2009 Ağustos-Eylül - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2009 Ağustos-Eylül - Mülkiyeliler Birliği
AĞUSTOS-EYLÜL- 2009
SAYI 2009-6
Mülkiyeliler Birliği, 12 Eylül’le kendisi açısından hesaplaşmanın bir adımı olarak
darbe koşulları nedeniyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirememiş “Siyasal”lıları şimdi
kucaklamaktadır. Fakültelerinden koparılan arkadaşlarımızı dönemin “mağduru” değil,
“onur”umuz kabul ediyorz.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ
1
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den...................................................................................................................................................... 3
150. YIL AĞRI DAĞI TIRMANIŞI................................................................................................................. 5
MEKTEB-İ MÜLKIYE İÇIN AĞRI DAĞINA TIRMANDIK........................................................................ 11
GÜLE GÜLE AYDIN AĞABEY...................................................................................................................... 14
AYDIN SEFERBAY........................................................................................................................................ 15
12 EYLÜL HUKUSUZLUĞU SANIK SANDALYESİNDE.......................................................................... 16
USANMADAN USLANMADAN FOTOĞRAF SERGİSİ............................................................................. 18
ANKARA EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ BASIN AÇIKLAMASI..................................................... 20
ONURUNUZ.................................................................................................................................................... 22
MÜLKİYE ONUR YÜRÜYÜŞÜ..................................................................................................................... 23
ONUR ÜYELİĞI TÖRENI ............................................................................................................................. 26
12 EYLÜLÜ LANETLEME MİTİNGİ YAPILDI........................................................................................... 31
şubelerden......................................................................................................................................................... 32
İZMİR ŞUBESİI............................................................................................................................................... 32
İSTANBUL ŞUBESİ........................................................................................................................................ 35
üyelerden........................................................................................................................................................... 36
SIRRI SÜREYYA ÖNDER’LE SİNEMANIN DÜNÜ/BUGÜNÜ ÜZERİNE . ............................................. 36
çeviriler............................................................................................................................................................. 39
HONDURAS’TAKİ DARBECİ KATLİAMCILAR........................................................................................ 39
HONDURAS DENEYİMİ............................................................................................................................... 41
ABD SAVAŞ PLANLARINI LATİN AMERİKA’YA ODAKLAŞTIRIYOR! ............................................... 43
konuk yazarlar................................................................................................................................................... 52
LATİN AMERİKA’DA İNŞA HALİNDE BİR DİNAMİK.............................................................................. 52
EMPERYALİZM VE YENİ DÜNYA DÜZENİ!.............................................................................................. 59
mülkiyeli sanatçılar........................................................................................................................................... 60
ZEYNEP KAVLAK.......................................................................................................................................... 60
HÜMEYRA KUTBAY..................................................................................................................................... 60!
ankara tarihinden............................................................................................................................................... 61
OSMANLILAR DÖNEMNİNDE ANKARA.................................................................................................. 62
hatırlatma defteri............................................................................................................................................... 64
6-7 EYLÜL OLAYLARI
SAVAŞSIZ BİR DÜNYA İÇİN......................................................................................................................... 65
1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ.................................................................................................................. 67
YILMAZ GÜNEY............................................................................................................................................ 68
SALVADOR ALLENDE.................................................................................................................................. 70
VICTOR JARA................................................................................................................................................. 72
mülkiye’den duyurular...................................................................................................................................... 73
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ E-KİTAPLIK (KÜTÜPHANE) OLUŞTURULDU........................................... 74
kitap tanıtımı..................................................................................................................................................... 75
TÜRKİYE KISA İKTİSAT TARİHİ................................................................................................................. 75
ALPASLAN IŞIKLI’YA ARMAĞAN............................................................................................................. 76
E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır.
mülkiye’den
Eylül’de mitinge kadar bir dizi farklı eylem
gerçekleştirildi. Fakat bizim için önemli olan
ve içinde yer aldığımız eylem, 12 Eylül’de Mülkiyeliler Birliği’nden okulumuza kadar yapılan
“Onur Yürüyüşü” oldu. Düzenlenen bu yürüyüş
sonrasında, 12 Eylül ile camiamız ve okulumuz
açısından hesaplaşmanın bir adımı olarak, darbe
koşulları nedeniyle okulumuzu bitirememiş
“Siyasal”lıların “Mülkiyeliler Birliği Onur
Üyeliği”ne kabul törenleri yapıldı.
YENİ BİR SAYIYLA MERHABA
İki aylık bir aradan sonra yine oldukça dolu
bir sayıyla karşınızdayız.
Bültenimize, öncelikle yine, ulaşabildiğimiz
ya da bize ulaştırılan camiamızdan haber, duyuru
ya da etkinlikleri aldık. Bu aydan itibaren tekrar
bir hareketlilik başlayacağı için katkılarınızı
daha fazla bekliyoruz. Elbette katkılarınız bu
bölümle sınırlı kalmasın; bildiğiniz gibi güncel olan ya da olmayan konularla ilgili yazıların
yer aldığı bölümlerimizde, önceliği kendi üyelerimize veriyoruz.
Gündemin diğer bir konusu, Dünya Barış
Günü idi. Belki de içeriği net olarak binmeyen ve söylenmeyen (belki tam program henüz
gelmemiştir) “açılım” mesaileri nedeniyle, bu
barış günü ülkemizde başka bir havada kutlandı.
İkinci Dünya Savaşı diye adlandırılan “İkinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı”, 1 Eylül 1939
günü Nazilerin Polonya’yı işgaliyle başlamıştı.
Ardında 52 milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat
ve yerle bir edilmiş kentler,acı ve gözyaşı bırakarak
Mayıs 1945’de son buldu. İnsanlık tarihinin en
acımasız, en kanlı ve kirli savaşlarından birinin
başladığı gün, yani 1 Eylül, bütün insanlığa
ders olması için BM tarafından “Dünya Barış
Günü” olarak kabul edildi. Fakat akan kan ve
gözyaşı tarihin hiçbir döneminde sona ermediği
gibi, bu savaş sonrasında da dinmedi; 2.Dünya
Savaşı’ndan bu yana meydana gelen 250’den fazla savaşta da toplam 23 milyondan fazla kişi
öldü. Savaşın en büyük mağdurları her zaman
çocuklar oluyor; 1990 yılından bu yana 2 milyondan fazla çocuk savaş ve savaşın yarattığı
şiddet nedeniyle öldürüldü, 4 – 5 milyon çocuk
yaralandı, 12 milyon çocuk evsiz ya da ailesiz
kaldı ve bunların arasında bizim çocuklarımız
da var. Yapılan araştırmalar, tarih boyunca erken
ölümlerin en önemli nedenlerinin salgın bulaşıcı
hastalıklar ve savaş olduğunu ortaya koymuş.
Aslında bu ikisini birbirinden ayrı düşünmek
de imkansızdır. Çünkü hastalıklar, savaş ve
çatışma dönemlerinde inanılmaz artış göstermektedir. Unutmayalım, savaş sadece hedefteki halklara değil, aynı zamanda tüm insanlığa
da uygulanmış bir şiddettir. Bugün yine küresel finans sermayesinin kendi yarattığı ve tüm
dünyayı içine çektiği krizden çıkabilmek için
Hatırlatma Defteri’miz de artık sürekli hale
gelen bölümlerimizden birisi oldu. Bu konuda
da bizlere destek verirseniz daha eksiksiz hale
gelebiliriz.
Gündem başlıklarımıza gelince; bu sayımızda
ana dosyamız elbette 12 Eylül. ABD’de planlanan ve yerli/yabancı işbirlikçileri vasıtasıyla
emir-komuta zinciri içerisinde ve doğrudan
ABD’den gelen emirle uygulamaya sokulan, ülkemizi bütün yaşam alanlarıyla yerle bir edip,
planlı bir şekilde tamamen sermaye endeksli
neoliberal tarzda ve “ABD’ye daha da ılımlı”
şekilde yeniden organize eden “12 Eylül Faşist
Darbesi”nin üzerinden 29 yıl geçti. Fakat yasa ve
kurallarıyla, organ ve örgütlenmeleriyle bugünümüzü belirlemeye devam eden 12 Eylül’le ilgili
hesap halen sorul(a)madı. Bu nedenle 12 Eylül, dünün değil bugünün bir sorunudur. Ülkemizin üzerinden silindir gibi geçen ve ülkemizi
kana boğan süreci farklı yanlarından ele alan
yazıları ve Yönetim Kurulumuzun açıklamasını
bültenimiz içerisinde bulacaksınız. 1 hafta sürecek olan ve içinde Mülkiyeliler Birliği’nin
de yer aldığı “Ankara Emek ve Demokrasi
Güçleri”nin organize ettiği, Faşist Darbenin 29.
Yılı Protesto Etkinlikleri programı, 4 Eylülde
Birliğimizin bahçesinde düzenlenen bir basın
toplantısı ile duyuruldu. Basın toplantısı öncesi
bahçede, kaldırılmadan mutlaka görmemiz gereken “Usanmadan, Uslanmadan” fotoğraf sergisinin açılışı yapıldı. Fotoğraf sergisi Mülkiyeli
sanatçı Mehmet Özer tarafından hazırlandı.12
3
çıkardığı savaşlarla boğuşuyoruz ve daha büyük
savaş tehditleri altında yaşıyoruz. Bu nedenle
bugün her zamankinden daha fazla olmak üzere,
insanlığın acil problemi, adil ve herkes için eşit
şartlarda barıştır.
gili temaslarına devam ederken, Atatürk’ün
Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili
yalan haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00
haberlerinde radyoda yayımlandı. “Atamızın evi
bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan DP
yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi ise, tirajı 20 bin
civarında olduğu halde o güne özel 290.000 adet
basılarak, yeni kurulmuş olan Kıbrıs Türk’tür
Derneği üyelerince bütün İstanbul’da satılmaya/
dağıtılmaya ve halkı bu yalan haber üzerinden azınlıklara karşı galeyana getirmek üzere
kullanılmıştı. İki gün süren İstanbul ve İzmir’deki
gösteriler, Rumlara yönelik bir tahrip, linç ve
yağma hareketine dönüştü. Şişli’de başlayan
saldırılar, büyüyen kalabalıklarla Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na sıçradı, ardından
da gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı
birçok semtte Rumların, Ermeni, Yahudi ve
hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına
saldırılarak yağmaya başlandı. Emniyet’in pasif bir tutum sergilediği bu saldırılarda, yönlendirici durumdaki 20-30 kişilik organize
birlikler sürekli hareket halindeydi. Saldırılarda
aralarında kilise ve havraların da bulunduğu
5.000’den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı.
Farklı etnik grupları barındıran Anadolu’nun
homojen hale getirilmesi, siyasi elit tarafından
ulus-devletin vazgeçilmez şartı olarak görülüyordu. 1950’li yıllarda uygulanan milli politika ve 6-7 Eylül olayları da bu politikaların
devamı olarak değerlendirilmelidir. Bu olaylar
sonrasında hedefe uygun bir göç dalgası başlar
ve birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir
kısmı yok pahasına ya da bedavaya gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir. Büyük tahribata uğrayan birçok dükkan ise hiç açılmamak
üzere kapanır. Türkiye’deki birçok büyük sermaye grubunun ilk sermayelerini nereden ve
nasıl edindiklerine iyi bakmak gerekir.
İnsanlığın kaybettiği en önemli anlardan
birisi, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın
sonlarına doğru 6 ve 9 Ağustos 1945 tarihlerinde HİROŞİMA ve NAGAZAKİ’ye nükleer
bombaların atıldığı anlardır. Yaklaşık yüz bin
insan, gözleri kör eden parlaklıktaki patlamanın
ilk etkisiyle oluşan ve saate 1800 km hızla ilerleyen 300.000 santigrat derece sıcaklığındaki
alev fırtınasında anında yok oldu. Fakat ilk anda
ölenler daha şanslıydı; çünkü patlamalardan
kısa süre sonra başlayan ve şehirlerin üzerine
bir hafta boyunca şiddetli yağmurlarla birlikte
yağan radyoaktif serpintiler, 2 ay içerisinde yüz
binden fazla insanın daha büyük acılarla ölümüne neden olacaktı. Rakamlar tam olarak bilinememekle beraber, ilk beş yıl içinde bombaların
yarattığı tahribat ve sonradan ortaya çıkan
etkiler nedeniyle 250.000 den fazla insanın
hayatını kaybettiği, on binlercesinin de sakat
kaldığı tahmin ediliyor. Daha sonraki dönemde
değişik şekillerde pişmanlığını ifade eden Albert
Einstein başta olmak üzere, birçok ünlü bilim
insanı bu bombaların yapımı ve bitirilmesi için
nasıl ikna edildi; bombaların atılacağı şehirler
nasıl seçildi ve savaş boyunca bu bombalar
atılana kadar buralar neden hiç bombalanmadı;
canlı insanlar üzerinde yapılan bu korkunç deneye hangi caniler nasıl karar verdiler; Japonya
zaten teslim olmaya hazırken, bombalama
süreci neden öne alındı ve daha birçok kritik
soru ayrı ayrı ya da birlikte düzinelerce kitaba
konu oldular. Fakat en önemli nokta, tüm dünya
artık dehşet içerisindeydi, çünkü insanoğlu
artık “gezegeni imha edebilecek teknolojiye”
ulaşmıştı. Birliğimizin Çankaya Belediyesi ile
birlikte 1 Eylül Dünya Barış günü nedeniyle
Konur Sokak’ta düzenlediği “Yeryüzüne Barış
Sözümüz Var” adlı fotoğraf ve şiir sergisi büyük
ilgi gördü. Sergi arkadaşımız Mehmet Özer
tarafından hazırlandı.
Ülkemizde ve tüm dünyada herkesin eşit
şartlarda ve insanca koşullarda, adil ve barış
içinde yaşadığı, sistemin kar hırsı değil insan ihtiyaçları üzerine kurulduğu bir düzenin
gerçeğe dönüşeceği inancıyla hoşçakalın.
Diğer bir gündemimiz ise ülkemizde 6-7 Eylül olayları diye anılan, 1955 yılındaki azınlıklara
yönelik planlı saldırılardı. Dışişleri yetkilileri
Londra’da Kıbrıs Türklerine yapılan baskılarla il-
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle…
A.Raif FALCIOĞLU
4
150. Yıl Ağrı Dağı Tırmanışı
Biz bunları yaşarken keyif aldık. Umarım okurken
aynı keyfi sizler de paylaşırsınız.
Mülkiye’nin 150. Yıl Kutlama Etkinlikleri çerçevesinde programa alınan Ağrı
Dağı tırmanışı faaliyetini 20-25 Temmuz 2009
tarihleri arasında gerçekleştirdik. Faaliyete
İzmir’den Kubilay Saygın Öztürk, Sunay Çatori ve Gönül İlhan, Ankara’dan İsmail Hakkı
Karakelle ve Emrah Denizhan katıldılar. Şimdi ise
evlerimize döndük ve etkinliğe katılan arkadaşlar
adına faaliyet raporunu yazma görevi bana düştü.
Nasıl yazmalı diye epeyce düşündüm açıkçası.
Dağcıların her etkinliklerinden sonra yazdıkları
teknik raporlar gibi resmi ve sade bir dille faaliyet
raporu yazmaktansa, bu sporla ilişkisi olmayan
Mülkiyelilerin de keyifle okuyabilecekleri bir etkinlik hikayesi, bir günce yazmaya karar verdim.
Beşimizin dağ hikayesi aşağıdaki gibi gerçekleşti.
Ağrı Dağı tırmanışı için İzmir ekibi olarak
üç kişi 20 Temmuz Pazartesi sabahı 07:00’de
Ankara’ya uçtuk. Burada hem Van uçağına aktarma aldık hem de Ankara ekibini oluşturan
iki arkadaşımızla buluştuk. 09:00’da Ankara’dan
kalkan Van uçağında Mülkiye Ağrı Tırmanış
Takımı olarak 5 kişi birlikteydik. Heyecanlı ama
keyifliydik. Zaten heyecan olmadan dağ faaliyeti de olmaz. Ben, Sunay, Gönül ve İsmail aynı
yaşlardayız, 50’yi devirdik özetle. Emrah ise en
gencimiz, daha yeni mezun, o hepimizin evladı
gibi. Ama heyecan konusunda hepimiz eşitiz.
10:20’de Van F.Melen Havaalanı’na indik. Biraz bekleyip bagajlarımızı aldıktan sonra sırt
5
yiyecekleri satın aldık. Havanın bozmak üzere
oluşunu dikkate alarak dağda planladığımızdan
daha uzun bir süre kalabileceğimizi hesapladık ve
yiyecek alımında biraz eli açık davrandık. Sonra
hep birlikte akşam yemeğine gittik. Lokantanın
terasından uzaktaki Ağrı Dağı’nı seyrettik. Başına
topladığı kapkara bulutlarla sanki bize olumlu
bir mesaj vermiyormuş gibiydi. İyimser olmaya
çalıştık ama dağ yüzünü asmıştı bir kez. Pek gülümseyecek gibi de görünmüyordu. Yemekten sonra otelimize döndük. Birer el tavla atıp eğlendik.
Sonra da odamıza çıkıp çantalarımızı düzenledik
ve erkenden yattık.
çantalarımızı ve kendimizi, bizi beklemekte olan
Yusuf ’un minibüsüne attık ve vakit geçirmeksizin
Doğubeyazıt’a doğru yola çıktık. Öğle yemeği
molamızı 12:30’da Muradiye Şelaleleri’nde verdik. Muhteşem bir şelale manzarası eşliğinde,
acımı acı bir sac kavurma yedik, fotoğraflar
çektik köpürüp uçan suya karşı ve tekrar yola
çıktık. 13:55’de yol üzerindeki Somkaya köyüne
ulaştığımızda uzaktan Ağrı Dağı ilk kez göründü
bizlere. Heybetli, yekpare, çok büyük, yalnız,
ürkütücü ve bol karlı görüntüsüyle tek kelimeyle
büyüleyiciydi dağımız. Dağ gibi dağdı. Havanın
durumu ise toplanmakta olan yoğun ve kara bulutlar nedeniyle son derece düşündürücüydü.
Gerçi haftalık hava raporunu almıştık ama “gök
gürültülü, sağanak yağışlı” diye ifade edilen hava
durumu aşağısı için geçerliydi. “Ya yukarısı?”
sorusu içimizden geçti ama hiçbirimiz sesli ifade edemedik. Zira izinler alınmış, hazırlıklar
yapılmış ve işte dağa gelinmişti. “Sonrasını dağ
bilir, izin verirse çıkarız” diye düşündük ve yola
devam ettik. 14:40’da İsfahan Otel’e indik. Bu
otel çok uzun zamandır dağcıların tercih ettiği
mütevazı bir oteldir Doğubeyazıt’ta. Odalarımıza
yerleştikten sonra ilk işimiz dağa gidecek minibüs ve dağda malzemelerimizi taşıyacak atları
temin etmek oldu. Yoğun telefon görüşmeleri
ve pazarlıklardan sonra bunu hallettik ve sonra da alışverişe çıkıp dağda ihtiyaç duyacağımız
21 Temmuz Salı sabahı 07:00’de kalktık. Bizler otelin salonunda kahvaltı ederken minibüsümüz ve şoförü Nuri gelmişti bile. 08:35’de sırt
çantalarımızı ve yiyecek torbalarımızı minibüse
yükleyip yola çıktık.09:30’da iki atla bekleyen Şükrü,
Çevirmeköy’den biraz ilerideki 2300 rakımdaki
Meryemtepe’nin hemen altında bizi karşıladı.
Büyük sırt çantalarımızı ve yiyecek torbalarımızı
atlara yükledik, küçük sırt çantalarımızı ise kendimiz yüklendik ve 09:50’de yola çıktık. Yol çok
dik ve yorucu değildi ama kampa ulaşım mesafesi
oldukça fazlaydı. Önce toprak yolu takip ederek
yükseldik. Sonra yoldan ayrılıp patikaya girdik.
Yaylaya çıkmış sürülerin ve yaylacıların arasından
geçtik. Yaylacı çocuklara yanımızda getirdiğimiz
hediyeleri dağıttık. Bazen durup sohbet ettik.
6
Uzun bir yolculuktan sonra yaklaşık onbeş km.
kadar yürüyerek 14:00’de 3200 rakımdaki kampa
vardık. Kampta bizleri elinde çay bardaklarıyla
Barzani isimli köylü karşıladı. Kamp alpin bir
çayır görünümünde hafif meyilli bir yamaçta yer
alıyordu. Yakında bir büyük su kaynağı da vardı
ama suyu biraz bulanıktı. Biraz dinlendikten sonra çadırlarımızı kurduk ve yerleştik. Kampta bizim
ekipten başka bir İspanyol bir de Avusturyalı ekip
vardı. İlerde göz mesafesinde iki kamp alanı daha
görülüyordu. Kamplarda yerli dağcılardan ziyade
yabancı dağcıların bulunduğunu öğrendik.18:00’
de arkadaşlarımızla çorba ve makarnadan oluşan
akşam yemeğimizi hazırlayıp yedik. Hepimizin
sağlığı iyiydi. Sadece Sunay’da yoğun başağrısı
vardı. Ağrıkesici almamasını söyledim. Sebebi öğrenmeliyiz, irtifa mı sebep yoksa başka
bir neden mi var? Tam yemek üzeri çay içmeye
karar vermiştik ki yağmur başladı. Önce sakin
ama sonra sağanak halinde yağdı yağmur ve bizleri çadırlarımıza çekilmeye zorladı. Erkenden
çadırlarımızda uyku tulumlarımıza sığınıp dinlenmeye geçtik. Yağmur izin verdiği oranda da
uyumaya çalıştık. Komşu ekipler ise ana kamp
çadırına doluştular ve geç saatlere kadar epeyce
gürültü yaptılar doğrusu.
22 Temmuz Çarşamba sabahı 05:00’de yağmur
durdu nihayet. 07:00’de Emrah benim çadıra gelip kahvaltılık malzemeleri aldı. 07:30’da çay, peynir, fındık ezmesi, zeytin, pide ve sahanda sucuktan oluşan mükellef bir kahvaltı ile güne başladık.
İştahlarımız genel olarak hiç de fena değildi.
Dağda bu sağlıkla ilgili iyi bir belirtidir. Önceki planımıza göre Sunay ve Gönül bu kampta
kalıp bizlerin zirveden dönüşünü bekleyeceklerdi. Ancak Sunay’da yoğun başağrısı devam ediyor ve iştahsız. Kampta kalıp beklemek yerine
Doğubeyazıt’a dönme eğiliminde. Bu konuda
öğlene kadar bekleyip karar vermesini istedim.
Zira bu rakımda başağrısının getirdiği tehlike tehdidi kritik seviyede değil. Gönül gayet iyi, mümkün olursa 3200 rakımlı kampta biz dönene kadar
beklemek niyetinde. Ancak Sunay dönüş kararı
alırsa onu yalnız bırakmayacak tabii ki. İsmail,
Emrah ve ben çadırlarımızı toplayıp hazırlandık.
Sunay ve Gönül ile durum değerlendirmesi yapıp
vedalaştık ve 09:20’de yola çıktık. Bu kez yolumuz
dik ve yorucu ama mesafe düne göre daha kısa,
sekiz km. kadar. Yol oldukça kalabalıktı. Hem
dağdan inenler vardı, hem de bizim gibi çıkanlar.
Bazı dostlarla da karşılaştık bu arada. Zirve ya-
pamadan dönen epeyce insan vardı. Ya malzeme
yetersizliğinden ya da hava koşullarının müsaade
etmemesinden çıkamamışlardı ve dönüyorlardı.
13:00’de 4200 rakımlı kampa vardık. 4200 kampı
daha kayalık, bir tepe üzerine kurulu ve dağın
kar örtüsü buradan başlıyor.. Çadır yerleri sınırlı
sayıda. Kampın hemen yanında meşhur Öküzderesi vadisi yer alıyor. Burası tam bir cadı kazanı
gibi. Dağ tam bu noktada neredeyse eriyor,
ufalanıyor. Kaya yapısı çok farklı, volkanik kayaçlar, kavrulmuş taşlar hakim. Sürekli taş patlaması
ve yamaçlardan aşağı akması, düşmesi söz konusu.
Dağ sanki tam bu noktadan ikiye ayrılacakmış gibi
sürekli ufalanıyor. Eriyen karların oluşturduğu bir
su kaynağı da var. Ama bu su hiç mineral ve vitamin içermiyor. Neredeyse saf su. O nedenle acı
bir tadı var. İçince kanmak mümkün olmuyor.
Kampta bize ayrılan yere çadırlarımızı kurduk.
Çadırlar zemine tam oturmuyor. Hiç olmazsa bir
yada iki köşeleri açıkta havada kalıyor. Bu noktalara taşlarla alttan destek yapsak da değişen
bir şey olmadı. Çadırların sabitlemesini ve
gerdirmelerini de iri kayalarla yaptık sadece. Zira
çadır kazıklarının zemine çakılması imkansız.
Çadırlarımıza yerleştikten sonra 3200 kampındaki
arkadaşlarımızla haberleştik. Sunay’ın sağlık sorunu devam ediyor. Demek ki aşağıya inmesi, 3200
rakımdan uzaklaşması lazım. Telefonlarımızı n
sadece öğlen 12:00-12:30 ve akşam 20:00-20:30
arası açık kalmasını kararlaştırdık şarj sorunu
nedeniyle. 3200’deki arkadaşlarımızla akşama
haberleşeceğiz. Kampı dolaştık sonra, diğer
dağcılarla tanıştık, sohbet ettik. Dün zirve denemesi yapan ama doluya yakalanınca geri dönenler olmuş. Yerlilerden ziyade yabancılar ağırlıkta
ve çoğu tur şirketleriyle gelmişler buraya. Bir tek
bizim ekip kendi inisiyatifi ve imkanlarıyla gelmiş.
Tur şirketlerinin sabit mutfak çadırları ve aşçıları
var. Ayrıca dağcıların kalacağı çadırları bile şirket
elemanları kuruyor, hazırlıyorlar. Emrah bunlardan birinde arkadaşıyla karşılaştı ve yemeğe davet
edildi. İsmail’le ben de barbunya fasulye konservesi ve helva yedik akşam yemeğinde. Öğünlerimiz
dağda günde ikiye indi. Ara öğünlerde kuru üzüm,
incir atıştırıyoruz sadece. Akşam yemeğinden
sonra hava yine bozdu. 17:20’de yoğun yağmur
başladı sonra doluya çevirdi hava. Çadırlarımıza
sığınıp uyku tulumlarımıza girdik. Yağış neredeyse
bütün gece sürdü. Arada bir mola verdiği de oldu
gerçi ama sanırım bu tarz değişimiyle ilgiliydi.
Yağmurken durdu, dolu olarak başladı, derken
7
bir mola verip yine yağmura çevirdi. Memlekette
her taraf neredeyse yanıyor, hava öylesine sıcak.
Burası ve kuzey-doğu kıyılarında ise sel seli
götürüyor. Küresel ısınmanın bir sonucu da bu.
Sadece ısınma olmuyor, dengesiz ve mevsim anormali yoğun yağış da doğanın dengesinin nasıl
bozulduğuna işaret. Gerçi biz zirve şansımızı
engellediği, azalttığı için yağışla ilgiliyiz şu anda.
Ama aşağıdaki köylüler tam da hasat zamanı ekinlerini ıslatan, sel olup akan yağışları hiç de iyi
karşılamıyorlar. Gece saati gelince telefonlarımızı
açtık ve aşağıdaki arkadaşlarımızla haberleştik.
Şükrü onları köye indirmiş, minibüs de tam
zamanında gelmiş ve İsfahan Otel’e inmişler.
Sunay’ın sağlığı irtifa azaltınca düzelmiş. Gönül
de iyi. İkisinin sağlık haberlerini alınca rahatladık.
Artık onlar iyi ve emin yerdeler. Şimdi sadece
dağı düşüneceğiz. İzmir’den arkadaşlarla da
haberleştim. İnternetten hava durumunu izliyor
ve sık sık bana aktarıyorlar. Söyledikleri hep aynı:
“gökgürültülü, sağanak yağışlı!”
23 Temmuz Perşembe sabahı 4200 kampı çok
hareketlendi. 02:00, 03:00 ve 04:00’de zirve çıkışı
için kalkan ekipler oldu. Bunun bir anlamı bizim
uyuma şansımızın olmamasıydı. Diğer anlamı ise
zirveyi deneyecek tur şirketlerinin rehberlerinin
hava durumuyla ilgili daha somut haber alabildikleriydi. Demek ki hava düzelecekti artık. Sevindim açıkçası. Zirve umudum arttı. Keşke biz
de aklimatizasyonumuzu tamamlamış olsaydık bu
sabah. Ama bir yirmidört saate daha ihtiyacımız
var. Erken davranırsak zirve için bu defa başka sorunlarla karşılaşabiliriz. Biz ekip olarak 07:00’de
kalktık. Peynir, fındık ezmesi, pide, çay ve sahanda
sucukla kahvaltımızı yaptık. Bu sabah hava gerçekten de fena değil, zirve bile görülüyor ara sıra.
Hava bulutlu ama ara sıra açıyor. Zirvenin gözle
görülebilmesi, psikolojik olarak çıkılabilirliğini de
arttırıyor sanki. Daha mümkün görünüyor. Ben
merak içinde sabah zirve için giden gruplardan iyi
haberler bekliyorum. Zamanı da değerlendirmek
gerek bir yandan, 09:00’da İsmail’le krampon
eğitimine başladık. 09:20’de de hazırlanıp üçümüz
aklimatize tırmanışına geçtik. Kanımızdaki alyuvar-akyuvar dengesini değiştirmek zorundayız
zira 4200 rakım ve sonrasında oksijen giderek
azalıyor ve vücudumuzun bu ortama hazırlanması
lazım. Bu nedenle gidiş-dönüş beş saatlik bir yükselme antrenmanı yapmayı planlamıştık. Fazla
zorlanmadan 4600 rakıma kadar yükseldik. Elli
dakikada yüz rakım yükselebiliyoruz. On dakika
da dinleniyoruz, oluyor bir saat. AKUT’un her
yüz rakımda bir diktiği işaret direkleri yol gösterici
oldu. Ayrıca patika da oldukça belirgindi. Emrah
çok zinde, mümkün olsa daha da yükselmek arzusunda. Ama bizim zirve çıkışı planımız yarına,
o nedenle fazla yorulmamamız lazım. İsmail de
uyum sağlamış görünüyor. Sorun yaşamayacak
gibiyiz yüksek irtifada. 4600 rakımdan geriye
kampa döndük. 4500 rakım sanki bir sınır gibi
dağda karlı alanın erimekte olduğu kısım. Her
adım attığımız yer sanki dere olmuş akıyor gibi.
Ben bu dağı bu mevsimde ilk kez böyle sulu, sanki
tepeden eteğe erir gibi gördüm. Yarın inişi geciktirmememiz lazım. Yerler donmuş ve sertken zirveye çıkıp, fazla erime olmadan inmemizde fayda
var. Yoksa iyice sulu bir zeminde, dere yatağında
yürür gibi ineceğiz bazı bölgeleri. 14:30’da 4200
kampına geri döndük. Sabah erkenden zirve çıkışı
yapan gruplar da birer ikişer inmeye başladılar.
Hemen hepsi zirve yapmışlardı ve hızla kampı
boşaltıp 3200 kampına inmeye başladılar. Herkes daha fazla oksijene doğru iniyor, bu da son
derece normal. Hava oldukça düzeldi, güneş
bize gülümsüyor. Yarının da iyi olacağını umuyoruz. Kampta sadece iki çadırda Rus dağcılar,
bir çadırda da Bulgar bir dağcı, at çalıştıran
köylülerden beş kişi ve biz kaldık. 18:00’de bir
çorba yapıp içtik. Sonra da Emrah mükemmel bir peynirli makarna yaptı bize. Neredeyse
parmaklarımızı yiyecektik. Yemekten sonra çay da
içtik. Bu arada hava kapamaya başladı ve güney
istikametinden hızla gelen bir bulut hem havayı
hem de içimizi kararttı. İran yönünden, doğudan
gelen bir diğer kapkara bulut da bütün ümitlerimi
bozdu attı kenara. Arkadaşlara bir şey demedim
yarın için yine de.. Sabaha karşı 03:00’de uyanıp
zirve çıkışı için gereken sıcak suları kaynatıp
termoslarımızı hazırlamaya ve çantalarımızı uygun bir şekilde yerleştirmeye karar verip 19:00’da
çadırlarımıza çekildik. Yarın zirveyi deneyecektik. İçim rahat değildi. Çadırda uyku tulumumum içinde beklerken 20:00’de şiddetli sağanak
yağış başladı. Sanki yağmur günlerdir yağamamış
da şimdi eksiğini gideriyormuş gibi bardaktan
boşalırcasına yağıyordu.
8
24 Temmuz Cuma sabahı 03:00’de yağış doluya
ve kara çevirdi. Bu durumda bizim sabah planımızı
değiştirmemiz elzem hale geldi. Çadırdan çadıra
seslenerek beklemeye karar verdik. 04:00’de gecegündüz dengesinin olduğu anda kalkıp İsmail ile
Emrah’ın çadırına gittim. Gerdirmeleri gevşemiş
garantisi de yoktu. Son hazırlıklarımızı yapıp
sularımızı kaynatıp hazırladık ve 08:45’de kamptan ayrıldık. Bu saat aslında zirve çıkışı için geç
bir saattir ve ciddi riskler içermektedir. Ama daha
iyi bir hava imkanını yakalama şansımız da kesin
olmadığı için bunu denemek zorundaydık. Bizden önce iki Rus bir Bulgar dağcıdan oluşan
üç kişilik bir ekip zirveye hareket ettiler. 4600
rakıma kadar dünden bildiğimiz kaya ve kar
rotasından yükseldik. 4600 rakımdan sonra zeminde sadece kar vardı. Dün aşağıda yağmur-dolu
olarak yağan yağış burada kar olarak inmişti. Bu
durum şüphesiz bizler için iyiydi. Yumuşak karda
krampon takmadan ve sadece baton kullanarak
hızla ilerledik. En gencimiz Emrah 4700 rakıma
kadar önümüzde ilerledi. Bu noktadan sonra ben
öne geçtim. 4900 rakımda yoğun fırtına ve rüzgar
başladı. Bir ara Emrah’ın sıcak su ihtiyacı nedeniyle beklemek zorunda kaldık ve üşüdüğüm için
polarımı giymek zorunda kaldım. 13:00’de İnönü
tepesini yanlamasına çıkarken bizden önce zirve
yapan Bulgar ve Rus ekibiyle karşılaştık. Onları
tebrik edip yürüdük ve 5000 rakıma, “Top Sahası”
denilen alana ulaştık. Bu noktada Nuh’un gemisini aramak için tekrar Ağrı Dağı’na gelmiş
olan Amerikalı araştırmacılardan biri yolumuza
çıkıp bizimle birkaç kelime konuştu. Sorduğu
aşağıdan yemek ve yakıt getiren köylüleri görüp
ve çadırları biraz su almıştı. Birkaç gerdirme yapıp
arkadaşlarla konuştum. İçimizde bu durumda
morali en çok bozulan Emrah’tı. Hava durumu
nedeniyle bekleyeceğimizi söyledim. Bu arada
epeyce de ıslandım. Tekrar çadırıma döndüm.
07:30’da yağmur azaldı ve nihayet dindi. Kalkıp
kamp alanını gezdim. Güneyden gelen bulutlar
iyice yükselmişlerdi, artık yakın tehlike olmaktan çıkmışlardı. İran yönünden gelen bulutlar da
dağın zirvesine doğru yükselme eğilimindeydiler.
Bu durum ilerleyen saatlerde havanın zirve için
olumlu olabileceğine işaret ediyordu. Şüphesiz
bu bir varsayımdı ve beklentilerimin tam tersi de
olasıydı. Yine de bir gün önce düzelen havanın
bugün tüm hesaplarımızı altüst etmesinden
sonra belki bir umut ışığının parlama ihtimalinin bulunması bile içimi ısıttı. Hemen karar
verip arkadaşlara ilettim. Hava durumu zirve
çıkışına izin verebilirdi. Bu nedenle hazırlanıp
hemen zirve çıkışına başlamaya, ancak hava durumu elverişsiz olursa ya da birden bozarsa, hangi
rakımda dağın neresinde olursak olalım geri dönmeye karar verdim. Bu zor bir karardı. Zira bir
gün daha geçirip hava durumunun uygun olmasını
beklemek teorik olarak uygun ise de pratikte daha
güçsüz, daha zayıf olacağımız için ciddi anlamda başarısızlık ihtimali çağrıştırıyordu. Bir gün
daha beklediğimizde havanın daha iyi olmasının
9
görmediğimizdi. Kendisine olumsuz yanıt verip
ilerlemeye devam ettik. Zirve için son çıkışa girdik. Burası oldukça diktir. Yer yer donmuş karla
kaplı zeminde sadece batonlarımızla ilerledik.
13:56’da 5137 rakımlı zirveye ulaştım. Benden
az sonra İsmail ve ondan sonra da Emrah zirveye
ulaştılar. Her ikisini de sarılıp kutladım. Sonra
Mülkiye flamasını çıkartarak fotoğraflar çektik.
Zirve defteri maalesef yoktu, bir şeyler yazmak
mümkün olmadı. Hava yoğun bulutlu ve çok sert
rüzgarlıydı. Fazla oyalanmadan 14:15’de inişe
geçtik. Ben, İsmail ve Emrah olmak üzere yoğun
karda topuk vurarak hızla iniş yaptık. Emrah kendisini iyi hissetmediği için ve hızla bu rakımdan
kurtulmak istediği için izin alıp öne geçti. İnönü
Tepesinden biraz aşağıda Amerikalılara malzeme taşıyan dört köylüyle karşılaştık. Durup
biraz sohbet ettik. 4800 rakımda Emrah’ın pek
de iyi görünmemesi, olduğu yerde öne arkaya
sallanıyor oluşu nedeniyle uzun bir mola vererek
sıcak sıvı aldık ve incir, kuru üzüm ile karnımızı
doyurduk. İsmail de oldukça yorgun görünüyordu. 4600 rakımda kar bitip kayalık zeminden inmeye başladığımızda ise daha da dikkatli olmaya
çalıştık. Dağ bu noktada dere olmuş akıyor gibiydi. Zemindeki taşlar suyla gevşemiş ve tehlikeliydi. Fazla sorun yaşamadan ve son etabında karla
karışık yağmur altında 17:15’de 4200 kampına
indim. Dağ buluta girdi iyice. Arkadaşları bekledim ve tekrar zirvelerini tebrik ederek çadırlara
çekilip dinlenmemizi önerdim. Hiçbirimiz yemek
lafı bile etmedik, zira çok yorulmuştuk. 17:50’de
çadırlarımızda ve uyku tulumlarımızın içindeydik. Zirveye ulaşmış olmanın keyfi ile ama muazzam bir yorgunlukla dinlenmeye geçtik. Tek keyfimiz arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan gelen
tebrik telefonlarıydı. Yıldırım tehlikesi nedeniyle
telefonlarımızı sadece kararlaştırdığımız saatlerde
kullanıp, hemen hiç kimsenin kalmadığı dağda
yağış sesleri içinde uykuya daldık.
25 Temmuz Cumartesi sabahı 07:00’de
uyandık. Çadırlarımızın dışı, özellikle etekleri
gece yağan kar ve dolunun donması sonucu buz
tutmuştu. Hepimiz dünkü yorgunlukla iyice
uyumuştuk. Kalktığımızda kampta bizden başka
üç köylünün kaldığını gördük. Onlarla selamlaştık.
Yükümüzü alacak at ile Şükrü’nün aşağıdan geldiği
görülüyordu. Hepimiz iyice dinlenmiş olarak
çadırlarımızı sökmeye ve toparlanmaya başladık.
Sadece İsmail’in hazırladığı çayı içtik ve incir,
kuru üzümle kahvaltımızı yaptık. Çadır ve diğer
10
ağırlıklarımızı ve çöp torbamızı da ata yükledikten
sonra 09:30’da küçük sırt çantalarımızı yüklenerek inişe başladık. 3200 kampında mola vermedik.
Sadece yaylacıların yanında bir mola verip, göçerlerin köpeklerinin müsaade ettiği kadarıyla çocuklarla ilgilendik. Sonra postumuzu kaptırmadan
köpeklerin arasından sıyrılıp inmeye devam ettik. Yolda bir Hollandalı ve bir de İranlı grupla
karşılaştık.Onlara başarılar dileyip dağ hakkında
merak ettikleri şeyleri cevaplamaya çalıştık.
13:30’da Meryemtepe’nin altında bizi bekleyen
minibüsümüze ulaştık. Nuri ve Barzani bizleri
karşıladılar. Minibüsümüze sırt çantalarımızı ve
diğer ağırlıklarımızı yükledikten sonra Şükrü’yle
vedalaşıp hemen hareket ettik. Yolda çok seyrek
geçen minibüs için bekleyen köylüleri memnuniyetle aracımıza davet ettik. Onları şehirde uygun
yerlerde bıraktıktan sonra 14:30’da tekrar İsfahan
Otel’e ulaştık. İlk işimiz lobide demli bir çay
içmek oldu. Daha ilk yudumlarımızı almamıştık
ki otelde bizi bekleyen Sunay ve Gönül de lobiye
geldiler. Ekibimiz tekrar bir araya gelmişti. Üzerimize aldığımız sorumluluk da yerine getirilmişti.
Dinlendikten sonra evlerimize dönüş yolculuğuna
hazırlanmamıza engel kalmamıştı.
Tabii ki takip eden günlerde Doğubeyazıt’ın
İshakpaşa Sarayı’nı, Urartu Kalesi’ni, Ahmedi
Hani Cami-türbesi’ni, çarşısını da gezdik. Van’a
ulaşınca ekip olarak ocakbaşında bir kutlama
gecesi de yaptık. Ayrıca Van’da Tuşpa Kalesi’ni,
eski Van’ı, müzeyi, Edremit sahilini, Gevaş’ı, Aktamar adasını ve meşhur kilisesini de gezdik. Ama
bunlar hikayemizin dışındaki konular. O nedenle
sadece anıp geçiyorum. Esas söylemek istediğim
ise şu: Herkes 150. yıl için bir şeyler yaptı, yapıyor.
Bizim de elimizden gelen buydu, yaptık. Mülkiye bayrağını Ağrı zirvesinde dalgalandırdık
150. yılda. Uzun süredir dağlardan ve zirvelerden
uzak kalan Mülkiye camiasına 150. yıl nedeni
ile bir hareketlilik kazandırdığımıza inanıyoruz.
Bizler 150. yılda Mülkiye için 5137 rakıma Ağrı
Dağı’na çıktık, bizden sonraki kardeşlerimizden
6000, 7000, 8000’lik dağlar ve nihayetinde 8848
rakım, yani Everest bekliyoruz.
Sevgi ve saygılarımızla,
150. Yıl Mülkiye Ağrı Tırmanış Takımı adına
Kubilay Saygın Öztürk
Mekteb-i Mülkiye İçin Ağrı Dağına Tırmandık
Düşlerimizi gerçekleştirmiş olmanın keyfiyle; İshakpaşa Sarayını, Van kalesini, Edremit’i, Ahtamar Adası
ve kilisesini gezip, Van şehrinde sahte palmiyenin olduğu sokakta van kahvaltısı yapmayı da, Saçıbeyaz’ın
dövme dondurmasını ve Ahtamar Adasının inci kefalini yemeyi de ihmal etmedik.
Mekteb-i Mülkiye’nin 150. Kuruluş yıldönümü nedeniyle 21 Temmuz 2009 tarihinde Ağrı Dağı’na
tırmanılacağını duyduğumda, fazla düşünmeden gönüllü oldum.
Ömrü hayatında sadece beş kez doğa yürüyüşüne katılmış biri olarak, memleketin en yüksek dağına
tırmanmak düşüncesi, baş döndürücü bir düştü benim için.
Bu yolculuğa çıkmak istememin tek nedeni ise, Mülkiyeliler Birliğinin, günümüzde sayısı hayli fazla olan
bıyıklı oda yönetimlerinden bir farkı olmasını istememdi.
Rehberimiz Kubilay Öztürk’ün, dağa çıkmak için kas gücünden önce irade ve istek gerektiğini söylemesi
de cahil cesaretimi iyice arttırdı ve sonuçta kendimi; Kubilay Saygın Öztürk, Sunay Çatori, Emrah Denizhan
ve İsmail Hakkı Karakelle’den oluşan ekiple birlikte Van’dan Doğubayazıt’ta doğru yol alan araçta buldum.
Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı
Koynundaki çiçeklerin renklerini gizleyerek yekpare kayalar gibi dimdik yükseliyordu, ovaların bitiminde
sıralanan dağlar.
endi ebatlarını enine boyuna uzatarak kılıktan kılığa giren kar beyazı bulutlar gölgelerini düşürüyordu
dağlara.
Yanımız sıra uzanan Van Denizi’nin mavisini anlatmaya yetecek bir sözcük arayıp durdum yol boyu.
Muradiye şelalesinde yemek molası verip tekrar yola çıktıktan bir süre sonra, Somkaya Köyü civarında
Ağrı Dağı’nı ve sağ tarafında duran küçük Ağrı Dağı’nı gördük. Güneşte ışıldayan karlı zirveleriyle dimdik
duruyordu ikisi de.
Dedegöl ve Medetsiz
Çadır kurup sökmek ve kamp hayatının ayrıntılarını öğrenmek için gittiğimiz ilk dağ olan Dedegöl’ü
11
düşündüm o an. 22 Mayıs akşamı sırt çantalarımızı
yüklenip yola çıkmış ve ertesi sabah Eğirdir
Gölü’nün kıyısında bulmuştuk kendimizi. Melikler yaylasındaki kamp alanına kurduğumuz
çadırlarımızın önünde oturup dağı seyrederken
anlamıştık ki, dağ izin verdiği sürece gidebilirdik
onun yükseklerine ve o yalnızlığını geri istediği zaman dönmek zorundaydık.
Gece yağmurun sesiyle uyumuş, sabah güneş
doğmaya hazırlanırken bir bardak sıcak çorba içip,
batonlarımızı alıp dağın yolunu tutmuştuk.
Serin soluğunu üstümüze salıp, gönül mabedini
açar gibi usul usul, kır çiçekleriyle süslü eteklerini
açmıştı bize Dedegöl.
Biz unuttuklarımızı hatırlamıştık tırmandıkça.
Yaşadığımız kentlerden kovduğumuz ağaçları,
cıvıltılarını da alıp giden kuşları, küstürdüğümüz
çiçeklerin kokularını hatırlamıştık, dağın kollarına
sokuldukça.
Gün öğlene dönerken zirvesine sisli bir tül sarıp
naz etmişti de dağ, giderek yükselen güneşin bile
hükmü geçmemişti, zirvesindeki buzları eritmeye.
Sonra 03 Temmuz akşamı Ulukışla’ya doğru
yola çıkıp, sabah erkenden, adı bizi daha baştan
umutsuzluğa sürükleyen Medetsiz Dağı’na yol
düşürmüş, Toros Dağlarının eteklerindeki güzellikleri çoğaltmayı kendine iş edinen Karagöl’ün
kıyısında kurmuştuk çadırlarımızı.
yaptık, sokaklarda dolaştık, bir lokantanın teras
katında keyifli bir akşam yemeği yedikten sonra da
oteldeki odalarımıza döndük.
Ertesi sabah 8.35’de, bir gece konakladığımız
İsfahan Otel’den ayrılıp, Ağrı Dağı’nın eteklerindeki Çevirmeköy’e geldik.
Kamp eşyalarımızı katırlara verip, saat 10’a on
kala dağa tırmanmaya başladık. Yaylacıların, çocuk
çobanların otlattığı sürülerin, yörük çadırlarının
arasından geçerek yürüyüp, yorgun bir şekilde 3.200
metre yükseklikteki kamp yerine ulaştığımızda saat
15.00 idi.
Bize köye kadar olan minibüsü ve katırları
sağlayan Barzani’nin gider gitmez elimize
tutuşturduğu çayın, akşamüzeri Emrah’ın yaptığı
mercimek çorbası ve Sunay’ın pişirdiği makarnanın
bedelini ölçebilecek para biriminin mevcut
olmadığını düşünüyorum hala.
Çadırlarımızı kurup çevreyi keşfe niyetlenmişken
aralıksız bir yağmur başladı ve bizi çadırlarımızdan
dışarı çıkarmadı bütün gece. Yağmur tanelerinin
müziğiyle uykuya daldık.
Kekik Çayı
Sabah erkenden kalkıp, rengarenk kır çiçekleriyle kaplı kamp yerinde, sucuklu yumurtayla keyifli
Gölün sularında eriyordu Medetsiz Dağı’nın
dik başlılığı ve gökyüzünün cümle bulutları kendi
beyazlığını seyrediyordu suların çoğaltan aynasında.
Kır çiçeklerinin her renge boyadığı o güzelim kamp yerinde akşam olup da biz çadırlarımıza
çekilirken, yağmurdan fırsat buldukça, ışıltılı
suretlerini göle bırakıyordu yıldızlar, kararan
gökyüzünden.
Sabaha karşı ikide kalkıp, başlarımıza
lambalarımızı takarak tek sıra halinde dağın karanlık
koynuna doğru tırmanmaya başlamıştık. Gün
ağarmıştı biz yürürken ve börtü böceğin, çiçeklerin
hayatlarına tanıklık ederek dağın dostluğuna talip
olmuştuk.
Dağ gibi dağ
Ve şimdi işte, ilk kez Ağrı Dağı’yla karşı
karşıyaydık.
bir kahvaltı yaptık. Tek sorunumuz, Sunay’ın 3.200
metreye çıkınca başlayan baş ağrısının devam ediyor
olmasıydı.
Sonra Doğubayazıt’a gidip, yiyecek alışverişi
Kubilay, İsmail ve Emrah arkadaşlarımız
çadırlarını söküp bizimle vedalaştılar ve 4.200
İzin vermezse çıkılamayacak kadar güçlü, isterse
dost olacak kadar güvenilir duruyordu karşımızda.
Dağ gibi dağ, diye fısıldadı, içimizden biri.
12
Kamp yerinde bizden başka İspanyol ve
Avusturyalı ekipler vardı.
kampına gitmek üzere yola çıktılar.
Diğer yabancı kampçıların da ayrılması ve
aşağıdan yeni kampçıların gelmemesi nedeniyle
3.200 kampında sadece biz kaldık. Kır çiçeklerinin,
dağın ve çevredeki atların fotoğraflarını çekerken
yanıma gelen kamp nöbetçisi Mehmet. bir tay
doğduğunu haber verdi. Heyecanla gidip tayın
fotoğraflarını çektim.
Mehmet’in çevreden topladığı
kekik ve
papatyaları demleyerek yaptığı çayı yudumlarken
koyu bir sohbete daldık.
Sunay’ın yüksek irtifadan kaynaklanan baş ağrısı
geçmeyince, öğleden sonra gelen katırcı Şükrü
ile aşağı inmeye karar verdik. Çadırımızı söküp
eşyalarımızı toplayıp yola çıktık.
Yol boyu karşımıza çıkan yörük köylerindeki çocuklarla sohbet ederek, onlara küçük hediyeler vererek süren yaklaşık ikibuçuk saatlik iniş
sonrası Çevirmeköy’e ulaştık. Minübüsçü Nuri ile
Doğubayazıt’a gidip, tekrar İsfahan Otel’e yerleştik.
Şimdi dağları özlemekteyiz
Zirveden dönecek arkadaşları beklerken şehrin
pasajlarını dolaşıp, esnafla sohbet ettik. Kentin
belediye başkanının üç dönemdir kadın olduğunu
ve artık bölge için güzel şeyler yapıldığını anlattılar
bize.
13
Kadın kooperatifinin lokantasında Kent Meclisinden kadınlarla konuşup, kadın kotasından sonra hayatlarının değişmeye başladığını öğrendik.
Sokaklarda yanımıza gelen, sakız satışı, ayakkabı
boyacılığı gibi işlerde çalışan çocuklarla bol bol sohbet ettik ve geleceğe dönük umutlarını öğrenip sevindik.
24 temmuz Cuma günü saat 13.56’da Ağrı
Dağı’nın zirvesine ulaşan arkadaşlarımız, cumartesi
günü Doğubayazıt’a döndüler.
Düşlerimizi gerçekleştirmiş olmanın keyfiyle;
İshakpaşa Sarayını, Van kalesini, Edremit’i, Akdamar Adası ve kilisesini gezip, Van şehrinde sahte
palmiyenin olduğu sokakta van kahvaltısı yapmayı
da, Saçıbeyaz’ın dövme dondurmasını ve
Akdamar Adasının inci kefalini yemeyi de ihmal
etmedik.
Bu güzelim yolculuğu anılar hanesine kar olarak
yazarak, yaşadığımız kentlere geri döndük.
Şimdi dağları özlemekteyiz.
Gönül İLHAN
Ağrı - BİA Haber Merkezi
08 Ağustos 2009, Cumartesi
GÜLE GÜLE AYDIN AĞABEY...
AYDIN SEFERBAY
Geçen ay kaybettiğimiz değerli kardeşim Aydın Seferbay için Mülkiyeliler Birliği yazı yazmamı isteği zaman uzun süre düşündüm. Hayatta en zor şey insanın sevdiklerini kaybettiklerinde arkasından yazmalarıdır.
Aydın’la aynı yıllarda Mülkiye’de okumamıza rağmen Aydın’ı tanımam okuldan mezun olduktan birkaç
yıl sonra oldu. İçişlerinde göreve başladığımızda önce sevgili eşi Emel’i tanıdık.(Yaşça benden küçük
olmasına karşın ben kendisine Emel abla derim) Emel abla bakanlıkta bizim her şeyimizdi. Ne zaman
taşra da bir kadro veya ödenek ihtiyacımız olsa Emel ablayı arardık. Emel abla bizim isteklerimizi süratle
takip eder sonuçlandırırdı.1973 yıllarıydı. Asker dönüşü bakanlığa uğradığımızda Emel ablamız bir Mülkiyeli ile evlendiğini söyledi. Ve daha sonra Aydın’ı tanıştırdı. Aydın’la o gün başlayan dostluğumuz Aydın’ı
kaybettiğimiz güne kadar kardeşçesine sürdü. Görev nedeniyle zaman zaman ayrı düşsek de her an bilirdik
ki bir yerlerde çok yakın bir kardeşimiz var.
Sevgili Aydın, ismi gibi aydın bir insandı. Dürüstlüğü, sevecenliği yanında çağdaş değerlere sahip Atatürkçü
bir kimliği vardı. Bundan hiç ödün vermezdi. Etnik, dinsel, renk ve cinsiyet ayrımı Aydın’ın kitabında yoktu.
Aydın 6 sene önce yakalandığı amansız hastalıkla son 2-3 aya kadar cesaretle mücadele etti. Bu zaman
zarfında üç kez ameliyat oldu. Her seferinde hayata tutunmanın şerefine kutlama yapardık. Son aylarda
hastalıkla savaşta uzun süren tedaviler onu yorgun düşürmüştü. Ancak üçüncü kez ameliyata girdiğinde
mücadele gücü kalmamıştı. On gün yattığı yoğun bakımda yaşam şartelini kendisi indirdi. Ölüm Aydın’a hiç
yakışmadı. Hayat dolu bir insandı.
Aydın’la her cumartesi Mülkiyeliler birliğinde buluşur, güncel konuları ve ülke sorunlarını değerlendirirdik.
Bir tek konuda Aydın’la ayrı düşerdik. O koyu bir Fenerbahçeli bense Beşiktaşlıydım. Arada tatlı takılmalarımız
olurdu. Aydın’ın her ayın ilk cumartesi gittiği Kuday Genç’in bürosunda yapılan çiğ köfte toplantısı geçen yıl
20. Senesini kutlamıştı. Aydın beni de 6-7 sene önce çiğ köfte gurubuna katmıştı. Bir yıldır Orhan Özcan
arkadaşımızın bürosunda devam eden çiğ köfte günlerini dört gözle beklerdik. Çünkü orası bir dostlar meclisi idi. Gurubumuz, Ahmet Molvalı’dan sonra Aydın kardeşi de kaybedince iyice öksüz kaldı.
Sevgili Aydın, senin için ne söylesek azdır. Ümit ediyorum ki bir gün bir yerlerde yine buluşacağız. O güne
kadar mekanında ışıklar içinde yat.
Başta Emel ablamız olmak üzere, sevgili oğulları Mehmet ve Selçuk’un, tüm mülkiyelilerin ve sevenlerinin
başı sağolsun.
Sudi Kocaimamoğlu
15
12 EYLÜL HUKUSUZLUĞU SANIK SANDALYESİNDE
12 Eylül askeri darbesini gerçekleştirenler hukuksuzlukta sınır tanımadılar. TBMM kapatıldı,
anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına
kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. 7 bin kişi için
idam istendi, 517 kişiye ölüm cezasının verildi, 650
bin kişinin gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişinin
fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişinin
yargılandı, 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 7 bin
233 devlet görevlisinin bölgelerinin dışına sürüldü,
300 gazetecinin saldırıya uğradı, 49 ton gazete, dergi
ve kitabın sakıncalı olduğu gerekçesiyle imha edildi.
12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra birçok
kamu görevlisi resen emekli edilerek mağdur edildi.
29 Ocak 1982 tarihinde resen emekli edilen Mülkiyeliler Birliği eski Genel Başkanı, emekli vali sayın
Güngör Aydın’da 12 Eylül mağdurlarından. Güngör
Aydın’ın tüm toplum adına sorumlu bir yurttaş ve
çağından sorumlu bir aydın olarak verdiği mücadele
sonucunda 12 Eylülcülerin hukuksuzluğu Danıştay
tarafından mahkum edildi ve davanın Anayasa
Mahkemesine taşınmasını yolu açıldı.
Güngör Aydın’ın yürüttüğü hukuk savaşımı
Güngör Aydın’ın Merkez Valisi olarak görev yaptığı
dönemde 5434 sayılı yasaya 2559 sayılı yasayla eklenen Ek Geçici 2. Madde uyarınca 29.01.1982 günlü
ve 8/4226 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile re’sen
emekliye sevk edilmesiyle başlamış. 8 yıl 3 ay 22
gün süren emeklilik döneminden sonra 25 Mayıs
1990 tarihinde yeniden görevine dönmüş. Görevine
dönmesiyle hukuksal mücadeleye girişe Emekli
Vali Güngör Aydın devlet geleneğinden gelen bir
bürokrat olduğundan iç hukuk yollarını tüketmesine rağmen devletini şikayet anlamına geleceğini
düşünerek AHİM’e baş vurmayı uygun görme miş.
16
4. 03.10.2001 tarihinde kabul edilen ve R e s m i
Gazete’nin 17.10.2001 tarihli ve 24556 Mükerrer
Sayısında yayımlanan 4709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi
Hakkında Kanunun 34 üncü maddesi ile Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının Geçici 15 inci maddesinin son fıkrası madde metninden çıkarılmış
bulunduğundan, Milli Güvenlik Konseyi döneminde çıkarılan kanunlar, kararnameler, alınan karar
ve yapılan tasarruflar hakkında hak arama ve yargı
yolu açılmıştır. Yeniden mücadeleye başlayan emekli
vali Güngör Aydın’ın açtığı dava Danıştay Onbirinci Daire tarafından oybirliği ile reddedildi. Kararın
temyiz edilerek Anayasa mahkemesine götüren
Güngör Aydın talebi, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, temyiz isteminin kabülü ve Onbirinci
Daire karırının oy birliğiyle bozulmasına karar verdi.
Danıştay Onbirinci Daire oybirliği ile 23.01.2009
tarihinde “itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine”
başvurma kararını verdi. Artık 12 Eylül Sanık sandalyesindeydi ve 12 Eylül darbesini yapanlarla hukuksal olarak hesaplaşmanın yolu açılmış oldu.
Güngör Aydın’ın Tüm 12 Eylül mağdurları
adına yürüttüğü mücadele için Birliğimize yaptığı
açıklama:
Bu tarihsel kararla elde edilen sonuç 12 Eylül
yönetimi ve güçlerine karşı yürütülen 27 yıllık bir
mücadelenin ürünüdür; zaferle noktalanmasıdır. 12
Eylül despotik askersel diktatörlüğüne karşı verilerek kazanılmış ilk büyük kitlesel mücadelenin
hukuk alanındaki başarısının sonucudur. Aradan 29
yıl geçmiş olmasına karşın, binlerce insanın öldürülmesinin ya da işkence görüp sakat kalmasının
Yüzbinlerc yurttaşın haksız yere tutuklanmasının
mağduriyetinin, işten atılmasının, aileleri ile birlikte
onarılıp dindirilmemiş acılar yaşamasının sorumlusu diktatörlükle, başta bu günkü iktidar olmak üzere,
bu güne değin gelip geçmiş iktidarların, yasama ve
yargının bütünüyle bir ülkenin bir hesaplaşmaya
gidememiş oluğu düşünülüp dikkate alındığında,
elde edilen bu sonuç büyük ve tarihsel bir önem
kazanmaktadır. Ülkemiz ilk kez ve 29 yıl sonra, bu
kararla 12 Eylül yönetiminin kitlesel bir mağduriyete
neden olan hukuksuzluğu, Danıştay’ın bir dairesi
ve Dava Daireler Kurulu kararları ile yargılanıp
mahkum edilerek dava/konu Anayasa Mahkemesine taşınmıştır. Bu dava ve elde edilen sonuç, ülkemizde 12 Eylül diktatörlüğü ile yapılan ilk kitlesel
yargısal hesaplaşmadır ve zaferle sonuçlanmıştır.
Bu savaşımın öncülüğünü yapmaktan, bu tarihsel
kararın alınmasına ön ayak olduğumdan ve böylece binlerce insanın mağduriyetinin giderilmesi
yolunu açılmasına katkılarda bulunmuş olmaktan
büyük mutluluk duyduğumu belirtmeme, bütün 12
Eylül mağdurları ile sivil yönetimi ve demokrasiyi
savunanların izin vereceklerini umuyorum.
12 Ağustos 2009
Emekli Vali
Güngör AYDIN
17
Usanmadan uslanmadan fotoğraf sergisi
Birliğimiz, 12 Eylül darbesinin 29. Yılında Ankara Emek ve Demokrasi güçleri ile birlikte temel hak ve
özgürlüklerin, demokrasimizin korunması amacıyla, darbelere ve darbeciler karşı birlikte hareket etme kararı
almıştır. Bu amaçla, okulumuz ve ülkemizin yakın siyasal tarihini güncellemek, unutulmasını önlemek, kendi
değerlerimize sahip çıkmak için “Usanmadan Uslanmadan” adlı bir fotoğraf sergisi düzenlemiştir. Sergimiz 4
Eylül Cuma günü saat 10.30’da Birliğimizin bahçesinde açılmıştır. 70 adet 35x50 fotoğraf ve şiirin yer aldığı
sergi, “68 ve 78” gençlik hareketinden görüntüler, Mülkiyeli şairlerden şiirler, Siyasal Bilgiler Fakültesinin
1968-1980 yıllarını anlatan fotoğraflarlardan oluşmaktadır. Birliğimizin bahçesinde sergilenen fotoğrafların
yanı sıra SBF-Der pankartı ve Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenci iken yaşamını yitiren arkadaşlarımızın
fotoğrafları yer aldı. 10 gün açık kalan sergi, üyemiz Mehmet Özer tarafından hazırlanmıştır. Sergiyi izleme
olanağı bulamayan üyelerimiz Birliğimizin sitesinden sergimizi izleyebilirler.
18
19
ANKARA EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ BASIN AÇIKLAMASI
12 Eylül Askeri Darbesinin 29. Yılında
Birliğimizin de katılımcısı olduğu Ankara Emek ve
Demokrasi güçlerinin örgütlediği etkinlik, yürüyüş
ve miting için yapılan basın açıklaması metnidir;
Emperyalizme, faşizme, darbelere, gericiliğe,
şovenizme karşı mücadelede;
29. yılını 30. yıla bağlayan 12 Eylül Faşizmine,
hala süren karanlığa ve zulme karşı
gerçekleşecek etkinliklerimiz 10 haziran 1981’de
Gaziantep Kapalı Cezaevi’nde
İdam edilen ve hala mezar yeri bilinmeyen Veysel
GÜNEY’in şahsında kaybettiğimiz bütün devrimcilerin anısına adanmıştır. Ape Musa ANTER; 20
Eylül 1992’de Diyarbakır’da kontrgerilla tarafından
katledildi. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…
12 Eylül 1980 faşizmini, emperyalizmi, darbeleri,
gericiliği, şovenizmi protesto ekseninde Ankara’da
gerçekleşecek 29.yıl etkinliklerimiz, bütün darbecilerle, darbe rejiminin siyaseti, hukuku, kültürü, ideolojisiyle her düzeyde hesaplaşılmasına dair bir çaba
sergilerken, bu köhnemiş, halklarımıza karşı suçlu,
kirli, kanlı rejimin devamı olan siyasal iktidarla
hesaplaşmayı da önüne koymaktadır.
Bu çaba, darbecilerin ve oluşturdukları suç örgütlerinin; kontrgerillanın, çıkar çetelerinin, her türden
kirli savaş yöntemlerini kuşanan eli kanlı tetikçilerin yaptıkları her şey için emekçi halklarımıza hesap
vermesini sağlamaya yöneliktir.
Bu çaba, demokrasi mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri olan 1982 Darbe
Anayasası’nın lağvedilmesini ve toplumun kendi
geçmişiyle yüzleşmesini, kendisiyle hesaplaşmasını,
20
hakikatlerin ortaya çıkarılmasını gerçekleştirmeyi
amaçlar. Bir yandan da, faşist darbecilerin
oluşturdukları suç örgütlerinin yargılanmasını önleyen Anayasanın geçici 15.maddesinin kaldırılmasını,
suçluların hesap vermesini sağlamayı amaçlar.
Bu anlamda, 29.yıl etkinliklerimiz tarihsel
uzlaşma değil, tarihsel hesaplaşmanın ana eksenlerinden biri olmayı hedefler.
Geçtiğimiz günlerde egemenlerin değişik iktidar
odaklarınca gündeme getirilen Anayasanın Geçici
15.madde tartışmaları göstermiştir ki, mevcut iktidar ve statükocu muhalefet partileri, darbelere,
darbelerce oluşturulan siyasal sisteme karşı gizlenemez bir yakınlık içindeler. Hatta darbe düzenini
özümseyerek, kanıksayıp kabullenerek, hegemonya
araçlarıyla da topluma kabullendirerek, darbeyle
oluşturulan statükonun devam etmesini sağlayan en
önemli dişliler haline gelmişlerdir.
İşte bu yüzden, emperyalizmin yeni sömürü
politikalarının ana eksenleri olan 24 Ocak 1980
kararları ve 12 Eylül Askeri darbesi üzerine kurulan
bugünkü darbe düzeninin kökü derinlere uzanan
bu yapılanmaları, kendilerinin de varoluş gerekçesi
sayılan bu sistemin karşısına dikilemezler. Yer altı yer
üstü yapılarıyla, derin devleti, kontrgerillasıyla, cemaatiyle, tarikatıyla; Susurluk, Şemdinli, Ergenekon
çeteleriyle, faili meçhuller, suikastlar, yok etmelerle,
toplu mezarlar, Botaş’ın ölüm kuyularıyla kendini var
eden bu sistem bütün derinliğiyle sürerken, muhaliflerini yutmaya alışmış bu anti demokratik yapıya ve
sürdürücülerine, tescilli statükoya zalimi korumaktan ve alkışlamaktan başka rol düşmüyor. ‘Kendine
Müslüman ve demokrat’ olan bu yapılanmaların
yeri darbe rejiminin koyu karanlığıdır. Onlar daima
halkın ve devrimcilerin çıkarlarının karşısındadırlar.
Emekçi halklarımızın geleceğini elinden alan ve
egemenlerin doğrudan çıkar sözcülüğüne soyunan
AKP, bırakalım demokrasi mücadelesi vermesini,
siyasi ve dinci gericilik temelinde egemen güçlerin
kendi iktidarını perçinleyen planlarını, emperyalizmin gözetiminde ve denetiminde adım adım uyguluyor.
Diğer taraftan AKP, emperyalizmin OrtaDoğu’ya yönelik askeri müdahalelerini desteklemenin yanı sıra, içerde de Kürtlere karşı bugüne kadar
yürütülmüş inkâr ve imha politikalarını sürdürerek,
çözümsüzlük sürecini aşamamıştır. Özellikle son
dönemlerde Kürt Sorununun demokratik çözümü
için ortaya konulan çabaların gerçekçi bir sonuç alabilmesinin en önemli koşullarından biri 12 Eylül
Anayasası’nın değiştirilmesi ve Kürtlerin örgütlü
güçlerinin muhatap alınmasıdır. Bu gerçeği göz
ardı eden bir ‘Kürt Açılımı’nın, 12 Eylül düzeninin
yeniden acımasızca sürdürüleceğini gösteren çok
önemli bir işaret olacağı kesindir.
Bu anlamıyla, 29. yıl etkinliklerimiz emekten, demokrasiden, eşitlik, özgürlük ve halkların
kardeşliğinden, gerçek barıştan, sosyalizmden
yana olan kurumların, kişilerin, güçlerin, gerici siyasi iktidarın her kesimine ve her biçimine karşı
tavır alanların mesajlarını en doğrudan biçimde ve
en yalın haliyle vereceği bir zemine ad olacaktır.
Halklarımızı etkinliklerimizi desteklemeye, alanlarda, sokaklarda, salonlarda buluşmaya çağırıyoruz.
Bu çaba, emek ve demokrasi güçlerinin alanlarda
buluşup kucaklamasına, birleşik ve örgütlü mücadeleye katkı sunmaya çağrıdır. Bu çaba Türkiye’yi
geçmişiyle yüzleşmeye, güzel ve aydınlık bir geleceğe,
sosyalizme çağrıdır.
29. Yıl Etkinliklerini Gerçekleştiren Emek ve
Demokrasi Güçleri:
Partiler;
DTP Ankara İl Örgütü, EHP Ankara İl Örgütü,
EMEP Ankara İl Örgütü, ÖDP Ankara İl Örgütü,
TKP Ankara İl Örgütü, SOSYALİST PARTİ Ankara İl Örgütü, SDP Ankara İl Örgütü,
Sendikalar - Meslek Odaları:
DİSK Ankara Bölge Temsilciliği, KESK Ankara
Şubeler Platformu, TMMOB/Ankara İKK, TTB/
Ankara Tabip Odası, Türk – İş/Petrol İş Ankara
Şube
Kitle Örgütleri:
Devrimci 78’liler Federasyonu,
68’liler
Dayanışma Derneği, 78’liler Girişimi, Ankara
Halkevleri, AKA-DER, Alevi Bektaşi Federasyonu,
ÇGD Ankara Şube, ÇHD Ankara Şube, Ekin Sanat Merkezi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, İHD
Ankara Şube, Mülkiyeliler Birliği, ODAK, ODTÜ
Mezunları Derneği, Özgürlükçü Sol Hareket Ankara Meclisi, Özgür Tiyatro, SDH-Marksist Bakış,
TÜM İGD, Divriği Kültür Derneği, Ankara
Düşünceye Özgürlük Girişimi, Pir Sulan Abdal
Kültür Derneği
Kontrgerilla tarafından katledilen gazeteciler: Çetin Emeç / Hürriyet İstanbul 7 Mart 1990, Mehmet
Sait Erten /Azadi (Denk Diyarbakır 1992) , Halit
Güngen/ İkibine Doğru, Diyarbakır 18 Şubat 1992)
, İzzet Kezer/ Sabah Cizre 23 Mart 1992) , Mecit
Akgün/ Yeni Ülke (Nusaybin 2 Haziran 1992) , Çetin Ababay/Özgür Halk, (Batman 29 Temmuz 1992),
Hatip Kapçak/Serbest (Mazıdağı 18 Kasım 1992),
Namık Tarancı/ Gerçek Diyarbakır 20 Kasım 1992)
, Uğur Mumcu / Cumhuriyet Ankara 24 Ocak 1993,
Mehmet İhsan Karakuş (Silvan 13 Mart 1993) , Seyfettin Tepe/ Yeni politika (28 Ağustos 1995), Metin
Göktepe / Evrensel İstanbul 8 Ocak 1996, Mehmet
Topaloğlu / Kurtuluş Adana 1998, Ahmet Taner Kışlalı
/ Cumhuriyet Ankara 21 Ekim 1999 ve diğerleri…
Ankara Emek ve Demokrasi Güçleri birliğini
ve eylemini canları pahasına onların bıraktığı demokrasi mücadelesinin gücünden alıyor. Anıları
önünde saygıyla eğiliyoruz…
21
FAKÜLTE NO
ADI VE SOYADI
GİRİŞ TARİHİ
BÖLÜMÜ
690
Mahir ÇAYAN
1967
Maliye ve İktisat
3413
Hüseyin CEVAHİR
1967
İktisat ve Maliye
3245
Sabahattin KURT
1966
İşletmecilik
1759
Hakan YURDAKULER
1973
Siyaset ve İdare
2639
Hakan ŞENYUVA
1975
Uluslar arası İlişkiler
2344
Tevfik Şevki KOBAL
1974
İktisat ve Maliye
1532
Bahri GÜLPINAR
1972
Siyaset ve İdare
2191
Ali Fuat OKAN
1974
2.sınıf
2930
Mehmet Adil OLCAY
1975
2.sınıf
1354
İsmail Gökhan EDGE
1972
2.sınıf
22
23
mülkiye onur yürüyüşü
BASINA VE KAMUOYUNA
12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında;
• 700 kişinin idamı istendi, 50 kişi idam edildi,
• Askeri yönetimde, gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölüm sayısı
229 oldu,
• 650 bin kişi gözaltına alındı,230 bin kişi yargılandı,
• 1 milyon 683 kişi fişlendi,
• 141, 142 ve 163. maddelerden 71 bin kişi, yasadışı örgüt üyesi olma iddiasıyla da 98.404
kişi yargılandı.
Bu kanlı bilançosu ile 12 Eylül faşizmi, ülkemiz açısından iki önemli gelişmenin önünü açmıştır. Bunlardan birincisi, toplumsal muhalefet nedeniyle uygulanamayan neo-liberal dönüşümün Türkiye ayağının
darbe iradesiyle gerçekleştirilmesidir. İkincisi ise, yükselen gençlik ve emek hareketine karşı, 12 Mart
darbesinin mimarları tarafından geliştirilen ırkçı-milliyetçi ve gerici-dinci nesiller yetiştirme projesinin
uygulamaya konmasıdır. Devletin resmi ideolojisi haline getirilen Türk-İslam sentezi doğrultusunda din
dersleri zorunlu hale getirilmiş, Kur’an kursları ve imam hatip okulları alabildiğine yaygınlaştırılmış,
imam hatip mezunlarının üniversiteye girişi kolaylaştırılmış, imam- hatip olmaları olanaksız olduğu halde kız öğrenciler bu okullara alınmış, tarikat örgütlenmelerinin önü açılarak toplumsal yapı adım adım
dinselleştirilmiştir. Neo-liberal ekonomi politikaları ile yoksullaştırlan/yoksunlaştırılan, umutsuzluğa itilen, kimliksizleştirilen bireyler ve toplumsal kesimler cemaatler ve tarikat eliyle kontrol altına alınmıştır.
Bu süreç doğru okunduğunda, bugünkü siyasal iktidarın önünün bilinçli ve adım adım açıldığı da ortaya
çıkmaktadır. Temelleri 12 Eylül öncesinde atılan, 24 Ocak kararları adıyla IMF/Dünya Bankası programı
olarak ilan edilen ve uygulanması ancak 12 Eylül darbesinin askeri baskı yöntemleriyle sağlanabilen
neo-liberal ekonomi politikalarının bugünkü iktidar eliyle sürdürülmesi bu açıdan doğaldır ve süreçteki
kesintisizliğin kanıtıdır. Özetle, AKP iktidarı, 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin bugünkü somut ifadesidir.
Ekonomik anlamda neo-liberal, siyasal anlamda otoriter ve toplumsal anlamda da pederşahi ve gerici olarak nitelenebilecek olan siyasal iktidarın, 12 Eylül ile birlikte başlayan dönüşümün sürdürücüsü
olarak, 12 Eylül darbesi, onun hukuku ve anayasasıyla hesaplaşma iradesine sahip olması yapısal olarak
olanaksızdır. 12 Eylül’ün baş mimarının Çankaya Köşkünde ağırlanması bu anlamda bir tesadüf değil, kefaretin ödenmesidir.
12 Eylül darbesinin yukarıda sadece bir bölümünü sayabildiğimiz suçları birer istatistikten ibaret
değildir. Bunlar Türkiye’ye, yurttaşlarımıza ve insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Bu nedenle, bu suçların
zaman aşımından yararlandırılması düşünülemez. Gerçekten demokratik bir Türkiye’nin kurulması için
Anayasanın geçici 15. maddesi derhal yürürlükten kaldırılmalı, darbenin sorumluları ve uygulayıcıları
yargı önüne çıkarılmalıdır. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde, diktatörler er ya da geç yargılanmış,
yaptıklarının hesabını vermişlerdir. Türkiye, kendi darbecileriyle hesaplaşamayan ülke olma ayıbından
kurtarılmalıdır. 12 Eylül darbesinin toplumun üstüne karabasan gibi çöken uygulamaları ve hukuku ile
hesaplaşılmadan yürütülen sivil anayasa, darbelere ve derin devlete karşı olma, kürt açılımı, alevi açılımı
gibi demokratikleşme tartışma ve iddialarının içi boş ve samimiyetsizdir. Mülkiye Topluluğu, eşit, özgür
ve kardeşçe yaşamın mimarlarının, emekten, demokrasiden ve barıştan yana toplumsal güçler olduğunun
bilincindedir. Demokratik ve sosyal anayasa, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü, Alevilerin
ve diğer inanç sahiplerinin eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşadıkları demokratik-laik Türkiye ancak bu
toplumsal güçlerin iş ve güç birliğiyle kurulabilir. Kendisini bu toplumsal güçler içinde tanımlayan Mülkiyeliler Birliği darbelere, gericiliğe ve neo-liberalizme karşı tüm gücüyle mücadeleye devam edecektir.
Elbette ki, Faşist darbenin tüm ülkede yarattığı kıyım ve felaketlerden Mülkiye camiası da payına düşeni
almıştır. Onlarca mülkiyeli öğrenci okuldan atılmış, sürgünlere gönderilmiş, yüzlercesi işkencelerden
geçirilmiş ve cezaevlerine doldurulmuştur. Mülkiyeli öğretim elemanları, kaymakamlar, valiler, memurlar
sıkıyönetim komutanlarının emirleri ile okulumuzdan ve devlet memurluğundan atılmıştır.
Mülkiyeliler Birliği, 12 Eylül ile kendisi açısından hesaplaşmanın bir adımı olarak darbe koşulları
nedeniyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirememiş “Siyasal”lıları şimdi kucaklamaktadır. Fakültelerinden
koparılmış olan arkadaşlarımızı dönemin “mağdurları” değil, “onur”umuz kabul ediyoruz.
24
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ
25
ONUR ÜYELIĞI TÖRENI
SEVGİLİ ARKADAŞLAR;
Eylül ayının ilk haftasından itibaren Mülkiyeliler Birliğince yoğun bir çalışma yürütülerek 12
eylül nedeniyle öğrenimlerini tamamlayamamış arkadaşların listesi hazırlandı ve bu arkadaşlarla tek tek
ilişkiye geçildi. Çalışmaları yürütenlerin ve bu çalışmalara katkılarını sunanların heyecanını farketmemek
mümkün değildi.
Kendilerine ulaşılan ve Ankara da oturan arkadaşlarla 11 Eylül akşamı Mülkiyeliler Birliği’nin çatı
katında birlikte olduk. Ümit 38 arkadaşın katıldığını tesbit etmiş. Yemeğin ilerleyen dakikalarında Cevat
Geray hocamız aramıza katıldı. Güzel bir buluşma oldu. Yeni yaptırdığımız pankartımızın altında toplanıp
fotoğraf çektirdik. Fotoğraflarımız yakında sizlere ulaştırılacak ve sitemize konacak.
12 eylül sabahı Mülkiyeliler Birliği bahçesinde toplanmaya başladık. Ankara ya sabahın ilk saatlerinde İzmir ve İstanbuldan gelen arkadaşlarla kucaklaştık.
Yürüyüşün başlayacağı zaman yaklaşınca pankartımızı alıp sokağa çıktık. Önde Mülkiyeliler
Birliği’nin pankartı, arkasında SBF-DER sonrasında da SBF-D-DER pankartı yürüyüş kolunu oluşturdu.
Mülkiyeliler Birliği pankartının arkasında SBF’nin katledilen öğrencilerinin fotoğrafları " onurumuz" alt
yazılarıyla yerlerini aldılar.
Kızılay dan okula kadar yaklaşık yüz yirmi kişinin yer aldığı kortej sessizce yürüdü. Kurtuluş
meydanını geçince SBF-D-DER li arkadaşlar sloganlarıyla darbeleri, faşizmi lanetlediler.
Okul turnikelerinin önünde durduk. Katledilen tüm arkadaşlarında bizlerle birlikte olduğunu
haykırdık. Okulun kapısında Mülkiyeliler Birliği adına basın açıklanması yapıldı. Sonrasında 218 nolu sınıfa
gittik. Hocalarımızdan Cevat Geray ve Korkut Boratav da aramızdaydı. Mülkiyelile Birliği Başkanı Ali Çolak neden yüründüğünü açıkladıktan sonra 12 Eylül faşizmi nedeniyle öğrenimlerini tamamlayamayanları
dönemin mağdurları olarak değil onuru olarak gördükleri için " Onur Üyesi" olarak kabul ettiklerini söyledi.
Katledilen arkadaşlarımızda Onur Üyesi oldular. Hocalarımızda konuşmalarını yaptı. Sonrasında arkadaşlar
sertifikalarını ve onur üyesi kartlarını alkışlar arasında aldılar.
Okuldan sonra 12 Eylül Adaleti belgeselini izlemek için İnşaat Mühendisleri Odasına gittik.
Saat 16 da başlayacak mitinge katılmak için etkinliğin tamamında bulunamadık.
Sıhhıye meydanında Ankara Emek platformunun düzenlediği mitingde pankartımız altındaydık..
Mitingin sunucusu Mehmet arkadaş gür sesiyle okuduğu “Umutsuzluk Yasak” şiirinin arkasından " 68 den
geleceğe yürüyorlar. Mahir’in, Cevahiri’n, Sabahattin Kurt’un okulundan SBFDER liler hoşgeldiniz" anonsunu yaptı.
Bizlerle birlikte olamayan çok sayıda arkadaş telefonlarla gün içinde bizleri arayarak ne olup
bittiğini öğrenmeye çalıştılar.
Gün bizler ve Mülkiyeliler Birliği açısından anlamlıydı.
İlk defa bu kadar çok arkadaşla bir eylemde bir araya geldik.
Sevgiyle...
Hasan Hüseyin Özkan
26
ONUR ÖDÜL TÖRENİNDEN FOTOĞRAFLAR
28
29
30
12 EYLÜLÜ LANETLEME MİTİNGİ YAPILDI
12 Eylül 1980 askeri darbesinin 29. Yılında Ankara emek ve demokrasi güçlerinin düzenlediği ve yaklaşık
olarak beş bin kişinin katıldığı “Emperyalizmi, Faşizmi, Darbeleri, Gericiliği, Şovenizmi” lanetleme mitingi
12 Eylül günü saat 15.00’de Ankara tren garının önünde yürüyüşle başladı. Ankara Radyosu önünde 12
Eylül’de idam edilen ve cenazesi ailesine verilmeyen bugün bile nerede olduğu bilinmeyen Veysel Güney’e
armağan edilen bir açıklamadan sonra miting meydanı olan Sıhhiye’de toplandılar. Mitinge 68’den Geleceğe
SBF-DER pankartı ile katılan Siyasallılar; “Umutsuzluk yasak / Yılgın türküler söylemekte / Çünkü yürüyor
umudun ordusu / Umutsuzluğu kurşuna dizerek” Mahir’lerin, Hakan’ların Cevhair’lerin yoldaşları hoş geldiniz selamıyla anos edildi. 12 Eylül karanlığın bizden aldığı dostlarımızı adlarının okunması saygı duruşu
ile başlayan mitinge şair Ahmet TELLİ “Soluk Soluğa” şiiriyle katıldı. Emek ve Demokrasi adına okunan bildiriden sonra sahne alan Grup Günyüzü’nün türküleriyle miting sona erdi. Miting sunuculuğunu
Birliğimizin üyesi Mehmet Özer yaptı.
31
şubelerden
izmir şubesi
Hafta sonu Ece Ayhan’n konuğu olduk memleketi
Çanakkale’de…
Üstad dedik. Mezarının tozunu toprağını aldık. Güzelledik. Bir de kuş kondurduk başının üzerine… Hani şu
zarfsız kuşlardan…
Güldü. Dilinizi sivil eşek arıları soksun dedi. Üstat da
neymiş… Bir üstat bilirim. O da Çanakkaleli Malahat…
Lüzumu yok gerisinin…
Tamam dedik “Şiiri Kara Abimiz” kızma bize…
Şiirlerini okudu mezarı başında Pazar günü, İzmir’den
Çanakkale’den, Zonguldak’tan İstanbul’dan gelen
dostları…
Süslü yeni evine yürürken hiçiz diye bağırdık. Kocaman birer hiçiz.
Ama Ece Ayhan hiçliğin bilgeliğine rağmen bir gün
önce Çanakkale’li hemşehrilerinin arasına karıştı bir kez
daha… Önce bir salon toplantısında sonra kıyıdaki bir
amfi tiyatroda oradan geçerken de olsa tesadüfen de olsa
Ece Ayhan’ın o güzelim pankartındaki güzelim fotoğrafına
eğilip bakarak adına şiirler okunan adına şiirleri okunan
adamla bir kez daha tanıştı sokaktakiler sokağın şairiyle…
Masalın Aslı ve Bandista gruplarının enfes konserlerinde yer yerinden oynadı sahilinde Çanakkale’nin…
Çoluk çocuk genç yaşlı yüzlerce insan müzikle coşarken
Ece Ayhan bize selam veriyordu bir köşeden…
“Çocuklar keşke şu resimden çıkabilsem.
Aranıza inebilsem.
vardı işte… Ve iktidara devlete okula aileye her türlü
baskıya karşı durduğu için çektiği çileli hayata rağmen;
o hayat ve güzelim şiirleri için onca yol kat edip gelmişti
bunca insan mezarının başına işte…
Bu etkinlik ve mezar düzenlemesi için emek harcayanlar oradaydı. Anıt mezarın mimarı Fergül Yücel, Eceabat
Kaymakamı Özel Kalem Müdürü oradaydı. Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi oradaydı. Çanakkale Ece Ayhan
Buluşmaları İnisiyatifi oradaydı. Smirna Şiir Tiyatrosu
oradaydı. Okul arkadaşları Mustafa Yuluğ ve İlhan Dönmez oradaydı… İzmir’den Sokak Buluşmaları Topluluğu
oradaydı. Ece Ayhan’a bir merhaba demek için gelenler de
oradaydı.
12 Temmuz’da bir mezarın başında hiç üzülmedik. Hiç
hüzünlenmedik. Zaten hiçtik… Hiçken var varken hiç…
Ama zulmün zorbalığın hiç olmadığını biliyordu Ece
Ayhan… Tüm zorbalara ve iktidara karşı durdu, durduğu
yerde kaldı… Affetmediler onu… Onu affetmeyenlere inat
zarfsız kuşun başına üşüştü sevenleri…
Bir şairin çileli ömrüne katık ettiği şiirlerinden beslenmek için geldik Yalova Köyündeki mezarlığa…
O çileli ömür bizi sürükledi o mezarın başına biraz
da…
Ece Ayhan! Aldırmamayı bir senden öğrendik bir de
Sabahattin Ali’den…
Zarfsız kuşlar uçurmaya devam et sen de o güzelim
seyirliğinden…
O kuşlara binip kaç çocuk havalanacak uzaklara biliyor
musun?
Şöyle bir dönsem keyifle parmaklarımı şaklatıp…”
Saygı duruşunda bulunmadık. Ece Ayhan istemezdi…
Hüzünlenmedik mezar başında bir merasim yaptığımız
için… Çünkü Ece Ayhan bütün hiçliğine rağmen şiirinde
32
Tabii ki biliyorsun koca şair tabii ki biliyorsun…
…
Utkucu
ECE AYHAN NAM ŞAİR
Ece Ayhan’ı okumak zordur. Hadi okuduk diyelim,
anlamak ta zorlanabiliriz bu kez. Filozof, bilge, tarihçi,
toplumbilimci ve ek olarak şairdir. Ama en güzeli Ece’yi
okumak ve şiirinin tadına varmaktır. Ve işte mesele
de burada zaten : Tadına varılınca şiiri şiir olmaktan
çıkıyor bir içim su oluyor. Bizzat onun deyişiyle çünkü
« Gramafon kağıdı gibi açılır » şiiri…
Ece Ayhan Türkiye’nin en gizemli ve en önemli şairlerinden biridir. Kendine özgüdür. Bir benzeri
henüz yok. Çıkmadı. Ama bu çıkmayacak anlamına
hiç gelmez. Hele « Eceistan » nam şiir, felsefe, tarih ve
toplumbilim dünyalarında.
Ece Ayhan Çağlar layık olduğu ölçüde/derecede
tanınıyor mu ? Sanmıyorum. Belki son zamanlarda,
1980 öncesine oranla, biraz daha tanınsa bile. Bu elbette
Ece Ayhan’ın meselesi değil. Bizim meselemiz.
Ece Ayhan’la bir yaz dinlencesinde tanıştık. 1982
yazında. Haziran mı yoksa temmuz mu ? Bodrum’un,
bilirsiniz, o küçük ve şirin, o şirin ve sakin ( o günlerde) Gümüşlük isimli ayaklarını Akdeniz’de, yoksa
Ege mi demeli, yıkayan ve güneşinde yüzünü kurulayan küçümen köyünde. Nasıl tanıştık ? Ayrıntısını şimdi
anımsayamıyorum. Ama tanıştık işte, iki çay bardağı,
iki kadeh, iki dize arasında ve bir şiir içinde. Bir akşam
üzeriydi. Bundan eminim.
Bu geçikmiş bir tanışıklıktı elbette. Ama tam
zamanında da sayılabilirdi icabında. Ne de olsa ikimiz
de Mekteb-i Mülkiye-yi Şahane’den değil miydik ?
Lafın gelişi işte. Çünkü Mülkiye’nin nemenem bir «
mektep » olduğunu bizlerden çokkkk önce Ece Ayhan
ve « arkadaşları » ortaya çıkarıvermişlerdi. Çokkkktan
beri. Kaymakamlık (Ece bizzat kaymakamlık yaptı, işin
püf noktalarını icraattan bilir, ayrıntılar burada önemsizdir. Ama bu işi fazla uzatmadı), valilik (Ece saklasın
! Ece’yi saklasın !!), maliye müfettişliği ve maliye
memurlukları ve içişleri bakanlığı teşkilatındaki değişik
kademelerdeki küçük ve büyük memurluklar, yani
teşkilat içinde polislik, komiserlik, emniyet müdürlüğü
veya daha « mektepten » itibaren « devlet ajanlığı » (sıkı
ve sahici devrimcileri/ilericileri, kravat takmayanları,
saçlarını uzatanları, favorilerini kesmeyenleri, sakal
bırakanları ve « kızlarla çıkanları » kim « amirlerine »
iletecek ha ? Soru-yorum işte ! Verin bakalım yanıtlarını
! Haydi kolaysa verin yanıtlarını şimdi. Mehmet sen
de konuş evladım. Haydi konuş !) ve daha neler de
neler memurluklarını, her türlü « mülki amirlikleri
» tek tek her birini ve tümünü elleriyle ve kimi kez
33
ayaklarıyla tepip özgürlüklerini seçenler yani : Ece Ayhan, Sezai Karakoç (Erganilidir, hemşerimdir ayrıca),
Cemal Süreya. Evet bu üç Mülkiyeli ve üç iyi şair işin «
farkındaydılar ». Nitekim Cemal Süreya emekli olduktan ve memurluk havasından artık iyice kurtulduktan
sonra kaleme aldığı bir makalesinde Mülkiye’nin bu
düzende ne anlama geldiği konusunda « Üç kişi bunun farkındaydı » diye not düşer. Ve her biri « zaten
imkan bulur bulmaz » hemen uzaklaştı Mülkiye’den.
Mülkiye’deki iyi dostlarını, iyi öğretim üyelerini de unutmadan asla. Onlar, yani biraz önce adlarını andığım «
üçlü » çünkü « farkındaydılar ». Yineliyorum.
Boşuna Ece Ayhan « Biz tüzüklerle çarpışarak
büyüdük » demez. Ve sonra ekler : « Ben haklılığın
inadını taşıyorum. » Taşı-yorum ! Evet dostlar, bu taş
değildir, sıkı ve sahici bir sözdür. İsterseniz taş ta olabilir
: Kaldırım taşı gibi örneğin…
Ece Ayhan 1980’lerin başında,darbelere nanik, darbecilere inat, Bodrum ve Gümüşlük arasında mekik dokuyordu. Yollara sözçükler döküyordu. Saçıyordu dört
bir yanına şiirlerini. Kolay değil şiir yazmak Ece’de.
Sözlerini damıtıyor, güneşe seriyor , kuruluyor ve sonra
örüyordu tek tek…
Kışları Bodrum. Yazları Gümüşlük. İkisi arasında ne
var ?: Birkaç kilometrecik. Ali Rıza’nın dolmuşu nasıl
dolardı : Ece ile. Ece’nin sözleriyle, şiiriyle. Hepsi içinde.
Yazları Gümüşlük’te evet. Ve Ece’nin sayesinde ayın
şavkı denize vurup gümüşe çevirirken ortalığı, biz denizden aya ve yıldızlara doğru yükselen gümüş yoldan
ilerleyebiliyorduk. Altından köprüler geçiyor.Lavanta
kokularından dağları aşıyor ve bir türlü kendi kendimizi bulamıyorduk. Yoldaşlarımızı, yol arkadaşlarımızı,
arkadaşlarımızı arıyorduk, ama onları da bir türlü
bulamıyorduk. Biz neredeydik ? Onlar neredeydiler
? Sorularımızı soruyorduk ama cevap veremiyorduk.
Zor zamanlarda yolculuklar da zordur. Zaman nerede
? Varlık ne oldu ? Bir « Hiç » mi ? Bir « Bütün » mü
? Bir an veya başka bir an Ali Rıza’nın « mekanına »
varıp kızıl çaylar, demli, tavşan kanı (tavşanlar kaçışırdı
Tavşan Adası’ndan : Hemen karşımızda !), eşliğinde
veya rakılı bir sofrada, artık anına ve durumuna bağlı
bunlar, sohbete otururduk. Söz-leşirdik. Koyulaştırırdık.
Şair Lale Müldür hep sessiz ama dikkatli ve cana yakın.
Vaktini bilir ve açtı mı ağzını susardı herkes. Derya
deniz bu kardeşlerim. Ne çok yapmak istediği vardı
Lale’nin. Ne çok. Kardeşi Ugur ve arkadaşlarıyla. Ali
Nesin de mi oradaydı ? Fizik. Kimya. Aritmetik. Çarpı.
Artı. Topla ama asla bölme ve çıkarma ! Bu sohbetlerde
kahkahaların en canlısını Akdeniz’de sabah horozları
öterken duymak olasıydı. Tavşan Adası’nda tavşanlar
yine ve hep kaçışırlardı. Kıçları bembeyaz. Dünyanın
en korkak ve en hafızası silinmiş varlıkları da bunlar
olmalı. Bir de güvercinler mutlaka. Ama ne iyi ki o saatte güvercinler takla atmıyorlardı henüz (!) Güvercin,
barış kuşu. Barışı kanatlarında taşıyan. Çekine çekine
bile olsa. Taşıyan evet. Barışa çeyrek var.
Geriye kalan ve o saatte hala uyanık olan varlıklar
(u)mutluydular. Şiir ve şakalarla. Aniden portakal
ve limon kokuları sarardı ortalığı. Güneşin doğuşu
Doğu’dandır. Bu kaçınılmaz. Tamam ama, yüzünüz
denize çevriliyken, Gümüşlük’te solunuzdaki Tepe’nin
arkasından aniden sökün edince yine de şaşırırdınız.
Önce sarı, sonra kıpkırmızı renkler kaplar ortalığı. Gözleriniz kamaşmaz. Çünkü bütün ışıklar ve bütün renkler tanıdıktır. Geçmiş yıllardan gelen bir tanışıklıktır
bu. Renkler ışıkları severler. Işıklar yaşamı. Ve yaşam
kahkahalarımıza katılır kendinden geçerken sabah
uykusunda. Ama daha önce pencereden denizin gitgellerini gel-gitlerini seyretmek te şart : İşte tam o
anda Tavşan A-d-a-sı tam pencerenize çıkar, tavşanlar
adayı alttan ve üstten ama bilhassa alttan paramparça
ederken…Korku tünne.
Bu minik Ada’ya yürüyerek gidebilirsiniz. Bir-ikiüç adımda. Ama orada yürürken tavşanları ezmemek
lazım yine de, korkaklara açımak da mümkün : Tavşan
kaynar her kayanın, her bitkinin, her ağaççığın dibinde
çünkü…
O günlerde Ece Ayhan Yort Savul’u hazırlıyordu.
Biz Ece’yi dinliyorduk. Bizimle birlikte güneş, gece ve
tavşanlar da…
Ece’yi dinleyen tavşanlar bile yürüyüşe
hazırlanıyorlardı sabah ezanlarında. Kahvaltıda vazgeçiyorlar, öğlen olmadan « in »lerine in-iyorlardı inim inim
inleyerek : Korkaklar çünkü gösteri ve yürüyüşe katıl(a)
mazlar…Barışa çağıramazlar.
Zaman akıp geçiyordu. Ama bizden habersiz. Biz de
ondan habersiz..
Sonra ayrılık saati bizim için çaldı. Ve biz
ayrıldık. Her dinlencenin güneş batışı farklı oluyor.
Gümüşlük’ten Bodrum’a, oradan Ankara’ya geldim.
Sonra oradan da ayrıldım. Paris’e geldim. Ve kaldım.
Ece ile mektuplaşmaya başladık. Ve bu bir süre sürdü….
« Kardeşim Şehmus » diye başlayan 6 Ekim 1982
tarihli mektubunda Ece Ayhan şunları yazıyor : « 4
Ekim pazartesinden (Önce « paratesinden » yazıvermiş.
Sonra çizmiş ve pazartesi yapmış. MŞG) bu yana biz
burada üç-beş kişi kaldık. Herkes gitti, dinlence bitmişti,
bayram da. Ama ‘sarı-yaz’ (Böyle yazan Ece’dir. MŞG)
sürüyor, hemen hemen her gün denize giriyoruz yine
(Yanılmıyorsam Lale Müldür ve birkaç dost daha Ece
ile birlikte tatilin tadını bir zaman daha sürdürdüler.
MŞG), pek rüzgar da yok. Kısacası iyi bir ortamdayız.
Çalışmaya başladım. ‘Yalnız Kardeşçe’ adı altında
bir düz yazılar (Önce « düyazlar » yazmış. MŞG)
konuşmalar. (Bu yıl beş-altı konuşma çıkmıştı çeşitli
yerlerde, bunları derledim, şimdi biraz açıyorum, o
34
da Adam da çıkar.) Yine ( (havada asılı bir nesnellik
yoktur ama) nesnel bakışlarlı (Aynen. MŞG) olacaktır
olabildiğince. Bir insan toplumunda yaşamıyoruz tüyler
ürpetici gerçeği yazık ki gerçektir. Bu toplumu herhangi
birkaç açıdan eleştirmek te değildir bu : Karamsarlık,
ruhsarlık filan da hiç yok bu işte.
Yeni çıkan kitabım ‘Çok Eski Adıyladır »ı sana (yani
bana. MŞG) gönderemiyorum, çünkü hepsini burada
dağıttım arkadaşlara. ( …)
En yalın anlamda kendi kanatlarımla uçmak istiyorum. (…)
Sen dış görünüşe bakma, gerçek anlamıyla
Gümüşlük’e tutunmak istiyorum., yazmaya tutunmak
istiyorum. Dize biçiminde şiirlere de başladım yavaş
yavaş. Günlük de tutuyorum, Mart’ta (Aynen. MŞG)
bir defter almıştım. İyice de okuyorum. Bir yere de
kıpırdamayacağım buradan. (…)
Ankara her anlamda karmakarışıkmış. Ünsal
Oskay’a, Ümit Hassan’a benim selamlarımı söylersin, Sina Akşin’e ve Mete Tuncay’a da…(Onlardan
yayarlanıyorum bugünlerde). Bana sen Ümit Hassan’ın
kitabı ile Kazgan’ı gönderecektin, bulabilirsen doğallıkla.
Hoşçakal Şehmus,
selamlar sevgiler sana. »
İşte böyle : Ece Ayhan o günlerde yaptıklarını,
okuduklarını ve hemen gelecekteki yayınlarını aktarıyor
Kendine has uslubuyla.
Ece’nin sözünü ettiği Yalnız Kardeşçe Adam
Yayınlarından değil, Eskişehir’de o sırada kitap
çıkarmak gibi son derece cesur ve sevimli bir işe girişen
Evrin Sanat Galerisi Yayınlarınca okuyuculara sunuldu.
1985’te…
Yort Savul ‘a gelince, bu şirin şiir kitabı 1982’de
Adam Yayınları tarafından çıkarıldı. İkinci baskısıydı
kitabın. Ve Ece Ayhan’ın daha önce yayınlanmış şu dört
yapıtını kapsıyor :
Kınar Hanımın Denizleri (1959)
Bakışsız Bir Kedi Kara (1965)
Ortadoksluklar (1968)
Devlet ve Tabiat ( 1975).
Şehmus GüZEL
istanbul şubesi
Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubesi olarak, okulumuz Mekteb-i Mülkiye’nin 150. Kuruluş Yılı Kutlama
Programı kapsamında gerçekleştirilecek Mülkiyeli sanatçıların eserlerinin sergileneceği “Mülkiyeliler Görsel
Sanatlar Sergisi”ne hepinizi bekliyoruz.
Program detayları aşağıda gönderilmektedir.
Mülkiyeliler Birliği
İstanbul Şubesi
PROGRAM
Yer: İstanbul Yeminli Mali Müşavirler Odası
İstiklal Cad. No:146 Beyoğlu
Tarih: 25 Eylül – 3 Ekim 2009
Sergi Açılış Kokteyli 25 Eylül 2009 Cuma günü Saat 19.30 da yapılacaktır.
35
üyelerden / söyleşi
SIRRI SÜREYYA ÖNDER’LE SİNEMANIN DÜNÜ/BUGÜNÜ ÜZERİNE
RESMİ İDEOLOJİNİN HUZUR VE GÜVEN ORTAMI
70’lerde resmi ideoloji ve sivil sözcüleri defalarca terör ortamı yüzünden seyircinin sinemadan
uzaklaştığı söylendi. Oysa asıl seyirci düşüşleri resmi
ideolojinin ‘huzur ve güven ortamında, yaşanıyor.
Çok temiz çözüyorlar, bir yandan halkı sinemaya
bile gidemez derecede yoksullaştırıyor, öte yandan
seyretmeye değmez filmlere halkı mahkûm ettiriyorlar
Ülkemiz, güzel ülkemiz, sorunlarını tartışamayan,
halkın kendi sorunlarına dair garip teşhisler yaptığı,
teşhislerinin bize özgü nedenlerle garip değişiklikler
gösterdiği, her biri birbirinden vahim liderlerin
karizmalarına bağrı açık halkımız. Bu ülkede tarihinde iki kez önemli sinema deneyimleri yaşandı;
biri 1970’li yılların ikinci yarısında, o filmleri
yasakladık, gösterimlerini engelledik, sinemaları
bombaladık… Şimdi yeni bir minvalde bir eğilim
var, onu da piyasa mekanizmalarıyla, kültüre sanata
olan ilgisizliğimizle, tuhaf vurguncularımızla, sinema sektörünün bir türlü rasyonel yapılanmamasıyla
riskli ve etkisiz hale getiriyoruz. Eskimiş Unakıtan’ın
deyimiyle ‘babalar gibi satarım’ diyerek kültürü ve
sanatı pazara çıkarılmış bir ülke. Sinema deyince
aklına devasa rakamlarla vergi almak gelen ülke.
36
Bir film yapılana kadar kaç değişik vergi diliminden
geçerek üretildiğini, üretildikten sonra bir biletten
gelen gelirin nasıl paylaşıldığını bilir misiniz? Bu
vergi oranlarıyla film yapılan bir ülkede filmlerin
çeşitliliği ve sanatçının derinliği biraz etkileniyor
da. Bir de bunlara yaptıkları filmleri tuhaf sarışın
medya süslerine sorarak gösterime çıkmadan önce
hangisi iyi ambalajlanmış diye soran ve basında
Yılmaz Güney’le bu değerli sanatçımızı karşılaştıran
eğilimler de var. Ya da bir yoksulun balıkçı teknesinde titrek aşkını ifade ederken kayalara çarpıp parçalanan motoru görmek isteyen sinema yazarları var.
Bunların yanında ‘Dabbe’ diye film yapan insanlar
var. Testere’nin beşincisine bir milyon bilet alan seyircimiz var. Her gün televizyonda dizi seyrederken,
dizilerde çalışan insanların günde 14 saatin üzerinde
çalışmak zorunda olduğuyla ilgilenmeyen bir sektörümüz ve televizyon seyircimiz var. Paraya ‘vatan’
deyip ‘önce vatanı görelim’ diyen yöneticilerimiz var;
geriye de dertli yönetmenlerimiz ve riskli koşullarda
sinema yapan Yeni Türk Sineması’nı yaratmaya
çalışan sanatçılarımız var. Ödüllere gelince acı bir
ödülümüz de vardır bizim: Tiyatrocu ve sinemacı
Yıldırım Önal Antalya’da aldığı ödülü ölmeden
önce rehinciye bıraktığı için adına Antalya’da ödül
veriliyor. Saygılarımızla…
Yeni Türk Sineması’ndan başlayarak geçmişe doğru
bir yolculuk yaparsak, darbe sonrasındaki Türkiye’deki
sinemayı nasıl görüyorsunuz?
İlk önce 12 Eylül darbesinin yalnızca Türkiye’deki
asker-sivil bürokrasisinin bir işi olmadığının
anlaşılması gerekir. Siyasal mücadelenin yoğunlaştığı
ve çok ağır baskı koşullarıyla toplumun genel dengesini yeni bir eksene kaydırmayı hedefleyen bir
darbe olduğu, bana açık geliyor. Başta Latin Amerika olmak üzere pek çok ülkede yapılmıştır ve genellikle de NATO bünyesinde planlanıyor. Bizimki de
o cinstendi. Darbe öncesinde Türkiye’deki sinema
koşullarıyla sonrasındaki koşullar gerek somut tehditlerle, gerekse verilen gözdağlarının etkisiyle
tümden değiştirildiği anlaşılabiliyor. Örneğin sinemaya bakarsak, darbe sonrasında Arabesk filmler
patlıyor. Arabesk filmlerinin de içeriği değişiyor.
Evet, onlarda bayağı bir fakirlik edebiyatıyla
bağnaz bir dini söylem bütünleşiyor. Bu filmlerin yanı sıra darbe sonrasında tatil merkezlerinde geçen bir sürü film yapıldı, tatil merkezleri
de et reyonuna dönüştürülmüş ve çıplaklık hakikaten gülünç hareketlerle bezenmişti. Bunun
yanısıra geçmiştekinden biraz daha farklı polislerin
merkezde olduğu filmler, ‘uyuşturucu kullanımının’
mahkûm edildiği veciz eserler vardı. Sanat filmleri
olarak lanse edilenler ise genelde ‘kadın filmleri’ ve
‘bunalım filmleri’ olarak anılıyor. Bu tablo içinde
yer almayan ve genellikle festivallerden ödüller alan
filmler ise yurtiçinde zaten yasaklanıyordu.
Sine-Sen’in kapatılması ve sinemacıların
bazılarına ise kovuşturma yürütülüp işkence
yapılması da bu sürece eşlik ediyordu.
Aslında Türkiye’de sinema alanında diğer ülkelere göre çok fazla işkence yapılmadı, ama bir
milyon insana yapınca onlara yapılması da gerekmiyordu zaten. Ama örneğin Şerif Gören 1 yıl kadar
tutuklu kaldı, neyle yargılandığını bilmeden hapisten işkence görerek çıktı. Dolayısıyla Türkiye’de
sinema da o yıllarda çok sayıda filmin gösteriminin
yapılması yasaklandığı da göz önüne alındığında
istikrarlı bir biçimde seyirci sayısının da azalması
buna eklenince aslında sinemanın altın çağının
yerinde yeller esmeye başlamıştı. Burası bana ilginç gelir; 1970’li yıllarda terör ortamı olduğu defalarca söylendi resmi ideoloji ve resmi ideolojinin
sivil sözcüleri tarafından. Bu nedenle seyircinin
sinemadan uzaklaştığı resmi görüşten çıkarsanıyor.
Oysa asıl seyirci düşüşleri resmi ideolojinin ‘huzur
37
ve güven ortamında yaşanıyor. Çok temiz çözüyorlar aslında, bir yandan halkı sinemaya bile gidemez
derecede yoksullaştırıyorlar, öte yandan seyretmeye
değmez filmlere halkı mahkûm ettiriyorlar.
1990 hem Yeni Dünya Düzeninin ilan edildiği,
hem de Türkiye’de sinemanın en dip noktada
olduğu yıllar. Aynı zamanda majörler ülkemize
giriyor ve Hollywood’un dünya Pazar payı patlama
yaşıyor. İlginçtir en az iki kuşağın birisi Televizyon
kanallarıyla, diğeri ise sinemalarda Hollywood’un
filmleriyle hayatı ve dünyayı tanıyor, filmden önce
ise McDonalds’ta mola vermeyi adet ediniyor.
Her dinlediğimde ya da okuduğumda Baba
Bush-Özal konuşması aklıma gelir, sektör ve
aydınlar Hollywood’a bir sınır konmasını istiyor,
ulusal koşullar bunu gerektiriyor, ama ABD’nin
dış ilişkiler kolu olarak çalışan Hollywood ‘başkan’
tarafından korunuyor. Türkiye’ye baktığımızda ise
sinema bir vergi kalemi ve sansür edilecek bir ‘sanat dalı’ olarak görülüyor. İnsanın hayıflanmadan
duramayacağı bir ikilem bu. İnanılmaz bir müptezel
bakış sinemamızın üzerinde kurulduğundan bugüne
duruyor. Ama bakıyorsun Türkiye’de sinema bütün
olumsuz koşullara rağmen, halkın genelde talep
ettiği bir iletişim ve eğlence dalı olarak kalıyor. Bundan çıkıp sanat olmaya başlayınca sansürle-baskıyla
karşılaşıyor. ‘Yol’ filmi yasaklanırken ülkemizde
Afrodit ve Nuri Alço’nun filmleri gişede zirvede
duruyor. İnsanın inanası gelmiyor, zaten biz yıllar
boyunca inanılmaz olaylara isyan ettiğimiz için çekmiyor muyuz?
1990’lı yıllarda sinemamız yeni koşullarla yeni
bir tarzla ve yeni bir söylemle sinema yapıldığına
tanık oluyor. Bu anlamda ticari sinemasıyla sanat sinemasıyla bugünkü koşulları ve bağımsız
sinemanın kendisini değerlendirir misiniz?
Bağımsız sinema aslında birbirinden bağımsız
insanlar tarafından yapılıyor, genel bir ortak tavır ve
söylemin olduğunu söyleyemem. Bizzat bu nedenle Türkiye’de bağımsız sinema anlamlı bir düzeye
estetiğe sahip iken bir akım olarak değerlendirilemez.
Bağımsız sinema diyoruz, ama bunun da iktisadi,
sanatsal ve maddi varoluş koşulları tartışmalı bir
temele sahip. Ben Türkiye’de bundan sonrası için belirli eğilimlerin izlerini görüyorum, nasıl sonuçlanır
bilmiyorum, ama bu eğilimlerin izleri bugün görülüyor. Birincisi ticari sinema aynı zamanda festivallerden nimetlenmek istiyor, yani yaptıkları yer
yer milliyetçi, yer yer tuhaf komedi tipleri içinde
gericiliği ve absürtlüğü sürdüren kaba saba tipler,
yer yer cinselliğe göz kırpan yaklaşımlar, dinsel
duyguları sömürmeye çalışan çeşitli akıl-dışı korku
vardı, insanlar oralardan kitap alıp okurlardı. Bugün
filmleri, ya da duygu pornografisine yaklaşan filmler.
neredeyse kültür sanat alanında liberal bakışın imamı
Bunlar bir yandan festivallerde gişedeki başarılarına
haline gelen Hıncal Uluç’u düşündüğümüzde seviydayanarak taltif edilmek istiyorlar, bunun için çeşitli
enin ne olduğu anlaşılır. Her 12 Eylül’ü anlatan film
baskı yöntemlerini deniyorlar. Öte yandan ise ben
olunca başlar bir terör edebiyatı.
bu ticari sinemanın sürekli büyüme eğiliminde
olarak giderek büyük bir sektöre dönüşeceğine
İktisadi olarak bakıldığında seyircilerin sayısının
inanmıyorum. Bağımsız sinemaya geldiğimizde
yakın zamanda çok artacağını düşünemeyiz, ekonokendi filmlerimden yola
minin yasaları izin verçıkarak belirli kısıtları anmiyor, bu bilet fiyatlarıyla
latmak isterim ki, bunları
Gösterim ayağı sanat sineması için özel
kalındığı takdirde en çok
genel sorunlar gördüğüm
zorluklar çıkarıyor, yapım süreçlerinde
izlenilen filmin seyircisi
için anlatıyorum. Birincisi
hayat o kadar kolay değil. Eğer yapımcılarla
10-20 bin artar, bir patla‘Beynelmilel’ filmini eğer
çalışmak istenildiği takdirde film belirli
ma yaşanmaz. Türkiye’de
ben kendi koşullarımla
açılardan sizin filminiz olmaktan çıkma
halktan tartışmak, esteyapsaydım
yapıldığı
eğiliminde. Bu nedenle aslında ülkemizde
tik bir haz almak, seçici
gibi
pazarlayamazdım.
bağımsız sinemanın maddi koşulları pek
olmak anlamında yakın
Kendim dağıtsam sineparlak değil ve hala çok riski içinde taşıyor.
zamanda bir patlamanın
malardan aynı oranları
yaşanacağını
da
alamazdım. Bu anlamdüşünmüyorum. Millet
da bugün Türkiye’de
hazlarını, heyecanlarını,
bağımsız sinema kenduygularını yaşamayı futbol maçlarına saklıyor.
di filmlerini yapmanın ötesinde istenilen sineBugün pek çok gazetenin kültür sanat eki bile yok.
malarda ve kendisi için iyi koşullarda sinemaya
Bodrum geceleri her gün gazetelere haber oluyor
dağıtamamaktadır. Sinemada dağıtımda Warner
da, toplumun sorunları olmuyor. Öyle bir Türkiye’de
Bros ve UIP ile birde bunlara eklenebilecek Özen
yaşıyoruz. Dolayısıyla da toplumsal sorunlarda sineFilm sinema ayaklarının yaklaşık yüzde 70’ini
ma da sınırlı ölçüde anlatılıyor…
elinde tutuyor. Öncelikle kendi filmlerini alıyorlar,
Öyle sayılır, toplumsal yaşayışımız, kültürel dogerçekten önemli sanat filmleri ise çok daha çetin
kumuz, kendi tarihimiz filmlere çok konu olmuyor,
koşullarda ve hem kötü sinemalarda hem de kötü
hep birlikte Yandım Ali’yi oynuyoruz çünkü.
zamanlarda girmek durumunda kalıyorlar. Bu durumda olan pek çok sinemacı var.
Yaratım bireysel bir süreç olarak alınırsa, sanatçı
toplumun vicdanı değil de bireysel güzelliği ve
Geçen dönemin en az beş sanat filmi bu nedenle
ilginçliğini dışa vuran bir insan olarak anlaşılırsa,
İstanbul Festivali sonrasında gösterime girdiler, çok
sanatçı sesini çıkarmaya başladığında ya sektör
düşük rakamlarla sezonu kapattılar. Çünkü birkaç
aracılığıyla, ya dağıtım sistemiyle, ya da siyasal
tane büyük film sezonun en önemli zamanında
süreçler aracılığıyla çok kolay susturulur. Bazen
neredeyse bütün sinemaları kapatmıştı.
bunu yapmak için uygun olmayan sinemada filmGösterim ayağı sanat sineması için özel zorlukini gösterirsiniz, bazen televizyonun düğmesini
lar çıkarıyor, yapım süreçlerinde hayat o kadar kolay
kapatırsınız, bazen yapımcı şirketin içini boşaltır,
değil. Eğer yapımcılarla çalışmak istenildiği takdirde
çok konuşursan dava açılır.
film belirli açılardan sizin filminiz olmaktan çıkma
Bunların dışında teknik yönden gelişen, biçim
eğiliminde. Bu nedenle aslında ülkemizde bağımsız
olarak
derinlik ve güzellik kazanan, giderek daha
sinemanın maddi koşulları pek parlak değil ve hala
kişisel tonlar taşıyan bir sinemamız da var; yerli ya
çok riski içinde taşıyor. Ticari sinema içinden ayrı
da uluslar arası festivallerin ödülleri ve açtığı pazar
bir sanat damarı çıkacağına ise ben inanmıyorum,
ise bir akım üretmiyor. Akım için birleştirici bir
çünkü sanatsal olarak tarifi mümkün olmayan
rüzgâr ve kültürel iklim lazım, bizim ülkemizde ise
sorunları var. Türkiye’de gidişat halkın sanata gideraynı anda dört mevsim yaşanıyor.
ek daha fazla ilgi göstereceği bir yönde değil.
Bu söyleşi
Kültür sanat ortamımız aslında 1970’li yıllara
göre çok geri. Bugün büyük oranda büyük kentlere
Ahmet ERKAN Tarafından yapılmıştır.
sıkışmış durumdayız. Geçmişte her kentin gaze18 Ağustos 2009
tesinin kültürel ekleri olduğu, gibi kendi etkin
Bianet’ten alınmıştır.
dernekleri de var. Hakkâri’nin de kütüphanesi
38
çeviriler
ABD, İLİŞKİSİNİ KESMEDİKÇEVE YARDIMI GERİ ÇEKMEDİKÇE
HONDURAS’TAKİ DARBECİ KATLİAMCILAR
YERLERİNİ TERK ETMEYECEKLER!
James PETRAS
özellikle Latin Amerikalı topluluklar, Afro-Amerikalı,
ABD’li entelektüel James Petras, YVKE
ile yaptığı röportajda ABD devlet başkanına Latin Amerikalı ve halk sınıflarının temsilcisi olduğu
“bugüne kadar oynadığı çekimser rolden” biran varsayılan bu başkana çok kızgınlar,” diyen ABD’li
önce vazgeçmesi çağrısında bulundu. “Darbeci
entelektüel James Petras ile geçtiğimiz 28 Haziran
katliamcılar, Washington’un kendilerine ekonomik
2009 pazar günü görüştüler.
ve diplomatik destek vermeye devam edeceğini ve
Hernan Cano (H.C.): Geçici hükümetin
ilişkileri sürdüreceğini düşündükçe, yerlerini terk
etmeyeceklerdir,” dedi…
bugünkü basın açıklamasında herhangi bir
YVKE Dünya Radyosu başkanı Cristina hükümet tarafından tanınma konusundaki
Gonzalez ve gazeteci Hernan Cano, Honduras
umutsuzlukları açıkça görülüyordu. Buna rağmen,
ordusunun yol açtığı katliam karşısında dehşete yasal devlet başkanını havaalanında bekleyen
düştüğünü ifade eden ve Beyaz Saray’dan Honduraslı halka karşı gösterdikleri vahşi ve saldırgan
darbecilere karşı net tutum takınmasını talep ederek, tutumları tamamen izole edilmiş bir hükümet gibi
“Bir katliam ve devlet terörizmi ile karşı karşıyayız.
görünmediklerini gösteriyordu. ABD hükümetinin
Bugüne kadar darbeciler karşısında çekimser bir rol
öfke uyandıran rolünden bahsederken neden ABD
izleyen ABD devlet başkanından bir net söz duymayı hükümetinin bu devlet darbesine desteğinin var
bekliyoruz. Bu darbenin illegal olduğunu deklare
olduğunu düşünüyorsunuz?
James Petras (J.P): “Bu konuda en azından
etmesi ve darbecileri suçlamasının yanısıra ABD
desteğini kesmesini
somut
ve
görüyoruz. Öncelikle,
katliamcı
göstergeleri
ile
ABD
büyükelçisi
ilişkileri bitirmesini
orada
bulunmaya
bekliyoruz. Ancak
devam ediyor. İkincisi,
şu ana kadar ne
Honduras’taki üstte
Beyaz Saray’dan ne
bulunan
ABD’li
de Dışişleri Bakanı
generaller,
albaylar
Hillary Clinton’dan
ve binbaşılar sanki
herhangi
bir
normal bir durummuş
açıklama duymadık.
gibi darbeci katillerle
Halk
kontakt
hükümet
burada,
39
halinde
bulunmaya devam ediyorlar. ABD devlet başkanı başkanlık görevini işgal eden kişi, Negroponte
halen ne Honduras’taki gelişmeleri bir devlet darbesi durumunda
olmasına,
Honduras
silahlı
olarak tanımladı ne de ilişkileri bitirip yardımları kesti.
kuvvetlerini kontrol etmesine ve aynı diktatör gibi
Darbeci katliamcılar, Washington’un kendilerine
medyayı kontrolü altında tutmasına rağmen, neden
ekonomik ve diplomatik destek vermeye devam bunun bir beyin yıkama olduğunu, sonu gelmeyen
edeceğini ve ilişkileri sürdüreceğini düşündükçe, istifa
bir beyin yıkama olduğunu söyleyemiyoruz?
etmeyeceklerdir. Bu açıktır. Obama, katliamcılarla
ABD’nin tamamen bir marketing ürünü bir
ilişkileri kesmedikçe, onlar OEA ve Birleşmiş
başkanı iktidara taşımış olduğunu hatırlıyoruz. Bu
Milletler’in kararlarını kabul etmeyeceklerdir, çünkü marketing, ABD’nin kendisini Pasifik Okyanusuna
onlar için patronları bu koşullarda hayatta kalabilmek ulaştıracak olan Meksika’dan Panama’ya kadarki
koridora olan büyük ilgisinin sebebi Honduras’ta
için hayati derecede önemlidir.
Bütün dünyanın gözleri şu an Obama’nın yapılanlar için de işe yarayabilir mi?
ne yapacağına dikilmiştir: bir terörist hükümeti
J.P: “Bu stratejinin büyük olmasından
desteklemeye devam mı edecektir; yoksa, en
bağımsız olarak, bu momentte Washington çok
sonunda, politikasını düzeltecek, mesafe koyacak, izole, son derece itibar kaybetmiş ve dünyanın her
tarafından gelen ortak sesin karşısında yeralıyor. Bu
katliamcıları kınayacak ve onları yasal devlet başkanı
Zelaya’nın yeniden görevi devralması için istifaya mı nedenle, stratejileri her ne olursa olsun, bu süreçte
modifiye etmek zorundalar. Eğer etmeyeceklerse,
zorlayacaktır.”
tekrar ediyorum: kendileri izole edilip, kınanacak ve
Cristina Gonzalez (C.G): Eğer biraz
derinlemesine
bakarsak,
ABD’nin
suçlanacaklardır. Bu çoktan başarısızlığa uğramış bir
Orta
Amerika’nın bu noktasıyla fazlasıyla ilgilendiğini stratejiyi sürdürmek için çok pahalı bir bedeldir.
görebiliriz. Aslında, ABD’nin orada askeri üsleri
Ve bunun da ötesinde, bu katliam ülkede
var, bu silahlı güç oluşumu bir çatlamaya uğramadı
Honduras’ın da ötesinde gelişebilecek ciddi bir
ve oradaki darbeyi koşulsuz destekledi; ki bunu
istikrarsızlığı
Amerika Kıtaları Okulu’nun oradaki varlığı
körüklüyor. Latin Amerka’daki komşu ülkelerde
açıkça ortaya koymaktadır. Zelaya’nın aceleyle
kitlelerin kayda değer tepkisi, herhangi bir etkiyi ve
ülkeden çıkarılması ve Honduras demokrasisini
Güney’deki herhangi bir ABD destekli rejimi tartışılır
savunmak ABD’yi neden ilgilendirmiş olabilir?
hale getirebilir. Bu bedel, bu panoramada oldukça
yaratabilecek
bir
ayaklanmayı
J.P: “Şimdi katliamcıları desteklemeye devam yüksektir.”
etmenin faturası çok yüksek. Hiçbir hükümet, ne
[*] YVKE Web Sayfası, 5 Temmuz 2009,
Obama, ne Latin Amerika’nın en liberalleri ne de en
İspanyolcadan çeviren: Canan Ateş.
ılımlıları, bu hükümet için yakın diplomatik ilişkiler
sürdüremezler. Tümden bir izolasyon ve uluslararası
kınama ve bütün ülkelerin büyükelçilerini çekmesi
durumunda katliamdan sonra darbecileri desteklemeye
devam etmenin faturası Washington için hayli
yükseldi. Eğer Washington son günlerde sergilediği
politikasını izlemeye devam ederse tamamen itibar
kaybedecektir.”
C.G.: Bu durum, Jean Bertrand Aristide’nin
durumuna fazlasıyla benziyor. Honduras’ta
40
HONDURAS DENEYİMİ
İLERİCİ HÜKÜMETLERİN SİLAHLI HALK MİLİSLERİNİ
ÖRGÜTLEMELERİNİN GEREĞİNİ GÖSTERDİ[*]
FRANCISCO JAVIER ANGULO
Honduras’ta yaşanan olaylar, Latin Amerika ve dünyanın tüm ilerici devlet başkanları için uyarı sinyali
görevini görüyor. Herhangi bir silahlı gerici saldırıyı engellemek ve onu bozguna uğratabilmek için devrimci
halk milislerini örgütlemek ve onları silahlandırmak varlığını sürdürebilmek için ertelenemez bir göreve
dönüşmüştür.
Devrimci halk milisleri her yaş ve sosyal konumdan, ülkesinin politik ve sosyal gelişim sürecini,
halk ve devrimci liderlerini koruma noktasında gerekli bedeli ödemeye hazır kadın ve erkek gönüllülerden
oluşturulmalıdır.
Bu, halkından korkusu olmayan ilerici ve devrimci liderlerin yapması gereken bir görevdir. Halkın
devrimci bilinç seviyesinin gelişimine paralel olarak devrimci halk milislerini ideolojik, politik ve savaşçıl
açılardan silahlandırmak kaçınılmaz görevlerinden biridir. Bilinçli bir örgüt, örgütlü olduğu topluluk içerisinde,
topluluk bileşenlerini dinleyerek ve tanıyarak kimlerin ne tür özelliğinin olduğunu, liderlerinin kalitelerinin ne
olduğunu ve onların ilerici-devrimci sürece ne kadar bağlı olduklarını anlayabilir. Halkın kendisi yani komün,
kimlerin kendisini devrimci bir şekilde yöneteceğini, kendisine ihanet etmeyeceğini ve onların hizmetinde
olacağını bilir. Devrimci halk milislerinin savaşçıl donanımı, kendi kriminal misyonlarını yerine getirmek için
çocuk, yaşlı, kadın demeden herkesi öldürmeye hazır bir şekilde özel olarak yetiştirilmiş birliklere ve yüksek
41
teknolojik silahlara sahip sınıf düşmanı karşısında
başarılı bir şekilde karşı koyabilecek kapasitede
olmalıdır.
Devrimci ya da ilerici hükümetler, devrimci
halk milislerini son savaş senaryolarına uygun tarzda
modern ve denenmiş silahlarla donatmalı, çeşitli
hava, deniz ve karadan saldırı kapasitesi yüksek
güçlere karşı direnebilme yetisine sahip bir şekilde
eğitmelidir.
Diğer taraftan ilerici ya da devrimci hükümetler
için kitle iletişim araçlarının, BİRİNCİ DERECEDE
ÖNEMLİ BİR SAVAŞ SİLAHI olduğu bilinci çok
net olmalıdır. Bundan dolayı da düşmanın ve onun
ittifaklarının ya da ortaklarının ellerinde tuttukları bu
medya kuruluşlarını nötralize etmek bir zorunluluktur
ki, bu nötralizasyonun anlamı tek tek ülkelerde
darbeci ve gerici yayın yapanların sinyallerinin derhal
kesilmesidir.
Bunu yapmamak intihar etmekle es anlamlıdır
ve düşmana, kendi politik-askeri stratejisini dünya
çapında koordine etmesi, dünyayı ve kendi halklarını
manipüle etmesi, halkları aklen silahsızlandırması
ve herhangi bir enternasyonal dayanışmanın önünü
alabilmesi için küresel iletişim ağını emrine sunmak
anlamına gelmektedir. Kapitalist rejimin savunusu için
kurulmuş SIP (Amerika Kıtası Gazeteciler Topluluğu)
ve diğer emperyalist kuruluşların reaksiyonlarından
çekinmemek gerekiyor; bu emperyalist uşaklar bugüne
kadar, darbeci rejimin Honduras’taki basın özgürlüğü
ihlallerini kınayan tek bir laf dahi etmediler.
Venezüella’da yapılması gereken, darbe
yanlısı tüm gerici medya kuruluşları, silahlı Bolivarcı
halk milisleri tarafından ele geçirilmeli ve halkın,
devrimin hizmetine sunulmalıdır, aynı şekilde yerli
ve yabancı tüm sponsor, işletmeci ve finansörlerin
mal varlıklarına da el koyulmalıdır. Ayrıca bu süreç
ile ilgili propaganda ve duyuru yapmak önemlidir.
Çünkü kapitalistler için en korktuğu şey malını
mülkünü kaybetmek olduğu için, herhangi bir darbe
girişimini desteklemeden önce bu faktörü göz önünde
bulunduracaklardır.
Güncel olarak Latin Amerika’daki ilerici
hükümetlerin silahlı kuvvetlere sahip olduğu
argümanını öne sürmek, Küba hariç, Bolivarcı
Venezüella Devriminin üst düzey yöneticileri de dahil
(Chávez’in de zaman zaman kabul ettiği gibi) bütün
bu ülkelerin yüksek rütbeli askeri yöneticilerinin
kapitalist sistemi savunmak için eğitildiklerini gözden
kaçırmak olur.
ABD bağımlısı askeri yöneticilerin korktukları
tek güç, onlara karşı koyabilecek, onları devirecek ve
herhangi bir darbeci ya da istikrarsızlaştırıcı girişime
kalkıştıklarında onları gerçekten cezalandırabilecek
tarzda organize olmuş silahlı devrimci halktan
korkarlar. Aynı şekilde, askeri yöneticileri darbe
yapmaya teşvik eden ve kışkırtan oligarşik sınıflar
ve onların medya araçları da sadece örgütlü halk
gücünden korkarlar.
Eğer ilerici ya da devrimci hükümetler
kendilerine sahip çıkacak halkı örgütlemeye ve
silahlandırmaya kalkışmazlarsa, buna cesaret
etmezlerse, bu ilerici hükümetler, kendilerinin
takipçisi olanların devrimciliğine ve bağlılığına
ikna olmamışlar demektir ve bunun anlamı onlar da
takipçilerinden korkmaktadırlar.
Başkan Chávez, Honduras’ta yaşanan ve
diğer yerlerde olabilecekler, sizin hükümetiniz ve
Venezüella halkı için emperyalistler ve onların
uşakları tarafından hazırlanan tatbikatlardır. James
Petras’ın da dediği gibi, Honduras’daki darbenin
arkasında ABD ve Pentagon tarafından yönetilen
yüksek rütbeli askerler var.
Bu noktada Kolombiya isyancı gerilla
hareketlerinin (FARC-EP ve ELN) savaşçı statüsünün
tanınması ve bu güçlerin, Amerikamız’ın ilerici
sürecine ve devrimci hareketlerine yönelik saldırıda
emperyalizmin bölge karakolu pozisyonundaki
narkoparamiliter Uribe hükümetine karşı koyuşta
değerli ittifaklar olacağı unutulmamalıdır. Narko
Uribe’nin Obama ile yaptığı görüşmeden sonra
Venezüella devrimine karşı bir şeylerin gelişeceğini
beklemek yanlış olmaz. Önümüzdeki süreçte,
narkoparamiliterlerin, kamuflajı sağlanmış
Kolombiya asker ve polislerinin karşı devrimci
eylemleri yoğunlaştırmak ve emperyalizmin bu
ülkelerdeki askeri planlarını içerden ve komşu
ülkelerden hazırlamak için Venezüella ve Ekvator’a
yoğun olarak sızacağını varsaymak yanlış olmaz…
Venezüella’daki Medya Kuruluşları Derhal
Kamulaştırılmalıdır!
Tek vücut halinde ve bilinçli bir şekilde
örgütlenmiş, ideolojik, politik ve savaşçıl olarak
silahlanmış bir halk asla yenilmez!
42
[*] ABP (Bolivar Haber Ajansı), 1 Temmuz 2009.,
İspanyolcadan çeviren: Canan Ateş
ABD SAVAŞ PLANLARINI LATİN AMERİKA’YA ODAKLAŞTIRIYOR!
ABD ORDUSU: IRAK’TAN SONRA LATİN AMERİKA’YA…(*)
Rick ROZOFF
Geçtiğimiz 29 Haziran’da Başkan Obama Beyaz Saray’da Kolombiyalı meslektaşı Alvaro Uribe’yi
ağırladı. Bu görüşmeden birkaç hafta sonra, Pentagon’dan yapılan açıklamada, dokuz yıl önce başlatılan
Plan Kolombiya’dan bugüne 5 milyar dolardan fazla askeri maddi destekle ABD’den askeri yardım alanlar
sıralamasında, Latin Amerika’da birinci ve dünyada üçüncü sırada olan Kolombiya’da 5 askeri hava ve deniz
üssünde yeni birliklerle mevzilenme kararı aldığını belirtti.
Obama-Uribe buluşmasından 6 ay önce, görevini tamamlamakta olan eski ABD başkanı George W.
Bush, Uribe’ye, daha önce İngiliz başbakanı Tony Blair ve Avustralya başbakanı John Howard’a olduğu gibi,
en yüksek ABD sivil nişanı olan Özgürlük Madalyasını hediye etmişti. O zamanın bir basın haberi, Uribe’nin
Beyaz Saray tarafından onurlandırılmasını şok ve hiddetle karşıladıklarını ifade ederek şöyle demişti: “Yargısız
infazlara, paramiliterlere ve sendikacı katliamlarına rağmen Kolombiya başkanı Uribe ABD’nin insan hakları
için verdiği en yüksek onur ödülünü aldı.” (1)
Aynı kaynak duyduğu kaygıyı şu ekle destekliyordu:
“Kolombiya sendikacılar için dünyanın en tehlikeli ülkesi. 2006’da dünyadaki toplam sendikacı
ölümünün yarısı Kolombiya’da gerçekleşti. Uribe’nin 2002’de iktidara gelişinden bu yana toplam 500
sendikacı öldürüldü. Bu katliamlarla ilgili duyulan kaygı karşısında Uribe kurbanları küçümseyerek onları
‘sendikacı kıyafeti giymiş bir düzine suç şebekesi’ olarak nitelendirdi.”
“Ordu elemanları tarafından gerçekleştirilen 1.000’den fazla illegal infaz olayı şu an araştırılıyor.
Askerlerin masum sivilleri alıp öldürdükleri ve sonra onları savaşçı düşman güçleri gibi giydirdikleri
düzinelerce olay var. Yüzlerce ordu mensubunun bu olaylarda yeraldıkları düşünülüyor.”(2)
KOLOMBİYA: 40 YILLIK SAVAŞ
40 yılı aşkın bir süredir, ABD’nin batıyarıküredeki ‘ölüm mangası demokrasisi’ müşterilerinden son
kalanı olan Kolombiya devleti, FARC-EP’ye (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) karşı bitmek tükenmek
43
bilmeyen karşı-devrimci bir savaş ve buna paralel
olarak ABD tarafından eğitilen ve donatılan askeri
güçler ve paramiliter oluşumlarla birlikte sendikacılara,
köylülere, yerlilere ve diğer organizasyonlara karşı
aynı şekilde acımasız bir kampanya yürüttü. En az
40.000 kişiyi öldürdü ve savaş sonucu olarak 2 milyon
kişiyi de yerlerinden zorla göçettirdi.
1985 yılında FARC silahlarını susturdu ve
Belisario Betancur hükümetiyle barış görüşmeleri
sürecine girdi.
UP (Yurtsever Birlik) yasal oluşumunun
kurulmasına seçimlere girebilmek ve diğer barış
çalışmalarına katılmak için yardımcı oldu. Ancak
birkaç yıl içerisinde, UP’nin seçilmiş yetkilileri,
adayları, sendika yöneticileri, yerel kurum
organizatörleri ve diğer militanlarından oluşan
toplam 5.000 üyesi, Kolombiya Güvenlik Güçleri
ve sonraki başkanı Carlos Castano olan ünlü AUC
(Kolombiya Öz-savunma Güçleri Birliği) ve diğer
hükümet bağlantılı sağcı ölüm mangaları tarafından
katledildi. 8 kongre üyesi, 70 yerel konsey üyesi,
düzinelerce milletvekili ve belediye başkanı, yüzlerce
sendika yöneticisi ve köylü lideri vahşice öldürüldü
ve 1989-1990 yıllarında 7 ay içerisinde 2 devlet
başkanı adayı katledildi. Bu toptan katliam karşısında
FARC silahları tekrar yükseltti ve ülkenin güney-doğu
bölgesine çekildi.
1998’de o zamanın Kolombiya devlet başkanı
Andres Pastrana, (barış görüşmeleri için çev. notu)
FARC-EP’ye Caqueta bölgesinde 16 bin km karelik
güvenli bir alan bıraktı.
Aynı dönemde ABD bu bölgede gelişen
FARC kurumsallaşmasını dağıtmak ve organizasyonu
tümden yoketmek için yeni yoğun bir karşıdevrimci
kampanyaya hız verdi.
Ocak 2000’de STRATFOR isimli savaş-karşıtı
olarak tanınmayan bir kaynak şöyle uyarıyordu:
“ABD Dışişleri Bakanlığı geçenlerde
Kolombiya’daki uyuşturucu karşıtı operasyonlar için
2 yıllık 1.3 milyar değerinde acil yardım paketini
açıkladı. Plan aynı zamanda Andres Pastrana’ya
FARC ile yapılan barış görüşmelerinde yardımcı
olmayı amaçlıyor. Ancak planın ters bir etkisi olacak,
hükümet ile gerillalar arasında pazarlığı bitirecek ve
savaşın yeniden canlanmasına neden olacak. Sonuç
olarak plan ABD katılımının yolunu açmaktan öteye
bir sonuç yaratmayacak,” diyor ve şöyle devam
ediyordu: “Uyuşturucu ile mücadele için tahsis edilen
paranın çoğunluğu gerillalara karşı savaş için orduya
gidecek. Bu güç dengesini Bogota hükümetinden,
daima barış görüşmelerine karşı olan ordu lehine
bozacaktır. Kısacası daha büyük bir ABD müdahalesi
için kapı iyice açılmış oluyor.” (3)
PLAN KOLOMBİYA: CLINTON’IN “PART ATIŞI”(4)
Kolombiya 2000 yılında bile batıyarıkürede
ABD’den en çok askeri yardım alan ülkeydi, fakat
Clınton yönetimi Plan Kolombiya ile birlikte
Pentagon’un bu ülkedeki rolünü iyice artırdı. Ocak
1993’te göreve gelir gelmez Irak’ı bombaladı
ve ardından aynı yıl yüzlerce -binlerce değilse
bilmiyorum- Somaliliyi öldürdü ve ondan sonra
da o ve dış politika ekibi hiç bir zaman askeri güç
kullanmaktan çekinmedi.
1995’te Hırvatistan’daki etnik ve vahşi
‘fırtına operasyonu’ için askeri planlamacıları ve
danışmanları sundu ve NATO’nun Bosnalı Sırp
hedefleri bombalamasına, geri çekilen birlikleri ve
mülteci grupları takip etmesine ve bugünkü Boşnak
Sırp Cumhuriyetinin her yanına zayıflatılmış uranyum
ve salgın kanser vakalarının yayılmasına izin Verdi.
Üç yıl sonra Afganistan ve Sudan’a yönelik
füze saldırılarını gerçekleştirdi ve 16 Aralık 1998’de
de Çöl Tilkisi operasyonunu başlattı, Irak’a yönelik
bu 4 günlük operasyonda 250 hava saldırısı ve
400’ün üzerinde Tomahawk füze saldırısı gerçekleşti
–bu operasyondan bir gün önce ABD kongresinde
Clinton’a yönelik bir suçlama gündeme gelmişti-.
Bir sonraki yılda Clinton yönetiminin
askeri zor kullanışı, Hitler ve Mussolini’den beri
yani 1939’dan beri ilk kez bir Avrupa ulusuna,
Yugoslavya’ya yönelik ABD izinli 78 günlük NATO
saldırısıyla tepe noktasına çıktı.
Clinton yönetiminin ‘part atışı’ 2000 yılındaki
Plan Kolombiya idi.
Kolombiya Devlet Başkanı Pastrana bundan
bir yıl önce1999’da Beyaz Saray’ın kendi çıkarlarına
hizmet edecek tarzda yeniden düzenlediği bu projeyi
hazırlamıştı.
1981 yılında, Orta Amerika’ya yönelik
ölüm mangaları ve kontraların rahat bir şekilde
hazırlanabilmesi için Reagen yönetimi tarafından
görevinden alınan o zamanın El Salvador’daki ABD
büyükelçisi Robert White, 2000 Haziran’ında Plan
Kolombiya’nın ABD kongresinden geçmesi üzerine
şöyle yazıyordu: ‘Eğer orjinal Plan Kolombiya’yı
okursanız-Washington’da yazılanı değil- orjinal
olanı, orada FARC gerillalarına karşı yapılacak askeri
operasyonlara dair bir ifade bulamazsınız. Tam tersi,
Başkan Pastrana, FARC’ın Kolombiya tarihinin bir
parçası olduğunu, tarihsel bir olgu olduğunu ve onlara
Kolombiyalı olarak davranmak gerektiğini söylüyor.
(5)
44
Bir alternatif Amerikan televizyon kanalı şöyle
diyordu: “1999 başlarında Başkan Pastrana ülkenin
en büyük gerilla grubu FARC ile barış görüşmelerine
başladı. Başkan uyuşturucu ticaretine karşı yardım
arayışı için Washington’a ilk ziyaretini gerçekleştirdi.
Ancak oraya gittiğinde onunla ilgili senaryoyu
değiştirdiler diyordu Plan Kolombiyaya alternatif
arayan Eylül ayında kurulan 60 sivil örgütten oluşan
Kolombiya Barış İnisiyatifi adlı ittifakın sözcüsü
Marco Romero.”
“Pastrana’nın ABD Kongre liderleri ve Beyaz
Saray’ın Ulusal Uyuşturucu Kontrol Bürosu şefi Barry
birlikte ABD bu ülkeye yönelik askeri yardımı
1998’den 2000’e 2 yıl içerisinde 20 kat artırarak
50 milyon dolardan 1 milyar dolara çıkardı ve bu
rakamlarla Kolombiya ABD’den en çok askeri yardım
alanlar sırasında İsrail ve Mısır’dan sonra 3. sıraya
yükseldi. 1998’den bu yana 10 yıl içerisinde ABD
askeri yardımı 100 katına çıkmış oldu. 2000 yılının
başında bir amerikan medya tekeli şöyle diyordu:
“Clinton yönetiminin 1.6 milyar dolarlık acil yardım
paketi, uyuşturucuyla mücadele paketinden çok,
karşı-ayaklanma paketine benziyor” diyor ve “bir
McCaffrey ile görüşmeleri sonucu Plan Kolombiya
ortaya çıktı, diyor Romero.”
McCaffrey rütbelerini 1965’te Dominik
Cumhuriyeti’nde, 1966-69 yılları arasında Vietnem’da
ve 1991 Çöl Fırtınası operasyonunda yükseltti. Ayrıca,
1994-96 yılları arasında Pentagon’un SOUTHCOM
(Güney Komandosu) ordusunun başı ve NATO’da
ABD temsilcisiydi.
‘Kolombiya zardım paketini için taleplerini
desteklemek için, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine
Albright ve uyuşturucu çarı McCaffrey ABD
kongresine, fonların ‘güneydoğu Kolombiya’da
asayişin tekrar sağlanması için’ kullanılacağını
söylediler. (6)
Plan Kolombiya’nın kongrede onaylanmasıyla
kongre üyesi Beyaz Saray’ın bunu normal onaylama
sürecinin dışında gerçekleştirmesine karşı çıktı,” diye
ekliyordu. (7)
Haftalar önce El Salado’da, ordu ile anlaşmalı
bir şekilde paramiliterler tarafından işlenen son
zamanların en kötü Kolombiyalı sivil katliamlarından
birini onaylamıştı.
Aslında Plan Kolombiya formüle edilmeden
önce bile kana bulaşmıştı. 2000 Ocağında ABD
Savunma Bakanı Madeleine Albright inisiyatifi
harekete geçirmek için Kolombiya’yı ziyaret etmişti
ve onun ülkeye varışının şerefine Bogota’nın dış
bölgelerinde düzenlenen katliamda ordu 50 sivili
öldürmüştü.
ABD Kongresi ve Senatosu aynı yılın Hayiran
45
ayında1 milyar dolarlık ek bir bütçe daha ayırdı,
60 saldırı helikopteri ve birçok askeri danışmanını
devreye soktu. 2000 yılı Plan Kolombiya bütçesinin
yaklaşık yüzde 70’i daha önce FARC denetimine
bırakılan güneydoğu bölgesinde operasyonlar
yapan ‘uyuşturucu ile mücadele edecek’ birliklerin
finansman, eğitim ve lojistiğine ayrıldı.
İlerici olarak adlandırılan Senato üyesi
Paul Wellstone ve kongre üyesi Jan Schakowsky
ciddi hiçbir kimsenin dikkate alınacağına ihtimal
vermediği insan hakları şartı eklettirdiler plana ve
Plan Kolombiya’nın Kongrede onaylanmasından iki
ay kadar sonra, Clinton bu insan hakları şartını ‘ulusal
güvenlik’ gerekçesiyle kaldırmak için başkanlık
yetkisini kullandı.
Dokuz Yıl Sonra: Uyuşturucuya karşı savaş
safsatası yerini ‘saf karşı-ayaklanma’ya bıraktı
Karşı-ayaklanma
operasyonlarının
tırmandırılışı tabiki uyuşturucu-karşıtı savaş etiketi
altında paketleniyordu. Dokuz yıl sonra Kolombiya
ABD’ ye kokain ve eroin sağlayan en büyük tedarikçi
olmaya devam ediyor. 2000 Nisan’ında ortaya atılan
bu düzmece planı, ABD ordusunun eski Kolombiya
uyuşturucu-karşıtı operasyonları komutanı Col. James
C. Hiett’in karısı Laurie’nin ABD’ye eroin ve kokain
soktuğuna dair kanıtları mahkemeye sunmamaktan
dolayı suçlu bulunduğunu bilen birisi nasıl ciddiye
alabilir. Daha sonra komutanın karısı 700.000 dolar
değerindeki eroini posta üzerinden ABD’ye sokmaya
çalışmaktan suçlu bulundu. Albay Hiett, çok kesin
bir şekilde propagandif görevini yerine getirerek,
ülkedeki kokain ve eroin ekimi ve dağıtımının aslan
payından FARC’ın sorumlu olduğuna dair masalını
anlatmaya ve bu sözde aktivite karşısında FARC’a
en iyi cevabın ABD ordusu olduğunu vurgulamaya
devam etti.
Herhangi bir kişinin ABD’nin uyuşturucu
ticaretine ve terörizme karşı savaş veriyoruz
iddiasının samimiyetine dair en ufak bir şüphesi
varsa, Plan Kolombiya’nın onaylanmasından birkaç
hafta sonra, o zamanın Dışişleri Bakanı Madeleine
Albright’ın Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) başkanı
Hashim Thaci’ye (arkadaşları ve uyuşturucu karteli
ittifakları Avrupa marihuana, haşhaş ve narkotik
trafiğinin çoğunluğunu kontrol ediyorlar) eşlik ettiğini
ve onu geleceğin devlet başkanlığına hazırladığını
hatırlamak yeter. (Gerçekten de geçen yıldan beri O,
Sırbistan eski başkanı Vojıslav Kostunıca’nın yerinde
tanımlamasıyla dünyanın ilk NATO develetinin
başkanı. Aynı zamanda dünyanın en yeni narkodevletinin).
11 Eylül 2001 olaylarından sonra Beyaz
Saray, ‘teröre karşı küresel savaşı’nda FARC’ı terör
46
örgütleri listesinin üst sıralarına doğru yükseltti her
ne kadar herhangi sağlıklı bir insanın New York ve
Washington saldırılarında bu grubun ne gibi bir rolü
olacağını düşünebilme kabiliyetine sahip olduğu açık
olsa da.
2002’de Bush yönetimi, uyuşturucuya karşı
savaşın içeriğindeki birçok noktayı değiştirdi ve
“Kongre yeni bir yasa çıkararak Kolombiya’ya yapılan
askeri yardımın kapsamını uyuşturucuya ve terörizme
karşı ‘birleşik kampanya’ olarak değiştirdi.” Ve 6
yıl ve 5 milyar dolardan sonra 2008’de Kolombiya
ordusu Latin Amerika’nın savaş yeteneği en yüksek
gücü haline geldi. (8)
Amerikan özel operasyon eğitimleriyle
birlikte Kolombiya Hükümeti daha önceleri sahip
olmadığı ormandaki koordinatlara uzaktan ulaşabilme
kaabiliyetini kazandı.
“Özel kuvvetler ve elit komando tugaylarından
oluşan askeri birimler kuruldu. 8 adet yerel havadanyere ve tersi istihbarat ve iletişim merkezi kuruldu.
İstihbarat okulu açıldı ve karşı-istihbarat merkezi
kuruldu.”(9)
George Bush görevinden ayrılmadan önce,
Uribe’ye, Medellin Karteliyle olan ilişkilerinin
gündeme geldiği ve kardeşi Santiago’nun uyuşturucu
ticaretinden ve ölüm mangalarıyla olan ilişkisinden
dolayı suçlandığı günlerde insan hakları madalyası
verdi.
Belki de bu ödülü öngörerek Alvaro
Uribe, Kolombiya içinde ve sınırlarında askeri
operasyonlarını artırmış ve Plan Kolombiya’nın
birinci dereceden sorumlu kişisine, Bill Clinton’a
New York’ta yapılan bir gala etkinliğinde ‘ülkemize
inanmak ve başkalarını da bunun aynısını yapmaya
teşvik etmek için’ diyerek ‘Kolombiya tutkusu’
ödülünü vermişti.
“Öne çıkan demokratlar listesinde eski
Clinton stratejistlerinden Dick Morris ve Vernon
Jordan, eski Clinton kabine üyeleri Lawrens Summers
ve Madeleine Albright ve daha sonra politik olarak
ayakta kalma becerisi gösteremeyen birçok demokrat
kongre üyesi vardı.”(10)
Aynı yılın başlarında “ABD başkanı George
W. Bush’un ziyaretinin arifesinde, daha başka
uyuşturucuya karşı savaş bahanesine gerek kalmadan
‘ABD ve Kolombiya askerleri helikopterlerle
FARC’ın güçlü olduğu, Caratagena del Chaira’nin
güneyindeki bir kasabaya geldiler.” (11)
Uyuşturucu ile ilgili mesele önemini yitirince,
Plan Kolombiya’nın insan hakları bileşeni ‘kısa
ömürlü halkla ilişkiler manipülasyonu’ kategorisine
inmiş oldu.
2007 Şubat’ında Kolombiya Dışisleri Bakanı
Maria Consuelo Araujo’nun kardeşi senatör Alvaro
Araujo AUC (Kolombiya öz-savunma güçleri birliği)
isimli paramiliter örgütlenmeyle ilişkisinden dolayı
tutuklandı. Uribe son derece rahat bir şekilde “bana
bakanı neden hala tutuyorum diye sorduklarında
cevabım şu oluyor: kendisiyle ilgili araştırılan suçlara
bulaşmadı da o yüzden,” diyordu. (12)
Plan Kolombiya 10. yılına girdi. Uygulamaya
koyulduğu bu yıllarda, açık ve örtülü hükümet ve
paramiliter katliamları, ki çoğunluğu tüyler ürpertici,
azalmadan devam etti; diğer taraftan uyuşturucu ekimi
ve ticareti ufak-tefek birkaç istisnai müdahalenin
dışında temel olarak, halen uyuşturucunun kökünü
kazıma programının varlığından söz ediliyor
olmasına rağmen, değinmeden devam ediyor. Plan
Kolombiya’nın faaliyetleri, uyuşturucuyla savaş
iddiasına rağmen, ülke içinde ve dışında tamamen
başka hedeflerle yürütülüyor.
KOLOMBİYA: AND BÖLGESİNDEKİ PENTAGON ÜSSÜ
Daha ilk başlarından itibaren projenin
hedefi, Kolombiya’da eski karşı-ayaklanma savaş
stratejisinde bir yoğunlaşmadan öteye And bölgesinde
ABD askeri kampanyasını yoğunlaştırmak için
güvenli bir alan açma ihtiyacını karşılamaktı.
Beyaz Saray ve Pentagon’un Kolombiya’yı Güney
Amerika’yı denetlemek için bölgesel bir askeri güce
ve üsse dönüştürme planları, kendi kıtasal politik,
ekonomik ve askeri belirleyiciliğinin sonunun
habercisi olan Venezüella, Bolivya, Ekvator, Arjantin
ve Paraguay’daki politik dönüşümlerin ortaya
çıkmasıyla yeni bir aciliyet kazandı.
Projenin bütünsel ilk yılı olan 2001’de Peru
hava kuvvetlerine ait bir jet, içinde bir amerikan
misyoneri olan Veronica Bowers ve küçük kıyının
oduğu CIA kontratlı bir ABD uçağını vurdu, misyoner,
kızı ve pilot öldü.
2006 yılında ABD Kolombiya’daki askeri
eğitmen ve danışmanlarının sayısını iki katına çıkardı
ve aynı yıl Kolombiya uçakları komşu Ekvator hava
sahasını ihlal etmeye başladılar. İçlerinde ABD’li
mürettebatın olduğunun şüphe götürmediği uçaklar,
görünürde ilaçlama faaliyetlerinde bulunuyorlardı.
Ekvator Hükümeti bu olayları “dostane olmayan ve
düşmanca” olarak tanımladı ve Savunma Bakanı
Marcelo Delgado, kendilerine ait askeri uçakların
Kolombiya uçaklarının Ekvator hava sahasına
girip girmediğini kontrol etmek için sınır hattında
uçacaklarını söyledi. (13)
2006 Aralığında ise sınırı sadece Kolombiya
uçakları geçmekle kalmadı, “bazı 40 Kolombiyalı,
Kolombiya askerleri tarafından saldırıya uğradıktan
sonra Ekvator topraklarına kaçtılar, Birleşmiş
Milletler Mülteciler Yüksek Komisyonunun Ekvator
bürosunun raporuna göre.” (14)
12 ay önce ülkenin güneydoğusunda, Ekvator
sınırındaki Narilo bölgesinde 15 Kolombiyalı sivil
öldürülmüş ve 1500 kişide zorla göçettirilmişti.
“Yetkililer bu olayın gerillaya karşı yapılan bir
operasyon mu yoksa iki paramiliter grup arasında
yaşanan bir ihtilaf yüzünden mi gerçekleştiği
konusunda sessizliklerini bozmuyorlar.” (15)
2007’nin ilk aylarında ABD Deniz Kuvvetleri
Genel Komutanlık Yönetim Şefi General Peter Pace
Kolombiya’yı ziyaret etti ve ülkenin politik ve askeri
liderleriyle iki gün süren toplantılar yaptı. Kısa
süre sonra, ileride üzerine daha fazla bahsedeceğim
Kolombiya Savunma Bakanı Juan Manuel Santos
iadeyi ziyarette bulundu ve Pentagon’da ABD
Savunma Bakanı Robert Gates ile buluştu. Pentagon
görevlilerinin verdiği rapora göre: “ABD’nin bu
zamana kadar uyuşturucu karşıtı mücadele için verdiği
askeri destek, son zamanlarda, Kolombiya ordusunun
isyancı gerilla hareketine karşı mücadelesine yardım
etme biçiminde genişletildi ve aynı zamanda ABD
özel askeri birlikleri Kolombiya güçlerine askeri
eğitim sunmaktadır...” (16)
Bu ziyaretlerden 5 ay sonra, ABD
Kolombiya’nın 2219 kilometrelik Venezüella sınırına
üçüncü askeri üssünü kurdu ve oraya ilk etapta 1000
asker yerleştirdi.
Böylece Kolombiya, Washington’un, ülkenin
güneybatı sınırındaki Ekvator’a ve kuzeydoğu
sınırındaki Venezüella’ya saldırabilmesi için ileri bir
askeri karakoluna dönüştü.
Bu adım bölgesel olmaktan öteye doğası ve
kapsamı gereği kıtasal stratejinin bir parçasıydı.
GÜNEY AMERİKA: NATO’NUN
ALTINCI KITASI
47
2000 yılında Plan Kolombiya’nın
uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, ABD birçok
NATO ittifakını bu ülkedeki karşı-ayaklanmacı savaş
ve bölgedeki daha ileri amaçlar için sürece dahil
etmişti. İngiliz SAS (özel hava güçleri) personeli
Kolombiya askerlerinin eğitimi için görevlendirildi,
ayrıca İspanya da personel yolladı.
NATO Avrupa ve Kuzey Amerika’daki
üyelerinin yanısıra Asya’da (Afganistan, Japonya,
Kazakistan, Kırgizistan, Mogolistan, Singapur,
Güney Kore, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan),
Afrika’da (Cezayir, Mısır, Moritanya, Fas ve Tunus)
ve Avustralya’da ortaklıkları var. Yani üzerinde
insanların yaşadığı, tek nüfuz etmediği kıta Güney
Amerika...
2007 Ocağında Kolombiya Savunma
Bakanı Santos Washigton, Londra ve Brüksel’i
ziyaret etti ve Brüksel’de Avrupa Birliği ile görüştü.
Ardından Almanya’nın Münih şehrinde yapılan
‘NATO Savunma Bakanları Toplantısı’na katıldı.(17)
Santos’un bu turunun amacı tabii ki ABD ve NATO
ittifak güçlerinden daha fazla askeri yardım almak
içindi. Avrupa Birliği o seneden itibaren Kolombiya
için yıllık 154 milyon dolarlık bir yardım paketini
onayladı.
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez
Eylül 2005’te şöyle uyarıyordu: “Aldığımız bir askeri
istihbarata göre NATO’nun Venezüella’yı işgal etmek
için bir hazırlık içinde olduğunu tespit ettik ve bu
işgale karşı kendimizi hazırlamaktayız.’ ve planın
iceriğini şöyle detaylandırdı: ‘Plan Balboa isimli askeri
hazırlık, ABD ve NATO askeri birliklerinden oluşan,
bir İspanya hava üssünden harekete geçecek hava,
deniz ve kara güçlerinin ani saldırısı biçiminde olacak.
(18)
Ayrıca Venezüella’nın kuzeybatı sahillerindeki
Hollanda’ya ait Curacao adasında konuşlanan ABD
birlikleri de operasyon planına dahil edilmişti.
Bir sonraki yılın ilkbaharındaki bir rapora
göre; “ABD, NATO üyeleri ve kıtadaki Küba ve
Venezüella hariç -ki bu iki ülke bu güç gösterisinin
potansiyel hedefleridir- diğer ülkelerin katılımıyla
Karayiplerde bazı askeri tatbikatlar gerçekleşiyor,”
denildi ve hemen ardından da “Mayıs 23 ile Haziran
15 arasında Curacao ve Guadeloupe’de (Ekvator
takımadaları) gerçekleşecek olan Birleşik Karayip
Aslanları adlı tatbikatlara ABD, Hollanda, Belçika,
Kanada ve Fransa’dan yaklaşık 4000 asker katılacak,”
(19)
diye eklendi.
KOLOMBİYA KARŞI-AYAKLANMA SAVAŞI: GÜNEY ASYA VE ORTA AMERİKA İÇİN MODEL
Diğer taraftan, ABD geçtiğimiz birkaç yılda,
aynı zamanda Kolombiya ordusunu, Güney Asya’da,
Plan Kolombiyanın uyuşturucuya karşı savaş
bileşenini sözde taklit etmek için Afganistan’daki
savaş için seferber etti. Nisan 2007’de Washington,
Afganistan’a, uyuşturucu ekimiyle mücadele
görünüşü altındaki karşı-ayaklanmacı Kolombiya
modelinin uygulanışını denetlemek üzere Kolombiya
büyükelçisi William Wood’u transfer etti. İki yıl sonra
Afganistan, dünyadaki illegal afyon üretiminin yüzde
90’ının gerçekleştiği ülke haline geldi.
Bangladeşli bir analistçiye göre; 2003
şemasına göre, uyuşturucu trafiği, petrol ve silah
ticaretinden sonra nakit anlamında dünyanın en büyük
üçüncü küresel ürünü haline gelmiş durumda.
Afganistan ve Kolombiya, kârlı kayıtdışı
ekonomileri besleyen dünyadaki en büyük uyuşturucu
üreten ülkeler, bu ülkeler ağır bir şekilde militarize
olmuş durumdalar ve uyuşturucu trafiği koruma
altındadır.
CIA’in hem Latin Amerika hem de Asya’da
bu uyuşturucu ilişkilerinin gelişiminde ana rolü
oynadığına dair çok fazla kayıt var. NATO narkotik
yayılmanın ve kriminal faaliyetlerin suç ortağı haline
dönüşmüş bir kurumdur. Afyon üretimi gerçekten
azalmadı: bütün veriler onun yükseldiğini gösteriyor.
Bütün bunlar, birçok medya kuruluşunun da onayladığı
gibi NATO’nun gözü önünde oluyor.(20)
Afganistan ve Kolombiya arasındaki duraklar
Kosova (boşuna Balkanların Kolombiyası denmiyor)
ve giderek artan bir şekilde Irak’tır.
Bu projeyi bilmemezlikten gelmek
imkansızdır.
İronik bir şekilde yukarıdaki tartışmayı
doğrularcasına iki yıl önce BBC Haberleri
şöyle bildiriyordu: “ABD Kolombiya’da
öğrendiği derslerden bazılarının Afganistan’da
uygulanabileceğinden umutlu...” (21)
Geçenlerde ABD Birleşik Askeri Güçler şefi
Amiral Michael Mullin Kolombiya’yı ziyaret etti ve
“iki ülke arasındaki askeri-askeri ilişkiler fevkalade
güçlüdür. Onlarla devam etmeye ihtiyacımız var,
gerçekten gözle görülür başarılar kazandılar,”(22) dedi.
2009 Mart ayındaysa Kolombiya, Brezilya, Şili, Peru
ve Meksika’yı ziyaret etti. Döner dönmez yaptığı
açıklamalarda öne çıkan iki nokta olarak “ABD
ordusu, Meksika’ya uyuşturucu kartellerine karşı
verdiği ölümcül savaşta Irak ve Afganistan’da militan
ağlarına karşı kullandığımız bazı karşı-ayaklanma
taktikleriyle yardım etmeye hazırdır,”(23) dedi ve “Plan
Kolombiya yardım paketi Pakistan ve Afganistan için
‘bütünlüklü’ bir model olabilir” (24) diye ekledi.
Irak, Afganistan ve Pakistan’daki savaşlar
için ABD Merkez Komandosu şefi David Petraeus’un
planları üzerine öne çıkan bir raporda şöyle yazıyordu:
“Askeri görevliler aynı zamanda Afganistan ve
Pakistan’daki militanlara karşı savaşta Washington’un
Plan Kolombiya’sı gibi muhtemel bir model için
Kolombiya ile ilişkileri geliştiriyorlar.”(25)
Bu son rapordan yapılan başka bir alıntıya göre
de: “ABD Afgan savaşı için Kolombiya’daki dersleri
gözden geçiriyor. Afgan polisi zaten Kolombiyalı
meslektaşlarıyla birlikte eğitim görmekte ve Bogota,
uyuşturucu imhası ve mayın temizleme faaliyetlerine
yardımcı olmak için Afganistan’a askeri birlikler
göndermeyi tartışıyor.”(26)
48
için askeri bir strateji olarak geliştiriliyor.
ABD ve Batı Kolombiya rejimini ve onun
ürkütücü savaş makinesini komşuları Ekvator,
Venezüella ve bütün And bölgesine gözdağı vermek
için kullanıyor. Panama’ya olan sınırıyla Kolombiya
aynı zamanda Honduras, Nikaragua, El Salvador gibi
Orta Amerika uluslarına yönelik olası saldırıların
hareket noktası olarak ta önemli konumda. Geçen
1.5 yıllık kronoji, Washington’daki sponsorların
Kolombiya için nasıl öne çıkan bir rolü düşündüklerini
göstermeye yeter.
Ocak 2008’de Venezüella Devlet Başkanı
Chavez, ABD ve onun Kolombiyalı işbirlikçilerinin,
Kolombiya’da barış istemediklerini, çünkü bunun
binlerce askeri, CIA’i, askeri üsleri, casus uçakları ve
kim bilir başka neleri orada tutmak ve Venezüella’ya
karşı operasyonları geliştirmek için mükemmel bir
bahane olduğunu söyledi ve şöyle ekledi: “Kolombiya
Hükümetini, komplo kurmaktan, ABD’nin bir piyonu
olarak davranmaktan ve Venezüella’ya karşı askeri
provakasyon tertiplemekten dolayı suçluyorum.” (31)
1 Mart 2008’de Kolombiya Ekvator
topraklarına yönelik bir saldırı düzenledi ve içlerinde
FARC’ın ikinci lideri konumunda olan Raul Reyes ile
birlikte 24 gerillayı katletti.
‘Kolombiya resmi makamları, ABD
istihbaratının gerilla saldırılarına destek olduğunu
söylüyor’ başlıklı makalede, Ekvator hava
kuvvetlerinin, Kolombiya devleti tarafından
ABD’nin Irak’ta kullandığına benzer 500 poundluk
(yaklaşık 230 kg) 10 adet bomba kullanıldığını ve bu
bombaların Kolombiya uçakları ile taşınamayacağını
ortaya çıkardığı ifade ediliyor.
“Ekvator yetkili makamları ayrıca
Kolombiya’nın bombalı saldırısından birkaç saat önce
bir HC-130 tipi askeri savaş uçağının Ekvator’un
güneybatısında bulunan Manta’daki ABD hava
üssünden havalandığını ekliyorlar.” (32)
Venezüella, Ekvator sınırları içerisinde
gerçekleşen bu silahlı saldırının çok daha geniş
kapsamlı bir saldırı planının parçası olmasından
endişe ettiğinden 9000 dolayındaki askeri birliği
Kolombiya sınırına doğru harekete geçirdi. Saldırının
olduğu gün Venezüella devlet başkanı Chavez,
Kolombiyalı meslektaşını ‘sakın aynı şeyi burada
yapmayı düşünme, çünkü bunun çok ciddi sonuçları
PLANK O L O M B İ Y A : G Ü N E Y olur, bu bir savaş sebebidir’ sözleriyle uyardı.(33)
AMERİKA’NIN DİRİLİŞİNİN DİZGİNLENMESİ
Ekvator devlet başkanı Rafael Correa,
saldırıdan sonra ve daha sonrasında bu bombalamada
Plan Kolombiya, bugün ayrıca Güney bir Ekvator vatandaşının öldürüldüğü ortaya çıkınca
Amerika, Orta Amerika ve Karayipler bölgesinde Kolombiya ile diplomatik ilişkileri kesti, ileride ortaya
soğuk savaş sonrası neo-liberal dönem etkilerinin çıkabilecek sonuçlarla ilgili Kolombiya’yı uyardı.
yarattığı hoşnutsuzluk eğiliminin artışını bastırmak
6 Mart tarihinde, Venezüella genel alarm
Afganistan’a ihraç edilen şey; geçtiğimiz
sonbaharda Bogota’nin fakir gecekondu semtlerinden
rastgele seçilen gençlerin toplu olarak katledilmesinden
sorumlu 3 general ve farklı rütbelerden 22 askerin
görevden alınmasıyla ortaya çıkan tiksindirici
olaydır: “Bu gençler Bogota’nın bir gecekondusundan
iş vaadiyle tuzağa düşürüldüler, sonra cesetleri,
Venezüella sınırındaki bir toplu mezarda bulundu.
İnsan hakları gruplarının raporlarına göre, askerler
zaman zaman savaşta başarılı oldukları imajını
yaratmak ve ödül alabilmek için kimsesiz insanları
öldürüyorlar.”(27)
İstifası istenen üç generalden birisi ‘gerillalara
karşı başarı ölçütü olarak ceset sayısını esas alan(28)
ve sözüm ona en çok solcu gerilla öldüren birimlerin
üyelerini terfi ettirmeyi teşvik eden(29) politikanın
yaratıcısı general Marrio Montoya Uribe idi.
Bir sonraki rapor ise iğrenç detaylar sunuyordu:
“Ordu tarafından işlenen 1000’den fazla
usulsüz öldürme olayı araştırılmakta. Masum insanları
yerinden alıp götüren, daha sonra onları öldürüp
düşman gücüymüş gibi giydiren düzinelerce olay
var. Güvenlik güçlerine mensup yüzlerce kişinin bu
olaylarda yer aldığı düşünülüyor.” (30)
Bir önceki raporu hatırlarsak, öldürülenlerin
Venezüella yakınlarındaki toplu mezarlara
gömüldüğünden bahsediyordu.
Bu yıl Sri Lanka ordusu tarafından Tamil
Kaplanlarının özgür alanlarına yönelik yapılan
şiddetli operasyonlarla görünüşte 33 yıllık savaşın
bittiği iddia edilirken, Kolombiya Hükümeti ve onun
Amerikan ordusu destekçileri dünyada tek onyıllardır
süren -ki 5. on yılında şu an- karşı-ayaklanmacı
savaşı yeniden geliştiriyorlar. Bu savaş yoksullara,
topraksızlara, her şeyden mahrum bırakılanlara ve
büyük mülk sahiplerinin, işveren elitin, ABD eğitimli
askeri yapılanmanın ve uyuşturucu mafyasının üst
kesimlerinin ayrıcalıklarına ve istismarlarına karşı
koyan herhangi birine karşı olagelmiştir ve bugün de
öyledir.
9 yıl önce Plan Kolombiya bu savaşın bitiş
aşaması olarak tanımlanmıştı. Şimdi ise, Kolombiya
modeli Afganistan, Pakistan, Meksika ve diğer ülkeler
için Washington tarafından açıkça bir prototip olarak
tanımlandı.
49
durumu ilan etti ve Kolombiya sınırına 10 adet tabur,
çok sayıda tank ve uçak sevkiyatı yaptı.
ABD devlet başkanı Bush, gazetecilere
“Amerika Kolombiya’nın yanında yer almaya devam
edecektir,” şeklinde demeç verdi.(34)
Üç hafta sonra Ekvator, Kolombiya ile
olan sınır boyunca elektronik takip mekanizması
yerleştirilip buradaki askeri gücün arttırılacağını
açıkladı. Başkan Correa, ülkesinin toprakları üzerinde
bir daha asla yabancı bir saldırıya izin vermeyeceğinin
altını çizdi.(35)
ABD ORDUSU: IRAK’TAN SONRA, LATİN AMERİKA
2008 Nisan’ında ABD Hava Kuvvetleri
Güney operasyonları direktörü Albay Jim Russell,
Irak’tan çekilen birliklerin Güney ve Orta Amerika
ile Karibik bölgesinde bulunan Pentagon’un Güney
Komandosu’nda yeniden konuşlandırılacağını
açıkladı. Aynı zamanda ‘biz, ileriye doğru hareket
ettikçe bölgeye yönelik ilgideki değişimi daha fazla
göreceğimizi düşünüyoruz’ şeklinde sözlerine devam
etti.
“Biz, problemleri tam olarak Orta Amerika’nın
girişinde görüyoruz. Burası bizim güney sınırımızın
giriş-çıkış kapısıdır.” (36)
ABD deniz kuvvetleri, Pentagon’un Güney
Komandosu’nun olduğu Güney ve Orta Amerika
ile Karibik bölgesini kuşatan 4. filoyu, 1950 yılında
2. Dünya Savaşı’ndan sonra tasfiye edilmesinin
ardından 12 Temmuz 2008’de bu bölgede yeniden
konuşlandırdı.
2009 yılının başlarında Güney Komandosu
şefi Amiral James Stavridis NATO Müttefik Genel
Kurmayı ve Pentagon’un Avrupa Komandosu’nun
başı oldu. NATO’nun en üst düzeydeki askeri
komutanlarından üçü -Stavridisi, selefleri Bantz John
Craddocck ve Wesley Clark- bu pozisyona Güney
Komandosu’nun başı olduktan sonra getirilmişlerdi.
Mayıs 2008’de, bu hafta neler olduğu
açıkça önceden tahmin edileceği üzere, Venezüella
Kolombiya’yı Venezüella’nın kuzeybatı sınırına
yakın olan La Guajira’da yeni bir ABD askeri üssüne
izin vermemesi konusunda uyardı. Venezüella
başkan yardımcısı, “Kolombiya hükümetinin La
Guajira’yı ABD emperyalizmine teslim etmesine izin
vermeyeceğiz. Kolombiya, bize yönelik bir savaş
tehdidi yaratıyor,” dedi.(37)
Bir haftadan daha kısa bir süre sonra,
Hollanda Antilleri’nden havalanan bir ABD savaş
uçağı Venezüella hava sahasına girdi. Venezüella
hükümeti, ABD’yi Orchila Adası’ndaki askeri üs
üzerinde casusluk yapmakla suçladı ve ABD’nin
Venezüella’nın bu tür davetsiz misafirleri tespit
etmekteki yeterliliğini ve eğer uçak diğer bir Karibik
adası olan Curasao’ya dönmeseydi Venezüella hava
kuvvetlerinin bu uçağı durdurmak için ne kadar
hazırlıklı olduğunu test etmek için organize ettiğini
açıkladı.(38)
Savunma Bakanı Gustavo Rangel, ‘bu
ülkemize müdahale etmek için yaptıkları bir dizi
provokasyonun en son adımıdır’ şeklinde açıklamada
bulundu.(39)
Eylül ayında, Bolivya’daki bir yerleşim yeri
olan Pando’da ayrılıkçıların organize ettiği kanlı bir
tuzakta sekiz kişi öldürüldü. Bolivya hükümeti, daha
önce de Bosna ve Kosova’daki ayrılıkçıların artan
şiddetini desteklemiş olan ABD büyükelçisi Philip
Goldberg’i ülkeden sınırdışı etti. Silahlı Kuvvetler’in
başı General Luis Trigo, Bolivya Silahlı Kuvvetlerinin,
radikal grupların hiçbir eylemine ve ülkenin içişlerine
yapılacak herhangi bir yabancı müdahaleye izin
vermeyeceğinin altını çizdi.(40)
2008 yılının sonuna doğru Bolivya hükümeti,
ABD Uyuşturucu ile Mücadele Bürosu (DEA)
nun görevlilerini sınırdışı etti ve uyuşturucu
operasyonlarında kullanılmak üzere Rus yapımı
helikopterler alma planlarını açıkladı.
Şu an Bolivya devlet başkanı Evo Morales,
‘ABD emperyalizminin Güney Komandosu
dolayımında Honduras’taki darbeyi organize ettiğine
dair ilk elden bilgiye sahibim’ demektedir.(41)
2008 Kasım’ında Ekvator, CIA’yi kendi
ordusuna sızmakla ve geçen Mart ayındaki ülke
topraklarına yapılan Kolombiya saldırısının bilgisine
önceden sahip olmakla suçladı. Savunma bakanı
Javier Ponce, gazetelere “CIA, Angostura’da neler
olduğunun tüm bilgisine sahipti,” dedi.(42)
Bu arada Kolombiya Savunma Bakanı Santos,
ülkesinin saldırgan tavrını bu sefer Rusya’yı hedef
alarak sürdürüyordu. Tamamen Washington’un ve
onun ordusunun bir ürünü olan Santos şöyle diyordu:
“16.000 adet nükleer bombaya sahip Rusya, dünyanın
kilit oyuncusu olmak için büyük bir istek duyuyor.
Ancak Rusya’nın bölgedeki varlığı, Soğuk Savaş
yıllarına geri dönüşe neden olacaktır.” (43)
Santos, özellikle Rusya ve Venezüella’nın
Karayipler’de yaptığı deniz tatbikatlarını, Rusya’nın
Caracas’a ileri teknikli silahlar, savaş uçakları ve
denizaltılar temin ettiği, Latin Amerika ülkeleri
arasında- Bolivya, Ekvator, Arjantin ve Nikaragua’yı
da kapsayan- kendi silahlı kuvvetleri üzerindeki
geleneksel ABD ağırlığını dengelemek için Rusya ile
gelişen askeri bağlar konusundaki genel eğilimi ve bu
ülkelerin kendilerini ABD’ye ve diğer saldırılara karşı
50
savunmayı başarabilecekleri gerçeğini kastediyordu.
Santos ve onun ABD’li sponsorlarının korkusu ise
neredeyse 200 yıllık Monroe Doktrini’nin açık bir
şekilde sona erişidir.
Bu yılın Mart ayında Venezüella devlet başkanı
Chavez, Kolombiya Savunma Bakanı Santos’u hem
bölgesel istikrar hem de bölgedeki ülkelerin her
birinin egemenliği ve istikrarı açısından bir tehdit
olarak tanımladı ve Santos’un geçen sene Ekvator’a
düzenlenen saldırı konusunda yaptığı savunmaya
istinaden uluslararası hukuk karşısında bir kez daha
saygısızlık yaptığını belirtti.(44)
Santos’un komşu ülkelerde varolduğunu
iddia ettiği gerilla kamplarına saldırmaya devam
etme niyetini tekrarlaması üzerine Chavez’den
birkaç gün sonra şu cevap geldi: “Kolombiya Silahlı
Kuvvetleri tarafından yapılacak bir provokasyon
veya Venezüella’nın egemenliğinin ihlali durumunda,
Sukhoi savaş uçaklarının ve tanklarının saldırıya
geçmeleri emrini vereceğim. Hiç kimsenin
Venezüella’ya ve onun egemenliğine karşı saygısızlık
yapmasına izin vermeyeceğim.”(45)
Geçen sürede, Pentagon Venezüella’nın
doğudaki komşusu Guyana’nın silahlı kuvvetlerini
hem kendi ülkesinde hem de ABD’de eğitimden
geçirdi. Karibiklerdeki Fransız ve Hollanda adalarının
askeri amaçlar için kullanımı daha önceden gözden
geçirilmişti. Ricardo Martinelli’nin Panama
başkanlığına seçilmesi ile birlikte bu ülke yeniden
bir ABD kolonisi haline gelmiş ve Venezüella’yı
çevreleyen ağ daraltılmış oldu.
Ekvator, ABD ile Manta’daki askeri üssün
kullanımını öngören anlaşmayı yenilemeyi reddetti ve
böylece Washington bu ay itibariyle orada üslenme
haklarını kaybetmiş oldu. Kolombiya devlet başkanı
Uribe tarafından geçen hafta konuyla ilgili yapılan
açıklamada Uribe’nin Pentagon’a beş adet daha askeri
üssün -üç adet hava üssü ve iki adet deniz üssü- iznini
vermesi, başkan Chavez’in bu gidişi “bize karşı bir
tehdit unsuru” diye tanımlamasını ve “Venezüella’yı
askeri üslerle kuşatıyorlar” şeklindeki ifadesini haklı
çıkarttı.(46)
Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya’nın
28 Haziran’da Amerikalar Okulu’nda eğitim görmüş
komandolar tarafından iktidardan düşürülmesinden
bu yana Latin Amerika’da ve dünya çapında, bir
anormallik ve çağdışılıktan öte yakın gelecekte başka
ülkeler için de bir emsal olma anlamında alarma
geçme durumu yaratmıştır.
Irak’la karşılaştırıldığında beş yıl boyunca
ikincil önem verilen Afganistan’daki askeri
operasyonlar, Bush’un başkanlığının son aylarında ve
yeni başkanın ilk yedi ayında olduğu gibi dünyadaki
en büyük savaş seviyesine tırmandırılmış durumdadır,
1989’daki Panama’nın işgalinden bu yana askıya
alınan Latin Amerika’ya yönelik direkt ABD askeri
saldırı planlarının yeniden gündeme getirilmesinin
kararlaştırılması muhtemeldir.
51
N O T LAR
[*] Global Research (23 Temmuz 2009) web sitesindeki
İngilizce orijinalinden Canan Ateş tarafından çevrilmiştir.
1) Russia Today, January 18, 2009
2) Ibid
3) STRATFOR, January 14, 2000
4) Part atışı, eski İranlı bir halk olan Partlar tarafından
uygulanan ünlü bir savaş taktiğidir. Hafif bir atın üstüne binmiş
Partlı okçular, dörtnala giderken kendini takip eden düşmana
sahte bir geri çekilme hareketi yaparlardı ve sonra vücudunu
geri çevirip yayla oku fırlatırlardı. Elinde yay olduğu için ve o
dönemde daha üzengi keşfedilmediği için bu hareketi yapabilmek
büyük beceri gerektiriyordu.
5) Ottawa Citizen, September 6, 2000
6) Inter Press Service, December 21, 2000
7) United Press International, April 11, 2000
8) Tampa Bay Times, July 12, 2008
9) Ibid
10) Associated Press, May 24, 2007
11) Associated Press, March 10, 2007
12) Xinhua News Agency, February 18, 2007
13) Xinhua News Agency, December 16, 2006
14) Xinhua News Agency, December 27, 2006
15) Xinhua News Agency, January 20, 2006
16) U.S. Department of Defense, February 1, 2007
17) Reuters, January 29, 2007
18) Australian Associated Press, September 4, 2005
19) Prensa Latina, April 10, 2006
20) The Daily Star, November 24, 2007
21) BBC News, July 8, 2007
22) Agence France-Presse, January 17, 2008
23) Reuters, March 6, 2009
24) Reuters, March 5, 2009
25) Reuters, October 16, 2008
26) Ibid
27) Radio Netherlands, October 30, 2008
28) Russia Today, January 18, 2009
29) Trend News Agency, November 4, 2008
30) Russia Today, January 18, 2009
31) Reuters, January 25, 2008
32) Focus News Agency, March 24, 2008
33) Associated Press, March 1, 2008
34) Reuters, March 4, 2008
35) Associated Press, April 22, 2008
36) Stars and Stripes, April 27, 2008
37) Associated Press, May 15, 2008
38) Bloomberg News, May 21, 2008
39) Reuters, May 19, 2008
40) Xinhua News Agency, September 13, 2008
41) Agence France-Presse, July 22, 2009
42) Reuters, October 30, 2008
43) Russian Information Agency Novosti, October 4,
2008
44) Trend News Agency, March 4, 2009
45) Russian Information Agency Novosti, March 9,
2009
46) Associated Press, July 21, 2009
konuk yazarlar
LATİN AMERİKA’DA İNŞA HÂLİNDE BİR DİNAMİK:
“YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER”[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“Toplumsal hareketin siyasal hareketi dışladığını söylemeyin.
Aynı zamanda toplumsal olmayan siyasal hareket yoktur.”[1]
XX. yüzyılın sonları, ezilenlerin mücadeleleri açısından uçsuz bucaksız bir deneyim birikimine sahne
olan Latin Amerika’da yeni bir mücadele biçiminin yükselişine tanık oldu. Meksika güneydoğusunda, Chiapas
eyaletinde “Ya Basta!” şiarıyla neo-liberalizme karşı ayaklanan Zapatista Mayalar; Bolivya’da su ve doğalgazın
özelleştirilmesine karşı patlak veren sokak savaşları; Ekvator’da art arda üç devlet başkanını deviren yerliler;
XXI. yüzyılın ilk yıllarında Arjantin’i sarsan iktisadî kriz sırasında bütün büyük kentlerde birden meydana
çıkarak toplumsal yaşama el koyan piqueteros hareketi, Brezilya’da 21 eyalette örgütlü, işgal ettikleri çiftlikleri
işletmeleriyle, kendi eğitim sistemleriyle, kooperatifleriyle bir çeşit alternatif toplum oluşturan Topraksızlar
Hareketi… Araştırmacıları bu tip hareketleri “yeni toplumsal hareketler” olarak adlandırma konusunda genel
bir uzlaşı sergiliyorlar.
Aslına bakılırsa neyin “yeni” olduğu, ayıklanmaya muhtaç. Hiç kuşku yok ki, söz konusu olan, Alain
Touraine’in savladığı üzere, “Sınıf mücadeleleri bitti, sınıflar ortadan kalktı. Artık devir, ‘kimlik mücadeleleri’
devridir,” türünden bir postmodern “son”lar söylemine teslim olmak değildir, olmamalıdır.
Neyin “yeni” olduğunu ayıklamak için ise, Latin Amerika tarihindeki toplumsal mücadeleler tarihine
bakmak gerek. En azından XX. yüzyıl mücadelelerinin tarihine…
52
KITANIN İŞÇİ HAREKETLERİ
İşçi hareketi, XX. yüzyılın büyük bölümünde
kıtadaki halk mücadelelerinin lokomotifi olabilmişti.
İlk işçi örgütlülükleri, XIX. yüzyıl sonlarındaki
madencilere dayanır. İlk sanayileşme dalgası
kıtanın pek çok ülkesinde XX. yüzyıl başlarında
gerçekleşecekti. Bu gelişme, Avrupa, özellikle de
İspanya ve İtalya’dan bol miktarda göçmen işçinin
kıtaya akın etmesini sağladı. Bunlar beraberlerinde
anarşist ve anarkosendikalist fikirleri de getirmişlerdi.
Bu fikirler, Latin Amerika kentlerinin zanaatkâr ve
küçük işletmecileri arasında da hızla yayılacaktır.
Devrimci genel grev girişimleri, başlangıçta
yerel oligarşilerin şiddetli önlemleriyle bastırılır.
Ne ki, Rus devrimine ilişkin haberler, ilk işçi
örgütlenmelerine damgasını vuran anarşistlerin de
komünist enternasyonale dâhil olmasına yol açacak ve
bölgede 1920’lerde önemli bir komünist işçi hareketi
boy gösterecektir.
1930’lu yıllardan itibaren ise,- Arjantin gibi,
başlıca işçi partisinin sosyalist enternasyonale üye
olduğu ülkeler dışındaki- işçi hareketindeki komünist
hegemonya, yeni sınaî burjuvazi ve kuramcılarının
göçmen kırsal nüfusu yeni bir sınaî dalga için
kentlere doğru itmesiyle karşı karşıya kaldı. Bu
çapı hızla genişleyen yeni işçi sınıfı, 1929 kapitalist
buhranından sonra geliştirilen ulusal-kalkınmacı
paradigma çerçevesinde, ulusal-demokratik hatlarda
biçimlenecekti. “Sınaî burjuvazinin desteklediği
bu yöneliş, -komünist ve sosyalistlerin kapasitesi
ölçüsünde- ulusal sorunları Kuzey Amerika
kapitalizmine karşı ulusal mücadeleleri motive
eden antiemperyalizmle eklemleme olanağını da
yaratmaktaydı” (Dos Santos 2005: 87).
Bu yöneliş, özellikle 1950-60’lı yıllarda
BM Latin Amerika Ekonomik Komisyonu (ECLA)
uzmanlarınca formüle edilen kalkınma kuramı
tarafından da desteklenmekteydi: merkez ile çevre
arasındaki eşitsiz mübadelelerden hareket eden kuram,
1929 krizi, özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasından
Kore Savaşı bitimine dek olan dönemde alt-kıtada
olan bitenlere dayanmaktaydı. Hedef, o güne dek ithal
edilen mamul malları yerinde üretmek, ithal ikameci
sanayileşme modeli ve giderek bu malların ihracına
dayalı bir ekonomiyi kurmaktı. Bir başka deyişle,
devlet planlaması ve yönetimine dayalı, korumacı
önlemleri, tarım ve eğitim reformumu da öngören
karma bir modeldi söz konusu olan.
Le Bot (1914:17) bu modelin gerisinde bir
önceki yüzyılda kazanılan bağımsızlığı iktisadî olarak
pekiştirme arzusunun yattığını vurgulamaktadır.
Kalkınma “içeri doğru” gerçekleştirilecek, ulusun
entegrasyonu sağlanacak ve dış bağımlılıktan
kurtulunacaktı.
Ulusa biçim verme, onu iç kaostan ve dünya
pazarındaki farksızlaşma durumundan kurtarma
görevi ise devlete düşüyordu. Latin Amerika’da
popülist-korporatist hükümetler devri açılmıştı.
Niceliksel olarak büyük bir işçi sınıfını ve güçlü
bir sendikacılığı öngören bu ortam içerisinde emek
cephesi ve sosyalist hareket göreli rahat serpilebileceği
bir ortam bulabilmişti.
Anti-emperyalist cephenin oluşması
Brezilya’da 1950’lerde zirveye ulaştı. Sadece iki yıl
süreyle legalitede kalabilen komünistler -1947’de
yeraltına geçeceklerdi- 1960’ların başlarında yeniden,
yarı-legal bir statü kazanabilmişlerdi. Bu dönemde
ulusal burjuvazi ile işçi-köylü-öğrenci hareketinin
birliği tezi temel stratejiyi oluşturuyordu.
Ancak bu tasavvurun, ulusal güvenlik adına
ABD destekli bir dizi darbeyle berhava edilmesi fazla
zaman almadı (Brezilya, Arjantin, Bolivya…)
Bu, aynı zamanda Latin Amerika’da yeni bir
stratejinin yükselişe geçmesine denk düşmektedir:
1962’de Küba’da kolektivist/sosyalist bir rejime
geçiş, sosyalizm tartışmalarında yeni bir boyut
katacaktır. Solun geniş kesimlerini derinlemesine
etkileyen bu olayın doğrudan etkisini, Şili’de Allende
öncülüğündeki Halk Birliği’nin sosyalist programında
bulmak mümkündür. Şili’deki 1970-73 yılları arasında
sosyalizme demokratik yollardan geçiş deneyiminin
ABD destekli vahşi bir darbeyle son bulması, kıtada
“geleneksel” olarak nitelenebilecek işçi hareketleri
açısından “sonun başlangıcı”na da işaret eder…
Arjantin’de Peronizm’in legaliteye dönüşü
ve 73 seçimlerindeki zaferi, paniğe kapılan bölge
oligarşilerinin askerî rejimlerin arkasına geçmesine
yol açan gelişmelerden bir başkası oldu.
İşçi hareketinin1970’lerin sonlarında ve
1980’lerde, daha ihtiyatlı mücadele biçimlerini
benimseyişi ve insan hakları, genel af, demokrasiye
dönüş gibi konular üzerinde yoğunlaşması bölgede
adeta bir zincirleme reaksiyon şeklinde birbirini
izleyen, birbirinden baskıcı askerî rejimlerle
açıklanabilecektir.
53
DİĞER BİÇİMLENDİRİCİ ETKENLER:
GERİLLA HAREKETLERİ, KURTULUŞ
TEOLOJİSİ
Kıtadaki yeni sosyal hareketlerin ideolojik
biçimlendirici etkenlerinden bir başkası da, özellikle
1960’lı yıllarda, Küba örneğinin ardından yaygınlaşan
gerilla hareketleridir. İthal ikameci modele dayanarak
sanayileşmenin sınırlılıklarına yönelik köktenci bir
eleştiri olarak “Bağımlılık kuram(lar)ı”nın kuramsal
zeminine yerleşen Latin Amerika gerillası, popülist
ve liberal örgüt ve güçlerle ittifaka yönelen ve
sanayileşmenin güçlü bir işçi sınıfı ortaya çıkartacağı
beklentisi ile devrimci dönüşümleri bu sınıfın ortaya
çıkmasına erteleme eğilimindeki Komünist partilerle
de kopuşa işaret etmektedir. Ama KP’ler ve halkçı
hareketlerle anti-oligarşik, anti-liberal, anti-Amerikan
ve milliyetçi söylem unsurlarını paylaşırlar.
Le Bot’un (1995:29) deyişiyle 1960’lı yıllarda
Castro-Guevara hareketinin başlıca özgünlüğü,
hem “reel sosyalizm”in soğuk hesapçılığından,
hem de ulusal-popülizmden uzak, yenilenmiş bir
enternasyonalizmidir. Castro ve Guevara’nın 1960’lı
yıllarda Arjantin kuzeyinden Guatemala dağlarına
dek tutuşturduğu gerilla ocaklarının hedefi önce
kıta, ardından da dünya (trikontinental) devrimi idi.
Ancak kırsal gerilla önce Andlarda (Peru, Bolivya,
Venezüella, Kolombiya) ardından da Orta Amerika’da
(Guatemala ve embryon hâlinde Nikaragua’da)
yenilgiye uğrayacaktı.
Bugün oldukça sınırlı ölçülere (Kolombiya’da
FARC ve ELN, Meksika’da zaman zaman eylemlerde
bulunan EPR) gerilemiş olsa da, 1960’lı yıllarda
ve 1970’lerin ilk yarısında neredeyse tüm kıtayı
kasıp kavuran gerilla hareketlerinden günümüz
isyancılarına, yeni bir hümanizm anlayışı, doğrudan
eylem biçimleri, tabandan değişim isteği ve radikal
eşitlikçilik kalmıştır.
Ve nihayet, yeni toplumsal hareketlerin
biçimlenişinde sözü edilebilecek son etken, Kurtuluş
Teolojisidir. 1968’de Kolombiya’nın Medellín
kentinde düzenlenen Latin Amerika Piskoposları
II. Konferansı’nın “yoksullardan yana tercih”i
vurgulamasından sonra tüm kıtada hızla yaygınlaşan
ve özellikle kırsal kesimlerde, yerliler arasında çalışan
“taban kiliseleri” kıta madunlarının örgütlenme
süreçlerini hızlandıracak, Kurtuluş Teolojisi’ne
bağlı rahiplerin sağladığı sığınak, yoksulları askerî
diktatörlüklerin en acımasız uygulamaları karşısında
güçlendirecektir. Özellikle Kurtuluş Teolojisi’nin
örgütlenme temelini oluşturan “taban cemaatleri”
yeni “toplumsal hareketler” için elverişli bir model
oluşturmuşa benzer…
karakterini veren, özellikle Meksika, Guatemala,
Peru, Bolivya, Ekvator gibi yerli nüfusun yoğun
olduğu ülkelerde, yerlilerdi…
Bir kimlik talebi olarak “yerlilik”in yükselişi,
denilebilir ki, neo-liberal paradigmanın yükselişine
denk düşer. Latin Amerika yerlileri, kısa bir süreliğine
de olsa, ulus-devlet karşısında özerklik taleplerini
destekleyen (ve bu yolla da yoksullukla mücadelenin
masraflarını cemaatlerin sırtına yükleyen) neo-liberal
politikalarla ittifaka gireceklerdir. Ama bu “balayı”
uzun sürmez… Yerli cemaatlerin kolektif/kültürel
hakları ile ülkelerde yürürlüğe sokulan neo-liberal
siyasaların yol açtığı toplumsal aşınma ve özellikle
yerli kesimleri etkileyen kitlesel yoksullaşma/
yoksunlaşma süreçleri arasında giderek keskinleşen
çelişki, kısa sürede kendini duyumsatacak; kuramsal
olarak kaynaklarının denetimi hakkına kavuşmuş dahi
olsalar, ÇUŞ’ların toprakları üzerindeki ve altındaki
doğal kaynaklara yönelik tasarım ve tasarrufları, artan
çevresel riskler, yatırım projelerinin devreye soktuğu
kitlesel yerinden edilme (dislocation) tehditleri, sosyal
harcamalardaki kesintiler, özelleştirme girişimleri…
yerli halklar karşısındaki yeni tehdit ve meydan
okumaları oluşturacaktır.
Latin Amerikalı “Yerli hareketleri”,
bu tehdit ve meydan okumalara karşı duruşu
gündemlerine eklemekte gecikmezler. Son birkaç
yıl içerisinde kıta ülkelerinde yerlilerin yığınsal
kalkışmalarına verilebilecek birkaç örnek, durumu
açıklığa kavuşturmak için yeterlidir: Bolivya’da
su için, hidrokarbonlar ve koka üretimi üzerindeki
kısıtlamaların kaldırılması için, özelleştirmelere,
çokuluslu şirketlere karşı; Arjantin’de topraklarının
gaz şirketlerince talan edilmesine ve 1999’da inşa
edilen boru hattının topraklarına verdiği zarara karşı;
Brezilya’da topraklarını işgal eden çiftlik sahipleri
ve madencilere karşı; Kolombiya’da yerli toprak
ve kaynaklarının yabancı şirketlerce işletilmesine,
Ekvador’da
ekonominin
dolarizasyonuna,
Honduras’da kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine,
uluslararası malî kurum yasalarının dayatılmasına,
VE YERLİ HAREKETİ
özelleştirmeci Inter-American Bankası’nın Puebla
Panama Planı’na, Peru’da enerji sektörlerini
Günümüzde Latin Amerika sokaklarına özelleştirme girişimine karşı mücadeleler son yıllara
damgasını vuran toplumsal muhalefet hareketleri damgasını vurmuştur.
arasında en önemlilerinden biri de, hiç kuşku yok ki,
Evet kıta yerlileri, bugün Latin Amerika “yeni
1990’lardan itibaren yeniden tarih sahnesine çıkan toplumsal hareketleri”nin önemli bir bileşenidir…
yerli hareket(ler)idir.
Uzun bir direniş tarihinin taşıyıcısı kıta yerlileri,
NEO-LİBERALİZM SAHNEDE
kıta ülkelerinde cumhuriyet rejimlerinin tesis edildiği
XX. yüzyıl başlarından itibaren, yürürlüğe sokulan
Neo-liberal proje, askerî diktatörlüklerin
asimilasyonist politikalarla, “köylülük” içerisinde biçimlendirdiği sahnede uygun bir zemin buldu. Neomassedilmiş gözüküyordu. Ama bu, mücadeleyi liberal tasavvurun sol partileri kolonize etmesi de aynı
bıraktıkları anlamına gelmemektedir; 1940-50’li döneme rastlar; 1990’larda, Avrupa’dan ithal “üçüncü
yıllarda kıtayı sarsan köylü ayaklanmalarına yol” söylemleriyle bu durum daha da karmaşık bir
54
hâl alacaktı. “Üçüncü yol” basitçe, iktisatta neoliberal tasavvurun alternatifi olmadığı fikri ile sosyal
politikaları bağdaştırma girişimiydi. Bu önerinin
kuramsal ve pratik zaafı ortada olmasına ve kısa
sürede terk edilmesine karşın, işçi sınıfı bu ideolojik
bulanıklığın etkisi altındaydı ve ulusal kalkınmacı
hamleler sürecinde kazandığı siyasal yetilerinin
büyük bölümünü yitirecekti. (Dos Santos 2005: 88)
İşçi hareketinin gerileyişinin bir başka
rasyoneli de hiç kuşkusuz, kıta ülkelerinin adeta bir
deneme tahtası işlevi gördüğü neo-liberal politikaların
emekçi halklara getirdiği yıkımdır.
Şöyle ki, 1980’de kıta nüfusunun en zengin
yüzde 10’luk dilimi en yoksul yüzde 10’dan 24 kat
zengindi; 20 yıllık neo-liberal deneyimin ardından
günümüzde bu oran 34 kata çıkmış durumdadır.
2003’te 225 milyon Latin Amerikalı yoksulluk
sınırı altında yaşıyordu: bunların 100 milyonunu
ise kıta yerlileri oluşturmaktaydı. Kıta çocuklarının
yüzde 60’ı UNICEF tarafından “yoksul” olarak
sınıflandırılmaktadır. (Duterme 2005: 10)
Başka deyişle, askerî diktatörlüklerin
geride bırakıldığı, 1990’ların “demokratik” denilen
rejimlerinde Latin Amerika modern tarihinin en
büyük emek mülksüzleştirilmesi gerçekleştirilmişti.
Günümüzde kıta nüfusunun yüzde 60’tan fazlasını
oluşturan yoksulların yarıdan fazlası, aşırı yoksulluk
koşullarında yaşamaktadır. Servet yoğunlaşması ise
son 20 yıldır durmaksızın artış gösteriyor: 1999’da
kıtanın en yoksul yüzde 40’lık dilimi toplam gelirin
yüzde 15’ini alırken, en zengin yüzde 10’luk dilim,
gelirin yüzde 40’ına el koymaktaydı.
Salt dış borç ödemesi olarak kıtadan 19922001 arasındaki nakit çıkışı 1 221 milyar doları
bulmuştu. Ve bu durum, aynı dönem içerisinde
borcun ikiye katlanmasını engellememişti! 2001’de
yoksulluğu “azaltmak” için zengin ülkelerden alınan
her bir dolar için Latin Amerika ülkelerinin yaptığı geri
ödeme miktarı altı dolar olarak hesaplanmaktadır. Ve
kıtada zenginler pratikte hemen hiç vergi ödemezler.
(Stolowicz 2005: 51-52)
Bir başka deyişle, Latin Amerika askerî
rejimleri ve onların sonlarına doğru devreye giren neoliberal uygulamalar, XX. yüzyıl boyunca gelişen Latin
Amerika proletaryasını apansız marjinalleştirerek
yerini Frei Betto’nun deyişiyle pauvretariat’ya
(“yoksullar sınıfı”) bırakmasına yol açtı.
Öte yandan, kıtanın geleneksel sınıf
dinamiklerini aşındıran, salt neo-liberalizmin iktisadî
cebrinden ibaret değildi. 1990’larda devreye giren
“liberal” (?) siyaseti de sınıf politikalarını dönüşsüz
bir erozyona uğratacaktı.
Gerçekten de, 1980’lerin sonlarına doğru,
Latin Amerika halklarının büyük bölümü nihayet
temsilî demokrasiyi yaşamaya başladığında, tarihin en
55
tutucu liberal demokrasi uygulamasıyla karşı karşıya
kaldılar (democracia gobernable). Statüko idari
politikasının aracı, sınırlı ve seçkinci bir demokrasiydi
bu. Pratikte, toplumun bütünü adına kendileri için
kendileri karar verecek elitlerin devşirilmesi ve
hükümetlerin oluşturulmasından ibaretti ve bu model,
toplumda “yapısal bir temel konsensüs” olduğunu
varsayıyordu: Piyasanın dayattığı yazgıyı hiç kimsenin
değiştiremeyeceği inancı... Piyasa yasalarına karşı
çıkılamazdı. Sermaye kararlarıyla çelişen her türlü
talep ya da itiraz, demokrasiye bir saldırı sayılıyordu.
Siyasal istikrar arayışı olarak yönetilebilirlik fikri,
demokrasiyi ikame etmekteydi.
Bu siyasal modelde partilerden iki işlev
bekleniyordu: 1) Elitlerin seçilmesinde araç görevi
görmeleri; 2) Kapitalist hedeflerle çelişen çıkarların
ulusal politikalara dönüşmesi karşısında filtre görevi
görmeleri. Siyasal partiler, madun çıkarlarının temsilini
filtrelemenin yanı sıra, bu çıkarların taşıyıcılarının
taleplerini ifade etmek için örgütlenmelerini de
engelleme işlevi görmekteydiler. Saygıdeğer ortak
statüsüyle oyuna kabul edilebilmek için Latin Amerika
solundan beklenen koşullar, bunlardı. Bu boyun eğme,
şantaj ve baskıları, kooptasyon ve rüşvetleri, liberaltutucu fikirlerin içselleştirilmesini içermekteydi.
Sisteme dâhil olabilmek için siyasetin rekabete dayalı
bir tüketiciler (seçmenler) piyasası olduğunu ve her
satılacak ürün gibi imajın içerikten önemli olduğunu
kabullenmesi bekleniyordu.
Bu model, kamusal özgürlüklerin muhafazası
adına, eşitlikçi taleplerle demokrasiyi tehlikeye
sokmaktan feragat eden bir toplum kesiminin
hoşgörüsüyle on yılı aşkın süre geçerliliğini
koruyacaktı. Örgütsel dağılma, iktisadın getirdiği
bireyselleşme, eğitsel ve kültürel karşı-reformlar,
devletin sağladığı kaynaklar hususunda yoksullar
arası rekabet de talep düzeyini düşüren etkenler
arasındaydı.
Ama en önemli etken, hiç kuşku yok ki, yeni
“liberal demokrasi”lerin “muhafazakâr” kadrolarının
gırtlaklarına kadar yolsuzluğa belenmekten
çekinmeyeceklerinin kısa sürede görülmesiydi.
Böylelikle örneğin, Arjantin devlet başkanı
Carlos Menem iktidardan çekildikten sonra, 2001
Temmuzu’nda Ekvator ve Hırvatistan’a yasadışı silah
satışı suçlaması nedeniyle ev hapsine alındı. Ve aynı
yıl Kongre soruşturma komitesi, Başkan’ın yasadışı
silah satışları, uyuşturucu ve altın kaçakçılığından
edinilmiş kara servetini aklama faaliyetlerine ilişkin
kapsamlı bir dosyayı ele aldı… Ya da Paraguay’da
yurtdışına milyonlarca dolar kaçırırken sınırda
yakalanan Merkez Bankası yöneticilerinden Luis
Angel Gonzalez Macchi, sonradan devlet başkanı
olabildi!
Böylelikle, siyasetçilerin, partilerin ve siyasetin
itibar yitimi, elitizm ve yolsuzlukların reddi, temsilî
kurumlar, özellikle de parlamentonun nüfusun büyük
bölümünü etkileyen iktisadî gerçekliği değiştirmede
yararsız olduğu fikrinin yaygınlaşmasının zemini
hazırlanıyordu: 1990’ların sonlarında temsilî sistemin
krizi, yönetilebilirlik oyununun kurallarını kabul eden
sol partileri de kapsayacak şekilde genişlemişti.
“Bu” siyasetten soğumanın en önemli
göstergelerinden biri, oy kullanma oranlarının yüzde
50’nin altına düşmesidir - oysa ülkelerin yarısında
oy kullanma zorunludur. Ne ki, bu siyasal apati
anlamına gelmez; oy verme tabanı daralırken, çeşitli
biçimleriyle toplumsal mücadeleler yükselmektedir.
Amerikalararası Kalkınma Bankası’nın 2000 tarihli
raporu, yüzyıl sonunda Latin Amerikalılar’ın yüzde
65’inin “bu” demokrasiden mutsuz olduğunu ortaya
koymaktaydı. (Stolowicz 2005: 57-59)
“YENİ” TOPLUMSAL HAREKETLER:
ORTAK YÖNLER
oluşturmayı hedefleyen katı bir parti yapısına
bürünme konusunda gönülsüz gözükmektedir [Yine
de Bolivya’da MAS (Sosyalizme Doğru Hareket)
içerisinde yer alan gruplar, Ekvator’un en önemli
yerli örgütü CONAIE’nin siyasal kolu Pachakutik,
Venezüella’da V. Cumhuriyet Hareketi içerisindeki
toplumsal örgütler gibi, iktidar perspektifini
gündemlerinden düşürmemiş olanlar da vardır]. Ne
ki, hedefleri çok daha radikaldir - hareket etme ve
düşünme tarzında köklü bir dönüşüm için mücadele
etmektedirler. “Yaşam paradigmasında değişim”
projesi, Zizek’e göre “biçimsel demokrasinin
temellerini kemirmektedir”.
Bu “çağdaş kapitalizmin bünyesinde ortaya
çıkan, değişen toplumsal protesto ilişkileri”nin
ortak kökenleri, iktidar ve tahakküm ilişkilerinin
maddiyatıyla doğrudan ya da dolaylı çelişkidir.
Yeni toplumsal hareketlerin ortak yönlerinden
bir başkası da, otoriter ilişki biçimlerinden
kaçınmalarıdır. “Geleneksel hareketlere özgü yetke
uygulamasının dikey modalitelerinden bilinçli bir
kopuş” , diyor Luis Alberto Restrepo.
Kapitalist ülkelerdeki yeni sosyal hareketlerle
çeperdekiler arasındaki karşılaştırma yapacak
olursak, “birinci dünya”dakiler (feminizm, ekolojizm,
barışçılık, başka dünyacılık vb.) toplamında merkez
kesimlerden kalkınan kolektif hareketleri oluştururken,
Latin Amerika’dakiler sosyal bileşimleri açısından
“saçaklardan doğru isyan” olarak tanımlanabilir.
Günümüz Latin Amerika’sında mevcut mücadelelerin
büyük bölümü, eğitim düzeyi son derece düşük olan
“dışlanmışlar”, işsizler, yerliler, kırsal emekçiler
tarafından veriliyor.
İkinci olarak, devlet yapılarıyla kurdukları
ilişkilerin çeşitlilik gösterdiğini kaydedelim:
Avrupa’da yeni toplumsal hareketlerin büyük
çoğunluğu, eylemleri Devlet bünyesinde bir
müzakere ve toplumsal dönüşüm mekânı oluşturmayı
hedefleyen örgütler hâline gelmiştir (örneğin, Alman
Yeşiller Partisi). Oysa Latin Amerika’da Zapatistalar,
piqueteros ya da topraksızların iktidar perspektifi
yoktur. Aşırı bir vakayı EZLN’nin temsil ettiğini
söyleyebiliriz. Örgüte üye olmanın koşulu, adayın her
türlü politik görev hevesinden vazgeçmesidir. Yatay
dayanışma ve direniş ağlarının ve “sivil toplum”un
güçlendirilmesi, EZLN’nin olduğu kadar, Latin
Amerika’daki diğer “toplumsal hareketler”in de ana
hedefleri arasında yer alır.
Piqueteros hareketlerinin çoğunluğu seçim
süreçlerini ve parlamentoyu reddetmektedir:
hareketin devlet gündemine tabi olmaması önemli
öncelikleri arasındadır. Brezilya’da topraksızlar
hareketi MST’nin iktidardaki İşçi Partisi ile ilişkisi bu
duruma çarpıcı bir örnek oluşturur: bazı eyaletlerde
ortak adaylar gösterecek kertede sıkı bağlantılarına
Şu hâlde, Latin Amerika’da “yeni” denilen
toplumsal hareketler kıtadaki “eski” halk ve muhalefet
hareketlerinin, neo-liberalizmin yarattığı yıkıntılar
arasında yeniden karılmasından oluşmaktadır. Bu
hareketlerin “yeni” olarak tanımlanmasına yol açan
kimi ortak özelliklerine gelince… Ouviña (2005: 93104)’dan da yararlanarak, aktaralım:
“Toplumsal Hareketler” terimi, bilindiği
üzere son 20 yılda artan toplumsal dışlama, temsil
krizi ve siyasal katılım mekanizmalarının aşınımı
sonucu ortaya çıkan kolektif özneleri tanımlamada
kullanılmaktadır. Bu orijinal protesto biçimleri
kısmen tedrici sanayisizleşme ve kolektif haklar
yitiminin damgasını taşıyan yeni bir sosyo-ekonomik
yapıya yanıt verir niteliktedir. Son onyıllarda
mücadelelerin çoğu, tutunum ve kimlik ortamı olarak
çalışma mekânıyla (özellikle fabrika) bağlantılıydı.
Günümüzde toplumsal protesto modaliteleri çalışma
sorunsalını aşıp öncelikle teritoryal tipte pratiklere
konumlanmaktadır. Konut, beslenme, ekoloji, kamu
hizmetleri, insan hakları ya da geleneksel değerlerin
geri kazanılması günümüz toplumsal hareketlerini kat
eden başlıca eksenleri oluşturuyor.
Bir siyasal boşluğa toplumsal yanıt oluştursalar
da bu, bu hareketlerin aynı zamanda ‘siyasal’ olmadığı
anlamına gelmez. Bunlar - eylem biçimleri toplumsal
kurumların kabul ettiği meşruiyet sınırlarına denk
düşmese de- toplum tarafından siyasal aktör olarak
tanınmayı talep etmektedir. Yanı sıra, elde edilmeleri
toplumun tümünü etkileyecek talepleri bulunuyor.
Latin Amerika’da siyasal partilerden, özellikle de
devletten yabancılaşmaya denk düşen toplumsal
muhalefet hareketleri, çoğunlukla iktidar mücadelesine
girişme ya da gelecekte hükümet çoğunluğunu
56
karşın, İşçi Partisi’nin hegemonik akımını “kriz
yöneticisi” olarak eleştirmekten geri durmamaktadır
MST. Ve solun yönetimindeki bölgelerde de hacienda
işgallerini durdurmuş değildirler. Ve nihayet,
Ekvator’daki yerli örgütü CONAIE ve siyasal kolu
Pachakutik, kendi bölgelerindeki maden kaynakları
üzerindeki haklarının ve çoğul yurttaşlık temasının
yeni anayasada yer almayacağı anlaşıldıktan sonra,
ilk dönem sıcak ilişkiler sürdürdüğü solcu devlet
başkanı Rafael Corea’yla ilişkilerini geçtiğimiz yıl
(2008’de) koparmış, yeniden “ayaklanma”dan söz
etmeye başlamıştır.
Üçüncü olarak, karşı-iktidar örgütlerinin
oluşumunun önkoşulu, gündelik yaşam içerisine gömülü
yeni toplumsal ilişkilerin yaratılıp deneyimlenmesi
olarak gözükmektedir: Brezilya köylülerinin kırsal
kooperatifleri ve ülke çapında faaliyet gösteren, 4
milyona yakın öğrencinin öğrenim gördüğü 1 200
ilköğretim okulu; piqueteros’un istihdam yaratan
projeleri; Chiapas’taki özerk cemaatlerde ortaklaşa
işletilen topraklar: bunlar, ekonomiyle siyaseti
kaynaştıran girişimler, yaşamın bütünsel dönüşümünü
“şimdi ve burada” pratiğe geçirme girişimleridir. Buna
karşılık Batı dünyasındaki “altermondiste” hareketleri
oluşturan grupların çoğunluğu alternatif pratiklerini
uluslar arası mali örgütlerin yöneticilerin Avrupa
kentlerinden birinde toplandığı momentlerdeki
protesto gösterileriyle sınırlandırmakta, medyatik ve
sanal protesto biçimlerine öncelik vermektedir.
Yine de her iki eğilim arasında buluşmalar
ender değildir: Dünya Sosyal Forumu; köylü
hareketlerinin dünya ölçeğinde eklemlendiği Via
Campesina vb. forumlar bunlara örnek gösterilebilir.
Meksika, Brezilya ve Arjantin’deki geniş
siyasal ve toplumsal hareketlerin tam bir analizi
olanaklı kılan bir dizi karakteristik içerdiğini
söyleyebiliriz: Toplumsal bileşim; örgütlenme,
söylem ve mücadele biçimleri.
Toplumsal bileşim açısından en önemli
özellikleri marjinallikleridir. Yerliler, topraksızlar,
köylüler, kırsal işçiler, işsizler, Arjantin’in
çeper bölgelerinde yoksullaşmış orta sınıflar vb.
“Dışlanmışlık karakteri” ortak yönlerinin belki de en
önemlisidir.
Örgütlenme biçimleri açısından doğrudan
demokrasi ve yataylık bu hareketleri eklemleyen iki
ana ekseni oluşturmaktadır. Zapatista hareketinin
örgütlenişi, bu açıdan tipiktir: “karar alıcı zirvede
taban bulunmakta; bunun altında üyeleri cemaatler
tarafından atanan Yerli Gizli devrimci Komitesi
yer alıyor. Bu, EZLN’nin ‘en üst yetke mercii’dir.
2003 Ağustosu’nda kurulan “iyi yönetim cuntaları”
“isyancı özerk belediyeler”i koordine eden bölgesel
özyönetim mercilerini oluşturmaktadırlar.
Piquetero hareketi ise çeşitli gruplar arasındaki
57
ideolojik farklılıkların ötesinde, “meclisci” pratiğiyle
ayırt edilmektedir. En üst karar organını çalışma
grupları, üretici girişimler ya da mahalle mutfakları
delegeleri oluşturur. Topraksızlar Hareketi ise
demokratik biçimde “kolektif” bir siyasal yönetimi
görevlendiren komisyonlar temelinde işlemektedir.
Her üç oluşumda da liderlerle diğer katılımcılar
arasındaki mesafe asgarîdir.
Devlet karşısında özerklik talebi ve
kendini öncü ilan etmeme de bu tip hareketlerin
gündeme getirdiği radikal bir yeniliktir. Yanı sıra,
her üç harekette de “saygınlık” önemli bir temadır.
Siyasetin, dışlanmanın kaynağı devlet ve ÇUŞ’ların
reddi de önemli bir bileşendir. EZLN Ya Basta’sı,
piqueteros’un yol kapatmaları, bu durumun açık
örnekleridir. Çevre ve doğal kaynakların savunusu,
cinsiyet eşitliği de temel talepleri arasında yer alır. Ve
nihayet, “toplumsal muhalefet hareketleri” doğrudan
eyleme dayanmaktadır.
SONUÇ YERİNE: BİRKAÇ SAPTAMA
Latin Amerika’nın arka sokaklarından merkezi
meydanlarına doğru yönelen ve kıta siyasetindeki sol
yönelişte aslî bir rol üstlenen toplumsal hareketler,
özetle yineleyecek olursak, şu ortak özelliklerle
karakterize olmaktadırlar:
1.
Toplumun en yoksul ve
marjinal kesimlerini harekete geçirebilme
yetisi;
2.
İktidar perspektifinden uzak
durup, toplumsal yaşamı gündelik hayattan
kalkınarak dönüştürmeye ilişkin bir dizi pratik
ve deneyimi devreye sokmaları (Bu pratik ve
deneyimler, aynı zamanda neo-liberal politika
ve uygulamaların yaşamlarında yarattığı
tahribatın etkilerinin hafifletilmesi hedefine
yöneliktir);
3.
Kapitalizmin, özellikle de neoliberal versiyonuna karşı, pratik ve söylem
olarak net bir reddiyeyi ifadelendirmeleri;
4.
Örgütlenme modeli olarak,
hiyerarşik yapıları reddedip, yatay, demokratik
bir ilişkilenmeyi öngörmeleri;
5.
Doğrudan eylem anlayışına
dayalı bir pratiği gündemleştirmeleri;
6.
Tahripkâr olmayan insançevre ilişkileri, kadınların kurtuluşu, kültürel
farklılıkların tanınması gibi kimlik konularını
gündemleştirmeleri;
7.
Sol/sosyalist olanlar dâhil
siyasal partiler ve iktidarlar karşısında
özerkliklerini muhafaza yönündeki kararlı
tutumları…
Şu hâlde, Latin Amerika’nın “yeni”
toplumsal hareketlerinin kıtadaki sınıf ve halk
mücadelelerinin birikimi ve 20 yıllık neoliberal tahribatın yarattığı yıkıntılar üzerinden
yükselen bir “hayatta kalma” hamlesi olduğunu
söyleyebiliriz. “Ya yok olacağız, ya da
direneceğiz” ikilemine sıkıştırılmış bir halkın/
halkların direnmeyi seçişidir. Ve bu, her bir
ülkede mevcut güçler dengesi içerisinde, kendi
biçimini almaktadır… Dolayısıyla (çoğu Batı
Avrupalı) “post-” ideologların tanımlamayı
sevdikleri gibi bitmiş, tamamlanmış öğretiler
değil; pek çok taşın yerinden oynadığı,
eski kesinliklerin yitip gittiği neo-liberal
yıkım çağında deneme-yanılma yoluyla
ilerleyen, iç-gerilimlerden azade olmayan,
heterojen arayışlardır. Ve deneyim, “iktidar”
kavramı karşısındaki antipatinin eninde
sonunda hareketlerin önünü tıkayan bir
engel oluşturduğunu göstermektedir; öyle
ki, “iktidar-karşıtlığı şampiyonu” EZLN
Subcommandante’si Marcos’a, Ocak 2009’da
San Cristobal de las Casas’da (Chiapas)
düzenlenen “Birinci Dünya Saygın Öfke
Festivali”nde yaptığı konuşmalardan birinde,
“Şimdi, Lenin’in Devlet ve İhtilali’ni son
satırını hatırlamaya her zamankinden çok
muhtacız,” dedirtecek kadar…
Çünkü iktidarın dışında, ona kayıtsız
kalarak yaşamı değiştirebilmenin bir sınırı
vardır; üstelik de bu sınır ihlâl edilmediğinde
hareket, yoksulları, sistem dışına itilmişleri,
marjinalleştirilmişleri kendi başlarının
çaresine bakma konumuna iten, dolayısıyla
da “masrafları”ndan elini yıkayan neo-liberal
rejime eklemlenme riskiyle karşı karşıyadır.
Pek çok iyi niyetli “Sivil toplum” sahnesi,
iktidarsızlara, yoksullara “güç verme” adına
iyi niyetle işe başlayıp sonunda “hayır
cemiyetleri”ne, hatta daha da beteri, yolsuzluk
aygıtlarına dönüşmüş bir sürü “sivil toplum
örgütü” ile doludur…
Üstelik,
Latin
Amerika’daki
sol yükselişin, -özellikle de neo-liberal
politikalardan kopuşu, giderek bir sosyalist
kuruluşu öngören varyantı: Chávez
Venezüellası, Morales Bolivyası, Correa
Ekvatoru- bu halk hareketleriyle örtüştüğünde,
eşsiz bir momentum yaratabileceğini, Bolivya
örneği gözler önüne sermektedir. “Yeni
toplumsal hareketler”in sol/sosyalist siyaset ve
iktidarlarla eleştirel ama eylemli birlikteliği,
bir yandan siyaset için “iktidar”ın getireceği
yozlaşmalara karşı güvence oluşturacak,
bir yandan da hayatı ezilenlerden yana
değiştirmenin araçlarını sağlayacaktır. Çünkü
58
uzun süreli pratiği belki bunu unutturmuştur
ama sosyalizmin nihaî ve asıl hedefi, yaşamı
kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin
kimseye tahakküm etmediği bir dünya kurmak
üzere dönüştürmektir…
Evet, yıllar sonra Latin Amerika’daki
gelişmeler, “başka bir yaşamın, başka bir
dünyanın mümkün” olduğunu, sıradan
insanların, “tarihin çöp sepetine atmak”
üzere iktidarı ellerine almalarının mümkün
olduğunu bize gösteriyor. Umalım ve omuz
verelim ki, ABD -son dönemlerde kimi alarm
verici göstergelerin işaret ettiği üzere- eski
“arka bahçesi” üzerine mesaisini yeniden
yoğunlaştırmaya karar vermesin…
10 Mayıs 2009, Ankara.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Dos Santos, Theotonio (2005). “Les
mouvements sociaux latino-américains: de la resistance
à l’offensive?” (81-92). Mouvements et pouvoirs de
gauche en Amérique latine. Points de vue latinoaméricains. Alternatives Sud, vol. 12-2005/2.
Duterme, Bernard (2005). “Editorial:
Conditions, formes et bilans du retour de la gauche
en Amérique latine.” (7-19) Mouvements et pouvoirs
de gauche en Amérique latine. Points de vue latinoaméricains. Alternatives Sud, vol. 12-2005/2.
Le Bot, Yvon (1994). Violence de la modernité
en Amérique latine. Indianité, société et pouvoir.
Editions Karthala, Paris 1994.
Ouviña, Hernán (2005). “Les nouvelles
radicalités politiques en Amérique latine: zapatistes,
piqueteros, et sans-terre…” (93-109). Mouvements et
pouvoirs de gauche en Amérique latine. Points de vue
latino-américains. Alternatives Sud, vol. 12-2005/2.
Stolowicz, Beatriz (2005). “La gauche latinoaméricaine: entre épreuve du pouvoir et volonté de
changement” (47-71) Mouvements et pouvoirs de
gauche en Amérique latine. Points de vue latinoaméricains. Alternatives Sud, vol. 12-2005/2.
NOTLAR
[*] 14 Mayıs 2009 tarihinde Bilkent
Üniversitesi’nde (Ankara), “Enternasyonalist Düşünce
Komitesi” tarafından düzenlenen “Latin Amerika
İzlenimleri” başlıklı toplantıda yapılan konuşma…
Sosyalist Mezopotamya, No:25, Temmuz 2009…
[1] Karl Marx.
EMPERYALİZM VE YENİ DÜNYA DÜZENİ!..
Haluk Gerger
Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni saldırısıyla
birlikte “insancıl emperyalizm”in sözde demokratikleşme
projesi de çok tartışılır oldu. Irak’tan “kavuniçi-mavi,
limon-portakal devrimler”ine şiddetle örülmüş büyük
sarsıntılarda demokrasi-emperyalizm ilişkileri de gündeme oturdu. Son İran seçimleri vesilesiyle de bu sorun
yine güncelleşti. Global liberal hamlenin bu en önemli
ideolojik saldırısı, İran seçimlerinde de işlemeye başladı
ve bildik “emperyalizmin demokrasi ihracı” meselesi
kafaları karıştırdı. İran’a ilişkin bu konudaki analize elbette temel bir tespitle başlamak gerek. Bu tespit, özünde,
İran’daki “dinsel demokrasi”nin büyük zaaflarının, hatta
aldatmacacı niteliğinin saptanması olarak özetlenebilir.
Özünde zaten bir sınıf diktatörlüğü olan burjuva demokrasisi, İran örneğinde, ülkenin özelliklerini içeren
bir molla diktatörlüğü olarak ortaya çıkıyor. Yönetimin
“dinsel demokrasi” olarak nitelendirdiği bu “teokratikburjuva diktatörlük” aslında dünyevi otoriteyi reddeden
Şii doktrininin de yadsınmasını ifade etmektedir ama işin
bu kısmı konumuz dışı.
Birinci saptamamızdan ikincisine geçmek kolay:
İran’da halkın meşru, gerçek, haklı demokratik özlem ve
talepleri vardır. Bu toplumsal dinamik, seçimlerin öncesi ve sonrasında, kendini güçlü bir sosyal hareketlilikle
göstermiştir. Bir başka ifadeyle, toplumsal muhalefetin
eylemliliğinin kökenleri içerdedir; protestolar rejimin
karakterinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Üçüncü tespitimiz ise, şudur: İran’daki denklem
içerisinde emperyalizm de mevcuttur. Emperyalizm,
ABD’siyle, AB’siyle, toplumsal muhalefetin haklı, meşru,
otantik eylemliğini manipüle etmeye, yönlendirmeye,
kışkırtmaya girişmiştir, onunla oynamıştır, kısacası,onu
kötüye kullanmaya kalkmıştır. Bunda bütünüyle başarısız
olduğunu söylemek de güçtür.
Bu üç tespit, demokratik halk hareketleriyle emperyalist fırsatçılık ve karışmacılık arasında ilişkiyi
değerlendirme ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Soru şudur:
baskıcı rejimlere karşı başkaldıran yerel demokratik muhalefet güçleri, söz konusu rejimle çelişki içindeki emperyalizmle ilişkilerini nasıl düzenleyecektir? Bir başka
ifadeyle, halk güçlerinin demokrasi ve hak mücadelesinde
emperyalizm, geçici ve taktiksel de olsa, bir müttefik olabilir mi? Bu sorunun yanıtını İran örneğinden hareketle
arayabiliriz. Rejim-demokratik muhalefet-emperyalizm
üçgeninde cereyan eden olaylar zincirinde kim kazanmakta, kimler ya da neler kaybetmektedir?
İlk olarak, net bir biçimde görülmektedir ki, bu oyunda
“demokrasi” kirlenmekte, kaybetmektedir. Emperyalizmle, dış karışmacılıkla, halk düşmanı çıkar odaklarıyla lekelenen demokrasi kavramı, hak mücadelesi ve demokratik
direniş, yığınlarca da kuşkuyla karşılanmakta böylece bizzat direnişçiler, halk güçleri, toplumsal muhalefet cephesi
kaybeden taraf olmaktadır. Olsa olsa, bu saflar içinde
59
yer alan reformcuların alanı bir nebze genişlemektedir
belki ama bu da halkın dostları açısından ters tepmekte
ve bu sefer de yığınlar kırıntılarla avutulma tuzağına
çekilebilmektedirler. Üstüne üstlük , halk düşmanı dış
güçlerle rabıtalaşma aymazlığıyla eldeki meşruiyet de
tüketilmektedir. Buna karşılık, rejim bu durumdan
yararlanmaktadır. Emperyalizme ve dış karışmacılığa
karşı ülkenin bağımsızlığını, onurunu koruma kisvesi
sadece oy getirmemekte, aynı zamanda, meşruiyet zeminini de güçlendirmektedir baskıcı İslamcı kapitalizmim
egemenlerinin. Ortaya çıkan çatışmacı durum rejime iç
disiplini sağlamada büyük imkanlar yaratıyor, dış düşman
tehdidi karşısında hak arama talepleri bile ertelenebiliyor,
baskılanabiliyor. Bu durumun yarattığı bahanelerle rejimin baskıyı arttırma olanakları da genişliyor kuşkusuz.
Bağımsızlıkçı tepkileri arkasına alarak manipüle eden rejim sadece meşruiyet alanını genişletmekle, destek zeminini sağlamlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda, baskı
araçlarını da çeşitlendiriyor, ideolojik aygıtlarını tazeleyebiliyor.
Bu durumdan emperyalizmin de kendine göre
kazançlı çıktığı kuşkusuz. Emperyalizm bir yandan
düşman bellediği rejimi istikrarsızlaştırmanın ve ona müdahalenin yeni bahane, alan ve araçlarını oluşturuyor;öte
yandan içerde ve dışarıda kimi kesimlere rejimin
meşruiyetini sorgulatabiliyor. Ayrıca, yarattığı kargaşa
ve güven bunalımıyla rejimin baskıcı niteliğini kaşıyor,
böylece iç tepkileri kışkırtıyor. Tabii bütün bunları rejim
üstündeki baskılarını arttırmak ve etkin kılmak için koz
olarak kullanıyor, onu içerde ve dışarıda yalnızlaştırarak,
özgüvenini zedeleyerek zayıflatıyor. İran’daki tablo
böyle işte: Demokrat olmayan antikomünist bir yapı
ve karşısında demokratik hakları, savunur konumda
görünen emperyalizm. Yaman bir seçimdir bu. Soros
demokratizmine karşı, burjuva sınıf diktatörlüğünün bir
versiyonundan başka seçenek sunulamıyor halka. Tam bir
”kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesi. Bu kaçınılmazdır
burjuva demokrasisinde; sömürücü tuzu kurular kendi
alternatiflerini hep yaratır ve yoksullara dayatırlar. Yoksullarsa sadece seçeneklere göre oy verirler ve sonunda
dolandırılırlar. İran’da onlar bakımından bu sefer görece
hayırhah olan seçenek Ahmedinejad idi anlaşılan ve onlar
da ona göre oy kullandılar. Küçük burjuva demokratların
bir bölümüyse, bilerek ya da bilmeyerek, emperyalizmin
kuyruğuna takılıp onun kışkırtmalarına kapıldılar. Sonuçta, halk, emek ve demokratik haklar kaybetti, baskıcı rejimle emperyalizm kendi uğursuz kazanç hanelerine yeni
avantajlar, kozlar eklediler. Böylece bir kez daha görülüyor ki, ana sorun, kötüler arasında seçim yapma tuzağını
aşıp emekçi yığınların kendi öz seçeneklerini yaratabilmesinde yatmaktadır ve İran olayı bu bakımdan derslerle
doludur. Bir kez daha, örgütsel ve ideolojik bağımsızlığın
yaşamsal önemi kanıtlanıyor.
mülkiyeli sanatçılar
ZEYNEP KAVLAK
Keskin doğumlu olan sanatçı SBF Siyaset ve İdare
Bölümü mezunudur. Halen Danıştay Üyesi olarak
görev yapmaktadır.
HÜMEYRA KUTBAY
1960 yılında doğdum. 1977 yılında girdiğim Siyasal Bilgiler
Fakültesi İşletme Bölümü'nü 1986 yılında bitirdim. Çeşitli
özel şirketlerde ve kendi işletmemizde çalıştıktan sonra 1995
yılında Kayıhan Keskinok atölyesinde resim çalışmalarına
Resim çalışmalarına Hikmet Çetinkaya ve Erdoğan
Seçil ile başlamıştır. 2005 yılından itibaren ise Hızır
Teppeev Atelyesi’nde devam etmektedir. Bu sergi
sanatçının katıldığı 12. karma resim sergisidir.
başladım. Yanı sıra değişik atölyelerde çeşitli hocalardan desen
dersleri aldım. 2004 yılında H.Ü.Güzel Sanatlar Fakültesi
Resim Bölümünde özel öğrenci olarak lisansüstü eğitim aldım.
Resim ve desen çalışmalarına Zafer Gençaydın, Hüsnü Dokak
ve Hasan Pekmezci ile devam ettim.
Resim çalışmaları yanı sıra 2001 yılında hobi olarak başladığım
keçeden pano yapma işini daha sonra geliştirerek farklı
amaçlara yönelik ürünlerle çeşitlendirdim. Önceleri hazır
keçe kullanırken istediğim verimi alamayınca keçeyi kendim
üretmeye başladım. Bunun için Konyalı keçe ustası Mehmet
Girgiç'ten eğitim aldım. Şu an keçe ile yapılmış tasarımlar
üretiyorum. Her biri tek olarak üretilen şapkalar, çantalar, şallar
ve daha bir çok ürün değişik mağazalarda ve sipariş şeklinde
web sayfam üzerinden satılmaktadır.
60
ankara tarihinden
OSMANLILAR DÖNEMİNDE ANKARA
Selçuklu Devletinin yıkılmasıyla birlikte Anadolu’da başlayan iç karışıklıklar sonucu oluşan siyasal boşluğu Sögüt’te
kurulan ve giderek güçlenen Osmanlı Beyliği dolduracaktır. Bu büyüme sonucunda altı yüz yıl sürecek ve üç kıtayı
kapsayan bir imparatorluk haline gelecektir.
Ankara, Osmanlı Sultanı Orhan Gazi tarafından Osmanlı yönetimine bağlanmakla birlikte, Ankara’nın Osmanlı
yönetimine girmesi Sultan I. Murad’ın Ahilerle anlaşarak Ankara’yı (1362) savaşmadan teslim almasıyla başlar.
Yıldırım Beyazıt’ın Timur’un ordularına yenik düşmesi sonucunda, Ankara taht kavgaları nedeniyle şehzadeler
arasında el değiştirmiş, Karamanoğulları büyük bir tahribata neden olmuştu. Anadolu’da siyasal birliğin sağlanmasıyla
Ankara yeniden önemli bir şehir olma özelliğini kazanır, gelişen sof üretimi Avrupalı tüccarları Ankara’ya çekmeye
başlar, on beşinci yüzyılda başlayarak on sekizinci yüzyıla kadar olan dönemde çok sayıda cami, han, medrese yapılır.
Kurşunlu Han, Sulu Han, Çengel Han, Pirinç Han ve 15.yy.’da yapılan Cenabı Ahmet Paşa Camii önemli Osmanlı
mimarisi örneklerindendir.
16. yy. sonlarında Anadolu’da ortaya çıkan Celali İsyanları Ankara’yı yangın yerine çevirir, ekonomik ve kültürel yaşam
ağır yaralar alır ve esnaf batıya göç etmeye başlar.
18. yüzyılda Ankara güçlü oyanlar olan, Müderistzadeler, Mimarzadeler, Zennecizadelerin etkisi ve yönetimleri
görülür.
19 yüzyılda II. Mahmud’a karşı ayaklanan Mısır Valisi Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa tarafından kuşatılır. Ankara’nın
yönetimini ele geçiren İbrahim Paşa kalelerin surlarını onartır.
II. Mahmud dönemindeki yeni düzenlemelerle Kayseri ve Kastamonu Ankara’ya bağlanmış ve Ankara Eyalet Merkezi
olmuştur.
Osmanlıların tanıdığı ihracat hakkı ayrıcalığı sonucunda dünyaca ünlü sof üretimi azalmaya başlamış, ticaret ermeni
ve Rumların eline geçmiştir. Giderek fakirleşen Ankara’da esnaf ve zanaatkarlar yoksullaşmış ve yine yeniden batıya
göç başlamıştır. Demiryolunun Ankara’ya bağlanmasıyla bir canlanma görülse de Ankara yeni kimliğine Ulusal Kurtuluş
Savaşının direniş merkezi olması ve cumhuriyetin kurulmasıyla kavuşacaktır.
61
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAME’SİNDE ANKARA
İlk önce konakçılar tuğralarıyla şehre girip şeriye mahkemesine varınca, vilayetin bütün ileri gelenleri: “Paşanız, Erzurum’a
kapanıp Celali olmak istedi. Suçlu olduğu ortaya çıktı. Şimdi 10
bin asker toplayıp Vardar Ali Paşa ile Celali olmak için ittifak
etmiştir. Biz sizi padişahın kalesine bırakmayız.” dediler. Ama
burada Paşa Efendimizin yanan mumları çok olduğundan, “üç
gün misafir olup kalsın” dediler. Bunun üzerine de mahkeme
tarafından yazılar yazılıp, Paşayı Çavuşoğlu’nun evinde kondurmaya karar verdiler. Ertesi günü büyük alayla Ankara’ya girdik. Bu alayı şimdiye kadar Ankara görmemişti.
Halk karşılamaya çıkıp,
kaleden 20 tane “safa
geldin” topu atıldı. Paşa
konağa indi. Bütün ileri
gelenler büyük hediyelerle geldiler. Ben
dahil 500 akçalık molla olan, Seyidler’den
“Kaderzade”nin evinde
misafir oldum.
Doğu Hacı Bayram
Veli kabrine giderek
yüzümü sürüp, ruhu
için hatim indirmeye başladım. Tekke dervişlerine 100 kuruş dağıtarak hayır
dualarını aldım. Sonra şehri gezmeye koyuldum.
Ankara Kalesini ilk yapan, Rum Kayseridir. Sonra nice
hükümdarlar geçmiştir. Sonra Kütahya beylerinden ve Germiyan oğullarından Yakub Şah ile veziri Hezar Dinar’ın hizmetiyle islam eline geçmiştir. Sonra, Osmanlıların zuhurunda
Yıldırım Bayezıd Han’ın eline düşmüştür. Kalenin kuzeyinde
bir konak mesafede olan, Erkeksu adlı köy tarafından bakılsa
kuğu gibi görülür. Mamur, şenlik olup, üzümü çok olduğundan
“Engürü” demişler. Bazıları angaryayla yapıldığından “Ankara”
denilmiştir derler. Tufhe Tarihinde “Rum Kayseri meşhur
Heraki bu kaleyi yedi kat ile bağlattığı ve sardırdığı için adına
Selasil Kalesi derler” diye yazılıdır. Padişah Defterhanesinde
adı “Ankara”dur. Ak gül gibi beyaz sur tabanlarıyla çevrili, zaptı
güç bir kaledir. Şimdi Anadolu’da ayrı bir sancak beyi merkezidir. Kaç kere arpalık olarak üç tuğlu vezirlere ihsan
olunmuştur. Kanun üzerine paşanın 263400 akçar’dır.
Sancağında 14 zeamet, 257 tımar var. Alaybeyi, çeribaşısı,
yüzbaşıları vardır. Seferde paşa askeri cebelileriyle 3000 asker
olur. Tımarlılar, sancak beyinin sancağı altında bulunmazsa,
tımarı başkasına verilir. Paşasının eyaletteki hası subaşılıklardır.
Şehir subaşısı, Murat Ova Subaşılığı, Yaban Ova Subaşılığı,
Çubuk Ova Subaşılığı, hep paşa hasında olup, yıllık 40000
62
kuruş hası olur. 500 akçalık mollalıktır. Mollasına yıllık 20 kase
hasır olur. Şeyhülislamı, 500 akça payesiyle Kederzade
Nakibüleşrafı, ilmi mansıblarda bulunmuş 600 kadar kadıları,
ileri gelenleri ve büyükleri vardır. Sipah kethüdaları, yeniçeri
serdarı yerine kibirli yeniçeri çavuşu vardır. Bütün ahalisi kadı
ve asker tayfadır. Şehir naibi, muhtesip ağası, gümrük emini,
üzüm ve danga ağası olup, bunlar ayrı bir eminliktir. Yıllık 40
yük akçalık iltizamdır. Kale dizdarı, azap ağaları, cebeci ve
topçu başları, silahlı kale neferleri vardır. Kalesi yüksek bir
dağın doruğunda, dört kat
beyaz taştan yapılmış
sağlam bir kaledir. Katları
birbirinden yüksektir. Her
tabakasının arası üçer yüz
adımdır. Her kat duvarının
boyu 60 arşın kadar yüksektir. Her duvarın genişliği
ve eni, onar Mekke ziraı’dır.
Temellerinin altı çepeçevre
kemer yapılarla boştur derler ama görmedim. Boş
olması da kuşatmada
düşmanın kale altına girip
lağım atmasını önlemek
içinmiş. Batı tarafı dört kat
birbirinden geçme demir
kapılardır. Her kapı arasında asma demir kafesler hazır olup
demir zincirlerle asılıdır. Her kafesin demirleri pazu kalınlığı
kadar vardır. Kuşatmada kale duvarı içinden aşağı kapılar
önüne bırakıp siper ederler. Bu kaledeki kızıl taştan yapılmış
yüksek ve alçak basmaklar başka kalelerde görülmemiştir.
Atpazarı’na bakan en dış kapı batıya açılmıştır. Yüksek kubbesinin kemeri üzerindeki eski kahramanların gürzleri, hayretle bakılacak balık kemikleri ve nice acayip şeyler asılıdır.
Kalenin kapısının dışında ve içinde gece gündüz neferler
bekçilik ederler. Kale dizdarı kaleden çıksa, öldürürler. Yahut
azlederler veya sürerler. Çünkü bütün düşanlar bu kalenin bir
taşına bir baş verip, yüz bin savaş edip can, baş oynatır. Hatta
Erzurum’da Abaza Paşa, Celali olduğu zaman 100 000 askerle
bu kaleyi kuşatıp, aşağı varoş hisarı ele geçirmiş, bu iç kaleyi de
kuşatma fikride olup sarayında otururken, usta topçu gayet iyi
nişan alıp bir gülle atarak, Abaza’nın kıçını yaralamış, yaralı ve
perişan halde Erzurum’a gitmesine sebep olmuştur. O günden
beri kale dizdarının kapı önünden başka yere gitmesi yasaktır.
Yukarı iç kalenin çevresinde hendeği yoktur ama, dört yanı
yalçın kanara kayalarıdır. Hiçbir tarafından girmek mümkün
değildir. Lağım işlemesi dahi kolay değildir. Zira hepsi kat kat
360 mahalle olup, birbirini görür ve korur. Garip bir mühendislikle yapılmıştır. Surunun dört katında 1 800 dendan
vardır. İç hisarın çevresi 4 000 adımdır. Doğu tarafından
“hisarlık” adlı tepe üzerinde ziyaretgah vardır. Kaleye doğru
biraz havalelidir ama, ondan zarar gelme ihtimali yoktur.
Çünkü kale ile Hisarlık’ın arası uzun bir top menzilidir. Aşağısı
gayya kuyusundan nişan veren yer olup, oradan kaleye çıkmak
çok güç bir iştir. İç kalede büyük, küçük 86 tane top vardır ama,
balyemez yoktur. Yetecek kadar cephanesi, alet ve silahı vardır.
Kalede bağsız bahçesiz 600 ev vardır. Bir camisi vardır ki, eski
zamanda kiliseymiş. Elhası bu iç kale yapı, güzel iş ve mühendislik fennince görülmesi lazım bir yerdir. Aşağı kalesine
Celali korkusundan, Cenabı Ahmed Paşa vilayet ahalisiyle bir
kat sağlam sur yapmıştır. Dört kapısı vardır. Çepeçevre
büyüklüğü 6 000 adımdır. Bir tarafı yukarı iç kaleye bakar. Burada aşağı hisar, yukarı hisar kuşatılmıştır. Bu hisarın doğu
tarafından, yukarı hisardan kayalar içinden Hızırlık Deresi’ne
inilir. Su yolları vardır. İç kalede sarnıçlar, buğday ambarları
vardır ama aşağı hisarın suyu bol olduğundan öyle sarnıçları
yok. 170 çeşmesi, 3 000 su kuyusu ve 76 camisi vardır. Cenabi
Ahmet Paşa Camii, Hacı Bayram Veli Camii meşhurları olup,
Mimar Sinan yapısıdır. Kurşunlu camileri azdır. Camili 18
tekkesi vardır. Hacı Bayram Veli Tekkesi’nde 300 den çok,
tanrı aşkıyla sermest, tanrıyı bilir dervişler vardır. Şeyhleri
Koca Abdurrahman Efendi, duası kabul olunur bir zattı.
Bayrami Tarikatı ayrıca bir Hamidi Tarikatıdır. Çünkü Hacı
Bayram Veli, Şeyh Hamid Hazredlerini cıkarlarından olup
dervişlik cihazını onlardan kabul etmişlerdi. İlk pirleri Hoca
Abdülkadiri Cilani olup, ondan ilerisi peygamber hazretleri’ne
ulaşır, has bir tarikattır. Ama Anadolu’da Bayramiler, Şeyh
Hamza ve Şeyh İdris’ten beri Hamzevi adını almışlardır. Bunca şeyhleri öldürüp kınanmış oldular. Giyimlerinde hırka, külah gibi aletler yoktu. Tanrı kanununu aykırı bir halleri yokken
suçlandırıldılar. Bir alay ciğeri yanık tanrı dervişleridir.
Ankara’daki Hazreti Mevlana Tekkesi Cenabı Ahmed Paşa’nın
yaptırdığı bir Mevlevi hanedir ki üç çevresi gül bahçesidir. Medreselerinden Mustafa Paşa Medresesi, Taşköprü Medresesi,
Seyfettin Medresesi, Kedhüda Medresesi meşhurlarıdır. Talebelerinin belirli aylıkları vardır. Hamamlarından Tahtakale
Hamamı, Cenabi Ahmet Paşa Hamamı meşhurlarıdır. 200 kadar da saray hamamı vardır. 70 tane bağlı bahçeli sarayı vardır.
Lakin binaları kagir olmayıp kerpiçle yapılmış kat kat evlerdir.
Bu şehirde kiremitle örtülüş imaret yoktur. Ankara kerpici
taştan kalın olur. Halk dilinde darbımeseldir. “Ankara kerpici
gibi bir kalıba dizilmiştir” derler. Ankara’da 6 066 mamur ev
vardır. Saraylarından Paşa Sarayı, Molla Sarayı, Kederzade
Sarayı, Çavuşoğlı Sarayı, Ahmet Paşa Sarayı meşhurdur. 200
tane sebili varsa da, meşhurları Hacışaravi Sebiri, Hacımansur
Sebiridir. 2000 dükkanı, süslü bir bedesteni vardır. Dört tane
zincirli kapısı vardır. Çarşılarının çoğu yüksek yerdedir. Uzun
çarşısı, Sipahi Pazarı gayet kalabalık ve sık sık pazarlardır.
Kahvehaneleri, berber dükkanları halkla doludur. Müzayede
Çarşısı, anayolları temiz, beyaz taşla kaldırım döşelidir. İleri
gelenleri, bilginleri, takva sahipleri şeyhleri, bilgi sahibi şairleri
63
haddinden fazladır. Anadolu toprağında olup, Türk vilayetlerinden sayılır. Binden çok soylu, olgun, kavrayışlı çocuk hafızları
vardır. Nice bin kimse, Yazıcıoğlu’nun eseri olan Muhammeddiye kitabını ezber etmişlerdir. Tarikatı Muhammedıye ezberleyenleri çoktur. İyi ahlakla tanınmış kimseleri çoktur. Hatta
Hacı Bayramı Veli evladından Abdurrahman Efendi adlı zat,
evliyalardandır. Bu şehir ahalisinin zenginleri samur ferace,
orta hallileri serdahi çuha ve kontoş ferace giyerler. Burası sof
madenidir. Kadınları renk renk sof ferace giyip, gayet rebiyeli
gezerler. Beşinci ilklimde olup, havası mutedil, halkının yüzlerinin rengi kırmızıdır. Güzelleri cihanın süsü, alemin
övgüsüdür, yiyeceklerinden Ankara paçası, Kütahya paçasına
yan başı gelir. Biber tohumuyla beslenmiş Ankara pastırması,
eti misk gibi olan tiftik keçisinin etiyle yapılır. Keçileri
dağlarında pınar yaprağı yerler. Tiftik keçisi beyaz süt gibi olup
onun gibi beyaz mahluk belki yoktur. Sof ipliği bunların
yününden çıkarılır. Bu keçilerin tüyünü makasla kırksalar ipliği
sert olur. Ama yolsalar Eyüp Peygamberin ipeği kadar yumuşak
olur. Fakat zavallı keçileri yolarken feryatları göğe ulaşır. Kibarlar onların feryat etmemelerini çaresini bulmuşlardır. Kireç
ve külle suyu karıştırıp keçileri bu şerbetle yıkarlar. Zahmetsizce tüyleri kopup çırılçıplak kalırlar. Fakir keçiler tüysüz
tüssüz olur. İşte sofu bunun ipeğinden dokurlar. Kadın ve
erkek, halkının işi sof ve mümeyyizciliktir. Sofu şöyle sıvanç
yaparlar: büyük bir kazanı ateşin içine koyup, içine istedikleri
renkte boya koyarlar. Kazanın yarısına kadar su koyup sofları
deste deste kazanın içine yerleştirirler. Kazanın ağzını kapayıp
etrafını hamurla sıvayarak ateşi şiddetlendirirler. Kazanın
içinde sıcağın şiddetinden buğu soflara vurup türlü türlü izler
olur ki Mani ve Behzad böylesini yapamaz. Bu sof -Ankara’ya
mahsustur. Dünya üzerinde başka yerde olasının ihtimali yoktur. Frenkler bu Ankara keçilerinden Frengistan’a götürüp iplik eğirerek sof dokumak isterler. Keçiler bir yıl içinde bayağı
bildiğimiz türde keçiler olur. Dokudukları şeyler sof olamaz.
Çünkü dalgalandıramazlar. Hatta Ankara’dan eğrilmiş ipliği
alıp Frengistan’a götürüp sof yapalım dediler. Fakat yine
olmadı. Nihayet rahipler için, sof gibi karaltılı, fakat dalgasız
siyah, şal gibi kumaş dokudular. Ankara ahalisi, kendi soflarının
bu hassasını, Hacı Bayram Veli’nin kerametine verdiler. Fakat
bize kalırsa bu sır, suyunun, havasının ve yerinin güzelliğinden
ileri geliyor. Nitekim Ankara kireci dahi meşhurdur. Halkı
çoğunlukla kere ve deniz tüccarıdır. İzmir’de, Frengistan’da,
Mısır’da, Sırbistan’da hasılı bir yerde sofları makbul olduğu için
ahalisi seyahat ve ticaret ederler. Ermeni’si, Yahudi’si gayet
çoktur. Sadece Yahudileri 12 mahalledir. Rum ve Çingene
azdır. Bahçeleri gayet çoktur. Ovalarındaki köyleri mamur,
halkı cömert tabiatlı ve neşeli, iyi ahlak sahibi, yabancılara
dostturlar. Köylerde tarla çoktur. Hayratı, nimetleri fazla, pınar
ve ırmakları akan, kalesi ve şehri örneksiz bir yerdir. Tanrı bu
şehri kıyamete kadar Osmanlıların elinde ebedi ede.
hatırlatma defteri
6-7 EYLÜL OLAYLARI
1955 yılında "Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba atıldı" şeklindeki yalan haberle başlayan başta
Rumlar olmak üzere İstanbul'da yaşayan azınlıklara yönelik şiddet olaylardır.
Bu haber üzerine İstanbul’un çeşitli semtlerinde toplanan kalabalıklar Yunanistan’ı protesto gösterilerine
başladılar. Protesto gösterileri kısa zamanda azınlıkların, özellikle Rumların ev ve işyerlerine yönelik
saldırı ve yağmalama şekline dönüştü. Gelişen olaylar daha sonra kilise ve mezarlıkları da hedef aldı. Aynı
anda İzmir’de ve Ankara’da da olaylar çıktı. Olayların bastırılması için polis müdahalede bulundu. Fakat
başarılı olamayınca askeri birlikler duruma müdahale etti. 6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren
olaylarda (aralarında iki Ortodoks papaz da olmak üzere) 15 Rum ve 1 Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş,
32 Rum da ağır yaralanmış. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında
fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştı. 6-7 Eylül 1955 olayları, binlerce
gayrimüslim büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Başlangıçta soruşturmalar Kıbrıs
Türk’tür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşmış olsa da aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın,
Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru'nun bulunduğu komünistler
hakkında açıldı. Dava beraatle sonuçlandı. Kısa süre sonra Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti de kapatıldı. 1960
darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturdu. Yassıada Yargılamalarında
olayın DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes'in provokasyonu sonucu olayların kontrolden çıkması
olduğu kabullenilmiş ve DP yönetimi, 6-7 Eylül olayları nedeniyle de suçlu bulunmuştur.
64
SAVAŞSIZ BİR DÜNYA İÇİN
ABD, 6 Ağustos 1945 tarihinde ilk atom bombasını Japonya'nın Hiroşima kentine 15 bin tonluk
TNT'nin patlayıcı gücüne eşdeğer ve 'The Little Boy' adında bir atom bombası attı.
140 bin kişi öldü. Bombanın açığa çıkardığı radyoaktivitenin yol açtığı kanserler de dahil ölü sayısı
237 bini buldu. Üç gün sonrasında ise 'The Fat Man' Nagasaki'yi yerle bir etti. Bu bombanın patlama
gücü çok daha yüksekti ve 21 bin tonluk TNT'ye eşitti. İki şehrin bombalanması sonucu yüzbinlerce
kişi öldü. Bombaların atılmasıyla Hiroşima ve Nagasaki şehirleri yok oldu. Atom bombalarının
yarattığı şok dalgaları çok geniş bir alanda binlerce kişinin o anda ölmesine sebep oldu. Dalgaların
doğrudan ulaşamadığı yerlerde ise yayılan radyasyon, sonraki günler, aylar ve yıllar boyunca birçok
kişi lösemiden öldü.
Hayatta kalanlara Japonya'da 'Hibakusha' dendi. Hibakusha'lar ve çocukları ülkede yıllarca insanlar
tarafından dışlandı. Radyasyondan etkilenme korkusu ile hiç kimse onlara yaklaşmak istemedi.
Yıllarca bu zor koşullarda yaşayan Hibakusha'lar kendi trajedilerinden yola çıkarak dünyada
başka Hiroşima ve Nagasaki olmaması için büyük kampanyalar başlattı. Bu günde sürdürülen
kampanyalara rağmen nükleer savaş tehdidi hala güncelliğini koruyor.
65
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin,
şeker de yiyebilsinler.
NAZIM HİKMET
66
1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Dünya Barış Günü, Alman ordularının Polonya'yı işgal ettiği ve II. Dünya Savaşı'nın başlangıcı kabul edilen
1 Eylül 1939 gününe atfen tüm dünyada kutlanan gündür. Birliğimiz, “1 Eylül Dünya Barış Günü”nde
Çankaya Belediyesi ile birlikte Konur Sokak’ta saat 11.00’de “Yeryüzüne Barış Sözümüz Var” adlı fotoğraf
ve şiir sergisini açtı . Fotoğraf sergisinde Lewıs Heine, Robert Capa, Selahattin Giz, Coşkun Aral, James
Nachtwey, Margaret BOURKE-WHİT, Jean Marc Bouju, Spiros Meletzis, Douglas Martin, Mehmet Özer
gibi belgesel ve foto jurnalistlerin fotoğrafları yer alıyor. Şiir bölümünde ise Nazım Hikmet, Enver Gökçe,
Ahmet Telli, Şükrü Erbaş, Hicri İzgören, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Arkadaş Özger, Pablo Neruda, Yannis
Ritsos, Melih Cevdet Anday, Metin Altıok, Adnan Satcı, Adnan Yücel, Brecht, Edip Cansever, Paul Eduard,
Emirhan Oğuz, Adonis, Tasos Lividatis’in şiirleri yer aldı. Sergi büyük ilgi gördü. İlgiyle izlenen serginin
açılış törenine Birliğimiz adına İkinci başkan Erdal Eren katıldı.
67
YILMAZ GÜNEY
Oyuncuların değil, yönetmenin kitlelerce benimsenmesi
Türk sinema tarihinde Yılmaz Güney’le başlar. Sinema
yönetmeni, senarist, yazar ve aynı zamanda bir aktör.
Günümüz yönetmenlerinin birçoğunun sinema anlayışına
yön veren Yılmaz Güney, pek çok kez soruşturma geçirmiş
ve hapse düşmüş ancak o, mesleğini parmaklıkların ardında
da olsa sürdürmeye devam etmiştir.
Gerçek soyadı Pütün olan Yılmaz Güney, 1 Nisan 1937'de
Adana'nın Yenice köyünde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini
Adana'da tamamladı. Öğrenimi sırasında ailesinin maddi
durumu nedeniyle pamuk işçiliğinden, gazoz ve simit
satmaya kadar pek çok işte çalışarak hayatını kazandı.
Ardından
lise
yıllarında, Kemal
Film ve And Film
şirketlerinin bölge
temsilciklerinde
bisikletiyle
sinemadan sinemaya
on altı milimetrelik
film
bobinleri
taşıyarak sinemaya
ilk adımını attı.
Bu dönemde aynı
zamanda öyküler
yazmaya da başladı.
A n k a r a
Üniversitesi Hukuk
Fakültesi'nde
okurken yönetmen
Atıf
Yılmaz
ile
tanışması
da
mesleğinde
ilerlemesi açısından önemli bir basamağı oluşturur. Atıf
Yılmaz'ın desteğiyle sinema çalışmalarına başlar. Sinemaya
daha yakın olabilmek için Ankara Hukuk Fakültesini
bırakır ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne yazılır.
1959 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilen “Bu Vatanın
Çocukları” ve “Alageyik” filmlerinin senaryolarını yazar ve
aynı zamanda oyuncu olarak katkıda bulunur. Karacaoğlan'ın
Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığına kadar yükselir.
Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazan
Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı
gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis
cezasına mahkum olur. 1961 Mayısı'nda cezaeviyle tanışır.
1962 Aralığı'nda cezaevinden çıkar ve Konya şehrine
sürgüne gönderilir.
İki yıl aradan sonra işine devam eder. “Çirkin Kral”
lakabının yapıştırıldığı bu dönemde, daha çok ikinci
sınıf serüven filmleriyle karşımıza çıkar. Bu filmlerde
canlandırdığı, ezilen, baskı gören ancak suskun kalmayan,
baskıcı otoriteye direnen “Anadolu çocuğu” karakteri,
büyük bir kesim tarafından sevilir. Bu dönemde, öyküsünü
kendisinin yazdığı ve Lütfi Akad'ın yönettiği Hudutların
68
Kanunu adlı filmdeki doğal ve abartısız oyunculuğu
Yeşilçam sinemasında da bir farklılaşmanın başladığının
göstergesidir. İlk kez 1967'de yönetmen koltuğuna oturan Yılmaz Güney,
1968 yılında önemli sayılabilecek ilk filmi Seyyit Han'ı
çeker. Hemen ardından Aç Kurtlar ve Bir Çirkin Adam'ı
çeker. 1970'e gelindiğindeyse Türk sinemasında önemli bir
yere sahip olan Umut adlı film seyirciyle buluşur. Umut, eski
faytonu, gücü dermanı kalmamış atıyla nüfusu kalabalık
ailesini geçindirmeye çalışan, ağır yaşam koşullarının
zorlamasıyla giderek çıkmaza giren, bir trafik kazasında
atını kaybettikten sonra, önce faytonunu, ardından da
elinde neyi varsa satan, sonra da define aramaya koyulan
Cabbar'ın öyküsünü anlatır. Güney'in kendi yaşamından da
izler taşıyan bu film,
öykünün durduğu
yer ve anlatımının
gerçekçiliği
bakımından
çizgisini hemen
belli eder. Adana
Altın Koza Film
Şenliği'nde en iyi
film seçilen, sansür
kurulu tarafından
yasaklanması
ertesinde Danıştay
kararınca gösterime
g i re n
U mu t ,
yurtdışında
da
ilgiyle karşılanır.
şenliğinde dereceye girer. 1971 yılında üç
filminin
birden
(Ağıt, Acı
ve
Umutsuzlar) Adana
Altın Koza Film
1972 yılında siyasi olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklu
kalan Güney, Boynu Bükükler adlı romanını yeniden yazıp
Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımlar. Kitap, 1972 yılında
Orhan Roman Ödülü'nü kazanır. Tutukluk döneminin bitmesi sonrasında, 1974'te Arkadaş'ı
çeker. Filmde, birbirinden uzak düşen iki üniversite
öğrencisinin, aralarındaki toplumsal uçurumların farkına
varmaları ve ilişkilerinin giderek zayıflaması anlatılmıştır.
Yılmaz Güney'in Adana'da Endişe adlı filmi çekerken
karıştığı bir olay sırasında bir yargıcı vurarak öldürmesi
uzun bir hapishane hayatının başlangıcı olacaktır. 1974 Eylülü'nde, Adana'da Endişe adlı filmi çekerken
karıştığı bir olay sırasında bir yargıcı vurarak öldürmesi
uzun bir hapishane hayatının başlangıcı olacaktır. Bu olay
nedeniyle On dokuz yıla mahkum edildi ve Cezaevindeyken
GÜNEY adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. 13. sayıdan
itibaren ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonrası dergisi
kapatıldı ve hakkında yazdıklarından ötürü on ayrı dava
açıldı. İstenen ceza toplamı yüzyıl idi.
Yine de o sinemadan kopmaz; senaryolar yazmaya ve hep
üretmeye devam eder. Senaryolarından biri Zeki Ökten
tarafından Sürü adıyla sinemaya aktarılır ve bu film,
yurtiçinde ve yurtdışında birçok ödül alır. Ökten'in çektiği
Düşman'ın ardından Şerif Gören'in yönettiği Yol gelir.
Yılmaz Güney, 1981 Ekiminde izinli olarak çıktığı Isparta
Cezaevi'ne bir daha dönmeyerek yurt dışına çıkar. Burada,
Yol'u yeniden çeker ve film bu kez 1982 Cannes Film
Şenliği'nde büyük ödülü Costa Gavras'ın “Missing” adlı
filmiyle paylaşır. Yılmaz Güney yurda dönme çağrılarına
uymaması nedeniyle 1983'te Türk yurttaşlığından çıkarılır.
Aynı yıl Fransa'da çektiği Le mur (Duvar) adlı filmi
beklenen ilgiyi görmez.
Bu filmden 1 yıl sonra 1984 mide kanserinden ölen Yılmaz
Güney, son yıllarını, Paris'te, birçok değerli insanımız gibi
ülkesinden uzakta geçirdi. 9 Eylül 1984'te Paris'te öldü
Yılmaz Güney, senaryosundan kurgusuna kadar sinemada
yetkin olmayı beceren ender yönetmenlerden biridir.
Yılmaz Güney filmleri, sürekli farklılık arayışı içinde
olması, detay zenginliğine sahip, gerçekçi, olanakları en
uygun biçimde kullanan ve toplumsal olayları özümseyen
filmlerdir. “Yılmaz Güney sineması”, sinemacılar kuşağı
olarak bilinen genç kuşak yönetmenleri de yönlendirmiş,
onu takip eden genç yönetmenler de yurtdışında kayda
değer başarılar elde etmişlerdir. Yapıtlarıyla gerek
yurtiçi gerekse yurtdışında birçok ödül kazanan Yılmaz
Güney, sanatın diğer dallarında verdiği eserleriyle de
pek çok kitlenin gönlünde önemli bir yere sahiptir.
- Yarın Son Gündür, 1971 - Umutsuzlar, 1971 - Acı, 1971 Ağıt, 1971 - Baba, 1971 - Arkadaş, 1974 - Zavallılar, 1975 Senaryosunu Yazdığı ve Yönettiği Film: Yol (Le Mur),
1983 Yılmaz Güney'in Eserleri:
Rol Aldığı Filmler: Tütün Zamanı, 1959 - Dolandırıcılar
Şahı, 1961 - Kara Şahin, 1964 - Mor Defter, 1964 - On
Korkusuz Adam, 1964 - Yaralı Kartal, 1965 - Beyaz Atlı
Adam, 1965 - Ben Öldükçe Yaşarım, 1965 - Sokakta Kan
Vardı, 1965 - Çirkin Kral, 1966 - Hudutların Kanunu, 1966
- Ve Silahlara Veda, 1966 - Yiğit Yaralı Olur, 1966 - Balatlı
Arif, 1967 - İnce Cumali, 1967 - Kızılırmak Karakoyun,
1967 - Kozanoğlu, 1967 - Kurbanlık Katil, 1967 - Azrail
Benim, 1968 - Kurşunların Kanunu, 1969 - Zeyno, 1970 Namus ve Silah, 1971 - Sahtekar, 1972
Kitapları: Boynu Bükük Öldüler, 1971 - Hücrem, 1975
- Salpa, 1975 - Sanık, 1975 - Selimiye Mektupları, 1975
- Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, 1977 -�
Seçimlerde CHP Neden Desteklenmelidir? 1977 - Faşizm
Üzerine, 1979 - Paris Komünü Üzerine, 1979 - Oğluma
Hikayeler, 1979.
Senaryosunu Yazıp Yönettiği Filmler: Bu Vatanın
Çocukları, 1959 - Alageyik, 1959 - Kamalı Zeybek, 1964
- Konyakçı, 1965 - Krallar Kralı, 1965 - At, Avrat, Silah,
1966 - Eşrefpaşalı, 1966 - Çirkin Kral Affetmez, 1967 Belanın Yedi Türlüsü, 1969 - Piyade Osman, 1970 - Sevgili
Muhafızım, 1970 - Şeytan Kayalıkları, 1970 - İbret, 1971
Ödülleri : 1.Adana Altın Koza Film Şenliği, 1969, En İyi
Erkek Oyuncu Seyyit Han - 2.Adana Altın Koza Film
Şenliği, 1970, En İyi Senaryo Umut, En İyi Erkek Oyuncu
Umut - 3.Adana Altın Koza Film Şenliği, 1971, En İyi
Erkek Oyuncu Acı , En İyi Senaryo Ağıt, En İyi Yönetmen
Ağıt - 4.Antalya Film Şenliği, 1967, En İyi Erkek Oyuncu
Hudutların Kanunu - 7.Antalya Film Şenliği, 1970, En İyi
Erkek Oyuncu Bir Çirkin Adam - 12.Antalya Film Şenliği,
1975, En İyi Senaryo Endişe - Berlin Film Festivali, 1979,
En İyi Senaryo Düşman
Senaryosunu Yazdığı Filmler: Karacaoğlan'ın Karasevdası,
1959 - Endişe, 1974 - İzin, 1975 - Bir Gün Mutlaka, 1975
- Sürü, 1978 - Düşman, 1979 - Yol, 1982 Senaryosunu Yazdığı, Yönettiği ve Oynadığı
Filmler: Benim Adım Kerim, 1967 - Pire Nuri, 1968 Seyit Han, 1968 - Aç Kurtlar, 1969 - Bir Çirkin Adam,
1969 - Umut, 1970 - Kaçaklar, 1971 - Vurguncular, 1971
69
SALVADOR ALLENDE
1973 Şili Darbesi, 11 Eylül 1973'te sosyalist başkan Salvador Allende'nin devrilip General Pinochet'in iktidara
geldiği askeri darbedir. ABD'nin onayı ve desteği ile yapılan bu darbeyle dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist
hükümeti devrilmiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur.
Salvador Allende, 1970 başkanlık seçimlerinde oyların %36.3'ünü alarak Şili 'nin başkanı oldu. Başkan olduktan sonra geniş çaplı reformlara girişti. Bu reformlardan en önemlileri endüstrinin (özellikle bakır endüstrilerinin)
devletleştirilmesi ve toprakların yeniden dağıtılmasıdır. Allende'nin ekonomik reformları, ilk yılında çok başarılı oldu
ve Şili ekonomisi 8.6% büyüdü. Ancak bu başarı ertesi sene devam etmedi ve 1972'deki 140%'lık enflasyon yıkıcı sonuçlar doğurdu. Yiyecek sıkıntısı başgösterdi ve karaborsacılık yaygınlaştı. 1971 ve 1972 yılları boyunca bakır fiyatlarının
düşmesi, ihracatının neredeyse tamamı bakır olan Şili ekonomisine ağır bir darbe daha vurdu.
1971'de Küba devlet başkanı Fidel Castro, Şili'yi ziyaret etti. 4 hafta süren bu ziyaret, başta Amerika olmak üzere
birçok kapitalist çevrelerde Şili'nin Küba gibi olacağı korkusunu güçlendirdi.
Kötüleyen ekonomik göstergelere rağmen 1973 seçimlerinden Allende güçlenerek çıktı ve oyunu % 43'e çıkardı.
Fakat rakipleri muhafazakarlar, milliyetçiler ve Hristiyan demokratlar birleşerek Demokratik Koalisyon'u kurdular.
11 Eylül 1973'de General Pinochet önderliğindeki silahlı kuvvetler yönetime el koydu. Önce Şili hava kuvvetleri
başkanlık sarayı La Moneda'yı bombaladı, daha sonra ise kara birlikleri saraya girdi. Darbe sırasında başkan Allende
öldü. Darbenin ardında Şili kara kuvvetleri komutanı ve darbecilerin başı Augusto Pinochet devlet başkanı ilan edildi.
Böylece Şili'de Pinochet'in 1990 yılında iktidardan ayrılmasına kadar sürecek olan diktatörlük dönemi başladı.
ABD Hükümeti 17 Eylül 1970 tarihli bu belge ile amacı Salvador Allende'yi devirmek olan FUBELT projesini
başlatıyor.
Washington'daki Amerikan yönetimi, Salvador Allende yönetiminin iktidara gelmesinden hiçbir zaman memnun
olmamıştı. Allende'nin Amerikan şirketlerinin elinde olan bakır endüstrisini devletleştirmesi bu memnunsuzluğu daha
da arttırdı. ABD başkanı Nixon'un ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger'in 5 Kasım 1970 tarihinde raporunda
Allende'nin iktidara gelmesi "bu yarımkürede karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri" olarak tanımlanıyordu.[1] Bu
sebeple Amerika, Allende'yi devirmek için çalışmalar yapmıştır.
1970ler boyunca CIA, Allende'nin rakiplerini mali yardım yapmak suretiyle desteklemiş ve Allende'nin seçilmesini
engellemek istemiştir. Bunu başaramayınca da askeri darbe ile Allende'nin yönetiminden kurtulmaya çalışmıştır. 16
Ekim 1970 tarihli CIA raporunda[2] Şili'de darbe yapılması için çalışmalara başlanması emrediliyordu.
Amerika Birleşik Devletleri, 1964-1970 yılları arasında Şili'ye yaklaşık 1 milyar $'lık ekonomik yardım yapmıştı.
1970'de Allende'nin başa gelmesiyle bu yardımlar kesilmiştir. 72-73 yıllarında bakır fiyatlarının düşmesiyle bu
yardımların kesilmesi birleşince Şili ekonomisinde büyük sorunlar başgöstermişti.
9 Ekim 1973'de Nixon ile danışmanı Kissinger arasında telefon görüşmesinde Nixon, darbenin başarıya ulaşmış
olmasındaki mutluluğu dile getiriyor ve "darbenin başarılı olması için gerekli koşulları yarattıklarını" söylüyordu.
70
ALLENDE’İN SON RADYO KONUŞMASI
sih, ne de azizim. Halkın bana verdiği görevi yerine getirmek
için yola çıkmış bir toplum savaşçısıyım. Ama Şili'yi tarihin
karanlığına gömmek isteyenler, halkın büyük çoğunluğunun
iradesine ihanet ettiler. Kahraman değilim, ama geriye adım
atmayacağım. Bilsinler, duysunlar ve hiç unutmasınlar: La
Moneda Sarayı'nı ancak halktan aldığım yetki sürem bitince
terk edeceğim, Şili devrimini ve halkın iradesiyle kurulan Şili
hükümetini sonuna kadar savunacağım. Başka çarem yok.
Beni ancak kurşunlarla delik deşik ederek durdurabilirler. Ben
ölürsem, halkım yürür yoluna, daha güç, daha zorlu, acılı olur
yol. Çünkü halkın karşısına çıkanların şiddet sınırları yok. Onlara bu olanağı ne sunacak, ne de kolaylaştıracağım. Toplumsal devinim, bir yönetici yok edilince yok olmaz. Yavaşlatılır,
uzatılır ama durdurulamaz. Yoldaşlar, sükûnetinizi muhafaza
edin. Cumhurbaşkanı yoldaşınız, ne halkını ne de görev yerini
terk edecek. Hayatım pahasına La Moneda Sarayı'ndayım ve
çıkmayacağım."
Santiago'da sabah.
Saat 9.03, Radio Magallanes:
Saat 07.55. Salvador Allende, Radio Corporacion
mikrofonlarından Şili halkına sesleniyor:
"La Moneda Sarayı'ndan Cumhurbaşkanı konuşuyor.
Deniz Kuvvetleri'ne bağlı bir bölüğün, Valparaiso'yu kuşattığı
kesinleşti. Meşru hükümete, yurttaş iradesiyle kurulmuş yasal
hükümete karşı bir ayaklanma söz konusudur. Tüm emekçilere
sesleniyorum. Fabrikalarınıza, işinizin başına gidin, görevinize
sahip çıkın ve sükûnetinizi muhafaza edin.
Santiago'da durum normaldir.
Ben buradayım ve halkın iradesiyle temsil ettiğim hükümeti savunarak burada kalacağım. Provokasyonlara kapılmayınız.
İlk aşamada, isyana karşı tepkinin olumlu ve yurttaş iradesiyle
kurulan rejimi korumak yemini eden vatan askerlerinin, silahlı
kuvvetlere ve Şili'nin onuruna yaraşır biçimde davranacağını
umuyorum. Ordunun üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci
içinde gerçekleştireceğine eminim. Halk ve emekçiler, işlerinin
başında sakin ama dikkatli, cumhurbaşkanı yoldaşları olarak
onlara ileriki saatlerde yapabileceğim çağrıyı beklemelidirler."
Saat 08.15. Radio Corporacion, Salvador Allende'nin ikinci mesajı:
"Orduya bağlı bölüklere, Valparaiso eyaletindeki darbe
girişimini bastırmak üzere isyancıların üstüne yürümek emri
verdim. Sizler, cumhurbaşkanlığından alacağınız talimatı bekleyin. Cumhurbaşkanı'nın
La Moneda Sarayı'nda kalacağına ve emekçilerin hükümetini sonuna kadar savunacağına inanın. Ulusun bana 4
Kasım 1976'ya kadar verdiği görevi bırakmayacağıma ve
halkın iradesine saygıyı sağlayacağıma inanınız. Talimatımı
bekleyiniz. Devlet otoritesine bağlılık yemini eden meşru
askeri güçler, örgütlü emekçilerle omuz omuza, vatanı tehdit
eden faşist darbeyi bastıracaklardır."
Saat 08.45. Salvador Allende'nin Radio Corporacion'dan
üçüncü mesajı:
"Beni dinleyen yoldaşlar: Durum vahim. Silahlı kuvvetlerin çoğunluğunun katıldığı bir darbeyle karşı karşıyayız.
Size 1971 yılında söylediğim sözleri anımsayın: Ben ne me-
71
"Uçaklar üstümüzden uçuyor. Bizi tarayabilirler. Ama
bilsinler ki biz buradayız ve bu ülkede, sorumluluklarına sonuna kadar sahip çıkan insanlar var. Ben bu sorumluluğu özgür
ve demokratik seçimle işbaşına gelen bir cumhurbaşkanının
bilinciyle üstlendim. Büyük tarih, baskı ve cinayetle yazılmaz.
Bizi silebilirler. Ama yarınlar halkın ve emekçilerin olacaktır.
Bu vatanı vatan yapan ilkeleri savunmanın bedelini, hayatımla
ödüyorum. Halkım sakin olmalı, provokasyon ve katliama yol
açacak intikam duygularına kapılmadan, daha iyi bir yaşam
kurma hakkını savunmalı."
Saat 9.10.
Uçaklar sarayı bombalarken, Salvador Allende'nin Radio
Magallanes'ten duyulan son sözleri:
"Size son kez hitap ediyorum. Uçaklar Magallanes radyosunun vericilerini bombaladı.
Bu tarihsel geçiş anında, halkıma sadakatimi hayatımla
ödeyeceğim. Ama yüz binlerce Şililinin bilincine düşen tohum
ergeç yeşerecek. Onların silahları ve güçleri var. Ama toplumsal ilerleyişi şiddet ve cinayetle durduramazlar. Bu ülkenin
geleceğini kuracak gençlere sesleniyorum: Şili'de faşizmin
geçmişi uzun. Tüm terörist suikastlar, havaya uçurulan köprüler, yıkılan demiryolları, patlatılan petrol kuyuları onların eseriydi.
Hepsi satın alınmıştı. Tarih önünde yargılanacaklar.
Az sonra sesimi artık duymayacaksınız. Ama hep sizinle
olacağım. Beni vatana sadık bir onurlu insan olarak hatırlayın.
Halkım kendini savunmalı, ama feda etmemeli. Vatanın
emekçileri, ben Şili'ye ve geleceğine inanıyorum. Başka adamlar, başka insanlar ihanetin bastırdığı bu acı karanlığı
aydınlatacaklar. Er geç özgür insanın geçeceği kapıları açacak
ve daha adil bir toplum kuracaklar. Yaşasın Şili! Yaşasın halk!
Yaşasın emekçiler!
Bunlar benim son sözlerim ve fedakârlığım boşuna değil,
satılmışlığa, korkaklığa ve ihanete bir ahlak dersi olacağına
eminim."
11 Eylül 1973
Victor Jara
11 Eylül 1973; CIA destekli general Augosto Pinochet
ve arkadaşları, Salvador Allende'nin temsil ettiği,
Komünist Parti, Sosyalist Parti ve Radikal Parti tarafından
oluşturulan ve seçimle işbaşına gelen UNITAD POPULAR
(Halkın Birliği) hükümetini devirdi ve UNITAD POPULAR
yandaşlarını birer birer katletti.
Bu kanlı askeri darbeden, dönemin devrimci sanatçıları
da nasiplerini almışlardı ve devrimci müsizyen Victor Jara
da kolları kesilerek, işkenceyle öldürüldü…
1973 darbesinde Santiago Ulusal Stadyumu'na
getirilenlerden biri de Victor Jara’dır. "Victor Jara,
dudaklarında bir şarkıyla öldü. Onu stadyuma
getirmişlerdi. Her zamanki arkadaşı gitarası da
yayındaydı. Şarkı söylemeye başladı. Nöbetçilerin ateş
tehdidine rağmen, tutuklular şarkıya katıldılar. O zaman
bir subayın emrine uyan erler, Victor'un ellerini ezip
kırdılar. Victor gitarasını çalamadı artık, ama giderek
zayıflayan bir sesle şarkısını sürdürdü. Bir dipçik
darbesiyle kafasını dağıttılar, tutuklulara ibret olsun diye
tribünlerin önünde astılar Victor'u"...
Victor Jara, Şili Stadyumu'nda katledilmeden önce
bestelediği son şarkısında, ölümün yanı başında umudun
dizilerini haykırıyordu :
"(...) Sessizlik çığlıklarda nice, nice onlar.
Hiç görmemiştim bu gördüğümü,
hissetmemiştim böylesine yürekten
tomurcuğun doğacağı anı..."(**)
hambre miseria y dolor.
Bolivar le dio el camino
y Guevara lo siguio:
liberar a nuestro pueblo
del dominio explotador.
A Cuba le dio la gloria
de la nacion liberada.
Bolivia tambien le llora
su vida sacrificada.
San Ernesto de la higuera
le llaman los campesinos,
selvas, pampas y montañas,
patria o muerte su destino.
=
Bu sambayı söyleyerek geliyorum,
kurtuluşçu adımlarla.
Gerillayı öldürdüler
Che Commandante Guevara’yı
Ormanlar, çayırlar ve dağlar,
Ya özgür vatan ya ölüm! Buydu kaderi onun.
Ormanlar, çayırlar ve dağlar,
Ya özgür vatan ya ölüm! Buydu kaderi onun.
İnsanın haklarını,
Çiğniyorlar sayısız yurtta,
Latin Amerika’da ise her gün,
Pazar, Pazartesi ve Salı…
"Zamba del Che"
Bize askerleri dayatıyorlar,
Halkı ezmek için.
Diktatörler ve katiller,
Goriller ve generaller.
Vengo cantando esta zamba
con redoble libertario,
mataron al guerrillero
Che comandante Guevara.
Köylüyü sömürüyorlar,
Madenciyi ve işçiyi,
Onun kaderi ne acı,
Açlık, sefalet ve acı
Selvas, pampas y montañas
patria o muerte su destino.
Selvas, pampas y montañas
patria o muerte su destino.
Que los derechos humanos
los violan en tantas partes,
en America Latina
domingo, lunes y martes.
Yolu Bolivar gösterdi,
Ve Che o yolda yürüdü,
Kurtarmak halkımızı,
Sömürücülerin iktidarından.
Nos imponen militares
para sojuzgar los pueblos,
dictadores, asesinos,
gorilas y generales.
Explotan al campesino
al minero y al obrero,
cuanto dolor su destino,
Küba’ya gururunu kazandırdı,
Özgür bir ulus olmanın,
Bolivya ise,
Kurban edilen yaşamı için ağlıyor.
Aziz Ernesto Che de la higuera,
Köylüler böyle anıyor onu,
Ormanlar, çayırlar ve dağlar,
Ya özgür vatan, ya ölüm!
Buydu kaderi onun.
Victor Jara
72
mülkiye’den duyurular
73
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ E-KİTAPLIK (KÜTÜPHANE) OLUŞTURULDU
PAYLAŞTIĞIN ŞEY SENİNDİR, SAKLADIĞIN DEĞİL
sözünü kendine eylem kılavuzu edinen Birliğimiz biriktirdiğini üyeleri
ile paylaşmayı sürdürüyor. Bilginin paylaşılacak en değerli şey olduğunun
bilincinde olan Birliğimiz, bugüne değin gerçekleştirdiği panel, konferans,
söyleşilerin bant çözümlerini yaparak e-kitap haline getiriyor. Sitemizde
E-kütüphane başlığı altında yer alan e-kitaplarımızın ilk beş tanesi,
“Gözleriyle Filistin, Venezuela, Yerel Siyasete Kadın Eli, Yeryüzü Nazım’a
Şarkılar Söylüyor, Seçimleri Okumak” konulu panel ve söyleşilerin bant
çözümlemelerinden oluşuyor. Bu diziye vakıf yayınlarından çıkan ve
baskısı tükenen kitaplarda eklenerek yeniden okuyucuya kazandırılmıştır.
Yapılan tüm etkinlikler e-kitap halinde sitemizde üyelerimize sunulacaktır.
E-kütüphanemizde üyelerimizin gezi, deneme, öykü çalışmaları ve baskısı
tükenmiş olan diğer yayınlarımızda yer alacaktır. Paylaşmanın bilgiyi
çoğaltacağı inancıyla E-Kütüphanemize katkılarınızı diliyoruz. Yayınlanan
e-kitaplarımıza www.mulkiyedergi.org adresinden ulaşabilirsiniz.
74
kitap tanıtımı
TÜRKİYE KISA İKTİSAT TARİHİ
Bu kitap “eski” hikayeleri anlatıyor, hiç eskimeyen ‘eski’ hikayeleri ya da oyuncuları değişse de görmekten
usanmadığımız bir filmi… İlginç olan o ki, Türkiye’de herkes, bu filmi her görüşünde, hiç görmemiş gibi
yapıyor. Siyasiler, muhalefete düşünce filmin vizyondan kaldırılmasını istiyorlar, ama iktidara gelince
senaryoya harfiyen uyuyorlar.
Aslında bir insan yaşamı kadar ‘uzun’, bu ‘’kısa tarih’, İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin
egemenliğinde kurulan ‘yeni sistem’in ikiz kardeşleri IMF ve Dünya Bankası’yla Türkiye’nin ilişkilerini
ve -bir yenisi öncesinde- 20 stand-by andlaşmasını ele alıyor: Truman’dan Menderes’e, 27 Mayıstan 12
Eylül’e, Demirel’den Ecevit’e, Özal’dan Derviş’e, Erdoğan’a…
Nazif EKZEN, gizlenen birçok gerçeği gözler önüne seriyor; ‘planlama’ya 27 Mayıs’tan önce karar
verildiğini, 24 Ocak 1980 kararlarının arkasındaki ‘gerçek’ ismin Özal değil, Derviş olduğunu; Türkiye, ne
zaman kendi programı ile gelişmeye kalksa, her seferinde Batı tarafından ‘ihtiraslı’ bulunup reddedildiğini
vb…
Bu ‘kısa” tarih, ‘uzuuun’ bir tarihsel dönem içinde, ‘Merkez’ ile bir ‘çevre’ ülkesi arasındaki ilişkinin
serüvenini anlatıyor ya da Ekzen’in, kitabını ithaf ettiği Avcıoğlu’nun diliyle söylersek bir ‘koloni’de, ‘cici
demokrasi’nin öyküsünü…
75
ALPASLAN IŞIKLI’YA ARMAĞAN
Mülkiyeliler Birliği'nin 1986 yılında yapılan Genel Kurulu'nda, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin görevi olan
ancak yerine getirilmeyen Fakültemizden ayrılan öğretim üyelerine "Armağan" hazırlanması görevinin
Mülkiyeliler Birliği Vakfı'nca üstlenileceği ifade edilmişti. Vakfımız bugüne kadar bu görevini başarıyla
yerine getirmiş ve o günden bu yana sırasıyla değerli hocalarımız Bahri Savcı'ya, Sadun Aren'e, Cahit
Talas'a, Cevat Geray'a ve Nejat Bengül'e Armağan kitaplar çıkarmıştır. Mülkiyeliler Birliği Vakfı bu gün bu
görevin yeni bir halkasını tamamlıyor ve "Armağan Kitap" geleneğini sevgili Hocamız Prof. Dr. Alpaslan
Işıklı için çıkardığı Armağanla sürdürüyor.
Fakülteye 1984 yılında başladığımdan ve Alpaslan Işıklı 1980 darbecileri tarafından çıkarılan 1402 sayılı
yasa ile Siyasal Bilgiler Fakültesinden uzaklaştırılmış olduğundan ondan hiç ders alamadım, yani biçimsel
anlamda hiç rahle-i tedrisinden geçmedim. Fakülteye dönüşü de mezuniyetimden sonra olabildi ne yazık ki.
Ancak, Fakülteye gelmeden okuduğum "Ücret" ve "Sendikacılık ve Siyaset" kitapları ufkumun açılmasında
önemli katkıları olan yapıtlar olmuştur. Daha sonra okuduğum kitapları ve makaleleri de aynı şekilde. 1990
yılında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanlığına aday olduğu toplantıda vardım. Ancak o yıl yapılan Genel
Kurula askerde olduğum için katılamadım. Yani sevgili Hocamla son günlerin popüler deyimiyle hep bir
"teğet" geçme halini yaşadık. Bu kez Vakıf Başkam olarak bu teğet geçme halini nihayet aşarak buluşmayı
başarıyoruz ve değerli Hocama Armağan kitabı uzun, sancılı bir sürecin ve çabanın sonunda çıkarıyoruz.
Bu yapıtı yayına hazırlayan Metin Özuğurlu, Yıldırım Koç, Serdar Şahinkaya ve Hasan Tahsin Benli'ye ve
bu Armağan'a yazılarıyla katkıda bulunan değerli öğretim üyelerine ve araştırmacı yazarlara yaptıktan katkı,
gösterdikleri özen ve emekleri için Vakfımız adına teşekkür ediyorum. Yayına hazırlayanların da ifade ettiği
gibi, beklediğimizden daha geç çıkarabildiğimiz bu yayının Mülkiye'nin 150. yılma denk gelmesi hepimiz
açısından önemli bir teselli.
Bu yıl emekliye ayrılan Hocamıza bundan sonraki yaşamında sağlık ve mutluluklar diliyoruz.
Ali Çolak
76

Benzer belgeler

bu bağlantıdan PDF formatında

bu bağlantıdan PDF formatında başladığı gün, yani 1 Eylül, bütün insanlığa ders olması için BM tarafından “Dünya Barış Günü” olarak kabul edildi. Fakat akan kan ve gözyaşı tarihin hiçbir döneminde sona ermediği gibi, bu savaş s...

Detaylı