seçim yapıldı, kalınan yerden devam!

Transkript

seçim yapıldı, kalınan yerden devam!
•
editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
Merhaba
2015 yılının son –Kasım/Aralık- sayısı ile birlikteyiz.
Önemli gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz.
7 Haziran genel seçiminde AKP tek başına çoğunluğu yitirdi. AKP tek başına iktidarı sürdürmek için
bütün olanakları kullandı. Bütün imkanlar seferber
edildi. 1 Kasım’da seçimler yenilendi. Başyazımızı
seçim sonuçlarının değerlendirmesine ayırdık.
10 Ekim’de Ankara’da Türkiye tarihinin en büyük
terör eyleminde 102 insanımızı kaybettik. Yüzlerce
arkadaşımız yaralandı. “Ankara katliamı: Unutmayacağız! Affetmeyeceğiz!” başlıklı yazımızda bu barbar katliamı inceledik.
Egemen sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşından başka bir şey olmayan İpek Koza Grubuna Kayyum atanması ve yaşanılan gelişmeleri, “Gülen Cemaati/Erdoğan-AKP arasındaki iktidar dalaşında
yeni hamleler” başlıklı yazımızda değerlendirdik.
2015 yılı Sosyalist Ekim Devrimi’nin 98. yıldönümü. İşçilere, emekçilere, halklara yol göstermeye
devam eden Ekim Devrimi “Dünyaya yeni Ekimler
gerek! Herşeye rağmen yeni ekimler gelecektir!”
başlıklı makalemizi Ekim devrimine ayırdık.
Katliamlar, savaş, ölümler, faşist terör vb. şartlarında gelen kötü haberler içinde bir haber bizi
oldukça sevindirdi. Ermeni halkının el konulan
mallarının sembolü olan Kamp Armen direnişin
175. gününde gerçek sahiplerine iade edildi. Kampın tapuda sahibi görünen Fatih Ulusoy, tapuyu
Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’na iade
etti. Tapuda işlemler tamamlandı.
Ermenilere yönelik soykırımın 100. yılı dolayısıyla soykırımdan kurtulan Ermenilerin anlatımlarına yer vermeye devam ediyoruz. Bu sayımızda
soykırımdan kurtulan Urfa’lı görgü tanıklarının
anlatımlarına yer verdik.
2015 yılı sorunları 2016 yılına devrediyor. 2016
yılının özgürlük, demokrasi, devrim ve sosyalizm
mücadelesinde önemli bir yıl olması dileğiyle,
okurlarımızı, dostlarımızı 2016 yılında mücadeleyi daha da geliştirmeye, yükseltmeye çağırıyoruz.
Yeni sayımızda buluşmak üzere hoşça kalın…
Kasım 2015 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
YENİLGİDEN ZAFERE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
GÜLEN CEMAATİ/ERDOĞAN-AKP ARASINDAKİ İKTİDAR
DALAŞINDA YENİ HAMLELER . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
ANKARA KATLİAMINI LANETLİYORUZ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
SAVAŞIN SON BULMASI, BARIŞ İÇİN OYLAR HDP’YE!. . . . . . . . . . . . 19
YENİ KADIN DÜNYASI
FAŞİZME GEÇİT YOK! SİLAHLAR SUSSUN! BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! . . 22
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
ERMENİ SOYKIRIMI’NDAN KURTULAN URFA’LI
GÖRGÜ TANIKLARI ANLATIYOR!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
2
TARİHLE YÜZLEŞELİM . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
ROJAVA DÜŞMANLIĞINA SON! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41
GÜNCEL
HERŞEYE RAĞMEN YENİ EKİMLER GELECEKTİR! . . . . . . . . . . . . . . . . 43
PANORAMA
SEÇİM YAPILDI, KALINAN YERDEN DEVAM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52
SAVAŞTA YENİ DURUM! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
SOSYALİZMDE “GERİ DÖNÜŞ” SORUNU. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Hüseyin Gül • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 11 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 178 · Kasım/Aralık2015 • ISSN 1301692X178 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • [email protected][email protected]
7
YENİLGİDEN
ZAFERE!
Haziran’da milyonlarca seçmen 25. dönem Milletvekillerini belirlemek için sandık başına gitti.
AKP sandıktan tek başına çoğunluğu yitirerek
çıktı. RT Erdoğan ve AKP için sonuçlar büyük bir
hayal kırıklığı idi.
AKP,
Erdoğan’ın
başkanlık sistemine
geçmeyi de içeren
bir Anayasa değişikliğini mümkün
kılacak bir çoğunluk
elde edemedi. Rahat
çoğunluklu tek başına iktidarı yitirdi.
Açık ara seçimden
birinci parti olarak
çıkmalarına rağmen,
hükümet
kurmak
için bir ortağa ihtiyaçları vardı. CHP
ile koalisyon görüşmeleri yapıldı. Nafile turlar sonucunda
koalisyon kurulamadı.
RT Erdoğan ve AKP’nin tek başına iktidar hırsının
sonucu olarak 1 Kasım’da 26. Dönem Milletvekillerini belirlemek için seçimler yenilendi.
Seçimlerin yapıldığı ortam
*1 Kasım öncesinde 7 Haziran öncesi ile karşılaştırıldığında seçim havası/atmosferi yoktu. 24 Temmuz’da
AKP’nin yeniden başlattığı savaş, Ankara katliamı,
Ekim ayında HDP’ye��������������������������������
yönelik yoğun
�����������������������
saldırılar bu durumda etkili oldu.
*HDP eşitsiz koşullarda seçim çalışması yürüttü.
Yeniden başlayan savaş HDP’ye saldırıları da tetikledi. Devletin kolluk güçlerinin denetiminde, eşliğinde
6-8 Ekim tarihlerinde ırkçı faşist gruplar HDP binalarına saldırdı. Binalar yakıldı yıkıldı. Saldırılarda
Kürtlere ait işyerleri
de yakıldı.
*Kuzey
Kürdistan ve Türkiye’de
HDP’ye
yönelik
yoğun operasyonlar
yapıldı.
Seçilmiş
belediye başkanları,
HDP
yöneticileri,
üyeleri
gözaltına
alındı.
*AKP iktidar olmanın olanaklarını
tepe tepe kullanarak
seçim çalışması yürüttü. Yandaş medya yanında, denetiminde olan TRT’yi
kullandı. En fazla
reklam yapan, en
fazla billboardlarda
reklamları olan, en fazla seçim mitingi yapan parti
AKP’ydi.
*HDP çok az yerde seçim mitingi yaptı. 10 Ekim’de
Ankara katliamı sonrasında planlanmış olan mitingler iptal edildi. Katliamın ertesinde ilan edilen “üç
günlük yas” sonrasında diğer partiler mitinglerini
yapmaya devam ettiler.
*RT Erdoğan 7 Haziran öncesi kadar olmasa da 1
Kasım seçimleri için sahaya indi. Muhtarları Saraya
topladı. Onlara hitap etti. Toplantılarda konuştu. İstikrasızlığın sonuçlarının ne olduğunu anlatarak, is-
gündem
1 KASIM’DA SEÇİMLER YENİLENDİ
3
gündem
mini vermediği gönlündeki partiye oy istedi.
*Kuzey Kürdistan’da seçimler savaş koşullarında,
silahların gölgesinde yapıldı. Güvenlik gerekçesiyle
kimi yerlerde şehir, ilçe seçim kurullarının kararlarıyla sandıklar birleştirildi.
da 356.282 kişi civarında bir artış, geçerli oy bazında
küçük bir fark 5.395, katılım oranında %1.54 bir artış
söz konusudur. 1 Kasım seçimlerine katılım oldukça
yüksek olmuştur.
Seçim sonuçları
Seçim değerlendirmemiz bu sayımızda –sayımız baskıya gireceği için- kabaca olacaktır. Seçim sonuçlarını gelecek sayımızda ayrıntılı değerlendireceğiz.
Bu yazının yazıldığı tarihte kesin olmayan seçim sonuçları şöyle:
Açılan Sandık: % 99.58
Toplam Seçmen: 56.965.099
Kullanılan oy: 48.180.515
Geçerli oy: 47.495.941
Katılım oranı: % 85.46
AKP
23.449.769
%49,41
316 Milletvekili
CHP
12.056.311
%25,38
134 Milletvekili
HDP
5.084.883
%10,70
59 Milletvekili
MHP
5.665.851
%11,93
41 Milletvekili
(http://secim.aa.com.tr/index.h
7 Haziran genel seçimlerinden bu yana 5 ay geçti. 7
Haziran genel seçim sonuçları ise şöyle:
Kayıtlı seçmen sayısı: 56.608.817
Oy kullanan seçmen sayısı: 47.490.546
Katılım Oranı: % 83,92
AKP
18.867.411
%40,87
258 Milletvekili
CHP
11.518.139
%24.95
132 Milletvekili
MHP
7.520.006
%16,29
80 Milletvekili
HDP
6.058.489
%13,12
80 Milletvekili
(http://www.ysk.gov.tr/ysk/Haberler/2015MV/D.pdf)
4
7 Haziran seçimleri ile 1 Kasım seçimleri karşılaştırıldığında durum kabaca �������������������������
şöyledir:����������������
Seçmen sayısın-
Sonuçlardan sonuçlar
AKP açısından:
*AKP 7 Haziran seçimlerinden açık ara birinci parti olarak çıkmasına rağmen tek başına çoğunluğu
yitirerek çıktı. AKP %10 civarında oy kaybetti.
Seçmen AKP’yi uyardı. “Türk tipi başkanlığa” izin
vermedi. Bir partiyi yanına alıp koalisyon kur mesajı
verdi.
*1 Kasım seçimlerinde AKP beş milyona yakın
oyunu artırarak, yüzde bazında %10’na yakın oyunu artırarak, rahat çoğunluklu tek başına iktidar ile
çıktı. AKP 1 Kasım seçimlerinin galibidir. AKP bu
seçimden zaferle çıkmıştır.
*AKP 7 Haziran’da tek başına iktidar olma devrinin sonuna gelmekten, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde görülen gerileme eğiliminden tekrar yükselişe
geçmiş, her iki seçmenden birinin oyunu almayı başarmıştır.
*Bu başarının temelinde 7 Haziran sonrası RT Erdoğan ve AKP’nin izlediği stratejinin çok önemli bir
payı vardır. 7 Haziran seçimlerinde tek başına hükümet kurma imkanını kaybeden AKP ve başkanlık
hayali sandığa gömülen RT Erdoğan; “bölücü teröre”
karşı mücadele bayrağı altında MHP’ye giden oyları
geri almak; HDP’yi “bölücü terörist örgütün uzantısı” olarak gösterip, HDP’ye salt Erdoğan düşmanlığı
nedeniyle oy verenlerin bir bölümünün HDP’ye vermiş olduğu desteği geri çekmesini sağlamak; siyasi
istikrarsızlığın ne gibi sonuçlara yol açtığını gösterip
AKP oylarını artırmak ve yenilenecek seçimde tek
başına hükümet olma imkanını zorlamaktan oluşan
strateji başarıya ulaşmış, AKP’ye zafer getirmiştir.
*AKP 7 Haziran’dan sonra hükümet kuramamış olmanın ülkeye getirdiği yükleri anlatıp, siyasi istikrar,
ülkenin kalkınması, büyümesi için tek başına iktidar
olmak için oy istedi. Koalisyon kurulamamasının
suçunun diğer partilerden kaynaklandığını anlattı.
CHP, MHP, HDP’nin AKP ile koalisyon hükümeti
kurmamak için sergilediği negatif tavır bu partilere
değil AKP’ye yaradı.
MHP açısından:
1 Kasım seçimlerinin esas mağlubu MHP’dir. MHP
gerek oy bazında, gerek oy oranı bazında, gerekse de
milletvekili sayısında önemli oranda düşüş yaşadı.
Bu düşüşün temelinde 7 Haziran seçimlerinden sonra sergilediği negatif tutum, “hayır”cı tavır önemli rol
oynamıştır. AKP’nin MHP’den oy alma planı başarıya ulaşmıştır.
CHP açısından:
CHP’nin oy bazında, oy oranı noktasında, milletvekili sayısında çok
olmasa da küçük
bir artış söz konusudur. CHP’nin 7
Haziran seçimlerinde HDP’ye giden emanet oyları
görünen geri gelmiştir.
HDP açısından:
HDP 1 Kasım seçimlerinin kaybedenidir. HDP’nin
oyları artma yerine
azalmıştır.
HDP hem Kuzey
Kürdistan’da, hem de Türkiye’de oy kaybetmiştir. Bir
milyona yakın oy ve 21 milletvekili kaybedilmiştir.
Bu yenilgi tek başına Kuzey Kürdistan’da savaş olması, seçimin silahların gölgesinde yapılması, HDP’ye
yoğun saldırıların olması ile açıklanacak bir durum
değildir. Bu yenilginin muhasebesi yapılmak zorundadır. Biz kısaca şöyle düşünüyoruz:
*7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın önünü kesmek,
O’nu başkan yaptırmamak için oranı tartışma konusu olan küçümsenmeyecek sayıda seçmen oyunu
HDP’ye verdi. HDP’nin seçimler sırasında yürüttüğü
“Seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası başarıya
ulaştı. HDP Erdoğan düşmanlığı temelinde kendisine verilen emanet oyları ilk başta kabul etmesine rağmen sonraki süreçte reddetti. Görünen emanet oylar
geldiği yere geri gitmiştir.
*HDP 7 Haziran seçimlerinden sonra, AKP ile seçim kampanyası döneminde hiçbir şart altında AKP
ile ortak hareket etmeme tavrını sürdürdü. AKP ile
koalisyon kurma konusunda negatif bir tavır sergiledi. Bu negatif tutum HDP’ye oy kaybettirmiştir.
*Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan savaş, savaş öncesinde ve sonrasında PKK’nin yaptığı hatalar,
HDP’ye oy kaybettirmiştir. Kürt halkının savaş değil,
barış istediği net olarak bir kez daha görülmüştür.
*Kuzey Kürdistan’da kimi şehirlerde ilan edilen
“özyönetim”ler HDP’ye oy getirmemiş tersine oy
kaybettirmiştir. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin başarısı PKK tarafından “özyönetim”
konusunda onay
olarak okunmuştur. Bu değerlendirmenin yanlış
bir değerlendirme
olduğu net olarak
ortaya
çıkmıştır. 7 Haziran’da
HDP’ye
verilen
oylar barış için, savaşın sonlandırılması için, çözüm
sürecinin sürdürülmesi, sonuca
k av u şt u r u l ma sı
için verilmiştir.
gündem
Erdoğan’ın, AKP’nin HDP’ye yönelik izlediği strateji
de başarıya ulaşmıştır. HDP 1 milyon civarında oy
kaybetmiştir.
*AKP seçimlerden zaferle çıkmasına bağlı olarak
yeni Anayasa’yı, başkanlık sistemini gelecek dönemde yeniden gündeme getirecektir.
Seçim
çalışmamız
YDİ Çağrı olarak 1 Kasım genel seçimlerinde HDP’yi
destekleme kararı aldık.
Genel olarak kapitalizmde seçimlerin ne anlama
geldiğini, seçimlere nasıl baktığımızı, hangi gerekçeler temelinde HDP’ye destek verdiğimizi kamuoyuna
açıkladık. Kendi seçim çalışmamızı yürütmemizin
yanı sıra gücümüzün olduğu alanlarda HDP ile birlikte aktif seçim çalışması yürüttük. İlçe seçim komisyonlarında, mahalle seçim komisyonları çalışmasına katıldık. Seçim günü sandık görevlisi ve müşahit
olduk vb.
02.11.2015 ✓
5
gündem
GÜLEN CEMAATİ/
ERDOĞAN-AKP
ARASINDAKİ İKTİDAR
DALAŞINDA YENİ
HAMLELER
D
6
ünün ayrılmaz dostları, dava arkadaşları; en geç
17-25 Aralık 2013 operasyonundan bu yana can
düşmanları, düşman kardeşler, Erdoğan AKP’si ile
Gülen Cemaati arasındaki iktidar dalaşı bütün hızıyla sürüyor.
doğan/AKP arasında yürüyen iktidar dalaşı, her iki
taraf açısından da adeta bir ölüm kalım mücadelesi.
Hal böyle olduğu için her iki taraf ta ellerindeki
tüm malzemeyi kullanarak, 1 Kasım seçimlerinde
kendi hedeflerine varmaya çalışıyorlar.
1 Kasım Seçimleri Bu İktidar Dalaşında
Önemli Bir Merhale
Hedefler
AKP’nin tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde
etmesi,
egemenlerin
kendi aralarındaki iktidar dalaşında Erdoğan
ve AKP’sinin anda baş
düşman olarak gördüğü Gülen Cemaati’nin
devlet kurum ve kadrolarından
başlamış
ve hayli ilerlemiş olan
tasfiyesinin
sürmesi
anlamına gelecek. Bu
cemaatin gerileyen gücünün bütünüyle kırılması anlamına gelecek.
AKP’nin tek başına
iktidar olacak çoğunluğu elde edememesi,
koalisyon hükümetinin
zorunlu hale gelmesi ise, cemaat üzerindeki baskı ve
saldırıların yavaşlatılması ve AKP açısından kelimenin gerçek anlamında sonun başlangıcı anlamına
gelecek. Neresinden bakılırsa bakılsın cemaat ile Er-
Erdoğan/AKP için hedef tek başına iktidar.
Gülen cemaati için hedef her ne pahasına olursa olsun, AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin
engellenmesi. Bu konuda Erdoğan ve AKP’nin
hemen tüm karşıtları
bu asgari müşterekte
birleşiyor.
Cemaat son üç seçimden bu yana (cumhurbaşkanlığı seçimi,
yerel seçim, 7 Haziran
genel seçimi) anti Tayip
cephesinin baş malzemecisi konumunda. Erdoğan ve AKP’ye karşı
bütün muhalefetin kullandığı argümanların
büyük çoğunluğu cemaat tarafından servislenen “bilgi” ve “belge” lere
dayanıyor.
Bu iktidar dalaşında emekçi yığınların iki taraftan
birinin kuyruğuna takılması için beyin yıkama aracı
olarak kullanılan medya önemli rol oynuyor.
Erdoğan/AKP’nin bir “havuzda” topladığı kendi
“yandaş” medyası var. Yazılı medyada Akşam, Yeni
Şafak, Star, Güneş bu havuz medyasının basın ayağında etkin. TV’lerde ATV, a haber, 24, Beyaz TV,
Star TV, Ülke TV doğrudan “Havuz”un parçaları.
Bunun yanında TGRT de önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Devlet Kurumu olan TRT de bugün esasta
AKP medyası olarak işlev görüyor. AKP parti olarak
büyük medya gücüne sahip.
Havuz dışında kalan medyanın büyük bölümü
AKP karşıtı cephenin medyası konumunda.
AKP karşıtı medya
içinde Cemaatin doğrudan
kontrolünde
olan medya, cephenin
-en azından AKP karşıtı malzeme sunma
konusunda- başını çekiyor.
Cemaatçi
medya
içinde
Samanyolu
grubu, yazılı medyada Zaman ve Meydan
gazeteleri ve Aksiyon
dergisi; görsel medyada Samanyolu TV,
Samanyolu
Haber,
Ebru TV, Mehtap TV,
Yumurcak TV, Dünya
TV, MC TV ile önde geliyor.
Onu İpek Koza grubu izliyor. Bu grubun elinde Bugün ve Millet gazeteleri; Bugün TV ve Kanaltürk TV
var.
Cemaat, cemaatçiliğini gizleme ihtiyacı duymayan
bu gazete ve TV’ler dışında, Taraf gazetesi gibi liberal
görünümlü gazeteleri de adeta tetikçi olarak kullanıyor.
Türkiye’nin önemli holdinglerinden Doğan Holding yayın gurubu da Hürriyet, Posta (son dönemde
internet yayını olarak çıkan) Radikal gazeteleri; Kanal D, CNN Türk, TV 2 TV kanallarıyla anti AKP
cephesinin etkin medyası olarak işlev görüyor.
Gerek “yandaş” havuz medyası, gerekse Erdoğan/
AKP karşıtlarının medyası iktidar dalaşının araçları
olarak, gazetecilik değil, tetikçilik yapıyorlar. Enformasyon değil dezenformasyon araçları bunlar. Bu, bu
gündem
Ve Araçlar
medyada çalışan ve gerçekten gazetecilik yapmaya
çalışan iyi niyetli kimi basın emekçilerinin varlığından bağımsız objektif gerçeklik. Bu gibileri en iyi halde dezenformasyona güvenilirlik, inandırıcılık katan
yararlı aptallar işlevini görüyorlar.
Anti Erdoğan/AKP Medyasına “Ayar”
Erdoğan/AKP bir yandan kontrollerinde bulunan
medyayı “düşman” medyaya ayar vermek için kullanırken, diğer yandan ellerinde bulundurdukları
devlet gücünü de kendilerine karşı olan medya içinde
ayar veremediklerini susturmak için kullanıyor.
Bu bağlamda 1 Kasım seçimleri öncesinde öncelikle Cemaat medyası ile Erdoğan/AKP iktidarı arasında
açık savaş yaşandı, yaşanıyor.
Geçmişte Kemalist
bürokratik devlet kadrolarını tasfiye etmek
için kurulmuş olan
Erdoğan/AKP-Gülen
cemaati ittifakı dağıldıktan sonra, şimdi
ortaya yeni bir ittifak
çıktı: Erdoğan/AKP
ile gücünü önemli ölçüde kaybetmiş olan
ve fakat Ergenekon
ve Poyraz davalarının
çöküşü ile ve savaşın
başlaması ile yeniden
güçlenen eski Kemalist devlet bürokrasisinin, en başta ordunun ittifakı. Bu sağlam ve kalıcı bir ittifak değil. Fakat hem
PKK’ye karşı savaş yürütmek, hem de devlet içinde
yuvalanmış, Gülenci “Paralel devlet”i tasfiye konusunda kurulmuş, şimdilik yürüyen bir ittifak.
Bu ittifak için cemaat, savcılığın “FETÖ” (Fethullahcı Terör Örgütü) olarak adlandırdığı, tasfiye edilmesi gereken bir düşman örgüt. Buna uygun olarak
bu “terör örgütü”nün yönetici üyesi oldukları suçlaması ile birçok şüpheli göz altına alındı. Bir bölümü
tutuklandı. Bunlar içinde Samanyolu gurubunun
Genel Yayın Yönetmeni Hidayet Karaca da vardı. Hidayet Karaca 14 Aralık 2014’te tutuklandı. Aynı gün
tutuklanan Zaman gazetesi yayın yönetmeni Ekrem
Dumanlı, adli gözlem ve yurtdışına çıkma yasağı
şartlarıyla serbest bırakıldı. İçinde kimi Zaman gazetesi yazarlarının da bulunduğu dava süreci başladı,
7
gündem
sürüyor.
Samanyolu gurubunun bu tutuklamalara karşı
tavrı, Türkiye’de basın özgürlüğüne karşı büyük bir
baskı olduğu kampanyasını, “Özgür basın susturulamaz” kampanyasını başlatmak biçiminde oldu. Yandaş medya, bu tutuklamaların basın özgürlüğüne saldırı vb. ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını anlatırken;
tüm anti Erdoğan/AKP medya da bu tutuklamaların
Erdoğan’ın diktatörlüğe giden yolda “özgür basın”ı
susturmak istemesinin sonucu olduğunu anlattı. İki
taraf ta aslında doğru söylemiyordu. Bu tutuklamalar (yalnızca gazeteciler tutuklanmadı, toplam 32 kişi
“silahlı örgüte üye olmak” “Resmi belgede sahtecilik
yapmak”, “sahte belgelerle kumpas kurmak” vb. ile
suçlanarak tutuklandı.) tutuklanan gazeteciler somutunda tabii ki açıkça cemaat medyasını susturmak,
ona gözdağı vermek işlevine de sahipti. Bu yanıyla
“basın özgürlüğüne” karşı saldırı olarak adlandırılmasının bir temeli vardı. Fakat diğer yandan şimdi
AKP’nin hedefinde olan bu medyanın basın özgürlüğünü savunduğu da yalandı. Bunların basın özgürlüğünden anladıkları, en iyi halde, doğru olarak
satmaya çalıştıkları yalanlarını sınırsızca yayma,
basını iktidar mücadelelerinde tetikçi olarak kullanma özgürlüğü idi. Bunların örneğin sosyalist basına
yönelen saldırılara karşı herhangi bir itirazını duyan,
gören yoktu. Geçmişte AKP ile ittifak içinde iken cemaatçi savcılar ve yargıçlar veriyordu yayın yasağı
kararlarını, cemaatçi medya da bunları savunuyordu.
İpek-Koza Grubuna Kayyum
8
Savcılığın FETÖ olarak adlandırdığı gruba karşı
yürüttüğü soruşturmalar içinde yeni tutuklama talepleri gelmeye devam etti. İktidar mücadelesinde
en önemli hedeflerden biri tabii “düşman”ın mali
kaynaklarını kurutmaktı. Bu bağlamda “Fethullahçı
Terör Örgütü”ne finansman sağladığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılan ve tutuklanma kararı çıkarılan Koza İpek Yönetim Kurulu Başkanı Akın İpek,
grup şirketlerinde arama yapılmadan önce yurtdışına
kaçtı. (Gülenciler bu kaçışlara “Hicret” diyor.) Akın
İpek hakkında bankalar aracılığıyla şirketlerinin hesabında bulunan 7 milyar 40 milyon doları Bahreyn,
Malta ve Kıbrıs’taki hesaplara aktardığı gerekçesiyle
hazırlanmış bir iddianame vardı.
26 Ekim’de Ankara 5’inci Sulh Ceza Hakimliği,
Koza İpek Grubu’nun tüm şirketlerine, “Fetullah Gülen Terör Örgütü’ne yardım ettikleri, onlara katıldıkları” gerekçesiyle “tam yetkili kayyum” atadı. Karar-
da, “himmet paralarının” aklandığı, FETÖ’ye finans
sağlandığı, okullarda FETÖ’ye eleman kazandırıldığı, medya gücüyle de örgüt mensuplarının aklanmaya çalışıldığı” belirtildi.
Türkiye’nin Erdoğan/AKP ile Gülen cemaati arasında ittifakın olduğu döneminde kısa sürede sermaye piyasasında “yükselen değer” olan “Koza-İpek”
grubunda şimdi atanan kayyum yönetimine devredilen şirketler şunlar:
1- Koza-İpek Eğitim Sağlık Hizmet Yardım Vakfı
2- Koza Altın İşletmeleri
3- Koza Anadolu Metal Madencilik İşl.
4- Koza İpek Holding
5- İpek Doğal Enerji Kaynakları Araştırma ve Üretim
6- Doğu Anadolu Maden Arama ve Sondaj
7- ATP Havacılık Ticaret
8- ATP İnşaat ve Ticaret
9- Koza İpek Basım Sanayi Tic.
10- ATP Koza Gıda Tarım Hayvancılık
11- ATP Koza Turizm Seyahat ve Ticaret
12- Koza İpek Sigorta Aracılık Hizmetleri
13- Koza İpek Tedarik Danışmanlık Araç Kiralama
Tic.
14- AZ ipek Danışmanlık Proje Rek ve Org Hizmetleri Ticaret
15- BB İpek Danışmanlık Proje Rek ve Org Hizm
Tic.
16- Kontaklı Metal Madencilik San. Tic.
17- Özdemir Animuan Madenleri
18- Koza Altın İşletmeleri
19- İpek Doğal Enerji Kaynakları Araştırma ve
Üretim
20- ATP Havacılık Tic.
21- Atlantik Eğitim
Medyada İpek Koza grubu: Kanaltürk Radyo ve
TV’si ve Bugün TV; basılı medyada ise Bugün gazetesi , Millet gazetesi olarak var.
Bu Kayyum Atama Meselesinin Burjuva
Hukuku Açısından Durumu
Durumu en iyi açıklayanlardan biri eski savcı, CHP
milletvekili İlhan Cihaner. Bilindiği gibi İlhan Cihaner Gülen’ciler hakkında soruşturma yaptığı sırada
sonradan bir komplo olduğu çıkan bir gerekçeyle görevinden uzaklaştırılmış, Ergenekoncu olarak tutuklanmış, uzun süre hapis yatmış, Gülen Cemaatinin
işlerini iyi bilen biridir. O kayyum atanması konusunda şöyle diyor:
Hepsi Yalancı,
Hepsi Sahtekar
Bir bütün olarak Koza İpek Grubuna devlet tarafından el konması anlamına gelen kayyum atanması,
grup tarafından AKP’nin/Erdoğan’ın grubun medyasını susturmak için atttığı “Basın özgürlüğüne”
“Özgür basına” yönelik bir saldırı olarak tanıtıldı. Ve
Ekrem Dumanlı’nın ve Hidayet Karaca’nın tutuklanmasında olduğu gibi, Kayyum’un medya kurumlarına gitmesi, güya “basın özgürlüğünü savunma” adına
bir gösteriye dönüştürüldü. Hemen hemen bütün
anti Erdoğan cephesi için de, Koza İpek grubuna el
konulması “basın özgürlüğüne” karşı girişilmiş bir
saldırıdan başka bir şey değildi. AKP nin yandaş
medyası için ise bu kayyum atanması işinin basına
özgürlüğüne saldırı vb. ile hiç bir ilgisi yoktu! Yine
iki taraf ta yalan söylüyordu. Koza İpek Grubuna yönelik kayyum atanması, grubun bütün şirketlerini,
bu arada medya bölümünü de kapsıyordu. Bu anlamda tabii ki 26 Ekim’e kadar AKP’ne karşı en şiddetli
muhalefet yapan iki gazeteye ve TV kanalına da devlet adına el konulmuş, yönetimi AKP’nin denetimine
geçmiş oluyordu. Bu bu anlamda evet AKP karşıtı basının susturulması işlevine de sahip bir karardı.
Diğer yandan fakat Kanaltürk TV, Bugün TV’nin,
Bugün gazetesi ve Millet gazetesinin basın özgürlüğünün adeta son kaleleri gibi gösterilmeleri de, yalandı, yalandır. Bu medya kuruluşlarına yönelen saldırılara karşı bunlara “basın özgürlüğünü savunma “
adına sahip çıkılması da yanlıştır.
Olan egemen sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşından başka bir şey değildi, değil.
Biz bu kavgada ne “devlet içinde yuvalanmış, “vatan
haini” paralel devlet
yapılanmasını çökertmek” için mücadelesine destek isteyenlerin;
ne de kendilerine yönelik tasfiye girişimlerine karşı şimdi basın
özgürlüğünü savunrma adına bizi yanlarına çağıranların yanında, tarafında değiliz.
Bizim kendi tarafımız var. Evet biz gerçek
basın özgürlüğünden
yanayız. Ama rotatiflerin, TV kanallarının
şu veya bu sermaye gurubunun elinde olduğu bir “basın özgürlüğü” lafta basın özgürlüğüdür.
Basın özgürlüğü adına savunulan anda rakibi tarafından bastırılmaaya çalışılan sermaye gurubunun
özgürlüğüdür. Kapitalist sistemin egemen olduğu
bir ortamda özgür basın, kendisini sermayeye karşı
konumlandıran basındır. O ise bir çok halde –bizim
ülkelerimizde çoğu zaman olduğu gibi- illegal olma
durumundadır. Bizim basın özgürlüğü mücadelemiz,
egemen sınıfların şu veya bu kesiminin yanında, bir
başka kesimine karşı bir mücadele değil, bir bütün
olarak sisteme karşı bir mücadeledir.
Egemenlerin kendi aralarındaki iktidar dalaşında
görevimiz, bu dalaşın andaki görünümlerinin ne olduğunu açıklamak, kendi mücadelemizi yürütmektir.
28.10.2015 ✓
gündem
“Eğer Fethullah Gülen örgütlenmesinin, yapısının, cemaatinin ya da MGK’nın deyimiyle Fethullah
Gülen Terör Örgütü’nün bir suç yapılanması olduğuna karar veriyorsanız, o şirketlerin de o yapılanmayla ilişkilerini belgelemişseniz, bu tarz tedbirlere
başvurulabilir. Kanalları Digitürk’ten çıkarma gibi
tedbirlere de böyle bakmak gerekir. Ancak üzerinde
asıl durulması gereken şey, Fethullah Gülen yapısının
bir suç örgütü olup olmadığıdır. Bana göre, bu yönde
güçlü emareler, bulgular var. Sadece kanun dışı dinlemelerin bile, belli bir organik yapı içerisinde bu gruba
mal edilebileceğine ilişkin ellerimizde veri var. “
Cihaner, bu tip tedbirlerin suça karıştıkları gerekçesiyle daha once kimi bankalara da uygulandığını
hatırlatarak, şöyle diyor:
“Mesela, bir yapılanma eğer uyuşturucu kaçakçılığı, silah
kaçakçılığı yapıyorsa,
onun beslediği, ya da
kendisini besleyen şirketlere karşı bu tip tedbirler uygulanabilir.
Ancak bunu yapmak
için, o yapılanmanın
suç örgütü olduğunu
ortaya koymanız, bu
şirketlerle organik bağını belgelemeniz gerekir”.
9
gündem
ANKARA KATLİAMI
UNUTMAYACAĞIZ!
AFFETMEYECEĞİZ!
10
10
Ekim’de Ankara’da Türkiye tarihinin en
büyük terör eylemlerinden birinde resmi
rakamlara göre 102 barış savaşçısı kardeşimizi yitirdik. (Ankara Tabip Odası 15 Ekim itibarıyla yitirdiklerimizin sayısını 106 olarak verdi; 16 Ekim’deki
açıklamasında bu sayıyı 103’e indirdi. HDP Eşbaşkanı Demirtaş 11 Ekim’de, Ankara’da yapılan bir
anma/uğurlama mitinginde kaybettiğimiz “128 yoldaşımız” dan söz etti. HDP sonradan bu konuda özür
diledi.) Yüzün üzerinde insanımız iki IŞİD’li terörist
“canlı bomba”nın barbar saldırısında yitirdiler hayatlarını. 500’ün üzerinde insanımız yaralandı,
hastanelerde tedavi gördü.
Ankara Tabipler Odası’nın
15 Ekim’de yaptığı açıklamaya göre 89 yaralı hala
hastanelerde tedavi altında idi, bunlardan 20 si yoğun bakımda idi.
İki canlı bombanın eylemi gayet profesyonel
hazırlanmış,
mümkün
olduğunca çok insan öldürmeyi, sakat bırakmayı
hedefleyen, bunu da başaran bir eylem. Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı
“soruşturmanın sürdüğü”, eylemcilerin bağlantılarının açığa çıkarılması için çalışmaların yürütüldüğü
açıklamasını yaptı. Başsavcılığın talebi üzerine soruşturma konusunda yayın yasağı getirildi.
Gerçekte kimse yayın yasağı dinlemedi. Cumhuriyet gazetesi zaten hukuksuz olduğu gerekçesiyle
“yayın yasağı bizim için yok hükmündedir” bantıyla
çıktı. Bütün muhalif basında bombacıların kim olduğu çarşaf çarşaf yayınlanırken; yandaş medyada
bombacıların PKK ile ilişkilendiren haberler ve yo-
rumlar yer aldı. Soruşturma yürütenler ve hükümet
kanadından gelen ilk açıklamalar eylemin iki canlı
bomba tarafından gerçekleştirildiği; soruşturmanın
sürdüğü ve canlı bombalarla ve eylemle ilgili kimi
tutuklamaların gerçekleştirildiği ötesine geçmedi.
Yazılı ve görsel medyada ise iki canlı bombanın kimlikleri Yunus Emre Alagöz ve Ömer Deniz Dündar
olarak açıklandı. Bunlardan Yunus Emre Alagöz Suruç katliamındaki canlı bomba Şeyh Abdurrahman
Alagöz’ün ağabeyi. Medyada yayılan haberlere göre
Hem Yunus Emre Alagöz ve hem de Ömer deniz
Dündar emniyet güçlerinin “canlı bomba” eylemi
gerçek leştirebilecek leri şüphesi ile, 20 kişilik
arananlar listesinde yer
alan kişiler. Her ikisinin
de IŞİD’ le bağıntılı olan
Adıyamandaki “Dokumacılar grubu” nun üyeleri olduğu yazılıp çizildi.
Cumhuriyet gazetesi söz
konusu gurubun iki yıldır polis takibi altında
olduğunu gösteren tape
kayıtlarını yayınladı.
19 Ekim’de Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı
soruşturma hakkında yazılı açıklama yaptı. Açıklamada; “Ankara Garı civarında meydana gelen eyleme dair bazı twitter içerikleri ile ilgili olarak 4 kişi
hakkında gözaltı işlemleri uygulanmış, bu kişilerden
3’ü Başsavcılığımızca serbest bırakılmış, 1’i hakkında
talebimiz üzerine mahkemece yurt dışına çıkış yasağı şeklinde adli kontrol kararı verilmiştir. Söz konusu canlı bomba eylemini gerçekleştiren kişilerden
birinin Yunus Emre Alagözisimli şahıs olduğu tespit
edilmiştir. Diğer canlı bomba eylemcisinin fotoğraf-
eylemle, Türkiye’nin her yerinde benzeri eylemler yapılabileceği; Türkiye’nin yönetilemez hale getirilebileceği gösteriliyordu.
* Eylemin olduğu alanda yeterli bir güvenlik tedbiri
yoktu.
* Eylemin hemen ertesinde yaşanan panik ve kaos
ortamında, eyleme katılan kimi doktor ve sağlıkçıların yaralılara müdahale ettiği, hayat kurtarmaya çalıştığı bir ortamda, polis güçlerinin gazlı müdahalesinden oradaki tüm insanlar etkilendi.
* Ambulansların ve sağlık ekiplerinin bir can pazarına dönen eylem yerine varmalarında aksamalar ve
gecikmeler yaşandı.
gündem
la teşhisi yapılmış olup, açık kimliğinin belirlenmesi
için çalışmalar devam etmektedir. Bu kişinin eylemi
gerçekleştirmek üzere, güney sınırlarımıza komşu
bir ülkeden geldiği tespit edilmiştir. İki canlı bomba
eylemcisine yardım ettikleri ve bu eyleme katıldıkları düşünülen toplam 20 şüpheli hakkında adli işlem
başlatılmış olup, bunlardan 11’i gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınan 11 şüpheliden 4’ü Başsavcılığımızca serbest bırakılmış, 6 şüpheli tutuklanma talebi ile 1 şüpheli de adli kontrol talebi ile Sulh Ceza
Hakimliği’ne sevk edilmiştir. Sulh Ceza Hakimliği’ne
sevk edilen şüphelilerden (6+1=7 kişi) 4’ü tutuklanmış, 3’ü hakkında adli kontrol karan verilmiştir” denildi.
Açıklamada ayrıca; “Yakalanan şüphelilerin Gaziantep ilindeki evlerinde, iş yerlerinde, araçlarında,
depo olarak kullandıkları alanlarda ve hücre evi olarak kullandıkları evde yapılan aramalarda” bulunan
malzemelerin –silah, mühimmat, bomba malzemesi
vb.- dökümü de veriliyor.
Aynı gün gerçekte işlemeyen yayın yasağı da kaldırıldı.
Şimdiye kadar kesin olan bilgiler şunlar:
*10 Ekim 2015’de haftalardır hazırlığı yapılan “Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” mitingine katılmak
için Ankara Garı önünde toplanan binlerce barış ve
demokrasi savaşçısının arasına giren iki canlı bomba 100’ün üzerinde insanımızı canice katletti, 500’e
yakın insanımızı yaraladı. Onlarca insanımızı sakat
bıraktı.
*Bu eylem Kuzey Kürdistan’da devletin halka karşı faşist terör estirdiği, PKK’ne karşı yoğun bir savaş
yürüttüğü bir ortamda, Türkiye’de yapılacak seçimlerin üç hafta öncesinde ve PKK’nin çok kısa süre
içinde tek taraflı bir ateşkes ilan edeceğini açıklanmasının beklendiği bir ortamda gerçekleştirildi.
*Eylemin doğrudan hedefi Türkiye’deki/Kuzey
Kürdistan’daki savaşın hemen durdurulmasını isteyenler, bunun için yapılacak mitinge katılmak için
Ankara’da toplanan, büyük çoğunluğu sol örgütlerden olan insanlardı. Mümkün olduğunca çok barış
yanlısını öldürmek, barış isteyenlere gözdağı vermek
eylemin doğrudan hedefi idi.
*Tetikçiler kim olursa olsun objektif olarak bu eylem, Türkiye’de halkları birbirine karşı kışkırtmaya;
yürüyen savaşın durdurulması yönünde bir adım
atılmasını engellemeye, Türkiye’de bir dehşet ve kaos
ortamı yaratmaya yönelik bir eylemdi.
Türkiye’nin başkentinde gerçekleştirilen böyle bir
Acıda Birlik Yokluğu…
Aslında böyle barbarca, insanlık düşmanı bir eylem
sonrasında demokrasi adına konuşan bütün siyasi
güçlerin -lafta demokrasi adına konuşmayan zaten
yok!- dininden, mezhebinden, milliyetinden, grup/
cemaat/örgüt mensubiyetinden bağımsız, birazcık
vicdan sahibi olan bütün insanların, yani bu eylemi
gerçekleştirenler ve arkasında duranlar dışındaki
herkesin, toplumun her kesiminin hep birlikte ayağa
kalkıp HAYIR demesi beklenir. Fakat bu Kuzey Kürdistan/Türkiye’de böyle olmadı olmuyor.
Eylemin hemen ertesinde, daha ölülerimizin önemli bölümü yerlerde üzerlerine örtülmüş pankartlar,
afişler altında yatarken, yaralılar henüz hastanelere
taşınıyorken gelen ilk açıklamalarda, Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de esas olarak ikiye bölünmüş olan siyasi ortama uygun tavırlar sergilendi:
Hükümete ve Erdoğan’a göre, “şiddetle kınadıkları
bu terör eylemi”, “devletimizin ve milletimizin birliğine yönelik hain bir saldırı” idi.
Başbakan A. Davutoğlu hükümet adına yaptığı
açıklamada:
“Çok derin bir hüzün ve acı içindeyiz. Bugün ülkemiz, halkımız ve demokrasimiz büyük bir terör
saldırısıyla hedef edinilmiştir. Bu saldırı herhangi bir
şekilde tek bir gruba, o mitinge katılan vatandaşlarımıza ya da herhangi bir siyasi topluluğa karşı değildir. Bu saldırı ülkemizin bütününe karşı yapılmış bir
saldırıdır. Bu saldırı, demokrasimize yapılan bir saldırıdır. Ülkemize yapılan bir saldırıdır çünkü Türkiye ateş çemberi içinde demokrasisiyle istikrarını bütünleştiren örnek bir ülkedir. Bu saldırıyla ülkemizin
itibarına, ülkemizin huzur ve istikrarına doğrudan
bir saldırı gerçekleştirilmiştir.” diyordu.
Erdoğan ise yaptığı ilk açıklamada şöyle diyordu:
11
gündem
12
“Bugün Ankara Tren Garı önünde gerçekleştirilen terör eyleminde, birçok vatandaşımızın hayatını
kaybettiğini, birçok vatandaşımızın da yaralandığını
büyük bir teessürle öğrenmiş bulunmaktayım. Birlik
ve beraberliğimize, ülkemizin huzuruna kasteden bu
menfur saldırıyı şiddetle kınıyorum. Kaynağı, söylemi, amacı, adı ne olursa olsun, her türlü terör eyleminin ve terör örgütünün karşısındayız, hep birlikte
de karşısında olmak mecburiyetindeyiz. Teröre en
büyük desteği, terör eylemleri ve terör örgütleri karşısında çifte standartla hareket edenler vermektedir.
Daha önce değişik yerlerde askerimize, polisimize,
korucularımıza, kamu görevlilerimize ve masum
vatandaşlarımıza karşı yapılan terör eylemleri ile
bugün Ankara Tren Garı’nda sivil vatandaşlarımızı
hedef alan terör saldırısı arasında hiçbir fark
yoktur.”
Hükümetin Davutoğlu tarafından dillendirilen resmi açıklamasına göre, ”böyle
bir saldırıyı gerçekleştirebilecek örgütler
PKK, DHKP/C, MLKP
ve DAEŞ” olabilirdi.
Ama ayrıca “bunların
arkasında bir üst akıl
da olabilir”di. “Şimdi milletimizin teröre
karşı birliğini gösterme
zamanı”ydı.
İçişleri Bakanı, Sağlık Bakanı ve Adalet Bakanı ile birlikte yaptığı basın
toplantısında, “Güvenlik zafiyeti var mı; istifa etmeyi
düşünüyor musunuz“ sorusuna “Hayır, bir güvenlik
zafiyeti yok, biz gerekli bütün tedbirleri aldık.” diye
cevap veriyor; Adalet Bakanı ise bu soru üzerine pis
pis sırıtıyordu.
Bu açıklamalarda ve tavırlarda, hain insanlık düşmanı saldırıda doğrudan hedef alınmış olan ve hükümete, Erdoğan’a muhalif oldukları bilinen ölen, yararlanan insanlarla en ufak bir empati yoktu, yoktur.
Öncelikle ölenlere, yaralananlara, bu saldırının doğrudan mağdurlarına yapılmamıştır saldırı! Ülkenin
bütününe, itibarına vs. yapılmış bir saldırıdır. Bunun
da ötesinde evet bu saldırı ile PKK’nin kendilerine
karşı haksız bir savaş yürüten devlet güçlerine karşı eylemleri arasında da bir fark yoktur! Yani burada
birlikten söz edenler sahtekârlık yapmaktadır. Bölünmeyi sürdürmeye yönelik ve Ankara’daki eylemden
hükümet ve yöneticiler açısından en az zararla kurtulmayı, evet bu eylemi hatta siyasi olarak kendileri
için bir avantaja dönüştürmeyi merkeze koyan açıklamalardır bunlar.
Davutoğlu bu açıklamalarını aynı zamanda MHP
ve CHP liderlerine yönelik olarak yaptığı görüşme
ve ortak bir açıklama yapma önerisi ile birleştirdi.
Konuşmasının önemli bir bölümünü aynı çağrıyı
HDP’ne neden yapmadığını açıklamaya ayırdı. HDP
Eşbaşkanı Demirtaş’ın devleti, hükümeti, Cumhurbaşkanını fail ilan etme anlamına gelen ilk açıklamasını bahane ederek ve HDP’nin “PKK teröründen
kendini ayırmadığı”nı anlatarak, HDP’ni hedef tahtasına koyarak, aylardır sürdürülen HDP’ni
şeytanlaştırma kampanyasını sürdürerek
gerekçelendirdi bu tavrını.
Hükümet tarafının
tavrı bu iken, hükümet
karşıtlarının tavrı da
şöyle idi:
HDP Eşbaşkanı Demirtaş,
İstanbul’da
yaptığı ilk açıklamada:
“Bu devletimize ve
milletimizin birliğine
bir saldırı değil, devletimiz tarafından halkımıza karşı yapılan bir
saldırıdır” tespitini yapıyordu.
11 Ekim 2015’de ANF “Zana Azadi” imzalı bir yazı
yayınlıyor, yazıda şöyle deniyordu:
“Kürdistan ve Anadolu tarihinde yapılan en büyük
katliamlarının başında yer alan Ankara Katliamı’nın
yankıları sürüyor.
Herkes soruyor, “Ankara Katliamı’nı kim yaptı?”
diye.
AKP ve yandaşları dışında herkesin cevabı aynı:
“AKP-MİT-R.Tayyip Erdoğan yaptı”.
Yaygın kanı bu.
4 yıldır Rojava Kürdistanı ile 7 Haziran seçimlerinden önce HDP’ye yönelik Adana, Mersin, Amed ve
sonrasında Pirsus’ta (Suruç) kim bombaları patlattırıp, katliam yaptırdıysa Ankara Katliamı’ını da aynı
güç yaptı görüşündeler.
AKP iktidarı ve en başta da “Saray” idi.
CHP açısından Saray 400 Milletvekili talebine, halk
doğru cevap vermediği için ülkeyi kaosa sürüklüyordu.
MHP açısından ise bütün bu gelişmelerin nedeni
AKP’nin PKK ile “çözüm süreci” adı altında geliştirdiği işbirliği idi. Türkiye böylece bir savaşın içine
sürükleniyordu.
Anda anti AKP cephesinin propaganda malzemelerinin esas üreticisi konumunda olan Gülen Cemaati
medyası, Fuat Avni’leri üzerinden “Yezid’in” böyle
kanlı eylemlerle iktidarını korumaya çalıştığını, bu
eylemlerin “Yezid”e bağlı özel güçler tarafından gerçekleştirildiğini ve gerçekleştirileceğini üflüyor, bu
arada Yezid’in –bu kez İtalya’ya- kaçış hazırlıkları
içinde olduğu “bilgisi”ni aktarıyordu.
Cumhuriyet’te
yazan Celal Başlangıç 10
Ekim’de saat 16.00 da
Cumhuriyet gazetesinin
internet sitesinde yayınlanan yazısında şöyle
diyordu:
“Bu
bombalar,
PKK’nin ilan edeceği
eylemsizlik kararını engellemek için atılmıştır.
Çünkü barış onları
korkutuyordu; uğursuz,
kanlı ve kirli savaşlarını
sürdürmek istiyorlardı.
Ama yine engel olamadılar PKK’nin “eylemsizlik” ilanına, en fazla
bir gün öne alınmasını
sağladılar istemeden.
Bu bombalar 1 Kasım seçimlerini sabote etmek için
atılmıştır.
Çünkü tek başlarına iktidar olamayacaklarını anladılar.
Bu bombalar; barış isteyenler, demokrasi isteyenler,
özgürlük isteyenler; seçim öncesi alanlara çıkmasınlar, korkup, sinip evlerine kapansınlar diye atılmıştır.
Çünkü muhalifler alanlara çıktıkça katilliklerinin,
hırsızlıklarının, yolsuzluklarının daha çok ortaya
çıkmasından korkuyorlar.
Bu bombalar Saray’ın saltanatı sürsün diye, kaos çıkartmak için atılmıştır.
Çünkü seçimden umutları kesilmiştir.
gündem
Hatta bu yaygın kanıya sahip olanlar, şunu söylüyorlar.
AKP bu katliamı da DAİŞ (IŞİD) yaptı yalanına sarılacak ama DAİŞ-MAİŞ hikayedir.
AKP-R.Tayyip Erdoğan-MİT ortak yapımı olan
katliamlarda, sahtekârca bir şekilde DAİŞ maskesi
takılıyor.
Oysa DAİŞ=AKP’dir. AKP =DAİŞ’tir. Genel görüş
bu.”
Aynı gün KCK Açıklamasında şöye deniyordu:
“Bu katliamın sorumlusu kesinlikle AKP hükümetidir. AKP zihniyeti, AKP’nin iç ve dış politikaları
Türkiye’yi bu noktaya getirmiştir. AKP bu eylemi
başka örgütlerin üzerine yükleyerek kurtulamaz.
AKP bu katliamı üzerine yüklemek istediği örgütlerle
iç içe geçmiştir. AKP, IŞİD vb. zihniyet ve politikalarla ortaklık içinde olmuş;
IŞİD, AKP; AKP, IŞİD
haline gelmiştir. AKP
IŞİD gibi örgütlerin varlığı ortamında hedeflerine böyle yönelerek
sindirmek istemektedir. Artık bu eylemleri
IŞİD veya şu bu örgüt
yaptı demek AKP’nin
zihniyet, politika ve
uygulamalarını gözden
kaçırmak ve gerçekleri
saptırmak olur.”
Bese
Hozat,
14
Ekim’de
Özgür
Gündem’de yayınlanan
yazısında şöyle diyordu:
“Katliamlar serisinin
en korkunç noktasını oluşturan Ankara katliamıyla
AKP toplum nezdinde bütün meşruiyetini yitirmiş
bulunmaktadır. Bu vahşice katliamın tek sorumlusu Erdoğan ve AKP’dir. Erdoğan-AKP gladyosu bu
katliamı gerçekleştiren güçtür. AKP ‘terör saldırısı’
diyerek aymazca bir biçimde kendisini aklayamaz ve
hedef şaşırtamaz. Katil AKP’dir. İlla ki bir terörist
aranacaksa o teröristin Erdoğan ve AKP olduğu çok
açıktır. Artık DAİŞ yaftası AKP’yi kurtaramaz, çünkü AKP DAİŞ’tir. Nasıl ki Suruç Katliamı’nı Erdoğan
gladyosu yaptıysa Ankara Katliamı’nı da aynı gladyo
yaptı. Bu gladyo aylardır, Kürdistan şehirlerinde de
katliamlar yapıyor. “
CHP ve MHP açısından da bu katliamın sorumlusu
13
gündem
14
Bu bombalar “havuz medyası”, “yavuz hırsız medyası” yalanlarını biraz daha sürdürsün diye atılmıştır.
Çünkü bunca yalanları henüz yetmedi halkı yeteri
kadar kandırmaya.
Bu bombalar taşıyamadıkları seçim sandıklarını
Türkiye halklarından kaçırmak için atılmıştır.
Çünkü bir Kasım ayında iktidara geldiler, 13 yıl
sonra bir başka Kasım ayında tarihin çöplüğüne atılmak istemiyorlar.
Bu bombalar miadını doldurmuş iktidarları sürsün
diye atılmıştır.
Çünkü Kandil’i bombalamak yetmedi iktidarlarını sürdürmeye, kentleri bombalamak yetmedi, kendi
ülkesinin dağını, taşını bombalamak, ormanlarını
yakmak yetmedi.
Bu bombalar Kobane’yi, Cizire’yi, Afrin’i top ateşine tutamadıkları için atılmıştır.
Çünkü Suriye’de kaybettiler, Rojava’da yenildiler;
dünya lideri olmaya heves etmişlerdi, dünyaya rezil
oldular.
Bu bombalar, Türkiye halklarından umudunu kesenlerin ülkeden kaçmak için son hazırlıklarını yapma zamanı kazansınlar diye atılmıştır.
Çünkü paralarını, çocuklarını kaçırmaya başladılar, daha geride toparlamaları gereken paraları, kupon arsaları, tahsil etmeleri gereken avantaları var.
Bu bombalar Reza’nın önüne yatan bakanlar yargılanmasın diye atılmıştır!
Çünkü o bakanlar yargılanırsa Reza’nın önüne yatanın aslında kim olduğunun ortaya çıkmasından
korkmuşlardır.
Bu bombalar kanlı saltanatları, alçak zulümleri
sürsün diye atılmıştır.
Bu bombalar barışa, demokrasiye, özgürlüğe atılmıştır.
Bu bombalar önce Türkiye’ye atılmıştır!
Bu bombalar hepimize atılmıştır!
Bu bombalar büyük insanlığa atılmıştır!”
Yani katil, fail ve cinayet motifi bellidir: Fail AKP
hükümeti, en başta da Erdoğan’dır.
Motif: Elden kaçan iktidarı elde tutmak, eğer bu becerilemezse ülkeden kaçmak için zaman kazanmaktır!
Bunlar yalnızca Celal Başlangıç’ın görüşleri değil.
Bunlar esasında iyice cepheleşmiş olan Kuzey Kürdistan/Türkiye toplumunda anti-AKP en başta da
anti-Erdoğan cephesinin tüm unsurlarının asgari
müşterekleridir. Ne yazık ki, bir türlü bağımsız olarak “kendi taraf”ını belirleme tavrını geliştiremeyen,
hemen her dönemde egemen sınıflar içindeki iktidar
dalaşında bir kesimin kuyruğunda hareket eden Türkiye Solu’nun dışımızdaki kesiminin büyük bölümü
de anti-AKP/anti- Erdoğan cephesinin bir parçası.
Hastalıklı Ortam
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bugün var olan hastalıklı ortam, Kuzey Kürdistan/Türkiye’yi Suruç’taki,
Amed’deki, son olarak da Ankara’daki gibi açıkça
provokasyon eylemlerinin kolaylıkla gerçekleşmesinin ve “başarısı”nın temel nedenidir.
Bu gibi insanlık düşmanı terörist eylemleri salt polisiye yöntemlerle vb. bütünüyle önlemek mümkün
değildir. Bu gibi eylemler en demokratik ülkelerde olduğu gibi, en faşist polis devletlerinde de olabilir. Sorun açık toplum, demokrasi ile güvenlik dengesinin
doğru tutturularak bu gibi eylemleri engelleyebilmek
için her şeyi yapılıp yapılmadığıdır. Bu gibi eylemleri
engellemek için ilk yapılacak iş bu gibi eylemleri çağıran siyasi ortamı yaratmamaktır. Bu bağlamda esas
sorumluluk da ülkeyi yönetenlere aittir. Kuşkusuz
ülkedeki tüm siyasi güçlerin de belli bir sorumluluğu
vardır, fakat esas sorumluluk her zaman anda yönetici durumda olanlardadır.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye bugün hem dış ilişkileri, hem de Türkiye’nin içindeki siyasi ilişkiler açısından bu gibi eylemlere, bu gibi eylemler üzerinden
de siyasetin dizayn edilmeye çalışılmasına en açık
ülkelerden biri konumundadır.
Dış İlişkiler Açısından
Türkiye bugün emperyalistler arasında yeniden
paylaşım dalaşında en önemli alanlardan biri olan
Ortadoğu’nun yeniden paylaşımında doğrudan taraf konumundadır. Ortadoğu’daki bütün gelişmeler
Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. AKP hükümetinin bizzat kendisi, kendi başına Ortadoğu’da yeniden paylaşımı konusunda doğrudan belirleyici olma,
evet bunun ötesinde dünya siyasetinde de belirleyici
olma iddiasıyla ortaya çıkan bir dış politikaya sahiptir. Bu iddianın anda gerçeklerle uyuşmadığı son dönemde net olarak ortaya çıkmıştır.
Olgu şudur: Bu iddia, başta emperyalist büyük
güçler olmak üzere, tüm emperyalist güçlere açıkça
meydan okuyan bir iddiadır. Türkiye bu iddianın arkasını güçle doldurma durumunda değildir. Böyle bir
meydan okuma açıkça Türkiye’deki AKP hükümetini tüm emperyalist büyük güçlerle karşı karşıya getirmektedir. AKP hükümeti emperyalist büyük güçler
düşmanı ilan etmiş, Türkiye/Kuzey Kürdistan’ı savaş
alanı ilan etmiş, “Tağut Erdoğan”ı ve onun rejimini
yıkma”, “İstanbul”u yeniden fethetme” için bütün
Müslümanları cihada çağıran bir örgüttür. AKP açısından ise IŞİD “Müslümanlıkla ilgisi olmayan, onu
kirleten terörist bir örgüt”tür. Yani AKP İran için,
Suriye’de Esad rejimi için ve IŞİD için açık düşman
ve hedef, müttefik olduğu Suudi Arabistan için güvenilmez bir müttefiktir. Türkiye bütün bu güçler açısından aslında bir operasyon alanıdır.
Yine Ortadoğu’da AKP Türkiye’si, Ortadoğu’nun
kanayan yarası olan Filistin sorununda açıkça
Hamas’ın ve FKÖ’nün
tarafında tavır takınarak, hem İsrail’in hem
de onun baş destekçisi
konumunda olan ABD
emperyalistlerinin hışmını üzerine çekmektedir. Onlar açısından da
bu bağlamda Türkiye
operasyon alanıdır.
Mısır’daki
iktidar
çatışmasında AKP hükümeti ve en başta Erdoğan açıkça Mursi’den
yana tavır takınmış, bugünkü yönetimi haklı olarak darbecilikle suçlamıştır
ve suçlamaya devam etmekte, Mısır yönetimini tanımamakta, bütün emperyalist güçleri, en başta mütetfikleri batılı emperyalistleri haklı olarak ikiyüzlülükle suçlamaktadır. Bu tavırlar da müttefikleri –onlar
açısından haklı olarak- kızdırmakta, AKP hükümetini çizgiye çekmeye yönelik müdahelelere açık hale
getirmektedir.
Yani dış ilişkilerde Türkiye AKP hükümetinin deyimiyle “onurlu yalnızlık” yaşamaktadır. Bu onurlu
yalnızlığın siyaset diline çevirisi, herkesle kavgalı olmak, herkesin müdahelesine açık olmak demektir.
Tabii ki “onurlu yalnızlık” eğer sistem dışına çıkılmak için yaşanan bir zorunluluksa, o zaman bu kötü
bir şey değildir. Fakat AKP’nin sistem dışına çıkmak
diye bir derdi yoktur. O Türk burjuvazisini emperyalist/kapitalist sistem içinde büyütmek, daha güçlü
hale getirmek için yapmaktadır bu siyaseti. Ama bu
amaç açısından yaklaşıldığında, AKP şu anda kendi
gücünü, daha doğrusu iddiaları göz önüne alındığında relatif güçsüzlüğünü yok sayan, kendini dev ayna-
gündem
açısından istenmeyen, alternatifi bulunması gereken,
bulunmadığı sürece göz yumulmak zorundan kalınan bir hükümet konumundadır. “Diklenmeden dik
durma” adı altında yürütülmeye çalışılan bu dış siyaset, Türkiye’yi bütün emperyalist büyük güçlerin değişik araçlarla siyaset dizayn etme girişimlerine açık
hale getirmektedir.
Türkiye’nin güneyi Irak ve Suriye’ gibi, dağılmış ve
iç savaş yaşayan iki devletle çevrilidir. Bu iki devlet
kendi içinde dinsel, etnik ve mezhepsel temelde değişik iktidar merkezlerine bölünmüştür. Bu her iki
devletteki bölünmelerde
alanda savaşan güçlerin
gerisinde bölgesel gerici/faşist güçler ve emperyalist büyük güçler
vardır. Alanda yaşanan
bir çeşit temsili dünya
savaşıdır. Alanda karada savaşan esas güçler
bölgesel güçler olsa da
emperyalist büyük güçler de doğrudan kendi
askeri güçlerinin bir
bölümüyle bu savaşın
içindedir. Bunun yanında bölgede savaşan tüm
güçlerin saflarında değişik ülkelerden gelen gönüllü veya paralı askerler de
vardır. Bunun yanında bölgenin tümünde tüm büyük
ve bölgesel güçlerin gizli örgütleri cirit atmakta istihbari ve operasyonel faaliyetlerde bulunmaktadır.
Türkiye’nin doğu sınırındaki komşusu İran, Ortadoğu’daki yeniden paylaşım savaşında doğrudan
askeri gücüyle kendi amacı doğrultusunda savaşmaktadır. İran Ortadoğu’da Irak ve Suriye’deki ve
Yemen’deki iç savaşta, Şii ağırlıklı iktidarlar veya
Şii devletleri kurma, kendi etkinliğini arttırma peşindedir. AKP hükümeti, kendisi Selefi İslamcı olmasa bile, Ortadoğu’daki savaşta Selefi İslamcı güçlerle en başta Suudi Arabistan ve Katar’la aynı safta
yer almaktadır. AKP’nin bu siyaseti onu İran’ın ve
kendisini Şii’lik üzerinden tanımlayan bütün güçlerin düşmanı haline getirmektedir. Bunun yanında
AKP’nin Sünniler içinde de Selefi olmayan siyaseti,
onu özellikle radikal Selefiler açısından da tehlikeli
bir düşman haline getirmektedir. IŞİD gibi öncelikle
Sünni Müslümanlık adına siyaset yapan AKP, IŞİD
açısından rakip ve düşmandır. IŞİD Erdoğan’ı din
15
gündem
16
sında gören ve gösteren tehlikeli, maceracı bir siyaset
izlemektedir.
İçteki Duruma Gelince
AKP hükümeti döneminde, özellikle de 2011’de Erdoğan önderliğindeki AKP hükümeti seçmen bazında % 50’ye yakın bir destek aldığından bu yana,
toplum AKP/Erdoğan yandaşları ve AKP /Erdoğan
karşıtları biçimindeki derin bir bölünmüşlüğü, giderek daha da derinleşme biçiminde yaşıyor.
Bu bölünmüşlükte AKP karşıtları cephesine katılımlar giderek artıyor. AKP‘nin Milli Görüşün yenilikçi kanadı ile Gülen Cemaati arasında geçmişin
Kemalist bürokratik devlet aygıtına karşı ittifakı,
AKP’nin Kürt sorununu Türkiye içinde PKK ile görüşmeler yoluyla –savaşı durdurmak anlamında- çözme siyasetine yönelmesi ertesinde bozulmaya başladı.
Bu ittifak çatladı ve 2013 sonunda ittifak bütünüyle
dağıldı, iki grup arasında ilişki açık çatışmaya dönüştü.
2013 yazında aslında AKP’nin otoriterleşmesine
bir isyan olan, gelişmesi içinde anti AKP cephesinin
“AKP gitsin de, nasıl giderse gitsin” diyen kesiminin
hareketine dönüşen gezi hareketini, AKP kendisine
karşı bütün güçlerin ortak bir darbe girişimi olarak
değerlendirdi. Ve faşist devlet terörü ile ezdi.
2013 sonunda Gülen Hareketi, iktidar dalaşında
AKP’ni devirmek, yoksa hizaya getirmek için, AKP
döneminde yaşanan içinde bizzat Erdoğan’ın da olduğu büyük yolsuzluk ve rüşvet olaylarının kimi -ne
kadarının düzenlenmiş olduğunu bilemediğimizbelgelerini ortaya döktü. Bu andan itibaren Gülen
Cemaati ile AKP arasında –AKP nin Gülenci olmayan kesimi arasında- açık savaş başladı.
Bugün gelinen yerde toplumun bir kesimi için Erdoğan adeta bir mesihtir. Ona karşı olan herkes ajandır, vatan hainidir, terörist destekçisidir, “üst akıla”
hizmet edendir, fetöcüdür, pkk’cidir, Esed’cidir vs. vs.
Erdoğan’a karşı olanlar için ise, Erdoğan Hitler’vari
bir diktatördür, kişisel iktidarı için her şeyi yapmaya
hazır biridir, Türkiye’yi parsel parsel satandır, 12 Eylül dönemine benzer, hatta ondan da daha berbat bir
rejimin yöneticisi, tek belirleyicisidir.
Türkiye’de böyle bir hastalıklı ortam içinde bulunmaktadır. Toplum adeta iki ‘düşman’ takımın fanatik
taraftarları gibi bölünmüş durumdadır. Toplumun
geneline hakim olan bu hastalık ne yazık ki düzen
dışı sola da bulaşmış, hastalık onun da bünyesini
önemli ölçüde teslim almış durumdadır.
Burada AKP ve Erdoğan tam bir paranoya içindedir. Bütün dünya Türkiye’nin büyümesinden korktuğu için onlara karşı birleşmiştir. Türkiye’de bütün
muhalefet dış güçlerin ajanları olarak bütün güçleriyle Türkiye’nin geleceği olan Erdoğanı devirmeye
yemin etmiştir. Böyle bir sarılmışlık duygusu içinde
her türlü muhalefeti devletin bütün faşist gücüyle de
ezmek, onlara göre “Büyük Türkiye”yi yaratmanın
yoludur.
Buna karşı, ne olursa ve nasıl olursa olsun, Erdoğan
devrilmelidir diyen kesim açısından ise bir travma
durumu söz konusudur. Erdoğan bütün çabalara rağmen demokratik yollarla iktidardan uzaklaştırılamamaktadır. 1 Kasım’da da iktidardan uzaklaştırılma
durumu olmayacak, en iyi halde iktidarı biraz kısıtlanacaktır. Bu durum bu kesim açısından bir çaresizliği
beraberinde getiren, travmatik bir durumdur.
Bunu Bekir Çoşkun gibileri, “AKP’ne hala oy veren inekler” tanımlamasıyla; Yaşar Nuri Öztürk,
Erdoğan’ı çoban, ona destek verenleri koyun sürüsü
olarak niteleyerek, halk yığınlarının bir kesimine
açık küfürle dile getiriyor. Bu tavırlar aslında iktidarını önemli ölçüde kaybeden eski iktidar sahiplerinin, halka tepeden bakıp, kendilerini cahil halktan
üstün gören, burnu havada Kemalist elitlerin tipik
reaksiyonlarıdır.
İşte bu iç ve dış ortam Türkiye’de Ankara’daki gibi
insanlık dışı, hunhar eylemlerin yapılması ve başarı
kazanması için açık hale getiren ortamdır.
Bu ortamın baş sorumlusu tabii ki 13 yıldır hükümette, en geç 2011’den itibaren ise iktidarda olan
Erdoğan ve AKP hükümetinin kendinden olmayanı
ötekileştiren, dışlayan, şeytanlaştıran, toplumu kutuplaştıran tavrıdır.
Muhalefetin suçu ve sorumluluğu yok mu? Var tabii. Ama muhalefet sözcülerinin ikide bir dediği gibi
“Bu memleketi onlar yönetmiyor ki!”!!! Bu gidişle bir
askeri darbe filan olmadıkça, daha uzun süre de yönetecekleri yok gibi görünüyor.
Tavır Takınırken Olgular Üzerinden
Gidelim!
Biz tavır takınırken şunları bilinçte tutmalıyız.
*Biz egemenlerin iktidar dalaşında taraf değiliz.
Bizim kendi tarafımız var. Biz işçilerin emekçilerin
tarafında, sosyalizm komünizmden yanayız. İşçilerin
emekçilerin düşmanı egemen sınıfların şu veya bu
hükümeti değil, bir bütün olarak kapitalist sistem ve
onun devletidir. Taktik olarak anda şu veya bu hükü-
Sonuçlar
Böyle yaklaştığımızda Ankara’daki katliam için söyleyeceğimiz şudur:
Ankara’daki eylemin tetikçileri iki IŞİD’li canlı
bombadır. Bunların IŞİD’in Türkiye’deki bir örgütünden olduğu söylenmektedir. Bu eylem biçimine
bakıldığında büyük ihtimalle de doğrudur.
Bu eylem iki kişinin kişisel eylemi değildir. O kişi-
lerin örgütsel bağlantıları vardır. Devletin, AKP hükümetinin görevi bunları ortaya çıkarmaktır.
Bu eylemin en başından PKK eylemi de olabilirmiş
gibi gösterilmesi, daha sonra PKK/DAEŞ işbirliğinin
ürünü bir eylem olarak sunulmaya çalışılması açık
bir algı operasyonudur.
Bu eylemin bizzat AKP tarafından, Saray tarafından yapıldığı, yaptırıldığı iddiası da ispatlanmamış
bir iddiadır.
Bu eylemin siyasi sorumlusu bugün Türkiye’yi yöneten durumda bulunan AKP hükümetidir.
Eylem yerinde yeterli önlem alınmamasından da
doğrudan AKP hükümeti sorumludur. Sorumluluğu yalnızca bir kaç güvenlik bürokratının sırtına
yükleyerek siyasi sorumluları aklamaya çalışmak, bu
gibi durumlarda Türk siyasetinin tipik tavrıdır. AKP
hükümeti diyoruz, çünkü andaki seçim hükümetinde yer alan “bağımsız” bakanların “bağımsızlığı”
belki parti üyesi, yöneticisi vb. olmama anlamında
görünürde bir bağımsızlıktır. Hepsi Erdoğan’ın ve
AKP’nin güvendiği bürokratlardır.
Görünen, Barış Mitingi için kitleleri Ankara’ya çağıran örgütlerin de, kendi güvenlik tedbirlerini alma
konusuna yeterli önemi vermemiş olduklarıdır.
Esas sorun, Türkiye’nin bu gibi eylemlere açık bir
konumda bulunmasıdır. Bunda da birinci derecede
siyasi sorumlu AKP hükümetidir, Erdoğan’dır.
Acilen yapılması gereken, Türkiye’nin bu ortamdan çıkmasıdır. Bunda da sorumluluk yine öncelikle
Türkiye’de hala en büyük desteğe sahip burjuva partisi olan AKP’ye düşmektedir. Ancak diğerleri de bu
konuda üzerine düşeni yapmalıdırlar.
1 Kasım’da yapılacak seçimler Türkiye’nin bu ortamdan çıkması için kullanılabilir. Bu bağlamda
HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı sonucu koruması ve yükseltmesi önemlidir.
Bugün AKP hükümetinin devrilmesi ertesi bir halk
hükümetinin kurulma şansının yokluğu şartlarında,
devrimci örgütler de öncelikle Kuzey Kürdistan’da
-şu anda artık net olarak tek taraflı olarak yürütülensüren savaşın durmasını merkeze koyan, bir siyaset
yürütme görevine sahiptir.
Bu yapılırken, kapitalizmin egemenliği şartlarında,
sömürücülerin düzenlerinin egemenliği şartlarında
gerçek ve kalıcı bir barışın mümkün olmadığı, gerçek
ve kalıcı barış için demokratik ve sosyalist devrimlerin gerekli olduğu da hep yeniden bilinçlere çıkarılmak, vurgulanmak zorundadır.
21.10.2015 ✓
gündem
mete karşı, onun işçilere emekçilere karşı saldırılarını
öncelikli hedef olarak almak, bizi hiçbir şekilde egemenlerin anda hükümet olmayan kesiminin kuyruğuna takılma sonucuna götürmemelidir.
Aynı şekilde bizim bugün Kuzey Kürdistan Türkiye somutunda, ulusal baskıya karşı tavrı ve savaşın
sonlandırılması için, bunun yanında burjuva demokrasisisin gelişmesi için HDP’ne destek vermemiz,
PKK’nin savaşındaki haklı yanı desteklememiz, hiçbir şekilde bizi onların bir kuyruğu haline getirmemelidir.
*Bugün Türkiye/Kuzey Kürdistan’da medya toplumdaki derin bölünmüşlüğe bağlı olarak hemen hemen bütünüyle operasyon medyası haline gelmiştir.
Medya’nın bir bölümü AKP’nin yandaş medyasıdır,
doğrudan onun kontrolü altındadır, onun görüşlerini kitlelere taşımaktadır. Derdi doğruları anlatmak
değil, AKP’nin iktidarının sürmesi için bilinç karartmaktır.
Medyanın diğer bölümü, AKP ve Erdoğan’a düşman güçlerin medyasıdır. Derdi kitleyi aydınlatmak
değil, AKP’nin devrilmesi için bilinç karartmaktır.
Biz bu medyada yayınlanan her haberi -yorumları
zaten bir kenara bırakın, onların taraflı olduğu zaten bellidir. Yalnızca neyi nasıl savunduklarını öğrenmek açısından önemlidir- sorgulamak, birbiriyle
karşılaştırmak zorundayız. Mantık süzgecinden geçirmek zorundayız.
Aynı şey sosyal medya üzerinden yayınlananlar
için çok daha geçirlidir.
Sosyal medya bugün her tarafın trolleri ile doludur.
Operasyon aracıdır.
*Biz tavır takınırken sıkı bir şekilde olgulardan yola
çıkıp -olgular bağlamında her iki tarafın da üzerinde
birleştiği şeyler… Ankara’da 10 Ekim’de saat 10’nu 4
geçe bombalı bir saldırı eylemi olmuştur…Bu eylem
barış eylemi için orda toplananlara yönelik oylarak
gerçekleşmiştir.. En az yüz insanımız ölmüştür..vb.kendi yorumumuzu yapmalıyız.
Başkalarının yorumunu üstlenmemeliyiz.
17
gündem
ANKARA KATLİAMINI
LANETLİYORUZ!
Yeni Dünya İçin Çağrı’nın Ankara katliamı üzerine çıkardığı bildiri.
10
Ekim Cumartesi günü DİSK, KESK,
TMMOB, TTB tarafından Ankara’da “SAVAŞA İNAT BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! EMEK, BARIŞ,
DEMOKRASİ” mitingine katılmak üzere gelen binlerce insanın toplandığı Gar önünde iki bombalı saldırı düzenlendi.
ACIMIZ BÜYÜK!
Saat 10.04 civarında peş peşe iki canlı bomba patladı.
Ortalık kan gölüne döndü. Adeta can pazarı yaşandı.
Yaşamını yitirenlerin ceset parçaları etrafa saçıldı.
İki canlı bombanın neden olduğu bu vahşi, terörist
saldırıda yüzü aşkın insanımız yaşamını yitirdi. Yüzlerce kişi yaralandı. Bunlardan bir bölümü ağır yaralı.
Bu saldırı; 5 Haziran’da Amed’de HDP’nin seçim
mitingine yapılan bombalı saldırının, 20 Temmuz’da
Suruç’ta yapılan bombalı katliamın devamıdır.
Bu katliamın siyasi sorumluluğu hükümete aittir.
Ankara’nın göbeğinde, binlerce kişinin içinde patlatılan bombaların siyasi sorumluluğunu bu hükümet
taşımaktadır.
Bu saldırı; Türkiye’de barış istemeyenlerin,
Türkiye’de halklar arasında kardeşliği istemeyenlerin, Türkiye’de 1 Kasım’da yapılacak seçimlerin silahların sustuğu bir ortamda gerçekleşmesini istemeyenlerin, Türkiye’de halkların birbirini yemesinden
çıkarı olanların barbarca saldırısıdır.
BARIŞA BOMBA!
18
Bu katliamın gerçek faali kim olursa olsun, bu saldırı
halkların barış talebine verilen yanıttır. Amaç Kuzey
Kürdistan’da yeniden başlayan savaşı sonlandırmaya
yönelik tüm girişimleri boşa çıkarmak, halklarımızı
kanlı bir iç savaşa sürüklemek, kaos ortamı yaratmaktır.
Tam da KCK’nın tek taraflı eylemsizlik kararı ilan
ettiği günde gerçekleştirilen bu vahşi eylemin amacı
bellidir: Savaşın sürmesi!
Kanla beslenenler, savaşı sürdürmek isteyen güçler
katliam yapıyor. Provokasyonlar tertip ediyor.
İNADINA BARIŞ!
Bu provokatif terörist katliamı insanım diyen herkes lanetlemelidir. Hükümetin, RT Erdoğan’ın HDP
düşmanlığı, Kürtlere yönelik katliamları bu tür saldırılara zemin hazırlamaktadır. Bu siyaset derhal terk
edilmelidir.
Bu katliam ve olabilecek olan katliamlar, inadına
barış, inadına kardeşlik talebinde ısrar etmeyi engellememelidir. Halklara, işçilere, emekçilere hiçbir faydası olmayan savaşa derhal son verilmelidir.
YASTAYIZ!
Acımız öfkemiz büyük! Kaybımız büyük! Acımızı,
öfkemizi katliamların nedeni olan faşist devleti yıkma mücadelesine dönüştürelim! Ankara’da toprağa
düşenleri unutmayacağız! Mücadelelerini sürdüreceğiz!
Halklarımıza yönelik bu alçakça terörist saldırı da
BARIŞ çığlığımızı susturamayacaktır.
Her şeye rağmen:
SAVAŞA HAYIR, BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! demeye
devam edeceğiz!
Kahrolsun faşizm!
Faşizme ölüm tek yol devrim!
11.10.2015 ✓
SAVAŞIN SON
BULMASI, BARIŞ İÇİN
OYLAR HDP’YE!
K
uzey Kürdistan/Türkiye’de, 1 Kasım’da 26. Milletvekili Genel Seçimi yapılacak.
Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) belirlediği seçim
takvimi işliyor. Partiler Milletvekili listelerini YSK’ya
verdi ve seçim çalışmaları başladı.
SEÇİMLER NEYİ DEĞİŞTİRİR?
1 Kasım’da yenilenecek seçimde burjuvazinin hangi siyasi temsilcisinin -veya temsilcilerinin- kuracağı hükümetler üzerinden halkın “ezilip
soyulacağı”na karar verilecektir.
Burjuvazinin egemen
olduğu tüm ülkelerde
parlamentolar ve onun
için yapılan seçimler,
burjuvazinin işçi sınıfı
ve emekçiler, tüm ezilenler üzerindeki diktatörlüğünün üzerine demokrasi şalını örtmenin
aracıdırlar. Burjuvazinin
iktidarda olduğu ülkelerde seçimlerin esas işlevi, iktidara halkoyuna
dayanan meşruiyet kazandırmaktır.
Burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde seçimler,
öncelikle burjuvazinin değişik kesimlerinin siyasi
temsilcileri, burjuva partileri açısından önemlidir.
Burjuvazinin kendi içindeki iktidar mücadelesinde seçimlerde hangi burjuva partisinin –dolayısıyla
onun temsil ettiği burjuva kesiminin- seçimlerden
gündem
1 KASIM’DA YENİDEN SEÇİM VAR
sonraki dönemde siyasi iktidarda ağırlıklı olarak
temsil edileceği belirlenir.
Burjuvazinin iktidarının seçimler yoluyla değiştirilmesi mümkün değildir. Seçimler sistemin özünde
bir değişikliğe yol açacak olsalar, böyle bir ihtimal
olsa, burjuvazi o seçimleri yapmaz. Seçimler burjuva
iktidarında özsel değişikliklere yol açacak bir sonuçla
biterse, o seçimin sonuçları başka yollarla
-örneğin askeri darbe ile- düzeltilir.
İşçi sınıfı ve emekçiler açısından seçimlerin önemi, işçi sınıfı ve
emekçilerin bilinçlenme
düzeyini göstermesi açısından bir ölçü olmasında yatmaktadır.
SEÇİMLERDE TAVIR
İLKE SORUNU
DEĞİLDİR!
Biz seçimleri, komünist
faaliyet açısından dikkate alır, her seçimi içinde
bulunulan somut şartlara göre değerlendirir, seçimlere katılıp katılmayacağımızı, katılacaksak nasıl katılacağımızı somut
değerlendirerek uygun taktiği belirleriz.
Seçim ortamları halkın en fazla siyaset içine çekildiği, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde ve arasında
da siyaset üzerine en yoğun konuşulduğu ortamlardır. Bu ortam komünist düşüncelerin işçi sınıfı ve
emekçiler içinde propagandası için, aydınlatma ve ör-
19
gündem
gütlenme faaliyeti için fırsatlar sunar. Bu fırsatlardan
maksimum yararlanmak bizim görevimizdir.
Bütün komünist faaliyette temel sorun, işçi sınıfı
ve emekçiler içine komünist düşünceleri, alternatifi,
burjuva düşüncelerle çatışma içinde taşımak, işçi sınıfının ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmektir. Hangi taktik bunun için daha
elverişli şartlar yaratır? Somut koşullar değerlendirilerek uygun taktik belirlenmelidir.
SEÇİMİNİZİ BEĞENMEDİK!!
20
ğişiklik olmayacaktır. Daha önce söylenenler, vaatler
özde tekrarlanacaktır.
Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan savaş seçim
kampanyasında ana temalardan biri olacaktır. Her
parti savaş konusunda takınacağı tavırla oyunu artırmaya çalışacaktır.
1 Kasım seçimleri bir bütün olarak ele alındığında
tek başına iktidar olmak isteyen AKP ile AKP karşıtlığını siyasetlerinin merkezine koyan güçler arasında;
AKP ile anti AKP cephe arasında geçecektir.
Biz bu iki cephede de yokuz. Biz yalnızca bugünkü
AKP iktidarına değil bir bütün olarak egemen sisteme, işbirlikçi burjuvazinin faşist iktidarına karşıyız.
Bugün AKP iktidarının alternatifi olarak ortaya çıkan CHP ve MHP, AKP‘ne karşı olma adına bir adım
bile birlikte yürünecek partiler değildir.
7 Haziran seçim sonuçları, RT Erdoğan ve AKP için
büyük bir hayal kırıklığı idi. AKP, Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçmeyi de içeren bir Anayasa değişikliğini mümkün kılacak bir çoğunluk elde edemedi. AKP, 13 yıldır alışkın olduğu rahat çoğunluklu tek
başına iktidarı yitirdi. Çok güvendikleri, demokrasi
ile özdeş gösterdikleri sandık AKP’ye 13 yıl sonra ilk SEÇİM VE SAVAŞ BİR ARADA OLMAZ!
defa tek başına iktidar imkanı vermedi. Açık
24 Temmuz’dan bu yana Kuzey Kürdistan’da
ara seçimden birinci parti olarak çıkşiddetli bir savaş yürüyor. Her gün
tılar. Fakat hükümet kurmak için
gerillalar, polisler, askerler, sivil
bir ortağa ihtiyaçları vardı.
halktan insanlar ölüyor. Sava1 Kasım seçimleri bir bütün
CHP ile koalisyon görüşmeşın esas mağduru bölgedeki
olarak ele alındığında tek başına
leri yapıldı. Nafile turlar
Kürt halkıdır. Kürdistan’da
iktidar
olmak
isteyen
AKP
ile
AKP
sonucunda koalisyon kuinsanlar her an ölüm tehrulamadı. RT Erdoğan
likesi altında, bombakarşıtlığını siyasetlerinin merkezine
ve AKP’nin tek başına
baskısı, korkusu
koyan güçler arasında; AKP ile anti AKP lanma
iktidar hırsı sonucu olaaltında yaşamaya çalışrak 1 Kasım’da seçimler cephe arasında geçecektir.Biz bu iki cephede maktadır. Savaş bölgeyenilenecek…
deki coğrafyayı büyük
de yokuz. Biz yalnızca bugünkü AKP
tahribata
uğratmıştır.
iktidarına değil bir bütün olarak egemen Ekonomi durma noktasıSEÇİM YENİDEN!
1 Kasım’da yenilenecek sena gelmiş, savaş sürdükçe
sisteme, işbirlikçi burjuvazinin
çimde, her parti 7 Haziran
gelişme
imkanı da olmayafaşist iktidarına karşıyız
sonrasında koalisyon kurulamacaktır. Her gün yeni özel güvenmasının suçunu diğerlerinin üstüne
lik bölgeleri ilan ediliyor. Ormanlar
atacak, kendisinin koalisyon kurmaya
yakılıyor. 90’lı yıllarda olduğu gibi insanhazır olduğunu ve fakat diğerlerinin olmaz şartlar lar zorla göç ettirilmek isteniyor.
ileri sürerek buna yanaşmadığını anlatacaktır.
Kuzey Kürdistan’ın birçok ilçesine giriş çıkış yaAKP tek başına hükümet kuramamış olmasının ül- saklanıyor. Sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor. Cizkeye getirdiği yükleri anlatıp, siyasi istikrar, ülkenin re 9 gün boyunca sokağa çıkma yasağı olan ilçelerden
kalkınması, büyümesi için tek başına iktidar olmak biri. Cizre’ye abluka uygulayan devlet 21 kişiyi katiçin oy isteyecektir.
letti.
RT Erdoğan yine kendi başkanlık kampanyasını
Bu savaşın başta Kürt halkı olmak üzere, tüm halkyürütecek, sistemin tıkandığını, çözümün başkanlık lara hiçbir yararı yoktur. Tam tersine büyük zararı
sisteminde olduğunu anlatacak, gönlündeki partiye vardır. Savaşın en büyük zararı halklar arasında biroy isteyecektir.
likte yaşama ve isteğini törpüleyen, halkları birbirine
Partilerin seçim kampanyalarında 7 Haziran önce- düşman etmeye çalışan yönüdür.
sindeki seçim kampanyasına göre belirleyici bir deSilahların gölgesinde, savaş şartlarında seçim ol-
OYLAR HDP’YE
Hala faşist bir kurumsal yapıya sahip olan ülkelerimizin en önemli sorunu burjuva anlamda da olsa
demokratikleşme sorunudur. Kürt ulusal mücadelesi
Kuzey Kürdistan/Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin en önemli itici güçlerinden biridir.
24 Temmuz’da devletin ve AKP’nin Kuzey
Kürdistan’da yeniden başlattıkları savaşın sonlandırılması, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de faşizmin
çözülmesi ve demokratikleşme sürecinin ilerletilmesi için en önemli
gerekliliklerden
biridir. Bu savaşın sonlandırılması hem Kuzey
Kürdistan’da hem de
Türkiye’nin diğer alanlarında sınıf mücadelesinin öne çıkmasının
yolunu açacaktır. Sınıf
mücadelesi için şartları olgunlaştıracaktır.
Biz bu yüzden Kuzey
Kürdistan’da 24 Temmuz’dan bu yana yürüyen ve
halklara hiçbir yararı olmayan savaşın sonlandırılmasından yanayız. Kürt ulusal Hareketinin HDP
üzerinden parlamento içinde yer alması öncelikli olarak bu açıdan yararlı ve gereklidir.
Kaldı ki HDP, yalnızca ulusal sorunda değil, birçok
başka sorunda da burjuva demokratik hakları savunmaktadır. Bu partinin parlamentoda temsili, liberal
burjuva görüşlerin parlamentoya taşınması, Kuzey
Kürdistan/Türkiye de faşizmin çözülme sürecinin
ilerletilmesi açısından da yararlıdır.
RT Erdoğan’ın istediği “Türk tipi başkanlık
sistemi”nin engellenmesi, Erdoğan ve AKP’nin her
şeyi tek başlarına belirlememeleri için HDP’nin meclise güçlü bir grupla girmesi mutlak gerekliliktir.
Savaşın son bulması, savaşan güçlerin çatışmasızlık
ve müzakere sürecine geri dönmeleri, birbirleriyle savaşmamaları anlamında barışın olması için HDP’nin
oylarını artırarak meclise girmesi yararlı ve gereklidir.
SEÇİM TAKTİĞİMİZ
Bizim bugünkü gücümüz, genel seçimlere kimi kentlerde bağımsız adayla katılmamıza izin veren bir güç
değil. Bu durumda seçimlere katılımımız esas olarak
seçimin yarattığı siyasi tartışma ortamından komünist görüşlerin yaygınlaştırılması, kitlelere doğru bilincin taşınması için azami ölçüde yararlanmaya çalışmak biçiminde olacaktır.
1 Kasım’da yenilenecek seçimde HDP’ye bütün gücümüzle destek vereceğiz. Bütün çevremizi HDP’ye
oy verme yönünde seferber edeceğiz. Tüm gücümüzle
HDP seçim çalışması içinde yer alacağız.
HDP’ye 1 Kasım seçiminde destek vermemiz, onu
bir devrimci parti olarak değerlendirdiğimiz anlamına gelmiyor. Ya da
HDP’ye eleştirilerimizin olmadığı anlamına
gelmiyor. Biz HDP’yi
bir yanı ile Kürt ulusal hareketinin legal
partisi olarak, Türk
şovenizmine ve Türk
devletinin Kürt ulusu
üzerindeki milli baskıya karşı çıkan tavrıyla, diğer burjuva
partilerinden ayrı, bu
noktada demokratik
bir mücadele yürüten bir parti olarak değerlendiriyoruz. Bunun ötesinde savunduğu görüşlerin burjuva
demokrasisisin sınırlarını aşmadığını söylüyor, onu
öncelikle reformist bir burjuva partisi olarak değerlendiriyoruz. Bu görüşlerimizi HDP’ye oy isterken de
açıklamak görevimizdir.
gündem
maz! Savaşan iki güç PKK ve devlet ellerini tetikten
çekmeli, çatışmasızlık ve müzakere sürecine geri
dönmelidir.
KURTULUŞ DEVRİMDE!
Kurtuluş işçi sınıfı önderliğinde, sosyalizmin yolunu
açacak olan işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk
devrimindedir.
Gerçek kurtuluş için, gerçek barış için, halkların
eşitliği ve özgürlüğü için; demokratik halk devrimi
mücadelesini yükseltelim, örgütlenelim!
1 Kasım’da sandık başına, HDP’ye oy vermeye!
Seçimde temel şiarımız:
Halkların Kardeşliği için oylar HDP’ye!
Kuzey Kürdistan’da savaşın durması için oylar
HDP’ye!
Barış için oylar HDP’ye!
Olacaktır.
21.09.2015 ✓
21
yeni kadın dünyası
KADINLAR BARIŞ İSTİYOR!
FAŞİZME GEÇİT YOK!
SİLAHLAR SUSSUN!
BARIŞ HEMEN ŞİMDİ!
Kadınlar daha çok siyasi ve savaş nedenlerinden dolayı şiddete maruz kalıyor.
Cinsel şiddet nedeniyle başvuruda bulunanların sadece 107’si adli vakalar
nedeniyle, buna karşılık 325’i savaş ve siyasi nedenlerle gözaltına alınmış.
F
22
asist Türk devleti Kürt ulusuna karşı saldırıları
tırmandırıyor. Bu savaştan yine en fazla nasibini
alan hangi ulus ve milliyetten olursa olsun kadınlar
oluyor! Erkek egemen devlet istediği gibi görüşme
masası kuruyor, istediği gibi masa deviriyor. Erkek
egemen hükümetler istedikleri gibi savaş kararları
alıyorlar. Bu kararlarla savaşa sürdükleri genç insanlar, yoksul/ezilen kadınların en büyük fedakarlıklarla
doğurup büyüttüğü, gözbebekleri gibi korumaya çalıştıkları insanlar. “Anneliğin kutsallığı” vb. üzerine
mide bulandırıcı nitelikte riyakârlıklar sarfedilirken,
kadınların yok oranında temsil edildiği hükümetler
onların yaşamları ve emekleri hakkında karar veriyorlar. Bir-iki-üç yetmez beş “Türkçük” talep ediyor
devletin başındakiler –kendi şoven-milliyetçi, faşist,
yayılmacı emelleri için!
Biz işçi emekçi kadınlar, faşist T.C. devletinin yürüttüğü bu haksız savaşa karşıyız. Emek emek büyüttüğümüz çocuklarımızın, gençlerimizin savaşlarda
yokedilmesini istemiyoruz. Hele hele polis, jandarma, asker... genç insanlarımızın Kürt ulusunun haklı
mücadelesine karşı kullanılmasına hiçbir şekilde razı
değiliz.
Kürt ulusunun kendi kendini yönetme talebinde
yadırganacak hiçbirşey yoktur! Bu onun en temel
hakkıdır! Biz komünist, devrimci, demokrat kadınlar
bu hakkı sonuna dek savunuyoruz. Sadece bu kadar
değil, biz bütün ezilenlerin kendi kendisini yönetmesi gerektiğini savunuyoruz. Patronlara ihtiyaç yok,
işçiler-emekçiler kendi kendilerini yönetebilirler! Erkek-egemen faşist devlete ihtiyaç yok! İşçi ve emekçi
kadınların özgürlüğe, demokrasiye ve özyönetime
ihtiyacı var. Biz kadınlara nasıl giyinmemiz, nasıl
davranmamız, kaç çocuk doğurmamızı öğütleyen
siyasetçilere ihtiyacımız yok! Kadınların bedenlerini
savaş alanı olarak gören, en son Ekin Wan örneğinde
olduğu gibi en çirkin ve aşağılık yöntemlere başvuran
ordu ve polise, onlara ezilenleri aşağılama emirlerini
veren şeflerine hiç ihtiyacımız yok! Patron-paşa-bakan-koca değil, nasıl yaşamak istediğimize biz kadınlar kendimiz karar veririz. Önümüzden çekilin!
Biz devrimci, komünist, demokrat, emekçi kadınlar, “Silahlar sussun! Barış! Hemen Şimdi Barış! diyoruz.
Kanlı emeller için kaybedecek canımız
yok!
Silahların derhal durmasını, Kürt ulusu ve ezilen
halkların ulusal halklarının derhal tanınmasını talep
ediyoruz.
Erkek egemen ve milliyetçi-şoven iktidar emelleri
için Kürt-Türk-Arap-Laz-Çerkez-Ermeni-Roman in-
CİNSEL SALDIRILAR KARŞISINDA
SUSMAYACAK – HESAP SORACAĞIZ!
Cinsel-ulusal-sınıfsal baskı ve sömürüye karşı mücadelemizin, demokratik hak arayışımız için mücadelemizin silah ve faşist baskılarla susturulmaya çalışılmasına son!
AKP hükümetinin savaşı tırmandırmasıyla birlikte Kürdistanlı kadınlara yönelik cinsel saldırılar da
yeniden artıyor. “Devlet hep aynı devlet – değişen bir
şey yok!” diyor İnsan Hakları Derneği aktivisti avukat Eren Keskin ve Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun 1997 yılından
Ağustos 2015’e kadar kendilerine yapılan başvurularla ilgili raporundan şu verileri açıklıyor:
Bu dönemde büroya başvuran toplam 432 kadından sadece 178’si dava açmış.
Cinsel şiddet ve işkence nedeniyle yapılan başvurularda faillerin 297’si polis, 108’si jandarma-asker, 20’si
özel tim, 18’i korucu, 49’u infaz koruma memuru, 4’ü
itirafçı, 25’i DAİŞ üyesi.
Şiddete uğrayanlar etnik kimliklerini şöyle açıklamışlar: 333 Kürt, 111 Türk, 1 Alman, 4 Roman, 1
Bulgar ve 1 Romen.
Kadınlar daha çok siyasi ve savaş nedenlerinden dolayı şiddete maruz kalıyor. Cinsel şiddet nedeniyle başvuruda bulunanların sadece 107’si adli
vakalar nedeniyle, buna karşılık 325’i savaş ve siyasi nedenlerle gözaltına alınmış. (verileri Özgür
Politika’nın 10 Eylül 2015 tarihli internet sitesinden
aldık.
(http://www.yeniozgurpolitika.org/index.
php?rupel=nuce&id=45981)
Irkçı-cinsiyetçi-faşist zihniyet bütün iğrençliğini
savaşı yürütme biçimleriyle de ortaya koyuyor. Karşıtını demoralize etmek ve aşağılamak amacıyla işkence ve cinsiyetçi saldırılar bunun en çarpıcı göstergesi
oluyor. Bunun en son örnekleri olarak YJA gerillası
Kevser Eltürk’ün (Ekin Wan) işkence edilerek katledilmesi ve Figen Şahin’in gözaltına alındıktan sonra
cinsel işkenceye uğrayıp çekilen çıplak fotoğrafları-
nın yayınlanmasıyla tehdit edilmesi basına yansıdı.
Gözaltına alınan ve cezaevinde tutulan kadınların
“çıplak arama” ve tacize maruz kalması oldukça yaygın bir durum. Ancak, kadınların birçoğu kendilerine
yapılan saldırıları açığa vurmaktan çekiniyor, tehdit
ve aşağılamalara boyun eğiyor. Bizzat Rapor’da da bu
olgu tespit ediliyor. Şiddet, taciz ve tecavüze maruz
kalan kadınların hukuki yollara başvurmamasının
nedenleri arasında ağır baskıya maruz kalmaları sayılıyor. Devletin baskılarından korktuğu için hukuki
işlem istemeyen kadınların sayısı 141, suç duyurusu
nedeniyle ağır baskıya maruz kalanların sayısı da
140 olarak tespit ediliyor. Gözaltında Cinsel Taciz ve
Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’na başvuran
toplam 432 kadından sadece 178’nin dava dosyası bulunuyor. Bu 178 dava dosyasından 30’u AİHM’de sonuçlandırılandırılmış ve 13’ü hâlâ mahkeme sürecinde. Diğerleri ise daha alt mahkemelerde hala görüşme
sürecinde.
Devletin baskılarından korkunun aşılıp faillerin
cezalandırılması için hukuksal sürecin başlatılması ve ardının getirilmesinin ne kadar zor olduğu bilindiğinde Rapor’da tespit edilen bu sayılar oldukça
önemlidir. Devletin yaptığının yanında kâr kalmaması için, kadınlara yönelik cinsel taciz ve tecavüzlerin hesapsız kalmaması için, her olay hakkında suç
duyurusu yapılmasının ve örgütlü bir biçimde bunun
ardının izlenmesinin önemi büyüktür. Ancak bu şekilde saldırıya maruz kalan kadınların “sahipsiz” ve
“savunmasız” olmadığı gösterilebilir, biz kadınların
hak arayış mücadelemizdeki kararlılığımızla saldırılar geri püskürtülebilir!
“Bir kadın olarak” susmayacağız! Taciz ve tecavüzü
durduracağız!
17 Eylül 2015 ✓
Av. Eren Keskin: “Kadına şiddet savaş politikasıdır.”
“Devlet savaşta işlediği suçların en büyüğünü de kadınlara karşı işliyor. Ekin Wan’a yapılanlar da bunun
en somut örneğidir. Ekin olayında aynı yerde hem
giyinik hem de çıplak yatarken resmi var ve başında
3 polis duruyor. Emniyet müdürüne sorduğumuzda
bize, ‘Biz yapmadık, olay yeri inceleme yapmıştır’ diyor. Ama olay yeri incelemenin de biz nerden geldiğini bilmiyoruz. Böyle bir yalan olabilir mi? Bir Varto
Emniyet Müdürü olay yeri incelemenin hangi ekip tarafından yapıldığını bilmeyecek. Böyle bir şey mümkün değil hâlâ müthiş bir cezasızlık politikası hakim
ve savaş suçları işlenmeye devam ediyor.”
yeni kadın dünyası
sanlarının katledilmesinin her zaman karşısındayız.
Faşist TC’nin yürüttüğü bu savaş bizim savaşımız
değil! Biz barış annelerinin, ölen Türk asker ve polis
annelerinin, canını ve bedenini ortaya koyarak Türk
milliyetçisi-şoven devlet politikasına karşı direnen
tüm demokrasi güçlerinin taleplerine sahip çıkıyor,
onlarla birlikte haykırıyoruz: Silahlar sussun, ölümler dursun!
Eylül 2015 ✓
23
ERMENİ
SOYKIRIMI’NDAN
KURTULAN URFA’LI
GÖRGÜ TANIKLARI
ANLATIYOR!
✌
halkların kardeşliği için
Tehcir ve soykırım sırasında de Ermeniler, birçok yerde direniş gösterir. 9
Ağustos 1915’te Urfa‘nın Gernüs Köyü, 29 Eylül 1915’te Urfa’da Ermeniler
direnir. Ama bu direnişler kanla bastırılır. Urfa, halklar mozaiğinden
halklar mezarlığına dönüştürülür. Fırat nehrine atılan cesetlerle Fırat nehri
kızıla boyanır.
E
24
rmeniler aslında en büyük katliamları 1895-1896
ve 1909’da yaşadılar. 1915 soykırımı, önceki katliamlardan arta kalanların silinip süpürülmesidir.
Ermeni soykırımını araştırdığımızda karşımıza hep
“Hamidiye Alayları” çıkıyor. “Hamidiye Alayları”,
Abdülhamit döneminde birçok Ermeni katliamına
imza attı. İttihat ve Terakki Partisi, onların ortağı
olan Almanya’da, Ermeni soykırımın mimarlarıdır.
Soykırımda, Teşkilat-ı Mahsusa çok önemli rol oynamıştır. Ne yazı ki yerel halkta soykırıma destek
vermiştir. Bu kırıma her bölgeden ve her milliyetten
yerel halk iştirak etmiştir. Kürtler/Türkler, 1894-96
katliamları sırasında edindikleri tecrübeleri 1915 sürecinde de uygulamışlardır. Kürtler´in “Hamidiye
Alayları” aracılığıyla yaptığı katliamların tecrübeleri
diğerlerinden çok daha fazladır. “Hamidiye Alayları”,
Ermenileri yok etmek için kuruldu. Hamidiye Alayları bu topraklarda 1915’teki tehcirden önce de Ermeni katliamlarına imza attı.
27-28 Ekim 1895’te, Urfa’da büyük bir Hıristiyan
katliamı yapıldı. 1500 dükkân yağmalandı. Olayların
çıkış nedeni olarak bir Türkle bir Ermeni arasında
çıkan kavgaya dayandırılıyor. Kavgadaki Ermeni,
öldürülünce hemşerileri de Müslümanı öldürüyor. 2
ay sonra 28 Aralık’ta Ermeni katliamı tekrarlanır.
Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları 900 Ermeniyi
öldürür. Öldürülme tehdidi ile İslama geçmeye zorlanan Hıristiyan sayısı oldukça fazladır.
Urfa Türk yönetimi, silahların teslim edilmesi koşuluyla Ermenileri koruma altına alacağını söyler.
Ermeniler, katliamdan ders çıkarmamıştır. Katliama rağmen, Türk yönetiminin önerisine kanarak
silahlarını teslim ederler. Ve yaralarını sarmaya
çalışarak işlerinin başına dönerler.Türk yönetimi altındaki katliam mekanizması bir kez harekete geçer.
Silahsızlandırılmış Ermenilerin katliamdan kurtulma şansları yoktur. Urfa yönetimi 28 Aralık 1895’te
sözde güvenliği sağlamak üzere Halep’ten bir Redif
KHOREN ABLAPUTYAN’IN ANLATTIKLARI
(1893 URFA DOĞUMLU)
Der Zor’a gittiğimizde ben on altı yaşındaydım. Bizi
Pıseru’ya götürdüler. Orası Der Zor’a sekiz saatlik mesafedeydi. Orda tahta bir köprü vardı; altından Habur
Nehri akardı. Biz iki katliam gördük: biri 1915’te; diğeri 1921’de. 1915’te yine suçlu olan Almanlardı; tertipleyen onlardı. Sürgün sırasında Almanlar beyaz
ekmek yiyor, ekmeğin içini atıyorlardı. Aç olduğumuzu görerek, ekmek içlerini yemeyelim diye arkalarına sürüp atmaya başladılar. Habur Nehri’nde Ermeni çocukların çıplak cesetlerinin Pıseru’dan Şıdadi’ye
kadar iki kilometre boyunca yüzdüğünü gördüğümü
hatırlıyorum. Şıdadi denilen yerde küçük, büyük, kız
ve kadın yetmiş beş bin Ermeni toplanmıştı. Yabani
Türk jandarmaları çevremizi sarmıştı. Ailemizden
on iki kişiyi vurup öldürdüler. Orası ana baba günüydü. Der Zor Ermeniler için bir mezbaha oldu. Der Zor
taraflarına düşen Ermeni kayboldu gitti; Şam tarafına
düşen Ermeni kurtuldu. Çeçenler bizim Ermeni halkını götürüp katlediyor, parçalıyor, altınlarını alıyordu...
Bir gün jandarmalar gelip babamı Arap Mıslıt
Paşa’nın yanına götürdüler. Paşa baktı ki, babam iyi
Arapça konuşuyor, ona sordu: “Sen Ermeni misin?”
-Urfa’nın Kamurc Köyü’ndenim.
-Sen gitme, siz çocuklarla birlikte burda kalın; ben
size toprak veririm
ekersiniz.
Babam ona şöyle
cevap verdi: ”Hayır!
ben halkımla birlikte
gideceğim.”
Musul’a kadar bize
dokunan
olmadı;
ama açlıktan kırıldık. Hepimizi götürüp dolaştırıyorlardı.
Sonra, halk yorulsun
diye gene aynı yere
getiriyorlardı.
Musul çevresinde
Süryani köyleri vardı;
biz Urfalılar, dört yıl
orda kaldık. Sonra,
Fransız, İngiliz geldi;
1918’de Alman ve Türk yenildi. Bizi bir hayvan vagonuna doldurdular ve: “Herkes kendi ülkesine dönsün”
dediler. Gidip baktık ki, aynı Türkler orda. Annem
eve girmek istemedi; sonra Çeçenleri çıkarıp kendi
evlerimize yerleştik. Baktık ki, Çeçenler Ermenilere
zarar vermek için zeytin ağacını kesiyor. Babam şehir
yöneticisinin huzuruna çıktı. O babama sordu: ”Ha,
Hakob Ağa köyde ne var ne yok?”
-Ne mi var? Çeçenler zeytin ağaçlarını kesiyorlar.
Adam oturup bir mektup yazdı ve bana verdi. Mektubu götürüp Çeçenlere verdim. Mektupta “Ermenilere dokunmayın” yazılıydı.
Bir gün bir Türk gelip babama: “Zeytin bahçeni
bana ver, yoksa başını yerim” dedi.
Bir gün de geldiler; Atatürk’ün emri varmış; götü-
✌
halkların kardeşliği için
Taburu getirtir.Tabur, Ermeni mahallesini çembere
alır ve şehrin giriş çıkışlarını tutar. Öğlen vakti, peşinde silahlanmış Müslümanlar (Kürtler ve Türkler)
bulunduğu halde Redif Taburlar dört değişik noktadan Ermeni mahallesine saldırıya geçer. Evlerin kapıları baltayla parçalanarak içindekilerin boğazları
kesilir. Plan kesindir, önce katliam, sonra yağma. 28
Aralık’ta katliamdan kaçanlar kiliseye sığınır. Kiliseye saldırılır ve kurbanlar teker teker öldürülür. Ama
bir süre sonra daha çabuk sonuç getirecek bir çözüm
tercih edilecektir. Eşya ve halıların üzerine gaz dökülerek ateşe verilir. Koridora ve binanın ahşap aksamına yayılan yangın sonunda sadece çatıya sığınmış
elli kadar kişi sağ kalır. İki gün içerisinde sekiz bin
Ermeni katledilir.
Tehcir ve soykırım
sırasında de Ermeniler, birçok yerde direniş gösterir. 9 Ağustos 1915’te Urfa‘nın
Gernüs Köyü, 29 Eylül
1915’te Urfa’da Ermeniler direnir. Ama bu
direnişler kanla bastırılır. Urfa, halklar
mozaiğinden halklar
mezarlığına dönüştürülür. Fırat nehrine
atılan cesetlerle Fırat
nehri kızıla boyanır.
Katliamdan
sonra
Urfa’da ki kiliseler ya
camiye çevrilir ya da
yıkılır. 1915’te Urfa’da
nelerin yaşandığını, görgü tanıklarının anlatımlarına bırakalım.
25
✌
halkların kardeşliği için
rüp babamı asacaklarmış.
Ben artık büyümüştüm; babamı kurtarmak için,
bahçemizi sattım.
Savcının yanına gittim. Savcı kapıyı açıp sordu:
“Sen kimsin?”
-Ben Abulbut’un oğluyum, diye cevap verdim.
-Sakın Hakob’un oğlu olmayasın, dedi.
-Evet.
Meğer, o da babamın tanıdığıymış. Başladım anlatmaya; babamın Diyarbekir hapishanesinde
olduğunu...
Adam çıkarıp, bana
altınlar verdi, ve şöyle
dedi: ”Git! Bu parayla
ne sattıysan geri al. Baban zamanında bize çok
iyiliklerde bulundu. Ben
senin adına Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup
yazarım. Mektubu bana
okudu. Sonra aceleyle
gönderdi.
Atatürk Ankara’dan
telefon açmış ve şöyle
demiş:
-Abulbut Aco’yu serbest bırakıp eve gönderin.
Gardiyanlar: “Abulbut Aco! Git! Seni kurtardığı
için Atatürk’e dua et.” Demişler.
Babamı serbest bıraktılar.
Sonra, 1921’de, Acemi Paşa Suudi Arabistan’dan
geldi. Atatürk şöyle dedi: “Türk’ün bulunduğu yerde, başka halkın yaşamaya hakkı yoktur.” Sonra gelip bizi Suriye’ye sürgüne gönderdiler; zira Beyrut ve
Suriye Fransızların elindeydi; Mısır ise İngilizlerin.
(Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan
Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları, sf.
446-447)
NIVARD PETROSİ ABLAPUTYAN’N
ANLATTIKLARI (1903 URFA DOĞUMLU)
26
Ben 1903’e Urfa‘da doğdum. Annem de Urfa‘da doğmuş ve on yaşında babadan anadan mahrum kalmış.
Onun ailesi 6 kişiden oluşuyormuş ve üçü kız, biri erkek olmak üzere dört kişi kalmışlar. Baba Tadevosyan
Mıkırtiç, öğretmen ve eğitimli bir insanmış. Mıkırtiç
vefat ettiğinde, yakınları onun çocuklarını yanları-
na alıp, onlara bakmışlar. Büyük kızın adı Lusya‘ydı;
diğerininki ise Khanum; Khanum daha sonra benim
annem olacaktı, diğer kız kardeşinin adı Yeğsa‘ydı;
erkek kardeşi Karapet‘i ise amcası alıp çocuklarıyla
birlikte Amerika‘ya götürmüştü. Khanum dayısının
yanında kalmıştı. Dayısı devlet memuruydu. Yeğsa‘yı
Miss Eppe Anne evlat edinmiştir. Yeğsa, okulu bitirdiğinde, öğrenimine devam etmesi için Miss Eppe
onu Ayntab‘a göndermiştir. Eppe Anne onu iyi bir
gençle evlendirmiş, çeyizini de Almanya‘dan
getirtmiştir.
1915’te Khanum on iki
yaşındadır; onu bir gence nişanlarlar. O, yedi yıl
nişanlı kalır ama damat
adayını görmez; sadece
büyük dini yortularda
ziyarete gelir, hediyeler
getirirler.Annem şunları anlatırdı: “Paskalya
Yortusu”ydu. Birlikte
kiliseye gitmemiz için,
dayımın kızları geldiler.
Yengem hastaydı, onlarla birlikte gittim. Kiliseye yaklaştığımızda,
önümüzden üç genç yürüyordu. Dayımın kızları gülmeye başladılar. „Niye
gülüyorsunuz?diye sordum; „Anlamadın mı? bak bu
senin nişanlın dediler. Kiliseye girdiğimizde, kendi kendime: „Bunu mu bana uygun görmüşler? diye
sordum. Eve döndük; baktık ki, dünürler tarafından
bakır işi hediyeler getirilmiş. Akşam dünürler gelecek dediler. Getirdikleri takıların hepsini üstümden
çıkardım; „ben o çocuğu istemiyorumdedim.”
Annem Khanum’u bir tanıdığın evine göndermişler; onu Petros Kelecyan’a evlendirmişler. Babam
küçükken Kudüs’e gitmiştir; bu yüzden ona mığdısi
derlerdi.
1900 yılında Türklerle Ermeniler arasında yeniden
çatışma başlamış; Türklerin mahallesinde oturan
Ermeniler, Ermeni mahallesine kaçmışlar. Erzakları
tükenmiş, büyükannem Petros’a: “Git bizim evden
yiyecek getir” demiş. Babam gitmiş; Türkler onu alıp,
boynuna baltayla vurup kaçmışlar. Büyükannem
oğlunun geciktiğini görünce gitmiş görmüş ki, oğlu
kanlar içinde; onu eve getirmiş, doktor çağırmış; yarasını dikmişler; iyileşmiş. Babam annemle evlenmiş.
günden güne azalıyordu. Bir yandan tifüs ve kolera,
diğer yandan ölüm korkusu vardı. Yetişkin kızlar
Türk’ün eline geçmemek için kendilerini nehre atıyorlardı. Murad Nehri çok Ermeni götürdü.
Onlar Murad’ın kıyısında üç gün kalmışlar. Kendilerini de öldürecekler diye, kalabalığın yüreği ağzına
geliyormuş.
1915 yılının unutulmaz hikâyesi, asırlar sonra dahi
hatırlanacak; ama, ben duyduklarımı ve gördüklerimi hatırlayınca, Ermeniler’in başından geçeni düşmanım dahi görmesin diyorum.
Araplar Ermenilere yardım etmek istiyorlardı; yemek pişirip getiriyorlardı ki, yiyelim. Türk askerleri
yiyeceği görünce alıp kumun üstüne döküyorlardı,
ayaklarıyla çiğneyip:”Şimdi yeyin!” diyorlardı; ama,
halk açtı; yemeğin üstüne atılıp yiyorlardı. Ermenilerin arasından çalışabilecek durumda olanlar, Der
Zor’a gitti; kuru bir ekmek yiyebilmek için hizmetçi
oldu; diğerlerini karı olarak aldılar. Annemi de bir
zenginin evine hizmetçi olmaya götürüyorlarmış;
diğer yandan tellallar kimin evinde Ermeni kadın ya
da kız varsa, onun evini yakacağız diye bağırıyorlarmış; ama, Araplar çok Ermeni kurtardılar. Annem
zengin efendisine, Azniv adındaki kızının filanca
köyde, filanca Arap kadının yanında olduğunu söylemiş. O zengin adam gidip ablamı almış. Ablam
anneme, kendisini evine götüren kadının elbiselerini
çıkarıp vücudunu yağla ezdiğini ve güneşte oturttuğunu, o yüzden de öksürmeye başladığını anlatmış;
akciğerleri iltihaplanıp, ölmüş. Annem o zengin adamın evinde kalmış. O evin sahibi Urfa hastanesine
mektup yazıp, amcamın askere gittiğini, teyzemin
ve kızının hastanede çalıştıklarını öğrenmiş. Annem
de benim boğazımı sıkmış ve beni terk etmişti; zira
kendisini sürgüne gönderiyorlardı. O yoldan Müslüman bir asker geçiyordu; benim yerde bırakıldığımı
görüp boynumdaki kurdelayı sökerek, beni hastaneye götürüp: “Bu benim çocuğum; onun tedavi edin”
dedi. Ben iyileştim. O beni sırtına almış, evine götürüyordu. O adam evlenmiş; ama çocuğu olmamış. O
yüzden de, göçebe gibi ve yalnız yaşıyordu; beni de
yanına alıp atsırtında, evsiz barksız dolaşıyordu. O
beni o kadar seviyordu ki, kollarının altında saklıyordu. Bir gün, iki silahlı asker gelip: “Baban nerde” diye
sordu. Ben de onları götürüp, onun darı tarlasındaki
yerini gösterdim. Onu alıp götürdüler. Meğer askere
gitmemek için saklanmışmış. Ben yapayalnız kaldım.
Tanrı benim sahibimdi; aç, susuzdum; uyuyacak bir
yerim yoktu. Ama, o babam yeniden kaçmıştı. Bir
✌
halkların kardeşliği için
Tanınmış bir tüccar olmuş; eşek, at, yün ve yağ satıyormuş.
1915‘te, ailemiz babamdan, annemden, iki oğlan ve
bir kızdan yani 1903‘te doğmuş olan benden oluşuyordu. Mutlu bir yaşamımız vardı.
1914‘te amcamı askere aldılar. Babamı hapsettiler.
Dört yüz altın verdik; onu kurtardık. Babamın parası tükendi. Şehrin durumu günden güne kötüleşti.
Okulları kapattılar. Dükkânlar yağmalandı. Erkekleri hapishanelere doldurdular. Birkaç gün sonra, onları darağacına çektiler. Her evden bir genci, toplam
yaklaşık 400 kişiyi, yol inşaatı için götürdüler; ama
onları öldürdüler. Silahsız ve korumasız evlere saldırıyorlardı; yağmalayabildikleri kadar yağmalıyorlar,
genç yaşlı demeden herkesi kılıçtan geçiriyorlardı.
Kuyular cesetlerle doluydu. Erkek kalmamıştı; kadınlar başladılar çarpışmaya. Almanlar toplar getirip,
Ermeni mahallesini gece gündüz top ateşine tutmaya
başladılar. Çabucak, Ermenilerden geriye kalanların
da sürgüne gönderilmesi emri geldi. Bizim yeraltında
yiyecek sakladığımız bir kilerimiz vardı. Ağabeyim
babamla birlikte o kilerde kaldı.
O zamanlar ben 9 yaşındaydım; ablam Azniv ise
11. Nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Ben ağlıyordum. Annem, sesimi kesmediğimi görünce, saçımı
bağladığım kurdelayı söktü, boynuma bağladı; ve
beni boğmaya başladı. Ben orda boğulmuş olarak
kaldım. Türk askerleri ağlama sesimi duyarak, gelip
avlumuza girdiler. Kilere girdiler; babamı, ağabeyimi ve diğer on erkeği buldular; işkence ederek onları
öldürdüler. Bizi sürgün ettiler. Ağlama, sızlama, feryatlar, gözyaşları... sanki Tanrı bize darılmıştı. Sürgüne götürüyorlardı. Kar yağıyordu; hava soğuktu;
yalınayak ve açtık; üstümüzde elbise yoktu. Elbiselerimizi, altınlarımızı, paralarımızı, her şeyi çalıp
götürmüşlerdi. Günlerce yürüdük. Ablamın ayakları
şişti; ağlıyor yürüyemiyordu. Teyzemin yetişkin kızını kaçırdılar. Erkek kardeşim yedi yaşındaydı; aldığı
bir kamçı darbesinden öldü. Der Zor yakınlarındaki
köylere vardık. Ordaki merhametli Araplar bize su ve
yiyecek verdiler. Parası olan onları satın aldı. Askerler
kimde para olduğunu görüp, parasını elinden alıyor,
onu dövüp öldürüyorlardı. Çocukları tutup, ateşe
atıyorlardı. “Canlı Ermeni piçi bırakmayacağız” diye
bağırıyorlardı. Annem tifüse yakalandı. Bir Arap kadın anneme yaklaşıp, beni ve ablamı evine götürmek
için izin istedi. Annem o kadının adını bir kâğıdın
üzerine yazdı ki, geri dönerse bizi geri alsın. Sürgünler Murad Nehri’ne ulaşıyorlardı. Kervanların sayısı
27
✌
halkların kardeşliği için
28
gün sonra geldi beni buldu. Beni öperek: “Sen beni
sattığın için götürdüler” dedi.
O gece bir deve kiraladı; şehre indik. Orda bir tanıdığımız beni gördü. Meğer, hamileymiş; Türkten
çocuğu olmasın diye hastaneye gitmiş ki, bir çaresini bulsunlar. Orda, teyzeme rastlamış. Ona benden
bahsetmiş. Teyzem ve o kadın, leblebi şeker alıp beni
görmeye geldiler.
Gece babalığım geldi; ona olanları anlattım. O, o
kadınların Ermeni olduklarını düşünüp beni atın sırtına oturttu ve Suruc’a götürdü. Orda, çocuklar bana
“gâvur” diyor, kendileriyle oyun oynamama izin vermiyorlardı. Orda bir nine vardı; o bana bakıyordu.
Annem Der Zor’dan Urfa’daki amcama mektup
yazmış ve Nıvard’ı bulursan bana getir, demiş. Amcam beni aramaya başlamış.
1917‘de İngilizler Türklerin Kürtlerin ve Arapların
arasından Ermenileri toplamak için Türkiye‘ye gelirler. Her sülaleden o duruma düşmüş insanlar vardı.
Amcam İngilizlere başvurmuş ve başlamışlar aramaya. Suruc‘a geldiklerinde, gâvurları topladıklarına
dair bir haber yayılmış.
Babam pazardan geldi; komşumuzla Kürtçe konuşmaya başladı. Ben o zamanöksüzleri topladıklarını
anladım. Beni yıkadılar; yatacak bir hasırın içine sardılar; duvara dayadılar ve insan sesi duyarsan sesini
çıkarma diye tembihlediler; zira sözüm ona askerler
ev ev dolaşıp, çocukları alıp götürüp kesiyorlarmış.
Ben de sessiz duruyordum. Evimizin içinden asker
sesleri geldiğini duydum. Amcam: “Burda” diyordu.
Askerler ise:”Evin içini gördük; bir şey yoktu” diye
cevap veriyorlardı. Dışarı çıkıp, tekrar geri döndüler.
Asker hasırın ucundan tutup onu yere düşürdü. İçinden ben çıktım; amcamı gördüm; boynuna sarıldım.
Gözlerimden yaşlar akıyordu. Amcam beni öpüp, sırtına aldı ve Halep’e götürdü.
Annem benim hayatta olduğumu duymuştu. O zaman “muhacirler memleketlerine dönün” diye emir
geldi. Annem Halep’e gelmiş, dayısının kızlarının
yanında kalıyormuş. Amcamın elinden tutarak trenden indik; arabaya bindik. Merdivenleri çıkıp, kapıya
vurduk ve içeri girdik. Hepsi de tepeden tırnağa siyahlar giymiş bir grup kadın oturuyordu. Ben şaşkın
bir halde bakıyordum. Amcam bana: “Bak bakalım,
annen bunlardan hangisi” dedi.
Ben bir an sessizce baktım. Annem kollarını iki
yana açtı, beni kucaklayıp öptü; gözyaşları yüzüme
aktı. Orda oturan kadınlar ağlamaya başladılar. Hepsi de çocuklarını, eşini, kendi yakınlarını kaybetmiş-
ti; hiçbirisi teselli bulamıyordu.
Dayım berber getirdi; saçlarımı kestiler; bitlenmiş
elbiselerimi çıkardılar. Ben Peder Abraham’ın kucağına düştüm. Ermenice konuşmayı unutmuştum.
Annem bana erkek elbiseleri giydirdi; birlikte fotoğrafımızı çektirdik. Sevinçliydim; temiz giyinmiştim,
lezzetli emekler, yumuşak bir yatak vardı. Kış geçti;
ilkbahar geldi; sonra da yaz. Beni okula yerleştirdiler.
Ermenice konuşmaya başladım. Annem Urfa’ya gitmek istedi.
1918’de İngilizler şehre girdiklerinde, öksüzleri
toplayıp, ebeveynlerine geri verdiler. Aileler yeniden
bir araya geldi. Yıkılan yuvaları yeniden inşa etmeye ve içinde yaşamaya başladılar. Annemle birlikte
Suruc’a gittik. Tanıdık bir hemşerimizi bularak, birkaç gün orda kaldık. Onların iki yetişkin oğlu vardı;
onlar benim elimden tutup pazara götürdüler. Orda
Türk babama rastladım. Babalığım beni kucakladı;
ağlamaya ve beni öpmeye başladı. Ceplerime kuruyemiş doldurmaya başladı. O iki oğlana: “Beni kızımın
annesinin yanına götürün; ona söyleyecek bir çift sözüm var” dedi.
Eve geldik. Türk babalığım annemi çağırdı; kapının arkasından annemle Türkçe konuşmaya başladı:
“Sen Allah’tan korkmadın mı? Bu kızın boğazını sıkıp terk etmiştin. Onu ben hastaneye götürüp tedavi
ettirdim. Herşeyi bir taraf bırakıp ona bakıyordum.
Bunu da bana bırak.” dedi.
Annem de ona: “Bütün bunları kim yaptıysa
mükâfatını alır. Büyük bir aileden sadece ikimiz kaldık” diye cevap verdi.
Türk babalığım beni yeniden öptü ve ayrıldık.
Urfa’ya gittik; annemin dayısının evi Türk mahallesindeydi. İki güzel evleri vardı. Dayısının oğlu
askerden dönmüştü; kız kardeşini de Arapların arasında bulmuş geri getirmişlerdi. O güzel evleri kapılarını, pencerelerini çingeneler çıkarıp yakmıştı. Pek
çok insan Arapların yanında bulunup yeni bir hayata
başlamak için geri geliyordu. Annem siyahlar giymiş
olarak, bir papazın huzurunda evlendi. Ben şaşırmıştım ve annemin niçin ağladığına şaşıyordum. Kendi
kendime: “Belki de babam, eski evi-barkı, çocukları
aklına geldi; yeni bir yuva kurmak istiyor” dedim.
Ama annemin gözyaşları durmak bilmiyordu. O teselli bulmak istemiyordu. Kimse yokken, beni göğsüne dayayıp: Ben senin için yeniden evlendim. Çalışmaya gitmiş olsam, sen kimin yanında kalacaktın?”
diyordu.
Annem evlendikten sonra, Halep’e gitti; bize gi-
deşi vardı. Kız kardeşi evliydi; bizi alıp oraya götürdü. Kamurc’un havası çok temiz ve suyu tatlıydı; orası
bahçelerle doluydu ve meyve ağaçlarıyla süslenmişti.
1920’de durumumuz oldukça düzeldi. Kapımıza
Türk dilenciler gelir; annem onlara ekmek yemek, elbise verirdi.
Ben ona: “Ermenilere ver” derdim.
-Yesinler, giyinsinler yavrum; Ermeniye de veririm.
Tanrı hepsini de eşit yaratmış diye cevap verirdi annem. O vicdanlı bir kadındı; fakirlere yardım etmeyi
severdi.
Der Zor’dan kurtulmuş olan teyzem ve kızı hastanede çalışıyorlardı. Şehirdeki Ermenilerin sayısı
arttığında, onlar Ermeni mahallesinde küçük bir ev
kiraladılar; orda kalıyorlardı. O zaman Miss Karen
Eppe evlerinde çalışmaları için, dullara iş
verirdi.
Miss Karen Eppe
Danimarkalı bir kızdı. O çok fedakârdı.
Ermeni
yetimlere
kendisi bakıyordu.
Sürgünden
dönen
Ermeni kadınların
çalışmaları ve geçimlerini
sağlamaları
için el işi atölyesi, halı
dokuma atölyesi açtı.
Halep’e gittiğimizde
ben el işi atölyesine
gittim. Teyzem ve
kızı mum ışığında el
işi yapıyorlardı; annem de gerekeni yapıyordu. Teyzem iki kızını da nişanladı ve Rakka’ya gittiler.
1921’de şehirdeki durum günden güne kötüleşiyordu. Okullar kapanıyordu. Türk minarelerinden
Ermeni mahallesi bir insanın avucunun içi gibi açık
seçik görülebiliyordu. Zavallı Ermeniler eski acılarını
unutamadan, yenileri ortaya çıkıyordu. Her aileden
bir-iki kişi kalmıştı; hiç olmazsa onları korumak lazımdı.
Babam memur olarak şehrin yöneticisiyle konuşup
ona: “Huliganlarınıza engel olunuz. Halk pazara çıkamıyor. Bunun sonu nereye varacak?” demiş.
Şehrin yöneticisi ona: “Dostum iyi söyledin. Sizinle birlikte yaşamamız imkânsız; biz kendi halkımıza
engel olamıyoruz. Size bir ay süre: Ermenilerini al ve
şehri terk et.” diye cevap vermiş.
✌
halkların kardeşliği için
yecek, ev için gerekli şeyler aldı, getirdi. Ben yalnız
başıma oynuyordum. Beni pazara götürüyorlardı.
Amcam bakırcı ustasıydı. Beni yanında dükkânına
götürüp, akşam eve geri getiriyordu.
1918’de Fransız savaşı başladı. Herkes dehşete içinde, evini terk ederek, merkezde olan, Ermeni mahallesinde toplandı. Mevzilenip başladılar çarpışmaya.
Kış mevsimiydi ve hava soğuktu. İnsanlar açlığa dayanamıyorlardı. Dükkânlar kapalıydı. Halk at, eşek
eti yemeye başladı.
1919’da Fransızlar teslim oldular. Türkler onları
şehirden çıkardılar; dört yüz Fransız askerini Şabaka
Dağı’na çıkarıp öldürdüler. Onların binbaşısının kafasını demir bir çubuğa geçirerek şehirde dolaştırdılar. O acı olayları kendi gözlerimle gördüm. Ermeniler
korkuya kapıldılar.
Fransızlar gittikten
bir gün sonra Fransız
bayrağını indirmek
için toplandılar; o
bayrağı indiren kendi canına kıydı.
Babam ikmal komitesinin başkanıydı. Çatışmaların sona
erdiği
doğruydu;
ama, halkın yüreğini korku kaplamıştı.
Ermeniler nerde okul
açmak istese, Türkler
gelip o okulu kapattırıyorlardı. Katoliklerin avlusuna okula
gittim; ne sıra, ne de masa vardı. Gelip okulu kapattılar. Yetimhanenin avlusuna gittik; orayı da kapattılar.
Ermeni kilisesinin avlusuna gittik; yine gelip kapattılar.
Çatışmadan birkaç ay sonra, Haykanuş ablam geldi. Kendisiyle birlikte oynayacağım için çok sevindim. Amcamın karısı bir oğlan doğurdu. Biz ve onlar
aynı avluıda yaşıyorduk. Annem bilinçli bir kadındı.
Amcamın oğlu hep hastalanıyordu. Bir gün amcam
babama: “Ben Halep’e gideceğim; burda bize ekmek
kalmadı” dedi.
Birkaç aile bir araya gelip şehri terk etti. Türkler evlerimize yerleşmek için, bizim yeniden evimizi barkımızı bırakıp gitmemizi istiyorlardı. Bir erkek kardeşim daha oldu; ama o da mavi öksürüğe tutuldu öldü.
Annemin Kamurc Köyü’nde bir teyze oğlu ve kız kar-
29
✌
halkların kardeşliği için
30
Babam eve geldiğinde rengi atmıştı. Olanları anlattı. Biz ağlamaya başladık; çünkü kış mevsimiydi ve
evler erzakla doluydu. Karlar yerleri kaplamıştı. Biz
Türk mahallesinde yaşıyorduk; evimizin gizli bir çıkış kapısı vardı. Bir Türk gizlice kapıdan içeri girip
babama bir kâğıt vermiş. Babam kâğıdı okumuş: orda
yirmi kişinin ismi varmış; ilk isim kendininkiymiş.
Diğerleri öldürülecek zengin insanların isimleriymiş.
Babam ertesi sabah Kürt ve Arap giysileri giyip kaçmaları için hepsini örgütledi.
Sabah Garegin Turkciyan’ın öldürülmüş olduğunu
duyduk. O eczacıydı.
Artık orda kalmak
imkânsızdı. Katırlar,
atlar kiralayıp yüklerimizi onların sırtına
yerleştirip yola çıktık. Der Zor mağaraya
vardık; kervan orda
durdu. Yerde insan kafatasları ve kemikleri
gördük. Bize eşlik eden
askerler orda gecelememizi istiyorlardı.
Ama halk korkmaya
başladı. Biz burda kalmayız, dediler. Türklerin dört yüz Fransız’ı
öldürdüğü yer orasıydı. Binbaşının kafasını Urfa’nın mahallelerinde dolaştırmışlardı. Babam
askerlerden hiç olmazsa Suruc’a gitmemizi rica etti.
Yola devam edip Suruc’a vardık. Şehrin belediye başkanı babamın geldiğini duyunca, bizi evine götürmeye geldi; ama, babam bunu reddetti; “Halkım neredeyse, ben de ordayım” dedi. Belediye başkanı bütün
hanların boşaltılmasını ve halkın oralara yerleştirilmesini emretti. İki gün yağmur yağdı. Orda üç gün
kaldık. Bizim için özel olarak evden yemek geliyordu.
Belediye başkanı bizimle birlikte yemek yiyordu. O,
Ermenileri çok seviyordu; Ermenilerin durumunu
görerek çok üzülüyor, “sebep olanın yanına kalmayacak” diyordu.
Üç gün sonra hazırdık; kervan yola çıktı. Belediye
başkanı bir ata binerek Arabistan sınırına kadar bizimle geldi. Öpüşerek bizden ayrıldı. Babam bizi bırakıp, herkese yarımşar bilet alabilmek için başvuruda bulunmak amacıyla, Cırablus’a gitti. Biz çadırlarda
kalıyorduk. Gece-gündüz yağmur yağıyordu. Biz, beş
aile olarak, atlarla kalktık, kayıklara binip Cırablus’a
babamın yanına gitmek için Fırat’ın kıyısına gittik.
Fırat’ın suları yükselmişti. O geceyi orda geçirdik.
Fransız ordusu orda bulunuyordu. Askerlerin yardımıyla yüklerimizi kayıklara doldurup Cırablus’a geldik. Bir saat sonra babam geldi. Bize bir ev vermişlerdi; gittik o eve yerleştik. Orda on gün kaldık. İkinci
kervan da geldi. Biletleri kestiler ve Halep’e geldik.
Amcam ailesiyle birlikte Halep’te kalıyordu; o, istasyona geldi; bizi bir arabaya bindirip eve getirdi. İçeri
girdik; amcamın karısı siyahlar giymişti; yirmi altı
yaşındaki erkek kardeşinin vefat etmiş olduğunu duyduk; o, aynı
zamanda
annemin
dayısının oğluydu; onların evinde büyümüştü. Birkaç hafta sonra,
ayrı bir ev bulduk.
Evimizin yakınında
Protestanların okulu
vardı; 5-6 yıl o okulda
okudum.
1931’de Der Zor’a gelin gittim. Zaten, Vazgen Rahip ve papazlar
Der Zor’da bir kilise
inşa edip, Ermenilerin
kemiklerini toplayarak, kilisenin temelini
kutsayacaklardı. Bizim evlilik törenimiz de orda yapıldı; ama bizimkiler çok kötü şartlarda yaşıyorlardı.
Yere bir kilim serilmişti; bir de yatak vardı. Evimizden bir İncil göndermelerini istedim ki, okuyarak
avunayım.
Sonra Mahara’ya taşındık. Daha sonra da Halep’e
geldik. 1943’te Arab Punar’a taşındık, sonra Halep’e,
Sonra Cırablus’a, en sonunda da Ermenistan’a geldik.
Çok büyük zorluklarla karşılaşarak köyden Yerevan’a
taşınabildik. Yanımıza aldığımız her şeyi denize dökmeye zorladılar. Ev yoktu, para yoktu, iş yoktu, ekmek yoktu. Karne sistemi vardı. Ekmek almak için
gece kuyrukta bekliyorduk. Bize bir arsa verdiler;
Arabkir’in Bancaranots mahallesinde ev inşa ettik.
Sanki Tanrı bize sabır verdi de, o günlere dayanabildik. (Age. Sf. 447-452)
KHAÇER HAKOB ABLAPUTYAN’IN
ANLATTIKLARI (1893, URFA DOĞUMLU)
dık: buğday ekiyor, hasat ediyor, genç yaşlı hep birlikte çalışıyorduk. Ben de genç yaşımda ebeveynimle
birllikte kâh bahçede, kâh bağda çalışmaya başladım;
oğlakları otlatıyordum.
Biz ve amcalarım bir avlunun çevresinde yaşıyorduk. Büyük amcam Khaçer’in dört erkek, iki kız evladı vardı. Diğer amcam, Hayrapet’in üç kız, üç erkek
evladı vardı. Onun buğday ektiği yerde testereyle kendi boynunu kesmişlerdir. Üçüncü amcam Davit’in
beş kız evladı vardı. O çok cesurdu. 1915 olayları sırasında onu hapsettiler; götürüp astılar.
Babam Hakob, herkes tarafından sevilirdi. Köyde
bir kavga çıktığında, hükümetin eline düşmesinler
diye babam gidip tarafları barıştırırdı.
1915 yılının Ekim ayında, zengin olsun, fakir olsun
her Ermeni ailenin sürgün edileceği hakkında hükümetten bir emir geldi. Annem erkek olduğumuz anlaşılmasın diye bana ve erkek kardeşime kız elbisesi
giydirdi; başımıza yazma bağladı. Dediler ki: “Hayvanları satmayın; sizi Rakka’ya götüreceğiz.”
Yola çıktık; küçüklü büyüklü bir kalabalık, hepsi de
zayıf, yorgun, bütün yaz varlıklarını sürdürmek için
aralıksız çalışmışlardı; şimdi ise kar yerleri kaplıyordu. Yolda Türkler kervanımıza saldırdılar; hayvanlarımızı çalıp götürdüler. Çöle vardık. Orda, başka
yerlerden sürgün edilenleri de bizimle birleştirdiler.
Hepimizi önce Rakka’ya, ordan da Sapga’ya sürdüler.
Yengem yolda öldü. Ordan Mağtantıpni’ye gittik. Der
Zor’dan soyarak, öldürerek bizi Habur Nehri üzerindeki Bısera’ya götürdüler. Türklerin eline geçmemek
için pek çok kadın ve kız kendini suya attı ve boğuldu. Babam Arapça biliyordu; adamın tekine para vermeyi vaatedip, orda kalmamız için ondan rica etti. O
Arap bizi kendi avlusuna götürdü. Sabah, muhacirler
yola çıkacakları sırada, bizim onlarla olmadığımızı
fark edip: “Hakoblar bizimle gelmeden biz de gitmeyiz” demişler. Öyle ki, gelip bizi buldular; onlara katıldık; Suvar’a doğru yolumuza devam ettik.
Suvar’dan sonra Habur Nehri’ni aşıp, Abu Hamda’ya
vardık. Su tuzlu ve acıydı. Halk dut gibi yere serildi;
zavallıların artık gücü kalmamıştı. Yolumuza devam
edip Aynılğazal’a vardık. Orda, amcamın karısı ve
kızları öldüler. Biz çok büyük bir köy olan Telafer’e
gittik; pek çok Ermeni orda kaldı. Yolumuza devam
ederek Asur’un başkenti Musul’a vardık. Oradan çıktığımızda babam hastalandı.
Habur Nehri üzerindeki tahta köprüyü geçip,
Nebiyos’a vardık. Bizi büyük bir hana götürdüler.
Ben, orda derin bir çukur olduğunu, insanları ayak-
✌
halkların kardeşliği için
Ben Urfa’nın Kamurc Köyü’nde doğdum. Atalarımız
Sasun’dan göç etmişler. (...)
Benim beş halam, üç amcam, ve babam vardı.
Biz demirci ve bahçıvandık. Urfa’ya bir saat mesafedeki Kamurc bir Ermeni köyüydü. Kilisemiz, okulumuz vardı. Orda bin hane Hıristiyan yaşıyordu.
Evlerimiz, bahçelerimiz, bağlarımız, koyunlarımız,
atlarımız vardı. Kendimiz için çalışıyor ve yaşıyorduk.
Ben 1893 yılında doğdum. Ben küçükken, 1895’in
acı olaylarını anlatırlardı. Annem ağlayarak iki dayısını Urfa’da öldürdüklerini, büyük olan Hakob’un
evli, küçük olanın da genç olduğunu anlatırdı.
Hükümet’ten Ermenilerin silahlarının toplanması için emir gelmiş. Ermenilerden 1800 martin toplamışlar. Silahı olmayanları silah satın alıp teslim
etmeye zorlamışlar. Sultan bütün Ermenilerin yok
edilmesini emretmiş. Saldırı sinyali olarak birisi tüfeğini ateşlemiş; Türk askerler ve kalabalık, Ermeni
mahallesine hücum edip katliama başlamış. Baltalarla kapıları kırıyorlarmış. Evlerdekileri teker teker dışarı çıkarıp vahşice boğazlıyorlarmış. Bizim evde de
bu şekilde 40 kişi öldürmüşler. Tanıdık bir Şeyh şöyle
emretmi: “Onların ellerini kollarını bağlayın; koyun
gibi yanıma getirin.”
Yüzden fazla insanın ellerini, kollarını bağlayarak
koyun gibi boğazlarını kesmişler. İnsanlar canlarını
kurtarmak için su kuyularına iniyorlarmış; Türkler
de arkalarından tabancayla ateş ediyormuş. 19 Aralık 1895 tarihinde cereyan eden vahşi katliam öğlene
kadar sürmüş.
Cumartesi akşamı sekiz bin Ermeni kadın ve çocuk
kiliseye yerleşmişler. Türkler otuz teneke gazla kiliseyi ve içindeki insanları diri diri yakmışlar; üç bin
Ermeniyi de baltayla öldürmüşler.
O zaman Kamurclular bir toplantı yapıp, kimlerin
silahı varsa onların köy yollarını gözetim altında tutmasına karar vermişler.
Köyümüzün konumu iyiydi; arkasında dağ, önünde ova vardı. Gelenleri on saatlik mesafeden görmek
mümkündü. Köyün ise bir tek yolu vardı. Köydeki
damlara taş barikatlar kuruldu. Bir kısım gençler gidip bahçelerde mevzilendi. Düşman büyük bir kalabalıkla, at sırtında, yayan, deve sırtında bizi öldürüp
mallarımızı yağmalamak için bize doğru geliyordu.
Bizim gençler bahçelerden ateş açtılar. Uzaktan,
kalabalıkta bir panik baş gösterdiğini gördük. Onlar
korkudan uzaklaştılar.
Biz geçimimizi sağlamakla meşgul olmaya başla-
31
✌
halkların kardeşliği için
32
larından çekerek diri diri götürüp o çukurun içine
attıklarını kendi gözlerimle gördüm.
Orda, oldukça uzun bir süre kaldık. Babamı, iyileşmesi için Musul’a gönderdik. Orda, babamıArapça
bildiği için zengin bir şahsın kâtibiyle tanışmış. O,
babama: “Aileni getir” demiş. Babam Nebiyos’a geldi.
Orda, beş yaşındaki erkek kardeşim koleraya yakalandı ve öldü. Amcamın oğlunun karısı da iki kızının
bakımını babama bırakarak öldü.
Bizi Musul’dan Karkut’a süreceklerdi; ama babam
bizi serbest bırakmaları karşılığında askerlere para
vermeyi vaat etti. Sabah saat ikide asker gelip kapıyı
açtı ve biz o iğrenç, kokmuş inden çıktık.
O koskoca aileden geriye Davit’in üç oğlu ve bir
kızı, Khaçer’in iki oğlu ve iki öksüz kızı, Hayrapet’in
iki oğlu ve bir kızı, babam ve onun iki oğluyla iki kızı
kaldı. Sözün kısası, otuz beş kişilik aileden geriye on
yedi kişi kaldı. Bir Arap, Davit amcamın evlatlarını
ve Khaçer’in iki oğlunu götürüp öldürmüştü; iki kızdan küçük olanını Türkleştirmişler, diğerini sürgün
etmişlerdi; o daha sonra gelip bizi buldu; ama biz ona
bakacak durumda değildik. Amcam onu Bağdat’a götürdü; bugüne kadar da kendisini bir daha görmüş
değiliz.
Ermeni halkı dört bir yana dağıldı. Bütün halk,
yolunu kaybetmiş koyunlar gibi, kurtlardan kaçıyor,
tilkilere yakalanıyordu.
Amcamla konuşan Kürt, iki kaçak asker gönderdi;
biz de onlarla birlikte köye yaklaştık. Onlar bize köyü
gösterdikten sonra, bizi yolun üstünde bırakıp gittiler. Yağmur yağıyordu; bizim ise barınabileceğimiz
bir yerimiz yoktu. Islanmıştık. Hayrapet amcamın
dört çocuğu bizimle birlikteydi; biz de beş kişiydik,
babam ve annem de vardı. Babam: “Gidip köyden bir
hayvan getireyim; sizi götüreyim” dedi.
Babam ve ağabeyim köye kadar gitmişler; Van’dan
sürgün edilmiş, Andranik Paşa’nın elinden kurtulmuş ve Ermenileri soyup, öldürerek kaçan Kürtler
gidip babamdan para talebinde bulunmuşlar. “Sizin
arkadaşlarınızı öldürdük; sizi de öldürürüz” demişler
ve babamı dövmeye başlamışlar; onu yarı ölü halde
bırakıp gitmişler. Arapça’ya vakıf olan babam, bir
yolunu bulup ordaki yetkiliye giderek, ricada bulunmuş; onun karısının ayaklarına kapanmış. Onlar da
bizi kendi evlerine götürmesi için ağabeyime iki eşek
vermişler. Biz o yetkilinin evine gittik. Ateş yaktılar;
elbiselerimizi kuruttuk. Vücutlarımız ısındı. Bize
yiyecek verdiler; yedik. Babam dedi ki: “Narkizli
Köyü’ne gideceğiz.” Adam bizi arabasıyla Narkizli
Köyü’ne ulaştırdı. Bizi orda iyi karşıladılar. Adamın
biri bize iş verdi. Ama çalışabilecek durumda değildik. Bizi gören: “Bunlar çabucak ölür” derdi; zira aç,
susuz ve yorgunduk.
O adam köy muhtarına bir mektup yazdı ve bizi
arabayla Süryani Köyü Telafer’e gönderdi. Mektubu
köy muhtarına verdik; büyükannemden kalma bir
kitap vardı; annem o kitabı da ona verdi. O, kitabı
öpüp başına koydu; bize yer verdi; orda yaşayıp, güç
kazandık, iyileştik, onların dilini öğrendik. Orda iki
yıl kaldık.
Günün birinde, babam: “Musul’a gidelim, bakalım
kimler hayatta kalmış” dedi ve Musul’a indik. Köprünün üstünde birisi bağırıp babama sarıldı; meğer
bizim komşumuzun oğluymuş.
Amcamın oğulları gelip bizi Garahuş’a götürdüler;
kışı orda geçirdik. Musul’a 48 kilometre mesafede yaşayan çok zengin bir adam vardı; ona Beyt Sabunci
diyorlardı. Onun içinde meyve ağaçları olan çok güzel bir bahçesi vardı. O adam bizi işçi olarak kabul
etti; para almadan çalışıyorduk. Babam pamuk ekti.
Orayı terk ettik; amcamın evlatlarından ayrıldık;
ama açlık bizi çok sıktı.
Ailece yola çıktık. Ermeni olduğumuzu duyarlar
diye çok korkuyorduk. Yerdeki taşları düşman sanıyorduk. Geceyi bir mağarada geçirdik. Mağaranın
yakınlarında bir su kaynağı vardı. Kaynağın üstünde
Ermenice harfler yazlıydı. Ablam oranın bir Ermeni
köyü olduğunu ve herkesin öldürüldüğünü söyledi.
Dağlarda yürüdük; yıkılmış bir dükkân gördük. Sabah Cizrabodan’a doğru yolumuza devam ettik. Yolda kurumuş hayvan yemi yemekten kabız olmuştuk.
Bir köye vardık; köyün kilisesi uzaktan görülüyordu.
Yaklaşıp bir eve girdik; ama bize yer vermediler; bizi
ahıra yerleştirdiler. Kız kardeşimin elinde bir yüzük
vardı; ev sahibinin kızı o yüzüğü istedi; kız kardeşim
de ona biraz ekmek vermesini söyledi. Kız bir parça ekmek verip yüzüğü aldı. O bir parça ekmeği altı
kişi paylaştık. Sabah yeniden yürümeye başladık. Aç,
susuz Peşhabur isimli bir nehre vardık. Bir grup atlı
Arap asker Cizrabodan’a gidecekti. Nehre girdiler;
biz de onlarla birlikte girdik; önce babam suya girdi;
sonra erkek kardeşim sonra da ben. Ablam, annem ve
kız kardeşim suyun diğer yakasında kaldılar. Babam
nehirden çıktı; erkek kardeşlerim de sudan çıkmak
üzereydiler. Ablam akıntının beni sürüklediğini görüp bağırdı. Babam, erkek kardeşim yetiştiler; elimden tutup beni dışarı çektiler. Baktılar ki, akıntı kız
kardeşimi de sürükleyecek, babam elindeki büyük bir
hitap etti. Atlı durdu; güzel Hakob’un neye dönmüş
olduğunu gördü. Babam ona bir altın verdi; ertesi sabah karşılaşmak üzere anlaştılar. Biz, genç yaşlı, hep
birlikte Almanların yanında demiryolu inşaatında
çalışmaya başladık.
Amcam Davit’in beş evladı ve Hayrapet amcamın
bir kızı ile çalışmaya devam ettik. “İngilizler geldi,
bütün Ermeniler evlerine dönsün” diye emir geldi.
Almanlar kaçıyorlardı; Araplar onların peşine düşmüşler; gün ışıyıncaya kadar tüfekleriyle ateş ediyorlar, yağma yapıyorlardı.
İngilizler yüz kırk vagona öksüz ve dulları doldurdular; onlara kuru besinler verip Halep’e götürdüler.
O öksüzler dünyanın dört bir yanına dağıldı. Biz de
onlarla birlikte Arabpunar’a gittik; sonra Suruc’a ve
Urfa’ya gittik. Bir gece bir Türk’ün evinde kaldık.
Sonra, Kamurc’a gittik. Evlerimiz yerle bir olmuş,
oraya Türkçe konuşan muhacirler, Çeçenler ve Çerkezler ve başka milletler gelip yerleşmişlerdi. Evlerin
damındaki kirişleri, kapıları, pencereleri yakmışlardı; odaların duvarları simsiyahtı.
Ailemizden geriye dokuz kişi kalmıştı. Türkleşmiş
olan birkaç Ermeni aile Kamurc Köyü’nde kalmıştı.
Askerlik görevlerini tamamlayıp gelen Ermeni gençler yıkıntıların üstüne ev inşa etmeye başladılar. Çalışmaya başladık. O yıllarda pahallılık vardı; hayatını
kazanmak zordu. Hayvan satın aldık. Toprağı sürmeye başladık. Urfalılar Halep’ten gelmişlerdi; ama her
şey yıkıntı halindeydi. Gerçekten, o günlerde çıldırmak işten bile değildi. İnsanlar bazen kendi yıkılmış
evlerine girip ağlıyorlar, şehit edilen sevgili yakınlarını çağırıyorlardı. O durum iki yıl sürdü. Mecburen
duruma alıştılar ve evlerini onarmaya başladılar.
1919 yılı başlarında Irak’taki İngiliz idaresi Ermenilere memleketlerine geri dönmeleri için kolaylıklar
sağlıyordu. Ermeniler köye girdiklerinde pek çoğu
harabeleri görerek dizlerinin üstüne çöktü; zira kanunsuzlar evi barkı yerle bir etmişlerdi. Zaman içinde kan ter dökerek yetiştirilen ağaçlar kökünden sökülmüştü. Biz yüz yetmiş aileydik.
Sonunda, Amerikalı bir kızın Urfa‘da bulunması
bir kutsama oldu. Kısa bir süre görev yapmalarına
rağmen, havarilere benzeyen şu misyoner kızlar saygı
gördüler: Miss Shaddock, ve 1915 olayları kendisini
çok sarstığı için hastalanıp Danimarka‘ya tedavi olmaya giden ve pek çok Ermeni’nin karnını doyurup
ölümden kurtarmış Miss Karen Eppe. Nurlar içinde
yatsın.
1920 yılında, Türkler Yunanlılara karşı savaşmaya
✌
halkların kardeşliği için
sopayla onu da sudan dışarı çekti. Babam Arapça dilini ve kurallarını bilirdi; Ģöyle bağırdı: “Şerefi olan
yardım etsin!” Askerler yardımına koştular. El ele verip kız kardeşimi sudan çıkardılar. Askerlerden biri
üzerindeki abayı çıkarıp babama verdi ve: “Al şunu!
Kızlarına ver buna sarılsınlar ki, üşümesinler” dedi.
Babama bir de at verdi ve:”Git karını ve kızını da getir” dedi. Babam ata binip karşı yakadan annemi ve
ablamı getirdi ve askere teşekkür etti.
İki gündür ağabeyimin karnı ağrıyordu; büyük
aptesini yapamamıştı. “”Ben artık yürüyemiyorum”
dedi. Babam onun yanında kaldı. Biz devam ettik;
Tigris [Dicle] Nehri’ni kayıklarla geçtik. O taraf Cizrabodan ġehri’ydi. Babam ağabeyimi getirdi ve şehre
girdik. Altı kişiydik ve bir tek yatağımız vardı. Kış
sert geçiyordu. Ocak ayıydı. Yolda bir eşek bulup, elbiselerimizi sırtına yükledik ve yola devam ettik. Bir
kadına rastladık; ona sorduk: “Kalabileceğimiz bir
yer, bir han yok mu?”
Kadın şöyle cevap verdi: “Baba! Hana gitmeyin!
Orda Ermenileri öldürüp kuyuya doldurdular.
Biz de Kürtçe biliyorduk; ablam: “Baba, o kadının
sözünü dinle!” dedi.
Kadınla birlikte gittik; büyük bir avluya girdik.
Orda sadece biz vardık. O geceyi orda geçirdik. Babamın yanında bir mecidiye vardı; annem onu ciğer
almaya yolladı. Kasap ona “Ermenice konuşmayın”
demiş; zira kendisi de Ermeniymiş. Babam ciğeri getirdi; annem haşladı; suyunu ağabeyime içirdi, bağırsakları boşaldı.
Sabah yola çıktık; bir köye vardık. Bir eve yaklaştık;
bir erkek sesi Kürtçe şöyle diyordu: ”Kâfir sesi geliyor.” Yani, etrafta Ermeni var demek istiyordu. Kaçtık. Yolda bir deve kervanına rastladık. Kervan reisi
bizi götürdü bir sofraya oturttu; bir keçi yavrusu kesti; bulgur pilavı yapıp bizi ağırladı.
Sabah onlarla birlikte yola çıktık; bize sahip çıktılar. Bizden birisi yürüyemediğinde, yolda kalmayalım diye onu bir devenin sırtına bindiriyorlardı.
Ayaklarım yürümekten şişmişti; beni bir devenin
sırtına oturttular; Mıspetin’e kadar gittik. Annem
ve kız kardeşlerim bizden önce oraya varmışlar; değirmenin arkasında bizi bekliyorlardı. Kız kardeşim
nehre doğru koşuyor, ablası ona bağırıyordu: “Kız gel
buraya; Ermeni olduğunu duyarlarsa bizi öldürürler.”
Orda, değirmenden bir adam çıktı; Ermeni olduğumuzu anlayınca bizi yanına aldı. Babam artık tanınmaz haldeydi. Onun yanından bir atlı geçti ve babam
onu ismiyle çağırdı; ona “İnciner Movses Efendi” diye
33
✌
halkların kardeşliği için
34
başladı. Ermenileri askere almaya başladılar. İngilizler çoktan gitmiş, Fransızlar gelmişti. Onlar altı yüz
kişiydiler. Dört yıl Ermeniler rahat bir nefes aldı.
Kurnaz Türk, Ermenileri şehirden çıkarmak istedi.
9 Mart 1920 günü, yoğun bir kar yağışı vardı. 6 Nisan gecesi, Fransız ordugâhından Fransızların çok
vahim bir durumda oldukları ve onların ayrılmalarından sonra Türklerin Ermenilerin canını bağışlayacağı konusunda hiç kimsenin güvence veremeyeceği haberi ulaştı.
10 Nisan günü, geceyarısı Fransız askerleri Türk
jandarmaların önderliğinde Akaba ve Suruc yoluyla
Telabad‘daki ordugâhlarına ulaşmak üzere yola düştüler. Fransız bayrağını gönderden indirirken yüzbaşı Sarju kendi kafasına
bir kurşun sıkıp yere
yığılmıştı. Bu cesur
asker Fransız milletine
yapılan bu hakarete tahammül edememişti.
Tılfutur bölgesi mevzilerinden gelen haberler Akaba taraflarından
silah sesleri duyulduğunu bildirdiğinde Ermeniler beklemedeydi.
Çatışma olduğu açıktı; Türkler Fransızları
pusuya düşürmüşlerdi.
Bir saat sonra, çetelerden oluşan muazzam
bir kalabalık Fransız
askerlerin kellelerini
süngülerinin ucuna takmış şehre Halep yolundan
yaklaşıyordu; zira beş yüzü aşkın Fransız askerine
atlı jandarmalar öncülük etmiş ve Akaba’nın ötesinde, Şapake Vadisi’nde atlılar kaçmıştı. Önceden mevzilenmiş olan Türkler Fransız askerlerini hazırlıksız
yakalamış ve katletmişti. Kuşatılan Fransız askerleri
kanlarının son damlasına kadar çarpışmış ve şehit
düşmüştü. O çarpışma esnasında Urfalı üniversiteli
Hovhannes Çalyan ve Armenak Abacıyan da kahramanca şehit düşmülerdi.
Amerikalı bayanların o günlerde Urfa’da bulunması ise bir kutsamaydı. Amerikan yardımı 1922 yılına
kadar devam etti. Onlar, çalışıp geçimlerini sağlayabilmeleri amacıyla erkekler için fabrikalar, kadınlar
için ise elişi atölyeleri açtılar. Urfalı öksüzleri ise Suriye ve Lübnan’a götürdüler.
Fransızlar ayrıldıktan sonra buğday ektik; ama çekirgeler gelip buğdayı yedi. Günün birinde babam
şehre gitti; bir tanıdığıyla konuşurken şöyle demiş
“Bu yıl bizim tarlalar „top attı; varımızı yoğumuzu
yitirdik.” Dükkânda yatan Türkleşmiş bir Ermeni
bunu duyup gitmiş hükümete: “Hakob Ağa Fransız‘ın
Urfa‘yı vurmak için toplarıyla Suruc‘a geldiğini söyledi” diye ihbar etmiş. Bu yalancı şahitlik üzerine babamı yakaladılar; siyasi tutuklu olarak hapsettiler.
Biz iki erkek kardeş, hem kendimize baktık, hem
de zayıf düşmemesi için hapisteki babamıza baktık.
Altı ay sonra onu yargılanmak üzere Tigranakert‘e
gönderdiler.
Erkek kardeşim bir adam buldu; savcıya başvurdu. Erkek kardeşimin
ağzından babamı kurtarması için Mustafa
Kemal‘e başvuruldu.
Ama, babamız üç ay
hapiste kaldı. Birkaç ay sonra Mustafa
Kemal’in tavsiyesi üzerine Hacami Paşa köyümüz Kamurc‘a geldi.
Hacami Paşa halka hitap ederek: “Topraklarınızı bize verin” dedi.
Ermeniler bunu kabul
etmediler.
Mustafa
Kemal, İslam’ın bulunduğu yerde başka hiç
kimsenin hiçbir hakkı
olmayacağı emrini verdi. Türkler bize sıkıntı vermeye, bizi dövmeye başladılar. Mecburen, ailece orayı terk edip, Carablus’a vardık. Orda hayvanlarımızı sattık. 1925‘te arabayla Der
Zor‘a gittik; halamın oğulları aileleriyle birlikte orda
yaşıyorlardı. Arapların arasında bahçıvanlık yapmaya başladık. Sonra, Tılısum‘a gittik; duvar örmeye,
kerpiç kesmeye başladık. Erkek kardeşim sıtmaya tutuldu ve Rakka‘ya gitti; çünkü dayımlar orda yaşıyorlardı. Sonra, Der Zor‘a gittik. Ben ve erkek kardeşim
Fransız askeri olduk; Der Zor‘a gidip çalıştık.
1931‘de Ermeni rahipler sürgün mekânına gittiler; Ermenilerin kemiklerini topladılar. Der Zor‘da
bir arsa satın alıp, kemiklerin üstüne temel atıp
kutsadılar; kilisenin duvarlarını inşa ettik. O yıl,
Gülbenkyan‘ın karısı ölmüştü; kiliseye onun adı,
Maryam Astvatsatsin adı verildi. (Age. Sf. 440-445) ✓
TARİHLE YÜZLEŞELİM
Y
eni Dünya İçin Çağrı’dan ve Trotz Alledem! –
Herşeye Rağmen!’den yoldaşlar olarak bu yolculuğa, bildiri ve pankart yazarak, düzenleyerek ve
çeviri işini hallederek önceden hazırlandık. Şimdi,
hareketimizden kısa bir süre önce heyecan başladı.
Yakında Erivan’da buluşacak ve kadın-erkek Ermenilerin maruz kaldığı soykırımın 100. Yıldönümü’ne
aktif bir şekilde katılacağız.
Erivan havalimanından yaklaşık olarak saat bir buçukta ayrılıyoruz. Neredeyse şaşkınlıkla havanın ne
kadar berrak olduğunu
fark ediyoruz. Taksi ile
gecelemekteki kente hareket ediyoruz. Başkent
ve yaklaşık 1,2 milyon
sakinleri ile birlikte
Ermenistan’ın en büyük şehri boş caddeleriyle bizi sakince selamlıyor. Birçok tabelada
duyuruların İngilizce
de yapılması bizi biraz
rahatlatıyor.
Çeşitli atölyelerin ve
emperyalist dünya düzeninin kaçınılmaz izlerinin; örneğin Alman
ve Amerikan holdinglerinin satış merkezleri ve şubelerinin önlerinden geçip
gidiyoruz. Ermeni ihraç mallarının en meşhurlarından birinin, aynı isimli Ermeni konyağının üretildiği
Ararat (Ağrı) damıtma tesisini geçiyoruz.
Hostelimiz (konforlu olmayan, yurda benzeyen
ucuz otel, konak –ÇN) kent merkezinin kenarında tipik bir kent evinin beşinci katında bulunuyor.
İkametimiz sırasında her geçen gün daha fazla ortaya çıkan şanslı konak yeri seçimimizin, az sayıda
ama çok sempatik personelinin üyesi “24-saat açık
resepsiyon”u, genç bir adam.
Heyecanlı, önümüzdeki günler konusunda nelerle
karşılaşacağımız hakkında sabırsız ve “Batıdan” Do-
halkların kardeşliği için
ERİVAN’A SEYAHAT
✌
ğuya” yolculuktan yorgun bir şekilde yatağa düşüyoruz.
Erivan’da birinci sabah güneşli; penceremizden
bakış bir arka avlu manzarası üzerinden geçiyor ve
Ararat’ın karla kaplı zirvelerinden birinde duruyor.
Şehir
Birçok binaları güzel: Yeni Üslup’ta (Arnuvo), pencere ve balkonlarında filigran (tel süslü) tahta oymacılıklarıyla birlikte eski Ermeni ahşap evleri. Büyük konuşlandırılmış/
plânlanmış yerleşim/
konut yerleri - sosyalist
mimari, yüksek evler
hemen hemen hiç yok
– ama tenekeli/saçtan
kulübelerden
oluşan
yoksul semtleri, gecekondu mahalleleri de
var. Arka avluların girişi neredeyse her zaman
rengârenk boyalı. Her
halükârda
yoksulluk
ve konutsuzluk var. Bir
çift bir bankta yaşıyor,
Bayan güneşten korunmak için açılmış şemsiyesinin altında okuyor
– Bay bir çift karton ve birkaç dolu plastik torbadan
oluşan ortak pılıpırtılarının yanında uyukluyor.
Kentin iç çevresine yeşil bir kuşak kondurulmuş.
Güneyden kuzeye doğru geniş bir park sürüp gidiyor. Kültür ve bilimde meşhur Ermeni şahsiyetlerin
heykelleri ve çeşmeler hep yeniden görülüyor: Birçok
çeşitli su oyunları tesisleri. Oysa neredeyse işler durumda olan bir işletme bile yok: Güney kesiminde
bunların çoğu yıkılmakta, çökmekte. Sıvaları dökülüyor. Tahtadan banklar çürümüş, fıskiyeler kendi
başlarına paslanıp duruyorlar. İnşa türü, parkın tesis
edilişi Ermenistan’ın sosyalist zamanına açık-seçik
işaret ediyor. Görünen (kasten?) yıkılış/çöküş sem-
35
✌
halkların kardeşliği için
36
boliktir ve biraz hüzünlendiriyor. Her şeyden önce
parkın kuzey bölümünde bütün alanların özelleştirileceğini tespit ettiğimizde: Şimdiye kadar tüketim
zorunluluğu olmaksızın ağaçlar altında veya güneşlenme çatılarında bulunmanın her zaman mümkün
olduğu yerlerde Caféler ve restoranlar yer alıyorlar.
Basit bir çardakta yaşlı erkekler tavla ve iskambil oynuyorlar.
Kent merkezinin tümünde hep yeniden büyük
alanlı su tesisleri görüyoruz – Yoldan geçip gidenler
içme suyu çeşmelerinde susuzluklarını gideriyorlar.
Özel bir mekân ise “Kaskaden” (Çağlayanlar) diye
adlandırılan yapıdır: Parktan çıkarak geometrik olarak bitkilerin dikildiği küçük bir tesis ve modern
heykelleriyle birlikte esas olarak geniş bir merdiven
tesisinden oluşan gösterişli bir yapıdan oluşuyor.
Park tesisinde diğerlerinin yanında kalın
süslü telden aşırı boyutlu bir çaydanlığı
çok beğeniyoruz ve
açık kalkerli süngerden 572 merdiven basamaklarının önünde durmadan önce
tunçtan tombul kadın
heykelinin güzelliğini
hayretle seyrediyoruz.
Sağdan ve soldan küçük çalılarla kenarları
çevrilmiş teraslara hep
yeniden yollar gidiyor.
Geniş merdivenin ortasında büyük platolarda mola veriyoruz.
Yeniden heykeller ve kabartmalar: demirden kertenkeleler duvarlar boyunca koşuşturuyorlar. Spor eksersizleri yapan, parlak kromdan atletler en yüksek
platonun üstünde sabit kılınmışlar.
Yukarıda merdivenlerin sonuna geldiğimizde
Erivan’a kuşbakışının ve uzaktaki Ararat’ın tadını çıkarıyoruz – fevkalâde! Bu tuhaf yapının bir de iç yaşamı olduğunu ancak aşağıya inerken fark ediyoruz.
Yürüyen merdivenler! Biri yukarıya, bir diğeri aşağıya gidiyor ve bunların yan taraflarında çağdaş sanat
eserleri. “Cafesjian”da, çağdaş sanat merkezindeyiz.
Ücretsiz ve sürprizle karşılaşarak.
Cumhuriyet Meydanı’ndaki eski Armenia (Ermenistan) Oteli şimdi bir oteller zincirinin parçası
hâline getirilmiştir. Orada eskiden olduğu gibi şimdi
de Nisan günlerinde gündüzleri Diaspora’dan gelen
Ermeniler buluşmaktadırlar. Biz de her gün kendimizi terastaki Cafe’de buluyoruz. İnsanları gözlemliyoruz ve gerçekten gelecek günlerin gidişatı hakkında
bize değerli bilgiler verebilen Almanya’dan bir dostla
karşılaştık. Café-Bar’ın çalışan personeli ile tartışıyoruz ve siyasi görüşümüz nedeniyle bu andan itibaren
onlar tarafından çok candan selamlanıyoruz. Bu arada bu Café’deki Ermeni kahvesi “haigagan surç”un
tadı günbegün daha da iyileşmişti.
Cumhuriyet Meydanı bu günlerde Anmalar için
birçok faaliyetlerin merkezidir de. Yüzlerce genç sahnede bir dans gösterisi yapıyor; akşam saatlerinde bir
su-ışık-ses-oyunu beğeniyle izlenebilir. 23 Nisan’da
“System of the down” (sistem alaşağı olsun!) adlı grup
“ücretsiz ve dışarda/
açık havada” sahne alıyor. Üyelerinin tümü
Ermeni kökenli olan
bu, herhalde çok tanınmış Kaliforniya’dan
Rock orkestrası, sert
şarkılarla soykırımın
tanınmasını talep ediyor. Kent merkezine
giden yolları kapatan
güvenlik güçlerinin saatlerce süren giriş yasağı, peyderpey nihayet
kaldırıldıktan sonra
yüzbinlerce insan meydana aktı. Bu konser
bardaktan boşanırcasına yağmura rağmen
coşkulu bir kitle tarafından canlı izlendi.
Anmoruk
Anmoruk “beni unutma” demektir. Anmoruk, soykırımın 100. Yıldönümü anmaları kampanyasının sembolüdür. Çiçeğin karanlık içi soykırımın dehşetlerini
/vahametlerini anımsatıyor. Bize anlatıldığına göre
açık mor/menekşe rengi ebediyet/sonsuzluk düşüncesini, katledilenlerin “ruhlarını” temsil ediyor. On iki
sarıçiçek damgası/işareti anıtın on iki sütununu, Batı
Ermenistan’da kaybedilen on iki ili gösteriyor – sarı
aynı zamanda her şeye yaşam ve ümit veren güneş
ışığını ifade etmektedir. Beş çiçek yaprağı kadın-erkek Ermenilerin Diaspora’da yaşadıkları beş kıtayı
Anıt
Soykırım anıtı ve müzesi “Zizernakaberd” Almancası
“ Kırlangıç Kalesi” tümseğinde bulunuyorlar. Hatırda
tut –iki tarafı ağaçlı güzergâh (Hafıza Caddesi) diye
de adlandırılan Hatırlama Ormanı’nı yürüyerek geçiyoruz. Burada her yıl farklı kökenlerden insanlar,
unutmaya karşı peşi peşine ağaçlar dikiyorlar. Şimdi
önümüzde, sağ tarafında alçak bir duvar vasıtasıyla
aşağı düşmekten koruyan olarak sınırlanan büyük bir
meydan bulunuyor. Orada uzakta, batıda Ararat’ın
devasa dağ silsilesi manzarası duruyor.
Bu zirvenin Ermeni halkı için anlamı/önemi her
yerde hazır ve nazırdır. Özlem, kayıp, veda, üzüntü.
Dağın karla kaplı zirvesi elle tutulacak kadar yakın
görünüyor. Aras Nehri Ermenistan’ı Türkiye’den ayı-
rıyor. Bunun çok uzak arkasında Ararat’a tırmanış
başlıyor. Anmada da Ararat hep yeniden bir rol oynuyor: “Gerçek kabul edilmediği/tanınmadığı sürece
Ararat’ın zirvesi kana bulanmış olacak.”
Meydanın bu kısmının kaldırımları altında müze
kurulmuştur. Bu müze 25 Nisan’a kadar “basit/normal” insanlar için kapalı tutulduğundan ancak anma
gününden sonra sergiyi ziyaret edebileceğiz. Fakat
daha şimdiden Türkiye ve Almanya’dan getirdiğimiz
soykırımın 100. Yıldönümüne dair makale ve açıklamaları ve sırf Erivan’a gezimiz için özel olarak hazırladığımız Ermenice, Almanca, İngilizce ve Türkçe
bildirilerimizi kapıdaki bir bayan müze elemanına
sunabiliyoruz.
Tekrar yukarıya geldiğimizde yaklaşık olarak iki
yüz metre uzaklıkta yükselen soykırım anıtına, batıya yöneliyoruz. Sol tarafta meydanı yaklaşık olarak
üç metre yüksek bir duvar sınırlıyor; bu duvara kadın-erkek Ermenilerin sürgüne yollandıkları ve katledildikleri kentler ve köylerin isimleri oyma kalemle
kazınmıştır. Eski geleneksel desenler doğrultusunda
şekillendirilmiş Ermeni haç taşları ve mezar plakaları
çimenlerden yükseliyor.
Soykırım anıtı: Batı Ermenistan’daki on iki vilayet
için sembol on iki sütun bir oval oluşturuyor. Bunlar
dikine doğrultulmuş sütunlar değil, daha ziyade koruyucu veya yarı kapalı bir çiçeğin taş hâline gelmiş
gibi çiçek yaprakları daima bir ateşin yandığı merkezin üzerine açık bir kubbe olarak eğiliyorlar.
Sütunlar arasındaki az basamaklı dar merdivenlerden inerek yaklaşık otuz metre çapındaki büyük iç
mekâna geliyoruz. Ateş çevresinde iki metre civarında mesafede çiçekler duruyor ve hep yeniden yenileri
konuluyor. Anma günlerinde orada daire şeklinde
ortalama iki metre yükseklikte çiçeklerden bir duvar
ortaya çıkacaktır. Sütunların dış cephelerinde ovalin
arka tarafına örneğin Franz Werfel, Amin T. Wegener vd. gibi soykırımın tanınması için özel çaba gösteren insanları anma levhaları konmuştur.
Sütunlar ovalinin birkaç metre batısında yarılmış/yarık bir diş gibi 44 metre yükseklikte bir sivri
obelisk / dikili taş yükselmektedir. Bu yarık her ışık
altında çok uzaktan fark edilmiyor. Oysa yakından
bakıldığında biçim dışında batı ve doğu hiçbir şeyle bağlantılı görünmüyor; oysa diğeri ile birlikte her
parça gökyüzüne çıkmaya çaba gösteriyor: Ne var ki
Ermeni halkının kökünü kurutamayan Doğu ve Batı
Ermenistan arasında soykırım aracılığıyla açılan derin çukurların resmi.
✌
halkların kardeşliği için
sembolize etmektedir. Bu çiçeğin viyole/vişneçürüğü
rengi, aynı zamanda Ermeni bilincini ifade etmesi
gereken Ermeni kilisesinin rengi için bulunmaktadır.
Anmoruk Erivan’da rozet, üzerine yapıştırıcı,
afiş, şemsiyelerin üstünde her yerde bulunuyor. Her
dükkân, her lokalin penceresinde bir Anmoruk vardır. Hiçbir otomobil ve hiçbir kamyon bunsuz hareket
etmez ve hep yeniden bayraklar ve pankartlar balkonlara, evlere asılı dururlar veya sokakların/caddelerin
üstlerine gerilmiştir. Bir halı mağazasının vitrininde
bir halıya ilmeklenmiş olarak bir Anmoruk’un resmini çektiğimizde iki yaşlıca hanım bize hitap etti.
Aramızdaki anlaşma sadece eller-kollarla ve iki kırık
Ermenice beş kırık Rusça sözcükle yürüdü. Şansımıza Ermenice bildirilerimiz yanımızdaydı. Suzanna, bizim yüzüncü yıl-Anması vesilesiyle Erivan’da
bulunduğumuzu anladığında ağladı. Hemen hemen
yirmi dakika beraber yürüyoruz. Her ikisi de dil sınırlarının bulunmasına bela okuyorlar. İçten vedalaşmadan sonra giderek yeniden arkamızdan bakıyorlar. Artık biz neredeyse görülmez olduğumuzda bile
el sallamayı sürdürüyorlar.
Okul ve anaokulu öğrencileri Ermenistan’ın tümünde kâğıttan veya bezden Anmorukları boyadılar,
kestiler, katladılar, yapıştırdılar. Bunların arka sayfasında çocukların okulunun adı ve yaşları ve de Anma
ile ilgili şiirsel satırlar bulunuyor. Bu beni-unutmaların milyonlarcası gelip geçenlere gençler tarafından
dağıtılıyor; anma yerlerinde insanların giysilerine
yapıştırılıyor. Yakalarındaki kısmen parlayan mor çiçeklerle üzgün ve ciddi insanlar, sanki katledilenleri
hatırlayarak yaşamı kutluyorlar gibi etkide bulunuyor.
37
✌
halkların kardeşliği için
38
Görüşmeler, fikir alış-verişi, düşünceler
Birçok genç kadın-erkek Ermeni, kendilerini soykırımın hayatta kalanları olarak görüyorlar. Bakın, biz
yaşıyoruz: “1915 – failed genocide – I live!” (1915 –
Başarısızlığa uğrayan bir soykırım – Ben yaşıyorum!)
Bizim sıkça gördüğümüz bir T-short baskısıdır. Afiş
dizisinde de bu kendine güvenen mağrur tutum ifadesini buluyor.
1915’te 1,5 milyonun üzerinde insan katledildi.
2015’de bizler, her şeye rağmen 10 milyonuz.
Soykırımın bugün gençler için ne anlama geldiği,
kendilerinin gelecek için ne istediklerine dair sorumuz üzerine her şeyden önce hep yeniden şu yanıt
öne çıkıyor: “ Bizler Türkiyeli, Almanyalı gençlerle
– bir tür konferansta hükümetlerin katılımı olmaksızın geçmişi ele almak ve gelecek için birbirimizle
anlaşmak istiyoruz - bir araya gelmek istiyoruz.”
Hosteldeki genç ev sahiplerimiz ikametimizin her
günü bizimle tartışıyorlar. Birbirimize gönülden bağlanıyoruz. Aşağıda karşılıklı paylaşabildiğimiz sadece birkaç fikir ve görüş yer alıyor.
Görüşmede soykırımın daha hâlâ somut
etkilerinin(etkileşimlerinin) bulunduğu berraklaşıyor: Ermenistan, her şeyden önce sosyal-emperyalist
“Doğu-Blokunun” çöküşünden sonra siyasi olarak
çok tecrit edilmiş durumdadır. Türkiye, Azerbaycan,
Gürcistan ve İran arasındaki konumuyla ekonomik
koşulları çok kötüdür. Ermenistan’ın Türkiye’ye sınırı
Türk devleti tarafından kapatılmıştır. Ermenistan’ın
sanayii sosyal-emperyalizmin çöküşünden sonra gittikçe zayıfladı. Bu iktisat dalında çok az işyerleri vardır. İşsizlik üzerine tam sayılara ulaşamadık. Ermeni
gençliğinin en değerli varlığının eğitim olduğu görünüyor. Birçokları yükseköğrenim görüyor; çoğu neredeyse mükemmel bir İngilizce konuşuyorlar ve iyi
bir iş için göç etmeyi de göze alıyorlar. Ermenistan’da
yaklaşık üç milyon kadın-erkek Ermeni yaşıyor.
Karina, somut olarak eğitimin örneğin Türk çocukların okullarda öğrendikleri şeylerin, onların
Ermenistan ve soykırım hakkında ne düşündüklerinden sorumlu olduklarından emindir. Medya ve
ders kitapları üzerinden uygulanan manipülasyon ve
egemenlerin böylece emekçilerin – aydınlatmanın,
ilericiliğin, halkların kardeşliğinin düşmanları olarak – cehalet içinde kalmalarını sağladıkları hakkında tartışıyoruz. Karina ve Nazeli, bizlerin soykırım
konusunda kısmen yirmi seneden fazladır siyasi olarak çalıştığımızı ve sayısız toplantılar ve makalelerle gerçeği yaydığımızı öğrendiklerinde, kadın-erkek
yoldaşlarımızın çalışmalarına duydukları saygıyı dile
getiriyorlar. Uluslararası halkların kardeşliği, üzerine
en fazla konuştuğumuz konudur. Buna nasıl ulaşabiliriz? Her ikisi de yapılması gerekenin tam da, bizim
Almanya, Türkiye/Kuzey Kürdistan ve şimdi Ermenistan’daki – bugünlerdeki ortak görüş alış-verişimiz
– çalışmamızın yapılması, genişletilmesi ve yaygınlaştırılmasının zorunlu olduğu kanısındadırlar.
Soykırım Anıtı’nda bir grup öğrenci ile karşılaşıyoruz. Almanlar olarak bizim (Ermenilere yönelik) soykırıma inanıp inanmadığımızı sordular. Yanıt: “Hayır, buna inanmıyorum, kadın-erkek Ermenilere – ve
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki diğer halk gruplarına
da – ne zaman ve kimin tarafından soykırım uygulandığını biliyorum. Bunun kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini ve kimlerin bundan sorumlu olduklarını
biliyorum. Bizler faillerin geldikleri/çıktıkları ülkeler
olan Almanya ve Türkiye’den kadın-erkek işçileriz.
Büyük dedelerimiz kuşağının bir bölümü sizin büyük nine-dedelerinizi katlettiler. Bizler, kurbanları
anmak için buradayız. Devlet yönetimlerimizden
tüm sonuçlarıyla birlikte soykırımı tutarlı biçimde
tanımalarını talep ediyoruz. Biz salt tanımayı talep
etmiyoruz; aynı zamanda Batı Ermenistan’a geri dönüş hakkını da talep ediyoruz ve Batı Ermenistan’ın
Doğu Ermenistan ile birleşme hakkını ilân ediyoruz. Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Alman
İmparatorluğu’nun halef devletleri olarak Türkiye ve
Almanya’dan talep ediyoruz. Bizler Almanya ve Kuzey Kürdistan /Türkiye’de tarihsel bağlantılar hakkında aydınlanma/aydınlatma/açıklığa kavuşturma
için çalışıyoruz ve halkların kardeşliği için angaje
oluyoruz.”
Tüm şaşkınlıklarıyla fal taşı gibi gözlerini açıyorlar. Bizi kucaklıyor ve öpüyorlar. Bir delikanlı bizim
gibi böylesi insanlarla burada karşılaştığına neredeyse inanamayacağını söylüyor. Buradaki tüm ikametimiz sırasında hep yeniden böylesi benzer durumlarla karşılaşıyoruz. İster kendi başımıza, ister küçük
gruplar içinde, isterse hepimiz birlikte yollarda olduğumuzda. Tavrımızı açık-seçik ortaya koyar koymaz
insanlar bize gönüllerini/yüreklerini açıyorlar.
Konuştuklarımızın çoğu Ermenistan hükümetinin
arkasında duruyorlar/destekliyorlar. Sadece yaşlıca
çok cesur bir hanım kızgınlığını şöyle dışa vuruyor:
“Bizim başkan çok kötüdür. O bizi çalıp çırpıyor.
Peki, bu milyonlara nereden sahip oldu?”
Başkan Sarkisyan, her şeyden önce Çanakkale /Gelibolu muharebesini anma kutlamalarına davet edil-
Eylemimiz
Eyleme gitmek için Hostel’den çıkmadan önce Nazeli duygulanıyor: “What you are doing, hundred of
Armenians could not do” – “Sizin yaptıklarınızı yüz
Ermeni yapamaz.” O, her şeyden önce bizim Almanya ve Türkiye/Kuzey Kürdistan kökenimiz, tutumumuz ile karşılaştığımız tüm insanlar için muazzam
derecede önemli olduğu konusunda ikna olmuştur.
Yüz Ermeni aynı tutumu savunabilir/temsil edebilir,
onun görüşüne göre bizim küçük grubumuz daha
büyük bir etkiye sahiptir. Tüm beraberinde getirdiği tutarlı sonuçları ile birlikte soykırımı tanımanın,
faillerin ülkesinden emekçilerinin halef kuşaklarının
sorumlulukları, tarih ile yüzleşmelerinin ne kadar
önemli olduğunu anlıyoruz.
24 Nisan günü gökyüzü bulutlu. Ana cadde sivil
motorlu araçlar için kapanmış olduğundan taksi bizi
dağın eteğinde indiriyor. Malzemelerimizle yüklü bir
şekilde üç hatlı cadde boyunca yayan yürüyoruz. Her
yüz metrede bir konuşlanmış polislerden caddenin en
azından saat on ikiye kadar kapalı kalacağını öğreniyoruz. Öğlenden itibaren anıta ulaşmak için “basit/
normal” insanların gideceği geniş yaya yolunun başladığı diğer tarafa ulaşabildiğimiz sürece fark etmez/
zararı yok diye düşünüyoruz. Oysa daha caddenin en
yüksek noktasına gelmeden önce, iki sivil görevli tarafından nazik ama itiraza izin vermeyen bir şekilde
geri dönmemiz talep ediliyor. Bir otobüs durağında
beklerken Ermenistan, Fransa ve Rusya devlet limuzinlerini gözlemliyoruz. Sarkisyan, Hollande ve Putin
yirmi metre bile olmayan uzaklıkta önümüzden dağa
doğru hızla geçip gidiyorlar… Resmilerin töreni tam
zamanında başlıyor - bulunduğumuz yerden anıttaki
insanları minnacık olarak görebiliyoruz. Dağa doğru
yürümekteki daha büyük sonraki grubun arkasına
katılıyoruz ve malzemelerimizi oflaya puflaya taşımada beklenmeyen bir şekilde destekleniyoruz.
Yüzlerce insanın yaya yolunun nihayet açılmasını
beklediği yere varıyoruz. 100. Anma günü için sembollerle tabelalar, katledilen akrabaların resimleri, çeşitli yazıların üstünde bulunduğu afişler, pankartlar
ellerde yüksekçe taşınıyor. İstanbul’da cadde ortasında yürürken vurulan, Türkiye’de çıkan Ermeni Gazetesi Agos’un genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in
resimleri. Ermenistan bayrakları. Her kesimden, tüm
yaş gruplarından insanlar: Kızıl Ordu gazileri, gençler, aileler, çeşitli ülkelerden gruplar – Polis barikatlarının önündeki meydana giderek daha fazla insan
geliyor. Kadın-erkek genç yüksekokul öğrencileri çocukların imal ettiği Anmorukları dağıtıyorlar.
Pankartımızı açtığımız andan itibaren insanların
bizi muhatap alıp konuşmadığı hiçbir an yaşamıyoruz. Hep yeniden pankarttaki metin sesli bir şekilde okunuyor. Birçokları önümüzde ve bizimle ve
pankartla birlikte resim çektiriyor. Genç bir bayan
yüksekokul öğrencisi kendisini bize evlatlık veriyor:
“Now I’m your armenien daughter…” – “Şimdi ben
sizin Ermeni kızınızım.” Kısa bir süre sonra pankartımızın önünde bir Ermeni televizyon kanalına röportaj veriyor.
Onun Yeni Dünya İçin Çağrı ve Herşeye Rağmen!’in
kökenleri hakkında verdiği bilgileri onun jestlerinden anlayabiliyoruz. Acaba başka neler konuştu?
Halkların Kardeşliğinin söz konusu olduğu ve tam da
Türkiye ve Almanya’dan insanların burada bu eylemi
yapmalarını kendisinin nasıl önemli bulduğunu hâlâ
hatırlayabiliyordu.
Toplamda 4.700 bildiriyi insanlar coşkuyla aldılar
ve derhal okudular. Birçokları bizimle bunun üzerine
Ermenice de tartışmaya çalıştılar. Kısa konuşmalar,
çoğu kez İngilizce, bu eylemin bu yerde bugün yapılmasının çok doğru ve önemli olduğu algımızı derinleştirdi. 24 Nisan’da Almanya ve Türkiye’de soykırı-
✌
halkların kardeşliği için
mesini açıkça reddetmesi nedeniyle Erivan’da bizim
karşımızda övülüyor. Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan
bununla ilgili olarak Sarkisyan’ı tam da 24 Nisan
2015 günü için davet etmişti!
Bizim konut giderleri, geçim temini, işsizlik, kadın
sorunu, perspektifler gibi sosyal sorunlar üzerine de
Erivan’daki tüm tartışmalarımızda, soykırım sorunu
tüm diğer konuların üstünde duruyor. Grubumuzda
yaşanarak kavranan şey şudur: Ulusal sorun olarak
Ermeni sorununun çözümü için gerekli mücadele
olmaksızın Ermeni burjuvazisinin sömürü ve baskısına karşı mücadele başarılı bir şekilde yürütülemez.
Bu şu demektir: Tüm beraberinde getirdiği tutarlı
sonuçları ile birlikte soykırımı tanımak, gasp edilen
Ermeni mülkiyetinin iade edilmesi, yerle bir edilen
Ermeni kültürel varlıklarının tazmin edilmesi, kadın-erkek Ermenilerin Batı Ermenistan’a geri dönüş
hakkı, ayrılıp ayrı devlet kurma ve ulusal kendi kaderini belirleme hakkı dâhil olmak üzere Batı ile Doğu
Ermenistan’ın birleşme hakkı.
Bizler Almanya ve Türkiye/Kuzey Kürdistanlı kadın-erkek komünistler olarak çalışmamızla sınıf dayanışmasını destekliyor ve proleter enternasyonalizmini pratikte uyguluyoruz.
39
✌
halkların kardeşliği için
40
mın 100. Yıldönümüne dair bildirilerin dağıtıldığı ve
sadece hükümetlerin değil, aynı zamanda halkların
da kurbanları anmalarına ve bunun beraberinde getirdiği tutarlı sonuçları çıkarmalarına dek oralardaki
emekçilerin, kadın-erkek demokratlar ve komünistlerin bu işin peşini bırakmayacaklarına dair eylemlerin gerçekleştiği, birçokları için sürpriz oluyor. Kutlanıyor ve de destekleniyoruz.
Bildiriyi dikkatle okuduktan sonra Erivanlı bir işçi
bu bildiriden 1500’den fazlasını bizzat kendisi dağıtıyor. “Ermeni kızımız” ve Azerbaycan’dan bir diğer
işçi bizimle birlikte bildiri dağıtıyor. Meydanın içinden geçip gelen gözleri yaşlı bir kadın, pankartı tutan
kadın yoldaşımızı yanaklarından öpüyor.
İçimizden hemen hemen hiçbirimiz böylesi duygusal bir eylemi yaşadığımızı anımsayamıyor. Sadece bir saldırı burada da anti-komünizmin görev
başında olduğunu gösteriyor. Kendisini Anma Günü
Komitesi’nin bir üyesi olarak tanıtan biri,
kadın yoldaşın bildirilerini kabaca yırtmaya çalışırken bizim
bu bildirileri kimden
aldığımızı
soruyor.
“Bu gün komünistlerin propagandası için
değil, anmak içindir”,
diyor. Halkların kardeşliğine ilişkin hiçbir
şey duymak istemiyor.
Ona bizlerin komünist
olduğumuz ve bunu
hangi nedenden dolayı
saklamamız gerektiği
yanıtı verildi. Ancak kadın yoldaşımız onun, üstünde “Türkiye inkâr ediyor, Almanya susuyor – Ermeni Halkının kurbanlarını anıyoruz!” yazan pankartı
okumasını sağladıktan sonra bizi rahat bırakıyor ve
kadın yoldaşımızdan özür diliyor.
Yağmur daha sıklaştığında ve biz artık bildiri dağıtamayacağımızdan kortejde saflara katılıyoruz. Binlerce şemsiye ve bunların tam ortasında bizim pankart.
Dağın tepesinde küçük çocuğuyla kaçmaktaki bir
kadın figürü heykelinin önünden geçiyoruz – Hatırla
ve talep et!
Anıtın içinde on iki sütunun ortasında çiçekler
duvarının önünde pankartımızı geriyor ve sütunlar
ovalinin arka tarafında dizilmeden önce birkaç dakika susup içimize kapanıyoruz.
Sürüp giden yağmura rağmen insanlar hep yeniden
yanımızda durup kalıyorlar. Pankartımız çok rağbet
gören bir foto arka planı oluyor. Ankara’dan bir yüksekokul öğrenci grubu bu yolla Yeni Dünya İçin Çağrı
dergisi ile tanışıyor.
Yağmurdan sırılsıklam olmuş ve bu deneyimlerle
dopdolu bir şekilde geriye dönüşe geçiyoruz. Otobüs
ve metronun üstesinden, bizi Ermenice tabelalar ve
anonslar karmaşasından doğru bir şekilde yönlendirip geçiren İran’dan bir Ermeni bayanın desteği sayesinde gelebiliyoruz. Devamlı müşterisi olduğumuz
lokalde ısınıyoruz. Ayakkabı, çoraplar, yağmurluklar,
ceketler – her şeyin vıcık vıcık sırılsıklam olduğunu
ancak şimdi fark ediyoruz. Evet, bu günde bu eylemi gerçekleştirebilmemizden dolayı çok memnun ve
mutluyuz. Halklar birbirleriyle anlaştığında ve birlik olduğunda bunun
nasıl olabileceği konusunda bir sezgi/seziş,
bu zihinlerde kalıyor.
Bu günden çok güç ve
motivasyon alıyoruz.
Son mu, başlangıç mı?
Birçok değerli karşılaşmalar, ulusal sorunun
özü ve önemi hakkındaki kavrayış – bizim
önemli ve iyi bir eylem
gerçekleştirmiş olduğumuz bilgisi… önemli anlar. Erivan’dan Moskova’ya uçarken neredeyse
her yolcunun üstünde Anmoruk var. Moskova’da
Frankfurt uçağına binerken Erivan’dan aldığımız
Anmoruku taşıdığımızın farkına varıyoruz. Birlikte
yolculuk yaptıklarımızdan bazılarının gülen gözleri,
katılımımızın ne kadar önemli olduğunu bize bir kez
daha gösteriyor.
Yaşasın Halkların Kardeşliği – Yaşasın Enternasyonal Dayanışma!
Herşeye Rağmen!’den kadın-erkek yoldaşlar
(Herşeye Rağmen! Sayı 70, Eylül 2015, sayfa: 65-71,
Almancadan çevrilmiştir.)
[Aynı gezi hakkında Bkz: Yeni Dünya İçin Çağrı,
sayı 176, Temmuz/Ağustos 2015, sf: 30-35] ✓
halkların kardeşliği için
ROJAVA
DÜŞMANLIĞINA SON!
✌
Türk devleti PYD’ye karşı sergilediği hassasiyeti, saldırganlığı IŞİD’e karşı
göstermiyor. IŞİD herkesin gözü önünde, denetimi elinde bulundurduğu bölgelerde,
sınırın öbür tarafında mayın döşerken, hendek kazarken; Türk ordusu seyretmekle
yetiniyor. Barbar terörist örgüt IŞİD ile barbarlığa karşı mücadele eden PYD, IŞİD ile
aynı kefeye konuyor.
T
ürk devleti, AKP Hükümeti, RT Erdoğan;
Rojava’da oluşan demokratik oluşumdan, kantonlardan, Kürtlerin kendi özyönetimlerini oluşturmasından, kendi kendilerini yönetmelerinden
rahatsız. Bu rahatsızlık en başından bu yana çeşitli
vesilelerle dile getirildi. Son dönemde yaşanılan kimi
gelişmeler bu rahatsızlığı tekrar gündeme getirdi.
Davutoğlu ve Erdoğan’ın “izin vermeyiz, asla müsaade etmeyiz, vururuz” tehditleri ve açıklamaları
YPG’ye karşı açık saldırıya dönüştü. Bu tehditlerden iki örnek:
Başbakan Ahmet Davutoğlu: “PYD Fırat’ın
batısına geçmeyecek, geçerse vururuz dedik, iki
kere de vurduk.”
Cumhurbaşkanı
Erdoğan: “Geçenlerde ne
oldu? PYD Fırat’ı geçmek
istedi. Askerimiz hemen
anında işi bitirdi. Bu bir
uyarıdır. Kendine çeki
düzen ver. Bunu farklı
yerlerde de yapmaya çalışırsan, gereğini orada
da yaparız. Türkiye’nin
kimseden izin almaya ihtiyacı yok. PYD, kanton olarak ilan etti. Bu iş bu kadar kolay mı? Kanton kurma
anlayışı sürerse gereği neyse yaparız.” (http://www.milliyet.com.tr/erdogan-dan-pyd-yeoperasyon/siyaset/detay/2139515/default.htm) Tehdit ve Saldırı
Bu tehditlerin yapıldığı dönemde Türk ordusu YPG
güçlerine saldırdı.
YPG Basın Merkezi, TSK’nin 24 Ekim günü Kobanê
sınır hattındaki YPG mevziilerine yönelik başlattığı saldırıların devam ettiğini belirterek şu detayları
paylaştı:
“27 Ekim günü saat 11.00 sularında Türk ordusu
güçlerimizin Girê Spî’nin (Til Ebyad) batısında bulunan mevziilerini hedef
alarak ağır silahlarla bir
saldırı düzenlemiştir.
27 Ekim günü 18.15
ile 18.30 saatleri arasında Türk ordusu Girê Spî
kent merkezi sınır hattında akrep tipi zırhlı
araçlarla devriye atmış
ve güçlerimizin mevziilerine yönelik ağır silahlarla saldırı düzenlemiştir. Bu saldırı ardından
saat 19.30 sularında kent
merkezi ve batı kırsalı
sınır hattında yeniden
harekete geçmiş ve güçlerimizin mevziilerini
A4 ve MG3 silahlarıyla rastgele taramıştır”. (www.
evrensel.net)
Türk devleti açıkça provokasyon yapmakta, YPG’yi
PKK’ye karşı sürdürdüğü savaşın içine çekmeye çalışmaktadır.
41
✌
halkların kardeşliği için
42
Bu Düşmanlık Niye?
Türk devleti PYD’ye karşı sergilediği hassasiyeti, saldırganlığı IŞİD’e karşı göstermiyor. IŞİD herkesin
gözü önünde, denetimi elinde bulundurduğu bölgelerde, sınırın öbür tarafında mayın döşerken, hendek
kazarken; Türk ordusu seyretmekle yetiniyor. Barbar
terörist örgüt IŞİD ile barbarlığa karşı mücadele eden
PYD, IŞİD ile aynı kefeye konuyor.
Hükümetin, devletin Rojava’daki oluşumdan, kantonlardan rahatsız olmasının arka planında rahatsız
oldukları kimi gelişmeler yatıyor. Bu gelişmelerden
bazıları şöyle:
*Türk devletinin Suriye siyaseti ile PYD’nin siyaseti
bir ve aynı değil. PYD
Rojava’nın bağımsızlığından yana, Esad
rejimini silahlı mücadele ile yıkmaktan
yana değil. PYD’nin
temel siyaseti demokratik Suriye devleti
bünyesinde Rojava’nın
özerkliğidir.
Türk
devletinin temel Suriye siyaseti Esad rejimini yıkmaya yöneliktir. Bunun için
PYD’nin ÖSO bileşeni
olarak hareket etmesi,
Esad rejimini yıkma
mücadelesine katılmasından yanadır.
*Türk
devleti
PYD’yi PKK gibi terör
örgütü olarak görmekte, emperyalistlerin de PYD’yi
terör örgütü olarak görmesini istemektedir. IŞİD’e
karşı mücadele eden ve onu gerileten tek güç olan
PYD’yi hiçbir emperyalist güç terör örgütü olarak
görmüyor.
*IŞİD’e karşı mücadelede, YPG, YGJ güçlerinin
savaşması, IŞİD’i geriletmesi; PYD’yi uluslararası
alanda emperyalistlerin nezdinde dikkate alınacak
bir güç haline getirdi. Uluslararası arenada Kürtlerin prestijini artırdı. ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı
oluşturulan koalisyon ile PYD arasında işbirliği, ittifak oluştu.
*Son dönemde IŞİD’e karşı mücadelede “Suriye
Demokratik Güçleri” kuruldu. Bu güçler içinde şu
örgütler var: Suriye Arapları İttifakı (Devrimciler
Ordusu, Burkan el Fırat Operasyonu Bileşenleri, Sanadid Birlikleri, Yiğitler Birlikleri, Cezire Tümenleri
Birliği), Süryani Askeri Konsey, YPG, YPJ.
Suriye Demokratik Güçleri ABD ile Rakka’yı
IŞİD’den kurtarmak için askeri operasyon hazırlığı
yapmaktadır. Bunun için ABD 50 ton askeri mühimmat, silah yardımı yaptı.
*Kantonların birleşmesinden Türk devleti oldukça rahatsız. Til Ebyad’ın IŞİD’den temizlenmesi ile
Kobane ve Cizire kantonları birleşti. Cerablus’un
IŞİD’den temizlenmesi ile Afrin kantonu ile birleşme durumu devleti ürkütmektedir. Devletin isteği
Cerablus Azez hattının tamamen ÖSO denetimine
girmesi, bu bölgede
tampon bölge kurulmasıdır.
Düşmanlığa Son!
Görüleceği
üzere
devletin, AKP hükümetinin Rojava düşmanlığının temelinde
bir dizi gelişme yatıyor.
Devlet,
Erdoğan,
AKP hükümeti Rojava
düşmanlığına derhal
son vermelidir.
HDP
düşmanlığı, Kürt düşmanlığı,
dışarıda Rojava düşmanlığı; içeride Kürtlere, HDP’ye saldırılara zemin hazırlıyor.
HDP’ye, Kürtlere saldırıya dönüşüyor. Bu siyaset tehlikeli bir siyasettir. Halkların bir arada yaşamasının
temelini dinamitliyor. Halkların birbirine girmesi,
birbirini yemesinin zemini hazırlıyor. Bu duruma biran önce son verilmelidir.
Her ulusun olduğu gibi Kürtlerin de istedikleri gibi
yaşama, istedikleri gibi kendilerini yönetme hakkı
vardır.
Türk devleti Rojava kantonlarını tanımalı, kantonlar ile dostluk ilişkileri geliştirmelidir.
Rojava’ya yönelik saldırılara son!
Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma
hakkı!
Kahrolsun milli zulüm!
29.10.2015 ✓
HERŞEYE RAĞMEN
YENİ EKİMLER
GELECEKTİR!
2015
yılı Sosyalist Ekim Devrimi’nin
98. yıldönümüdür. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi, bütün insanlığın gelişme aşamasında yeni bir çağ açtı. Yerkürenin altıda
birinde ilk defa proletarya iktidara geldi. Rusya işçi
ve köylülerinin Çarlık Sarayı’na saldırısı, çürümüş feodal emperyalist Rus İmparatorluğu’nun temellerine
yönelmiş bir saldırı idi. İşçilerin-köylülerin devrimin
örgütleyicisi Bolşevik Parti önderliğindeki silahlı
ayaklanması ile merkezi
Çarlık devlet iktidarı yıkıldı.
Petrograd
Ayaklanması
Ekim Devrimi’ne gidilen
yolda ilmik ilmik örülen ve zamanı geldiğinde düğmeye basılan bir
hazırlık dönemi vardı.
Kuşkusuz bu hazırlıkların arkasında Bolşevik
Parti’nin önderi Lenin’in
büyük dehası ve bilgeliği yatıyordu. 24 Ekim (6
Kasım) akşamı Lenin,
Bolşevik Parti Merkez Komitesi üyelerine yazdığı
mektupta şöyle diyordu:
“Bu satırları 24 Ekim akşamı yazıyorum. Durum
son derece kritik. Şimdi ayaklanmayı herhangi bir
şekilde geciktirmenin gerçekten ölüm anlamına geleceği gün gibi ortada.” Devamla Lenin, “iktidar asla
25 Ekim’e (7 Kasım) kadar Kerenski ve ortaklarının
elinde bırakılmamalıdır, mesele mutlaka bu akşam
ya da bu gece sonuçlandırılmalıdır.” (Nisan Tezleri Ve
Ekim Devrimi, İnter Yayınları, s. 233-234) Devrimin
üssü Smolny idi. Lenin’in dahihane öngörüsü başarıya ulaştı. O, Bolşevik önderliğin büyük ustasıydı. 24
Ekim’i 25 Ekim’e (6 Kasım’dan 7 Kasım’a)bağlayan
gece silahlı ayaklanma başladı.
Telgraf dairesi, telefon dairesi, istasyonlar, elektrik şebekeleri ve başkentin devlet daireleri işgal
edildi. Geçici hükümetin toplandığı Kışlık
Saray’ın telefonları kesildi. Petrograd’da olan
askerler Bolşevik saflara
katıldı. 7 Kasım sabahı, Petrograd’ın (Kışlık
Saray dışında) hemen
hemen tamamı kurtarılmıştı. Cepheden çağırdığı birliklerin gelişini
beklemeyen
Kerenski
Petrograd’dan kaçtı. Kışlık Saray kuşatıldı. Kışlık Saray’ı askeri öğrenciler ve subaylardan oluşan bir birlik koruyordu. Kışlık
Saray çembere alındı. Geçici hükümet bakanlarının
teslim olması için ültimatom verildi. 7 Kasım akşamı,
sarayın karşısında Neva nehrinin diğer kıyısında bulunan Peter-Paul Kalesi yönünden Kışlık Saray topçu
ateşine tutuldu. Neva nehrine demir atmış olan ‘Au-
güncel
DÜNYAYA YENİ EKİMLER GEREK!
43
güncel
rora’ kruvazörü de Kışlık Saray’ı topçu atışları ile sarsıyordu. Kışlık Saray’dan makineli tüfeklerle topçu
atışlarına karşılık veriliyordu. Kısa zamanda makineli tüfekler sustu. Toprak beylerinin ve burjuvazinin
son kalesi düşmüştü. Geçici hükümetin bakanları tutuklandı ve Peter-Paul Kalesi’nde gözaltına alındılar.
Petrograd’da devrim zafere ulaşmıştı.
7 Kasım sabahı, Petrograd Sovyeti Devrimci Askeri
Komitesi’nin “Rusya Yurtaşlarına” başlıklı çağrısı yayınlandı. Bu çağrıda şöyle deniliyordu:
“Geçici hükümet devrilmiştir. Devlet, iktidarı, Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti organının,
Petrograd proletaryasının ve Petrograd garnizonunun başında bulunan Devrimci Askeri Komite’nin
eline geçmiştir.
Halkın uğruna mücadele ettiği dava: derhal bir demokratik barışın önerilmesi, toprak sahiplerinin
özel mülkiyetinin kaldırılması, üretim üzerinde
işçi denetimi, bir Sovyet
hükümetinin kurulmasıbu dava güvence altındadır. Yaşasın işçilerin,
askerlerin ve köylülerin devrimi.” (Aktaran
Krupskaya,
Lenin’den
Anılar, İnter Yayınları, s.
360)
7 Kasım’ı 8 Kasım’a
bağlayan
gece
saat
02:30’da Smolny’de, ‘II.
Tüm-Rusya İşçi ve Asker
Temsilcileri Sovyetleri
Kongresi’ toplandı. Kongre’de azınlıkta kaldıklarını
gören Menşevikler ve sağ Sosyal Devrimciler kongreyi terk etti. Sol Sosyal Devrimciler kongrede kaldı.
Kongreye Bolşevikler ve kongrenin partisiz temsilcileri katıldı. Bütün kararlar kongrede oybirliği ile
alındı.
Bolşevik Kararnameler
44
‘II. Tüm-Rusya İşçi Ve Asker Temsilcileri Sovyetleri
Kongresi’ne Lenin’de katıldı. Lenin’in kongreye katılma anlarını Krupskaya şöyle anlatıyor: “Lenin salona
girdiğinde, gök gürlemesine benzer bir alkış koptu.
Lenin rapor sundu. Büyük sözler etmeksizin işçi sınıfının kazandığı zaferi kısaca anlattı. Ve bu, İlyiç’in
karekteristik bir niteliğiydi. Konuşmasının temel
ağırlığını başka bir noktaya verdi: Sovyet iktidarının
şimdi çözmesi gereken acil görevler.
Rusya tarihinde yeni bir dönem başladı, dedi. Sovyet Hükümeti, burjuvazi olmaksızın ülkeyi yönetecek. Toprakta özel mülkiyeti kaldıran bir kararname çıkarılacak. Üretim, etkin işçi denetimi altına
sokulacak. Sosyalizm mücadelesi başladı ve gittikçe
genişleyen biçimler alacak. Eski devlet cihazı yıkılacak, parçalanacak, yerine yeni bir iktidar, Sovyet örgütlerinin iktidarı geçecek. Ülkemizde kitle örgütleri
her şeye muktedir bir güçtür. Şimdi ilk görev, ülkenin
barışa kavuşmasıdır. Ama bu yalnızca, sermayenin
yenilmesiyle mümkün olacaktır. Saflarında şimdiden
devrimci bir mayalanmanın belirtileri görülen uluslararası proletarya, barışı kazanmamıza yardım edecektir.” (Aktaran Krupskaya, Lenin’den Anılar, İnter
Yayınları, s. 361)
Krupskaya’nın da belirttiği gibi kongre delegeleri, elde edilen zaferin
büyük önderini büyük
bir sevinçle selamladılar.
Lenin, tarafından kaleme alınan ‘Barış Üzerine
Kararname’
kongreye
sunuldu. Kararnamede
şöyle deniliyordu: “6-7
Kasım (24-25 Ekim) devriminin yarattığı ve İşçi,
Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerine dayanan
İşçi-Köylü
Hükümeti,
vakit geçirmeksizin barış
görüşmelerine başlamalıdır.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 6, s. 414, İnter Yayınları) Barış Üzerine Kararname, kongre tarafından
çoşkuyla kabul edildi. 1914’te başlayan haksız, emperyalistler tarafından tertiplenmiş olan savaşın sona ermesi için barış çağrısı yapılıyordu. Bolşevik Parti, işçi
sınıfının iktidara gelmesiyle, Rusya’yı savaştan çekip
çıkartacak güçte olduğunu kanıtlamıştı. Emperyalist
savaşa son verilmesi işçilerin-köylülerin talebiydi.
Emperyalist dünya sisteminin dışına çıkan Rusya,
emperyalist savaşın sona ermesi üzerine açıklama yapıyordu. Devrimini yapmış Rusya, gerçekten demokratik barışın bayrağını yükseklere kaldırıyordu.
Kongre de kabul edilen ikinci kararname, ‘Toprak
Üzerine Kararname’ idi. (Lenin, Seçme Eserler, c. 6,
s. 415, İnter Yayınları) ‘Toprak Üzerine Kararname’
Ekim Devrimi ve İç Savaş
Ekim Devrimi ile iktidara gelen proletarya, kazanımlarını pekiştirmek ve garanti altına almak zorundaydı. 1917 Aralık’ın başında Sovyet Hükümeti’nin
temsilcileri Brest-Litovsk’te barış görüşmelerine başladılar. Alman emperyalistleri çok ağır koşullar öne
sürdü. Lenin ve Stalin, Almanlarla barış anlaşmasının imzalanması ve mümkün olduğu kısa zamanda
savaştan çıkmaktan yanaydı. Brest-Litovsk’te Sovyet
Hükümeti’ni temsil eden Troçki, Lenin’in talimatlarına aykırı hareket etti. Troçki’nin Alman emperyalistleri ile barış anlaşmasını red etmesinden sonra, 18
Şubat 1918’de Almanlar bütün cephelerde saldırıya
geçti. Alman saldırılarına karşı direniş örgütlendi.
Almanların Petrograd’a yürüyüşü durduruldu. Sovyet Hükümeti, Almanların Brest-Litovsk’ten daha
ağır olan koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.
Almanya ile barış sağlanmıştı ama kanlı mücadele
devam ediyordu. Karşı devrim bütün dünyanın gözleri önünde ortaya çıkan Sovyet iktidarına azgınca
saldırdı. 14 emperyalist devlet tarafından desteklenen
karşı devrim, ülkeyi dört yıl süren kanlı bir iç savaşa sürükledi. Ekim Devrimi tarafından darmadağın
edilen Kolçak, Yudeniç, Denikin, Krasnov ve Vrangel
gibi generaller, emperyalistlerin desteğini de arkalarına alarak proletarya iktidarını yıkmak istiyorlardı.
30 Ağustos 1918’de Sosyal Devrimciler’in taraftarı bir
kadın Lenin’e saldırdı. Lenin, Moskova’da Michelson
fabrikasındaki bir gösteriden çıkarken zehirli bir
mermiyle tehlikeli bir şekilde yaralandı. Bütün ülke
savaş kampı ilan edildi. Lenin ve Stalin önderliğinde
bütün insan rezervleri ve yardımcı kaynaklar, kızıl
ordunun güçlendirilmesi için kullanıldı. İşçi, köylü,
asker, aydınların adı bilinmez kahramanlıkları sayesine devrim ateşini söndürmek isteyenlerin bu hevesleri kursaklarında kaldı. Bu iç savaş içinde beyaz
ordu arka arkaya büyük yenilgiler aldı. Karşı devrim
birkez daha ezildi.
güncel
hem ülke derinliklerindeki, hem de siperlerdeki milyonlarca köylü kitlelerini silahlı ayaklanma içinde
doğan Sovyet iktidarını desteklemek için ayaklandıran en büyük siyasi eylemlerden birisiydi. Sovyet
iktidarının ilk kararnamelerinde büyük burjuvazi
ve büyük toprak ağaları mülksüzleştirildi. Onların
mülklerine tazminatsız olarak devlet adına el konuldu. Toprak beylerinin toprakları, çarlığın, manastırın
ve kilisenin topraklarına el konuldu. Sovyet Kongresi, başında Lenin’in bulunduğu ‘Halk Komiserleri
Konseyi’nin teşekkülü üzerine belirlemeyi kabul etti.
Milliyetler sorunu halk komiserliğine Stalin atandı.
27 Ekim (9 Kasım) sabahı ‘Sovyetlerin II. Kongresi’
sona erdi. Petrograd’dan sonra Moskova’da ayaklandı. Moskova’da da burjuvazinin direnci kırıldı. İktidar Sovyetlerin eline geçti. Başkentleri bütün ülke takip etti. Her tarafta devlet iktidarı emekçilerin eline,
Sovyetlerin eline geçti.
Kongre, Kerenski’nin cephede yürürlüğe koyduğu
ölüm cezasını kaldırdı. Sovyet Hükümeti, işçi denetimi üzerine bir kararname yayınladı. Bu kararnameye
göre fabrikatörlerin, işletme sahiplerinin bütün faaliyeti, işçi temsilcilerinin denetimine tabii kılıyordu.
Rus işçilerinin, askerlerinin ve köylülerinin Bolşevik Parti önderliğindeki silahlı ayaklanması,
Rusya’nın bütün halklarının emekçi kitleleri tarafından desteklendi. Kapitalistlerden ve toprak beylerinden fabrikaları, işletmeleri, toprağı, demiryollarını, bankaları alan Sosyalist Ekim Devrimi, bunları
emekçilerin toplumsal mülkiyetine dönüştürdü. İşçi
sınıfı iktidarı eline aldıktan sonra, yoksul köylülükle ittifak içinde Sovyet devletinin inşasına girişildi.
Eski burjuva devlet mekanizmasının tamamı yerlebir
edildi. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında
ilk kez bir ülkede proletarya iktidarı ele geçirdi. 1917
Ekim Devrimi’nden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği doğdu. 7 Kasım 1917 bütün insanlık tarihi açısından onurlu, insanlığın geleceğine ışık tutan, yol
gösteren, çığır açan bir tarihtir.
Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun
Ekim Devrimi, Çarlık Rusyası’nda değişik ulus ve
milliyetlerden halkların birbirlerine karşı sistemli bir
biçimde kışkırtılması siyasetine; ezilen uluslar üzerinde kıyım ve pogromlara, halkların köleliği siyasetine; son vererek değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve
emekçilerin karşılıklı güvenin yolunu açtı.
Ekim Devrimi, Çarlık döneminde tam bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’da ezilen ulus ve milliyetlerin kurtuluşu yönünde muazzam adımlar attı.
Burjuva milliyetçiliği ve şovenizmin yerine pratikte proleter enternasyonalizmini egemen kıldı. Ekim
Devrimi, ulusal sorunda da çağ değiştiren bir adım
oldu. Daha devrimin birinci günü, devrim hükümetinin ilk kararnamelerinden biri ulusların ayrı devlet
kurmaya kadar varan kendi kaderini tayin hakkını ve
tüm milliyetlere tam hak eşitliğini ilan etti. Sovyetler Birliği eşit haklara sahip ulus ve milliyetlerin eşit
haklara sahip cumhuriyetler ve özerk bölgelerde gö-
45
güncel
46
nüllü birliktelikleri temelinde kurulan ilk çok uluslu
birlik devleti oldu. Finlandiya yapılan bir halk oylamasında ayrı devlet olarak yaşamaya karar verdiğinde, Bolşevik devlet bu karara itirazsız saygı gösterdi.
Günlük hayatta her milliyet kendi dilini, kültürünü
serbestçe yaşıyor ve geliştiriyordu. Irkçılık, şovenizm
ve antisemitizme karşı aktif mücadele yürütülüyordu. Ekim Devrimi emperyalizmin ırkçı şoven barbarlığının biricik alternatifi sorunun gerçek çözümünün
ancak proleter devrimle mümkün olacağını gösterdi.
Ekim Devrimi sonrasındaki süreçte, yasal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla yetinilmedi. Sovyet
iktidarı, değişik uluslar ve milliyetler arasında gerçek
yaşamda varolan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için
sürekli ve sistemli bir siyaset yürüttü. Bu doğru siyaseti pratiğe geçirerek, ekonomik ve kültürel alanlarda
aradaki farkları büyük oranda kapattı. Bu gelişme ve
süreç, 1956’da yapılan SBKP XX. Parti Kongresi’nde
Kruşçef önderliğindeki modern revizyonizmin iktidara gelmesiyle kapandı.
1990’da sosyal emperyalizm çöktüğünde, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin üyesi olan devletlerde milliyetçi çatışmalar yeniden başladı. Kafkaslarda yaşanan çatışmalar, Ukrayna’daki gelişmeler,
Azarbaycan-Ermenistan ilişkileri, Rus- Gürcistan
savaşı vb. SSCB döneminde yoktu. Emperyalistler
bugün dünyanın birçok yerinde halkları birbirlerine karşı şovenizm ve ırkçılık temelinde kışkırtıyor.
Ne yazık ki bunda başarılı da oluyorlar. Bir zamanların Yugoslavya’sı, Filistin, Afganistan, Irak, Suriye, Kürdistan vb. emperyalist burjuvazinin ulusal
sorunu nasıl ele alıp “çözdüğünün” yalnızca birkaç
güncel örneğidir. Emperyalizmin ulusal sorundaki
“çözüm”ü emperyalist boyunduruğu kabul etmeyen
ulus ve milliyetleri silah zoruyla ezmek, kendisi ile
“işbirliği” içinde olan ulus ve milliyetlerde ise güya
onların ulusal haklarının savunucusu pozlarında onları kendi çıkarları için kullanmaktır. Bu bağlamda
amaç her zaman bir ve aynıdır: Uluslar, milliyetler
arasında düşmanlık ve nefret yaratıp, bundan kendi
stratejik emperyalist çıkarları için yararlanmak.
Ekim Devrimi şu gerçeği açıkça kanıtlamıştır:
“… sermaye egemen olduğu sürece, üretim araçlarında özel mülkiyet sürdükçe ve sınıflar var oldukça,
ulusların eşitliği güvence altına alınamaz; sermaye
iktidarı sürdükçe ve üretim araçlarına sahip olmak
için savaşıldıkça, ulusların eşitliği ve ulusların emekçilerinin işbirliği sağlanamaz.” (Stalin, “RKP(B) X.
PK’ne Rapor’dan; Eserler Cilt 5, sayfa 41, İnter Yayın-
ları)
Ekim Devrimi bugün güncel mücadele açısından
çok önemli derslerinden biri, ulusal özgürlük mücadelesinin ancak proleter devrimin zemini üzerinde
çözüleceğini göstermiştir. Ulusal mücadelenin gerçek
çözümü, işçi sınıfının elinde olduğunda kurtuluşa
götüreceğidir. Bunun böyle olmadığı şartlarda ulusal
mücadelenin kazanımlarının birer birer yitirileceği,
yitirildiği emperyalist dünyanın yaşanan bir gerçeğidir. Bugün dünyanın birçok yerinde yürüyen ulusal
mücadeleler açısından bu ders hayati önemdedir.
Ekim Devrimi ve Kadın Sorunu
Bolşevik Parti, 1917’deki zaferinin hemen ardından
kadının gerçek hak eşitliğini hayata geçirdi. “Eski,
kadını köleleştiren yasalardan geriye” diyordu Lenin,
“taş üstünde taş kalmamıştır.” Kadınlar onlara gösterilen güveni parlak bir biçimde haklı çıkarmıştır.
Sosyalist inşanın eşit değerdeki unsuru oldular ve en
çetrefil, en ağır yönetsel ve politik görevlerin altından
kalkacak yeteneği ortaya koydular. Kadınların Sovyetler Birliği’ndeki bu gelişimi bütün ülkenin gösterdiği olağanüstü yükselişi yansıtmaktadır.
(“...Ancak emekçi kadınların büyük bir
bölümü,buna önemli ölçüde katılmadıkça, sosyalist devrim olamaz. (...)
Sovyet Cumhuriyeti‘nin görevi, ilk planda kadın
haklarındaki bütün sınırlamaların kaldırılmasıdır. Sovyet hükümeti, burjuva rezilliğinin, burjuva
baskısının ve aşağılamanın bir kaynağını -boşanma
işlemlerini- tamamen ortadan kaldırmıştır.
Tam boşanma özgürlüğünün yasallaşması, yakında bir yılını dolduracak. Meşru ve gayrimeşru
çocuklar arasındaki bütün farkı kaldıran ve bir dizi
politik sınırlamayı kaldıran bir kararname çıkardık.
Dünyanın başka hiçbir yerinde işçi kadınlara eşitlik ve özgürlük böyle tam olarak tanınmamıştır.
Eski yasaların en ağır yükünü işçi kadınların taşımak zorunda kaldıklarını biliyoruz.
Tarihte ilk kez bizim yasamız, kadınların haklarını elinden alan herşeyi ortadan kaldırmıştır. Ama
sorun yalnızca yasa sorunu değildir. Kentlerde ve
sanayi bölgelerinde tam evlilik özgürlüğünün iyi yerleştiğini görüyoruz; ama kırlarda bu özgürlük sık,
çok sık olarak yalnızca kağıt üzerinde kalmaktadır.
Oralarda dini evlilik hala hakimdir. Bu, papazların
etkisinden kaynaklanmaktadır. Bu kötülüğe karşı savaşmak, eski yasalarla savaşmaktan daha zordur. (...)
Bugüne kadar hiçbir cumhuriyet kadını özgürleş-
Ekim Devrimi ve Dinci Gericilik
Ekim Devrimi‘nden sonra proleter devlet dini bütünüyle “kişilere ait özel mesele” ilan etti. Proleter
devlet, dinin gerçek işlevini ortaya koyan aydınlatma
kampanyaları yürüttü. Dini kurumlara karşı aktif
mücadele yürütüldü. Dini kurumların iktidarı yıkıldı. Çeşitli din ve mezheplerin birbirlerine baskı yapması engellendi. Din ve mezhep ayrılıklarının halkların barış içinde bir arada yaşamasının engeli haline
getirilmesinin önüne geçildi. Ekim Devrimi, din konusunda da hiçbir burjuva devletin başaramadığını
gerçekleştirdi. Din ve devlet işlerini birbirinden ay-
rıldı. Din gerçekten kişinin özel işi haline getirildi.
“Dini ya da kadınların haktan yoksunluğunu, ya
da Rus olmayan milliyetlerin baskı altında tutulmasını ve hak eşitsizliğini alalım. Tüm bunlar burjuva
demokratik devrimin sorunlarıdır. Küçük burjuva
demokrasisinin filistenleri sekiz ay boyunca bunun
üzerine gevezelik ettiler; dünyanın en ileri ülkeleri
arasında bu sorunların burjuva demokratik yönde
tamamıyla çözüldüğü tek ülke yoktur. Bizde bunlar
Ekim devriminin yasamasıyla tamamıyla çözülmüştür. Dine karşı gerçekten mücadele ettik ve ediyoruz.”
(Lenin, Seçme Eserler, “Ekim Devriminin 4. Yıldönümü“, cilt 6, İnter Yayınları, s. 518)
Emperyalizm, din ve mezhep ayrılıkları nedeniyle halkları birbirlerine
karşı kışkırtmakta ve
kırdırmaktadır.
Sosyalemperyalist blokun
1990’lı yılların başlarında çöküşü ile batılı
ideologların vaat ettiği
“sürekli barış çağı”na
girilmedi! Burjuvazinin
ideologları bu dönemde
“sınıf savaşlarının” ve
dolayısıyla da “tarihin
sonu”nun geldiğini ilan
ettiler! Artık mücadelenin “kültürler arası savaş” olarak yürüyeceğini belirttiler. ”Kültürler
arası savaş”tan onların
anladıkları, bu kez öncelikle din adına, “Batılı Hıristiyanlık”, “Uzakdoğulu Hinduizm”, ve “Ortadoğulu
İslam” arasında yürütülecek iktidar, dünya hegemonyası mücadelesidir. Emperyalist güçler, kendi hegemonya planları önünde engel gördükleri tüm güçlere
saldırmaktadır.
“Sınıf mücadeleleri döneminin kapandığı” teorileri
boş laftır. Ezen ve ezilen sınıflar var olduğu sürece
sınıf savaşı da var olacaktır. Bu sınıf savaşımında
egemenler tarafından din de bir araç bir silah olarak kullanılmaktadır. Irkçılık ve milliyetçiliğin yanı
sıra dincilik de bugün işçi ve emekçi kitlelerin kötü
yaşamlarının, açlık, işsizlik ve sefaletlerinin gerçek
nedenlerini görmelerini engelleyen bir işleve sahiptir. Bu nedenle de emperyalist burjuvazi ve dünya
gericiliği tarafından dinci fanatizm olabildiğince körüklenmektedir. Dinin egemenlerin elinde bir araç,
güncel
tirmeyi başaramadı. Sovyet iktidarı kadına yardım
ediyor. Davamız yenilemez, çünkü bütün ülkelerde
yenilmez işçi sınıfı ayaklanıyor. Bu hareket yenilmez sosyalist devrimin büyümesi demektir. (Kadın Sorunu Üzerine, Marx-Engels-Lenin-StalinKomintern&Clara Zetkin, İnterYayınları, s. 40-42)
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi‘nin hemen ertesinde, kadınların eşitsizliğine dair eskiden kalma bütün
yasalar bir hamlede kaldırlıp atıldı. Eşit işe eşit ücret
temel ilke haline getirildi. İktidarın ele geçirilmesinin
dördüncü gününde sekiz saatlik işgünü, kadın emeği ve özelde de anne ve çocuğun korunmasına dair
yasaları ilan eden bir deklerasyon yayınlandı. Aralık 1917’de evlilik ve aile ilişkileri ile ilgili kararname ilan edildi. Böylece,
tarihte ilk kez, kadının
politik, ekonomik ve
hukuksal tam hak eşitliği ilan edilmiş oldu. Bu,
Bolşevik Parti’nin kadının kurtuluşuna dair
programatik talebinin
yerine getirilmesiydi.
Bolşevik Parti, bunun
henüz bir başlangıç olduğunu, esas büyük görevin, kadını toplumsal
yaşamın her alanında
gerçekten eşit kılma mücadelesinin olduğunu;
bu uzun soluklu ve zorlu
mücadelede, emekçi kadın kitlelerini partiye ve sosyalizmin inşasının her
somut aşamasında çözülmesi gereken görevlere yakınlaştırmak ve bunların çözümü için seferber etmek
gerektiğini vurguluyordu.
47
güncel
“ezilen kitlelerin afyonu” olarak onları uyutmak için
bir araç olduğu gerçeği bir kez daha apaçık ortadadır. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve daha
hangi din ya da mezhep olursa olsun bu noktada
değişen bir şey yoktur. Hiristiyanlık eşittir batının
“demokratik değerleri”, Müslümanlık eşittir gericilik,
barbarlık vs. Bugün gelinen yerde artık çok net olarak, bir yandan batının
“demokratik hakları” vs.
savunucusunun kültürü,
öbür yanda da IŞİD’in Al
Kaide’nin islam kültürü
var. Bugün dünya çapında baş düşmanın islamcı
terörizm olduğu söyleniyor! Bir bütün olarak İslam, emperyalizmin hedefindedir. Hiristiyanlık,
“demokratik değerler”
değildir. Bütün dinlerin
özü aynıdır. Bütün dinler
afyondur, gericidir. Emperyalistlerim baş düşmanı IŞİD’tir. IŞİD şahsında, kendi ülkelerinde ırkçılığı geliştiriyorlar. IŞİD
vb. örgütlerin ortaya çıkmasında, emperyalistlerin ve
gerici bölge ülkelerinin siyasetlerinin bir sonucudur.
Ekim Devrimi ve İşçiler/Emekçiler
48
“Sovyet düzeni işçiler ve köylüler için demokratizmin
en yükseğidir ve aynı zamanda burjuva demokratizmiyle kopuş ve yeni evrensel önemde yeni bir demokrasi tipinin, yani proleter demokratizmin ya da proletarya diktatörlüğünün doğuşu demektir.
Bırakın can çekişen burjuvazinin ve onun kuyruğunda giden küçükburjuva demokrasi msinin köpekleri ve domuzları bizim Sovyet düzenimizi inşadaki
başarısızlıklarımız ve hatalarımız yüzünden üstümüze küfü başarısızlıklarımız olduğunu ve hatalar
yaptığımızı ve hâlâ yapmakta olduğumuzu bir an bile
unutuyor değiliz. Sanki böylesine yeni, daha önce hiç
görülmemiş bir tip devlet düzeninin yaratılması gibi
tüm dünya tarihi için yeni bir eser, hiç başarısızlığa
uğramadan ve hata yapmadan ortaya konabilirmiş
gibi. Başarısızlıklarımızı ve hatalarımızı, Sovyet ilkelerini hayata uygulamada henüz mükemmel olmaktan son derece uzak halimizi düzeltmek için hiç şaşmadan mücadele edeceğiz. Fakat Sovyet devletinin
kuruluşuna başlamak ve ve böylelikle dünya tari-
hinde yeni bir çağ, bütün kapitalist ülkelerde ezilen ve
her yerde yeni bir hayata, burjuvaziyi yenmeye, proletarya diktatörlüğünü, insanlığın sermayenin, emperyalist savaşların boyunduruğundan kurtuluşuna
doğru ilerlediği yeni sınıfın hakimiyeti çağını açmak
şansı bizim olduğu için de haklı bir gurur duyabiliriz
ve duyuyoruz.“ (Lenin, Seçme Eserler, “Ekim Devriminin 4. Yıldönümü“,
cilt 6, İnter Yayınları, s.
519-520)
Proletarya diktatörlüğü topluma ait olanı
topluma geri verir. Toplumsal üretimi doğrudan kendi eline alır.
Proletarya diktatörlüğü,
burjuvaziye karşı diktatörlük uygular. Onların
iktidarlarını geri almak
için tüm girişimlerini
acımasız bir şiddetle ezer.
Sömürülen, ezilen, yok
sayılan geniş üreticiler
çoğunluğu, zenginliğin
bu gerçek yaratıcıları, kendi kaderlerini kendi ellerine
aldılar. Burjuva hükümetlerinin kararları konusunda
hiçbir söz hakkı ve etkileri olmayanlar, şimdi bütün
siyasi, askeri, kültürel, ekonomik sorunlarda karar
verici hale geldiler. Onlar devleti yönetmeye başladılar. Bu insanlık tarihinin gördüğü en büyük devrimci
dönüşümdü. Proletarya diktatörlüğü fakat aynı zamanda emekçiler için en geniş demokrasiyi güvence altına aldı.
Proleter demokrasinin burjuva demokrasisine üstünlüğü Sovyetlerde ispatlandı. Emekçi yığınlar, doğrudan demokrasinin örgütsel araçları İşçi-Köylü ve
Asker Sovyetleri‘nde örgütlenerek ülkenin sosyalist
inşası görevini en zor iç savaş ve emperyalist müdahale şartlarında bizzat kendi ellerine aldılar. Emekçilerin tüm yaşam alanlarında demokratik kolektif
olarak örgütlendi. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve erkek egemenliğine karşı mücadele edildi. Sosyalizmde, çalışabilir durumda olan herkese iş verildi.
Çalışmanın hak haline gelmesi, 6 saatlik işgünü, iş
güvenliği, herkes için yeterli tatil hakkı, emekçilere dinlenme ve tatil imkânı, hukukun halk hukuku
haline getirilmesi, kültürün herkese açılması, çocuk
hakları, çocuk eğitiminin toplumsallaştırılması, ev
işinin toplumsallaştırılması herkese yaygın tıbbi hiz-
Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti
Emperyalist barbarlığı tarihe gömmek, proleter devrimi gerçekleştirmek ve sosyalizmi inşa etmek için
günün en acil görevi işçi ve emekçileri kendi önderliğinde birleştiren Bolşevik Partilerin yaratılmasıdır.
“Ancak son taarruzda halkı yönetebilecek kadar
cesur ve hedefe giden yolda en ufak bir engele takılmayacak kadar temkinli olan Bolşevik Partisi gibi bir
parti, barış için genel demokratik hareket, malikane
topraklarının ele geçirilmesi için yapılan köylü demokratik hareketi, ezilen ulusların milli bağımsızlık ve milli eşitlik hareketi ve burjuvaziyi devirerek
proletarya diktatörlüğünü kurmaya yönelen sosyalist
proletarya hareketi gibi birbirinden ayrı devrimci
hareketleri tek bir ortak devrimci akımda bu denli ustaca kaynaştırabilirdi.” (SBKP(B) Tarihi – Kısa
Ders, Stalin, Eserler Cilt 15, İnter Yayınları, s. 262)
Bolşevik Parti, 1917 Ekim‘inde birdenbire ortaya
çıkmadı. Bolşevik Parti, uluslararası alanda İkinci Enternasyonal oportünizminin reformist-legalist
geleneğine karşı, ideolojik mücadele içinde işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak inşa edildi. Bolşevik Parti, devrim öncesi Rusya’sındaki işçi sınıfı mücadelesi
içinde, bu mücadele temeli üzerinde gelişti. Bolşevik
Parti, 1898‘den itibaren işçi sınıfı hareketini sosyalizmle birleştirmeyi önüne temel görev olarak koyan
marksistlerin bilinçli siyasi faaliyetinin ürünü idi.
Bolşevik Parti, en başından itibaren işçi sınıfını temel aldı ve işçi sınıfı içerisinde inşa edildi. Bolşevik
Parti’nin örgütsel yapısının temeli fabrika işletme
hücreleri idi. Bolşevik Parti, işçi sınıfının biricik gerçek sınıf partisi idi. Bolşevik Parti, işçi sınıfının ve
emekçilerin düşmanlarına karşı devrimci mücadele
içinde milyonlarca kitleyi Marksizm biliminin devrimci teorisiyle donatarak devrimci mevzilere çekti. Bolşevik Parti, berrak bir siyasi çizgiye sahipti ve
proletarya diktatörlüğü döneminde sosyalizmin inşa
çalışmasının her bir anında kitlelerin nabzını elinde
tutmayı ve onları doğru bir şekilde yönlendirmeyi
bildi.
Ekim Devrimi‘nin 98. yıldönümünde, proleter dünya devriminin zaferi için Bolşevik Partilerin eksikliği
kendisini dayatıyor. Proletaryanın kurtuluş davası
her şeyden önce Lenin-Stalin döneminin Bolşevik
Partisi gibi Bolşevik tipte partilerin inşa edilmesi
görevini bütün dünyada marksist-leninistlerin önüne acil görev olarak koyuyor. Bugün işçi ve emekçi
kitleler, sosyalizm ve komünizmin “tükenmiş” olduğuna, “öldüğüne” inandırılmıştır. Sosyalizm/komünizm geniş kitleler nezdinde bir umut değildir. İşçi ve
emekçi kitleleri yeniden komünizme kazanabilmek
için yeni Ekimler yolunda ilerleyebilecek komünist
partileri inşa etmek gerekiyor.
Marksist-leninist hareket güncel olarak zayıftır.
Bugün “bir başka dünya” isteyen, bunun mümkün
olduğuna inanan bir çok genç insanın bir bölümü
umutlarını milli burjuva hareketlere bağlamıştır. Bir
bölümü açıkça dini, tanrıyı kendine referans gösteren hareketlerin peşine takılmıştır. “Bir başka dünya” isteyen hareketlerin bir bölümü reformizmi “21.
yüzyılın sosyalizmi” olarak tanıtmaktadır. Bir başka
bölüm kapitalizmin yıkılacağına dair bütün umutlarını yitirmiş durumdadır. Diğer yandan emperyalist
sermayenin enternasyonalleşmesi şimdiye kadar görülmemiş boyutlara ulaşmış durumdadır. Emperyalist kapitalizmin girmediği küçücük bir dünya köşesi
bile kalmamıştır. Finans kapitalin asalak niteliği görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Üretimin enternasyonal niteliği her zamankinden daha açık ve burjuvazi
bütün dünyada işçi sınıfı ve emekçilerin haklarına
karşı topyekûn saldırı içindedir. İşçi sınıfı ve emekçi
kitlelerin ulusal ve devlet sınırları ötesinde tüm sınıf
kardeşleri ile ortak bir proleter devrim cephesinde
birleşmesinin objektif şartları her zamankinden daha
olgundur.
Sosyalizm ve komünizmin maddi temelleri açısından da gelinen yerde şartlar her zamankinden
daha olgundur. Bugün objektif olarak dünya çapında
“herkesin yeteneği ölçüsünde katkıda bulunduğu” ve
herkesin “ihtiyacına göre aldığı” zenginlik kaynaklarının gürül gürül aktığı bir dünya ekonomisi kurmak
güncel
met sunumu sosyalizmin temel görevleri idi.
Daha 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği emekçilerin
günlük hayatındaki kazanımlar açısından en gelişmiş
kapitalist ülkeleri çoktan geçmişti. Çünkü Sovyetler
Birliği’ndeki politikanın temelinde kâr ilkesi geçerli
değildi. Sovyetler Birliği’nde emekçi yığınların sürekli yükselen maddi ve manevi ihtiyaçlarının en iyi
biçimde tatmin edilmesi ilkesi geçerliydi. Kuşkusuz
Sovyet iktidarının Çarlık Rusya’sından devraldığı geriliği bir anda ve bir vuruşta aşması mümkün değildi.
Örneğin otuzlu yıllara gelindiğinde örneğin konut
sorunu henüz tam olarak çözülememişti. Fakat büyük atılımlı gelişme temposu, gerçekleştirilen muazzam inşa kazanımları, emekçilerin yaşam şartlarında
kısa sürede gelinen nokta vb. sosyalizmin üstünlüğünü herkese her gün yeniden kanıtlıyordu.
49
güncel
mümkündür. Yapılacak tek şey vardır: Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi! Bütün temel üretim
araçlarının toplumsallaştırılması, sömürünün insanlığın hayatından dışlanması. Topluma ait olanın
topluma geri verilmesi! Kısacası yapılması gereken
tek şey vardır: Sömürülen ve ezilenler Ekim‘in açtığı
yolda yürüyüşe kalınan yerden devam edecektir.
Ekim Devrimi ve Burjuvazinin Kışkırtıcı
Yalanları
50
SSCB’de modern revizyonistler XX. Parti
Kongresi’nde iktidarı tamamen ele geçirdiler.1956’dan
sonraki gelişmeler burjuvazinin Ekim Devrimi‘ne,
onun şahsında sosyalizme–komünizme güncel saldırılarının da dayanak noktası oldu. Sosyalizmin kalesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bu gelişmeler içinde devlet kapitalisti, bürokratik bir yapıya
dönüştü, sosyalizm yıkıldı. 1956‘daki bu dönüşüm
gerçekte sosyalizm–komünizm davası açısından bir
gerileme, ağır bir yenilgi idi. Fakat gerek Sovyetler
Birliği’nde iktidarı elinde bulunduran Kruşçef’in başını çektiği modern revizyonist yeni çarlar, gerekse
bütün dünyada emperyalist burjuvazinin propagandacıları Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğu, orada
olanın “yaşayan sosyalizm” olduğu yalanını yaydılar.
Sonunda 1980’li yılların sonunda, 1990’lı yılların başında, Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku” sosyalemperyalist kamp çöktü. Sosyalemperyalist kampın
çöküşünü dünya gericiliği ezilen ve sömürülen kitlelere “komünizmin ölümü” olarak tanıtmaya çalıştı,
çalışıyor. Ellerindeki tüm medya gücüyle yalanları
bilinçlere kazımaya çalıştılar, çalışıyorlar. Burjuvaziye göre: Sosyalemperyalist kampın yıkılmasıyla
ortaya çıkan tüm olumsuzlukların nedeni sosyalist
komünist iktidardı. Yetmiş yıllık sosyalist –komünist iktidar, kendi iktidar alanındaki halkları ezmiş,
demokrasiyi, insan haklarını vb. yoketmiş, üstüne
üstlük ülkelerin ekonomik gelişmesini de engellemiş,
sonunda tıkanıp kalmıştır. İnsan doğası ile uyuşmayan sosyalizm–komünizm yıkılmak zorunda idi,
yıkılmıştır. Kapitalizmin ve onun üstyapısı burjuva
demokrasisinin üstünlüğü sosyalizm–komünizmin
çöküşü, ölümü ile ispatlanmıştır vb. vb. Bu yalanların
karşısında gerçekler orta yerde durmaktadır. Bu gerçekleri hiçbir güç karartamaz.
Yıkılan, çöken Sovyetler Birliği’nde hiçbir zaman 70
yıllık bir “sosyalizm–komünizm” iktidarı yaşanmadı.
Sovyetler Birliği’nde 1917’de kurulan sosyalist iktidar, proletarya diktatörlüğünün ömrü 1950’li yılların
ortalarına kadar sürdü. Yani en fazla 35–40 yıllık bir
sosyalizm inşa deneyimi sözkonusudur. Bu sosyalizm
inşa deneyimi, düşünülebilecek en zor şartlar altında,
emperyalist abluka altında, tek ülkede sosyalizm inşası deneyimidir.
Bu deneyimin yaşandığı ülke olan Rusya, batının
emperyalist ülkeleriyle karşılaştırıldığında devrim
öncesinde ekonomik olarak en geri durumda olan
emperyalist güçtü. Proletaryanın iktidara gelmesiyle birlikte, tüm gericiler, emperyalist güçlerin tam
desteğinde ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürüklediler. İç
savaş proletaryanın zaferi ile sonuçlandı. Emperyalist müdahale orduları ülkeden kovuldu. Sosyalizmin “barış içinde inşa” dönemi, gerçekte bir yandan
emperyalist ambargo ve abluka şartlarında, diğer
yandan burjuvaziye karşı sertleşen sınıf mücadelesi
şartlarında yaşandı. 1935’ten itibaren Sovyetler Birliği, proletarya diktatörlüğünü yeni bir askeri saldırıya
karşı korumak için savaş sanayisinin geliştirilmesine
ağırlık verildi. Bir insan ömrü için bile kısacık denebilecek bir inşa döneminde, işçi ve emekçilerin gerçek
bir sosyalist iktidar şartlarında neler başarabilecekleri görüldü. İkinci Dünya Savaşı‘nın yükünü Sovyet halkları taşıdı. Yirmi milyonun üstünde Sovyet
emekçisi, en ön saflarda savaşarak yaşamını yitirdi.
Milyonlarcası sakat kaldı. Savaş dolayısıyla büyük kayıplara uğrayan Sovyet ekonomisini yeniden ayakları
üzerine dikmek savaş sonrasında uzun yıllar aldı. Bu
ikinci “barış içinde inşa” döneminde de emperyalistler “soğuk savaş” adı verilen ilan edilmemiş savaşla,
Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist iktidarı yıkmak, Sovyetler Birliği çevresinde oluşan yeni halk demokrasili
devletleri yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu
dönemde SBKP(B) içinde, toplumda yeni bir sınıf olarak türeyen bürokrat –teknokrat burjuvazinin siyasi
temsilcileri olan revizyonistler, ML‘lerin kimi hatalarını da kullanarak güçlendiler.
Bu ikinci dönem de l950’li yılların ortalarına dek
sürdü ve modern revizyonist kapitalist yolcuların
SBKP içinde ve devlette iktidarı tümüyle ele geçirmeleri ile kapandı.
XX. Parti Kongresi‘nden sonra gelen 35 yıllık dönem (1956-1991) bugün yaşayan kuşakların aklında
olan dönemdir. Bugün büyük çoğunluğun bilincindeki “Sosyalist Sovyetler Birliği” resmi, bu dönemde
belirlenmiş olan bir resimdir. Ancak bu resim yanlış
bir resimdir. Çünkü bu dönemin Sovyetler Birliği’nin
yalnızca ismi sosyalisttir. Gerçekte bu dönemin
Sovyetler Birliği‘nin sosyalizm–komünizmle hiç-
Emperyalist Sistemin Alternatifi Yeni
Ekimlerdir!
Biz Bolşevikler açısından sorun açıktır: Ekim Devrimi bir bütün olarak sömürünün temellerine yönelen
bir devrimdir. Ekim Devrimi, tüm sömürüyü yok
etme gibi muazzam bir görevi yerine getirmek için
yola çıkan bir devrimdir. Bu devasa görevin çözülmesinde mutlaka hata ve eksiklikler de olacaktır, olmuştur. Fakat belirleyici olan şudur ki, bugün de Ekim
Devrimi‘nin temel deneyimleri, onun enternasyonal
önemi ve anlamı mücadele eden işçiler ve emekçiler
için yol gösteren kutup yıldızıdır.
Burjuva ideologları “küreselleşme” safsatalarına
sarılıyor. “Küreselleşme“ sanki yeni bir şeymiş gibi
sunuluyor! Kapitalizmin yepyeni bir döneme girdiğinin propagandası yapılıyor. “Küreselleşme“ gerçekten
yeni bir olgu değil, kapitalizmin en yüksek aşaması
olan emperyalizmin karakteristik özelliklerinden biridir. “küreselleşme”, dünya topraklarının ve nüfuz
alanlarının bir avuç emperyalist büyük güç arasında
ekonomik, siyasi, ve askeri olarak bölüşülmesinden
başka birşey değildir.
Burjuva ideologların sarıldığı bu “küreselleşme“
teorisi de, emperyalizmin gerçek yüzünü gizleyemiyor: Emperyalizm ırkçılıktır, şovenizmdir, faşizmdir,
gericiliktir, erkek egemenliğidir, en azgın sömürüdür,
doğanın talanıdır. Emperyalizm savaştır. Bugün dünyanın her tarafında bölgesel savaşlar yapılmaktadır.
Suriye, emperyalistler ve
tüm gerici ülkelerin karşı karşıya geldiği bir savaş
alanıdır. Kısacası emperyalizm barbarlıktır. Öyle
bir barbarlık ki, azami kâr
hırsıyla bugün emperyalizm dünyayı, öncelikle
en yoksullar için tam bir
felâket anlamına gelen bir
iklim değişikliği sınırına
getirmiştir. Emperyalizm,
eğer proletarya önderliğinde devrimlerle bu gidişe
dur denmezse, bütün dünyayı barbarlık içinde çöküşe sürüklemektedir.
Emperyalist sistemi bütün olarak karşısına alan, bu
sistemi en zayıf halkasında parçalayan Ekim Devrimi, emperyalist barbarlığın biricik alternatifi olduğunu göstermiştir. Proletarya önderliğinde devrimler
ve sosyalizmin inşası, bizim Ekim’den öğrendiğimiz
çözümümüz budur! Kapitalist/emperyalist sistemin
alternatifi yeni Ekimlerdir. Büyük insanlık kapitalist/
emperyalist sisteme mahkûm değildir, olmamalıdır.
Emperyalist sistemin en zayıf halkasından parçalandığı Ekim Devrimi pratiği göstermiştir. Ekim Devriminin 98. yıldönümünde bu gerçek öne çıkarılmalı ve
bunun mücadelesi verilmek zorundadır.
Emperyalist barbarlığın alternatifi sosyalizmdir.
Dünyaya yeni Ekimler gerek! Ya yeni Ekimler ve sosyalizm; ya emperyalist barbarlık içinde çöküş! Başka
kurtuluş yolu yoktur.
9 Ekim 2015 ✓
güncel
bir ilişkisi yoktur. 1956 sonrası SSCB gerçekte, sosyalemperyalist bir ülkedir. Ekim Devrimi ile doğan
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği‘nde SBKP ve
devlet içinde yuvalanan burjuva yolcu revizyonistler
1956’da yapılan SBKP XX. Parti Kongresi‘nde siyasi
iktidarı bütünüyle ele geçirdiler. Onlar Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğünü adım adım yok
ettiler. Kruşçef revizyonizmi ve onun izleyicileri döneminde yaşanan yozlaşma ile Ekim Devrimi‘nden
ve onun sosyalist kazanımlarından bir şey kalmadı
geriye. Revizyonizmin iktidarının yeni tipte bir burjuvazinin iktidarı anlamına geldiği açıkça görüldü.
Bir zamanların sosyalist Sovyetler Birliği’nde yeni
tipte bir kapitalizm yeniden
egemen hale geldi.
Ekim devrimi, sonraki
gelişmelere, geri dönüşe
rağmen, kısacık sosyalist
inşa döneminin muazzam
kazanımları ile sömürüsüz bir yaşamın mümkün
olduğunu, sömürü barbarlığının biricik alternatifinin sosyalizm olduğunu
gösterdi. Ekim Devrimi
burjuvazinin egemenliğine
proletaryanın ve emekçi yığınların silahlı devrimiyle,
şiddete dayalı devrimle son
verilebileceğini ve ancak bu
yolla kapitalizm–emperyalizmin insanlığı barbarlık içinde çöküşe götürmesinin engellenebileceğini gösterdi. Bugün de Ekim
Devrimi‘nden öğrenilecek çok şey vardır.
51
panorama
PA NOR A M A
SEÇİM YAPILDI,
KALINAN
YERDEN DEVAM!
- YUNANİSTAN -
Y
unanistan’da bir erken seçim daha yapıldı. Syriza yeniden birinci parti seçildi ve zaman geçirmeden sağcı ANEL ile yeniden koalisyon hükümeti
kurdu. Yeni kurulan hükümetin öncelikli gündeminde, yine Troyka’nın (Avrupa Merkez Bankası (AMB),
AB Komisyonu ve IMF) birinci ve ikinci “kurtarma
paketlerinden” arta kalan ve IMF’nin doğrudan katılmadığı ama AMB ve AB Komisyonu’nun “üçüncü
kurtarma” paketiyle dikte ettikleri “ev ödevlerini”
yerine getirmek vardı, var. Kelimenin gerçek anlamında -20 Ağustos’ta hükümetin istifa ederek erken
seçimlere gitmesinden sonra-, kalınan yerden çalışmaya devam edildi. Biz de, dergimizin 177. sayısında
bıraktığımz yerden devam edip seçim sonuçlarına,
yeni kurulan hükümetin icraatlarına değinip gelişmeleri ortaya koyalım.
KISACA SEÇİMLERDEN ÖNCEKİ
GELİŞMELER
52
Başbakan Tsipras’ın 20 Ağustos’ta istifa edip erken seçimlere gidileceğini ilan etmesinden sonra,
21 Ağustos’ta Syriza içindeki “sol” muhalefetten 25
milletvekili partilerinden istifa edip “Halkın Birliği” adıyla yeni bir parti kurdular. Cumhurbaşkanı
ise seçimlere kadar görev yapacak hükümeti kurma
görevini Yeni Demokrasi lideri Meimarakis’e verdi.
Meimarakis’in hükümet kurabilmesi için üç gün
zamanı vardı, hükümeti kuramadı. Bunun üzerine
hükümet kurma görevi çiçeği burnunda Halkın Birliği lideri Lafazanis’e verildi. O da üç gün içinde hükümeti kuramayınca, yasalara göre Cumhurbaşkanı,
27 Ağustos’ta Yüksek Mahkeme Başkanı Vassiliki
Thanou’yu başbakan olarak tayin etti. Geçici Hükümet 28 Ağustos’ta işbaşı yaptı...
Erken seçimlerin gündeme getirilmesi Syriza içindeki ayrışmayı hızlandırdı ve Tsipras’a, yasalara göre
18 ay içinde gerçekleşen seçimlerde, aday listesini
parti başkanlarının belirleme yetkisine de dayanarak,
parti içinde kalan ama kendi siyasetine uymayanları listeden dıştalama olanağını verdi. Tsipras erken
seçimlere gitme adımıyla hem muhalefetinden kurtuldu hem de “üçüncü kurtarma” paketinin kitleleri
daha fazla batırmadan –kabul edilen yasalar Ekim
ayında yürürlüğe girecekti-, kısıtlamaların pratikte
etkisini göstermeden, seçime gidip olası oy kaybını
mümkün olduğunca düşük tutmaya çalışma hesabını
yaptı.
Erken seçime gitmek aynı zamanda ama “kreditörlere”, “üçüncü kurtarma” paketini uygulama konusunda kabul edilmek zorunda kalınan sürenin bir
aylığına da olsa kaybolmasını beraberinde getirmiştir. Bu da, daha işin başında, 15 Ekim’e kadar sözü
verilen adımların atılmasının, çıkarılması dayatılan
kanunların mecliste tartışılıp onaylanmasının zor
olacağını gösteriyordu.
24 Şubat’ta varılan anlaşmayla adı “kurumlar” ola-
dayatmada bulunurken, bu seçimlere doğrudan karışmaktan geri durdu ve “biz anlaşmayı şu ya da bu
hükümetle değil, Yunanistan devletiyle yaptık. Kim
hükümeti kurarsa kursun, bizim için önemli olan
anlaşmaya uygun davranılması ve uygulanmasıdır.”
biçiminde tavrını sergiledi. Yani, Yunan halkının 5
Temmuz’da yapılan referandumda sözkonusu yaptırımlara %61,3 oranla hayır demesini hiçe sayan ve
sanki referandum yapılmamış gibi AB’li emperyalist
kurum ve kuruluşların dayattığı yaptırımları kabul
eden Tsipras, bu yaptırımları uygulayacak hükümetin
seçileceği bir durumu, “Yunan halkı kendi geleceğini
kendi belirleyecek” biçiminde lanse ediyor. Sahtekarlıkta sınır tanımıyor! Tsipras’ın sahtekarlığını Yunan
şair Dionysios Solomos’un (1798-1857) şu satırları iyi
ifade ediyor: “Benim mutsuz halkım/ öyle iyi öyle sevimli/ her zaman kolay inanan/ ve her zaman aldatılan”.Evet Yunan halkı
bir kaz daha aldatıldı!
panorama
rak değiştirilen Troyka, aynı zamanda Yunanistan’da
doğrudan denetimden dışlanmışken, “üçüncü kurtarma” paketiyle yeniden ve daha fazla yetkiyle
Atina’ya dönmeyi, hükümetin icraatlarını doğrudan
denetleme kabul ettirilmişti. Ekim ayı sonlarına doğru Troyka temsilcileri Atina’ya gidip dayatılan “reformların” yapılıp yapılmadığını denetleyecek ve üç
milyar Avro’luk kredi ödentisini serbest bırakıp bırakmayacağı hakkında karar verecekti. Yunanistan
hükümeti tarafınca atılacak her adım denetlendikten
sonra, sözkonusu ödenti ya ertelenecek ya da yapılanlar uygun bulunursa, ödenti yapılacak. Yani sözkonusu edilen 86 Milyar Avro’luk kredinin büyük bölümü borçların ödenmesi için –verilen bilgilere göre
54 Milyar Avro, bu miktar Yunanistan hükümetinin
eline hiç geçmeyen bölümü- kullanılırken, diğer bölümü de Yunanistan’a uygun görüldükçe dilim dilim
ödenecektir.
Seçim öncesi medyaya yansıyan veriler
seçimlerin
sonucunun belirsiz olduğunu, Syriza ile Yeni
Demokrasi’nin başabaş
gittiğini gösteriyordu.
Hatta Syriza’nın Ocak
ayındaki seçimlerdeki
vaatlerinin tam tersi bir
siyaseti uygulaması ve
Syriza’dan ayrılanların
da parti olarak seçime
katılması nedeniyle, birinci parti olamayacağı
vb. değerlendirmeler,
yorumlar yapıldı. Böylesi bir ortamda 20 Eylül’de seçimler yapıldı.
Seçim günü oyunu kullanıp bir de açıklama yapan
Tsipras, demagojide başarılı olduğunu kanıtlarcasına
diğer şeylerin yanısıra şunları da söyledi: “Yunanlar
‘mücadeleci bir hükümet’ seçecek ve ‘yeni bir reform
dönemi’ başlatacak. Yunan halkı kendi geleceğini
kendi belirleyecek.” (21 Eylül tarihli basından) Bu
tavır, burjuva siyasetçilerinin siyasi sahtekarlığının
bir örneğidir. Seçimlerde kim seçilirse seçilsin, kim
hükümeti kuracaksa kursun, yeni hükümetin uygulamak zorunda olduğu siyaset, “üçüncü kurtarma”,
gerçekte bağımlı kılma paketiyle dikte edilen siyaset
olacağı gün gibi açıktı. AB’nin emperyalist güçleri,
Ocak ayındaki seçimlerde Syriza’yı seçmeyin diye
SEÇİM SONUÇLARI
Seçimlere katılım oranı, bu sefer % 56,57’lik
oranla, 25 Ocak’taki
seçimlere göre %7,05
oranında düşüktü. Geçersiz oylar ile “boş oy
pusulası” olarak geçen
ve geçersiz olan oylar
da seçime katılım oranı
içinde hesaplanmaktadır. 20 Eylül’deki seçimlerde kayıtlı olan
seçmen sayısı 9.840.525
olarak verildi. Bu sayı
25 Ocak’taki seçimlerde kayıtlı seçmen sayısından
109.159 azdı. Bu durumda seçime katılmayanların sayısı 4.274.230 idi ve oran olarak da %43,43’tü. Seçmen
sayısı temel alındığında ve geçersiz oylar da birlikte
hesaplandığında, 9.840.525 seçmenden 4.408.675’i,
yani %44,8’i herhangi bir partiye oy vermemişti. Geçerli oylar ise 5.431.850 idi. Partilerin aldığı oy oranı
da bu geçerli oylar baz alınarak belirlenmektedir.
Buna göre %3’lük seçim barajını aşarak parlamentoya giren partilerin aldığı oylar ve oranları şöyledir:
Syriza: 1.925.904, %35,46; Yeni Demokrasi:
1.526.205, %28,10; Altın Şafak: 379.581, %6,99; PASOK-DİMAR: 341.390, %6,28; Yunanistan Komünist
Partisi: 301.632, %5,55; Nehir: 222.166, %4,09; Bağım-
53
panorama
54
sız Yunanlar (ANEL): 200.423, %3,69 ve Merkezciler
Birliği: 186.457, %3,43. Bu sonuncusu dışındaki partilerin tümü, Ocak ayındaki oylar baz alındığında oy
kaybetmiştir. Buna rağmen resmi hesaplarda ilk beş
sırayı paylaşan partilerden sadece Syriza’nın %0,88
oranında oy kaybettiği, diğer dört partinin ise az da
olsa oylarını arttırdığı tespit edilmektedir.
Sözkonusu ilk beş sıradaki partilerin Ocak ayındaki seçimde aldıkları oylarla karşılaştırmada gerçek
oy kaybı sırasıyla şöyledir: Syriza: 320.160; Yeni Demokrasi: 192.610; Altın Şafak: 8866; PASOK-DIMAR
(bunlar Ocak ayında seçimlere ayrı ayrı girmişti,
ikisinin toplam oyuyla karşılaştırıldığındaki kayıp):
321.960 ve Komünist
Partisi 36.506.
Bu oy oranlarına göre
milletvekili dağılımı ise
şöyledir: Syriza 145 (Yunanistan seçim yasasına
göre birinci seçilen parti
ekstradan 50 milletvekili kazanmaktadır.); Yeni
Demokrasi 75; Altın Şafak 18; PASOK-DİMAR
17; Komünist Partisi 15;
ANEL 10 ve Merkzciler
Birliği 9.
Syriza’dan ayrılan ve
seçimlere ayrı parti olarak katılan Halkın Birliği %2,86 oyla seçim
barajını aşamadı. Seçim
propagandasında “ulusal
paraya” yani Drahmi’ye geri dönüş ve ekonomik sistemin “sosyalist perspektifi” içeren biçimde değiştirilmesi vb. savunuldu.
Bu verilere bakıldığında çıkarılacak esas sonuç,
halkın, geçersiz oylarla birlikte %44,8’inin hiç bir
partiye oy vermediği ve bunlardan bir şey beklemediğidir. Kuşkusuz ki bu durum, Yunanistan’da seçime
katılmanın yasayla zorunlu olduğu bir durumda, seçmenlerin %43,43’ünün yasayı çiğnediğini göstermektedir. Bu anlamda düzene uymama sözkonusudur.
Fakat bunun ötesinde, boykota çağrıların da olmadığı bir ortamda, sisteme karşı gelen, sistemden kopan,
bilinçli bir tavır sözkonusu değildir. Genelde varolan
siyasi partilere, yöneticilere olan haklı güvensizlik,
kendisini, siyasetten uzak durma tavrı biçiminde göstermektedir.
Yunanistan halkının büyük bölümü AB’den ve
Avro Bölgesi’nden çıkmaktan yana değildir. Yunanistan burjuvazisi de AB ve Avro bölgesinden çıkmaktan yana değildir. Medyanın genelde yaygınlaştırdığı
“Yunanistan iflas etti, ediyor.” vb. yaklaşım, Yunanistan burjuvazisi için doğru değildir. Yunanistan’ın büyük burjuvazisi krizden de AB ve Avro bölgesi içinde
olmaktan da kazançlı çıkmıştır. 2007-2014 yılları arasında zenginliğini arttırmıştır. Nüfusun %1’i 2007’de
toplumsal zenginliğin %48,6’sını elinde tutarken bu
oran 2014 yılında %56,1’e çıkmıştır. Bu da %7,5’lik
bir oran demektir. Bu %1’lik nüfusun çıkarlarının savunusu, düzen partilerinin büyük bölümünün siyasetinde de görülebilir ve
Syriza da bunun doğrudan bir savunucusudur.
Krizden ve dayatılan
yaptırımlardan
zarar
gören esasta Yunan işçi
ve emekçileridir, yoksullarıdır. Bunun doğrudan sonucu olarak da,
nedenlerinden bağımsız olarak, seçmenlerin
yaklaşık yarısı sistem
savunucularına oy vermemiştir.
Syriza, önceki yönetimlerden/ yönetimdeki
partilerden özde farklı olmasa da, tüm seçmenlerin %19,57’si, bir
dönem (Ocak sonundan
20 Ağustos’a kadarki kısa dönemden sonra) daha
Syriza’yı kötüler arasında en az kötü olan parti olarak
seçmiştir.
Seçimler, esasta Troyka’nın, “üçüncü kurtarma”
paketi somutunda da AMB ve AB Komisyonu somutunda AB’li emperyalistlerin dikte ettiği yaptırımları
uygulayacak hükümette hangi partilerin yer alacağını belirleme seçimleriydi.
Parlamentoda yer alan partiler arasında sömürü
sistemine karşı tavır takınan, düzeni teşhir etmeye
çalışan tek parti Yunanistan Komünist Partisi’dir.
15 Milletvekili ile beşinci parti olarak parlamentoya
girse de, genel seçmen sayısı baz alındığında oy oranı %3.06’dır. 301.632 oy alması, kuşkusuz ki KKE’nin
belli bir kitlesel temeli olduğunu göstermektedir.
KKE’ye verilen oylar, esasta sosyalizmden yana olma
SEÇİMDEN SONRA
AB temsilcilerinin “reformları uygulamayı sürdürmek için güçlü bir vekalet/mandat” olarak değerlendirdikleri seçim sonucuna uygun olarak çalışmalar sürdürüldü. Seçimin hemen ertesi günü, 21
Eylül’de Tsipras hükümeti kurmakla görevlendirildi
ve 23 Eylül’de ANEL ile koalisyon hükümeti kuruldu. Kimi önemli bakanlıklara –maliye,
ekonomi, çalışma ve
savunma bakanlıkları- yine önceki Syriza-ANEL koalisyon
hükümetinde bakanlık yapanlar atandı...
3 Ekim’de parlamento açıldı ve 8 Ekim’de
yeni hükümet güvenoyu aldı. Böylece
seçmenlerin
tümü
baz alındığında, seçmenlerin %21,6’sının
seçtiği iki parti Yunanistan’ı yönetiyor! Hem de nasıl?
İşbaşı yapar yapmaz kollar sıvandı, ev ödevleri hızlı
biçimde yerine getirilmeye çalışıldı...
Hemen yapılması gereken “reformlar”, gerçekte
emekçilere saldırılar gündeme getirildi ve üç günlük
tartışmalar sonrasında 16 Ekim’e gelindiğinde kimi
yeni yasalar “torba yasa” biçiminde çıkarıldı. Kasım
ayı ortalarına kadar geri kalan “ev ödevleri”nin yerine
getirilmesi için yeni bir “torba yasa”nın ya da yasaların çıkarılması gündemdedir.
AMB ve AB komisyonu temsilcilerinin “anlaşmayı
harfi harfine uygulama” zorunluluğunu hatırlattıkları Tsipras, parlamentoda yaptığı konuşmada “kreditörlere söz verilen reformların seri biçimde uygulanması” gerektiğini, bunun ülkenin krizden çıkması
için “tek yol olduğunu” vaaz etti. Bunu da Tsipras
“Yunanistan’ın güvenirliliğini yeniden kazanmak
zorunda olduğu” biçiminde empoze etmektedir. “Güvenirliliğini kazanmak için” de önkoşulun dayatılan
yaptırımların yerine getirilmesidir. Görünen odur
ki, yeni hükümet dayatılan yaptırımları uygulamada
kararlıdır. Burjuva sistem çerçevesindeki bir siyasetin
içinde bulunulan koşullarda sunacağı başka alternatif
de yoktur. Tsipras önkoşulu yerine getirerek kreditörlerle borçların yeniden yapılandırılması, hatta kısmi
borç silmeye çalışmak için görüşebilmeyi de hedef
olarak gösterdi.
Peki yapılmak zorunda kalınan ve “reform” diye
empoze edilen ve “borçların yeniden yapılandırılması” ya da kısmen silinmesi için görüşmelerin önkoşulu olan emekçilere karşı saldırılar paketinde neler
var? Tsipras hükümetinin kabul ettiği, etmek zorunda kaldığı yaptırımların, önceki anlaşmalardan daha
ağır koşulları içerdiği, burjuva medyanın bir kesiminin de teslim ettiği
bir olgudur. Burjuvazinin savunucusu
kalemşorların gizlemeye çalıştığı gerçek
ise, bu ağır koşulların Yunan burjuvazisine değil, işçi
ve emekçilere, yoksullara karşı olduğu
gerçeğidir.
Özetle aktarırsak
saldırı
paketinde
şunlar öne çıkmaktadır: En başta kamu
mülkü olarak gösterilen devlet mülkünün özelleştirilmesi ve bu özelleştirmede 50 Milyar Avro elde edilmesi sözkonusudur. 2011 yılından bu yana gerçekleştirilen özelleştirmelerden elde edilen ise 3,5 Milyar
Avro’dur. Bir yandan neredeyse mümkün olmayan
bir dayatma sözkonusu iken, diğer yandan da yapılacak özelleştirmelerle binlerce, onbinlerce işçinin işini
kaybetmesi sözkonusudur.
Bu özelleştirme alanına, dünyanın en büyük deniz taşımacılığına sahip devletlerden biri olan
Yunanistan’ın en önemli Limanlarının özelleştirilmesi, 14 Havaalanı’nın Almanya’nın Frankfurt
Havaalanı’nı işleten Fraport’a satılması (bu satışı
Syriza-ANEL hükümeti durdurmuştu ve yeni anlaşmanın önkoşullarından biri olarak bu satışın kabul
panorama
temelinde verilen oylardır. Bu bağlamdaki esas sorun, KKE’nin modern revizyonizmden kendisini
arındırmaması ve kitleleri sosyalizmi savunma adına
–kimi genel doğruların yanısıra- esasta revizyonizmden kalan mirasla yanlış bilinçlendirmesidir. Doğru,
marksist-leninist temelde etkilenip etkilenmeyeceği,
revizyonizmin kalıntılarından kopup kopmayacağı
ise, esasında doğrudan ilişki kurma ve birlikte, karşılıklı tartışmalar sonrasında açığa çıkacaktır. Bu iş
de Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı komünistlerin görevlerinden biridir.
55
panorama
56
edilmesi dayatıldı), doğalgaz, petrol rafineleri, elektrik ve su hizmetleri, posta ve telekomunikasyon, otoyollar ve demiryolları, toto-loto, sporyarışı vb. şans
oyunlarının işletmeleri vb. vb. dahildir.
Mali ve ekonomi alanında daha fazla rekabetin teşvik edilmesi, dükkan ve mağazaların tüketimi teşvik
için Pazar günleri de açılması, daha uzun saat çalışılması vb. Bu da esasında çalışma alanındaki koşulların işçiler açısından daha da kötüleştirilmesidir.
Buna bağlı olarak Sendikal örgütlenme, grev haklarının kısıtlanması ve iş güvenliği önlemlerinin gevşetilmesi plan dahilindedir.
Çalışanlar açısından doğrudan kötüleştirmelerden
biri de emeklilik yaşının 2022 yılına kadar kademeli
olarak 67 yaşına yükseltilmesidir. 2022 yılına kadar
da erken emekliliğin engellenmesi için, erken emeklilik koşullarının kötüleştirilmesi sözkonusudur. Buna
ek olarak emeklilerden sağlık sigortası kesintisinin
%4’den %6’ya çıkarılması ve düşük maaşlı emeklilere
verilen ödeneklerin 2019 yılında kaldırılması da “reform” paketinde yer almaktadır.
Vergi kaçakçılığına karşı mücadele adına vergi oranlarının yükseltilmesi, KDV’nin Hotel’lerde
%6,5’den %13’e, birçok alanda da, örneğin, paketlenmiş gıdada, genelde su ve enerji de içinde olmak şartıyla temel ihtiyaç maddelerinde, ulaşımda vd. hizmet
sektörlerinde ise %13’den %23’e çıkarılması kabul
edilen dayatmalar arasındadır. Adalarda -ulaşımı zor
olan ve turistik olmayanları dışında-, şimdiye kadar
KDV oranında %30 olan indirim uygulaması da kademeli olarak 2016 yılı sonuna kadar kaldırılacak.
Çiftçilere verilen ucuz yakıt, vergilerden muafiyet
vb. gibi uygulamalara son verilecek.
İdari sistemin yeniden yapılandırılması adı altında
devlet idare kurumlarında hizmetli ve memur olarak
çalışanların işten atılmasını sürdürmek de işsizlerin
sayısını yükseltecek saldırılardan biridir.
Burada özetle aktardığımız yaptırımlar, işçilerin,
emekçilerin yaşam koşullarını daha da çekilmez hale
getirecek saldırılardır. Bir yandan işsizlik, yoksulluk
artarken, diğer yandan kapitalistlerin (hem AB’li emperyalist güçlerin tekellerinin, bankalarının vb. hem
de Yunan burjuvazisinin) daha da palazlanması sözkonusudur.
Resmi açıklamalara göre Yunanistan’ın 2015 yılı
sonundaki devlet borcu, Brüt İç Ürün’e (BİÜ) göre
%181,8 olacaktır. Bu oran 2010 yılında “birinci kurtarma” paketinden önce %110 kadardı. Kimi hesaplara göre ise 2015 yılı sonunda bu oran %210 civarında
olacaktır. Resmi açıklamaya göre 2015 yılı sonundaki
bütçe açığı ise 315,8 Milyar Avro olacaktır. Burjuvazinin bu “açığını” kapatmak için işçilere emekçilere,
onların yaşam koşullarına saldırdığı, saldırıyı sürdüreceği gün gibi ortadadır.
SON DURUM
Syriza-ANEL koalisyon hükümeti güvenoyu aldıktan
sonra tüm hızıyla “ev ödevini” yerine getirmeye çalışsa da, 15 Ekim tarihine kadar uygulamaya geçirmesi
gereken 48 adımın 16’sını atabilmiştir. 21 Ekim’de
Troyka ve artı “Avrupa İstikrar Mekanizması, AvroKurtarma-Şemsiyesi” temsilcileri Atina’da hükümet
yetkilileriyle görüşerek denetimlerine başladılar. Denetimler sürerken Yunanistan’a üç milyar Avro’luk
ödentinin yapılacağı açıklandı. “Eksikliklere rağmen,
işlerin iyi-kötü doğru yolda olduğu” değerlendirilmesi yapıldı. Bu arada tabii ki Kasım ayı ortalarına kadar geri kalan adımların mutlaka atılması gerektiği,
yaptırımların harfi-harfine uygulanması gerektiği
uyarıları eksik kalmadı!
Bu denetleyicilerin Atina’ya gittiği dönemde Fransa Başkanı Hollande’nin Yunanistan’ı iki günlüğüne
ziyaret etmesi, “yerli ekonomi”nin geliştirilmesi için
Yunanistan’a yatırım yapılmasını talep etmesi ve “reformların” uygulanması önkoşuluyla Yunanistan’ın
borçlarının yeniden yapılandırılmasına yeşil ışık
yakması vb. de AB içindeki çelişkilerden Fransız emperyalizminin yararlanmaya çalıştığını ve bu ziyaretle Almanya’ya karşı Yunanistan’ın Fransa’yı “kendisine yardımcı bir güç” olarak değerlendirmede puan
kazandığını göstermektedir.
Egemenler saldırılarını sürdürürken, ezilen, sömürülen cepheden de ses gelmeye başladı! Liman işçileri
21 Ekim’de kısmi grev gerçekleştirdi ve 22 Ekim’de
de 24 saatlik grevle ticaret gemilerinin taşımacılığını
“felce uğratacaklarını” açıkladılar. Grev Peri ve Selanik limanlarının özelleştirilmesine karşı yapıldı, yapılıyor. Bunun yanısıra Yunanistan’ın iki büyük sendikası başta olmak üzere birçok sendika 12 Kasım’da
ülke çapında “Genel Grev”e gideceklerini ilan ettiler.
Çiftçiler de önemli ulaşım yollarını bloke etmeyi de
içeren eylemler yapılacağını açıkladılar. Veriler ya da
gelişmeler, Yunanistan’da yeniden grev ve protesto
eylemlerinin yükseleceğine işaret etmektedir. Dayanışmamız, egemenlerin saldırılarına karşı hakları
için mücadele edenlerledir!
22.10.2015 ✓
panorama
PA NOR A M A
SAVAŞTA YENİ
DURUM!
- SURİYE -
Bilindiği gibi Esad karşıtı güçlerin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı altında
desteklenmesi, silahlandırılması 2013 Nisan ayından itibaren bugün adı İslam
Devleti olan “Irak Şam İslam Devleti”nin oluşmasını sağladı. ÖSO çatısı altında
Esad rejimine karşı savaşanlar güçlendikçe ayrışmaya başladı ve hiçbir dönemde
sağlanamayan “tek başlılık” giderek “daha çok başlılığa” dönüştü.
2011
yılından beri Suriye’de yaşanan
savaşın bir nevi “mini dünya” savaşı olduğu, anda “temsilciler savaşı” biçiminde yürüse de hemen her emperyalist gücün ve bölgesel gerici güçlerin bu savaşta payı olduğu, konuyla ilgilenen
herkes tarafından bilinmektedir. Bir yandan ABD ve
AB’li emperyalist güçlerle bölgesel gerici güçlerden
Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vd. olmak üzere
Esad rejimine karşı savaşan güçleri destekleyenler ve
buna karşı da başta Rusya olmak üzere Çin ve İran
gibi Esad rejimini destekleyen güçler olarak karşı saflarda durulduğu; Esad rejiminin zayıflayarak da olsa
ayakta kalmasının en temel etmenlerinden birinin
Rusya’nın verdiği destek olduğu da bilinmektedir. Bu
iki karşıt gücün dışında ise esasta Batı Kürdistan’daki PYD önderliğindeki Kürt hareketi ve demokrasi-
den yana olan ama savaşın gölgesinde kalan demokratik güçlerin var olduğu bir durum sözkonusuydu,
sözkonusudur.
Bilindiği gibi Esad karşıtı güçlerin Özgür Suriye
Ordusu (ÖSO) adı altında desteklenmesi, silahlandırılması 2013 Nisan ayından itibaren bugün adı İslam
Devleti olan “Irak Şam İslam Devleti”nin oluşmasını sağladı. ÖSO çatısı altında Esad rejimine karşı
savaşanlar güçlendikçe ayrışmaya başladı ve hiçbir
dönemde sağlanamayan “tek başlılık” giderek “daha
çok başlılığa” dönüştü. Bu durum bir yandan Esad rejiminin ayakta kalmasına hizmet ederken, diğer yandan da bu güçlerin, destekleyicileri olan emperyalist
ve bölgesel gerici güçlerin kontrolünden de çıkmaya
başladığını gösterdi. Medyaya yansıyan bilgilere göre
2015 yılında Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan
57
panorama
58
1500 kadar ayrı grup vardır. Yaşanan süreç Suriye’nin
birçok parçaya bölünmesini ve savaşın giderek uzamasını beraberinde getirdi.
Rusya’nın Esad rejimine verdiği destek –hem siyasi
hem silah/askeri destek-, özellikle 2013 yılındaki kimyasal maddelerin BM kontrolünde imha edilmesinin
Esad’a kabul ettirilmesi, ABD ve destekleyicileri tarafından Suriye’ye doğrudan askeri bir müdahalenin
kimyasal silah bahanesini ortadan kaldırmış ve yürümekte olan savaşın sonlandırılması için uluslararası düzeyde diplomatik görüşmelerin yoğunlaşmasını
beraberinde getirmişti. Bu süreç de “Cenevre I” ve
“Cenevre II” adlı toplantılarda yapılan görüşmelerle
sürmüş ve adı ne olacağı belli olmayan, belki de “Cenevre III” olacak yeni bir diplomatik süreç başlatıldı,
bu konuda BM temsilcisi De Mistura arabulucuk için
mekik dokuyor!
9 Haziran 2014 tarihinde IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve ertesinde giderek güçlenip geniş alanları
kontrolüne geçirmesi, o
güne kadar Esad’a karşı
savaşta destekleyicisi emperyalist ve bölgesel güçlerin çıkarlarını tehdit
etmeye başlaması, başta
ABD olmak üzere müttefiklerinin IŞİD’i “esas”
ve “öncelikle karşı savaşılması gereken düşman”
ilan etmesini beraberinde getirdi. Bu süreçte
ÖSO’nun Suriye’de Esad
rejimini yıkacak bir güç
olmadığı, giderek küçülmeye başladığı, bunlara
dayanılarak Esad rejimine karşı savaşta başarılı olunamayacağı kabul
edilmek zorunda kalındı.
ABD önderliğinde İD’ye karşı oluşturulan Anti-İD
Koalisyonu’nun, öncelikle de ABD’nin 8 Ağustos’tan
itibaren Irak’ta ve 23 Eylül 2014 tarihinden itibaren
de Suriye’de İD’ye yönelik başlattığı bombardımanlar
–Batı Kürdistan’da İD’nin geriletilmesini sağlasa da,
Rojava güçleri bu hava saldırıları desteğiyle geniş bir
alanı İD’den temizlese de- İD’nin genel olarak güçlenmesini engelleyememiştir.
Bu etmenlere bir de savaştan kaçmak zorunda kalan
milyonlarca mülteciden yüzbinlercesinin AB’nin ka-
pılarına dayanması durumu da eklenince, Suriye’deki savaşın sonlandırılması için özellikle “Cenevre I’
toplantısından beri yürütülen çok yönlü çıkarların
çıkmaza soktuğu ve karşıt tarafların kendi hesapları
temelinde yürüttüğü diplomatik çabalar yeni bir yol
almaya başladı.
Bu konuda anda öne çıkan gelişme, Rusya’nın 30
Eylül’den itibaren Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan güçlere karşı doğrudan savaş başlatması, diplomatik ilişkilerde ise diğer emperyalist güçlere Esad’lı
bir geçiş sürecini kabul ettirmeye çalışması ve bu konuda inisiyatifi ele geçirmesi durumudur.
30 EYLÜL ÖNCESİ GELİŞMELER
Ağustos ayı sonları, Eylül ayı başlarından itibaren
Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yaptığı, hatta kimi
yerlerde Rus askerlerinin savaşta yer aldığına dair
iddialar, haberler yayınlanmaya başladı. Gün geçtikçe iddialar yerini kimi olguların ortaya çıkmasına
bıraktı. Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan
gibi devletlerden 1-24
Eylül tarihleri arasında Rusya’nın uçakları
için hava sahalarından
geçme izni istediği, bu
talebi engellemek için
ABD’nin
sözkonusu
devletlerden Suriye’ye
gidecek Rusya uçaklarına, hava sahalarını
kapatmalarını talep ettiği, Bulgaristan’ın buna
uygun davranıp Rusya
uçaklarına hava sahasını açmak için uçakların
Bulgaristan’da kontrol
edilmesini şart koyduğu; tüm bunların sonucunda da Rusya’nın 9 Eylül’de
İran hava sahasını kullanacağını açıkladığı bilgisi
medyaya yansıdı.
Rusya ise Dışişleri Bakanlığı sözcüsü üzerinden
yaptığı açıklamayla: “Moskova, Şam yönetimine askeri yardım yaptığını zaten hiçbir zaman gizlememiştir. Ancak Rusya’nın askeri varlık olarak Suriye’deki antiterör operasyonlarına katılması şu anda
mümkün değildir.” (Hürriyet, 8 Eylül 2015) biçiminde tavır takındı.
Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yaptığı haberle-
lardır Suriye’de ve Suriye ordusunu Rusya’dan verilen
silahları kullanabilmeleri için eğitmektedirler.” vb.
tavırları “yüksek sesle” dile getirmekten geri kalmadılar. Rusya’nın temel tezlerinden biri Esad rejiminin,
Suriye ordusunun “Suriye’deki terör tehdidine karşı
koyabilecek en etkili güç” olduğudur. İD’ye ve diğer
güçlere karşı savaşın kazanılması ve Suriye’nin bölünmesinin engellenmesi ve bölgede daha büyük bir
kaos/ savaş ortamının yaşanmamasının yolu, Esad’ı
desteklemekten, O’nu uluslararası koalisyona katmaktan geçmektedir. Bu yaklaşıma uygun olarak da
Putin 15 Eylül’de “İD terör çetesine karşı mücadele
için uluslararası bir
Birlik/ Koalisyon kurulması”
talebinde
bulundu. Kuşkusuz
Putin ABD önderliğinde kurulan AntiİD Koalisyonu’nun
varlığından haberdardır. O, bu önerdiği
bu koalisyona başta
Rusya olmak üzere
İran ve Suriye’nin de
katılmasını istemektedir.
Putin’in bu açıklamasına
paralel
Esad’ın yaptığı açıklamalardan biri, “İD,
El Nusra ve benzeri gruplara karşı zafer elde edildikten sonra ancak,
anayasa değişikliği ve siyasi reformlar üzerine görüşülebilir.” biçimindeydi. Bu tavır aslında Esad’ın
Rusya’nın savunduğu “Esad’lı bir geçiş dönemi”ne
yeşil ışık yakan bir tavırdır. Bu tavır aynı zamanda
Rusya’nın bu yönde yaptığı önerinin ABD tarafından –Esad’ın istifasının önkoşul olarak görülmediği
gerekçesiyle- reddildiği bir ortamda takınıldı. İlginç
olan noktalardan biri, ABD’nin Rusya’nın önerisini
reddederken “İD karşıtı çabalarda Rusya’nın yapıcı
rolünü” memnuniyetle karşılayacaklarını vurgulamalarıydı. Sonradan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner’in gazetecilerin “Rusya’nın yapıcı
rolün”den ne anlaşıldığı sorusuna verdiği cevap:
“Öncelikle Esad’a ve rejimine yardımını sonlandırmasını kastediyorum” biçimindeydi.
18 Eylül’de Putin’in Sözcüsü Dmitri Peskov: “Eğer
Şam yönetimi bize IŞİD’le mücadele için asker gön-
panorama
rinin medyada dolaşmaya başladığı ortamda İngiltere Hükümeti, 7 Eylül’de, 21 Ağustos’ta Suriye’de
İD’ye yönelik hava saldırısı gerçekleştirdiğini
Parlamento’da açıkladı. Aynı gün Fransa Başkanı
Hollande, Savunma Bakanı’nı İD’ye karşı hava saldırısını mümkün kılmak için “Suriye üzerinde bilgi
toplama uçuşları” gerçekleştirmesiyle görevlendirdiğini ilan etti. Avusturalya da bu müdahaleye katılmak istediğini açıkladı. ABD Senatosu’nda ise her iki
partinin (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) temsilcileri, birlikte hazırladıkları, İD’ye karşı savaşması için
yönetime yetki veren bir karar tasarısını Senato’ya
sundular. Medyaya
yansıdığı
kadarıyla sözkonusu tasarı
karagücünün kullanılmasını dıştalamayan ve herhangi bir
coğrafik
sınırlama
içermeyen bir karar
tasarısıdır. Yani ABD
Hükümeti, bu tasarı
yasalaştığında, buna
dayanarak İD’ye karşı
savaşıyorum bahanesiyle her yerde savaş
yürütebilecektir.
Daha sonraki günlerde medyaya yansıyan bilgilere göre
Rusya Başkanı Putin,
4 Eylül’de gazetecilerin sorularına verdiği cevapta,
Suriye’de İD’ye karşı bombardıman gerçekleştirmek,
askeri bir müdahale yapma üzerine konuşabilmek
için zamanın daha erken olduğunu, ama “Biz bölgedeki müttefiklerimizle değişik opsiyonları değerlendirmek için görüşüyoruz.” (11 Eylül 2015 tarihli
basından) diyerek müdahaleyi dıştalamamıştır. Bu
açıklamaların medyaya yansıdığı günlerde Rusça
basından yapılan çevirilerden de ortaya çıkan olgu,
Rusya’nın kendi kamuoyunu Suriye’de doğrudan askeri müdahale için hazırlamakta olduğudur.
Rusya temsilcileri gelecekte yapılacak olanı diplomatik dille gizlemeye çalışırlarken, andaki yaklaşımlarını açıkça ortaya koyuyorlardı. Esad rejimi kastedilerek, “Biz yardım ettik ve Suriye rejimine yardım
etmeye devam edeceğiz, orduyu gerekli malzeme ile
donatacağız, böylece Libya senaryosu gibi bir durumu önleyebilsinler.” Ya da “Rus askeri uzmanlar yıl-
59
panorama
60
dermemiz konusunda resmi başvuruda bulunursa
bu konuyu ikili ilişkilerimiz kapsamında ele alarak
müzakere edeceğiz.” (Hürriyet, 19 Eylül 2015) diyerek, Suriye’ye “uzmanlar” dışında da asker yollama
yolunun taşlarını gizlemeden döşemeye başladı. Böylesi açıklamalar, genelde yapılmış olanı, atılan adımı
sonradan resmileştirmenin burjuva diplomasisindeki
esas yöntemlerinden biridir. Peskov bu açıklamayı
yaptığında, Rusya’nın Suriye’ye yaptığı askeri yığınağını esasta bitirmiş olduğundan yola çıkılabilir.
Peskov’un bu açıklaması karşılıksız kalmamıştır. Suriye yetkililerinin sonradan yaptığı açıklamaya göre,
Esad Putin’e resmi başvuruda bulunmuştur ve Rusya
da bu başvuruya uygun olarak “yardımda” bulunmuştur...
Bu da Rusya’nın müdahalesinin “Uluslararası Hukuka” BM
Anlaşması’na uygun
davranıldığını göstermek için başvurulan bir yoldu.
20 Eylül’de İngiltere/ Londra’da İngiltere Dışişleri bakanı
ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı Kerry,
Esad’ın gitmesi gerektiğini, ama ilk
günden ya da ilk aydan gitmek zorunda
olmadığını, bunun
bir süreç olduğunu,
Cenevre süreci çerçevesinde ve müzakerelerle olması
gerektiğini açıkladı. Bu tavır, ABD’nin önceki yaklaşımından çark ettiğini ve Esad’ın gitmesini müzakereler için önkoşul olarak görme yerine, Esad’ın bu
müzakereler sonucunda gitmesi gerektiği tavrını koyduğunu göstermektedir. Kerry aynı görüşmede “Biz
müzakere etmeye hazırız. Esad müzakere etmeye hazır mı? Gerçekten hazır mı? Rusya, onu masaya getirmeye hazır mı?” (Hürriyet, 21 Eylül 2015) tavrını da
takındı. İngiltere’nin de bu konuda hemfikir olduğu
açıklandı. 24 Eylül’de ise Almanya Başbakanı Merkel de “Müzakereler için tüm aktörlerle görüşülmeli,
buna Esad da dahildir” biçiminde tavır takınarak bu
cephede yerini aldı. Fransa hala Esad’ın gitmesinden
yana olan tavrını değiştirmeyen ülke durumundadır.
İlginç olan gelişmelerden biri ise Kerry’nin ABD
ile Rusya’nın Suriye’deki durumla ilgili “askeri bir
diyalog” başlattıklarını açıklamasıydı. Buna göre Suriye’deki savaşta doğrudan karşı-karşıya gelmemek,
istenmeyen durumlara yol açmamak için “askeri diyalog” sürerken, Suriye’de bir geçiş süreci için diplomatik görüşmeler de devam edecektir... Bu gelişmeler
yaşanırken Washington Post gazetesi, yaptığı bir ankete göre Suriyelilerin %82’sinin Esad Başkanlığındaki savaş öncesi dönemi özlediği haberini yayınladı.
“Esad’lı geçiş olabilir” rüzgarına, Moskova’ya
Cami açılışına katılmak için giden ve Putin ile görüşen Cumhurbaşkanı Erdoğan da kapıldı! Rusya’dan
dönüşünde yaptığı
açıklamada ‘Esad’lı
geçiş olabilir” tespitini de yaptı.
Putin’in 28 Eylül’de
BM Zirvesi’ne katılmasından ve Obama
ile görüşmesinden
birkaç gün önce Rusya Savunma Bakanlığı Eylül ayı sonu
Ekim ayı başında,
Akdeniz’in doğu kısmında, yani Suriye
yakınında, askeri bir
manevra yapılacağını açıkladı. Bu askeri
manevraya iki savaş
gemisinin de katılacağı bilgisi de açıklamada yer aldı.
Bu açıklamanın hemen sonrasında Rusya’nın BM
daimi temsilcisi Vitali Çurkin ise İzvestiya gazetesine
yaptığı açıklamada “Suriye’de terörü birlikte işbirliğine giderek ve üstelik karada yenmemiz gerek” derken bu yapılırken “BM tüzüğü ve Suriye’nin toprak
bütünlüğü ve egemenliğine saygılı kalınması esastır”ı
da ekliyordu. Çurkin, Putin’in BM’de yapacağı konuşmada “Bloklaşma esasına göre değil, tüm ülkeleri
ilgilendiren teröre karşı küresel ittifak önerecek” bilgisini de verdi.
Putin BM Zirvesi’ne katılmak için New York’a gitmeden önce CBS adlı televizyon kanalının kendisiyle
yaptığı söyleşide, moderatörün “Moskova Esad’ı kurtarmak mı istiyor” biçimindeki sorusuna verdiği cevapta: “Haklısınız. Terörle savaşta bocalayan Suriye
ğı, olmayacağı yönlü eleştiriler öne çıktı.
Bu gelişmelerin yaşandığı ortamda Putin ve Obama 28 Eylül’de BM Zirvesi’ne katılıp konuşmalarını
yaptılar. Gündem maddesi esasta Suriye’deki savaşın
durumuydu. Medyanın gözü-kulağı ama Putin ile
Obama’nın Zirve’deki konuşmalarından sonra yapacakları ikili görüşmeye odaklanmıştı. İkili görüşme
yapıldı, ama önceden yapılan açıklamalardan özde
farklı bir şey çıkmadı. Her konuda anlaşmaları zaten
mümkün değildi ama müzakerelere de yollar kapatılmadı.
Putin ve Obama görüşmesinde ABD ve Rusya’nın
üzerinde anlaştıklarını söyledikleri noktalar,
Suriye’nin bütünlüğünün korunması,
laik devlet olması,
İD’ye karşı mücadele
edilmesi ve kontrollü
bir siyasi geçiş sürecinin gerekliliğidir.
Esad’ın akibeti konusunda ise çelişkileri
sürdü. Putin “Esad’lı
geçişi” savunurken
sonucu açık bırakıp
“Suriyeliler
buna
karar verir” derken, Obama “Esad’lı
geçiş”in belli bir zamanla sınırlı olmasını, ama herhalükarda Esad’ın devreden
çıkmasını savunuyor.
Bu görüşme sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin yaptığı açıklama da bu yöndeydi. “Makul bir süre zarfında Esad’ın
görevi bırakması” gerektiğinin içeriği altı aylık bir
geçiş süreci olarak dolduruldu. Bu yaklaşımın adı verilmeyen ama Türkiye’nin de içinde olduğu söylenen
dokuz devlet tarafından savunulduğu da medyaya
yansıdı.
Putin bu görüşmede Obama’ya “gerektiğinde terör
örgütüne karşı hava operasyonları düzenleyebiliriz”
diyerek gelişmelere seyirci kalamayacaklarını iletti.
Basına yansıdığı kadarıyla Putin hava saldırılarını
ancak BM’den onay aldıkları takdirde düzenleyeceklerini de bu görüşmede açıklamıştır.
panorama
lideri ve yönetimini kurtarmaya çalışıyoruz. Çünkü
derin inancıma göre Suriye krizinden başka çıkış
yolu yok. Suriye’de şimdiki yönetimi devirme, senaryoların en kötüsünü seçmek olur. Orada da Libya ve
Irak’ta gözlediğimiz daha büyük kaos ortamı yaratılır. Bu yüzden yasal Esad rejimini devirmek değil,
onu destekleyerek güçlendirmek gerek. Esad desteklenmeli derken Suriye’de her şeyin eskisi gibi kalmasını tabi ki kastetmiyorum. Şam yönetimi dünya topluluğu tarafından ayrıca ülkedeki yapıcı muhalefetle
işbirliğine yönlendirilmeli. Ancak böyle bir yol izlenirse Suriye savaş ortamından çıkıp gerçek reform
sürecine geçiş yapabilir.” (Hürriyet, 26 Eylül 2015)
Putin Rusya’nın
Suriye’de ne yapmak
istediğini
açıkça ortaya koymaktadır. Tüm çabası da bu tavırın
gerçekleştirilmesi
içindir. Bunun için
atılan bir adım da
merkezi Bağdat’ta
olan
ve
Rusya, Irak, İran ve
Suriye’nin katıldığı bir askeri istihbarat koordinasyonu merkezinin
oluşturulmasıydı.
Irak
Başbakanı
Sözcüsü Saad Hadisi bu atılan adımı şöyle tanımladı: “Dört ülke arasında her ülkenin temsilcisiyle
askeri istihbarat alanında koordinasyon sağlayan ve
bu istihbaratı paylaşma ve analiz etmeyi amaçlayan
bir komite.” (Hürriyet, 28 Eylül 2015)
Bu koordinasyonun katılmak isteyen devletlere
açık olduğu da açıklanarak Irak ve Suriye’de barışın
sağlanması çalışmalarına katılmaları için diğer devletlere çağrıda bulunuldu.
Bu arada Fransa Başkanı Hollande 26 Eylül Cumartesi gecesi Suriye’de, keşif uçaklarının tespit ettiği İD
hedeflerini bombaladığını kamuoyuna duyurdu.
ABD’nin Suriye’ye yönelik siyaseti açısında ise
“eğit-donat” projesinin başarısızlığı ve projenin gözden geçirildiği haberinin kamuoyuna yansıması ve
buna karşı ABD’nin Suriye siyasetinin etkili olmadı-
30 EYLÜL VE SONRASI GELİŞMELER...
61
panorama
62
BM’den onay alınıp alınmadığı belli değil. Ama 30
Eylül 2015 tarihinde Rusya Federal Konseyi’nin, “ülke
dışında operasyon düzenleme teskeresi”ni kabul etmesinin hemen ardından, Rusya uçakları Suriye’de
Esad rejimine karşı savaşan grup ya da örgütlere hava
saldırısını, bombardımanını başlattı. 2014 yılında BM
Genel Kurulu’nun sürdüğü dönemde ABD Suriye’de
bombardımana başlamıştı, bu sene de Rusya! Bu durum ister istemez resmi bir karar ve onay olmasa da,
kurum olarak BM’nin bu bombardımanlara onay
verdiğini düşündürmektedir... Bombardıman başlatılmadan bir saat önce bir Rus generalin Bağdat’taki
ABD elçiliğine giderek ABD’ye, İD mevzilerinin hedef alınacağını sözlü olarak bildirdiği, ABD yetkililerince açıklandı.
Rusya Savunma
Bakanlığı sözcüsü
İgor Konaşenkov
bombardımanın
başlatıldığını kamuoyuna açıklarken, Putin de yaptığı açıklamada
diğer şeylerin yanısıra “Rusya’nın
beklentisi
Esad
yönetiminin ülkedeki yapıcı muhalefetle sıkı diyaloga başlamasıdır.”
diyerek Esad’dan
taviz
vermesini
beklediğini kamuoyuna da yansıttı.
Esad rejimi yetkilileri de “şimdiden itibaren” Suriye ve Rusya’nın birlikte İD ve diğer sayısız dinci terör gruplarına karşı Suriye’de mücadele ettiklerini,
Putin’in planını desteklediklerini vb. açıkladılar. Rus
yetkililer bombardımanlarının yoğunlaşarak 3-4 ay
kadar süreceğini ilan ettiler.
Rusya’nın sadece İD’ye karşı değil, Esad rejimine
karşı savaşan tüm grupları/ örgütleri hedef alması
olgusu pratikte kendisini gösterince, Rusya karşıtı
propaganda “Rusya İD’yi değil ılımlı güçleri vuruyor” düşüncesi temelinde yoğunlaştı. Rusya ise kendilerini eleştiren “Batılı güçlerin” kimin “ılımlı grup
olduğunu” ve bombalanmaması gerektiğini, İD’nin
bulunduğu alanları biliyorlarsa, bu konudaki bilgileri
kendilerine vermelerini talep etti. Bu arada Suriye’de
Esad rejimine karşı savaşan güçler içinde “ılımlı güçler” diye bir gücün bulunmadığını da propaganda
ettiler. Herhalükarda Rusya’nın Esad rejimine karşı
savaşan tüm güçleri hedef alması, sözkonusu güçleri
destekleyenleri rahatsız etmiştir. ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Rusya İD ve El Kaide bağlantılı gruplara
karşı savaştığı sürece operasyonlara karşı çıkmayacaklarını açıklarken, kendilerinin desteklediğini kabul ettikleri grupların hedef alınmasına karşı olduğunu da ima ediyordu. Bunun için “ılımlı güçler”den
bahsetmektedirler.
Savaş Rusya’nın hava bombardımanları eşliğinde
Esad rejimi güçlerinin kara saldırılarıyla birlikte yürütülmektedir ve verilen bilgilere göre birçok yerleşim
alanı yeniden rejimin kontrolüne
geçmiştir. ABD’ye
yönelik eleştirilere, ABD’nin 13-14
ay içinde İD’ye
karşı başaramadığını Rusya birkaç
günde
başardı,
İD’ye önemli zarar verdi vb. biçimindeki eleştiriler
eklendi. Savaşta
Rusya’nın yeni silahlarını deneme
ve güç gösterisinde bulunması
bağlamında yaşanan bir gelişme
de, Rusya’nın Hazar Deniz’inde bulunan savaş gemilerinden 26 seyir
füzesi fırlatarak 11 İD’nin hedefini vurmasıydı. 18
Ekim’e kadar bombardıman edilen hedeflerin 456 olduğu, bombardımanın giderek şiddetleneceği de tekrar açıklandı. Savaş sürüyor ve nerede hangi hedefler
vuruldu, kara harekatı nerede yürüyor vb. konuların
detayına burada değinmeyi gerekli görmüyoruz.
Buraya kadar aktardığımız gelişmeler dışında öne
çıkan kimi diğer gelişmeler de şunlardı.
ABD’nin eğit-donat projesinin tutmaması,
Türkiye’de eğitilip Suriye’ye gönderilen iki grubun
neredeyse tümünün ya öldürülmesi, ya da El Nusra
gibi gruplara katılması, kendilerine verilen silahların
bu gruplara teslim edilmesi vb. gelişmeler sonucunda,
ABD sözkonusu projeyi gözden geçirdiğini açıkladı.
ve davranmaktadır. Askeri olarak ABD ile yaptığı
işbirliği, Rusya ile diplomatik ilişkilerde kendisini
göstermektedir. “Esad’lı geçiş” ister Rusya’nın istediği yönde, isterse de ABD’nin istediği yönde gelişsin, bu gelişmede en karlı çıkacak olan güçlerden biri
PYD’dir, Rojava Kürtleridir.
20 Ekim’de Esad’ın Rusya’nın askeri uçaklarının
korumasıyla Moskova’ya gidip Putin’le görüşmesi ve
bu görüşmenin Esad’ın Suriye’ye dönmesinden sonra
kamuoyuna yansıtılması, medya tarafından “gövde
gösterisi” olarak yansıtıldı. Putin ve Esad görüşmesinin medyaya yansıyan kesiminde karşılıklı övgüler,
teşekkürler ve ricalar vardı! Putin yeniden: “Suriye krizinde söylediğimiz
gibi çözüm ilkedeki
tüm siyasi, etnik ve
dini grupların katılımıyla bulunmalı.
Suriye halkı kendi
geleceğini tayin etmeli.” (Hürriyet, 22
Ekim 2015) yönlü
tavrı takındı.
Yazımız
yazılırken
medyaya,
Avusturya’nın Başkenti
Viyana’da,
Rusya, ABD, Suudi Arabistan ve
Türkiye Dışişleri
Bakanları’nın katıldığı görüşmelerin
sonuçsuz kaldığının haberleri yansıdı.
Ortaya koyduğumuz bu gelişmeler üzerine farklı
yorumlar, değerlendirmeler mevcuttur. Fakat yazımızı daha fazla uzatmamak için ayrıca bunlar üzerine
durmuyoruz. Bu makalede söylenecek son söz: Tüm
emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin Suriye’den
defolması; faşist Esad rejimini yıkma mücadelesinin
Suriye’nin değişik milliyetlerden halklar tarafından
verilmesi gerektiğidir. “Esad’lı geçiş” andaki savaşı
sonlandırmayı sağlasa da, halkların gerçek kurtuluşunu sağlayamaz. Kurtuluş için tek yol ve çözüm demokratik devrimdir!
24.10.2015 ✓
panorama
Eylül ayı sonlarında Suriye’den yeni intikallerin durdurulduğu açıklandı. 10 Ekim’de medyaya yansıyan
haberlere göre eğit-donat projesinin Suudi Arabistan,
Katar, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sonlandırılmasına, Türkiye’de ise daha küçük boyutta
sürdürülmesi üzerine görüşmeleri sürdürmeye karar
verilmiştir.
Eğit-donat’a böylece son verilmeye yönelindiği ortamda ABD yetkililerinin Rojava Kürtleriyle daha yakın işbirliği geliştirmek istedikleri, ABD’nin YPG’ye
silah vereceği yönlü açıklamalar medyaya yansıdı.
Bu açıklamalar meyvesini gösterdi de. ABD Rojavalı
Kürtler (YPG/YPJ),
bazı Arap grupları
ve bir Süryani grubun katıldığı “Suriye Demokratik
Güçleri” adı altında bir askeri ittifak
oluşturdu. Eğer verilen bilgiler doğruysa 11 Ekim gecesi de Haseke’ye 50
ton kadar cephane/
silah indirdi. Hafif
silah ve el bombaları olduğu söylenen bu cephanenin
Suriye Demokratik
Güçleri’nin eline
geçtiği de taraflarca
tasdik edildi. Salih
Muslim de silahların ellerine geçtiğini onaylayarak
daha fazla silahın geleceğini açıkladı. ABD’nin 20
bin Kürt, 5 bin Arap gücüyle İD’nin merkezi olarak
görülen Rakka’ya saldırı planladığı bilgisi de medyaya yansıyan bilgiler arasındadır. Rusya’nın Rakka’yı
bombaladığı bir ortamda bu planın açıklanmasının
perde arkasında, Rakka’nın Esad rejiminin kontrolüne geçmesini engelleme hesaplarının olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.
Rusya da PYD somutunda Rojava Kürtleriyle işbirliğini güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu konuda
başarılı da olmuş, olmaktadır. PYD “demokratik
özerklik” talebini kabul eden, Rojava’daki kantonları
tanıyacak olan herkesle ilişki kurmaya hazır olduğunu önceden açıklamış ve buna uygun da davranmış
63
✒
SOSYALİZMDE “GERİ
DÖNÜŞ” SORUNU
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Kuşkusuz sosyalizmi sosyalizm yapan ilk şart siyasi iktidarın niteliğidir.
Proletaryanın iktidarı burjuvazinin hiç bir kesimi ile paylaşmadığı bir siyasi iktidar
olan “Proletarya Diktatörlüğü”, sosyalizmin olmazsa olmaz ön şartıdır. Bu böyle
olduğu için de, bir zamanlar sosyalist olan bir ülkede iktidar sosyalizm adına
konuşan revizyonistlerin eline geçerse ve bunlar kendi programlarını uygulama
imkânı bulurlarsa, süreç içinde, o ülkede “yozlaşma”, “geri dönüş” kaçınılmaz olur.
“
Sosyalizmde “geri dönüş” sorunu” kitabı dönüşüm
Yayınlarından çıktı. Konunun öneminden dolayı
kitabın önsöz bölümünü yayınlıyoruz.
64
“Önsöz:
Sosyalist–komünist hareket içinde uzun yıllardır
tartışılan bir sorun var:
Başta açık revizyonistler olmak üzere birçoklarının
“reel sosyalizm”, “yaşayan sosyalizm” adını verdikleri, 1990’lı yılların başlarında çöken ekonomik sistem
gerçekten sosyalist mi idi? Çöken, burjuvazinin propagandistlerinin bizi inandırmaya çalıştıkları gibi
gerçekten Sosyalizm/Komünizm mi idi? Yoksa Marksist-Leninist’lerin yıllardır savunduğu gibi, başlanılan sosyalizm inşası deneyinin kesintiye uğratıldığı,
sosyalizm adına uygulanan bir çeşit bürokrat devlet
kapitalisti, yozlaşmış bir sistem mi idi?
Öyle ise, bu sosyalizmden bürokrat devlet kapitalizmine dönüşüm hangi süreçlerden geçerek gerçekleşmişti? Bu süreçte Marksist-Leninist’lerin, gerçek
komünistlerin hatalarının payı var mıydı? Varsa nasıl
ve ne idi bu pay? Bu süreçte ekonomi ve siyaset birbirlerini nasıl etkilemişlerdi? “Geri dönüş”te iktidar
sahibi revizyonistler sosyalist ekonomi teorisinde ve
ekonomide nelere sahip çıkmışlardı. Teoride neler
ekonomi bilimini yeni şartlarda ilerletme, geliştirme
adına değiştirilmişti?
Marksist-Leninist saflarda genel olarak kabul gören
“geri dönüş” kavramı, gerçeği tam olarak anlatan bir
kavram da değil. Sovyetler Birliği ve onun çevresinde kümelenen “Doğu Bloku Ülkeleri”nde ve Çin’de
ve Arnavutluk’ta da yaşanan devrilmiş eski iktidar
sahiplerinin yeniden iş başına gelmeleri anlamında
“eski”ye “geri dönüş” değil. Bu “geri dönüş”te baş rolde sosyalist sistem içinden çıkıp gelen ve gelişen yeni
tipte bir burjuvazi, devlette ve işletmelerde yönetici,
karar verici konumlarını kendi çıkarları için kullanan bürokrat ve teknokratlardan oluşan bir burjuvazi
ve yeni tipte bir kapitalizm, bürokrat devlet kapitalizmi vardır.
Kuşkusuz sosyalizmi sosyalizm yapan ilk şart siyasi
iktidarın niteliğidir. Proletaryanın iktidarı burjuvazinin hiç bir kesimi ile paylaşmadığı bir siyasi iktidar
olan “Proletarya Diktatörlüğü”, sosyalizmin olmazsa
olmaz ön şartıdır. Bu böyle olduğu için de, bir zamanlar sosyalist olan bir ülkede iktidar sosyalizm adına
konuşan revizyonistlerin eline geçerse ve bunlar kendi programlarını uygulama imkânı bulurlarsa, süreç
içinde, o ülkede “yozlaşma”, “geri dönüş” kaçınılmaz
olur. Biz geri dönüş konusunda bizim dışımızda birçok ülkedeki Marksist-Leninist’ler gibi hep buna dikkat çektik, yozlaşmanın siyasi iktidarın el değiştirmesi ile bağını ortaya koyduk. Siyasi alanda öncelikle
revizyonizm ile hesaplaştık. Kabaca “Modern Revizyonistler iktidarı ele geçirdiler ve bir zaman sosyalizmin inşasına soyunan ve bu yönde ileri adımlar atan
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
lar ertesinde varılan sonuçlar iki bölümlük bu kitabın
ana bölümünü oluşturuyor.
Elinizdeki kitabın bu ana bölümü, “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın bölümlemesine bağlı kalarak
Sovyetler Birliği’nde sosyalist ekonomi konusunda
teorik olarak savunulanların ve atılan pratik adımların sorgulanmasına ayrılmıştır. Burada “Politik Ekonomi Ders Kitabı” yanında bir dizi başka belgeye de
baş vuruldu.
Kitabın ikinci bölümünde ise, birinci bölümde
“Ders Kitabı”nın bölümleri içinde birbirinden belli bir anlamda bağımsız olarak ortaya konmuş olan
görüşler yoğunlaştırılarak
“Sosyalizmde Geri Dönüş
Sorunu“nda Bir Genel Değerlendirme
Denemesi/
Tezler” halinde ortaya konuyor. Kitabın birinci bölümü bir anlamda ikinci
bölümde yoğunlaştırılarak
okuyucunun tartışmasına
sunulan Tezler’in açımlanması, gerekçelendirilmesidir.
En baştan tespit etmek ve
dikkat çekmek istediğim
bir konu var:
Proletaryanın iktidarını
kurduğu bir ülkede sosyalizmin inşa sürecini değerlendirirken göz önünden
hiçbir biçimde kaçırılmaması gereken şey, bu ülkede
işe nereden başlanmak zorunda kalındığıdır.
Yani ülkenin üretici güçlerinin gelişme düzeyi nedir; ekonomik, kültürel
durum nasıl bir görüntü sunmaktadır; devrim öncesinden nasıl bir miras alınmıştır, alınmak zorunda
kalınmıştır?
Rusya, kapitalizmin orta derecede gelişmiş olduğu,
nüfusunun büyük çoğunluğu ataerkil ilişkilerin egemen olduğu köylülükten oluşan, gelişmiş emperyalist
ülkelere yarı-sömürgesel bağımlılığı olan bir ülke
idi. Toplumdaki insanların çoğu devrim öncesinden
gelenlerle onların çocuklarından oluşuyordu. Bu insanlar kapitalizmdeki, hatta geniş kırlık alanlarda
feodal alışkanlıklarıyla geldiler. Bu alışkanlıkların
✒
ülke(ler) revizyonist siyasetlerin uygulanması sonucu
giderek yozlaştı” açıklamasını getirdik. Revizyonizmi genelde onun siyasi tezleri üzerinden topa tuttuk.
Gelinen yerde bu genel ve siyasi açıklamanın ötesine
geçmenin zamanı çoktan geldi geçiyor. Bu bağlamda
kuşkusuz şimdiye kadar yapılmış bir dizi araştırma,
yozlaşmanın maddi, ekonomik, sınıfsal temellerini
ortaya koyma çabaları var. Ve fakat bunların hiçbiri
bence yeterli değil.
Ben bu kitapta bu eksiğin giderilmesi için bir katkı
denemesi yapmak istiyorum.
Yukarıda saymış olduğum kuşkusuz eksik olan
sorulara cevap ararken, bu
kitabın çıkış noktası, sosyalizmin inşası konusunda
şimdiye kadarki en gelişmiş deneyim olan Sovyetler
Birliği’ndeki deneyimin somut değerlendirilmesinin
temel alınmasıdır. Onların
neyi nasıl yaptıklarının, bu
yaptıklarını teorik olarak
nasıl genelleştirip gerekçelendirdiklerinin incelenmesi, bence yapılması gereken en önemli şeydir. Bunu
yapmak için de elde çok
önemli malzemeler vardır.
Bu bağlamda kuşkusuz en
önemli malzeme, “Sovyet
Sosyalist
Cumhuriyetler
Birliği Ekonomi Enstitüsü
Bilimler Akademisi” tarafından, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik)’in
talebi ve yönlendirmesi ile
hazırlanan “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın sosyalist ekonomi ile ilgili ikinci
bölümüdür. Kuzey Kürdistan/Türkiyeli Bolşevikler
1990’lı yıllarda bu kitabı kendi eğitim programları
içine alarak incelediler. Bu incelemenin notları sözünü ettiğim tartışma açısından önemli değerlendirmeler, açılımlar içeriyor.
Bolşevikler’in bu 1990’lı yıllara ait Eğitim Notları’nı
2009 yılında gözden geçirip yeniden düzenleyerek
konuyla ilgilenenlerin bilgisine ve tartışmasına sundum. Bu Notlar üzerine öncelikle Bolşevik saflarda
yürütülen ve 4 yılı aşkın süren yeni kolektif tartışma-
65
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
66
alt edilmesi hiç kolay değildir ve öyle birkaç kuşak ile
çözümlenecek bir sorun da değildir. İçte kapitalizmin
tasfiyesi ile alışkanlıkların maddi temeli yok edilebilir, ama kalıntılar beyinlerde yaşar ve iki sistemin bir
arada olduğu dünyada bu kalıntılar dışarıdan da sürekli beslenir.
Böyle bir ülkede görece olarak daha gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında sosyalizmin inşası açısından
çok daha zorlu ve karmaşık bir süreç yaşanacağı açıktır.
Yukarıdakiyle bağlantı halinde ikinci dikkat edilecek husus, inşanın neresinde, hangi aşamada bulunulduğu ile ilgilidir. İçinde bulunulan inşa süreci
kapitalizmden sosyalizme mi, yoksa sosyalizmden
komünizme mi doğru?
Ekim Devrimi ertesinde 1930’ların başına kadar
ancak proletaryanın iktidarda bulunması, ve diğerleri yanında belli bir sosyalist sektörün bulunması
anlamında sürecin “kapitalizmden sosyalizme geçiş”
süreci olduğu nettir. Söz konusu dönem başlangıçta,
1930’a dek “kim-kimi” sorununun gündemde olduğu, kapitalizmin alt edilmesi sürecinin yaşandığı bir
dönemdir.
1930’lu yıllarda, sanayide sosyalist sektörün büyük
oranda egemen duruma gelmesi ve tarımda kolektifleştirmeyle kapitalist unsurların tasfiye edilmesi bağlamında kapitalizme karşı sosyalizmin zaferinin ilan
edildiği döneme gelinmiş oldu. Fakat bu ilan edildiği
sırada da gerçekte henüz kapitalizmden sosyalizme
geçiş süreci tamamlanmamıştı. Kapitalizme geri dönüşün kaynakları hem ekonomik alanda, hem toplumsal üst yapıda tam olarak kurutulmamıştı. Sonraki gelişmeler de bunu kanıtlamıştır. Burada soru
şudur: Bu mümkün müydü?
Ekim Devrimi’nden “Politik Ekonomi Ders
Kitabı”nın yayınlanmasına dek geçen süre 37 yıldır.
Ortalama insan yaşam süresinin yarısı kadar olan
bu süre sosyalizmin inşası açısından hiç de uzun bir
süre değildir. Evet bir-kaç ay sürebilen ilk iktidar denemesi –Paris Komünü– ile kıyaslandığında bu uzun
bir süreç, ama proletaryanın savaşım tarihi açısından
çok kısa bir süreç, hele insanlık tarihi açısından bakılırsa, neredeyse okyanusta bir damladır.
Üstelik bu 37 yıllık süreç boyunca proletarya diktatörlüğü bütün enerjisini inşa sorunları için kullanamadı.
Devrimin hemen sonrasında yaklaşık iki yıl kadar
iç savaş/emperyalist müdahale/savaş komünizmi dönemi yaşandı. Burada bırakalım sosyalizmi inşayı ya
da bunun ön hazırlıklarını, bir ölüm-kalım sorunu
söz konusuydu. Sonraki iki yıl, zaman kazanmak, toparlanmak, daha güçlü vuruşlar yapabilmek amacıyla zorunlu bir geri çekilme dönemi oldu. NEP (Yeni
Ekonomik Politika) döneminde geri çekilme iki yılda
bitti ama bazı uygulamaları 1920’li yılların sonuna
dek sürdü.
Sosyalizmin her alanda inşası açısından ancak
1930’lu yıllarda, bir on yıl kadar görece verimli bir
dönem yaşanmıştır. Bu dönemde de, Kulakların tarımda kapitalizmin tasfiyesinden sonra da, hem parti
içinde hem de toplumda kapitalizmin kalıntılarına
karşı sınıf savaşımı bütün şiddetiyle sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sırasında önce sosyalist anavatan
savunulması için hazırlıkların hızlandırılması ile
dikkatler ister istemez yine bir ölüm-kalım sorununa kaymıştır. Sonra bizzat dört yıl aktif savaş içinde
bulunma durumu dayatılmıştır. Bu dört yılda verilen
kayıplar çok yönlüdür; iktisadi açıdan olduğu gibi insan açısından; eğitimli insan ve parti kadroları açısından büyük kayıplar söz konusudur.
19. Parti Kongresi’nde durum, “…savaşın sanayimizin gelişmesini 8-9 yıl, yani yaklaşık 2 beş yıllık
plân dönemi durdurduğu anlamına geliyor” (19. ve
20. PK Raporları, İnter Yayınları, İstanbul 1989, s.
43.; s. 44’te somut veriler var) biçiminde saptanıyor.
Veriler Sovyetler Birliği’nde sanayi üretiminin savaş
öncesi (1941) üretim seviyesine ancak 1948-50 yılları
arasında ulaşabildiğini gösteriyor. Savaşın getirdiği
yıkım ve gerileme sadece sanayide olmadı kuşkusuz.
Diğer her alanda da, aralarında farklar da olsa benzer
kayıplar olduğunu kabul etmek gerekir.
Tüm bu gerçekler ışığında Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası açısından hesaba alabileceğimiz dönem, toplam 37 yıllık devrim sonrası dönem içinde
en fazla 15 yıllık bir süre kadardır.
Bu kadar kısa süre içinde başarılanlar, işçiler emekçiler lehine elde edilen kazanımlar, muazzam, dev
gibi vb. sözcüklerin yetmediği boyutlardadır.
Bu başarılar ve kazanımlar bize Lenin, Stalin gibi
önderlerin başını çektiği Rusya Komünist Partisi
(Bolşevik) (RKP(B)) ve Sovyetler Birliği Komünist
Partisi (Bolşevik)’in (SBKP (B)) nasıl insanlardan
oluştuğunu, tüm eksiklik ve hatalara karşın bolşevikleşmenin nasıl bir şey olduğunu pratik sonuçlarıyla
gösterir.
Bu kitapta yaptığım tüm değerlendirmelerde okuyucu bunun bilincinde olmalıdır.
Bunun dışında yine baştan dikkat çekmek istedi-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ve maddi şartlara kavuşmuşlardır. Bu tarihi bir gerçekliktir.
Bu kitapta fakat öncelikle bu kazanımlar üzerinde
durulmak, bunlarla övünmek yerine, bilinçli olarak
öncelikle yapılan hatalar üzerinde duruluyor. Neden?
Çünkü sosyalizmin gerçek anlamda inşası ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi, geçmiş sosyalizm
inşa deneyimlerindeki yanlışlar tespit edilmeksizin
ve bunların tekrarı önlenmeksizin ilerde de mümkün
olmayacaktır. Burada iki çeşit ‘yanlış’ vardır: Birincisi; revizyonistlerin aslında Marksizm-Leninizm’den
sapma olan, revizyonistler açısından gerçekte yanlış
olmayan, onların grupsal ve kişisel çıkarlarına uygun
siyasetler olarak bilinçli bir şekilde geliştirilen, uygulanan, egemen kılınan revizyonist siyasetlerdir. İkincisi; Marksist-Leninist’lerin yaptığı hatalar vardır.
İkinciler, yani Marksist-Leninist’lerin kimi hataları,
bir çok halde birincilerin, yani bilinçli revizyonist siyasetlerinin geliştirilmesinin ve hakim kılınmasının
teorik temelini vermiş, yolunu açmıştır. Bu iki tip
‘yanlış’ı birbirinden ayırmayı önemli buluyorum. Benim için önemli olan, öncelikli olan Marksist-Leninist’lerin yaptığı, yani ‘bize ait’ olan hatalardır. Bunları tespit etmek ve aşmak bizim yapacağımız iştir,
bizim görevimizdir.
Son bir söz daha:
Burada benim ortaya koyduğum görüşler, yıllardır yürütülen kolektif bir tartışmanın ürünüdür. Bu
kolektif tartışma açısından benim yaptığım, sonuçta
tartışmanın sonuçlarını toparlayıp, daha geniş bir
tartışmaya sunmaktır. Benim içinde bulunduğum ve
tartıştığım kolektif açısından sonuç olan, öncelikle
bu kitabın ikinci bölümü, bu kitabı okuyan herkesin
denetimine, eleştirisine, katkısına açık bir öneridir.
Bütün okuyucuları burada savunulan görüşleri
eleştirici bir tarzda incelemeye, tartışmaya katılmaya,
katkılar sunmaya çağırıyorum.
✒
ğim üç nokta var:
Birincisi: Kuşkusuz sosyalizmin inşası ve sosyalizmde geri dönüş sorunu tartışılırken kendisini
Sovyetler Birliği deneyimiyle sınırlamak yetersiz ve
yanlış olur. En azından bir dönem sosyalizmin inşası iddiasında olan Çin Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti deneyimlerinin, hatta Küba
deneyimi vb.nin de tartışma içine çekilmesi gerekir.
Kitapta kendimi Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirilmesi ile sınırlamadım. Fakat önceliği en ciddi
ve en uzun süren deneyim olan Sovyetler Birliği’nin
incelenmesine verdim. Bunda tabii sosyalizmin inşası iddiasını ileri süren Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde siyasi iktidarın proletarya diktatörlüğü olarak
adlandırılamayacağı şeklindeki değerlendirmem de
rol oynadı. Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki deneyimlere, eğer bu ülkelerde “Politik Ekonomi Ders
Kitabı”na atıflar yapıldıysa, ya da eleştiriler yöneltildi
ise, bir de “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın ilgili bölümleri bağıntısında değindim. Tartışmanın ilerleyen
süreci içinde Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki
deneyimlerle ilgili olarak da biraz derinlere inilmesi
gerekli ve doğru olacaktır.
İkincisi: Bu kitapta ‘geri dönüş’ sorununun öncelikle sosyalizmin inşasında ekonomi teorisi ve ekonomik
inşa pratiği yönü incelenmekte, sorunun toplumsal
siyaset yönü, eğitim ve kültür siyaseti yönü fazlaca ele
alınmamaktadır. Kendimi büyük ölçüde ekonomik
alanla sınırlamamın nedeni bu araştırmanın temeline bilinçli olarak şimdiye kadar en fazla ihmal edilen
bu yönü koymamdır.
Geri dönüş sorununda fakat mutlaka bu kitapta
üzerinde fazlaca durulmayan yönler üzerinde, ‘geri
dönüş’ün sosyal siyasette, eğitim ve kültür siyasetinde nereden, nasıl başladığı, Marksist-Leninist’lerin
bu bağlamda yaptığı hatalar, revizyonistlerin bilinçli
çarpıtmaları, bunların sonuçları araştırılmak, tartışılmak zorundadır.
Üçüncüsü: Bütün kitapta daha çok yanlışlar üzerinde durulmaktadır. Bu, sosyalizmin inşasında kazanılan başarıları inkâr etmek veya küçültmek için
yapılmıyor. Gerek Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin
inşasında, gerekse Çin Halk Cumhuriyeti’nde, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nde, gerekse İkinci Dünya
Savaşı ertesinde ortaya çıkan diğer Halk Demokrasisi
ülkelerinde işçiler ve emekçiler lehine elde edilen muazzam kazanımları hiçbir ‘geri dönüş’ olgusu silemez.
İşçiler, emekçiler bu süreçlerde hiçbir burjuva diktatörlüğünde elde etmeleri mümkün olmayan haklara
Haziran 2015
H. Yeşil ✓
“Sosyalizmde Geri Dönüş Sorunu” isteme adresi:
Dönüşüm yayınları
Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. No: 11 Kat: 4
Esenyurt/İstanbul
Tel: 0212/620 67 57
0530 973 73 95
[email protected]
67

Benzer belgeler