Gonzo Corpus Geniza Serisinden Hunter S

Transkript

Gonzo Corpus Geniza Serisinden Hunter S
Gonzo Corpus,
Sayı VI, Haziran 2012
“KARANLIK”
*
Gonzo Corpus içerisinde yayınlanan tüm yazıların yasal sorumlulukları ve kullanım izinleri yazarların
kendilerine aittir. Referans kullanılmadan herhangi bir Ģekilde yazıların kullanılmaları baĢta yazarların
haklarına saygısızlıktır ve yasal olarak suçtur. Gonzo Corpus internet kanalıyla yayın yapan yarı
akademik bir fanzindir. Ücretsiz olarak pdf. formatında yayınlanır. Print ve fotokopi yoluyla çoğaltılıp,
paylaĢılabilir, para karĢılığı hiç bir Ģekilde satılamaz.
*
Gonzo Corpus Cemiyeti:
Halil DURANAY, Kamil SAVAġ, Mustafa BĠROL, Mehmet TOPUZ, Arzu REĠS, Nazar ERĠġKĠN,
Jeremy Utku RIFAT, Evrim ULUSAN, Jerusalem.
*
Ġsim ve Yayın Hakkı Sahibi: Halil DURANAY
Redaksiyon: Kamil SAVAġ
Dizayn: Tibet Pinhan
*
Gonzo Corpus Blog: gonzocorpus.wordpress.com
Gonzo Corpus Twitter Hesabı: www.twitter.com/gonzocorpus
Gonzo Corpus Facebook Hesabı: www.facebook.com/gonzocorpus
Gonzo Corpus Elektronik Posta: [email protected]
BAġLARKEN...
Artık kendi gölgelerimizi de yitirdik. Bu ıĢığın olmaması ile ilgili elbette,
ama yalnızca bununla ilgili değil. Gölgenin yansıyabileceği zeminden de
yoksunuz. Evet onu öldürdük; hepimiz Tanrı‟nın katilleriyiz. Bu dünyayı
güneĢinden kopardık ve Ģimdi gidiĢimiz tüm güneĢlerden uzağadır.
„Tanrının ölümü‟, tüm değerlerin değersizleĢmesi, dünyanın gizemini
yitirmesi, insanın anlamını kaybetmesi ya da „dünyanın gece çağı‟,
yaĢadığımız
çağın
karanlığını
tanımlamaya
yetmiyor.
Dünyayı
karanlıktan kurtarmak isteyen Aydınlanma, aydınlatmak Ģöyle dursun
dünyayı salt karanlığa gömmekten, dünyanın büyüsünü bozmaktan ve
insanı yersiz yurtsuz, benliği içinde kaybolmuĢ bir hale getirmekten
baĢka bir marifette bulunamadı. Dahası artık aymak için umudumuz da
yok. Sürekli düĢüyoruz boĢlukta; „geriye, yana, ileriye, tüm yönlerde‟.
ġimdi Elektra‟yı bekliyoruz; karanlığın yüreğinde, iĢkence güneĢinin
altında, kurbanlar adına konuĢan Elektra‟yı. Ġçine giren tüm spermleri
dıĢarı atacak olan, göğüslerinin sütünü ölümcül zehre dönüĢtürecek,
doğurduğu dünyayı geri alacek, onu bacaklarının arasında boğacak ve
onu fercine gömecek olan Elektra‟yı.
Gonzo Corpus Cemiyeti Adına
Kamil SavaĢ
Camera Obscura:
Karanlık için 5 Madrigal
Nazar ERİŞKİN & Halil DURANAY
Notlar: *Boulevard du Temple fotoğrafı: Louis Daguerre (1838,1839) *Madrigal 2,3,4,5 Fotoğraflar:Nazar EriĢkin
*Madrigal 3,5 Metin: Nazar EriĢkin *Madrigaller 1,2,4,Son Not Metin: Halil Duranay
Madrigal 1: Boulevard du Temple
Bu kent; camdan bana bakan bu kent: bir montaj cehennemine hoĢgeldin diyor her
sabah…motor sesleri, çanlar, adım sesleri, bağırıĢlar…montaj kaosuna hoĢgeldiniz,
günün epistemik Ģiddetine, bu kalabalığı izliyorum, bir sonu bekleyen bu kalabalığı,
paketi açılmamıĢ yepyeni bir mesihi bekleyen bu kalabalığı, doğmamıĢ bebeklerin can
cekiĢmelerinin metafiziğiyle bu kenti izliyorum. Kayboldum, bir yapay zekanın
nostaljisinde – bu kent beni gebertiyor, bu kent beni gebertiyor…Gözlerimi kapayıp –
camın ötesindekinde yığılanın Boulevard du Temple gibi sade, kara ama sade bir
fotoğraf olduğunu imliyorum – sessiz bir bulvar, sessiz bir tapınak, bir fotoğraf –
her ne kadar fotoğraflar dünyaya aidiyetin şehvetini simgeliyor olsa da. Her ne
kadar fotoğraflara saltça bağımlı olanlar, kendilerini fotoğraflarla teşhir edenler
yerkürenin ölümden en çok korkanları olsa da.
cehenneminden daha az kir barındırır.
Bir fotoğraf, bir montaj
Madrigal 2: Bu Enkaz Evimdir
Soydum harmanimi, bekledim, doğdum, dönüyorum yüzümü imdi karanlığa…bu
enkaz evimdir, en dilsiz saatında hayvanların - beni tanrının gölgesine gömün…
Orada doğacak sabahın ıĢığını seviyorum - o ıĢığı seviyorum, onun zamanı geldiğinde
karanlığa gömülüp, hissiz kalacağım kesinliğini de…
Her Ģey karanlıktan gelir ve karanlığa döner…
Gök, bellek, beden, inanç, politika, oda, rahim, kitap, ses, yaĢam…karanlığın
olmadığı hiçbir yer tanımıyorum…
Madrigal 3: Kasvete koşar adım…
Sadece kafanı Ģöyle bir kaldır da bir bak hele… Bak da gör ne kadar büyük tependeki.
Hele de koca koca gözleriyle dumanlı bakınca içine. Tam kaçarken geride her ne
kaldıysa almadan yanına... Biraz suçluluk duygusu, biraz da tekrar dönmek için
bahanen olduğunu düĢünüp gizli bir memnuniyetle bak ne kadar yanıldığına…
BAK BANA DUMANLI! BANA BAK DUMANLI! BANA BAK! BANA!
Bak ne kadar da kırılgan ve dönüĢken olduğuma. Sanki biraz daha gelsen üzerime
dayanamadan salıvereceğim göz yaĢlarımı.
Ben bu kadar bağlıyım iĢte sana hayat. Hep tutkuyla, yani bilirsin, en küçük
kırgınlığım sonum olur.
Bak hayat; bir bak hele…
Senin de tepende. Koca bulut gözleriyle kesiyor hesabını. Kırılınca kalbin sen de kes
benimkini.
Sonrası zaten hep karanlık!
Madrigal 4:İNSANDIŞICILIK: Sülükler Üzerine Tekvin
Hala yeryüzündeyiz, gırtlağımızda yuvalanan günün kirini ağız gargaraları ve diĢ
macunlarıyla örtüyoruz ve hala tasa yönsüz. Ġyi kötü uyuyabilirim ama Ģu saatte
kesinlikle yapılmaması gereken Ģey; yeryüzünün ızdırabını düĢünmek, hayır bu saatte
buna akıl yatırmanın bedelini hep ağır ödüyorum – seni tüm karadeliklerin dıĢında
tutup, kendimi yaĢatmam lazım, öyle ki Ģimdi biz bir bütün olmaya bu kadar alıĢtık.
HissizleĢip, yazarak itiraf etmeyi becerebilmem bir lütuf. Bu Ģekilde günah çıkartıp
sonra sıçarak iĢi baĢımdan savabiliyorum ama bu palyatif bir durum.
Bazen senin bile beni kurtaramayacağın zamanların gelebileceğini düĢünüyorum.
Sonra herĢeyin iki taraflı olduğuna inandırıyorum kendimi; dıĢarıdakilerin gördüğü
Ģey ve benim gördüklerim. Shades shades divided under the sun - we won‟t be a
whole anymore. Down down all the curtains – we need to be alive in this state. Bu
ülke bizi kemiriyor, bu ülke içinde olmamızın bedelini günaĢırı tüm aygıtlarıyla bize
ödetiyor. Biz ki sadece unutmalıyız, unutmayı becermeliyiz. YitirilmiĢ olan büyük
unutkanlık yetisi. Tüm bu karmaĢa hatırlamaktan alıyor gücünü, bellekten. Bellek
olmaksızın varlıklar tüm karmaĢalarından arındırılmıĢ olarak devam edebilirlerdi.
YitirilmiĢ olan o büyük unutkanlık yetisine karĢı hep hatırlamak – uyanıkken ve rüya
görürken, hep hatırlamak. Hafıza kaybı en kutsal hastalık olarak hatırlanacak.
Dünyayı altüst etmek için hatırlamak yeter. Dünyayı yaĢayabilmek için unutmak
yeter. BayatlamıĢ kahveyle koca bir geceyi geçirecek bir adamım: Gavin Bryars;
Farewell to Philosophy -1 ve yeryüzünden kendini tecrit etmek için sarfedilmiĢ son
söz: “wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen / üzerine
konuĢulmayan konusunda susmalı”. Hani Ritter‟e göre varoluĢçuluk; kendi kendini
yitirmek tehlikesinin baĢ gösterdiği yerde ortaya çıkar ya. Yani ben diyorum ki:
varoluĢçuluk yokluğun hükmünü hissettirdiği anda sıkı sıkı varolmaya sığınılan bir
korkaklık güdüsüdür. Oysa varolmanın baĢlı baĢına bir nedensizlik ihtiva etmesi
süregelen bir bilinç. Tüm yönsüz sıkıntılara bir son montajlamakla, varolabilmeyi
nedenli bir eyleme dönüĢtürüyoruz. Benim
yazma tehlikesini
bir uğraĢa
dönüĢtürdüğüm ilkel Pazartesi gecelerinden biri daha.
Çözüm üretmek gayesini çocuk yaĢlarda bıraktım ben, benim durumumu en güzel sen
okudun “benim derdim sadece yıkmak, aklım böyle çalıĢıyor, yıkıp, yıkımı telafi
ederek yeni bir kriz inĢa etme gibi bir derdim asla yok, ben o enkazın karĢısında
geçip, tütün ve kahve içmekten ibaretim”. Nazaretli ile bu kadar uğraĢma nedenim de
gayet açık seçik ortada: bir bedeni cinlerden arındırmak için Ġsa, binlerce domuzun
telef olmasına müsade eder. Onun mesellerinin en boğucu tarafı metafizik bir
hegemonya için binlerce varlığın yokolunmasına rahatça buyruk verebilmesidir.
Sülükler terketti, ileride uğuldayan
bir köpek sesi dıĢında tanyerinin
ketumluğunu bozan bir Ģey yok.
Zaman sadece eskiyor.
Madrigal 5: Yalnız
Karanlık yalnız kalmak ister… Tek olsun, hep olsun diye. Olamaz ve hiç olmamıştır
aslında. Hep bir öncesi vardır onun ve bir sonrası. Kıskanç ve bencil; kısa ömürlü ve
ahiretlik iki dost yanında. Alacakaranlık fısıldar, karanlık dinler, aydınlık bağırır ya
da belki aydınlık dilsiz, karanlık cüretkar alabildiğine ve alacakaranlık kök
salamayan bir yeniyetme. Sen koy adını gece… Ne de olsa döneceksin yeni bir güne!
Ve biz yine emip kanını, posan çıkınca atıp seni kenara, ardımıza bile bakmadan
kapatıp gözümüzü dalarız rüyaya. İstesen de istemesen de kalan dostlarınla sen de
dalarsın belki bir kaaç ömür ve artık arsızlaşarak bu döngünün ana oyuncuları
olmaktan yılgın…
Ve biz açtığımızda gözümüzü hangi yüzün kalmışsa artık, kaderimize razı… Biraz
edepsiz alacakaranlık şimdi, kendine güvenmiyor karanlık ve hiç bir şey vaad
edemeyecek kadar aynı aydınlık!
Madrigallere Son Not: Berdyaev’in Godot’su: TANRI
İnsan, varolmak ya da varolmamak boşluğunun önünde dikiliyor. Bu boşluğa kendi iradesiyle
hükmedemez: yukarılardan yardıma ihtiyacı var. Bu kutsal-insanın meselesi. Eğer içinde
bulunduğumuz zamanda insanın gerçek varlığı tehdit altındaysa, eğer insan kopup uzaklaşmışsa, bu
yalnızca kendisine bağlıdır ve kendi iradesine. İnsan, belki de bütün varlığının en tehlikeli evresinden
geçiyor. Ama yine de insan geleceğinin tamamen umutsuz olduğuna inanmıyorum. Bu umutsuzluk
yalnızca yeryüzüne ait, ötesine değil. Bize göre dünya zamanı sonsuz değil, bu dünya ve tarih sona
erecek. Ancak bu demek değil ki bu dünya için, yeryüzünde, çağımızda son bir çözüm olasılığına
inanmayalım…Bu insanın üretici yetisini engellememeli, insanın burada ve şimdinin adeletini
gerçekleştirmesini, insanın üretici eylemleri "sonu" bizzat etkileyecek. Son, kutsal-insanın meselesi.
Son söz tanrıya ait, insanın da sözünü içeren… (Berdyaev / Hristiyan Varoluşçuluk'tan – Çev: Halil
Duranay/ Silento)
Hıristiyan varoluĢçulukla ateist varoluĢçuluk temelde birbilerinden çok uzak değildir.
Ateist varoluĢçuların varoluĢ meselelerini tamamen insanın ontik yapısına ve
iradesine bağlayıp çözmeye çalıĢan bakıĢına karĢı; hıristiyan varoluĢçular, varoluĢa
dair tüm çıkmazlarda, problemlerde ve gizlerde iĢe tanrıyı da ortak ederler.
Hıristiyan varoluĢçuların çoğunda tanrı bir yol gösterici ya da kurtarıcı değil; mevcut
belirsizliğin ve insanın içindeki absürdlüğün dıĢında ama aynı zamanda içinde bir dıĢ
olgudur. Saatin çarklarının dönmesi için ihtiyaç duyulan hareket ettirici; nasıl Marx'ın
diyalektiğinin iĢlemesi için bir iliĢkiler ağının kendisi olması gerekiyorsa ya da nasıl
Hegel diyalektiğinin iĢlemesi için bir tine ihtiyaç varsa. Nietzsche'de bu istenç gücüne
ve sondaki çıkıĢa ulaĢmak için çekilen hiçlik acısına bağlıdır. Vladimir ve Estragon'u
yaĢamaya devam ettiren Ģey; Godot'nun gelmeyiĢindeki sürekli bekleme, kaygı ve
merak arzusudur. Ece Ayhan'ın poetikasında ise tüm olgu ve Ģeylerin karanlık yüzüne
duyulan hayranlık ve onların dıĢavurumuyla kendini arındırma rahatlığıdır.
ĠĢte hıristiyan varoluĢçuların devinim hareket ettiricisi boĢluğunu karĢılayan mefhum:
tanrıdır. Tanrı, Berdyaev'de insanın kaygı ortağı, umudu ve umutsuzluğunun daimi bir
parçasıdır; insanın kendi iradesi zamanına ve mekanına ait herĢeyin yegane
sorumlusudur. Berdyaev'in insanı, çıkıĢı tanrıda bulur ama o tanrının kelamı aynı
zamanda insanın da kelamıdır; birbirlerine nüfuz ederler ve birbirlerini dengelerler.
Tanrı bir yerde Berdyaev'in insanının Godot'sudur ya da Marcel'in "varoluĢsal gizini"
biraz eğer bükersek; insanın çözümleyemeyeceği, kavrayamayacağı, tanıyamayacağı
ama yönsüz bir kaygıyla daima beklediği - varoluĢundan itibaren içiçe yaĢadığı gizi.
MĠNERVA‟NIN BAYKUġU
EVRĠM ULUSAN
Nasa‟nın internet sitesinde yer alan habere göre, uzayda bulunan 'galaksi evrim
kaĢifi'(galaxy evolutıon explorer) aracı ve Avustralya‟nın Siding Sping dağlarının
zirvesinde bulunan teleskopla yapılan gözlemleri inceleyen dikkatli ölçümler,
galaksilerin birbirinden uzaklaĢtığı bilgisini bir kez daha doğrularken, bulgular,
KARANLKIK ENERJĠNĠN VARLIĞININ, Ģimdiye kadar sağlanan en iyi teyidi
oldu.
Avustralya‟daki Swinburne Teknololoji Üniversitesi‟nden Chris Blake bu durumu,
'bir taĢı havaya attığınızda, bir süre sonra hızının azalmayıp, giderek artması ve
havada giderek daha hızlı biçimde yol almayı sürdürmesi' gibi ifadelerle
tanımlamaktadır.
Evrende karanlık enerjinin varlığı konusunda elbette daha birçok bilimsel açıklama
bulunmaktadır. Bunun yanında karanlık enerjinin insan hayatı üzerine etkisi
konusunda derin bilimsel araĢtırmalar yapmaya gerek var mıdır bilinmez!.. Öyle ki
günümüze, yaĢadığımız topluma, ülkemize hatta daha da tümele gidersek yaĢadığımız
çağa bakarak karanlık enerjinin fiziksel bir kuramdan çıkıp nasıl insanoğlunun
üzerine 'KARANLIK BĠR KIYAFET' gibi yapıĢtığını görebiliriz. Biraz göz atmak
gerekirse; tarihte ilk yazının M.Ö. 3200‟lü yıllarda bulunduğunu hepimiz biliyoruz
fakat 21. yüzyılda hala aramızda yazı hiç bulunmamıĢ gibi davranıp, okumaya,
sorgulamaya, düĢünmye savaĢ açmıĢ, itaatkar, seri üretim, sürü modelini benimsemiĢ,
sadece baĢkalarına değil kendine de yabancılaĢmıĢ, kendini bulamamıĢ, arayıĢ
içerisinde diyalektik bir döngüye saplanmıĢ, varetmeyi değil yoketmeyi benimsemiĢ,
üretmeyi değil kopyalamayı seçmiĢ, etrafını karanlık enerjisiyle silmiĢ koca bir
YIĞIN ile aynı havayı solumak zorunda olmak ne kadar acı öyle değil mi sevgili
dünya!.. Gerçek; tümcenin olguya karĢılık gelmesiyse eğer, karanlıkları ıĢığa
çevirmeliydi insan. ĠĢte o vakit evrende hiçliğin güftesi çalmaz, sadakatsiz olmazdı
zaman ve Minerva‟nın baykuĢu havada asılı kalmazdı...
Minerva‟nın baykuĢu özgürce uçtukça akıl ancak özgür olabilir ve gerçeği bilebilir.
Pratik, soyut bilginin somutlanmasıdır. Soyuttan somuta giden ideolojinin logosu
kurduğu
kırılgan
yolda
MĠNERVA‟NIN
BAYKUġU,
GÖREMEYEN ĠNSANLIK ĠÇĠN TEK REHBER OLACAKTIR....
KARANLIKTA
Karanlığın ağırlığını yeniden üstlenmek ve
„evreni ufalamak‟
Kamil SAVAġ
“Niçin doğmama izin verdin? Keşke ölseydim, hiçbir göz beni görmeden! Hiç
varolmamış olurdum, rahimden mezara taşınırdım. Birkaç günlük ömrüm
kalmadı mı? Beni rahat bırak da biraz yüzüm gülsün; dönüşü olmayan yere
gitmeden önce, karanlık ve ölüm gölgesi diyarına, zifiri karanlık diyarına, ölüm
gölgesi, kargaşa diyarına, aydınlığın karanlığı andırdığı yere.”
(Tanakh, Ketuvim, Eyüp)
Karanlık; bilinmezlik, gizem, yalnızlık, umutsuzluk, kaygı, arzu ve ölümle
özdeĢleĢtirilir. Umutsuzluk, kaygı, korku gibi duygular karanlık duygular olarak anılır
ve insanın karanlık tarafını temsil eder. Aydınlık ise düĢünce ve bilme ile
özdeĢleĢtirilir ve insanın rasyonel yanını temsil eder. Karanlık insanın Dionysosçu,
taĢkın tarafıdır; Aydınlık ise insanın Apolloncu, rasyonel tarafı…
Pozitivist düĢüncenin ve bilimin egemen olduğu ve dünyayı karanlıktan ve doğanın
kör güçlerinden kurtarıp, insanı „doğanın efendisi‟ haline getirdiği düĢünülen
“Aydınlanma” düĢüncesi de IĢık ve Aydınlık ile temsil edilmiĢtir. Aydınlanma ile
birlikte insan; kendi aklını kendi geleceği ile ilgili olarak kullanma ve karar verme
cesaretini göstermek suretiyle “aydınlığa” çıkmıĢ ve öznelliğe kavuĢmuĢ bir varlık
olarak kendini göstermiĢtir.
Nietzsche gün ıĢığıyla düĢünce arasındaki bu bağın neden kurulduğunu sorar. “Gün
ıĢığı hakkında söylediklerimizi neden aydın düĢüncenin güveniyle söyler, dünyayı
düĢünme gücünü elimizde bulundurduğumuza inanırız? IĢık ve görmek, düĢüncenin
donanmasını istediğimiz bütün yaklaĢım biçimlerini neden sağlasın?”
Görü; insanların eksikliğini duyduğu büyük bağıĢ gibi sunulur olmuĢtur, IĢık ise her
türlü bilginin kökeni ve kaynağı haline gelmiĢ, insan IĢığın tahakkümüne terk
edilmiĢtir. Blanchot‟nun tabiriyle: “IĢığın bu emperyalizmi niye?”
DüĢünme; IĢık ve Aydınlıkla özdeĢleĢtirilir özdeĢleĢtirilmesine ancak Nietzsche‟ye
kulak verirsek –ki verilmelidir- “dünya gün ıĢığının düĢündüğünden daha derindir” ve
dünyayı gün ıĢığının ulaĢamadığı derinliklerine kadar düĢünmek gerekir. IĢık
aydınlatır; bu ıĢığın saklanması anlamına gelir ki muzipliği de budur.
IĢık aydınlatır: aydınlanan Ģey, dolaysız bir hazır bulunuĢ içinde kendini sunar; bu
dolaysız bulunuĢ, kendisini ortaya çıkaranı göstermeden gösterir kendini. Görünür
kılan ıĢığın kendisi görünmezdir; kendi izlerini siler. Dolaysız tanımayı güvence
altına alırken kendisi dolaylı olanda kalır ve kendisini hazır bulunuĢ olarak ortadan
kaldırır. (Blanchot)
IĢığın aldatmacası, ıĢıldayan bir bulunmayıĢa kaçıvermesidir, bu bulunmayıĢ da her
türlü karanlıktan sonsuz kat daha karanlıktır çünkü ıĢığa özgü karanlık, aydınlık
ediminin ta kendisidir. “Aydınlık: IĢığın ıĢık olmayanı; görmenin görmek olmayanı.
O halde ıĢık iki kere aldatıcı olur: bizi hem kendisi hakkında kandırır, hem de
dolaysız olmayanı dolaysız olanmıĢ gibi, basit olmayanı basit olanmıĢ gibi sunarak
kandırır” (Blanchot). Gün ıĢığı sahte bir günıĢığıdır; daha hakiki bir günıĢığı
olduğundan değil; günıĢığının hakikiliğini, günıĢığı hakkındaki hakikati günıĢığının
örtbas etmesinden…
Dünyayı karanlıktan kurtardığı düĢünülen “Aydınlanma” da ıĢığın ıĢık olmayanı,
görmenin görmek olmayanıdır. “AydınlanmıĢ” çağımız her türlü karanlıktan sonsuz
kez daha karanlıktır. Aydınlanma‟nın ıĢığı sahte bir günıĢığıdır, dünyayı anlamaya ve
bilmeye yol açmanın aksine dünyanın gizeminin yok olmasına, gerçeğin
buharlaĢmasına, anlamın yitirilmesine yol açmıĢtır. Modern insan günıĢığının
sahteliği sonucunda, bir düzenden yoksun varolanlar çokluğu içinde, hiçbir Ģeyin tam
olarak ne olduğunu bilmez hale düĢmüĢtür.
Pozitivizm ve beraberinde gelen teknolojik geliĢim ile birlikte insan yavaĢ yavaĢ
varlıkla olan bağını yitirmiĢ, hem kendisinden hem de varlıktan uzaklaĢmıĢtır.
“AydınlanmıĢ” düĢünce insanı merkeze yerleĢtirmiĢ ve dünya düzeninde onu
ayrıcalıklı bir yere koymuĢtur koymasına ama “AydınlanmıĢ” düĢünce insanı
düĢünmekten yoksundur. IĢık gizil olanı görünür kılmak yerine onun yok olmasına
yol açmıĢtır.
IĢık da dil gibi gösteren, görünür kılandır; ancak nasıl ki dilin boyunduruğu altında
düĢünmek ister istemez düĢünmez hale geliyorsak, ıĢığın boyunduruğu altında da
düĢünmek ister istemez düĢünmez hale geliriz. Dolayısıyla „IĢık‟ ve „Aydınlık‟ın
düĢünce ile özdeĢleĢtirilmesi anlamsızdır. Aydınlık düĢünceyi mümkün kılmaz, ya da
onu görünür hale getirmez, aksine onu yok eder. Çağımızın bir düĢünce çağı
olmaması bundandır; Aydınlık bir çağ; karanlıktan daha karanlık bir çağ olmasından.
Adorno ve Horkheimer‟a göre Aydınlanma kendi kendini tahrip etmiĢtir ve mitolojiye
gerilemiĢtir. Adorno ve Horkheimer‟a göre bunun nedenini de özellikle gericilik
amacıyla icat edilmiĢ milliyetçi, pagan ve diğer modern mitolojilerde değil de, hakikat
karĢısında korkudan donup kalmıĢ Aydınlanmanın kendinde aramak gerekir. Ancak
Aydınlanmanın kendini tahrip etmesinden ve mitolojiye gerilemesinden söz etmek
Aydınlanmanın ilerlemeciliğini kabul etmek anlamına gelir. Bir de Aydınlanmanın
hakikat karĢısında donup kaldığını söylemek Aydınlanmanın gerçekten bir
Aydınlanma olduğunu kabul etmektir. Aydınlanma hakikat karĢısında donup
kalmamıĢtır, çünkü mitolojiden daha fazla yaklaĢmamıĢtır hakikate, aksine sürekli
uzaklaĢmıĢtır. Mitolojiye gerilemeden de söz edilemez, çünkü hiçbir zaman
mitolojiden daha ileriye gidememiĢtir.
Aydınlanmanın hedefinin insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna
getirmek, dünyanın büyüsünü bozmak, söylenceleri dağıtmak, kuruntuları bilgi
yoluyla yıkmak olduğu doğrudur. Ancak geldiğimiz noktada Aydınlanmanın yıkmak
istediği kuruntulardan çok daha büyük kuruntularımız var ve dahası artık umudumuz
yok. Mitleri yıkmaya çalıĢan Aydınlamanın kendisinin bir mit haline geldiği de
doğrudur. Ancak asıl mesele Aydınlanmanın dağıtmaya çalıĢtığı karanlıktan daha
fazla karanlık haline gelmesidir. Aydınlanmanın dağıtmaya çalıĢtığı karanlıkta insan
el yordamıyla da olsa yolunu bulabilirken Aydınlanmanın salt karanlığında insan
“yersiz yurtsuz” hale gelmiĢtir.
Ġster Heidegger‟e kulak vererek çağımızı „dünyanın gece çağı‟ olarak, ister
Foucault‟ya kulak vererek „insanoğlunun ölümü‟ olarak, ister Adorno‟ya kulak
vererek „öznenin sonu‟ olarak, ister Weber‟e kulak vererek „büyü bozumu‟ olarak,
ister Nietzsche‟ye kulak vererek „Tanrı‟nın ölümü‟ olarak adlandıralım; ister „katı
olan her Ģeyin buharlaĢması‟, ister „postmodern‟ ya da „post-postmodern‟ istersek
„ahir zaman‟ olarak nitelendirelim karanlık ve umutsuz bir çağda yaĢadığımız kesin.
Ütopyaların bile sonu gelmiĢtir, insan artık ütopya dahi üretemez bir biçimde
“eskatolojik bekleyiĢ” halindedir. Zira yaĢadığımız çağ distopik bir çağdır.
Gün ıĢığının düĢündüğünden daha derin olan dünyayı gün ıĢığının ulaĢmadığı
derinliklerine kadar düĢünmek, karanlıkta düĢüncelerin kıvrımlarına dokunmak ve
karanlığın ağırlığını yeniden üstlenmek ve „evreni ufalamak‟ gerek. Tabi önce
aymaktan vazgeçmek gerekir.
Ġnsan hiçbir Ģeye aymamıĢtır henüz ayamaz da.
KÖTÜLÜĞÜN KAYNAĞI ÜZERĠNE
Mehmet TOPUZ
“Doğanın tarihi iyilikle başlar, çünkü o Tanrı’nın eseridir; özgürlüğün tarihi
kötülükle başlar, çünkü o insanın eseridir.”
Immanuel Kant
Kant‟ın, üniversite evvelinde, aldığı dinî eğitim mucibince sıkı bir Latince tedrisinden
geçtiğini ve bu dönemde, kendini pratik açıdan geliĢtirebilmek için bol bol klasik
Roma ve Ortaçağ felsefesine dair okumalar yaptığını biliyoruz. Yukarıdaki pasaj,
Kant‟ın, Hristiyan teolojinin yaratılıĢ teorisini felsefî-etik temelde ve özgürlük
problemi bağlamında ele aldığı “İnsanlık Tarihinin Tahmini Başlangıcı” baĢlıklı
yazısından alınma1. Bu pasajın ana fikrine, Kant‟ın gözünden tekrar değineceğim.
Ama evvela, bu ana fikri iki ayrı parçaya ayırarak, Kant‟ın Ortaçağ okumaları
kapsamında uğramıĢ olabileceği iki durak üzerinden açıklamak istiyorum:
Augustinus‟un gözünden felsefî-etik temelde cennetten kovuluş ve Scotus
Eriugena‟nın gözünden yine felsefî-etik temelde kötünün kaynağı olarak insan.
Scotus Eriugena, 9. asrın baĢlarında Ġrlanda‟da doğmuĢ, 30‟lu yaĢlarının ortalarına
doğru Fransa‟ya, Paris‟e yerleĢerek burada dersler vermeye baĢlamıĢ bir isim. Aklı
öne çıkaran, insanın akıl yordamıyla doğruyu bulabileceğini ve bulması gerektiğini
savunan, dogmatik kader anlayıĢına ve somut cennet-cehennem tasavvuruna karĢı
1
Kant‟ın, Hristiyan teolojiyi, kısmen de olsa temellendirmek gibi bir amacının olmadığını,
burada ilgili yazının genel çerçevesinden oldukça az bahsedilecek olmasından ötürü,
sanıyorum ayrıca belirtmek gerekecek. Yazının bütünü göz önüne alındığında, Kant‟ın,
Ġncil‟in yaratılıĢı anlatan bölümü ile karĢılaĢtırmalı bir dizge takip etmekteki amacının
yaratılıĢa felsefî bir açıklama getirmek olmadığı açıkça görülür. Kant‟ın amacının daha çok,
irade ve özgürlük gibi etik kavramlara, dinî bir çerçevede ele alındıklarında dahi esasen
felsefî olma vasıflarından bir Ģey kaybetmediklerini vurgulayarak bir açıklama getirmek
olduğunu söylemek daha doğru olur. Bu meseleyle ilgili daha kapsamlı bir açıklama 3
numaralı dipnotta mevcut olacak.
çıkan görüĢleri nedeniyle yargılanmıĢ, hatta mahkûm olmuĢsa da hamisi Fransa kralı
2. Charles sayesinde cezasının infazından kurtulabilmiĢtir. Eserlerinde ve fikriyatında
Augustinus‟un ve dolayısıyla Platon‟un, aslında belki Platon‟dan daha çok Plotinos ve
Yeni Platonculuk‟un açık bir etkisi görülür.
Eriugena, Yeni Platonculuk‟un “her Ģey birden türer ve nihayetinde yine ona geri
döner” düsturundan hareketle bir doğa bölümlemesi tasarlar: Yaratılmayan ve yaratan
doğa, yaratılan ve yaratan doğa, yaratılan ve yaratmayan doğa, yaratılmayan ve
yaratmayan doğa. KalkıĢ noktası olan “yaratılmayan ve yaratan doğa” bizzat
Tanrı‟dır; varıĢ noktası olan “yaratılmayan ve yaratmayan doğa” ise yaratılan her
Ģeyin yeniden Tanrı‟da bütünleĢmesini temsil eder. Ġkinci aĢama, Platon‟un idealarına
benzeyen kavramlardır, üçüncü aĢama ise bu kavramların fiziksel varlığa bürünmesi.
Ġnsan, bu dizgede, net biçimde ifade edilmese de, ikinci aĢama ile üçüncü aĢama
arasında bir yerde konumlanır; insan, Tanrı‟nın zihninde bir fikir olması hasebiyle
yaratılmıĢ bir ruhî nitelikler bütünüdür; ama aynı zamanda, kendi fiziksel bedeni de
dahil olmak üzere, üçüncü aĢamanın yaratıcısıdır.
Günah, veya daha felsefî zeminde bir tabirle erdemsizlik, Eriugena‟ya göre kaynağını,
ruh ve beden ikiliğinden mürekkep insanın, duyularla beslenen bedenî niteliklerine
öncelik vermesinde bulur. Ġnsandaki ruhî nitelikler doğa bölümlenmesinde birinci
aĢama olan Tanrı‟dan; bedenî nitelikler ise doğa bölümlenmesinde üçüncü aĢama olan
fiziksel dünyadan izler taĢır. Esasen insan, Tanrı tarafından, tanrısal izler taĢır Ģekilde
tasarlanmıĢtır, ancak, istikametini Tanrı‟dan dünyaya, veya belki daha manidar bir
ifadeyle kendisine doğru çevirmesi, dinî manada günahın, felsefî manada
erdemsizliğin, veya her ikisini de kapsayacak Ģekilde kötünün kaynağını oluĢturur. Bu
yüz çevirmenin, Hristiyan akaidle daha doğrudan bağlantılı bir temsilini birazdan
Augustinus‟ta göreceğiz. Burada, tek tanrılı dinlerin insanı yönlendirdiği türden bir
haz karĢıtlığı gözlemlenebilir; Eriugena, günahı ve/veya erdemsizliği dünyevî ve
fiziksel taleplerle simgeleĢtirerek açıklamaktadır. Eriugena‟nın doğa bölümlemesinin
dördüncü aĢamasına, yani yeniden Tanrı‟ya, bu dünyevî ve fiziksel talepler ortadan
kaldırılarak varılacaktır.
Aurelius Augustinus, 4. asrın ortalarında, Roma egemenliğindeki Cezayir‟de doğmuĢ
ve yetiĢmiĢ, 20‟li yaĢlarında 4-5 yıllığına Kartaca‟ya yerleĢerek Maniheizmi
benimsemiĢ, ardından Roma‟ya göç ederek burada önce kitaplarını okuduğu
Cicero‟nun etkisiyle Akademia‟nın septik öğretisine yaklaĢmıĢ, ardından da ağırlıkla
Plotinos‟un etkisiyle oluĢturduğu felsefî sistemi vesilesiyle 30‟lu yaĢlarının baĢında
Hrıstiyanlığa geçmiĢ bir isim.
Augustinus‟un felsefesi, temelde Tanrı arayıĢı üzerine inĢa edilmiĢtir denilebilir.
Ġnsan, en temel düzeyde ahlâkî bir varlıktır ve ömrü, her tür eylemiyle, bir Tanrı
arayıĢından ibarettir. Bu arayıĢ tanımlamasında, Augustinus‟un yukarıda kısaca
bahsettiğim yaĢam öyküsünü yok saymamak gerekir: Augustinus‟un ömrü,
nihayetinde Hristiyanlığın tasvir ettiği Tanrı‟yı bulana kadar hep bir arayıĢ içerisinde
geçmiĢtir. YaĢam öyküsünden felsefesine sirayet eden bir baĢka ayrıntı,
Augustinus‟un, Roma Ġmparatorluğu‟nun çöküĢ döneminde yaĢamıĢ olmasından
kaynaklanan hafif bir kötümserliktir.
Felsefesinin detayına inildiğinde, Antik Yunan felsefesi ile Hristiyanlık arasında,
sonrasında bütün bir Batı Ortaçağ‟ına yön verecek ve hatta bir benzeri Doğu
Ortaçağ‟ında da gerçekleĢecek ilk baĢarılı sentezin izleri görülür. Bu sentezde Yeni
Platonculuk ve Helenistik felsefenin katkısı yadsınamaz. Plotinos‟un her Ģeyi birden,
yani Tanrı‟dan türeten varlık kuramı, Augustinus‟un elinde Hristiyan teolojinin felsefî
temellendirmesine dönüĢür. Tanrı birdir ve mutlaktır. Geri kalan her Ģey ondan
türeyen ve mutlak olmayan, göreli varlıklardır.
Augustinus, Platon‟un idealar dünyasını tanrısal bir boyuta yükseltirken, duyular
dünyasını da insanın cezalandırılmasının bir ürünü olarak geçici ve sahte bir seviyeye
indirir. Tanrı, mutlak iyidir ve ilahî hakikattir. Ġnsan, kendisinin tanrısal boyutu olan
ruhu vesilesiyle mutlak iyiden ve ilahî hakikatten pay alır. Bu pay almada ayrıca
Augustinus‟un yaĢamı bir Tanrı arayıĢı olarak tanımlamasını temellendiren bir cazibe
durumu söz konusudur. Platoncu bu ikilik, Augustinus‟u, göreli varlıklar arasında bir
değer hiyerarĢisi oluĢturmaya iter
Augustinus, Tanrı‟yı mutlak iyi olarak konumladığı noktada, muhtemelen ilk kez
Epikuros‟un dile getirdiği ve muhtemelen ilk kez Stoacılar‟ın çözmek zorunda kaldığı
meĢhur kötülüğün mutlak iyi olan Tanrı ile beraber var olmasının imkansızlığı
paradoksuyla karĢılaĢır. Paradoks Ģudur: Tanrı kötülüğü neden engellememektedir?
Tanrı, eğer kötülüğü engellemek istemiyorsa “iyi” değildir; engellemek istediği halde
engelleyemiyorsa “mutlak” değildir. Augustinus‟tan evvel, Stoacılar‟ın bu paradoksa
iki farklı açıklama getirdiğini ve bu iki farklı açıklamanın felsefe tarihi boyunca tekrar
tekrar kullanıldığını biliyoruz. Bu açıklamalardan biri, her Ģeyin zıttıyla beraber var
olmak zorunda olduğu ve bu sebeple Tanrı‟nın da iyiliğin karĢısında kötülüğü var
ettiğidir. Bu açıklama, aynı zamanda Augustinus‟un bir dönem etkisinde kaldığı
Maniheizm‟in varlık kuramı ile birebir örtüĢmektedir. Fakat Augustinus diğer
açıklamayı daha akla yatkın bulur: Tanrı‟nın mutlak inayetinden hiç pay almayan
herhangi bir varlık söz konusu değildir, dolayısıyla da kötülük diye bir Ģey yoktur;
kötülük sadece iyiliğin eksikliğinden kaynaklanan göreceli bir kavramdır.
Kötülüğün insanlık tarihinde ilk kez vukua gelmesi, haliyle Adem ile Havva‟nın
Tanrı‟ya baĢ kaldıran meĢhur eylemleriyledir2. Bu eylemin yarattığı kötülük,
zincirleme bir reaksiyon halinde duyulur dünyanın var olduğu andan itibaren
süregelmektedir. Mutlak olan Tanrı‟nın yarattığı mutlak olmayan insan, kusurlu bir
varlıktır ve bu kusuru hasebiyle irade sahibidir. Adem ile Havva‟nın meĢhur eylemi,
iradenin ilk kez açığa çıkıĢıdır. Ġrade, Augustinus‟un tanımladığı biçimiyle, varlık
hiyerarĢisinin tepesinde kadir-i mutlak bir Tanrı varken, elbette matah bir Ģey
değildir; insanın kusurluluğunun simgesidir.
Gelgelelim, Kant‟ın giriĢteki sözü, Augustinus‟un cennetten kovuluĢa getirdiği
felsefî/etik açıklama ile, Eriugena‟nın bu fikirden yola çıkarak insanı kötülüğün
kaynağı olarak göstermesinin bir sentezi gibi görünür. Kant‟ın çıkarımı, Eriugena‟nın
insanı kötülüğün kaynağı addetmesine küçük bir etik ilave içerir sadece; bu da, insanı
2
Kutsal kaynaklarda vaziyeti simgelemesi için bir meyvenin seçilmiĢ olması, ayrıca bir anlam
ifade eder biçimde açıklanabilir mi? Belki. Adem ile Havva‟ya, bahsi geçen meyvenin
yasaklanmıĢ olmasından, her ikisinin de bu meyveyi evvelce deneyimlememiĢ olduğu sonucu
çıkarılabilir. Yani, yöneldikleri Ģey, evvelce deneyimledikleri ve hakkında bir fikir sahibi
oldukları, onları, bilinen bazı nitelikleriyle cezbeden bir Ģey değil, bilakis, evvelce
deneyimlemedikleri ve hakkında hiçbir fikir sahibi olmadıkları, onları cezbetmek için
herhangi bir niteliğe sahip olmayan bir Ģeydir. Böyle bir Ģeye yönelebilmesi için insanın,
basitçe beslenme içgüdüsüne ilave, fazladan bir hareket ettirici etkene ihtiyacı olmalıdır, zira
içgüdü, onu sadece evvelce deneyimlediği ve bildiği bir harekete yönlendirebilir. Bu Ģekilde
bakıldığında, bu açıklamanın, ahlâkî eylemlerin en temel dayanağı kabul edilen aklı devreye
sokmak suretiyle, Eriugena ve Augustinus sentezinin eksik bir parçasını da tamamladığı
düĢünülebilir. Adem ile Havva‟yı, yasak meyveye yönlendiren etken akıldır; ancak akıl,
insanın, hali hazırda mevcut içgüdünün dıĢına çıkmaya ve elde yeterli nispette veri olmadığı
halde dahi çıkarım yapabilerek evvelce deneyimlenmemiĢ bir Ģeyi seçmeye yönlendirebilir.
doğrudan insan olması bakımından veya Tanrı buyruğuyla cennetten kovulması
sebebiyle kötülüğün merkezine yerleĢtirmek değil, özgür irade sahibi olması
bakımından kötülüğün merkezine yerleĢtirmektir. ġöyle ki, insan, özgür iradesini
kullandığı daha ilk örnekte iĢleri batırmıĢ bir varlıktır, evet. Özgürlüğün söz konusu
edilebilmesi özgür iradenin kullanılmasına, özgür iradenin kullanılabilmesi de en
basit halde dahi iki seçenek arasından bir tercih yapılmasına bağlıdır. Ġkinci bir
seçeneğin varlığı, iki seçenekten birini görece daha kötü yapar. Kötü, bu tercih
anından itibaren mevcut hale gelir. Ġnsan, cennetten kovuluĢ örneğinde, mutlak tek
seçenek Tanrı ile Tanrı‟nın yarattığı ikinci seçenek olan bizzat kendisi arasında bir
tercih yapmıĢtır. Bu tercihi yaptığı an itibariyle kötü, artık her zaman için bir ihtimal
olarak mevcut haldedir. Hem Augustinus‟un hem de Eriugena‟nın vurguladığı,
insanın düĢmüĢ bir varlık olması bakımından dünyada kötülüğe mahkum olması,
Kant‟ın “İnsanlık Tarihinin Tahmini Başlangıcı” baĢlıklı yazısında bu tür bir etik
temele oturur3.
3
Ġnsanoğlunun nihayetinde düĢmüĢ bir varlık olarak nitelendiği bir sürecin Kant‟ın ilgi
alanına girmiĢ olması belki hâlâ garip geliyor olabilir; bu sebeple bir noktayı daha açıklığa
kavuĢturmakta fayda var. Ġnsanın özgürlüğü, herhangi bir durumda ikinci bir seçeneğinin var
olmasına bağlı olduğu gibi, ikinci seçeneğin varlığının insanlık tarihi boyunca idamesi de
evvelce en azından bir kez olsun tercih edilmiĢ olmasına bağlı olmalıdır. Ahlâkî determinizm,
iradenin uygulama sahasının, en temel düzeyde biri leziz diğeri iğrenç olan iki yiyecek
arasından seçim yapmaya indirgenmesine ve insanın her zaman için leziz olanı seçeceği
varsayımına dayandırılabilir. Bu basit indirgeme, insanın özgür olup olmadığı sorusunun
gelip dayandığı kilit noktadır bir bakıma. Ġkinci seçenek, evvelce en azından bir kez olsun
tercih edilmemiĢ ise insanın özgürlüğü ciddi bir problem ile karĢı karĢıya demektir. Cennetten
kovuluĢ anekdotu, doğru veya yanlıĢ, gerçekçi veya fantastik olması bir yana, insan için
özgürlüğün söz konusu edilebilirliğini açıklamada baĢvurulabilecek oldukça somut bir
örnektir. Ġnsanın, leziz bir yiyecek yerine iğrenç bir yiyeceği tercih ediĢiyle, evvelce
deneyimlediği bir eylem yerine sonuçları hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığı bir eylemi
tercih ediĢi, ve hatta Tanrı‟nın “yapma” dediği bir Ģeyi yapmaya yeltenmesi gibi alternatif
örnekler, oluĢ biçimlerinin yanı sıra sonuçları bakımından da birbirleriyle benzerlikler
gösterir. Ġnsanın, makul ve deneyimlenmiĢ mevcut seçenek dururken, muğlak, belirsiz ikinci
seçeneği tercih etmesi, insanlık tarihi için felsefî/etik açıdan, dinî açıdan düĢme olarak
tanımlanan sonuca benzer bir kırılma noktası sayılabilir.
"Aydınlıktan Karanlığa Aurelius"
Jerusalem
Onlarla aynı ağaçta büyü, ama onların fikirlerini paylaşma
Marcus Aurelius
Böyle bir işe girişmemin ardında yatan amaç, sanırım Stoacı görüngenin, ruh
dinginliğini, cesaretli bir erdem ve ayrıcalık değerleriyle içedönük evrimimizi
hızlandıracak
temel
yapı
taşlarını
sağlamlaştırabileceği
ihtimalinde
direnip
sevdiklerimi Stoacıların varlık alanına sokmak. Bunun yanında, sakallı Stoacıların, en
zor ve umutsuz durumlarda tutunmaya çalıştığın o eli sana uzatabilecek yoğunlukta
insanlar olabileceğini önermektir. Yoksa, amacım Stoacı varoluş yoğunluğunu
anlatmak değil. Olsa olsa Aurelius’un etkisinin beni götürdüğü yere kadar girmeyi
denemekten ibaret. Zaten bunu anlatabilecek ne zamanım, ne kaygım, ne de
donanımım var. Nereden bakarsam bakayım, bütün bunlar benim için yeni şeyler.
Bana öyle geliyor ki Stocacılık kendini durmadan çağlar boyunca yeniden tanımladığı
ve taşan bir anlamı olduğu için hiçbir zaman olgusal olarak kafamdaki düşünceyle
örtüşmeyecektir. Bu yüzden ne kadar az bilsem de, Antik Yunanca ve felsefe disiplini
çıkışlı olmasam da, samimi bir ilgiyle Stocılar hakkında daha çok okuyor ve sürmekte
olan deneyimlerime dönüp bakıyorum.
Stoacılık işimize nasıl yarayacak (burada faydacı veya işlevsel bir derdim yok), onu
nasıl alımlayacaksınız tam olarak bilemiyorum. Ama aşağı yukarı Stoacı duruşun ne
hakkında olduğuna dair temel işaretlerin geçebileceği bazı geçişken çatlaklara işaret
edeceğim. Alberto Manguel’in deyişiyle, Stoa metafiziğini hatmederek “bu
ölümsüzlüğünü paylaşıp” aracılık görevi yapmak. Çünkü, sizin de bildiğiniz gibi,
metinler, özgün bir tarihsel çerçevede üretilir, ama farklı durumlarda, hatta bazen hoş
tarihsel sapmalarla tüketilirler. Yani bir şekilde, bu tarz stoik düşüncenin dallanıp
budaklanarak kendini açığa vurması, zaman ve kültürel iklimin de uygun bir zemin
hazırlamasını şart koşuyor. Buraya kadar olanlar kısmen benden de kaynaklanan
sorunlar. Bir de benim istencimden bağımsız direşken sorunlar var: Bugün
okuduğumuz Antik Yunan ve Roma felsefesi metinlerinin doğası olabildiğince
sorunlu ve güvenilmezliğiyle ünlü. Zamanın dalgalarına karşı bu dönemlerden
korunarak günümüze gelen filozofların derli toplu ve tastamam eserlerinin sayısı iki
elin parmaklarını geçmez. Levent Kavas’ın aktardığı şekilde, zaman, tarih, unutuş,
Marx’ın deyişiyle, “farelerin kemirici eleştirisi” gibi etmenlerle birlikte eski çağlarda
yaşamış düşünürlerin yazdıklarının büyükçe bir bölümü yitip gitmiş. M.Ö. 600 ve
M.Ss 600 yılları arasında bütün eserlerine sahip olduğumuz topu topu sekiz kişi var.
Üstelik bugün Stoa kaynakları mevzu bahis olduğu zaman, Marcus Aurelius
külliyatının bozulmadan, bir arada durması bir şans addedilse de, mevcut metinlerinin
bütünlüğü şüpheli. Diğer stoacı düşünür ve yazarların birçoğundan bugün elimize
geçense kırık dökük parçalar. Bir diğer sorunsa, ki daha az önemsiz bir sorun değil,
eski filozofların kimi eserlerinin henüz arkeologlar veya eski el yazılarını okuyan
paleograflarca yeni yeni keşfedilmesi.
Günümüzde okuduğumuz toplu felsefe yapıtları aslında genel olarak 19. yüzyıl
araştırmacılığının mirasıdır. Eskiden bir araştırmacı varoluş sebebi olarak gördüğü bir
filozofun eserlerini derleyip olasılıklar matrisinde toparlayabilme beklentisi içinde
dünyayı dolaşır, ömrünü bu uğraşa adardı. Tek yapabileceğimiz, 19. yüzyılda canını
dişine takıp raslantılardan istifade ederek parçaları azar azar bir araya getirenlerin
yolculuğuna dudak bükmemek. Aslında söylemek istediğim şey, yaptığı işi yaşardı.
Böylesi hayat boyu mücadeleden artık sermayeye gömülmüş zamanlarımızda söz
etmek mümkün değil. Nereden bakarsanız bakın, elimizdeki örselenmiş belleği
aslında geleceğe taşıyıp ayakta tutan topu topu birkaç adam. Bu kopuşa yol açansa,
tekno-kapitalist pedagojinin araçsallaştırıldığı kültür endüstrisisi parametreleridir.
Stoacıların mantık bilimine – ki bugün büyük ölçüde bu külliyattan da yoksunuz nicelik olarak koydukları hayati katkılar azımsanamaz. Yoksa neden Stoacı Zenon’un
yazmalarını günışığına kavuşturmak uğruna hayatlarını adayanların çabaları, faşizme
bütçe ayıran üniversite CV’leri için fetişistçe aciliyetini sürdüren yayımlanmış
“makale”den daha önemli olsun ki?
Aydınlanma düşüncesini izleyen dönemlerde aklın pek de o kadar akla yatkın bir akıl
olmadığı yönünde haklı eleştiri getirenler olsa da, en yalın ve sıkıcı anla(tı)mıyla,
Stoik etik olanağı, bu yoldan gitmeye kararlı olanlara doğayla (yani akla) barışık bir
bilinçte hareket etmeleri yolunda. Stoa öğretisinin temellerinde dayandığı bu görüşün
sarıldığı alçakgönüllülük ve sevecenlik ilk anda kendini doğanın buyurgan dilini
yerine getiren bir organ gibi duyurmaktır. Ancak, Stoacıların tarafsız-ilgisiz, kibar,
çıkarsız ve sakin-soğukkanlı hayat gerçekleştirme kipi, aslında onlara atfedilen o her
şeyi mutlak çileciliğe indirgemiş, dünyadan elini eteğini çekmiş, ilişkilerini sefil
hayatlarına sıkıştıran popüler Stoacı tipolojisinden çok uzak. Bir başka sebepse Stoacı
bireşim kozmopolit doğası ve sosyal olmayı öngörmesi. Aurelius’un örnek aldığı
Stoacı Epiktetos’a kulak verirsek “Dünya dostlarla doludur.” (144) Marcus Aurelius
denen adamsa, tüm bunların yanında gayet iyi biliyordu ki, dünya vatandaşlığını esas
alan Stoacı ilkeler, yani bugünün gündelik hayat pratiklerine tercüme edersek, hizmet
etmenin olanaksız olduğu bu sistemdeki dogma, hegemonya, kâr, karanlık güçler,
yalanlar, yozlaşma, ırkçılık, iktidar, sömürü, baskı, açgözlülük, korku ve nefret, para,
bayağılık, zulüm, seksizm, şehvet, sınıf, havlu atma, bir torba şikayetin ardından
gelen populist pasif sızlanmaya zerre kadar itibar etmezdi.4 Olgun Stoacı dinginliğin,
Gombrich’in tabiriyle, “aklın sessiz zaferinin” değişken özünde (tabii bir özü varsa)
yatanlardan biri budur.
Stoacılığı benim gözümde bu kadar değerli yapan, tarihte çok dik kafalı, bildiğini
okuyan Stoacıların eksik olmaması. Bu küçük ve büyük ölçekli iktidar mücadelerinde
yıkım sonrası toparlanma erdemi açısından kullanışlı bir felsefe olmasıdır. Cioran
farklı bir anlamda Macbeth’ten bahsederken “bir cinayet Stoacısı, eli hançerli bir
Marcus Aurelius” der. İmparator Nero karakterinde birisinin yardımcılığını yapan
Seneca, Sezar’ı düzenledikleri suikastte hançerleyerek öldüren Utica’lı Cato’yla
Brütüs’ün Stoacılar olduklarını yazar. Talal Asad’ın ele aldığı şekliyle, Stoaclık söz
konusuysa eğer, ıstırabı yaşamın silinmez bir parçası sayıp olanca özcülüğüyle
bırakılmışlık haletiruhiyesiyle kabul etmek– ve çeke çeke bize acı bırakmamış eski
nesilin yaşamı değiştirmekten ziyade buna uyum gösterme nasihatleri – yanlış
olabilir. Bence, bunun tersini iddia eden birisinin kendini yaşama bağladığı bağ erdem
değil, isyankâr bir mazoşizmdir.5 Aurelius açısından öfke de, acı gibi güçsüzlük
“Pax Romana”nın emperyal boyunduruğuna yöneltilen, haksız olmayan, eleştirileri de görebilirsiniz.
İlginçtir, sabırsız vur-devir minvalinde Markist söylemleriyle tanınan Pasolini, meydan okuduğu
kapitalizme karşı strateji üretirken, vermiş olduğu söyleşilerden birinde, günümüz tüketici toplumu
bireyine reva gördüğü tutumun yeni agresif bir rol biçip itaatkâr jestler meşrebinden yaşlı bir
köylüymüşçesine kaderini Stoikçe kanıksamanın artık günümüzde işe yaradığına hararetle itiraz etse
de, öte yandan Jean Baudrillard çıkıp da kapitalizm karşıtı düzlemde şu eleştirel öneriyi uygun
görecekti: “Eğer dünya ölümlüyse, biz daha fani olalım. Bizler de Stoik olalım: Eğer dünya ilgisizse,
biz daha da ilgisiz olalım. Dünyayı fethetip en azından onunkine denk bir ilgisizlikle dünyayı baştan
çıkaralım.” (2001: 79)
4
5
belirtisidir, çünkü bunlara yenik düşen yaralanır ve düşmana teslim olur.
Stoacılığın en yatıştırıcı yanı, Asad’ın deyişiyle varoluş modunun ender kişilere açık,
içrek bir hayat tarzı ve değerler sistemi olmasıdır belki de. Biraz yakından
bakıldığında, soylu amaç, kelime ve düşüncelere gömülülüğü gözden kaçmaz.
(Eleştirel-modernizmin cesaret ve kahramanlık anlatılara ne kadar ters baktığının
farkındayım) Gerçi, Talal Asad’ın burada bağlamladığı üzere, “bir kere Stoacılık
kitlelerden ziyade, elitler için tasarlanmış bir etikti. Bu şekliyle, çürümüş kamusal
yaşamdan el etek çekmeyi ve toplumsal koşullara dikkat göstermemeyi teşvik ediyor”
olsa da6, Alasadir MacIntyre’ın Stoacı etosun kamusal tarafını örneklediğine parmak
basması, (bugün teklif ettikleri her şey felaketle sonuçlanan yoz siyasilere kıyasla)
Aurelius’un bir önderin alçakgönüllülük ve asaletle kamusal dersler vermesi,
yukarıdaki iddiayı destekleyecek kuvvetli bağlamsal delillere dair ipuçları
edinmemize yardım edebilir.
Her ne kadar, Antik Yunanlıların madde tasarımları bizimkinden kategorik fark
gösterse de, ilk Stoacıların Antik Yunan’ın tarihsel doğasında nasıl yaşanacağını
nispeten maddi ve anlaşılır bir zemin üzerinden ele almaları belki de günümüz
şartlarında devam edebilmemizi sağlayacak bir ihtimal olarak anımsanmaya değer.7
Bertrand Russell, bir deniz kazasının aksi erdemi vesilesiyle Yunanistan’daki
Kiniklerle tanışıp aralarına karışan Kıbrıslı Zenon’un kurucusu olduğu Stoa akımının
duygusal anlamda nispi dar görüşlülüğüne dair dikkatimizi çekse de özlü bir şekilde
devam eder: “Zeno bir materyalistti”. Günümüzün hızlı ve yıkıcı panik krizlerindeki
çelişkilere karşı verilen direniş materyalist bir akışkanlığı en çok da destekleyen
nesneler veya olgular silsilesi değil midir?
Marcus Aurelius’un Düşünceler adlı eserinde (ki genelde üzerinde uzlaşılmış yanlış
çeviridir) onun kendi iç(ine) bakış yolculuğuna (Latincesi kendi içine bakmak
anlamına gelen “Te is auton ki. Zaten kitabı Kendi İçime Bakışlar başlığıya tercih
edenler de var, ki doğrusu da buymuş) ilişkin beni en fazla çarpan aslında ne onun
yüksek sorumluluğunu kavramış bir insan olması ne de esaslı bir Stoacı filozof olarak
6
Gerçi, Stoa doktrininin hükümdarlar arasında da taraftar bulup uygulanması iddiası burada dikkati
çekebilir. Unutulmamalıdır ki, Sloterdijk’te “konforlu” olanın felsefesidir Stoacılık, Gilbert Murray’a
göre İskender’in, Fordyce’e bakılacak olursa, Marcus Antoninus’un ağır basan Stoacı yanlarının
farkına varmamıza yol açacak şekiklde okunabilir.
7 Zamanla bu materyalist etkileri uçup kayboldu.
addedilmesi: Birkaç satır karalayarak ona duyduğum gönül borcumu dilimin
yettiğince paylaşmaya çalışmam tamamen ayrı sebepten kaynaklanıyor. Demek
istediğim, ondaki erdemle cesaretin birbirlerini karşılıklı olarak şekillendirdiği bir
sürekli bir değişimdir ki (az sonra yeniden döneceğim gibi) önümüze yeni bir
deneyim olanağı dünyası açma ihtimali göz ardı edilemez. Bununla birlikte, bir şey
var ki, Aurelius’un Düşünceler’indeki satıraralarından yapacağım ufak bir iki alıntı,
onun stoizminin Deleuze ve Guattari’deki oluşların eşiğinde çoklu akışlarına,
Sartre’ın o sabit olmayan akışkan özüne, Buddha, Nagarjuna’ya, Aziz Augustinus
(Tanrı ne geçmişte ne de gelecektedir), Boethus (Nunc Stanz), Eliade (tarihi
reddettiğimiz ve sonsuz veya zamansız o cennet ve şimdiki zaman) ve
Wittgenstein’da (şimdiki zaman ve onun sonsuzluğunda hasıl olan dil oyunları) yer
eden “sonsuz şimdi”nin dilsel ve olgusal varyasyonlarına yabancı olmayanların
ilgisini çekebilir. Hatta daha da ileri gidip Derrida’nın mevcudiyet metafiziğine
meydan okuyan zaman-mekansal “şimdiki an sonsuzluğu” (mesela kelimeler ve
zamanın değişip ertelenmesi- başka-farklı bir kelime ve farklı bir zamanın durağan
oluşu mümkün kılmaması ve anlamın devam eden bir zamanda hareket edip
farklılaşması; zira burada yokluk – çatlak- mevcut olandan daha önemli) ile bir kıyas
ihtimalini ilginç kılması belki de Aurelius’u değerli ve geçerli kılan yönlerinden
biridir. Bu yordamda görüldüğünde, Aurelius’un zihni bizi şaşırtmaya devam ediyor:
İnsan ömrü bir an sürer,
özümüz artsız aralıksız bir akış,
tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı,
ruhumuz bir kargaşa,
yazgımız öngörülmez,
ünümüz güvenilmezdir.
Tek sözcükle,
bedenimize ait olan her şey akan bir ırmaktır,
ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır;
yaşamımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur,
ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur.
Bizi koruyacak ne kalıyor geriye?
Tek, biricik şey, felsefe.
(II. Kitap, 45)
Anlam aramanın işe yaramaz bir obsesif çaba olduğunu, belki de hortlaklarının
yakamızı bırakmadığı belleğin ve en azından konjonktürel umutsuzluğumuzun
(akışkan bir dili varsayarsak) dilsel (ve etkileşimli olarak olgusal ve düşünsel) bir
yanılsama olabileceğini yukarıda alıntılanmış Romalılar ve Cermenler’in ölümcül
gerilimdeki savaş atmosferinde yazılan kısım fazlasıyla duyumsatır. Şu sebepten ki
Aurelius Düşüncelerde sık sık sürekli bir başkalık, farklılık ve ötekilik durumlarında
var olduğumuzu dile getirir. Şimdiki anın bir yokluk üzerinde olması, aktif bir
direnişin ihtiyaç duyduğu umulmadık, akla hayale gelmeyen ve davetsiz bir gelecek
etkeninden başka bir şey değildir. Kısacası, “Bütün bir şimdiki zaman, sonsuzluğun
bir anıdır. Her şey küçük, değişken, bir şimşek çakımında yitip gidiyor” diyen
Aurelius’ta yaşadığımız zaman ve mekanda eşyanın, benliğin vs. kendisiyle özdeş
olmasına izin vermeyen sürekli bir değişme ve erteleme hali, umut ve olanak kadar
umutsuzluk bir eşiği de olabilir. (Aurelius, 2006: 89) Aurelius için “olaylardan oluşan
bir ırmak, coşkun bir sel gibidir zaman; çünkü her şey görüş alanımızda belirir
belirmez, sürüklenir gider, sonra bir başkası alır yerini, o da sürüklenir gider.”
(Aurelius, 2006: 66) Ve ilerleyen sayfalarda şöyle der: “değişkeleri sonsuzdur (…)
elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile. Geçmişin ve geleceğin,
içinde her şeyin yok olup gittiği sınırsız bir uçurumunu düşün (…) Doğmakta olan
şeyin bir parçası şimdiden ölüyor … ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli
olarak yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu
yenilemesi gibi. (Aurelius, 2006: 78-85)
Yine de, Ulus Baker’in deyişiyle Stoacı dünya görüşünün bilinçte nasıl zühur edeceği
kişinin kendisine kalmış: "Orada artık her şey biter": Ya Foucault gibi "gülmeye
başlarsınız" gülme üretimdir çünkü), ya da bir Stoacı gibi sessizce "ölüme geçersiniz."
Soru artık şu bile olabilir: Kendi ölümünü nasıl üretirsin? Öte yandan, insanlığa geniş
bir prizma süzgecinden bakıldığında şimdiyi ve geleceği yaşanır kılan aklın güçler her
zamankinden çok törpülenip körelmeye doğru yol alıyor. Belki de bugün, sırf benzer
sebeplerden Derrida’da sürdürülen aciliyetin etikle bir iletişim ve ilişkiye girmesi
manidardır. İşte bu hayâl kırıklıklarından dolayı olur da kurtuluşu yürekteki boşluğun
cehenneminde el yordamıyla ararsanız sizi oradan çekip çıkaracak çok yüksek bir
insani yaşam cesareti ve doğası görüşüne sahip birisi de Marcus Aurelius’tur. Başka
bir deyişle, Marcus Aurelius’a kulak vermeyi denemekle bir şey kaybetmeyiz.
Yakamıza yapışan şansızlıklar silsilesi yüzünden umudunuz kırılıp ara ara canın
yandığında, umutsuzluk pamuk ipliğine bağlı iradenin son duvarlarına gelip
dayandığında, karşısına dikilip yüzleşeceğin korkular suratımıza tutulan bir ayna gibi
sırıttığında, umarım Aurelius hep bir nabız atışı veya birkaç harf uzağınızda durur.
Eğer Aurelius’un bize sorgulamayı öğrettiği üzere yaşadığımız dünya gerçekten de
sonu gelmez kötülükler altında ezilmeye yazgılı değilse, içleracısı rezil sızlanmalar
yerine, “başaramayacağını sandığın şeyleri de yap.”
Kaynakça
Asad, Talal. Sekülerliğin Biçimleri: Hristiyanlık, İslamiyet ve Modernlik. Çev. F.B. Aydar. İstanbul: Metis, 2007, 107.
Aurelius, Marcus. Düşünceler. Çev. Ş. Karadeniz. İstanbul: YKY, 2006.
Aurelius, Marcus. Meditations. Trans. A.S.L. Farquharson. London: Everyman, 1992.
Baker, Ulus. Dostoyevski ve Tarkovski. Alındığı tarih, 5 2007, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,215,0,0,1,0
Bachmann, Gideon. “Pasolini Source, Pasolini on de Sade: An Interview during the Filming of "The 120 Days of Sodom”
İçerisinde Film Quarterly, 29: 2 (1975-1976, Winter,): 39-45, 41.
Baudrillard, Jean. “Why Theory?” İçerisinde Hatred of Capitalism. Der. Chris Kraus ve Sylvére Lotringer. Massachusetts:
Semiotext(e), 2001.
Buzzati, Dino. Tatar Çölü. Çev. N. Önol. İstanbul: Varlık Yayınları. 1968 Mayıs, 206.
Cioran, Emile. Burukluk. Çev. H. Bayrı. İstanbul: Metis, 2000, 13.
Derrida, Jacques. “Ethics and Politics Today” in Negotiations: Interventions and Interviews 1971-2001 Ed. Ve Çev. Elizabeth
Rottenberg. 295-314. Stanford: Stanford: Stanford University Press, 2002.
Eliade, M. Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi II. Trans. A. Berktay. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2003, 181.
Epiktetos. Düşünceler ve Sohbetler. Çev. Cemal Süer. İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2010.
Fordyce, David. The Elements of Moral Philosophy. Indianapolis: Liberty Fund, 2003.
Gökberk,
M.
Felsefe
Tarihi.
İstanbul:
Remzi
Kitabevi,
2002,
110.
Kavas,
Levent.
Açtırma
kutuyu.
http://www.havadiskibris.com/yazi/1119/actirma-kutuyu.html
MacIntyre, Alasdair. After Virtue: A Study in Moral Theory. Notre Dame & Indiana: University of Notre Dame Press, 1984,
233-4.
MacIntyre, Alasdair. A Short History of Ethics. London, Routledge, 2004, 104.
Russell, B. History of Western Philosophy. London: Routledge, 2007, 241.
Sloterdijk, Peter. Critique of Cynical Reason. Trans. M. Elred. London: Verso, 1988.
YAġASIN KARANLIK
JEREMY UTKU RIFAT
‘’Panik‟‟in köken olarak, Pan‟ın korkunç çığlığının insanlar üzerinde yarattığı
korkudan ötürü „‟panik‟‟ kelimesine dönüĢtüğü söylenir. Thomas Hobbes;
Leviathan‟da korkularımız ve tahayyülümüzde yaratmıĢ olduğumuz imgeler
sayesinde hurafeleri veya karanlıkta göremeyeceğimiz varlıkları, zihnimizde
canlandırdığımızı söylüyor. Peki, karanlık bizler için ne ifade ediyor? Gonzo
Corpus‟ın bu sayıdaki sloganlarından ve bence hayattaki tek gerçek olan „‟her Ģey
karanlıktan gelir ve karanlığa döner‟‟ özellikle eski dönemlerde dünyanın gidiĢatında
önemli rol oynamıĢ olan, bir zamanlar anaerkil toplumun göz bebeği kadınlar için ne
ifade ediyor? Kadınlar, erkek egemen toplum, dogmatik dini yapılar sayesinde
güçsüzleĢtirilmeye mi çalıĢıldı? Bir zamanlar yönetici konumundaki kadınlar, Ģu anda
karanlıktan bile korkar hale nasıl gelebildiler? Karanlığın; acı, ölüm ve yalnızlık gibi,
hayattaki salt doğrulardan biri olduğu kesin.
Yasak meyve hikayesinden itibaren, bizlere Ģeytanın karanlığın simgesi olduğu
öğretildi. Lucifer‟den, ıĢığın ve bilginin; daha doğrusu entelektüel anlamda
aydınlanmanın iĢareti olarak bahsediliyor olsa da, tek tanrılı monoteist dinlerde bize
karanlığın, kötülüğün karĢılığı olarak gösteriliyor... Karanlık kötü olan mıdır
gerçekten; karanlıktan niçin korkarız? “Karanlık sizin için nedir?” diye sorduğum
birçok kiĢiden, “yalnızlıktır” cevabını aldım... Yalnızlık ve karanlık, çağımızın en
büyük korkusu olsa gerek. Yüzyıllar önce mum ıĢığında, televizyon, internet ve radyo
olmadan, kendi kiĢisel geliĢimine, okuyarak ve düĢünerek fayda sağlayan insanoğlu,
geliĢen teknoloji ile birlikte niçin karanlıktan korkar hale geldi?
Cevabı basit, ama gerçek; insanoğlu, artık kendi kendine yetemiyor ve bazı Ģeylere
ihtiyaç duyuyor; artan nüfus ile birlikte sıradan insanların sayıca artmasından, neospiritüel akımlara da rağmen, farkında olan insan sayısı oldukça azaldı. Ġçsel olana
değil de, maddi ve çıkarları üzerine hareket eden bir topluma geçiĢ yaptığımız Ģu
günlerde, farkında olan insanların da olmasına rağmen, yeni korkuları ve nedensiz
boĢluk sorununu halledemiyoruz... Hiçlikten çok, amacı olmayan ve neye hizmet
ettiğini bile bilmeyen bir insan kalabalığıyla boğuĢuyoruz. Verilen bazı radikal
kararlara rağmen; insanoğlu, geliĢimini yavaĢ bir Ģekilde sürdürüyor. Hızlı geliĢen bu
teknoloji çağında, dertlerimiz sadece konforlu bir yaĢamdan öteye gidemiyor.
Duygular ya da düĢünce yapılarımız elbette değiĢmekte. Algılarımızda büyük bir
problem yaĢıyor ve geçmiĢe takılı ya da geleceğe aĢırı bağımlı hale gelip, içinden
çıkılmayacak bir karanlığa atıyoruz kendimizi. Benim için karanlığın anlamı bu değil;
ne olduğunu bilmediğim karanlık ve içinden çıkılmayacak bir kuyuya atıp, çaresizce
beklemek kesinlikle değil.
Karanlık; ıĢığı aramak; farkında olmak, bilgiyi aramak, neden/sebep iliĢkisini
araĢtırmaktır. Entelektüel bir sorgulayıĢ biçimidir; yalnızlıktır, çıkmaz bir sokak da
değil,
tam
aksine
bize
yol
gösterenin
ta
kendisidir.
DüĢünmeden,
var
olunamayacağına göre, öleceğini bile son anlarına kadar bilemeyen güzelim
hayvanlardan tek farkımızın „‟düĢünce‟‟ olduğunu varsayarsak; yalnızlık, karanlık ve
ölüm üçlemesi aslında bize güç vermelidir.
Büyük karteller, kapitalizmin vahĢi yapısı, devletlerin savaĢ ve silah çığırtkanlığı,
yazılı bir eser bırakmak veya kendine ait ufacık bir düĢünce yerine, kendini ve ailesini
zora sokaraktan, beton yığını saçmalıklara yıllarca bel bağlayan insanların dönemine
Ģahitlik ediyoruz biz...
Suçlu yaratmak her zaman iĢin kolayına kaçmaktır; Ģeytana atarız suçu, olur biter.
Ġnsanoğlunu da, kendisini baĢından beri, karanlığa sürükleyen günahkar melek
„‟ġeytan‟‟ misali... Tanrının veya Ģeytanın cezasını çekiyoruz denir ya, sonuçta
gerçekten bu böyle midir? Geceleri suçlular ve kötüler ortaya çıkar; iyi olanlar ise,
geceleri uyur ve mutlu/kandırılmıĢ hayatlarına devam ederler. Karanlık bu kadar kötü
müdür; yalnız kalmak bize neden bu kadar acı verir? DüĢünsel açıdan hiçbir yararı
yok mudur?
Karanlık, insanı besler. Karanlık; acı, ölüm ve yalnızlığı çağrıĢtırdığı için, entelektüel
üretimin artmasını sağlar; en önemlisi düĢüncelerimizi açar ve üretmemize neden
olur. Karanlıktan ıĢık doğar ve yine batar. GüneĢin değerini anmıĢ oluruz bu sayede.
BaĢka var olabilecek güneĢleri düĢünürüz; çaresizliğimizi alırız bir yerde. Geldğimiz
yerin karanlık olduğunu hatırlatır, „‟carpe diem‟‟mantığını güzelce uygulamamızı
sağlar bizlere... Sinirlendirir, entelektüel kibirimizi arttırır. En güzel bestelerin, en
güzel resimlerin, en güzel yazıların yazılmasını sağlar. Bize hiçliği hatırlatır; ıĢığın
önemini vurgular, benim saçmalama özelliğimi de destekler.
YaĢasın karanlık, yaĢasın boĢluk ve yaĢasın hiçlik...
Müzikle bağlantısına gelirsek; müzik ve sanat iç içe geçmiĢ kavramlar olduklarından,
karanlık ve müzik birbirinden beslenmiĢ düĢüncelerdir. Sonuçta ölümden, ayinlerden,
acıdan, ölümden, bir nevi can sıkıntısından ve karanlıktan doğan bir sanat dalıdır
müzik... Oldukça eski bir oluĢum olduğundan, karanlık yapıyla da birçok ortak
noktası bulunmaktadır. Karanlığın bize armağan ettiği en önemli müzik türlerinden
ise günümüzde: doom, sludge, drone, gothic, ve özellikle black metali ilk sıralara
ekleyebiliriz. ġeytan ve Ģeytanı yücelten black metal grupları olduğu gibi, neo-pagan
veya nsbm(national socialist black metal) gruplar da mevcuttur. Karanlıktan beslenen
birçok müzik dalı olduğu için, bu türler genellikle yeraltına indirgenmiĢtir. Aksilik
çıkmadığı takdirde, birkaç ay içerisinde „‟Kült NeĢiriyat‟‟ ve „‟Gonzo Corpus‟‟ ekibi
olarak, bu ve bunun gibi müzik türleriyle ilgili bazı eserler paylaĢmayı düĢünüyoruz.
Sen istesen bile ben aydınlıktan bakamazdım;
Ben, karanlığın ve hiçliğin çocuğuyum,
Yarasa, en sevdiğim hayvan, karanlık ise bir yaĢam biçimim haline gelmiĢ...
Beni değiĢtirmeye çalıĢma, ben annemi, babamı reddettim;
Senin günahların, benim sevaplarım olmuĢ bu dünyada,
Sen aydınlıkta, ben karanlıkta bir bilinmeyendeyim;
Beni anlamaya bile çalıĢma, anlayamazsın,
Beni, ben bile anlayamıyorken.
Ben karanlık rüzgarıma çekilmiĢ bekliyorken,
sen ise, sınırsız bir heyecan peĢindesin,
Derler ki; sen bir boĢluk,
o zaman ben de sana boĢluk nedir, sen ne yapıyorsun diye sorarırım
Nihiliizmi, sadece bir hiçten sanırsın
Ben sana karanlıktan ve yalnızlıktan bahsedince de, susar kalırsın...
Bir hiç için, karanlıkta içtim seni
Sen karanlıkta kaldım diye eleĢtirdin beni
Karanlık bir seçimdir,
Esirgeme, ey benden düĢüncelerini
Yalnız kaldım, karanlıktayım merak etme beni,
senin gibi aciz değilim, eyleme beni
Ben karanlıktan beslenirim,
Korkutma, korkmam ben yüce karanlıktan
Hiçliktir benim benim nehrimi sulayan,
karanlıktır bana meyvesini veren, yüce güç....
,
Ġnansam da, inanmam
Gücensen de gücenmem,
ĠĢte benim, benim karanlıktan aldığım yegane güçtür;
Döndür, Ģimdi döndürebiliyorsan...
YaĢasın karanlık!
Kutsal Yol Gazabı
Arzu REĠS
Kaygan ve dar bir yol. En güney noktadan baĢlayıp hafifçe kuzeye doğru bir akıĢ.
Üzerinde haritalar olan duvarlar var. Haritalardaki çizimler görünmüyor. Haritanın
görünmesini din kuralları, önyargılar, örf ve adetler engelliyor. Halbuki, bu yol
yaĢamın bir parçası. Var olabilmenin, en tatlı güzelliklerinden biri. Engeller
dolayısıyla var olabilmek daha sapkın ve daha karmaĢık bir Ģekilde süregeliyor. Din
bu sapkınlıkların tetiklenmesindeki en belirgin sebeplerden biri. Din bahanesiyle
cinsellik, cinsel istek ve haz, örtbas edilip günahlaĢtırılıyor. Cinsel iliĢkiler yasaklanıp
tabu haline getiriliyor. Böylece insanlık, ne cinselliğini biliyor, ne de cinsel iliĢkiyi
sağlıklı bir biçimde tecrübe edebiliyor. Ancak tarihe bakıldığı zaman, cinsellik
ayinlerin önemli bir parçası olmuĢ ancak ilerleyen zamanlarda Hristiyanlık, Yahudilik
ve Ġslamın götürüleriyle bireyler tek eĢliliğe yönlendirilmiĢ. Sevgi varsa cinsellik
olmalıdır veya sevgi olmadan var olan cinsellik değersizdir, günahtır.
“Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiĢ, onların bıraktıkları boĢlukta
"herkes gibi" olan "alçaklar" kaynaĢmaya baĢlamıĢlardır.” (Baker, U.) Bu alçaklar
herkes gibidirler ve herkes gibi olmayanlar alçak olmamalarının bedelini ağır bir
biçimde ödemek zorundadırlar. Bu noktada „günahkarlık‟ ortaya atılır ve herkes gibi
olmayanların faaliyetleri, yaĢam biçimleriyle günahkar ilan edilirler. “Alçakların”
temelde ilgilendikleri “güney kutup” noktası
masumiyetini koruduğu müddetçe
sahibi kabul görür. Ancak aksi olduğu durumda hain ve günahkar ilan edilir ki bu ilan
sadece kendini bilmez hadsiz toplumun bir yakıĢtırmasıdır. Alçaklar, içinde
bulundukları bastırılmıĢlığın verdiği sıkıntı ve huzursuzluğun giderilmesi için baĢka
insanların üzerine yürümekte, onlar gibi olmayanları ezmeyi kendilerine bir ilke
edinmektedirler. Kurdukları düzenin süregelmesi adına herĢeyi yapabilecek olan bu
“alçaklar” temelde yaĢadıkları kıskançlık ve ardından gelen öfkenin kurbanıdırlar. Bu
kıskançlık alt egonun bir ürünü olarak sürekli içerden onları dürtmekle kalmaz, çeĢitli
tepkilerle „günahkarları‟ rahatsız etmelerine sebep olur. Bu “alçaklar” sürekli olarak
„günahkarlara‟ nasıl iyi birer vatandaĢ, nasıl iyi bir anne, koca olacaklarını anlatıp
dururlar. „Günahkarlar‟ ancak ve ancak
“alçaklara” uyum sağladıkları zaman,
sıradanlaĢtıkları zaman cennetin ferahlığıyla karĢılaĢırlar.
Bakıldığı zaman cinsellik iki veya daha fazla farklı bedenin iç içe geçerek, salgılarını
paylaĢmaktan haz aldığı bir oyundan farksızdır. Bu oyunun kuralları ve zamanı
oyuncular tarafından belirlenir. Ancak bu oyundaki en değerli nokta kazan - kazan
yönteminin olmasıdır. Toplumsal olan bir çok oyundan farklı olarak bu oyunda kazan
- kaybet iliĢkisi yokdur. Oyunun sonunda elde edilecek olan keyif, çift taraflı
paylaĢım odaklı olduğundan iki taraftan da mağdur olan olamaz. Ancak Ģu andaki
durumda kadın erkek iliĢkileri orientalizm konusunun doğu-batı iliĢkilerinden
farksızdır. Batılı ülkeler doğudaki geliĢmemiĢ ve geliĢmekte olan ülkeleri karanlıktan
kurtarmayı, onları aydınlatmayı amaç edinmiĢ ve kendilerini bu ülkelerden üstün
konuma oturtmuĢtur. Buna göre kadın, erkek tarafından toplmsallaĢtırılır, ekonomik
olarak güçlendirilir ve modernleĢtirilir. Ancak hiç bir zaman erkek kadar güçlü
olamaz, olmamalıdır. Buna toplum müsade etmez, çünkü toplumun kontrolü erkeğin
egemenliğindedir ve öyle kalmalıdır. Ancak bu görüĢe zıt olarak Montagu(1965),
doğuda kadının bedenini kapatmasını ve eĢarp kullanmasını kadına verilmiĢ bir
özgürlük olarak varsayar. Kadın bu aksesuar ile özelini saklayabilir ve aynı zamanda
baĢkalarının onu deĢifre etmesini engelleyebilir. Öte yandan Harper (1985), aynı
kadın figürünü kutsal ve erotik olarak tanımlar. Günümüzdeki röntgencilik ve
kameralarla mahreme olan saygısızlık uygulamasının karĢısında bedenin kapanması
bir liberalliktir.
Aynı cinsiyet eĢitsizliği Yeğenoğlu‟nun kitabında da vurguladığı gibi doğu ve batı
ülkeleri arasında da görülmektedir. Özellikle kadınların doğu ülkelerinde kendilerini
görsel olarak da dıĢ dünyaya kapatmaları batılı ülkeler tarafından gizemli ve egzotik
bulunmaktadır. Böylece doğulu kadın, çarĢafla, eĢarpla eĢdeğer tutulmaktadır.
Kadının kullandığı bu aksesuar kadını erkeğin malı yapar ve erkeğin kadın üzerinde
güç uygulayabilmesini sağlar.
Ġnsanların hayatını daha fazla ve daha fazla yönetmeye kendini ĢartlandırmıĢ olan
devletler insanları geliĢtireceği iddiasıyla onlara birtakım baskılar yaparak, onları
geliĢtireceğine dair sözler vererek kurallar koyar. Bu, tıpkı sömürgeci ülkelerin
sömürdükleri topraklara giderek “siz bizden geridesiniz, sizler ilkelsiniz, bu iĢi bize
bırakın biz sizi geliĢtiririz” diyerek onların sahip oldukları maden ve güzellikleri
onları geliĢtirme karĢılığında ele geçirmesinden farksızdır. GeliĢtirecekleri vaadi
verdikleri ülkelerin eğitimini, düzenini, varlık biçimini kendine göre uyarlayan güçler,
asla bu ülkeleri kendilerinin bulunduğu konuma getirmeyi yeğlemezler. Onlar
geridedirler ve geride kalmalıdırlar. Teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel
geliĢmeleri takip edemeyen ülkeler kaybedenler listesinde yerlerini aldıklarından
devletler mümkün olduğunca bu durumdan kaçmaya çalıĢırlar. Buna göre devlet
toplumu iyileĢtirmek, düzeni sağlamak adına, yasa, anayasalar çıkartır, kurallar koyar
ve halkın buna ittat etmediği takdirde yasal veya toplumsal olarak cezalandırılacağını
ilan eder. Bu kuralların en baĢında gelen evlilik kurumu da bazı ülkelerde yasal, bazı
ülkelerde gerçekleĢmemesi halinde toplumsal cezalara sebebiyet verebilecek
kuralların baĢında gelir. Evlilik kurumu temeline bakıldığı zaman, cinselliğin yasal
olarak gerçekleĢmesini, üremeyi garantilemeyi, kadının erkek adıyla var olabilmesini
sağlar. Aslına bakıldığı zaman evlilik kurumu bir kontrat anlaĢmadan farksızdır. Bir
çok ülkede ikili birliktelikler için evlilik zorunlu iken, yine bir çok ülkede bu
zorunluluk daha da ileri giderek sadece bir kadın ile bir erkeğin anlaĢmasından
ibarettir. Bir kadınla bir kadının, bir erkekle bir erkeğin kontrat imzalamasına olanak
tanınmamaktadır.
Toplumsal ayrımcılıkların en baĢında gelen cinsiyet konusu hem homoseksüel hem
heteroseksüel iliĢkileri derin Ģekilde sarsmaktadır. Cinsel iĢlev erkeğin güçlülüğünün
simgesi olarak görülmekte (Erman,2002), cinsel olarak kudretli olan erkek, kendini
daha baĢarılı ve toplum içinde güçlü hissetmektedir. Ancak cinsel olarak aynı
durumda olan, cinsel isteği güçlü, cinsellikte baĢarılı olan kadın, tam tersi biçimde
toplumdan itilmekte ve dıĢlanmaktadır. Özellikle Müslüman toplumların kadını
“namus”laĢtırması, dolayısıyla nesnelleĢtirmesi, kadının cinsel kimliğini ve cinsel
yaĢamını olumsuz olarak etkilemekte, onun erkek üstünden etiketlenmesine sebep
olmaktadır. Erkek üstünden etiketlenen kadın asla kendisi olamaz ancak ve ancak
üstünden bir erkeğin varlığının yerlerde kendini gösterebilmektedir. Kadın namuslu
olabilmek ve nesnesi olduğu erkeği onurlandırabilmek adına vücudunun güneyindeki
karanlık yolu ona saklar ve günü geldiği zaman ona hediye eder. Buna göre, bir
kadının sahibine verebileceği en değerli “Ģey” namusu ve bekaretidir. Erkek o dar ve
kaygan yoldan girip de kuzeye doğru ilerlediği zaman kadın bütün benliğiyle erkeğin
kölesi olur ve ölene kadar böyle kalır. Esas olan budur. Bu sebeple erkek ancak ve
ancak “sonsuza” kadar sahibi olabileceği bir nesneye değer verir, onu korur, evcil bir
hayvan olarak onu besler ve evcil hayvanın namusunu kendi üzerine almıĢ olur.
Namus kavramı özellikle gençlik üzerinde inanılmaz bir baskı yarattığından
cinselliklerini farklı biçimlerde , gizlilikle yaĢamaya itilmektedirler. (Civil, B. 2010)
Evcil bir nesne, bir evcil hayvan olarak kadının toplumsal yeri muhakkak bir erkeğin
yanıdır. Bu erkek önceleri onun “karanlık yol”, dolayısıyla var olmasını sağlayan
babası sonraları da “karanlık yol”, dolayısıyla anne olmasını sağlayan ve üretime
yol/yön veren kocasıdır. “Bakire kız yeni bir aileyi kurumsallaĢlırabilmek için ev
dıĢına çıkar böylelikle de erginleme sürecindeki iĢlevselliğiyle ve genç kızlıktan kadın
olmaya geçiĢ süreciyle kendini farklı kılar”. ( Ölçer,E. 2003) Aslında kadının yeri
kocasının yanı bile değil, bir adım gerisi ve kocasının evidir. Kadının görevi
kocasının bütün ev, bakım, seviĢme ihtiyaçlarını gidermek ve onun üretimine destek
olmaktır. Erkeğin soyunun devamını sürdürmek için çaba sarfetmek kadının en
değerli amacı, en kutsal görevidir. Eğer ki bunu baĢaramazsa kadın artık yeterli bir
kadın değil, hele ki gerekli bir varlık hiç değildir.
Farklı toplumlarda cinsellik farklı biçimlerde algılanmaktadır. Bazıları cinselliği
bastırarak tamamen gençleri bilgisiz bırakır ve evlilik öncesi iliĢkileri yasaklar,
bazıları cinselliği kısıtlayarak evlilik öncesi iliĢkiye bir cinste izin verirken diğer cins
için yasaklar. Öte yandan daha esnek diye tabir edilebilecek kültürlerde, cinsellik gizli
olması koĢuluyla normal karĢılanabilmekte ama sınırlandırılmaktadır. Son iki sınıf ise
cinselliğin
doğal
bir
etkinlik
olduğunun
bilincine
varmıĢ
olan
kültürler
diyebileceğimiz cinselliği destekleyen, gerekli olduğunu savunan ve bunun sağlıklı
bir Ģekilde gerçekleĢtirilmesini öğreten kültürlerdir. Bu toplumlardaki kadınlık ve
erkeklik modelleri de diğerlerinden daha mantıklı bir biçimde tanımlanmıĢtır. (Avcı,
N &Kızılkaya,N. ) Kadınlar bu toplumlarda nesnelleĢmekten ziyade kendi varlığını
özgür iradesiyle sürdürebilen bireylerdir. Erkekler ise kadının sorumluluğunu almak
durumunda kalmayan kendi varlığının yükümlülüğüyle hayatını idame ettiren
bireylerdir. Bireylerin kadın ve erkek olarak toplumsal rollerle sınıflandırılmasından
ziyade özgürlükleri ve kendilerine özgü kiĢilik, karakterleri ön plandadır.
Referanslar:
-Baker, U. (n.d) “Alçaklık ve Ġhanet Kuramı: Borges” . Körotonomedya.
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?index
-Civil, B.& Yıldız, H. (2010) “Erkek Öğrencilerin Cinsel Deneyimleri ve Toplumdaki
Cinsel Tabulara Yönelik GörüĢleri” Dokuz Eylül Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi
-Erman, G. (2002) “Kadına Yönelik Cinsel ġiddet Ġçinde Kadına Yönelik ġiddete karĢılaĢtırmalı hukukun YaklaĢımı. (ss,15-23) Ġstanbul: Ġstanbul Barosu Kadın Hakları
Uygulama Merkezi.
-Harper, M. (1985) “ Recovering the Other; Women and the Orient in Writing of Early Nineteenth Century France” Critical Matrix
-Montagu,L. M. (1965) “The Complete Letters” Oxford: Clarendan Press
-Ölçer, E.(2003) “Türkiye Masallarında Toplumsal Cinsiyet ve Mekan ĠliĢkisi” Ankara ; Bilkent Üniversitesi
-Said, E. (1978) Orientalism. English : Vintage books
-Yegenoglu, M. (1998) Colonial Fantasies. United Kingdom; Cambridge University Press
-Yegenoglu, M (1996) “Cultural Studies in the United States and Multiculturalism” Retrieved from World Wide Web:
http://www.ake.hacettepe.edu.tr/Install/index.php?option=com_content&view=article&id=287&Itemid=74
-Yegenoglu, M. (2011)” Postcolonial Europe Gender, Ethnicity and Migration” Retrieved from World Wide Web:
http://www.genderstudies.nl/athena2/postcolonialeurope/index.php?pageid=36
OKUDUNUZ MU
?
Gonzo Corpus Geniza
Serisinden
Avantgard Reaktörü
Yayınlandı…
Francis Picabia - – Marcel Duchamps
– André Breton – Hugo Ball – Man
Ray – André Malraux – Guy Debord
– Tristan Tzara… Avantgard
Reaktörü, Avantgard sanat
akımlarının öncül isimlerindenin
fragmanlarından, Ģiirlerlerinden ve
metinlerinden oluĢan toplama bir
kitap – müptelasına…
ĠĢkence kurbanlarının evlatları bugünün iyi teröristlerini yarattı.
(…)
Tüm eleĢtiriler suikaste kurban gitmeli.
(…)
Kim bir domatesin üzerinde dörtnala koĢan bir atı kafasında canlandıramıyorsa,
o dangalaktır.
(…)
DADA bakire bir mikroptur
Avantgard Reaktörü’nü Pdf Formatında Ücretsiz Aşağıdaki Linkten
İndirebilirsiniz…
http://gonzocorpus.files.wordpress.com/2012/05/avantgardreaktc3b6rc3bc.pdf
OKUDUNUZ
MU ?
Gonzo Corpus
Geniza Serisinden
Hunter S.
Thompson, Gonzo
Fragmanları
Yayınlandı…
Televizyonculuk hemen her
şeyden daha mide bulandırıcı bir
iştir. Genelde gaddar ve sığ
paranın gazetecilik endüstrisinin
içini oyması gibi algılanır,
içinde hırsızların ve
pezevenklerin cirit attığı plastik
bir koridor, iyi adamların bir hiç
uğruna köpekler gibi öldüğü bir
yer….Hunter S. Thompson
BU KĠTAP, THOMPSON‟UN KĠTAP, MAKALE VE
RÖPORTAJLARINDAN DERLENEN 20 KISA
ALINTIDAN OLUġMAKTADIR…
Gonzo Fragmanları’nı Pdf Formatında Ücretsiz Aşağıdaki Linkten
İndirebilirsiniz…
http://gonzocorpus.files.wordpress.com/2012/04/gonzo-fragmanlarc4b1.pdf
OKUDUNUZ MU ?
Aram Saroyan‟ın Kahve Kahve Kitabı Yayınlandı…
yapı
*
sigara
sigara
sigara
sigara
*
insanlar
insanlar
insanlar
insanlar
*
susamak
Kahve Kahve’yi aşağıdaki linkten Pdf Formatında Ücretsiz İndirebilirsiniz
http://halilduranay.files.wordpress.com/2012/05/aram-saroyan-kahvekahve.pdf
ÖLÜLER ÜNİVERSİTESİ
GONZO CORPUS 1. YIL
ALMANAĞI
2011 – 2012 Seçme Metinler
YAKINDA BASKI FORMATINDA
KÜLT NEŞRİYAT’TA…
http://kultnesriyat.wordpress.com
HALĠL DURANAY
ARINMA: PATAFĠZĠK METĠN
YAKINDA KÜLT NEġRĠYAT‟TA
20. Yüzyıl korku çağıydı, 21. Yüzyılı ise tek
bir kelime tanımlayacak “karanlık”.
“Arınma: Patafizik Metinler” kurgu ve
kurgu-dıĢı metinlerden oluĢan düzensiz bir
kitap; tek derdi ise “her an her Ģey
yazılabilir” olgusunu haklı çıkartmak…
Aforoz edilmiĢ kolonilerin kendi kabul-dıĢı nitelikleri; eĢcinsellerden, gizli cemaatlere
kadar her alan dıĢına sürülmüĢün ya da niteliğinden ötürü alandıĢına gönüllü çıkmıĢ
olanın kendi sınır koyucusudur. Gizli eĢcinsel kulüpler, gizli cemaat tapınakları, 17.yy
sonrası Avrupa‟daki Yahudi gettoları ya da alandıĢına itilmiĢ bir cüzzamlı kolonisi
aynı kurumsallaĢma emarelerini gösterir.***
ĠĢte dedim bu nihilizmin yinelenmesidir.
ĠĢte dedim Ġsa‟dan Sonra Huzursuzluk !
***
YERALTINI GÖRDÜN MÜ ? ORADA BĠR LOKANTADA ÖLÜLER
BĠRBĠRLERĠNĠ YĠYOR.
***
Eskiden kutsal esrimelerin hüküm verdiği suikastler ve tekerklerin cehalet marifetiyle gerçekleĢtirilen toplu katliamların yasını tutardık. ġimdi
politika doğmamıĢ çocukların cesetleri üzerine iktidar kumarı oynuyor…
http://kultnesriyat.wordpress.com/
YAŞASIN BOŞLUK 

Benzer belgeler