitalistlerle rekabette yenik düşmeleri yüzünden, ve kısmen de bunların özel hünerlerinin yeni üretim yöntemleri karşısında değerini yitirmesi yüzünden, giderek proletarya düzeyine düşerler. Böylelikle proletaryaya ahalinin bütün sınıflarından katılımlar olur. Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer. Doğmasıyla birlikte, burjuvaziye karşı mücadelesi başlar. …” (Komünist Partisi Manifestosu ve Komünizmin Temel İlkeleri, İnter Yayınları, sayfa 45-47) gündem YENİ TCK’NIN KİMİ YANSIMALARI ÜZERİNE Y eni TCK 26 Eylül 2004 tarihinde TBMM’de kabul edildi. TCK taslağı, ilk tartışıldığında holding medyası “devrim” niteliğinde yasa olduğunu manşetlerine taşıdı. Siyasi iktidar, TCK’nın kamuoyunda tartışılmaya başladığı anda, zinanın suç olması gerektiğini ve bunun da TCK’ya girmesi gerektiğini gündeme getirdi. Siyasi iktidar karşıtı cephe ve kemalistler zina tartışmasını gündemlerine taşıdılar. AKP hükümetinin gündemi değiştirmesi işe yaramıştı. Bu toz duman bulutu içerisinde, yeni TCK’nın tartışılması unutturuldu. Zina tartışması, yeni TCK’daki tuzak maddelerinin tartışılmasına engel oldu. TBMM’de kabul edilen 5237 sayılı yasanın, 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girmesi kararlaştırıldı. Yürürlük tarihi yaklaştıkça, medyanın bir bölümü bu tuzak maddeleri keşfetti! Yeni TCK, medyanın nasırına bastığı için seslerini yükseltmeye ve değişmesi gereken maddelerin listesini çıkarmaya başladılar. Medya, Basın Konseyi aracılığıyla hükümet yetkilileri ile görüşmeye başladı. Hükümet, Yeni TCK’nın yürürlüğe gireceği 1 Nisan’dan bir gün önce, yürürlüğünün iki ay ertelenmesini kararlaştırdı. Siyasi iktidar, medyanın eleştirdiği kimi maddelerin değiştirileceğini söyledi. Sonuçta sadece kimi kelimeler değiştirildi. 1 Haziran 2005 tarihinde yeni TCK yürürlüğe girdi. Yeni TCK 345 maddeden oluşmaktadır. Bu yasa da iddia edildiği gibi, insanın hak ve özgürlüklerini temel alan bir yasa değildir. Bu yasa devletin çıkarlarını temel alan ve merkeze koyan bir yasadır. Bu yasa 8 aydır yürürlüktedir. Sekiz aylık dönemdeki uygulamalar yeni yasa ile bir şeyin değişmediğini göstermektedir. İfade özgürlüğünü sınırlayan eski TCK’daki 159. Maddenin karşılığı olarak, yeni yasada 301. Madde düzenlenmiştir. İlgili madde şöyledir: “Madde 301- (1) Tü rk lüğ ü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (Asliye Ceza) (2) T ü r k i y e C u m h u r i y e t i Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (Sulh Ceza) (3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır. (4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluştur- maz.” Bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor. Bu maddeye göre, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Süryaniler vb. toplulukların aşağılanması ‘suç’ teşkil etmez. Bu durumda Türklüğün aşağılanmasının suç olarak kabul edilmesi karşısında Kürtlerin de, Lazların da vb. kendileri için bir düzenleme isteme hakları ortaya çıkar. Bu maddeye göre; bir başka ulus “aşağılanınca” suç olmuyor, yalnız Türklük sözkonusu olunca dava açılabiliniyor! Bu maddenin en sonuna eklenen “düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” cümlesi hiç bir anlam ifade etmiyor. Çünkü bu ülkede, sisteme muhalif olan, siyasi iktidarın uygulamalarını eleştiren düşünceler ‘hakaret’ ve ‘küçük düşürme’ olarak algılandığı için davalar açılmaktadır. 1 Haziran’dan bu yana 301. Maddeden 166 dava açılmıştır. Sonuçlanan davalardan altısı mahkumiyet ile sonuçlanmıştır. Eski 159. Maddeden açılan davalar ile birlikte bu sayı toplamda 800’e yaklaşmaktadır. Yeni yasanın da özgürlükleri ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı 8 aylık uygulamalar ile kanıtlanmıştır. 301. madde gündemde olduğu için tartışılıyor. Temel hak ve özgürlükleri sınırlayan bir dizi madde var. Örneğin 305. Madde… 305. Madde; “temel milli yararlara karşı fiillerde bulunmak maksadıyla veya bu nedenle, yabancı kişi veya kuruluş- lardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kendisi veya başkası için maddi yarar sağlayan vatandaşa, üç yıldan on yıla kadar hapis ve on bin güne kadar adli para cezası verilir. Yarar sağlayan veya vaat eden kişi hakkında da aynı cezaya hükmolunur.” diyor… Türk hakim sınıflarının ortaya koydukları kırmızı çizgileri var! Bu kırmızı çizgileri eleştirdiğinizde, ‘suç’ işlemiş olursunuz! Ya da tabulara dokunduğunuzda, karşınıza bu vb. maddeler çıkar. Bu maddenin gerekçesinde; Türk ordusunun Kıbrıs’ta işgalci olduğunu söylemek, Ermeni soykırımın yapıldığını söylemek, yargılanmak için yeterli nedendir. Cezanın alt sınırı üç yıldır. Hakim takdir yetkisini kullanarak 10 yıla kadar ceza verebilir. Bu maddenin ilginç bir yönü daha var. Türkiye’de insan hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları var. Bu kuruluşlar, Türkiye dışındaki kimi kurumlardan mali destek görmektedir. Siyasi iktidar bunun önünü kesmek uygulanmamaktadır. Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmeler vardır. Anayasanın 90. Maddesine göre, uluslararası sözleşmeler yasalar üzerindedir. Bunların uygulanmasına öncelik verilmelidir. AİHM’nin Handysi kararında şöyle denilmektedir: “İfade özgürlüğü toplumun ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için esaslı koşullardan biri olan demokratik toplumun ana temellerinden birini oluşturur. İfade özgürlüğü salt lehte olduğu kabul edilen ya da zararsız ya da ilgilenmeye değmez bilgi ve düşünceler için değil ama ayrıca, devletin veya halkın bir bölümünün aleyhinde olan çarpıcı gelen rahatsız eden, bilgi ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir. Bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.” AİHM 1976 yılından beri tüm içtihatlarında, ifade özgürlüğü ile ilgili düşüncelerini açıklamaktadır. Türkiye ise AİHM’de tazminat ödemeye devam etmektedir. Yeni TCK basında yazıldığı gibi, için “maddi yarar sağlayan” maddeyi devreye sokarak hapis cezası vermeyi ön görmektedir. Bunu bir örnek ile açıklamaya çalışalım. İşkenceye karşı mücadele ve önlenmesi için bir proje geliştirilir. Bu projenin uygulanması için de mali desteğe ihtiyaç var. Yurtdışında bulunan hükümetdışı kimi kuruluşlar bu ve benzeri projelere mali destek vermektedir. Hakim sınıflar tam da bunu önlemek için bu gibi maddeleri devreye sokmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği yolunda, demokratikleştidiği söylenen ülkede eski uygulamalar devam etmektedir. Çıkarılan kimi yasalar da pratikte devrim niteliğinde bir yasa değildir. Yasada kavramların ve kurumların saygınlığı özel ceza maddeleri ile korunmaktadır. Sonuç olarak, yeni TCK bireyin hak ve özgürlüklerini temel almayan keyfiliğe açık bir yasadır. Salt ifade özgürlüğü açısından baktığımızda, belirsiz tanımlar yasaya damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla, bunlar değişik biçimde anlaşılıp yorumlanacak ve keyfi biçimde uygulanacaktır. Sekiz aylık uygulama bu tezimizi doğrulamaktadır. Görev, böylesi yasaların kaldırılması için mücadele etmektir. 22 Ocak 2005 ▲ 29 ☺ ibretlik haberler B ir kimlik tar tışmasıdır yürüyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın or taya attığı, Kürt sorununu “üst kimlik” üzerinden çözme “manevrası” üzerine kıyamet koptu. İşin nasıl başladığını, nasıl geliştiğini burada uzun uzun anlatmayacağız. İsteyen dergimiz sayfalarında yeralan yazıda gelişmeleri öğrenebilir. Ancak tar tışmanın nasıl yürüdüğü, yürütüldüğü konusunda yukarıdaki kupüre dikkatinizi çekmek istedik. Başbakanın Avustralya’nın Sydney dolaylarında yaptığı bir açıklamanın kupürü yukarıdaki kupür… Recep Tayyip Erdoğan “Herkes alt kimliğiyle övünsün” diyor… Haber bu minval üzre…Ancak bu alt, üst vaziyetleri sokakta nasıl yankı buluyor? Hiç düşündünüz mü?! Biz düşündük… Veee muhabirimiz Muhit tin’i sokağa gönderdik. “Plaza”da otura otura canı sıkılmıştı garibin. Gitti, çeşitli kesimlerin görüşlerini aldı. İşte onlardan bazıları: Sey fo Gunek ( İşsiz): Walla biz alt qimligimizle övünüyorux. Encax biz ne zeman qimligimizle övünüyorux, o zeman jandarma tarafından dövülüyorux. Şimdi biz ne yapacagix, bilmiyorux… Aybüke Türkoğlu (Memur): Alt kimlik neymiş? Utanmazlar! Memleketin başka meselesi kalmamış da milletin altıyla üstüyle uğraşıyor sunuz… Bu ne biçim yayıncılık tır, bu ne biçim basındır! Memleketi böööle bööööle böleceksiniz! Böldürtmeyiz… Alt kimliğe verecek bir tek çakıl taşımız yok! Ömer Dinibütün (Tüccar): Efendiimm, Allah’ın selamı üzerinize olur inşallah. Alt kimlik deyince bunun bir de üstü oluyor. Bu işin altı da üstü de bir değil mi? Üst kimliği olan bizler övünmeyecek miyiz? Kim söylemiş bu lafı dedin? Başbakan mı? Tabii ki efendim övüneceğiz… Övünmesek dövünecek tik az daha ev velallah… Tay yar Kazma (Siyasetçi): Kimlik diye diye memleketi bölüyorlar… “Bugün kimlik, yarın vatan!” Bu olmaz! Çek kırmızı çizgiyi… Çek tin mi? Yav kardeşim içki için değil, kimlik için… Hayır içki yerine kimlik içelim demiyorum. Yav kırmızı çizgiyi içki satan mekânların sokaklarına niye çekiyor sun? Çekme bırak içelim, kime ne? Kan içelim, kin içelim; şey kan kırmızı şarap içelim… Karıştı… Bu karışıklığın sebebi olan bu hükümet gitmelidir. Memlekete kimlikle övünmek değil, seçim lazımdır! Hem de en erkeninden… Şakir Sarıkırmızı ( İş bulsa çalışacak da): Alt kimliğim olsa övüneceğim “Yatırımcılar bu ülkeye gelerek yatırım yapmak istiyor. baba, yok, yok… Ha; bi kimliğim var: Gassaraylılık… Ancak bu kimlik alt diiil, üst! Hat ta en üst! Cimbomluğa kim “alt” der se der sini alır baba!… En Fakat bazı kişiler 'vatan elden gidiyor' diye büyük cimbom, başka büyük yok! Anadın mı baba! değerlendirme yapıyor. Bir defa daha söylemek istiyorum: Coşkun (Ulusal tecavüzcü): Tabii övünüyoruz kardeş… Bi şüphen filan Gerek yerli, gerekse küresel sermaye ile görüşürüz. mı vardı icabında?! Birileri bir zamanlar 'Hasan almaz, basan alır' diyordu. Necmet tin Sırfsakal (Emekli): Ne demek bu şimdi? Övünmek de neyin nesi? Fasa fiso… Dini bütün bir insan bu lafı etmez… Kimliğimizin altı üstü Evet Hasan almıyor zaten, basan alıyor.” yok tur, iyi müslümanlık vardır. İyi müslümanın içi de dışı da, altı da üstü de birdir Recep Tay yip Erdoğan Hayriş … (…): Valla bi kimliğim var, üstünde resmim var. Ay çok çirkin çıkmışım… Valla polis kontrolünde göstermeye bile utanıyorum ayol… N’ool— T.C. Başbakanı — muş dedin kimliğime? Altına bakalı çok oluyo, hatırlamıyorum, desem… Niye altına bişey olma ihtimali mi var?… Ay değiştirilme ihtimali olsa daaa iyi… Güzel bi resim çek tiririm bari… ● “Alt övün, çalış, güven!” SÖZ MECLİSTEN DIŞARI… ERİ AYIN KUPÜRL ● Bir bu eksikti! Türkiye gariplikler ülkesi! Yok, yok; olmayan da oluyor! Sanal dua sitesi gibi. Yokmuş, bir eksiklik giderilmiş! Ne diyelim, din teknolojiden böyle de yararlanıyor! Bu arada, “sanal beddua sitesi”nin de pek yakında açılması şaşırtıcı olmaz! 30 ● Ne biçim ülke bu? Evet, ne biçim ülke? Herşey baskı altında… İşçi ve emekçi baskı al tın da, Kürt ler ve diğer ulus ve milliyetler baskı altında, Alevilik gibi mezhepler baskı altında, kadın baskı altında, genç baskı altında, çocuk baskı altında… vb. vb. Bunlar ciddi baskılar… Bir de başka –ciddi olmayan, benzetme– baskılar var: “Kurufasulyenin pilav üzerindeki baskısı” gibi… Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener bu baskılara bir başkasını eklemiş: “Rakı şarabı baskı altında tutuyor”muş… Baskıcı toplumun içkindeki yansıması da böyle oluyor demek ki! İlk anda bunun iktidar dalaşının bir yansıması olduğunu da düşünmedik değil… “80 yıllık statükocu rakının iktidar tekelini korumak için liberal ve Avrupalı/Avrupacı şaraba yönelik baskısı” gibi bir teori hiç de ters durmaz! Bu durumda en iyisi şarapçılar baskıları dile getirsinler, haklarını hukuk yoluyla arasınlar. Sonuç çıkmazsa AİHM’e kadar yolu var. AİHM dediysek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi anlaşılmasın. Avrupa “İçki” Hakları Mahkemesi… Yok mu böyle bir mahkeme… Eee, o da Avrupa’nın eksiği, n’apalım! ● Doğru söze ne denir? Nasıl olmuşsa doğru bir söz söylemiş Livaneli… Gerçekten de TBMM gereksiz bir kurum… Sorunun çözümü için Livaneli’nin önerisi hiç fena bir öneri değil… “Liderin dediğinin olduğu” sistemde bu kadar vekile gerek yok. Ama sorun yine de çözülmez. Bu sefer de gereksiz liderler üzerine konuşulacak. En iyisi gerekli bir iş yapmalı, TBMM’den kurtulmalı! Ama kökten çözmek gerekli… Gereksizliklerden kurtulmanın başka yolu yok çünkü! Y Yeni Dünya İçin Çağrı’yı destekle! eni Dünya İçin Çağrı siyasi bir gazete. Ülkemizde siyasi gazete çok sayıda var. Özellikle sermaye medyasının elinde bir çok gazete bulunmakta. Bunların hepsinin ortak özelliği var olan sömürü ve baskı düzenini savunmak onu hoş göstermektir. Sermaye basını işçilerin, emekçi gençlerin, emekçi kadınların ve emekçi köylülerin sorunlarının dile getirilmesi, onların çıkarına bir siyasi çizginin izlenmesi için değil, yalnızca ve yalnızca sermayenin çıkarları için uğraşıyorlar. Sermaye basının arkasında büyük paralar, büyük sermayedarlar var. Bu yüzden onların maddi açıdan işçilerin ve diğer emekçilerin desteğine pek ihtiyacı yok. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi sermaye basının tam tersine işçilerin ve emekçilerin haklı mücadelesinin bir sesi, onların davalarının bir bayrağı. Yeni Dünya İçin Çağrı işyerlerinde her gün patron baskısı altında sınıf bilinci kinlenen, grev ve diğer direnişlerde onurlu mücadeleye atılan, sendikal örgütlülüğüne sahip çıkan, sendikal mücadelenin demokratik ve devrimci bir seviyeye yükseltilmesini savunan işçilerin sesidir. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, emperyalist bar- barlığın tek alternatifi olan sosyalizmi kurma ve yeni bir dünya yaratma çağrısıdır! Yeni Dünya İçin Çağrı demokratik bir lise eğitimi, demokratik, özerk ve bilimsel ilkeleri temel alan bir yüksek eğitim mücadelesi veren üniversite gençliğinin basındaki temsilcisidir. Yeni Dünya İçin Çağrı yaşam temellerini her gün daha fazla kâr dürtüsü ile büyük oranda yok eden, işçi ve diğer emekçilerin beslenme araçlarını kimyasal zehir deposu haline getiren, işçilerin ve diğer emekçilerin sağlığını ancak ticaret aracı olarak gören kapitalist sömürü düzeninin reddidir. Yeni Dünya İçin Çağrı insanın insanca yaşayacağı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratma çağrısıdır! Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi, işçi ve diğer emekçi kadınlar üzerinde estirilen cinsiyet baskısına, onun aşağılanmasına karşı mücadelenin, işçi ve emekçi kadınların hayatın her alanında eşit haklara sahip olmasının tutarlı bir savunucusudur. Yeni Dünya İçin Çağrı her türden milli ve dinsel baskının, imtiyazların tutarlı bir düşmanıdır. O, her türden milliyetlere ve dine bağımlı insanların birarada, kardeşçe ve eşit haklara sahip özgür bir dünyada yaşamalarının taraftarıdır. Yeni Dünya İçin Çağrımız bu amaçları doğrultusunda yayın hayatını tüm güçlüklere, sermayenin devletinin baskılarına ve maddi zorluklara rağmen sürdürmektedir… Bu sesten sermayenin güçleri, sermayenin devleti, polisi, yargı organları korkmaktadır. Yeni Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güçler ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar. Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde kararlıdır. Çağrımız sana işçi arkadaş! Bu bayrağın, bu sesin daha da güçlendirilmesi gereklidir. Yeni Dünya İçin Çağrı senin gazeten, senin davan, senin mücadelendir. O’nu destekle, O’na bağış ver! Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi senin desteğinle, senin bağışın ve maddi yardımınla sermaye basının karşısına daha gür bir sesle çıkacaktır. Bağış kampanyasına katıl! Yeni Dünya İçin Çağrı yayın hayatını tüm güçlüklere, sermayenin devletinin baskılarına ve maddi zorluklara rağmen sürdürmektedir… Bu sesten sermayenin güçleri, sermayenin devleti, polisi, yargı organları korkmaktadır. Yeni Dünya İçin Çağrı’nın güçlenmemesi için bu güçler ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar. Bu yüzden gazetemize ağır para cezaları yağdırıyorlar. Bizi böyle yıldıracaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar! Yeni Dünya İçin Çağrı haklı mücadelesinde kararlıdır. Aşağıda Yeni Dünya İçin Çağrı'yı susturmak için açılan davaların ve cezaların bir listesini yayınlıyoruz: Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan davalar: İstanbul 5 Nolu DGM . 2001 / 145 Esas, ÇAĞRINisan 2001- 46. Özel Sayı: “1 Mayıs’ ta Devrimci Saflara“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2-son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL. sı Ağ. Para Cezası Karar Yargıtay tarafından ONANADI. *** ( AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 4 Nolu DGM . 2001 / 102 Esas, ÇAĞRI -Mart 2001- 42. Özel Sayı: Sayfa 17: “Ulusal Baskılara Son“ başlıklı yazı. TCK. nun 312/2son Maddesi., KARAR Aziz ÖZER: 2.871.000.000 TL. sı Ağ. Para Cezası Karar Yargıtay tarafından ONANDI. *** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 2 Nolu DGM. 2002/ 190 Esas, ÇAĞRI- Haziran 2002- 6. Sayı: Sayfa 5-6-7: “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi..” Sayfa 17: “Halkımıza” başlıklı yazılar., 3713 sayılı yasanın 6/2son mad. 5680 sayılı Yas. Ek 2/1. mad., KARAR Aziz ÖZER: 218.103.000 TL. sı Ağır Para Cezası (15 Gün Kapatma) Karar Yargıtay tarafından ONANDI. *** (AİHM. ne Başvuru Yapıldı) (Para cezası Ödeniyor) İstanbul 2 Nolu DGM. 2003/ 285 Esas ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm..” başlıklı yazı., TCK. nun 312/2-son maddesi 5680 sayılı Yas. Ek 2/1. mad. Son durum: Dosya İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ ne gönderildi. Yargılama bu Mahkemede 2004 / 1197 Esas sayılı dosya üzerinden yapılıyor. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu DGM.) 2005/ 40 Esas, ÇAĞRI- Ocak 2005- 1. Sayı: Arka kapak “Cezaevlerindeki Tecritle İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad. Görevsizlik kararı verildi. Dosya İstanbul Asliye Ceza Mahkemesine gönderildi) Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2004/ 305 Esas ÇAĞRI- Şubat 2001-42. Özel Sayı: Sayfa 13-16: “Operasyonland” ve ”Cezaevlerine Devlet Saldırısı“ başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER TCK. nun 159/1. maddesi, Aziz ÖZER hakkında, TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 1 Yıl Ağır Hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 854 Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da. Dosya No: 2004/ 269 Esas ÇAĞRI- Ekim 1999- 27. Sayı: Sayfa 17: “Cezaevinde Yargısız İnfaz…“ başlıklı yazı. ÇAĞRIOcak 2000- 30. Sayı: Sayfa 29: “ Bu Kadarı da Olmaz” başlıklı yazı. Sanık: Aziz ÖZER - TCK. nun 159/1. maddesi. Son durum: Aziz ÖZER hakkında TCK. nun 159/1. maddesi gereğince 2 Yıl hapis cezası Yargıtay’ ca bozuldu. Yeniden yapılan yargılama sonucu – Aziz ÖZER- 907 Milyon Tl. sı Ağır Para cezasına mahkum edildi. Karar-Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da. Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2002 / 375 Esas ÇAĞRI- Haziran 2002- 57. Sayı: Sayfa 18-26 “Şövenist Çenelerini tutmayı Bilmeyen…” ve “ABD nin Taşeronu, TC. Ordusu” başlıklı yazılar. Sanık: Aziz ÖZER - Sevk maddesi: TCK. nun 159/1. maddesi Son durum: Yargılama devam ediyor. Dosya No: 2002 / 204 Esas ÇAĞRI- Şubat 2002- 53 Sayı: Sayfa 12 “Susma, Devrimci tutsakların Taleplerini sahiplen“ başlıklı yazı. TCK. nun 159/1. maddesi , KARAR Aziz ÖZER: 6 Ay Hapis Cezasına mahkum edildi. Karar Temyiz edildi. Dosya Yargıtay’ da BOZULDU. Yeni Dosya No: 2005 / 420 Esas Tuzla Sulh Ceza Mahkemesi 2003 / 671 Esas ( Afiş davası ) Sanık: Aziz ÖZER: TCK. 536. maddesi. Karar: Para cezasına Mahkumiyet-tecil. (Yargıtay’ da bozuldu) İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi: Dosya No: 2003 / 938 Esas , ÇAĞRI- Temmuz 2003- 7. Sayı Sayfa 12: “Gülbahar’ a Saldırı Hepimizedir “ başlıklı yazı.. Dosya No: 2003 / 1192 Esas, ÇAĞRI- Eylül 2003- 70. Sayı Sayfa 12: “ Tecavüzü Yapana Değil,Yazana dava “ başlıklı yazı.. Karar: Aziz ÖZER hakkında …Para cezasına mahkumiyet kararı verildi. Dosya No: 2004 / 64 Esas, ÇAĞRI- Ekim 200371.Sayı: Sayfa 3-5 “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm “ başlıklı yazı.. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 65 Esas, ÇAĞRI- Kasım 200372.Sayı: Sayfa 3-5 “Irak’ta İşgal Ortaklığına Hayır“ başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 162 Esas , ÇAĞRI-Aralık2003-.Sayı: Sayfa 4-5 “AKP. nin Ampulü Kimin için yanıyor” ve Sayfa 8 “ 19 Aralık katliamını Unutmadık, unutmayacağız“ başlıklı yazılar. TCK. nun 159. maddesi Yazarlar: Mustafa DURMAZ – Ali Kamber KARAAĞAÇ ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer ❖ Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: [email protected] www.ydicagri.com ❖ Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul Hesap No: 1022 0 738654 ❖ Yurtdışı Temsilciliği: Güney Kitabevi Frohlinder Strasse 60 44577 Castrop-Rauxel Tel.: (02305) 542846 Fax: (02305) 542845 ❖ SAYI: 97 · ŞUBAT’2006 ISSN 1301-692X97 ❖ Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro ❖ Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) ❖ Yayın Türü: Yerel Süreli Dosya No: 2004 / 1197 Esas , ÇAĞRI- Ekim 2003 / 9. Sayı: Sayfa 3-5: “80 Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 80 Yıl Faşizm.” başlıklı yazı. (İstanbul 2 Nolu DGM. den gelen 2003 / 285 esas sayılı dosya) TCK. nun 312/2-son maddesi Dosya No: 2004 / 1271 Esas, ÇAĞRI-Haziran2004-.79.Sayı- Sf. 10 “Enternasyonalizm Bayrağı İle Alanlara” başlıklı yazı. TCK. nun 159. maddesi Dosya No: 2004 / 1563 Esas (Çağrı- 2004 Eylül Sayısı) 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası. Dosya No: 2004 / 1570 Esas (Çağrı- 2004 Kasım Sayısı) 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: Aziz ÖZER: 500 Milyon TL. para cezası. Dosya No: 2005 / 24 Esas 5187 sayılı Basın Kanunun 4. ve 15. maddesini ihlal. Karar: 500 Milyon TL. sı Para cezası verildi. Dosya No: 2005 / 164 Esas, ÇAĞRI- Nisan2005-.Sayı:Sayfa 3-5 “Tarihle Yüzleşme Zamanı: Unutma mı? İnkar mı? Yazar olarak bildirilen ERKAN AKAY hakkında dava açıldı Dosya No: 2005 / 350 Esas, ÇAĞRI- Ocak 20051. Sayı: Arka kapak “ Cezaevlerindeki Tecritle İlgili Devrimci Tutsakların Basın Açıklaması” başlıklı yazı. 3713 sayılı yasanın 6/2-son mad. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ( 3 Nolu DGM.) 2005/ 40 Esas Görevsizlikle bu Mahkemeye geldi) 31