Merhaba

Transkript

Merhaba
Merhaba,
Derginin en son ve en yazılması zor yazısıyla yine
birlikteyiz. Dergiyi neden yayınlıyoruz? Derdimizi
anlatmak için. Editör yazısı da derdimizi anlattığımızı anlatmak gibi bişey oluyor bi yerde.
Neyse, kış mevsiminin bir kez daha cismen değilse
de ismen bizi terk ettiği Mart ayına girerken, geride bıraktığımız ayı kendimce kısaca değerlendirdim
yine. Öncelikle şunu belirteyim, Şubat sayımızın kapağına bu kadar olumlu eleştiri geleceğini ben bile
beklemiyordum, teşekkürler. Tabii ki insan olumlu
eleştiriler görmek ister ancak dergiyi hazırlarken
gelecek eleştirilerin ne olacağından ziyade gidecek
içeriğin orijinalliğine ve bizi ne kadar yansıtabildiğine dikkat ediyoruz. Müziği tarzlar bazında değil
“iyi müzik - kötü müzik” bazında değerlendiriyoruz.
Bryan Adams olmasaydı Enslaved’ı kapak yapardık
örneğin. Bununla ilgili problemi olanlar için bir çözümümüz yok, üzgünüm. :)
Geçtiğimiz ayın en sarsıcı albümü Japon topluluk
Mono’dan geldi. Albüm henüz resmen yayınlanmadı
ancak günümüzde müziğin kaçınılmaz kaderi olan
“erkenden nete düşme” hadisesinin cereyanını müteakip (ne?) albüm gecemizi gündüzümüze karıştırdı. Yazıda da fark edebileceğiniz üzere cümlelere
dökmesi bile oldukça meşakkatli bir topluluk Mono.
Dinleyelim, dinletelim.
Geçtiğimiz ayın en şenlikli hadisesi 14 Şubat’ta
Ankara’da gerçekleştirilen konserdi. Uzun zamandır
böyle eğlenceli bir konserde bulunmamıştım. Detayları dergide bulacaksınız zaten ancak şu kadarını
söyleyeyim, 8-10 sene önceki küçük çaplı ve samimi
konserlerin lezzeti vardı bu son konserde. Umarım
bu tarz etkinlikler devam eder.
Geçtiğimiz ay yine bir ölüm haberi müzik dünyasını
sarstı. Sentenced gitaristi Miika Tenkula evinde ölü
bulundu. Müzik dünyası adına önemli bir kayıp. Huzur içinde yatsın.
Bu ay kapak konuğumuz Opeth ve grubun eti kemiği
olan usta müzisyen Mikael Akerfeldt. Son albümüyle
beni bile baştan çıkaran topluluğu, müzik camiasındaki inanılmaz yükselişinin yanı sıra önümüzdeki
ay bir kez daha ülkemizde çalacak olmasına binaen
kapağımıza taşıdık.
Bu ay, ülkemiz radyolarındaki en uzun soluklu Rock
programlarından biri olan Rock Station 17 yaşına basıyor. Hicri Bozdağ’ın hazırlayıp sunduğu programın
17. yıldönümü için Ankara Yolcu Bar’da bir etkinlik
organize ediliyor. 7 Mart gecesi “nice 17 yaşlara”
demek üzere orada olacağız.
Mart sayımızın her köşesinde yazarımız Emre
Dedekargınoğlu’nun dominant etkisi hissedilebilir ki
son zamanlarda üretkenliğinin zirvesinde olan Emre
bu sayıda dergiyi taşıyan yazarımız oldu. Hatta ceketimi alıp gitmeyi bile düşündüm bi ara :p
Bu ayın parçası da ABBA’dan geliyor,
The Winner Takes It All, The Loser Standing Small...
Önümüzdeki ay görüşmek üzere.
Selim VARIŞLI
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
[email protected]
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ATİLLA ÇELİK, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR,
DENİZ ERATAK, DAMLA ÖZDEMİR, EGEMEN LİMONCUOĞLU, EMRE AKPOLAT
GÖKHAN KORKMAZ, GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS SARILAR
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Son yılların hızla yükselen gruplarından birisi şüphesiz
Opeth... İsveçli Extreme Prog-Metal kralları özellikle
son on yıl zarfında çıkardıkları albümlerle sürekli olarak isimlerinden bahsettirdiler ve Progressive Metal
tarzının önde gelen isimlerinden birisi oldular. Ülkemizde de pek beklenmeyecek şekilde oldukça ilgi gören Opeth’in dört konserlik bir turne ile nisan ayında
ülkemizi dördüncü defa ziyaret edeceği bu ay içerisinde kesinleşti. Daha önce üç defa İstanbul ve bir defa
Ankara olmak üzere ülkemize gelen grup, her geçen
gün ülkemizdeki hayran kitlesini arttırdığından bu turne oldukça katılım görecek gibi gözüküyor. Bu nedenle,
kendileri hakkında kısa bir derleme yazısı yayınlamayı
uygun gördük.
Opeth, yirmi yıla yakın bir süredir aktif bir grup olmasına rağmen, adını ikibinli yılların başından itibaren
duyurabilmeye başladı. Orchid ve Morningrise dönemlerinde çok sık turlayan bir grup değildiler. Öyle ki
o dönemde albüm kapağına o meşhur logolarını bile
yerleştirmiyorlardı. İskandinav yarımadasına özgü bir
izolasyon içerisinde müziklerini sunuyorlardı. Öyle ki
Opeth’in adını geniş kapsamda duyurabildiği ilk albüm
grubun ’98 tarihli My Arms, Your Hearse albümü olmuştur. Still Life’ın geçen sene çıkan yeni basımınca
Akerfeldt, o zamanlar çok fazla konser teklifi de almadıklarını ve Still Life kayıtları öncesinde Katatonia vokalisti Jonas Renkse ile beraber uyuşukluk yaptıklarını
bile aktarmıştır. Grubun Still Life ve özellikle Blackwater Park sonrası adı tamamen duyulmaya başlamış
ve ilk dünya turlarına yine Blackwater Park albümünün
çıktığı 2001 senesinde başlayabilmişlerdir. Kısacası,
böyle bir müzik yapan bir grup için oldukça geç açılabilmişlerdir. Ama şu an görüyoruz ki bu açığı fazlasıyla
kapatmış durumdalar... Şu an bir Pain Of Salvation ne
kadar önemliyse Progressive Metal için, Opeth’de aynı
şekilde önemli...
Opeth’in başarısının altında yatan sır aslında oldukça
basit... İlk başladıklarında olabilecek en şeytani grup
olmayı akıllarına koyan, kompleks, sert, agresif ve
şeytani şarkıları bestelemek üzerine yoğunlaşan grubun, zaman içerisinde müziklerin akustik gitar ve daha
atmosferik melodiler eklemesiyle oluşturdukları, Death Metal, Heavy Metal, Jazz, Blues, Folk ve Progressive Rock gibi türleri bir noktada buluşturan formülü
kendilerini günümüze getirmiştir. Bu noktada Opeth’in
müziği hakkındaki bazı yargıları da değerlendirmek gerekiyor. Grubun adını yeni yeni duyurduğu zamanlarda müziğine Black Metal diyenler vardı. Black Metal’e
göre fazla akustik, atmosferik ve kurgulu olan Opeth’in
müziği tabii ki bu tarza giremezdi. Sonrasında grubu
Doom/Death Metal grubu olarak gören kişiler çoğalmaya başladı. Açıkçası Doom/Death Metal’de önemli
olan Paradise Lost, My Dying Bride, Anathema, Tiamat,
Amorphis gibi gruplara bakılınca Opeth ile çokta benzer
yanları olmadığını da kolayca görebiliyoruz. Doom/Death Metal gruplarının ağır ve yoğun melodileri, brutal
vokal ve oldukça karanlık ve melankolik bir atmosfer
üzerine kurguladıkları müzikleriyle Opeth’in müziğinin
keşisen tek noktası brutal vokaldi, Opeth’in melodilerindeki hüzün, bir Doom/Death Metal grubunun iş-
lediği şekilde değildi, daha farklıydı ve ayrıca bir
Doom/Death Metal grubuna göre fazlaca etkileşim
bulunduran ve dur-kalk içeren bir müzikti. Melodic Death Metal tanımlaması, Dark Tranquillity gibi
grupların Opeth ile yakın zamanlarda akustik gitar
gibi Death Metal’e ters enstrumanları müziklerinde kullanması nedeniyle Opeth’e yakıştırılır oldu
ama gerek şarkı uzunlukları, gerek etkileşim alanları ve akustik gitar gibi enstrumanları kullanım
şekilleriyle yine birbirlerinden farklı oldular. Dark
Tranquillity akustik gitarı müziğe atmosfer katan
tadımlık bir şekilde kullanırken, Opeth müziğine
entegre etti, müziğin içinde bir element haline
getirdi. Melodic Death Metal grupları, çoğunlukla
At The Gates’in melodik yapısı üzerine giderken,
Opeth oldukça uzun ve kompleks şarkı yapılarına
yöneldi. Dolayısıyla bu tanımlama da Opeth için
uymuyordu.
Zamanla grubun müziği için yapılan tanımlama
Progressive Death Metal ve Extreme Progressive
Metal tanımları üzerinde yoğunlaştı. Progressive
Death Metal, yukarıda geçen tarzlara göre daha
doğruydu ama yeterli değildi, çünkü Opeth hiçbir
zaman tam anlamıyla Death Metal grubu olmamıştı.
Death Metal etkileşimi içeren bir gruptu. Master’s
Apprentices’ın buram buram Morbid Angel kokan
girişini inkar etmek boştur ama aynı grubun şarkılarında genel olarak kullandığı melodilerin Pink
Floyd gibi gruplardan miras olan katmanlı progresif
gitar melodileri olduğu gerçeği de önümüzdedir.
Şu an Progressive Death Metal olarak kabul ettiğimiz Death ve ya Cynic gibi çoğu grubun, Death
Metal köklerini koruyarak, zaten teknik olan bir
türe kompleksite, yoğun melodi ve ritm değişiklikleri gibi progresif müzik karakteristikleri ekleyerek icra ettiklerini görebiliriz. Opeth ise, Death
Metal etkileşimini kullanarak progresif bir müzik
icra ediyor. Death Metal’in kesin karakteristiklerini
her zaman için bünyesinde bulundurmuyor. Death
Metal’in içerdiği teknikalite ve hızı Opeth’de genel
anlamda göremezsiniz. Ama yer yer etkiler bulursunuz.
Opeth, Orchid’den beri Extreme Metal formlarından etkilenmiş, aynı zamanda Jazz, Progressive
Rock gibi metal dışı tarzlardan da yoğun etkiler
taşıyan bir Progressive Metal grubuydu. Kısaca
albüm albüm aldıkları yola bakarsak, Orchid ve
Morningrise’da Mercyful Fate hassasiyetinde işlenmiş çift gitar partisyonları üzerine kurulu, melodik, çoğunlukla enstrumental kısımlar ağırlıklı,
temiz vokallerin henüz müziğe tam oturtulmadığı,
uzun ve kompleks şarkılar yaptıklarını görüyoruz.
My Arms, Your Hearse’de Akerfeldt’in eski albümlerinde kullandığı çift gitar kullanımından sıkıldığı
bilinir. Bu albümde oldukça brutal, agresif ve daha
direkt bir müzik icra edilmiştir ama temel karakteristikler yine aynıdır. Still Life ise günümüz Opeth
müziğinin temellerini ilk atan albümdür, bu albüm
ile temiz vokal müziğe tamamen oturmuştur, Jazz ve Progressive Rock etkileri daha arttırılmıştır ve grup farklı dinamikler ile müziğini zenginleştirmiştir. Blackwater Park
ise grubun kariyerindeki en önemli değişikliği beraberinde
getirmiştir, Steven Wilson’un gruba prodüktör olması ile
müzikteki Extreme Metal ve Progressive Rock yanları tamamen dengelenmiştir. Katmanlı melodi kullanımı ile beraber Jazz, Folk ve Blues etkileşimleri artmıştır ve temiz
vokal ile brutal vokal partisyonları da dengeli bir tabana
alınmıştır. Deliverance ise, Damnation ile beraber kardeş
albüm olarak düşünüldüğünden, genel anlamda sert bir
eser olarak planlanmıştır ama yine de grubun sakin ve
dingin tarafına da sırt dönülmemiştir. Grubun en sert albümlerinden birisi olan Deliverance’ı takip eden Damnation ise, iflah olmaz bir ‘70ler hayranı olan Akerfeldt’in
Progressive Rock sevgisini gözler önüne seren, Camel,
Pink Floyd gibi grupların etkileşimleriyle yapılmış, gitar odaklı, sakin
ve zengin bir albümdür. Grubun klasikleşen kadrosuyla çıkardığı son
albüm olan Ghost Reveries, klavyeci takviyesiyle çıkartılmıştır, grup
artık şarkılarında ses örnekleri ve klavye destekli sesler kullanmaktadır. Ghost Reveries’te Porcupine Tree’den Tool’a geniş bir etkileşim
yelpazesi, Blackwater Park’ta kullanılan müzikal yapıları göz önünde
bulunarak kullanılmıştır. Grubun Progressive Metal yanı gittikçe öne
çıkmaktadır. Grubun güncellenen kadrosuyla geçen sene çıkardığı son
albüm Watershed ise, ‘70ler Progressive Rock bilgisinin yoğunluğuyla
bilinen Akerfeldt’in müziğini artık tamamen Progressive Rock/Metal
eksenine çektiği, brutal vokalin dramatik ölçüde azaltıldığı, grubun
en az Extreme Metal etkisi taşıyan albümü olarak öne çıktı ve birçok kişi tarafından bir geçiş albümü olarak görülüyor. Opeth gelecek
albümlerde görünen o ki daha çok Progressive Rock temelli yollara
kayacak ama tersi de olabilir tabii... Akerfeldt’ten ne geleceği hiç
belli olmaz.
Opeth, her zaman Mikael Akerfeldt’in
domine ettiği bir gruptu. Yani
Akerfeldt’i grubun herşeyi olarak
görmemiz yanlış olmaz. Birçok kişi,
Peter Lindgren ve Martin Lopez’in gidişinin grubun dengesini sarsacağını
düşünmüş olsa da Watershed gösterdi
ki öyle bir durum söz konusu değil...
Opeth’in doğal gelişim süreci artık
tamamen retro bir yöne, Progressive Rock’a doğru gidiyor ve bu gidişat
Progressive Metal/Rock temelli dinleyicileri rahatsız etmezken, grubun
Extreme Metal yanını seven dinleyiciler tarafından negatif karşılanıyor.
Hala da bir Morningrise bekleyen kitle
de var fakat Akerfeldt’in ne yazık ki
prodüksiyon ve çeşitli kişisel nedenler dolayısıyla en az sevdiği albümü
de Morningrise’dır. Birçok kişiye göre
yaratılmış en ulaşılmaz metal albümlerinden birisi olan bu albümdeki müzikal yapıya artık çok uzak olduğunu
Akerfeldt sık sık belirtiyor, çift gitar
partisyonlarının artık ilgisini çekmediğini söylüyor. Dolayısıyla Morningrise
bekleyenlerin artık grubun bu gidişatını kabullenmeleri gerekiyor. Progressive Metal’e aşinaysanız alışmanız daha
kolay olacaktır, zira müzikal yönde bir
değişiklik olmasına rağmen Opeth albümleri hala içine girmesi zaman isteyen, karmaşık albümler yayınlıyor.
Watershed ile aldıkları gidişat hiçbir
şekilde grubun kalitesini aşağıya çekmiş değil, sıkıntılı bir süreci bitiren bir
geçiş albümü olmasına rağmen gayet
oturaklı ve kaliteli bir albüm...
Watershed albümünün turnesi dolayısıyla yurdumuzda dördüncü kez göreceğimiz Akerfeldt ve tayfası internete geçen setlist bilgilerine göre iki
saate yakın performans sergiliyor ve
Watershed’den bu aralar Hessian Peel
ve The Lotus Eater setlistlere eklenmiş durumda... Geçen sene haziranda
verdikleri konserde sadece Heir Apparent çalmışlardı. Ayrıca Morningrise
albümünden The Night And The Silent
Water ve My Arms, Your Hearse albümünden Credence’nin de eklenmesi
internette birçok hayran tarafından
sürpriz olarak karşılanıyor. Türkiye’de
de benzer setlist görmemiz büyük olasılık... Dolayısıyla, Opeth’in bu geniş
çaplı ziyareti kaçırılmayacak bir ziyafet olarak önümüzde duruyor. Grubu
seviyorsanız, bu buluşmayı kaçırmamanız sağlığınız açısından yararlı olacaktır.
SELİM VARIŞLI
Mono, yer yer Ambient etkili bir entrümantal
Post Rock grubu. Post Rock tanımının çerçevesi gittikçe genişlese de halen spesifik bişeyler
anlatmaya yetecek kadar köşeli. 2000 yılında kurulan Japon topluluk, Pelican, God Is An
Astronaut ve Explosions In The Sky gibi gruplarla örneklendirilebilecek oldukça etkileyici
ve rahat bir müzikal çizginin temsilcisi.
Japonya’nın müzikteki “talep” açısından inanılmaz potansiyeline karşın “arz” açısından
her daim noksan görünmesi enteresandır.
Esasında olaya daha içeriden baktığımızda
ülkenin kendi sınırları dahilinde müzik arztalebi konusunda oldukça aktif olduğunu görebiliriz. Üstelik modern tarzlar çerçevesinde
global müzik piyasası ile karşılaştırıldığında
son derece göz alıcı topluluklara sahipler. İşte
Mono, bu cevher topluluklar arasında önemli
yer tutanlardan.
Beşinci albümü “Hymn To The Immortal Wind”i
bu ay yayınlayacak olan topluluk, dört kişilik
kadrosunun yanı sıra oldukça kalabalık bir konuk müzisyen listesine de sahip bu albümde.
2006 tarihli albümleri “You Are There”deki
ağır ambient hava yerini daha chill-out, kimi
zaman daha ritmik bir sounda bırakmış. Amerikalı topluluk Pelican ile kaydettikleri 2005
tarihli Drone etkili splitleri ile hemen bir sene
sonraki albümlerinde yaptıkları sıçramayı da
göz önüne aldığımızda, geçen üç senenin
grubun perspektifine iyice tavan yaptırığını söylemek
mümkün. Örneğin son albümü sindirdikten sonra Pelican splitindeki parçayı oldukça yavan bulmaya ve
dinleyememeye başladım. Topluluğun bundan sonra
yapacağı albümün de “You Are There” konusunda aynı
hissiyatı yaratabileceği olasılığı karşısında o albüme
daha sıkı sarılmak için bir nedenim daha oldu kendimce.
Son albüme geri göndelim. İlk parça ‘Ashes in the
Snow’, gece vakti herkes yattıktan sonra çocuk odasında oynaşan gölgelerin ve her an karanlık bir köşeden ya da pencereden içeri dalmaya hazır canavarların
mevzubahis olduğu filmlere soundtrack olabilecek bir
açılışla başlayıp; Contact filminde uzayın ve zamanın
genişliğini bilinçaltına zalimce enjekte eden fantastik
sahneleri tek başına diyalogsuz kılabilecek güzellikte
bir atmosferle devam ediyor. Parça bittiğinde ise yine
filmdeki gibi yaşadığınız tüm o zamanın dünya için bi
andan ibaret olduğunu hissetmeniz olası. Grubun Japon
olmasından mıdır bilinmez, Hero filminden sahneler de
anımsattı bana ‘Ashes in the Snow’. Sanki albümün tamamıymış gibi bir duygu uyandırıyor. Kimbilir albümü
kaçıncı dinleşiyim, hala ilk parça bittiğinde albümün
başında olduğunu fark edip şaşıyorum. Mükemmel bir
albüm açılışı. Özellikle parçanın sonlarına doğru God
Is An Astronaut’un bir çok parçasında (alışkanlık haline getirip) yarım bıraktığı duygulara birer birer kulaç
atmak mümkün.
Albümde, Eric Draven’ın Mono’nun hissiyatını gözlerinizin içine bakıp alnınıza bastırarak bir anda şimşekler
halinde size aktardığını hissedebileceğiniz bölümler
mevcut. Klasik müziğin yer yer selamlandığı, öte yandan karanlık cephenin asla gözlerden uzak tutulmadığı, siyaha yakın gri renkte bir albüm. ‘The Battle to
Heaven’da seksenler İngiltere’sinden esintilere, hatta yer yer sert rüzgarlara rastlanırken (Mark Renton
bir köşeden sessizce gözlerini açıp “söyleyecek sözüm yok” dedi mesela bana), ‘Silent Flight, Sleeping
Dawn’da Titanic’in ilk ve son yolcularından biri olduğu
halde kurtuluş umuduna ihtiyacı olmayan birini canlandırabilirsiniz.
Bir Japon grubundan böyle bir albümü açıkçası beklemezdim, oralarda gerçekten çok kar yağıyor olmalı...
DAMLA ÖZDEMİR
Caanım memleketimde asla zamanında keşfetmeye
nail olamadığımız nicelerinden biri o, dizilerin hayatımıza kazandırdığı şarkı(cı)lar furyasının da bana göre
en büyük kazanımı. Tam adıyla Sia Kate Isobelle Furler; Six Feet Under dizisinde Breathe Me adlı şarkısıyla
akıllara silinmemecesine kazınmış harika kadın.
Hem güçlü hem bitkin, hem durgun hem çalkantılı, hem
karamsar hem de umutlu… Bu gelgitlerle yarattığı gizli karışımı tattığım hiçbir şeye benzemiyor. Müziğiyle,
sesiyle, sözleriyle anlatması zor biri. Kelimelerin yetmediği bir durumla karşı karşıyayım, günlerdir önümde
boş bir word sayfası, arkada Healing is Difficult çalıyor,
1-2 satır karalayıp siliyorum sonra. Layık görmemek mi
artık, asıl söylenecek şeylerin düğümlenmiş olması mı
boğazımda bilmiyorum…
Asıl çıkışını yaptığı 2004 tarihli Colour The Small One
albümüyle tanımış olsak da, kendisi pek çok işler kotarmış bundan önce. Anavatanı Avustralya’nın Adelaide
şehrinde Crisp isimli caz-funk grubunda vokalist olarak
başladığı serüven, Londra’da Jamiroquai’ın back vokali olarak devam etmiş ve ilk single Taken for Granted’ın
ardından İngiltere’de ilk 10’a girmeyi başaran Drink To
Get Drunk gelmiş. Bundan sonra Massive Attack, Zero7
gibi güzide gruplar da Sia’ya projelerinde yer verir olmuş. Drink to Get Drunk single’ı ve nihayet 2002’de
Healing is Difficult albümü tüm İngiltere’ye duyurmuş
sesini.
Bu albümün erkek arkadaşının ölümünün etkisiyle ortaya çıktığını tüylerim ürpererek öğrendim. Başka türlü böyle bir albüm yapılır mıydı zaten, sanmıyorum…
Bu güçlü, hisli ses yer yer R&B yi, yer yer caz hatta
popu andıran tınılarla harmanlanmış, ve o acaip sözlere hayat vermiş. Benzersiz bir şey. Bir albümden öte
bir şey benim için. Çok aşırı olacak belki ama, hayatımın en zor günlerinin fon müziği bu. İyileşmesi zor
da olsa, zaman her şeye ilaç olamasa da, bu 1 saatlik deneyim farklı bir yerden bakmayı sağlıyor hayata.
Yaşama isteğini kaybettiren yaşanmışlıkları, yeri hiç
doldurulamayacak yaşanmamışlıkları, sahip olunamayan ikinci şansları hatırlatıyor daha dünmüş gibi. Tam
ortasına götürüyor, acıyla yüzleştiriyor, “Bizi esir alan
bir şey varsa, o da korkudur” diyerek daha ilk şarkıda.
Olan bitenlerden köşe bucak kaçmayı değil, onlarla barışmayı öğütlüyor. “Korkunun ecele faydası yok, kalan
bir avuç hayatını kendine zindan etmeden yaşa” diye
haykırıyor. Healing is Difficult, kabullenmenin albümü Me’ye de çeşit çeşit remix yapılmıştır, aramaya inanoluyor…
mak farzdır.)
Şöhretini İngiltere sınırları dışına taşıran Colour The
Small One da benzerlikler göstermekte debut albümle.
Kendine özgü sound’u bir yana, sözler de yine bir o kadar acıtıcı. Kırık kalplerin marşı haline gelmiş Breathe
Me gibi diğer tüm şarkılar da vasatın çok çok üstünde.
Tabi eğer; şu rehavet havasından bıktık, yok mu oynak bişeyler :p diyen varsa Where I Belong diyebilirim
sanırım:) Sia’nın tarzından biraz farklı, insanın bağıra
çağıra eşlik edesi gelen bir parça bu. (NOT: Breathe
2006’da çıktığı turne ardından çıkardığı live albüm
Lady Croissant ve 2008 tarihli Some People Have Real
Problems önceki kadar yoğun etkiler yaratmasa da, severek izlemeye devam edeceğiz kendisini. Bu arada,
Mart ayında Avustralya ve Nisan’da Avrupa’yı geziyor
olacak Sia. Buraya da uğraması ihtimali henüz yok görünürde ama organizatörden umut kesilmez.(Bu organizatör geyiği daha fazla uzamasın dediğinizi duyar gibiyim:) Sağlıcakla…
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Geçtiğimiz ay, 19 Şubat tarihinde internete göz
gezdirdiğimizde üzücü bir haber ile karşılaştık.
Finlandiya’dan çıkan en önemli gruplardan birisi olan
Sentenced’in gitarist Miika Tenkula evinde ölü olarak
bulunmuştu. Son zamanlarda birçok dağılmış grubun
tekrar toplanma haberiyle biraz umutlanan Sentenced
hayranları için tüm umutları bu üzücü haber bitirdi.
1988 senesinde Deformity adıyla kurulan Sentenced’ın
kurucu kadrosunda yer alan ve grupta sürekli var olan
bir eleman olan Miika, grubun ilk albümü Shadows Of
The Past’te de vokalleri söylemiş ve sonra vokal görevini Taneli Jarva’ya bırakmıştı. Grubun müzik ve söz
yükünün Sami Lopakka ile başını çeken Tenkula, henüz
otuz dört yaşındaydı.
Sentenced, işlediği melankolizm, hüzün ve duygusallık
ile hayranları ile arasında özel bir bağ kurabilmiş bir
gruptu. Grubun dört sene önce dağılmasından sonra,
zaten o dönemlerde iyice kilo almış olan Tenkula’nın
kendisini iyice alkole verdiği belirtiliyor. Henüz resmi
ölüm nedeni açıklanmasa da alkol ile ilgili bir durum
olduğu yönünde iddialar dolaşıyor. Sonuç itibariyle,
Sentenced’in birgün tekrar toplanması yönünde umutlar, oldukça acı bir şekilde bitti. Neredeyse on yedi
sene boyunca dinleyicilerine kalbinden gelen melodileri ve soloları aktaran yetenekli bir gitarist hayata gözlerini yumdu. Umarız gittiği yerde, bu dünyada
bulamadıklarına kavuşmuştur. Huzur içinde yat Miika!
..Sentenced mourn the loss of Miika Tenkula, a dear
friend, a truly remarkable artist and musician, and
the very soul of what used to be Sentenced. Rest now,
brother — in your music and our hearts you will live
forever...
EMRE DEDEKARGINOĞLU
“Müziğimi hiç bir
şekilde pişmanlık
duymadan indirin!”
- Selamlar. Son albümünüz Aliena(c)tion’u bir süre önce
yayınladınız. Şarkı listesine göre albüm üç yayınlanmamış
şarkı ve ‘90lar döneminizden dört canlı kayıt içeriyor.Bu
yayınlanmamış şarkılar, 2000’de aynı adla yayınladığınız
demoların yeniden kaydedilmiş hali mi? Yeni albümünüz
için bir “ipuçu” olarak alınabilir mi? Sadece Patogenesi’yi
dinleyebildim ve çok teknik bir şarkı olduğu görüşündeyim.
Merhaba, Garden Wall’un müziğine ilginizden dolayı teşekkürler... Hakkında sorduğunuz üç yayınlanmamış şarkı,
2000’deki demodaki şarkılar ile tamamen aynı, basitçe
daha iyi bir şekilde yeniden master edildiler ve hayır, sıradaki albüm hakkında hiçbir fikir vermiyorlar. Yayınlandıkları zaman içinde oldukça ufuk açıcılardı, Forget The
Colours ve Towards The Silence albümlerimiz bu şarkıları
başlangıç noktası olarak almışlardı. Ama şu an üzerinde
uğraştığımız şey oldukça farklı... Garden Wall kadrosunda
oldukça büyük bir değişiklik oldu, sadece ben ve solo gitaristimiz Raffaello Indri hala kadroda bulunuyoruz. Müzik
artık daha az agresif ve daha zengin sesler içeriyor. Artık
daha çok temiz gitar, daha fazla elektronik sesler var ve
çok sayıda konuk sanatçı müziğimize duyguları aracılığıyla iletişim kuruyorlar. (Burada hepsinden bahsedemiyorum, ama perküsyon, keman, cello, vibrafon, kontrabas,
flüt, klarinet gibi bir sınıflandırma yaptık.) Bazen yönü
değiştirme ihtiyacı hissediyorum. Tabii ki, hala bir besteci olduğumu sayarsak, hala geçmişte yaptığımız şeylerle
bağlantı noktaları var, ve metal elementleri tamamen
yok olmadı. Benim düşünceme göre yapılan müzikte yeni
birşeylere bakmak tek gerçek progresif tavrıdır.
- Principium ile başlayarak, zamanla müziğinize daha sert
tarzları eklediniz ve Prog-Rock yanınızı biraz rafine ettiniz
ama kompleks ve deneysel tavrınızı azaltmadınız. Grubu-
nuzdaki bazı elemanlarda bazı metal müzik projelerinde
yer aldı. Bu müziğinizin doğal gelişimi miydi? Günümüz
metal müziği hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Rock tarzlarının “kendini ima eden” ayrıcalıklı bir tavrı
vardır, metal müzikte istisna değildir. Müzik bestelemek
ve aranje atmak için yeni yollar denemek müziğinizi canlı
ve taze tutmak için tek yoldur. Elbette bazı çok ilginç
metal grupları var (Tool, örnek olarak, ya da Khanate,
Sunn O))), Khlyst gibi bazı uç gruplar...)Yine de ana akım
metal müziğiyle ilgili bazı problemlerim var, bana heyecan vermiyor ve özellikle enteresan bulmuyorum. Biraz
eski geliyor ve çoğu zaman, sahip olunan “maço” tavır
beni biraz güldürüyor.
- İtalya kendi içinde tanımladığı Senfonik/Progresif Rock
tarzıyla ünlüdür. Premiata Forneria Marconi, Le Orme,
Banco Del Mutuo Soccorso gibi gruplardan etkilendiniz
mi? Öyleyse, en beğendiğiniz İtalyan-Prog grupları nelerdir ve tarzla ilgili genel düşünceleriniz nasıldır?
Saydığınız bazı grupları çok beğeniyorum, özellikle Le
Orme, Banco del Mutuo Succorso ve Area ve bazı adını pek
duyuramamış, pek bilinmeyen gruplar... İnanılmaz Rock
gruplarıydılar ve hala oldukça iyi tınlıyorlar. Bu gruplardan bazılarının Garden Wall müziğinde ya da benim şarkı
yazmamda etkisi olup olmadığını söyleyemem, ama tahmin ediyorum ki her müzisyenin müzikal altyapısı, kendi
müziğinden bir şekilde etkileniyor. Ben bu grupları dinleyerek büyüdüm (ve Genesis, Van Der Graaf Generator,
King Crimson gibi klasik progresif gruplarını...), bu grupların getirdiği progresif tavra, basitçe onlara öykünerek
ihanet etmekten kaçınmak yapmaya çalıştığım şeydir.
Progresif sahnesindeki en büyük problem budur. Rock müziğin sınırlarını ilerletmeye çalışan “gerçek” Prog-Rock
vardır, Ve müthiş yetmişler sahnesine takılı kalmış çok iyi
gruplar vardır. Bu bir tavırdır ve risk almak, yeni şeyler
denemek, hatta bazen hatalar yapmak, “moda”ya karşı
olmak anlamına gelir. Moda güven verir, fakat efsanevi
grupların geçmişte yaptıklarının üzerine yeni ve heyecanlı hiçbir şey getirmez. Garden Wall “progresif tavır
yaklaşımı”na sahip olduğu için gurur duymaktadır, sıradaki albümümüzde görecek ve dinleyeceksiniz. (Mellow
Records tarafından 2009 içinde yayınlanacak gibi görünüyor ve albümün adı “Assurdo”, İtalyanca “absürd”
anlamına gelen bir kelime...)
- Garden Wall oldukça artistik imajlar kullanmasıyla da
biliniyor. Özellikle ilk dört albümünüzde oldukça artistik kapak resimleri var. Bu imajların arkasında bazı hikayeler veya mesajlar var mı?
Farklı sanatların rock müzik ile çatışma olasılığını her
zaman sevmişimdir. Kelimeler ve müzik arasında bir iletişim vardır, ve müziğin içinden bir bilinç akımı gibi (James Joyce’u burada alıntılamak gerek) fışkıran imajlar
vardır. Bu resimlerin bazıları babam tarafından yapıldı,
gerçekten güzel bir iş başardı, bazı resimlerinin oldukça heyecan verici olduklarını düşünüyorum. Sonrasında
Giulio Casagrande adında bir bilgisayar grafik artistiyle
birlikte çalışmaya başladım. Müziğimin başka insanlarda ne tür imgeler uyandıracağı konusunda her zaman
merak duyarım.
- Yirmi seneye yakındır aktif olmasına rağmen, Garden
Wall pek dikkat çekmedi ve fazla bilinmeyen bir grup
olarak kaldı. Bu durum grup için problem yarattı mı? Ve
artan internet kullanımının Garden Wall’un ismini daha
çok duyurduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır, hiç bir problem olmadı. Hepimiz çaldığımız müziğin geniş kitlelere ulaşamayacağını biliyoruz. İnsanlar,
önceden dediğim gibi, rahatlık verici müziklere bakar-
lar, bazı klişelerin kalkanı arkasında durmak size hiçte
bir zorluk vermez, risk edecek hiçbir şey yoktur, sadece eğlencelidir. Bunun yanında, bizim yaptığımız şey
bazen rahatsız edici olabiliyor. Ama ben birkaç ruh ile
bağlantı kurabilirsem, bazı “yaralı melekler”e (Büyük
İtalyan sanatçısı Guido Ceronetti tarafından verilmiş bir
ifadedir.) ulaşabilirsem, hedefime ulaşmış olurum. Kendimi tedavi etmek amacıyla beste yaptığımı her zaman
söylerim (ne yazık ki hepsini yayınlama şansım yok, 100
adet kaydedilmeye hazır şarkım olduğunu bir düşünün.)
ve başkalarına da yardım edebilirsem... Bu harika bir
şey... Öyleyse, hiçbir zaman “market” sorularını düşünmediğimi de sayarsak, küçük bir Rock grubu olmak
benim için gerçekten birt problem değil ve tahmin ediyorum ki, gruptaki diğer çocuklar içinde aynı şekilde...
- İnternet meselesi açılmışken, internetten müzik ticareti/paylaşımı hakkında düşüncelerin nelerdir?
Bir önceki cevapla bağlamak istiyorum... Kurumsal
amaçları düşünmediğim sürece (ve bu aynı zamanda
Garden Wall’un her zaman eksi olduğu bir konudur), insanların müziğimi bedavaya indirmesi veya CD’lerimizi
alması beni çok ilgilendirmiyor. Benim için gerçek önem
taşıyan şey, olabildikçe çok insana ulaşabilmek, mümkün oldukça fazla “yaralı melek” ile iletişime geçebilmek... Önceden profesyonelliğin sanat ile uyumsuz
olduğunu söylemiştim, hala böyle düşünüyorum. Bu
nedenle beyler bayanlar, müziğimi hiçbir şekilde pişmanlık duymadan indirin ve içinizde birşeyler kıpırdadıysa beni haberdar edin. (E.D: Sen gel, günümüzdeki
en kaliteli müzikleri yapan adamlardan birisi ol ve bu
derece de samimi şekilde ticari boyutları reddet. Bizim ülkemiz sanatçı(!)ları da “Villa alamıyoruz, araba
değiştiremiyoruz” diye meclise yürüsün. Ne ilginç lan
bu dünya...)
- Son albümleriniz etnik müziklerden yana çeşitli etkiler
taşıyor. Hangi bölge ve ya ülkeler bu etkileşimler bazında
ilginizi çekti? Hiç Türk Halk Müziği dinlediniz mi?
Günümüz “Avant-Garde” müziğinde asıl olay birçok müzikal geleneğin birbirine bulaştırılmasıdır. (Şaşırtıcı şekilde
bu kelime biraz negatif bir anlama sahip...) Ana altyapıyı
veren klasik Progressive Rock müziği var, yirminci yüzyıl
akademik müziğine sevgim var, biraz Jazz etkileşimleri
var ve evet, biraz etnik etkileşimler de var. Ben Slovenya
sınırına yakın bir bölgede yaşıyorum, dolayısıyla yaşadığım bölge doğu ve batı kültürleri arasında her zaman bir
köprü olmuştur. Memleketim Türk ordusu tarafından geçmişte istila edilmişti, dolayısıyla bazı ölçülerde (genelde
baskın Phyrgian ölçüsü...) sizin müzikal geleneklerinizin
bıraktığı belirli bir etkileşim var. Raffaello, solo gitaristimiz, bir tatilini İstanbul’da geçirdi ve bazı Türk enstrumanlarıyla döndü. (“Bağlama” olarak bilinen enstrumanı
gelecek kayıtlarda kullanmayı planlıyoruz!) Sizin halk
müziğinizin gerçekten harika olduğunu ve Avrupa müzik
kültüründe önemli bir gelenek olarak durduğunu düşünüyorum.
- Sesinizi oldukça teatral bir şekilde ve özgün bir anlayışla kullanıyorsunuz. Şarkı söyleme olarak etkilenimleriniz
nelerdir? Kişisel olarak sert söyleme stilinizi Amerikalı
deneysel müzik grubu Swans’ın vokali Michael Gira’ya
benzetiyorum. Swans’ı dinlemiş miydiniz?
Bazı Swans işlerini seviyorum. (The Great Annihilator
albümü gerçekten harika...) ama onları henüz keşfettim dolayısıyla üzerimde etkileri olduğunu söyleyemem.
Başlangıçta “normal” olarak söylüyordum, sonra, Peter
Hammill’in değişken stilinin etkisiyle, herşeyi emprovize etmeye başladım. Stüdyoda ve hatta konserlerde
yapmaya çalıştığım şey, sözleri, anın moduna göre “kısa
devre” yapmaktır. Bu tarz söylemeye “kalpten hissedilen
emisyonlar” adını verdim, bunun “iyi söyleme” ile hiçbir
alakası yok. Sesimin dönemeçlerindeki bu “istenmeyen”
sesleri bulup onların üzerinde uğraşmaya çalışıyorum.
Birçok vokalist, seslerini “vokalleri” söylemek için kullanırlar, tabii ki bende bunu yapıyorum, ama “r”, “s”, “f”
gibi ünsüz harfler ve “gh” ve ya “ch” gibi gırtlaktan sesler
keşfedilmelidir. İlginçtir ama değişken sesler bu harflerden fışkırabiliyor. Stüdyoda genel olarak gerçekten çok
az zaman harcıyorum, çünkü herşey emprovize olarak
gerçekleşiyor ve çoğu zaman ilk denemeye yöneliyorum.
Her müzisyenin kendisine ne doğal geliyorsa onu yapması
gerektiğini düşünüyorum, eğer birşeyin size uymadığınu
düşünüyorsanız, devam edin ve başka bir şey deneyin.
(Hangi enstrumanla uğraşırsanız uğraşın bu böyledir) Vokalistler bazen çok fazla narsist olabiliyorlar. Kendinize
hayranlığı ve gururu bırakın, kendinize özgü şekilde şarkı
söylemek, stilistik açıdan mükemmel olmaya çalışmaktan
kesinlikle daha ilginç ve hareketlidir.
- MySpace sayfanızda ‘90lar döneminizi tanımlamak için
“Tiyatro Metal” terimini kullanıyorsunuz. 90’lardaki albümleriniz daha dengeli Progressive Rock/Metal yapısına
sahipken, 2000’lerdeki albümleriniz daha sert, çeşitli ve
Avant-Garde dokunuşlar içeriyor. Chimica ve Forget The
Colours arasındaki beş yıllık arayı göz önüne alırsanız,
müziğinizin dramatik bir şekilde değiştiğini düşünüyor
musunuz?
Önceden dediğim gibi, bazen yön değişikliği ihtiyacı hissediyorum. Kendi tarzım içerisinde kapana kısılmak istemiyorum, aynı şekilde herhangi bir klasik Rock grubunu
da taklit etmek istemiyorum. Herşey doğal olarak geldi.
Ve Assurdo, gayet doğal bir şekilde önceki iki albümümüzden oldukça farklı olacak. (Forget The Colours ile
başlayan üçlemenin üçüncü kısımı olmasına rağmen...)
Şu an elektronik sesleri, akustik enstrumanları ve gitarları birleştirmekle ilgileniyorum. Bu herhalde gelecekteki
birkaç üründe daha devam edecek ama sonra, eminim ki
yine bir yön değişikliğine gideceğim, kendime özgü besteleme tarzımı altyapım ve kendimi tedavi etme ihtiyacımla (benim için ana konsept budur) beraber korumaya
devam edebilmem için...
- MySpace sayfanızda Forget The Colours ile birlikte başlayan üçlemenizin son kısmını oluşturacak Assurdo isimli
albümün üzerinde çalıştığınızı duyurdunuz. Nasıl olacağı hakkında ipuçları verebilir misiniz? Son iki albümden
daha deneysel bir albüm mü beklemeliyiz?
Sorunuzu önceki yanitlarda bir parça cevapladım. Assurdo
elektronik sesler, gitarlar, akustik enstrumanlar arasında
“yapı” açısından gerçekten büyük bir ihtilaf olacak ve
Heavy Rock, romantik Progressive, etnik müzik, Jazz kısımları, Funk dokunuşları, Trip-Hop anları ve Avant-Garde
harmonik çözümler arasındaki, kesin şekilde müzikal açıdan büyük bir iletişim içerecek. Şimdiden meraklanmış
olmalısınız.
- Hiç, The Bride Of The Wind gibi parçalara benzer şarkılardan oluşan tamamen akustik bir albüm yapmayı düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum. Assurdo, birçok açıdan, ayrıcalıklı bir senfonik eser... Demek istediğim, albümü farklı bir şekilde
mikslerseniz herhalde içinden başka bir albüm elde edebilirsiniz. Bu beni heyecanlandıran birşey... Bir şarkıyı
tamamen farklı bir anlayışla mikslenmiş olarak almak ve
kimsenin bunun daha önceden dinlediği şarkı olduğunu
söyleyememesi... Birçok fikir var ve bu belki gelecekte
yapacağım bir deney... Farklı bir ad ile albümü yayınla ve
kimse tanıyacak mı, seyret! Birgün Assurdo’yu tamamen
zıt olarak kaydetmek istiyorum... tek gitar, biraz elektronik sesler ve benim sesim. Garden Wall çerçevesi altında
mümkün mü bilemiyorum ama belli olmaz.
- ‘90lar döneminiz, keyboard müziğiniz önemli bir parçasıydı. Son iki albümünüzde keyboard rollerini azalttınız
ve daha gitar odaklı müzik yaptınız. Yeni albümde tekrar
keyboard kullanacak mısınız yoksa artık sıkıldınız mı?
Keyboard kullanımına geri döeneceğim. Sololar dışında
kendim çaldım. Ama keyboard kullanımı doksanlarda Mauro Olivo’nun yaptıklarına benzemeyecek. Genel olarak
bilgisayarımı sampler olarak kullandım. Gitarlarla ilgili
sorun onların sadece gitar olarak tınlaması! Tabii ki son
albümlerde yaptıklarımızdan gurur duyuyorum. Ama,
yine, değişim zamanı!
- Dream Theater, Opeth ve ya Pain Of Salvation gibi güncel Progressive Metal gruplarını takip ediyor musunuz?
Evet... Ama genel olarak Prog-Metal sahnesine aşırı hayran değilim. Bütün gruplar aynıymış gibi geliyorlar. (Birçok tarzın yaşadığı bir felaket dürüst olmak gerekirse...)
Opeth iyi bir istisna, onlar gerçekten harikalar... Dream
Theater’ı artık dinlemiyorum, önemli bir gruptular ama
artık çok fazla kendilerine referans verdiklerini düşünüyorum. Ve, tabii ki, Dream Theater klonlarını dinlemiyorum! Birkaç aydır oldukça fazla elektronik müzik dinliyorum, bunu “yeni” ve heyecan verici buluyorum. (Genoma
adında bir elektronik projem var, YouTube’da “GenomaMicroscopia” adıyla bir video bulabilirsiniz., Trieste’de
Luigi Nono Contemporary Music Festival’de sunduğum
birşey...) Ve şu sıra hayran olduğum güncel şeyler var.
Bu aralar metal hiç dinlemiyorum. Biliyorum ki bu değişecek. Bir dinleyici olarak bile çok farklı anların arasında
gidip geliyorum, üç dört sene önce sadece Pantera ve
Death dinliyordum!
- Sorumlarım bu kadardı ve zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Türkiye’ye herhangi bir mesajınız var mı?
Hepinizi selamlamak istiyorum, desteğiniz ve takdiriniz
için çok çok teşekkürler ve sizin güzel ülkenizi birgün
ziyaret etmeyi ve harika kültürünüzle tanışmayı umut
ediyorum. Batı Avrupa’da herkes dar görüşlü değil, umarım Türkiye çok yakında Avrupa Birliği’ne girer. İtalyan
olmaktan yana çok gurur duymuyoum, son zamanlar ülkemde çok fazla ırkçılık var ve bu benim utanmama neden oluyor! Her neyse, bu konuları konuşmak için yeri
değil... Ben ve kız arkadaşım ülkenize gelmek konusunda
birkaç gün önce konuşuyorduk... Belki, kim bilir, para bulabilirsem (Sosyal hizmetlerde çalışıyorum ve gerçekten
az para kazanıyorum)... Umarım yakında görüşürüz!
EMRE DEDEKARGINOĞLU
- Hi there! You released your last offering, Aliena(c)tion
some time ago last year. According to the tracklist, it
features three unreleased tracks and four live recordings
from your ’90-s era. Does these unreleased tracks are the
“re-recorded” ones from the demo you released with the
same name at 2000? Do these songs can be get as “clue”
for your new album? I could only listen to Patogenesi and
my impression was it was very technical.
Hi guys and thank you for your interest in Garden Wall’s
music...the three unreleased songs you asked me about
are exactly the same of the 2000 demo, they were simply remastered in another and better way and no, they
don’t give any idea about what will come next...they
were really “seminal” at that times, records like “Forget
the Colours” and “Toward the Silence” took these songs
as a starting point. But what we’re doing now is pretty
different...there’s been a big change in Garden wall’s
line-up recently (only me and the lead guitarist Raffaello
Indri are still there)...the music is now less aggressive
and more rich in sounds...there are a lot of clean guitars,
tons of electronics and lots of guest musicians interacting with their sensibility with our music (I just can’t mention them all, but we have assorted percussions, violin,
cello, vibraphone, double bass, flute, clarinet, etc...)...I
sometimes feel the need to change direction...of course,
assuming that I’m still the “songwriter” there are also a
lot of connection points with what we did in the past,
and the “metal” elements didn’t vanish completely...
looking for something new in one’s music is the only real
progressive approach in my opinion.
- Starting with Principium, you gradually combined more
heavy styles to your music and refined your Prog-Rock
vibe a bit but you did not lessened your complex and experimental approach. Some of the members of the band
also involved in some metal projects. Was it a natural
progression of your sound? What are your thoughts about
today’s metal music?
I think rock genres have a peculiar tendency to be selfreferential, metal music is no exception. Experimenting
new ways to compose and to arrange music is the only
way to keep your music alive and fresh. Of course there
are some very interesting metal acts out there (Tool, for
example, or some extreme combos like Khanate, Sunn
O or Khlyst to name but a few), I’ve got some problems
with the mainstream metal anyway...it gives me no vibes
and I don’t find it particularly interesting. It sounds quite
old and, most of the times, its “macho” attitude makes
me laugh a bit.
- Italy is very famous with its own-defined Symphonic/
Progressive Rock genre. Are you influenced from the
bands like Premiata Forneria Marconi, Le Orme, Banco
Del Mutuo Soccorso etc...? If so, what are your favourite
Italian-Prog bands and how are your general ideas about
this style?
I adore some of the bands you mentioned, expeccialy Le
Orme, Banco del Mutuo Soccorso and Area and also some
more obscure and underrated groups...they were incredible rock-bands and they still sound fantastic...I can’t say
if some of those acts had an influence on Garden Wall’s
“Download my
music with
no regrets!”
music or on my songwriting, but I guess that the musical
background of every musician tends to jump out from his
music somehow...I grew up listening to these bands (and
to the classic progressive acts such as Genesis, Van Der
Graaf Generator, King Crimson, etc...), what I try to do is
not betraying their progressive attitude by simply trying
to emulate them...this is the biggest problem in the progressive scene. There’s an “actual” prog-rock which tries
to push the boundaries of rock music ahead and there are
a lot of very good bands that play like they were caught in
the fabolous seventies...it’s the “attitude”, which means
taking risks, trying something new and sometimes even
making mistakes, against the “style”...the style is reassuring but brings nothing new and exciting to what those
mytical bands did in the past. Garden Wall are proud to
own to the “progressive attitude approach” as you will
see and listen with the upcoming album (likely to be realesed by Mellow records in 2009 and entitled “Assurdo”,
the italian word for “absurd”).
- Garden Wall is also known for its usage of highly artistic
images. Especially your first four albums have very artistic album covers. Are there some stories or messages
behind them each?
I always loved the chance to make different arts collide
in rock music...there’s the interaction between words
and music, and there are the images that gush out like a
stream of consciousness (to quote James Joyce) from the
music itself. Some of the paitings were done by my father,
he did really a great job, I really think some of his pictures are just amazing. Then I started to collaborate with
a computer graphic artist called Giulio Casagrande...I’m
always curious to see what kind of images my music can
evoke in another person.
- Although being active for nearly twenty years, Garden
Wall could not get much public attention and remained
as an obscure band. Does this situation lead problems for
the band? And do you think that with the spreading usage
of Internet, Garden Wall has gained more attention?
No, there were no problems at all...we all know that the
music we play can’t reach a large audience...people, as I
said before, tends to look for reassuring music, being behind the shield of some clichè gives you no complications
at all, there’s nothing to risk, it’s just fun. On the other
hand what we do can be discomforting sometimes...but
if I can connect to some soul, to some “wounded angel”
(an expression by a great italian artist named Guido Ceronetti) out there my target is reached...I always say that I
compose music just to cure myself (unfortunately I don’t
have the chance to release all...just think about the fact
I’ve got more than 100 songs ready to be recorded!), and
if I can help somebody else...it’s just fantastic! So, assuming that I never think about “market” questions, being a small rock band isn’t really a problem for me and, I
guess, for the rest of the guys.
- By the way, speaking the case of Internet, what are
your thoughts about online music trading thing?
I just want to connect to the previous answer...as long
as I don’t think about the commercial aspect (and this is
what Garden Wall always missed somehow) I just don’t
care if people out there downloads my music for free or
if they buy our Cds. What has a real importance to me
is trying to reach as many people as possible, getting
in touch with as many “wounded angels” as possibile...I
once said that I find professionalism incompatible with
art...I still think so...so guys...download my music with
no regrets at all and liked me know if something moved
inside of you!
- Your last albums show many varied influences from ethnic music. Which regions or countries caught your attention in terms of these influences? Do you ever listened to
Turkish folk music?
I think the main thing in nowadays “avantgarde” music is the contamination (surprisingly a word with some
“negative” sense) between as many musical traditions
as possible. There’s the classic progressive rock music
which gives me the main background, there’s my love
for XX century academical music, there are some jazz
influences and yes, there are some ethnic influences as
well. I live close to the slovenian border, so my region
has always been a kind of bridge between western and
eastern cultures...my land was invaded by turkish armies
in the past (the so called Akingy), so there’s this evident
influence of your musical tradition in the use of some
scales (mainly the dominant phrygian scale)...Raffaello,
the lead guitarist, spent a vacation in Istanbul and came
back with some turkish instruments (we’re planning to
use one of them, called “Bağlama”, in some next recordings!). I really think your folk music is fantastic and
stands as a very important tradition in the european
musical culture.
- Alessandro uses his voice theatrically and in a very
unique approach. What are his influences in terms of
singing? I, personally, resemble his extreme singing
style to US-experimental band Swans’ singer Michael
Gira. Did he listen to Swans?
I just love some Swans stuff (“The Great Annihilator”
album is really great)...but I discovered them recently
so I just can’t say it’s an influence for me...at the beginning I sang in a “normal” way, then, starting mainly
from Peter Hammill’s moving style, I began to improvise
everything...what I try to do in the studio and even in
the live gigs is to “short-circuit” the lyrics with the mood
of the moment. I called this way of singing “heart-felt
emissions”...it has nothing to do with the idea of “singing well”. I try to find, within the bends of my voice,
those “unwanted” sounds and work on them...most of
the singers use their voice to sing “vocals”, of course
I do it as well, but the “consonants” like “r”, “s”, “f”
etc. and some guttural sounds like “gh” or “ch” must
be explored. Weird but moving sounds can gush out
from them...I usually spend really few time in the studio., because everything is improvised and most of the
times I just go fot the first take. I think every musician
should do what comes naturally for him, if you feel that
something is not confortable for you...go ahead and try
something different (this is true whatever instruments
you deal with). Singers are sometimes a little bit too
narcisistic...give away narcisism and pride...singing
your very own way will be surely more interesting and
moving than trying to be stylisticcaly perfect.
- On your MySpace page, you use a term “Theatre Met-
al” to define your ’90’s era works. While your works in
‘90’s had balanced Progressive Rock/Metal sound, your
‘00’s era works are more heavy, varied and have some
Avant-Garde feeling. Considering the five years break
between Chimica and Forget The Colours, do you think
your music dramatically changed?
As I told you before I sometimes feel the need of a direction chance...I don’t want to be trapped in my own
style just as much I don’t want to “imitate” any of the
classic rock bands...it came out naturally...and “Assurdo” will just as naturally be completely different from
our last two albums (though it’s the 3rd part of a kind
of trilogy began with “Forget the Colours”)...at the moment I’m interested in making electronics, acoustic instruments and guitars collide...this will probably last
for some more works in the future...but then, I’m sure
I will chance direction another time always keeping
my own songwriting style, with my background and my
need to cure myself (this is a core concept for me).
- You announced on your MySpace page that you are
currently working on the final part of the trilogy that
started with Forget The Colours and it’s name will be
Assurdo. Can you give some hints about how will it
sound? Should we expect more experimental release
than the last two?
I just partially answered your question during the
interview...”Assurdo” will really be a kind of huge collision between electronics, guitars, acoustic instruments
from the “sound” point of view, and a big interaction
between heavy rock, romantic progressive, ethnic music, jazz isles, funky touches, trip-hop moments and
avantgardish harmonical solutions from the strictly musical point of view...You should be pretty curious now!
- Do you ever considered to make a fully acoustic al-
bum, with tones like The Bride Of The Wind?
I do...”Assurdo” is, for many aspects, a peculiar symphonic work...I mean, if you mix the album in a different way you could probably have another album out of
it. This is something that excites me...having a song
mixed in a totally different manner that no-one can tell
is the same song he just listened to before...there are
really tons of ideas and it’s an experiment that I will
maybe do in the future...release it with another title
and see if somebody recognise it!...I’d like to record
“Assurdo” opposite one day...one guitar, few electronics and my voice...I don’t know if this will be possibile
within the frame of Garden Wall, but who knows...
- During your ‘90s era, keyboard was an integral part of
your sound. With your last two albums, you lessened
the role of keyboards and started to make more guitaroriented music. Will you use keyboard sounds in your
next album? Or you grown tired with it?
I will go back to keyboards...I played them myself
(except for the solos)...but the use of keyboards will
not be similar to what Mauro Olivo was doing in the
nineties...I mainly used my computer as a sampler...
the problem with guitars is that they just sound like...
guitars! Of course I’m really proud about what we did
in the last albums...but, again, it’s time for a change!
- Do you follow the contemporary Progressive Metal
bands like Dream Theater, Opeth or Pain Of Salvation?
I do...but I don’t go mad for most of the prog-metal
scene...it seems all the bands sound the same (a disease most of the genres suffer to be honest)...Opeth
are a good exception, they’re really fantastic...I don’t
listen to Dream Theater anymore, they’ve been important but now I find them too self-referential...and, of
course, I don’t listen to Dream Theater clones! I’m listening to a lot of electronic music in the last months, I
find it “new” and exciting (I’ve got an electro project
called Genoma, you can find a video on youtube “Genoma-Microscopia”, it’s something I presented to the”
Luigi Nono Contemporary Music Festival” in Trieste)...
and to my beloved contemporary stuff...no metal these
days...I know it will chance...even as a listener I go
through many different moments...three or four years
ago I was listening only to Pantera and Death!
- This is the end of my questions and I would like to
thank you for giving your time . Any messages to Turkey?
I’d like to salute all of you guys, thank so very very
much for your appreciation and support and I just hope
to come and visit your beautiful country and meet your
great culture one day. Not all are closed-minded here
in western Europe, and I do hope Turkey will soon enter
European community...I’m not so proud of being italian, in these days there’s a lot of racism in my country,
this makes me geel ashemed! Anyway, this is not the
right place to talk about that...me and my girlfriend
were talking about coming there some days ago...so,
who knows, if I’ll find the money (I work in social facilities and earn really few money!)...hope to see you
soon!
PS: I hope you will be more recognised in the scene
soon, ‘cause you deserve it. :)
Thank you so much my friend, it’s been a great pleasure
to answer...your support is more than needed here...
knowing that somebody out there cares about my mad
music gives me a great stimulus to carry on...a strong
embrace from Italy.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Sanata olan yaklaşımıyla ünlü İtalya’dan çıkma bir grup
Garden Wall... Genesis’in milat öncesi adını almalarından
da anlayabileceğiniz gibi progresif müzik yapan bir
topluluk... Müzik sahnesinde yirmi seneye yakındır aktif olmalarına rağmen, gerek ticari kaygılardan uzak
olmaları, gerek ana akıma uzak bir müzik yapmaları ve
oldukça küçük bir firmayla çalışmaları nedeniyle, çok
küçük bir kitleye sesini duyurabilmişler. Müziklerini Progressive Rock ve Metal arasında kurgulayan grup, internet iletişiminin yaygınlaşmasıyla adını bir nebze daha
duyurabilmişse de progresif müzik sever birçok kişi için
keşfedilmeyi bekleyen hazine olarak duruyor.
Grubun beyni olan Alessandro Serravalle, ropörtajda
da görebileceğiniz gibi tam bir sanat tutkunu ve Progressive Rock/Metal dışında birçok müziği takip eden
bir müzisyen... Garden Wall’un şu an birçok dinleyeni
tarafından orijinal bulunmasının nedeni de bu adamın
müziğe bakış açısından kaynaklanıyor. Deney yapmaktan, ilerlemekten, farklı müzikleri tarzına yedirmekten
korkmayan bir adam Alessandro, dolayısıyla grubunun
bir sonraki albümde ne yapacağını kestirebilmek çok
güç... Aynı zamanda oldukça “obscure” olmaları, zayıf
bir plak şirketinde kontratlı olmaları, albümlerinin öyle
nette kolay bulunamaması gibi nedenler de çok fazla
kişiye ulaşmalarına engel oluyor. İtalya, ‘70lerde oldukça güçlü bir Progressive Rock akımı çıkartmıştı kendi
içerisinden, Genesis, van der Graaf Generator, King
Crimson gibi grupların etkisini kendi sanat anlayışlarıyla
birleştiren İtalyalılar, Le Orme, Premiata Forneria Marconi, Area, Banco del Mutuo Soccorso, Museo Rosenbach gibi oldukça önemli gruplar çıkarmış ve buzdağının
görünmeyen kısmında ise birçok bilinmeyen ama yine
oldukça değerli işler yapan gruplar türemişti. Garden
Wall’da bu akımın devamında gelen temsilcilerden birisi
aslında... İtalya bilindiği gibi, Progressive Rock’ta kendi
alt tarzını yaratsa da metal müzikte hiçbir zaman o kadar söz sahibi olamadı. Rhapsody (Of Fire)’ın başarısı
üstüne artık ishal gibi çoğalan karbon kopya Power Metal gruplarının ziyanı içerisinde İtalya’daki metal müzik
piyasası genel olarak ana akımdan uzak bir piyasa ve
günümüz internet olanakları sayesinde ancak haberdar
olabildiğimiz gruplara sahipler... Lacuna Coil’in ülkeden
çıkan güncel en büyük Metal grubu olması, İtalya’da
Gothic ve Doom Metal’e olan ilgiyi arttırdı. Bunun
yanında, İtalya’da Dream Theater ekolünden gelişen
bir Progressive Metal sahnesi de var fakat bu gruplar da
çoğunlukla orijinal olmaktan uzaklar... Garden Wall bu
durumda istisna iken, ne yazık ki olması gerekenden çok
daha geride kalmış bir grup olarak göze çarpıyor.
Seksenlerin sonunda İtalya’nın Friuli-Venezia Giulia bölgesinde kurulan Garden Wall, ilk albümü
Principium’u çıkardığında takvimler 1993 senesini gösteriyordu. Progressive Metal’in yavaş yavaş yükselmeye
başladığı yıllardı. Garden Wall debut albümüyle Progressive Rock ve Metal arasında bir çizgi tutturmuştu,
çoğunlukla atmosferik enstrumental kısımların yer
aldığı albüm ‘70ler Progressive Rock tarzından oldukça etkiler taşıyordu. Grup, doksanlar boyunca bu
albümden aldığı ivmeyle doğal bir gelişim sergiledi,
’94 senesinde çıkardıkları Path Of Dreams ile yine Progressive Rock/Metal arasında tuttukları çizgilerini ilerlettiler, ‘95’te The Seduction Of Madness ve ‘97’de
Chimica albümleri grubun klasik çizgisinin gün geçtikçe
Progressive Metal’e kaydığının göstergesi olan albümler oldular. Garden Wall’un en büyük silahı, kompleks
ve ilerici bir grup olmasının yanında, birçok grup gibi
tamamen eskilerin mirasının üzerine birşeyler koymaya
çalışmamasıydı. Senfonik bazlı klavye partisyonlarını,
güçlü gitar kısımları ve Alessandro’nun kesinlikle farklı
vokal numaralarıyla birleştiren grup, içerdiği teknik ve
kompleks anlayış ile de öne çıkmaktaydı. Yeri geldiğinde
duygu dolu, yeri geldiğinde ise oldukça kaotik melodiler
ile işlenen atmosfer ise grubun müziğini daha da ilerilere taşımaktaydı.
Grup, Chimica albümünden beş sene sonra Forget The
Colours albümüyle sessizliğini bozduğunda yine dinleyenlerini şaşırtmıştı. Death, Cynic, Atheist, Tool gibi
grupların etkisiyle, grubun Progressive Rock yanı rafine
edilmiş, oldukça teknik bir müzikal yapı kullanılmıştı.
Klavyenin rolü en aza indirgenmiş, Alessandro’nun
vokalleri ise sıradışı bir hal almıştı. Müziğe eklenen Balkan yerel müzikleri etkileşimleri ve Jazz tatları ise ayrı
bir hava katmıştı. Grup, 2005’te Towards The Silence
albümü yayınladı, albüm öncülüne benzer bir şekilde
oldukça güçlü, sert ve teknik bir albümdü.
Grup şu an Forget The Colours ve Towards The Silence
ile gelişen üçlemeyi sonlandıracak Assurdo albümü üzerinde çalışıyor ve ropörtajda da okuyacağınız gibi Alessandro albümden yana çok umutlu ve oldukça farklı bir
albüm beklememizi söylüyor. Söz konusu grup, müzik
dünyasındaki en sıradışı gruplardan birisi olduğundan
ne ile karşılaşacağımızı kestirmek oldukça güç... Grupta
yine radikal bir kadro değişimi söz konusu olduğundan
kesin diyebileceğimiz tek şey Garden Wall’un tekrar bir
değişim sürecinde olduğudur.
Grubun ‘90larda yayınlanan albümleri ne yazık ki o albümleri basan plak şirketi şu an aktif olmadığından pek
kolay bulunmuyor, son üç albümü ise internette çeşitli
sitelerden edinmeniz mümkün... Progressive/Senfonik
Rock sevenler için ilk üç albüm, teknik ve kaotik metal
sevenler içinse son iki albüm mutlaka dinlenmesi gereken eserlerdir denebilir. Kariyerinde yedi tane hiçbiri
vasat olmayan albüm bırakan bu İtalyalı grubu kısaca
sizlere tanıtmak istedik. Progressive Metal ve ya Rock
seviyorsanız, özgün ve orijinal işlere kulak vermek
istiyorsanız Garden Wall’a mutlaka kulak vermelisiniz.
Principium - 1993
Path Of Dreams - 1994
The Seduction of Madness - 1995
Chimica - 1997
Forget the Colours - 2002
Towards the Silence - 2004
Aliena(c)tion - 2008
Ülkemizde son dönemin oldukça popüler topluluklarından, Rock'N'Roll'un
yeni yüzü Art Niyet, ilk albümünün çalışmalarına geçtiğimiz günlerde
başladı. Vokalde Berrak Saka, gitarlarda Tarkan Gürol ve Kerem Beşli,
basta Kaan Dirgin ve davulda Onur Üçer kadrosuyla tam gaz yola devam
eden topluluk, gerek müzikal, gerekse görsel açıdan son derece ciddi bir
çalışma içerisinde.
www.myspace.com/artniyet
www.art-niyet.org
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’da verdikleri konserdeki şovlarıyla adından
daha da söz ettiren topluluk, saf Rock’N’Roll soundunu sahnede de başarıyla
yansıtıyor. MySpace’de parçalarının dinlenme sayısı 40.000’lere 50.000’lere
ulaşan topluluk, toplamda 120.000’i aşan ziyaretçi sayısıyla da dikkat çekiyor.
Albüm hazırlıkları esnasında stüdyoda yakaladığımız grubun Siyah Beyaz’a özel
fotoğraflarıyla sizleri başbaşa bırakırken, grubu takip etmenizi de ısrarla tavsiye ediyoruz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Progressive Metal denince aklımıza ilk hangi grup gelir? Tabii ki Dream Theater... Amerika’nın üç büyüklerinden ticari anlamda en başarılı isimi olan Dream
Theater, ülkemizde de progresif müzik severlerin en
çok bildiği ve sevdiği gruptur. Fakat, Dream Theater’ın
damgasını vurduğu ‘90lardan önce bu işi ‘80lerden beri
geliştiren ve kurallarını koyan iki grubumuz daha vardır. Yine Amerika’dan Queensryche ve Fates Warning...
Queensryche, Operation: Mindcrime albümüyle elde
ettiği haklı başarı ile ülkemizde de bilinir dinlenir bir
grup olmuştur. Fakat yazımızın konusu olan diğer isim,
Fates Warning, özellikle ülkemiz sınırlarında değeri bilinmeyen bir grup olarak kalmıştır. Öyle ki dört sene
önce ülkemize geldiklerinde, adlarına yakışmayan bir
mekana ve sahneye mahkum edilip çok az kişiye çalmışlardır. Fakat, söz konusu grup, Dream Theater’dan
önce yola çıkmış ve Progressive Metal’de zirve sayılacak eserlerden bazılarını bizzat vermiş ve aynı Dream
Theater gibi, bir “okul” olmuş, birçok yan projeye eleman vermiş oldukça önemli bir gruptur.
doğru atılmış bir adımdır. Iron Maiden etkileşimi hala
mevcuttur ama ilk albüme göre azaltılmış, yerine Speed/Power Metal etkileri gelmiştir ve grup yavaş yavaş
daha progresif bir yöne kaymaktadır. Grup, edindiği
sert metal tarzındaki zirvesini ise 1986 yılında Awaken The Guardian albümüyle yapar. Grubun ileride gideceği yön hakkında kesin ipuçları veren albüm, John
Arch’ın özgünleşen yorumuyla öne çıkan farklı vokal
numaraları ve Iron Maiden/Mercyful Fate gibi grupların
etkilerini taşıyan ama grubun da kimliğini taşıyan şarkılar ile oldukça önem kazanır.
bümde yer almıştır fakat progresif etkiler de oldukça
yoğundur. Ray Alder, grupla ilk albümü olduğundan henüz kendi karakteristik vokallerini oturtamamıştır çünkü başta Jim Matheos olmak üzere grup John Arch’ın
gruba yedirdiği “the higher the better” mentalitesiyle
yüksek notalara çıkmasını istemişlerdir ama vokaller
asla sırıtmamıştır ve Alder beğeni toplamıştır. Grubun
o zamana kadar yaptığı en uzun şarkı olan The Ivory
Gate Of Dreams’de bu albümde yer almaktadır.
Grupların vokallerini değiştirmesi özellikle metal müzikte genelde pek iyi karşılanmayan bir durumdur çünkü genelde gelen gideni aratır. Fakat Fates Warning
bu konuda şanslıdır. Awaken The Guardian’dan sonra
grupla yollarını ayıran John Arch’ın yerine Ray Alder
gelir. Grubun kariyerindeki en büyük değişim bu şekilde başlamış olur. Grup 1988’de No Exit albümünü
çıkarır. Grubun sert metal yönü en nitelikli hali ile al-
‘80li yılların başında Connecticut’ta John Arch, Jim
Matheos, Victor Arduini, Joe DiBiase ve Steve Zimmerman kadrosuyla kurulan Fates Warning, ilk albümleri
Night On Bröcken ile tipik bir Iron Maiden klonu olarak
görülmüş ve çok büyük bir çıkış yapmamıştır. Grubun
sitesinde bu konuda da “(little did they know then)”
şeklinde bir gönderme yeralmaktadır. Aslında grubun
ilk albümünde yoğun bir Iron Maiden etkisi olduğu
doğrudur, John Arch o karakteristik vokallerinden çok
Bruce Dickinson’a benzeyen anlayışla söylemiştir. Ardından gelen The Spectre Within ise grup için ileriye
1989 yılında grup Perfect Symmetry albümünü çıkarır.
Kadroya yeni dahil olan Mark Zonder ile beraber çıkarılan ilk albümdür. Aynı zamanda Fates Warning’in Alder
ile olan döneminin temelinin atıldığı albüm de Perfect
Symmetry olmuştur. Grubun sert metal tarafı albümde
rafine edilmiş, daha progresif bir yöne çekilmiştir. Ray
Alder ise gruba kendini daha çok adapte edebilmiştir.
Bir süre sonra “Fates Warning melankolizmi” olarakta
anılacak olan yavaş ve oldukça duygulu kısımlar da bu
albümde şarkılara oturtulmaya başlanmıştır.
1991 yılında ise grubun ticari olarak en büyük başarısını elde eden Parallels albümü yayınlanır. Albüm, basit
ve direkt görünen bir yapıda olsa da grubun Perfect
Symmetry’de oturttuğu yapıyı ileri taşımıştır. Eski albümler ile karşılaştırıldığında dinleyiciyi daha kolay
içine çekebilen, basit şarkı yapıları üzerine bestelenmiş şarkılar yapılmıştır fakat grubun duygusal ve melankolik yanı oldukça nitelenmiştir. Life In Still Water
şarkısında gruba Dream Theater vokalisti James LaBrie eşlik etmiştir. Grubun ticari olarak en başarılı olan
albümü Parallels’i 1994 yılında Inside Out takip eder,
genel anlamda Parallels ile benzerlikler taşıyan albüm
grubun kalitesini düşürmeden Parallels’in kattıklarını
devam ettirir, eski albümlerdeki sert melodilere yer
yer göndermeler yapılmıştır ama temel olarak öncülü olan Parallels’deki yapı alınmıştır. Jim Matheos bu
albümün Parallels ile oldukça benzerlik taşımasından
dolayı rahatsız olduğunu çok sonra belirtmiştir.
ser kayıdı yayınlanır. Kayıtta APSOG albümü tam olarak
bulunmaktadır.
albümünü çıkarttı, Joey Vera ise A Chinese Firedrill/
Circles adlı solo albümü yine aynı sene yayınladı, Mike
Zonder gruptan bağımsız olarak Slaviour grubunu kurdu. Fates Warning olarak yeni albüm ne zaman çıkaracaklar, hala merak konusu...
Sonuç itibariyle, Progressive Metal camiasında hem çıkarttıkları albümlerle, hem kendilerine has atmosferleriyle ve hem de elemanlarının aktif şekilde bir çok
yan projede yer almasıyla başlı başına bir ekol olan
ama ne yazık ki, tarzın üç büyüğü içerisinde ticari açıdan en az bilinen grup olan Fates Warning’i bu yazıda
nacizane tanıtmaya çalıştık. Bulundukları yerden daha
ilerisini hakeden bir grup olmalarına rağmen, ticari
açıdan çok öne çıkmamaları nedeniyle genel anlamda
ana akımdan uzak kalmış ama yine de kendilerine özel
bir hayran kitlesi edinmişdir ve hala aktif olan en büyük Progressive Metal gruplarından birisidir Fates Warning... Progressive Metal seviyorsanız ve hala bu gruba
kulak vermediyseniz, en yakın zamanda bu eksikliğinizi gidermelisiniz. Kapanışı için ise Mike Portnoy’a bağlanıyoruz: ...very often fans and critics credit Dream
Theater for creating a whole new genre of progressive metal music in the late ‘80s/early ‘90s, . . . but
the truth is Fates Warning were doing it years before
us...
2000’e gelindiğinde grup tekrar Moore ve Vera’yı kadroya alarak Disconnected albümünü çıkarır. Grubun en
deneysel ve kompleks albümü olarak görülen Disconnected, The Ivory Gate Of Dreams’ten beri gelen en
uzun şarkılara ev sahipliği yapar. Kevin Moore’un katkıları albüme atmosfer olarak derinlik kazandırmıştır,
Jim Matheos ise gitar partisyonları açısından Tool’dan
Rammstein’e geniş bir etkileşim yelpazesi sergiler.
Sonuç itibariyle albüm Fates Warning diskografisinde
önemli albümlerden birisi olarak yerini alır.
Grup onuncu ve şu an içinde en son albümü olan FWX’i
2004 senesinde çıkartır. Albüm Disconnected kadar
deneysel yön taşımamaktadır ama grubun önceki albümde edindiği müzikal yapıyı yine sert ve karanlık atmosferle birleştirmeyi başarmış bir albümdür ve genel
anlamda beklentileri karşılamıştır. Albüm ayrıca grubun davulcusu Mike Zonder ile çıkarılmış son albümdür.
FWX’ten sonra 2005’te Alive In Athens DVD’sini çıkartan grup, hala suskunluğunu korumakta... Ray Alder,
yan projesi Redemption ile bu süre zarfında iki albüm
yayınladı. Jim Matheos, OSI ile 2006 senesinde Free
Inside Out’tan sonra bir best-of derlemesi çıkartan
gruptan 1996 yılında Joe DiBiase ve Frank Aresti ayrılır. Matheos, Alder ve Zonder yanlarına konuk müzisyen
olarak Joey Vera ve Kevin Moore’u alarak A Pleasant
Shade Of Gray adlı albümü 1997 senesinde çıkartırlar.
Albüm, hem grubun hayranları hem de kritiklerden genel olarak tam not alır ve grubun zirve noktası olarak
görülür. APSOG, oldukça kişisel sözler içeren bir konsept albümdür ve on iki parçaya ayrılmış tek bir parça
içerir, atmosfer olarakta grubun en karanlık ve derin
eseri olarak görülmektedir.
Grup, sonrasında turneye çıkar ve Still Life adlı kon-
BAHA ÖZER
İngiliz müzik medyası alternatif müziğin adını koyarken çok zorlanmamıştı. Zaten
ellerinde oldukça çok materyal vardı. Manchester Sound’un o neşeli ve kendinden emin melodilerinin yanında ebediyete intikal eden Nick Drake’in yaratmış
olduğu o kasvetli edebiyat ve müzik eserlerinin payı büyüktü. İngiliz alternatif
müziğinin mutsuz ve depresif etkisinin yanında derinlemesine incelenmesi gereken konu da lirikleridir. Genellikle kaybetmeye, huzursuzluğa ve ani duygu değişimlerinin getirdiği psikolojik yaklaşımları irdeleyen bir yapı sergilemekteydi.
90’lı yılların ilk yarısında İngiliz müziğinin devrimi niteliğinde sayılabilecek bir
olay yaşandı ve Radiohead adı altında alternatif müziğe yöne verecek bir başlangıç yarattılar. Grubun Oxford’lu 5 üyesi ilk öncelikle üniversite eğitimlerini
tamamlamak için dağıldılar ve sonra tekrar buluşmak ve kayıtlar yapmak üzere
Oxford’a geri döndüler. Radiohead ismi Talking Heads’in bir şarkısının adının
değiştirilmesiyle ortaya çıkarılmıştı. 5 Mayıs 1992 yılında “Drill” adı altında ilk
EP’leri çıktı. Bu EP’de grup U2’nun etkisinde çok kaldığını göstermişti. Bunun
yanında ise EP’den “Prove Yourself” ve “You” adlı çalışmalar çok beğenildi…
Pablo Honey – (1993)
1993’ün hemen başlarında piyasaya sürülen albüm Radiohead’in
kendi ülkesinde ve dış ülkelerde tanınmasını sağlayacak türdendi. “Drill” adlı EP’den “Prove Yourself” ve “You” adlı çalışmaları da içine katan grup U2, Pixies ve The Smiths etkili albümlerinde müzik piyasasının içine girebilme çabalarını çok iyi
yansıtır. Sonic Youth etkili “Anyone Can Play Guitar” iyi olmak
hakkında sert eleştirilere sahip bir şarkıdır. “Stop Whispering”
ise aynı ritimlerle devam eden ve The Cure’a göndermeler
yapan bir çalışmadır. Müzik eleştirmenleri bu albüm hakkında
ikiye ayrılır ve olumsuz düşünenlerin yanında çok olumlu sözler sarf edenlerde bulunur. Bu albüm Radiohead albümlerinin
içerisinde dışa dönük duyguların en fazla hissedildiği albümdür. “Pablo Honey”in içerisinde “Creep” adlı çalışma ise çok
başarı gösterir. Sorunlu ve depresif kişiliklerde
hayat bulan bir kimliği vardır bu şarkının. “Lanet olsun dostum, ne işim var burada benim,
ben buraya ait değilim…” gibi içe dönük depresif duyguların dışavurumunu sergilemekten
de kaçınmazlar. Thom Yorke ilginç bir insan.
Bütün albümde pozitif duyguların yaratılması
bir yana sadece tek bir şarkıyla (“Creep”) bunu
ekarte etmesini çok biliyor.
The Bends – (1995)
Yeni yapımcı Nigel Godrich ile çalışmaya başlayan Radiohead’in bu ikinci albümü ilkine oranla
daha içe dönük daha niteliklidir. Albümün müzikal yapısı bir yandan Art Rock diğer yandan da
Brit-Pop tarafında gezinmekteydi. Grup bu albüm için R.E.M., Morrissey ve Jeff Buckley’den
etkilendik diyor. “The Bends”le kaleler aşıldı,
grup önü açık bir şekilde yürümeye devam etti
ve artık tahmin bile edemeyecekleri gruplarla
turlara çıkıyorlardı... Albümden en iyi çalışmalar “My Iron Lung”, hüznü huzurla buluşturan
“High And Dry”, gerçekçi yaklaşımı ve ayakların yerden kesilmesine sebep olan şarkı “Fake
Plastic Trees” (Marillion bile coverlamıştır)
ve “Ölümü hissedebiliyorum, parlak gözlerini
görebiliyorum…” gibi kötümser yaklaşımıyla
“Street Spirit” olmuştur. Bugün bu albüm en
ünlü Progresif Rock müzisyeninden en ciddi
dinleyiciye değin herkesin saygı duyduğu üstün
bir çalışma olarak görülmektedir.
OK Computer – (1997)
Müzik dünyasında bir devrim! İçerdiği liriklerden kapağına kadar ilerici olmayı aklına koyabilmiş bir Radiohead! İngiliz Psychedelic müziğinden etkilenimler ve Pink Floyd’un karamsar
yapısını içerisinde taşıyabilen bir başyapıt! Prodüktörlüğünü Nigel Godrich’in yaptığı albümde
Thom Yorke, eleştirel anlamda dokundurmuş
ve insan ruhunun derinliklerine yolculuk yapmış. Bir kaçış şarkısı olarak “Exit Music”, kişinin kendi beyninin yarattığı korkularıyla ilgili
bir şarkı olarak “Climbing Up To Walls”da “Kafatasının içini aç, içinde beni göreceksin!” gibi
bilimkurgusal bir yaklaşımda sergilemekte…
Bir durum şarkısı olarak “Karma Police”, dinlendikçe rahatsızlık verebilen “Let Down”, bir
koruma görevlisinin yaşadıklarını anlattığı “No
Surprises”, bir yardım albümü olan Help için
kaydettikleri “Lucky”, yaşadığımız dünyadaki
büyük kentleşmeye, duygusuzlaşmaya, para
avcılarına ve yuppie kültürüne bir eleştiri olan
“Fitter Happier”da ise konuşmalar ünlü fizikçi
Stephen Hawking’e aittir. Radiohead alternatif müzikte o zamana kadar ki olan kalıpları tek
bir hamleyle, “OK Computer”la yıkmış; albümden en çok etkiyi ise “Paranoid Android” adlı
çalışma yapmıştı. Bu albüm kesinlikle disütopya ve bilim kurgusal geleceği çağrıştırıyordu.
Kid A – (2000)
Eğer bir ressamsanız ya da heykel ile ilgileniyorsanız
bu albüm algı kapılarınızı daha da açabilir. “Kid A”
Radiohead’in tam tersine döndüğü rock’tan uzaklaşıp
daha elektronik, daha deneysel, sentetik ve kaotik olduğu bir albüm. Daha trip-hop yaklaşımlı daha derin,
mesafeli bir çalışma, daha Massive Attack daha Aphex
Twin ve daha Spiritualized. Thom Yorke seslerle oynamayı çok seviyor. Devam eden seslerle deneyselliğe giden bir yolda ilerleyen bir albüm olarak “Kid A”, müzik
tarihinde kalıcı olabilecek mi bunu daha ilerde görebileceğiz ama şu an bile bunu taklit eden gruplar ve albümler çıkabiliyor. “Kid A”nin ismi bir bilgisayar programından geliyor. Ki albümde öyle sesler kullanılmış ki
daha dijital daha modern. Radiohead bu albümde sizi
“Everything In It’s Right Place” ile karşılıyor. Çok kısa
zamandan sonra albümün en iyileriyle (“Optimistic”
ve “Idioteque”) karşılaşıyorsunuz. Bu albüm için bazı
müzik yazarları Pink Floyd’un devamı gibi yaklaşımlarda bulundular fakat dinleyiciler bu görüşte kesinlikle
olmadı. Radiohead tanımlanması zor bir müzik yapıyor.
Kendileri ise dinleyicilerini her albümde şaşırtmaya devam ediyor. Deneyselleşmiş bir müzik ve sıra dışı lirikler… “Bizim kafamızda bant var, sizin vantriloklarınız
var. Yatağımın ucundaki gölgede duruyorum. Sıçanlar
ve çocuklar beni kasabanın dışına kadar takip edin,
Haydi çocuklar…”
Amnesiac – (2001)
Bir Astral Seyahat! “Kid A” albümüne giremeyen çalışmalar “Amnesiac” albümünde gün yüzüne çıktı. Bu
çalışma da tıpkı “Kid A” gibi zor anlaşılır ve deneysel
çalışmalardan oluşuyordu. Dinleyiciler bu sefer ikiye
bölündü ve bazıları grubu tekrara düşmekle suçladı.
Grubun bu çalışması aslında bir denemeyi daha da ileri
götürmekten ibaretti. The Doors gibi kafa uyuşturucu
tarafı da vardı bu albümün. Zor anlaşılan pasajların
yanında daha kolay anlaşılan daha basit ritimli çalışmalarda mevcuttu. “Amnesiac” bu bağlamda bir “ortada kalmış” bir albüm izlenimi vermekteydi. Prodüktör
yine Nigel Godrich’ti ve yine albüm eleştirmenlerden
iyi not aldı. Liriklerde sembolik betimlemeler ilgi çe-
kiyor, sert caz melodileri, bazen de ağır ruh hallerini
yansıtan müziklere benzeyen yapı albümdeki çeşitlilik
kanadını temsil ediyordu. “Pyramid Song”un mistisizmi, “I Might Be Wrong”un depresif yapısı, “Dollars And
Cents”deki bunalım haller kesinlikle Yorke’un astral
seyahatlere göçünü anlatıyordu. Kesik kesik vokaller,
tam anlaşılmayan dijital sesler ve yine Yorke’un tüm
dünyaya haykırırcasına eleştirisi bu albümdeydi. Acısını da tabii ki İngiltere Başbakanı Tony Blair’den çıkartıyordu.
“Nehire attım kendimi ve ne mi gördüm; siyah gözlü meleklerin benimle yüzdüğünü…” Aynı yıl grubun
“I Might Be Wrong: Live Recordings” adlı konser kaydı
çıktı. Bu kayıtta grup “Kid A” ve “Amnesiac” zamanlarındaki şarkı seçimleriyle bu albümde yine ilgi çekmiştir.
Hail To The Thief – (2003)
Hırsıza Selam! Bu Bush karşıtlarının ağzından düşürmediği bir sözün bir bölümüydü ve tabii ki de Thom
Yorke bu sloganı albüme isim seçmişti. Radiohead dinleyicilerinin en uzak baktığı albüm bu olmuştur. Sound
olarak önceki iki albümdeki yapı korunmuş; artı olarak
gitarla bazı süslemeler yapılmıştır. Çok fazla değişik
ses denemeleri yapılmamış fakat önceki iki albümden
de yavaş olan tempo dikkati çekmiş; ağır ve kasvetli
yapı albümdeki her köşeye sinmiştir. “Hail To The Thief” bir Art Rock klasiği olarak akıllara kazındı. Yorke
bu albümde sözleriyle daha da yıkıcı olmaya başlamış;
dünyanın gidişatını değiştirmeye çalışanlara şöyle bir
selamını çakmıştır. “İstersen feryadı kopartabilirsin
ama çok geç kaldın…” Albümdeki “2+2=5”, “The Gloaming”, “There There”, “I Will” ve “Sit Down Stand Up”
çok beğenildi ve kasvetli bulundu. “Where I End And
You Begin” ise albümdeki en uç noktayı temsil ediyordu. Thom Yorke’un bu albümden sonra çıkardığı “The
Eraser” adlı yapıtındaki çalışmalar gibi derindi. Sözü
oraya getirmeye çalışırsak Thom Yorke’un 2006 yılında
çıkan bu albümü tamamen bilgisayar ortamında hazırlanılıp öyle dinleyiciye sunulmuştu. Elektronik müziğin
gidişatını belirlemekte üstüne yoktu bu albümün ve
Thom Yorke, Aphex Twin çığlıklarını burada da sürdürmekteydi. Sonu gelmeyen ve sürekli tekrarlayan melodileriyle “The Eraser” başarıya ulaştı ve beğenildi.
“Black Swan”, “Skip Divided” ve Yorke’un en sert sözlerini yazdığı “Harrowdown Hill” ise bu albümdeydi…
In Rainbows – (2007)
Nigel Godrich önderliğindeki bu 7. Radiohead albümü
diğer albümlerden çok farklıydı. Öncelikle grup müzik şirketlerini ve endüstrisini karşısına alarak albümü
internet sitesinden hayranlarına ulaştırmaya başladı.
Bunun sonucunda ise dinleyiciler kendilerinin karar
vereceği ücreti Radiohead’in kasasına aktaracaktı.
Mp3 formatında ve 160 kbps’lik bir kaliteyle çalışma
dinleyicilere sunuldu. Bu bugüne kadar yapılmamıştı
ve Radiohead’in bu kararı çok cesur ve zekice bulundu. Albümün içerisinde hediye bir albüm daha vardı
ve yine çok güzel illüstrasyonlarla kapağın içine iliştirilmişti. Müzikal olarak dinleyicileri ikiye bölen bir
albüm vardı karşımızda. “In Rainbows” hem “Kid A”
albümünün ve “Amnesiac”ın deneyselliğini alıyor hem
de “OK Computer” gibi devasa bir yapıtın ciddiyetini barındırıyordu. Açılış çalışması “15 Step”, sonraki
“Bodysnatchers”, albüm hakkında fikir yürütmek için
yetersiz kalırken devamından gelen “Weird Fishes/
Arpeggi”, “House of Cards” ve “Videotape” albümün
üstünlüğünü dile getiriyordu…
MELİS SARILAR
Hareketli ritmler vuruyor ve kirişi kırıyorum diğer tarafa doğru…
Sadece bir adamın sesiyle, hareketler içime işliyor ritm durmamak
için sank! O bir Şaman!
Önünde eğiliyorum, başka bir şey gelmiyor içimden… Kendinden
geçercesine, aksak adımları, dansları… Ölmüş bir kızılderilinin lanetli ruhunun o yontulmuş vücutta yer almasını izliyorum. Binlerce
ruh gelip geçiyor içinden, hiçbirine cevap vermiyor gibi, kalabalığı
da silip geçiyor çığlıkları... Etrafında sınır istemiyor. İçinde sınır olmayan bir adamın dışına sınır koymak ne kadar mantıklı olabilir ki?
Son zerresine kadar yaşamak istiyor hayatı Jim, bütün coşkusuyla
her duyguyu yaşayarak her kokuyu içine çekerek. Kulakları sonuna
kadar açık bir kelebeğin çığlığını duymak için… Bu yaşama doyumsuz adam son dakikalarında kelebeğin çığlığını duydu mu bilinmez;
ama çığlığını yıllar ötesinden duyuyoruz biz.
James Douglas Morrison… “Bir Deli Yahut Bir Şair” başlığı ona uygun
olmalı. Belki de Nietzsche’nin elleri yıllar öncesinden uzanmış bu
çiçek çocuğun başını okşamıştır. Dionysos’un yaratımıdır Jim. Tüm
doğayı barındıran bir küre… Şehvet akar damarlarından. Gözün
görebildiğiyse pek azdır. Kimbilir neler geçer aklından? Beyninin
her kıvrımı tersine çalışır. Beklenemeyen bir durumdur bu; ondan
beklenen de klasik bir beklenen değildir zaten. Beklemek aykırı,
ömrü az, koşmalı! Ne kaldı ki Jimmi Hendrix ve Janis Joplin’den
sonra. Ölümü içinde hissettiği bu iki büyük J’den sonra, kendisinin geleceğinin kesin bir ışığıydı. Gözüne çarptı ve kulağına doldu. Yaşam çılgınlıktı. Dışarıda yaşanmalıydı. Aşırılıkları bedenine
taşımak istiyordu Jim. Bazı insanlar gibi beyninde yaşayamazdı..
Susan bir adamın çığlıkları saçmalığına da bulaşmak istemiyordu. O
“içinden çığlıklar atan!” dışarıda sessiz sakin kendi belli etmeyen ve
aslında kendini bir cevher sanan moronların dışındaydı. Her satırına
dokunduğum, her hareketine tapındığım bu adamı görmek yalnızca
bu ruhsuz ekrandan görebilmek nasip bana.. Sahnede bir ilüzyonist
gibi duran o adam . İnsanlar birkaç saatliğine ruhlarını bu tekinsiz adama teslim ediyorlar. Bedenleri ise kendi kontrollerinde değil
gibi. İstemsiz hareketler birbirini izlerken gözlerden sadece neşe
okunuyor. Bir yığın çiçek kukla. İpleri ise bu çılgın dahinin ellerinde. Yavaş sakin konuşması bir transın başlangıcı… Algılarınız sonsuza kadar açık ve görebilenecek tek şey alabildiğine çöl: Sadece
bir ruhlar göçü… İçine işlemiş kelimelerle yerlerde kıvranan, gözlerimizi büyüleyen Jim. Sınırlardan intikamını alırcasına çığlıklar
koparıyor. Gri gözleri boşluğa bakıyor. Bu ruhsuz ekrandan bile hipnotize olabiliyorsam, bu O’nun başarısıdır. Gözleri uzandıysa ileriye
sözleriyle birlikte bu, şair James Douglas Morrison’ın başarısıdır. Sesi
dansları hala taklit ediliyorsa bu ipe sapa gelmez Jim Morrison’ın
başarısıdır.
“L.A Woman”la triplere girdiğim şu zaman diliminde,
Sen çok yaşa vahşi çocuk, ölümün ziyaret etsin tavandaki
alyuvarlarımı…
CAN ÇAKIR
Şimdilerde her 300 metronomda çalan progresifçi oluyor. Peki bu kadar
gösterişe gerek duymadan bu müziği ilk icat eden kimlerdi? Tabii ki
Robert Fripp ve yol arkadaşları…
“The wall on which the prophets wrote is cracking at
the seams…”
“Progresif” sıfatı, son zamanlarda, olması gerekenden
çok daha fazla serbestçe kullanılır bir hale geldi. Her senelerce günde 8 saat enstrüman çalışıp müzisyenliği sadece tellerin ırzına geçmek olarak belleyen adamın kurduğu grup progresif müzik yapıyor demek sizce de bu türü
başlatan büyük ustalara bir hakaret değil mi? 1960’ların
sonunda ortaya çıkıp 1970’ler boyunca müziğin çehresine
yepyeni bir bakış getirmiş olan (önümüzdeki aylarda da
dergimizde geniş bir dosya olarak ele alınacak olan) progresif rock üstatlarını, kendi öğretileri söylediklerinin çok
dışına çıkıp artık insanlara yapması gerektiğinden bambaşka çağrışımlar yapan Karl Marx ve gibilerine benzetiyorum açıkçası. Tabii progresif rock tanrıları ve Marx’ın
aralarındaki en büyük farklardan biri, bu müzisyenlerin
en azından bir kısmının halen daha ortalıkta olup mirasyedilerine tokat aşkedermişçesine müzik yapmaya devam
ediyor olmaları.
Son bir iki yıldır gerçekten içine girmeye çalıştığım bir
tarz progresif rock. Zaman zaman aradaki gereksiz grupları ve gereksiz albümleri ayıklamak gerektiği için, zaman zaman da albümleri tamamen dinleyip bitirebilmek
hakikaten sabır istediği için, diğer birçok müzik tarzına
kıyasla daha fazla vakit alıyor progresif rock’ı adam gibi
özümleyebilmek. Halen daha bir acemi sayılırım. Ancak
Last.fm hesabımın da bana belirttiği gibi, son bir yılımı,
bu yazının konusu olan ve progresif rock tarzının öncüsü
sayılan King Crimson’a verdim diyebilirim. Her ne kadar
kendileri “prog” öntakısını kurulmalarının üzerinden 40
yıl geçmiş olsa bile hala kabul etmiyor olsalar da, King
Crimson objektif olarak bakmak gerekirse bu işin babasıdır. Subjektif olarak bakmak gerekirse de hiçbir şey
değişmez. Rock müzikte tüm zamanların en etkilenilen
gruplarından biri olan King Crimson ile ilgili sizlere göreceli kısa bir biyografi sunacağım.
1967’de Giles, Giles and Fripp isminde bir trio olarak temelleri atılır sonradan bir müzik efsanesine dönüşecek
olan bu grubun. Michael-Peter Giles kardeşler sırasıyla
davul ve basta bulunmak üzere esasında şarkı da söyleyebilecek bir klavyeci aramalarına rağmen yanlarına şarkı
markı söylemeyen (hala daha söylemez) bir gitarist alıp
bu trioyu kurarlar ve sadece bir albüm çıkarırlar. Robert
Fripp’in tavsiyesi üzerine, progresif rock’ın öteki atalarından biri olan Yes’in de kurulmasına vesile olmuş olan
1-2-3 isimli gruptan türlü türlü enstrümanlara hakim olan
Ian McDonald’ı topluluklarına dahil etmeleriyle iş Giles biraderlerin kontrolünden çıkar. Bu andan itibaren gruptaki
eleman değişikliklerinin önü kesilemeyecektir. 1967’nin
ağustosunda sadece bir trio olarak kurulan grup, 1969
ekimde ilk albümleri olan “In The Court Of The Crimson
King”’de King Crimson adını almıştır, dört müzisyen ve
bir şarkı sözü yazarı olmak üzere toplam beş kişiden oluşmaktadır. Robert Fripp’in gitarda, Ian McDonald’ın üfle-
meliler ve klavyede, sonradan Emerson, Lake and Palmer
oluşumunun Lake’i olacak Greg Lake’in bas ve vokalde,
Michael Giles’ın da davullarda arz-ı endam ettiği albümün
sözlerini Peter Sinfield üstlenmişti. Kanımca tüm zamanların en iyi albümlerinden olan bu albümün özellikle ünlü
olan şarkısı ‘Epitaph’’tir. Zamanında ucundan da olsa bu
tarza bulaşan biriyseniz bu şarkıyı mutlaka dinlemişsinizdir. Size tavsiyem, şarkıyı dinlemekle kalmayın, albüme
bakın esas albüme!
“Cadence oiled in love, licked his velvet glove hand,
Cascade kissed his name…”
Bu başyapıtın ABD turnesinden sonra grubun eleman değişikliği sendromu tekrardan baş gösterir. 1970 yılını turneye çıkıp para kazanmaktansa, albüm yapıp para kazanarak geçirmeyi tercih eden King Crimson, bu sene içinde
“In The Wake Of Poseidon” ve “Lizard” isimli iki albüm
çıkarır. İstikrarlı bir kadro bulunduramamaktan muzdarip
olsa da, grup “prog epic” denen olayı da başlatır. “Lizard”
albümünde, albümle aynı ismi taşıyan şarkı alışılmadık
bir şekilde 23 dakika uzunluğundadır, ve Yes’in efsane vokalisti Jon Anderson’ı da konuk olarak bulundurmaktadır.
Turnesiz geçen bu albümlerden sonra, 1971’de Robert
Fripp’in mellotron ve klavyeyi eline alıp domine ettiği
“Islands” albümü ile sahnelere geri dönen King Crimson’ın
bu sefası uzun sürmeyecektir. Turneyi kaydedip “Earthbound” isimli canlı albüm olarak piyasaya sürecek de
olsa, turnenin bitişi King Crimson’ın sonraki 30 yılında
nasıl olacağının ipucunu vermiştir dinleyicilerine: Robert
Fripp tek başına kalmıştır. 1972 senesini yine eleman arama kargaşasıyla geçiren Fripp, çabalarının meyvesini alır.
Perküsyonist Jamie Muir, basçı ve vokalist John Wetton,
keman, viyola ve klavyeci David Cross, ve kanımca hepsinin en önemlisi Yes’ten ayrılan davulcu Bill Bruford, bir
sonraki albümde Robert Fripp’e eşlik edecek müzisyenler
olarak seçilmişlerdir. Benim düşünceme göre, Bill Bruford
(Fripp’in kendisini hariç tutacak olursak elbette), King
Crimson’ın tarihindeki en önemli insandır. Onun poliritmik davul tekniği, King Crimson’ın albümlerini sırf davullara özel ilgi gösterebilmek için tekrar tekrar dinletmek
zorunda bırakan unsurdur. Sadece Fripp’in yanında değil,
Yes’in en önemli iki albümü olan “Fragile” ve “Close To
The Edge”’de de hünerlerini göstermiş, King Crimson onu
kesmeyince Genesis’le, UK’le, Yes’in eski elemanlarının
yeni projeleriyle de kulaklarımızı mest etmiştir. Maalesef
2009’un başından itibaren sahnelere veda etmiş durumda
olduğu için onu canlı izleme şansımız sıfıra çok yakın bir
halde.
“You make my life and times a book of bluesy Saturdays, and I have to choose…”
1973’te King Crimson, yukarıda bahsettiğim kadrosu ile
“Larks’ Tongues In Aspic”’i çıkarır. Esasında hakikaten
büyük müzisyenler de olsa kendilerini olduklarından daha
büyük görme hatasına düşen birçok müzisyenin aksine,
Robert Fripp’in güncel müzikleri takip etmekte olduğu
o zaman apaçık bir şekilde belli olur. Black Sabbath ve
Judas Priest gibilerin büyütmeye başladığı heavy metal
sound’u, bu albümde özellikle ‘Larks’ Tongues In Aspic
Part I’’da kendini göstermektedir. King Crimson tarihindeki en önemli üç albümden biri olan (öbürleri “In The Court Of The Crimson King” ve “Red” olmak üzere) “Larks’
Tongues In Aspic” özellikle az önce bahsettiğim eser ve
onun ‘Part II’’sunda görebileceğimiz delilik sınırlarını zorlayan doğaçlamalarla öne çıkar. Bruford gibi bir davulcunun yanına sapık bir perküsyonist olan Jamie Muir’in
konulması demek, sırf müziği kendinizi vererek dinlediğinizde ne kadar terleyebileceğinizi yaşayabilmeniz demektir. David Cross’un keman partisyonları da bu terlerinizi kurutmaya yarar. Maalesef, Muir’in gruptaki varlığı
bu albümle kısıtlı kalır. Bir sonraki albüm “Starless And
Bible Black”’in büyük bir kısmının kaydedildiği turnenin
ortasında, İskoçya’da bir manastıra yerleşmek amacıyla
grubu bırakan Muir’in yirmi yıla yakın bir zamandır müzikle uğraşmayıp sadece resim yaptığını da belirteyim.
Perküsyon çalmakta ve improvizasyonundaki olağandışı
yeteneğin sayesinde tüm zamanların en başarılı progresif
rock gruplarından birine giriyorsun, muhteşem bir albüm
kaydedip milyonlarca insanı etkiliyor, belki büyük bir çoğunluğunun enstrüman çalmaya başlamasını sağlıyorsun,
turnenin ortasında grubu bırakıp bir manastıra yerleşiyorsun, yaklaşık on sene sonra tekrar müziğe dönüyorsun, bir on sene daha tuhaf tuhaf (ama güzel) müzikler
yapıp en sonunda da kendini resim yapmaya veriyorsun.
Garip adamsın Jamie Muir.
Neyse, konuya dönelim. 1974’te de 4 sene öncesinin
üretkenliğini gösterir King Crimson. Senenin başında
“Starless And Bible Black”’i yayınlar. Bu albümün Amerika turnesinde David Cross grubu bırakır, ve grup en
temel üç elemanıyla kalır: Robert Fripp, John Wetton
ve Bill Bruford. Bu üçlü, o zamana kadar yayınlanmış,
hatta bırakın o zamanı, bu zamana kadar yayınlanmış en
sapık, en deneysel, en hastalıklı progresif rock albümünü yaparlar: “Red”. Robert Fripp, müzik hayatının son
6 senesinde beraber çalıştığı neredeyse hiçbir elemanla
anlaşamamasının ve çocukluk arkadaşı olan Greg Lake’in
onunla beraber çalışmayı tercih etmek yerine gidip Keith
Emerson gibi ayrı bir deli dahiyle farklı bir grup kurmasının öfkesini, George Gurdjieff’in okumaları ve müzikal
yeteneğiyle birleştirince ortaya “Red”’deki besteleri çıkarmıştır. Eski albümlerde beraber çalıştıkları müzisyenleri üflemelilerde ve kemanda (non-standard instrument
denen hadiselerde) konuk eden King Crimson, dinleyene gerçekten kızıl kabuslar gördürebilecek bu albümün
kayıtlarını bitirdikten sonra dağılır. Dağılmış olsalar da
1973’ün Amerika turnesi, 1975 yılında “USA” adı altında
yayınlanır ve en başarılı canlı kayıtlardan biri olarak tarihe geçer.
“If we find no words to say to the rhythm of the waves,
then we’ll both surrender there, walking on air…”
1981 yılında Robert Fripp yeni bir grup kurma kararı alır.
Bu grupta kendisine eşlik etmek üzere Bill Bruford’la temasa geçer. Yeni bir grup için direk ilk temasa geçtiği
kişinin Bruford olması bence onun önemini bir defa daha
kanıtlıyor. Bruford’ın kabul etmesinden sonra ikisi beraber başka bir büyük müzik adamı olan, portfolyosunda
John Lennon’dan Cher’e kadar uzanan bir yelpaze bulunan Tony Levin’i yanlarına alırlar. “King Crimson’ın aynısı
olmasın ulan” düşüncesiyle ikinci bir gitarist arayan Fripp,
soluğu Talking Heads’le turlayan (sayko kilır, kesköseyi)
Adrian Belew’ın telefonunda alır. Adrian Belew’ın aynı
zamanda vokalistliğini üstlendiği grup bir süre Discipli-
ne ismiyle turlasa da, beklenen gerçekleşir ve grup 1981
yılını King Crimson adı altında ve “Discipline” isimli yeni
bir albümle kapatır. 1982’de “Beat”’in ve 1984’te “Three
Of Perfect Pair”’in üreticisi olan bu King Crimson’ın ikinci
dirilişi, orijinal (kadro demeyelim hadi ama) dönemine
kıyasla çok daha sönük kalmıştır. Jamie Muir’in etkileri
halen daha görülebilmektedir, Bill Bruford değişik perküsyon aletleri kullanır bu albümlerde. Bunun yanısıra
Tony Levin’in de Chapman Stick’iyle boy göstermesi dışında maalesef King Crimson, New Wave etkili sound’uyla
çok büyük bir yenilik getirememiştir. Robert Fripp, kendi
yan projesi League Of Gentlemen’in bile daha başarılı olduğunu görünce King Crimson’ı tekrar dağıtır. King
Crimson’ın ölü kaldığı bu on yıllık süre boyunca Fripp’in
yaptığı en önemli şey Guitar Craft müzik okulunu açmak
olmuştur. Bu okuldan California Guitar Trio’nun çıktığını
belirteyim.
1994 yılında Robert Fripp, kurduğu okul vesilesiyle tanıştığı Trey Gunn’ı ikinci Chapman Stick’e, o vesileyle tanışmadığı Pat Mastelotto’yu da ikinci davula alarak King
resif müziği King Crimson’dan alıp yeni nesillere tanıtmış
olan Tool’un açılış grubu olurlar. Bu haberi duyduğumda
ben cidden üzülmüştüm. Ulan nereden nereye…
“I talk to the wind. My words are all carried away.
The wind does not hear. The wind cannot hear.”
King Crimson’ın görkemli hikayesi burada sona eriyor.
2001’den sonra da “The Power To Believe” gibi stüdyo
kayıtlarıyla da görücüye çıkmış da olsalar, stüdyo kayıtlarının bir görkemi kalmadı maalesef. Yine de kişisel olarak birkaç kelam edeyim istedim siz sayfayı çevirmeden.
King Crimson, Yes ve Rush ile beraber siz okuyucuların
dinlediği müzik gruplarının büyük bir kısmına şekil vermiş
gruptur. Bazen “Red”’i takarsınız, gözleriniz hem müzikal
orgazmdan hem de beyninize daha yakın olmak isteği sonucunda gözkapaklarınızdan yukarı kayar, bazen ise “In
The Court Of The Crimson King”’i takarsınız, Greg Lake’in
sözleri ve Ian McDonald’ın flütleriyle kendinize ‘moderen
Crimson’ı bir çift-trio olarak yine diriltir. Yine zamanının
popüler müziğinden etkilenen, ama bu sefer “Red”’deki
virtüözite köklerini de hatırlayan bir sound’la 1995’te
çıkardıkları “THRAK”, grubun son başarılı albümü sayılabilir. ‘Walking On Air’ gibi bir başyapıtı içeren albüm,
eski King Crimson’ın geri dönüşünü müjdeler gibiydiyse
de, 6 kişilik bir progresif rock grubunun bir arada kalması
doğal olarak imkansızdır. Lakin grubu yine dağıtmaktansa
“ProjeKct” adı altında dört tane küçük gruba bölünür ki
yaratıcılıklarını devam ettirebilsinler. Maalesef iyi niyetli
bir fikir olsa da, bu düşünce de tahmin edilen başarıya
ulaşmaz. ProjeKct’ler sona erip bir araya geldiklerinde
King Crimson (yine Fripp hariç) en önemli iki elemanından yoksun bir haldedir: Bill Bruford ve Tony Levin artık grupta değillerdir. Fripp yılmaz ve Adrian Belew, Trey
Gunn ve Pat Mastelotto’yla beraber, yeni milenyuma “The
ConstruKction Of Light” ile merhaba der. King Crimson’ın
diskografisine kıyasla çok sıradan bir albüm olan “The
ConstruKction Of Light”’ın başka bir avantajı ise yine yıllardan sonra King Crimson adı altında turlamaları olmuştur. Bu turnenin bir ayağında ise ironik bir şekilde prog-
dünyanın’ sorunlarından bir kaçış ararsınız. ‘Book Of Saturday’ dinlersiniz, sizi dinlendirir, ‘Larks’ Tongues In Aspic Part (fill in the blanks)’ dinlersiniz, sizi yorar. Ama her
zaman kulaklarınız ve beyniniz size minnettar kalacaktır
bu zevki onlara bahşettiğiniz için. Hele ki büyük bir Tool
fanıysanız, hiç boşuna zaman kaybetmeyin. Tool’un dehası nereden geliyor anlayabilmenin, ve bunu takdir edebilmenin denemesi artık bedava. Malum internet var. Taptığınız (taptığımız) gitaristler Joe Satriani ve Steve Vai’nin
G3 turnesinde Robert Fripp’i onur üyesi olarak konuk ettiklerini bilin. Emin olun ki, konserlerinde prensip olarak
çaldığı zaman asla oturduğu yerden kalkmayan bu adam,
bu müzik dehası, bu über-mensch, artık gitar akort sisteminizle sınırlı kalmak üzere mi, yoksa ürettiğiniz müziğe
kadar mı bilmiyorum ama sizi mutlaka etkileyecektir.
“The fate of all mankind I see is in the hands of
fools…”
İsmini son günlerde sıkça duyduğumuz Ankaralı topluluk SETH.
ECT’i son derece orijinal soundları ve imajları ile dergimizde
ağırlıyoruz. Ülkemiz için oldukça yeni sayılan bir soundun temsilcisi olan SETH.ECT’e ve parçalarına www.myspace.com/sethect
adresinden ulaşabilirsiniz.
Aybars ALTAY
All Vocals,Synth Composing & Wrath
Grup tarafından hazırlanan bülten şöyle:
Murat ALKAN
Guitars & Bass & Execution
`2008 sonunda Ankara’da Aybars ALTAY, Mert TARTAÇ, Murat ALKAN ve Izmael tarafından kurulan, bütün amacı insan zihnini ele
geçirip yok etmek üzerine kurulu Pyschedelic & Black Metal ve
nice müzik tınılarını bünyesindne barındıran bir oluşumdur Seth.
ECT...
Mert TARTAÇ
Guitars & Bass & Deviance
Izmael
Guitar & Bass & Insanity
Emre ETCI
Sampler & Chaos
Dünyaca ünlü ney üstadı Arkın ALLEN nam-ı diğer MERCAN
DEDE ‘’ney’’ ve Avusturyalı Black Metal grubu Summoning’den
tanıdığımız Richard Lededer (Protector) ‘’darbuka’’ olarak Seth.
ECT müziğine konuk olmuşlardır.
Çağlar YÜRÜT
Drums & Terminate
Geçtiğimiz günlerde Ominous Grief ve Suicide’dan tandığımız
Çağlar YÜRÜT (Drums & Terminate) ve Emre ETCI (Sampler & Chaos) Seth.ECT bünyesine girmiştir.
Arkin ALLEN (MERCAN DEDE)
Ney Performance...
The day of discrimination and justice!`
Konuk Sanatçılar
Richard LEDERER (Summoning & Ice Ages)
Darbuka...
Henüz albümü bulunmamasına rağmen
ülkemizin en popüler topluluklarından
biri haline gelmeyi başaran, Amerika’da
konserler veren ve Ozzfest’te sahne alan ilk Türk grubu olan Black
Tooth, başarısını Avrupa’ya taşıyor ve
Avrupa’nın en prestijli festivallerinden
Sweden Rock Festival’da sahne alıyor.
Dinleyici oylamalarıyla gerçekleştirilen
“The Nordic Challenge 2009” elemelerinden uluslararası kategoride ciddi bir
oy farkıyla birinci olarak çıkan ve jüri
oylamasını da aynı şekilde kazanan topluluk, Haziran ayının ilk haftasında
Sölvesborg/İsveç’te gerçekleştirilecek
olan bu devasa festivale katılmaya hak
kazandı. Bu arada topluluğun diğer kategorilerle karşılaştırıldığında da en yüksek
oyu aldığını belirtelim.
1992’den beri düzenlenen Sweden Rock
Festival’da bu sene Heaven & Hell,
Twisted Sister, Europe, ZZ Top, Motörhead, Uriah Heep, Immortal, Amon Amarth, Helstar gibi dev topluluklar sahne
alacak.
Bu arada topluluk, yayınlamayı planladığı
ilk albümünün ismini “Drink Drive Go To
Hell” olarak duyurdu. Albümün isminin
hikayesini de ilk ağızdan grubun vokalisti
Tuna’nın cümlelerinden dinliyoruz:
“İlk Texas turnesindeyken bir partiye davetliydik ve bunun için biraları
kamyonetin kasasına doldurup otobandan yola düştük. Hava inanılmaz sıcak
olduğu için tüm grup elemanları olarak
aracın kasasına oturmuştuk ve otobanda açık havada seyahat ediyorduk. Tabi
malum devasa boyutlu tırlar otobanda
yanımızdan hızla geçiyor ve bir yandan da bize korna çalıyorlardı. Biz de
bira kolilerinin arasında oturmuş sağa
sola selam veriyorduk :) Tam bu sırada
yukarıda bir yazı fazlasıyla dikkatimi
çekti. Bu yazı ışıklı, otobanı üst taraftan
boydan boya kaplayan bir uyarı yazısıydı
ve yazıda aynen şu ibare vardı: “DRINK
DRIVE GO TO JAIL”. Meğer sağdan soldan geçen tırcılar bize bu yüzden korna
çalıyorlarmış. İçkili araç kullanmanın
direk hapis cezasına çarptırıldığı bir
eyalette, biz elimizde biralar ve koca
bir kamyonet kasası bira ile seyahat
halindeydik. İşte o an kafamızda o günün
hatırasına dair bu isim canlandı. Amerika genelinde oldukça sansasyon yaratmış
ve Texas’a has bir trafik levhasıymış bu
:) Daha sonra bu ismi Texaslılara sorduk.
Dimebag’in eski kız arkadaşı bize bir
öneri sundu, “bence “DRINK DRIVE GO
TO HELL” olsun, daha güzel ve vurucu
bir isim” dedi. Biz de çok beğendik ve
önerisini kabul ettik...”
Yazı ve Fotoğraflar
GÖKHAN KORKMAZ
Soğuk bir Finlandiya gününde (ne zaman sıcak oluyor ki?)
bir kaç grup arkadaşımla Nosturi Club’a kafalar yari kıyak
bir şekilde Norveçli Ekstrem Metal cengaverleri Keep of
Kalessin’i izlemek üzere ulaştık.
2 katlı olan konser mekanının seyirci kapasitesi tahminimce 1500 kişi olmasına rağmen konser mekanı çok kalabalık değildi. Tahminimce 250-300 arası metalhead mekandaki yerini Keep Of Kalessin için almıştı.
“Kolossus” albümünün introsu ‘Origin’in ardından açılış
parçası olan “A New Empire’s Birth” ile başladılar. Albümdekinden daha hızlı bir metronomla çalıyorlar ve performans konusunda gayet başarılılar. Yalnız daha önce hiç
izleme şansı bulamadığım Keep Of Kalessin’e, tek gitar
oldukları ve albümlerde birden fazla gitarlı partisyonlar
kullandıkları için, konserlerde tek gitarın yeterli olup olmayacağı konusunda kafamda hep bir soru işareti vardı ve
bu konuda yanılmadığımı düşünüyorum. Grubun bence en
büyük eksiği tek gitariste sahip oluşu. Obisidian Claw’un
gitaristliğine ve şarkı yazımı konusundaki ustalığına lafım
yok fakat grubun konserler için bir session gitarist takviyesine ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.
Konser ilerledikçe ön saflardaki insanların sayısı artıyordu fakat Fin seyircisi genel olarak çok soğuk, gazörluk
çok az adamlarda... Açılış parçasını Kolossus’tan birkaç
parça takip ettikten sonra ”Armada” albümünün açılış
parçası ve bence grubun klasiklerinden biri olan “Crown
of The Kings” çalmaya başladığında yer yerinden oynadı.
Karışık sıra ile ardı ardına çekiç gibi gelen Kolossus ve
Armada albümlerinden parçaların sonunda eski albümlerden bir kaç parça ve 2003 tarihli EP’leri ile aynı adı
taşıyan ’Reclaim’i çaldiktan sonra kapanışı yine bir klasik
olan “The Black Uncharted” isimli parçayla yaptılar.
Kayıt grubu olarak gayet başarılı buldugum Keep Of Kalessin, bence session gitarist takviyesi ile daha başarılı
bir konser grubu da olabilir. Çok kaliteli müzisyenlerden
oluşan bu grubu umarım Türkiye`deki arkadaşlarımız da
Samael konserinde beğenmişlerdir. Finlandiya`dan herkese soğuk ve karanlık selamlar...
ATİLLA ÇELİK
“dredg” isminin ne tarz müzik yaptığı, ne zaman kurulduğu,
kimlerden oluştuğu, hangi eserleri ne zaman yayınladığı,
konumuza dahil edilmeyecek bir nokta. Grup üzerinde kafa
yoranlar, onların ister Progressive, ister Alternative, ister
Rock Art tarzında icrada bulunduklarını düşünedursunlar,
en doğru cevap, minik de olsa Indie tarzı dahil olmak üzere
hepsinden bir parça ama hiçbiri olmadığı…
Çağrışımları, kendi el emekleriyle yansıtılan sembol ve resim çalışmaları, anlatmak ve ifade etmek istediklerini bir
araya getirdiğimizde, bu soruyu yanıtlamak konusunda zorlanacağımız kendini hemen belli eder.
Söz konusu ruh halleri, farklı ifade yolları ve söylemler,
birebir müziğe dökülmek istendiğinde, ortaya çözülmesi
zor bir müzikal lezzet çıkar. Her saniyenin çok büyük bir
öneminin olmasının yanında, liriklerle bezenmiş sürekli değişen ruh hallerinin, şaman mistizminin, derin felsefe ve
düşüncelerin, dünyalar arası ruhsal yolculukların müziğe
yansıması, ortaya tamamen farklı ve kendine özgü bir sanat yolunu çıkaracaktır.
Değişken, daldan dala atlayan bir ayrıntıdan, ruh halinden
ibaret. Böylece ortaya gruba tercümanlık eden kahramanımız ve bir nevi onun ağzından “dredg müziği” çıkıyor.
Tüm bu söylemler ışığında yaşanan ve hissedilenler, çölde
görülen seraplar tadında…
Aslında bir çok şey bazen bir yolculuktan ibaret. Kutuplardan çöllere kadar…
Aynı zamanda asıl kilit kelime “değişim”dir.
“…güneş doğmadan önce, bir yolculuk düşünceleri değiştirebilir…”
Saf ruhu bulabilmek için dünyanın çevresini gezen mantıklı
bir insanın maceraları, “leitmotif” modelini çizer. Öykü,
manevi hastalığa yakalandığını, yolculuklara çıkarak daha
yüksek bir ruh gücüne ulaşıp aydınlığa ulaşabileceğini ifade
etmek için bir peri (ruh) tarafından ziyaret edilen bir adama odaklanır.
Öte yandan “dredg” isminin “taramak” anlamına gelen
“dredge” kelimesinden türemesi ve söz konusu sembolün
“tarak”a benzemesi ne kadar tesadüftür, o ayrı bir konu.
“Sembol Şarkısı’nda ‘Ruh Avcısı’nın doğumuna şahitlik etmek mümkündür. ‘Ruh Avcısı’, Kuzeybatı Sahilleri insanlarının geleneksel kültürlerini yerine getiren bir kişidir.
Kuzeybatı Sahilleri insanları, yerkürenin ilk toplum görünümünden örnekler sunmuşlar; insanlığın ilk yerlileri olmaları yanında, “Kuzeybatı Sahilleri İnsanları” başlığı altında,
Kızılderililer gibi birkaç klan ve kabileler kurmuşlar, ortak
kültür elementlerini ve ‘Atalar’ inanışını benimsemişlerdir.
Doğaüstü güçlere sahip ruhlara dair ayinler düzenleyerek
‘ortak ve savaşçı ruh’a erişmenin yolunu takip etmişlerdir.
“Sembol Şarkısı”nda, simetrik iki kafa motifli bir asaya sahip olan şaman ya da iyileştirici (The Healer), toplantılar
aracılığıyla insanları bir araya getirir. Şarkı ve dansın ilerlemesiyle hastalığı iyileştirmek için gerekli ruhun orgazmına
ulaşılacak, şaman, ‘Ruh Avcısı’nı yaratarak nefesiyle hastalığı defedecektir.
Hikayemizde “Scientology” inanışına atıflarda bulunulur.
Yuta Ruhu’na erişebilmek için Kuzey Kutbu soğukluğunun
içinden geçme yolculuğunun içinde buluruz kendimizi.
“Scientology”deki Thetan görüşü ağırlık kazanır.
Thetan, her insanın içinde bulunan olumsuz bilinç, benlik
ya da ruh anlamındadır. Thetan’ın işlemesi yaşam, düşünce, madde, enerji, uzay ve boşluk üzerinedir. Binlerce yıl
boyunca zincirleme olarak devam ede gelen ölüm ve doğumların neticesinde açığa çıkan tüm ruhlar özgür bırakıldığında, hafıza ve yetenek gibi bedenin gelişimini sağlayan
zincir tamamlanır.
Değişim ardı sıra devam eder ve hemen ardından fırça darbeleri benliğimize vurmaya, ruhumuzu çizmeye başlar…
“El Cielo” kırıntıları…
Fırçalar darbesiyle…
“Gökyüzü” ya da “Cennet” olarak çevrilebilecek olan…
Eğer başarırsa evrim geçirip aydınlığa ulaşacak, başarısız
olursa ölecektir…
… ve ‘rüyalarda duyguların özgürlüğü ve huzuru’ anlamına
gelen…
Açgözlülük ve para üzerine kurulu mezheplerden ziyade,
insanoğlunun varoluşunda barınan özündeki ruha ulaşmak
ve bu noktadaki inanca tutunabilmek, kahramanımızın ulaşacağı noktadır.
Kaçış ve dünyevi olmayan duygular bir araya geldiğinde,
fırça darbeleri ve ses çarpışır…
Birden fazla deneyimi, varyasyonu içeren mistik sesler bütününün derinliği böyle açıklanabilir.
Bir kişiliğin düşünce, ruh ya da bedensel olarak değişip değişmeyeceği ve öz olarak ‘değişim’ fikri “leitmotif” albümünün ana fikri olmakla birlikte, liriklerde sembolik olarak
açığa çıkan en büyük olgudur.
“The Symbol Song” parçasındaki sembol, kendisini “Catch
Without Arms”da da göstermiş ve “dredg” ile özdeşleşmiştir. Çince bir karakterdir ve değişim anlamına gelir.
“el cielo” albümünün hikayesinde; uyku felci, uyanıklıkken
hayaller görmek, değişim ve bunların ardından sürrealizme
damgasını vurmuş Salvador Dali’nin konseptini içeren modernizasyona ulaşmak, çarpışmanın sonucudur.
Söz konusu sürrealist çalışmalarının ilham noktasını bulmak
konusunda zorluk çekmiyoruz bu noktadan sonra…
Dali’ye, sanatına, sürrealizmine duyulan hayranlık, kişisel
ilhamlarla bezenerek grubun albüm resimlerine, liriklere
ve sounda dökülür…
Uyku boyunca beden fonksiyonları felce uğrar. Rüyalar
benliğimizi acıtan acılardan alıkoyar. Uykumuza düzensiz-
lik hakim olduğunda uyku durumu ruhumuzu takip eder.
Uyku felcinde hypnogogic ve hypnopompic halüsinasyonlar
eşliğinde geçirilen uyku felci, ruhumuza inanılmaz korku
verir.
Hypnogogic durum insanın uykuya dalma sürecinde tecrübe
edilenler olarak ifade edilirken, hypnopompic durum uyanma sürecinde elde edilen tecrübeleri içerir. Bu duyular, vücudun geçici bir felç ile hareketsiz kaldığı uyku felciyle de
birlikte yaşanabilmektedir.
Neler yaşatır bize hypnogogic duygular?
“el cielo” yolculuğu boyunca söz konusu elementlere dokunulduğunu görürüz.
'freshest rain', ' and just float astray', 'wadding water', 'waiting for the snow', 'when the water comes' gibi sözler değişimin ilk kademesi olan “su”yu,
Of the Room’daki “’candlelight” ikinci kademe olan
‘ateş’i,
Sanzen’den 'paper and wasted' ve 'papers are stuck', yine
Of the Room’dan 'wood chairs' ve 'wood tables' gibi tümceler değişimin üçüncü evresi olan ‘odun’u,
Parlaklık, yaklaşan kötülük, düşme hissi…
Kötü niyetli bir şeyin varlığını hissetmek, vücutta ağırlık
ve baskı, nefes alamama hissi, ölümün ya da bir kötülüğün
yaklaştığı hissi…
Ayak seslerine benzer belirsiz gürültüler gibi işitsel duyular, ışıklar, insanlar veya oda içerisinde gezinen gölgeler
gibi görsel duyular…
Ender olarak da uçma hissi (astral seyahat) ve dokunsal
hisler…
Üçgen işaretiyle isimlendirilen parçadan 'lift your anchor'
dördüncü kademe olan ‘metal’i,
'richest soil', 'mountain tops', 'greenest plants', 'for flowers
to bloom', 'penguins in the desert', 'roses sprouting', 'sit like
stones', 'fool's gold', 'buried stones', 'cracked soil and brown
leaves', ve 'dry lake bed' gibi söylemler ‘toprak’ elementlerini temsil eden “dredg” tümceleridir.
Yaşamımız, inancımız, sanatımız, toplumumuz, dünyamız
ve hayatımızdaki yollarda değişime gidebilmemizin yanında, en çok kişisel duygularımızda değişime giderek bu süreci yaşayabiliriz.
Hypnogogic durumdaki kişi her ne kadar uyanık gibi gözükse de, beyin dalgaları sebebiyle teknik olarak uyku halindedir. Ayrıca, kişi bulunduğu durum hakkında tamamen bilinçli olabilir. Kimi sanatçı, müzisyen, ressam ve yaratıcılık
isteyen sektördeki kişiler, düşüncelerini özgür bırakıp yeni
yaratıcı fikirler ürettikleri hypnogogia’dan yararlanırlar.
Değişim geldiğinde nasıl hareket edeceğimiz, değişimi kabul ya da inkar edip etmeyeceğimiz, herhangi bir şey yapıp
yapmayacağımız, yaşamımız ve içimizdeki hisler orantısındadır.
Hypnogogic duruma geçişle, istediğimiz rüyalara gidebiliriz.
Bu bağlamda “el cielo” motifleri sık sık beş değişim evresinden bahseder ve metaforlar zihnimizi esir alır.
Bilinçli değilmiş gibi ama bir o kadar da bilinçli… Rüyadayken rüyada olduğumuzun bilincindeyizdir. Bu bilinç hali
rüyalarımıza rehberlik etmemize izin verir ve söz konusu
rüyayı, istediğimiz şekle sokabiliriz.
“el cielo”ya göre uyku felci, uyanıkken rüya görmek, değişim ve modernizasyon temaları arasında bir bağlantı vardır. “el cielo” şarkılarına tek tek bakıldığında ve “Same
Ol Road” klibine göz atıldığında, insanoğlunun çok yakın
arkadaşlarıyla yaşamın, doğanın ve sanatın değerini bilebileceği basit bir yerde, basit bir hayata ihtiyacı olduğunu
ifade etmesi manidardır.
Uyandığımızda muazzam bir etki içinde buluruz kendimizi;
tekrar uyuyabilir ve rüyalarımızın mutlu sona ulaşmasını
sağlayabiliriz. Yeni rüyamız ilk rüyadan daha “aydınlık” ve
“parlak” olacaktır…
“dredg” gizeminin genel konseptini ve sembol olarak kendileriyle özdeşleştirebileceğimiz bu sembolü (ki değişim
anlamına gelen bu sembolden bahsetmiştik), “el cielo”
modelinde, “uyanıkken rüya görmek” noktasında rüyanın,
rüya gören tarafından değiştirilebileceği ve ustalıkla yönetilebileceğine dair olarak yönünü farklı bir anlamda çizer.
Sembol, işaretini Çin felsefesinden almakta ve değişim
fikri üzerine odaklanmaktadır. Değişim, hem kozmik hem
de insan dünyası için sonsuzdur. Bu yüzden, değişime tam
olarak nasıl adapte olabileceğimizi bilebilmemiz mutlak
surette kaçınılmazdır. Doğal bilgelikten yaşamın yaşanan
gerçek olaylarına kadar sonsuz bir iletişim vardır.
Çin felsefesinde değişim beş kademeden oluşur ve beş elemente karşılık gelir. Bu beş element beş adet insan enerjisi
tipini oluşturur. Söz konusu beş değişim kademesi; su, ateş,
odun, metal ve topraktır.
Çizdikleri resimlerle bu gerçeğe bir bağlantı kurarlar. Bunlar, tek başına ve sadece insan doğasını anlamaya yönelik
olarak yapılmış sanatçı ressam dokunuşları değildir. Albüm
boyunca anlatılan her şey, müzikle birlikte modernizasyona
tabii tutulur. Bu uğurda, “el cielo”nun taşıdığı konseptin en
büyük ve yoğun halini “Scissor Lock”da görürüz. Uyku felci
ve uyanıkken rüya görmek halini figüre etmesinin yanında,
uyku felci aracılığıyla insan benliğinin modernizasyonu metafora uğrar, sanat ve yaşam yok olur. Ama uyanıkken görülen rüyalarla, hypnogogia aracılığıyla metaforları ortadan
kaldırıp değişimin içine gireriz.
Yıkımı ve kültürümüzün modernizasyonunu yaşarız, iyi olmayan şeyleri biliriz. Çocukluk zamanlarımızdan bir çok
şeyi görebildiğimiz zamanlara geldiğimizde, değişim hakkında pek bir şey bilmediğimizi, konuşamadığımızı ve sıradan kaldığımızı fark etmişizdir. Çünkü toplum, kendimiz ve
uyku felci yüzünden felce uğramışızdır.
İlk fırça darbesi olan “Brushstroke: DCBTFOABAAPOSBA”
parçası, modernizasyon ve sürrealizmin ustası olan Dali’nin
1944 yılında çizdiği meşhur tabloya atıftır: Dream Caused
By The Flight Of A Bee Around A Pomegranate One Second
Before Awakening.
“el cielo”ya böyle bir giriş yapmanın sebebi, Dali’nin söz
konusu eseri ‘elin, rüyanın fotoğrafını çizmesi’ olarak nitelendirip, bu ifadenin konsept yapıyla tamamen örtüşmesidir.
Ne yapılırsa yapılsın, yaradılışı modernize etmek rahatsız
edici olmayacaktır ve bundan kaçış yoktur…
Yolculuklar devam eder durur ve son limana demir atarız…
“Küçük bir değişim… Bir gün batımı gibi, ya da bir fotoğraf
gibi…”
Yaşamın bizlere sunduğu lezzetlerden ve tüm yaşam genişliğinden negatif ve pozitif anlamlara ulaşmamız gibi…
Yaşam bir dengeden ibaret…
Ufak bir değişim olduğunda, söz konusu denge sarsılacak,
pozitif ve negatiflikten gelen artı veya eksi değerler arasında oynamalar söz konusu olacaktır. Bunu en iyi anlatan
sembol, Ying Yang sembolüdür.
Bu noktada “catcth without arms” derinliğinde mevcut olan
her şey, negatif ve pozitif, artı ve eksi denge üzerine kuruludur. Ying Yang sembolü, değişim sembolüyle sevişir ve her
değişim anının yanında gelmesi gereken denge duyusu, tüm
benliğimizde derin oynamalara sebep olur.
Çin felsefesi de bunu kabul eder. Ağır ve hafif elementler,
pozitif ve negatif olarak değerlendirilir. Yerküre üzerindeki her şey pozitif ve negatif değerleri içerir, denge duyusu
üzerine kurulmuştur. Sıcak/soğuk, mutlu/üzgün, erkek/kadın, güneş/ay ve ateş/su gibi…
Mantık ve Duygu
Sadelik ve Karmaşıklık
Süreklilik ve Süreksizlik
Derinlik ve Yüzeysellik
Durgunluk ve Enerji
Ağırlık ve Hafiflik
Saydamlık ve Renk
Aydınlık ve Karanlık
Zarafet ve Ağırbaşlılık
Gerçek ve Hayal
“catch without arms” hikayemize dönersek, “Zebra Skin”
derinliği içinde, Zebra’nın siyah beyaz teninden yola çıkarak aydınlık ve karanlığı, benliğimiz ve ruhumuzda hissetmek söz konusudur…
İnsanlarla beraber yaşamanın getirdiği pozitif ve negatif
değerlerin varlığından albüm boyunca söz edildiğini görürüz. Yaşamımızda birileriyle iletişime geçtiğimizde, negatif
ve pozitif etkileşimler kuşatır bizi. Bir çok parçada iki sesle
(vokalle) gerekli betimlemelerin dillendirilmesi; insanlar
hep beraber yaşarken “değişim”, “pozitiflik ve negatiflik”,
“karşıtlık ve zıtlık”ların, çeşitli anlatımlarla ifadesidir.
Her bir parça örgüsünde estetik realizm’den ne gibi örnekleri görürüz?
Not: Söz konusu resimler bizzat grubun elemanı tarafından
çizilmiştir.
“Ode to the sun”
+ Aydınlık / Melekler / Saydam Bir Taslak
- Sönüklük / Şeytanlar / Renklilik
Güneşe tapınılan bir inanış üzerine biçimlendirilmiştir. Söz
konusu ibadetin, sanatsal uzun bir şiirle yapılması ilginçtir…
“Bug Eyes”
İnsanın varlığı ve yaşamı matematik denklemleri gibidir.
Ruhunda ve yaşantısında fazla pozitiflik, denge duyusunu
sarsacağından, bunun sonsuzluğu düşünülemez. Dengelemek üzere negatif düşünceler benliklerimizden asla ayrılmayacak ve bunun da ötesinde yaşamımızı olumsuz yönde
etkileyecektir.
Matematiksel denklem eşliğinde insan hayatında ve doğada, pozitif ve negatiflik birbirini nötrleyerek “sıfır” değerini verecektir.
“Catch without arms” estetik realizme atıflarda bulunur.
Eli Siegel tarafından ortaya konarak bazı akademik birimlerce kabul edilmiş olan estetik realizm, on beş adet zıtlıktan oluşur; bu zıtlıklar, “dredg” tarafından kabullenilmiş ve
özümsenmiştir.
Özgürlük ve Düzen
Tekdüzelik ve Farklılık
Teklik ve Çokluk
Kişisel Olmayan ve Kişisel
Evren ve Nesne
+ Yeniden Diriliş / Zarafet
- Ölüm / Ciddiyet
Böcekler bir çok göze sahiptir ve doğumdan yaşama, yaşamdan ölüme kadar bir çok yolculuğa çıkarlar. Geçen kısacık anlarında, birden fazla göze sahip oldukları için, bütün
farklı perspektifleri her açıdan görürler…
“Catch Without Arms”
+ Bir Şeyi Tutmak / Zengin Ya da Ünlü Olmak / Özgürlük
- Kollara Sahip Olmadan / Sanat Uzlaşması ve Dürüstlük /
Düzen
Bazen zengin ya da ünlü olmaktansa, kendi içimizde zengin
olmak ve muazzam bir sanat gücünü taşımak, kendi benliğimiz için yeterlidir…
“Not That Simple”
+ Bir Şeyin Anlamı Varsa Yapılabilir / Derinlik
- Anlamı Yoksa Yapılamaz / Yüzeysellik
Yaşam ve sevginin kırılganlığı üzerine… Bizi her daim kuşatır…
Spit Shine, yıllardır militarizmde kullanılan bir terimdir.
Askerler tüfekleri ve postallarını cilalarlar ve parlatırlar…
“Zebra Skin”
İyi bir görünüm için…
+ Beyaz Çizgi / Ilımlılık / Sevgi / Gerçek
- Siyah Çizgi / Tiryakilik / Saplantı / İmgelem
“Jamais Vu”
Yaşamın bize yaşattığı bedeller ve alışkanlık, tiryakilik
üzerine…
+ Jamais Vu / Yaşam / Aydınlık
- Deja Vu / Ölüm / Karanlık
Çok yakın bir arkadaşı kaybetmek, bizi bazı kötü alışkanlıklara meyleder, mesela alkole meyledebilir örneğinde
olduğu gibi…
Bazen ölümü düşünürüz. Biz şu an ya da herhangi bir zamanda gülerken, o esnada ölenler, düşen bedenler söz konusu. Burada, Jamais Vu; iç çatışmalar ve ölümü kabullenmek üzerinedir…
“The Tanbark Is Hot Lava”
“Hungover On A Tuesday”
+ Yeni / Mantık
- Eski / Duygu
Tannin, tanbark’ın özünü oluşturan ve eczacılıkta da kullanılan bir tür yapraktır. Çeşitli durumlarda yaraları iyileştirmek için kullanılır. “The Tanbark Is Hot Lava” ise, çocukların oynadığı, kaldırımda yürüyüp hiçbir şeye çarpmamaya
yönelik bir oyundur.
Şarkıya gelince; tartışmalar ve sevgi, kalmak ya da gitmek,
esneklik göstermek ya da göstermemek gibi ilişkilerde karşımıza çıkabilecek pozitif ve negatif noktalar…
+ Mutlu ya da İyi Şeyler Hisseden Benlik / Ağırlık
- Tiryakilik ya da Kötü Şeyler Hisseden Benlik / Hafiflik
Bir şeylerin kopması, ayrılığın acısıyla tiryakiliğe varma
hali.
Alkol, sevgi, nefret gibi sonuçlar…
Yaralarımızı temizleyip iyi şeyler hissetmemizi sağlayacak
iyileştirme kürü her zaman içimizde…
Özgürüzdür ama iç dünyamızı daima kontrol edemeyiz…
Mantıklı bakış açılarıyla ya da duygularımızla hareket edip
dururuz yaşantımızda…
Bir şeylere çarpmadan ya da çarpıp durarak…
“Sang Real”
+ Ilımlılık / Çok Arkadaş / Çokluk
- Tiryakilik / Tek Başınalık / Teklik
Çok fazla arkadaşa sahip olmanın getirdiği bir cümbüş içinde bulurken kendimizi, tek bir arkadaşa sahip olmamız,
ona olan bağlılığımızı ve hassasiyetimizi üst seviyede tutacak, ona titrememize sebep olacak, bir nevi tiryakilik
etkisinde bulunacak ve eğer onu kaybedersek, düzenimiz
sarsılacaktır.
“Planting Seeds”
+ Güzellik / Deniz Kabukları / Tekdüzelik
- Yıkım / Mermi Kovanı Denizi / Farklılık
İlk dizede bir insanın bakış açısı, ikinci dizede diğer kişinin
bakış açısı, korolar ise iki bakış açısının çözümüdür…
“Matroshka”
+ Büyük Bir Taş Bebek / Koruyucu Kabuğa Sahip Birinin
İçindeki Benlik / Evren
- Birçok Ufak Taş Bebek / Koruyucu Kabuğa Sahip Birinin
Dışındaki Benlik / Nesne
Matroshka, bir uzay yürüyüşü simülasyonudur. Rusya’da iç
içe geçirilen taş bebeklere yani Matryoshka’ya çağırışımda
bulunulur. Eski Rusya’da köylüler arasındaki en popüler dişi
isimleri olan Matryona ve Matriosha’dan gelmekle birlikte,
bazı bilginlere göre bir nevi “Anne” (Mother) kelimesinin
kökenidir. Bu oyuncak taş bebekler, aynı zamanda çok
sağlıklı ve önemli bir figür olan büyük bir köylü ailesinin
annesinin görünümünde birleşmektedir.
Büyük bir taş bebeğin içinde bir çok ufak taş bebek vardır. En büyük taş bebek, içindeki bebeklere koruyuculuk
yapmaktadır, onların koruyucu evrenidir. Her bir küçük taş
bebek ise, kendisinden daha aşağıda ve içinde olan nesne
ve maddeleri korumakta, evrenin bir parçasını oluşturmaktadır…
Hayat bir matroşka gibi…
Söylemlerimiz ve fiillerimizle, tek bir sözümüzle güzelliği
de getiririz, yıkımı da…
Yaşantımız da…
“Spitshine”
Yaşadıklarımız da…
+ Önemlileri Bulmak / Kişisel Olmayan
- Önemlileri Kaybetmek / Kişisel
Bazen evren tadını aldığımız ve türlü üzüntülerden kendimizi arındırdığımız…
SELİM VARIŞLI
Ankara'da underground konserlerin vazgeçilmez adresi halina gelen IF Performance Hall,
unutulmayacak bir konsere daha ev sahipliği
yaptı geçtiğimiz ay. Carnophage’in girişimleriyle organize edilen konserde sırasıyla
Femme Fatale, Truck, Chöpstick Suicide,
Rectifier, Hecatom ve Carnophage toplulukları sahne aldılar. Konseri unutulmaz kılan
en önemli etken ise seyircinin ve ortamın
bizi on sene öncesine götürmesiydi. O gün
orada bulunan ve doksanlarda da aktif olarak metal camiasında yer alan Cem Devrim
Dursun (Goremaster), Bülent İzgeç ve Ulaş
Işıklar gibi müzisyenlerin özellikle vurguladıkları gibi konser ortamı doksanları hatırlatırcasına samimi ve atraksiyon doluydu.
İlk olarak sahne alan topluluk FEMME FATALE, ülkemizde son dönemde sayıları artan
"female domination" metal gruplarına yeni
bir örnekti. Toplam 6 kişilik kadrosunda beş
bayan müzisyen barındıran Ankaralı topluluk, Gotik-Black Metal çizgisine yakın bir
müzik icra ediyor. Oldukça yeni olduğunu
tahmin ettiğim topluluk, sahne hakimiyeti
konusunda olumlu bir izlenim bırakmasa da
müzikal açıdan geleceğe dair olumlu sinyaller verdi. Hypocrisy, Cradle Of Filth ve My
Dying Bride'dan coverlar da çaldılar.
İkinci topluluk Ankara'nın güzide Southern Metal topluluklarından TRUCK idi. Seyirci
iletişimi ve sahne performansı
açısından oldukça başarılı bulduğum topluluk, artarda sıraladığı Pantera coverları ile ortamı
ateşledi. Son dönemde sahne
aldıkları konserlerle isminden
gittikçe daha çok söz ettirmeye başlayan Truck'ın bir albüm
veya en azından demo yayınlama zamanı çoktan gelmiş. Grup
içi uyumları dikkat çekiciydi.
Günün üçüncü grubu İstanbul'dan
konuğumuz olan CHÖPSTICK SUICIDE idi. Yayınladıkları promo CD ile
bir anda dikkatleri üzerine çeken
topluluğu ben de bir süredir merakla takip etmekteydim. Gayet rahat
bir sahne performansı ortaya koyan
topluluk, son derece göz alıcı bir
müzikal uyumla çaldı. Mathcore tarzının sanırım şu an ülkemizdeki tek
temsilcisi Chöpstick Suicide. Yaptıkları işin her yönden hakkını veren bir
imaj çizdiler. Takipteyiz.
Sırada Ankara'nın sessiz ve emin
adımlarla ilerleyen Thrash Metal
topluluklarından RECTIFIER vardı. Uzun zamandır izlemediğim
topluluk, tamamen kendi bestelerinden oluşan bir playlistle
sahne aldı. Sahne imajarı ve duruşlarıyla yer yer Sodom'u anımsatan oldukça etkili bir şov sergilediler. Yeni Rectifier besteleri,
grubun kendine özgü bir hava
yakaladığı ve sahne anonslarında olduğu gibi "Biz Rectifier'ız!"
demeye başladığı çizgiyi yansıtıyordu. Yayınlamaya hazırladıkları ilk albümleri "Adoration"ı merakla beklemekteyim.
Rectifier'ın ardından, geçmişi uzun
yıllara dayanan İzmir'li konuğumuz,
veteran Death Metalciler HECATOMB sahnedeydi. Ulaş yıllar geçtikçe gençleşiyor mu, yoksa saçlarını kestirdiği için mi öyle görünüyor
emin değilim :) Hecatomb'la birlikte
Türk Metal tarihinin en iyi davulcularından Cem Devrim Dursun (Goremaster) da sahnedeydi. Çıktığı her
konserde olduğu gibi, sahne önünde
grubu izleyen seyircilerin yanı sıra
bir de sahnenin yan tarafında Cem'i
izleyen bir tayfa daha vardı. Hecatomb yılların tecrübesiyle kısa sürede mekanı savaş alanına çevirdi.
Sahneleri ve birbirleriyle uyumları
dört dörtlüktü. Üçüncü albümlerinin çalışmalarına devam eden topluluk, geçen onca yıla rağmen halen
hırsından ve müziğinden taviz vermeden yoluna devam ediyor.
Konserin headliner'ı CARNOPHAGE'e gelmişti sıra. İlk albümleri "Deformed Future // Genetic Nightmare"i geçtiğimiz yıl
Unique Leader etiketiyle yayınlayan ve
sonrasında hız kesmeden art arda dizdiği konserlerle kendisine oldukça sağlam
bir fan kitlesi edinen Ankaralı Death Metalciler için yine sahne önündeydik. İlk
parçadan itibaren inanılmaz bir uyumla
sergiledikleri aksiyon dolu performanslarıyla göz doldurdular. Albümden parçaları birbiri ardına sıralayan topluluk, arada
attıkları Cannibal Corpse - I Cum Blood ve
kapanıştaki Suffocation coverı "Souls To
Deny" ile tahribatı iyice arttırdı. “Souls
To Deny” kapanış için harika bir seçimdi.
Ankara'nın 15-20 senelik Death Metal mirasını başarıyla taşıyan Carnophage'i ve
bütün gün koşturduktan sonra hiç yorgunluk belirtisi göstermeden sahneye çıkıp
tozu dumana katan gitaristleri Berkan'ı
özellikle kutlamak gerek.
Genel atmosfer olarak son yıllarda izlediğim en eğlenceli ve en güzel atmosfere
sahip konserlerden biriydi. Bu tip küçük
çaplı ancak samimi organizasyonların
daha sık gerçekleşmesini umuyorum.
EMRE AKPOLAT
GÜVENÇ ŞAHİN
vector-games.com
Need for Speed serisinin 12. oyunu olan Undercover raflarda yerini aldı. Seri bu oyunla bazı yönlerde
gelişme gösterse de halen eğlencelik bir oyun olmanın
ötesine geçemiyor. Eğer arabanızı detaylı bir şekilde
modifiye edip ayarlayarak performansını yükseltmek istiyorsanız bu oyun size göre olmayabilir. Ama
sokaklarda diğer yarışçılara meydan okuyup trafiği alt
üst ederek stres atmak istiyorsanız okumaya devam
edin. Bu arada oyun PC, PS2, PS3, PSP, DS, Wii, XBox
360 gibi pek çok platformda piyasaya sürüldü. Olası
karışıklıkları önlemek adına incelediğimiz versiyonun
PC versiyonu olduğunu da belirtelim.
Oyun Tri-City isimli bir şehirde geçiyor. Burada, oyunun
isminden de anlayacağınız üzere, gizli bir görevimiz
var. Tri-City polis teşkilatından Chase Linh(Maggie
Q) isimli bir dedektifin yardımıyla şehirdeki suç
şebekesine sızıp araç hırsızlığı, yasadışı yarışlar gibi
eylemlerin birer parçası oluyoruz. Senaryo ilerledikçe
beklenmedik gelişmeler olsa da etkileyici olduğunu
söylemek zor. Ancak zaten bir yarış oyununu senaryosu için alıp oynamak çoğu kişinin yapmayacağı birşey
olsa gerek.
Oyanışa gelirsek NFS: Undercover tıpkı serinin diğer
oyunları gibi fizik yönünden oldukça yetersiz. Oyunun fizik hesaplamaları gerçekçilikten oldukça uzak.
Darbelerde arabanın dış görünüş açısından aldığı
bilirim. Performans olaraksa bir sıkıntı yok, çok yüksek bir sisteme ihtiyaç duymadan çalışması gerektiği
şekilde akıcı çalışıyor.
Oyunun sesler bakımından herhangi bir sorunu yok.
Araç sesleri gayet tatmin edici. Müzikler de o anki
hareketlilik durumuna uyum sağlayarak oyunun
ambiyansına katkıda bulunuyor.
Sonuç olarak Electronic Arts'ın NFS takımında denediği
yeni sistemin biraz daha geliştirilmeye ihtiyacı var
gibi görünüyor. Bu oyunun çalışmaları başlarken NFS
takımı iki parçaya ayrılarak aynı anda değişik oyunlar üzerinde çalışacak şekilde düzenlenmiş. Serinin
hasarlar güzel görünse de sürüşü etkilememesi oldukça rahatsız edici bir durum. Bunun dışında genel
olarak arabanın çarpışmalardan çok az etkilenmesi
ve hızda ya da yönde ciddi bir değişiklik meydana
getirmemesi arabadan çok bir tank kullandığımız
duygusu yaratıyor. Şimdiye kadar hep oyunun olumsuz taraflarından bahsettiğimize göre birkaç olumlu
özelliği yazmanın zamanı geldi. Gerçekçilikten uzak
fizik sayesinde araba ile oldukça eğlenceli hareketler
yapmak mümkün. El freni ile 180 derecelik dönüşler
yapmak ya da trafikte arka arkaya makaslar atmak
bunlardan yalnızca iki tanesi. Ayrıca Tri-City'de gezinmek de keyifli sayılabilir, özellikle peşinizde yedi
sekiz tane polis aracı varken...
Yarış aralarında giren videolar birazcık kopuk da olsa
oyunun konusunu açıklayarak genel olarak oyuna daha
heycanlı bir hava katmış.
Oyunun grafikleri bekleyeceğiniz üzere tatmin edici
ancak yeni konsolların ve ekran kartlarının sunduğu
imkanlara rağmen dudak uçuklatıcı bir görsel tecrübe sunmuyor. Araç modelleri, araç üzerindeki
yansımalar, hasar ve ortamlar göze güzel görünse de
özellikle Gran Turismo 5 gibi diğer yarış oyunlarıyla
karşılaştırınca ışıklandırma ve gölgeler biraz zayıf
kalıyor. Bunun yanında hızlandığınızda devreye giren
çeşitli efektleri de biraz abartılı bulduğumu söyleye-
önceki oyunu ProStreet'i yapan ekip, Undercover ekibinin çalışmaya başlamasıyla beraber serinin henüz
piyasaya çıkmamış olan bir sonraki oyunu üzerinde
çalışmaya başlamış bile. Niçin böyle bir seçim
yaptıklarını anlamak gerçekten zor.
Oyun hakkında son söyleceklerimiz de farklı değil.
Eğer bir yarış oyunu tutkunuysanız bu oyun sizi tatmin etmeyecektir. Undercover yerine GRID gibi bir
oyun daha iyi vakit geçirmenize yardımcı olacaktır.
Diğer yandan stres atmak için Tri-City'de biraz
turlayıp trafiği karıştırmak istiyorsanız bu oyun sizin
eğlenmenizi sağlayabilir.

Benzer belgeler

Untitled

Untitled Democide, The Ballad Of Leonard And Charles, The Sun Is My Destroyer, Class Dismissed (A Hate Primer) ve Beyond The Pale’i gösterebilirim. Ayrıca Andy Sneap tarafından yapılan prodüksiyon aşırı der...

Detaylı

opethveruhs i sler i

opethveruhs i sler i ülkenin kendi sınırları dahilinde müzik arztalebi konusunda oldukça aktif olduğunu görebiliriz. Üstelik modern tarzlar çerçevesinde global müzik piyasası ile karşılaştırıldığında son derece göz alı...

Detaylı

Darkthrone

Darkthrone bu sayıda dergiyi taşıyan yazarımız oldu. Hatta ceketimi alıp gitmeyi bile düşündüm bi ara :p

Detaylı

THE KING IS GONE

THE KING IS GONE tarzının önde gelen isimlerinden birisi oldular. Ülkemizde de pek beklenmeyecek şekilde oldukça ilgi gören Opeth’in dört konserlik bir turne ile nisan ayında ülkemizi dördüncü defa ziyaret edeceği ...

Detaylı

House Of 1000 VoIces

House Of 1000 VoIces ve tanıtımını yaptığımız Motorock Festivali’ydi. Duyduğumuz kadarıyla organizasyondan kaynaklanan problemler nedeniyle festivalin ikinci günü yapılamamış. Bundan böyle sponsoru olacağımız festivall...

Detaylı