KIYAMET: ÖTE DÜNYA DÜZENİ
Transkript
KIYAMET: ÖTE DÜNYA DÜZENİ
ISSN: 2147-3862 Sayı: 406 – EKİM 2012 KIYAMET: ÖTE DÜNYA DÜZENİ “Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır; ama insanların çoğu bilmezler.” (A’raf, 187) Manipülasyon Nesnesi Haline Getirilen Toplumlarımız ATASOY MÜFTÜOĞLU “Sana ‘Saat’ten Soruyorlar” MEHMED DURMUŞ Kıyamet: Sorumluluk Bilincini Hatırlatan Gerçek MURAT KİRİŞCİ Dünya Ekininin Harman Yeri Kıyamet Aylık Dergi 6 TL BÜNYAMİN ZERAN Oruç Nefse Ceza mıdır? HÜSEYİN BÜLBÜL KitapçÔlarda DaåÔtÔm: Madve YayÔn DaåÔtÔm Prof. KazÔm æsmail Gürkan Cad. Üretmen Han. No: 22/3 Caåaloålu/æstanbul Tel: 0212.513 60 54 Fax: 0212.528 16 57 Selam İle Sizleri Allah’ın selamı ile selamlıyoruz... Değerli okuyucularımız! Dergimizde bu ay kıyamet konusunu işledik. Dünya hayatının bütün çekiciliği ile bütün insanlığı adeta yuttuğu, içinde biz Müslümanların da bir şekilde bu gayya düşüşünden etkilendiği bir dönemde elbette kıyameti hatırlamamız gerekiyor. Kur’an ölüm ötesine, daha doğrusu yeniden dirilişe, ahiret hayatına büyük önem vermektedir. Din’in özü neredeyse, ahiret hayatında düğümlenmektedir. Çünkü insanın dünyadaki bütün ödevleri, yapıp-ettikleri bu büyük akıbete yöneliktir. İmanı ve amelleri insanı ya ahirette felaha erdirecek, ebedî huzura erenlerden olacak, ya da iflas ettirecek, ebedi bedbaht olanlardan olacaktır. İslam, insanın kendisini “ahirete vererek” tamamen dünyadan el-etek çekmesini, ruhban hayatı yaşamasını istemez. Dünya elbette güzeldir, şerrin olduğu gibi hayrın da beşiğidir. Hayır burada işlenir, Allah’ın rızası burada kazanılır. Fakat dünyanın aldatıcılığı da yamandır. Dolayısıyla dünyaya ilişkin mistik sapmalara kapılmadan, ahiretimizi kazanmak durumundayız. Kıyamet bilinci her zaman bizde taze, dinamik olmalıdır. Dünyanın her bir köşesinde mazlumların, savunmasız insanların, kadınların ve çocukların kanını akıtan, yeryüzünü bütünüyle kendi tekellerine almaya çalışan katil, müstekbir ve zorbalar kıyamet günü Allah’a hesap verecekler. O gün, zalimlerin birer birer devrilecekleri gündür. Ama unutmamalı ki biz Müslümanların hesabı da oldukça çetin olacaktır. Çünkü yeryüzünün tamamı müslümanın bu küçük küresel köyde aktif rol üstlenmesine muhtaçtır. Yeryüzündeki katliamların ve zulüm- lerin hesabı Müslümanlara da sorulacaktır kuşkusuz. Değerli kardeşlerimiz! Kıyamet hakkında hemen her çağda bir ilme, aydınlatıcı bir burhana dayanmadan ulu-orta konuşan insanlar olagelmiştir. Öncelikle kıyamete vakit tayin etmeye yeltenmiştir bu insanlar. Hâlbuki Rabbimiz kıyametin vaktini hiçbir elçisine de bildirmemiştir. Bu gayb işi tamamen Allah katındadır. O’ndan başka kimse bilemez onun vaktini. Bu uğraşıların Allah katında hiçbir değeri yoktur. Müslümanlar, kıyametin vaktine değil, kıyametin kendisine yoğunlaşmalı, o gün vereceği hesabı düşünmelidirler. Kıyametin vaktine ilişkin boş uğraşılar da Müslümanları meşgul etmemelidir. Kıyamet aynı zamanda ‘din günü’dür. Yani o gün insanların, dünya hayatındayken yaptıklarının, yaşantılarının, bıraktıkları eserlerin hesabını verecekleri; mükâfatını ya da cezasını alacakları bir gündür. Din gününün maliki Cenabı Allah’tır. O gün sadece O’nun sözü geçecektir. Dünyada ilah ittihaz edinilen, rableştirilen beşer-tanrıların aslında sadece bir kuru isimlendirmeden ibaret oldukları o gün anlaşılacaktır. İlah sanılıp, şefaatine bel bağlanılan fânîlerin nasıl da sürüleştirdiği (kendileri de kolayca sürüleşen) yığınlardan kaçtığı, ortalıkta görülmediği herkes tarafından müşahede edilecektir. Fakat ahiret, pişmanlığın fayda etmediği bir yerdir. Pişmanlıklarımız burada olursa fayda verecektir. Allah’ın dışında hiç kimseyi ilahlaştırmamalıyız ki ahirette velimiz, şefaatçimiz Allah olsun. Din gününde hiç kimse kimseye şefaat edemeyecek, orada hiçbir alış-veriş geçerli olmayacak, hiçbir iltimas söz konusu olmayacaktır. Ölüm, kabir, kıyamet, yeniden dirilme, hesap, mahşer, sırat, cennet ve cehennemle ilgili halk muhayyilesinde yığınlarca yanlış bilgi depolanmaktadır. Bu bilgiler mutlak surette Kur’an süzgecinden geçirilmelidir. Bu andığımız ve başka gaybî konularda Kur’an’ın tasdik etmediği bilgi bilgi değil, zandır. Hangi kitapta yazarsa yazsın, Kur’an’da yazmadıkça iman konusu olamaz. Bu konularda titizlenen Müslümanlara karşı ısrarla ve kör bir inatla hadisleri öne çıkartan, “ama her şey Kur’an’da yazmaz ki!” diyen kimselerin din günündeki hesabı zor olacağa benzemektedir. Kendini Müslüman olarak tanımlayan bir insanın İslam’ın akidesini bu kadar sulandırmaya hakkı yoktur. Kıyametle ilgili, mesela onun zamanına, alametlerine v.b. yoğunlaşan insanlar, aslında belki farkına varmadan Allah’ın kıyametle ilgili mesajını, Kur’an’ın vurgusunu örtmektedirler. Çünkü insanların dikkatini kıyamete yani yeniden dirilişe, hesap vermeye, cehennem azabına ve cennet nimetlerini hak etmenin zorluğuna teksif etmek dururken, tamamen asılsız kabuksal işlere yöneltmek, din adına bir zulüm olsa gerektir. Bu hissiyatla sizleri dergimizle baş başa bırakıyor, Rabbimizden ilmimizi artırmasını diliyoruz. Kişinin anne-babasından, eşinden, kardeşinden ve çocuklarından kaçacağı gün gelmeden önce salih amellerimizi çoğaltmayı, hesap gününde yüzü ak olanlardan, amel defterini sağından alan, mesrur bir vaziyette ehline dönen müminlerden olmayı umuyoruz. Bir sonraki sayımızda buluşuncaya kadar selametle kalınız. İktibas YIL: 32 SAYI:406ekim 2012 ISSN: 2147-3862 KURUCUSU Ercümend ÖZKAN SAHİBİ Anlam Basın Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına Zafer ÇAM SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Hüseyin BÜLBÜL İçindekiler Selam İle .......................................................................................................1 Yorum Düşünce Kuruluşları ve Manipülasyon ...............................................4 Abdullah Pamuk Kavram Kıyamet ..................................................................................................10 Mehmed Durmuş Düşünce Manipülasyon Nesnesi Haline Getirilen Toplumlarımız ................15 YAYIN KURULU Mehmed DURMUŞ Abdullah PAMUK Yüksel İSMAİLOĞLU Atasoy Müftüoğlu İSTİŞARE KURULU Şükrü HÜSEYİNOĞLU Bünyamin ZERAN Mustafa ATAV Mustafa BOZACIOĞLU Kıyamet Alametlerinden Müslamanlık Alametlerine......................20 SANAT-EDEBİYAT Elif İSMAİLOĞLU Kur’an’ın Kıyamet İnancı ile Genel Kabul Gören Anlayışta Kıyamet. .................................................................................................25 Kıyamet: Sorumluluk Bilincini Hatırlatan Gerçek ...........................18 Murat Kirişci Mustafa Dünya Ekininin Harman Yeri Kıyamet .............................................23 Bünyamin KAPAK – DİZGİ – TASARIM İktibas Ahmed BASKI Bizim Repro Ltd. Şti. Büyük San. 1. Cd. No: 99/2 İskitler/ANKARA 0312 341 10 20 Mehmed YAYIN TÜRÜ Yerel Süreli Yayın YILLIK ABONE 2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar) Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL. Yurtdışı: 45 Euro E-Dergi (PDF): 30 TL. HAVALE İÇİN ANLAM Basın Yayın Ltd. Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08 TL için : 0015808 nolu hesap Euro için : 0041388 nolu hesap Yurt Dışı : Koksal Akyildiz Banka Adı : Sparkasse Essen Konto Nummer: 8157059 BLZ 36050105 IBAN: DE62360501050008157059 POSTA ÇEKİ HESABI Anlam Basın Yayın Ltd. Şti. Posta Çeki: 150179 İLETİŞİM Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61 Dergimizde yayınlanan yazılardan yazı sahipleri sorumludur. web: www.iktibasdergisi.com e-mail: [email protected] Bozacıoğlu Zeran Kalkan “Sana Saat’ten Soruyorlar” ...................................................................33 Durmuş Kur’an’a Karşı Bir Postmodern Gürültü: Görecelilik İddiası ...........41 Şükrü Hüseyinoğlu Bir Kitap - Bir Alıntı Kur’an’da Ahiret Âlemi .........................................................................45 Seyyid Kutub/Kur’an’da Kıyamet Sahneleri Çeviri Medeni İnsan ve Vahşi Arasındaki Savaş ..........................................53 Hamid Dabashi/Çeviren: Abdullah Metin Sanat – Edebiyat Sonbahara Serenat ................................................................................57 Mehmet Mortaş Sonsuzluğun Çağrısı .............................................................................58 Şehid Seyyid Kutub/Çeviren: Sümeyye Hamarat Kalk Hatun Kalk! Sensiz Çayın da Çorbanın da Tadı Olmuyor!....59 Sevcan Atav Uçsuz Bucaksız Yalnızlık .....................................................................61 Mehmet Akif Şahin Kulluk .....................................................................................................62 Mustafa Bozacıoğlu Mektuplara Cevaplar Oruç Nefse Ceza mıdır?......... ..............................................................63 Hüseyin Bülbül Gündem ......................................................................................................71 Çizgibas.......................................................................................................80 Yorum DÜŞÜNCE KURULUŞLARI VE MANİPÜLASYON ABDULLAH PAMUK H untington’ın “Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri, her ne kadar küresel sistemdeki değişimi ve bu değişim ve dönüşümün kodlarını batılı bir perspektif ve kavramlarla sunan entelektüel çalışmalar olarak değerlendirilse de bunlar, aynı zamanda manipülatif yönü ağır basan ideolojik metinlerdir de. 4 Dünya ve bölgedeki gelişmeleri yorumlarken, öncelikle, küresel ve bölgesel güçlerin temel politikalarını, yaşanılan kritik dönemdeki yeni denge arayışlarını ve pozisyonlarını bilmek; değişiklikleri mutlaka takip etmek gereği vardır. Bu temel bilgilerin yanı sıra söz konusu küresel ve bölgesel güç odaklarının amaçlarına hizmet eden, onların her türlü çıkarlarını azamileştirmek adına manipülatif-yönlendirici haberleri uluslar arası ve ulusal medya aracılığıyla gündeme taşıyanların tuzağına düşmemek; bahse konu bilgi kirliliğini aşabilecek bilince sahip olmak büyük önem taşır. Bu bağlamda medyanın yanı sıra düşünce kuruluşlarının ve manipülatif operasyonlar yapabilen diğer unsurların/enstrümanların nitelikleri ve işlevleri konusunda insanımızın uyarılması, gündeme taşınarak tartışılması ayaklarımızın yere sağlam basabilmesi için önemlidir… Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri, her ne kadar küresel sistemdeki değişimi ve bu değişim ve dönüşümün kodlarını batılı bir perspektif ve kavramlarla sunan entelektüel çalışmalar olarak değerlendirilse de bunlar, aynı zamanda manipülatif yönü ağır basan ideolojik metinlerdir de. Keza “İslamsız bir dünya” mümkün olmadığına göre başta ABD ve kıta Avrupa’sı olmak üzere Müslümanların nasıl kontrol edilebileceği, İslam algısının nasıl bulanıklaştırılacağı, kısaca kendi temel anlayışlarıyla uyumlu hale getirilebileceği, bunu başaramazlarsa Müslümanları nasıl birbirine karşı savaştırabileceğinin hesaplarını yapmaktadırlar. Bu bağlamda yeni din anlayışı ve bu yönde algı oluşturmaya çalışan stratejik vizyon sahibi odaklar açısından, yeni Türkiye, stratejik bir konuma ve misyona sahip bir ülkedir. Onlara göre yeni Türkiye, önce bölgesinde/ Ortadoğu’da, sonra da Asya içlerinde küresel güçlerle paralel hareket etmelidir; bu bahse konu güçlerin Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki hâkimiyetleri ve çıkarları açısından hayati öneme sahip bir gerekliliktir… Nitekim bu çerçevede Think-tank’lerin (T.T.) çok sayıda çalışması, ürettikleri teori ve geleceğe yönelik projeksiyonları gündeme taşınmıştır. Bununla da kalınmamış, Türkiye’nin değişim ve dönüşüm sürecini destekleyen düşünce ve proje üreten kuruluşların bir kısmının projeleri uygulamaya da girmiş bulunmaktadır. Ve söz konusu değişim ve dönüşüm sürecine destek veren yerel unsurlar, kurumsal kişilikler olduğu gibi daha çok bu sürece karşı çıkan, muhalefet eden statükocu unsurlar ve yerel işbirlikçileri de gündeme gelmiştir. Bilindiği üzere T.T.’lar; siyasal karar alıcıların ve yönetim kademesindeki üst düzey bürokratların en temel problemlerinden biri olan uzman görüşlerini sağlarlar. Siyasal karar alıcılar, yönettikleri toplumları, ilişki içinde oldukları devletleri, ortaya koydukları politikalar ve stratejileri, rekabet ettikleri ve/ veya hedeflerindeki ülkeleri, sosyolojik ve ideolojik unsurları/ yapıları ciddi olarak tahlile ihtiyaç duyarlar; aynı zamanda uyguladıkları politikaların uygun olup olmadığını, daha geçerli, alternatif politika ve stratejilerin neler olduğunu bilmek isterler. Bu ihtiyaç, özellikle belirli bir organizasyon düzeyini yakalamış güçlü devletler ve büyük yapılarda daha yoğun hissedilir… Yorum Diğer araştırma kuruluşlarıyla benzerlikleri olsa da T.T.’lar, üniversitelerdeki benzer merkezlerden, devlet ajanslarından, danışmanlık şirketlerinden, farklı özelliklere sahiptirler. Diana Stone’a göre bu farklılıklar araştırma gündemini bağımsızca belirleme; politik odaklı olma; kamu yararı gözetme; uzmanlık ve profesyonellik; ortaya konulan çıktılar şeklinde özetlenebilir. Her ne kadar, teoride T.T.’lar böyle lanse edilseler de daha yakından bakıldığında ve zamanla ortaya çıkan gerçeklikler farklı bir durumun olduğunu ortaya koymaktadır. Zaten ABD’nin de üçüncü nesil T.T.’lar, taraflı düşünce kuruluşları olarak nitelendirilmektedirler. Medya ilgisine de sahip olan bu kuruluşların politik analizlerini agresif pazarlama teknikleriyle birleştirerek çıkar gruplarıyla daha benzer özellikler göstermeye başladıkları da söylenebilir. T.T.’lar bir şekilde, özel şirketler gibi ürünlerini pazarlamak durumundalar. Bu çerçevede T.T.’lar düşünce üreten ve geliştiren ticari kurumlardır; lakin bunların ticari kuruluşlardan temel farkı, başarı kriterleridir: T.T.’ların başarı kriteri kar olmayıp siyasal karar alıcıları ve hedef kitleyi etkileme düzeyleridir. ABD’nde üç binden fazla, Avrupa’da ise on bin civarında düşünce kuruluşu bulunduğu bilinmektedir. Bu kuruluşlar devletlerin kontrollerinde faaliyet göstermekte ya da takip edilmekteler. ABD’ndeki T.T.’ların bazılarının her hangi bir ideolojiye, dünya görüşüne angajmanı olmadığı değerlendirilmesi yapılırken, gün geçtikçe bu kuruluşların, artan oranda, bir ideolojiye yakınlık duyma ve ideolojilerin savunuculuğunu yapma eğilimleri belirginleş- İktibas mektedir. Bunu gelişmelerin ve dünya dengelerinin zorladığı bir durum olarak okumak mümkündür. Dolayısıyla bazı uzmanlar, Amerika’daki düşünce kuruluşlarının çoğunu kiralık silahlar olarak ifade etmekteler. İsrail yanlısı, Çin yanlısı, Arap yanlısı, Demokrasi yanlısı, vb. T.T.’ların varlığından söz edilmektedir. Öğrencisiz üniversite olarak nitelenen, bilimsel araştırma ve hizmeti ön plana koyan ve prestijlerinin yüksekliğiyle ayakta kalan düşünce kuruluşlarını bile yakından incelediğimizde karşımıza çıkan manzara tahmin edilebilmekte. İdeolojik yönelimleri açıkça ortada olmalarına rağmen yine de kendilerini bağımsız organizasyonlar olarak niteleyen ve ortak çıkarları ön plana çıkaran T.T’lar ayrı bir kategoride değerlendirme zorunluluğu ortaya çıkmakta. Zira çıkar amaçlı düşünce kuruluşlarına benzeyen siyasi partiler ve çeşitli nitelikteki sendikalarla organik bağı bulunan organizasyonlar da söz konusudur. Ve bunlar bağlı bulundukları yapıların politik hedeflerine uygun yöntem ve söylemi üretirler; halkla ilişkiler uzmanları ve lobiler de aynı kategoride değerlendirilmektedirler. Türkiye’de ise düşünce kuruluşları dışarıyı taklitle başlamış ve öncelikle klasik anlamıyla düşünce kuruluşlarından çok üniversite içinde araştırma merkezleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Ancak, özellikle 2000’li yıllardan itibaren varlıklarını hissettirmeye başlayan T.T.’lar, değişen dünya ve bölge dengelerine uyum süreci bağlamında Militarist Cumhuriyet’ten Demokratik Cumhuriyet’e doğru evrilen sistemde, sol ve sağ kavramlarının giderek anlamlarını yitirmesiyle belirginleşmeye başlayan de- ğişimci-statükocu eksenindeki sistemiçi mücadele sürecinde bulundukları pozisyonlarına paralel olarak konumlanmışlardır. Siyaseti etkileme bağlamında ABD’ndeki demokratlar ve muhafazakârlara (Neo-Con) yakın duruşlarıyla daha çok gündeme gelen bu kuruluşlar değişim sürecine olumlu katkıları veya muhalefetleriyle işler görmüşler; uluslar arası güç odaklarının etkisine duyarlı medya kanalıyla da bunu topluma yansıtabilmişlerdir… Bilgi Kirliliği-Yönlendirici Operasyonlar ve Hatalı Algılar Değişen dünya ve bölge şartlarına paralel olarak Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinden uluslar arası çapta fonksiyon icra edenler ve bunlarla bağlantılı yerel düşünce kuruluşları; arka planlarındaki güç odaklarının gelecekle ilgili vizyonları ve beklentilerine göre bir duruş sergilemişlerdir. Dolayısıyla ideolojik bakış açılarına göre manipülatif-yönlendirici olumlu ya da olumsuz (muhalif) doğrultuda her türlü çalışmayı ortaya koymuşlardır… Hatırlatmaya çalışalım, söz konusu odakların, Türkiye’deki değişim süreci lehine veya aleyhine yayınlarıyla bu süreçte giderek sertleşen değişimci-statükocu mücadelesindeki pozisyonlarını… ABD ve Avrupa’daki değişik pozisyona sahip düşünce kuruluşları, sosyal ve ekonomik vakıflar, istihbarat örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarının (STK) imza attıkları faaliyetleri… Aynı zamanda 11 Eylül saldırılarının arka planının tartışıldığı bu vasatta, değişen dünya ve bölge dengeleri gereği “düşman konsepti” değişikliği de iyice belirginleşti. “Komünizm” 5 İktibas S özünü ettiğimiz küresel koalisyona göre, bölgemizde barışı tehdit eden yegâne devlet İran’dır. İran aynı zamanda sözde evrensel değerlerin sahibi batı medeniyetini de tehdit eden yegâne güçtür… Yorum yerine “İslam” küresel güçler tarafından düşman ilan edildi. Söz konusu küresel odaklar kısa bir süre sonra akıl hocalarının tavsiyelerine uyarak bu hatalı değerlendirmeyi revize etme gereği duydular. Sözde evrensel kavramlarla/Batılı değerlerle uzlaşmayı, paralel hareket etmeyi gelecek beklentileriyle uyumlulaştıran anlayışla, Kur’an merkezli/bütüncül İslam anlayışını birbirinden özellikle ayırmaya dikkat ederek ve kendi gelecekleri için yegâne tehdit olarak gördükleri bütüncül İslam anlayışını da terörle birlikte algılanmasına özen göstererek düşman konseptini netleştirdiler. Bilerek veya bilmeyerek küresel küfrün kurguladığı bu uluslar arası oyuna hareket zemini hazırlayan ve Kur’an’ın kesinlikle reddettiği “ilkesiz şiddeti”, reaksiyoner ve duygusal yaklaşımlarla her fırsatta gündeme taşıyanlar, maalesef küresel küfrün istediği vasatı oluşturdular. Ve küresel güçlerin tanımladıkları “küresel terör” ile de uluslar arası unsurların büyük bir kısmını etkileyen bir trendden çok bahse konu güç odaklarının bakış açısıyla içi doldurulmaya çalışılan ve yönlendirici araçlarla dünya kamuoyuna kabul ettirilmesi yolunda her türlü gayretin gösterildiği ideolojik bir savaş aracı olarak terör ile Müslümanların yan yana anılmasını sağladılar. Buna karşın küresel emperyalizm ve/veya küresel küfür ile çeşitli mülahazalarla paralel hareket eden malum unsurlara rağmen bu fasit döngünün mutlaka kırılması gerektiği çok açıktır. Bunun için Müslümanların organize bir şekilde terörün tanımını, küresel terörden ne anlaşılması gerektiğini ve teröre ilkeli bir karşı duruş hususunda bir inisiyatif ortaya koymaları 6 kaçınılmaz bir zorunluluktur. Aynı zamanda, hiçbir terör örgütünün kendi başına ayakta kalamayacağı, bu yapıların arkasında mutlaka destekçilerinin/ önünü açıcılarının bulunduğunu önce insanımızın, sonra da dünya kamuoyundaki vicdan sahiplerinin önüne getirmemiz bir görevdir. Bölgemizde barışı tehdit eden ve terörü bir yöntem olarak benimseyen ülkelerin başında hiç şüphesiz İsrail gelmektedir. Tabi ki kendi küresel ve bölgesel çıkarları için İsrail’i koruyan, cesaretlendiren bunların da ötesinde küresel terörün kaynağı olarak bu kavramı istismar edip Müslümanlar ve parça parça olmuş diğer toplulukları, terör silahını çift taraflı kullanarak vuran ABD ve benzerlerini de unutmamak gerekir. Gerçek, gören gözler için, vicdanını ve insanlığını unutmayanlar için bu kadar net olmasına rağmen uluslar arası güç odakları ve bunların yerli uzantıları adına çalışmalar yapan T.T’ların ürettikleri fikirler, raporlar, yayınlar ve koordineli çalıştıkları “medya” ile dünya kamuoyunda tam tersine bir algı oluşturabilmekteler. Sözünü ettiğimiz küresel koalisyona göre, bölgemizde barışı tehdit eden yegâne devlet İran’dır. İran aynı zamanda sözde evrensel değerlerin sahibi batı medeniyetini de tehdit eden yegâne güçtür… İran devriminden önce sanki bölgemizde huzur ve güven varmış gibi bir algı oluşturan küresel küfür, aslında ne için İran’ı tehdit olarak değerlendirmektedirler, kısaca değerlendirelim. Bir kere öncelikle İran, küresel sistemin dışında bir konuma sahiptir. İkincisi, üzerine ölü toprağı serpilmiş Müslümanların silkini- Yorum şinde önemli bir yere sahip olan Devrim ile “affedilmeyecek” bir suç işlemiştir(?!). Üçüncüsü Müslümanların siyasi bilinçlenmesindeki katkısının yanı sıra, (son dönemlerde kendisinden beklenen basiretli politikalar koyamasa, Müslümanları hayal kırıklığına uğratsa da) bölgemizde ABD ve İsrail’in hedeflerinin önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Dördüncüsü ise İran’ın çevreleme ve sisteme dahil etme stratejisinin meşrulaştırıcı gerekçesi olarak kullanılan nükleer enerji programı… ABD öncülüğünde kıta Avrupa’sı ve İsrail, koro halinde İran’ın nükleer bomba yapmaya çalıştığını iddia etmekteler. Oysa bu koronun küçük, ama sesi çok çıkan ve küresel sistemin ayrıcalıklı ülkesi İsrail nükleer silaha sahip bulunmaktadır. Ve bu konuda herhangi bir uluslar arası denetimi reddetmektedir. ABD ve diğerleri nükleer silahlarla dünyayı, insanlığı tehdit etmektedirler… Üstüne üstlük İran’ nükleer programı, Şah döneminde, bugün aksi yönde propaganda ve yönlendirmeyle ortalığı birbirine katan Washington ve yandaşlarının güçlü desteğiyle başladığı da unutulmamalıdır… Yani küresel güçler, kendileri ve kendilerinin “olur” verdikleri için meşru gördükleri bir çalışmayı, programı bir başkası için gayrı meşru, insanlık için tehdit olarak sunmakta ve bu yalanı, ikiyüzlülüğü, çifte standardı ile dünyaya vaziyet etmeye devam etmektedir. Bununla da kalmamakta, amaçlarına hizmet eden düşünce kuruluşlarının ürettikleri fikirler, projeler, politika ve stratejilerle; medyanın manipülatif gücünü kullanarak bir taraftan hedef saptırırlarken, öte taraftan da kendileri için “ikti- İktibas dar ısmarlamak”tan hiç vazgeçmemekteler… s Keza son yıllarda, Türkiye’de dış kaynaklı fonlar kullanılarak siyasi, sosyal ve kültürel projeler üretmek ve uygulamak yaygınlaştı. Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ya da gönüllü kuruluşlar, uluslar arası tanımıyla Non Govermental Organisations (NGO) - Hükümet Dışı Örgütler etkin olmaya başladı. Bu yeni sektörün belirgin özelliği, STK adı altında uluslar arası bazı kurum ve kuruluşların, şirketlerin; devletlerin, hatta daha geniş çaplı kuruluşların ödenek, fon destekleriyle gerek içeride ve gerekse de dışarıda bazı projeler yürütmeleridir. Bunların arkasında, çoğu zaman bir kitle söz konusu olmadığı gibi, iddiaların aksine “Gönüllü Kuruluşlar” da değillerdir; çoğu zaman profesyonel elemanlar ve yöneticiler tarafından idare edilmektedirler. Türkiye’de bir süre önce dış kaynaklı fonlara, fikirlere-ideallere ve projelere hizmet etmek ajanlıkcasusluk olarak nitelendirilirdi. Artık günümüzde bunlar saygın bir pozisyonda bulunmaktalar. Gizli-açık operasyonlar yürütüyorlar; uzmanlarla raporlar hazırlıyorlar, yayınlar yapıyorlar ve medya ile içli dışlı oluyorlar. tezinin savunulduğu “Günümüz Türkiyesi’nde İslam” adlı bir konferans düzenlemişti. Bu konferansın sponsorları, Columbia Üni.-Ortadoğu Enstitüsü, Georgetown Üni. bünyesindeki “Türk Çalışmaları Enstitüsü” ve ismini 2008 yılı Ramazan ayında Başbakan Erdoğan’ın katıldığı 1000 kişilik iftar davetiyle duyuran (“Gülen yüzlü”) New York Türk Kültür Merkezi. Benzer başka bir etkinlik, “Brooking Enstitü”de bir panel. Konu: AKP’nin kapatılması. Panelistler; Mümtaz Soysal, Levent Köker ve Mustafa Akyol… Şurası çok açıktır ki “Fon” veren gündemi belirler; çıkarına hizmet etmeyen söz konusu kuruluşlara para yatırmazlar. Global güçler, artık hedeflerine yerel ve bölgesel taşeronlarla girmenin ideolojik zeminini oluşturmuşlar ve bunu daha kolay ve etkili bir yol olarak kullanmaktadırlar. Dolayısıyla dış kaynaklı fonlar ve projelerin yoğun şekilde görüldüğü ülkelerde köklü sosyal ve siyasal değişikliklerde belirleyici unsurların fon sağlayan odaklar olduğu dolaylı ve/veya dolaysız bir şeklide gözlemlenebilir. Bu konuda dikkate değer bir örnek olarak Çağdaş Eğitim Bu çerçevede örneğin Columbia Üniversitesi bünyesindeki “Ortadoğu Enstitüsü” (1946)’nde her ay on civarında tartışma programı düzenlenmekte. Türkiye’den bazı çevreler de bu kuruluş ile içli-dışlı. Söz konusu düşünce kuruluşu, “Nurculuk” hareketi ve “Nakşibendi” geleneği ile birlikte AKP’nin ele alındığı, İslamiyet’in liberalizm ve demokrasi ile uyumlu olduğu öz konusu düşünce kuruluşu, “Nurculuk” hareketi ve “Nakşibendi” geleneği ile birlikte AKP’nin ele alındığı, İslamiyet’in liberalizm ve demokrasi ile uyumlu olduğu tezinin savunulduğu “Günümüz Türkiyesi’nde İslam” adlı bir konferans düzenlemişti. 7 İktibas B ölgemizdeki bu süreç, bir boyutuyla kralların, otoriter yönetimlerin yıkılması, tasfiye anlamına gelirken; diğer boyutuyla da Müslümanlara yönelik yeni bakış açısını yansıtan projelerin, politika ve stratejilerin uygulamaya sokulmasıdır; Müslümanların yaşadığı coğrafya üzerindeki yeni hesaplar, yöntemler, Müslümanların zihinlerini hedef alan “ideolojik savaş”tır… 8 Yorum Vakfı (ÇEV)’nın faaliyetleri gündeme getirilebilir. Kısaca belirtmek gerekirse ÇEV, Türkiye’deki değişim ve dönüşüm sürecinde statükodan yana aktif bir tavır koyan bir kuruluş. Hatta bu konudaki militanca faaliyetleri nedeniyle hukuki takibe de uğramaktadır. ÇEV aynı zamanda AB üyeliğinin gerekliliğine inanıyor olduğunu ilan etse de, son zamanlarda değişimci unsurlara desteği nedeniyle AB’ne karşı bir duruş sergilemektedir. Ama ÇEV, söz konusu birliğin fonlarından/hibelerinden yararlanabilmek için çok sayıda proje üretmektedir. Ulusalcı kimliğiyle ön plana çıkan ve yöneticileri arasında tanınmış emekli generallerin bulunduğu ÇEV’in bu görünürdeki çelişkisi konjonktürel ve stratejiktir. Zira ÇEV, vb. kuruluşlar yıllardır Batı ve Batılı değerlerin gönüllü ajanlığını yapmışlardır… Son tahlilde, dünyada güç dengelerinin değiştiği ve yeni denge arayışlarının yoğunlaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla bölgemizde de derin ve çok boyutlu yansımaları söz konusu olan bir değişim ve dönüşüm süreci; yeni şartlara uyum sancıları yaşanmaktadır. Bu süreç, bazı küresel odaklar için hayati öneme sahip bir gelişme iken bazıları için ise henüz zamanı gelmemiş veya olmaması gereken bir gelişmedir. En önemlisi de bölgemizdeki bu süreç, bir boyutuyla kralların, otoriter yönetimlerin yıkılması, tasfiye anlamına gelirken; diğer boyutuyla da Müslümanlara yönelik yeni bakış açısını yansıtan projelerin, politika ve stratejilerin uygulamaya sokulmasıdır; Müslümanların yaşadığı coğrafya üzerindeki yeni hesaplar, yöntemler, Müslümanların zihinlerini hedef alan “ideolojik savaş”tır… Böyle bir vasatta düşünce kuruluşları olarak bağımsız ve objektif yapılanmalar şeklinde sunulan kuruluşların; dolaylı veya dolaysız belirli odaklara, çıkar guruplarına ve lobilere yakın faaliyetlerde bulunmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Bunların işbirliği yaptığı yerel ve bölgesel kuruluşların; raporlar hazırlaması, dergi ve kitap yayınları yapması; proje ve çözüm önerileriyle kamuoyunun yönlendirmesinde etkin roller üstlenen temsilcileriyle sık sık karşımıza çıkması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, özellikle ABD’ndeki T.T’lar ve onların yerel uzantıları üzerinde Yahudi odakların etkisi zaten bilinmektedir. Bunlar yeni dünya dengeleri ve bunun bölgeye nasıl yansıyacağı hususunda farklı görüşleri nedeniyle bölgenin iki stratejik ülkesi İran ve Türkiye’ye bakışlarında, politika ve stratejilerinde zaman zaman ayrı düşmektedirler. Bu farklılıklarıyla ABD ve dünyada etkili oldukları diğer ülkelerde çeşitli araçlarla yönetimleri etkileyebilmekte; silah ve petrol lobisinin yanı sıra küresel finans çevreleriyle birlikte hareket edebilmektedirler. Söz konusu küresel odaklardan birinin bakış açısını yansıtan ve ABD’ndeki yönetim üzerinde dönemsel olarak değişen, ama ciddi düzeyde söz sahibi kuruluşlardan birinin yöneticisi Michael Ladeen; “Dünyanın kalan kısmının dalga geçmediğimizi anlaması için neredeyse her on yılda bir ABD’nin Allah’ın belası bir ülkeyi seçip dümdüz etmesi gerekiyor.” diyerek küstah bir yaklaşımla “hard power”ın (kaba güç) etkin bir yol olduğunu savunmakta… Diğer taraftan “soft power”ın günümüzde daha etkili olacağına inanan ve özellikle bölgemizde “yumuşak güç”ün öne çıkmasının stratejik öneme sahip olduğunu savunan Yorum ve içimizden “birileri” ile bunu hayata geçirmek için her yolu deneyen bir başka anlayış da söz konusu… Küfrün bu organize olmuş yapısına karşın yönetimlerinde kendilerini İslam ile tavsif edenlerin bulunduğu, ama İslam’ın iktidar olmadığı; toplumu yönlendirme, çekip-çevirme adına bazı hassasiyetlerin kullanıla geldiği Müslümanların yaşadığı coğrafya, 21.yy.’a ciddi sorunlarla birlikte girmiştir. Hiç şüphesiz bu sorunların çözümü konusunda Müslümanlar, kendi inisiyatifleriyle ve temel kaynağının ışığında çözüm bulmak durumundayken ciddi kafa karışıklığının tezahürleriyle karşı karşıyalar. Kendilerini İslam ile tavsif edenlerin büyük bir kısmı, temel sorunları bir tarafa bırakarak meselelerin çözümünde; “hoşgörü” ve “ılımlılığı” günümüzdeki cari anlamıyla ön plana çıkararak, modernleşme sürecinin daha ılımlı yöntemlerle devamı konusunda bir takım odaklarla mutabakata varmış, adeta küresel güçlerin temel politikalarıyla paralel hareket etmekte beis görmemişlerdir. Bu çerçevede, son dönemlerde bölgemizde ve Türkiye’de yaşananları yanlış okumakta ve hatalı bir duruş sergilemektedirler. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde gerek küresel gerekse de bölgesel oyuncular ve bunlarla birlikte hareket edenler “statükocu”“değişimci” düzleminde karşı karşıya gelmek durumunda kalmışlardır. Söz konusu cepheleşme kişi ve grupların ideolojilerini/dinlerini bir alt kimlik olmanın ötesinde bir anlam ifade etmez hale taşımıştır. Bu gerçekliği ıskalamanın bazılarını nerelere sürüklediğini görebilmek de artık zor değildir… İktibas Entelektüellerin, aydınların, kanaat önderlerinin, vd.’nin büyük bir çoğunluğunun olayları ele alış tarzlarında, analizlerinde sistem içindeki pozisyonları gereği bir tavır sergilediğini görmekteyiz. Çok azının; mantığının, birikiminin, vicdanının sesini dinlediklerini dehşetle ve üzüntü ile tespit etmekteyiz. Üretilmiş Kürt sorununda “yolun sonu” gözükmesine rağmen PKK’yı tasfiye sürecinin konjonktürel nedenlerle uzaması dolayısıyla çeşitli çevreler bun- ü retilmiş Kürt sorununda “yolun sonu” gözükmesine rağmen PKK’yı tasfiye sürecinin konjonktürel nedenlerle uzaması dolayısıyla çeşitli çevreler bundan nemalanmakta ya da AKP karşıtlığının bir tezahürü olarak toplumu yanlış yönlendirmektedirler. dan nemalanmakta ya da AKP karşıtlığının bir tezahürü olarak toplumu yanlış yönlendirmektedirler. Bu düzlemde PKK’nın muhtelif isimler altında kurduğu düşünce kuruluşları, Türkiye’den entelektüel ve siyasi kişilikleri Britanya’ya davet ederek lobi çalışmaları yapmaları ve bu yöndeki faaliyetlerin paralel söylemlerle desteklenmesi manidardır. Öyle ki söz konusu çevreler, bölgede ne olup bittiğinin bilincinde olan bazı “Kürtçü” şahsiyetlerin bile gerisinde kalmaları ve çeşitli mülahazalarla bölgedeki gelişmeleri kasıtlı bir yoruma tabi tutmaları gözden kaçırılmamalıdır. Son günlerde İslam Peygamberine (s.a.v.) yönelik saldırılar ve hakaret içerikli film, Müslümanların sinir uçlarına dokunmak adına yapılan ve profesyonelce hazırlanmış bir provokasyondur; aynı zamanda bu, bir taş ile birkaç kuşu vurmayı amaçlayan bir operasyondur da. Bu saldırıları, tahrikleri hesaplayan, kurgulayan kuruluşların, zihniyet temsilcilerinin ikiyüzlü savunmaları da Müslümanlara yönelik saygısızlığı, dikkate almazlığı yansıtan ibretlik bir niteliğe sahiptir. Öyle ki aynı çevreler ve destek aldıkları odaklar, siyonizmi eleştiren herhangi bir yayın, yapım vb. gelişme söz konusu olduğunda bunları anti-semitik olarak nitelemekte ve cezalandırmaktadırlar. Müslümanlara yönelik hakaret ve provokatif ürünler ise “düşünce ve ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilerek çifte standart uygulamaktan çekinmemektedirler. Bu yaklaşımlarını da kendi mantıkları içinde gerekçelendirmekten geri kalmamaktadırlar. Bunlara karşı verilen haklı tepkilerin yöntemi ise bir bilinci, organizasyonu yansıtmamakta; bu saldırıların mesajının, amacının farkında olan etkin bir tepki oluşturmamaktadır, maalesef! Algılar ve gerçekler arasındaki farkın halk kitleleri tarafından görülmesini beklemek tabii ki beyhude. Ancak, içimizden bir topluluk bu ve benzeri gelişmelerin arka planını görmesi ve insanımıza doğru hedefler göstermesi, Müslüman’a yakışan etkin yöntemler önermesi gerekmez mi? [email protected] 9 Kavram KIYAMET MEHMED DURMUŞ h alkın tasavvurundaki kıyamet ile Kur’an’ın ‘kıyamet’i birbirinden biraz farklıdır. Halk fikriyatında ‘kıyamet’ derken, Kur’an’ın ‘esSaat’ kelimesiyle işaret ettiği hadiseler zinciri kastedilmektedir. Kur’an anlatımında dünya hayatının son bulması kabilinden meydana gelecek olaylara, yani dünyanın, hatta kâinatın bozulup dağılmasına, meydana gelecek olağanüstü hadiselere kıyamet değil, ‘saat’ denmektedir. 10 Kâme-yekûmu fiili ayak üzerinde kalmak, kalkmak, dikilmek, bir işi icra etmek, devamlı ve sabit olmak gibi anlamlara sahiptir. ‘Qâme’ fiili, oturmanın zıddıdır ve kıyamet söz konusu olunca insanların kabirlerinden kalkmasını ifade eder. ‘el-Qavmetu’ (kelimenin sonundaki t harfi) bir tek kerelik kalkmayı ifade eder. Bu, kıyametin bir kere vuku bulacağına delalet eden, Kur’an belağatinin önemli bir özelliğidir. Kıyâm, durmak, sabit olmak demektir. Bir canlı yürür haldeyken durduğunda “qâmeti’d-dâbbe” denir. Belirli bir otoriteye karşı toplumun karşı çıkmasına, iktidarı değiştirme niyetiyle başkaldırmaya ‘kıyam’ denir; günümüzde bu anlamda ‘kalkışma’ kelimesi kullanılmaktadır. Namazı ayakta kılmanın adı kıyâm’dır. Halkın tasavvurundaki kıyamet ile Kur’an’ın ‘kıyamet’i birbirinden biraz farklıdır. Halk fikriyatında ‘kıyamet’ derken, Kur’an’ın ‘es-Saat’ kelimesiyle işaret ettiği hadiseler zinciri kastedilmektedir. Kur’an anlatımında dünya hayatının son bulması kabilinden meydana gelecek olaylara, yani dünyanın, hatta kâinatın bozulup dağılmasına, meydana gelecek olağanüstü hadiselere kıyamet değil, ‘saat’ denmektedir. Saat (es-Sâ’a) ayrı bir yazı konusudur. Burada sadece Kur’an çerçevesinde ‘kıyamet’ kavramı ele alınacaktır. Kur’an’da ‘saat’ ve ‘kıyamet’ mefhumu ayrı ayrı işlenmesine rağmen, bu iki kelimenin bir arada kullanıldığı da olmuştur. Kehf suresinde anlatılan bahçe meselinde bahçe sahibi, “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum…” (ve mâ ezunnu es-sâ’ate qâimetun) (18/Kehf, 36) demektedir. Lâfzî olarak ayeti, “saatin kaim olacağını (kopacağını/vuku bulacağını) zannetmiyorum” diye çevirmek mümkündür. Bu söz kendisinden sadır olan ‘bahçe sahibi’, aslında genel manada ‘insan’ı temsil etmektedir. (41/ Fussilet, 50). İnsan denilen varlık, eşi benzeri olmayan bir büyük yaratıcının kendisini hiç yoktan var etmesinden, insanın yaratılışıyla kabili kıyas olmayan kâinatı yaratmasından (40/Mü’min, 57) hiç ibret almaksızın, dar aklına müracaat ederek, kıyametin imkânsız olduğu çıkarımında bulunmuş varmış ve sonuç olarak inkâr etmiştir. ‘İnsan’ adı altında, “anılmaya değer bir şey” oluncaya kadar uzunca bir süre geçmiş olan (76/İnsan, 1); toprak, nutfe, alaka, et parçası (mudğa-cenin), bebeklik (22/Hac, 5) şeklinde bir yaratılış sürecinden geçen bu varlık, işaret ettiğimiz bu yaratılış sürecini unutarak Peygamber’in şahsında sanki Allah’a kafa tutarcasına sormaktadır. Eline çürümüş bir kemik alarak, büyük bir çelişkisini yakaladığını zannettiği Peygamber’e (sav) gelen ve büyük bir bilgiçlikle “bu çürümüş kemiği kim diriltecek?” (36/Yasin, 78) sorusunu yönelten bir cahiliye Arabı, bütün inkârcı insan türünü temsil etmektedir. Mekke halkı, çürüyüp tamamen paramparça olduktan sonra insanın yeniden dirileceğini söyleyen Peygamberin, acaba yalan yere Allah’a iftira mı atıyor, yoksa kendisinde cinnet hali mi olduğu hususunda tam bir kanaate sahip olamamıştı. (34/ Sebe, 7-8). Hayatın bu dünyadan ibaret olduğunu zannediyorlar, ahiretin de bir hayat (hem de geçici olmayan ve daha gerçekçi bir hayat) olduğunu bir türlü Kavram kavrayamıyorlardı. “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder…” (45/Casiye, 24) görüşüyle ta o günden, maddeci bir felsefeyi din edinmişlerdi. Kıyamet gününü sadece bir ‘zan’ olarak algılıyorlardı. (45/ Casiye, 32). Bu bakış açısına göre, dünyada bir insan için 70 yıllık bir ömür biçilmişse, bu 70 yıllık zaman tükendiğinde, o insanın ‘helak olma’ vakti gelmiş demekti. Ölmek, bu sürenin tükenmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Oysa ölmenin ahirete doğmak demek olduğunu cahiliye Arabı bilmiyordu. Her şeye rağmen, elindeki kemikle Peygamber’e gelen kişinin sorusu elbette yerinde ve isabetlidir: “Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Bu, oldukça basit, yalın ve anlaşılır bir sorudur. Ama cevabı da en az kendisi kadar basit, yalın ve anlaşılırdır: “De ki, onları ilk defa (hiç yoktan) inşa eden diriltecek. O her türlü yaratmayı iyi bilir.” (36/Yasin, 79). Gökleri ve dünyayı hiç yoktan yaratan, onların bir benzerini daha yaratmaya kâdir olamaz mı? Elbette kâdirdir. O her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır. Üstelik O, bir şeyi yaratmayı dilediği zaman sadece ‘ol’ der ve o şey hemen oluverir. (36/Yasin, 8182). İnsan, kemiklerinin tekrar bir araya toplanmasını imkânsız zannededursun, Allah onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye güç yetirendir. (75/Kıyame, 3-4). Kıyamet günü (yevmu’l-qıyâme) hakkında hiçbir şüphe yoktur. (lâ raybe fiih). (3/Âl-i İmran, 9, 25; 4/Nisa, 87; 6/En’am, 12; 45/ Casiye, 26). Hiçbir şüphe olma- İktibas yan kıyamet, aynı zamanda toplanma günüdür (yevmu’l-cem). (42/Şura, 7). Allah’ın, üzerine yemin etmesi (75/Kıyame, 1), kıyametin gerçekliğini göstermesi bakımından büyük bir olaydır. Kıyamet günü bir kalkış günüdür. Fakat bu ‘kalkış’ dirilme, yeniden yaratılma sürecini de kapsamaktadır. Kur’an dilinde diriliş o kadar kısa bir süreye sığdırılır ki, olay, “Nihayet Sûr’a üfürülür. Bir de bakarsın ki kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.” (36/Yasin, 51) gibi sözlerle anlatılır. İnsanlar kabirlerinde canlı olarak bulunuyor değildirler. Kabir demek, ölü bedenlerin defnedildiği ve zaman içerisinde çürüyerek toprağa karıştığı, toprağın bağrı demektir. Şu halde Sûr’a üflenince mezardan kalkarak Rablerine koşan insanlar, çürümüş kemikler değil de, yeniden yaratılmış bedenleri olsa gerektir. Zaten Kur’an insanın yeniden yaratılışına dikkat çeker. (36/Yasin, 79). Öyleyse, “insanların kabirlerinden kalkarak Rablerine koşacakları” haberi, muhtemelen Allah’ın kudretinin/gücünün sonsuzluğunu kavratmak; O’nun katında biz insanları yeniden yaratmanın ne kadar kolay ve (“ol!” deyince olacak kadar) basit bir iş olduğunu düşündürmek amacına yönelik olmalıdır. Buna göre, “kabirlerden kalkıp Allah’a doğru gitmek” ifadesi, bir yaratılış sürecini kapsıyor olsa gerektir. Bununla beraber bu hususlarda nihai ilim ancak Allah katındadır. Kabirle ilgili, Kur’an’a dayanarak söyleyebileceğimiz sözler vardır. Kabir dünyadan ahirete intikal etmek için bir ara dönemdir. Kur’an’da kıyamet hadiseleri, diriliş, hesap, mizan, cennet ve cehennem hayatı alabildiğine uzun ve detaylı şekilde anlatılmış olmasına rağmen, kabir safhasına dair neredeyse hiçbir bilgi verilmemektedir. “Kabir hayatı” gibi deyimler Kur’an’da karşılık bulamazlar. “Kabir hayatı”na canlılık veren, rivayet kültürüdür. Oysa kabirde herhangi bir ‘hayat’ söz konusu değildir. Kabir demek, ölmüş insanın çürümeye terk edildiği yer demektir. Dünyadaki hayatla ölümü ve ölümden hemen sonrasını bağdaştırmamız biraz karmaşık gelmektedir. Biz insanlar, ölülerimizin kabirde şu kadar zamandan beri yattığı hissine sahibiz. Bin sene önce ölmüş bir kişinin bin senedir kabirde bulunduğunu farz ederiz. Oysa ölmüş bir insan açısından kabirde bin sene geçirmek gibi bir his söz konusu değildir. Çünkü insan, öldüğü günün ertesinde ahirette diriliş gününde gözlerini açmaktadır. Ölümle yeniden diriliş arasında bin yıllar değil, saatler vardır. Bir insan gece yatağında ne kadar bir süre uyursa, “ölü kalmak” dönemi de öyledir. Bunu, ashab-ı kehf kıssasından ve yüz yıl uyutulup yeniden diriltilen insan açıkça anlamaktayız. Uzunca bir süre mağarada uyutulmuş olan genç müminler yeniden diriltildiklerinde, “ne kadar kaldınız?” sorusunu, “bir gün ya da bir günün birazı” diye cevaplamışlardı. (18/Kehf, 19). Bir harabe şehre uğrayıp, oranın yeniden eski haline kavuşmasının imkânsızlığı kanaatine kıyaslayarak, yeniden dirilmeyi de böyle imkânsız sanan, bunun üzerine yüz sene kadar öldürülüp yeniden diriltilen (ve hiç alakasız olarak Üzeyir olduğu ileri sürülen) kişiyi Allah diriltmiş, “ne kadar kaldın?” sorusunu o da, “bir gün ya da bir günün birazı kadar” diye cevaplamıştı. (2/Bakara, 259). 11 İktibas Mağara arkadaşlarının, yeniden uykularından uyandırıldıktan sonra, cennete (kabre) dair herhangi bir şeyi bahis konusu etmemiş olmaları, kabirde bir ‘hayat’ yaşanmadığının açık kanıtıdır. Hayat, kıyametle birlikte yeni(den) başlayacaktır. Ölü için kabir hayatı diye bir durum söz konusu değilken, Kur’an akidesinde “kabir azabı” diye bir azap türü de bulunmamaktadır. Kabir sorgusu, münker-nekir melekleri, kabir azabı ancak hadislerde kendine yer bulmaktadır. Bu hadislerin Allah Rasulü (sav)’e ait olduğunu kabul etmemiz mümkün değildir. Bunlar, geleneksel din anlayışının başka kültürlerden iktibas ettiği hikâyelerdir. Azap, mezarda çürüyen kemiklere değil, yeniden diriltilen insana ve cehennemde yapılacaktır. Azap yeri cehennemdir. Kur’an’ın anlatımında kıyamet (el-kıyâme) “yevmu’l-ba’s”, yani “diriliş günü” demektir. “Sonra da şüphesiz sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (Summe innekum yevme’l-qıyâmeti tub’asûn). (23/Mü’minûn, 16). Kıyamet Lisanu’l-Arab’da şöyle tanımlanmaktadır: “Kıyamet demek yevmul ba’s demektir ki o gün halk (yaratılmışlar) Hay ve Kayyûm olan Allah’ın huzurunda kıyama dururlar. (yequumu).” Rağıb el-İsfehanî kıyameti, “Allah’ın kelamında anlatıldığı üzere, es-Saat’in kıyamından ibarettir” sözleriyle özetlemekte, başka açıklama yapmamaktadır. Kur’an’da konunun bazı anlatımlarına bakılırsa kıyamet, bizzat dünya düzeninin bozulması olarak anlatılan dağların parçalanması, yıldızların dökülmesi, güneşin ışığının söndürülmesi 12 Kavram ö lü için kabir hayatı diye bir durum söz konusu değilken, Kur’an akidesinde “kabir azabı” diye bir azap türü de bulunmamaktadır. Kabir sorgusu, münkernekir melekleri, kabir azabı ancak hadislerde kendine yer bulmaktadır. Bu hadislerin Allah Rasulü (sav)’e ait olduğunu kabul etmemiz mümkün değildir. gibi olağanüstü ve büyük olaylara denmemektedir. Bu hadiselere ‘saat’ dendiğine yukarıda işaret etmiştik. Kıyamet, ‘saat’ten sonra, yeniden kurulmuş, düzenlenmiş yenidünyada yeni hayatı kapsamaktadır. es-Saat denilen dünyanın ve kainatın düzeni bozulduktan sonra, yeryüzü başka bir yeryüzüne, gökler de başka göklere dönüştürülecektir. (14/İbrahim, 48). O gün bütün yeryüzü Allah’ın kabzasındadır. (39/Yasin, 67). ‘Kıyamet günü’nde insanlar belirli bir yerde (mahşerde) bir araya getirilecek, haşr olunacaklardır. Allah insanları kıyamet günü bir araya toplayacaktır. (4/Nisa, 87; 10/Yunus, 45). “De ki Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (45/ Casiye, 26). Bütün insanlar Allah’ın huzurunda toplanacaklardır. (2/Bakara, 203; 5/Maide, 96). Allah’ın hidayetinden uzak duran kimseler Allah’tan başka veliler bulamayacaklar ve o gün onlar kör, dilsiz ve sağır olarak yüzükoyun haşredileceklerdir. (17/İsra, 97). Bilinmelidir ki kıyamet gününde bütün insanlar Allah’ın huzuruna tek tek (ferd olarak) geleceklerdir. (19/Meryem, 95). Yani hesap ferdîdir. Bu safhada insanların ilahi adalet önünde yargılanmaları söz konusudur. O gün adalet terazileri kurulur ve hiç kimseye zulmedilmez. (21/Enbiya, 47). O gün tartı haktır. (7/A’raf, 8). İnsanlar sorguya çekilirler. (29/Ankebut, 13). Fakat kıyamet günü amelleri boşa gitmiş olanlar için Allah herhangi bir ölçü tutmaz. (18/Kehf, 105). Yargılamanın bir parçası olarak insanlara amel defterleri verilir. (17/İsra, 14; 18/Kehf, 49; 45/ Casiye, 28-29). Kur’an’da ‘kitap’ denmekte, Türkçede ise ‘defter’ olarak ifade edilmektedir. Kitap, ke-te-be fiilinden türemiş isimdir ve kendisine yazı yazılacak şey demektir. “Amel defteri”, insanların günah ve sevaplarının Allah tarafından bir şekilde kayıt altına alınması (45/Casiye, 29) olarak anlaşılmalıdır. Amel defterleri müminlere sağlarından (17/İsra, 71; 69/Hâkka, 19-20; 84/İnşikak, 7), kafirlere sollarından (69/Hâkka, 25-26) ya da arka taraflarından (84/İnşikak, 10) verilecektir. O gün kâfirler rezil-rüsvaydırlar. (16/Nahl, 27). Mü’minler de böyle bir akıbetten Allah’a sığınmalıdırlar. (3/Âl-i İmran, 194). Asıl hüsran, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanların hüsranıdır. (39/Zümer, 15; 42/ Şura, 45). Allah hakkında yalan uyduranların yüzleri o gün kapkaradır. (39/Zümer, 60). Ehli Kitabın ve müşriklerin müzmin ihtilafları, çekişmeleri, taşkınlıkları hakkında (2/Baka- Kavram ra, 113; 4/Nisa, 141; 10/Yunus, 93; 22/Hac, 69; 45/Casiye, 17; 16/Nahl, 92, 124) ve mü’minler, Yahudiler, Sabiîler, Hristiyanlar, Mecusiler ve müşrikler arasında Allah o gün hükmünü verecektir. (22/Hac, 17). Kıyamet günü, insanların yaptıklarının kendilerine haber verileceği bir gündür. (58/Mücadele, 7). Kıyamet gününde, dünya hayatında iken birbirlerini aldatan, ayartan, günaha sevk eden suç ortaklarının kendi aralarındaki hüzünlü çekişmeleri Kur’an tarafından olağanüstü bir belağatle tasvir edilir. (2/Bakara, 166-167; 14/İbrahim, 21; 16/Nahl, 86; 26/ Şuara, 94-102; 33/Ahzap, 67; 34/ Sebe, 32-33; 39/Zümer, 31; 41/ Fussilet, 29). O gün günahkârlar birbirlerini suçlamaya başlarlar. (29/Ankebut, 25). Emanete hıyanet edenler, kıyamet gününde günahları boyunlarına dolanmış olarak gelirler. (3/Âl-i İmran, 161). Hıyanet edenleri o gün Allah’a karşı savunacak hiç kimse bulunamaz. (4/Nisa, 109). Cimrilerin cimrilikleri de boyunlarına dolanır. (3/Âl-i İmran, 180). Allah’tan yüz çevirenler kıyamet gününde büyük ve kötü bir günah yüklenmiş olurlar. (20/Taha, 100, 101). İnsanların yaptıklarının karşılığı tastamam verilir. (3/ Âl-i İmran, 185). Hesabı görülmüş, muhakeme olmuş insanlardan müminlerin yeri cennet, kâfirlerin yeri ise cehennemdir. Bu, Allah’ın vâdidir. Her iki zümre de orada ebedi kalacaklardır. Cennetle cehennemin haricinde üçüncü bir mekân, bir ‘orta yer’ bulunmamaktadır. Bu anlamda “cennete ait olmayan, cehenneme de ait olmayan, ikisinin ortasında bir yer” diye tanımlanan a’raf kelimesi yanlış yorumlanmakta; İktibas K ıyamet günü ‘din günü’dür ve din gününün yegâne maliki Allah’tır. O gün sadece O’nun sözü geçer. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz, bilakis Allah’ın lütfu müminlere ulaşır. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmayacağı gibi, kimse kimseye arka da çıkamaz, kimse kimseye şefaatçi olamaz. günahı ile sevabı birbirine eşit olan insanların belli bir süreye kadar bu a’raf bölgesinde kalacakları ileri sürülmektedir. Bu iddianın Kur’an’î bir delili yoktur. Kur’an’ın kıyamete dair anlatımlarında, “arada bekleyen” kimselerden bahsedilmez. A’raf kelimesinin tekili olan ‘urf ’ atın yelesi, horozun ibiği anlamlarına gelmektedir. Cennetle cehennem ortasında kale burcu gibi yüksek bir yeri ifade etmektedir. Onun üzerindeki bazı adamlar (görevliler), henüz cennete girmemiş ama girmeyi uman müminlere selam vermektedirler. (7/A’raf, 46). Kıyamet günü ‘din günü’dür ve din gününün yegâne maliki Allah’tır. O gün sadece O’nun sözü geçer. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz, bilakis Allah’ın lütfu müminlere ulaşır. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmayacağı gibi, kimse kimseye arka da çıkamaz, kimse kimseye şefaatçi olamaz. Zaten buna gerek de kalmaz. Allah’ı bırakıp da başka şefaatçiler aramak, Allah’ın ada- letine güvenmemek anlamına gelir. Kur’an kıyamet gününü, azabı kapsayan bir nitelikle zikretmektedir. Kıyamet günü demek, belirli suçlardan dolayı günahkâr/kâfir insanlara azap edilecek (2/Bakara, 85), Allah onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak, onları tezkiye etmeyecektir. (2/Bakara, 174; 3/Âl-i İmran, 77). Kâfirler yeryüzündeki her şeyi ve bir o kadarını daha fidye olarak verseler, kıyametin azabından kurtulamazlar. (5/ Maide, 36; 39/Zümer, 47). Allah yolundan saptıranlara kıyamet gününde yakıcı bir azap vardır. (22/Hac, 9). Azapları kat kat artırılır. (25/Furkan, 69). Kıyamet gününde insanın Allah’a karşı bir mazeret ileri sürmeleri imkânsızdır. Çünkü Allah her şeyden önce insanı İslam fıtratı üzere yaratmış (7/A’raf, 172), elçilerle de uyarmıştır. Kıyamet gününde Firavun, kavminin önüne düşerek, onları ateşe götürecektir. (11/Hud, 98). Firavun ve adamları bu dünyada olduğu gibi, kıyamet gününde de lanetlenmişlerdir. (11/Hud, 99). Onlar hiçbir yardım görmezler. (28/Kasas, 41). Firavun ve adamlarının bu şeklinde tasvir edilmesi, her zamanın firavunlarına ve destekçilerine büyük bir uyarı sayılmalıdır. Firavun ve kavmi kıyamet gününde ateşin en yakıcı olanına sokulacaktır. (40/Mü’min, 46). Kıyamet gününde kâfirler, kendilerinin ve saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yükleneceklerdir. (16/Nahl, 25). Takva sahibi mü’minler ise kıyamet gününde kâfirlerin fevkindedir. (2/Bakara, 212). Allah’ın yarattığı zînetler ve temiz rızıklar dünyada müminler içindi, 13 İktibas kıyamet gününde bilhassa onlara aittir. (7/A’raf, 32). Mü’minler kıyamet gününde emin bir şekilde gelirler. (41/Fussilet, 40). Kıyamet gününde, sanki cennetlikleri ve cehennemlikleri seçip-ayırmaya yarayan bir pist alanıymış gibi anlatılan bir “sırât köprüsü” de yoktur. Sırât esasında köprü değil; dümdüz, açıkgeniş (mustaqîm) bir yoldur ve İslamî yaşam biçimini kinaye eden bir Kur’an terimidir. (Fatiha suresinde her gün defalarca okumaktayız). Sırât’ı geçenler bu dünyada geçerler, düşenler bu dünyada düşerler. Ahiret sadece sonuç alma günüdür. Kıyamet tamamen gaybî bir konudur ve itikada taalluk eder. Gaybî konuları Kur’an’ın ölçüleri dışına çıkarak yorumlamak, yine Kur’an’ın o eşsiz benzetmesindeki gibi, gaybı taşlamak olur. Maalesef İslam kültüründe kıyamet ve ahirete taalluk eden konulara dair hadsiz hesapsız rivayetler, yorumlar, şerhler yapılmış, yapılmaya da devam etmektedir. Müslüman müelliflerin bu sorumsuz telifatındaki en büyük mesned, hadis külliyatıdır. Hâlbuki kıyamet/ahiret konularında hadislere belki de hiç yer verilmemelidir. Çünkü hadis demek ahad haber demektir ve ahad haber itikadda delil olmaz. Kur’an, hadise ihtiyaç duyurmayacak derecede ahiret hayatını açıklamaktadır. Bir kere daha yinelemek gerekirse, hadislere olan itimatsızlık -hâşâ- Peygamber’e (sav) itimatsızlık olarak anlaşılamaz; bu, kendisinden sonra onun adına ihdas edilmiş bir kültüre karşı uyanık olmak gayretidir. Allah Rasulü’nün, tebliğ ettiği Kur’an’a aykırı bir ahiret ihbarında bulunduğu düşünülemez. Kur’an’ın kıyametahirete ilişkin haberlerini bir 14 Kavram kartopuna benzetirsek, rivayet kültürü onu kardan adam kadar büyütmüştür. Bir örnek vermek gerekirse, İmam Gazalî’nin İhyau Ulumiddin kitabında kaydettiği İsrafil’in üfleyeceği Sûr’un bir boynuz olduğu, onu boru gibi ağzına aldığı, genişliğinin yer ve gökler kadar olduğu, ilk üfleyişten sonra kırk yıl bekleneceği gibi sözlerin hiçbir geçerliliği yoktur. Bize, Sûr’a üflemenin mahiyetini Allah’a havale etmekten başka bir şey terettüp etmez. Sûr’a İsrafil’in üfleyeceği de bize meçhuldür; hatta İsrafil adını Kur’an’da bulmamaktayız. Dolayısıyla Allah’ın uyarısını ciddiye almak, gaybı taşlamaktan kaçınmak ve kıyamete, ahiret hayatının gerçekleşeceğine, yeniden dirilişe (bedenen ve ruhen) iman etmek biz müminlere düşen görevdir. Bu cümleden olarak, kıyametin vaktini de bilemeyiz. Allah bunu bildirmemiş, tamamen gizli tutmuştur. Kıyametin vaktine ilişkin Müslüman müelliflerin görüş belirtmeleri, yine bir Kur’an terimi ile ifade edecek olursak, “saçma-sapan sözler”den (şetad) (72/Cin, 4) başka bir şey değildir. Kıyamet ansızın gelecektir ve herhangi bir alameti de söz konusu değildir. Günümüzde bazı kimseler, kıyametin kopması ve benzeri gaybî haberleri bilimsel yöntemlerle açıklama girişimidir. Bu bir ‘bilimsellik’ hastalığıdır. Bilimin müşahede alanına dair tezleri bile kesinlik arzetmezken, ölüm ve ötesini bilimle açıklamak sadece gülünç değil, aynı zamanda tehlikelidir de. Allah’ın gayb haberleri, bilimsel keşiflerle desteklenmeye muhtaç değildir. Her ne kadar doğruluğuna güvenebildiğimiz bazı ilmî veriler belki bazı gaybi konuların zih- nimizde daha iyi şekillenmesine bir katkı sağlayabilir; kafamızdaki bazı istifhamların cevabını bulmamıza yardım edebilirse de, gaybî haberler bilimsel yöntemlerle açıklanamaz. Kısacası bilim adına üretilen ciddi verileri bağnaz bir şekilde reddetmemiz gerekmemektedir, lakin inanç konularının bilimden farklılığını da kabul etmeliyiz. Kıyamet ve ahiret inancı, Allah’a imandan sonra belki de Din’in en önemli inanç alanıdır. Kıyamete iman etmek, iman etmenin ve İslam olmanın kesin şartıdır. Yeniden diriliş (ba’s) bedenle birlikte olacak ve Allah’ın buyurduğu gibi bütün insanlar o gerçekçi ve daimi hayatı yaşayacaklardır. Ahiret inancı reenkarnasyon gibi modern saçmalıkları da bertaraf eder. Dünyevileşmenin neredeyse zirveye ulaştığı günümüzde, maddenin, Allah korkusundan yoksun çıkarcılığın, hayvanî zevklerin kıskacında her geçen gün fıtratından biraz daha uzaklaşan günümüz toplumları ancak ahiret inancıyla, kıyamet bilinciyle, ölümden sonraki hayat uyarısıyla ancak sağaltılabilir. Yoksa iblisin direktörlüğündeki bu korkunç gidiş, bütün toplumları ateş çukuruna yuvarlayacaktır. Son nefesimizi verdiğimiz gün “bir gün ya da gününü yarısı kadar” bir süre sonra kıyamete gözlerimizi açacağımız idrakiyle, Allah’ın bize tanıdığı bu ömür süremizi en hayırlı bir şekilde değerlendirmek, aklımızı kullanmamızın gereğidir. Akıbet mü’minlerindir. [email protected] Düşünce MANİPÜLASYON NESNESİ HALİNE GETİRİLEN TOPLUMLARIMIZ ATASOY MÜFTÜOĞLU z ihinsel kölelik sürdüğü için, her şeyi konuşuyoruz; ancak, en hayati, vazgeçilemez, savsaklanamaz sorunumuzu konuşmuyoruz. Aziz İslam’ın, bir din olduğu kadar devlet/toplum/ ekonomi/siyaset olarak yapılandırılması gerektiğini gündeme getiremiyor, savunamıyoruz. Doğu ile Batı, modernite ile gelenek arasında sıkışıp kalan İslam Dünyası toplumları/kültürleri, meşruiyet kurmakta zorlanıyor, hangi meşruiyet kaynağına yöneleceğine bir türlü karar veremiyor. Bu ülkelerin kültürel ve siyasal kimlikleri, büyük ölçüde belirsizlik ve kararsızlık içerisinde bulunuyor. Özellikle Ortadoğu ülkeleri yalnızca petrol’le ilgili politik ekonomi yoluyla küresel gündeme dâhil olabiliyor. Aynı ülkeler petrol ve İsrail’in güvenliği sebebiyle her durumda her türlü müdahaleye açıktır. Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, jeopolitik bağlamda İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin keyfi kararları doğrultusunda yapılandırıldı. Bölgenin siyasal ve kültürel gerçeklerine hiçbir şekilde hiç bir zaman saygı duyulmadı, bu gerçekler dikkate alınmadı. Modern zamanlar boyunca İslam toplumları hep dışarıdan emperyalist güçlerce tanımlandı. Bugün, bu durum -İran dışındadeğişmiş, değiştirilebilmiş değildir. Sanayi kapitalizmi ve ulusdevletler sistemiyle başlayan yeni dönemde, Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve jeopolitik rekabete cevap verme konusunda başarılı olamamıştı. 17’nci yüzyılda yaşanan bilimsel/teknolojik devrimlere kadar, İslam medeniyeti insanlık tarihinin en büyük, en etkili, en ileri medeniyetiydi. Temel İslami ilkelere, ölçülere, yasalara sadakat yerine cemaat/tarikat/hizip liderine sadakat, her duruma sorgulama yapmaksızın itaat, zihinlerin bir biçimde baskı altına alınması, metne bağlılığın yerine cemaat’e, cemaat liderine/çıkarına bağlılık vb. gibi nedenlerle, kapitalist ve sömürgeci yayılma karşısında bir direniş gerçekleştiremedik. Hakikatin her hangi bir cemaatin yorumuna indirgenmesi, herkesin kendi cemaatinin uygun gördüğü, onayladığı doğrultuda düşünmesi ya da hareket etmesi, cemaat/hizmet liderinin bir yorum/kanaat makinesine dönüşmesi, cemaat liderinin yalnızca kitlelerin hoşuna gidecek şeyler söyleyerek onları etkilemeye çalışması, aynı zamanda egemen/emperyal zihniyete de hizmette kusur etmemesi, İslami bilincin çok ciddi bir biçimde sulandırılması, erozyona uğratılması sonucunu doğurmuştur. Modern-seküler zamanları zihinsel bir hapishaneye kapanarak-kapatılarak geçirdik. Düşünce hayatımız prefabrike düşüncelerle akıntıya kapıldı, halen sürükleniyor. Zihinsel kölelik sürdüğü için, her şeyi konuşuyoruz; ancak, en hayati, vazgeçilemez, savsaklanamaz sorunumuzu konuşmuyoruz. Aziz İslam’ın, bir din olduğu kadar devlet/toplum/ekonomi/ siyaset olarak yapılandırılması gerektiğini gündeme getiremiyor, savunamıyoruz. Siyonist, Evangelist fundamentalizmin İslam’a yönelik saldırıları hiç gündeme alınmaz, tartışılmaz ve takbih edilmezken; İslami aktivizm hep kınama/sorgulama/ aşağılama konusu yapılabiliyor. Modern-seküler-neoliberal kültürün/siyasetin/ideolojinin neden olduğu baskılar/çalkantılar içerisinde bir o yana, bir bu yana savruluyor, aziz İslam Ümmeti’nin gönlünü ve bilincini kazanmak yerine; neonurcu akımın yaptığı gibi emperyalist dünyanın gönlünü kazanmaya çalışıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam’ı kimlik kaynağı 15 İktibas b iz Müslümanları, iki yüz yıldan bu yana keyfi bir biçimde, yalnızca emperyalist çıkarlar adına her gün kitlesel olarak öldüren, mülksüzleştiren, işkencelere tabi tutan, yoksullaştıran, sömüren irade karşısında hep sessiz kalıyoruz, emperyalizmin işbirlikçisi neonurcu unsurlar bizleri “barış ve sükunet” içerisinde bulunmaya davet edebiliyor. 16 Düşünce olarak gören Türk toplumu, Batılılaşma-sekülerleşme dönemi ile birlikte kimliğini İslam’dan bağımsızlaştırdı. Jön Türkler, Fransız pozitivizmini örnek aldılar. İttihat ve Terakki hukuk ve eğitimde laikliği ve liberal anayasayı esas alıyordu. Panslavizm akımının etkisi altında kalan Rusya’lı Türkî düşünürler Türkiye’de etnik milliyetçiliğe öncülük ettiler. Çok kültürlü İslam İmparatorlukları döneminde kimlikler milliyetçiliklere göre değil, İslam merkezinde gerçekleşiyordu. Türkiye’de latin alfabesinin kabûlüyle İslam tarih/kültür ve medeniyetiyle her tür ilişki kesilmiş oldu. Bu dönemde devlet milliyetçiliği etnik milliyetçilikle bütünleşmiş oldu. Bu bütünleşme Türklerle birlikte, Türkçe’nin de çok abartılı/ölçüsüz/temelsiz yüceltilmesiyle devam etti. Daha sonra Türkçe, Arapça ve Farsça etkilerden arındırıldı. Zor kullanılarak gerçekleştirilen etnik homojenleştirme politikaları, laikleştirme politikaları Kürtleri ulusal kimlik arayışına sevk etti. Her baskının/zorlamanın bir bedeli olabileceğini hatırlamak gerekir. Ulus-devlet zihniyetinin/yaklaşımının yerleşmesi sebebiyle her ülkeye göre değişen bir İslam algısı oluşturuldu. İslam’ın evrensel bir kimlik kaynağı olduğu yolundaki hassasiyetimizi kaybettik. İslam, bütün ulus-devletlerde, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan yardımcı bir araç haline getirildi. İmajlar, propaganda, enformasyon gibi kurgularla kuşatılmış bir zihin dünyasında yaşıyoruz. Hakikatin ve bilincin şeyleştirildiği bir dünyada, daha çok manipülatif kişilikler gündemi işgal ediyor. Varoluşun bütün boyutlarını kapsayan bir bilince sahip olmadığımız için, zihinlerimiz kontrol altında tutulabiliyor. Küresel durumun bilincinde olmadığımız için, gerçeklere yabancılaşabiliyoruz. Maruz bırakıldığımız her algı, her enformasyon emperyal çıkarlar doğrultusunda önceden biçimlendiriliyor. Çok dramatik bir nesneleşme durumu ile karşı karşıya bulunuyoruz. Emperyal algı ve enformasyonun köleleri gibiyiz. Emperyalist çıkarlara uygun olmayan, bu çıkarlarla bütünleşmeyen, her eylem, her yorum, her girişim, her oluşum, egemen irade/ siyaset/ideoloji tarafından etiketlenerek dışlanıyor. Mahkûm ediliyor, değersizleştiriliyor, aşağılanıyor. Sistemden bağımsız düşünce ya da eylem üreten kim olursa olsun, ya fanatik, ya da terörist olarak ilan ediliyor. Biz Müslümanları, iki yüz yıldan bu yana keyfi bir biçimde, yalnızca emperyalist çıkarlar adına her gün kitlesel olarak öldüren, mülksüzleştiren, işkencelere tabi tutan, yoksullaştıran, sömüren irade karşısında hep sessiz kalıyoruz, emperyalizmin işbirlikçisi neonurcu unsurlar bizleri “barış ve sükunet” içerisinde bulunmaya davet edebiliyor. Kendimize ait söyleyecek bir sözümüz olmadığı için, emperyal akla, sistemin aklına teslim olmuş durumdayız. Her tepkimiz, her eylemimiz sistemin aklı/ mantığı tarafından barbarca yargılanıyor. Önceden ve dışarıdan tanımlanan bir çerçeve üzerinde yazıyor, konuşuyor ve tartışıyoruz. İdeolojik enformasyona, emperyal algıya maruz kalıyor olmamız, düşünme iradesine sahip olmamaktan kaynaklanıyor. Düşünce Egemen söylem/algı karşısında bağımsız bir irade oluşturamayan, sorumluluk alamayan bir zihin düşünce üretemez, eylem üretemez. Faşist bir modernlik, faşist bir sekülerlik sebebiyle egemen düşünce/yorum ve propagandanın yanında saf tutmamalıyız. Muhalif bir dile, söyleme, tarza, tavra, duruşa sahip değiliz. Biz Müslümanlara dayatılan kavram/kurum/algı/söylemleri içselleştirmiş olmamız kadar büyük bir felaket düşünülemez. Tarih, bağımsız düşünme ve eylem iradesi gösterdiğimiz zaman başlayacak. Günümüz dünyasında sermaye ve kültür küresel ölçekte yayılıyor. Toplumlarımızın bugün karşı karşıya bulundukları değişimin mahiyetini, bu gerçeğin ışığı altında değerlendirebilmeliyiz. Karşı karşıya bulunduğumuz değişimin toplumlarımızın özgün değer sistemiyle bir ilişkisi bulunmadığını anlayabilmeliyiz. Neoliberal hayat tarzı bireyleri olduğu kadar toplumları da dönüştürüyor. Toplumsal ilişkiler piyasaya göre belirleniyor. Günümüzde siyaset yalnızca çıkarların yönetilmesinden ibaret bir uğraş halini almıştır. Hepimiz şeyler dünyasında yaşıyoruz. Aklımız, fikrimiz, düşüncemiz anlamdan yoksunlaşıyor bir araç haline dönüşüyor. Bütün anlamların yerine verimlilik geçiyor. Toplumlarımız bugün, ne yazık ki; açıkça manipülasyon nesnesi haline getirilmiştir. Kitlelerin duygu ve düşünceleri kitle iletişim araçları tarafından dayatılmaktadır. Hangi konuda ve İktibas nasıl düşüneceğimiz önceden belirlenebilmektedir. Düşünce adamlarımız, kültür adamlarımız entelektüel kendiliğindenliğe sahip değildir. Kültür adamlarımızın edebiyat’la, edebiyat adamlarımızın kültürel derinlikle bir ilişkileri kalmamıştır. Kimi arkadaşlarımız, Allah (c.c.) ile özel ilişki kurdukları, bu ilişki sebebiyle herkesin ulaşamayacağı bilgilere sahip olduklarına inanılan kutsallaştırılmış/efsanevileştirilmiş kimi meczupların peşinde sürükleniyor, hiç bir biçimde düşünme/sorgulama ihtiyacı duymuyor. Taklit etme, boyun eğme, edilgenlik daha çok kronik bağımlılıkla ilgili bir durumun adıdır. İnsan, üreterek, sorumluluk alarak, bir irade oluşturarak özgür olur. Neoliberal kültürde olduğu gibi, içgüdülerin başıboş bırakılması özgürlük değildir. Dayatılan her çerçeveyi kabul eden, nesne statüsünü aşma yeteneğine sahip olmayanlar popüler ilgiler ve beklentiler içerisine girerler. Kendi bağımlılıklarına kapananlar için var olana uyum sağlamaktan başka çare yoktur. Hiç bir şeyi dönüştürme yeteneğinecesaretine sahip olmayanlar, her tür statükoyla uyum içerisinde bulunmayı seçerler. Bugün, Müslümanlara hitap eden düşünce dünyası, edebiyat ve kültür dünyası eksiksiz bir konformizmi yansıtıyor. Devrimciliklerimiz sözde kalmış devrimciliklerdir. Basmakalıplaştırılmış, birörnekleştirilmiş insanların, cemaatlerin özgürlüklerinden söz edemeyiz. Bu çevreler propaganda ve enformasyonun kurbanlarıdırlar. Dışarıdan, tahakküm üreten emperyal dil/politike aracılığıyla, içeriden, duygusal cemaat/ hizmet dili aracılığıyla manipülasyon nesnesi haline getirilen toplumlarımız bugün, kendi sorunlarını, kendileri çözümleyemiyor. Ortadoğu’da, Arap-İslam ülkelerinin dünya siyasetinde ortak bir siyasal duruşa sahip olamamaları hazin bir gerçektir. Aynı şekilde bu ülkeler İsrail karşısında da ortak bir tavır belirleyemiyor. SanRemo (1920) konferansında gerçekleştirilen emperyalist paylaşımdan bu güne bölgede hiç bir şey değişmedi. Koşullar bugün daha ağır ve daha tahammül edilemez bir noktaya gelmiştir. Her emperyalist müdahale, Ortadoğu’yu müdahale öncesinden çok daha kötü bir noktaya getirmiştir. Bu defa, Suriye küresel güç mücadelesinin, küresel jeopolitiğin kurbanı olarak seçilmiştir. Suriye’nin iç savaş yoluyla çöküşü sağlanmıştır. Hiç bir ülke için iç savaştan çok daha korkunç bir sınav yoktur. Suriye ile ilgili olarak Amerika şimdi de, “arkadan liderlik stratejisi”ni uyguluyor. Suriye’de yapmak istediklerini müttefiklerine yaptırıyor. Her durumda hepimizin eleştirel bir bilince ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız. Küresel olgular, düşünsel dünyaları, hareketleri birbirine yaklaştırıyor. Kuşatıcı bir bilgi birikimine sahip olmadığımız takdirde bu yakınlaşmalardan olumsuz yönde etkilenebiliriz. Tevhidi dilin/söylemin/bilincin sulandırılmaması, erozyona uğramaması için Kur’anı Kerim ve Sünnet’i Resulullah dışında otorite kaynaklarına da eleştirel olarak yaklaşabilmeliyiz. 17 İktibas KIYAMET: SORUMLULUK BİLİNCİNİ HATIRLATAN GERÇEK MURAT KİRİŞCİ K ıyamet bilgisi şekil çizmek değil bir bilinç ve yaşam alanı oluşturma imkânı olduğundan zamanının sadece yaratıcı tarafından bilinmesi insanlarda dinamik bir hal ortaya çıkarır. Bu sebeple zaman ve mekânın sahibi, muazzam bir düzen içerisinde yarattığı hayatı, insanın bilemeyeceği bir vakitte sonlandıracak ve ahiret yurduna dönüş gerçekleşmiş olacaktır. 18 Düşünce Kıyamet, kâinattaki hayatın amacına ve bu amacın insanın iç dünyasına kattığı dinamikle hayat bulan özgün ve varoluş bilgisine hak ettiği anlam ve değeri veren zengin içerikli bir kavramdır. Kur’an’da çeşitli yerlerde geçen kıyamet, insana mahiyet bildirmekten ziyade sorumluluk kazandırma, varoluşun anlamını belirtme, bilginin sahibini tanıtma ve başlangıç ve son arasında hayatın ne ile doldurulacağını ifade etmesi amacıyla hitaba konu olmuştur. Modern dönem insana varlığı ve hakikati yok saydırmaya, hafife almaya ve unutturmaya çalışmıştır. Günümüz dünyasının düşüncesi ise varlık ve hakikatin anlamsızlığına hükmederek tamamen ortadan kaldırılmaya uğraşmış, unutmayı bile unutturmaya çalışmıştır. Deneye konu edilmediği için kıyamet, diriliş, ahiret gibi kavramları anlamsız ve saçma gören mantıkçı pozitivizmden olması ya da olmaması önemli görülmeyen ve zamanı gelmedikçe düşünülmeyen nihilist bir düzleme geçilmiş, bu postmodern vasatta doğrulanabilirlik ve anlamlılık kavramlarına itiraz edilse de hayatın anlamı ve amacına yönelik sorumluluklara herhangi bir atıf yapılmamış, bu eylemsizlik ifade eden hayatın içinde kavramlar şeylerden herhangi birisi haline getirilmeye çalışılmıştır. Öncesizlik ve sonrasızlık fikri üzerinden sadece yaşanan anı gerçek kabul eden bu merkezsiz düşünce tarzıyla köklere, geleneğe olduğu gibi gelecek ufku olan kıyamet algısına da itiraz edilmiş ve yaratıcıya açılan bu savaşla insan varlığına ihanet edilmiştir. Bu vesileyle insanın kendinden, sorumluluklarından, kulluğundan kaçması, bunları umursamadan anı yaşaması salık verilmiş; ölümü, kıyameti ve ahreti insanın hayatına sokmayarak huzur ve mutluluğa ulaşılacağı öngörülmüştür. Yaratıcıya kul olarak asil bir hayat yaşamak yerine insanın arzu, istek ve tutkularına kul olarak sefil ve bayağı bir hayat yaşanması istenmiştir. Yeniden dirileceği, toplanıp hesaba çekileceği fikrine o kadar uzaklaşmıştır ki insan, hayatı sadece yaşadığı andan ibaret saymış, varlığı sadece madde ile irtibatlandırmış, kendisini ruhsuz makinelerden ibaret görerek sığ, seviyesiz, iç dünyayı fakirleştiren haz ve hıza kapılıp savrulmuştur. Ölüm hayatın son noktası ise o saat gelene kadar dünya zevklerine alabildiğince dalmayı hedef haline getiren insan, yeniden dirilmeyi, hesap vermeyi ve ceza ya da mükâfat kazanmayı konu bile edilmesini abes kabul etmiştir. Böylelikle insan, kendi imkân ve zaaflarını tanımak yerine umursamamayı, var olmanın sorumluluğunu anlamak yerine yok saymayı, haddini bilmek yerine gereksiz bir özgüven ile küstah bir yaşantıyı seçerek benliklere köleliği hayatının merkezi yapmıştır. Günümüzde, kıyamet fikrinin ortadan kalktığı, hesap gününün hayal olarak algılandığı postmodern bir zamanda geçmiş ve gelecek duygusu iptal edilmekte, her durum genişletilmiş bir zaman algısı içinde yaşanan ân’a hapsedilmekte, her şey mubah görülmekte, değerler değersizleştirilmekte, anlamlar anlamsızlaştırılmakta, zihinler boşaltılarak hafızalar yok edil- Düşünce mekte, insan iradesi ayartılarak asîleştirilmekte, hayat sanallaştırılarak zaman ve mekândan bağımsızlaştırılmaktadır. Tüm bu zamansızlık, mekânsızlık ve yok edişin amacı insanı ahiret yurdundan, hesap verme fikrinden uzaklaştırmak, vicdansızlaşma, duyarsızlaşma niteliksizleşme, yüzeyselleşme ile tanrısı insan olan dünyayı cennete çevirmenin ve ölümsüzlüğü bulmanın yollarını aramaktır. Kıyamet insanın ilim, irfan ve hikmet sürecini düzenler ve zamanın ve mekânın kirlerinden arınabileceği bir düşünsel düzen oluşturur. Düşünsel arınma beraberinde insanın ruhi ve ameli hallerine de perspektif kazandırır, hayatın doğru kodlanmasını sağlar, yok olmasını engeller. Kıyamet bilgisi, böylece insanın kendine ait zihin haritasını geliştirmesini sağlar ve bu haritaya uygun olarak hayat içerisinde oluşturması gereken değerlere kılavuzluk eder. Hesap verme bilinci, başkalarının sırtından geçinen, sahte ve ödünç hayatların insanı olmak yerine ontolojik ve epistemolojik anlamda hayatın her noktasında var olan, belirleyen, hayata dair esaslı sözü olan, sağlam karakterli, ahlaklı bir insan olmayı öğretir. Kıyamet bilgisi ve düşüncesi, barbarlaşan dünyanın ürpertici, tedirgin edici, düşünceleri abluka altına alıcı, körleştirici ve köleleştirici açmazlarına karşı hakikati, yaratıcıyla olan ilişkiyi gözler önüne serer; tüketmeye mahkûm edilmiş, zihinleri tutulmuş ve tıkanmış yığınların arasından ayrılarak, üreten, sorgulayan, kimlikli, kişilikli bir oluşu var eder. İktibas Hayatı yok etmeye çalışan, insanı yaratıcı dışında her çeşit kulluğa iten, varlık amacının dışına çıkan her tür abartılı yaşam biçimlerini önemseyen dünyevi sunumların tümünde insan ile yaratıcı arasında ontolojik kopuş kaçınılmaz bir sonuçtur. Kıyamet ise, insanın hakikati yitirme, zamanı ve mekânı kaybetme, hayata karşı körleşme ve sağırlaşma cahilliklerine karşı dikkat çekici bir unsur niteliğindedir. Yani, vahyin epistemolojisine sahip, varlığı kati, hayatı yüzeysel değil özüyle algılatan ve doğrudan yaratıcıyla irtibatlandıran çok katmanlı bir hatırlatıcıdır. Yeniden dirilme ve hesap verme, din gününün sahibi ile buluşma, ceza ya da mükâfatla karşılaşma düşüncesini hayatından çıkartan insan köksüz ve mesnetsiz bir hayatı talep eder, kendi başına kalıp tefekkür edebilecek alanlardan kendini yalıtır, yaşantısını bu gerçeklerden kaçacak ve unutacak şekilde biçimlendirmeye çalışır. Kıyamet ise mesnetsiz, dayanaksız, ayaklarını sağlam basabileceği noktadan yoksun, kaygan zeminlerde yürüyen, ürettiği sahte tanrılara inanan, düşünme yetilerini yok etmeye çalışan insana hayatı anlama, hayata tutunma, geleceğe umutla bakma, insan olma, kendi olma, kendini hatırlatma, yaratıcıya yönelme imkânı tanır. Kıyamet bilgisi şekil çizmek değil bir bilinç ve yaşam alanı oluşturma imkânı olduğundan zamanının sadece yaratıcı tarafından bilinmesi insanlarda dinamik bir hal ortaya çıkarır. Bu sebeple zaman ve mekânın sahibi, muazzam bir düzen içerisinde yarattığı hayatı, insanın bilemeyeceği bir vakitte sonlandıracak ve ahiret yurduna dönüş gerçekleşmiş olacaktır. Kıyametin insana hatırlattığı sorumluluk bilincinin kaybolmaması, rehavete kapılıp umursamazlığa düşülmemesi, yapılacak işlerin göz ardı edilmemesi için bu vaktin ne zaman geleceği bildirilmemiştir. Dünyanın bir imtihan vesilesi olması kıyametin zamanıyla ilgili bilgiye de cevap niteliğindedir. Kötülüğü, bayağılığı, yozluğu, hırsı, heva ve hevesi, hazzı, hızı, parayı, kariyeri, gösterişi, kalleşliği hayat budur diye sunan büyücülere karşı Hakk ile yüzleşebilmenin kes/k/in yoludur kıyamet; hayat ile ölümün bağlantısı, hakikate erişmenin ilk adımı, yaratıcıyla buluşma yolculuğunun başlangıcıdır, yani yeniden doğuşudur insanın. Bu hayat içerisinde dirilmeyen, algılarını, duyularını, düşünme ve hayat biçimlerini diriltmeyen, körleşmiş, sağırlaşmış, duyarsızlaşmış bir çağda benliğinin ağlarından ve bağlarından kurtularak hesap gününe hazırlanmayan, varlığa ve varlığın sebebine meydan okuyan, hayatı tahrif eden insanın kıyamet günü rahat ve huzurlu şekilde dirilebilmesi mümkün olmayacaktır. O halde bu derinlikli yolculuğun temellerinin atılması gereken dünya da kıyamet saatinde çıkılacak yolculuğa hazırlanmanın, o günün paniğinden, korkusundan, şaşkınlığından kurtulmanın yegâne yolu hayatın, kıyametin, varlığın ve bilginin kısacası her şeyin sahibinin isteklerinin yerine getirilmesidir. [email protected] 19 İktibas KIYAMET ALAMETLERİNDEN MÜSLÜMANLIK ALAMETLERİNE MUSTAFA BOZACIOĞLU b u iş kıyamet alametlerinin dökümünü yapmakla olacak şey değil! Hele Mehdi beklemekle hiç olmaz! Nuh’un gemisine binmeyi hak etmek, Musa ile beraber nehri geçmeye aday ve hazır olmak, Talutla beraber ve az iken sınamalar karşısında sabırlı davranmak, son elçinin kutlu davasına omuz vermek azim işlerdendir. 20 Düşünce İman etmişiz, kıyamet vaki olacak, insanoğlu en ve tek yüce divanda hesaba çekilecek. Hem de tüm hayatından ve bütün nimetlerden. Herkes elleriyle önden ne sunduysa onu hazır bulacak. Yaşarken kendi yapıp ettikleriyle doldurduğu kitabını hesap görmeye yeter nitelikte, karşısında okunmaya hazır bulacak. Aklı selime ve bu doğrultuda iman etmiş kişiye düşen kendini buna hazırlamaktır. Hayatın tamamı ve her anı bize bu malum akıbetten iz ve işaretler sunmaktadır. Bakmasını bilenlere, bu afaki ayetleri okumasını bilenlere! Pek tabii ki kendisini yaratan ve bu malum akıbet için yeniden diriltmek üzere hayatını sonlandıracak olan yaratıcının, kulu hayatına onunla istikamet versin, yolunu yordamını bilsin, cahiliyye karanlıklarından nura/ aydınlığa ulaşsın, nefsinin takvasını tanısın için gönderdiği son ilahi kelam ve nimeti -ki bütün sorgular onun etrafında gerçekleşecektir- hakkıyla ve hakikat ölçüsü için okuyanlar bu kainata yazılmış (afaki ve enfüsi) ayetleri okuyabileceklerdir, doğru okuyup anlayabileceklerdir. Ona karşı kör ve sağır olanlar, her şeye/hakikate olduğu gibi o ilahi işaretlere de kör ve sağır olacaklardır doğal olarak. Ama zararı kendilerine olacak ve yoldan çıkardıklarının hisselerini de alarak, ötede de kör ve sağır olarak diriltileceklerdir. Hoca Nasıreddin’in dediği gibi, tabii ki kıyametin büyüğü ve de küçüğü vardır. Malumunuz o hanımının ölümünü küçük, kendi ölümünü büyük olarak nitelendirmişti ya, hakikaten kişinin kendi ölümüdür, asıl ilgilenmesi, dikkate alması gereken büyük kıyamet! Zira o an, her şey bitmiş, ilişiğiniz dünya hayatı ile kesilmiş, size tekraren haber verilmiş olan ölüm gerçeği ile yüzleşerek, asıl hayat için geçici olandan sıyrılıp çekilmiş, ahiret alemine adımınızı dönüşü olmayacak, başka hesap kitap içine giremeyecek şekilde atmış olacaksınız. Dediğimiz gibi, her an, oradan iz ve işaretler taşıyan alametler etrafımızda, çok yakınımızda cereyan etmekte, gün be gün tekrarlanmaktadır. Ders alıp kendini ayarlayabilenlere ne mutlu! Yoksa bu iş kıyamet alametlerinin dökümünü yapmakla olacak şey değil! Hele Mehdi beklemekle hiç olmaz! Nuh’un gemisine binmeyi hak etmek, Musa ile beraber nehri geçmeye aday ve hazır olmak, Talutla beraber ve az iken sınamalar karşısında sabırlı davranmak, son elçinin kutlu davasına omuz vermek azim işlerdendir. Yoksa, Kur’an kıssasında anlatıldığı gibi o azab içeren kıyamet alameti kendilerine bulut halinde gelirken, ‘Bu olsa olsa bize yağmur getiren bir buluttur!’ diyen bakar körlük ile, şaşkın bakış ile aynılaşmak/ benzeşmek, aynı akıbete düşmek işten bile değildir! Kur’an farklı yerlerde ve çok defa gaybın taşlanmamasını, zandan kaçınılmasını, sahih bilgi ile hareket edilmesini salık vermiyor mu? Bunu ‘mucize’ anlamında, muhataplara bir ‘imana davet’ vesilesi addetmek de sözüm ona, iyi niyet olarak da sunulsa ne bu haberlere/rivayetlere güvenip hareket edenlere ne de bunları yayanlara, kullananlara bir yarar sağlayacaktır! Kur’an gibi bir muciz/aciz bırakan mucizeyi bırakıp, hayatın her anında an be an süren mucizeleri görmeyenlere başka herhangi bir şey şifa sunabilir, hidayet taşıyabilir Düşünce mi? Kıyametin saati Rabbimizin katındadır yalnızca! Kur’anda bir çok bağlamda, özellikle Mekki ayet ve surelerde gözler önüne serilen Saatin gerçekleşme anını tasvir eden o sahneler, ölüm sonrasını/ahireti, hesaba çekilmeyi, yeniden diriltilmeyi inkar edenlere, dehrîler/zamanı her şeyin sebebi ve yok edicisi kılanlar ile müşriklere resulün örnekliğinde gönderilen son vahye teveccüh etmeleri, İlah ve rab olarak Allah’ı birlemeleri konusunda eşsiz bir belağat ve aciz bırakıcı birer delil/tehdit/uyarı/ öğüt olarak sunulmaktadırlar. Elbette bunlardan, teslim olmuş ve iman etmiş olanların da alacakları hisseler vardır, öncelikle ve de önemle! Kıyamet alametleri, saçtaki aklar gibi ölüm ve ötesini hatırlatıp kişiyi muteyakkız kıldığında, gafletten uyandırdığında, doğruya ve salih amele sevk ettiğinde anlamlıdır. Zaten kul her an buna hazırlıklı olmak, her an ve mekanda dosdoğru bir yol üzre olmak, kulluğunu gereği gibi ifa ederek Rabbini razı edecek bir süreci işletmek zorundadır. Cifr ile, ebced ile çetele tutanlar, yanlış bir yol üzredirler. Bu, peygamberin dilinden Kur’an’ın ifadesi ile Kur’an’ı mehcur bırakmak, arkaya atmak, terk etmektir. Hesabı zordur! Yol da değildir, iş de! Dini, Kur’anı matematiğe indirgeyenler, asıl matematiği kendi amel defterleri için yapmalılar! O’nun için endişelenmeli ve onunla yoğrulup onun için yorulmalı, kendilerini onun için ve onunla yormalılar! Kıyametin alametleri bir tarafa herkes kendi müslümanlığının alametleri için kaygılansın! Müslümanlığının alameti farika- İktibas ları için titizlensin! Müslümanlığının nasıllığına ve niçinliğine baksın! Rabbimizin seçip taktığı bu isme layık olup olmadığına, bunu bir mümeyyiz vasıfla görünür kılıp kılmadığına, şu anki hal ve gidişatının Rabbini razı edip etmeyeceğine baksın! Kendi kıyametinden sonra hesap defterini ne taraftan, sağdan mı, soldan mı alacağını düşünsün, hem de iyice! Yakın tarihte kendi yaşadığım bir anekdotu paylaşayım, konu ile yakından ilgili olması hasebiyle! 90’lı yılların başlarında görev yaptığım yerde, malum formel cemaat(çik)lerden -ki primatif/faziletler, ezoterik/ cifr, ebced, nazım vs. ve literal/ yüzünden okumaları ile meşhur olan- birine mensup ve yurt dışında yaşayan biri, bir Kur’an sohbetimize konuk olmuştu. Kendisinin dillendirdiği belli tarihler vererek, saatin yaklaştığı ile ilgili yaydığı haberleri doğrulattıktan sonra, ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!’ kabilinden eleştirdiğimiz, aynı kişinin aynı dönemde köyden arsalar toplama, arazi satın alma girişimlerindeki tenakuzu kendi üzerinden ortaya çıkarmıştık! Lakin nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, çelişkiyi kavrayıp geri adım atacağına, aksine bizi imana davet etmesi, bizim için ıslah dilemesi üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir durumdur. Acilen çözülmesi, tedbir alınması gereken bir meseledir! Zorla olacak bir şey değil, ama biz belki fayda verir ve Rabbimize bir mazeretimiz olsun diye ısrarla Kur’anla ve Kur’anı hatırlatmaya devam edeceğiz, etmeliyiz! Müslümanların bugün içine duçar oldukları bu sorumluluklarını erteleyici durum, içerik ve C ifr ile, ebced ile çetele tutanlar, yanlış bir yol üzredirler. Bu, peygamberin dilinden Kur’an’ın ifadesi ile Kur’an’ı mehcur bırakmak, arkaya atmak, terk etmektir. Hesabı zordur! Yol da değildir, iş de! Dini, Kur’anı matematiğe indirgeyenler, asıl matematiği kendi amel defterleri için yapmalılar! 21 İktibas Düşünce anlamı bırakıp şekil ve kabukla ilgilenmeleri, gayba/soyut olana, görünmeyene, görmedikleri halde iman etme boyutundan, Samiri’nin somut/böğüren buzağı putu benzeri bir yanılsamaya düşmeleri anlaşılır gibi değil! Aslında imtihanın doğası gereği anlaşılır da, kabul edilebilir gibi değil! Kabul de edilebilir, zira vakıa bu! Her şey açık ve net, hidayet de belli, sapıklık da! Bir tarafta zulümat/cahiliyye ve karanlıklar, diğer tarafta hak ve hakikat! Dileyen dilediği yolu tutacak; Rabbimiz de ona dilediğini kolaylayacak! Malik bin Nebi’nin kavramsallaştırması ile ‘kıyamet alametlerinin dökümü- nü yapmak ve mehdi beklemek’ ibadetle mükellef kulun rotasının saptığının işaretidir. Mazeretlerin maharetle yığıldığını, kılıfların çalınanla doğru orantılı olarak hazırlandığını göstermektedir. Yukarıdaki anekdota bakarak bu haberleri yayanların ve bunların ardına sığınanların ne halde olduklarına bakmak yeterlidir aslında! Gerçi ortalık hanidir toz duman da, renkler ve bu hengamede sapla samanın karışımından genel geçer bir analiz, ayırım yapmak çok zor! En azından bu etkileyen pozisyonundaki, haberlerin kaynağı olan ve kaynak göstermekte de pek güçlük çekmeyecek olanların bir farkının, dinleyici kitleden bir alameti farikasının olması beklenirdi! Kendilerini daha bir adasınlar, bu alametlerin gereği ne ise yapsınlar, yığacaklarına, yağma yapmayıp dağıtsınlar, paylaşsınlar, öteye yatırım yapsınlar! Ama nerde? Sömürü de onlarda, yağma da, yığma da! Bu maluliyetler genelde hepimizi aynı oranda ilgilendirse de, dediğimiz gibi en azından bu konuda söyledikleri ile yapıp ettikleri arasında ufacık bir ilinti olsa! Havadaki nem ve mikrobik ortam hepimizi üç aşağı beş yukarı, bir şekilde etkiliyor. Özümüze dönerek, özürlerimizi bir kenara bırakarak, hep birlikte Allah’ın kopmaz ipine, Kur’an’a sımsıkı sarılırsak, saflarımızı bu niteliklerle sıklaştırarak bu açmazlarımızı aşabiliriz! Bizi yoldan çıkarmaya çalışan sefihin, içimizdeki beyinsizlerin, aklının farkında bile olmayan saflarımızın iğvalarından, vesveselerinden, çeldiricilerinden korunabiliriz. Kıyamet alametleri kişiye bir acziyet ve kabullenmişlik aşılamamalı kesinlikle! İlahi iradeye teslimiyet iradesi gösterenler için, sabırla, takvayla, bilgiyle, emin bir imanla, kararlılıkla, salih amellerle donanıp yola koyulmaktan, süreci bil(diril) diğince işleterek, olanca gücüyle sa’yu gayret, cehd etmekten başka yol da yoktur, çare de! Maharet kıyamet alametlerinin sayım dökümünü yapmak değil, imanının alametlerini sergilemek, Rabbimizin razı olacağı bir kullukla şahitlik ifa etmek için hayatının tümünü bu hassasiyetle donatma çabası, iradesi göstermektir. Taraf - 9 Eylül 22 [email protected] Düşünce DÜNYA EKİNİNİN HARMAN YERİ KIYAMET BÜNYAMİN ZERAN a hiretin var olduğunu bilmek insanın sorumluluk bilincini taşıması gerektiği anlamına gelir. Çocukların saçlarını ağartacak bir hesap günü, emzikli bir kadının çocuğunu unutacağı, gebe bir kadının bebeğini düşüreceği ve en önemli ticari gelir sağlayacak olan malların umursanmayacağı o günün dehşeti önemli bir şeydir ve umursanmaya değerdir. İktibas Yoktan var edilen insan yeniden yaratılacağını unuttu. İçinde yaşadığımız çağ ölümü adeta insan yaşamının dışına taşıma gayreti içindedir. İşe, öncelikle mezarlıkları şehrin dışına taşıyarak başladı. Ölüm duygusu insan zihninden silinmeliydi ki insan haz tanrısının eline kolayca teslim olabilsin. Sanki mezarlıklar şehrin dışına taşınınca ölüm de insandan ebedi uzaklaşacakmış gibi anlamsız bir uğraşın içinde oldular. İnsan, hayata sıkıca bağlandıkça ölümü zihninden söküp attı. Oysa ölüm karşılaşacağı bir gerçekti. Tıpkı bir bitki gibi… Yeşerecek, büyüyecek, yaşlanacak ve çerçöp olacaktı. Yaşam ve ölüm bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir varsın bir yoksun. Masallar da böyle başlamaz mı? Bir varmış bir yokmuş… Bizler ölümü hatırlamak istemesek de o bizim gerçeğimiz. Bizden önce nasıl ki insanlar yaşamış ve ölmüş ise biz de onlar gibi ölüp gideceğiz. Önemli olan ölüme doğru nasıl yürüdüğümüzdür. Allah, her şeyi yaratmış ve her şey üzerinde vekil olmuştur. Çünkü yaratan O’dur ve yarattıklarını belli bir amaç uğrunda bir araya getiren ve onlara nasıl yaşayacaklarını takdir eden de O’dur. Öyleyse insan, hayatı kendi kafasına göre değil de Allah’ın buyruklarına göre yaşaması gerekmektedir. Tabii bu durum her ne kadar haz tanrısının ve onun sadık kullarının hoşuna gitmese de bu böyle olmalıdır. İnsanın dünyada kıymet verdiği şeylerin aslında Allah katında değersiz şeyler olduğunu fark etmesi ve baki kalacak tek şeyin Allah’ın yüzü olduğunu bilmesi onu bir sonraki hayatına daha bağlı kılacaktır. Allah, insanı halife tayin etmekle kendi kurallarının, hükümlerinin yeryüzün- de insan eliyle işletilmesini ve Allah’ın sözünün galip gelmesini amaçlamıştır. İnsan, yaptığı her işi Allah adına yapmakla sorumlu tutulmuştur. Lakin insan, kendine emanet edilen şeylerin sahibi gibi hareket etmeye başlamasından bu yana kul olduğunu unutarak kendini bir ilah olarak değerlendirmeye başlamıştır. Hakim olduğunu düşündüğü en küçük alanda bile kulluğu terk edip ilahlık oyunu oynamaya başlamıştır. İnsan, dünya hayatıyla ilgili sorumluluk aldığında yetki de almıştır ve şeytan insanın ayağını kaydırmak için ona bir takım şeyleri süslü göstermiştir. Adem’i cennetten çıkaran şeytan, Ademoğullarını da cennetten çıkarmak için cehennemin yollarını süslemiştir. İnsanın Allah’tan aldığı yetki O’nun adına yeryüzünü imar etmesi ve insanları ıslah etmesi içindir. Oysa kuvveti elinde bulunduranlar çoğu zaman kendini Firavun, serveti elinde bulunduranlar kendini Karun, mabetlerde sözü geçenler ise kendini Bel’am konumunda bulmaktadırlar. Eğer gerçekten ahiret inancı taşınmış olsaydı herkes kul olduğunun farkında olarak kulluğunun gerektirmediği hiçbir işe kalkışmazdı. Ahiretin var olduğunu bilmek insanın sorumluluk bilincini taşıması gerektiği anlamına gelir. Çocukların saçlarını ağartacak bir hesap günü, emzikli bir kadının çocuğunu unutacağı, gebe bir kadının bebeğini düşüreceği ve en önemli ticari gelir sağlayacak olan malların umursanmayacağı o günün dehşeti önemli bir şeydir ve umursanmaya değerdir. İnsan, geçici olan ile ebedi olan arasındaki bağıntıyı yeterince kuramamaktadır. Var olan şey yani dünya ve onun cazibesi somuttur ve ortadadır, 23 İktibas cennet ve cehennem ise soyut ve kimse tarafından görülmemiştir. Yani faydası hemen görülecek bir şey olmayıp ancak ölünce karşılaşılabilecek bir şeydir. Ama biri ebedi diğeri ise geçicidir. Buna rağmen insan önündekini ciddiye almaktadır geçici olduğunu görse de. Tabi insanın böyle düşünmesine sebep geleneksel fıkhın yarattığı rahatlıktır. Bizim geleneksel fıkhımız kelime-i şehadeti getiren herkesi şehadet ettiği şeyi yaşamaktan uzak olsa dahi cennete göndermekte ve Allah’ın sevgilileri kılmaktadır. Her ne kadar Kur’an “ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Siz ne isterseniz sizin olacak diye verilmiş bir söz mü var?” dese de. Malumdur ki insanımız Kur’an algısını bizzat vahiyden değil rivayet kültüründen almakta olduğundan vahyin kendisini çağırdığı şeyden de bihaberdir. Kıyamet, hesapların dürüleceği son karar yeridir. Elbette bu karar yeri herkes için en adil olan yerdir. O mekânda hiçbir iltimasın olmayacağı, zenginliğin fayda vermeyeceği, aşiretin kıymetsizleştiği, yalnızca kişinin amellerinin dikkate alınacağı bir karar yeridir. Kısacası iman edip salih amel işleyenler dışında kimsenin kazançlı olmayacağı bir yerdir. Böylesi bir yer aynı zamanda kesin olarak hakkın ortaya çıkacağı bir yerdir. Allah’ın, ilmel yakiyn olarak bizlere vahyi ile işaret ettiği kıyamet, hakkal yakiyn olarak da karşımıza kuşkusuz çıkacak. Böylesi bir günde uyanmak kuşkusuz yeryüzünde ilahlık taslayan kimseleri huzursuz edecektir. Çünkü onlar dünyada el üstünde tutulmaya, pohpohlanmaya, meclislerin en baş köşelerinde oturmaya ve yeryüzü kaynaklarını sınırsızca tüket- 24 Düşünce meye alışmışlardır. İsterler ki bu dünyadaki krallıkları ahirette de sürsün. Onun içindir ki kıyamet tasvirinde o ayak takımı diye tabir ettiklerini nimetle mükâfatlanmış olarak gördüklerinde şaşırırlar. Kendilerinin kazandıklarını, hatta eş ve çocuklarını ve meclislerini fidye olarak verip azaptan kurtulmak isterler. İnsanın, dünyada yaptığı eylemlerin iyi ya da kötü olsun bir şekilde kaybolmayacağını ve mutlaka bir karşılığının olacağını bilmesi onu hem tedirgin eder hem de bir yarışın içine sokarak güzel bir mücadelenin içine çeker. Tedirgin eder çünkü yaptığı eylemler eğer Allah’ın rızasına uygun değilse kendisini bekleyen elim bir azabın olduğunu düşünür. Yarışa sokar çünkü Allah’ın rızasını kazanarak sağın önde koşanı olmayı, takva sahiplerine önder olmayı diler. Ayrı bir grup da var ki onlar ahirete inanmaz ve çürümüş kemikleri de kim diriltecekmiş derler. Aslında bu psikolojiyi taşıyanlar bilirler ki bir yaratma ve yeniden diriltme eylemi vardır. Tarih boyunca ister iman etsin ister etmesin her toplumda yeniden diriliş inancının emareleri vardır. Firavun inancında ölülerin mumyalanması ve sevdiği yemeklerin mezara konulması, Hitit’lerde ölen kişinin değerli eşyaları ile gömülmesi, Urartu’larda ise soy esasına göre taştan ve toprak altında çok odalı mezarlar yapılması vs. ölümden sonraki yeniden dirilişi anlatan tasvirlerdir. Yani insanoğlu var olduğundan bu yana yeniden diriliş inancına sahiptir. Bunu bildikleri halde inanmama istekleri dünyaya olan meyillerinden ve sahip oldukları hazlarından vazgeçmek istememeleri yüzündendir. Allah, Kur’an’da kıyamet sahnelerini çok dehşetli ve korkunç olarak tasvir etmiştir. Ayrıca cehennem tasviri de yine aynı müthişlik ve korkunçluk tasviri içinde yerini alır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, insana yeryüzünde eşrefi mahlûkat olma şansı vermiş ve bu şansını iyi değerlendirenleri de kıyamette çok daha büyük bir ödülle karşılayacağını vaadetmiştir. İman etmek ve bu iman doğrultusunda yaşamak bugünün diline pelesenk olmuş evrensel ahlaki değerler diye tanımlanan şeylerin de üstünde bir yaşamı kabul etmek ve bu uğurda insan kalabilmenin şerefini korumayı vaadetmek demektir. Kıyamet düşüncesini eskilerin masalı gibi algılayan ya da Allah’ın affediciliğine sığınarak günah işlemeyi kendine hak görenler için ise homurtusu ta dışarıdan duyulan ve derileri yakıp kavuran bir ateşin odunu olmayı dünyada ise aşağıların en aşağısı olarak kalmayı arzulamak demektir. Bugün modern dünyanın akışına kendini kaptırmış bizler mezarlıklarımızı şehrin dışına, morgları yerin iki kat dibine inşa etsek de ölüm gerçeğini görmezden gelemeyiz. Tıpkı masallarda olduğu gibi bir varız bir yokuz! Önemli olan yok olurken de var olurken de ne için olduğumuz ve kim için var olduğumuzdur. Allah, kendisi dışında herhangi bir şey için var olmayı ya da yok olmayı şirkle itham etmekte ve böylelerinin cezasını cehennem olarak göstermektedir. Ölümün kollarına koşarken nereye bu gidiş diye vakit geç olmadan sormamız gerekiyor. Çünkü dünyada hayır eken ahirette de hayır biçecektir. [email protected] Düşünce KUR’AN’IN KIYÂMET İNANCI İLE GENEL KABUL GÖREN ANLAYIŞTA KIYÂMET AHMED KALKAN A llah’ın neye nasıl iman etmemizi istediğinin esas önemsenmesi gerektiği halde, başkalarının (hatta Kur’an’a ters) görüşleri iman esası kabul edilmiş. İşte bu yazımda özet olarak bu genellemenin İslâm iman esaslarının ana bölümlerinden biri olan âhirete imanın önemli kısmını teşkil eden Kıyâmet kavramı ve Kıyâmete iman konusu açısından örneklerini vermeye çalışacağım. İktibas İslâm inancı, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. İman esaslarını belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İman esasları; şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Buna rağmen, bugüne kadar mezhebî akaidler oluşturulmuş, bazı şahıslar akaidde imam kabul edilmiş ve şahıslara bağlı akaidler oluşturulmuştur. Falan şahsa göre iman nedir, filan şahsa göre mü’min kimdir, bunların görüşleri tüm mü’minleri bağlayacak şekilde değerlendirilirken, Kur’an’a göre iman esasları önemsenmemiş, inanç esaslarının Kur’an’a ters düşüp düşmediği âlimleri ve avamı ilgilendirmemiştir. Kur’an Akaidi bile yazılmamış bu toplumda, Kur’an’ın iman esasları falan mezhebin veya filan âlimin görüşleri kadar önemsenmemiş. Allah’ın neye nasıl iman etmemizi istediğinin esas önemsenmesi gerektiği halde, başkalarının (hatta Kur’an’a ters) görüşleri iman esası kabul edilmiş. İşte bu yazımda özet olarak bu genellemenin İslâm iman esaslarının ana bölümlerinden biri olan âhirete imanın önemli kısmını teşkil eden Kıyâmet kavramı ve Kıyâmete iman konusu açısından örneklerini vermeye çalışacağım. Kıyâmetin Ne Zaman Kopacağını Allah’tan Başka Hiç Kimse Bilemez. 1- Kur’ân-ı Kerim’e göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir. “Sana Kıyâmetten sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen nerede?” (79/ Nâziât, 42-43); “Sana Kıyâmet sâatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: ‘Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.’ Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır’ ama insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.” (7/A’râf, 187) Genel kabule göre, direkt söylenmemiş olsa da, Rasûlullah (s.a.s.) bugün kıyâmetin kopmayacağını, yarın da kopmayacağını… bilmektedir. O’na atfedilen Kıyâmetin büyük alâmetleri henüz ortaya çıkmadığına göre, insanlar hiç rahatsız ve tedirgin olmasınlar, kısa süre içinde kıyâmet kopmayacaktır. Ayrıca, bazı büyük yazar ve âlimler, kıyâmet için tarih vermekten çekinmemişler, böyle bir cür’et göstermişler. Bunları tümüyle reddetmesi gereken samimi mü’minlerden niceleri ise, o yazar ve âlimleri otorite kabul etmeye devam etmişlerdir. Ebcedden, cifirden yola çıkarak kıyâmete tarih biçmekten çekinmeyen Kırmızı kaplı kitapların yazarını ve son kitabının üzerine 2012 tarihini yazarak çıkarımlarda bulunmaktan sakınmayan bir yazarımızı bu konuda örnek verirken, esas karşı çıkılması gereken tavrı göstermedikleri için (olmayan) ümmeti suçlamak durumundayız. 25 İktibas Kıyâmet Alâmetleri 2- Kur’ân-ı Kerim’e göre, Kıyâmetin alâmetleri ortaya çıkmıştır. Kur’an’ı okuyup ona teslim olanlar bilirler ki, onun alâmetleri çoktan gelmiştir. “Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” (47/ Muhammed, 18). Kıyâmetin Kur’an’da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur’an, Kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar: “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (54/Kamer, 1). Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman kalmıştır, hatta belki bundan daha da yakındır: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) sâatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir.” (16/Nahl, 77) “Fekad câe eşrâtuhâ / onun alâmetleri belirmiştir/gelmiştir.” (47/Muhammed, 18). Kur’an böyle demektedir. Kur’an’la çelişmesine rağmen hâlâ Kıyâmetin küçük-büyük alâmetlerini bekleyen zihniyete ne demeli? Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli? İnsanları canlandırıp zâlim tâğutlara “kıyâm et”melerini sağlamak için fırsat ve vakitlerinin az olduğunu, ellerini çabuk tutmaları gerektiğini hatırlatan “kıyâmet”, rivâyetlerin toz ve dumanı arasında mesajı, işlevi kaybolup gidiyor. 26 Düşünce Bütün bu Kur’ânî hakikatlere rağmen, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) kıyâmetin alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis kitaplarını doldurmuştur. Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla reddetmek ilmî ve doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur’an’a arzedilmesi gerekir. Kur’an’ın bazı âyetlerinin müteşâbih olduğunu biliyoruz (3/Âl-i İmrân, 7). Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine benzeyen, mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, yorumunda güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur’an’da bahsedilen kıyâmet ve ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir. Müteşâbihlerin tek bir tefsiri olmaz, farklı te’villeri/ yorumları olabilir, esas anlamını da ancak Allah bilir (3/Âl-i İmrân, 7). Müteşabihlere yapışmak ise, “kalplerinde eğriliğin bulunması” ve “fitne çıkarma” (3/Âl-i İmrân, 7) riski ile karşı karşıya gelmek demektir. aylık bir süreç içinde kıyâmet kopmayacağından, paniklemeye, endişeye gerek yoktur” anlayışı, Kur’an’ın kıyâmetle ilgili oluşturduğu motivasyonunu silip atmaktadır. Kur’an’dan yola çıkarak bugün bile kıyâmetin kopabileceği ihtimalini hesaba katarak (ki bugün ansızın kopmayacağını iddia etmek mümkün değildir) Kur’an’ın yüklediği bireysel ve toplumsal görevlerimizi yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek, büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla kıyâmeti çok uzaklara ertelemek, Kur’an’ın kıyâmetin ansızın kopacağı ve alâmetlerinin geldiğini belirtmesindeki hikmeti, mesajı, insanları motive etmesini imkânsız hale getirmektedir. Kıyâmetin dehşeti ve bizi o güne hazırlayan yüzlerce âyetin bizde oluşturacağı olumlu etkileri yok etme görevi üstlenmektedir. Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve Kur’an’ın kıyâmet konusundaki mesajını göz ardı eden Osmanlı’nın son devir mollaları, olanca zulüm ve tuğyânı, sadece “Kıyâmet alâmeti” olarak değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla “başımıza taş yağması yakındır” diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Hâlbuki kıyâmetin çok yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur’an çok önceden belirtmişti. Kıyâmet Ansızın Kopacaktır. Kimsenin Beklemediği Bir Zamanda, Belki Bir Dakika Sonra… Genel kabule göre, kıyametin büyük alâmetleri henüz çıkmamıştır. O yüzden de “bir-iki “Allah tarafından herkesi kapsayacak bir musîbetin gelmesinden veya farkında olmadan kıyâme- 3- Kur’ân-ı Kerim’e Göre; Kıyâmet (toplumların beklemediği bir anda) bağteten / ansızın kopacaktır. “Hayır, onlara (Kıyâmet) ansızın gelecek de, böylece onları şaşkına çevirecek; artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek ve ne onlara süre tanınacak.” (21/Enbiyâ, 40) Düşünce tin ansızın kopmasından emin mi oldular?” (12/Yusuf, 107) “Onlar, Kıyâmet sâatinin kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun alâmetleri belirmiştir/gelmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” (47/Muhammed, 18) Kıyâmetin bağteten / ansızın kopacağını ifade eden tam 10 âyet vardır. Bunlar: 6/En’âm, 31; 7/A’râf, 187; 12/Yusuf, 107; 21/Enbiyâ, 40; 22/Hacc, 55; 43/ Zuhruf, 66; 47/Muhammed, 18; 26/Şuarâ, 202; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 55 âyetleridir. Genel kabule göre, kıyâmet ansızın, kimsenin beklemediği zamanda kopmayacaktır. Kıyâmetin alâmetleri tek tek ortaya çıkmadan kıyâmet kopmayacağından, özellikle büyük alâmetler herkesin şâhit olacağı şekilde günlerce, hatta aylarca süren uzun zaman dilimlerinde ortaya konulacak. Kıyâmet, ne zaman kopacağı belli olmayan gaybî bir olay olmaktan çıkıp herkesin alâmetleri tek tek izleyip yaşayacağı, sürecin tamamlanmasını bekleyeceği ve alâmetlerin tamamlandığında herkesin beklediği zaman dilimlerinde kıyâmet kopacak. Rivâyetlere bakınca kıyâmetin büyük alâmetlerinin hemen hiçbiri ortaya çıkmadığından bugün kıyâmet kopmayacaktır, hatta bir ay sonra da kıyâmet kopmayacaktır. Çünkü Ye’cuc ve Me’cuc’un çıkması, Dâbbetu’larzın zuhûru, Güneşin Batıdan doğması, Mehdi’nin çıkması, Hz. İsa’nın gökten inmesi, Mehdi veya Hz. İsa önderliğinde İktibas kıyasıya Kıyâmet savaşı diyebileceğimiz son dünya savaşı ve mü’minlerin galibiyeti, öyle birkaç güne sığacak olaylar değildir. Kıyâmetin Ansızın Kopacak Olmasının İnsan Ruhundaki Etkisi Kur’an’ın kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp, az sonra olma ihtimali olan kıyâmetin ve her yaptığımızdan hesaba çekilmenin bizi motive ederek, Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmamızdır. Kur’an’a göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah’tan başka hiç kimse bilemediği için herkes, her an kıyâmete ve kıyâmet sonrası Allah’ın kendilerini hesaba çekmesine hazır olmalıdır. Kıyâmetin ansızın kopacak olması, insana hayatının her sürecinde, devamlı daha sorumlu davranması için büyük imkânlar verir. Bu sorumluluk bilinci, kişinin gerek bireysel gerekse toplumsal hayatında olumlu davranışlar sergilemesini sağlar. Kur’ân’ın, insanları hakka yöneltmek için zaman zaman başvurduğu yöntemlerden biri terhibdir (korkutmadır). Çünkü korku ifadeleri şiddet içerir; şiddetin de özelliği kalpleri hassaslaştırmasıdır. İnsanların şiddet zamanında psikolojik olarak, en ufak ürpertileri hissedebilecek bir durumda oldukları bilinen bir gerçektir. (Nekra, s. k ıyâmetin ansızın kopacak olması, insana hayatının her sürecinde, devamlı daha sorumlu davranması için büyük imkânlar verir. Bu sorumluluk bilinci, kişinin gerek bireysel gerekse toplumsal hayatında olumlu davranışlar sergilemesini sağlar. 27 İktibas 447; Hayati Aydın, İslâm’a Göre İnsan Psikolojisi). Bundan dolayı Kur’ân, kişilerin bu psikolojik durumlarını göz önüne alıp telkinde bulunmaktadır; korku bağlamında kıyâmet, diriliş, hesap verme, cehennem azabı gibi olaylara temas etmektedir. (22/ Hacc, l-2; 54/Kamer, 7-8; 101/ Karia, 1-11; 56/Vâkıa, 57). Onun bu metodu takip etmesi, fertlerde kötülüklere karşı caydırıcı bir etkiyi meydana getirmektedir. Korku, insana kendisini kontrol etme fırsatını verir. Tehlikeyi düşünmek, korkuyu hatırlamak, asi nefisleri kendine getirir, katı kalpleri yumuşatır. Bu durum, sıkıntıya düşen veya sıkıntı anında bu hâle giriftar olanı gören herkesin, yakinen müşahede ettiği bir tecrübedir (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s. 1124). Korku, bir kamçı gibi insanı rahmetin kucağına atmakta, kişilerde verâ, takva ve iffet gibi güzel duyguları oluşturmaktadır. O halde olumlu korkuyu iyi duygular arasında saymak lazımdır. Zaten bir şeyin üstünlüğü, âhirette o şeyin, Allah’a kavuşturma hususundaki etkisiyle ölçülmektedir. Bu tür korkular, kişiyi daima Allah’ın rızasını aramaya, nehyettiği hususları terk etmeye ve emrettiği hususları yapmaya sevk eder (Hayati Aydın, a.g.e.). Genel kabule göre, insanın kıyâmetten korkmasına gerek yoktur. O, nasıl olsa, “ansızın” değil; gelişini, alâmetleriyle “gümbür gümbür” hissettirecektir. Kıyâmet, Hesap Günüdür, Hesaba Çekilmeyi Hatırlatır 28 Düşünce Kıyâmetle ilgili değerlendirmeler, kıyâmetin hesap günü olduğunu gölgelememelidir. Kıyâmet konusu, kıyâmetle birlikte başlayan süreçte insanoğlunun her yaptığından veya yapması gerekirken terk ettiklerinden hesaba çekilecek olmasını, dolayısıyla hesap verme şuurunu öne çıkartması gerekir. “İnsanların hesap günleri (sorgulama zamanı, yaptıklarının hesabını verme vakti) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler.” (21/Enbiyâ, 1); “Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor.” (3/Âl-i İmrân, 30); “(Allah,) Din gününün mâliki (cezâ ve ödül gününün, ahret hayatının yegâne gerçek sahibi) dir.” (1/Fâtiha, 3) Bir hadis rivâyetine göre, Hz. Peygamber bir gün ashâbına şöyle sorar: “Müflis kimdir, bilir misiniz?” Ashâb: ‘Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı olmayandır’ dediler. Bunun üzerine Rasûl (s.a.s.); “Benim ümmetimden gerçek müflis; kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır” (Müslim, Birr, 59) buyurur. Günahkâr mü’minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, “Hesap günü”nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde: “Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver.” (38/Sâd, 16). Müşrikler böyle söylemekle; “hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden ver” diyerek akılları sıra alay ediyorlardı. Cenab-ı Hak da: “Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesaba çekilmesi de Bize âittir.” (88/ Ğâşiye, 25-26) buyurarak, hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur: “Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır.” (38/Sâd, 26) İnsanoğlu, dünyada geçirdiği ömürden, sıhhat ve âfiyetten, kazanıp harcadığı mal-mülk ve servetten, harcadıklarından, harcamayıp geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir. Buhârî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık ve boş vakit.” Zira kazanmak ve hayır yapmak bunlara bağlıdır. İnsan, yapması gerekirken yapmadıklarından ve yapmaması gerekirken yaptıklarından, söylemesi gerekirken söylemediklerinden ve söylememesi gerekirken söylediklerinden sorulacaktır. “O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (102/ Düşünce Tekâsür, 8) “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (99/ Zilzâl, 7-8) İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına sahip irâdeli bir varlıktır. Âhirette, dünyada işlediklerinden tek tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını görür. Dilediğini yapan, dilemediği karşılığı alır. Elbette, dünya ceza ve ödül yeri değil; imtihan yeri olduğundan, nice suçlar dünyada cezasız kalabilir. Allah imhâl eder ama ihmâl etmez. Hiçbir suçun ve hayrın karşılığını ihmâl etmez, ama dilediğini sonraya erteler; bu “sonra”, bazen âhiret olur. Kıyâmet Alâmetleri ve Toplumsal Kıyâmet Hadis rivayetlerinde daha çok toplumsal fitne ve fesatlarla ilgili olarak bahsedilen ve küçük alâmetler olarak kabul edilen fitne ve kargaşalar, toplumsal kıyâmetle ilgilidir. Yani, sosyal huzuru mahveden bu tür eylemler, toplumun mânen kıyâmeti, çöküşüdür. Toplumu mânen öldüren bu yaygınlaşan çirkin fiillerin neticede açacağı yaraları, kıyâmetin dehşetine benzetmiş olmalı Rasûl. Bu konudaki hadis rivâyetlerinin çoğu mecâzî anlamdaki kıyâmetten bahsedip toplumun çöküşü anlamındaki mânevî kıyâmet cinsinden toplumsal problemlerden bahseder. Yoksa, dünyanın sonu anlamında kıyâmet söz konusu edilmez. Kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin düzeninin bozulması, her İktibas şeyin altüst olarak yok olması ile, ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. Hayat sahnesinde her an milyonlarca kıyâmet yaşanmaktadır. Her insanın vücudunda da her an binlerce kıyâmet yaşanmaktadır. İnsanın kıyâmeti, inancın kıyâmeti, hakikatin kıyâmeti, ahlâkın kıyâmeti, Bireysel Kıyâmet (Fertlerin hayatındaki kaos ve bunalım), bireyin fiziksel kıyâmeti (ölüm), mânevî kıyâmeti (fıtratın tağyîri, huzur ve tatminin yok edilmesi), ailevî kıyâmet, sosyal/ toplumsal kıyâmet) toplumun kıyâmeti (câhiliyyenin hortlaması, toplumun dejenerasyonu), ahlâkî kıyâmet (Allah korkusu motivinin kalmayışı), Gıda ürünlerinde kıyâmet (genetiği değiştirilmiş bazı gıda ürünleri, katkı maddeleri, renklendirici ve tatlandırıcı olarak kullanılan bazı malzemelerin insan bünyesinde kıyâmete benzer tahribi, yıkımı), teknolojik alandaki kıyâmet (hem savaş sanayii, hem diğer sanayi alanlardaki korkunç insanî tahribat), ekonomik kıyâmet (paranın insandan ve her tür insanî değerden üstün kabulü), siyasal kıyâmet (tuğyanın kurumlaşması, tâğutların tanrılıklarını dayatan zulümleri) ve esas kıyâmet: Evrenin ve tüm varlıkların kıyâmeti… K ıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. 29 İktibas Hadis külliyâtları, kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan kıyâmet öncesi dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren kıyâmet alâmetlerinin tümünün halkın benimseyeceği şekilde gündemde tutulduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifadelerin dışında şunları da görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları (Filistin’de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak’a olduğundan yola çıkarak kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, kıyâmet dehşeti 30 Düşünce yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir Peygamber, toplumun kıyâmetini çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki “hasta adam”a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, “Kıyâmet alâmeti” olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için Kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal Kıyâmet, her an toplum bireylerine dehşet saçmaktadır. Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur’an’a arzedilerek, müteşâbih olduğu unutulmadan te’vil edilebilir. Bu, Kur’an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan, onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine, bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir (Bk. Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem’alar, s. 112). Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir (Bk. Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 11121114). Yalnız, Kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu ve benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle Kıyâmet ilminin sadece O’na âit olduğu unutulmamalıdır. Bir peygamberin dini (O’nun tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça, kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, “güneşin batıdan doğması”dır. Nitekim giderek ivme kazanan bir hızla Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün Düşünce değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeye hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mesih’tir, Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır. Te’vil etmeden bu rivayetleri iman esası şeklinde kabul etmek, bizim Akaid usûlü anlayışımızla bağdaşmaz. Çünkü, on çürük domatesin bir araya gelerek bir sağlam domates yapmadığı gibi, hiçbiri mütevâtir olmayan, zayıfıyla, haseniyle, garibiyle, sahihiyle bu hadisler bir araya gelince mütevâtir olmaz. Mütevatir olmayan âhad haberler de, selefî geçinenlerin ve katı mezhepçilerin dışındaki ehl-i ilimce akaidde delil teşkil etmez. Hadis rivâyetlerindeki kıyâmet alâmetlerine yönelik bilgiler arasında tezatlar da görülmektedir. Sözgelimi; hem tüm dünyanın Müslüman olması hem de yeryüzünde hiç Müslüman kalmaması, kıyâmet alâmetleri arasında sayılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de, diğer büyük alâmetler gibi, Mehdi’den, Deccal’dan da bahsedilmez. Buhârî ve Müslim gibi en sahih hadislerin toplandığı kabul edilen hadis kitaplarında da bu anlamda “Mehdi” ismine rastlanmaz. Diğer hadis kitaplarında Meh- İktibas di’nin çıkacağına dair çok sayıda hadise rastlamak mümkündür. Ancak bunlar arasında da çelişkiler görülmektedir. Sözgelimi; bir taraftan Mehdi’nin Ehl-i beytten olacağı, diğer taraftarı Hz. İsa’nın bizzat kendisinin Mehdi olacağı ifade edilmektedir. Mehdi’nin kıyâmetten önceki çok farklı şahıslar için de kullanıldığını görürüz. Tarihte Hz. Îbrahim’e, Peygamber Efendimiz’e, dört halifeye, Hz. Hüseyin’e, Süleyman b. Abdülmelik’e, Hişam b. Abdülmelik’e ve bazı Abbasî halifelerine de Mehdi denilmiştir. Bilhassa Hz. Ali’ye hem “Hâdî” hem “Mehdi” denilmiştir. Ömer b. Abdulaziz’e Mehdi diyenler, bazı hadisleri de ona hamletmişlerdir. Dört halifeye bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Mehdiler” tabirini kullanmıştır: “Sizi benim sünnetime sarılmaya, râşid ve Mehdi halifelerimin yolundan gitmeye teşvik ederim.” buyurmuştur. Rasül-i Ekrem’in bizzat halifeleri için bu tabiri kullanması, bu tabirin yalnız âhir zamanda gelecek bir şahsa münhasır olmadığını bize göstermektedir. Ayrıca, yeryüzünde kalacağı süre de ihtilaflıdır. Hz. İsa’nın mı Mehdi’ye, Mehdi’nin mi İsa’ya bağlanıp itaat edeceği konusu da rivayetlerde belirgin değildir. Helâkın Değişik Şeklini ve Kıyâmetin Dehşetini Yaşayan İnsanlık İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin ve kıyâmet dehşetinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık İ nsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin ve kıyâmet dehşetinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. 31 İktibas Düşünce sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41). Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir. sadece onu yapmaktan çekinmeyen uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı kirletip fesâda boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155) Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın bir sürü uydularla kaplanması, “yıldızlar savaşı” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği fesat cinsinden hemen sayılabilecek mecâzî anlamda kıyâmetlerdir. Bu fesat ve fitnenin cezâsı, Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir, ama bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, tekno- Salih Memecan - Sabah - 16 Eylül 32 lojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri, kıyâmet dehşeti ve azâbının avansını paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Toplumlar şimdiden helâki, kıyâmetin kaosunu küçük çapta da olsa yaşamaya başlamadılar mı? Son Söz: Kıyâmet, gaybla ilgili bir alandır. Allah’ın gaybla ilgili olarak verdiği bilgi ile yetinmek, yorum konusunda çok hassas davranmak gerekir. İman esaslarını yorumlaştırmamak kadar, yorumları dinleştirmemek de şarttır. O yüzden vallahu a’lemu bi’s-savâb diyerek sözü bitirelim. EN DOĞRUSUNU BİLEN ALLAH’TIR. Düşünce “SANA SAAT’TEN SORUYORLAR” MEHMED DURMUŞ İktibas Arapça ‘saat’ (es-Sa’atu/es-Sâ’a) kelimesiyle bir günün 24 bölümünden her biri kastedilir. Gündüz veya gecenin küçük bir parçasına da saat denir. “Sâ’ati’lusra” “zorluk zamanı” (9/Tevbe, 117) demektir. Terim olarak ‘es-Sâ’a’ kıyamet anlamındadır. ‘es-Sâ’a’ “el-vaktul’l-hâdır” diye açıklanmaktadır, “hazır, şimdiki vakit” gibi bir anlam ifade etmektedir. Sanki böylece, kıyamet hemen şu anda hazırdaymış, vakit tamam olmuş gibi bir incelik içermektedir. Lisanu’l-Arab’da saat, “kıyametin kendisinde koptuğu vakit” diye tarif edilmektedir.1 Zeccac saat’i, kulların kendisinde bayıldığı [öldüğü], kendisinde dirildikleri ve kendisinde kıyametin koptuğu vaktin ismi olarak açıklamıştır.2 v a’d kelimesi, geleceği kesin olarak vaat edilen kıyamete delalet eder. Bu kelime aynı zamanda kıyametin bir istikbal hadisesi olduğu anlamını pekiştirir. Saat’in başlarına kopmamış olması kâfirleri yüreklendirmiş ve Peygamber’i, “sözünde sadıksan haydi, vaat ettiğin şeyi getir!” diye -akıllarıncaköşeye sıkıştırmak istemişlerdir. Kur’an ıstılahında ‘saat’ terimi, Türkçede ‘kıyamet’ ile kastedilen muhtevayı ifade etmektedir. Bununla beraber bazı ayetlerde ‘kıyamet’ ve ‘saat’ kelimeleri aynı cümlede birlikte kullanılmışlardır. Bu ayetlerde kıyamet kelimesinin fiil formuyla, saat’in ise mastar (es-Sâ’a) olarak (yevme teqûmu’s-sâtu: “Saat’in kıyam ettiği gün” yani saatin kopması, kıyametin başlaması gibi bir anlamda) kullanıldığı dikkat çekmektedir. (30/Âl- İmran, 12, 14, 55; 40/Mü’min, 46; 45/Casiye, 27). İki yerde ise isim cümlesi formunda (es-Sâ’atu qâimeten) kullanılmıştır. (41/Fussilet, 50; 18/Kehf, 36). Kur’an’da Saat (kıyamet) hadisesi Batşe (44/Duhan, 16) Âzife (53/Necm, 57; 40/Mü’min, 18), Vâkıa (56/Vâkıa, 1), Hâkka (69/Hakka, 1-3), Tâmme (79/ Naziat, 34), Sâhha (80/Abese, 33), Ğâşiye (88/Ğaşiye, 1), Kâria (101/Karia, 1-3) gibi isimlerle de anılır. “Va’d” kelimesi, geleceği kesin olarak vaat edilen kıyamete delalet eder. Bu kelime aynı zamanda kıyametin bir istikbal hadisesi olduğu anlamını pekiştirir. Saat’in başlarına kopmamış olması kâfirleri yüreklendirmiş ve Peygamber’i, “sözünde sadıksan haydi, vaat ettiğin şeyi getir!” diye -akıllarınca- köşeye sıkıştırmak istemişlerdir. Şu soru cümlesi, bu cahil cesaretinin adeta şablonu olmuştur: “Diyorlar ki, eğer doğru iseniz, ne zamanmış bu tehdit?” (ve yeqûlûne metâ hâze’l-va’du in kuntum sâdıqîn) (21/Enbiya, 38; 10/Yunus, 48; 27/Neml, 71; 34/ sebe, 29; 36/Yasin, 48; 67/Mülk, 25). “Allah’ın va’di haktır, saatte hiç şüphe yoktur…” (45/Casiye, 32) ayetinde va’d ve saat kelimeleri bir arada kullanılmıştır. Saatin Kesinliği Saat mutlaka gelecektir. (15/ Hıcr, 85). Saat’ten asla kuşku duyulamaz. (18/Kehf, 21, 22/ Hac, 7, 45/Casiye, 32). Allah katında yazı değişmez. Allah’ın vaat ettiği gün ne bir saat geri kalır, ne de bir saat ertelenir. (34/Sebe, 30). Allah’ın ümmetlere tayin ettiği eceller de böyledir. (7/A’raf, 34; 10/yunus, 49; 16/Nahl, 61; 34/Sebe, 30). Saat mutlaka gelecektir, bunda hiçbir şüphe yoktur fakat insanların çoğu buna inanmamaktadırlar. (40/Mü’min, 59). Kâfirler kıyametin kendilerine gelmeyeceğinden hep emin olagelmişlerdir. Onlar için kıyamet sadece bir ‘zan’ değeri taşımıştır. (45/Casiye, 32). Allah kâfirlerin kuşkularını şöyle cevaplamaktadır: “De ki, hayır! Gaybı bilen 33 İktibas Düşünce Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir.” (34/Sebe, 3). katındadır; ama insanların çoğu bilmezler.” (7/A’raf, 187). es-Sâ’a’nın şüphe götürmez kesinliği, ashab-ı kehf kıssası gibi bazı olaylarla da pekiştirilmiştir. Mağara arkadaşlarının uykularından uyandırılmaları (diriliş), sadece gençlerin kendileriyle alakalı olmayıp, o gün yaşayan insanların onlara muttalî kılınması, Allah’ın vadinin hak ve kıyametin şüphe götürmeyen kesin bir gerçek olduğunu bildirme iradesine bağlanmaktadır. (18/Kehf, 21). Böylece, yeniden dirilmenin mümkün oluşu bütün insanlara gösterilmek istenmiştir. Bu ayet “yes’elûneke ani’s-Sâ’a” diye başlamaktadır. Yani soranlar, “kıyamet” değil de, “Saat ne zamandır?” diye sormuşlar. Soruya, Allah katından verilen cevap oldukça açıktır: kıyametin ne zaman gelip çatacağını Allahtan başka hiç kimse bilemez! Aynı şekilde, yüz sene öldürülüp yeniden diriltilen insan kıssası da (2/Bakara, 259), kıyametin Allah katında çok kolay bir iş olduğu mesajını yaymaktadır. Kıyametin Vakti Kur’an’da “kıyametin vakti”nin değil de, Türkçe meallerde kıyamet olarak tercüme edilen “Saat’in vakti”nin konu edinilmesi, önemli bir husustur. Kur’an’a göre kıyametin vaktini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bu, üzerinde hiçbir tevilin yapılmasına imkân vermeyecek kadar kesin bir hükümdür. Allah Saat’in vaktini hiç kimseye bildirmemiş, gizli tutmuştur. Kur’an’da bu konu şu şekilde açıklanmaktadır: “Sana saati, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın 34 k ur’an’a göre saat yakındır. (42/ Şura, 17). Ancak ona inanmayanlar bu hususta acelecidirler. (42/Şura, 18). Çünkü onlar cahil cesaretiyle Rasulullah’a meydan okuyorlar, onların istedikleri anda kıyameti kopartamadığına göre, güya onun yalanını ortaya çıkartmış oluyorlardı. Benzer şekilde, insanların ‘saat’le ilgili sorularına hep aynı cevap verilmiştir: “Sana es-Sâati soruyorlar, gelip çatması ne zamandır diye. Sen onu nereden bileceksin! Onun nihaî ilmi yalnız Rabbime aittir. Sen ancak ondan korkanları uyarırsın.” (79/Naziat, 42-45). “İnsanlar sana saat’ten soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de saat yakındır.” (33/Ahzap, 63). Saatin ne zaman kopacağını (ilmu’s-sâ’a), rahimlerde olanın bilgisini, kişinin yarın ne kazanacağını ve insanların nerede öleceklerini sadece Allah bilir. (31/Lokman, 34). Yağmuru nasıl O yağdırır (31/Lokman, 34), O’nun ilmi olmaksızın hiçbir meyve kabuğunu yarmaz, hiçbir dişi gebe kalmazsa (41/Fussilet, 47), kıyametin ilmi de sadece O’ndadır. Geleceğinden kuşku olmayan saatin vaktini gizlemenin gerekçesi, “herkesin kendi say ü gayretinin karşılığını alması”dır. (20/Taha, 15). Kur’an’a göre saat yakındır. (42/ Şura, 17). Ancak ona inanmayanlar bu hususta acelecidirler. (42/Şura, 18). Çünkü onlar cahil cesaretiyle Rasulullah’a meydan okuyorlar, onların istedikleri anda kıyameti kopartamadığına göre, güya onun yalanını ortaya çıkartmış oluyorlardı. Bu insanlar derin dalaletlerinin farkında bile değillerdi. Kâfirler her zaman, Peygamberle alay ederek, müstehzi bir eda ile “ne zamanmış o?” diye sormuşlardır. Allah’ın cevabı kısadır: “De ki: Yakın olsa gerek!” (17/İsra, 51). Kıyametin vaktini sadece Allah’ın bilmesini kâfir olanlardan başkası garip karşılamaz. Çünkü gökte ilah, yerde ilah olan ve mülkün yegâne sahibi Allah’tır. Tabi ki kıyametin bilgisi de sadece O’na ait olacak (43/Zuhruf, 84-85); kıyametin bilgisi O’na havale edilecektir. (41/Fussilet, 47). Kıyamet bilgisi, hiçbir şey bilmez halde iken anasının karnından Allah tarafından çıkartılan (16/Nahl, 78) insanın boyunu aşar. Kıyamet ansızın gelecektir. ‘Ansızın’ anlamına gelen ‘bağteten’ kelimesi kıyametle ilgili olarak Düşünce dokuz ayette geçmektedir. (6/ En’am, 31; 12/Yusuf, 107; 21/Enbiya, 40, 22/Hac, 55; 41/Fussilet, 50; 43/Zuhruf, 66, 47/Muhammed, 18, 54/Kamer, 1, 46). Saat onlara ansızın gelince kâfirler, dünyada salih amelleri terk etmelerinden dolayı pişmanlık duyarlar. Bu insanlar aynı zamanda, “biz bir daha diriltilecek değiliz” kanısındaydılar. (6/ En’am, 29, 31). Allah’ın azabı ya da saat gelince insanlar Allah’tan başka bir varlığa değil, yine Allah’a yalvarıp yakaracaklardır. (6/En’am, 40). Saat Kur’an’ın bildirdiğine göre göz açıp kapamak kadar yahut daha az bir sürede gerçekleşecektir. (16/Nahl, 77). Kur’an bu süreyi “lemhu’l-basar” (göz kırpmak) teşbihi ile açıklamıştır. Bu teşbih, hem Saat’in ansızın geleceğine, hem de çok çabuk bir sürede gerçekleşeceğine işaret etmektedir.3 Saatin ansızın gelecek olması, “kıyametin alametleri” konusunu gündeme getirir. Kıyamet Alametleri Kıyamet ansızın geleceğine ve onun zamanı hakkında Allah’ın dışında hiç kimsenin bir bilgisi olmadığına göre, kıyametin alametlerinden de bahsetmek mümkün değildir. Kıyametin herhangi bir alameti yoktur. Kur’an herhangi bir alametten bahsetmemektedir. Kıyametin alametleri, “Eşratu’s-Sâ’a” başlığı altında ancak hadis kitaplarında zikredilmektedir. Meşhur hadis kitaplarında “Eşratu’s-Sâ’a” başlığı altında, gelecekte vuku bulacağı öne sürülen şu on olay sıralanmıştır: 1, 2, 3) Doğu’da, Batı’da ve Arap İktibas yarımadasında bir yer göçecek; 4) Duhan [duman] çıkacak; 5) Deccal çıkacak; 6) Dâbbetü’larz görülecek; 7) Ye’cuc-Me’cuc gelecek; 8) Güneş battığı yerden doğacak; 9) Yemen’in dip tarafından, halkı süren bir ateş çıkacak; 10) İsa (a.s) gökten inecek.4 Muslim’de ve Tirmizi’de yer alan farklı bir varyantta onuncu alametin, insanları denize fırlatacak bir rüzgâr mı, yoksa İsa’nın inmesi mi olduğu hususunda bir ihtilafın varlığı gözlenmektedir.5 Bu on ‘alamet’ten ilk üçü ile dokuzuncusunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Somut bir adresi olmayan, hayali bir ihbardan ibarettir. Gaybın anahtarları tamamen Allah katındadır. Geleceğe dönük bu haber herhangi bir değer ifade etmez. Deccal kavramının Kur’an’da herhangi bir karşılığı bulunmaz. Bu evsafta insanlar, her zaman, her toplumda buluna gelmiştir. Ayrıca bir ‘deccal’ aramanın anlamı yoktur. Diğer beş ‘alamet’, lafız veya konu olarak Kur’an’la bir şekilde bağlantılı olduğu için, üzerinde kısaca durulması icap etmektedir. Duhan suresinin 10 ve 11. ayetlerinde, “göğün insanları bürüyecek açık bir duman çıkaracağı gün” hatırlatılarak, yaşayan insanlara öğüt verilmektedir. Çünkü o gün bazı insanlar, “Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz” diyecekler (44/Duhan, 12). Onlara verilecek cevap şudur: “Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti.” (44/Duhan, 13). ‘Duhan’ (dâl harfiyle) kelimesi duman demektir. Tütüne de duhan denir. Duhan, Kur’an’da B u on ‘alamet’ten ilk üçü ile dokuzuncusunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Somut bir adresi olmayan, hayali bir ihbardan ibarettir. Gaybın anahtarları tamamen Allah katındadır. Geleceğe dönük bu haber herhangi bir değer ifade etmez. Deccal kavramının Kur’an’da herhangi bir karşılığı bulunmaz. Bu evsafta insanlar, her zaman, her toplumda buluna gelmiştir. Ayrıca bir ‘deccal’ aramanın anlamı yoktur. 35 İktibas geçtiği iki yerden ikincisinde, göğün ilk başlangıçta duman halinde olduğunu anlatır. (41/ Fussilet, 11). Bu duhanın kıyametten önce gökten gelecek ve kırk gün sürecek bir duman olduğuna dair rivayetler6 varsa da bu rivayetler bir itikad oluşturamazlar. Bu alanda rivayet edilmiş bazı hadislerin uydurma olduğunu müfessirler de teslim etmektedirler.7 Ayet kendi bağlamı içerisinde dikkatli okunduğunda, bu ‘duman’ın, bizzat ‘es-Sâ’a’ esnasında ortaya çıkacak bir olay olduğu anlaşılır. Yani duhan, Saat’in bir parçasıdır. 16. ayetteki ‘gün’le, 10. ayetteki gün’ün aynı şekilde kıyameti kastettiğini düşünmemek için bir neden yoktur. Dâbbe kelimesi yerde yürüyen hayvan demektir. Allah her dâbbeyi sudan yaratmıştır. (24/ Nur, 45). Bütün dâbbenin rızkı Allah’a aittir. (11/Hud, 6). Neml suresinin 82. ayetindeki ‘dâbbe’ sözcüğü kıyamet alameti diye tevil edilmiştir. “O söz başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkartırız da, onlara insanların [kâfirlerin] ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” (27/Neml, 82). Dikkat edilirse, “o söz başlarına gelince” (ve izâ vaka’a’l-kavlu) sözü ile ayet, kıyametin bizzat vuku bulmasını kastetmekte, kıyametin alametleri bahis konusu edilmemektedir. Dâbbe her ne ise, kıyamet vuku bulduğunda gerçekleşecektir. Ye’cuc-me’cuc Kur’an’da iki yerde zikredilir. Kehf suresinde Zülkarneyn’in Ye’cuc ve Me’cuc’u engellemek için sed yaptığı anlatılır. Enbiya suresinin 96. ayetinde ise Ye’cuc ve Me’cuc’un açılıp, her tepeden akın edecekleri 36 Düşünce zamanla, hak va’din yaklaştığı ve kâfirlerin gözlerinin donakaldığı gün arasında bir alaka kurulur. (21/Enbiya, 97). Bununla beraber bu ayetleri de, hadislerde belirtildiği gibi bir ‘kıyamet alameti’ olarak kabul etmek mümkün değildir. Güneşin battığı yerden doğacağı rivayetine gelince, Kur’an, Saat olaylarının bir parçası olarak, güneşin söndürüleceğinden bahsetmektedir. Güneşin batıdan doğması, Kur’an’ın değil, d âbbe kelimesi yerde yürüyen hayvan demektir. Allah her dâbbeyi sudan yaratmıştır. (24/Nur, 45). Bütün dâbbenin rızkı Allah’a aittir. (11/ Hud, 6). Neml suresinin 82. ayetindeki ‘dâbbe’ sözcüğü kıyamet alameti diye tevil edilmiştir. rivayetlerin ihtiva ettiği bir iddiadır. Böyle olunca, güneşin batıdan doğmasını, batı Hristiyan âleminin Müslüman olacağı anlamında bir mecaz olarak yorumlamanın da tutarlı bir tarafı yoktur. Hristiyan dünyasının İslam’a ilgi duyması, bu rivayetten bağımsız bir durumdur. İsa’nın gökten inmesi ise tamamen bir Hristiyan akidesidir. “O şüphesiz Saat’in geleceğini bildiren bir ilimdir…” (43/ Zuhruf, 61) ilahi kelamındaki ‘O’ zamirini birçok müfessir İsa olarak anlamış ve İsa’nın kıyametin alametlerinden olduğunu ileri sürmüşse de, ‘O’ zamirini Kur’an olarak anlamak da mümkündür.8 Velev ki zamirin İsa’ya delalet ettiğini kabul etsek bile bunu, İsa’nın nüzulü gibi bir manaya hamletmemiz kesinlikle mümkün değildir. İsa’nın nüzulü İslami bir inanç değildir. İsa’nın ölmeyip, göğe yükseldiği Allah’ın [Baba’nın] sağ yanına oturduğu, bir Hristiyan akidesidir. İsa (a.s) göğe yükselmediği gibi, gökten de inmeyecektir. İsa (a.s)’ın nerede, ne zaman, ne şekilde vefat ettiğini bilmiyor oluşumuz, onun da her insan gibi öldüğü, kabrinde toprağa karıştığı ve ba’s gününde her insan gibi yeniden dirileceğini inkâr etmemizi gerektirmez. “İsa’nın nüzulü” inanışı, İslam inancının birçok unsuru ile çelişir. İsa’nın vefat ettiği Kur’an’da sarih bir şekilde yer alır. (5/Maide, 116118. ayetler gibi). Bu ‘büyük alametler’in dışında ipek giysi giyilmesi, içki içilmesi, erkeklerin hanımlarına itaat etmeleri, mescidlerde seslerin yükseltilmesi,9 yırtıcı hayvanların insanlarla konuşması, zinanın yaygınlaşması,10 yüksek binaların yapılması,11 ahmak oğlu ahmakların dünyada en mutlu insanlar olması,12 Türkler’le savaş yapılması13 ve İstanbul’un fethi14 gibi bazı toplumsal ve siyasal hadiseler ‘kıyametin küçük alametleri’ olarak zikredilmektedir. Bu ‘küçük alametler’den ahlakî yozlaşmaya ilişkin olanlar, insanlık tarihiyle yaşıt, her toplumda görülmüş birtakım davranış bozukluklarıdır. Türklerle savaş ve İstanbul’un fethi gibi tarihi olaylar ise, dönemsel siyasî atmosferin, rivayetlere yansıması olarak görülmelidir. Kur’an’da ‘eşrât’ kelimesi zikredilmektedir: Düşünce “Yoksa onlar es-Saati, onun ansızın gelmesini mi bekliyorlar? Hâlbuki onun işaretleri (eşrâtuha) şimdiden gelmiştir. O (saat) başlarına geldikten sonra, hatırlamalarının onlara ne faydası olacak ki?!” (47/Muhammed, 18). ‘Eşrat’ kelimesi alamet, emare, belirti anlamlarına gelmektedir.15 Birçok müfessirin bu ayeti tefsir ederken ‘kıyamet alametleri’ne dair yorumlar yapmaya girişmesi, rivayet kültürünün tesirinden başka bir şey değildir. Hadislerdeki ‘eşrat’ ile ayetteki ‘eşrat’ın herhangi bir ilgisi ve alakası söz konusu değildir. Ayet, kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini telkin etmektedir. İnsanların kimisi kıyameti uzak görmekte, kimisi tamamen imkânsız sanmaktadır. Müşrikler Peygamber’e, cahil cesareti ile meydan okuyorlar, “iddia ettiğin gibi haydi göğü üzerimize parça parça düşür!” diyorlardı. Oysa kıyamet mutlaka gelecektir ve o geldikten sonra artık iş bitirilmiştir, o gün insanların pişmanlıkları hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü artık zaman geçmiştir.16 Zemahşeri bu anlamı pekiştirmek için 89/ Fecr-23 ayetini örnek olarak hatırlatmaktadır.17 Ayetin vermek istediği mesajı, Firavun’un, tam boğulma esnasında iman ettiğini açıklaması üzerine Allahu Teala’nın, “Şimdi mi?” (‘âlân?!’) sorusunda (10/Yunus, 91) da bulmak mümkündür. Tıpkı bunun gibi hiçbir inkârcıya, kıyametin gelmiş olması bir fayda sağlamayacaktır, çünkü iş olup bitmiştir. Bu yoruma Fahreddin er-Razi de katılmaktadır.18 O, ayetin, halkın kıyameti uzak görmemesi İktibas gerektiğine dair uyarı mesajı taşıdığına değinmekte ve 54/Kamer suresinin 1. ayetini de aynı bağlamda görmektedir. Nitekim, ayetin hemen akabinden ‘kıyamet alametleri’ni sayma kolaycılığına19 düşmeyen müfessir Hamdi Yazır, konuyu şu şekilde izah etmektedir: “Bu ayette de Kıyamet saatini bütün dünyanın yıkılması anlamında Saat-ı Kübra (insanların muhasebe için yeniden dirilişi) ya yüklüyorlarsa da, burada anılan kafirlerin bilhassa kendi kıyamet saatleri, kendi kıyametlerinin kopması manasını anlamak daha makul ve, “işte onun işaretleri gelmiştir” (Muhammed, 18) ifadesiyle, uyarı ve korkutmaya daha uygundur.”20 Bu pasajın devamında Yazır’ın, söz konusu eşrat’ın, Peygamber (a.s)’ın ve inananların günden güne gelişip yükselmesi, buna mukabil müşriklerin Mekke Cumhuriyetinin günden güne çöküşü gibi mucizeler olabileceğini yazması21 oldukça ilgi çekicidir. Razi’nin yorumu daha da açıktır: “Buradaki ‘eşrat’ın, insanın yoktan yaratılması, göklerin ve yerin varedilmesi gibi, haşrin ve ba’sin (dirilişin) mümkün olduğunu gösteren deliller olduğu söylenebilir. Nitekim Cenab-ı Hak, “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?” (Yasin, 81) buyurmuştur.”22 A slında es-Saat’in yegâne alameti, bu büyük hadiseyi Cenabı Hakk’ın haber vermiş olması ve bu büyük hadisenin mutlaka ama mutlaka vuku bulacak olmasıdır. es-Saat’in alametini araştırmak, onun kopmasını adeta alametlere endekslemek, sanki üstü örtük bir kuşku gibi de algılanmaya müsaittir. Peygamber (sav) bile, kıyametin vaktine ilişkin bir bilgi sahibi değilse, o halde, ona izafe edilen ve sayılınca yüzleri bulan kıyamet alametleri nereden çıkmaktadır, Peygamber (sav) bu 37 İktibas Düşünce bilgileri nasıl, nereden ve hangi ‘imkânla’ temin etmiştir? zehabına kapılır. (104/Hümeze, 3). Kur’an’ın hiç bilgi vermediği, Allah’dan gayrı herkese onu bilmenin yollarını kesin bir surette kapattığı kıyamet alametleri’nden kuşku duymamak elde değildir. Kendilerine zulmeden kâfirler kıyamet koptuğu gün, dünyada kısa bir süre (bir saat kadar) kaldıklarına dair yemin edecekler. (30/Rum, 55). Yani şöyle doğru dürüst (“ağız tadıyla”) (!) hakkı-hakikati bulacak bir fırsatın kendilerine tanınmadığını ileri sürecekler. Oysa ayetin bizzat işaret ettiği gibi (kezalike kânû yu’fekûn), dünya hayatında iken de böyle haktan sapıyorlar, hakikati ters yüz ediyorlar, yani yalan söylüyorlardı.24 Kâfirler dünyada sanki gündüzün bir saati (sa’aten mine’n-nehar) kadar kaldıkları sanısına kapılacaklar. (10/Yunus, 45; 46/Ahkaf, 35). Yeryüzünde az bir süre kaldıklarını sanacaklar. (17/İsra, 52). Çünkü dünyada hayra yönelik, kalıcı, hikmet-i halideye hizmet edici hiçbir eser bırakmadıkları için, dünya hayatı onlara böyle kısa gelecektir. Allah açıkça soracak onlara, “Dünyada kaç yıl kaldınız?” diye. Cevap: “bir gün ya da bir günün yarısı kadar!” (23/Mü’minun, 112). Aslında es-Saat’in yegâne alameti, bu büyük hadiseyi Cenabı Hakk’ın haber vermiş olması ve bu büyük hadisenin mutlaka ama mutlaka vuku bulacak olmasıdır. es-Saat’in alametini araştırmak, onun kopmasını adeta alametlere endekslemek, sanki üstü örtük bir kuşku gibi de algılanmaya müsaittir. Saat için alametler aramaya gerek yoktur. Nasıl ki ölüm her canlının tadacağı, hayata dair bir gerçekse; “ölümün alametleri” diye bir arayış anlamsızsa, Saat de öyledir. Doğduğu günden itibaren ölüm insanın kaderidir. Ölümün tarihi belli olsaydı hayat insana zehir olurdu. Allah’ın kesin olarak gizli tuttuğu gaybın kilitlerini zorlamak ahlakî değildir. Kamer suresinde bildirilen, “Saat yaklaştı, ay yarıldı” sözlerini de, Peygamber (a.s)’ın elinde gerçekleşmiş, ‘kıyametin alameti’ cinsinden bir mucize olarak anlamak doğru değildir. Ayet, mazi sîgasıyla irad edilmiş olsa da, istikbal anlamını içkindir; kıyamet sahnelerinin bir parçası olarak ayın yarılacağı anlatılmaktadır.23 Dünya Hayatı Ne Kadar da Kısadır! Sûr’a üflenip de mücrimler, gözleri göğermiş vaziyette mahşer meydanında toplandıkları vakit, aralarında fısıltı ile “(dünyada) sadece on gün kaldınız” diyecekler. İçlerinden daha makul düşüneni ise “bir günden fazla kalmadınız” diyecek. (20/Taha, 103-104). Müşriklerin, dünyada kalış sürelerini, “akşam ya da kuşluk vakti kadar” diye tahmin ettikleri de olmaktadır. (79/Naziat, 46). Dünya hayatı aslında oldukça kısadır. İnsan bu kısa dünyaya sığdıramayacak kadar uzun (tûl) emeller besler, kendini kandırır. Malının kendini ebedileştireceği Dünya hayatı şüphesiz ki müminler için de kısadır fakat mü’minlerin farkı, dünya hayatına aldanmayışları, zamanı iyi değerlendirmeleridir. Dünyanın 38 kısalığını, geçiciliğini ve aldatıcı cazibesini bildikleri için, salih amellerle, bu kısa dünya hayatını değer bakımından ‘uzun’ etmeye çalışmışlardır. Kıyamet Sahnesi Saat kopmadan önce sûra üflenecektir. Sûr’un ne olduğu hakkında tam olarak bilgi verilmemiştir. Şunu biliyoruz ki, sûra üflenmekle saat başlayacaktır. Sûr konusu ayetlerde “Sûra üflendiği gün” (yevme yunfehu fi’s-sûri) (20/Taha, 102; 27/ Neml, 87); “Sûr’a üflenince” (feizâ nufiha fi’s-sûri) (23/Mü’minun, 101); “Sûr’a üflenmiştir” (ve nufiha fi’s-suri) (36/Yasin, 51; 50/Kaf, 20) gibi ifade biçimleriyle ele alınır. Sûra iki defa üflenecektir. (79/Naziat, 6-7). Birinci üflenişte yeryüzünde bulunan, canlı olan her şey ölecektir. İkinci üfleniş ise kıyam’ın habercisidir; artık herkes dirilmiş, ayağa kalkmış bakmaktadır. (39/Zümer, 68). Sûr’a iki defa üflenecekse de, her üfleyiş tek bir defa olacaktır. (69/Hakka, 13). Sûra üflendiğinde yeryüzü ve dağlar birbirine çarpacak, darmadağın edilecek (69/Hakka, 13-14), dağlar yürütülüp serap haline gelecektir. (78/Nebe, 1820). Sûra üflendiği gün mülk Allah’ındır. (6/En’am, 73). Kıyametten/saatten önce de mülk Allah’a aitti fakat insan mülkü Allah’a tahsis etmemekteydi. O gün Allah soracak: “bugün mülk kimindir?” Sorunun bir tek cevabı vardır: “Kahhar olan Allah’ındır.” (40/Mü’min, 16). Kıyamet sahnesi tek kelimeyle dehşettir. O, kulakları sağır eden (80/Abese, 33); “kapı çalan” (kâria) büyük bir gürültüdür. Düşünce İktibas O gün ay tutulur (75/Kıyame, 8) ya da ay yarılır. (54/Kamer, 1). zemmil, 14); yeryüzü parça parça dökülür (89/Fecr, 21). Güneş katlanıp dürülür (81/ Tekvir, 1); güneşle ay bir araya getirilir. (75/Kıyame, 9). Denizler kaynatılır (81/Tekvir, 6); birbirine katılır. (82/İnfitar, 3). Yıldızlar dökülür veya ışığı söndürülür. (77/Murselat, 8; 81/ Tekvir, 2; 82/İnfitar, 2). Nefisler birleştirilir. (81/Tekvir, 7). Yani insan yeniden yaratılır. Gökyüzü yarılır (furice: 77/ Murselat, 9; infetara: 82/İnfitar, 1; 73/Müzzemmil, 18), iki şak olur (inşakka: 54/Kamer, 1; 84/ İnşikak, 1); gökyüzü açılır (81/ Tekvir, 11); o gün gök iki şak olur ve çökmeye yüz tutar (69/ Hakka, 16); gökler sallanıp çalkalanır (52/Tur, 9), erimiş maden gibi olur. (70/Mearic, 8). Yazılı kâğıtlar tomarını dürer gibi gökler dürülür. (21/Enbiya, 104). Yeryüzü büyük bir zelzele ile sarsılır. (99/Zilzal, 1). Yeryüzü dümdüz hale gelir. (84/İnşikak, 3); içindekileri dışarı atar (84/ İnşikak, 4); kabirlerin içindekiler dışına çıkartılır (82/İnfitar, 4); yeryüzü ağırlıklarını dışarı atar. (99/Zilzal, 2; 100/Adiyat, 9). Dağlar ufalanıp savrulur (20/ Taha, 105; 77/Murselat, 10), dağlar yürütülür (18/Kehf, 47; 52/Tur, 10; 81/Tekvir, 3), parçalanır (56/Vakıa, 5); yerleri dümdüz ve boş olur; öyle ki ne bir iniş, ne de bir yokuş görülür. (20/Taha, 105-107). Atılmış yün (70/Mearic, 9), renkli yün gibi olur (101/Karia, 5); yeryüzü çırılçıplak (dümdüz) görülür (18/Kehf, 47); yeryüzü ve dağlar birbirine tek çarpışla çarptırılır darmadağın edilir (69/Hakka, 14); yeryüzü ve dağlar sarsılır, dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına döner (73/Müz- Defterler açılır (81/Tekvir, 10). Gebe develer kendi haline terk edilir. (81/Tekvir, 4). Yani insan en kıymetli mallarını dahi artık gözden çıkartmıştır. Vahşi hayvanlar bir araya toplanır. (81/ Tekvir, 5). Çünkü oyun bitmiştir. Vahşi hayvanları ‘vahşi’ yapan şartlar, birbirlerinden ve insanlardan kaçmalarını gerektiren koşullar sona ermiştir. O gün insan kaçacak yer arar. (75/Kıyame, 10). O gün kişi kardeşinden, ana-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. (80/Abese, 34-36). O gün, çocukların ak saçlı ihtiyarlara çevrileceği bir gündür. (73/ Müzzemmil, 17). Bazı insanların toprak olmayı temenni edecekleri bir gündür o gün. (78/Nebe, 40). “Kıyamet zelzelesi” büyük bir olaydır. Bunun için insanlar Rablerinden korkmaya davet edilirler: “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü saat’in depremi (zelzelete’s-sâ’a) müthiş bir şeydir!” (22/Hac, 1). O gün kâfirler ziyandadır. (45/Casiye, 27, 32). (19/Meryem, 75). Firavun ve hanedanı kıyametin koptuğu gün ateşe girdirilirler. (40/ Mü’min, 46). G ebe develer kendi haline terk edilir. (81/Tekvir, 4). Yani insan en kıymetli mallarını dahi artık gözden çıkartmıştır. Vahşi hayvanlar bir araya toplanır. (81/ Tekvir, 5). Çünkü oyun bitmiştir. Vahşi hayvanları ‘vahşi’ yapan şartlar, birbirlerinden ve insanlardan kaçmalarını gerektiren koşullar sona ermiştir. Kıyametin dehşetini anlatmaya bu sayfalar kifayet etmez. Kur’an’ın anlattıklarından anlaşılmaktadır ki, saatin koptuğu 39 İktibas gün gök başka göklere, yeryüzü başka yeryüzüne çevrilecektir. (14/İbrahim, 48). Yani evrenin düzeni değişecektir. Kur’an, insanın yeniden yaratılmasının da bu dünya üzerinde olacağını haber vermekte ve şöyle demektedir: “Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır buyurdu.” “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkartılacaksınız dedi.” (7/A’raf, 24-25). “Allah sizi de yerden bitki (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkartacaktır.” (71/Nuh, 17-18). İnsanın dirilişinin (yeniden yaratılışının) yine yeryüzünde gerçekleştirilmesini, göğün başka göklere, yeryüzünün de başka yeryüzüne dönüştürüleceği haberi ile birlikte düşünmek gerekir. Bu durumda dünya hayatını büyükçe bir ‘oyun’, dünyayı büyükçe bir sahne, insanı da oyuncu olarak tasavvur etmek mümkündür. Demek ki kıyamet, oyun sahnesinin değişmesi; sûr, birinci oyun bitiminde perdenin çekilmesi, saat, oyun sahnesinin değişmesi esnasındaki hareketlilik, ikinci sûr, perdenin yeniden açılması, kıyamet (ahiret) ise yeni ve ebedî ‘oyun’un başlaması misalidir. Kıyamet gerçekten “büyük bir haber”dir. [email protected] 40 Düşünce Dipnotlar 14 1 İbni Manzur, Lisanul Arab, XI/302. Muslim, Sahih, 52/Fiten ve Eşratu’s-Sa’a, Bab: 9, (III/2221). Bunların devamı için anılan kitapların bablarına bakılmalıdır. 2 15 İbni Manzur, Lisanul Arab, XI/302. 3 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, II/545, 91. Not. 4 Muslim, Sahih, 52/Fiten, Bab: 13, (III/2226); Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 21, H.no: 2184, (IV/477); Ebu Davud, Sunen, 36/ Melahım, Bab: 12, H.no: 4311, (IV/491); İbni Mace, Sunen, 36/ Fiten, Bab:25, 4041. Hadiste kıyametin 10 alameti var dendiği halde sadece üçü zikredilmiş, (II/1341-1342). Bu babın devamında, başkaca ‘kıyamet alametleri’ni sayan hadisler mevcuttur. 5 Muslim, Sahih, 52/Fiten ve Eşratu’s-Sa’a, Bab: 13, (III/2226); Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 22, (IV/478). 6 Zemahşerî, Keşşaf, IV/272. 7 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’lAzîm, Beyrut-2010, s. 1436. 8 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, III/1006, 48. not. 9 Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 38, (IV/494-496) 10 Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 19, 34, (IV/476, 491). 11 Buhari, Sahih, 92/Fiten, Bab: 25, (VIII/101). 12 Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 37, (IV/494). 13 Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 40, (IV/497; Ebu Davud, Sunen, 36/Melahim, Bab: 9, (IV/486487). Zemahşeri, el-Keşşaf, IV/323; Razi, Mefatîhu’l-Gaybu’l-Gayb, XX/101; Reşid Rıza, et-Tefsiru’lMenar, IX/444; Derveze, Tefsirul Hadis, VI/267; Yazır, Hak Dini, VI/469; 16 Bu yorum için bkz. Zemahşeri, el-Keşşaf, IV/323; Beyzavi, Envar, Mecmua, V/507. 17 Zemahşeri, el-Keşşaf, IV/323. 18 Razi, Mefatîhu’l-Gayb, XX/101. 19 Bu kolaycılığın örneği olarak bkz. Hazin, Lübab, Mecmua, V/506. Bununla beraber, Zemahşeri, Razi, Elmalılı, Beyzavi gibi müfessirler de dahil olmak üzere, pek çok müfessir tarafından ‘ayın yarılması mucizesi’ söz konusu alametlerden bir örnek olarak takdim edilmektedir. Halbuki ‘ayın yarılması’, sadece ahad habere dayalı bir rivayettir. Kur’an ayın yarıldığından bahsetmemekte, kıyametin yaklaştığını telkin etmekte; kıyamet hadiseleri cümlesinden bir vak’aya atıfta bulunmaktadır. Ahad haberlere istinad eden bu mucize, ilgili Kur’an ayetinin (54/Kamer, 1) sadece ahad rivayetler doğrultusunda yorumlanmasından ibarettir. 20 Elmalılı, Hak Dini, VI/469. 21 Elmalılı, Hak Dini, VI/469. 22 Razi, Mefatîhu’l-Gayb, XX/101. 23 Bkz. Mehmed Durmuş, Şakkul Kamer Diye Bir Mucize, İktibas, Nisan, 1992, C. 10, S. 160. 24 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, I/207, 90. Not. Düşünce KUR’AN’A KARŞI BİR POSTMODERN GÜRÜLTÜ: GÖRECELİLİK İDDİASI ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU r abbimizin insanlığa son çağrısı, dünya ve âhiret saadeti için insanoğluna bildirdiği son hidâyet kılavuzu, hayat kaynağı Kur’an’a yönelik Mekke müşriklerininkine benzer yalanlama, karalama ve engelleme çabaları da, yine onlarınkine benzer şekilde onun mesajını saptırma girişimleri de bugün hız kesmeden devam etmektedir. İktibas Kur’an’ın mesajının ilk muhatapları arasında yer alan Mekke müşrikleri, Kur’an’la ilgili “Bu sadece bir insan sözüdür”,1 “Bu uydurmadan başka bir şey değildir”,2 “Bu Kur’an onun uydurduğu bir yalandır, bir topluluk da bu hususta kendisine yardım etmiştir”,3 “Bu bir büyüdür”,4 “Karmakarışık rüyalardır”,5 “Ona bir adam öğretiyor”,6 “Evvelkilerin satırları / masallarıdır”,7 “İstesek biz de bunun aynısını söyleyebiliriz”8 gibi inkâra yönelik iddialarda bulundukları gibi, Kur’an mesajının Mekke toplumunda makes bulmasını engellemek amacıyla o okunduğunda gürültü yaparak9 mesajın duyulmasına engel olmaya çalışmak gibi filli müdahalelerde de bulunmuşlar, “Bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir”10 gibi uzlaşmacı teklifler de gündeme getirmişlerdir. Allah Rasulü (s), tüm bu yalanlama, karalama ve engelleme çabalarına karşılık, Rabbinden kendisine vahyedileni açık bir şekilde tebliğ etmekten geri kalmadığı gibi, mesajı Mekke statükosuyla çatışmayacak şekilde eğip bükmesi talebine de, yine bizzat mesaj sahibinin direktifiyle şu şekilde cevap vermişti: “…Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan ettiğim takdirde, büyük bir günün azabından korkarım.”11 Rabbimizin insanlığa son çağrısı, dünya ve âhiret saadeti için insanoğluna bildirdiği son hidâyet kılavuzu, hayat kaynağı Kur’an’a yönelik Mekke müşriklerininkine benzer yalanlama, karalama ve engelleme çabaları da, yine onlarınkine benzer şekilde onun mesajını saptırma girişimleri de bugün hız kesmeden devam etmektedir. Tek bir farkla ki, bugünün cahiliyesi, tüm bunları Mekke cahiliyesine göre daha sofistike yöntemlerle, daha estetik biçimlerde yapmaktadır. Modernizm ve ardından da postmodernizm gibi tüm insanlığı etkisi altına alan algılama biçimleri üretmiş bir cahiliye türünün, Mekkeli müşrikler gibi kaba gürültüyle bir mesajı boğma girişiminde bulunmaları beklenemezdi! Zira aynı şeyi daha estetik yöntemlerle yapmak mümkündü! İşte bu yazımızda konu edinmeye çalışacağımız ve “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine!” şeklinde özetlenebilecek olan “Kur’an’ı anlamada görecelilik” iddiası, Kur’an mesajına ve onun bağlayıcılığı, furkan oluşu / ayrıştırıcılığı, red ve inşa edici oluşuna karşı tam tamına postmodern bir gürültü biçimini ifade etmektedir. Tıpkı Batıda, doğrudan Rabbani bir hitap olmak yerine o hitabın muhatabı bir peygamberin (Hz. İsa) hayat hikâyesi ve sözleriyle ilgili rivayetlerin toplandığı mevcut İncilleri anlayıp yorumlamak için üretilmiş olan hermenötik, tarihselcilik, evrenselcilik gibi Batı menşeli yaklaşım biçimlerini Kur’an’a uyarlamaya çalışmanın da birer nevzuhur gürültü biçimleri oluşu gibi… Bilindiği gibi Batı aklı, 18. asırdan 20. asrın ortalarına kadar kendisini hakikatin temsilcisi olarak gördü. İnsanlığı bu “hakikate” dâvet etmenin ötesinde, kendisini insanlığa dayatmaya çalıştı. Adına “modernizm” denen bu diktacı yaklaşım 20. asrın ortalarında tıkanıp işlerliğini kaybedince de, bu kez “suyu 41 İktibas Düşünce bulandırma ve bulanık suda balık avlama” yöntemi olarak “hakikatin çokluğu ve göreceliği” iddiasına dayanan postmodern anlayış tüketime sunuldu. A rtık Kur’an mesajının önündeki en güçlü engel, geleneğin “Kur’an’ın anlaşılmazlığı” iddiası değil. Onun yerine, ölçüyü, postmodernizmin “hakikatin göreceliği” ölçüsüzlüğünde arayan, vahyin net ve apaçık ölçüleriyle modern ve postmodern kuramlara yaklaşmak yerine, söz konusu kuramlarla vahye yaklaşmayı yeğleyenlerin flulaşmış zihni algı ve duruşları Kur’an mesajının önüne dikiliyor. Batı aklı böylece hakikate karşı “Ya benimsin, ya toprağın!” anlayışında olduğunu göstermiş oluyordu. Hakikatin Batı aklının ta kendisi olduğu iddiasını öne süren ve bunu tüm insanlığa dayatan modernizmin tıkanması karşısında, “Tek bir hakikat diye bir yoktur. Hakikat görecelidir” ölçüsüzlüğünün vizyona konulması başka nasıl izah edilebilir? Başından beri kendisini, insanlık için yegâne hidayet rehberi durumundaki Kur’an mesajına kapatmış, vahye karşı inatçı bir zorba olarak sırt çevirmiş bulunan ve herkesi bağlayıcı ortak bir kaynağa iman etmeyen Batı aklının bu tür felsefi arayışlar içinde bocalamasını, insanlar hakikat yolculuğuna çıkmasınlar diye onların önüne seçenek üzerine seçenek koyma, engel üzerine engel çıkarma telaşında olması anlamak güç değil. Güç olan, güneşi ellerinde bulunduranların, bizatihi kendi elleriyle o güneşin ışığını belirsizleştirmeye, karartmaya kalkışmaları, bu yönde Batılı merkezlerde üretilen tezlere sahiplenip onlara ortaklık etmeye yönelebilmeleridir. Apaçık bir kitap olarak12 hakla bâtılı birbirinden kesin çizgilerle ayırmak için13 Rabbimiz tarafından inzal olunan Kur’an, bağlayıcı ve ayrıştırıcı bir hayat kaynağı olmaktan çıkarılarak, adeta bir felsefe kitabı, bir akademik tartışma kaynağı konumuna düşürülmeye çalışılmaktadır. Ne yazık ki bu konuda epey mesafe de alınmış görünmektedir. 42 Bu cümleden olarak “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine!” mantığı, Müslümanlar arasında o kadar etkili olmaya başladı ki, artık herhangi bir konuda Kur’an’a atıf yapmak veya Kur’an’ın ölçülerini hatırlatmak, dayatmacılık ve diktecilik olarak yaftalanır oldu. Gündeme gelen bir konu hakkında Kur’an’ın ölçülerini hatırlatmak istediğinizde, bazı muhatapların gündeme getirilen âyetlerin mesajları üzerinde müzakere etmek yerine hemen söz konusu postmodern reflekse yönelip, “O sizin yorumunuz” diyerek işin içinden çıkıverdiğini görüyorsunuz. Rabbimizin “Hablullah” olarak niteleyip topluca sarılmamızı emrettiği14 Kur’an’ın, Müslümanların ortak referansı olma özelliği ve bağlayıcılığı, söz konusu yaklaşımla zayıflatılıyor, etkisiz ve işlevsiz hale getiriliyor. Bilindiği üzere bugüne dek Kur’an mesajının önündeki engel daha çok geleneksel din anlayışlarından kaynaklanan “Kur’an’ı herkesin anlayamayacağı” şeklindeki yaklaşımdı. Çoğu zaman muhatabınıza Kur’ani bir ölçüyü hatırlattığınızda, herhangi bir konuyla ilgili bir âyet-i kerimeyi referans gösterdiğinizde “Biz anlamayız, hocalar anlar!” mahiyetindeki tepkilerle karşılaşırdınız. Bu anlayış şimdilerde büyük ölçüde aşıldı. Düne kadar Kur’an meâli okumayı sapma sebebi olarak gören birçok geleneksel anlayış sahibi çevre şimdi meâl okumayı teşvik eder duruma geldi. Artık Kur’an mesajının önündeki en güçlü engel, geleneğin “Kur’an’ın anlaşılmazlığı” iddiası değil. Onun yerine, ölçüyü, postmodernizmin “hakika- Düşünce tin göreceliği” ölçüsüzlüğünde arayan, vahyin net ve apaçık ölçüleriyle modern ve postmodern kuramlara yaklaşmak yerine, söz konusu kuramlarla vahye yaklaşmayı yeğleyenlerin flulaşmış zihni algı ve duruşları Kur’an mesajının önüne dikiliyor. Mesele öyle bir hal aldı ki, artık Müslümanlar arasında bile Kur’ani ilkeleri gündeme getiremez olduk. Herhangi bir konuda Kur’an’dan bir âyet okuduğunuzda “kendi yorumunu herkese dayatmak” gibi ithamlarla karşılaşıveriyorsunuz. Kısacası, aynı Kitab’a iman ettiğiniz bir insana o Kitab’dan bir ölçüyü hatırlatmanın alabildiğine zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Kur’an nasıl bir kitaptır? Kur’an’dan bîhaber olarak, Batı kültürünün enstrümanlarını ele alıp, Kur’an’a rağmen Kur’an hakkında konuşan ve yazıp çizenlerin, Batılı ve Batıcı akademisyenlerin modern ve postmodern ön kabullerle Kur’an’ı tanımlamaya ve yorumlamaya kalkışmasını anlayabiliriz. Fakat Kur’an’ı okumuş, onunla hemhal olmuş, dolayısıyla Kur’an’ın özelliklerini bilmemeleri düşünülemeyecek kimi Müslüman yazar-çizerlerin kalkıp, Kur’an’ı Kur’an’a rağmen tanımlayan, Kur’an mesajını modern ve postmodern gürültülere boğdurma gayreti içerisinde olan Batılı ve Batıcı oryantalistlerin ardı sıra yürümesini asla anlayışla karşılayamayız, mazur göremeyiz. Kur’an mesajını, rölativizmin kör kuyusunda işlevsizleştirmeye matuf postmodern gürültülere karşı durmak yerine, bu gürültülere bilinçsizce ses katan bu İktibas insanlar, Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğuyla ilgili onca âyeti nasıl gözden kaçırabilirler? Kur’an’ın apaçık oluşu,15 kolaylaştırılmış oluşu,16 açık ve açıklanmış bir kitap oluşu17 ve furkân (hakla bâtılı ayıran) oluşu18 ile postmodern ölçüsüzlüğün “hakikatin göreceliği” anlayışının bir uzantısı olan “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine” anlayışını telif etmek mümkün müdür? Herkesin farklı anlamasına müsait bir kitap nasıl bağlayıcı olabilecek, hakla bâtılı nasıl birbirinden ayıracak ve insanlar arasında hakem olabilme rolünü nasıl oynayacaktır? Kur’an herkese aynı anda aynı şeyi söyleyen, içinde çelişki bulunmayan, kendisine iman edenlere ihtilafa düşmeyi yasaklayan19 inşa edici bir kitaptır. Bir felsefe kitabı veya akademik kaynak gibi tartışılsın, etrafında beyin fırtınaları yapılsın diye değil, Âlemlerin Rabbi tarafından, anlaşılsın ve hayata hâkim kılınsın diye inzal olunmuştur. Dolayısıyla Kur’an’ın, mezhebî, meşrebî, kavmî vs önyargılardan arınmış olarak muttaki bir yönelişle kendisine yönelenleri, farklı istikametlere sevk etmesi düşünülemez. H erkesin farklı anlamasına müsait bir kitap nasıl bağlayıcı olabilecek, hakla bâtılı nasıl birbirinden ayıracak ve insanlar arasında hakem olabilme rolünü nasıl oynayacaktır? Kur’an herkese aynı anda aynı şeyi söyleyen, içinde çelişki bulunmayan, kendisine iman edenlere ihtilafa düşmeyi yasaklayan19 inşa edici bir kitaptır. Tabii ki Kur’an’ın kimi âyetleri Müslümanlar arasında farklı anlaşılıp yorumlanabilecektir. Sahabe arasında bile zaman zaman âyetleri anlama konusunda farklılıklar ortaya çıkmış, ancak Allah Rasulü’nün (s) devreye girmesiyle ortak anlama ulaşılmıştır. Bakara Sûresi 195. âyette geçen “Kendinizi tehlikeye atmayın” ifadesinden neyin kastedildiği konusunda sahabe arasında yaşanan tartışma buna örnek olarak verilebilir. Fakat bu 43 İktibas durum Müslümanları farklı istikametlere yöneltecek bir yorum ve anlayış farkına yol açmamış, birtakım yorum farklılıkları, Kur’an’ın muhkemiyatı ışığında ve Allah Rasulü’nün hayatta iken doğrudan, vefatından sonra ise sünnetinin öğreticiliği ışığında ortak İslami aklın işletilmesiyle çözüme kavuşturulmuştur. Ta ki Kur’an dışı etkileşimler başlayana dek… Bugün, Müslümanların 14 asırlık kültürüne ve bugünkü durumlarına bakıp, ortaya çıkmış olan farklılıkların faturasını Kur’an’a çıkarmak son derece yanlış bir okuma ve büyük bir haksızlıktır. Müslümanlar arasındaki mevcut ihtilafları, tarihsel süreçte belirleyen olmaktan çıkarılıp önemli ölçüde belirlenen bir konuma mahkûm edilen Kur’an’a fatura etmek, eli ayağı bağlanmış bir kişiyi o haliyle cinayet işlemekle itham etmekten farksızdır. Harici yaklaşım ile postmodernizm arasında Kur’an’a yaklaşımımızı belirleyen, yine Kur’an’da Rabbimizin Kur’an’a dair yaptığı tanımlamalar ve ona nasıl yaklaşılması ile ilgili ölçüleri olmalıdır. Farklı kültürlerin metinlerini anlama ve yorumlama ihtiyacıyla üretilmiş yöntemleri kalkıp Rabbani bir hitap olan Kur’an’a uyarlamaya çalışmak son derece yanıltıcıdır. Kur’an’ı nesneleştirecek, onun hayatı inşa eden belirleyicilik ve bağlayıcılık vasfını zayıflatacak, perdeleyecek yaklaşımlardan titizlikle kaçınmak gerekir. Harici okuyuş biçiminin yaptığı gibi, âyetleri Kur’ani bağlamından kopararak eldeki keskin 44 Düşünce bir kılıca dönüştürmek nasıl ki Kur’an’a yapılan bir haksızlıksa, Kur’an’ı “Herkesin anladığı kendine!” ölçüsüzlüğüne mahkûm etmeye kakışmak da en az onun kadar haksızlıktır, Kur’an’a yapılan bir zulümdür. Katolikliğin kilise yorumlarını nasslaştırmasına benzer bir ölçüsüzlükten de, Protestanlığın nassları izafileştirip, tamamıyla yoruma indirgenmiş sabitesiz bir din üreten ölçüsüzlüğünden de titizlikle sakınmak gerekir. Kur’an’ın, dileyenin ona dilediğini söyletebileceği bir nesne değil, Âlemlerin Rabbi’nin insanlık için söylediği apaçık sözleri taşıyan inşa edici bir özne olduğunu, onun furkân oluşunun ve mesajının bağlayıcılığının altını ısrarla çizmemiz gerekir. Hele de “hakikatin göreceliği” anlayışıyla her şeyin flulaştırılmak istendiği, net olmanın, itiraz etmenin, iddia sahibi olmanın, bir hakikatten söz etmenin “totaliterizm” yaftasına muhatap kılındığı bu postmodern çağda... Yegâne hak dinin insanlığa dünya ve âhiret saadeti vaad eden sadasının, Âlemlerin Rabbi’nden gönderilmiş son kurtuluş reçetesi Kitab-ı Kerim’in apaçık mesajının postmodern gürültüler altında ezilmemesi, bizlerin bu sofistike gürültülere pabuç bırakmamamıza bağlıdır. İnsanlığın ihtiyacı olan ölçüleri bildiren Kitab’ımızı, modernist itiraz ve karalamalara karşı olduğu kadar postmodern ölçüsüzlüğe karşı savunmak da bugünün Müslümanları için temel bir yükümlülüktür. [email protected] Dipnotlar 1 Müddessir, 74/25 2 Sâd, 38/7 3 Furkân, 25/5 4 Zuhruf, 43/30 5 Enbiya, 21/5 6 Nahl, 16/103 7 Enfâl, 8/31 8 Enfâl, 8/31 9 “İnkâr edenler dediler ki: ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, o okunduğunda gürültü edin, belki ona gâlib gelirsiniz.”(Fussilet 41/26) 10 “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bizimle karşılaşmayı ummayanlar şöyle dediler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir ya da bunu değiştir.’ De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan ettiğim takdirde, büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 10/15) 11 Yunus, 10/15 12 Şuara, 26/2 13 Bakara, 2/185 14 Al-i İmran 3/103 15 Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1; Nur 24/1; Kasas, 28/2 vb. 16 Kamer, 54/17, 22, 32, 40; Meryem, 19/97; Dûhan, 44/58 vb. 17 En’am, 6/55; Tevbe, 9/11; Yunus, 1075 vb. 18 Bakara, 2/185; Furkân, 25/1; Âl-i İmrân, 3/4 19 Âl-i İmran, 3/103 Bir Kitap - Bir Alıntı KUR’AN’DA AHİRET ÂLEMİ Seyyid KUTUB Kur’an’da Kıyamet Sahneleri, Terc. Süleyman Ateş, s.43-59 “Kıyamet Sahneleri”, Kur’an’ın en bariz tasvirlerindendir. Kur’an’da Edebi Tasvir’de bahsettiğim, bu kitabın mukaddimesinde de oradan iktibas ettiğim bütün tasvir özellikleri, özellikle kıyamet sahnelerine tamamen uyar. Kur’an’ın bu metodu bu sahnelerde daha açık bir şekilde kendini gösterir. Kuran, kıyamet sahnelerinde öldükten sonra dirilmeği, naim ve azabı anlatmış, bu dünyada insanlara vaat ettiği ahiret âlemi, sadece tavsif edilmekle kalmamış, Kur’an dilinde bu âlem, görülen bir resim, hareket eden bir canlı, bariz bir şahıs haline gelmiştir. Müslümanlar bu âlemi tam bir şekilde yaşamışlar, sahnelerini görmüşler, olaylarını seyretmişler, bunlardan etkilenmişler. Kâh yüreklere hoplamış, kâh tüyleri ürpermiş, kâh içlerine korku dolmuş, kâh ruhlarını huzur ve güven okşamış, kâh onları ateşin dilleri sarmış, kâh cennetten esen hafif, tatlı rüzgâr içlerini açmış. Ve henüz o va’dedilen gün gelmezden önce o günü bu dünyada bilmiş, yaşamışlar. B iraz sonra tafsilatıyla arz edeceğimiz bu olaylar ve şekiller ne olursa olsun muhakkak onlarda şu özellik mevcuttur: Bunlar canlılar dünyasından alınmış canlı sahnelerdir. Soyut renkler, donuk çizgiler değillerdir. . Bu âlem gayet basittir. İslam inancının açıkladığı gibi açıktır: ölüm, öldükten sonra dirilme, naîm ve azap. “Salih ameller yapanlar için nimet dolu cennet var. İnkâr edenler ve Allah’ın huzuruna çıkılacağını yalanlayanlar için içi azap ve ateş dolu cehennem vardır. Orada ne iltimas, ne azaptan kurtuluş vardır, ne de hassas adalet terazisinde kıl kadar bir yanlışlık var: “Zerre kadar hayır işleyen hayrını görür, zerre kadar şer işleyen şerrini görür.” “O gün ne baba oğlunun yaptığı işten ceza görür, ne de çocuk babasının yaptığından cezalanır.” Bu âlem basit, vazıh, gerçek muhtelif şekillerde arz edilen sahnelerle süslü mükemmel bir âlem şeklinde çizilir; çeşitli durumlarda, şekillerde ve veçhelerde görünür ve ruhu saran, hayali okşayan, hissi doyuran çok yüksek bir sanat bu şekillerde kaynaşır; bu sahnelere gölge, ışık verir ve edebiyat servetine eşi bulunmayan safhalar katar. Biraz sonra tafsilatıyla arz edeceğimiz bu olaylar ve şekiller ne olursa olsun muhakkak onlarda şu özellik mevcuttur: Bunlar canlılar dünyasından alınmış canlı sahnelerdir. Soyut renkler, donuk çizgiler değillerdir. Bunlar öyle sahnelerdir ki bunlarda boyutlar ve mesafeler bilinçlerle, vicdanlarla, düşüncelerle, tepkilerle ölçülür; durumlar, tutumlar, canlı insan halinde ya da hayat giydirilmiş tabiat şahısları halinde çizilir. Haller, tutumlar, olaylar muhtelif sahnelere ayrılarak gösterilir ama bütün sahneler bu temel özelliği taşır. Bütün bu sahnelerde hiç eksik olmayan diğer temel bir özellik de şudur: Anlatılan bu sahneler, bugün karşımızda hazır vaziyete getirilmiştir. Göz onu görür, kulak duyar iki âlem arasındaki fasıla çok kısalmış, hatta bazen arada hiçbir fasıla kalmamıştır. Çoğu defa öteki dünya yaşanan dünya olur da bu dünya maziye karışmış gibi bir hal alır, insanlar ahirette bulunur ve yaşadıkları bu dünyadaki izlenimlerini hatırlarlar. İşte bu özellik, ahiret sahnelerinin tesirini artırmakta, bu sahneleri ruhta canlandırmakta, histe onların tesirini kuvvetlendirmektedir. Bu özellik muhtelif vasıtalarla temin edilmiştir. Bir kısmını arz edelim: Kâh olur ki 45 İktibas B azen bir olay dünyada başlıyor, ahirette tamamlanıyor: İşte Fir’avn dünyada kavmine önderlik ediyor, cehennemde de onlara öncülük etmektedir: “Doğrusu biz, Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir yetki ile Fir’avn’a ve adamlarına gönderdik. Ama onlar Fir’avn’ın emrine uydular, onun peşinden gittiler. Fir’avn’ın işi de selamette değildir. Kıyamet günü kavminin önüne geçer, onları ateşe getirir. Orası da ne kötü bir gidilecek yerdir.” (Hud: 96) Bir Kitap - Bir Alıntı sahnenin başı dünyadadır sonu ahirettedir. Araya fasıla girmeden sahnenin yaşantısı devam eder. Bu ahiret hayatı sana yakından da yakın gelir. Ve insanlığın bu uzun merhaleyi gayet kısa zamanda aşarak göçüp gitmekte olduğunu görürsün. ve adamlarına gönderdik. Ama onlar Fir’avn’ın emrine uydular, onun peşinden gittiler. Fir’avn’ın işi de selamette değildir. Kıyamet günü kavminin önüne geçer, onları ateşe getirir. Orası da ne kötü bir gidilecek yerdir.” (Hud: 96). “İnsanın üzerinden, hiç anılan bir şey olmadığı bir zaman geçmedi mi? Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu deneriz, bunun için onu işitici ve görücü yaptık. Doğrusu biz ona yol gösterdik: ya şükreder veya nankördür inkâr eder. Biz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve çılgın alev hazırladık. Şüphesiz iyiler, kâfur karışık bir kadehten içerler. Bu öyle çeşmedir ki Allah’ın kulları ondan içerler, onu istedikleri yere de akıtırlar.” (İnsan Suresi: 1-6) Bazen de dünya ile ahiret sahnelerini çift zikreder. Ayrı ayrı. Sanki ikisi de şimdi yan yana mevcuttur. Kâh biri, kâh öteki öne geçer: “Yıldızlar silindiği zaman, gök yarıldığı zaman, dağlar ufalanıp savrulduğu zaman, elçilere vakit belirlendiği zaman: Ertelenmiş oldukları gün için; yani hüküm günü için. Hüküm gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? O gün yalanlayıcıların vay haline. Öncekileri helak etmedik mi? Ardından sonrakileri de onlara katarız. İşte biz suçlulara böyle yaparız. Yalanlayıcıların vay haline o gün. Sizi adi bir sudan yaratıp belirli süreye kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? Buna gücümüz yetti hem de ne güzel güç yetireniz. Yalanlayıcıların vay haline… Biz yeryüzünü, dirilerin ve ölülerin toplantı yeri yapmadık mı? Orada yüksek sabit dağlar yaratıp sizi tatlı bir su ile sulamadık mı, yalanlayıcıların vay haline o gün. Haydi, yalanlamakta olduğunuz şeye gidin! O üç dallı bölgeye gidin ne gölge yapar, ne de ateşten korur o. O gölge, kaba ağaçlar gibi kıvılcım(lar) saçar sanki o (her kıvılcım) sarı bir halattır. Yalanlayıcıların vay haline o gün!”… (Murselat Suresi). Ve tema devam ediyor, naîm ve azap sahnelerine geçiyor. Bu uzun merhaleleri insanın, birkaç saniyede katettiğini sanıyorsun. Bu, öyle bir gerçektir ki insan yaratılmazdan, hiçbir şey olmazdan önce başlıyor, cennette ve cehennemde son buluyor. Ve arada sadece kısa birkaç olaylık bir hayat vardır. Kâh dünya ve ahiret, ikisi de yan yana mevcuttur. İşte şu topluluk cehennemin içinde bulundukları halde Peygamber’den azap getirmesini istiyorlar: “Acele azabın gelmesini senden istiyorlar. Oysa cehennem kâfirleri kuşatmıştır.” Bazen bir olay dünyada başlıyor, ahirette tamamlanıyor: İşte Fir’avn dünyada kavmine önderlik ediyor, cehennemde de onlara öncülük etmektedir: “Doğrusu biz, Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir yetki ile Fir’avn’a 46 Kâh haberden inşaya (yani emre), tavsiften konuşmaya geçer, sanki sen, konuşmanın cereyan ettiği sahne karşısında bulunduğunu sanırsın: Bir Kitap - Bir Alıntı “Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. Bu, senin kaçmakta olduğun şeydir. Sur’a üflendi, işte bu kendisinden uyarılan gündür. Her nefis, yanına bir sevk edici ve bir şahit olduğu halde gelir. Sen, bugünden gaflette idin. Biz senin perdeni kaldırdık, bugün gözün artık keskindir.” Yakınındaki (şeytanı, arkadaşı) dedi: işte yanımdaki hazır.” “Her inatçı, inkarcı, hayra engel, mütecaviz, şüpheci, Allah ile beraber tanrılar kabul eden kişiyi cehenneme atın, onu şiddetli azaba sokun.” (Kaf Suresi) Kâh dünyadan bahseder öyle ki dünya geçmiş, mazi olmuş, ahirette imişiz gibi: “Küfredenler, bölük bölük cehenneme sevk edildiler. Oraya geldikleri zaman kapıları açıldı. Muhafızları onlara dedi ki: Size rabbımızın ayetlerini okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız hususunda uyaran, kendi aranızdan peygamberler gelmedi mi? Dediler: Evet geldi, fakat (bir kere) azap kelimesi kâfirlere gerçekleşmiş oldu!” (Zümer Suresi). İşte böyle çeşitli ifade renkleri sahneye ayrı ayrı harikulade özellikler katar sahneyi gözle görülür, elle tutulur hale getirir. Şüphesiz bunun, ruhlardaki tesiri bakımından önemi büyüktür. Bu sahnelerde ve bütün Kur’an tablolarında görülen üçüncü bir özellik de uyum özelliğidir. Kur’an’da Edebi Tasvir’de buna ait bir fasıl ayırmıştım. Orada söylediklerimiz, “Kıyamet Sahneleri”ne de uyar. Bu öyle bir uyumdur ki önce sahnenin cüzlerinde görülür. Bu cüzler birbirleri ile uyumlu olur. Temasül, teşabüh, tedai ya da tekabül renklerinden biriyle hiç aykırılık, tezat olmayan bir hava için- İktibas de uyuşurlar. Saniyen bu uyum, kelimelerin musikisinde kendini gösterir. Bazı zamanlar bu musiki, kelimenin manasını da canlandırır. Ve daima bu ses, diğer kelimelerle uyuşarak sahnenin havasına tam uygun bir ahenk temin eder. Demek ki sahneye eş olan musiki, sahnenin havasını tamamlamakta, uyandıracağı duygulara münasip düşmekte ve genel gayenin tasvirinde kelimelere yardımcı olmaktadır, manalarıyla, musikisiyle, ikaiyle, arzedildiği siyakla beraber bir bütün teşkil etmesinde kendini gösterir. Sahne ister takip, ister delil getirme, ister bir kaziyeyi tekit, ister bir imanı tespit için sevk edilmiş olsun, her şeyi ile bir bütündür. Kur’an’da kıyamet sahneleri dini gaye için sevk edilmiştir. Kur’an’ın temel gayesi budur. Fakat bunlar sanat duygusu yolu ile dini bilince ulaşır. Sanat yolu ile dine hizmet eder. Bu uyum renklerini burada açmak istersek Kur’an’da Edebi Tasvir adlı eserimizde olduğu gibi uzun bir fasıl ayırmamız gerekecektir. Onun için bu kısa sözlerle yetinmek istiyoruz. Ve bu kitaptaki sahnelerin takdimine başlıyoruz. Sahnelerdeki ahengi meydana çıkarmak için bunlardan bazı örnekler üzerinde durduk ve makamın iktizasına göre nasıl bir ahenk bulunduğunu gösterdik. B u sahnelerde ve bütün Kur’an tablolarında görülen üçüncü bir özellik de uyum özelliğidir. Kur’an’da Edebi Tasvir’de buna ait bir fasıl ayırmıştım. Orada söylediklerimiz, “Kıyamet Sahneleri”ne de uyar. Bu öyle bir uyumdur ki önce sahnenin cüzlerinde görülür. Bu cüzler birbirleri ile uyumlu olur. Temasül, teşabüh, tedai ya da tekabül renklerinden biriyle hiç aykırılık, tezat olmayan bir hava içinde uyuşurlar. Diyorum ki: Hepsinde değil, bazıları üzerinde durduk ve bunları diğerlerinin kıyaslanacağı birer örnek yaptık. Çünkü hepsi üzerinde ayrı ayrı durmak kitabın hacmini büyüteceği gibi tekrar da meydana getirir okuyucu ayrıntıları ile açıklanmış bu örnekleri inceledikten sonra diğerlerini de bunlara kolayca kıyas edilebilir. 47 İktibas Bir Kitap - Bir Alıntı oğullarından kaçar. Onlardan her birinin o gün başından aşkın bir işi vardır.” (Abese: 34-37) “Her ümmetten bir şahit ve seni de buna şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur? O gün inkar edip Resul’e isyan edenler, o gün yerin dibine geçirilmek isterler ve Allah’tan hiçbir sözü gizleyemezler.” (Nisa: 41-42) Bu sahneler, kıyamet günündeki dehşet ve korkuyu tasvir ediyor. O korku ki bütün tabiatı sarar, insan ruhunu kaplar, titretir. Canlıların iştirak etmediği hiçbir sahne yok gibidir. Tabiat kendi başına donuk kalmaz. Tabiat olaylarına canlılar karışır veya tabiatın kendisi canlıdır. Her korku sahnesinde muhakkak bir çeşit hayat deprenir. Bazen sahnede görülen kahramanlar gibi bizzat tabiatın bütün fertleridir. Bazen de akıl sahibi insanlar ya da muhtelif hayvanlardır bazen de sahne bunlar arasında müştereken paylaşılır. Üçü beraber sahnede rol alırlar. Bu kahramanlar sağır tabiat, dilsiz hayvanlar, konuşan insanlar olur, sahnede bunlar beraber ortaya çıkarlar. “Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar düşüp paralandığı zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman, vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman, denizler kaynaştırıldığı zaman, ruhlar (bedenlerle) çiftleştirildiği zaman, diri diri toprağa gömülmüş kız 48 çocuğuna, hangi günahından dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman, (amel) defterler(i) açıldığı zaman, gök yerinden oynatıldığı zaman cehennem alevlendirildiği zaman cennet yaklaştığı zaman: Kişi dünyada ne yapıp gönderdiğini bilecektir.” (Tekvir Suresi: 1-14) Korkunun yeri, göğü, hayvanı, insanı, küçüğü, büyüğü, cenneti ve cehennemi nasıl sardığını görüyorsun hepsi de dehşet, ürperti ve bekleyiş içerisindedir. Bazen de kıyamet sahnelerini hareket ettiren kımıldatan tek kuvvet korkudur: “O vak’a vuku buldu mu bir, olmaz vak’asına yalan diyen dil. Alçaltır, yükseltir. Yer bir sarsılış sarsıldığı, dağlar bir serpiliş serpildiği, hepsi toz duman haline geldiği zaman…” (Vakıa Suresi: 1-6) “Ey insanlar, rabbınızdan korkun: Zira o kıyamet saatinin depremi cidden dehşet bir şeydir. O gün görürsün ki emziren emzirdiğine oralıklı değil, gebe karnında taşıdığı yavruyu düşürür! İnsanları sarhoş sanırsın oysa sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Hacc: 1-2) “O gürültü. O gürültü nedir? O gürültü koparacak olanın ne olduğunu sana ne bildirdi? O gün insanlar çırpınıp dökülen pervanelere dönecek. Dağlar da atılmış yün gibi olacaktır.” (Karia) “O gün yer ve dağlar sarsılır, dağlar eğrilir kum yığınına döner. Biz size üzerinize şahit bir elçi gönderdik. Fir’avn’a bir elçi gönderdiğimiz gibi. Fir’avn Resule isyan etmişti de biz de onu vahim bir şekilde yakalamıştık. Eğer inkar ederseniz çocukları ihtiyar yapan, göğün dahi (korkudan) çatladığı o günün şiddetinden kendinizi nasıl kurtaracaksınız?” (Müzzemmil: 14-17) Bazen bu korkuyu bir insan gölgesi, onun davranışları, onun tepkileri arasında görüyoruz: Kur’an sahneleri naîm ve azaptan önce olan hesap hallerini tasvir etmek ister. Bunu yaparken birçok arz metodlarını kullanır. Anlatılacak halin muhtelif yönlerini ele alır. “O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve Kâh arzı uzatır, öyle ki hesabın hiç kesilmeyip devamlı oldu- Bir Kitap - Bir Alıntı ğunu sanırsın. Kâh yıldırım süratiyle gösterir, perde göze dokunur dokunmaz kaldırılır. Bu ve öteki arz usulü, ruhu şuur bilinç temeline dayalı, hali tabiatı gereği olan bir sanat esasına bağlıdır ki, neticede bu metodlar dini gaye ile birleşir ve onun tahakkukunu sağlar. Kâh sahne uzanır: “İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıktılar zayıflar kibirlilere dediler: ‘Biz de size tabi olmuş idik. Şimdi siz, Allah’ın azabından azıcık bir şeyi üzerimizden kaldırabiliyor musunuz?’ (Ötekiler) cevap verdiler: ‘Allah bizi hidayete eriştirseydi biz de sizi hidayete eriştirirdik. Artık sızlansak da sabretsek de birdir bizim için. Çünkü kaçacak yerimiz yoktur.’ İş olup bittikten sonra şeytan dedi ki: ‘Allah size gerçek va’detti. Ben de size va’dettim ama ben sözümden caydım. Esasen benim sizi zorlayacak bir kudretim yoktur. Sadece sizi çağırdım siz de bana uydunuz. Artık beni ayıplamayın. Ben sizi kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız. Zaten ben, bundan önce beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim. Şüphesiz zalimler için can yakan bir azap vardır…’ (İbrahim: 21-22). “O gün zalim ellerini ısırır, der ki: keşke Resul ile beraber bir yol tutsaydım. Vah bana, nolaydı, keşke felanı dost edinmeyeydim. O beni, bana gelmiş olan zikirden saptırdı. Tabii şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakır.” (Furkan: 27-29). “Herkes kazancına bağlıdır. Yalnız sağ ehli (defteri sağından verilenler) cennettedirler. Suçlulardan sorarlar: Sizi Sekar’a (yakıcı ataşe) ne sürükledi? Dediler: Biz namaz kılanlardan değildik, yoksula yedirenlerden de olmadık. İktibas Batıla dalanlarla beraber bizde dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Nihayet ölüm bize geldi.” (Müddesir: 38-47) Böylece birinci sahneyi konuşma ve çekişmeye, ikinci sahneyi pişmanlık ve hasrete, üçüncü sahneyi de uzun itirafa terk ediyor… Çünkü bu durumlar etkilenme ve etki yapmak için zaman ve uzunluk ister. Bazen de arz kısa olur. Sahne göze görünür görünmez kaybolur: “Her nefse yaptığı amelin karşılığı tastamam verilir. O, onların yaptıkları her şeyi bilir.” (Zümer: 70) “Ne zaman ki sura üflendi, artık o gün aralarında ne nesepler vardır ne de bundan sorarlar.” (Müminun: 101) “Suçlular simalarından tanınırlar, alınlardan ve ayaklardan tutulurlar.” (Rahman: 41). Kısaltma sebepleri sahneye göre değişiklik gösterir: Bazen arz kısaltılır. Zira durum, sükûn, celal ve huşu durumudur. Çıkışma, çekişme, red, münakaşa oraya gitmez. Bazen de sahneden beklenen kesinlik olduğu için tek bir cümle ile arz edilir. Ondan sonra her türlü tartışmaya son verilir. Bazen de her şeyin gayet açık olduğu anlatılmak için fazla söz söylenmez. Konunun söze ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu ifade için söz gayet kısa olur. İşte bu çeşitli sebeplerden dolayı arz kısaltılır. Bunlar arzın kısaltılmasını gerektirir. İ ş olup bittikten sonra şeytan dedi ki: ‘Allah size gerçek va’detti. Ben de size va’dettim ama ben sözümden caydım. Esasen benim sizi zorlayacak bir kudretim yoktur. Sadece sizi çağırdım siz de bana uydunuz. Artık beni ayıplamayın. Ben sizi kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız. Zaten ben, bundan önce beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim. Şüphesiz zalimler için can yakan bir azap vardır…’ (İbrahim: 2122). Bu sahneler, tekrar dirildikten sonraki naîm bir azabı tasvir etmek isterler. Naim azabı, bir kere duyunun algılayacağı maddi bir varlık olarak takdim eder, bir kere de ruhun anlayacağı 49 İktibas Bir Kitap - Bir Alıntı manevi varlık olarak tasvir eder. Bir kere de iki çeşidi bir araya getirir. N aîm ve azabın insanın ruhunda huzur, sevgi; yahut pişmanlık, vuslat, kendini ayıklama şeklinde tezahür eden nice sahneleri bazı kere de nimet, yahut azap çeşitleri çift olur. Maddi ve manevi olanı bir arada bulunur. Maddi nimet veya azap manevi nimet veya azap ile karışık halde görülür. Nimet ve azap sahneleri ekseriyetle böyledir. Gözle görülür elle tutulur maddi azap şu şekilde tecessüm eder: “Onlar ki altın ve gümüşü yığar, onları Allah yolunda sarfetmezler, işte onları can yakan bir azap ile müjdele. O gün cehennem ateşinde o yığdıkları pullanır, sonra onunla alınları, yanları ve sırtları dağlanır. İşte nefsiniz için yığdıklarınız yığmakta olduğunuzun tadını tadın.” (Tevbe: 34). “İşte rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: Küfredenler için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başları üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Onlar için demir topuzlar da vardır. Ne zaman uğradıkları gamdan kurtulmak için oradan çıkmak isteseler tekrar oraya geri çevrilirler: Tadın yakıcı azabı!” (Hacc: 19-22). Gördüğün gibi bu öyle bir azaptır ki derilere karınlara temas ediyor, bağırsakları ve cisimleri kızartıyor! Görülen, duyulan maddi azap şu tabloda da kendini gösteriyor: “Defteri sağdan verilenler, ne mutludur o sağcılar: Sedir ağaçları salkımları sarkmış olan muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan su başında, bir çok meyve arasında. Ne tükenir, ne yasak edilir. Yüksek döşekler üzerinde. Biz o sağ adamları için o güzelleri yeniden yarattık, bakire, şuh ve aynı yaşıtta yaptık.” (Vakıa Suresi: 27-38). “Şüphesiz korunanlar için en güzel bir gidilecek yer vardır: Kapıları onlar için açılmış adn cennetleri. Orada (koltuklara) 50 dayanmış olarak birçok meyve ve içecek isterler. Yanlarında da gözlerini sadece eşlerine dikmiş aynı yaşta güzeller. İşte bu hesap günü için size vaat edilenlerdir.” (Sad Suresi: 49-54). Bu da bir nimet ki karınlar, cisimler faydalanıyor uzuvlar ve bedenler lezzetini duyuyor. Naîm ve azap bazen incelir, ince bir ruhi gölge haline gelir yalnız ruhlara mahsus ya da yüze serpilen ruhi bir zevk veya azap. Nimet için şu örneği verelim: “İman edip salih ameller işleyenler için Rahman, sevgi yaratacaktır.” (Meryem: 96). “Allah’a ve resulüne itaat edenler, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıdıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlarla arkadaşlık ne güzeldir. (Nisa: 69). Ruhi azap için de şu örneği verelim: “Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin yapıp öne gönderdiğine bakar. Ve kâfir derki: ah keşke ben de toprak olsaydım!” (Nebe Suresi). “Görsen bir onları Rableri huzurunda durduruldukları zaman, Rab dedi: “Bu, gerçek değil miydi? Evet, dediler, rabbimize andolsun ki gerçekmiş.” (Ahkaf: 34). Ve daha böyle naîm ve azabın insanın ruhunda huzur, sevgi; yahut pişmanlık, vuslat, kendini ayıklama şeklinde tezahür eden nice sahneleri bazı kere de nimet, yahut azap çeşitleri çift olur. Maddi ve manevi olanı bir arada bulunur. Maddi nimet veya azap manevi nimet veya azap ile karışık halde görülür. Nimet ve azap sahneleri ekseriyetle böyledir. Maddi nimet veya azabın yanında manevi nimet ve azap da vardır. Bazı örnekler verelim: Bir Kitap - Bir Alıntı İktibas “Korunanlar, cennetlerde ve ırmak kenarındadırlar. Muktedir bir hükümdarın huzurunda doğruluk koltuğundadırlar.” (Kamer: 54-55). Öğüt alanın öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da geldi. Artık tadın zalimlerin bir yardımcısı yoktur!” (Fatr: 36-37). “Muhakkak cennet ehli, bir zevk ve neşe içerisindedir. Onlar ve eşleri, gölgeler içinde koltuklara yaslanırlar. Onlar için orada meyve var ve istedikleri her şey. Rahim rabden de söz ile selam.” (Yasin) Görülüyor ki maddi naîme, bir çeşit manevi ikram gibi zevk; maddi azaba da ruhi bir üzüntü ve ızdırap eşlik etmektedir. İkisi de ruh ve his tarafından algılanmaktadır. Böylece nimet ya da azap kat kat olmaktadır. “O gün inanan erkekleri ve kadınları görürsün ki nurları önlerinde ve yanlarında koşuyor. Bugün size müjdeler olsun altlarından ırmaklar akan bahçeler sizin.” (Hadid: 12). Nimet ve azap müşahhas bir şekilde tasvir edildiği gibi, ayrıca kelimelerin attığı bir gölge ortamı, taşıdığı işaretler vardır ki nimet ve azap vasfedilmese de bu bölge ortamı, bu işarete ruha hizmetin huzurunu yahut azabın darlığını duyurur. Maddi ve manevi azabın karışık olduğu azap sahnelerine de örnek verelim: “O zakkum ağacı günahkârların yemeğidir. Erimiş demir gibi; karınlarında kaynar sıcak suyun kaynaması gibi. Tutun onu cehennemin ortasına sürükleyin sonra başının üstünden kaynar su azabından dökün. Tat, zira sen evet sen güçlü şereflisin (öyle sanıyordun). İşte bu; şüphelenip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 43-51). “O gün onlar cehenneme bir atılışla atılırlar. İşte bu sizin yalanlamakta olduğunuz şeydir. Şimdi bu sihir miymiş yoksa siz mi görmüyordunuz?” (Tur: 13-15). “Küfredenlere gelince: Onlar için cehennem ateşi: onlara ne ölüm hükmü verilir ki ölsünler ne de onlardan cehennem azabı hafifletilir. İşte biz her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar orada bağrışıp feryat ederler: Rabbimiz bizi çıkar, yapmış olduğumuz iş gibi değil iyi iş işleyelim. Mesela müminlerin şöyle dediğini işitiyorsun: “Bizden üzüntüyü gideren Allah’a hamdolsun şüphesiz rabbimiz gafûr, şekûrdur. O ki bizi kendi keremiyle asıl durulacak eve kondurdu. Burada bize yorgunluk gelmeyecek. Burada bize usanç dokunmayacak.” (Fatr: 34). Bak, rahatın serinliğini, nimetin lezzetini, itminanın verdiği iç huzurunu nasıl hissediyorsun. M esela müminlerin şöyle dediğini işitiyorsun: “Bizden üzüntüyü gideren Allah’a hamdolsun şüphesiz rabbimiz gafûr, şekûrdur. O ki bizi kendi keremiyle asıl durulacak eve kondurdu. Burada bize yorgunluk gelmeyecek. Burada bize usanç dokunmayacak.” (Fatr: 34) Cehennemde surlar arkasından seslenen kâfirleri de işitiyorsun: “Ey Malik! Rabbin bize hükmetsin, bizi öldürsün!” (Zuhruf: 77). Bu yalvarıştan göğüslerinin nasıl daraldığını azabın acısını, ateşin kızgınlığını, cehennemin yakışını, hissediyorsun. Bu da cehennemin nasıl olduğunu sana söylemese de ifadeden onun nasıl olduğunu anlamanı sağlıyor. İnkâr eden, resule karşı gelenlerin durumunu okuyorsun. 51 İktibas “İnkâr edip resule karşı gelmiş olanlar, o gün yerin dibine geçirilmek isterler.” Her ümmetten bir şahit çağırıldığı, resule küfredip isyan edenlere şahit getirildiği zaman, o daha önce hiç karşılaşmadaki kâhredici yüz üstü kalma ve öldürücü utancın manevi hali, kelimelerin attığı gölge ve işaretlerle çizilmiştir. Yine okuyorsun: “O gün bu azap kimden çevrilmişse, Allah ona rahmet etmiştir.” (Enam: 16). Sırf çevrilmesi dahi Allah’ın rahmeti sayılan bu azabın dehşeti sana çizilmiş oluyor. Azabın kendisi hakkında bir şey söylemese de bu işaret onu anlatmaya kafi. İşte böyle süratli, hafif bir işaret, bir gölge gayet haşin tabloların yerini tutmaya kafi geliyor artık onların uzun uzun tasvir edilmesine lüzum kalmıyor. Ondan sonra bu gölge ve işaretleri çizmek, tasvir etmek hayale kalıyor. Yapılan bu işaretten sonra hayal, oradaki ahvali ayrıntılarıyla çizebiliyor. Kıyamet sahnelerinin en güzellerinden biri de şirk koşanlarla tanrıları, ya da tabilerle metbuları arasında geçen o sert münakaşa; müminlerle melekler yahut müminlerle mü’minler arasında geçen o tatlı konuşma, sohbettir. Kur’an’ı Kerim’de bunun muhtelif desenleri var. Biz kitabın bu ek faslında sadece bazı örneklerini sunmakla iktifa edeceğiz (tafsilatı ileride gelecektir): “Zulmedenler azabı gördükleri zaman gerçekten bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının şiddetli olduğunu görselerdi! O vakit tabi olanlar, tabi olunanlardan uzak dururdu. Azabı gördüler, aralarındaki bağlar kesildi. Uyanlar dediler 52 Bir Kitap - Bir Alıntı ki: Ah bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onlar bizden nasıl uzak duruyorsa biz de onlardan öyle uzak dursaydık! Böylece Allah onlara, amellerini hasret olarak gösterir. Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir.” (Bakara: 165-166). “Zalimler rabbları huzurunda durdurulmuş, birbirlerine söz atarlarken bir görsen: zayıf görülenler büyüklenenlere der ki: eğer siz olmasaydınız, biz ina- K ıyamet sahnelerinin en güzellerinden biri de şirk koşanlarla tanrıları, ya da tabilerle metbuları arasında geçen o sert münakaşa; müminlerle melekler yahut müminlerle mü’minler arasında geçen o tatlı konuşma, sohbettir. Kur’anı Kerim’de bunun muhtelif desenleri var. nanlar olurduk. Büyüklük taslayanlar da zayıf görülenlere der ki: Yani size hidayet geldikten sonra biz mi sizi onlardan çevirdik? Hayır, zaten siz suçlu idiniz! Zayıf görülenler büyüklük taslayanlara der: Hayır, siz gece gündüz bizi kandırıyor, Allah’ı inkâr edip O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz. Azabı görünce içlerinden pişman oldular. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçirdik. Yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılıyorlar?” (Sebe: 31-33). “… Yanındaki şeytan dedi: Rabbımız, ben onu azdırmadım. O zaten uzak bir sapıklık içinde idi (yoldan çok uzak sapmıştı). (Rab) dedi: benim huzurumda çekişmeyin ben sizi önce uyarmıştım.” (Kaf Suresi: 27-29). Bunlar cehennem ehli arasındaki sert çekişmeyi gösteriyor. Bir de cennet ehli arasındaki o tatlı sohbete bakalım: “Birbirlerine döndü, soruşuyorlar: Dediler: Biz ailemiz içinde korkardık. Onun için Allah bize lütfetti de bizi kavurucu azaptan korudu. Biz bundan önce de yalnız O’na yalvarırdı. O iyilik edendir, merhametlidir.” (Tur: 25-28). “Birbirlerine döndü soruşuyorlar: İçlerinden biri dedi ki: benim bir arkadaşım vardı, diyordu ki ‘sen de mi öldükten sonra dirilmeyi kabul ediyorsun? Biz öldükten, toprak ve kemik olduktan sonra mı? Biz mi dirilip ceza göreceğiz?’ dedi. Baktı, onu cehennemin ortasında gördü. Dedi ki tallahi sen az daha beni de mahvedecektin. Eğer rabbimin bana nimeti olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum. Nasılmış bak? Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyeceğiz, azap da görmeyeceğiz öyle mi ?” (Saffat: 50-59). Bu harikulade güzel sahnelerden verdiğimiz bu kadarlık örnek ile şimdilik yetiniyoruz. Bundan sonra her suredeki kıyamet sahneleri ayrı ayrı, uzun izahlarla takdim edilecektir. Bu özetle burada sahnelerin asıl karakterlerini tabiatlarını özelliklerini, çeşitlerini ve usullerini genel bir şekilde açıklamak istedik. Çeviri MEDENİ İNSAN VE VAHŞİ ARASINDAKİ SAVAŞ Hamid DABASHI*/El Cezire ĞǀŝƌĞŶ͗ďĚƵůůĂŚDd7E 24 Eylül 2012 Pazartesi’den başlayarak, Birleşmiş Milletler Genel Meclisi New York’tan start aldığında ve dünyanın dört bir yanından devlet başkanları yıllık toplantılar için şehre geldiğinde, New Yorklular ve şehre gelen misafirlere bir reklam sunuldu. “Medeni insan ve vahşi arasındaki herhangi bir savaşta”, reklam devam ediyordu, “medeni insanı destekle. İsrail’i destekle. Cihadı mağlup et.” Reklam geçen ay San Francisco’da şehir otobüslerinde sergilenmeye başladı, şimdi ise New York’un metrolarında yayımlanmaya hazırlanıyor. CNN’e göre: “New York Metro Ulaştırma Yönetimi” başlangıçta reklamı reddetti. Ama yönetimin kararı geçen ay federal mahkeme tarafından bozuldu ve reklamın Amerikan Anayasası’nın birinci değişikliğine (Amendment) uygun olduğu belirtildi. y aygın bir etkisi olan bu reklamın iki önemli vechesi, ani ve kaba bir şekilde dile getirilen faşizminin gizlenemeyeceği gerçeğidir. Bu reklamı kimlerin takip ettiğini ve bu nahoş üslubuyla neyi amaçladığını görebilmek için reklamı biraz daha kurcalamak gerekiyor. “Amerika Özgürlüğü Savunma Girişimi” isimli bir örgüt reklamı üretti ve geçen sene metro yönetiminin reklamı yayınlamayı reddetmesinden bu yana reklamın New York metrolarında yer alması için mücadele verdi. Washington Post’un haberine göre, 11 Eylül saldırısının gerçekleştiği sitenin yanında İslam’a karşı yürütülen kampanyaya öncülük eden muhafazakar bir blog yazarı, gelecek Pazartesi 10 metro istasyonunda reklam asabilmek için mahkeme izni aldı. Blog yazarı Pamela Geller, yetkililerin, Ortadoğu’da İslam karşıtı filme yönelik gösterileri göz önünde bulundurarak reklamı asmayı reddetmesi üzerine reklamı Washington’un taşıma sistemine asabilmek için başkentte dava açtığını belirtti. Birkaç gün geçtikten sonra bu reklamla ilgili haberlerin medyada dolaşmaya başlaması ve resimlerinin internette görülmesiyle birlikte birçok Amerikalı reklamın bariz bir şekilde ortada olan ırkçılığını kınarken, New Yorklular pazartesi günü başlayacak olan reklamı protesto etmek için Twitter’da #MySubwayAd ismiyle bir kampanya başlattılar. Reklamın içeriğinde ne var? Yaygın bir etkisi olan bu reklamın iki önemli vechesi, ani ve kaba bir şekilde dile getirilen faşizminin gizlenemeyeceği gerçeğidir. Bu reklamı kimlerin takip ettiğini ve bu nahoş üslubuyla neyi amaçladığını görebilmek için reklamı biraz daha kurcalamak gerekiyor. BM Genel Meclisi toplantısı ile eş zamanlı olması öncelikle reklamın küresel bir kitleye ulaştırılmasına çalışıldığı izlenimi yaratabilir ki, reklamın şaşırtıcı kabalığı bunun küçük ve aşırıcı bir grup tarafından yapıldığını gösteriyor gibi. Tabi bu iki izlenimin de tetkik edilmesi gerekiyor. BM delegelerinin New York’taki otobüs ve metroları kullanmadıkları ve özel şoförlü diplomatik limuzinleriyle New York’un motosikletli polisleri korumasında seyahat ettikleri gerçeğinden hareketle, bu reklamın öncelikli amacının ülke sınırlarının içi ve bazı küresel uzantılar olduğunu söyleyebiliriz. Washington için başlatılan bu girişimin asıl hedefi elçilikler olabilir ama ilk kampanyanın San Fransisco’da başlatılması kesinlikle yurt içinde de hedefleri olduğunu gösterir. Ülke içindekileri ve küresel izleyicileri hedef alması bu iki hedefin bir- 53 İktibas m edeni insan Avrupalı beyaz insandı (ve hala da öyle olmaya devam ediyor) ve “vahşi” onun Yerli Amerikalılar için kullandığı benzetmeydi. “Vahşi” kelimesi evrim geçirdi ve Amerika tarih derslerinde daha sonradan Afrikalı Amerikalıları, Latin Amerikalıları ve şimdi de sadece Müslüman Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Çeviri birinin dışında olduğu anlamına gelmez, hatta birbirlerini tamamladıkları anlamına gelebilir. Fakat reklamın dış politikadaki etkileri göz önüne alınarak, yurt içindeki hedef kitlesi görmezden gelinmemelidir. Yurt içi hedefler Kendini üstün gören Amerika’daki Avrupalı kolonyal yerleşimciler ve yerli Amerikalılar için kullanılan “medeni insan” ve “vahşi” benzetmelerinin burada da uygulanması, reklamın öncelikli hedefinin yurt içi olduğunun kanıtıdır. Çoğu olayda dile getirdiğim gibi, üstünlü taraftarı beyaz ırkçıların görsel benzetmeleri ve halen kullandıkları sözcükler belirlidir ve tedirginlik duydukları hedefler karşısında bunları kusmaya devam ederler. “Medeni insan” Avrupalı beyaz insandı (ve hala da öyle olmaya devam ediyor) ve “vahşi” onun Yerli Amerikalılar için kullandığı benzetmeydi. “Vahşi” kelimesi evrim geçirdi ve Amerika tarih derslerinde daha sonradan Afrikalı Amerikalıları, Latin Amerikalıları ve şimdi de sadece Müslüman Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Bu sayılan unsurların hepsi de üstünlük iddiasında bulunan beyazları tedirgin etmişti. Bütün ırkçı atasözleri gibi, reklamda da eski ırkçı benzetmeler yer almakta ve kısa bir cümlede “medeni insan” deyimi iki kez kullanılmaktadır ki, bu Amerika’nın erken tarihiyle aradaki ırkçı münasebeti açığa çıkarır ve şu bir gerçek ki, bu deyimi tam da yerinde kullanan bir kadın (Pamela Geller’i kastediyor, ç.n.) yaşın ve cinsiyetin ötesinde, kolektif bilinçaltında hala var olan 54 deyimin mutlak zaferini ortaya koymuş oluyor. İşte bu yüzden reklamın hedefi öncelikli olarak, çok kültürlülüğe, eski ve yeni göçmenlere ve Amerikan toplumundaki kitlesel nüfus değişimlerine karşı, ülkede yaşayanlardır. İşte tam da burada beyaz adamın korkuyu tetikleyen kurgusallığı ve üstünlükçü düşüncesi işlemeye başlamaktadır. Bu kaygının kesinlikle aynısı 10 yıl önce Samuel Huntington’un “Medeniyetlerin Çatışması” tezinde gündeme gelmişti. Geller ise bunu şimdi herkesin anlayacağı bir kalıba büründürüyor. 10 yıl kadar önce Uluslararası Sosyoloji Dergisi’nde yayımlanan “medeniyetler çatışması” tezi eleştirimde, 1990’larda Amerika’da medeniyet düşüncesinin nasıl yükseldiğini ve dünyanın geri kalanından ziyade Amerikan halkını nasıl hedef aldığını ayrıntılarıyla göstermiştim. Ben bu iddiamı 2001’de dile getirdim ve 4 yıl sonra Samuel Huntington’ın “Biz Kimiz: Amerikan Ulusal Kimliğine İtirazlar” isimli makalesini yayımlayarak bu iddiayı doğrulamış oldu. “Medeniyetler çatışması”, şu an New York metrolarına asılan cahilce maskaralığın Harvard Üniversitesi profösörlük versiyonudur, kimliksel ırkçılık bunu iki farklı üslupla dile getiriyor, biri süslenmiş, cilalanmış ve dikkatli bir dil, diğeri ise basit ve çıplak bir dil, ama her ikisi de Amerika tarihi ve siyasal kültürünün merkezinde yer alan beyaz adamın kurgusal bir birleştirme mantığıyla ülkedeki Yerli Amerikalıları, Afrikalı Amerikalıları ve göçmenleri hedef alıyor. Çeviri Bu bağnazlığın arkasındaki suç aslında, uzun zamandır Geller’in hedefinde olan ilerici Amerikalıların arasında var olan aklıselime karşı bir tehlikedir de. Zaten, kar amacı gütmeyen bir sivil haklar örgütü olan ve kendini bağnazlığa karşı mücadeleye adayan ve toplumun en savunmasız kesimleri için adalet peşinde koşan Güney Yoksulluk Hukuku Merkezi, Geller’in maskesini düşürdü. Bir bakımdan bu reklam, üstün olduğunu iddia eden beyazların, dönem dönem kin duyduğu Amerika Yerlileri, Afrikalı Amerikalılar, Latin Amerikalılar ve diğerlerinin saflarına kattığı Müslümanlar için bir onurdur. Müslümanlar nihayet Amerika’ya vardılar! Bu anlamda, Geller’in bu marazi söylemi Amerikan nüfusunun yarısını tembel asalaklar olarak aşağılayan ve açıktan açığa yeren Mitt Romney’in bu rezil konuşmasıyla eş değerdir. Romney ve Geller, kastettikleri şeyi ihtiyatlı bir dille söyleyebilecek kadar zeki değiller. Gerçekten de Romney daha sonradan %47’le ilgili yorumunu (Amerikan halkı içerisindeki asalakların oranı, ç.n.) haklılaştırmak için bir girişimde bulunsa da, bunu zarif bir şekilde dile getiremedi. Kendisi kötü eğitimli ve sıradan bir zengin olarak çıplak bir dil kullanır, tıpkı Geller’inki gibi. Bu iki bayağı ve ırkçı sınıf bilinci taşıyan üstünlükçüler, Harvard profosörü gibi, ırkçılıklarını kamufle etmek için ortaya kötü hazırlanmış iddialar attılar. Kuralı Gizleyen İstisna Bu reklamın en çok fark edilen yanı, birinciyle bağlantılı olarak, hayrete düşüren bayağılıdır. Bu İktibas bayağılığın istemeden taklit ettiği şey aslında Siyonizm’dir- diğer insanların topraklarını çalan ve sonra da azarlayan bir amca! Öldürmeye ve etnik temizliğe teşvik etmesi ve Avrupalı toplu katliamcı Anders Breivik’e ilham veren Siyonizmle olan ilişkisiyle bu reklam, Calvin Klein’in iç çamaşırı veya “Erkekler Kulübü” reklamları veya diğer ticari reklamların sergilendiği yerde bir Amerika Siyonizmi markası gibi yer almaktadır. Böylece reklam, Siyonist davayı ticarileştirerek, onu, kaba tüketimciliğin görsel düzeni içine yerleştirir, yani tam da ait olduğu yere. Reklamın ilerleyen aşamasında Amerikan militarizminin tüketim fetişizmi ile Filistin’de etnik bir temizlik yapılması birleştirilerek Siyonizm’in taklidine çalışılmaktadır. b ir bakımdan bu reklam, üstün olduğunu iddia eden beyazların, dönem dönem kin duyduğu Amerika Yerlileri, Afrikalı Amerikalılar, Latin Amerikalılar ve diğerlerinin saflarına kattığı Müslümanlar için bir onurdur. Müslümanlar nihayet Amerika’ya vardılar! Fakat Amerikalılar ve Amerikalı olmayanlar, bu bariz bayağılığın aynı anda hem ifşa ederek hem de gizleyerek kendilerini körleştirmesi karşısında şaşkına döndüler. Bu gizlemeyi, Siyonizmin bu metalaşmış esrarını anlayabilmek için, Fransız işaret bilimci Roland Barth’ın Elia Kazan’ın yönetmenliğini yaptığı “Rıhtımlar Üzerinde” (1954) isimli film üzerine yaptığı okumalardaki o muazzam yoruma göz atmamız gerek. Mitolojiler (1957) kitabında yer alan ve onun en anlaşılabilir kısa yazılarından biri olan “Sempatik bir İşçi”de Barth, Elia Kazan’ın “küçük bir gangster çetesinin tüm işverenleri sembolize ettiği” filminde, işçilerin bir kez bu düzen bozukluğunu kabuledince, gerçek problemin ne olduğunu unutarak ‘sakınılan, asla adı konma- 55 İktibas Çeviri mış ve bu yüzden aforoz edilmiş’ bu utanç verici sivilceden kurtulmaya çalışmaları olayı üzerinden bir tür “hakikat aşısını” konu edinir. e ğer siz de bu reklama kızdıysanız, iğrendiyseniz ve reklam sizi çileden çıkarıyorsa, reklama bir bakın, onun sadece San Fransisco’nun otobüsleri ve New York’un metrolarının üzerinde olmadığını göreceksiniz. Bu reklamda karşılaştığımız şey de bunun aynısıdır. Reklamın bu bayağılığı, onu, Harvard siyaset bilimcisinin (Huntington, ç.n.) “medeniyetler çatışması” teorisinden ve Amerikan emperyalizminin çekirdeğinden uzaklaştırarak bir karikatüre dönüştürür. Bir kez kabul edilen düzensizlik, o utanç verici sivilce Amerikan emperyalizmidir, gerçek problem Amerika’nın askeri akademilerinde öğrettikleri, Kuran’ı tuvaletlere atarak, Müslüman “vahşilere” işkence yaparak ve Pakistan’da veya Afganistan’da masum insanlara insansız hava uçaklarıyla saldırarak Müslümanları şeytanlaştırması ve Başkan Obama’nın, “kendisinden sakınılan, asla adı konmamış ve bu yüzden aforoz edilmiş” İsrail’e koşulsuz desteğini açık bir şekilde dile getirmesidir. Eğer siz de bu reklama kızdıysanız, iğrendiyseniz ve reklam sizi çileden çıkarıyorsa, reklama bir bakın, onun sadece San Fransisco’nun otobüsleri ve New York’un metrolarının üzerinde olmadığını göreceksiniz. Bu reklam, kuralın geçerliliğini doğrulayan bir istisna değil, kuralı kamufle eden bir istisnadır. Bu ırkçı İslamofobik reklama karşı Müslümanların cevabı ne olmalı- size sadece tek bir cevabı okutuyorlar: tekme yok, çığlık yok, duvarlara tırmanmak yok, bayrak yakmak yok, şiddet eylemi yok, ahlaksız bir Pakistanlı politikacının kendi yolsuzluklarını örtmek için cinayeti teşvik etmesine yer yok (Pakistan Demiryolları bakanı Gulam Ahmed Bilour’un İslam karşıtı filmin yapımcısının başına 100.000 dolar ödül koyması kastediliyor, ç.n.). Sizin sessizliğe gömülmenizi sağlamaya çalışmaları bir terördür, arkanızı dönüp onların bu bayağılıklarını teorileştirmekle ilgilenmenizi istiyorlar. Bir sonraki iğrençliklerine kadar yapmanız gereken bu. * Hamid Dabashi, (Columbia Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat ve İran Çalışmaları Profesörü) Taraf - 2 Eylül 56 www.aljazeera.com/ 24.09.2012 Sanat - Edebiyat SONBAHARA SERENAT MEHMET MORTAŞ Sonbahar öyle ihtişamlı, öyle mucizevî bir şekilde ölümü hatırlatarak yine geldi gönül hanemizin dirheminde yerini aldı. Modernizmin, insanların bakış açılarına, ruh dünyalarına günümüzdeki kadar müdahale etmediği zamanlarda kaç sonbahar kurumuş yapraklar ile hemhal olarak yaşadık. Özellikle sonbahar rengârenk cümbüşüyle ölümün her tonunda gelir dayanırdı kapımıza. Ölüm her tondan rengârenk yapraklarıyla kuzey poyrazının soğuk esintileri ile sallanan ağaçlar gibi merhaba der, çocukluğumuzun firuze nefesinde sessizce yürürdü. ceviz ağacı gölgesi içerdik en çok demlendiğimiz saatlerde şiirler demet demet akardı toprak kokardı herkesin bir hikayesi vardı dolaşırdı bahar yıldızı gibi afacan yüreğimizden kuşların gözlerine fışkırırdı çiçekler Üzüm bağları, üzümlerini sunmak için bekler tahterevalli oynayan çocuklar gibi sallar dururdu yapraklarını. Etrafımızı çeviren yemyeşil tepeler sapsarı kesilirdi bir yaz boyu güneşe bakarak. Her üzüm bağının sınırlarındaki taşlar yürek şeklindeydi, kaplumbağalar bir üzüm bağından diğerine itina ile girerdi. dut ağaçları şemsiye gibi dururdu üzerimizde kimi zaman bir bulutu gözyaşımda saklardım elimde sapan ağıtlar yakardım kuşlara bir annenin ağlaması geçerdi bağbozumu zamanı üzüm şıraları horoz saati karışırdı çocukların sesine A yaz demlenirdi her ağacın gölgesinde her evin güneş almayan kuytu köşelerinde, üşüme krizleri geçirirdik güneş daha bir sevecen daha bir dostça görünürdü. Her düşen kuru yaprağa ağıtlar yakar hüzün şiirleri yazardık. Ayaz demlenirdi her ağacın gölgesinde her evin güneş almayan kuytu köşelerinde, üşüme krizleri geçirirdik güneş daha bir sevecen daha bir dostça görünürdü. Her düşen kuru yaprağa ağıtlar yakar hüzün şiirleri yazardık. Sonbahar, Kuzey Poyrazının dehşetengiz soğuğunu selvi ağaçlarının dik duruşlu burnunu göğe değdirecek şekilde salınmasından, kırmızılaşmış alalı bulalı elmaların etrafında daireler çizerek bütün ağacı sarmalaması, kurumuş yaprakların ve otların üzerinden güney yamaçlarının kavurucu sıcaklığını alıp çocukluğumuzun binbirgece masalları gibi bir o yana bir bu yana dans ettirirdi. ayaklarımız altında taşırdık kayapınarı çöteyi ellerimizde sapanlar daldan dala konardık gökyüzü önümüzden kaçardı taşralı kız gibi Modernizm, teknoloji daha hayatımızın her noktasına her ayrımına girmediği sonbaharlarda Arı Kuşları bağbozumu zamanı gelir her ötmelerinde biraz daha sararırdı üzümlerin rengi. Ağaçlar kışa selama durur sallanırda sallanırdı hışırtılı bir eda ile Berit dağına ve Binboğalara yeni yağmış karlara karşı. Ağaçlar bir başka bahar için yaprak dökerdi kımıl kımıl kıpırdardı ölüm renginde yeryüzü. 57 İktibas yaz kıvranırdı annemin elinde ilmik ilmik sererdi güneşin solgun yüzüne ağaçlarda yapraklar çırpınır arı kuşlarının sesleri düşerdi üzümlerin sararmış yüzüne bütün evler sonbahar bağbozumu vaktinde yaprak kuşları kanatlarında taşırdı kışta soğutulmuş rüzgarı bırakırlardı yeryüzüne gagalarında sarı kırmızı mor bir nakkaş edasıyla rengarenk bir cümbüşle dans ederdi tabiat Karlı dağları, kekik kokulu yaylaları, inişli çıkışlı tepeleri aşarak gittiğim sonbahar zamanları memleketime, hatırlamıyor artık beni mevsimler, ağaçlar yapraklarını bir serzeniş ile bir kahır ile dökmekteler. Kuzey Poyrazının insanoğlundan intikam almak istemesinin uğultusunu duyuyorum. Kurumuş yapraklar bir yabancı gibi konuyor ellerime, işte bu senin hikâyen der gibi Eshâb-ı Kehf doğru bakan gözlerimin içine. Kendi ellerimizle mahvettiğimiz, kendi silahımızı kendi kafamıza sıktığımızın haberini vererek konuyor ceviz ağaçlarının yorgun ve bir o kadarda bitkin, ellerimden biraz daha büyük olan kurumuş yaprakları. dostum çağıltın kelebeğin haince kanat çırpışı kadar sessiz sakin iki kent arasında ekonomik hamallar sonbaharı törpüledi her tarafım beynimin ihanetlerini taşıyacak kadar sağanak yağışlar Sonbahar, gökyüzünü sarıp sarmalamış dumanların içinde, kıyametin haberini veriyordu asitten gözyaşlarıyla yıkanmış kendi mevsiminde. Bizlere ölümü hatırlatan rengarenk cümbüşü kışın ölüm sessizliğine dinlenmeye çekilen sonbahar şimdi ekonomik hamallar taşıyor sırtında, ne çok sonbahar vardı çocukluğumda. [email protected] 58 Sanat - Edebiyat SONSUZLUĞUN ÇAĞRISI ŞEHİD SEYYİD KUTUB - Çev: Sümeyye HAMARAT Ölüm bir sonsuzluk merhalesi Hatırlanma ise sonsuz bir ömür Eğer biterse muazzam ecel Anısı yeni bir eceldir Öldü önder Eserleridir halen askerleri diri tutan Geçip gitti tertemiz bir şehid O şehid ne güzel bir şahid Ki o cihadı öğretendir halka Uyandırdı kavmini uykudan O içimizdeki dirilten ruhtu Dileyen dirilir O ümit gibi aydınlatandı Ve kısmet gibi mutluluk verendi O güçlü bir aslan gibi kararlılığından ötürü Aslan yavrularına verdi tüm şefkat ve sevgisini Boyun eğmez bir aslan gitse de Arkasından muhakkak saygı değer bir aslan gelir Bir çözümün sonuç bulamazsa Sonrasında olur hak yolu izleyen başka görüşün Ey Sa’d* güçlüklere adadın kendini Yeter bize o emeklerin *** Bize varlığın anlamını öğrettikten sonra Mutmain uyu.. Halk senden sonra ödül, ceza düşünmez Prangalara razı olmaz oldu Halk seni seçti ey mukaddes sırrın sahibi *** O zamana meydan okuyan İhanet etmeyen, vazgeçmeyen kahraman Ey neslin muazzam şahsiyeti Ey isabetli fikir sahibi Halk arkanda öbek öbek Dehşetli korku anında bile Saldır inatçı düşmana Etrafını kuşatan muazzam askerlerinle Unutulmuş vahiyden ilham alarak Ki o sonsuzluğun vahyidir Hayat uyanık olanlar içindir Uyuyan aşıklar için değil... Not: Seyyid Qutub bu şiiri Sa’d Zoğlul’a ithafen yazmıştır. Sa’d Zoğlul Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un ekip arkadaşıdır. Sanat - Edebiyat KALK HATUN KALK! SENSİZ ÇAYIN DA ÇORBANIN DA TADI OLMUYOR! SEVCAN ATAV “Anlar günleri, günler ayları, aylar yılları kovalarken bir de bakmışız yaşlanmışız. Oysa neler neler sığdırmadık şu ömrümüze. Ölümlerden ölüm beğenilsin dercesine kaç defa öldük öldük dirildik evladım!” dedi ninemizin ikinci gelini. “Hem sen bir dinleyebilsen onu, elleri buruşmuş o ninen dönse tekrar sağlığına, neler neler anlatır kim bilir?” Doğru diyordu. Ellerindeki o buruşukluğun, yüzüne düşmüş o hüznün ve çizgilerin, saçlarındaki o destansı akların nasıl hikâyesi vardır, dinlemek mümkün olabilse keşke. Biri gelse konuştursa o ninemi ve bir kitap yazabilsek adına. Az sayfalı bir kitap da olmazdı nihayetinde. Seksen dört sayfalık bir kitabın içinde hayatımızda devrimler yaratabilecek gerçeklerle karşılaşabilirdik. Anlatmaya devam ediyor ikinci gelin. Üç erkek evladı varmış ninemizin ve tabii ki üç gelini. Küçük oğlunun eşi ona göre tam bir firavun, şirret mi şirret! Onun zulmünden, onun kahrından hastaneye düşmüş kayınvalidesi. Sevmezmiş bir türlü. Kocasına bir evi ikiye böldürecek kadar hem de. İktibas Ninemiz ne söylerse aksini yaparmış oğluyla evlendiğinden bu yana. Çok severek evlendirmişler oysa. En güzelinden düğün yapmış oğluna mesela. Öyle diyor ikinci gelini ve ziyarete gelen komşuları. Hem ninemiz bunları hak etmeyecek kadar da iyi biriymiş, akrabaları da şahit buna. Bütün bu anlatılanları dinlerken üzülmemek elde miydi? Sev veya sevme o bir anneydi. Sev veya sevme o eşinin annesiydi. Sev veya sevme o bir yaşlıydı. sahibi olur ki insanlar?” diye söyleniyordu dede! Yüce yaratıcı tarafından dünyanın “eşref-i mahlûkat” tacına layık görülen insan, onu çıkarıp da nasıl takabilirdi, adına “zalim” denilen tacı başının üstüne? Rabbimizin tabiriyle “Onlar hayvanlardan da aşağıdırlar!” ayetini nasıl yakıştırabilirlerdi ki kendilerine? Bir gün o da yaşlanacak ve belki bir gün o da hastane köşelerine düşecek! Nasıl emin olabilir ki geleceğinden, hep sağlıklı yaşayacağından? Tebbet suresi geldi aklıma ve “İki elin kurusun!” dedim sonra… Zulüm nerede ve kime yapılsa zulümdü zira. Evde ve dışarıda, her yerde! Zulmü sadece dışarıda ararken; mahallemizin, evimizin, hastanelerin o bakımevlerinin insanlarını unuttuk vesselam. Savaştan çıkmış gibi bitap düşmüş ve ölümle yüz yüze olan oradaki insanların bir duaya, bir merhamet eline ihtiyacı olduğunu bilmek ne hazindi. Zulüm edenin de bir adı vardı nitekim: “Zalim!” Firavunların rahatları iyiydi belli ki! Tam da bu sırada dedemiz girdi odaya. Hiç birini göremedim koridorlarda! Ninemizin iğnelerden delikdeşik olmuş elini bir tutuşu vardı ki “Kalk hatun kalk, kalk da bana yemek hazırla! Sensiz çayın da çorbanın da tadı olmuyor!” deyip severken yüzünü, herkes çıktı odadan! Sorsam şimdi dedim, mahallemin insanına: “Suriye hakkında ne düşünüyorsunuz?” Sanki ben durabildim! Ve böyle de olmuştu gerçekten. Yaşlı iki insan, önce Rabblerine, sonra birbirlerine muhtaçlar. Tabii ki çocuklarının sevgi ve şefkatlerine... “Niye çoluk çocuk Bundan birkaç ay evvelinde, hepimizin bildiği gibi Âdem Özköse ve Hamit Çoşkun kardeşlerin Suriye’de esir alındığı Sev veya sevme, o her şeyden önce bir insandı. Ve hiçbir sebep ninemizin hayatına sebep olacak zulmü masum kılamazdı. Şunu der, dedim kanımca: “Bize ne kızım? Bizim başımızda Esed gibi kocalarımız var!” 59 İktibas vakitler mitingler düzenlendi Türkiye’nin her bir yerinde. Mazluma destek sesleriydi onlar. “Zulmün karşısında, mazlumun yanındayız!” sloganlarını attık hep beraber. Gittik nihayetinde. Bizler oradaydık… Lakin mahallemin insanlarını götüremedim. Sanat - Edebiyat Kalemimin beni götürdüğü yere bakarken şimdi; “Ninem!” dedim, “Ninemi gerilerde bıraktım.” Ve diyorum ki: Gelini tarafından hep dışlanan ve evlatları tarafından terk edilmiş ninemi. Bin bir eza ve cefayla büyüttüğü çocukları, ninemle dedemi yalnız bırakmışlar o hastane odalarında. Biri Almanya’dan biri İstanbul’dan telefonla “Geçmiş olsun!” demişler sadece. Yalnızlığı tatmalılar! Zira onlar kendi hayat şartları içinde mazlumdular. Kocaları tarafından hayatlarına el konulmuş kadınlar nefes aldıkları odalarının adına “hücre” koymuşlardı. Kocalarının adına ise “Esed!”. Biter miydi bu yazı, burada biter miydi, bitmeli miydi? “İlk önce bizi görsünler” dediydi o vakitler teyzenin biri. “Bizim için mitingler düzenlenmiyor. Olsa ve biz de gitsek, kocamız derhal bizi boşar, olmadı döver!” Kim bilir, olur ya ölümü beklenen nineye, son bir dakika da olsa gelinin ve evlatlarının kendisinden helallik dileyecek kadar vakit verilmediğini bilebilir miyiz? Ve yine yardım parası toplayacağımız vakit de aynı durum vaki olmuştu. “Devlet ilk önce bize baksın. Verdiği asgari ücretle, emekli maaşıyla çocuklar ve biz sefilleri oynuyoruz. Mümkünse bize de topla kızım!” vb. gibi tepkilerle karşılaştığımı an be an hatırlıyorum. Mahallemizin insanları bunlar. Doğup- büyüdüğümüz, bayramlarda ellerini öpmeye gittiğimiz, hasta düştük mü bir tas çorbasını içtiğimiz; akşamları, çay bahane, sohbetlerini içimize çektiğimiz ve seçim zamanı kendilerinden oy toplamak adına bin bir türlü vaatlerle kandırılan, o demlerde kapılarına gidip, seçimlerden sonra yüzlerine bakılmayan mahallemin insanları bunlar. 60 Hem ninemin ömrüne henüz bir nokta konulmamıştı. Hala evlatları ve gelini için bir tövbe kapısı açıktı mesela. Ben zulme karşı, “Barış!” diyorum. Hala barış için, esenlik için şans var… Ve bu barış gerçekleştikçe, tek baş ve tek vücut oldukça ve Allah’ın ipine sarıldıkça zulüm bitecek ve zalimler kahrolacak. Hem bizler birilerine kötülük yapan insanlara karşı sesimizi çıkarabilseydik, ayrılmasaydık öyle kollara dallara; parça pinçik değil tek baş, tek gövde olabilseydik, menfaatlerimiz uğruna satmasaydık kimliğimizi- kişiliğimizi-bilgimizi-ilmimizi, o firavunlar var ya firavunlar, yeryüzünde saklanacak mağaralar arardı, eminim. Kötülük yapan insanlar yalnız kalmalılar! Terk edilmek nedir bilmeliler onlar? Ama ne yazıktır ki hiç bir şekilde tavrımızı koymuyoruz! O yüzden hüküm ferma olmuyor mu zalimler, zalimlikler? O zalimler ki arada bir güya iyilik yaparak saklamıyorlar mı gerçek kimliklerini? Bir insanın, bir zalimin arada bir iyi şeyler de yapıyor olması, onun kötülüklerini örtmemiz gerektiği anlamını vermiyor oysa. Ben Kur’an’dan ve yaşayan Kur’an olan peygamberimden böyle öğrendim, sizi bilmiyorum! Bir de şu: Uzaktaki mazlumlar kadar yakınımızdaki mazlumların da sesini duyduğumuzda ve bir o kadar onlar için de seslerimizi yükselttiğimizde, firavunlar diyorum onlar gidecek. Ve ölüm diyorum. Ölümün gerçekliği diyorum. Nasıl olsa hepimiz öleceğiz. Ya güzel öleceğiz ya da şu ayet üzere: Enfal 8/ 50: “Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Tadın yakıcı cehennem azabını!’ (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!” Sanat - Edebiyat UÇSUZ BUCAKSIZ YALNIZLIK DR. MEHMET AKİF ŞAHİN Bu gün suskun kelebeklerin kanatları yaralı, zifiri dünyanın ıssızlığına tutunmuş, plastik bir insanlık yaşanıyor. Post modern çağın gözyaşları kurumuş, işlenmemiş suçlarımız dosyalara saklanmış. Suskun kederli bedenimizi renkli elbiselerle süslemişiz. Kıyamete akan bir nehrin affedilmeyen çocuklarıyız. Puslu havalar düşen serüvenin bilinmeyen neferleriyiz. Kafeslerimizi kendimiz suskunluğumuzla inşa ediyoruz. Geleceğimiz geçmişimizle ipotek edilmiş. Ruhumuz pazarlıkların vazgeçilmez sermayesi olmuş. Makineleşen bir hayatın iskeletini süsleyen cilaları ağıtlarımızla süslemişiz. Şarkılarımız sirenlere karışan kahkahalara dönüşmüş. Elimizde oyuncaklarımız, sevinçlerimiz çalınmış. Seslerin içinde sessizliğe gömülmüş bir neşter gibi titremekteyiz. Kırılgan duygularımızın gölgelerinde biriken tebessümleri ılıman sessizliğe bırakırız. Tanınmış bir yüzün gerisine biriken alkışlanmış heyecanların şakırdayan nakaratlarıyla umutlarımız kıpırdıyor. Zehrini yüreğine akıtan akrebin tutkusuyla aşklarımız bileniyor. Ruhumuzun içine kurulan kaleler yıkılmış. Çoğu zaman susardık, konuşamazdık, sözlerimiz dilimize yapışır, kelimeleri unuturduk. Her daim fısıltılara düşen bir tutku gibi ışıldardık. Sesimiz şekil değiştiren ışıklarla yankılanıyor. Kuralları konulmamış bir oyu- İktibas nun yedek oyuncularıyız. Gök kuşağının nefesiyle büyülenmiş bir aşk için yazılan şiirin mısrasına biriken hüznümüz kaybolmuş. Şimdi bir yığın çığlığı kucaklamış beyaz bir kelebeğin kanatlarına tutunmuşuz. Birikmiş en koyu rengiyle sağır sessizlik yakalarımıza, katlanmış umutlarımız, banka kasalarına kilitlenmiş. Bir çalgının notasına biriken hayallerimiz solistlerin diline düşmüş. Herkes konuşuyor, kanaryalar sağır. Sebebi bilinmeyen bir sancıyla kıvranıyor. Gözleri kısılmış bir sessizliğe yürüyen insanlık ağlıyor. Bu gün şehir hüzünlerini toplamış, yüreğime zımbalamış, biliyorum, şehirler sevdiğini kaybetmiş, uzak diyarlara sükut düşmüş. Bizim için yeryüzü bilenmiş. Şölenlerimiz şarkılarla söylenmiş. Şimdi bir denizin ortasında uçsuz bucaksız yalnızlığa koşuyoruz. Ellerimize dokunan ruhun gözyaşlarıyla bekliyoruz. Elbet sır vermeyen şehirler ağlayacak. Meşaleler gölgelere sığınmış gökkuşağını anlayacak. Ağıtlarımızı yağmurlara dokunduran toprak kokusu suskunluğunu bozacak. Yeniden caddeler şehrin iskeletiyle buluşacak, yeniden gün doğacak, bir gün daha tarih eskiyecek. Çağımızın kesif şelalesinde biriken insanlık, bilinmez bir serüvene doğru akıyor. Çağıldayan seslerin yankısıyla tanınmamış bir gürültünün arasına sığınmış çığlıkları duymayan yeşillikleri soluyoruz. Bir sis bulutunun içine biriken sırra erişmişiz. Yalnızlık bir vicdanın kıpırtılarına can veriyor. Her günün sabahına erişmiş bir insanın ruhunda peydahlanan zılgıt gibi insanlığın gözlerine tünemiştir. Bu yalnızlık münzevi bir aşkın ücra b u gün şehir hüzünlerini toplamış, yüreğime zımbalamış, biliyorum, şehirler sevdiğini kaybetmiş, uzak diyarlara sukut düşmüş. Bizim için yeryüzü bilenmiş. Şölenlerimiz şarkılarla söylenmiş. Şimdi bir denizin ortasında uçsuz bucaksız yalnızlığa koşuyoruz. 61 İktibas mekanlarını yoklayıp susamış gönüllere akan bir nehrin soğuk nefesidir. İnsanlığın dili tutulmuş bir rüzgâr gibi ruhumuzu okşayıp geçerken ergenleşmeyen bir gülümseyişin dudaklarının gerisine sığınmıştır. Medeniyetlerin çöplüğü haline gelen dünyanın esrarengiz serüveni zincirleme hayatımızı alt üst etmeye devam ediyor. Ortalama bir dünya vatandaşı olarak bizi hayata bağlayan temel öğeler yok etmeye devam ediyor. Dünyanın her bölgesine çok yakınız, her bölgesine çok uzağız. Aslında biz kendimize çok yakınız ve kendimizden çok uzağız. Bazı duyguları kelepçelemiş, kuytularımıza saklamışız. İçimize doğan ürpertiler dilimize bir kıpırtı bırakmıyor. Susmuşuz, konuşacak kelimelere sükûnet yükleyen tılsım yüreğimize bir burgu saplamış. Ağlıyoruz, çünkü sesimiz yankılanan şafaktan utanıyor. Tutkularımız ellerimizden çalınmış. Aşkın vacip sayılan şiirini söylemiyoruz. Nehirlerden kovulan sürgünümüz bizi tutsak etmemiş. Herkesin yanında hiç kimseyle başlayan heyecanımız yoktur. Yalnızlığımız yalnız kalmış. Biz ona hasretiz. O yüreğimizden peydahladığımız aşka hasret. Sanat - Edebiyat KULLUK MUSTAFA BOZACIOĞLU Nedir kulluk Yalnız O’na sığınıp kullukla Ubudiyet Cenneti talep etmek Taabbud Ma’buda hürmet Sınırlarına teslimiyyet Tarih sahnesi Kulluk örnekleri ile dolu Kimi yanlış yolda Sınırları Kimi doğru Helal haram Sıratı müstakim olan yolu İmtihanı bilmek Tutmak demek Rabbi birlemek Bildirdiklerine riayet etmek O’nu razı etmenin yolu İbadet bilinci her zaman Kula kulluktan kurtularak Nefsin boyunduruğunu atarak Hidayete tabi olarak Resulü örnek Kur’anı kılavuz edinerek İstikameti bozmamak Ulûhiyet rububiyet Rahmet merhamet ve mağfiret Eşsiz yaratıcı yegâne kudret Hâkimler hâkimine boyun eğmek demek Sakınmak azabından Korkmak cahiminden Kaçınmak ins ve cin şeyatinden Nefsin Hayatın bütünü ibadet Heva ve hevesinden Maksat Rabbi razı etmek İttika ile takvasına sığınmak demek Söylemek istiyoruz, bütün şehir ahalisi bilsin. Şehirler haykırmak istiyor, sağır kaldırımlar duysun. Öykümüz sabah rahatlığıyla uykusuna doymamış çocukların çığlıklarına gizlenmiş. Her gün yeni baştan dokunmak istediğimiz hayatın içindeki heyecanlarımız bizi unutmasın. [email protected] 62 Osman Turhan - Zaman - 28 Eylül Mektuplara Cevaplar ORUÇ NEFSE CEZA MIDIR? HÜSEYİN BÜLBÜL i slam, bir hayat nizamı yaşama biçimidir. Bu nizamın hayata geçirilmesi ise, hayat devam ederken yapıp ettiklerimizle ilgili konulmuş emirler, nehiyler, öğüt ve tavsiyelerin tatbiki ile hayata geçirilecektir. MUHARREM ŞENER/İZMİR SORU 1 Nisa Suresi 4/92. ayette “... Ve kim bir mümini hataen öldürürse Allah tarafından tövbesinin kabulü için peş peşe iki ay oruç tutması gerekir.”; Maide 5/89. ayette “...yeminin kefareti... Üç gün oruç tutmaktır.“; Mücadele suresi 58/3-4. ayetlerde “... eşine temas etmeden önce peş peşe iki ay oruç tutması gerekir.”; Bakara Suresi 2/185’inci ayette ise “Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Ve kim o aya şahit olur içinde bulunursa onda oruç tutsun.” denilmektedir. Bu ayetlere bakarak mümini öldürmenin, yalan yere yemin etmenin ve eşiyle beraber olmamaya yemin edenin (zıhar) hafifletilmiş cezalarının oruç olduğu anlaşılıyor. Bu durumda Ramazan ayı orucu da nefislere bir nevi ceza mıdır? CEVAP: Bu hükümlerin her birinde, bildiğimiz veya bilemediğimiz nice hikmetler vardır. İslam, bir hayat nizamı yaşama biçimidir. Bu nizamın hayata geçirilmesi ise, hayat devam ederken yapıp ettiklerimizle ilgili konulmuş emirler, nehiyler, öğüt ve tavsiyelerin tatbiki ile hayata geçirilecektir. Olumsuz davranışların insan psikolojisi üzerinde meydana getirdiği suçluluk duygusunu silmek için Rabbimiz, bir takım yaptırımlar koymuştur. Bu o’nun kullarına karşı merhametinin tezahürüdür. Bunu bir ceza olarak görmek doğru değildir. Eğer ramazan orucunu bir ceza olarak görürsek; Rabbimizin koyduğu her kuralı ceza olarak görmek gibi bir durum ortaya çıkacaktır ki bu temelden yanlış olur. Mai- de suresinin 6. ayetin de namaz için temizlik önerilerinin ardından şöyle buyruluyor: “… Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye de üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor.” Allah Teâlâ, insanın hevasına tabi olarak yaşayacağı bir hayatın sonunda hüsrana uğrayacaklarından dolayı, içlerinden bir elçi göndererek insanlığa iyilikte bulunduğunu şöyle ifade etmektedir: Andolsun ki Allah, inananlara ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Hâlbuki onlar, önceleri apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Yine Peygamberimizin eşleriyle ilgili öğüt veren Rabbimiz, Ahzab suresinin 30. ayetinden 35. ayetine kadar uymaları gereken kuralları sayarken: “Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, yapmak istiyor.” buyurmaktadır. Bu nedenle dinin her kuralı inananların insan kalabilmeleri, Allah’a kul olabilmeleri için özenle konulmuş kurallardır. İnananlar bu kurallara tabi olarak huzur ve mutluluğa ereceklerine yürekten inanırlar. Herhangi bir suç işlediğinde Rabbinin kendisine ön gördüğü cezayı çekmeyi gönülden arzu ederler. Bununla kul olarak teslim olmanın huzurunu duyarlar. İbadetleri Allah’a itaatin, saygının ve sevginin bir tezahürü olarak yaparlar. Onun her hükmüne uymayı ibadet bilir, birini diğerinden ayrı tutmazlar. Bu nedenle oruç tutmayı da asla bir ceza olarak 63 İktibas Mektuplara Cevaplar görmezler. Bir hatanın ardından tutulması istenen oruçların hikmetini de; kirlenen insanı tezkiye etmek, tevbelerini kabul etmek için bir vesile olarak değerlendirmektedir. M alum olduğu üzere meleklere iman, İslam’ın iman ilkelerindendir. Meleklerin müstakil bir varlık olmadıklarını, insandaki iyi dürtüler olarak kabul eden kimseler büyük bir yanlışın içine dalmaktadırlar. Aynı anlayış cinleri de kötü dürtüler olarak değerlendirmektedir. Bu anlayışları Zariyat suresinin 56. ayetindeki: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” buyuran Rabbimizin ayetiyle bağdaştırmak mümkün değildir. 64 Yanlışlıkla bir adam öldüren kimsenin Mümin bir köle azad etmesi ve ölenin yakınlarına diyet ödemesi gerekir dedikten sonra: “…Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisa 4/92) ayeti bunun en açık delilidir. SORU 2 Enfal 8/12. ayetteki melekler insanın malik olduğu cesaret ve maneviyat manasında mıdır? CEVAP: Konuyu kendi bütünlüğü içerisinde almak daha doğru olacaktır. Enfal suresinin 5. ayetinden 13. ayetine kadar okuduğunuz zaman imkân ve gerekçeleriyle birlikte anlatılmaktadır. Olayı meleklerle yapılmış bir yardım olmaktan soyutlayarak Müslümanlara verilmiş moral bir destek olarak görmek mümkün değildir. Elbette meleklerle yardım edilmesinin topluma vereceği bir moral olacaktır. Ancak bu ayetler o anda değil daha sonra gelmiştir. Müslümanlar savaş anında melekler ile yardım edildiğini bilmiyorlar. Özellikle 9. ayette: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” sözü bunu çok açık olarak ifade etmektedir. Devamında bahsedilen “gönüllerin yatışması, kâfirlerin yüreklerine korku salınması, müminlerin emniyete kavuşturulması için hafif bir uyku hali verilmesi” meleklerin gönderilmesinin ardından ek olarak yapılan gaybi yardımlardır. Meleklerle ilgili Kur’an’da onlarca ayet vardır. Onlar da bizim gibi bir ümmet olarak yaratılmış varlıklardır. Asla bir hayal, his, duygu, gibi şeyler değildir. Bakara suresinin 30. ayetinden itibaren Allah’ın hitap ettiği varlık melek değil de insanların duyguları mıdır? “Bir zamanlar Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım» demişti…” (Bakara 2/30) diye muhatap aldığı varlıklar kimlerdi diye sormak gerekmez mi? Malum olduğu üzere meleklere iman, İslam’ın iman ilkelerindendir. Meleklerin müstakil bir varlık olmadıklarını, insandaki iyi dürtüler olarak kabul eden kimseler büyük bir yanlışın içine dalmaktadırlar. Aynı anlayış cinleri de kötü dürtüler olarak değerlendirmektedir. Bu anlayışları Zariyat suresinin 56. ayetindeki: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” buyuran Rabbimizin ayetiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Ayrıca Rahman suresinin 14 ve 15. ayetinde insan ve cinlerin neden yaratıldığı ile ilgili bilgi verildiğini görüyoruz: ”O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır. Cinleri de yalın bir alevden yaratmıştır.” sözleri ile cinlerin ateşten yaratılan bir varlık olduğu ifade edilmektedir. Bunlarla birlikte Cin suresi 72/1. ayetinden 15. ayetine kadar okuduğunuzda cinlerin kendileri hakkında vermiş olduğu bilgilere şahit olacaksınız. Meleklere gelince bu konu izaha gerek olmayacak kadar açık ve anlaşılır bir konumdadır. Mektuplara Cevaplar “Hâlbuki sizin üzerinizde koruyucular vardır. Çok şerefli yazıcılar. Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler” (İnfitar 82/10-12) “De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde 32/11) “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa; şüphesiz ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara 2/98) gibi ayetler ile meleklerin varlıklarından ve görevlerinden bahsedilmektedir. Ayrıca İbrahim (as)’ın misafirleri olan meleklerden bahsedilmektedir ki bunlar insan suretinde geldikleri için ne İbrahim (as) ne de Lut (as) bunların birer melek olduğunu kendileri açıklayıncaya kadar bilememişlerdi. “Sana, İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi geldi mi? Onlar, İbrahim’in yanına girip: «Selam sana» demişlerdi, İbrahim de: «Selam size» demişti; içinden de, onların «tanınmamış bir topluluk» olduğunu geçirmişti.” (Zariyat 51/24) “Dediler ki: Biz, suçlu bir kavme gönderildik, Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız.” (Zariyat 51/32-33) diyenler Allah’ın Lut kavmini yok etmek için göndermiş olduğu meleklerdir. Daha onlarca ayette meleklerden bahsedilmektedir. SORU 3 Fetih Suresi 25. ayette “mümin” ve “mûminat” kelimesi lügatlerde “iman eden kadın ve iman eden erkek” tam karşılığı böyle olmasına rağmen mezkûr ayette bu kelimelerden önce “rical un” ve “nisa İktibas un” kelimelerinin kullanılmasının sebebi nedir? CEVAP: Burada “ricalün” ve “nisa un” kelimelerinin kullanılmış olmasının doğrusunu Allah bilir kaydıyla bize göre şöyle bir hikmeti vardır. Türkçede “adam gibi adam, haza adam, erkekliğin ve celadetin timsali bir davranışta bulunan bir kimseyi anlatmak için” cesaretin ve şecaatin timsali adam” denildiğinde anlatılmak istenen ne ise bu ayette de “ricalün mü’minün“ ifadesi de bunu anlatmaktadır. İmanın pahalı olduğu bir zaman ve zeminde toplumun şerrini göğüsleyerek İslam’ı seçmiş olan bu insanların diğerlerinden farkını anlatmaktadır. Her yiğit değil er yiğit olan kimselerdir. Durum kadınlar için de aynıdır. Sıradan kadın değil gerçekten kadın olan kadındır. Sadece dişiliği ile kadın değil, toplumda kişiliği ile kadın olan kadınları ifade etmektedir. Firavunun sarayında iman eden bir insanı anlatan ayette de aynen bu vurgu yapılmıştır: “Firavun ailesinden imanını saklayan bir adam da şöyle dedi (ve gale Raculün Mü’minun): «Bir adamı, Rabbim Allah’dır dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Hem o bir yalancı ise çok sürmez, yalanı boynuna geçer. Fakat doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı olsun başınıza gelir. Şüphe yok ki Allah aşırı giden bir yalancıyı doğru yola çıkarmaz.»” i manın pahalı olduğu bir zaman ve zeminde toplumun şerrini göğüsleyerek İslam’ı seçmiş olan bu insanların diğerlerinden farkını anlatmaktadır. Her yiğit değil er yiğit olan kimselerdir. Durum kadınlar için de aynıdır. Sıradan kadın değil gerçekten kadın olan kadındır. Sadece dişiliği ile kadın değil, toplumda kişiliği ile kadın olan kadınları ifade etmektedir. Yasin suresinde şehrin kenar mahallesinden koşup gelen bir adam için de aynı ifade kullanılmaktadır: “Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş (Racülün yes’a) 65 İktibas Mektuplara Cevaplar ve söyle demişti: «Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun.” (Yasin 36/20) H er iki yerde de anlatılmak istenen, sıradan insanlar olmayıp, Erkekliğin, cesaret ve şecaatin doruğunda olan şahsiyetleri ifade etmektedir. Böyle bir durumda kaç insan bu tavrı gösterebilir? Herkesin sıvışıp sindiği bir ortamda toplumun önüne çıkarak tavrını koyan seçkin insanları, kadın ve erkekleri anlatmak için “ricalün ve nisa un” ilaveleri yapılmıştır. Her iki yerde de anlatılmak istenen, sıradan insanlar olmayıp, Erkekliğin, cesaret ve şecaatin doruğunda olan şahsiyetleri ifade etmektedir. Böyle bir durumda kaç insan bu tavrı gösterebilir? Herkesin sıvışıp sindiği bir ortamda toplumun önüne çıkarak tavrını koyan seçkin insanları, kadın ve erkekleri anlatmak için “ricalün ve nisa un” ilaveleri yapılmıştır. SORU 4 Yusuf suresi 77. ayette “... Daha önce kardeşi de çalmıştı.” diyerek kardeşinin şahsında Yusuf ’u (as) suçluyorlar. Yusuf ’un (as) hırsızlık ettiğine dair Kur’an’da bir mevzuu yok. Acaba bu izah Yusuf ’un babası Yakub’un sevgisini çalma manasında mıdır? CEVAP: Malum olduğu üzere kıssanın tamamı için Allah: “İşte bu, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip mekir (tuzak) kurarlarken sen yanlarında değildin.” (Yusuf 12/102) buyurmaktadır. Anlatılan kısımda bununla ilgili bir malumat da verilmediğine göre ne söylersek zandan başka bir anlam taşımayacaktır. Ancak ayetin verdiği mesaja baktığımızda bu sözün doğruyu ifade etmediğini görüyoruz: “Dediler ki: O çalmışsa, daha evvel onun bir kardeşi de çalmıştı. Yusuf bunu içinde gizledi, onlara açılmadı. Sizin durumunuz daha kötüdür. Allah sizin anlatmakta olduğunuzu en iyi bilendir, dedi.” (Yusuf 12/77) 66 Böyle bir durum Yusuf için mümkün değildir. Çünkü hırsızlık ahlaki bir zaaftır. Allah böyle bir kimseyi insanlara önderlik edecek bir elçi seçer mi? İkincisi, ayetin son cümlesi onların söylediğini Yusuf (as) Allah’ın en iyi bildiğini söylüyor ve bu konuda Allah’a yöneliyor. Böyle bir suçu işlemiş olan kimse halinin temizliğine Allah’ı şahit tutmaz, belki yaptığından dolayı bağışlamasını isterdi. Olay tamamen kardeşlerinin içinde bulunduğu durumdan sıyrılmak için söylenmiş bir sözdür. Hem bu onların ilk yalanları da değildi. Baştan beri yalanlarını kapatmak için yeni yalanlar söyleyip duruyorlardı. Babasının onu çok sevmesinin hikmeti başkaydı. İlk gördüğü rüyayı babasına anlattığında yorumlamış ve şöyle demişti: “Yusuf babasına: «Babacığım! «Rüyamda onbir yıldız, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm» demişti. (Babası:) Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır. İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”(Yusuf 12/4-6) Onun sevgisi Rabbi tarafından seçilmiş olmasından kaynaklanıyordu. Bunu Yakub (as)’dan başka bilen de yoktu. SORU 5 İnsan Suresi 1. ayette “ İnsan üzerinden o kadar uzun bir süre geçmiştir ki hatırlamaya bile değmez.” kısmında bi- Mektuplara Cevaplar zim için uzun olan zamanın Allah indinde çok kısa ve ehemmiyetsiz olduğunu mu anlatıyor? CEVAP: Elbette Allah için zaman kavramı söz konusu değildir. O zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanla sınırlı olan yaratılmışlardır. Yaratan için zamanın bir önemi yoktur. O ezelidir ve ebedidir. Ancak konuyu, bahse konu olan ayetleri okuyarak irdelemeye çalışalım: “İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz, uzun bir zaman geçmemiş midir?” “Doğrusu Biz; insanı katışık bir damla sudan yaratmışızdır. Onu deneriz. Bu sebeple onu, işitici ve görücü yaptık.” “Gerçekten Biz; ona doğru yolu gösterdik. Buna kimisi şükreder, kimisi de nankörlük.” (İnsan 76/1-3) İnsan kendisini yaratanı, yaratılmış olan diğer nesneleri ve yaratılış amacını görmezlikten gelerek kendisini hayatın ve kâinatın merkezine koyup, haddini bilmez bir anlayış içine giriyor. Allah da ona haddini bildiriyor.” Sen daha bahse değer bir durumda değilken, henüz insan diye bir varlık yaratılmamışken çok uzun bir zaman geçti. Biz bu kâinatı dilediğimiz gibi yaratıp döşedik tezyin ettik. Senden önce kimler gelip geçti. Senin bunlarda ne bir dahlin ne de bir bilgin vardır. Gün geldi seni de topraktan, kara balçıktan yarattık ve insan suretine koyup can verdik. Görecek göz işitecek kulak ve düşünüp anlayacak akıl verdik. Sonra neslini bir damla katışık sudan, yani sperm ve yumurtadan oluşan bir nutfeden İktibas sağladık. Sorumlu tutmak için de işiten ve gören bir özellik verdik. Bununla da kalmayıp biz ona doğru yolu gösterdik. Buna rağmen kimisi buna şükredip haddini bilirken kimisi de bunların hiç birisini görmeyip kendini hayatın gayesi sayarak nankörlük eder bir durumdadır. İşte bu noktada önüne şu manzara konulmaktadır: “Doğrusu biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık. Kuşkusuz iyiler de karışımı kâfûr olan dolgun bir kadehten içerler. Bu Allah’ın iyi kullarının istedikleri yere akmasını sağlayarak içebilecekleri bir pınardır. O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Onlar; yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler. «Biz; sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. derler.»” (İnsan 76/4-9) Böylece Allah, insanın ne olduğunu, ne olması gerektiğini ve sonucunun nasıl olacağını bu fotoğrafla gözünün önüne koymaktadır. SORU 6 Bakara Suresi 61 ve 91 Âli İmran 21 ve 112 Nisa Suresi 155. ayetlerde inkârcıların haksız yere Nebi’leri öldürmeleri ayetleri inkârdan dolayı manen ve mecazen midir? Nisa suresi 157’inci ayette İsa (as)’da olduğu gibi “...O’nu öldürmediler” denmesi diğer Nebi’ler için de mer’i midir? CEVAP: Burada üzerinde durmamız gereken “gatele” ve “mâte” fiilleridir. Gatele fiili sözlükte bedenden ruhu ayırmak uzaklaştırmak anlamına gelmektedir. “Mevtün” anlamın- dadır. Fakat burada fiili işleyenin, öldürme işini üstlenenin durumuna bakarak “gatele” denmektedir. Bedir’de öldürülenler için Allah Enfal suresinin 17. ayetinde: “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için yaptı. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal 8/17) Burada öldürme eylemi ”gatele” fiili ile ifade edilmektedir ve ruhun bedenden ayrılması anlamında gerçek ölümü ifade etmektedir. Ölüm olayı başkasının eliyle gerçekleştirildiği durumlarda “gatele ” fiili ile ifade edilirken; ölüm olayı kendiliğinden gerçekleştiği durumlarda da “mâte” denilmektedir. Bu durumu Rabbimiz şöyle ifade etmektedir: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür (Mâte) veya öldürülürse (gutile) gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Ali İmran 3/144) Görüldüğü gibi Peygamberleri öldürmeleri mecazen değil gerçek anlamda kullanılmaktadır. Hz. İsa (as)’ın öldürülme olayında ise durumu Allah Teâlâ açıkça bildiriyor: “Bir de «Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük» demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan 67 İktibas yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.” (Nisa 4/157) Bu ayette de açıklandığı gibi, öldürdükleri kimse kendilerine İsa (as) gibi gösteriliyor. Yani İsa peygamber diye ona benzeyen birisini öldürüyorlar. Allah Teâlâ Elçisini onların mekrinden kurtarıyor. Onlar da bu konuda daha sonra ihtilafa düşüyorlar ve tam emin de olamıyorlar. Ancak toplumsal irade Peygamberi öldürmek üzere harekete geçiyor. O anda da bu eylemlerini gerçekleştiriyorlar fakat olayda bir yanlışlık var, İsa (as) diye başkasını öldürmüş oluyorlar. Bu nedenle İsrail oğulları defa atla Allah’ın gazabına ve lanetine uğrayan bir topluluk olarak tarihe geçmiştir. İşte onların durumunu Allah şu ayetiyle en açık şekilde özetliyor: “Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «Kalplerimiz kılıflanmıştır» demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir, tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.” (Nisa 4/155) SORU 7 Bakara Suresi 102’inci ayette geçen Bâbil’deki iki melek Hârut ve Mârut güçlü iki melik yani hükümdar mı? Yoksa bunlar mecazî iki isim olup ayette asıl anlatılmak istenen sihrin her daim yasak olması mıdır? CEVAP: Harut ve Marut’un iki hükümdar olması düşüncesi yerine oturan bir düşünce olarak 68 Mektuplara Cevaplar gözükmüyor. İfade edilenlerden anlaşıldığı kadarıyla Babil bir şehir veya site devleti diye bileceğimiz bir mekândır. Bir beldede de iki melikin olması işin tabiatına aykırı olduğu gibi; Hükümdar’ın halkın arasına karışarak sihir öğretmesi de hükümdarlık sıfatıyla bağdaşmaz. Fakat iki melek halkın arasında dolaşıyor ve onlara sihir öğretiyorlar. Ve öğrettikleri halka şöyle diyorlar: “Hâlbuki o ikisi: «Biz ancak bir imtihan için gönderildik, sakın sihir yapıp kâfir olma!» demedikçe bir kimseye büyü öğretmezlerdi” cümlesi onların imtihan için gönderilmiş iki melek olduğunu ortaya koymaktadır. Elbette sihir yapmak her zaman meşru olmayan bir iştir. Ancak İsrail oğulları arasında sihir o kadar yaygın hale gelmiş ki, Allah Teâlâ Musa (as) verdiği mucizeleri sihirbazların yapmış olduğu sihirleri ve sihirbazları etkisiz hale getirecek bir ayet olarak vermiştir. Musa (as)’dan çok sonra gelen Süleyman (as)’ın ardından vuku bulan bu olay zamanı sihir işi daha da ileri bir boyuta varmış ki, sihrin şerrinden kurtulmak için onların nasıl hile yaparak bu işleri kotardıklarının perde arkasını gösteren Harut ve Marut insanlara büyü budur diye öğretiyorlar ve öğrettikleri kimselere de “bununla büyü yaparak sakın kafir olmayın” diye öğüt veriyorlar. Durumu anlamak için şöyle bir örnek verelim: İnsanları tehdit etmek ve zarar vermek için konulan bombaları imha etmek için bombanın nasıl yapıldığını ve bunu imha etmek için yapılması gereken bilgiyi insanlara öğretmek gibi. Bombanın yapısal özelliklerini bilmeden nasıl etkisiz hale getirileceğini de bi- lemezsiniz. Bu nedenle bombayı imha eden bombanın yapılışını da bilir. İşte bu ekip korunmak için öğrettiği kimselere sakın bomba yapıp da siz de caniler gibi olmayın demesi gibi bir durum olarak düşünüle bilir. İşte bunlar arasından bu bilgiyi kötüye kullananlar da çıkmıştır. Ayetin devamı bunların akıbetini anlatmaktadır. SORU 8 Bakara suresinin 79. ayetinin anlaşılacak şekilde izahatı nedir? CEVAP: Ayetin mesajı gayet anlaşılır olmakla birlikte güncelleştirmekte belki tereddütler yaşıyoruz. Ayetin ilk muhatapları Ehli Kitap. Kitabı mukaddesi tahrif ederek bu Allah katından diye halka takdim etmişler ve bu konuda sadece para kazanmakla kalmayıp şöhret sahibi olmak için de böyle bir şeyi yaptıklarını tel’in etmektedir. “Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allah katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara 2/79) Konuyu günümüze taşıdığımızda, “bu kitap bana yazdırıldı” diyenler, kendi yazmış olduğu kitabına: “Bu kitap âlemlerin Rabbinden indirilmedir temiz olanlardan başkası dokunamaz” diyenler, Allah’ın kitabına ağızlarını yaklaştırarak Allah’ın dinini tahrip için sözü eğip bükenler, dünyevi saltanatlarının devamı için Kur’an’ın hükümlerinin üzerini örtenler, Allah’ın hükümranlığını kozmik âleme mahkûm edenler, İnsanları manipüle ederek Allah ile alda- Mektuplara Cevaplar tanlar, Allah Teâlâ’nın çok açık, anlaşılır olarak gönderdiği kitabını örtmeye çalışanlar ve onların tabileri de günümüzün Ehli Kitabı, ayetin mesajına muhatap olan kimselerdir. SORU 9 Hicr suresi 28-31, Enbiya suresi 91 ve Sâd suresi 72. Ayetlerde “ruhundan üflenmesi” Allah’ın insanlara can vermesi mi yoksa vahyin insanlara ulaştırılması mı? İkinci ihtimal akla daha yakın geliyor. Ne dersiniz? CEVAP: Güzel bir yaklaşım. Ruh kelimesi Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmaktadır. 1- Cebrail, 2-Kur’an ve Kur’an ayetleri, 3Vahiy, 4- İnsana verilen canlılık, hayat için ruh tabiri kullanılmaktadır. Enbiya 21/91. ayette bahsedilen ruhu vahiy anlamına almak mümkün iken; Sad 38/72. ayetini ise Adem’e verilen canlılık, hayat anlamına almamız daha uygun düşmektedir. Bu ihtimal Meryem validemizden meydana getirilmiş olan İsa (as) için de düşünülebilir. Hicr 15/28. ayetten 33. ayete kadar yine aynı konuyla ilgilidir. “Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de an) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret/ ayet kıldık.” (Enbiya 21/91) Burada üflenen şey vahiy anlamına alındığı gibi; Meryem validemizden doğacak olan İsa (as) anlamına da alınabilir. “Hani Rabbin meleklere demişti ki: Ben, çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın! Bütün melekler topluca secde ettiler. Yalnız İblis, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.” İktibas (Sad 38/71-74) Bu ayette kastedilen ruh insana verilen canlılık, hayat anlamındadır. Bununla birlikte eğer Bakara suresinin 31. ayetindeki “Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: «Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin dedi.” ayetini Adem’e verilmiş bir vahiy olarak alırsanız bu yaklaşım doğru olur. Fakat Adem (as) yaşayacağı dinin esaslarını vahiyle aldı anlamındaki vahyi kastediyorsanız bunun daha sonraları gerçekleştiği Bakara suresinin 37. ayetinde bahsedilmektedir. Bu ise, bulundukları cennetten çıkarıldıktan sonraya rastlamaktadır. Bu serüven şöyle gerçekleşiyor: “Ey Adem! Eşin ve sen cennette kal, orada olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin, yalnız su ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz dedik. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik. Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara 2/35-37) R uh kelimesi Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmaktadır. 1- Cebrail, 2-Kur’an ve Kur’an ayetleri, 3Vahiy, 4- İnsana verilen canlılık, hayat için ruh tabiri kullanılmaktadır. Enbiya 21/91. ayette bahsedilen ruhu vahiy anlamına almak mümkün iken; Sad 38/72. ayetini ise Adem’e verilen canlılık, hayat anlamına almamız daha uygun düşmektedir. Bu ihtimal Meryem validemizden meydana getirilmiş olan İsa (as) için de düşünülebilir. SORU 10 Bakara suresi 178, 179, 194 ve Maide suresi 45’inci ayetlerde kısastan bahsedilmektedir. Kısas harp zamanında mı mer’idir? Şimdiki zamanda mazlumun kafasını kıranın da mı kafası kırılacak veya müdafaasız ya da akıl noksanlığı olana zorla tecavüz 69 İktibas Mektuplara Cevaplar eden kimseye de aynısı mı tatbik edilecek? bilin ki Allah, takva sahibi olanlarla beraberdir.” (Bakara 2/94) CEVAP: Kısas, harp zamanında değil sulh zamanında uygulanır. Harp zamanı kısas değil kıtal/ savaş vardır. Kısas hakkındaki bilgi şöyle takdim edilmektedir: Kısası, her konuda uygulayamazsınız. Bir insanın dişini kıranın dişi kırılır. Bıçakla yaralayan yaralanır. Öldüren öldürülür. Fakat tecavüz edene tecavüz edilmez. Ölüme kadar giden bir ceza ile cezalandırılır. Çünkü tecavüz, zina gibi değildir. Zina, iki insanın isteyerek evlilik dışı ilişkide bulunmasıdır. Tecavüzde ise rıza söz konusu değildir. Bu nedenle çoğu zaman tecavüze uğrayan kimsenin ruhî dengesi bozulmaktadır. Bu nedenle tecavüz edene verilecek ceza zinadan daha ağırdır. “Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama k ısası, her konuda uygulayamazsınız. Bir insanın dişini kıranın dişi kırılır. Bıçakla yaralayan yaralanır. Öldüren öldürülür. Fakat tecavüz edene tecavüz edilmez. Ölüme kadar giden bir ceza ile cezalandırılır. Çünkü tecavüz, zina gibi değildir. Zina, iki insanın isteyerek evlilik dışı ilişkide bulunmasıdır. Tecavüzde ise rıza söz konusu değildir. her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azap vardır.” (Bakara 2/178) “Haram ay, haram aya ve bütün haramlar birbirine karşılıktır. O halde kim size saldırıda bulunursa siz de ona yaptığı saldırının misli ile saldırın ve ileri gitmekten Allah’tan korkun ve 70 SORU 11 Şarkı veya türkü tarzında söylenen ilâhileri dinlemek insanı mes’ûliyet altına sokar mı? CEVAP: Musiki olarak değil de içerik olarak bakmak gerekir. Söz ve muhtevasında küfür, şirk, hakaret gibi unsurlar içeren söz, ilahi, şarkı türkü ve benzeri şeyler söyleyeni de gönüllü olarak dinleyeni de mesul kılar. Bu konuyla ilgili geniş malumatı “Müslümanların sorunları” isimli kitabımızın “İslam ve Eğlence” bölümünde birinci baskı sayfa 645-646 “İslam da Müzik Günah mıdır?” başlığı altında işledik, oradan okuyabilirsiniz. SORU 12 Kur’an’da 14 tane secde ayeti var. Okunurken dikkat edilirse aynı tarzda olan Hicr suresi 98, Hac suresi 77 ve İnsan suresi 26. ayetlerin de secde ayeti olması gerekmez mi? Daha sonraları secde işareti konulurken bu ayetlere dikkat edilmemiş mi acaba? CEVAP: Bu konuyu ayetlerin vermiş olduğu mesaja bakarak anlamak mümkündür: “Andolsun ki, söyledikleri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Sen, hemen Rabbini hamd ile tespih et ve secde edenlerden ol. Ve sana ölüm gelinceye değin Rabbine ibadet et.” (Hicr 15/97-99) “Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtulabilesiniz.” (Hac 22/77) “Rabbinin hükmüne kadar sabret; onların günah işleyen ve inkârcı olanlarına uyma. Rabbinin adını sabah akşam an. Geceleyin O’na secde et. Ve geceleri uzun -uzun O’nu tespih et.” (İnsan 76/24-26) Görüldüğü gibi her üç ayette de hem peygamberimize hem de Müslümanlara sadece secde etmeleri değil bir dizi sabır, kulluk, günahkârlara tabi olmama, gece kalkıp ibadet etmek ve uzun-uzun Allah’ı tespih etmek istenmektedir. Kur’an’da “secde” ifadesinin geçtiği her yerde ayetin kastı “hemen kalk secde et” değildir. Amaç bir ömür Allah’a boyun eğmek, ibadet ve itaat etmektir. Ondan başkasına itaat etmemek, kul olmamaktır. Bu ayetlerde istenen şeyin sadece secde etmek olmayıp, bir dizi önerinin yer alması nedeniyle secde ayeti olarak işaretlenmemiştir. Bu minval üzere secde ayetlerini de okuduğunuzda, içerdiği mesaj ile yapılan şekilsel eylemin bağdaşmadığını göreceksiniz. [email protected] Gündem KİME İSLAMCI DENİR? MEHMED DURMUŞ ɗLUŔCBTEFSHŔTŔDPNt&ZMàM Konuyu yine ‘İslamcı’ terimini tırnak içine hapsederek tartışmam gerekiyor. Bir başka yazıda terimi tırnak dışına çıkartarak meramımı anlatabilirim inşallah. İnsanlığın bütün dönemlerinde, tarihin -şayet bize bir kastı yoksa- bize öğrettiğine göre bütün iktidarlar, o gün var olan dini kendi yanlarında görmek istemişler, protokolde bir yer göstermişlerdir. Protokol numarasının değişmesi, işin teferruatından başka bir şey değildir. Bunun en canlı ve İsa’ya inzal edilen İslam açısından en trajik örneğini de Roma imparatorluğunda görmekteyiz. 325 İznik Konsili bu trajedinin ilk bariz adımını oluşturur. Allah’ın, bizlere şeksiz şüphesiz en mutena örnekler olarak gösterdiği, yolumuzun işaretleri olan Nebiler-Resuller (Allah onlara salât ve selam etsin), şirk düzenleriyle DİN’i yüzde yüz ayrıştırmanın en güzîde örnekleridir. Onlardan alacağımız çok dersler var. Son Elçi Muhammed (sav) risalet ve nübüvvet silsilesinin sürdürdüğü tevhid mücadelesinin bütünüyle damıtılmış, billurlaşmış örneğini temsil etmektedir. ‘İslamcı’ teriminin nesebi bir tarafa, bir müslümanın, sadece şahsına terettüp eden dinî vecibeleri yerine getirip, başka işlere karışmaması düşünülemez. Kur’an’ın tanımladığı manada her Müslüman, ilayı kelimetullah için bütün gücü ve bütün imkânlarıyla mücadele etmekle mükelleftir. Müslüman zaten buna denir. Allah hiçbir kuluna, gücünün yetmediği bir yükü yüklemez. Her mü’min, kendi nefsinde ve ailesinde İslam’ı yaşamakla, nefsine ve ailesine İslam’ı egemen kılmakla görevlidir. Aynı şekilde bulunduğu toplumda İslam’ın toplumun dini haline gelmesi ve devletin de tamamen İslamîleşmesi için yine aynı gayretle çalışması (cehd etmesi) gerekir. Sadece namaz kılarak, yılda bir ay oruç tutarak, malından da şu veya bu ölçüde sadaka vererek, haramlardan kaçınarak, helalleri gözeterek Müslüman olunması belki mümkündür ama böyle bir Müslümanlık, Allah’ın muradı değildir. Mesela sadece namaz örneğini ele alsak, bir Müslüman sadece namaz kılmakla yetinemez. Namaz zaten bir kıyamdır aynı zamanda, şirke ve cahiliyeye bir karşı duruştur, tavır alıştır, meydan okuyuştur. Bir Müslüman hiç kimseye bir rahatsızlık vermeyen bir namazı kılmakla iktifa ediyor ve bu Müslümanlığını da yeterli görüyorsa bu, hastalıklı bir görmedir. Bu kişi İslam’ı bilmiyor demektir. Namazı ikame eden bir mü’min, ailesinden başlayıp dışarıya doğru olmak üzere, ulaşabildiği herkesi namaza davet etmekle muvazzaftır. İslam iktidar olmak ister. İktidar olmamış bir İslam, bastırılmış, engellenmiş, kısıtlanmış, sınırlandırılmış demektir. Haliyle bu İslam’ın, kemale ermiş bir İslam olmayacağı açıktır. Her ne kadar o durumda, o şartlarda da Müslümanların ‘müslüman’ olmaları mümkün ise de… Fakat İslam hiçbir zaman, Müslüman olmayan iktidarların, bilhassa bugünkü dille söyleyecek olursak, laik, demokratik rejimlerin, üzerine basarak ayakta kalmalarını sağlayacak bir müessese olamaz. İslam asla kullanılacak (istismar edilecek) bir nizam değildir. İslam’ı kendi şahsında kâfir iktidarlara kullandırmak isteyen sözde dindarlar, dünyanın en aşağılık varlıkları olurlar. İslamcılık tartışmalarında izler karışmış durumdadır. Laik-demokratik, batıcı, Avrupa Birliği’ni kıble edinmiş bir sistemle ilişkilerini kesemeyen, modern cahiliyeye kesin bir tavır takınamayan, kendisine rejim tarafından uzatılan uzlaşmacı tekliflere karşı yılışık tavırlar takınan, hele de rejimi muhafazakâr demokrat bir kadro işletmeye başlayınca balans ayarları tümden bozulan kimselerin kendilerini ‘İslamcı’ olarak tanımlamaları tek kelimeyle tiksindiricidir. Bu bir ikiyüzlülüktür. Müslüman izzeti bu kadar ucuz değildir. İslamcı olduğunu söyleyen fikir adamlarının İslamcılıkları, bırakın AK Parti gibi muhafazakâr demokrat partileri, CHP gibi, ülkede İslam’ın adını kazımaya girişen sistemin kurucu partisine bile, başörtüsü sorununu çözmesine(!) kadardır. Böyle bir ‘İslamcılık’, eklektik, uzlaşmacı, fırsatçı, faydacı, işbirliğine ve pazarlıklara açık, kendisinin sistem tarafından adam yerine konulmasını bekleyen ezik bir zihniyettir. Oysa ‘İslamcılık’ın, var olan İslam dışı ve karşıtı bir sistemle bütünleşmek değil, o sistemi tamamen yok sayarak, İslam’ın kendi kaynaklarına dayanarak kurulan yeni bir sistemi hedef alıyor olması gerekir. Şayet ‘İslamcılık’ deyince böyle anlaşılmaması gerekiyorsa, o başka… İslamcılığın belli başlı iki bariz özelliğinin olması gerekir. Bir: Hakk’ın hatırını kesinlikle halkın hatırından yüce tutma- 71 İktibas lıdır. Hakk’ın hatırı için halkın hatırı yüceltilemez. Aslında halkın din anlayışına karşı çıkmak, sanılanın aksine, devletin baskıcı tutumuna karşı çıkmaktan da zordur. ‘Halk dalkavukluğu’ anlamına gelen popülizm hemen bütün fikir ve hareket adamlarının, alimlerin başlarının belki bir numaralı belasıdır. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte Müslüman ilim ve fikir adamlarında halkın din anlayışına karşı büyük bir müsamaha gözlenmiştir. Hatta halkın dini anlayışı oldukça yüceltilmiştir. Oysa İslam’ın en önemli muhalifi hurafeler, din dışı anlayışlar halkın nezdindedir. Bir ‘İslamcı’nın kariyeri öncelikle halkın yanlış din algısına itiraz etmesiyle oluşur. Kur’an İslam’ıyla öncelikle devletin dışında vakıflar, dernekler, STK’ların temsil ettiği, sivil alan olarak adlandırılan halk İslam’ı çatışmaktadır. Halkın Kur’an algısı, Peygamber telakkisi, kıyamet, ölüm ve ötesine dair inanışları, tasavvuf-tarikat kültürü Kur’an ve sünnet ışığında tenkid süzgecinden geçirilmeli, Kur’an’a uymayanlar kesin bir şekilde reddedilmelidir. Fakat halkı küstürmemek, halkın tepkisini çekmemek adına halk İslam’ına ses çıkartılmamakta, faydacılık ahlaksızlığı gözetilmektedir. İki: ‘İslamcı’lık iddiasında bulunan bir kimse, laik-demokratik sistemlerle arasına kesin bir mesafe koymalıdır. Şirke dayalı bir sistemle Müslümanların bir işi olamaz. Laik-demokratik bir sistemle İslam arasında ancak, İbrahim Peygamber’in söylemiyle (Mümtehine, 4), ebediyete kadar sürecek bir kin ve düşmanlık söz konusudur. Peygamber (a.s) Mekke cahilî sistemiyle nasıl ki en küçük bir ilişkiye girmemiş, bütün uzlaşma tekliflerini tereddütsüz bir biçimde reddetmişse, bütün Müslümanlar da küfre 72 Gündem karşı böyle açık, net ve tereddütsüz olmak zorundadırlar. İşte bu iki husus, bir müslümanın İslam anlayışının mihengidir. Bu özellikleri taşımayan kimselerin ‘islamcılıkları’ mugalatadan öte bir anlam ifade etmez. Mümtaz’er Türköne’nin kırpıp kırpıp siyasetçi veya bürokrat yaptıklarını söylediği İslamcılar işte bunlardır. Bu kırpıklıklar, ‘İslamcılık’ adı verilen şeyin bittiği anlamına gelmez. Bunların sayısal fazlalıkları, bir değer de ifade etmez. Bu tip insanlarda bir değer olsaydı zaten doğru dürüst Müslüman olurlardı. Yukarıdaki iki örneğe uyan Müslüman ilim ve fikir adamları her zaman olagelmiştir. Bu anlamda İmam Ebu Hanife güzel bir örnektir. Merhum Seyyid Kutup, çağdaşımız olarak daha da güzel bir örnektir. Bununla beraber şehid Kutup’da belki halk İslam’ına karşı tavır almada küçük de olsa bir eksiklik tespiti yapmak mümkündür. Ama bu, onun şehadetine bir halel getirmez. Hem laik-demokratik sisteme, hem de halkın arızalı din anlayışına, aynı şiddette karşı çıkan, bu hususta güzel bir nebevî duruş örneği gösteren bir kişi ise merhum Ercümend Özkan’dır. Ebu Hanife, Seyyid Kutup, Ercümend Özkan gibi kişilerden, bıraktıkları güzel örneklik, takip ettikleri nebevî çizgi sebebiyle Allah razı olsun. Elbette önemli olan bu nebevî çizginin sürdürülmesidir. Kendilerini Müslüman-demokrat olarak adlandıran İslam dışı bir zümre arasında kendisine bir sığınak bulan ve sonra da kendini İslamcı olarak adlandıran kimselerin ya İslamcılıkları bizim yabancısı olduğumuz bir şeydir, ya da bunların İslamcılığı Müslüman-demokrattan bir karış bile öteye geçememektedir. İSLAM’I KAPİTAL/İZM/E BİAT ETTİRMEK AKİF EMRE :FOŔɮBGBLt"ʓVTUPT ‘İslam hayatın tüm alanlarını kuşatır’ cümlesi bazılarını neden rahatsız eder? Ya da İslam’ın kapitalizme de, sosyalizme de eklemlenemeyeceğini dile getirmek liberalleri neden ürkütür? Başka sorular da sorulabilir bu bağlamda... Liberalizm salt bir teori midir? Siyasi ve ekonomik bir teori ise ahlaktan bağımsız mıdır? Liberalizmin bir dinin, özellikle İslam’ın, sınırlarını çizmeye yetkisi var mıdır? Tüm bu soruları da çoğaltabiliriz. Meşru ticaretin, ekonominin İslam’da yeri olmadığını savunmak nasıl abesle iştigal ise İslam’dan kapitalizm çıkarmak da ‘gayrı ahlakilik’, en hafif tabirle sapmadır. Tıpkı İslam’ın, servetin tekelleşmesine, sömürüye karşı olması ilkesine dayanarak her türlü ekonomik faaliyeti dışlamanın; İslam’dan antikapitalizm adına sosyalizm çıkarmanın anlamsızlığı gibi... Kapitalizmin doğasını anlamadan her tür ekonomik faaliyeti kapitalizm etiketi altında İslam’la bağdaştırmak ekonomipolitik düzlemdeki yanlışlığından önce bir ahlak sorunudur. İslam’ı kapitalizme eklemlemek; tarihsel süreç içinde kapitalizmin hiç de arızi olmayan, doğasında var olan günah galerisine İslam’ı ortak etmek, -en hafif tabirle- iyi niyetli, tutarlı bir çıkış değil. Finans kapitalizmini doğuran sürecin, kapitalizmin altın devrini yaşadığı sanayi kapitalizminin vahşi kapitalizmle eşleştiği sürecin, sömürgeciliğin Gündem yedeğinde gelişen sınıf ayrımının, emeği sömüren tarihsel gerçekliklerin kapitalizmin ayrıksı uygulamaları olduğunu söyleyen, en azından, batı kapitalizminin gelişiminden bihaber demektir, eğer bilinçli bir seçkicilik yapmıyorsa. Bir Müslüman olarak, kesin emirle faizi yasaklayan İslam’ı kapitalizme eklemlemek isteyenler, bunun aynı zamanda Müslümanlıktan neleri alıp götürdüğünün cevabını vermek zorundalar. Liberal ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü savunmanın Müslümanlıktan neleri alıp götüreceğinin cevabını vermek zorunda oldukları gibi... İslam hayatın içindedir... Bizzat Hz. Peygamber siyasetten ticarete hayatın tüm alanlarında örnek olmuş, İslam toplumunun temellerini atmıştır. Bu nedenle İslam medeniyeti boyunca Müslümanlar ticaret hayatında da aktif oldular. Dünyayı siyaseten, iktisaden, kültürel olarak şekillendirdiler. Bu süreçte farklı medeniyetlerle temas etmekten çekinmediler. Temel ilkelerini koruyarak farklı deneyimlerden yararlanmasını, dönüştürmesini bildiler. Hiçbir komplekse girmeden felsefeden, teknolojiye insanlığın bütün birikimiyle yüzleşmesini bildikleri gibi istifade de ettiler. Bunu yaparken aldıkları birikimi eleştirdiler; süzgeçten geçirerek kendi malları haline getirdiler. Bugün İslam’ın kapitalizmle uzlaşmasını hatta kapitalizmin kendisi olduğunu söyleyenler, İslam’ın kapitalizme biat etmesini, kapitalizm içinde erimesini istemektedir. Tersinden anakronizmi Müslümanlara dayatan bu tutuma karşı çıkmanın adı ‘komploculuk’ olabiliyor. İslam’ın iktisadi görüşünün kapitalizmle uyumlu hale getirilmesi, temel ilkelerinden İktibas vazgeçilmesi; İslam’ı küresel sisteme adapte etmekle, kaynakları tükenen Batı dünyasına Müslümanların müşteri haline getirilmesiyle sonuçlanabilir. İslam dünyasının önündeki en önemli sorun, özellikle ‘Arap Baharı’yla yaşanan dönüşümle birlikte, Müslümanların küresel sisteme karşı bir alternatif mi sunacağı yoksa müşteri mi olacağı sorusudur. İslam dünyasının maddi sorunlarının başında, sadece elinde bulundurduğu ve hâlâ üzerinde söz hakkı olamadığı zenginliğin sahibi olup olamaması sorunudur. Ve de bu zenginlikten, adil bir paylaşımla, bölgenin faydalanması kadar sistem önerisiyle de hegemonik sisteme karşı alternatif olma iddiasını sürdürüp sürdüremeyeceği sorusudur. Müslümanların kapitalist sisteme biat etmesine, İslam’ı da kapitalizmin destekleyici ve mistik bir unsuru haline getirmeye çalışmak; evrensel, ahlaki ilkelerinden vazgeçip İslam’ı sekülarize etmeyi teklif etmektir. F. Braudel’den beri artık kapitalizmin tüm efsanelerine rağmen piyasa düşmanı olduğunu tüm dünya ezberlemişken ve Hz. Peygamber’in güç ve iktidara karşı verdiği mücadele örnekliğine rağmen İslam’ın adaletsiz paylaşım ve tekelleşmeye tâbi, hatta onun motive edici bir unsur olarak yedekte bir din olma durumuna dönüştürülmesi oyunu bozulmalı. Müslümanlar reaksiyoner biçimde hayatın kaçan değil düzen kuran, alternatif üreten, tarihsel süreçte de tecrübe edilmiş birikimi ile modern zamanlara da teklif sunan bir medeniyetin varisleri olarak kendi dilini kurmak, sistemleştirmek zorundadır. Ödünç kavramlar, eklektik kavramlar, ilkesiz durum alışlar İslam dünyasının da insanlığın da son umudunu tüketir. TERÖR KONUSUNDA BAZI SORULAR DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN "LʰBNt&ZMàM Terör yine evlatlarımızı elimizden almaya devam ediyor. 30 yıldır süregiden bu mücadele hepimizi canından bezdirmiş durumda. İktidarlar değişiyor, liderler değişiyor, vizyonlar değişiyor, politikalar değişiyor, lakin sonuç hiç değişmiyor. Sadece haziran ayından bugüne hayatını kaybeden insan sayısı 800 civarında.Bunların 500’ü PKK’lı, 200’ü asker/güvenlik görevlisi ve kalanı da sivil kayıplar. Rakamlar da gösteriyor ki, terörle mücadelede tarihimizin en kanlı dönemlerinden birisini yaşıyoruz. Suriye’nin içine girdiği istikrarsızlık ortamından da beslenen bu durum, Irak’ın dağılması sürecinde de benzer bir görüntü veriyordu. Nitekim 1990’lı yıllara dönüş retoriğinin altında da bu veriler yatıyor. PKK saldırıları içerik ve boyut değiştirmiş durumda. Bir yandan eylemlerin tahrip gücü giderek artıyor, diğer yandan eylem taktikleri çeşitleniyor. Karşımızda kırsaldan şehirlere uzanan, alan hakimiyeti kurmaya dayanan ve adam kaçırmadan, bombalamaya, mayınlı saldırılardan ordu formatında ilçe basmaya kadar yayılan yeni bir perspektif var. Bu durumun yarattığı görünür sonuçlar kadar, yan etkiler ve sorgulamaya değer detaylar olduğunu düşünüyorum. Bu bir problemse bilinmeyenleri denklemin içerisine yerleştirmek lazım. Şu sorular önemli. 73 İktibas 1- Yaklaşık 30 yıllık terörle mücadele tarihimizde PKK eylemleri nedeniyle iktidarların sorgulanması, eleştirilmesi çok sık rastlanan bir durum. Lakin ilk defa bu dönemde terör ile Türk dış politikası bu denli ilişkilendiriliyor ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu topun ağzına konuluyor. Bugün kamuoyunda yaratılan algı PKK terörünün neredeyse Davutoğlu ile başladığını düşündürtecek kadar ‘sıfır sorun’ ve ‘stratejik derinlik’ konusuna takılmış durumda. Oysa PKK, Ahmet Davutoğlu henüz bir öğrenci ikenden de vardı, ondan sonra da bitmesi çok mümkün görünmüyor. Türk dış politikasını eleştirmek ayrı ama onu sanki terörün sebebiymiş gibi göstermek ayrı bir mevzu. Geldiğimiz noktada PKK meselesi tarihte ilk defa bir Dışişleri Bakanı’nı istifaya götürebilecek bir içerikte derinleşiyor. Yerkürede terörle Dışişleri Bakanı’nı ilintilendirmiş başka bir ülke var mıdır bilemiyorum ama bir yerlerde fırsattan istifade başka kazanlar kaynatılıyor gibi görünüyor. Kısa bir süre önce yüzyılın düşünürleri arasında gösterilen Davutoğlu, sanki uluslararası platformlarda birilerinin ayağına basmanın bedelini ödüyor. 2- PKK’nın saldırıları bugüne kadar olduğundan çok daha askeri formata bürünmüş durumda. Teröristler geniş kalabalıklar halinde ordu karargahlarını, karakolları basmaya cüret edebiliyorlar. Yakın zamana kadar bu tip baskınlarda ve askeri başarısızlıklarda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelen eleştiri okları, ilk defa bu dönemde MİT’e çevrilmiş durumda. Ne olsa Hakan Fidan ve MİT gündeme geliyor. Bu durumda da insanın aklına şu soru takılıyor. Ne oldu da 30 yıldır adı geçmeyen istihbarat teşkilatının zafiyetleri bir yıl içerisinde bu kadar belirgin hale geldi? Zaaf var tamam da, daha önce niye hiç değinilmezdi? Ha- 74 Gündem kan Fidan’ın kişisel olarak temsil ettiği ve birilerinin takıldığı bir şey var, o açık ama en azından ben bilemiyorum. Öğrenirsem yazarım. 3- Dünya sathında bakıldığında normal şartlarda terör eylemlerinden sonra içişleri bakanları suçlanır; zaman zaman istifaya davet edilir; eylem sayısı artıyorsa bu onların başarısızlığı addedilir. Oysa son dönemde terör meselesiyle ilgili olarak İçişleri Bakanımız değil, ‘eski İçişleri Bakanımız’ Beşir Atalay suçlanıyor.Yıllarca müzakere, diyalog, barışçı çözüm diyen liberaller, bugünlerde açılımın mimarı olarak bilinen Atalay’ı hedefe oturtuyor. Öyleyse muhtemelen Atalay, AKP içerisindeki bir siyasi çizgiyi temsil ediyor.Bu siyasi hat hangisidir, neyi temsil eder bilemiyorum ama şimdiki terörden eski bakanın suçlanması da bizde bir ilk olarak tarihe geçiyor. 4- PKK’nın son saldırıları net bir biçimde AKP’yi vuruyor, üstelik hem dışarıdan hem de içeriden. Anketlere bakıldığında bir yanda oy oranlarında eksilme, diğer yanda da yeni bir siyasal parti beklentisinde yükselme görülüyor. Bugünkü şiddet Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de tabanını hazırlıyor. Biz Suriye, Irak, İran üzerine odaklanmışken sanki birileri Türkiye’nin iç siyasetini tanzim ediyor. Peki kimler tasfiye oluyor? Bekleyelim görelim. SURİYE’DE RİSK ALMA ZAMANI )àSSŔZFUt&ZMàM Dışişleri Bakanı Davutoğlu, BBC’ye verdiği röportajda, Suriye içinde güvenli bölge kurulması konusunda “risk almaya değeceğini” söyledi. Davutoğlu, PBS televizyonunda ise PKK ve El Kaide’nin sınırda oluşturduğu riske dikkat çekti, bir “gönüllüler koalisyonunun” Suriye’ye yönelik askeri müdahalesine Ankara’nın da katılabileceği mesajını verdi. DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 67’nci dönem toplantıları için gittiği ABD’nin New York kentinde uluslararası medyaya röportajlar verdi. ABD televizyonu PBS’ten Margaret Warner, Davutoğlu’na, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “Türkiye’nin Suriye’ye tek taraflı bir askeri müdahalede bulunmayacağı” yönündeki sözlerini hatırlattı. Davutoğlu şu yanıtı verdi: “Elbette Sayın Erdoğan Suriye içindeki siyasi krizi kastetti. Ama eğer Türkiye’ye karşı sınırda bir güvenlik riski oluşursa, sınırımızı korumak bizim hakkımızdır. Eğer bir terör örgütü sınırdan bize saldırır veya güvenlik riski oluşturursa her türlü adımı atma hakkımız var. Tampon bölge veya güvenlikli bölge için BM Güvenlik Konseyi’nin veya uluslararası toplumun kararı gerekir. Libya’da gönüllüler koalisyonununun müdahalesine temel teşkil eden bir BMGK kararı vardı. Ama BMGK’den bir karar çıkmazsa tüm seçenekler masadadır.” Güç boşluğunda güvenlik tehdidi Warner’ın, “Türkiye böyle bir gönüllüler koalisyonunun askeri müdahalesinde yer alır mı” sorusunu ise Davutoğlu, “Evet, elbette. Türkiye sadece o anlamda değil, Suriye ile ilgili bütün süreçlerde yer alacaktır” diye cevapladı. “Şu anda Türkiye’deki kamplarda 90 bin, birkaç şehirde ise 40 bin kadar Suriyeli mülteci var” diyen Davutoğlu, 911 Gündem km’lik Suriye-Türkiye sınırında “büyük bir güvenlik tehdidi” oluştuğunu belirtti. Davutoğlu, “Bu sınırda şimdi bir güç boşluğu var. PKK ve hatta El Kaide gibi bazı terörist örgütler bu güç boşluğunu kullanabilir. PKK bugünlerde bunu yapıyor” ifadesini kullandı. BBC ‘savaş riski’ dedi Davutoğlu yalanladı BBC, Davutoğlu’nun sözlerini “Türkiye: Suriye’de güvenli bölgeler oluşturmak için savaş riskini almaya değer” başlığı ile aktarınca, Dışişleri Bakanı’ndan yalanlama geldi. Böyle bir ifadesinin olmadığını söyleyen Davutoğlu, “Bu konudaki tutumumuz net. Suriye’de insanlık dramı derinleşiyor. Uluslararası toplumun daha fazla gecikmeden Suriye’de yaşananlara tepkiyi bir an önce göstermesi gerekiyor. Bizim ifade ettiğimiz budur” dedi. Zalim Esad’a merhamet yok Davutoğlu, BM Genel Kurulu’nda dün yaptığı konuşmada da Suriye meselesine değindi. Suriye’de 30 bin kişinin ölmesine ve yüzbinlercesinin komşu ülkelere sığınmasına rağmen uluslararası toplumun ve BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmesini eleştiren Davutoğlu, “Harekete geçmekteki aczimiz, şehirlerini, köylerini yıkmaya, vatandaşlarını katletmeye, medeni dünyayla ve Birleşmiş Milletlerle alay etmeye devam eden diktatörlerin ve yıkıcı rejimlerin elinde bir alete dönüşmektedir (…) Zalime merhamet göstermek, zulüm gören halklara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Şimdi değilse, ne zaman birlik ve beraberlik içinde hareket edeceğiz? Birleşmiş Milletler değilse, kim bize önderlik edecek” diye sordu. İslam karşıtı film ve karikatür krizine de değinen İktibas Davutoğlu dini karalamaların da nefret suçu kabul edilmesi gerektiğini savundu. Akçakale’ye havan düştü Suriye’deki olaylarda dün de 118 kişi yaşamını yitirirken, şiddetli çatışmaların yaşandığı Halep’de muhaliflerin 3 stratejik bölgeyi ele geçirdiği öne sürüldü. Bu arada Türkiye sınırına yakın Tel Abyad’da ateşlenen bir top mermisi dün Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde Hükümet Konağı’nın yakınına düştü, bir kişi yaralandı. İSLAMCILIK VE BEDİÜZZAMAN ALİ ÜNAL ;BNBOt&ZMàM “Arap baharı” sürecinde İslâmcılık tartışması başlatılmasını iki sebebe bağlıyorum: (1) Entelektüellerin kendilerini fazla önemsemesine; (2) “Arap baharı”nın bazı Türkiye İslâmcıları için artık bittiği öngörülen İslâmcılık adına yeni bir ümit olarak görülmesine. Entelektüellerin özellikle Türkiye’de “en küçük” bir tarikatın şeyhi kadar olsun kalıcı tesiri yoktur. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, insan vicdanı dört rükünden oluşur ve bu rükünler, ruhun da duyularıdır: Zihin, kalb, irade ve his. Zihnin vazifesi, ma’rifetullahtır; kalbin vazifesi, Allah’ı müşahede; iradenin vazifesi, Allah’a ibadet; hissin vazifesi, Allah’ı sevmektir. Din, vicdanın bu dört rüknüne hitap ve onları tatmin eder. İnsanı, bilhassa Müslüman’ı hareket geçiren, öncelikle kalb ve histir. Batı’da “aydınlanma” denilen ve aklın Din’den kop- masına dayanan akımın ürettiği entelektüelin Müslüman’ı da, bu dört rükünden sadece zihnin bir fakültesi olan teorik akla hitap eder ve genellikle ma’rifetullahtan da yoksundur. Dolayısıyla, entelektüelin bilhassa kitleler üzerinde etkisi yoktur. Oysa İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından “ayak takımı” ve “çöl kafalılar” olarak görülen insanlar olmuştur. Bu gerçeklere rağmen, fikirlerine meftun olan entelektüel, kendisini çok önemser. İslâmcı bir entelektüel, 1980’lerde çıkardığı ve 5000 satan aylık bir dergi ile Türkiye’de bir “İslâm devrimi” yapabileceği ümidindeydi. Bugün, Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter. Ali Bulaç, “Arap baharı”nın tesiriyle İslâmcılığın ve İslâmcıların etkisini o kadar abarttı ki, konuyu yeni çalışmaya başlayan bir talebenin bile yapamayacağı hataları yapıyor. Meselâ, içinden şiddeti benimseyebilen gruplar da çıkaran İhvan-ı Müslimîn’in temelde şiddeti benimsememesinin Türkiye’de Risale-i Nur hareketi üzerinde bile etkisini olduğunu iddia ediyor. Oysa İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde en küçük bir etkisi olmamıştır. 1907’den itibaren her yerde olan Bediüzzaman, ta baştan ve daima “İslâm, dâhilde menfiye alet edilmez.” diyerek, şiddeti kesinlikle reddedip, “müsbet hareket”i esas almıştır. Ayrıca, Risale-i Nur hareketi, 1925’te başlamıştır. 75 İktibas İhvan-ı Müslimîn ise, en önemli risalelerin artık yazılmış bulunduğu 1928’de kurulmuştur. Bediüzzaman’ın herhangi bir İhvan mensubunun eserlerini okumuş olması da mümkün değildir. O bakımdan, İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde tesiri olduğunu iddia etmek, ancak iki hareketi de tarihi ve temel duruşlarıyla bilmemek demektir. Ali Bulaç, kusura bakmasın, fakat Bediüzzaman’ı tanımadığını ne yazık ki başka yazılarında da ortaya koyuyor. Meselâ, şöyle yazıyor: “... Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte yanlış anlamamızdır. Bunda gelenek, örf ve âdetler; özellikle tasavvuf, bid’at ve hurafeler; donmuş fıkıh, içtihat kapısının kapanması; Meşşaîlik yerine Eş’arîliğin revaç bulması, Mutezile’nin mahkûm edilmesi, Gazali’nin filozoflara indirdiği ağır darbe; saltanat rejimleri vs. rol oynamıştır. Efgani’den Abduh’a, Akif ’ten İkbal’e, S. Ahmet Han’dan Said Nursi’ye kadar neredeyse herkes böyle düşünür.” Bu genelleme, özellikle kendisinde Ali Bulaç’ın iddiasının tam tersini müşahede ettiğimiz Bediüzzaman konusunda o kadar büyük bir hata ki, sadece Risale-i Nurların hiç okunmadığını gösteriyor. Sözü edilen konularla alâkalı 27. Söz, 30. Söz, 29. Mektup gibi Risalelerin hiç okunmamış olması bir yana, Bediüzaman “Eski Said” dediği dönemde dahi Ali Bulaç’ın iddiasını haklı çıkaracak ne bir şey söylemiş, ne de yazmıştır. Bu kadar büyük maddî hatalar üzerinde yürüyen bir tartışma, bilhassa İslâmcılık adına ne değer ifade eder bilemiyorum. 76 Gündem ÖZGÜRLÜK SIRASI MALİ’DE! Milli Gazetet&ZMàM Emperyalist saldırganlar kana doymuyor. Irak, Libya ve Afganistan’dan sonra şimdi de gözlerini Mali’ye diktiler. Afrika’nın Müslüman nüfusuyla öne çıkan ülkesi Mali’de Müslümanlar giderek daha da güçleniyor. Bu duruma seyirci kalmayacağını açıklayan Fransa eski sömürgesi Mali’nin kontrolünden çıkacağı endişesiyle, askeri harekâta başlayacağını duyurdu. Bahane tanıdık: Ülkede istikrarı sağlamak... Nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman Mali, Afrika’nın en büyük yedinci ülkesi. Nüfusunun büyük bölümü Müslüman. Mali’nin Cezayir, Nijer, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gine, Senegal ve Moritanya ile sınırı bulunuyor. Batı destekli merkezi yönetim, ülkenin kuzeyini ele geçiren Müslümanlara karşı, Avrupa Birliği ve ABD’yi uzun süreden beri askeri harekata zorluyor. Fransa, eski sömürgesi Mali’deki etkinliğini kaybetmemek için askeri harekâtın başını çekiyor. Afrika’nın 7. büyük ülkesi Mali yeni bir emperyalist işgalle karşı karşıya. Uzun yıllar Fransa’nın sömürgesi olan, bağımsızlığını ilan ettikten sonra Batı yanlısı hükümetler tarafından idare edilen Mali’de, Müslümanlar ülkenin kuzeyini ele geçirmiş durumda. Bu durum Batı yanlısı merkezi yönetimi oldukça rahatsız ediyor. Kuzey’de etkinliğini kaybeden merkezi iktidar çareyi Batılı ülkeleri askeri harekata çağırmakta buldu. Mali top- Gündem İktibas raklarını parçalayarak Afrika’yı birbirine düşman eden Fransa, bu çağrıya ilk karşılık veren ülke. Fransa Mali’ye askeri harekat düzenleyeceğini ve bunun için çalışmalara başlayacağını açıkladı. girişim Fransa için ne getirir, ne götürür bilinemez. Çamura batma gibi bir ihtimal de var tabiî ki. Bu müdahale dünya açısından kabul edilemez. Biz illaki böyle bir girişimin olması taraftarı değiliz” dedi. Bombalanacak Müslümanlar olunca çıt yok Afrika’nın üçüncü büyük altın üreticisi Fransa’nın Mali’ye askeri müdahaleye hazırlandığını açıklamasının ardından gözler, diğer Avrupa ülkelerine çevrildi. ABD, İngiltere, Almanya, Polonya, İtalya, İspanya, Fransa’nın düzenleyeceği askeri harekâta yeşil ışık yaktı. Rusya ve Çin de Fransa’ya destek veriyor. Bomba yağdırılacak ülke Müslüman olunca kimseden çıt çıkmıyor. BM Güvenlik Konseyi de Fransa’nın askeri harekâtına karşı değil. Mali’nin Kuzeyi’nde büyük bir bölgenin hakimiyetini ele geçiren Müslümanlara askeri operasyon yapacağını açıklamasının ardından Fransa’ya destek yağıyor. En büyük destek İngiltere’den. İngiltere her türlü desteğe hazır olduğunu açıklarken, Almanya, Polonya, İtalya ve İspanya’da operasyonda yer alacaklarını açıkladılar. Fransa’nın ve diğer emperyalist devletlerin Mali’ye saldırmak için gün saymalarının nedeni çok açık. Mali, Güney Afrika ve Gana’nın ardından, Afrika’nın üçüncü en büyük altın üreticisi. Müslümanların kontrolü altında olan ülkenin Kuzeyinde, Fransa halen işletilen büyük uranyum yataklarına sahip. Mali uranyum açısından çok zengin maden yataklarına sahip. Son yıllarda Kuzeyde önemli petrol ve doğal gaz keşifleri de yapıldı. Merkezi yönetimin denetimi altında bulunan Bamako’da çok sayıda ABD üssü var. 2005 yılından bu yana Mali’de askeri faaliyetlerde bulunan ABD’nin 12 yıldır Mali’de süren savaşta aktif rol aldığı belirtiliyor. Bu tehlikeli bir girişim olur Fransa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK), Batı Afrika ülkesi Mali’ye Afrika birliklerinin “bir an önce müdahale edebilmesi” için karar alma çağrısında bulunurken, ABD yönetimi müdahale öncesinde ülkede demokratik bir hükümet kurulması gerektiği görüşünde. Mali’nin Kuzeyi’ne yapılacak olası bir askeri harekatı değerlendiren Uluslararası ilişkiler uzmanı Mustafa Özcan, “Fransa Mali’de, Cezayir’de nüfusunu devam ettirmek istiyor. Çünkü Fransa’nın nüfus alanı oralar. Fransa baştan beri müdahale sinyalleri veriyordu ancak başaramadı. Şimdi yeniden müdahale sinyalleri vermeye başladı. Fakat bu işin siyasi boyutları var. Fransa’nın Emperyalist emellerini onaylamak mümkün değil. Bu tehlikeli bir girişim olur. Bu Fransa, hemen vuralım; ABD, biraz bekleyelim Müzakere olmaz tek çözüm askeri müdahale BMGK’da, Afrika’daki bazı olayların ele alındığı toplantıda, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, Mali merkezi hükümetinin ülkenin kuzeyinde yeni- den hakimiyeti sağlaması amacıyla yapılması planlanan askeri müdahaleyi gündeme getirdi. Hollande, Fransa ve Afrika Birliği’nin, Batı Afrika birliklerinin Mali’nin kuzeyine yapacakları askeri müdahaleye destek sağlamaya hazır olduklarını belirtti. Bölgedeki örgütleri “El-Kaide bağlantılı terörist oluşumlar” olarak niteleyen Hollande, bu gruplarla müzakerenin söz konusu olmadığını vurguladı. Güvenlik güçlerine eğitim verilmeli ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ise, Mali’deki güvenlik güçlerinin yardıma ihtiyacı olduğunu, Somali ve Fildişi Sahilleri’nde yaşanan olaylara Afrika birliklerin müdahil olmasının başarılı sonuçlar getirdiğini belirtti. Clinton, Mali’deki “kaos ve vahşetin” bölgede istikrarı tehdit ettiğini belirterek, “Mali’de neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Şiddet yanlısı uç görüşlü kişiler, kendi gaddar ideolojilerini dayatmak, insan hakları ihlalleri yapmak ve yeri doldurulamayan kültür mirasını yok etmek için çok yoğun şiddete başvuruyor” diye konuştu. Clinton,”Mali’deki güvenlik güçlerini eğitmemiz gerek, böylece radikal kişileri bölgeden çıkarabilir, sınır bölgelerini savunabilir ve insan haklarını koruruz” ifadelerini kullandı. Fransa gün sayıyor Mali’de gelişmeleri yakından izleyen Fransa, bir süredir Mali’nin kuzeyine askeri müdahalede bulunulması için ısrar ediyor ve ECOWAS ülkelerini bu amaçla destekliyor. Ancak gerek ECOWAS gerek Fransa, müdahale için BMGK’dan karar çıkartılmasını bekliyor. 77 İktibas ‘HINÇ’ DEĞİL ‘TEYAKKUZ’ CİHAN AKTAŞ %VOZBCVMUFOŔOFUt&ZMàM İnsan bazen geçmişte neler yazdığına dönüp bakmalı. Ne İslamcılık tartışmaları ne de “hınçlı Müslüman” etrafındaki mülahazalar gökten zembille indi medyaya. 1998’de yayımlanan Mahremiyetin Tükenişi isimli kitabımda, “hınçlı Müslüman” terkibini eleştirdiğim “Gravürlerde Kalan Mutluluk” başlıklı bir bölüm var. Sembollerine dönük hiciv ya da kabaca eleştiri hatta hakaret içeren yazı, karikatür ve filmler karşısında Müslümanların verdiği tepki her zaman “hınçlı” sıfatıyla belirtiliyor. Bernard Lewis ekolünden araştırmacılara göre bu “hınç” tonu, Müslüman mizacının doğasına içkindir. Yenigelenekselci Müslümanlar ve bazen de yeryüzünün her tarafından İslam uzmanları, modernliğin sebep olduğu bir travmayı hatırlatırlar, “hınç” sıfatını açıklarken. Başka türlü bir bakış açısı varsa da öne çıkamıyor. “Müslümanların Masumiyeti” etrafında kopan kıyamet, Şeytan Ayetleri’nden bu yana Müslümanların çeşitli protestolarına yönelik bakış açılarının pek değişmediğini ortaya koyuyor. Tedirgin olan sanki giderek elindeki malzemeyi okuyamaz hale gelen oryantalist yazıcıdır... Olivier Roy manzarayı çok iyi açıkladığını düşünmüştü, “mutlu Müslüman vardır, mutlu İslamcı yoktur” derken. “Dünyaya bakış açılarından emin oldukları 78 Gündem için başkalarına karşı hoşgörülü davranan köylünün, mollanın, ekabirin dini, yerini savunma durumundaki, tanınma talebi peşinde koşan bir hınç İslamı’na bırakmıştır.” Fakat neden benzeri pek çok kelime arasından seçilen özellikle, “hınç” oluyor... Bir tür yetersizliğin yol açtığı, hasım olarak belirlenenin kusurlarından çok kendi kuruntu ve zaaflarından türeyen körükörüne öfkeyi çağrıştırıyor kelime, böyle bir kullanım sathında. Gravür huzuruna karşı öfkeden de öte giden keskin tepkinin fotoğrafı, ne kadar doğru dürüst yansıtıyor süreci ve kesimleri... Roy’nın “hınç” diye adlandırdığı sert öfke, sürekli tahkir edilen, tahkiri hak ettiği bildirilerek kışkırtılan Müslümanların bütüncül fotoğrafını açıklamaya ne kadar elverişli acaba? Bir “mutlak” akıl ahkâmı kesen var, bir de akla muhtaç olduğu düşünülen... Sanki dili hapishane olarak gören onca Fransız filozof, ötekini daha doğru ve iyi anlamanın yüz yüze söyleşmeye çıkan yolları üzerine onca kitabı boşuna yazmış... Bir insan 24 saat veya 365 gün içinde sayısız fotoğraf veriyor, portre sunuyor. “Hınçlı Müslüman’ın namazda çekilmiş fotoğrafı kimisine huşuyu, kimisine teslimiyeti çağrıştırabilir... Bosna katliamını yaşamış ya da sadece okuyarak, dinleyerek, izleyerek öğrenmiş bir Müslümanın yüz ifadesi hatırladıklarıyla bile hiç olmazsa bir anlığına, “hınç” olarak adlandırmasak da koyu bir öfkeyle kararamaz mı? Öfke elbet aynı zamanda, kendini çaresiz hissetmenin kendi varlığına da yönelen tepkisi: Ben o sırada neredeydim, ben bu gerçekle nasıl baş edebilirim, “biz” bu konuda niye elimizden geleni yapmaktan geri duruyoruz... Haklı öfkenin kendini izahtan çok ifadeye yollar açan üretime dönüşmemesi nedeniyle de sorgulama her zaman bir parça eksik kalırken “hınçlı Müslüman afişi” yeniden ve yeniden vizyona sokuluyor. Bu kullanımda ise “hınçlı” sıfatı boş, kuru, kıskançlık ve vehimle gelişen, mahalle kabadayılarına has bir Gündem tepkiyle buluşmaya hazır bir kuruntunun altını çizmeyi sürdürüyor. “Hınç”ın kullanımındaki vurguya bakarak, failin her alanındaki yetersizliğiyle şiddetli öfke sebeplerini kendi kendine uyduran hastalıklı bir yapısı olduğuna inanmak işten bile değil; (hele bir de Abdelwahab Meddeb’se kılavuzunuz. Oysa sadece bir Srebsenita örneği bile, bu tekdüze okumada eksik kalanı anlamamıza yeter. “Olumsuzla Oyalanma”da bir kez daha “Hepsi değil” diyen Zizek, hızla akan gündem içinde kırılıp dökülen gerçeği yakalamanın ne denli güç olacağının da altını çiziyor bana kalırsa. Modernliğin de bir fundamentalizmi olduğunu öğrenmek sadece kişisel gayretlerle olası. “Hınç İslam’ı”nın yine gündeme getirildiği yıllara geri dönüyorum, “Gravürlerde Kalan Mutluluk” yazısının akışında... Modern dünyada her şey değişirken Müslüman kadının değişmeyerek kalmasını varlıksal bir güven kaynağı olarak gören kesimleri eleştirdiğim oluyor bazen. Burada öne çıkan, ruhsuz cansız gravür kadınları (ya da uzak bahçelerin Monna Rosaları) doğrultusunda bir beklenti. Benzeri şekilde, modern dünyada her şey değişirken Müslümanların yaşanan en sarsıcı deneyimlerden bile etkilenmeyen gravür insanları olarak kalmasına dönük beklenti de, yaşayan İslam’ın sorularından ve daha çok da bu sorulara ilişkin nihai cevaplarından tedirgin bir ruh halinin eseri olarak görünmüyor mu... Ders alması gereken sanki sürekli ve sürekli Müslüman kesimler... Almanya’da Müslüman İktibas gençler arasında “radikalleşmeyi” önlemek üzere hazırlanan ve tepkilere sebep olan “kayıp aranıyor” afişi... New York metrosuna yerleştirilen müslümanı “barbar”la eşitleyen afişler... Bir noktada insan düşündükçe kendini aptal gibi hissedebilir. Biryerlerde birileri Müslümanları bir kez daha “hınçlı Müslüman” profiliyle sunmak üzere bir senaryo kuruyor. Okumaktan nefret eden her Batılı’nın yanına bir Tarık Ramazan mı vermek gerekiyor rehber olsun diye... Tamam; kuşkulu, yanlış, yolunda görünmeyen şeyler var, bir bakıma küfür karanlığını getiriyor akla; bu şartlar altında mutluluk oyunu nasıl oynanabilir... Gelgelelim, sürekli imtihanda olmanın da başka bir açıklaması yok ve açık ki başımıza gelen tüm belalar da “dış düşman”ın eseri değil: Müslüman toplumu kendi içinde erken bir dönemde Kerbela faciasını yaşamadı mı? Dünyayı bir hızla kavramaya çalışan okur-yazarlar olarak hepimiz bir şekilde Batı kültürünün yaydığı mutluluk aslında “keyif ”- tanımlarının etkileri üzerine düşünüyoruz. Fakat bu arada apaçık görülen gerçek; kendi kültürel üretimini gerçekleştiremeyen kesimlerin her zaman tüketiciliğe mahkûm olacağı... Duyarlı herhangi bir Müslüman, kendi mutluluk tanımını ya da emelini ayakta tutmak için Bosna’da gerçekleşen vahşete gösterdiği tepkiyi peygamberini hiç de masum olmayan bir dille çirkinleştirmeye çalışan bir filme de gösterme sorumluluğunu duyuyor. Haklı öfkenin başka türlü bir üretime, mesela kültürel üretime dönüşmemesi yüzünden, protestoya özgü bildirimin şimdi’de, hep aynı tespit edilmiş sahne üzerinden verildiği şeklinde bir izlenim çok kolay yayılıyor. Bu nedenle de sorgulama her zaman bir parça eksik kalırken “hınçlı Müslüman afişi” bazen bir sahlep salonunun duvarında rastlanabilecek, huzurlu Müslüman ifadelerini yansıtan gravürlerle kıyaslanıyor; işlenen cürüm ise yakıştırılan hınçın afişinde bir çekiştirmeyle var edilmeye çalışılıyor yeniden ve yeniden... İşin aslına bakılırsa “hınçlı İslamcı” söylemi, pek çok açıdan haklı bir öfkenin hem sebebini hem de sorularını kışkırtıcı mizansenlerle şaşırtırken, söylemsel karmaşa içinde ulaşılmaz hale getirmeyi de denemiş oluyor. Sömürü ve işgallerin, toplu cinayet ve işkencelerin, ırkçılık ve İslamofobi’nin biriktirdiği (korku ve suçlulukla izlenen) tepkilere konunun uzmanlarınca yakıştırılan ağır sıfat, seçilmiş fotoğraflarla korku kadar suçu da kurbanları daha da mağdur edecek şekilde yeniden bölüştürmeyi mümkün kılacak kendinden menkul bir maharete sahip sanırsınız... Benim kelimem ise teyakkuz; öfkeye sebep olacak hal ve durumlara, sebeplere karşı düşünümsellikle ilerleyen, sürmekte olan donanım halinin adı olarak... Haklı öfkeyi dahi hınçla çürümesine izin vermeyen bir aklıselime yönlendirmek üzere üstlenen, uyarı ve teklifleriyle de sadece, tek başına cevap olarak hazırlanmakla kalmayan bir açıklamayı sürdürmekten başka da nedir ki teyakkuz hali... 79 Çizgibas 80 “...Gazeteciler ve Yazarlar VakfÔnÔn æslam ve Laiklik sempozyumu, æslam ve laiklik gibi, yan yana gelmeleri düèünülemeyen, uzlaèmalarÔ imkansÔz iki ayrÔ yaèam tarzÔnÔ uzlaètÔrmak, æslam’Ô laikleètirmek çabasÔndadÔr. 1998 yÔlÔ, 28 çubat süreci denilen döneme tekabül etmektedir ve o yÔllar, æslam’Ôn siyasal bir mühendislikle terbiye edilmek istendiåi bir dönemdir. Müslümanlara, gerek cebren ve gerekse hile ile æslam’Ôn hiçbir siyasî talebinin olmadÔåÔ, Kur’an’Ôn asla devlet önermediåi söylettirilmek isteniyordu. çu vardÔ ki, bunu tanklarla söyletmek mümkün olmamÔètÔ. O halde, bir de bunu ÔlÔmlÔ metotlarla denemeliydi... O güne kadar, söylenenlerin etraflarÔna bakÔnarak söyledikleri; “æslam’Ôn laiklikle çelièmediåi” görüèü artÔk bu sempozyumla alenileèmiè, bir anlamda gizli tebliåi döneminden aleni tebliå dönemine geçilmiètir! ArtÔk muhafazakâr kitleler nazarÔnda æslam’la demokrasi, æslam’la laiklik arasÔnda herhangi bir sorun kalmamÔètÔr!” DaåÔtÔm: Ankara Birleèik DaåÔtÔm, BayÔndÔr Sokak 6/33 KÔzÔlay/Ankara Tel: (312) 432 19 65 Ayın Başlıkları ALMANYA BAŞBAKANI MERKEL: İSLAMİYET’TEN KORKMAMALIYIZ TÜRKİYE 28 EYLÜL HAS HARTİ TÖRENLE AK PARTİ’YE KATILDI. ERDOĞAN, NUMAN KURTULMUŞ’A AK PARTİ ROZETİ TAKTI AJANSLAR 22 EYLÜL ERDOĞAN: SON 10 SENEDE AŞIRILIKLAR TÖRPÜLENDİ. BİR ANLAMDA PARATONER GİBİ OLDUK, GAZ ALDIK. SABAH 17 EYLÜL BALYOZ DAVASI’NDA 89’U GENERAL VE AMİRAL 325 SANIĞA DARBEYE EKSİK TEŞEBBÜSTEN CEZA YAĞDI AJANSLAR 22 EYLÜL ABD MAHKEMESİ MÜSLÜMANLARI BARBAR GÖSTEREN VE AMERİKAN HALKINI ‘CİHADI YENMEK İÇİN İSRAİL’İ DESTEKLEMEYE ÇAĞIRAN’ AFİŞLER ASILMASINA İZİN VERDİ NUMAN KURTULMUŞ: TÜRKİYE’NİN EKSENİ OTURUYOR YENİ ŞAFAK 15 EYLÜL DEMOKRAT PARTİ ESKİ GENEL BAŞKANI SÜLEYMAN SOYLU AKP’YE KATILDI MİLLİYET 5 EYLÜL MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE: SÜLEYMAN SOYLU, AK PARTİ’YE GEÇİNCE MERKEZ SAĞ DÖNEMİ BİTTİ ZAMAN 9 EYLÜL STAR 21 EYLÜL PEYGAMBERİMİZE VE İSLAM’A AĞIR HAKARETLER İÇEREN İSRAİL-NEOCON ORTAK YAPIMI FİLM MÜSLÜMAN DÜNYASINI KARIŞTIRDI. MÜSLÜMAN DÜNYASINDAKİ GÖSTERİLERE FETHULLAH GÜLEN’DEN TEPKİ: MÜSLÜMANLAR KENDİLERİNE ÇEKİ-DÜZEN VERMELİ! AJANSLAR 28 EYLÜL YENİ ŞAFAK 14 EYLÜL ABD’NİN LİBYA BÜYÜKELÇİSİ BİNGAZİ’DE ÖLDÜRÜLDÜ DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ: DÜNYANIN EN KIZGIN GENÇLERİ TÜRKİYE’DE ZAMAN 13 EYLÜL MİLLİYET 6 EYLÜL TÜRKİYE, SURİYE SINIRINA TAMPON BÖLGEYİ MASAYA YATIRDI BUGÜN 24 AĞUSTOS ESAD PKK’YI İKİYE BÖLDÜ. KANDİL EKİBİ, ÖRGÜTTEKİ SURİYE AĞIRLIĞINA VE BU GRUBUN BAĞIMSIZ SALDIRILARINA TEPKİ GÖSTERİP İPLERİ KOPARDI AKŞAM 28 EYLÜL ANLAM BASIN YAYIN Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA 5FM t'BLT