calvın ıı

Transkript

calvın ıı
CALVIN
HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ
Derleyen:
JOHN T. McNEILL
Auburn Union Đlahiyat Fakültesi
Kilise Tarihi
Emekli Profesörü
New York
123
ĐKĐNCĐ KĐTAP
MESĐH’TE KURTARAN TANRI’YLA ĐLGĐLĐ BĐLGĐ ÖNCE YASA
ALTINDAKĐ ATALARA, SONRA DA MÜJDE’DE BĐZE AÇIKLANDI
ĐÇĐNDEKĐLER
I. Bölüm
II. Bölüm
Âdem’in Düşüşü ve Đsyanıyla Bütün Đnsan Irkı Lanete
Uğradı ve Đlk Durumu Bozuldu; Doğuştan Günahlı
Olma Öğretisi
126
Đnsan Artık Özgür Seçimden Yoksun Bırakılmış ve
Zavallı Bir Köle Haline Getirilmiştir
134
III. Bölüm
Đnsanın Bozulmuş Doğasından Ancak Lanetli Đşler Çıkar 153
IV. Bölüm
Tanrı, Đnsanların Yüreklerinde Nasıl Çalışır
164
V. Bölüm
Özgür Đradeyi Savunurken Genelde Ortaya Atılan
Đtirazların Çürütülmesi
169
VI. Bölüm
Düşmüş Đnsan, Kurtuluşu Mesih’te Aramalıdır
183
VII. Bölüm
Yasa, Eski Antlaşma Halkını Dizginlemek Đçin Değil,
Mesih’in Gelişine Kadar Halkın O’nda Kurtulma
Umudu Beslemesi Đçin Verildi
188
VIII. Bölüm
Ahlak Yasasının (On Emrin) Açıklaması
199
IX. Bölüm
Yasa Altındaki Yahudilerin Tanımalarına Rağmen Mesih,
Sadece Müjde’de Uzun Uzadıya Açıkça Vahyedilmiştir 233
X. Bölüm
Eski Ve Yeni Antlaşma’nın Benzerliği
236
XI. Bölüm
Đki Antlaşma Arasındaki Fark
249
XII. Bölüm
Mesih, Aracı Görevini Yerine Getirmek için
Đnsan Olmalıydı
257
XIII. Bölüm
Mesih, Đnsan Bedeninin Gerçek Özünü Almıştır
264
XIV. Bölüm
Aracının Đki Doğası Nasıl Tek Kişi Oldu
269
124
XV. Bölüm
XVI. Bölüm
XVII. Bölüm
Baba’nın Mesih’i Gönderme Amacını ve
O’nun Bize Ne Verdiğini Öğrenmek Đçin,
Mesih’in Üç Özelliğine Bakmalıyız:
Peygamberlik Görevi, Krallık Ve Başkâhinlik
276
Mesih’in Kurtuluşumuzu Sağlamak Đçin Kefaret
Etme Görevini Nasıl Yerine Getirdiği. Burada,
Göğe Çıkışı Kadar Ölümü ve Dirilişi de
Ele Alınmaktadır
289
Mesih’in Tanrı’nın Lütfuna ve Bizi Kurtarmaya Layık
Olduğunu Söylemek Doğru ve Yerindedir
297
125
ĐKĐNCĐ KĐTAP
Mesih’te Kurtaran Tanrı’yla Đlgili Bilgi Önce Yasa Altındaki Atalara, Sonra da
Müjde’de Bize Açıklandı
1. BÖLÜM
ÂDEM’ĐN DÜŞÜŞÜ VE ĐSYANIYLA BÜTÜN ĐNSAN IRKI LANETE UĞRADI VE
ĐLK DURUMU BOZULDU; DOĞUŞTAN GÜNAHLI OLMA ÖĞRETĐSĐ
(Kendimizle ilgili gerçek bilgimiz özgüvenimizi yok eder, 1-3)
1. Kendimiz hakkında doğru ve yanlış bilgi
Eski atasözünde insana kendini tanımasının şiddetle önerilmesinin geçerli bir nedeni
vardır. Đnsan yaşamına dair konularda her şeyi bilmememizin yüz kızartıcı olduğu
düşünülüyorsa kendimizi tanımamamız daha da iğrençtir, çünkü gerekli konularda karar
verirken kendimizi acınacak şekilde kandırırız, hatta kör ederiz.
Ama bu ilke çok önemli olduğu için, bunu sapkınca yapmaktan kaçınmaya da daha
çok gayret etmeliyiz. Đnsanı kendini tanımaya teşvik ederken, kendi değerini ve
yetkinliğini bilmeyi bir amaç diye öneren bazı felsefecilerin bunu yaptığını görüyoruz.
Đnsana, boş bir güvenceyle şişinmekten ve gururla kabarmaktan başka bir işe yaramayan
şeyler düşündürüyorlar [Yar. 1:27]. Ama doğal yetkinliğimizin, lekelenmeden kalsaydı ne
kadar güzel olacağını bilmemiz için, kendimizi bilmemiz, önce yaratılışta bize ne
verildiğini ve Tanrı’nın bize olan lütfunu ne kadar cömertçe sürdürdüğünü
düşünmemizde; aynı zamanda da içimizdeki hiçbir şeyin bize ait olmadığını unutmayalım
diye, Tanrı’nın bize bahşetmiş olduğu her şeye dayanmayı sürdürmemizde yatmaktadır.
Bu durumda her zaman O’na bağımlıyız. Đkincisi, Âdem’in düşüşünden sonra acınacak
durumda olduğumuzu hatırlamaktır. Bu bilinç, bütün övünmemizi ve özgüvenimizi yere
serdiğinde, bizi gerçekten alçakgönüllü yapar ve utanca boğar. Başlangıçta Tanrı, hem
erdemli olalım hem de sonsuz yaşamı düşünelim diye, zihnimizi harekete geçirmeye
gayret edebilmemiz için bizi Kendi suretinde biçimlendirmiştir [Yar. 1:27]. Bu durumda,
(bizi vahşi hayvanlardan farklı kılan) ırkımızın büyük soyluluğu zekâmızın durgunluğuna
gömülmesin diye, bize anlayış ve akıl bağışlandığını kabul etmeye bizi zorlar. Öyle ki,
kutsal ve dürüst bir yaşam sürdürerek, kutsanmış ölümsüzlüğün belirlenen amacını devam
ettiririz.
Ne var ki, karşılaştırıldığında ortaya çıkan başlangıçtaki bu değerlilik,
bozulmuşluğumuzun ve lekelenmişliğimizin acıklı görüntüsü olmadan akla gelemez,
çünkü biz,
ilk insanın kişiliğinde başlangıçtaki durumumuzdan düştük. Gerçek
alçakgönüllülük kadar iğrençliğin ve hoşnutsuzluğun da kaynağı budur; bu nedenle
Tanrı’yı aramak için yeni bir gayret ateşi içimizde tutuşur. Her birimiz kesin olarak
tümüyle kaybettiğimiz bu iyi şeyleri O’nda eski durumuna getirebiliriz.
2 . Doğası gereği insan kendine hayran olma yanılgısına yatkındır
Öyleyse kendimizi incelerken Tanrı gerçeğinin bizden istediği şudur: O, kendi
yeteneğimize güvenmekten bizi yoksun bırakacak, bütün övünme fırsatlarını elimizden
alacak ve bizi boyun eğmeye yönlendirecek bir bilgi istemektedir. Eğer hem bilgelikte
hem de eylemde gerçek amaca ulaşmak istiyorsak bu kurala uymalıyız. Bizi utanca
126
boğması gereken acıklı yoksunluğumuza ve lekelenmişliğimize bakmak yerine, iyi
özelliklerimizi tartmaya davet eden bu ilkenin çok daha hoş olduğunun bilincindeyim.
Aslında insan doğasında övgüyü hevesle isteyecek bir şey yoktur. Đnsan doğası, kendisine
verilen armağanların oldukça saygın olduğunu fark ettiğinde, onlara gereğinden fazla
inanır. Bu nedenle, insanların büyük çoğunun bu açıdan bu kadar tehlikeli hatalar işlemesi
tuhaf değildir. Bütün ölümlülerin içinde sağduyudan yoksun özsevgi olduğu için,
doğalarında nefrete değer olarak düşünülecek hiçbir şeyin olmadığına çok rahatça
inanırlar. Dıştan destek görmese de, son derece boş olan bu görüş genelde, insanın iyi ve
kutsal bir yaşam sürdürmesi için kendisine bol bol yettiği inancına yol açar. Ama insan,
her şeyi kendi adına iddia ediyor görünmemek için, daha alçakgönüllü bir tutum benimser
ve bir şeyleri Tanrı’ya bırakırsa, bu saygınlığı öylesine ikiye ayırır ki, övünmesinin ve
özgüveninin başlıca temeli kendisinde kalır.
Đnsanın, aklını çeken bir sohbetten daha çok hoşuna giden bir şey yoktur. Bu, iliklerine
kadar kaşınan gururunun gıdıklar. Đnsan doğasını en hoşa giden kelimelerle yücelten biri,
hemen her çağda alkışlanarak dinlenmiştir. Ama insanın kendisinden hoşnut olması
sonucunu doğuran, yetkinliğine dair bu övgü ne kadar büyük olsa da, kendi tatlılığı içinde
bir zevkten başka bir şey değildir; aslında bunu kabul edenleri yıkıma sürükleyecek kadar
aldatır. Her boş güvenceye güvenerek uygun olduğunu düşündüğümüz işi göz önüne
aldığımızda, planladığımızda, denediğimizde ve üstlendiğimizde, sonra da –gerçek erdem
kadar sağlıklı anlayış da bizi ilk çabalarımızda fiilen yüzüstü bırakarak boynumuzu
bükerken- hızla yıkıma yuvarlanıncaya kadar devam ettiğimizde neyi başarmış oluruz?
Ama bu kendine güvenenler, kendi güçleriyle hiçbir şey yapamazlar, olaylar başka türlü
yürümez. O zaman sadece iyi özelliklerimizi düşünmemizi sağlayarak bizi gerileten böyle
öğretmenlere dikkatlerini verenler kendilerini tanımada ilerleme kaydetmeyecekler ama
en kötü cahilliğe batacaklar.
3. Kendini tanımanın başlıca iki problemi
Bu durumda Tanrı gerçeği, bütün ölümlülerin, bilgeliğin ikinci bölümünün kendini
tanımayı kapsadığına dair vardıkları ortak kararla aynı görüştedir; ama bu bilgiyi nasıl
kazandığımız konusunda büyük bir görüş ayrılığı vardır. Dünyanın kararına göre, insan
kendini çok iyi tanımaktadır. Anlayışına ve dürüstlüğüne güvendiğinde cesur olur ve
erdemli işler yapmaya yönelir. Kötülüklere savaş açarak bütün gayretiyle yetkin ve saygın
olmak için çaba gösterir. Ama Tanrısal yargının standartlarına göre kendini bütün
boyutlarıyla ele alıp irdeleyen biri, özgüveninde sevinilecek hiçbir yan göremez. Kendini
ne kadar çok irdelerse o kadar karamsar olur. Sonunda bütün bu güvenceden yoksun
kalıncaya kadar hatasız bir yaşam sürdürmesi için kendisine hiçbir şey kalmaz.
Yine de Tanrı, atamız Âdem’e bağışladığı, doğruluğumuz ve iyiliğimiz için içimizde
gerçek bir gayreti harekete geçirmesi gereken ilk soyluluğumuzu bize unutturmayacaktır.
Ölümsüzlüğümüzü düşünmeye ve Tanrı’nın Krallığını çok arzu etmeye hazır olmadan, ilk
durumumuzu ya da ne amaçla yaratıldığımızı düşünemeyiz. Ne var ki, içimizdeki gururu
teşvik etmekten çok uzak olan bu bilgi cesaretimizi kırar ve bizi alçakgönüllülüğe iter. Bu
ilk nedir? Düştüğümüz yerdir. Yaratılışımızın amacı nedir? Tümüyle yabancılaştığımız
şeydir. Öyle ki, acınası payımızdan bıkıp feryat ederiz ve kaybettiğimiz bu değere feryat
edip ah ederiz.1 Ama insanın kendisinde, sevinmesine neden olacak hiçbir şey görmemesi
gerektiğini söylediğimizde, kendisine gurur vereceğine güveneceği hiçbir şeyinin
olmadığını söylemek istiyoruz.
1
Pannier, burada Calvin’in özgür olmayan irade öğretişinin dinamizmini açıkladığını
belirtiyor: Ahlak zayıflığımızla birlikte yaratılış amacımızı anladığımızda Tanrı’nın gücünü
ve kurtuluşunu aramaya yöneliriz. (Pannier, Institution I. 311, s. 84’deki dn. a).
127
Bu nedenle, insanın kendisi hakkında edinmesi gereken bilgiyi dilerseniz ikiye
ayıralım. Birincisi, ne amaçla yaratıldığını ve kendisine hiç de bayağı olmayan armağanlar
verildiğini göz önünde tutmalıdır.2 Bu bilgi onu Tanrı’ya ibadet etmesi ve gelecekteki
yaşamı düşünmesi için harekete geçirir. Đkincisi, yeteneklerini –ya da daha çok
yeteneksizliklerini- tartmalıdır. Bu eksikliğini algıladığında büyük bir şaşkınlıkla güçsüz
düşer, deyim yerindeyse sıfıra indirgenir. Đlk düşüncesi onu, görevinin doğasını, ikincisi
de bunu yerine getirme yeteneğinin boyutunu öğrenmeye iter. Bunu, öğretişin
sıralamasının gerektirdiği şekilde tartışacağız.
(Adem’in günahı insana yapılan ilk bağışın yitirilmesine ve bütün insan ırkının
mahvına yol açmıştır, 4-7)
4. Düşüş tarihi bize günahın ne olduğunu göstermektedir [Yar. Böl. 3]: sadakatsizlik
Tanrı’nın bu kadar ağır bir ceza verdiği suç hafif bir suç değil, nefret edilecek ağır bir
suç olduğu için, Âdem’in bütün insanlığa karşı Tanrı’nın korkunç gazabını tutuşturan
sırtını dönüşünün nasıl bir günah olduğunu göz önüne almalıyız. Âdem’in günahına
açgözlü bir taşkınlık diye bakmak (yaygın bir düşünce) çocukçadır. Arzu edilebilir her
türlü tat her yerde bol bol bulunurken ve sadece bol da değil, yeryüzünün bu kutsanmış
bereketliliğinde mükemmel çeşitler de el altındayken, sanki bütün erdemlerin toplamı ve
en önemlisi tek bir meyveden uzak durmakmış gibi!
Bu nedenle daha derinliğine bakmalıyız. Âdem’in itaatini sınamak ve isteyerek
Tanrı’nın buyruğu altında olduğunu kanıtlamak için, iyiliği ve kötülüğü bilme ağacı ondan
esirgeniyordu. Ağacın adı bile, bu kuralın tek amacının, onun, payına düşenden hoşnut
olmaya devam etmesi ve kötü tutkularla şişinmesini önlemek olduğunu göstermektedir.
Ama yaşam ağacından yediği sürece sonsuz yaşamı ümit etmesi için ona verilen vaat ve
tam tersine, iyiyi ve kötüyü bilme ağacının tadını bir kez tadarsa korkunç bir şekilde tehdit
edilmesi, onun imanını kanıtlamasına ve yaşama geçirmesine yarıyordu. Bu nedenle
Âdem’in, Tanrı’nın gazabını hangi yolla kışkırttığını kestirmek güç değildir. Augustinus,
bütün kötülüklerin başlangıcının gurur olduğunu duyurduğunda haklı konuşuyordu.
Tutku, insanı uygun ve doğru olandan daha fazlasına yüceltmiyorsa, insan ilk durumunda
kalmalıydı.
Ama Musa’nın anlattığı ayartılmanın doğasından daha tam bir tanım çıkarmalıyız.
Kadın, yılanın kandırmasıyla sadakatsizlik ederek Tanrı’nın Sözü’nden saptığı için,
Düşüş’ün başlangıcının itaatsizlik olduğu zaten bellidir. Pavlus da, tek bir adamın
itaatsizliği nedeniyle herkesin kaybolduğunu öğretirken bunu onaylamaktadır [Rom.
5:19]. Ama aynı zamanda da, ilk insanın sadece Đblis’in kandırmak için söylediği tatlı
sözlere kandığı için değil, gerçeği küçümseyerek gerçek olmayana saptığı için de
Tanrı’nın yetkisine başkaldırdığına dikkat edilmelidir. Tabii ki, Tanrı’nın sözünü bir kez
küçümsediğimizde O’na olan bütün saygımız sarsılır. O’nu dikkatle dinlemezsek yüceliği
içimizde konut kurmaz, ne de O’na tapınmamız yetkinliğini sürdürür. Bu durumda,
Düşüş’ün asıl nedeni sadakatsizlikti. Ama daha sonra nankörlükle beraber tutku ve gurur
de baş gösterdi, çünkü Âdem kendisine verilenden daha fazlasını isteyerek Tanrı’nın, ona
bol bol gösterdiği büyük cömertliği utanmazca geri çevirdi. Yeryüzündeki oğul, Tanrı’yla
denk olmazsa Tanrı’ya benzer olmak önemli bir konu gibi gelmiyordu –korkunç bir
günah! Đnsanın, Yaratıcısının yetkisinden vazgeçerek–aslında boyunduruğunu küstahça
sarsarak- inancından dönmesi çirkin ve iğrenç bir suçtur. Âdem’in günahını ciddiye
almamaktır. Yine de bu, basit bir inançtan dönme değildi, Tanrı’ya karşı bayağı
suçlamalar da buna dâhildi. Bu kişiler Đblis’in, Tanrı’yı sahtecilikle, kıskanmakla ve kötü
niyetle suçlayan bu iftiralarını kabul ediyorlardı. Sonunda sadakatsizlik tutkuya kapı
2
Krş. I. xv. 1-4
128
açıyordu, aslında tutku inatçı itaatsizliğin anasıydı; sonuçta Tanrı korkusunu bir yana
bırakan insanlar, tutku onları nereye götürürse oraya gidiyorlardı. Bernard, bugün kendi
kulaklarımızla Müjde’yi duyup kabul ettiğimizde kurtuluşun kapısının bize açıldığını, bu
pencereler Đblis’e açıldığındaysa ölümün de aynı pencerelerden girdiğini haklı olarak
öğretiyor [Krş. Yer. 9:21] Âdem, Tanrı’nın Sözü’ne inanmamış olmasaydı Tanrı’nın
yetkisine karşı çıkmaya asla cesaret edemezdi. Aslında bütün tutkuları denetim altına
alacak en iyi dizgin şudur: Tanrı’nın buyruklarına itaat ederek doğruluğu yaşama
geçirmekten daha iyi bir şeyin olmadığı, sonra da mutlu bir yaşamın nihai amacının O’nun
tarafından sevilmek olduğu düşüncesi. Bu durumda Âdem, şeytanın küfürleriyle
olabildiğince sürüklenerek Tanrı’nın bütün görkemini yok edebilmiştir.
5. Doğuştan günahlılık olarak ilk günah
Âdem’in ruhsal yaşamı Yaratıcısıyla birlikte ve O’na bağlı olmaktı. O’na bu kadar
yabancılaşmasıysa canının ölümüydü. Başkaldırmasıyla, göklerin ve yeryüzünün
doğasının bütün düzenini saptırdığında soyunu yıkıma götürmesinde şaşılacak bir şey
yoktur. Pavlus, “Yozlaşmaya tabi olan bütün yaratılış kendi istemi dışında inliyor”
demektedir [Rom. 8:20-21]. Şayet neden aranırsa, insanın hak ettiği cezanın bir bölümünü
çeken tarafın onlar olduğundan kuşku yoktur. Onlar bu amaçla yaratılmışlardı. Dünyanın
her bölgesini gezen, Âdem’in suçu nedeniyle şuraya buraya akan bu lanetin onun bütün
soyuna yayılması mantıklı değildir. Âdem’in göksel sureti yok edildikten sonra, bu cezayı
çeken tek kişi sadece o olmadı, kendi soyunu da aynı acıları bulaştırdı –yani takılan bütün
bilgelik, erdem, kutsallık, gerçek ve adalet takılarının yerine en iğrenç felaketler, körlük,
acizlik, mundarlık, aşırı gurur ve haksızlık geldi.
Miras kalan bozulma budur. Kilise babaları buna “doğuştan günahlılık” demişlerdir.
“Günah” sözcü, daha önce iyi ve pak olan doğadan yoksun kalmak anlamındadır. Bu
konuda birçok uyuşmazlık vardı. Tek kişinin suçuyla herkesi suçlu düşüren, böylece de
günahı genelleştiren genel görüşten başka hiçbir görüş yoktur. Kilisenin önde gelen en
eski ilahiyatçılarının birçoğunun bu konuya bu kadar üstü kapalı değinmelerinin nedeni bu
gibi gelmektedir. En azından bunu uygun olandan daha az net biçimde açıklamışlardır.
Yine de bu çekingenlik, Pelagius’un, Âdem’in günahının kendi soyuna zarar vermeden,
sadece kendisinin kaybetmesine yol açtığına dair kutsallıktan yoksun bir kurguyla
başkaldırmasını önleyememiştir. Đblis bu kurnazlığıyla hastalığın üzerini örtmeye ve onu
tedavi edilemez duruma getirmeye çalışmıştır. Ama Kutsal Yazı’nın apaçık tanıklığıyla,
günahın ilk insandan bütün soyuna aktarıldığı ortaya koyulduğunda [Rom. 5:12],
Pelasgius lafı çevirerek bunun yayılmayla değil, taklitle aktarıldığını söylemiştir. Bu
durumda iyi insanlar (ve herkesten çok Augustinus) bizim kötülüğün türetilmesiyle
bozulmadığımızı, ana rahminden başlayarak kalıtsal bir kusur taşıdığımızı göstermeye
gayret etmişlerdir. Bunu inkâr etmek utanmazlığın zirvesiydi. Ama bu kutsal insanın
uyarısıyla Pelgagius’çularla Coelestius’çuların başka açılardan da ne kadar utanmaz
yaratıklar olduklarını algıladığında hiç kimse onların küstahlığına şaşırmayacaktır.
Davut’un, “Suç içinde doğdum ben, günah içinde annem bana hamile kaldı” diye itirafta
bulunduğundan şüphe yoktur [Mez. 51:5]. Burada anasıyla babasına günahları nedeniyle
değil çıkışmıyor, Tanrı’nın kendisine olan iyiliğini daha iyi övebilmek için, ana rahmine
düştüğü andan itibaren sapkınlığını itiraf ediyor. Bunun Davut’a özgü olmadığı apaçık
olduğu için bundan, insanlığın ortak payına onun örnek gösterildiği sonucu çıkmaktadır.
Mundar bir tohumdan gelen hepimiz, günahın bulaşıcılığına yakalanmış olarak
doğuyoruz. Aslında bu yaşamın ışığını görmeden önce Tanrı’nın gözünde kirli ve
lekeliyiz. Eyüp Kitabı’nda dendiği gibi, “Kim temizi kirliden çıkarabilir? Hiç kimse!”
[Eyü. 14:4].
129
6. Doğuştan günahlılık taklide dayanmaz
Ana babaların kirliliği çocuklara öyle aktarılıyor ki, daha vücuda geldikleri anda hiç
ayrıcalıksız hepsi kirleniyor, diye duyuyoruz. Ancak kaynak olarak hepsinin ilk ana
babasına kadar geriye gitmezsek bu kirlenmenin başlangıcını bulamayacağız. Âdem’in
sadece ata değil, bir yerde insanlığın kökeni olduğunu; bu nedenle de onun
bozulmuşluğunda insanoğlunun kirlendiğini kabul ediyoruz. Elçi, Âdem’le Mesih’i
karşılaştırarak bunu açıklamaktadır: “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah
aracılığıyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı” [Rom 5:12]. Mesih’in
lütfuyla da doğruluk ve yaşam bize geri verilmiştir [Rom. 5:17]. Pelagius’çular burada ne
saçmalıklar söyleyecekler? Âdem’in günahının taklitle yayıldığını mı? O zaman Mesih’in
doğruluğu sadece, taklit etmemiz için önümüze koyulan bir örnek olduğu için mi yararlı?
Bu saygısızlığa kim dayanabilir ki! Ama Mesih’in doğruluğunun ve bu durumda
yaşamının bağlantı yoluyla bizim olduğu tartışma götürmüyorsa, bundan hemen,
doğruluğun ve yaşamın Âdem’de kayba uğradığı ancak Mesih’te eski durumuna geldiği
ve günahla ölümün de Âdem’le yayıldığı ama Mesih aracılığıyla hükümsüz kılındığı
sonucu çıkmaktadır. Şunlar anlaşılmaz sözler değildir: “Bir adamın söz dinlemezliği
yüzünden nasıl birçoğu günahkâr kılındıysa, bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu da
doğru kılınacaktır” [Rom. 5:19]. Bu durumda ikisi arasında bir ilişki vardır: Bizi kendi
yıkımına bulaştıran Âdem kendisiyle beraber bizi de mahvetmiştir; ama Mesih,
kurtulmamız için lütfuyla bizi doğru kılmaktadır.
Gerçeğin bu kadar net olan ışığında daha uzun ya da daha çok çaba isteyen kanıta
gerek yoktur. Pavlus, Korintlilere birinci mektubunda Tanrı’ya bağlı kişinin dirilişe
imanını pekiştirmek ister. Bu durumda Âdem’de kaybolan yaşamın Mesih’te yeniden
kazanılacağını belirtir [1Ko. 15:22]. Hepimizin Âdem’de öldüğümüzü duyuran Pavlus,
aynı zamanda da günah hastalığının bize bulaştığına açıkça tanıklık eder. Günah suçunun
dokunmadıklarına mahkûmiyet verilemez. Pavlus’un ne demek istediğinin en net
açıklaması anlatımın ikinci bölümündedir. Burada yaşam umudunun Mesih’te eski
durumuna getirildiğini duyurmaktadır. Ama bunun tek yolunun, Mesih’in, Kendi
doğruluğunun gücünü bize aktardığı bu harika ilişki olduğu iyi bilinmektedir. Başka bir
yerde yazıldığı üzere, “Doğruluk nedeniyle Ruh bizim için yaşamdır” [Rom. 8:10,
mealen]. Sonuçta, “Âdem’de öldük” ifadesini yorumlamamızın tek bir yolu vardır: Âdem
günah işleyerek sadece kendisini talihsizliğe ve mahva sürüklemedi, bizim doğamazı da
benzer bir yıkıma götürdü. Bunun nedeni, sadece bizimle hiç ilgisi olmayan suçu değildi
ama içine düştüğü bu bozulmuşluğu soyuna da bulaştırmıştı.
Pavlus’un, “Doğal olarak biz de gazap çocuklarıyız” [Ef. 2:2] ifadesi, ana rahminde
lanete uğramış olmasalardı geçerli olamazdı. Açıkçası Pavlus, “doğal” sözcüğüyle, bunun
Tanrı tarafından başlatıldığını değil, Âdem tarafından bozulduğunu söylemek istiyor.
Tanrı’nın, ölümün yazarı durumuna getirilmesi O’na hiç uymazdı. Âdem o kadar
bozulmuştu ki, bu bulaşıcılık bütün soyuna yayılmıştı. Bizim göksel yargıcımız Mesih,
“Bedenden doğan bedendir” [Yu. 3:6] dediğinde, bütün insanların kötü ve bozulmuş
olduğunu ve yeniden doğuncaya kadar yaşamın kapısının hepsine kapalı olduğunu [Yu.
3:5] yeterince net duyuruyordu.
7 . Günahın kuşaktan kuşağa geçmesi
Bu konuyu anlamak için kaygıyla tartışmak gereksiz. Bulaşıcılık aslında burada yattığı
için, babalar bu konuda az sıkıntı çekmemişlerdir –oğlun canının, babanın canından gelen
kaynağı devam ettirip ettirmediği konusunda. Şu bizi mutlu etmeli: Rab, insan doğasına
vermek istediği bu armağanları Âdem’e bahşetmiştir. Âdem aldığı armağanları
kaybettiğinde, bunları sadece kendi adına değil, hepimizin adına kaybetmiştir. Âdem’in
bizim için aldığı armağanların, kendisinin kaybettiği armağanlardan hiç de az olmadığını
130
ve bunların tek bir kişiye değil, bütün insan ırkına verilmiş olduğunu duyduğunda kim
canın kaynağı için kaygılanır? Âdem bozulduğunda insan doğasının çıplak ve yoksun
kaldığını ya da günaha bulaştığında, bu bulaşmanın bütün insan doğasına yayıldığını öne
sürmekte hiçbir saçmalık yoktur. Bu durumda çürük bir kökten çürük dallar çıkmıştır. Bu
dallar da kendilerinden süren diğer dallara kendi çürümüşlüklerini geçirmiştir. Ana
babalarında bozulan çocuklar da böyleydi. Öyle ki, hastalığı çocuklarının çocuklarına
geçiriyorlardı. Yani başlangıçtaki Âdem’in bozulmuşluğu atalardan soylara sürekli olarak
geçiyordu. Bulaşmanın kökeni bedenden ya da candan değil, Tanrı’nın, ilk insana verdiği
armağanlara hem onun hem de soyunun bir ve aynı zamanda sahip olması ve kaybetmesi
emrinden gelmektedir.
Ne var ki, Pelagius’çuların kelime oyunlarını çürütmek kolaydır. Onlar, Tanrı’ya bağlı
ana babaların çocuklarının, bozulmuşluğu devralmalarının mümkün olmadığına, çünkü
soyların, ana babalarının paklığıyla kutsanmaları gerektiğine [Krş. 1Ko. 7:14] inanırlar.
Çocukların soyu, ana babalarının ruhsal yeniden doğuşlarından değil, bedensel
doğuşlarından gelir. Augustinus’un dediği gibi, insan suçlu bir imansız ya da masum bir
imanlı olsun, masum değil suçlu bir çocuk olarak vücut bulur, çünkü bozulmuş bir
doğayla dünyaya gelir. Çocukların bir ölçüde ana babalarının kutsallıklarını paylaşmaları
Tanrı halkı için özel bir kutsamadır. Bu, insan ırkının evrensel lanetinin önce geldiği
gerçeğini inkâr etmek değildir. Suç doğadan gelir ama kutsanma doğaüstü lütuftan
gelmektedir.
(Cezayı hak eden ama yaratılmış olan doğadan gelmeyen doğuştan günahlılık,
doğanın doğru yoldan ayrılması olarak tanımlanmıştır, 8-11)
8 . Doğuştan günahlılığın doğası
Bu açıklamalar belirsiz ve bilinmeyen bir konuyla ilişkilendirilmesin diye, doğuştan
günahı tanımlayalım. Niyetim, çeşitli yazarların öne sürdüğü birçok tanımı irdelemek
değil, sadece bana gerçeğe en uygun gelen tanımı sunmak. Doğuştan günahlılık,
doğamızın kalıtsal ahlaksızlığı ve bozulmuşluğudur. Canın her yanına yayılmıştır. Bizi
önce Tanrı’nın öfkesine maruz bırakır. Sonra da içimizde Kutsal Yazı’da “benliğin işleri”
[Gal. 5:19] denen işleri ortaya çıkarır. Pavlus’un genellikle günah adını verdiği tam olarak
budur. Bu durumda Pavlus, bunun yol açtığı işlere –zina, fuhuş, hırsızlık, nefret, adam
öldürme, çılgın eğlence- “günahın ürünleri” demektedir [Gal. 5:19-21] ama Kutsal Yazı,
hatta Pavlus bunların hepsine birden “günah” adı vermektedir.
Şu iki konuya özellikle dikkat etmeliyiz. Birincisi, biz doğamızın her yanıyla öyle
kirlenmiş ve sapmış durumdayız ki, doğruluk, masumluk ve paklıktan başka hiçbir şeyi
kabul etmeyen Tanrı’nın önünde bu bozulmuşluğumuzla haklı olarak mahkûm ediliriz,
suçlu bulunuruz. Bu, başka birinin suçundan sorumlu olmak değildir. Âdem’in günahı
nedeniyle Tanrı’nın yargısına maruz kaldığımız söylendiği için bundan, suçsuz
olduğumuz ve hak etmediğimiz halde onun suçunun ceremesini çektiğimizi
anlamamalıyız. Burada Âdem’in günahı nedeniyle lanete bulaştığımız için, onun bizi
suçlu duruma getirdiği söylenmektedir. Ne var ki, sadece Âdem’in cezasını çekmiyoruz.
Âdem’den gelen bir bulaşıcılık da içimizde konut kurmuştur. Cezayı hak eden de budur.
Augustinus, günahın yayılarak aramıza dağıldığını daha açıkça göstermek için ona
genellikle “başkasınınki” demesine rağmen, aynı zamanda bunun herkese özgü olduğunu
da duyurmaktadır. Elçi de, en kolay anlaşılır şekilde, “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm
de günah aracılığıyla dünyaya girdi” [Rom. 5:12] diye tanıklık etmektedir. Yani insanlar
doğuştan günahlılığa sarınmışlar ve onun lekeleriyle kirlenmişlerdir. Bu nedenle çocuklar
bile, ana rahminden başlayarak mahkûmiyetlerini taşırlarken başka birinin kusurundan
değil, kendi kusurlarından ötürü suçludurlar. Günahlarının ürünü henüz ortaya çıkmasa
bile, içlerinde saklı bir tohum vardır. Aslında bütünüyle doğaları bir günah tohumudur; bu
131
nedenle Tanrı’ya sadece iğrenç ve tiksindirici gelebilmektedir. Budan çıkan sonuç şudur:
Günah Tanrı’nın gözüyle doğru olarak düşünülmelidir, çünkü suç olmazsa suçlama da
olmayacaktır.
Sonra ikinci düşünce gelmektedir: Đçimizdeki bu sapkınlık asla sona ermez, sürekli
olarak yeni ürünler – daha önce anlattığımız benliğin işlerini- verir. Bu tıpkı, yanan bir
ocaktan güçlü alevlerin ve kıvılcımların çıkmasına ya da kaynağından çıkarken durmadan
köpüren suya benzer. Doğuştan günahlılığı, “içimizde konut kurması gereken doğuştan
doğruluğun olmaması” diye tanımlayanlar, bu tanımda kelimenin anlamını tam olarak
kavrasalar bile, gücünü ve enerjisini yeterince etkili biçimde açıklamamaktadırlar.
Doğamız sadece iyilikten yoksun değildir, her kötülük öyle bereketli, öyle semerelidir ki,
asla boş duramaz. Doğuştan günahın, “şehvet” olduğunu söyleyenler3 doğru bir kelime
kullanmışlardır. Keşke anlayıştan iradeye, candan bedene kadar insanda olan her ne varsa
bu şehvetle kirlendiğini ve tıka basa dolduğunu da ekleselerdi –çoğunluk bunu asla kabul
etmeyecektir. Ya da daha kısaca söylersek, bütün olarak insan şehvetten başka bir şey
değildir.
9. Günah bütün insanları altüst eder
Âdem doğruluk çeşmesini terk ettikten sonra canının her yerini günahın ele geçirdiğini
bu nedenle söylüyorum. Onu sadece basit bir arzu baştan çıkarmamıştı, zihninin kalesini
sözle ifade edilemeyen bir imansızlık işgal etmiş ve yüreğinin derinliklerine gurur
sızmıştı. Bu şekilde baş gösteren bozulmayı kısıtlamak nedensiz ve aptalcadır. Bozulma
sadece duyguları harekete geçiren güç ya da günahı çekici kılan, başlatan ve
“duygusallığa” sürükleyen “tutuşmuş tahta” değildir. Bu konuda Peter Lombard bütün
cahilliğini ortaya koymaktadır. Günahın yerini ararken ve araştırırken onun, Pavlus’un
tanıklık ettiği gibi bedende yer aldığını söylemektedir; ama bu, daha çok bedenden
kaynaklanıyor gibi göründüğü için özde değildir. Pavlus, canın bütün doğasına değil,
sadece bir bölümüne işaret etseydi bu, doğaüstü lütfa ters düşerdi! Pavlus, bozulmanın tek
bir yerde olmadığını ama bu ölümcül hastalığın canın hiçbir yerini pak ve el değmemiş
bırakmadığını öğrettiğinde bütün kuşkuları dağıtır. Bozulmuş doğayı irdelerken Pavlus
görülen arzuları ölçüsüzce harekete geçiren güçleri mahkûm etmez, özellikle düşüncenin
körlüğe, yüreğin de ahlaksızlığa terk edildiğini öne sürer.
Romalılar’ın üçüncü bölümünün tümünde doğuştan gelen günahın tanımından başka
bir şey yoktur [1-20. ayetler]. Bu gerçek, “yenilenme” sözcüğünde daha net ortaya
çıkmaktadır. Eski insana ve bedene karşıt olan Ruh, sadece canın daha alt ya da duygusal
kısmını düzelten lütfa işaret etmez, her kısmı tümüyle yeniden biçimlendirmeye girişir.
Sonuçta Pavlus, vahşi arzuların sadece sıfırlanmasını istemez, bize “düşüncede ve ruhta
yenilenmeyi” emreder [Ef. 4:23]; başka bir parçada da aynı şekilde, “düşüncenizin
yenilenmesiyle değişin” diyerek bizi teşvik eder [Rom. 12:2]. Buradan çıkan sonuç o ki,
özellikle canın yetkinliğinin ve soyluluğunun parladığı kısım yara almamıştır ama öyle
bozulmuştur ki, tedavi edilmeye ve yeni bir doğayı giymeye de ihtiyacı vardır. Günahın
düşünceyi ve yüreği ne boyutta işgal ettiğini birazdan göreceğiz. Burada sadece insanın –
tufan altında kalmış gibi- baştan ayağa bütünüyle boğulduğunu, hiçbir yerinin günahtan
bağışık olmadığını ve ondan gelen her şeyin günahla yüklü olduğunu öne sürmek
istiyorum. Pavlus’un dediği gibi, bedene dönen her düşünce Tanrı’ya düşmandır [Rom.
8:7], bu nedenle ölümdür [Rom. 8:6].
3
Augustinus “şehvet” sözcüğünü çok kullanır ve en geniş anlamıyla bu sözcük, “günahlı
bedenimizdeki günahın yasası” anlamına gelir. Peter Lombard, Âdem’in günahının soyuna
geçmesini irdelerken, doğuştan günahı “şehvet” olarak tanımlar. Ayrıca, “Âdem aracılığıyla
şehvete doğan bütün insanları kirleten doğanın kötülüğü” der.
132
10. Günah bizim doğamız değildir ama doğamızın dengesizliğidir
Kusurlarının üzerine Tanrı’nın adını yazmaya cesaret eden bu kişiler4 bizden uzak
olsunlar, çünkü biz insanların doğaları gereği kötü olduklarını ilan ediyoruz! Kendi
kirlenmişliklerini Âdem’in kirlenmemiş ve bozulmamış doğasında aramaları gerektiği
yerde sapkınca Tanrı’nın işinde arıyorlar. Bizim mahvolmamız Tanrı’dan değil,
bedenimizin suçundan gelmektedir. Bunun tek nedeni, ilk durumumuzdan itibaren
bozulmuş olmamızdır.
Tanrı, Âdem’in düşüşünü önlemiş olsaydı bize daha iyi bir kurutuluş sağlardı, diye
kimse söylenmesin. Dinine bağlı insanların akılları bu itirazdan iğrenmelidir, çünkü aşırı
bir merakı ortaya koymaktadır. Üstelik konunun, yeri geldiğinde daha sonra irdelenecek
olan önceden belirleme sırrıyla ilgisi vardır.5 Doğanın yazarı olan Tanrı’yı suçlamamak
için, bozulmuşluğumuzu doğanın bozulmuşluğuna bağlamayı unutmayalım. Doğrudur, bu
öldürücü yara doğaya sıkıca sarılır ama yaranın dışarıdan mı meydana geldiğini yoksa
başından beri mi var olduğunu sormak çok önemli bir sorudur. Evet, yaranın suç
yüzünden meydana geldiği bellidir. Bu nedenle, kendimizden başka bir şeyden şikâyet
etmemize neden yoktur. Kutsal Yazı’da bu gerçek gayretle belirtilmektedir. Vaiz, “Tanrı
insanları doğru yarattı, oysa onlar hâlâ karmaşık çözümler arıyorlar” der [7:29]. Açıkçası,
insanın bozulmuşluğu sadece kendisine atfedilmelidir; Tanrı’nın şefkatiyle doğruluğu
aldıktan sonra kendi akılsızlığıyla batıla batmıştır.
11. Tanrı’nın yarattığı “doğanın” “doğal” bozulmuşluğu
Đnsanın doğal kirlenme nedeniyle bozulduğunu ilan ediyoruz ama bu kirlilik doğadan
gelmemektedir. Bunun, başlangıçta insanın kafasına sokulan, cevherle ilgili bir özellikten
çok, insanın başına dışarıdan gelen bir özellik olduğunu belirtmek için, doğadan geldiğini
kabul etmiyoruz. Yine de hiç kimse bunun kötü hal ve gidişle edinildiğini sanmasın diye,
doğal diyoruz, çünkü kalıtım yoluyla edinilen bir hakla bütün insanlara sımsıkı tutunuyor.
Bu kelimeyi yetkisiz kullanmıyoruz. Elçi, “Doğal olarak… biz de gazap çocuklarıyız”
diyor [Ef. 2:3]. Đşlerinin en önemsizinden bile hoşnut olan Tanrı yarattıklarının en
soylusuna nasıl düşman olabilmiştir? Ama Tanrı, işin kendinden çok, işinin bozulmasına
düşmandır. Kirlenmiş doğası nedeniyle insanın, doğal olarak, Tanrı için iğrenç olduğunu
ilan etmek doğruysa insanın doğal olarak ahlaktan yoksun ve kusurlu olduğunu söylemek
de uygundur. Augustinus, Tanrı’nın lütfu yoksa insanın bozulmuş doğasından dolayı ister
istemez bedenimizde hüküm süren bu günahlara “doğal” demekten korkmamaktadır.
Böylece insanın cevherindeki kötülüğü düşündüklerinde, kötülüğün nedenini ve
başlangıcını doğruluk Tanrı’sına atfediyor görünmemek için, başka bir yaratıcı
uydurmaya cesaret eden Manicilerin akılsızca saçmalıkları tarihe karışmaktadır.
4
Calvin’in Contre la secte phantastique des Libertins (1545) ve Epistre contre un certain
Cordelier (1547) çalışmalarında Libertin’lere getirdiği suçlamalardan biri budur.
5
III. xxi-xxiv; Krş. I. xv. 8.
133
II. BÖLÜM
ĐNSAN ARTIK ÖZGÜR SEÇĐMDEN YOKSUN BIRAKILMIŞ VE ZAVALLI
BĐR KÖLE HALĐNE GETĐRĐLMĐŞTĐR
(Bu konunun tehlikeleri: Yerleşmiş bakış açısı, 1)
Günah, ilk insanı kendine köle yaptığından bu yana, onun egemenliğinin sadece bütün
insanlara yayılmadığını, bireylerin canlarını tümüyle işgal ettiğini de gördük. Şimdi bize
kalan, köleye dönüştürüldüğümüz için bütün özgürlüklerden yoksun kalıp kalmadığımızı ve
eğer en küçük bir günah kırıntısı hala içimizde yaşıyorsa gücünün nereye kadar gittiğini
irdelemektir. Ama bu konudaki gerçeği kolayca görebilelim diye, birazdan, konuyu bütünüyle
yönelteceğim bir hedef belirleyeceğim. Yanlışı önlemenin en iyi yolu, insanı iki yandan tehdit
eden tehlikeleri göz önüne almaktır. (1) Đnsanın bütün doğruluğu inkâr edildiğinde, hemen bu
gerçekten hoşnut olma fırsatını yakalar; kendi başına doğruluğun peşinden koşamayacağı
söylendiği için, kendisiyle ilgisi yokmuş gibi, böyle bir koşmanın hiçbir sonuca
varmayacağına tümüyle inanır. (2) Đnsan, Tanrı’yı onurundan yoksun bırakmadan ve
utanmazca bir güvenle bozulmuşluğa düşmeden, ne kadar önemsiz olsa da hiçbir şeyden
dolayı insana paye verilemez. Augustinus bu iki ilkeye işaret etmektedir.
Şayet bu kayalara çarpmayı önleyeceksek izlememiz gereken yol şudur: Đnsana, kendi
gücü dâhilinde iyi olan hiçbir şeyin kalmadığı ve dört bir yanının çok kötü şekilde
zorunlulukla çevrildiği öğretildiğinde, yine de yoksun kaldığı iyiliği, elinden alınan özgürlüğü
arzu etmesi için ona yol gösterilmelidir. Aslında bu durumda, en yüce erdemlerin kendisine
bahşedildiğini düşünmektense, hareketsizlikten çok daha çabuk sıyrılabilir. Bu ikinci noktanın
ne kadar gerekli olduğunu herkes anlamaktadır. Birinci noktayla ilgili olarak pek çok kişinin
şüphesi olduğunu görüyorum. Kendisine ait olan hiçbir şeyin elinden alınmaması gerektiği
kuşku götürmez bir gerçek olduğu için, sahte kibrine engel olmanın onun için ne kadar önemli
olduğu yeterince açıklanmalıdır. Aynı zamanda insan, Tanrı’nın cömertliği sayesinde en soylu
onur simgelerinin ayrımına vardığında bile kendisiyle övünmesine izin verilmemiştir. En yüce
görkemi – nankörlüğünden ötürü- büyük bir rezilliğe dönüştürdüğünde artık kendini ne kadar
çok alçaltmalıdır! O zaman en yüksek onur payesine doğru yol aldığında, Kutsal Yazı’nın
ona, Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmasından başka bir şey atfetmediğini [Yar. 1:27], bunun
da, insanın kendi iyi işleri nedeniyle değil, Tanrı’ya katıldığı için kutsandığını belirttiğini
söylüyorum. Artık çıplak ve bütün yücelikten yoksun olan insana, Tanrı, lütfunun
zenginliklerini bol bol verdiğinde, O’nun şükretmediği cömertliğini tanımaktan ve en azından
kendi yoksulluğunu itiraf edip, kutsamalarını kabul ederek daha önce yüceltmediği Tanrı’yı
yüceltmekten başka kalıyor?
Bilgeliğimizin ve erdemimizin bütün payesinden yoksun olmamız, bunun Tanrı’nın
yüceliğine ait olmasından daha az yararımıza değildir. Bu gerçeğin dışında bize bir şey
bahşedenler, kutsallığa saygısızlık etmeyi de bozulmuşluğumuza dâhil etmektedirler. Bize
savaş açmak öğretildiğinde kamıştan bir direğin üzerinde dururuz, kırılır kırılmaz da yere
düşeriz! Ama kamıştan direğinkiyle karşılaştırdığımızda bile kendi gücümüzü boş yere
göklere çıkarırız! Gururlu insanın bu konulara bulduğu karmaşık çözüm ve boş laflar sadece
bir dumandır. Augustinus da, savunucularının özgür iradeyi pekiştirecekleri yerde ayak
altında çiğnediklerine dair ünlü ifadesini iyi bir nedenden ötürü sık sık tekrarlamaktadır. Bir
başlangıç yaparak bunu söylemek gerekmiştir, çünkü bazıları, Tanrı’nın gücü insanda inşa
edilsin diye, insanın gücünün temelinden söküldüğünü duyduklarında, gereksiz denmese de
134
tehlikeli bularak bu tartışmadan hiç hoşlanmamışlardır.6 Yine de öyle görünüyor ki, bunun
hem dinsel bir temeli vardır hem de çok yararlıdır.
(Filozofların ve teologların özgür irade konusunda belirttikleri görüşlerin eleştirel
tartışması, 2-9)
2. Filozoflar anlayışın gücüne güvenirler
Canın yetilerinin düşüncede ve yürekte bulunduğunu biraz yukarıda söylediğimiz
için7, şimdi bu ikisinin neler yapabildiğini inceleyelim. Filozoflar (açıkçası öze dair görüş
birliği içinde) aklın yerinin zihin olduğunu düşünüyorlar. Aklı, sağgörüyü bütünüyle
aydınlatan bir lambaya ve iradeyi yöneten bir kraliçeye benzetiyorlar. En etkili sağgörüyü
edinmek için aklın kutsal ışıkla birlikte yayıldığını ve gücünün, en etkili buyruğa boyun
eğdirecek kadar üstün olduğunu öne sürüyorlar. Öte yandan, uyuşuk ve donuk görme gücünün
duyu algısını ele geçirdiğini, öyle ki, her zaman bunun yerde sürünerek gittiğini, bayağı
olgularla karıştığını ve gerçek farkındalığa asla erişmediğini düşünüyorlar. Arzunun akla itaat
etme sorumluluğunu alıp kendine, duyulara boyun eğme izni vermezse erdemlerin peşi sıra
koştuğunu, doğru yolda gittiğini, iradenin onu biçimlendirdiğini düşünüyorlar. Ama
duyuların kölesi olmaya boyun eğerse duyular onu o kadar bozup saptırıyor ki, şehvetin
içinde yozlaşıyor.8 Onların görüşlerine göre, yukarıda söz ettiğim9 bu yetilerin – anlayışın,
duyunun, arzunun ya da (son tanımı artık daha genelde kullanılacak şekilde kabul edilen)
iradenin – yeri candır. Sonuçta bu filozoflar, anlayışın akılla birlikte verildiğini ilan ediyorlar.
Đyi ve kutsal bir yaşam sürdürmenin başlıca ilkesi budur. Yeter ki, bu yaşam yetkinliğini
korusun ve doğanın bize verdiği gücü sergilesin. Đnsanı yanlışa ve yanılsamaya sürükleyen,
“duyu” dedikleri daha alt itici gücün terbiye edilebileceğini ve aklın sopasının giderek onu
yeneceğini belirtiyorlar. Ayrıca iradeyi akılla duyunun tam arasına yerleştiriyorlar. Yani kendi
başına onun, akla itaat etme ya da duygunun tecavüzüne uğrayarak fahişelik yapma hakkı ve
istemi vardır –hangisi hoşuna giderse.
3. Filozoflar her şeye rağmen iradenin özgürlüğünü öne sürerler
Kimi zaman kendi deneyimlerinin inandırıcılığında, insanın, içindeki krallıkta akıl
kuralını büyük bir güçlükle koyduğunu inkâr etmiyorlar. Kimi zaman zevklerin baştan
çıkarıcılığı insanı gıdıklar; kimi zaman da iyi şeylerin sahte bir imajına aldanır. Birdenbire
aklına aşırı eğilimler gelir ve Platon’un dediği gibi10, onu iplerle ve tellerle farklı yönlere
çeker.
Cicero, bayağı düşüncelerimizin ve kötü alışkanlıklarımızın, doğanın bize verdiği
cansız parıltıyı hemen söndürdüğünü söylemektedir.11 Filozoflar, bu hastalıklar insanların
düşüncelerini bir kez işgal ettiğinde bunların, hiç kimsenin kolayca dizginleyemeyeceği kadar
hızla yayıldığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu yazarlar bunları vahşi hayvanlarla
karşılaştırmakta da tereddüt etmiyorlar. Akıl, arabasından fırlayan arabacı gibi, alaşağı
olduğunda, bunlar, dizginlenemeyen bir taşkınlıkla ahlaksızı oynar.12
Yine de filozoflar erdemlerin ve günahların gücümüz dâhilinde olduğuna kesin
gözüyle bakıyorlar. Şunu ya da bunu yapmak bizim seçimimize bağlıysa, yapmamak da bizim
seçimize bağlıdır, diyorlar. Yapmamak kadar yapmak da… Görüyoruz ki, yaptığımızı özgür
6
Erasmus’un özgür irade konusunda Luther’e karşı tezindeki durumu.
I. xv. 7
8
Plato, Republic IV. 14 vdd., 439 vdd; Aristo, De Anima III. x. 433.
9
I. xv. 6
10
Plato, Laws, I. 644 E
11
Cicero, Tusculan Disputations III. i. 2.
12
Krş. Plato, Phaedrus 74 vdd., 253 D-254 E
7
135
seçimle yapıyoruz ve kaçındığımızdan özgür seçimle kaçınıyoruz. Đstediğimizde iyi bir iş
yapıyorsak, yapmamamız da mümkün; kötülük yapıyorsak, bundan kaçınabiliriz de.13
Nitekim bazıları, övünmeye böyle bir izin verildiğini açıklamaktadır. Biz, tanrıların bir
armağanı olarak yaşarız ama iyi ve kutsal bir yaşam sürdürüyorsak, bunu biz yaparız.
Cicero’nun Cotta kişiliğine söylettiği, “Her insan kendi erdemini kendi kazandığı için, bugüne
kadar hiçbir bilge bunun için Tanrı’ya şükretmemiştir. Erdemimizle ve erdemimizin
yüceliğiyle övünürüz. Eğer bu bizden gelmeseydi, Tanrı’nın armağanı olsaydı böyle olmazdı”
sözü buradan çıkmaktadır. Biraz ileride, “Bütün ölümlülerin kararı, bahtın Tanrı’dan istendiği
ama bilgeliği kişinin kendi başına kazanabildiğidir” demektedir.14
Bütün filozofların görüşünün özeti şudur: Đnsanın anlayışında konut kuran akıl, doğru
davranmak için yeterli bir yol göstericidir; duyular ise akla boyun eğen istemi kötü işler
yapsın diye ayartır; ama iradenin özgür seçimi olduğu için, aklın iradeye her şeyde önderlik
etmesi, aşağıdaki nedenden dolayı engellenemez.
4. Kilise babaları genelde iradenin özgürlüğünü kabul etmekte pek net olmamışlar
ama yatkınlık göstermişlerdir. Özgür irade nedir?
Bütün kilise yazarları, hem günahın insanın akıl sağlığında ciddi bir yara açtığını hem
de kötü arzuların iradeyi büyük ölçüde köleleştirdiğini kabul etmişlerdir. Buna rağmen,
birçoğu filozoflara çok yaklaşmıştır. Đlk kilise babaları bana, aşağıdaki nedenlerden dolayı
insanın gücünü iki niyete dayanarak yüceltiyorlar gibi görünmektedir. Birincisi, insanın
güçsüzlüğünü açıkça itiraf etmek, onları, çekiştikleri filozofların alaylarına maruz
bırakabilirdi. Đkincisi, iyiliğe karşı zaten kayıtsız olan benliğin tembelleşmesine yeni bir fırsat
vermekten kaçınmak istiyorlardı.15 Đnsanlarının geneldeki yargılarına saçma gelecek bir şey
öğretmemek için, Kutsal Yazı’nın öğretişiyle filozofların inançları arasında yarı yarıya uyum
sağlamaya çalışıyorlardı. Đkinci noktaya, tembellik fırsatı yaratmamaya özellikle dikkat
ediyorlardı. Sözlerinden bu anlaşılmaktadır. Chrysostomos bir yerde bunu şöyle
açıklamaktadır: “Tanrı, iyiliğe ve kötülüğe gücümüz dâhilinde yer verdiği için, özgür seçim
kararı da bahşetmiş ve istememeye kısıtlama getirmemiştir ama istemeyi benimsemiştir.”
Yine şöyle demektedir: “Kötü olan kişi, eğer isterse genellikle iyi birine dönüşür; iyi olan da
tembelliğe kapılarak kötü olur. RAB, doğamızı seçim yapmakta özgür bırakmıştır. Bize
zorunluluk dayatmaz ama uygun çarelerle donatır ve her şeyin hasta insanın kararına bağlı
olmasına izin verir.” Ayrıca, “Tanrı’nın lütfu bize yardım etmezse hiçbir şeyi doğru
yapamadığımız gibi, kendi payımızı ortaya koymazsak göksel iyiliği kazanamayız.” Daha
önce de şöyle demişti: “Her şey Tanrı’nın yardımına bağlı olmasın diye, aynı zamanda
kendimizden de bir şeyler koymalıyız.” Đyi bilinen ifadelerinden biri de şudur: “Bize ait olanı
ortaya koyalım; geriye kalanı Tanrı sağlar.” Hieronymus’un söylediği de buna uygundur:
“Bizim işimiz başlamak, Tanrı’nın işi tamamlamaktır; bizim işimiz ne yapabileceğimizi
sunmak, O’nun işi bizim yapamadığımızı sağlamaktır.”
Bu ifadelerde insanın hak ettiğinden daha çok erdem istediğine inandıklarını tabii ki,
görüyorsunuz, çünkü bizim sadece tembellik ederek günah işlediğimizi tartışmazlarsa bizi,
doğuştan tembelliğimizi bırakıp harekete geçiremeyeceklerini düşünmüşlerdir. Ama bunu ne
kadar beceriyle yaptıklarını sonuçta görüyoruz. Söz ettikleri bu görüşlerin son derece yanlış
olduğu biraz sonra çok iyi ortaya çıkacaktır.
13
Aristo, Nicomachean Ethics III. 5. 1113b. “Erdemin bizim gücümüz dâhilinde olması gibi,
ahlaksızlık da gücümüz dâhilindedir. Eyleme geçmenin gücümüz dâhilinde olduğu yerde
eyleme geçmemek de gücümüz dâhilindedir.”; Seneca, Moral Epistles xc.1.
14
Cicero, Nature of the Gods III. xxxvi. 86 vd.
15
Calvin, kilise babalarından söz etse de, bu görüşünde Erasmus dâhil, çağdaş Hümanistleri
hedef almaktadır.
136
Ayrıca herkesten daha çok Greklerin –özellikle Chrysostomos da onların arasındaydıinsanın irade yeteneğini yüceltmelerine rağmen, Augustinus dışında bütün eskiler bu konuda
çok farklı, çok tereddütlüdür ya da kafa karıştıracak şekilde konuşurlar. Öyle ki, yazılarından
neredeyse hiçbir kesinlik elde edilemez. Bu nedenle, tek tek yazarların görüşlerini daha kesin
şekilde sıralamaya son vermeyeceğiz; ama bu tezin açıklamasının gerektirdiği şekilde zaman
zaman birini ya da diğerini seçeceğiz.
Onlardan sonra gelen diğer yazarların her biri, insan doğasını savunurken kendi
zekâsını överek, giderek kötüden de kötü oldular. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki,
genelde insanın sadece duyusal yanının bozulduğu, aklının hiç kusursuz ve iradesinin de
büyük ölçüde bozulmamış olduğu düşünülüyordu. Bu arada iyi bilinen bir anlatım ağızdan
ağza dolaşıyordu: Đnsanın doğal armağanları bozulmuştu ama doğaüstü armağanları elinden
alınmıştı. Ne var ki, yüz kişiden biri ender olarak bunun önemini seziyordu. Benim açımdan,
doğanın bozulmasının ne olduğunu açıkça öğretmek isteseydim, bu sözlerle kolayca
yetinirdim. Ama doğasının her yanı bozulan ve doğaüstü armağanlardan yoksun kalan insanın
ne yapabildiğini dikkatle ölçüp biçmek daha önemlidir. Mesih’in öğrencileri olmakla
övünenler bu konudan daha çok filozoflar gibi söz ediyorlardı. Latinler, “özgür irade”
terimini, sanki insan hâlâ dürüstmüş gibi, her zaman kullanıyorlardı. Grekler, daha küstahça
bir kelime kullanmaktan utanmıyorlardı. Her insanın kendi gücü kendi elindeymiş gibi,
“özgüç” diyorlardı.16 Herkesin –sıradan halkın bile- kafasına insana özgür irade bahşedildiği
ilkesi sokulmuştu. Yine de seçkin görünmek isteyen bunlardan bazısı bunun nereye kadar
gittiğini bilmiyordu. Bu nedenle önce bu kelimenin etkisini irdeleyelim; sonra da insanın
doğasının iyi ve kötü olarak ne vaat ettiğine dair Kutsal Yazı’nın yalın tanıklığını
belirleyelim.
Özgür irade hepsinin yazısında tekrar tekrar yer alsa da, çok azı onun ne olduğunu
tanımlamıştır. Origenes özgür iradenin, aklın iyinin ve kötünün ayırımına varma yetisi,
iradenin birini ya da diğeri seçme yetisi olduğunu söylemiştir. Kilise yazarları da genelde
onun öne sürdüğü bu tanımda görüş birliğine varmışlardır. Augustinus bu konuda görüş
ayrılığına düşmemiştir. Bunun, aklın ve iradenin lütfun yardımıyla iyiyi, lütuf yoksa kötüyü
seçme yetisi olduğunu öğretmiştir. Bernard, “iradenin yok olmaması ve aklın güvenilirliği
nedeniyle” zarif bir biçimde konuşmak isteyerek, bunun “onay” olduğunu daha da anlaşılmaz
şekilde ifade etmektedir. Anselm’in iyi bilinen tanımı da yeterince açık değildir: Bu,
dürüstlüğü kendi adına koruma gücüdür. Sonuçta Peter Lombard ve Skolastikler,
Augustinus’un tanımını kabul etmeyi tercih etmişlerdir, çünkü daha nettir ve Tanrı’nın
lütfunu dışlamaz. Lütuf olmadan iradenin kendine yetemediğini anlamışlardır. Yine de daha
iyi olduğunu ya da bunu daha net açıkladığını düşündükleri kendi fikirlerini de ortaya
koymuşlardır. Birincisi, arbitrium adının daha çok, görevi iyiyle kötüyü birbirinden ayırmak
olan akla atıfta bulunması gerektiğinde; liberum sıfatının da şuna ya da buna dönebilen
iradeyle esaslı şekilde ilişkili olduğunda görüş birliği içindedirler. Thomas [Aquinas],
özgürlük esasında iradeye ait olduğu için, anlayışla arzunun karışımından türeyen, yine de
arzuya daha yatkın olan özgür iradeye “seçme gücü” demenin çok uygun olacağını
söylemektedir. Özgür karar verme gücünün bulunduğu yerin, akıl ve irade olduğunu
öğrettiklerini görüyoruz. Şimdi bize, her birine ne kadar atıfta bulunduklarına kısaca bakmak
kalıyor.
5. Kilise babalarına göre, farklı “irade” ve “özgürlük” türleri
16
“αύτεξούσιος.” Bu kelimeyi ilk kullanan kilise babalarından Đskenderiyeli Clemens’tir.
Pavlus’un “Yetişkin biri olunca” (1Ko. 13:11) sözünü yorumlarken, “Söze itaat eden ve
kendimizin efendileri [αύτεξούσιος] olan bizlere” demiştir.
137
Tanrı’nın Krallığı’na apaçık ait olmayan ama onunla bağlantı kurdukları gerçek
doğrulukla, Tanrı’nın özel lütfu ve ruhsal yeniden doğuş arasındaki şeyleri17 genelde insanın
özgür görüşü başlığı altında sınıflandırıyorlar. Öteki Ulusların Çağrısı kitabının yazarı bunu
göstermek için üç çeşit irade sayıyor: Birincisi duyusal, ikincisi ruhsal, üçüncüsü manevidir.
Đlk ikisinin insana özgürce bahşedildiğini, sonuncusunun insanın içindeki Kutsal Ruh’un işi
olduğunu öğretmektedir.18 Bunun doğru olup olmadığını yeri gelince ele alacağız. Şimdi
kısaca diğerlerinin anlatımlarını çürütmek değil, zihnimde tartmak istiyorum. Olan şu ki,
kilise babaları özgür iradeyi tartışırken, önce sivil ya da dışsal davranışlar için önemini değil,
tanrısal yasaya boyun eğmeyi neyin harekete geçirdiğini irdeliyorlar. Bu ikinci sorunun
önemini kabul etsem de, birincisinin de tümüyle göz ardı edilmesi gerektiğini düşünmüyorum.
Kendi görüşümü çok iyi açıklayacağımı umarım.19
Şimdi okullarda üç özgürlük türü arasında birincisi ihtiyaç, ikincisi günah, üçüncüsü
de mutsuzluk diye ayrım yapılıyor. Bunlardan ilki, doğası gereği insanın özünde öyle yer
alıyor ki, olasılıkla yok etmek mümkün olmuyor ama diğer ikisi günah sayesinde kayboluyor.
Đhtiyacın bir dereceye kadar yanlışlıkla zorlamayla karıştırılmasının dışında ben, bu ayrımı
seve seve kabul ediyorum. Bunlarla akılda tutulacak ihtiyacın arasındaki farkın boyutunun
yeri daha sonra gelecektir.20
6. “Çalışan” ve “işbirliği yapan” lütuf?
Kabul etmek gerekirse lütuf, aslında sadece seçilmişin yeniden doğarak aldığı özel
lütuf, insana yardım etmezse insanın iyi işler yapabilmesi için özgür iradesinin yetersizliği
tartışma götürmez. Lütfun ayrım gözetmeden eşit olarak dağıtıldığını geveleyen o fanatiklerle
vakit kaybetmiyorum.21
Ama insanın iyilik yapma gücünden bütünüyle mi yoksun bırakıldığı ya da az ve zayıf
olmasa da hâlâ biraz gücünün kalıp kalmadığı belirtilmemiştir. Aslında bu, kendi başına
hiçbir şey yapamayan ama kendine düşeni lütfun yardımıyla yapan güçtür. Hükümlerin
Efendisi*, “Đyi işler yapabilmemiz için iki tür lütfa ihtiyacımız vardır” diye öğretirken bu
sorunu çözmek istemiştir. Birincisine, “çalışan” der. Bu, etkin biçimde iyi işler yapacağımızı
garanti altına alır. Đkincisine, “işbirliği yapan” der. Bu da yardım olarak iyi niyetin ardından
gelir.22 Bu ayırmada hoşuma gitmeyen, yazarın, etkin iyiliğin gücünü Tanrı’nın lütfuna
bağlasa da, doğası gereği insanın –etkisizce bile olsa- bir şekilde iyiliğin peşinden koştuğunu
ima etmesidir. Bernard, iyi niyetin Tanrı’nın işi olduğunu duyuruyor ama insanın, kendi itici
gücüyle böyle bir iyi niyet aradığını kabul ediyor. Peter Lombard’ın bu ayırımı
Augustinus’tan edinmiş gibi görünse de bu, Augustinus’un düşüncesinin çok dışındadır.
Đkinci bölümdeki belirsizlik bana itici geliyor, çünkü sapkınca bir yoruma yol açıyor.
Tanrı’nın ilk lütfunu geri çevirerek bunu etkisiz kılmak ya da itaatle bunun peşinden gitmeyi
Tanrı’nın yardım eden lütfuyla işbirliğine
kabul etmek bizim hakkımız olduğu için,
girdiğimizi düşünüyorlar. Öteki Ulusların Çağrısı’nın yazarı, bunu aşağıdaki gibi
açıklamaktadır: “Lütuftan vazgeçmemek hak edilen bir davranış olduğu için, aklın yargısına
başvuranlar bu lütuftan vazgeçmekte özgürdür. Ruh’un işbirliği olmadan yapılamayan iş,
17
“Rex medias”, Grekçe άδιάφορα sözcüğünün çevrisi, aradaki ya da ortadaki şeyler.
Akitanyalı Prosper.
19
II. xii-xviii.
20
II.iii.5
21
Calvin, (olasılıkla burada ima ettiği) Laelius Socinus’un sorduğu soruya yanıtında (5
Haziran 1555), lütfun seçilmişlere etkin şekilde verilmesiyle, yoldan çıkmışlarda “Ruh’un alt
düzeyde çalışması” arasında ayrım yapmaktadır.
*
Sentences (Hükümler) kitabının yazarı Peter Lombard (çev. n.)
22
Lombard, Sentences II. xxvi. 1 (MPL 192. 710)
18
138
kendi iradeleriyle bunu başaramayanların hakkı sayılsın.”23 Sen, okurum, benim görüşümün
daha sağlıklı olan Skolastiklerden ne farklı olduğunu görebilesin diye, bu iki noktayı
belirtmeyi tercih ediyorum. Yakın zamanlardaki Sofistlerden24 de çok daha farklı
düşünüyorum, çünkü onlar Eskiçağ’dan çok uzaklaştılar. Yine de en azından bu ayırımdan
insanın özgür iradesini ne şekilde kabul ettiklerini anlıyoruz. En sonunda Lombard, iyiyi ve
kötüyü aynı ölçüde yapabilmek ve düşünebilmek için değil, sadece zorlanmadan özgür olalım
diye, özgür irademizin olduğunu duyuruyor. Lombard’a göre, kötü ve günahın tutsağı olsak
da, günah işlemekten başka bir şey yapamasak da, bu özgürlük engellenmiyor.
7. Hiçbir zorluk çekmeden ister istemez günahlı olan insan özgür irade öğretisini
belirleyemez
Đnsanın, iyiyi ve kötüyü aynı derecede özgürce seçtiği için değil, hiçbir zorluk
çekmeden iradesiyle kötü davrandığı için, böyle özgürce bir karar verebildiği söylenebilir.
Aslında iyice belirtelim, böyle önemsiz bir şeyi görkemli bir adla etiketlemek hangi amaca
hizmet etmektedir? Aslında soylu bir özgürlük –çünkü insanın günaha hizmet etmeye
zorlanmaması ama bu kadar isteyerek köle olması, iradesinin, günahın prangasına
vurulmasıdır! Aslında amaçsız yere kiliseyi tedirgin eden sözlerle mücadele etmekten
iğreniyorum. Ne var ki, özellikle de ölümcül bir yanılgı söz konusu olduğunda saçma bir
anlama gelen bu sözlerden kaçınmaya özenle karar verdim. Ama soruyorum, insana özgür
irade atfedildiğini duyduğunda, onun hem düşüncesinin hem de iradesinin efendisi olduğu,
iyiye ya da kötüye yönelmenin kendi gücü dâhilde olduğu hemen aklına gelmeyen insan
sayısı az mı? Yine de sıradan halk bunun anlamı konusunda uyarılırsa bu tehlike ortadan
kalkar (diyorlar). Đnsan yaradılışı gerçek dışılığa çok isteyerek yatkındır. Öyle ki, uzun bir
söylevdeki gerçekten daha çok, tek bir kelimeyle hemen yanılgıya düşüyor. Bu konuda bu tek
kelimeyle ilgili olarak istediğimizden de çok kesin deneyimlerimiz var. Neredeyse hepsi
Eskiçağ yazarlarının halefleri olanlar, onların yorumlarını küçümseyerek kelimenin etimolojik
anlamına yapışırken yıkıcı bir özgüvene sürüklenmişlerdir.
8. Augustinus’un “özgür irade” öğretişi
Babaların yetkisinin bizim üzerimizde etkisi varsa bu söz sürekli olarak ağızlarındadır.
Aynı zamanda da bunun, kendileri için ne anlama geldiğini duyurmaktadırlar. Her şeyden
önce bunun, “özgürlük olmadığını” söylemekte tereddüt etmeyen Augustinus vardır. Başka
bir yerdeyse iradenin özgür olduğunu kabul etmeyenlere kızmaktadır. Ama başlıca nedenini
şu sözlerle belirtir: “Ancak hiç kimse günahı mazur göstermek isteyerek iradenin kararını
kabul etmezlik etmesin.” Başka bir yerde de, “Ruh yoksa insanın iradesi özgür değildir, çünkü
irade zincir vuran ve galip gelen arzuların altında yatmaktadır” diye açıkça kabul etmektedir.
Aynı şekilde irade, düştüğü günaha yenildiğinde insan doğası özgürlüğünü kaybetmeye
başlamıştır. Ayrıca insan özgür iradesini kötü kullanarak hem kendisini hem de iradesini
kaybetmiştir. Ayrıca özgür irade o kadar köleleşmiştir ki, hiçbir haklılık gücü olamaz. Ayrıca
Tanrı’nın lütfunun özgürleştirmediği biri, özgür olamaz. Ayrıca Tanrı’nın adaleti yasa böyle
buyurduğunda yerine getirilmez ve insan, kendi gücüyle davranıyormuş gibi davranır ama
Ruh yardım ettiğinde insanın özgür olmayan iradesi Tanrı tarafından özgür kılınarak itaat
eder. Başka yerde şunları yazdığında bütün bu konularda kısa bir açıklama yapmaktadır: Đnsan
yaratıldığında büyük bir özgür irade gücü verildi ama o, günah işleyerek bunu kaybetti. Başka
23
Akitanyalı Prosper, The Call of All Nations II. iv.
Daha eski ve daha “sağlıklı” Skolastiklerle recentiores sophistae (yakın zamanlardaki
Sofistler) arasındaki farka dikkat edin. Yakın zamanlardaki Sofistler derken, Calvin’in
aklından açıkça Ockham, kendisi hakkında daha sonra yorum yapan Gabriel Biel (ölm. 1495)
ve dönemindeki Sorbon teologları geçmektedir.
24
139
bir yerde özgür iradenin lütuf sayesinde pekiştiğini belirttikten sonra, kendileri için lütuf
olmadan bunu iddia edenlere çıkışmaktadır. “Öyleyse neden zavallı insanlar” demektedir,
“özgür olmadan önce, özgür bırakılmışlar gibi özgür iradeleriyle ya da kendi güçleriyle
övünmeye cesaret ediyorlar? ‘Özgür irade’ teriminde özgürlüğün ima edildiğine dikkat
etmiyorlar. ‘RAB’bin Ruh’u neredeyse orada özgürlük vardır’ [2Ko. 3:17]. Günahın
kölesiyseler özgür iradeyle nasıl övünüyorlar? Đnsan kendisini yenenin kölesi olur. Özgür
bırakıldılarsa kendi çabalarıyla bunu başarmışlar gibi neden övünüyorlar? Ya da ‘Bensiz
hiçbir şey yapamazsınız’ [Yu. 15:5] diyenin kölesi olmak istemeyecek kadar özgürler mi?”
Başka bir yerde ise iradenin aslında özgür olduğunu ama özgür bırakılmadığını
söylediğinde bu sözün kullanılmasıyla alay eder gibidir: Doğrulukta özgür ama günahın
kölesi! Bu ifadeyi başka bir yerde tekrarlayıp açıklamaktadır. Đnsanın, iradesinin kararı
dışında doğruluktan, ayrıca Kurtarıcının lütfu dışında da günahtan özgür olmadığını
öğretmektedir. Đnsanın özgürlüğünün doğruluktan kurtulmaktan ya da azat edilmekten başka
bir şey olmadığını iddia ederken, bunun adının anlamsızlığıyla uygun şekilde alay etmektedir.
Biri, bu sözü kötü anlamını anlamadan kullanırsa onu üzmeyeceğim. Ama şuna inanıyorum
ki, bu büyük bir tehlike olmadan durdurulamayacağı için, hükümsüz kılındığında kilise için
tam tersine, büyük bir rahatlık olacaktır. Ben, kendi adıma kullanmamayı tercih ediyorum ve
başkaları da benden öğüt istiyorlarsa bundan sakınmalarını öneriyorum.
9. Kilise babaları arasında gerçeğin sesleri
Augustinus dışında bütün kilise yazarları bu konuda o kadar belirsiz ya da farklı
konuşmuşlar ki, yazılarından hiçbir kesinlik elde edilemiyor dediğimde, olasılıkla, üzerime
büyük bir önyargı çekmiş gibi görünebilirim. Bazıları, kendilerini bu konuda seslerini
çıkarmaktan yoksun bırakmak istediğim yorumunu getirebilirler, çünkü hepsi bana muhalif.
Ama ben, Tanrı’ya bağlı halka basitçe ve içtenlikle öğüt vermekten başka bir şey
istemiyorum. Şayet bu konuda bu insanların görüşlerine bağlı olsalardı, her zaman kararsızlık
içinde bata çıka ilerlerlerdi. Bu yazarlar bir seferinde insana özgür iradenin bozulmuş
gücünün ancak lütfa sığındığını öğretiyorlar. Başka seferindeyse insanı kendi zırhıyla
donatıyorlar ya da donatıyor görünüyorlar.
Yine de, öğrettiklerinin belirsizliğinde, insan erdemine hiç saygı göstermediklerini ya
da çok az saygı gösterdiklerini ama her iyi işin payesini Kutsal Ruh’a verdiklerini göstermek
güç değildir. Bu nedenle, bunu açıkça öğreten bazı kesin ifadelerini ortaya koyacağım.
Augustinus’un bu kadar sık tekrarladığı Cyprianus’un ifadesi başka ne demektir? “Hiçbir şeyi
yüceltmemeliyiz, çünkü hiçbir şey bizim değildir” ifadesi, hak ettiği şekilde yoksun bırakılan
insanın bütünüyle Tanrı’ya bağlı olmayı öğrenmesi gerektiğinin dışında nedir? Augustinus ve
Eucherius, yaşam ağacını Mesih diye yorumladıklarında ve ona elini kim uzatırsa
yaşayacağını söylediklerinde; iyiyi ve kötüyü bilme ağacını iradenin kararı olarak
yorumlayarak onun tadına bakan, Tanrı’nın lütfundan yoksun kalan kişinin öleceğini
söylediklerinde ne demek istiyorlar? Đçimizde hiç iyilik yoksa insan tepeden tırnağa bütünüyle
günahlıysa, iradesinin gücünün ne boyutta etkili olduğunu bile sınamasına izin verilmiyorsa –
iyi işler yapmanın payesini kim Tanrı’yla insan arasında bölüştürebilir? Başka yazarların bu
türde çok sayıda ifadesinden söz edebilirdim. Yine de, hiç kimse buradaki görüş farkını
kurnazca bastırarak amacıma uygun olanı tercih etmekle beni suçlamasın diye böyle bir
tanıklıktan kaçınıyorum. Yine de şunu kabul etme cesareti gösteriyorum: Kimi kez özgür
iradeyi her ne kadar aşırı yüceltseler de, görünürdeki amaçları şudur –sonunda insana kendi
gücüne güvenmekten vazgeçmeyi ve bütün gücünün sadece Tanrı’ya dayandığına inanmayı
öğretmek. Şimdi sıra, insanın doğasıyla ilgili gerçeğin basit bir açıklamasına geldi.
(Kendimizi övmekten tamamıyla vazgeçmeliyiz, 10-12)
140
10. Özgür irade öğretişinin her zaman Tanrı’yı onurundan yoksun bırakma tehlikesi
vardır
Ne var ki, bu bölümün başında söz ettiğimi burada bir kez daha tekrarlamak
zorundayım: Felaketinin, yoksulluğunun, çıplaklığının ve nankörlüğünün önünde sonunda
bilincine vararak üzülen ve kahrolan biri, böylece kendini daha çok tanımaktadır. Kendisinde
bulunmayanın Tanrı’da tazmin edilmesi gerektiğini öğrendikçe, insanın elinden daha
fazlasının alınmasında hiçbir tehlike yoktur. Boş özgüveninde kaybolmadan ve Tanrı’nın
onurunu gasp etmeden, böylece de korkunç bir saygısızlık suçu işlemeden kendi hakkı olanın
dışında çok az bir şey bile iddia edemez. Aslında bir şeyin Tanrı’nın yerine bizde bulunması
istememiz için bu tutku ne zaman zihnimizi işgal ederse, ilk ana babamızı, “Đyiyi kötüyü
bilerek Tanrı gibi olacaksınız” [Yar. 3:5] diye kandırandan başka bir akıl hocasının bu
düşünceyi bize önermediğini bilelim. Đnsanı yücelten iblisin sözüyse, düşmanımızdan öğüt
almak istemiyorsak ona yer vermeyelim. Aslında kendinize güvenmek için gücünüzün olması
sizin için ne tatlıdır! Ne var ki, bu boş özgüvene aldanmayalım diye Kutsal Kitap’taki bizi son
derece alçakgönüllü duruma getiren çok sayıdaki önemli parça bizi engellesin. Bunlar
şöyledir: “Đnsana güvenen, insanın gücüne dayanan… kişi lanetlidir” [Yer. 17:5]. Ayrıca “Ne
atın gücünden zevk alır, ne de insanın yiğitliğinden hoşlanır. Rab kendisinden korkanlardan,
sevgisine umut bağlayanlardan hoşlanır!” [Mez. 147:10-11]. “Yorulanı güçlendirir, takati
olmayanın kudretini artırır. Gençler bile yorulup zayıf düşer, yiğitler tökezleyip düşerler.
Rab’be umut bağlayanlarsa taze güce kavuşur” [Yşa. 49:29-31]. Bütün bu parçaların amacı
şudur: “Kibirlilere karşı olan ama alçakgönüllülere lütfeden” [Yak. 4:6; 1Pe. 5:5; Özd. 3:38]
Tanrı’nın bize iyi davranmasını istiyorsak, kendi gücümüz olduğunu öne süren hiçbir görüşe
güvenmemeliyiz. O zaman şu vaatler akla gelsin: “Susamış toprağı sulayacak, kurumuş
toprakta dereler akıtacağım” [Yşa. 44:3]. Ayrıca, “Ey susamış olanlar, sulara gelin” [Yşa
55:1]. Bütün bunlar, yoksulluğunun bilinciyle yanıp yok olmazsa hiç kimsenin Tanrı’nın
bereketini almasına izin verilmediğine tanıklık etmektedir. Yeşaya’nın şu ifadesi gibi bunlara
benzeyen diğer ifadeleri de atlamamalıyız: “Gündüz ışığın güneş olmayacak artık, ay da
aydınlatmayacak seni; çünkü Rab sonsuz ışığın… olacak” [Yşa. 60:19]. RAB tabii ki,
güneşinin ya da ayının ışığını kullarından almayacak; ama sadece içlerindeki görkemin ortaya
çıkmasını istediği için, onları, en yetkin dedikleri şeylere bile güvenmekten uzak durmaya
çağıracak.
11. Gerçek alçakgönüllülük sadece Tanrı’ya onur verir
Chrysostomus’un, felsefemizin temeli alçakgönüllülüktür sözü her zaman çok hoşuma
gitmiştir. Ama Augustinus’unki daha çok hoşuma gidiyor: “Bir hatibe konuşma sanatının
başlıca kuralının ne olduğu sorulduğunda, ‘Konuşma tarzı’, ikinci kuralı sorulduğunda,
‘Konuşma tarzı’, üçüncü kuralı sorulduğunda ‘Konuşma tarzı’ yanıtını vermiştir. Bana da
Hıristiyan dininin ilkelerini sorarsanız, birincisinin, ikincisinin, üçüncüsünün her zaman
“alçakgönüllülük” olduğu yanıtını veririm.”
Ama başka bir yerde duyurduğu üzere Augustinus, kişinin, bazı erdemlere sahip
olduğunun farkına vardığında, gururdan ve kibirden uzak durmasını değil, alçakgönüllülük
dışında bir sığınağı olmadığını gerçekten hissetmesinin alçakgönüllülük olduğunu
düşünmektedir. “Hiç kimse kendisini iyi göstermesin” der, “O, Đblis’tendir. Ancak Tanrı onu
kutsar. Sizde günahtan başka ne var ki? Sizden gelen günahtan uzak durun; çünkü doğruluk
Tanrı’dandır.” Ayrıca, “Đnsan doğasının yetenekleri konusunda neden bu kadar çok tahminde
bulunuyoruz? O yaralıdır, sert darbeler almıştır, tedirgindir, kaybolmuştur. Sahte bir
savunmaya değil, gerçek bir itirafa ihtiyacımız vardır.” Ayrıca, “Kişi, hiçbir şey olmadığını ve
kendi kendine yardım edemediğini anladığında, içindeki silahlar parçalanır, savaş sona erer.
Ama dinsizliğin bütün silahları yok edilmeli, parçalanmalı ve gömülmelidir; silahsız
kalmalısınız, size içinizden gelecek yardım yoktur. Ne kadar güçsüz olursanız RAB sizi o
141
kadar çabuk kabul eder.” Yetmişinci Mezmur’u yorumlarken Augustinus, Tanrı’nın
doğruluğunu bilelim diye kendi doğruluğumuzu hatırlamamızı bize yasaklamaktadır.
Tanrı’nın, hiçbir şey olmadığımızı bilelim diye bize lütufta bulunduğunu göstermektedir.
Kendi başımıza kötüden başka bir şey olmadığımız için, ancak Tanrı’nın merhametiyle ayakta
dururuz. Bu noktada, Tanrı’yla bağdaştırılan şey, bizim gönencimizden alınıyormuş gibi,
Tanrı’yla çekişmeyelim. Bizim alçakgönüllülüğümüzün O’nun yüceliği olması gibi,
alçakgönüllülüğümüzü itiraf etmemiz de O’nun merhameti için hazır bir reçetedir. Đkna
olmamış kişinin gönüllü olarak boyun eğmesi ve herhangi bir gücü varsa, gerçek
alçakgönüllülüğe boyun eğmek için bunu düşünmemesi gerektiğini iddia etmiyorum. Ne var
ki, ben sadece, insanın, kendini kör eden ve gerektiğinden daha çok kendini düşündüğü [Krş.
Gal. 6:3] özsevgi ve tutku hastalığını bir kenara bırakarak, Kutsal Yazı’nın sadık aynasında
kendini doğru tanımasını istiyorum [Krş. Yak. 1:22-25].
(Đnsana bağışlanan yetenekler bütünüyle yok edilmemiştir: anlayış, 12-17)
12. Doğaüstü armağanlar mahvolmuş, doğal armağanlar bozulmuştur; ama insanı
vahşi hayvanlardan ayıran yeterince akıl kalmıştır
Augustinus’tan edindikleri şu genel düşünce aslında hoşuma gidiyor: Doğal
armağanlar günah aracılığıyla bozulmuştur ama insan doğaüstü armağanlarından yoksun
bırakılmıştır. Cümlenin ikinci yarısından doğruluk kadar göksel yaşama ve sonsuz mutluluğa
erişmek için yeterli olan iman ışığını da anlıyorlar. Tanrı’nın Krallığı’ndan uzaklaşan insan,
aynı zamanda da sonsuz kurtuluş umuduyla donatılmış olduğu ruhsal armağanlardan yoksun
bırakılmıştır. Bundan çıkan sonuç, insan Tanrı’nın Krallığı’ndan öyle sürülmüştür ki, canın
kutsanmış yaşamına ait olan bütün nitelikler, yeniden doğuş lütfuyla geri alınıncaya kadar yok
olmuştur. Bunların arasında iman, Tanrı sevgisi, komşuyu sevmek, kutsallık ve doğruluk için
gayret etmek vardır. Mesih bunları içimizde yenilediği için, hepsinin sonradan edinildiği ve
doğanın dışında olduğu düşünülmektedir: Bu nedenle bunların geri alınmış olduğu sonucuna
varıyoruz. Öte yandan sağlıklı düşünmek ve yüreğin doğruluğu da aynı zamanda geri
alınmıştır. Doğal armağanların bozulması budur. Đradenin yanı sıra anlayış ve yargı tortu
olarak kalsa bile, hem zayıf hem de derin bir karanlığa gömülmüş bir zihne sağlıklı
diyemeyiz. Đradenin doğru yoldan ayrıldığını herkes bilmektedir.
Đnsanın iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırdığı, anladığı ve yargıya vardığı akıl doğal bir
armağan olduğu için, tamamıyla yok olmaz; ama birazı güçsüz düşer, birazı da bozulur. Öyle
ki, çirkin kalıntıları ortaya çıkar. Yuhanna bundan söz etmektedir: “Işık karanlıkta parlar.
Karanlık onu alt edemedi” [Yu. 1:5]. Bu sözlerde her iki gerçek de anlatılmaktadır. Birincisi,
insanın sapmış ve yozlaşmış doğasında hâlâ kıvılcımlar çakmaktadır. Bu onun, vahşi
hayvanlardan farklı, akılcı bir varlık olduğunu belirtmektedir, çünkü ona anlayış
bahşedilmiştir. Đkincisi, bu sözler yoğun bir bilgisizliğin bu ışığı bastırdığını, öyle ki, ışığın
tam olarak ortaya çıkamadığını da belirtmektedir.
Aynı şekilde irade, insanın doğasından ayrılmadığı için, yok olmaz ama kötü arzulara
o kadar bağlıdır ki, doğrunun peşinden koşamaz. Aslında bu, eksiksiz bir tanımdır ama daha
çok açıklanması gerekmektedir.
Tartışma, insanın canını anlayış ve irade diye ayırdığımız başlangıçtaki sıraya göre
gitsin diye, her şeyden önce anlayışın gücünü inceleyelim.
Đnsanın anlayışını, hiçbir şeyi algılamayı ona bırakmayarak sürekli körlüğe mahkûm
ettiğimizde, sadece Tanrı’nın Sözü’ne karşı gelmeyiz, sağduyunun deneyimine de ters
düşeriz. Đnsan doğasına gerçeği arama arzusunun aşılandığını görüyoruz. Đnsan, şimdiye kadar
bunu tatmamış olsaydı hiç istemezdi. Đnsanın anlayışında biraz algı gücü vardır, çünkü doğası
gereği gerçek sevgisi onu tutsak etmiştir. Vahşi hayvanlarda bu yeteneklerin olmaması,
doğalarının kaba ve akılsız olduğunun kanıtıdır. Ne var ki, bu gerçeği arayış, insan doğasına
daha ayağını atmadan çürümektedir, çünkü hemen batıla düşmektedir. Aslında insan aklı,
142
durgunluğundan ötürü doğru yolu bulamaz ama karalıkta el yordamıyla yürüyormuş gibi,
yolunu şaşırıp sonunda kayboluncaya kadar çeşitli yanlışlarda gezinir, tekrar tekrar sürçer.
Gerçeği aramakta ve bulmakta aklın ne kadar beceriksiz olduğu buradan bellidir.
O zaman akıl başka tür bir batılda acı veren bir doğum yapar: Bilmesi için gayret
etmesi gereken bu konuların çoğunlukla ayrımına varamaz. Bu nedenle, boş ve değersiz
şeyleri araştırarak saçma merakıyla kendine eziyet eder. Özellikle anlaması gereken konulara
pek ya da hiç dikkat etmez. Aslında bunları çok ender olarak ciddi şekilde araştırır. Seküler
yazarlar bu sapkınlıktan şikâyet etmeyi alışkanlık edinmiştir, yine de hemen hepsi kendini
bunun içinde bulmuştur. Bu nedenle Süleyman, Vaiz’inin bütününde insanların kendilerini
çok bilge gördükleri bu işleri anlattıktan sonra bunların boş ve değersiz olduğunu
duyurmaktadır [1:2, 14; 1:11 vb].
13. Dünyasal işlerle ve insan toplumunun biçimiyle ilgili olarak anlayışın gücü
Yine de özellikle aşağıdaki konulara dikkat ettiğinde gösterdiği çabalar hiçbir zaman
hiçbir etkisi olmayacak kadar değersiz değildir25. Tam tersine, yukarıdaki konuların tadına
varacak kadar zekidir ama bunları araştıracak kadar dikkatli değildir. Söz edilen bu ikinci
eylemi aynı beceriyle yürütemez. Zihin şimdi yaşam düzeyinin üzerine çıktığında
güçsüzlüğüne özellikle inanır. Zihnin, herhangi bir konuda yeteneğinin derecesine göre ne
kadar ilerleme kaydettiğini daha net algılamak için, burada bir ayırımı ortaya koymalıyız.
Ayırım şudur: Dünyasal işleri anlamak başka, göksel işleri anlamak daha başkadır. Tanrı’ya
ve Krallığına, gerçek adalete ya da gelecek yaşamın kutsallığına ait olmayan ama şimdiki
yaşamda önemi ve onunla ilişkili olan, bir anlamda kendi sınırlarının içine hapsolmuş işlere,
“dünyasal işler” diyorum. Tanrı’ya dair pak bilgiye, gerçek doğruluğun doğasına ve Göksel
Krallığın sırlarına, “göksel işler” diyorum. Devlet yönetimi, ev idaresi, bütün mekanik
beceriler ve temel bilimler bu birinci kategoriye girer. Đkinci kategoride ise Tanrı bilgisi,
Tanrı’nın iradesi ve yaşamımızda uyduğumuz kurallar vardır.
Birinci kategori hakkında şunlar söylenmelidir: Doğası gereği insan bir toplumsal
hayvan olduğu için, doğal içgüdüsüyle toplumu teşvik etmeye ve korumaya yatkındır.
Sonuçta, bütün insanların zihninde adil ve düzgün işler yapan bir yurttaşla ilgili evrensel bir
izlenim vardır. Her tür insani örgütün yasalarla düzenlenmesi gerektiğini anlamayan ve bu
yasaların ilkelerini kavramayan tek kişi bile bulunmamaktadır. Her ulusun ve ölümlü bireyin
yasalar konusundaki değişmeyen görüş birliği buradan çıkmaktadır. Öğretmen ya da yasa
koyucu olmadan bunların tohumları bütün insanlara ekilmiştir.
Aniden ortaya çıkan çekişmelerin ve görüş ayrılıklarının üzerinde durmuyorum.
Hırsızlar ve soyguncular gibi bazıları yasayı ve düzeni yıkmayı, bütün meşru kısıtlamaları
çiğnemeyi, sadece kendi tutkularını yasa kılıfına sokmayı isterler. Bazılarının adil bulduğunu
bazıları adaletsiz (hatta sıradan bir kusur) bulur. Bazıları da yasaklanan şeyin övgüye değer
olduğunu öne sürer. Bu kişilerin yasalardan nefret etmesinin nedeni, yasaların iyi ve kutsal
olduğunu bilmemeleri değildir; ama pervasız tutkularıyla öfkeye kapılıp aklın göz önüne
serilmesine karşı mücadele ediyorlar. Anlayış olarak kabul ettikleri şeyden tutkuları nedeniyle
nefret ediyorlar. Söz edilen bu ikinci türdeki kavgalar başlangıçtaki eşitlik kavramını
hükümsüz kılmamaktadır. Đnsanlar yasanın tek tek bölümlerini aralarında tartışırken, genelde
bir eşitlik kavramı konusunda görüş birliğine varırlar. Đnsan zihninin bu konudaki güçsüzlüğü
kesinlikle kanıtlanmıştır: Zihin, doğru yoldan gidiyor görünse bile aksayarak sürçer. Yine de
geriye, herkese bir siyasal düzen tohumu ekildiği gerçeği kalır. Hiç kimsenin bu yaşamını
düzene sokarken aklın ışığından yoksun kalmadığının kapsamlı bir kanıtıdır bu.
25
Aşağıdaki açıklamasında Calvin, hayran olduğu güzel sanatlardan söz etmemektedir. Krş. I.
xi. 12.
143
14. Sanat ve bilim anlayışı
Sonra hem temel bilimler hem de el sanatları geliyor. Đnsan zekâsının gücü bunları
öğrenirken de ortaya çıkıyor, çünkü hepimizin belli bir yeteneği var. Ama herkes her sanatı
öğrenmeye uygun olmasa bile bu, ortak bir enerjinin yeterli göstergesidir, çünkü herhangi bir
sanata yeteneği olmayan birini bulmak güçtür. Sadece öğrenmek için değil, her sanatta yeni
bir şey bulmak ya da kişinin kendinden önceki birinden öğrendiğini yetkinleştirip düzeltmesi
için de enerji ve yetenek hazırdır. Platon’un, böyle bir kavrayışın hatırlamaktan başka bir şey
olmadığını yanlış olarak öğretmesine bu yol açmıştır. Bunun başlangıcının insan doğasında
doğuştan var olduğunu kabul etmek zorunda olmamızın iyi bir nedeni vardır. Bu kanıt aklın
evrensel kavrayışına ve doğası gereği anlayışın insana aşılandığına apaçık tanıklık etmektedir.
Bunun yararı o kadar evrenseldir ki, herkes bunun kendisi için, Tanrı’nın özel bir lütfu
olduğunu kabul etmelidir. Doğanın Yaratanı, geri zekâlıları yaratırken bize bu lütfu bol bol
vermiştir. Bunların aracılığıyla Tanrı, insan canının O’nun ışığıyla bu yeteneklerin keyfini
çıkarması gerektiğini belirtmektedir. Bu ışık herkes için o kadar doğaldır ki, kuşkusuz O’nun
herkese cömertçe verdiği karşılıksız bir armağandır! Sanatların bulunuşu veya sistematik
aktarımı ya da birkaç kişiye özgü olan içsel ve daha yetkin sanat bilgisi ortak bir sezginin
yeterli kanıtı değildir. Dinine bağlı olan ve olmayan herkese ayırım gözetmeden bahşedildiği
için bu, haklı olarak doğal armağan sayılmaktadır.
15. Tanrı’nın armağanı olarak bilim
Đnsan düşmüş ve doğruluğundan sapmış bile olsa, seküler yazarlarda bu konulara her
ne zaman rastlasak, onların içinde parlayan, hayran bırakan bu gerçeğin ışığı, yine de insan
zihninin Tanrı’nın yetkin armağanlarını giyinmiş ve bunlarla süslenmiş olduğunu bize
öğretsin. Tanrı’nın Ruhu’na gerçeğin tek çeşmesi diye bakıyorsak, Tanrı’nın Ruhu’na
saygısızlık etmek istemediğimizde ne gerçeği reddederiz ne de nerede ortaya çıkarsa çıksın
ondan nefret ederiz.26 Kutsal Ruh’un armağanlarını fazla değer vermeden düşünürsek Ruh’u
küçümseriz, O’na sitem ederiz. Öyleyse ne yapalım? Böylesine büyük bir eşitlikle yurttaşlık
düzenini ve disiplinini kuran eski hukukçuların üzerinde parlayan gerçeği inkâr mı edelim?
Filozofların, hassas gözlemlerinde ve doğayı sanatsal tanımlamalarında kör olduklarını mı
söyleyelim? Tartışma sanatını düşünen ve bize mantıklı konuşmayı öğreten bu insanların
anlayıştan yoksun olduğunu mu söyleyelim? Bizim yararımıza emek vererek tıbbı geliştiren
bu insanların deli mi olduğunu söyleyelim? Bütün matematiksel bilimler için ne diyeceğiz?
Bunların deli saçmalığı olduğunu mu düşünelim? Hayır, eski insanların bu konulardaki
yazılarını büyük hayranlık duymadan okuyamayız. Onlara şaşıyoruz, çünkü ne kadar üstün
olduklarını kabul etmek zorundayız. Ama aynı zamanda Tanrı’dan geldiğini kabul etmeden
26
“Gerçek, her nerede ortaya çıkarsa çıksın” onun kökeninde tanrısallığın ve gerçekliğinin
kanıtlanmasının bulunduğuna dair bu iddia daha çok vurgulanamazdı. Đnsan zihninin doğal
kapasitelerini burada daha çok geçici ve “bayağı” alanlarla bağdaştırırken, başka yerlerde
Calvin, putperest filozofların dinsel gerçeğin temel ilkeleri konusunda yaptıkları ayırımı
çoğunlukla kabul etmektedir. Krş. I. iii. 1; 1:v.3. Kutsal Yazı’nın dışındaki kaynaklarda ve
doğal insanda bulunan gerçeğe sıcak bakarken, birbiriyle uyum içinde olmayan (en iyi
temsilcisinin Duns Scotus olduğu) iki kavrama dair hiçbir düşüncemizin olmadığı
belirtilmelidir. Daha çok onun, Tanrı vergisi gerçek konusuna bakışı iki zeminde ortaya
çıkmaktadır. Birincisi, sadece geçici ve dünyasal işlerin değeridir. Calvin filozoflar, “olayların
bütününü” yani insan Tanrı’ya tapsın diye dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığını, yine de her
birinin gerçeğin birazını görebildiğini söyleyen Lactantius’la aynı görüştedir. Đskenderiyeli
Clemens’in açıklamasına göre, felsefe olguların doğasını araştırırken, felsefenin gerçeği,
“Rab’bin söylediği gerçektir: ‘Gerçek benim.’” Calvin, Comm. Titus 1:12’de, gerçeği günahlı
insanlar bile söylese Tanrı’dan geldiğini söylemektedir.
144
bir şeyi övgüye değer ya da soylu diye kabul eder miyiz? Böylesine büyük bir nankörlükten
utanalım. Putperest şairler bile bu nankörlüğe düşmemişlerdir, çünkü felsefeyi, hukuku ve
bütün yararlı sanatları tanrıların icat ettiğini kabul etmişlerdir. Kutsal Yazı’nın “doğal kişi”
dediği [1Ko. 2:14] bu insanlar aslında zekiydi ve araştırmalarında bayağı şeylerin içyüzünü
anlıyorlardı. Đnsan doğasının gerçek iyiliği daha sonra yozlaşmış olsa bile, onların örneğine
bakarak RAB’bin ona ne armağanlar bıraktığını öğrenelim.
16. Đnsanın sanatta ve bilimde yetkinliğini de Tanrı’nın Ruh’u sağlar
Bu arada Tanrı’nın Ruhu’nun en mükemmel yararlarını unutmamalıyız. O, insanlığın
ortak iyiliği için bunları istediği herkese dağıtır. Buluşma Çadırını inşası için gereken anlayış
ve bilgiyi Tanrı’nın Ruhu, Besalel’le Oholiav’a damla damla akıtmalıydı [Çık. 31:2-11;
35:30-35]. Đnsan yaşamında her şeye dair en mükemmel bilginin bize Tanrı’nın Ruhu
aracılığıyla iletildiğinin söylenmesi tuhaf değildir. Tanrı’dan tümüyle uzaklaşmış olan
dinsizlerin Ruh’la ne işi olur, diye sormanın mantığı yoktur. Bizi, Tanrı’nın tapınağı unvanını
vererek kutsayan Ruh’tan söz edilirken [1Ko. 3:16] Tanrı’nın Ruhu’nun sadece imanlılarda
konut kurduğu [Rom. 8:9] ifadesini anlamalıyız. Yine de insan aynı ruhun gücüyle dolmakta,
hareket etmekte ve her şeye ivme kazandırmaktadır. Yaratılış yasasıyla herkese bahşettiği
karaktere göre bunu yapmaktadır. Ama tanrısızların çalışmasının ve hizmetinin fizik,
diyalektik, matematik ve benzeri disiplinlerde bize yardımcı olmasını Rab istiyorsa bu
yardımdan yararlanalım. Tanrı’nın bu sanatlarda karşılıksız sunduğu armağanı görmezden
gelirsek, tembelliğimiz yüzünden adil bir cezanın acısını çekmeliyiz. Đnsanın gerçekten
kutsandığını kimse düşünmesin diye [Krş. Kol. 2:8], bu dünyanın temel ilkelerindeki gerçeği
anlaması için birinin önemli bir güce sahip olduğuna inanıldığında, ardından gelen anlayışla
birlikte bütün bu anlama kapasitesinin altında gerçeğin sağlam bir temeli yoksa Tanrı’nın
gözünde istikrarsız ve geçici bir şey olduğunu hemen eklemeliyiz. Augustinus en büyük
gerçekle ilgili olarak, Düşüş’ten sonra insanın elinden karşılıksız armağanları alındığı gibi,
geriye kalan doğal armağanların da bozulduğunu öğretmektedir. Söylediğimiz gibi,
Hükümlerin Efendisi ve Skolastikler27 bu konuda onun görüşünü kabul etmek zorunda
kalmaktadırlar. Tanrı’dan geldiği için, armağanlar kendi başına kirlenemezdi. Ama kirlenmiş
insan için bu armağanlar artık pak değildi ve armağanlarından ötürü asla övgü alamazdı.
17. 12-16’nın özeti
Özetlersek: Bütün insan ırkında aklın doğamıza uygun olduğunu görüyoruz; vahşi
hayvanların sahip olduğu duyguların onları cansız varlıklardan farklı kılması gibi, akıl da bizi
vahşi hayvanlardan ayırıyor. Bazıları akılsız ya da aptal doğduğu için, bu kusur Tanrı’nın
genel lütfunu karanlığa gömmüyor. Tersine, bu manzara, içimizde kalmış olanı Tanrı’nın
şefkatine bağlamamız gerektiği yolunda bizi uyarıyor. Tanrı bizi esirgemiş olmasaydı
düşüşümüz bütün doğamızın mahvına yol açardı. Bazılarının aklı üstündür, bazıları
yargılamakta üstündür; bazılarının zekâsı ise şu ya da bu sanatı öğrenmeye daha çok hazırdır.
Hiç kimse, Tanrı’nın düpedüz cömertliğinden akan şeylerin kendisine ait olduğunu iddia
etmesin diye Tanrı, bu çeşitliliğin içinde bize lütufta bulunmaktadır. Biri, diğerinden neden
daha mükemmeldir? Birçoğunun yanından geçip giden, hiç kimseye bağlı olmadığını ilan
eden Tanrı’nın özel lütfunun sıradan bir doğada sergilenmesi değil midir bu? Bundan başka
Tanrı, herkese çağrısına göre özel faaliyetler esinlemektedir. Bunun birçok örneği Hâkimler
Kitabı’nda görülmektedir. Burada RAB’bin Ruhu’nun halkı yönetmeye çağırdığı insanları
yönlendirdiği söylenir [6:34]. Kısacası, her olağanüstü durumda özel bir itici güç vardır. Bu
nedenle, “Tanrı’nın isteklendirdiği yiğitler” Saul’e eşlik etmişlerdir [1Sa. 10:26]. Saul’un kral
olarak kutsandığı önceden belirtildiğinde Samuel, “RAB’bin Ruhu senin üzerine güçlü bir
27
Lombard, Sentences II. xxv. 8. Buraya “et scholastici”yi ekleyerek Calvin, Lombard’ın Sentences’ı üzerine
Skolastiklerin yazdığı çok sayıda yoruma göndermede bulunmaktadır.
145
biçimde inecek…başka bir kişiliğe bürüneceksin” demiştir [1Sa. 10:6]. Daha sonra Davut
için, “O günden başlayarak RAB’bin Ruhu onun üzerine güçlü bir biçimde indi” [1Sa. 16:13]
denmesi gibi, bu devlet yönetiminin bütününe kadar uzanmaktadır. Başka yerlerde de benzer
davranışlar konusunda aynı şey öğretilmektedir. Homeros bile, insanların her birinin doğal
yeteneğinin sadece Jupiter’in bahşettiği şekilde üstün olmadığını, “Jupiter’in her gün onlara
yol gösterdiği” söylemektedir. Bir zamanlar özellikle zeki ve becerikli olan insanlar
aptallaştıklarında insanların zihinlerinin Tanrı’nın elinde ve iradesinde olduğunu deneyim
tabii ki gösteriyor. Öyle ki, Tanrı onları her an yönlendiriyor. Bu nedenle, “Güvenilir
danışmanları susturur [Krş. Eyü. 12:20], yolu izi belirsiz bir çölde dolaştırır onları” [Eyü.
12:24; Krş. Mez. 107:40] denir. Bu çeşitliliğin içinde, bütün insan ırkını diğer yaratıklardan
farklı kılan Tanrı’nın suretinin arta kalan izlerini hala görmekteyiz.
(Ama biz yeniden doğuncaya kadar hiç ruhsal farkındalık yoktur, 18-21)
18. Anlayışımızın sınırları
Artık insan aklının Tanrı’nın Krallığı ve ruhsal kavrayış konusunda neyin ayırımına
vardığını analiz edebiliriz. Bu ruhsal kavrayış başlıca üç unsur içermektedir: (1) Tanrı’yı
bilme; (2), kurtuluşumuzu kapsayan, bize duyduğu babaca şefkatini bilme; (3) yasasındaki
kurala göre yaşamımızı nasıl bir çerçeveye oturtacağımızı bilme. Đlk iki noktada –özellikle de
ikincisinde- en büyük dehalar kör sıçanlardan daha da kördür! Felsefecilerin şurada burada
yazdıkları Tanrı hakkındaki uzmanca ve yerinde anlatımlarının okunabildiğini kuşkusuz
yadsıyamam ama her zaman burada, baş döndürücü bir hayal gücü görülmektedir. Yukarıda
belirtildiği üzere, dinsizliklerini bilgisizlik kisvesi altında saklamasınlar diye RAB gerçekten
de onlara tanrısallığını biraz tattırmıştır.28 Kimi zaman da onları, düzelecekleri bazı itirafları
telaffuz etmeye zorlamıştır. Ama onlar olaylara öyle bakmışlardı ki, bu bakışları onları
gerçeğe yönlendirmemişti, gerçeğe pek ulaşamayacak duruma gelmişlerdi! Gece tarladan
geçerken şimşek çaktığında bir an her yeri gören ama görüntü hızla yok olduğu için, - onun
yardımıyla yolunu bulmak şöyle dursun- tek bir adım bile atamadan gecenin karanlığına
gömülen yolcuya benzerler. Ayrıca, kitaplarına şans eseri gerçeğin damlacıkları serpilmiş olsa
bile, ne kadar korkunç yalanlarla kirlenmişlerdir! Kısacası, Tanrı’nın bize yardımının
güvencesini hiç hissetmemişlerdir (bu yardım olmazsa insan anlayışını sadece sınırsız
şaşkınlık doldurabilir). Đnsan aklı, gerçek Tanrı’nın kim olduğu ya da bize karşı nasıl bir Tanrı
olmak istediği gerçeğine ne yaklaşır, ne onun için çaba gösterir, ne de dosdoğru onu hedefler.
19. Yuhanna 1:4-5’de belirtilen insanın ruhsal körlüğü
Kendimizi kavramamızla ilgili yanlış görüş bizi sarhoş eder. Bu nedenle de tanrısal
konularda bunun son derece düşüncesizlik ve aptallık olduğunu kabul etmeye hiç gönüllü
değildirler. Bu gerçeği akıldan çok, Kutsal Yazı’nın tanıklığıyla kanıtlamanın daha etkili
olacağına inanıyorum. Daha önce alıntı yaptığım bir parçada Yuhanna bunu çok güzel
öğretmektedir29, şunları yazar: “Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta
parlar. Karanlık onu alt edemedi” [Yu. 1:4-5]. Yuhanna, Tanrı’nın ışığının parlaklığının
insanın canını, azda olsa parıltısız ya da en azından kıvılcımsız asla kalamayacağı kadar
aydınlattığını ama bu aydınlığa rağmen Tanrı’yı anlayamadığını belirtmektedir. Neden
böyledir? Çünkü Tanrı bilgisi söz konusu olduğunda insanın zihninin keskinliği körelir. Ruh,
insanlara “karanlık” derken ruhsal anlayış yeteneğini onlardan esirger. Bu nedenle Pavlus,
Mesih’e kucak açan imanlıların için, “Onlar ne kandan, ne bedenden ne de insan isteğinden
doğdular; tersine Tanrı’dan doğdular” demektedir [Yu. 1:13]. Bu, şu demektir: Benlik,
Tanrı’nın Ruhu’yla aydınlanmazsa Tanrı’yı ve neyin Tanrı’dan olduğunu anlayacak kadar
28
29
I. iii. 1, 3.
I. xvii. 2
146
yüce bir bilgeliğe yatkın değildir. Mesih’in tanıklık ettiği gibi, Petrus’un O’nu tanıması
Baba’nın özel bir vahyiydi [Mat. 16:17]
20. Đnsanın Tanrı’yı bilmesi, Tanrı’nın işidir
Göksel Baba’mızın, yenileyen Ruhu’yla [Krş. Tit. 3:4-6] seçilmişlerine bahşettiği her
şeyden –tartışma götürmeyecek bir gerçek- doğamızın yoksun olduğuna inansaydık, burada
kuşku duyma fırsatımız olmazdı! Peygambere göre, imanlı halk şöyle demektedir: “Çünkü
yaşam kaynağı sensin, senin ışığınla aydınlanırız” [Mez. 39:9]. Elçi, “Kutsal Ruh’un aracılığı
olmaksızın kimse ‘Đsa Rab’dir’ diyemez” dediğinde aynı şekilde tanıklık etmektedir [1Ko.
12:3]. Vaftizci Yahya, öğrencilerinin şaşkınlığını görünce, “Đnsan kendisine gökten
verilmedikçe hiçbir şey alamaz” diye haykırmıştır [Yu. 3:27]. Onun “armağan”dan, doğanın
sıradan bir bağışını değil, özel bir aydınlanmayı anladığı, kendisinden yararlanmayan
öğrencilerine Mesih’i övdüğü aynı sözlerle şikâyet etmesinden bellidir. “Rab, Ruhu
aracılığıyla anlayış vermezse benim sözlerimin Tanrısal konuları insanların zihnine aşılama
gücü olmadığını görüyorum” der. Musa bile unutkanlıkları için halkı azarlarken, aynı
zamanda da Tanrı’nın sırları konusunda hiç kimsenin O armağan etmezse bilge olamayacağını
belirtiyor. “Büyük denemeleri, belirtileri, o büyük ve şaşılası işleri gözlerinizle gördünüz. Ne
var ki, RAB bugüne dek size kavrayan yürek, gören göz, duyan kulak vermedi” diyor [Yas.
29:3-4] Tanrı’nın işlerini düşünme tarzımızda “taş” olduğumuzu söylediyse daha fazla ne
diyebilirdi? Bu nedenle RAB, eşsiz bir lütufta bulunarak, peygamber aracılığıyla
Đsrailoğullarına, Kendisinin RAB olduğunu anlayacak bir yürek vermeyi vaat ediyor.
Kuşkusuz bu, Tanrı aydınlattığı sürece insan zihninin ruhsal bir bilge olacağı anlamına
geliyor.
Mesih, “Beni gönderen Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez”
[Yu. 6:44] dediğinde bunu Kendi sözleriyle daha net onaylamıştır. Neden? O, Baba’nın
yüceliğinin tüm görkemiyle açıklandığı [Krş. Đbr. 1:3] yaşayan görünümü değil mi [Krş.
1:15]? Tanrı’yı tanıma kapasitemizi Mesih, görünümü açıkça önümüzde sergilendiğinde bile
görecek gözümüz olduğunu kabul etmemekten daha iyi açıklayamazdı. Neden? Mesih,
Baba’sının insanlardan istediğini açıklamak için yeryüzüne inmedi mi [Krş. Yu. 1:18]?
Görevini bağlılıkla yerine getirmedi mi? Böyle olduğu apaçıktır. Ruh, içimizdeki öğretmen
olarak zihnimize yol göstermezse O’nu vaaz etmekle hiçbir şey başarılmaz. Ancak O’nu işiten
ve Baba’nın öğrettiği insanlar O’na gelir. Bu nasıl bir işitme, nasıl bir öğretmedir? Tabii ki,
Ruh’un harika ve eşsiz gücüyle, duyalım diye kulaklarımızı ve anlayalım diye yüreklerimizi
geliştirdiğinde. Mesih, bunun yeni bir şey olmadığını belirtmek için Yeşaya’nın
peygamberliğinden alıntı yapmaktadır. Kilisenin yenilenmesini vaat ettiğinde sadece
kurtulmak için bir araya gelecek olanlar [Yşa. 54:7] Tanrı’nın öğrencileri olacaktır [Yu. 6:45;
Yşa. 54:13]. Şayet Tanrı seçilmişleriyle ilgili özel sözler söylüyorsa, dinsizlerin ve
kutsallıktan yoksun olanların da paylaşabileceği türde açıklama yapmadığı bellidir.
Bu durumda bize Tanrı’nın Krallığı’nın yolunun sadece, O’nun Kutsal Ruhu’yla
aydınlanarak zihni yenilenen kişiye açık olduğunu anlamak kalıyor. Yine de Pavlus bu
tartışmaya açıkça girerek hepsinden daha çok anlaşılır şekilde konuşuyor [1Ko. 1:18 vdd].
Đnsan aklının aptallığına ve boşluğuna hüküm vererek, sonunda da sıfıra indirgedikten sonra
[Krş. 1Ko. 1:13 vdd] şu sonuca varıyor: “Doğal kişi, Tanrı’nın Ruhu’yla ilgili gerçekleri
kabul etmez. Çünkü bunlar ona saçma gelir, ruhça değerlendirildikleri için bunları
anlayamaz” [1Ko. 2:14]. Pavlus, kime “doğal” diyor? Doğanın ışığına bağlı olan adama. Ben,
onun, Tanrı’nın ruhsal sırlarından hiçbir şey anlamadığını söylüyorum. Neden böyledir?
Tembelliğinden ötürü bunları ihmal ettiği için mi? Hayır, çaba gösterse bile, bunlar “ruhça
değerlendirildikleri için” hiçbir şey yapamaz. Bu ne demektir? Bu sırlar insanın kavrayışından
daha derinlere saklandığı için, sadece Ruh açıklığında göz önüne serilir. Tanrı’nın Ruhu
bunları aydınlatmadığında aptalca oldukları düşünülür. Yine de daha önce Pavlus, gözün,
147
kulağın ve zihnin kapasitesini “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıklarının” üzerine
çıkarmıştır [1Ko. 2:9]. Aslında insanın bilgeliğini zihnin Tanrı’yı görmesini engelleyen bir
örtüye benzetir. Öyleyse ne? Elçi, “Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi?”
diye duyurur [1Ko. 1:20]. Bunu, insanın Tanrı’yı ve Göklerdeki Krallığın sırlarının iç yüzünü
anlayabildiği keskin anlayışına mı bağlayacağız? Böyle bir delilik uzak olsun!
21. Ruh’un ışığı yoksa her şey karanlıktır
Burada Pavlus insanları yoksun bıraktığı şeyi başka bir yerde dua ederken sadece
Tanrı’ya atfeder. “Tanrı…ve Yücelikler Babası size bilgelik ve esin Ruhu versin” [Ef. 1:17,
Vg.]. Şimdi bilgeliğin ve esinin Tanrı’nın armağanı olduğunu duyuyorsunuz. Pavlus başka ne
diyor? “Zihninizin gözleri aydınlansın” [Ef. 1:18, Vg.]. Tabii ki, yeni bir esine ihtiyaçları
varsa, kendilerini görmezler. Sonra şöyle der: “ki, O’nun çağrısından doğan umudu öğrenin”
[Ef. 1:18]. Đnsanların zihninin, çağrıldıklarını bilecek kadar yeterince anlayışlı olmadığını
kabul eder.
Hiçbir Pelagius’çu burada, Tanrı, rehbersiz ulaşılamayan Sözü’nü öğreterek, insanın
anlayışını yönlendirdiğinde bu aptallığın ya da isterseniz, bilgisizliğin deyin, çaresini bulur
diye gevelemesin. Davut’un, istediği bütün bilgeliği içeren Yasası vardı; yine de bundan
hoşnut değildi. “Tanrı’nın yasasının sırlarını düşünmek” için gözlerinin açılmasını istiyordu
[Mez. 119:18, mealen]. Bu ifadeyle Davut, Tanrı’nın Sözü insanların üzerinde parlayınca
yeryüzünün üzerine güneş doğar ama “Işıklar Babası” denen [Yak. 1:17], onlara gözler
vermezse ya da gözlerini açmazsa insanların bundan yararlanmadığını açıkça söylemektedir.
Ruh’un aydınlatmadığı yerde her şey karanlıktır. Aynı şekilde, öğretmenlerin en iyisi, elçileri
gerektiği gibi dolu dolu eğitmiştir. Yine de, daha önce duymuş oldukları bu öğretiş konusunda
zihinlerini açması için Ruh’a ihtiyaçları olmasaydı [Yu. 14:26], Mesih O’nu beklemelerini
buyurmazdı [Elç. 1:4]. Bizim Tanrı’da aradığımız şeyden yoksun olduğumuzu kabul
ediyorsak ve O, vaatte bulunarak bundan yoksun olduğumuzu kanıtlıyorsa, hiç kimse, ancak
Tanrı’nın lütfu kendisini aydınlattığı için O’nun sırlarını anlayabildiğini itiraf etmekte
tereddüt etmesin. Kendine daha çok anlayış atfeden kişi daha çok kördür, çünkü kendi
körlüğünü bilmemektedir.
(Günah bilgisizlikten farklıdır [Platon’a karşı] ama yanılma günaha yol açabilir, 2225)
22. Đnsanın elinde bulunan Tanrı’nın iradesinin kanıtı insanı bağışlatmaz ama doğru
bilgi de vermez
Geriye ruhsal kavrayışın üçüncü yanı kalıyor. Bu, doğru bir yaşam sürdürme kuralını
bilmektir. Buna biz doğru olarak, “doğruluğun işlerinin bilgisi” diyoruz. Kimi kez insan zihni
bunda, yüce şeylerdekinden daha ileri görünür. Elçi şu tanıklıkta bulunmaktadır: “Yasaları
olmayan öteki uluslar yasadaki işleri yaptıklarında kendi yasalarını koymuş olurlar…ve
yasadaki işin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları da buna tanıklık eder.
Düşünceleriyse onları ya kendi aralarında suçlar ya da Tanrı’nın yargısı önünde onları
savunur” [Rom. 2:14-14, mealen]. Doğaları gereği öteki ulusların, doğruluğu zihinlerine
yazan bir yasası varsa, yaşam konusunda son derece kör olduklarını elbette söyleyemeyiz.
Doğal yasanın bir insanı doğru davranma standardında yeterince eğitmesinden daha yaygın
bir şey yoktur (elçi burada bundan söz etmektedir). Yine de insanlara hangi amaçla bu yasa
bilgisinin bahşedildiğini düşünelim. Yasa, aklın hedefine doğru onlara ne kadar öncülük
edebilirse gerçek hemen ortaya çıkacaktır. Eğer bağlamına dikkat edersek, Pavlus’un
sözlerinden de bu bellidir. Az önce yasada suç işleyenlerin yasayla yargılanacağını, yasa
olmadan suç işleyenlerin yasa olmadan mahvolacağını söylemişti. Daha önce hüküm
verilmeden öteki ulusların mahvolması saçma geleceği için Pavlus, onlar için vicdanın,
yasanın yerini aldığını hemen eklemektedir; doğal yasanın amacı insanı bağışlanmaz
148
kılmaktır. Şu, kötü bir tanım olmayacaktır: Doğal yasa, vicdanın haklıyla haksızı yeterince
ayırma algısıdır ve bu algı, insanlara kendi tanıklıklarıyla suçlu olduklarını kanıtladığında
bilgisizliği bahane edemezler. Đnsan kendine o kadar hoşgörülüdür ki, kötülük yaptığında
günah duygusundan başka bir şeyi, elinden geldiğince çabuk düşünebilir. Platon’un
(Protagoras’ta) sadece bilgisizliğimizden günah işlediğimizi düşünmek zorunda kalmasının
nedeni budur. Đnsanın ikiyüzlülüğü, zihnin Tanrı’nın gözündeki kötüyü anlamasını önlemek
için, günahların üzerini yeterince beceriyle örtebilseydi bu, yerinde bir anlatım olabilirdi.
Günahlı iyiyle kötü arasında yargıda bulunmak için içsel gücünden kaçınmaya çalışır. Yine de
sürekli olarak bu güce doğru çekilir. Zaman zaman gözlerini açmak istesin ya da istemesin
zorluk çekmeden günaha göz kırpmasına fazla izin verilmez. Bu nedenle insanın sadece
cahilliğinden ötürü günah işlediğini söylemek yanlıştır.
23. Đyi ve kötü yargısı, keyfe bağlı olduğu sürece net değildir
Çok daha doğru olarak Themistius, genel tanım ya da olayın özü konusunda anlama
yeteneğinin çok ender yanıldığını öğretmektedir; ama daha ileriye gittiğinde yani bu ilkeyi
özel durumlara uyguladığında bu, yanıltıcıdır. Genel soruya yanıt olarak, herkes adam
öldürmenin kötü olduğunu kabul edecektir. Ama düşmanını öldürmek için komplo kuran biri,
adam öldürmenin iyi olduğunu düşünür. Zina yapan biri genelde zinayı mahkûm edecektir
ama kendi yaptığı zinadan gizlice gururlanacaktır. Đnsanın bilgisizliği buradadır: iş özel bir
duruma geldiğinde, kendi koyduğu genel ilkeyi unutmaktadır. Bu konuda Augustinus, Mez.
57’nin ilk ayetini açıklarken ne demek istediğini güzelce ifade etmektedir.
Yine de Themistius’un kuralı sıra dışı değildir. Kimi zaman kötülük yapmanın
utanmazlığı vicdana baskı yapar. Öyle ki, insan, iyiliğin sahte olmayan görüntüsünden
etkilenerek, bilerek ve isteyerek hiç düşünmeden kötülüğe koşar. Zihnin buna yatkınlığı
nedeniyle, “Neyin iyi olduğunu görüyorum ve kabul ediyorum ama daha kötüsünün peşinden
gidiyorum” ifadesi ortaya çıkmıştır.30 Benim düşünceme göre, Aristoteles, kendini
tutamamayla ölçüsüzlük arasında çok akıllıca bir ayırım yapmıştır: “Kendini tutamamanın
hüküm sürdüğü yerde” der, “dengesiz zihinsel durum ya da tutku, zihni belli bir konudaki
bilgiden o kadar yoksun bırakır ki, benzer durumlarda genellikle ayrımına vardığı suçun
kötülüğünü fark edemez; kafa karışıklığı hafiflediğinde tekrar hemen tövbe eder. Yine de
günahın bilincinde olmak ölçüsüzlüğü bastırmaz ya da yok etmez. Tam tersine alışkanlık
edindiği kötülüğü tercih etmekte inatla direnir.”
24. Đnsan bilgisi Yasa’nın birinci levhası konusunda tümüyle, ikinci levhadaysa kritik
durumlarda başarısız olur
Evrensel bir yasanın iyiyle kötü arasında ayırım yaptığını duyduğunuzda her açıdan
sağlıklı olduğunu düşünmeyin. Đnsanların, bilgisizliği bahane etmesinler diye, yüreğine
haklıyla haksızı ayırma yeteneği aşılandıysa bunun gerekli sonucu tek tek örneklerde gerçeğin
ayrımına varmak değildir. Anlayışları, kaçmayı imkânsız duruma getirecek kadar artarsa,
hatta vicdanlarının tanıklığında kendilerini suçlu bularak Tanrı’nın yargı kürsüsü önünde
titremeye başlarlarsa bu yeter de artar bile. Aklımızı Tanrı’nın yasasıyla, yetkin doğruluk
örneğiyle ölçmek istersek, ne kadar kör olduğunu görürüz! Birinci Levha’nın, Tanrı’ya iman
etmek, O’nun yetkinliğini ve doğruluğunu övmek, adını çağırmak, Şabat’a gerçekten uymak
gibi [Çık. 20:3-17] belli başlı noktalarına elbette tamamıyla itaat etmez. Hangi can doğal
algıya dayanarak, Tanrı’ya yasaya uygun tapınmanın bunları ve benzer konuları içerdiğinden
kuşkulanmıştır? Kutsal olmayan insanlar Tanrı’ya tapınmak istediklerinde, boş
konuşmalarından yüz kez vazgeçseler de bir kez daha bunlara kayarlar. Đçten bir niyet eşlik
30
“Video meliora proboque, deteriora sequor” Ovid, Metamorphoses VII. 20, Medea’nın
konuşmasından.
149
etmedikçe Tanrı’nın kurbanlardan hoşnut olmadığını tabii ki, kabul ederler. Bununla, Tanrı’ya
ruhsal tapınma konusunda bir kanı sahibi olduklarını, yine de asılsız düşüncelerle bunu hemen
saptırdıklarını kanıtlamaktalar. Yasanın, tapınmayla ilgili buyruğunun gerçek olduğuna hiç
inanamamışlardır. O zaman ne kendi başına bilge olabilen ne de uyarılara dikkat edebilen
zihnin farkındalıkta üstün olduğunu mu söyleyeceğim?
Đnsanlar Đkinci Levha’daki kuralları [Çık. 20:12 vdd] bir şekilde daha iyi anlıyorlar,
çünkü bu sivil toplumlarının korunmasıyla daha yakından ilgili. Ne var ki, burada bile insan
kimi kez dayanamadığını keşfediyor. En yetkin yaratılıştaki insan, giderek zorbalığa dönüşen
adaletsiz bir egemenliğe dayanmayı son derece anlamsız buluyor, keşke bir şekilde ondan
kurtulabilse. Đnsan aklının genelde yargısı şudur: Onurdan yoksun, köle olan insanın özelliği
sabırla buna katlanmaktır; onurlu ve özgür doğmuş insan bunu sarsmalıdır. Filozoflar da
yaraların acısını çıkarmanın suç olduğunu düşünmüyorlar. Ama RAB giderek artan bu kibri
mahkûm ediyor ve halkına, insanların gözünde utanç verici olan sabrı emrediyor. Ama yasaya
itaatimizde şehvetimizi hiç hesaba katmıyoruz. Doğal insan tutku hastalığını kabul etmeye
yönelmeyi kabul etmiyor. Doğanın ışığı, doğal insan dipsiz kuyuya daha inmeden önce
sönüyor. Filozoflar, zihnin aşırı kışkırtmalarına “ahlaksızlık” yaftası yapıştırırken, dışsal olan
ve daha kötü belirtilerle dışa vurulanlardan söz ediyorlar. Zihni tatlı tatlı gıdıklayan kötü
arzuları hesaba katmıyorlar.
25. Yolumuzu şaşırmayalım diye Kutsal Ruh’a her gün ihtiyacımız vardır
Platon’u, bütün günahları bilgisizliğe bağladığı için hak ettiği şekilde yukarıda
eleştirdiğimiz gibi, bütün günahlarda kasıtlı bir kötülük ve ahlaksızlık bulunduğunu öne
sürenlerin görüşlerini de çürütmeliyiz. Đyi niyetimize rağmen ne kadar sık düştüğümüzü
hepimiz tecrübelerimizle biliyoruz. Çeşitli aldanmaların karşısında aklımızın yenilmesi, bu
kadar engelin karşısında birçok yanılgıya ve düş kırıklığına boyun eğmesi, bu kadar çok
zorluk çekmesi bizi doğruya götürmekten uzaktır. Nitekim Pavlus, “herhangi bir şeyi kendi
başarımız olarak saymaya yeterli” olduğumuzu kabul etmediğinde [2Ko. 3:5], Rab’bin
gözünde aklın, yaşamın her yönünde boş olduğunu göstermektedir. Pavlus, iradeden ya da
duygulardan söz etmiyor; ama bir şeyi doğru yapmanın aklımıza nasıl geldiğini düşünebilme
yeteneğini bile elimizden alıyor. Gayretimiz, kavrayışımız, anlayışımız ve dikkatimiz o kadar
mı bozuldu da biz Tanrı’nın gözünde doğru olan hiçbir şeyi tasarlayamıyoruz ya da
hazırlayamıyoruz? Bunun bize çok güç gelmesi tuhaf değil. Biz, hepsinden daha değerli bir
armağan saydığımız aklın algılamasından yoksun kalmak için kendimize isteyerek eziyet
çektiriyoruz. Ama “bilgelerin düşüncelerinin boş olduğunu bilen” [1Ko. 3:20; Krş. Mez.
94:11] ve “insanın aklının, fikrinin hep kötülükte” [Yar. 6:5] olduğunu açıkça duyuran Kutsal
Ruh’a böylesi en uygun geliyor. Doğamızın algıladığı, harekete geçtiği, üstlendiği ve çaba
gösterdiği şey her zaman kötüyse sadece kutsallığı ve doğruluğu kabul eden Tanrı’yı hoşnut
eden bir iş nasıl oluyor da aklımıza gelebiliyor?
Bu durumda aklımızdaki nedenin, ne olursa olsun acıklı şekilde batıla boyun eğdiğini
görebiliyoruz. Davut, Tanrı’nın buyruklarını doğru öğrensin diye kendisine anlayış verilmesi
için dua ederken bu güçsüzlüğün farkındaydı [Mez. 119:34]. Yeni bir anlayış edinmeyi
isterken doğasının bunun için yeterli olmadığını söylüyor. Tek bir mezmurda bir kez değil,
neredeyse on kez aynı duayı tekrarlıyor [Mez. 119:12, 18, 19, 26, 33, 64, 68, 73, 124, 125,
135, 169]. Bu tekrarlamayla, onu böyle dua etmeye zorlayan gerekliliğin ne kadar büyük
olduğu izlenimini uyandırıyor. Davut’un sadece kendi için istediğini Pavlus, genelde kilise
için yakarmayı alışkanlık edinmişti. “Sizler için dua etmekten, tam bir bilgelik ve ruhsal
anlayışla Tanrı’nın isteğini bütünüyle bilmenizi dilemekten geri kalmadık” [Kol. 1:9; Krş.
Flp. 1:9]. Yine de bunun Tanrı’dan gelen bir iyilik olduğunu her açıklayışında, aynı zamanda
da insanın yeteneği dâhilinde yer almadığına tanıklık ettiğini unutmayalım. Ne var ki,
Augustinus, aklın Tanrı’nın işlerini anlamadaki bu yeteneksizliğini kabul eder. Aklımız için
150
aydınlanma lütfunun, gözlerimiz için güneş ışığından daha az gerekli olmadığına inanır.
Bununla da yetinmeyerek şu düzeltmeyi ekler. Işığı görmek için gözlerimizi biz açmalıyız
ama aklın gözleri Rab açmazsa kapalı kalır. Kutsal Yazı da bize, ancak bir gün aklımızın
aydınlanacağını ve bundan sonra kendini görebileceğini öğretmemektedir. Pavlus’tan az önce
yaptığım alıntıda sürekli ilerlemeden ve bunun sürekli artmasından söz ediliyor. Davut bunu
uygun şekilde şu sözlerle anlatıyor: “Bütün yüreğimle sana yöneliyorum, izin verme
buyruklarından sapmama” [Mez. 119:10]. Davut yeniden doğmuş ve gerçek Tanrı’ya
bağlılıkta hiç de azımsanmayacak bir yol kat etmiş olsa da, kendisine bahşedilmiş olan bilgide
gerilemesin diye, her an sürekli yönlendirilmeye ihtiyacı olduğunu kabul ediyor. Bu nedenle
başka bir yerde, kendi suçu nedeniyle kaybolan doğru ruhun yeniden verilmesi için dua ediyor
[Mez. 51:10]. Çünkü başlangıçta verdiği ama bir süre sonra bizden aldığı şeyi yeniden vermek
Tanrı’nın işidir.
(Đnsanın iyi olanı istemedeki yeteneksizliği, 26-27)
26. “Đyi” ve “kabul edilebilir” olana ayrım gözetmeden bakan doğal içgüdünün
özgürlükle ilgisi yoktur
Şimdi karar verme özgürlüğünün özellikle bağlı olduğu iradeyi incelemeliyiz: Seçim
yapmanın, anlayışın alanından çok iradenin alanına girdiğini daha önce gördük.31 Öncelikle,
filozoflar her şeyin doğal içgüdüyle iyiyi aradığını öğretiyorlar ve bu görüş genelde kabul
görüyor. Ama bu öğretişin insan iradesinin doğruluğuyla ilişkisi olduğunu sanmayalım. Özgür
seçim gücünün tutkuda aranmaması gerektiğine bakalım. Tutku, zihnin uzun uzadıya
düşünmesinden çok doğal eğilimden kaynaklanır. Skolastikler bile akıl ancak alternatif
olasılıkları göz önünde tuttuğunda özgür iradenin etkin olduğunu kabul etmektedir. Bununla,
tutku nesnesinin seçime tabi olması ve seçim yolu açılmadan önce düşünmek gerektiğini
söylemek istiyorlar. Aslında insanın iyi olana karşı bu doğal arzusunun karakterini
düşünürseniz, hayvanlarla ortak olduğunu görürsünüz. Onlar da kendi gönençlerini arar ve
duyularını harekete geçirebilen iyi bir şey ortaya çıktığında bunun ardından gider. Ama insan,
aklıyla seçim yapmamakta ve ölümsüz doğasının yetkinliğine göre, kendisi için gerçekten iyi
olanın gayretle peşinden gitmemektedir; düşünürken aklını kullanmamakta ve zihni de buna
eğilmemektedir. Daha çok, aklını kullanmadan ve düşünmeden hayvan gibi doğasının
eğilimini izlemektedir. Đnsanın, doğasının itici gücüyle iyi olanı aramaya yönelmesinin ya da
yönelmemesinin iradenin özgürlüğüyle ilgisi yoktur. Tersine, gereken şudur: Doğru bir akılla
iyinin ayrımına varması, bunu bilerek seçmesi, seçtikten sonra ardınca gitmesi.
Hiçbir okur kuşku içinde kalmasın diye, bunun iki şekilde yanlış yorumlandığı
konusunda uyarıda bulunmalıyız. Burada “tutku”, iradeyi harekete geçiren güç değil, daha
çok doğanın eğilimi anlamındadır. “iyi”yse erdeme ya da adalete değil, insanın işleri rast
gittiğinde olduğu gibi, bir duruma göndermede bulunmaktadır. Özetlersek, insan iyi olanın
ardınca gitmeyi ne kadar çok arzu etse de, gitmez. Sonsuza kadar kutsanmaktan hoşnut
olmayan hiç kimse yoktur, yine de Kutsal Ruh’un itici gücü yoksa kimse bunu istemez.
Đnsanlar için doğal olan gönenç arzusunun kanıtladığı iradenin özgürlüğü, metallerin ve
taşların, özlerinin mükemmelliğine eğilimli olmasının bu mükemmelliği kanıtlamasından
daha çok değildir. Bu durumda başka açılardan da, iradenin her yanıyla kötülükten başka bir
şey vücuda getiremeyecek kadar derinden kirlenerek bozulup bozulmadığını ya da iyi
arzuların doğabildiği bozulmamış bir yanının kalıp kalmadığını incelemeliyiz.
27. Kutsal Ruh olmadan irademiz iyi olanı arzu edemez
Öte yandan bizim etkin şekilde istememizi Tanrı’nın ilk lütfuna bağlayanlar, canın iyi
olanı içinden gelerek arzu etme yetisine sahip olduğunu ama insanın, niyetinde sebat ederek
31
II. ii. 4
151
ortaya çıkmakta ya da çaba göstermekte çok zayıf olduğunu ima eder gibidir. Origenes’le
diğer bazı Antik Çağ yazarlarından alınan bu görüşü Skolastikler kuşkusuz kabul ediyorlar:
Đfade ettikleri gibi, genelde insanın “salt doğa” olduğunu düşünüyorlar. Bu durumda insan,
elçinin sözleriyle, “Đçimde iyiyi yapmaya istek var ama güç yok. Đstediğim iyi şeyi
yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum” [Rom. 7:18-19] diye tanımlanıyor. Ama
Pavlus’un burada savunduğu bütün görüşü yanılgıya düşerek saptırmaktalar. Pavlus
(Galatyalılar’da çok kısaca değindiği [5:17]) imanlıların bedenle ruh arasındaki çatışmada
sürekli yaşadıkları Hıristiyan’ın mücadelesini ele alıyor. Ama Ruh doğadan değil, yeniden
doğuştan gelmektedir. Üstelik elçinin yeniden doğanlardan söz ettiği açıktır, çünkü insanın
içinde iyi olan hiçbir şeyin bulunmadığını söylediğinde benliğinden söz ettiği açıklamasını
ekliyor [Rom. 7:18]. Kötülük yapanın kendisi değil, içinde yaşayan günah olduğunu ilan
ediyor [Rom. 7:20]. Şu düzeltmeyle ne demek istiyor? “Đçimde, yani benliğimde” [Rom.
7:18]? Sanki şöyle diyor: “Đyilik bende yaşamaz, çünkü benliğimde iyi olan hiçbir şey yok.”
Bunun ardından şu mazeret geliyor: “Bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır”
[Rom. 7:20]. Bu mazeret ancak canının büyük bölümüyle iyiliğe yatkın olan yeniden doğan
kişiler için geçerlidir. Şimdi eklenen sonuç bütün konuyu çok iyi açıklamaktadır: “Đç
varlığımda Tanrı’nın Yasası’ndan zevk alıyorum. Ama bedenimin üyelerinde bambaşka bir
yasa görüyorum. Bu da aklımın onayladığı yasaya karşı savaşıyor” [Rom. 7:22-23]. Tanrı’nın
Ruhu’yla yeniden doğmuş ama içinde bedeninin kalıntılarını taşıyan insandan başka kim
kendisiyle bu kadar çekişirdi? Augustinus, bir zamanlar bu parçanın insan doğasıyla ilgili
olduğunu düşünse de, daha sonra yorumunu yanlış ve yersiz diye geri almıştır. Ancak
insanların lütuftan ayrı olarak içlerinde (az da olsa) iyiliği harekete geçiren güçler olduğu
görüşünü kabul edersek, kavrama yeteneğimizin olduğunu bile kabul etmeyen elçiye [2Ko.
3:5] ne yanıt vereceğiz? Musa aracılığıyla insanın aklının fikrinin hep kötülükte olduğunu ilan
eden RAB’be [Yar. 8:21] ne yanıt vereceğiz? Tek bir parçayı bile yanlış yorumlayarak
sürçtükleri için, görüşlerinin üzerinde durmamız için bir neden yoktur. Tam tersine, Mesih’in
söylediğine değer verelim: “Günah işleyen herkes günahın kölesidir” [Yu. 8:34]. Doğal olarak
hepimiz günahlıyız; bu nedenle günahın boyunduruğu altındayız. Ama bütün insanlar günahın
gücünün altındaysa, günahın başlıca yeri olan iradenin elbette en kalın iplerle bağlanması
gerekmektedir. Şayet irade Ruh’un lütfundan üstün olsaydı, Pavlus’un “Kendisini hoşnut
edeni hem istemeniz hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13] sözünün
anlamı olmazdı. Birçoğunun gevelediği bütün bu “hazırlık” uzak olsun! Davut’un birçok
parçada yaptığı gibi, zaman zaman imanlılar yüreklerinin Tanrı’nın yasasına itaate uygun
olmasını isteseler bile, dua etme arzusunun Tanrı’dan geldiğine de dikkat etmeliyiz. Davut’un
sözlerinden bunu çıkarabiliriz. Kendisine temiz bir yürek verilmesini istediğinde [Mez.
51:10], bunun yaratılmasının başlangıcının payesini kendisine elbette vermemektedir. Bu
nedenle biz daha çok Augustinus’un sözlerine değer vermeliyiz: “Tanrı sendeki her şeyi
önceden gördü; şimdi sen onun gazabını –görebilecekken- önceden görüyor musun? Nasıl?
Bütün bunları Tanrı’dan aldığını kabul et; içinde iyi olan ne varsa O’ndandır; kötü olan ne
varsa sendendir.” Biraz sonra da, “Günahtan başka hiçbir şey bizim değildir” demektedir.
152
III. BÖLÜM
ĐNSANIN BOZULMUŞ DOĞASINDAN ANCAK LANETLĐ ĐŞLER ÇIKAR
(Đnsan doğası, zihnin ve iradenin tamamıyla yenilenmesini gerektirecek kadar
bozulmuştur, 1-5)
1. Đnsan bütünüyle benliktir
Ama insan, Kutsal Yazı’da belirtilen sıfatlarıyla kendini tanıtıyorsa, canının bu iki
yetisiyle daha iyi tanınmayabilir. Đnsan bütünüyle, Mesih’in (kolayca kanıtlanabildiği üzere),
“Bedenden doğan bedendir” [Yu. 3:6] sözleriyle resmediliyorsa insanın tümüyle zavallı bir
yaratık olduğu çok net görülmektedir. Elçinin tanıklık ettiği gibi, “Benliğe dayanan düşünce
ölüm, Ruh’a dayanan düşünceyse yaşam ve esenliktir. Çünkü benliğe dayanan düşünce
Tanrı’ya düşmandır; Tanrı’nın yasasına boyun eğmez, eğemez de…” [Rom. 8:6-7]. Benlik,
Tanrı’ya karşı kin beslemek isteyecek kadar yolundan sapmış da tanrısal yasanın adaletini
kabul edemiyor mu? Kısacası, ölümden başka bir durumu vücuda getiremiyor mu? Đnsan
doğasında benlikten başka bir şey olmadığını düşünün: Çıkarabiliyorsanız ondan iyi bir şey
çıkarın. Ama “benlik” sözcüğünün insanın canının yüksek yanına değil, sadece duyarlı yanına
ait olduğunu söyleyeceksiniz. Mesih’in ve elçilerin sözleri bunu tümüyle çürütüyor. Rab,
şöyle akıl yürütüyor: Đnsan, “beden” olduğu için [Yu. 3:6] yeniden doğmalıdır [Yu. 3:3]. Rab,
bize bedenin yeniden doğuşunu öğretmiyor. Can, sadece bir parçası yeniden biçimlenirse
değil, tamamıyla yenilendiğinde yeniden doğar. Đki ayette de ortaya koyulan antitez bunu
doğruluyor. Ruh, cana öylesine ters düşüyor ki, geriye, ikisinin ortasında bir şey kalmıyor. Bu
hesaba göre, insanda ruhsal olmayan şeye “bedensel” deniyor. Yine de, yenilenmenin dışında
Ruh’tan bir şey elde etmiyoruz. Doğadan elde ettiğimizse bedendir.
Ama Pavlus bu konuda bizi olası bir kuşkudan kurtarıyor. “Aldatıcı tutkularla
yozlaştığını” söylediği eski insanı tanımlayarak, “düşüncede ve ruhta yenilenmemizi” bize
buyuruyor [Ef. 4:22-23] Onun, yasaya uymayan kötü tutkuları sadece canın duyusal yanına
değil, zihne de yerleştirdiğini, bu nedenle düşüncenin yenilenmesini de istediğini
görüyorsunuz. Tabii ki, bir süre önce insan doğasının her yanının bozulmuşluğunu ve
sapmışlığını bize gösterdiği bir resim de çizmişti. Şöyle yazmaktadır: “Artık öteki uluslar gibi
boş düşüncelerle yaşamayın. Onların zihinleri karardı. Bilgisizlikleri ve yüreklerinin
duygusuzluğu yüzünden Tanrı’nın yaşamına duygusuzlaştılar” [Ef. 417-18]. Bu ifadenin,
Rab’bin, Kendi bilgeliğinin ve adaletinin doğruluğunu henüz yeniden biçimlendirmemiş
olduğu herkes için geçerli olduğundan en küçük bir kuşku yoktur. Đmanlılara, “Siz Mesih’i
böyle öğrenmediniz” öğüdünü vererek hemen eklediği karşılaştırmadan da bu bellidir.
Nitekim bu sözlerden, bizi bu körlükten ve bunun sonucundaki kötülüklerden kurtaracak tek
çarenin Mesih’in lütfu olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Yeşaya da, “Dünyayı karanlık, halkları
koyu karanlık örttüğünde” [Yşa. 60:2] kilisesi için “RAB, sonsuz ışık olacak” [Yşa. 60:19]
diye vaat ettiğinde, Mesih’in Krallığı konusunda peygamberlik etmişti. Burada kilisenin
üzerinde sadece Tanrı’nın ışığının doğacağına, gölgelerin ve körlüğün kilisenin dışında
kalacağına tanıklık etmektedir. Her yerde, özellikle Mezmurlar’da ve Peygamberlerde insanın
batıllığı konusunda anlatılanları tek tek anlatmayacağım. Davut’un, “Sıradan insan ancak bir
soluk, soylu insansa bir yalandır. Tartıya konduğunda ikisi birlikte soluktan hafiftir” [Mez.
62:9] sözü önemlidir. Đnsandan gelen bütün düşüncelerle akılsız, anlamsız, delice ve sapkın
diye alay edildiğinde şiddetli bir mızrak insanın anlayışını delip geçmektedir.
2. Đnsanın bozulmuşluğunun tanığı olarak Romalılar’ın 2. bölümü
Yüreğin bu bozulmuşluğuna, “her şeyden daha aldatıcı” denmesi [Yer. 17:9] hiç de
daha az ciddi değildir. Ama kısa yazmaya gayret ettiğim için, tek bir parçayla yetineceğim;
yine de bu, doğamızın bütün suretini göz önüne alabileceğimiz en net ayna olacaktır. Elçi,
insanlığın kibrini fırlatıp bir yana atmak istediğinde, şöyle tanıklık ederek bunu yapar:
153
“‘Doğru kimse yok, tek kişi bile yok. Tanrı’yı arayan yok. Hepsi saptı, tümü yararsız oldu,
iyilik eden yok, bir kişi bile’ [Mez. 1-3; 53: 1-3]. ‘Ağızları açık birer mezardır, dilleriyle
aldatırlar’ [Mez. 9:5]. ‘Engerek zehri var dudaklarının altında’ [Mez. 140:3]. ‘Ağızları lanet
ve acı sözle doludur’ [Mez. 10:7]. ‘Ayakları kan dökmeye seğirtir. Yıkım ve dert var
yollarında’ [Yşa. 50:7]. ‘Tanrı korkusu yoktur onlarda’” [Rom. 3:10-16]. Bu şimşek gibi
oklarla elçi belirli insanları değil, bütün Âdemoğulları soyunu azarlar. Şu ya da bu çağın
ahlaksız ölümlülerini yermez, doğamızdaki değişmeyen bozukluğu suçlar. Bu parçada niyeti,
insanları tövbe etsinler diye azarlamak değil, daha çok, sadece Tanrı’nın merhametinin onları
kurtarabileceği kaçınılmaz bir felakete uğramış olduklarını öğretmektir. Bu, doğamızın
çöküşüne ve yıkımına dayanmıyorsa kanıtlanamadığı için, elçi,
doğamızın iyice
kaybolduğunu kanıtlayan bu tanıklıklarda bulunmaktadır.
Şu konuda anlaşmaya varılsın: Đnsanlar, sadece gelenek bozulduğu için değil, doğaları
bozulduğu için de burada anlatıldığı gibidir. Elçinin akıl yürütme tarzı başka türlü
kanıtlanamaz: Rab’bin merhametinin dışında insanın başka bir kurtuluşu yoktur, çünkü insan
kaybolmuş ve yüzüstü bırakılmıştır [Rom. 3:23 vdd.]. Elçi, bu parçaları yanlış anlamış
görünmesin diye, bunların uygulanabilirliğini kanıtlamaya çalışmayacağım. Sanki bu
ifadelerde ilk bulunan Pavlus’muş, onları Peygamberlerden almamış gibi devam edeceğim.
Her şeyden önce elçi, insanın doğruluğunu yani dürüstlüğünü ve paklığını, sonra da anlayışını
elinden almaktadır [Rom. 3:10-11]. Aslında Tanrı’dan dönmek, bir anlayış kusurunun
kanıtıdır, çünkü bilgeliğin ilk adımı O’nu aramaktır. Bu kusur, Tanrı’dan ayrılmış olan
herkeste ister istemez görülmektedir. Elçi, herkesin gerilediğini ve adeta kötü olduğunu, iyilik
yapan kimsenin olmadığını eklemektedir. Sonra da –kötülüğün içinde gevşemelerine bir kez
izin verildiğinde- çok sayıda üyelerini kötüye kullandıkları utanmazca davranışlarını
eklemektedir. En sonunda da Tanrı korkusundan yoksun olduklarını duyurmaktadır.
Adımlarımız, O’nun egemenliğine yönelmelidir. Bunlar insan ırkının kalıtsal bağışlarıysa
doğamızda iyi bir şey aramak boşunadır. Aslında, her insanda bu kötü özelliklerin hepsinin
görüldüğünü kabul etmiyorum; yine de bu çok başlı yılanın herkesin sinesinde pusu
kurduğunu kimse inkâr edemez. Đçindeki hastalığın nedenini ve özünü beslediği sürece (acı
henüz yayılmamış olsa bile), bedene sağlıklı denemeyeceği gibi, canın da günah ateşiyle
yanarken sağlıklı olduğu düşünülmez. Yine de bu karşılaştırma her ayrıntısıyla uygun
değildir. Hasta bedende yine de biraz yaşama gücü kalır; ama ölümün bu dipsiz kuyusuna
atlayan can, sadece günah yüklü değildir, bütün iyiliklerden de tamamıyla yoksundur.
3. Tanrı’nın lütfu, arındırmadığı yerde kimi kez dizginler
Daha önce yanıtlanan neredeyse aynı soru şimdi yeniden aklımızı karıştırıyor. Her
çağda doğanın yol gösterdiği insanlar yaşamları boyunca erdem için çaba göstermişlerdir.
Ahlaksal davranışlarında birçok yanlış görülebilse de, aleyhlerinde konuşmayacağım. Aynı
dürüstlükle gösterdikleri çabalar doğalarında paklık bulunduğunun kanıtıdır. Đşlerle hak
etmeyi tartışırken, bu erdemlerin Tanrı’nın gözündeki değerini daha ayrıntılı ele alacağız.
Yine de şu andaki görüşümüzü açıklamamız gerektiği için, bu noktada bundan söz etmeliyiz.
Bu durumda bu örnekler, insanın doğasının tamamıyla bozulmuşluğuna karar vermemiz
konusunda bizi uyarıyor, çünkü bazı insanlar bunun teşvikiyle dikkate değer işlerde üstünlük
göstermekle kalmamışlar, yaşamları boyunca çok onurlu davranışlar göstermişlerdir. Ama
burada, doğanın bu bozulmuşluğunda Tanrı’nın lütfuna biraz yer olduğu aklımıza gelmelidir;
bu lütuf onu arındırmayacak ama içsel olarak dizginleyecektir. Rab, her insan tutkuları
yüzünden başkaldırsın diye, onun zihninin dizginlerini serbest bıraksaydı, Pavlus’un suçu
tümüyle doğada aradığı her kötülüğün [Mez. 14:3; Rom. 3:12] gerçekten insanın içinden
geldiğini göstermeyecek kimse kuşkusuz olmazdı.
Öyleyse ne? Siz kendinizi, “ayakları kan dökmeye seğirtenlerin” [Rom. 3:15], ellerine
soygun ve cinayet bulaşanların, “ağızları açık birer mezar olanların, dilleriyle aldatanların,
154
dudaklarından zehir akanların” [Rom. 3:13], işleri yararsız, kötü, çürük ve öldürücü olanların,
yüreklerinde Tanrı bulunmayanların, içlerinin derinliklerinde ahlaksızlık bulunanların,
gözlerini hilelere dikenlerin, düşünceleri yermeye istekli olanların –özetle, her yanlarıyla
sonsuz kötülükler işlemeye hazır olanların- [Rom. 3:10-18] sayısının dışında mı
tutuyorsunuz? Her can elçinin cesurca ilan ettiği bu iğrençliklere boyun eğiyorsa, Rab, insan
tutkusunun kendi eğilimine göre başıboş dolaşmasına izin verseydi ne olacağını elbette
görüyoruz. Hiçbir çılgın hayvan zapt edilmeyecek şekilde kudurmaz; hiçbir ırmak her ne
kadar hızlı ve şiddetli aksa da öyle delicesine sel gibi akmaz. RAB, seçtiklerinin bu
hastalıklarını az sonra açıklayacağımız tarzda tedavi eder. Bütün bunların korunması için,
denetim altına alınmalarının uygun olduğunu önceden gördüğünden, dizginlerinden kurtularak
boşanmasınlar diye diğerlerini, üzerlerine sadece birer yular fırlatarak dizginler. Bazıları –
çoğunlukla saf olmadıklarını saklamasalar bile- çeşitli iğrençliklere dalmaktan utanç
sayesinde, diğerleri de yasa korkusuyla dizginlenir. Yine de bazıları, dürüst bir yaşam tarzının
kazançlı olduğunu düşündüğü için, bir ölçüde bunu ister. Diğerleri, mükemmel oldukları için
başkalarının kendilerine itaat etmesini sağlamak amacıyla, kendilerini genelden üstün gösterir.
Bu durumda Tanrı, eyleme dökülmesin diye sağlayışı aracılığıyla doğanın sapkınlığına gem
vurur; ama onu içsel olarak paklamaz.
4. Dürüstlük Tanrı’nın armağanıdır; ama insan doğası bozulmuşluğunu korur
Ne var ki, sorun henüz çözülmemiştir. Ya Camillus’u Catiline’le bir tutmalıyız ya da
doğanın, özenle gayret edilirse iyilikten son derece yoksun olmadığını kanıtlayarak
Camillus’u örnek almalıyız.32 Nitekim ben, Camillus’un göz kamaştıran armağanlarının
Tanrı’nın armağanları ve kendi içlerinde değerlendirilirse bunların oldukça övgüye değer
olduğunu kabul ediyorum. Ama bunlar onun içindeki doğal iyiliği kanıtlamak için nasıl
kullanılacaktır? Onun düşüncesinden söz edip şöyle akıl yürütmeliyiz: Şayet doğal insanda
böyle üstün bir ahlak dürüstlüğü varsa insan doğasının erdem geliştirme yeteneğinden yoksun
olduğu şüphesiz mi? Ama düşünce kötü ve çarpık olsa bile dürüstlükten başka bir şeyin
ardından gitmiyorsa? Camillus’un doğal bir insan olduğunu kabul ederseniz bunun böyle
olduğu kuşkusuzdur. Dürüstlüğün en yüce görünümü altında her zaman bozulmuşluğa doğru
bir itici güç bulunuyorsa, iyi niyetin hangi gücünü bu açıdan insan doğasına atfedeceksiniz?
Đnsanın suçları erdem görünümü altında sizi etkilediğinde onu erdemi nedeniyle
övmeyeceğiniz gibi, irade de kendi sapkınlığı içinde kaldığı sürece doğru olanın ardından
gitme yeteneğini insanın iradesine atfetmezsiniz.
Yine de bu sorunun en emin ve en kolay çözümü şudur: Bunlar doğanın sıradan
armağanları değil, Tanrı’nın özel armağanlarıdır. Aksi takdirde kötü olan insana Tanrı belli
ölçüde çeşitli armağanlar verir. Bu nedenle, doğasında ahlaksızlık bulunan birine genel
deyimle soylu demekten korkmayız. Ama ikisini de insanın ahlaksızlığının evrensel
durumuna dâhil etmekte tereddüt etmeyiz; ama RAB’bin özel armağanını birine bahşederken
diğerine bahşetmeye tenezzül etmediğine işaret ederiz. Saul’u krallığın başına geçirmek
istediğinde, “onu yeni bir insan olarak biçimlendirdi” [1Sa. 10:6, mealen]. Platon’un
Homeros’un destanını ima ederken, kralların oğullarının fark yaratan bir işaretle doğduklarını
söylemesinin nedeni budur. Tanrı, insan ırkına sağlayışta bulunurken, kaderinde emretme
bulunanlara genellikle kahramanca bir doğa bahşetmektedir. Tarihte kutlanan büyük
önderlerin nitelikleri bu atölyeden çıkmıştır. Özel bireyler de aynı şekilde yargılanacaktır.
Ama kişi ne kadar mükemmel olursa olsun, tutkusu onu her zaman kutsal olmayan kişilerde
övülmeye değer görünen bir şeye ittiği için, değersiz diye düşünülmelidir –bu, bütün
32
Sallust, Catiline’in kötü doğasını anlatır, The War with Catiline iii. 5: LCL yayını, s. 8 vdd.
Cicero ona saldırır ve kınanması gerektiğine inanılır. Soylu ama ödüllendirilmeyen yurttaş
Camillus’u ise Horace, Vergil ve Juvenal överek kutlar.
155
erdemlerine o kadar gölge düşüren bir kusurdur ki, Tanrı’nın gözünde bütün ayrıcalıklarını
kaybederler. Ayrıca Tanrı’yı yüceltme gayretinin olmadığı yerde, dürüstlüğün önemli bir yanı
yoktur. Ruh’la yeniden doğmamış olan herkes bu gayretten yoksundur. Yeşaya’nın, Tanrı
korkusu ruhunun Mesih’e dayandığı [Yşa. 11:2] yolundaki anlatımının geçerli bir nedeni
vardır. Bununla bize Mesih’ten uzaklaşan herkeste “bilgeliğin temeli olan” [Mez. 111:10]
“Tanrı korkusunun” olmadığı öğretilmektedir. Boş gösterilerle bizi aldatan erdemlilere
gelince, siyasal mecliste övülecekler ve insanlar arasında genelde ün kazanacaklardır; ama
göklerdeki yargı kürsüsünün önünde doğruluk kazanacak hiçbir değerleri olmayacaktır.
5. Đnsan zorunlu olduğu için günah işler ama zorlanarak değil
Đrade, kendisini bağlayan günaha tutsaklığı nedeniyle iyiye yönelmek için
kıpırdayamaz. Bunu yapmak için pek az çaba gösterir. Çünkü bu tür bir hareket Tanrı’ya
dönüşün başlangıcıdır. Kutsal Yazı’da bu, tümüyle Tanrı’nın lütfuna atfedilmektedir.
Yeremya, Tanrı’nın isteği onun Kendisine dönmesiyse RAB’be kendisini döndürmesi için dua
etmiştir [Yer. 31:18]. Aynı bölümde peygamber, inanan halkın ruhsal kurtuluşunu anlatarak,
onlardan, “kendilerinden güçlü olanın elinden özgür kılınanlar” [ 11. a.] diye söz etmektedir.
Kuşkusuz bununla, RAB’bin yüzüstü bıraktığı günahlının, sıkıca prangalara bağladığı sürece
şeytanın boyunduruğu altında yaşadığını söylemek istemektedir. Yine de irade, günaha hazır
ve günahı çabuklaştıran eğilimini çok isteyerek sürdürür. Đnsan kendini bu zorunluluğa
bıraktığında, iradeden değil, sağlıklı iradeden yoksundur. Bernard’ın hepimizin içinde istek
olduğu ama iyiliği istemenin kazanç, kötülüğü isteminin kayıp olduğunu öğretmesi yersiz
değildir. Basitçe, istek insandan gelir; kötülüğü istemek bozuk bir doğadan, iyiliği istemek
lütuftan gelmektedir.
Özgürlükten yoksun iradenin zorunlu olarak kötülüğe itildiğini ya da yöneldiğini
söylediğimde buna sert bir söz diye bakılması tuhaftır, çünkü kutsalların yararlanacağı tutarsız
ya da yabancı olan bir yanı yoktur. Ama bu, zorunlu olmakla zorlanmak arasındaki farkı
bilmeyenlere itici gelir.33 Birinin onlara sorduğunu düşünün: Tanrı zorunlu olduğu için mi
iyidir? Đblis zorunlu olduğu için mi kötüdür? Ne yanıt verecekler? Tanrı’nın iyiliği
tanrısallığına o kadar çok bağlıdır ki, iyi olmaya Tanrı olmaktan daha çok zorunlu değildir.
Ama iblis düştüğünde iyilikten pay almaktan o kadar kopmuştur ki, kötülükten başka bir şey
yapamaz. Ama bir küfürbazın küçümseyerek, Tanrı’nın iyi olduğu için pek övülmeyi hak
etmediğini, bunu korumakla yükümlü olduğunu söylediğini düşünün.34 Şu, ona hazır bir
cevap olmayacak mı? Tanrı’nın kötülük yapamaması şiddetli bir itici güçten değil, sınırsız
iyiliğinden gelmektedir. Tanrı’nın iyilik yapma zorunluluğu O’nun iyilik yapmak için özgür
iradesini engellemiyorsa; sadece kötülük yapabilen iblis kendi iradesiyle günah işliyorsa –
insanın, günah işleme zorunluluğuna boyun eğdiği için, daha az isteyerek günah işlediğini
kim söyleyecek? Augustinus bu zorunluluktan her yerde söz etmektedir; hatta Caelestius ona
haksız yere karşı çıktığında bunu şu sözlerle onaylamakta tereddüt etmemektedir: “Đnsan
özgür olarak günah işler ama ceza olarak ardından gelen bozulma, özgürlüğü zorunluluğa
dönüştürür.” Ve bu konudan her ne zaman söz etse günaha kölelikten bu tarzda söz etmekte
tereddüt etmez.
33
Luther bu ayırımı Erasmus’la tartışmasında yapmıştır: “Zorunluluk derken zorlanmaktan
değil, değişmezliğin zorunluluğundan söz ediyorum.” Kötü bir insanın kendiliğinden kötülük
yaptığını ama kendi başına kötülük yapmaktan vazgeçemediğini açıklamaktadır. De
Castro’ysa ikisini neredeyse bir tutmaktadır.
34
Calvin bu düşüncesi için Pighius’e şiddetle karşı çıkmaktadır. Albert Pighius, Roma’da VI.
Adrian’a ve daha sonraki papalara hizmet eden Louvain’li bir bilgindi. Çok sayıda Reform
karşıtı kitap yayını yapmıştır. Calvin’in tezi, onun De libero hominis arbitrio et divina
gratia’sına (Köln, 1542) cevaptır.
156
Bu ayrımın asıl konusu, insanın, Düşüş’le bozulmuş olduğundan, istemeyerek ya da
zorlandığı için değil, isteyerek günah işlediğidir. Đnsan zorlandığı için değil, yüreğinin en
ateşli eğilimiyle; dışarıdan gelen bir zorlamayla değil, kendi tutkusunun teşvikiyle günah işler.
Yine de doğası o kadar ahlak dışıdır ki, sadece kötülüğe itilir ya da yönelir. Ne var ki, bu
doğruysa insanın günah işleme zorunluluğuna elbette boyun eğdiği açıkça ifade
edilmektedir.35
Augustinus’la aynı görüşte olan Bernard şöyle yazıyor: “Bütün canlı varlıkların
arasında sadece insan özgürdür; yine de günah müdahale ettiği için, doğadan değil,
iradesinden gelen bir tür şiddete maruz kalmaktadır. Bu durumda bile içsel özgürlüğünden
yoksun değildir. Çünkü gönüllülük özgürlüktür de.” Biraz sonra şöyle demektedir: “Günahla
daha da kötüye giden irade kendisi için tuhaf ve aşağılık bir zorunluluk yaratmaktadır.
Zorunluluğun iradeden kaynaklanması ne irade için mazerettir, ne de iradenin yoldan çıkması
zorunluluğu dışlar. Bu zorunluluk bir bakıma gönüllüdür.” Daha sonra gönüllü köleliğin
boyunduruğundan başka bir boyunduruğun bize baskı yapmadığını söylüyor. Bu durumda
kölelik açısından zavallıyız ve irade açısından da bağışlanmaz durumdayız, çünkü irade
özgürken kendisini günahın kölesi yapmaktadır. Yine de Bernard şu sonuca varıyor: “Can,
tuhaf ve kötü bir biçimde, gönüllü ve yanlış bir özgürlüğün zorunluluğu altında aynı zamanda
hem köle hem de özgürdür: zorunluluk nedeniyle köledir; irade nedeniyle özgürdür. Özgür
olduğu için suçlu ve suçlu olduğu için de köle olması birden tuhaf ve daha acıklı gelir.
Sonuçta, özgür olduğu için köledir.” Tabii ki, okurlarım yeni bir şey ortaya atmadığımı kabul
edecekler. Bu, Tanrı’ya bağlı herkesin kabul ettiği, Augustinus’un eski bir öğretişi. Neredeyse
bin yıl sonra hala manastırların dehlizlerinde devam ettiriliyor. Ama Lombard zorunlulukla
zorlanmayı birbirinden ayırmayı bilmediği için, çok tehlikeli bir hataya fırsat veriyor.
(Đradenin Tanrı’ya dönmesi, içsel olarak bahşedilen Tanrısal lütfun etkisidir, 6-14)
6. Đnsanların iyi bir iş yapamadığı her şeyden önce, Tanrı’nın tamamıyla tek başına
yaptığı kurtarma işinde görülür
Öte yandan bu, doğanın bozukluğunu düzelten ve tedavi eden tanrısal lütfu bir tür çare
diye düşünmemizi gerektirir. Rab, yardımımıza geldiğinde bize eksiğimizi bahşettiği için,
işinin doğası içimizde meydana çıktığında yoksunluğumuz hemen görülecektir. Elçi
Filipililere, “Sizde iyi bir işe başlamış olan Tanrı’nın bunu Mesih Đsa’nın gününe dek
bitireceğine güvenim var” dediğinde, “başlanan iyi işle” iradede Tanrı’ya dönüşün başladığına
işaret etmektedir. Tanrı yüreğimizde doğruluk sevgisi, arzusu ve gayreti uyandırarak ya da
daha doğrusu yüreğimizi doğruluğa boyun eğdirerek, biçimlendirerek ve yönelterek içimizde
iyi bir iş başlatmaktadır. Üstelik dayanmamızı sağlayarak bu işi tamamlamaktadır. Başka bir
yerde Ruh, RAB’bin, kendi başına güçsüz olan iradeye yardım etmek üzere iyi bir iş
başlattığını kimse bahane etmesin diye, kendi başına bırakılan iradenin ne yapabildiğini
duyurur: “Size yeni bir yürek verecek, içinize yeni bir ruh koyacağım. Đçinizdeki taştan yüreği
çıkaracak, size etten bir yürek vereceğim. Ruhumu içinize koyacağım; kurallarımı izlemenizi,
buyruklarıma uyup onları uygulamanızı sağlayacağım” [Hez. 36:26-27]. Đnsan iradesinin
tümüyle değişmesi ve yenilenmesi gerektiğinde etkin şekilde iyiyi seçmek isteyebilsin diye
güçsüzlüğünün O’nun yardımıyla güçlendiğini kim söyleyecek?
Taşı bir yolla yumuşatan bir esneklik varsa taş bir şekilde eğrilir. Đnsanın yüreğin
doğruya itaat etmek için biçimlendirilebildiğini inkâr etmiyorum. Yeter ki, içindeki
mükemmel olmayan yan Tanrı’nın lütfuyla giderilsin. Ama bu karşılaştırmayla RAB,
yüreğimiz tümüyle başkalaşmazsa, iyi olan hiçbir şeyin yüreğimizden asla sökülüp
35
Reinhold Niebuhr, insanın “kaçınılmaz” ama “sorumlu” olarak günah işlediği görüşünde bu
ayırımı benzer şekilde ama farklı bir terminolojiyle yapmaktadır. The Nature and Destiny of
Man, ilk dizi, s. 251-264.
157
alınamayacağını göstermek istediyse, sadece Kendi adına iddia ettiği şeyi O’nunla bizim
aramızda bölüştürmeyelim. Tanrı bizi doğruluk için gayret etmeye yönlendirdiğinde taş ete
dönüşüyorsa kendi irademizden gelen herhangi bir şey silinip yok edilmektedir. Yerini,
tümüyle Tanrı’dan gelenler almaktadır. Đradenin silinip yok edildiğini söylüyorum; ama irade
olduğundan ötürü değil36. Đnsan Tanrı’ya döndüğünde ilk doğasına ait olan, bütünüyle
kalmaktadır. Đradenin yeniden yaratıldığını da söylüyorum; bu, iradenin şimdi var olmaya
başlaması değil, kötü bir iradeden iyi bir iradeye dönüşmesi demektir. Bunu bütünüyle
Tanrı’nın yaptığını kabul ediyorum, çünkü aynı elçinin tanıklığına göre, “Bizim düşünme
yeteneğimiz bile yoktur” [2Ko. 3:5, mealen]. Başka bir yerde de Tanrı’nın sadece güçsüz
iradeye yardım etmediğini ya da onu düzeltmediğini, irade sahibi olmamız için içimizde
çalıştığını da belirtiyor [Flp. 2:13]. Söylediğim gibi, bundan kolayca iradede iyi olan her şeyin
sadece lütfun işi olduğu sonucu çıkarılabilir. Başka bir yerde elçi, bu anlamda şöyle
demektedir: “Çeşitli etkinlikler vardır ama herkeste hepsini etkin kılan aynı Tanrı’dır” [1Ko.
12:6]. Burada evrensel yönetimden söz etmiyor, imanlıların üstün oldukları bütün iyi işler için
tek Tanrı’yı övüyor. “Hepsi” diyerek başından sonuna kadar ruhsal yaşamın yazarının
kuşkusuz Tanrı olduğunu belirtiyor. Aynı şeyi daha önce de başka sözlerle öğretmişti:
Mesih’teki imanlılar Tanrı’dandır [Ef. 1:1; 1Ko. 8:6]. Burada bayağı doğamızdaki her şeyi
silip götüren yeni doğamızı açıkça övüyor. Burada Adem’le Mesih arasındaki antitezi
anlamalıyız. Başka bir yerde, “Biz Tanrı’nın yapıtıyız, O’nun önceden hazırladığı iyi işleri
yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldık” [Ef. 2:10] diye öğrettiğinde bunu daha net açıklıyor.
Her iyiliğin başlangıcı Mesih’te eriştiğimiz ikinci yaratılış olduğu için, kurtuluşumuzun
karşılıksız bir armağan olduğunu kanıtlıyor [Krş. Ef. 2:5]. Ama en küçük bir yetenek bizden
gelseydi, hak etmeyi de paylaşırdık. Ne var ki, Pavlus bizi asıl konuya getirerek, “Tanrı’nın
önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldığımız” [Ef. 2:10] için, hiçbir
şey hak etmediğimizi öne sürmektedir. Bu sözlerle, iyi işlerin her parçasının ilk ortaya
çıktığından bu yana Tanrı’ya ait olduğunu söylemektedir. Peygamber, mezmurda bizi
Tanrı’nın yarattığını söyledikten sonra yaratmayı O’nunla paylaşmayalım diye, “Bunu yapan
biz değiliz” demektedir [Mez. 100:3, mealen]. Ruhsal yaşamın başlangıcı olan yeniden
doğuştan söz ettiği bağlamdan bellidir; “O’nun halkı, otlağının koyunlarıyız” diyerek devam
eder [Mez. 100:3]. Üstelik kurtuluşumuz için Tanrı’yı övmekle yetinmeyerek, buna herhangi
bir şekilde katılmamızı da açıkça dışlamaktadır. Kurtuluş bütünüyle Tanrı’dan geldiği için,
insanın içinde yüceltilecek bir şeyin kalmadığını söylemek ister gibidir.
7. Bu, imanlının “lütufla” işbirliği yaptığı bir durum değildir; önce lütuf iradeyi
harekete geçirir
Ama belki de bazıları, iradenin kendi doğası gereği iyilikten uzaklaştığını, ne var ki,
hazır olduktan sonra eyleme katılacak tarzda sadece Tanrı’nın gücüyle değiştirildiğini kabul
edeceklerdir. Augustinus’un öğrettiği gibi her iyi işten önce lütuf gelmektedir; irade lider
olarak önden gitmez ama hizmetli olarak arkadan gelir. Bu azizin hiçbir kötü niyeti olmadan
yaptığı bu açıklamayı Lombard, inanılmaz bir düşünce tarzına dönüştürmüştür. Ama
peygamberin alıntı yaptığım sözlerinin diğer parçalarda da olduğu üzere, iki noktaya açıkça
işaret ettiğini öne sürüyorum: (1) RAB kötü istemimizi düzeltir ya da daha çok, bastırır; (2)
yerine, kendi iyi istemini koyar. Lütuftan bu, bu dereceye kadar beklendiği için, iradenize
“hizmetli” diyebileceğinizi kabul ediyorum. Ama iradenin yeniden biçimlenmesi RAB’bin işi
olduğu için, hizmetli olan iradesiyle beklenen lütfa itaat etmeyi insana atfetmek hatadır. Bu
durumda, Chrysostomos’un yazdığı yanlıştır: “Ne irade olmadan lütuf, ne de lütuf olmadan
irade bir şey yapabilir.” Az önce Pavlus’ta gördüğümüz gibi, iradeyi etkin kılan sanki lütuf
36
Calvin’in irade terminolojisi konusunda krş. aş.bk. m. 7, 10, 12, 13, 14: irade ya yok edilip
yerine başka bir şey getirilir ya da aynı “doğal armağan” yenilenir.
158
değilmiş gibi [Krş. Flp. 2:13]! Đnsanın iradesine lütfun hizmetlisi derken, Augustinuse’un
niyeti, iradeye iyi işlerde lütuftan sonra gelen bir görev biçmek değildi. Onun tek isteği, daha
çok, Pelagius’un, kurtuluşun ilk nedenini insanın hak etmesine bağlayan çok kötü öğretişini
çürütmekti.
Augustinus, lütfun hak etmeden önce geldiği konusundaki yakın zamandaki
tartışmaların yeterli olduğunu öne sürüyor. Bu arada diğer soruya, yine de başka bir yerde
açıkça tartışmadığı lütfun sürekli etkisi sorusuna geçiyor. Augustinus birçok kez, Rab’bin
isteksiz bir insanın isteyebilmesini bekleyip, isteyen bir insanın da boşuna istememesini
izlerken, Kendisini iyi işlerin yazarı durumuna getirdiğini söylüyor. Yine de bu konudaki
ifadesi uzun uzadıya gözden geçirmeyi gerektirmeyecek kadar açık. “Đnsan, irademizde
Tanrı’ya değil, bize ait bir şey bulmaya gayret etmektedir” diyor, “Bunu nasıl bulabileceğini
bilmiyorum.” Üstelik Pelagius’a ve Caelestius’a Karşı’nın Birinci Kitap’ında Mesih’in,
“Baba’yı işiten herkes bana gelir” [Yu. 6:45] sözünü böyle yorumluyor. “Đnsanın seçim
yapmasına o kadar çok yardım edilir ki, sadece ne yapması gerektiğini bilmekle kalmaz,
bildiğini yapar da. Tanrı, yasada harflerle değil, Ruh’un lütfuyla öğrettiğinde, o kadar iyi
öğretir ki, insan öğrenmiş olduğu şeyi sadece bilerek anlamaz, isteyerek de arar ve başarıyla
yapar.”
8. Kutsal Yazı, bizim yararımıza olan her şeyi Tanrı’ya atfeder
Peki, artık asıl konuya geldik. Kutsal Yazı’daki çok açık birkaç tanıklıkla okurlarımız
için konuyu özetlemeye girişelim. Kimse bizi Kutsal Yazı’yı çarpıtmakla suçlamasın diye,
Kutsal Yazı’dan çıkardığımızı öne sürdüğümüz gerçeği bu aziz insanın –Augustinus’u
kastediyorum- kanıtlamadan bırakmadığını belirtelim. Görüşümüzü desteklerken, Kutsal
Yazı’daki örnekleri teker teker anlatmayı gerekli görmüyorum ama geriye kalanın hepsini
anlamaya götüren yolu döşemek için, şurada burada okuduğumuz çok seçkin birkaç parçayı
anlatıyorum. Öte yandan, Tanrı insanlarının ortak bir görüşle haklı olarak büyük bir yetki
verdikleri bu kişiyle aynı fikirde olduğumu açıklamam yersiz olmayacaktır.
Đyiliğin kaynağının sadece Tanrı’dan geldiğine inanmak için elimizde elbette yeterli
bir neden vardır. Ancak seçilmişlerde iyiliğe eğilimli bir irade vardır. Yine de seçilmişliğin
nedenini insanların dışında aramalıyız. Bundan, insanın doğru iradesinin kendinden gelmediği
ama dünyanın yaratılışından önce seçildiğimizin aynı iyi amaçtan aktığı sonucu çıkmaktadır
[Ef. 1:4]. Ayrıca buna benzeyen başka bir neden daha vardır: Đyiyi istemenin ve yapmanın
kaynağı iman olduğu için, imanımızın kaynağının da ne olduğunu görmeliyiz.
Ama bütün Kutsal Yazı’da imanın Tanrı’nın karşılıksız armağanı olduğu ilan edildiği
için, doğamız gereği bütün kalbimizle kötüye eğilimli olan bizler iyiyi istemeye
başladığımızda, bunu ancak lütuf nedeniyle yaptığımız sonucu çıkmaktadır. RAB, halkıyla
konuşurken bu iki ilkeyi–“taştan yüreği” çıkarıp, “etten bir yürek” vermeyi [Hez. 36:26]belirlediğinde, bizi doğruluğa yöneltmek için, bizden gelen şeyin yok edilmesi gerektiğine
açıkça tanıklık etmektedir; ama bunun yerini alacak olan, Tanrı’dan gelecektir. Bunu tek bir
yerde duyurmaz. Yeremya’da şöyle demektedir: “Tek bir yürek, tek bir yaşam tarzı vereceğim
onlara…benden hep korksunlar” [Yer. 32:39]. Biraz sonra şunu söyler: “Benden hiç
ayrılmasınlar diye yüreklerine Tanrı korkusu salacağım” [Yer. 32:40]. Hezekiel’de de,
“Onlara tek bir yürek vereceğim, içlerine yeni bir ruh koyacağım. Đçlerindeki taş yüreği
çıkarıp onlara etten bir yürek vereceğim” demektedir [Hez. 11:19]. Yeni bir ruhun ve yeni bir
yüreğin Tanrı’ya dönmemizi sağladığına tanıklık etmektedir. Đrademizdeki her iyilik ve
doğruluk damlasının bizden alındığını başka hangi gerçek bu kadar açıkça O’nun adına iddia
edebilir? Bundan her zaman, yeniden biçimleninceye kadar hiçbir iyiliğin irademizden
gelemeyeceği sonucu çıkmaktadır; irademiz yeniden biçimlendikten sonraki iyilik de bizden
değil, Tanrı’dan gelmektedir.
159
9. Kutsal Yazı’daki dualar özellikle kutsanmışlığımızın başlangıcının, devamının ve
sonunun sadece Tanrı’dan geldiğini gösterir
Kutsalların yazdıkları duaları da böyle okuyoruz. Süleyman, “Buyruklarına uymamız
için Rab yüreklerimizi kendisine yöneltsin” [1Kr. 8:58] demiştir. Bize yüreklerimizin
inatçılığını göstermektedir: Yüreklerimiz itaat etmezse, doğal olarak Tanrı’nın yasasına baş
kaldırarak övünür. Aynı görüş Mezmur’da da yer alıyor: “Yüreğimi… öğütlerine yönelt”
[Mez. 119:36]. Yüreğimizin inatçı itaatsizliğe sürüklendiği sapkın hareketle onun itaat etmeye
zorlandığı bu ıslah arasındaki antiteze her zaman dikkat etmeliyiz. Davut yönlendiren lütuftan
kendisini bir süre yoksun hissederek, “Temiz bir yürek yarat, yeniden kararlı bir ruh var et
içimde” diye Tanrı’ya dua ettiğinde [Mez. 51:10] yüreğinin ağzına kadar murdarlıkla dolu
olduğunu ve ruhunun ahlaksızlıkla saptığını kabul etmiyor mu? Ayrıca temiz bir yürek
yaratması için Tanrı’ya yakararak, eski yüreğini tümüyle Tanrı’ya atfetmiyor mu? Eğer biri,
bu duanın Tanrı’ya bağlı ve kutsal bir yaradılışın işareti olduğuna itiraz ederse37, bu kolayca
çürütülür: Davut bir yanıyla tövbe etse bile, yaşadığı bu acıklı yıkımla eski durumunu
karşılaştırmıştır. Tanrı’dan uzaklaşmış bir adam rolünde, Tanrı’nın, yeniden doğuşta
seçilmişine bahşettiği şeyin kendisine verilmesi için haklı olarak dua etmektedir. Đblis’in
sahipliğinden kurtularak Kutsal Ruh’un aracı olabilmek için, ölümden ayağa kalkıyormuş gibi
yeniden yaratılmayı istemektedir.
Gururumuzun sefahati gerçekten tuhaf ve korkunç! RAB bizden, Şabat’ına çok sıkı
uymamızdan yani işimizi bırakıp dinlenmemizden daha kesin başka bir şey istemez [Çık. 20:8
vdd.; Yas. 5:12 vdd.]. Yine de işlerimize veda edip Tanrı’nın işlerine hak ettiği yeri
vermekten daha isteksiz yaptığımız başka bir iş yoktur. Mantıksızlığımız bize engel
olmasaydı, Mesih, sağladığı yararlar haince bastırılmasın diye, bunlara yeterince açık tanıklık
etmişti. “Ben asmayım siz çubuklarsınız” demektedir [Yu. 15:5], “Babam da bağcıdır [15:1].
Çubuk asmada kalmazsa kendiliğinden meyve veremez. Bunun gibi, siz de bende kalmazsanız
meyve veremezsiniz [15:4]. Bensiz hiçbir şey yapamazsınız” [15:5]. Kendi başımıza,
topraktan koparılıp nemsiz bırakılan dalın filizlendiğinden daha çok meyve veremiyorsak,
doğamızda daha fazla iyilik potansiyeli aramamalıyız. Şu sonuçtan hiç şüphe yoktur: “Bensiz
hiçbir şey yapamazsınız” [15:5]. Mesih, kendimize yetemeyecek kadar zayıf olduğumuzu
söylemiyor, bizi sıfıra indirgeyerek en küçük bir yeteneğimiz olduğu konusunda bile bütün
kanıları dışlıyor. Mesih’te aşılanırsak –büyümek için toprağın neminden, gökyüzünün
çiğinden ve güneşin yaşam veren sıcaklığından enerji alan- asma gibi meyve veririz.
Tanrı’nın olanda bozulmadan kalırsak, iyi işlerden bize hiç pay kalmadığını görüyorum. Şu
aptalca kurnazlık boşu boşuna öne sürülüyor: Dalın özsu ve meyve verme gücü zaten vardır;
her şeyi topraktan ya da ana kökünden almaz, çünkü o, kendinden bir şey sağlamaktadır.38
Şimdi Mesih basitçe şunu demek istiyor: O’ndan ayrıldığımızda biz kuru ve değersiz bir
tahtayız, O’nsuz iyilik yapma yeteneğimiz yoktur. Başka bir yerde şöyle demektedir: “Göksel
Baba’mın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir” [Mat. 15:13]. Bu nedenle daha önce
alıntı yapılan parçada elçi, bütün toplamı O’na atfetmektedir. “Hem istemeniz hem de
yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13].
Đyi bir işin ilk bölümü istemektir; diğer bölümü de bunu yapmak için güçlü bir çabadır;
ikisinin de yazarı Tanrı’dır. Şayet isterken ya da yaparken kendi adımıza hak iddia edersek
Rab’den çalmış oluruz. Tanrı’nın bizim zayıf irademize yardım ettiği söylenseydi, o zaman
bize bir şey kalmış olurdu. Ama iradeyi O’nun yarattığı söylendiğinde, bu iradede ne iyilik
olursa olsun, bizim dışımızdadır. Ne var ki, benliğimizin yükü, iyi bir isteği bile tartının
kefesini yukarı kaldıramayacak kadar aşağıya çektiği için, bu mücadelenin zorluklarının
üstesinden gelelim diye elçi, bunu başarmamız için bize yeterli çabanın sürekli sağlandığını
37
38
John Fisher, Assertionis Lutheranae confutatio, s. 565 vd.
A. Pighius’un öne sürdüğü gibi, De libero hominis arbitro et divina gratia (1542). Fo. 97.
160
eklemektedir. Nitekim başka bir parçada öğrettiği aksi takdirde gerçek olamazdı: “Herkeste
hepsini kılan sadece Tanrı’dır” [1Ko. 12:6]. Daha önce gördüğümüz üzere, bu ifade ruhsal
yaşamın bütün akışını kapsamaktadır. Davut da Tanrı’nın gerçeğinde yürüyebilsin diye O’nun
yollarının kendisine bildirilmesi için dua ettikten hemen sonra, “Yalnız senin adından
korkayım” diye eklemektedir [Mez. 86:11; Krş. 119:33]. Bu sözlerle, iyi niyetli insanların
bile, dayanma güçleri pekiştirilmezse rahatça kaybolacak ya da düşecek kadar çok çılgınlığa
maruz kaldıklarını söylemek ister. Başka bir yerde, adımlarının Tanrı’nın sözünü tutmaya
yönlendirilmesi için dua ettikten sonra kendisine mücadele gücü verilmesi için de
yakarmaktadır: “Hiçbir suç bana egemen olmasın” [Mez. 119:133]. Böylece Tanrı içimizdeki
iyi işini başlatır ve bitirir. Đradenin doğru olanı sevmeyi algılaması, ona gayretle eğilmesi,
onun ardı sıra gitmek için canlanıp harekete geçmesi Rab’bin işidir. Seçmek, gayret etmek,
sürçmemek için çaba göstermek ama yapmaya da koyulmak kadar insanın bu gibi şeylerde
tutarlılıkla ilerlemesi ve sonuna kadar dayanması da Tanrı’nın işidir.
10. Tanrı’nın çalışması bitkin düşebilmemiz için olasılık yaratmaz ama bu, bizim
katkıda bulunamayacağımız bir çalışmadır
Tanrı, iradeyi, çağlardan beri öğretildiği ve inanıldığı tarzda değil –yani daha sonraki
seçimimiz ya itaat etmek ya da harekete geçmeye direnmektir- amaca hizmet edecek şekilde
isteklendirerek teşvik eder. Bu nedenle Crysostomos’un sık tekrarlanan ifadesi kabul
edilmemelidir: “Kim sürüklenirse isteyerek sürüklenir”. Bununla o, Rab’bin, sadece yardımını
almaktan hoşnut olup olmayacağımızı görmek için elini uzattığını söylemek istiyor. Đnsanın
hâlâ dimdik dururken de öte yana sapacak durumda olduğunu kabul ediyoruz. Ama Tanrı hem
istemezse hem de içimizde çalışmazsa, özgür iradenin ne kadar zavallı olduğunu
Chrysostomos bu örnekte gösterdiği için, Tanrı, bize böyle küçük ölçekte lütufta bulunmazsa
ne olur? Ama bunu karartan ve nankörlüğümüzle zayıflatan biziz. Elçi biz kabul edersek iyi
bir istek için lütuf bahşedildiğini değil, Tanrı’nın bizde çalışmak istediğini öğretiyor. Bu,
Rab’bin, Ruhu aracılığıyla yüreğimizi yönlendirdiği, itaat ettirdiği, yönettiği ve kendi
mülküymüş gibi ona hükmettiğinden başka bir anlama gelmiyor. Nitekim seçilmişler sadece
O’nun ilkeleri doğrultusunda yürüyebilsinler diye değil, fiilen de böyle yürüyebilsinler diye
Hezekiel aracılığıyla onlara yeni bir Ruh vermeyi vaat ediyor [Hez. 11:19-20; 36:27].
Şimdi Mesih’in, “Baba’yı işiten… herkes bana gelir” [Yu. 6:45] sözü, Tanrı’nın
lütfunun kendi başına etkili olmasından daha başka şekilde anlaşılabilir mi? Augustinus da
bunu öne sürüyor. Rab, ayrım gözetmeden herkesin, lütfuna değer olduğunu kabul etmiyor.
Ockham (yanılmıyorsam) bilinen sözünde bununla övünüyor: Đçinden geçeni yapan hiç
kimseden lütuf esirgenmiyor.39 Aslında insanlara, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatini isteyen
herkese ayrım gözetmeden gösterdiği öğretilmektedir. Ama üstlerine göksel lütuf solunanlar
bunu enine boyuna aramaya başladıkları için, O’nun övülmesinin en ufak bir parçasında bile
hak iddia etmiyorlar. Tanrı’nın Ruhu’yla yeniden doğan seçilmişin ayrıcalığının, O’nun
önderliğinde hareket emek ve yönetilmek olduğu açıktır. Bu nedende Augustinus, özgür
seçime özel olarak tanıklık etmenin fark gözetmeden herkese verildiğini düşünen diğerlerini
şiddetle eleştirdiği gibi, isteme eylemini kendine mal edenlerle de alay etmektedir. “Lütuf
değil, doğa herkes için ortaktır” demektedir. Tanrı’nın, istediği herkese bağışta bulunmasının
genelde herkesi kapsadığı görüşüne Augustinus, sadece batılda parıldayan kurnaz bir zekânın
cam gibi kırılganlığı der. Başka bir yerde de şöyle demektedir: “Nasıl geldiniz? Đnanarak.
39
Calvin, Gabriel Biel’in, Lombard’ın Sentences: Epythoma pariter et collectorium circa
quator sententiarum libros II. xxvii. 2 kitabı üzerine yorumundaki bir ifadeyi Ockham’a
kuşku duyarak atfetmektedir. Nicolas (Ferber’li) Herborn’un, “insan içindeki şeyi (quod in se
est) gerçekleştirirse, yeterince iş yapmış kabul edilir ve iş birliğine giren lütuf ona yardım
eder” ifadesiyle karşılaştırın.
161
Doğru yolu bulduğunuzu kendi adınıza iddia etmeyin diye, doğru yolda can vermekten
korkun. Benim, kendi özgür seçimimle geldiğimi söylüyorsunuz; ben, kendi irademle geldim.
Neyle övünüyorsunuz? Bunun size de verildiğini bilmek mi istiyorsunuz? O’nun çağrısını
dinleyin: ‘Hayır, Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez’ [Yu. 6:44]”.
Yuhanna’nın sözlerinden, şu yadsınmayacak sonuç çıkarılabilir: Dinine bağlı insanların
yüreklerini Tanrı o kadar etkin bir şekilde yönetir ki, sarsılmayan bir niyetle O’nun peşinden
giderler. Yuhanna, “Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez. Çünkü Tanrı’nın tohumu onda
yaşar” demektedir [1Yu. 3:9]. Dayanmakta tutarlı olmanın istenen sonucu verdiği öne
sürüldüğünde, insanların kabul etmekte ya da etmemekte özgür oldukları, Sofistlerin
düşündükleri aracılık eden hareketin dışlandığını açıkça görmekteyiz.
11. Dayanma sadece Tanrı’nın işidir; bireysel işimizin ne bir ödülü ne de
tamamlayıcısıdır
Her insan, ilk lütfu alacak durumda olduğunu gösterdiğinde, dayanmanın insanlara hak
ettikleri ölçüde dağıtıldığına dair en kötü yanlış geçerli olmasaydı, dayanma hiç kuşkusuz
Tanrı’nın karşılıksız armağanı sayılacaktı. Ama bu yanlış, insanların Tanrı’nın sunduğu lütfu
geri çevirme ya da kabul etme gücünün kendi ellerinde olduğunu düşünmelerinden
kaynaklandığı için, ikinci görüş silinip gittiğinde birinci görüş de kendiliğinden ortadan
kalkıyor. Yine de burada iki yanlış vardır. Đlk lütuf ve bunu yasaya uygun kullandığımız için
duyduğumuz şükranın, daha sonra armağanlarla ödüllendirildiğini öğretmelerinin dışında,
lütfun içimizde kendi başına çalışmadığını, ancak bizimle işbirliğine girdiğini de ekliyorlar.40
Birinci konuya gelince: Rab, -kullarını her gün güçlendirip lütfunun yeni
armağanlarıyla doldururken- içlerinde başlattığı işi hoş ve kabul edilebilir bulduğu için,
onlarda, daha büyük lütuflarını devam ettirebileceği bir şey bulduğuna inanmalıyız. “Ona
verilecek” [Mat. 25:29; Luk. 19:26] ifadesinin anlamı budur. Aynı şekilde, “Aferin, iyi köle…
Sen küçük işlerde güvenilir olduğunu gösterdin, ben de seni büyük işlerin başına
geçireceğim” [Mat. 25:21, 23; Luk. 19:17]. Ama burada iki noktaya dikkat etmeliyiz: (1)
insan kendi çabasıyla Tanrı’nın lütfuna etkinlik kazandırıyormuş gibi, ilk lütfun yasaya uygun
kullanılmasının daha sonraki lütuflarla ödüllendirildiği söylememek; ya da (2) ödüle,
Tanrı’nın karşılıksız lütfu olarak bakmaktan vazgeçmeyi düşünmek. Đmanlıların, Tanrı’dan şu
bereketi bekleyeceklerini kabul ediyorum: Đlk lütuflarından ne kadar iyi yararlanırlarsa,
bundan sonraki lütuflar o kadar artabilecektir. Ama bu yararın da Rab’den geldiğini ve O’nun
karşılıksız cömertliğiyle arttığını söylüyorum. Çalışan ve işbirliği yapan lütuf arasındaki bu
köhne ayrımı yersiz olduğu kadar sapkınca da kullanıyorlar. Augustinus bunu gerçekten
kullanıyor ama uygun bir tanımla da ılımlı duruma getiriyor: Tanrı, çalışarak başladığı işi
işbirliğine girerek mükemmelleştiriyor. Lütuf aynı lütuftur ama farklı bir etki şekline
uyarlamak için adı değiştirilmiştir. Buradan çıkan sonuç şudur: Augustinus, tek tek her
hareketten karşılıklı bir yakınlaşma meydana geliyormuş gibi, bunu Tanrı’yla bizim aramızda
bölüştürmüyor, daha çok, lütfun arttığına işaret ediyor. Başka bir yerdeki sözlerinde şuna
dayanıyor: Tanrı’nın birçok armağanı, insanın iyi bir şey istemesinden önce gelmektedir ki,
bu da O’nun armağanıdır. Buradan, isteme kendi adına iddiada bulunacak hiçbir şey
kalmadığı sonucu çıkıyor. Pavlus, bunu açıkça duyuruyor. “Kendisini hoşnut edeni hem
istemeniz hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13] demektedir. Bu
ifadesiyle, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatinin karşılıksız olduğunu söylemektedir. Bu konuda
karşıtlarımız genellikle, ilk lütfu aldıktan sonra bundan sonraki lütuf için kendi çabalarımızla
işbirliğine girdiğimizi söylüyorlar.41 Buna cevap veriyorum: Tanrı’nın gücü en sonunda bizi
40
Lombard, Sentences II. xxvi. 8, 9; xxvii. 5 (MPL 192. 713. 715).
Erasmus, Luk. 15: 11-24, 1Ko. 5:10, Rom. 8:26’dan yaptığı yorumlara dayanan De libro
arbitrio (der. J. Von Walter), s. 75 vd.,
41
162
dürüstlüğe itaat etmeye getirdikten sonra, kendi gücümüzle ilerleme kaydedip lütuf eyleminin
ardı sıra gitmeye yatkınlık duyduğumuzu söylemek istiyorlarsa, bunu inkâr etmiyorum.
Tanrı’nın lütfunun egemen olduğu yerde lütfa itaat etmeye hazır olmak da çok kesindir. Bu
hazır olma nereden gelir? Her yerde tutarlı olan Tanrı’nın Ruhu, önce meydana getirdiği,
dayanmadaki tutarlılığını pekiştirdiği itaat eğilimini beslemez mi? Ne var ki, insanda
Tanrı’nın lütfuyla ortaklaşa çalışma gücü olduğunu söylemek istiyorlarsa, çok acınacak
şekilde kendilerini kandırıyorlar.
12. Tanrı’nın lütfu olmadan insan, tek bir iyi işi bile kendine atfedemez
Elçinin şu sözünün anlamını cahilliklerinden yanlış şekilde çarpıtıyorlar: “Hepsinden
çok emek verdim. Aslında ben değil, Tanrı’nın bende olan lütfu emek verdi” [1Ko. 15:10].
Şöyle anlıyorlar: Pavlus’un kendisini diğer hepsine tercih etmesi biraz fazla kibirli
görünebildiği için, Tanrı’nın lütfuna paye çıkararak ifadesini düzeltmiştir; yine de bunu,
kendisine lütufta paydaş bir emekçi diyecek şekilde yapmıştır. Aksi takdirde iyi olan çok
sayıda insanın bu saman çöpünde tökezlemesi şaşırtıcıdır. Elçi, Rab’bin lütfunun, kendisini
emek vermekte paydaş duruma getirmesi için kendisiyle birlikte çalıştığını yazmıyor. Tersine,
bu düzeltmeyle, emeğin bütün payesini sadece lutfa veriyor. “Ben değil, Tanrı’nın bende olan
lütfu emek verdi” diyor [1Ko. 15:10]. Đfadenin belirsizliği ama özellikle de, Grekçe
tanımlamanın gücünün gözden kaçtığı saçma Latince çeviri onları aldatıyor.42 Şayet kelimesi
kelimesine çevirirseniz, lütfun kendisiyle birlikte paydaş bir çalışan olduğunu değil, her şeyin
nedeninin kendisindeki lütuf olduğunu söylüyor. Augustinus bunu kısaca ama net olarak
öğretiyor. Şöyle diyor: “Đnsanın iyiyi istemesi Tanrı’nın birçok armağanından önce gelir ama
hepsinden önce değil. Önce gelen bu istem başlı başına bu armağanların arasındadır. O zaman
şu sonuç çıkar: ‘Tanrım sevgiyle karşılar beni’ [Mez. 59:10] ve ‘Sevgi izleyecek beni’ [Mez.
23:6] diye yazılmıştır. Lütuf, isteksiz insanı isteyebilsin diye karşılar; boşu boşuna istemesin
diye onu isteyerek izler.” Bernard, Augustinus’la aynı görüştedir. Kiliseye şöyle dedirtir:
“Beni istekli kılmak için, istemeseniz de beni çekin; ayağına yavaş olan beni koşturmak için
beni çekin.”
13. Augustinus insanın iradesinin bağımsız bir etkinliğini de kabul etmez
Çağımızın Pelagius’çuları, yani Sorbonne’daki Sofistler alışkanlıkları üzere bütün
Antik Çağ’ın bize ters düştüğü suçlamasını getirmesinler diye, Augustinus’u kendi sözleriyle
konuşurken dinleyelim. Burada, bir zamanlar Augustinus’u da aynı arenaya çeken babaları
Pelasgius’u taklit ettikleri belli. Burada benim kısaca söz edeceğim konuyu Augustinus,
Valentinus’a Sitem ve Lütuf Üzerine adlı tezinde daha geniş ama kendi sözleriyle ele
almaktadır. Şayet Âdem istemiş olsaydı iyi olanda dayanma lütfu Âdem’e verilirdi. Bu bize,
isteyelim ve isteğimizle tutkunun üstesinden gelebilelim diye verilmektedir. Bu nedenle,
Âdem istemiş olsaydı bu yeteneğe sahip olacaktı ama bunu yapabilmeyi istemedi. Bu bize,
hem isteyelim hem de yapabilelim diye verilmektedir. Başlangıçtaki özgürlük günah
işleyememekti; ama bizimki, günah işleyememek değil, daha büyük bir özgürlüktür.
Lombard’ın yanlış yorumladığı gibi, Augustinus, ölümsüzlükten sonra gelecek bir
yetkinlikten söz ettiği düşünülmesin diye, az sonra bu kuşkuyu gidermektedir. “Tabii ki,
Kutsal Ruh kutsallarda o kadar çok istek uyandırmaktadır ki, bu kadar çok istedikleri için
yapabiliyorlar ve bu kadar istedikleri şeyi de Tanrı gerçekleştirdiği için istiyorlar. Yine de
sevinci engellemek için, Tanrı’nın gücünün yetkin duruma getirmesinin gerektiği bu büyük
güçsüzlüğü düşünün [2Ko. 12:9]. Đstiyorlarsa, Tanrı’nın yardımıyla yapabilsinler diye onlara
42
Burada Erasmus’un, De libero arbitrio (der. J. Von Wayter) s. 72’deki yorumuna
göndermede bulunulduğu bellidir. Modern editörler, “ή χάρις ή είς έµέ” diye okuyorlar. Söz
konusu edilen ikinci ή tanımlamadır.
163
istemek kalıyor ve Tanrı, istesinler diye onların içinde çalışmıyor. Bu kadar ayartılmanın
arasında istek, güçsüzlüğe karşı direnemiyor ve bu nedenle dayanamıyorlar. Bu durumda,
Tanrısal lütuf, insanın tereddüt etmeden tutarlılıkla harekete geçmesi için, iradesinin
güçsüzlüğüne yardım ediyor ve ne kadar güçsüz olursa olsun başarısız olmasına izin
vermiyor.” Sonra Tanrı onlarda çalışırken yüreklerimizin O’na isteyerek nasıl yanıt verdiğini
ele alıyor. Aslında Rab’bin, insanlar istedikleri için onları Kendine çektiğini söylüyor. Bu
isteği O, yaratmıştır. Özellikle elde etmek istediğimiz tanıklığı Augustinus şimdi bize kendi
ağzıyla söylemektedir: Rab sadece kişinin kendi özgür seçimiyle kabul ya da reddettiği lütfu
sunmuyor; yüreğin hem seçimini hem de isteğini lütuf biçimlendiriyor. Öyle ki, bunun
ardından gelen iyi işler lütfun meyvesi ve etkisidir; bunun yarattığı isteğin dışında buna itaat
eden başka bir istek yoktur. Augustinus’un başka yerlerde de sözleri bulunmaktadır:
“Đçimizdeki her iyi işin nedeni sadece lütuftur.”
14. Augustinus, insanın iradesini elemez ama onu bütünüyle lütfa bağımlı kılar
Başka bir yerde lütfun iradeyi insanın elinden almadığını ama kötüden iyiye
dönüştürdüğünü, irade iyi olduğunda da yardım ettiğini söylemektedir. Bununla sadece,
insanın yüreğinde bir kıpırtı olmadan, bir dış güçle davranmadığını, daha çok, yürekten itaat
edecek kadar içinden etkilendiğini söylemek ister. Augustinus, Bonifacius’a, lütfun
seçilmişlere şu tarzda özel olarak karşılıksız verildiğini yazmaktadır: “Tanrı’nın lütfunun
herkese verilmediğini biliyoruz. Verildiği kişilere ne yaptıkları işlerin karşılığını hak ettikleri
için ne de iradelerinin karşılığını hak ettikleri için değil, karşılıksız lütufla verilmektedir.
Verilmediği kişilere Tanrı’nın adil yargısı nedeniyle verilmediğini biliyoruz.” Aynı mektupta,
insanlar ilk lütfu reddetmeyerek kendilerine değer verdikleri için, daha sonraki lütfun hak
ettikleri için verildiği görüşüne şiddetle karşı çıkıyor. Pelasgius’a, bunun gerçekten lütuf
olması için, her davranışımız için lütfun gerekli olduğunu ve işlerimizin karşılığında bir
ödeme olmadığını kabul ettirecekti. Ama konu, Valentinus’a Sitem ve Lütuf Üzerine kitabının
sekizinci bölümündekinden daha kısa özetlenemez. Burada Augustinus önce şunu
öğretmektedir: Đnsan iradesi özgürlükle lütuf kazanamaz, özgürlüğü lütufla kazanır. Aynı
lütufla gönenç duygusu verildiğinde, insan iradesi dayanmak üzere biçimlendirilir. Galip
gelinemeyen bir cesaretle pekiştirilir. Lütufla denetlenir, asla yok olmaz ama lütuf ona yüz
çevirirse irade hemen geriler. Rab’bin karşılıksız merhametiyle irade iyiye doğru yüzünü
döner, bir kez yüzünü döndüğünde iyiyi sürdürür. Đnsanın iradesinin iyiye yönelmesi ve
yöneldikten sonra iyiyi devam ettirmesi insanın herhangi bir şekilde hak etmesine değil,
sadece Tanrı’nın istemine bağlıdır. Bu durumda insana, böyle demek hoşunuza gidiyorsa,
böyle bir özgür irade kalmaktadır. Başka bir yerde Augustinus bunu şöyle tanımlamaktadır:
Lütuf dışında irade ne Tanrı’ya dönebilir ne de Tanrı’da yaşar ve her ne yapabilirse yapsın
sadece lütuf aracılığıyla yapabilir.
IV. BÖLÜM
TANRI, ĐNSANLARIN YÜREKLERĐNDE NASIL ÇALIŞIR
(Đblis’in denetimi altındaki insan: Ama Kutsal Yazı yoldan çıkmışların yüreklerini
katılaştırmakta Tanrı’nın Đblis’ten yararlandığını göstermektedir, 1-5)
1. Đnsan, gerçekten de isteyerek şeytanın gücü altındadır
Yanılmıyorsam, yaradılışı gereği insanın, ne kararlılıkla iyiyi arzu edebilecek ne de
çaba göstererek iyinin uğrunda mücadele edebilecek kadar günahın boyunduruğunun kölesi
olduğunu yeterince kanıtladık. Ayrıca zorlanmayla zorunluluk arasında bir ayırım da önerdik.
Bundan, insan zorunluluktan günah işlerken pek de gönülsüzce günah işlemediği ortaya
164
çıkmakta. Ama şeytana köle olarak bağımlı olduğu için, kendi iradesinden çok şeytanın
iradesiyle eyleme geçiyor. Sonuçta bize, eylemde bulunurken şeytanın ve insanın rolünü
belirlemek kalıyor. O zaman, kötü işlerde Tanrı’ya herhangi bir rol atfetmemiz gerekip
gerekmediği sorusuna cevap vermeliyiz. Kutsal Yazı, aynı eyleme O’nun müdahalede
bulunduğuna işaret ediyor.
Bir yerde Augustinus insan iradesini, binicisinin emrini bekleyen bir atla
karşılaştırıyor. Biniciler Tanrı ve şeytan. “Tanrı ata bindiğinde, ılımlı ve usta bir binici olarak,
onu düzgün yönetir, yavaşladığında mahmuzlar, çok hızlandığında denetim altına alır, çok
haşin ya da çok vahşiyse onu dizginler, inat edip yürümediğinde ona boyun eğdirir, doğru
yola götürür. Ama semeri şeytan vurursa akılsız ve düşüncesiz bir binici olarak şiddet
uygular, atı yolun dışına çıkarır, hendekleri aşmaya zorlar, uçurumdan düşürür, onu inat
etmeye ve öfkelenmeye kışkırtır.” Akla daha iyi bir karşılaştırma gelmediği için, şimdilik
bununla yetinelim. Doğal insanın iradesinin şeytanın gücüne boyun eğdiği ve şeytanın
gücünün onu harekete geçirdiği söylenir. Bu, efendileri tarafından haklı olarak itaate zorlanan
isteksiz köleler gibi, irademizin, gönülsüz olsa ve karşı koysa da, şeytandan emir almak
zorunda kaldığı anlamına gelir. Bu daha çok, Đblis’in hileleriyle tutsak ettiği irademizin, onun
bütün yönlendirmelerine zorunlu itaatle boyun eğmesi demektir. Rab, Ruh’unun yönetmesine
değer bulmadığı kişileri adil yargısıyla Đblis’in eylemlerine terk etmektedir. Bu nedenle elçi,
“Bu çağın ilahı imansızların zihinlerini kör etmiştir” demektedir [2Ko. 4:4]. Onlar, müjdenin
ışığını görmesinler diye yıkıma mahkûm edilmişlerdir. Başka bir yerde de, Đblis’in, itaatsiz
oğullarda çalıştığını söylemektedir [Ef. 2:2]. Đmansızların kör edilmesine ve bunun ardından
gelen bütün günahlara, “Đblis’in işleri” denir. Yine de bunların nedeni insanın iradesinin
dışında aranmamalıdır. Kötülüğün kaynağı iradeden çıkar ve Đblis’in krallığının yani günahın
temelleri ona dayanır.
2. Aynı olayda aktif olan Tanrı, Đblis ve insan
Bu konularda Tanrı’nın davranış tarzı çok farklıdır. Bunu daha iyi anlayalım diye,
Kildanlıların kutsal bir kişi olan Eyüp’ü felakete uğratmalarını örnek verebiliriz. Onun
çobanlarını öldürdüler ve düşmanca sürüsüne saldırdılar [Eyü. 1:17]. Yaptıkları kötü eylem
mükemmelce bellidir: Bu işte Đblis hiçbir şey yapmamış değildir. Bütün işin ondan
kaynaklandığını tarihte belirtilmektedir [Eyü. 1:12].
Ama Eyüp bunun Tanrı’nın işi olduğunu anlar. Kildanlar aracılığıyla elde ettiğinin
kendisinden alındığını söyler [Eyü. 1:21]. Đblis’e Tanrı’yla bağlaşmaya girdiği için mazeret
bulmadan ya da Tanrı’yı kötülüğün yazarı haline getirmeden, bu işi yazar olarak Tanrı’ya,
Đblis’e ve insana nasıl atfedebiliriz? Önce sonucu, sonra tarzı ya da eylemi göz önüne alırsak
kolayca. RAB’bin amacı kulunun sabrını felaketle eğitmektir. Đblis onu umutsuzluğa
düşürmeye çalışmaktadır. Kildanlılar yasaya ve hakka ters düşerek başka birinin malından
kazanç elde etmeye gayret etmektedirler. O kadar farklı amaç vardır ki, işin eğilimi zaten
bellidir. Tarz da daha az farklı değildir. RAB, Đblis’e kulunu üzme izni vermektedir.
Kildanlıları Đblis’in yönetimine teslim eder. Bu görev için onları Kendine görevli olarak
seçmiştir. Đblis zehirli oklarıyla, Kildanlıların günahlı zihinlerini bu kötü işi yapmak üzere
harekete geçirir. Kildanlılar, deli gibi haksızlık yapmaya koyulurlar, bütün üyelerini suça
teslim ederler, onları suçla kirletirler. Đbis’in egemenlik, yani hainliğiyle egemenlik kurduğu
yoldan sapmış kişilerde eyleme geçtiğini söylemek yerindedir. Tanrı’nın da Kendi tarzında
eyleme geçtiği söylenebilir. Đblis, Tanrı’nın öfkesinin aracı olduğu için, O’nun adil yargılarını
uygulamak üzere O’nun başıyla verdiği işarete ve buyruğuna şurada burada itaat eder. Burada
bütün yaratıkların, desteklendikleri üzere, bir şey yapmak için kendilerine enerji sağladıkları
Tanrı’nın evrensel etkinliğine geçiyorum. Belli bir işte görülen özel eylemden söz ediyorum
sadece. Bu nedenle, aynı işi Tanrı’ya, Đblis’e ve insana atfetmekte tutarsızlık görmüyoruz. Ne
165
var ki, amaç ve tarz farklılığı Tanrı’nın doğruluğunun kusursuzca parlamasına neden olur.
Oysa Đblis’in ve insanın kötülüğü kendini nankörlükle ortaya koyar.
3. “Katılaşmak” ne demektir?
Kimi kez kilise babaları gerçeği basitçe söylemekten titizlikle çekinmektedirler, çünkü
imansızların Tanrı’nın işlerinden saygısızca söz etmelerine yol açmaktan korkmaktadırlar. Bu
ayıklığı yürekten onaylasam da, Kutsal Yazı’nın öğrettiklerine sıkıca sarılırsak bunu hiçbir
şekilde tehlikeli bulmuyorum. Zaman zaman Augustinus bile bu batıldan kurtulamıyordu.
Örneğin; katılaşmanın ve kör olmanın, Tanrı’nın etkinliğine değil, onun önceden bilmesine
göndermede bulunduğunu söylemektedir. Ne var ki, Kutsal Yazı’daki birçok ifade bu
kurnazlıkları kabul etmiyor ama Tanrı’nın önceden bilmesinden çok daha başka şeylerin işe
dâhil olduğunu açıkça gösteriyor. Augustinus, Julian’a Karşı’nın beşinci kitabında günahın
sadece Tanrı’nın izniyle ve hoşgörüsüyle değil, daha önce işlenen günahların bir tür cezası
olarak O’nun kudretiyle işlendiğini öne sürmektedir. Aynı şekilde, izin konusunda
söyledikleri dayanılmayacak kadar güçsüzdür. Başka bir yerde daha ayrıntılı olarak öğrettiğim
gibi43, Tanrı’nın yoldan sapmışı döndürmek, itaat ettirmek ve harekete geçirmek için kör
ettiği, katılaştırdığı çok sık söylenmiyor mu [örn.; Yşa. 6:10]? Biz önceden bilmeye ya da izne
sığınırsak bu etkinliğin doğası hiçbir şekilde açıklanmaz. Bunun iki şekilde olduğu yanıtını
veriyoruz. Tanrı’nın ışığı uzaklaştıktan sonra geriye karanlıktan ve körlükten başka bir şey
kalmaz. Ruh’u bizden alındığında yüreklerimiz taş gibi katılaşır. Yol göstermesinin arkası
kesildiğinde hileye saparlar. Görme, itaat etme ve doğru şekilde izleme gücünden yoksun
bıraktıklarını körleştirdiğini, katılaştırdığını, eğdiğini söylemek yerindedir.
Kelimelerin doğru anlamlarına yakın olan ikinci yol, Tanrı’nın, öfkesinin hizmetlisi
olan Đblis aracılığıyla yargılarını yürütmeye koymasıdır. Tanrı, hoşuna giderse insanlara
istediklerini verir. Đradelerini harekete geçirir, çabalarını güçlendirir. Musa, Kral Sihon’un,
Tanrı ruhunu katılaştırdığı ve yüreğini inatçılaştırdığı için, halkın geçmesine izin vermediğini
anlatırken, hemen O’nun planının amacını eklemektedir: “Onu elimize teslim edebilmek için”
[Yas. 2:30]. Tanrı, Sihon’un mahvolmasını istediği için, onun yıkımını yüreğinin inatçılığıyla
hazırlamıştı.
4. Tanrı’nın, tanrısızlara nasıl davrandığına dair Kutsal Yazı’dan örnekler
Birinci yöntem için şöyle deniyor gibidir: “Güvenilir danışmanları susturur, yaşlıların
aklını alır” [Eyü. 12:20; Krş. Hez. 7:26]. “Dünya önderlerinin aklını başından alır, yolu izi
belirsiz bir çölde dolaştırır onları” [Eyü. 12:24; Krş. Mez. 107:40]. Aynı şekilde, “Ya Rab,
neden bizi yolundan saptırıyor, inatçı kılıyor, senden korkmamızı engelliyorsun?” [Yşa.
63:17]. Bu parçalar, Tanrı’nın ne çeşit insanlarda çalışmasını sürdürdüğünden çok, terk
ederek onlara neler yaptığına işaret etmektedir.
Ama bunlardan başka tanıklıklar da vardır. Örneğin; firavunu katılaştırması böyledir:
“Sizi dinleyemesin diye… firavunu inatçı yapacağım [Çık. 7:3-4] ve halkı salıvermeyecek”
[Çık. 4:21]. Daha sonra firavunu “inatçı” yaptığını söylemiştir [Çık. 10:20, 27; 11:10; 14:8].
Onun yüreğini yumuşatmayarak mı katılaştırmıştır? Aslında bu doğrudur ama daha fazlasını
da yapmıştır. Yüreğinin inatçılığı pekişsin diye onu Đblis’e dönüştürmüştür. “Onu inatçı
yapacağım” [Çık. 4:21] demesinin nedeni budur. Halk Mısır’dan çıkar; bölgede oturanlar
düşman olarak onları karşılamaya gelirler. Onları ne kışkırtmıştır? Nitekim Musa halkına,
onların yüreklerini inatçı yapanın RAB olduğunu duyurmuştur [Yas. 2:30]. Aslında
peygamber aynı tarihi anlatırken “Sonunda tutumunu değiştirdi düşmanlarının; halkından
tiksindiler” demektedir [Mez. 105:25]. Onların, Tanrı’nın öğüdünden yoksun kaldıkları için
sürçtüklerini söyleyemezsiniz. “Đnatçı oldularsa” ve “değiştilerse” bilerek ve isteyerek buna
43
I. xviii.
166
akılları yatmıştı. Dahası, halkın günahlılığını cezalandırmak ne zaman Tanrı’nın gözüne iyi
görünse yolundan sapanların aracılığıyla işini nasıl yürütmüştür? Öyle ki, halk sadece hizmet
verirken, yürürlüğe koyma işinin Tanrı’da olduğunu herkes anlayabilir. Bu durumda onları,
ıslıkla çağırmakla [Yşa. 5:26; 7:18], onları yakalamak için Đsraillileri ağ olarak kullanmakla
ve [Hez. 12:13; 17:20], sonra da balyoz gibi kırıp parçalamak için Đsraillilerden yararlanmakla
[Yer. 50:23] tehdit etmiştir. Ama Sanherib’e, onları Kendi eliyle öldürürken, nişan alıp
kullanacağı balta diyerek Kendisinin boş oturmayacağını açıkça duyurmuştur [Yşa. 10:15].
Augustinus başka bir yerde konuyu aşağıdaki gibi çok iyi anlatmaktadır: “Aslında insanların
kendileri günah işler; günah işleyerek şunu ya da bunu yapmaları, karanlığı gözüne hoş
geldiği gibi bölen Tanrı’nın gücünden gelir.”
7. Đblis de Tanrı’ya hizmet etmelidir
Rab, sağlayışıyla yoldan çıkmışları şu ya da bu amaca yönlendirdiğinde, Đblis’in onları
kışkırtmak için müdahalede bulunduğunu göstermek için, yine de tek bir parça yeter.
Samuel’de “RAB’bin gönderdiği kötü bir ruhun” Saul’u “yakaladığı” ya da “ondan gittiği”
sık sık anlatılmıştır [1Sa. 14:14; 18:10; 19:9]. Bunu Kutsal Ruh’a atfetmek yasaya uygun
değildir. Bu nedenle, pak olmayan ruha “Tanrı’nın ruhu” denmiştir, çünkü O’nun isteğine ve
gücüne yanıt vermektedir. Yazar olarak kendi başına değil, daha çok Tanrı’nın aracı olarak
eylemde bulunmaktadır. Aynı zamanda Pavlus’un öğrettiğini de buna eklemeliyiz: “Gerçeğe
itaat etmeyip yalana inanabilenlere” Tanrı yanıltıcı belirtiler gönderir, onları aldatır (2Se. 2:910, 11]. Ama aynı işte RAB’bin ve Đblis’in yaptığıyla günahlının yapmaya çalıştığı arasında
her zaman büyük bir fark vardır. Bu kötü araçları Tanrı yaratmaktadır. Bunları elinin altında
tutmakta ve gözüne iyi göründüğünde adaletine hizmet edecek şekle dönüştürmektedir.
Bunlar kötü olduğu için, eylemlerle, ahlaksız doğalarla algılanabilen günahı doğurmaktadır.
Tanrı’nın görkemini suçtan arındıran ya da günahlının özrüne son veren diğer görüşler
sağlayış konulu bölümde ele alınmıştı.44 Buradaki tek niyetim, yoldan sapmış kişiye Đblis’in
nasıl egemen olduğunu ve RAB’bin ikisinde de nasıl çalıştığını kısaca göstermektir.
(Tanrı’nın sağlayışı insanların dışsal konulardaki istekleri üzerinde egemendir, 6-8)
6. Ne iyi ne de kötü olan eylemlerde kendi başımıza bırakılmayız
Bu konuya yukarıda değinmemize45 rağmen, ne doğru ne de kötü yolda olan
eylemlerinde insanın sahip olduğu özgürlüğü açıklamamış ve ruhsal yaşamdan çok fiziksel
yaşama bakmıştık. Bazıları bu konularda özgür seçimi daha çok kabul ediyorlar46
(sanıyorum), kabul ettikleri şeyi kesin diye öne sürmek istemekten çok, çok önemli olmayan
bir konuda tartışıyorlar. Kendilerini aklama gücüne sahip olmadıklarını düşünen bu kişilerin
kurtuluş için bilinmesi gereken asıl konuya sarıldıklarını kabul ediyorum. Yine de şu yanının
göz ardı edilebileceğini düşünmüyorum: Kendi yararımıza olan bir şeyi seçmek istediğimizde,
irademiz buna eğilim duyduğunda ya da zihnimiz ve yüreğimiz aksi takdirde zararlı olacak bir
şeyden bizi uzak tutup tam tersine bir eğilim gösterdiğinde – bu, Rab’bin özel lütfudur.
44
I. xvi-xviii
II.ii.13-17
46
Augsburg Đnanç Açıklaması’nda Luther’in açıkladığı bildiriden söz ediliyor I. xviii:
“Đnsanın iradesi sivil doğrulukla ilgili çalışma yapmak özgürlüğüne sahiptir…Tanrı’nın
doğruluğu konusunda çalışacak gücü yoktur…Krş. Melanchton, Loci communes, 1535.
Burada insanın “görünürdeki sivil çalışmalar” konusunda belli bir seçim gücü olduğu
belirtilmektedir. Bu durumda, insanın iradesi yenilenmeden [suis viribus sine renovatione],
yasanın görünürdeki bazı işlerini yapacak gücü vardır. Bu, filozofların haklı olarak insanın
isteğine atfettikleri irade özgürlüğüdür.” (CR Melanchton XXI. 374). Calvin insanın bu tür
seçiminin ve eyleminin tanrısal sağlayışın çalışmasına dâhil olduğunu size göstermektedir.
45
167
Tanrı’nın sağlayışının gücü şu noktaya kadar gitmektedir: Sadece uygun olacağını
önceden gördüğü şeyler değil, insanın iradesinin, aynı amaç doğrultusunda eğilim duyduğu
şeyler de meydana gelir. Nitekim dışsal olayların gidişatını düşünürsek, insanın kararına bu
kadara kadar bırakıldığından kuşku duymayız. Ama Rab’bin dışsal olaylarda da insanların
zihinlerini yönettiğine dair çok sayıda tanıklığa kulak verirsek, bu bizi kararın Tanrı’nın özel
teşvikinden sonra geldiğini anlamak zorunda bırakır. Mısırlıların istemlerini Đsraillilere kim
meylettirmişti ki, en değerli teknelerini onlara ödünç vermişlerdi [Çık. 11:2-3]? Gönüllü
olarak asla böyle bir eğilim duymazlardı. Bu nedenle zihinleri kendi yönetimlerinden çok,
RAB’be boyun eğmişti.
Aslında Yakup, Tanrı’nın, gözüne hoş göründüğü tarzda insanları çeşitli şekillerde
isteklendirdiğine inanmamış olsaydı, putperest olduğunu düşündüğü Mısırlılar hakkında oğlu
Yusuf’a, “Tanrı, adamın yüreğine size karşı merhamet koysun” demezdi [Çık. 43:14]. Bütün
kilisenin mezmurda kabul ettiği gibi, Tanrı, halkına merhamet gösterdiğinde acımasız
ulusların yüreklerini güzellikle eğitmiştir [Krş. Mez. 106:46]. Öte yandan, Saul’un savaşmak
için kılıç kuşanacak kadar öfkelenmesinin nedeninin, Tanrı’nın Ruhu’nun onu harekete
geçirmesi olduğu belirtilir. Avşalom’un aklını ne çelmişti ki, genellikle kehanet diye bakılan
Ahitofel’in öğüdünü benimsememişti [2Sa. 17:14]? Rehavam’ın gençlerin öğüdüne
inanmasına ne yol açmıştı [1Kr. 12:10, 14]? Fahişe Rahav’ın Tanrı’nın yaptığını kabul etse
de, önceden çok cesur olan ulusların Đsrail’in gelmesiyle titremesine kim yol açmıştı [Yeş. 2:9
vdd.]? Ayrıca yasada Đsraillileri, “titreyen yürekler” vermekle tehdit edenden başka kim
onların yüreklerine korku ve dehşetle umutsuzluk vermişti [Yas. 28:6; Krş. Lev. 26:26]?
7. Tanrı’nın egemenliği her olayda bizim özgürlüğümüzün üzerindedir
Bunların belirli örnekler olduğu, O’nun egemenliğinin hiçbir şekilde her durumda
geçerli olmaması gerektiği söylenerek karşı çıkılacaktır47. Ama benim iddiamı yeterince
kanıtladıklarını söylüyorum: Tanrı ne zaman sağlayışının yolunu açmak istese dışsal olaylarda
bile insanların istemlerine diz çöktürmekte, değiştirmektedir. Đsteyin ya da istemeyin,
gündelik deneyimleriniz sizi, kendi seçme özgürlüğünüzden çok, Tanrı’nın harekete
geçirdiğini anlamak zorunda bırakmaktadır. Yani yapılması kolay olan işlerde cesaretiniz
kırılırken, en basit konularda hükme varmak ve anlamak çoğunlukla sizi başarısızlığa uğratır.
En karmaşık konulardaysa tam tersine hemen seve seve öğüt verilir; önemli ve kritik
konularda her zorluğun üstesinden gelecek cesaretiniz vardır.
Süleyman’ın sözlerini ben böyle anlıyorum: “Đşiten kulağı da gören gözü de RAB
yaratmıştır” [Özd. 20:12]. Bana öyle geliyor ki, Süleyman bunların yaratılmasından değil,
işlevleriyle ilgili olarak verilen özel armağandan söz etmektedir. “Kralın yüreği RAB’bin
elindedir, kanaldaki su gibi onu istediği yöne çevirir” dediğinde [Özd. 21:1], aslında
Süleyman, tek bir biyolojik türle bütün familyayı algılamaktadır. Đnsanın istemi bütünüyle
özgürlükten yoksun olmaktan kurtulursa bu ayrıcalık her şeyden önce diğerlerinin istemlerine
bir ölçüde egemen olan kralın istemine bağlıdır. Ne var ki, kralın istemi Tanrı’nın elinde
biçimleniyorsa bizim istemlerimiz de bu durumdan muaf değildir. Augustinus’un bu konuda
ünlü bir sözü vardır: “Gayretle araştırılırsa Kutsal Yazı, sadece kötü isteklerden iyi istekler
yaratmanın değil, bunları iyi eylemlere ve sonsuz yaşama yönlendirmenin de Tanrı’nın gücü
dâhilinde olduğunu belirtir; ama bu dünyadaki yaratıkları koruyan iyi istekler de böyledir.
Bunlar o kadar O’nun gücü dâhilindedir ki, nerede ve ne zaman yararlandırmak ya da
cezalandırmak istese –aslında en gizemli ama en doğru yargısıyla- bunların meydana
gelmesine neden olur.”
47
Erasmus, De libero arbitrio, der. J. Van Walter, s. 60.
168
8. “Özgür irade” sorunu istediğimizi elde edip etmemize değil, özgürce isteyip
istememize bağladır
Bazı bilgisiz halkın anlamsızca kabul ettiği gibi, insanın özgürce seçme yeteneğine
sonuçlara bakarak karar vermemek gerektiğini okurlarım hatırlasınlar. En yüce kralların bile
her şeyi kendi isteklerine göre yapmadıklarına bakıldığında, bunlar insanların isteminin
tutsaklığını düzenli ve zekice kanıtlamaktadır. Yine de söz ettiğimiz bu yeteneği insanların
içindeki haliyle göz önüne almalıyız, dışsal başarıyla ölçmemeliyiz. Özgür iradeyi ele alırken,
insanın yapmaya karar vermiş olduğu işi dışsal engellere rağmen yapıp yapmadığını ve bitirip
bitirmediğini değil, hem kararlı seçiminin hem de isteminin eğiliminin özgür olup olmadığını
soruyoruz. Đnsanlarda ikisi de yeterince varsa, şarap fıçısının içine çivi çakılarak kapatılan
Atilius Regulus’un özgür iradesi, emri altındaki dünyanın büyük bölümüne hükmeden
Augustus Sezar’ın özgür iradesinden daha az değildi.
V. BÖLÜM
ÖZGÜR ĐRADEYĐ SAVUNURKEN GENELDE ORTAYA ATILAN ĐTĐRAZLARIN
ÇÜRÜTÜLMESĐ
(Sağduyu gerekçesiyle öne sürülen özgür irade tartışmalarına yanıtlar, 1-5)
1. Birinci tartışma: Zorunluluktan işlenen günah, günah değildir; isteyerek günah işlemekse
önlenebilir
Özgürlük konusunda yanlış bir kanı edinerek bu anlayışı yıkmaya çalışan ve bizim
görüşümüze saldırmak için, itiraz ederek kendi nedenlerini ortaya koyanlar olmasaydı, insanın
iradesinin tutsaklığı yeterince konuşulmuş olacaktı. Önce sağduyuya göre de nefret uyandıran
bir şey olarak, bunu iğrenç duruma getirmek için çeşitli anlamsızlıklar yağdırıyorlar. Sonra da
Kutsal Kitap’taki tanıklıklarla bize karşı iddialarda bulunuyorlar. Karşılık olarak, her iki
kuşatma makinesini de geri püskürteceğiz. Günah zorunluluktan kaynaklanan bir konuysa,
günah olmaktan çıkar, diyorlar48. Bunlar Pelagius’un Augustinus’a da saldırdığı silahlardır.
Yine de konuyu doyurucu biçimde ele alıncaya kadar Augustinus’un adının ağırlığıyla onları
ezmek istemiyoruz. Sadece zorunluluktan işlendiği için günahın günah sayılmamasını kabul
etmiyorum. Tam tersine, isteyerek işlendiği için günahın engellenebildiğine dair çıkardıkları
sonucunu da kabul etmiyorum. Đnsan, başka türlü yapamazmış gibi davranarak, Tanrı’yla
tartışmak ve yargıdan kaçmak isteyebiliyorsa başka bir yerde ortaya koyduğumuz49 hazır bir
cevap vardır. Đnsanlar yaratılışlarından değil, bozulmuş doğalarından ötürü günaha bağımlıdır
ve kötülükten başka bir şey yapamaz. Kötülüğün mazeret olarak özgürce kullandığı ama
Âdem’in kendisini isteyerek bağımlı kıldığı şeytanın bu zorbalığı nereden geliyor? Bizi
zincire vuran bozulmuşluk şöyledir: Đnsan önce Yaratan’ından uzaklaşmıştır. Bütün insanlar
bu başkaldırıdan ötürü haklı olarak suçlu bulunuyorsa, bu zorunluluk nedeniyle
bağışlandıklarını düşünmesinler. Suçlu bulunmalarının nedeninin bu zorunluluk olduğu çok
açıktır. Bunu yukarıda çok net şekilde açıkladım ve örnek olarak şeytanı verdim.
Zorunluluktan günah işleyen kişinin daha az isteyerek günah işlemediği bu örnekten bellidir.
Tam tersine bu, seçilmiş melekler için doğrudur: Đstemleri iyiye sırt çevirmese bile, istem
olmaktan çıkmaz. Bernard da uygun tarzda aynı şeyi öğretmektedir: Biz, daha zavallıyız,
çünkü zorunluluk isteyerektir. Yine de bizi günaha bağımlı kılan bu zorunluluk bizi o kadar
48
Erasmus, De libero arbitrio, der. Von Walter, s. 25. Augustinus, Pelagius’çu Iulianus
Aeclanensis’e karşı yazdığı bitmemiş tezinde aynı tartışmadaki açık ifadeleri tekrarlar ve
onlara yanıt verir.
49
II. iii. 5.
169
kısıtlar ki, daha önce söz ettiğimiz gibi bizi günahın kölesi yapar. Çıkarsamalarının ikinci
bölümü yanlıştır, çünkü “istemekten” hatalı şekilde “özgürlüğe” atlamaktadır. Özgür seçime
bağlı olmayan bir şeyin yine de isteyerek yapıldığını yukarıda kanıtlamıştır.
2. Đkinci tartışma: Ödül ve ceza anlamını yitirmektedir
Hem erdem hem de ahlaksızlık iradenin özgür seçiminden ileri gelmiyorsa insanın
cezalandırılmasının ya da ödüllendirilmesinin tutarlı olmadığını öne sürüyorlar. Bu tartışma
Aristoteles’in olsa da Chrysostomos ve Hieronymus tarafından bir şekilde kullanıldığını kabul
ediyorum. Yine de Hieronymus bunun Pelagius’çuların ortak görüşü olduğunu saklamıyor.
Hatta onların kendi sözleriyle alıntı yapıyor: “Bizde çalışan Tanrı’nın lütfuysa, o zaman çaba
göstermeyen biz değil, lütuf taçlandırılacaktır.”
Cezalar konusunda, haklı olarak cezalandırıldığımız cevabını veriyorum. Suçun
kaynağı bizden çıkmaktadır. Bile bile istemek koşuluyla, özgür irademizle günah
işlediğimizde ya da yargıya boyun eğdiğimizde fark eden nedir –özellikle de insan günahın
tutsaklığı altında olduğundan, günahlılığı kanıtlandığı için? Doğruluğun ödüllerine gelince,
ödüllerin bizim hak etmemizden çok Tanrı’nın şefkatine bağlı olduğunu kabul etmemiz büyük
saçmalıktır.
Augustinus bu düşünceyi ne kadar çok tekrarlamaktadır: “Tanrı bizim liyakatimizi
değil, Kendi ödüllerini taçlandırır”; “Bizim hak ettiğimiz şeylere değil, zaten bahşedilmiş olan
lütuf adına bize verilenlere ‘ödül’ deriz”! Tabii ki, şuna çok net olarak dikkat çekiyorlar:
Liyakatin kaynağı olan özgür iradeleri yoksa liyakatin hiç yeri yoktur50. Ama bununla ilişkili
olarak, bu kadar görüş ayrılığı olan bir konuda büyük hata yapıyorlar. Augustinus, yasaya
uygun olmadığını düşündükleri şeyi itiraf etmeleri gerektiğini kaçınılmaz bir gerçek diye
öğretmekte alışkanlığı üzerine tereddüt etmemektedir. Örneğin; şöyle demektedir: “Đnsan neyi
hak eder? Borcunu ödemek için değil, özgür lütuf için geldiğinde, sadece günahsız ve
günahtan kurtaran biri olarak bütün insanların günahlı olduğunu görür.” Ayrıca, “Hak
ettiğiniz size ödenirse cezalandırılmanız gerekir. O zaman ne olur? Tanrı size hak ettiğiniz
cezayı değil, hak etmediğiniz lütfu vermiştir. Lütuftan uzaklaştıysanız hak ettiklerinizle
övünün.” Ayrıca, “Kendi başınıza hiçbir şeysiniz. Günahlarınız sizin ama hak ettikleriniz
Tanrı’nındır. Cezayı hak edersiniz, Tanrı ödül verdiğinde sizin hak ettiklerinizi değil, Kendi
armağanlarını taçlandırır.” Başka bir yerde de aynı şekilde lütfun liyakatten doğmadığını ama
liyakatin lütuftan doğduğunu öğretmektedir! Az sonra Augustinus, Tanrı’nın, liyakati
ödülleriyle başlattığı, bunlarla Kendi liyakatini ortaya koyduğu, insanı korumak için hiçbir
neden görmediğinden bunların hepsini karşılıksız verdiği sonucuna varmaktadır.
Augustinus yazılarında böyle cümleleri tekrarladığında neden daha çok kanıt
sıralamak gereksin? Yine de karşıtlarımız, elçinin, kutsalların yüceliğinden nasıl bir ilke
çıkardığını dinlerlerse, elçi onları bu hatadan daha da iyi kurtarır. “Tanrı önceden belirlediği
kişileri çağırdı; çağırdıklarını akladı ve akladıklarını yüceltti” [Rom. 8:30]. Elçiye göre, o
zaman neden imanlılar taçlandırılıyor [1Ti. 4:8]? Çünkü onlar kendi çabalarıyla değil,
Rab’bin merhametiyle seçildiler, çağrıldılar ve aklandılar. O zaman, özgür irade olmayacaksa
artık liyakatin de olmayacağından duyulan bu boş korkuyu kovun! Kutsal Yazı’nın bizi
çağırdığı bu durumdan korkup kaçmak akılsızlığın zirvesidir. “Tanrı’dan almadığın neyin var
ki? Madem ki aldın, niçin almamış gibi övünüyorsun?” [1Ko. 4:7]. Gördüğünüz gibi, Pavlus
liyakate hiç yer bırakmamak için her şeyi özgür iradenin elinden almıştır. Yine de Tanrı,
Kendi iyiliğiyle ve cömertliğiyle bize bahşettiği bu lütfu sanki bizim erdemimizmiş gibi bitip
tükenmez ve apaçık şekilde ödüllendirmektedir, çünkü onu bize ait kılmaktadır.
50
Bu paragrafta söz edilen çağdaş görüşler Cochlaetus’un De libero arbitrio’suyla
Erasmus’un De libero arbitrio’sudur.
170
3. Üçüncü tartışma: Đyiyle kötü arasındaki bütün ayırım ortadan kaldırılacaktır
Karşıtlarımız, Chrysostomos’tan alınmış gibi görünen bir itirazda bulunuyorlar: Đyiyi
ya da kötüyü seçmek bizim irademizin yetisi değilse, aynı doğayı paylaşanlar ya tümüyle kötü
ya da tümüyle iyi olmalıdır51. Ambrosius’un adıyla dolaşan Öteki Uluslara Çağrı eserinin
(her kimse) yazarı da bu bakış açısına yakındır. Şöyle akıl yürütmektedir: Tanrı’nın lütfu bizi
kararsız bir durumda bırakmasaydı, hiç kimse imandan ayrılmazdı52. Böyle büyük bir adamın
bu kadar unutkan olması tuhaf! Đnsanlar arasında bu kadar ayırım yapmanın Tanrı’nın seçimi
olduğu Chrysostomos’un aklına nasıl gelmedi? Pavlus’un bütün içtenliğiyle öne sürdüğünü
kabul etmekten hiç korkmuyoruz: Bütün insanlar hem baştan çıkmış hem de kendini kötülüğe
teslim etmiştir [Krş. Rom.3:10]. Ama onunla birlikte buna, Tanrı’nın merhameti sayesinde
hepsinin kötülüğüne devam etmediğini ekliyoruz. Hepimiz doğamız gereği aynı hastalığı
çeksek de, ancak Rab’bin iyileştiren eliyle dokunmaktan hoşnut olduğu kişiler iyileşecektir.
Haklı yargısıyla aldırmadan geçip gittikleri yanıp kül oluncaya kadar kendi
çürümüşlüklerinde eriyip biteceklerdir. Bazılarının sonuna kadar dayanmasının, diğerlerininse
daha yolun başındayken düşmesinin başka nedeni yoktur. Aslında dayanma da Tanrı’nın
armağanıdır. Ayrım gözetmeden herkese bahşetmez ama istediklerine verir. Đnsan, bu farkın–
bazılarının istikrarla dayanmasının, diğerlerinin istikrarsızlıkla başarısız olmasının- nedenini
ararsa, ilk söz edilenler mahvolmasınlar diye Rab’bin onları desteklediğinden, kendi gücüyle
onları güçlendirdiğinden, ikinci söz edilenlereyse istikrarsızlık örneği olsunlar diye aynı gücü
vermediğinden başka bir şey aklımıza gelmiyor.
4. Dördüncü tartışma: Bütün teşvikler anlamsız olacaktır
Ayrıca itaat etmek günahlının gücü dâhilinde değilse teşvik etmenin boşuna,
öğütlerden yararlanmanın anlamsız, azarlamanın akılsızlık olduğunda ısrar ediyorlar53. Çok
uzun zaman önce Augustinus da benzer itirazlarla karşılaştığında Sitem ve Lütuf Üzerine
tezini yazmak zorunda kalmıştı. Tezinde bu saldırıları bolca çürütse bile, karşıtlarına şu
önemli konuyu hatırlatıyor: “Ey adam! Ne yapman gerektiğini kuralıyla öğren; senin buna
sahip olmamanın kendi hatan olduğunu azarlanarak öğren; sahip olmak istediğini ne zaman
alacağını dua ederek öğren.” Ruh ve Yazılı Yasa Üzerine adlı kitabında neredeyse aynı
görüşten yararlanmaktadır: Tanrı, yasasındaki kuralları insan gücüne göre ölçmez ama neyin
doğru olduğunu emrettiği yerde seçilmişine bunu yerine getirecek gücü verir. Bu konu fazla
tartışmayı gerektirmemektedir. Birincisi, bu davada yalnız değiliz ama Mesih’le bütün elçiler
bizimle beraber. Böyle hasımlara karşı açtıkları mücadelede nasıl galip geleceklerini
düşünmeyi bu insanlara bırakın. Mesih şunu duyuruyor: “Bensiz hiçbir şey yapamazsınız”
[Yu. 15:5]. Bu nedenle Kendisinden ayrılarak kötülük yapanları az mı azarlayıp suçluyor? Ya
da bu nedenle herkesi iyi işler kendini yapmaya adaması için az mı teşvik ediyor? Pavlus,
sevgiyi ihmal ettikleri için ne kadar ciddi azarlıyor [1Ko. 3:3; 16:14]! Aslında yine de Rab’be
onlara sevgi vermesi için dua ediyor. Pavlus, Romalılara Mektup’unda şöyle diyor: “Bu,
insanın isteğine ya da çabasına değil, Tanrı’nın merhametine bağlıdır” [Rom. 9:16]. Yine de
daha sonra teşvik etmek ve azarlamak kadar uyarmaktan da vazgeçmemektedir. Rab, sadece
Kendisinin yapabileceği işi insanlardan istediği ve lütfunun olmadığı yerde insanlar işe
giriştikleri için onları suçladığında, boşuna gayret etmemeyi neden Rab’den ısrarla
istemiyorlar? Artık onlardan vazgeçen Tanrı’nın merhameti önceden gitmediyse, isteyecek ya
da koşacak gücü olmayanları esirgemesi için neden Pavlus’u uyarmıyorlar? Pavlus’un, çok
gayretle isteyenlere kendini kolayca sunan öğretişinin en iyi nedeni sanki Rab’be
51
Chrysostom, Homilies on Genesis, vaaz xxiii. 5 (MPG 53. 204).
Akitanyalı Prosper, The Call of All Nations II. iv (MPL 17.1112; 51. 689 vd)
53
Erasmus, De libero arbitrio, der. Von Walter, s. 40 vd; Herborn, Lacorum communium
enchidrion xxxviii (CC 12. 132)
52
171
dayanmıyormuş gibi! Pavlus, “Önemli olan, eken ya da biçen değil, ekileni büyüten
Tanrı’dır” diye yazıyor [1Ko. 3:7]. Bununla o, düşünceyi değiştirmek için ne kadar çok
öğretişin, gayretin ve azarın gerektiğini belirtiyor! Bu nedenle, Musa’nın, yasanın
buyruklarına ne kadar ağır yaptırımlar getirdiğini [Yas. 30:19] ve peygamberlerin günahlıları
acı acı korkutup tehdit ettiğini görüyoruz. Yine de ancak anlayışlı bir yürek verildikten sonra
insanların bilge olacaklarını [örn.; Yşa. 5:24; 24:5; Yer. 9:13 vdd.; 16:11 vdd.; 44:10 vdd.;
Dan. 9:11; Amo. 2:4], öğretişinin etkili olması için yürek sünnetinin [Krş. Yas. 10:16; Yer.
4:4], taştan yüreklerin yerine etten yürekler koymanın [Krş. Hez. 11:19], yasasını içimize
yazmanın [Krş. Yer. 31:33], kısacası canımızı yenilemenin [Krş. Hez. 36:20] Tanrı’nın işi
olduğunu kabul ediyorlar.
5. Teşvik etmenin anlamı
O zaman teşviklerin amacı ne? Tanrısız insanlar inatçı yürekleriyle reddetseler de,
Rab’bin yargı kürsüsüne geldiklerinde bunlar aleyhlerine tanıklık edecektir. Şimdi bile bunlar
vicdanlarına darbe indiriyor, vuruyor. En saygısız insan bunlarla alay etse bile çarpıtamıyor.
Ama itaat için gerekli olan yüreğinin yumuşaklığı zavallı küçük adamı yalanlarsa ne olacak,
diye soruyorsunuz. Aslında yüreğinin katılığını kendinden başka kimseye atfetmediği için, ne
mazereti olacak? Đmansızların kendilerine rağmen Tanrı’nın teşviklerinin gücü nedeniyle
dilleri tutulabiliyorsa da bunlarla alay etmeye özgürce hazırlar.
Ama bunların imanlılar için özellikle değerli olduğunu düşünmeliyiz. Rab (Ruhu
sayesinde her şeyi yaptığı gibi), Sözü’nün aracını da ihmal etmez ama ondan etkin şekilde
yararlanır. Şu gerçeğe inanılsın: Dine bağlı insanların bütün doğruluğu Tanrı’nın lütfuna
dayanmaktadır. Peygamberin dediği gibi, “Onlara yeni bir yürek vereceğim. O zaman
kurallarımı izleyecekler” [Hez. 11:19-20]. Ama kendilerini Ruh’un rehberliğine bırakmak
yerine neden görevleri konusunda uyarılıyorlar diye itiraz edeceksiniz. Ruh onları harekete
geçirdiğinde daha çok acele edemiyorlarsa neden teşviklerden bunalıyorlar? Yoldan
saptıklarında, benliğin kaçınılmaz güçsüzlüğüyle hata yaptıklarında neden suçlanıyorlar?
Ey adam, sen kimsin ki Tanrı’ya yasa dayatıyorsun? Tanrı, bizi teşvikine itaat etmeye
hazırlayan bu lütfu almamız için, teşvik ederek bizi hazırlamak istiyorsa O’nun bu bağışında
mızmızlanacak ya da alay edecek ne var? Teşviklerin ve azarların Tanrı’ya bağlı insanlara
yararı, günah nedeniyle onları suçlu çıkarmaktan başka bir şey değilse, bu teşvikler son derece
yararsız bulunmamalıdır. Ruh’un içimizde harekete geçmesiyle bunlar iyilik arzusunu bizde
mükemmelce uyandırabildiği, uyuşukluğumuzu sarstığı, günah tutkusunu ve günahın zehirli
tatlılığını ortadan kaldırdığı –tam tersine günaha karşı nefret ve tiksinti doğurduğu- için, kim
bu teşviklerle gereksiz diye alay etmeye cesaret edebilir?
Daha net bir cevap isteniyorsa, işte: Tanrı seçtiklerinde iki tarzda çalışmaktadır: Ruh’u
aracılığıyla içerden; Sözü aracılığıyla dışarıdan. Ruhu’yla onların zihinlerini aydınlatıp
yüreklerinde sevgi oluşturarak ve doğruluk ekerek onları yeni bir varlık haline getirmektedir.
Sözü’yle, aynı yenilenmeyi istemeleri, peşinden koşmaları ve elde etmeleri için onları
harekete geçirmektedir. Đkisiyle de, Tanrı’nın bahşetme tarzına göre, elinin işini ortaya
koymaktadır. Aynı Sözü yoldan çıkmışlara yönelttiğinde, onları düzeltmese bile Sözü’nün
başka bir şekilde kullanılmasını sağlamaktadır: Bugün vicdanlarının tanıklığıyla onlara baskı
yapmak, Yargı Günü’nde onları daha çok bağışlanabilir duruma getirmek. Mesih, Baba’sının
O’na çektiklerinin dışında kimsenin gelemeyeceğini ve seçilmişlerin, “Baba’yı işittikten ve
O’ndan öğrendikten” [Yu. 6:44-45] sonra geleceğini duyursa da, öğretmenlik görevini ihmal
etmemekte ama Kutsal Ruh’un içsel öğretişine ihtiyacı olanlara, ilerleme kaydetmeleri için,
Kendi sesiyle aralıksız vaaz vermektedir. Pavlus, yoldan sapmışlarda bu öğretişin yararsız
olmadığını öğretir, çünkü onlar için bu, “ölüme götüren ölüm kokusu” [2Ko. 2:16] ama
“Tanrı’nın güzel kokusu”dur [2Ko. 2:15].
172
(Kutsal Yazı’daki yasanın, vaatlerin ve azarların yorumuna dayanan özgür irade
tartışmalarına yanıtlar, 6-11)
6. “Gücümüzün ölçüsü” Tanrı’nın kuralları mıdır?
Karşıtlarımız, Kutsal Yazı’dan parçaları önümüze yığmaya büyük özen gösteriyorlar:
Bunu o kadar aralıksız yapıyorlar ki, başaramasalar bile, en azından bizi sayıca yeniyorlar.
Ama savaştakine hiç benzemeyen bir kalabalıkla yumruk yumruğa karşılaşmaya gelince, ne
kadar çok görkem ve gösteriş sergilenebilse de, savaşta olduğu gibi, birkaç hamleyle bozguna
uğranır ve kaçmak zorunda kalınır. Bu durumda, kalabalıkla birlikte bu muhalifleri dağıtmak
bizim için çok kolay. Sınıflara ayırdıkları, bize karşı yanlış kullandıkları bütün yazıları belli
başlı birkaç başlık altında grupluyorlar. Birçoğu için tek bir cevap yeterlidir; her birini tek tek
sıralamak gereksiz.
Tanrı’nın kurallarından temel bir döküm çıkarıyorlar. Kanıtlanabilir bütün isteklerini
zorunlu olarak yerine getirebileceğimiz kadar bunların bizim yeteneğimize çok uygun
düştüğünü düşünüyorlar. Sonuç olarak, kuralları tek tek gözden geçiriyorlar ve gücümüzün
ölçüsünü bunlardan çıkarıyorlar. Ya Tanrı kutsallık, dine bağlılık, itaat, paklık, sevgi, şefkat
emrettiğinde; ya murdarlığı, puta tapmayı, utanmazlığı, öfkeyi, soygunculuğu, gururu ve
benzerlerini yasakladığında; ya da sadece bizim gücümüz dahilinde olanı istediğinde bizimle
alay ediyor (diyorlar).
Önümüze yığdıkları neredeyse bütün kuralları şimdi üç sınıfa ayırabiliriz. Bazısı
insanın önce Tanrı’ya dönmesini istemektedir; bazısı sadece yasaya itaat edilmesinden söz
etmektedir; bazısı da insana, bir kez aldıktan sonra Tanrı’nın lütfunda dayanmayı
buyurmaktadır. Bunları genel olarak ele alacağız, sonra bu üç sınıflamaya ayrıntılarıyla
bakacağız.
Đnsanın yeteneğini Tanrı’nın kurallarıyla ölçmek uzun zaman önce genel bir alışkanlık
olmuştur. Bunda bir gerçek iddiası vardır. Ama bu, Tanrı’nın yasasını çok ahmakça
bilmemekten kaynaklanmaktadır. Yasaya itaat etmenin imkânsız olduğunu söylemeyi korkunç
bir suç sayanlar bize baskı yapıyorlar. Görünürdeki en güçlü nedenleri, aksi takdirde yasanın
verilmesinin hiçbir amacı olmadığı54. Aslında sanki Pavlus hiçbir yerde yasadan söz
etmiyormuş gibi. O zaman soruyorum bu iddiaların anlamı nedir? “Yasa suçları ortaya
çıkarmak için antlaşmaya eklendi” [Gal. 3:19]; “Yasa sayesinde günahın bilincine varılır”
[Rom. 3:20]; yasa günahı ortaya koymaktadır [Krş. Rom. 7:7-8]; “Yasa suç çoğalsın diye
araya girdi” [Rom. 5:20]. Yasa boş yere verilmiş olmasın diye bizim gücümüzle mi
sınırlanacaktı? Tersine, bize kötülüğümüzü göstermek için ona bizim çok üzerimizde bir yer
verilmişti! Pavlus’un tanımına göre, tabii ki, yasanın amacı ve yerine getirilmesinin yolu
sevgiydi [Krş. 1Ti. 1:5]. Pavlus, Selaniklilerin yürekleri sevgiyle dolsun diye dua ettiğinde
[1Se. 3:12], Tanrı yüreğimize yasanın bütününü esinlemediğinde [Krş. Mat. 22:37-40],
yasanın kulağımıza gelen sesinin etkisiz kaldığını tümüyle kabul etmektedir.
7. Yasa, bize lütfa giden yolu işaret eder
Kutsal Yazı, yasanın, uğruna çaba göstermemiz gereken bir yaşam kuralı olduğundan
başka bir şey öğretiyorsa, ben de onların görüşüne gecikmeden boyun eğeceğim. Ama
yasadan çeşitli biçimde yararlanmak bize sadakatle ve net olarak açıklandığından, daha çok,
bu yorum bize yasanın insana ne yaptığını düşündürmeli. Şu andaki soruya gelince, yasa ne
yapmamız gerektiğine dair kuralları koyar koymaz, itaat etme gücünün Tanrı’nın iyiliğinden
geldiğini öğretir. Böylece bu gücün bize verilmesi için yakaralım diye bizi dua etmeye çağırır.
Sadece bir buyruk olsaydı ve hiç vaat olmasaydı, gücümüzün bu buyruğa yanıt vermeye
yeterli olup olmadığı sınanırdı. Ama sadece çabamızın değil, bütün erdemimizin de tanrısal
lütfun yardımına dayandığını duyuran vaatler bu buyrukla bağlantılı olduğu için, bizim yasaya
54
Krş. II. vii. 5; Eck, Enchiridion (1541), fo. 188a.
173
uymakta, tutarsız demeyelim de, son derece beceriksiz olduğumuz yeterinden fazla
gösterilmektedir. Bu nedenle, Rab, yasada vermiş olduğu doğruluk kuralını bizim
güçsüzlüğümüzün ölçüsüne göre uyarlamış gibi, gücümüzle yasanın kuralları arasındaki bu
oranı artık vurgulamayalım. O’nun lütfuna her açıdan çok ihtiyacı olan bizler, ne kadar kötü
hazırlanmış olduğumuzu bu vaatlere bakarak kabul etmeliyiz.
Ama Rab’bin, yasasını bağ kütükleri ve taşlar için tasarladığının mantıklı olduğuna
kim inanır (diyorlar)55? Bunu kimse tartışmıyor. Günahlılar, yasa aracılığıyla tutkularının
Tanrı’ya karşı olduğunu ve kendi ikrarlarıyla suçlu olduklarını öğrendiklerinde birer kaya ya
da ağaç kökü değildirler. Ne de imanlılar, güçsüz oldukları ve lütfa sığınmaları konusunda
uyarıldıklarında birer bağ kütüğü ve taştır. Augustinus’un bu derin anlamlı ifadeleri bu açıdan
yerindedir: “Tanrı, Kendisinden ne istememiz gerektiğini bilelim diye, yapamadığımızı
yapmamızı emreder.” “Özgür iradenin, Tanrı’nın lütfunu daha çok onurlandıracağı kabul
ediliyorsa kurallar çok yararsızdır.” “Yasanın buyurduğunu iman başarır.” “Aslında bu
nedenle yasada, yasa aracılığıyla buyrulanı imanın başarması buyrulmaktadır.” “Aslında Tanrı
bizden iman istemektedir; yine de bulacağı bir şey vermediyse, isteyecek bir şey de
bulamamaktadır.” Ayrıca, “Tanrı, buyurduğunu versin ve istediğini buyursun.”
8. Birçok buyruk lütuf olmadan bizim bir şey yapamayacağımızı açıkça gösterir
Yukarıda değindiğimiz üç kavram sınıflaması gözden geçirilirken bu daha net
görülecektir56.
( 1 ) Çoğunlukla hem Yasa’da hem de Peygamberler’de Rab bize Kendisine
dönmemizi buyurmaktadır [Yoe. 2:12; Hez. 18:30-32; Hoş. 14:2 vd.]. Öte yandan peygamber
şu yanıtı vermektedir: “Beni geri getir, döneyim…Yanlış yola saptıktan sonra pişman oldum”
[Yer. 31:18-19]. Rab, yüreğimizin derisini sünnet etmemizi bize buyuruyor [Yas. 10:16; Krş.
Yer. 1:4]. Ne var ki, bu sünneti Kendi eliyle yapacağını Musa aracılığıyla duyuruyor [Yas.
30:6]. Bazı yerlerde yüreğin yenilenmesini istiyor [Hez. 18:31], ama başka bir yerde bunun
Kendisi tarafından verildiğine tanıklık ediyor [Hez. 11:19; 36:26]. Augustinus’un dediği gibi,
“Tanrı’nın vaat ettiğini seçerek ya da doğamız sayesinde biz yapmayız; ama lütfu sayesinde O
yapar.” Bu yorum, Tykhonius’un kuralları arasında beşinci sırada yer almaktadır: Yasayla
vaatleri ya da buyruklarla lütfu özenle ayırt etmeliyiz57. Bu kurallardan, buyrukları yerine
getiren Tanrı’nın lütfunu mahvetmek için, insanın belki de itaat etmeye yetenekli olduğu
sonucunu çıkaranlar uzak olsunlar.
( 2 ) Đkinci türdeki kurallar basittir: Bunlarda bize, Tanrı’nın hükümlerine boyun
eğmemiz, öğrettiği yoldan gitmemiz için O’nu onurlandırmamız, istemine hizmet etmemiz ve
bu istemden ayrılmamamız buyrulmaktadır. Ama sahip olduğumuz doğruluğun, kutsallığın,
dine bağlılığın ve saflığın Tanrı’nın armağanları olduğuna tanıklık eden sayısız parça vardır.
( 3 ) Üçüncüsü, Luka’nın söz ettiği, Pavlus’la Barnaba’nın, imanlıları “devamlı
Tanrı’nın lütfunda yaşamaya” teşvikleridir [Elç. 13:43]. Ama Pavlus başka bir yerde de bu
tutarlılık erdeminin aranacağı kaynağı öğretmektedir. “Rab’de onun üstün gücüyle güçlenin”
der [Ef. 6:10]. Başka bir yerde, “Tanrı’nın Kutsal Ruhu’nu kederlendirmeyin” diye bize yasak
koyar, “Kurtuluş günü için o Ruh’la mühürlendiniz” der [Rom. 4:30]. Đnsanlar istenileni
yapamadıkları için, Pavlus, Selaniklilerin adına Rab’den, “onları çağrısına layık görmesini,
iyiliğe yönelik her dileklerini, imana dayanan her uğraşlarını kendi gücüyle
sonuçlandırmasını” ister [2Se. 1:11]. Aynı şekilde Pavlus, Korintlilere Đkinci Mektup’unda
55
Krş. Origen, De principiis III. Đ. 5 (GCS 22. 200; MPG 11. 254; çev. G. W. Butterworth, Origen On First
Principles, s. 162; ANF IV. 304); Augustine, Sermons clvi. 12. 13 (MPL 38. 857; çev. LF Sermons II. 769 vd).
56
Yk. bk. m. 6
57
Burada Augustine, Donatist tarikatının önderlerinin suçladığı Donatist Tychonius’un,
Kutsal Yazı’yı anlamak için 390 yılında ortaya attığı yedi kuraldan üçüncüsüne dikkati
çekiyor.
174
bağışlar konusunu ele aldığında, çoğunlukla bunu candan arzulamalarını önermektedir [Krş.
2Ko. 8:11]. Ama biraz sonra, “Titus’un yüreğinde… aynı ilgiyi uyandıran” Tanrı’ya
şükretmektedir [2Ko. 8:16]. Tanrı şimdiye kadar teşvik etmeseydi, Titus başkalarını teşvik
etmek için ağzını bile kullanamasaydı, Tanrı bizzat onların yüreklerini yönlendirmeseydi
eyleme geçmeyi nasıl isteyebilirlerdi?
9. Tanrı’ya dönme işi Tanrı’yla insanın arasında bölüştürülmüş değildir
Tartışmaların ikinci sınıflaması birincisiyle çok yakından ilişkilidir. Rab’bin bizim
irademizle yaptığı antlaşmasındaki vaatlerden söz ediyorlar. Şöyle: “Kötülüğe değil, iyiliğe
yönelin ki yaşayasınız” [Amo. 5:14]. “Đstekli olur söz dinlerseniz, ülkenin en iyi ürünlerini
yiyeceksiniz. Ama direnip başkaldırırsanız kılıç sizi yiyip bitirecek. Bunu söyleyen Rab’dir”
[Yşa. 1:19-20]. Ayrıca, “Đğrenç putlarını gözümün önünden uzaklaştırırsanız sizi sürgüne
göndermeyeceğim” [Yer. 4:1]. “Eğer Tanrı’nız Rab’bin sözünü iyice dinler ve bütün
buyruklarına iyice uyarsanız, Rab sizi yeryüzündeki bütün uluslardan üstün kılacaktır” [Yas.
28:1] ve benzeri parçalar [Lev. 26:3 vdd.].
Rab’bin vaatlerinde bize sunduğu bu kutsamaları anlamak ya da batıl kılmak bizim
gücümüz dâhilinde değilse, bunlarda, uygun olmayan tarzda ve alay ederek irademizden söz
edildiğini düşünüyorlar. Bu konuyu şu etkili şikâyetlerle genişletmek çok kolaydır: “Đrade
bizim kontrolümüzde değilse Rab sevgi dolu şefkatinin irademize bağlı olduğunu
söylediğinde bizi acımasızca kandırmaktadır. Tanrı, kutsamalarının keyfini çıkaracak
gücümüz olmadığını açıklamış olsaydı, O’nun cömertliği dikkat çekerdi! Bazı vaatleri pek ala
da böyle – asla yerine getirilmeyecek imkânsız bir şeye bağlı!”58
Bir koşulun eklenmesi gerektiği bu vaatlerden başka bir yerde söz edeceğiz59. Öyle ki,
bunların yerine getirilmesinin imkânsızlığının hiç de anlamsız olmadığı daha iyi anlaşılsın. Bu
konuyla ilişkili olarak Tanrı, son derece güçsüz olduğumuzu bilmesine rağmen bizi
kutsamalarına layık olmaya çağırdığında acımasızca kandırdığını kabul etmiyorum. Vaatler
imanlılara ve imansızlara aynı tarzda verildiği için, iki gruba da yararlıdır.
Tanrı, hükümlerini unutan imansızlar günahlarının içinde çok tatlı bir keyfe
kapılmasınlar diye kurallarıyla onların vicdanını rahatsız ederken, vaatleriyle de bir anlamda
O’nun sevgi dolu şefkatine hiç layık olmadıklarına tanıklık etmeye de çağırmaktadır. Rab’bin,
Kendisini onurlandıranları kutsamasının ama yüceliğini küçümseyenleri Kendi şiddetine göre
cezalandırmasının bütünüyle adil ve uygun olduğunu kim reddedebilir? Tanrı, günahın pranga
vurduğu imanlılar için vaatlerinde bu yasayı şart koştuğunda gerektiği şekilde ve tutarlı
davranmaktadır. Ancak en sonunda kötülüklerinden cayarlarsa kutsanacaklardır. Hatta burada
tek amaç, Tanrı’ya gerçekten tapanların kutsanmasının haklı olarak dışlandıklarını
anlamalarıdır.
Öte yandan imanlıları, O’nun lütfu için yakarsınlar diye her şekilde teşvik etmek
istediği için, belirttiğimiz üzere, onlar için kurallarıyla zaten tamamlamış olduğu aynı işe
vaatleriyle de el atmak hiç de aykırı olmayacaktır. Tanrı, kurallarıyla bize istemini
öğrettiğinde bize zavallılığımızı ve O’nun istemine nasıl da gayretle ters düştüğümüzü
bildirmektedir. Aynı zamanda da bizi doğru yola yönlendirsin diye Ruhu’nu çağırmaya teşvik
etmektedir. Ama kurallar bizi tembellikten yeterince uyandırmadığı için, kuralları sevmeye
tatlılıkla ikna olalım diye vaatler eklenmiştir. Doğruluğu ne kadar çok arzu edersek, Tanrı’nın
lütfunu o kadar gayretle isteriz. “Đsterseniz”, “dinlerseniz” gibi ricalarla Rab, istemek ya da
dinlemek için bize ne özgür bir güç atfetmekte, ne de güçsüzlüğümüz yüzünden bizimle alay
etmektedir.
58
Bu parçaların ve görüşlerin çoğu Schatzgeyer, Erasmus, Cochlaeus, De Castro ve Faber
dahil, Luther’in karşıtları tarafından kullanılmıştır.
59
. vii. 4; II. viii. 4; III. Xvii. 1-3, 6, 7.
175
11. Dahası, irade özgür değilse Kutsal Yazı’daki azarların anlamını yitirdiğini söyleyip itiraz
ediyorlar
Tartışmanın üçüncü sınıflaması daha önceki ikisine yakından benzemektedir.
Karşıtlarımız, Tanrı’nın nankör halkını O’nun şefkatli merhametinden her türlü iyiliği
görmemenin kendi hataları olduğunu söyleyip azarladığı parçaları öne sürüyorlar. Aşağıdaki
parçalar bu türdendir: “Amelekliler’le Kenanlılar sizinle orada karşılaşacak ve sizi kılıçtan
geçirecekler. Çünkü Rab’bin ardınca gitmekten vazgeçtiniz” [Say. 14:43]. “Sizi çağırdım ama
yanıt vermediniz. Bu yüzden Şilo’ya ne yaptımsa…bu tapınağa da aynısını yapacağım” [Yer.
7_13-14]. Ayrıca, “Rab’bin sözünü dinlemeyen… ulus işte budur. Bana bağlılıkları yok oldu”
[Yer. 7:28]; bu nedenle Rab onu terk etti [Yer. 7:29]. Ayrıca yüreğinizi katılaştırdığınız ve
Rab’be itaat etmek istemediğiniz için, başınıza bu kötülükler geldi [Krş. Yer. 19:15].
Nasıl oluyor da, diyorlar, hemen şu yanıtı verecek olanlar azarlanabiliyor: Gönencin
keyfini sürdük, düşmanlıktan korktuk. Gönenç kazanıp düşmanlıktan kaçınmak için Rab’be
itaat etmeseydik, sesini dinlemeseydik günahın egemenliğinin boyunduruğundan
kurtulmadığımız için bunlar başımıza gelirdi. Bu durumda kaçma gücümüzün olmadığı
kötülükler yüzünden nedensiz yere azarlanıyoruz.
Ne var ki, güçsüz ve boş bir savunma olan zorunluluk bahanesini göz ardı ederek bu
hataya göz yumup yummayacaklarını soruyorum. Herhangi bir hatadan ötürü suçlu
bulunurlarsa Rab, sapkınlıkları nedeniyle şefkatinin yararını anlamadıkları için, haklı olarak
onları azarlamaktadır. Đnatlarının nedeninin sapkın iradeleri olduğunu kabul edip
etmediklerine cevap versinler. Kötülüğün kaynağını kendi içlerinde bulurlarsa, yıkımlarının
yazarı diye görünmemek için dış nedenleri neden çarpıtıyorlar? Ama günahlıların kendi
kusurları nedeniyle hem tanrısal kutsamadan yoksun olduğu hem de cezayla yola getirildiği
doğruysa Tanrı’nın ağzından çıkan bu azarlara kulak vermelerinin geçerli bir nedeni vardır.
Kötülüklerinde inatla ısrar ediyorlarsa felaketlerde Tanrı’yı adaletsiz bir acımasızlıkla
suçlamaktansa kendi değersizlerini suçlamayı ve bundan tiksinmeyi öğrenebilirler.
Öğrenebilmeyi reddetmeyip (kendilerini zavallı ve kaybolmuş gördükleri) günahlarından
bezerlerse yola gelebilirler ve içten bir itirafla aynı işi, yani Rab’bin azarlayarak onlara
hatırlatma yaptığını kabul edebilirler.
Peygamberlerin azarlarının Tanrı’ya bağlı insanlarda ne işe yaradığı, Daniel’in
dokuzuncu bölümde yer alan harika duasından bellidir [Dan. 9:4-19] Birinci örneğin
Yahudilerde kullanıldığını görüyoruz. Tanrı, Yeremya’ya zavallılıklarının nedenini onlara
açıklamasını buyurmuştu. Yine de bu olaylar, Rab’bin önceden belirttiğinden başka şekilde
olmamıştır: “Onlara bunları söyleyeceksin ama seni dinlemeyecekler. Onları çağıracaksın
ama yanıt vermeyecekler” [Yer. 7:27]. O zaman neden sağırlara ezgi söylüyorlar? Kendi
iradelerine rağmen duyduklarının gerçek olduğunu anlayabilmeleri için. Kendi içlerinde
bulunan aksiliklerin suçunu Tanrı’ya çıkarmak kötü bir saygısızlık olduğu için.
Tanrı’nın lütfunun düşmanları, O’nun buyruklarından ve yasayı çiğneyenlere karşı
itirazlarından elde ettikleri sayısız kanıtı özgür irade aldatmacası diye vermek için alışkanlık
olarak önümüze yığıyorlar. Ne var ki, şu birkaç açıklamayla kendinizi onlardan rahatça
kurtarabilirsiniz. Bir mezmurda Yahudiler, “Yüreği kararsız, Tanrı’ya sadakatsiz bir kuşak”
oldukları için azarlanırlar [Mez. 78: 8]. Başka bir mezmurda da peygamber çağının insanlarını
“yüreklerini nasırlaştırmamaya” teşvik etmektedir [Mez. 95:8]. Tabii ki, bunun nedeni, bütün
inatçılığın suçunun insanların kötülüğünden kaynaklanmasıdır; ama Rab, yüreği hazırladığı
için [Krş. Özd. 16:1], yüreğin aynı şekilde diğer tarafa da eğilebileceği sonucunu çıkarmak
akılsızlıktır. Peygamber, “Kararlıyım sonuna kadar senin kurallarına uymaya” diyor [Mez.
119:112]. Yani isteyerek ve neşe veren bir düşünce tarzıyla Tanrı’ya ant içiyor. Yine de
duyduğu eğilimin yazarı olarak kendisiyle övünmüyor. Aynı mezmurda bunun Tanrı’nın
armağanı olduğunu kabul ediyor [Mez. 119:36]. Pavlus’un uyarısına dikkat etmeliyiz. O,
176
imanlılara “Kurtuluşunuzu saygı ve korkuyla etkin kılın… Hem istemeniz hem de yapmanız
için sizde etkin olan Tanrı’dır” demektedir [Flp. 2:12-13]. Aslında Pavlus, benliğin
uyuşukluğuna teslim olmasınlar diye onlara bunu yapma görevini vermektedir. Ama
korkmalarını ve özen göstermelerini isteyerek onları o kadar aşağılar ki, kendilerinden
yapmaları istenen işin, Tanrı’nın işi olduğunu hatırlarlar. Bununla o, imanlıların pasif
davranmalarını net olarak açıklamaktadır. Deyim yerindeyse, güç göklerden sağlandığı için,
kendi adlarına hiçbir iddiada bulunamazlar. Petrus bizi, “imana erdemi katmaya” teşvik
ederken [2Pe. 1;5], bağımsızca bir şey yapabilirmişiz gibi, bize ikinci bir görev vermiyor ama
çoğunlukla imanı boğan benliği tembellikten uyandırıyor. Pavlus’un, “Ruh’u söndürmeyin”
[1Se. 5:19] ifadesi de aynı anlama geliyor, çünkü tembellik düzeltilmezse sürekli olarak
imanlılardan çalar. Ama biri bundan, onlara verilen ışığı beslemenin kendi seçimleri olduğu
sonucunu çıkarırsa, böyle bir aptallık kolayca çürütülebilir. Pavlus’un buyurduğu bu isteklilik
sadece Tanrı’dan gelir [2Ko. 7:1].
Kutsama görevini sadece Ruh Kendi adına öne sürse de, aslında bize sık sık kendimizi
bütün kirlerden arındırmamız söylenmektedir. Kısacası, Tanrı’ya ait olanın bize izinle
aktarıldığı Yuhanna’nın sözlerinden bellidir: “Tanrı’dan doğmuş olan günah işlemez” [1Yu.
5:18]. Özgür irade iddiasında bulunanlar, kısmen Tanrı’nın gücü, kısmen kendi gücümüz bizi
koruyormuş gibi, bu ayeti benimsiyorlar. Sanki elçinin bize hatırlattığı bu koruma gökten
gelmiyormuş gibi! Mesih de Baba’dan bizi kötülüklerden korumasını istemektedir [Yu.
17:15]. Dinine bağlı insanların, Đblis’e karşı savaşırken sadece Tanrı’nın silahlarıyla zafer
kazandıklarını biliyoruz [Krş. Ef. 6:13 vdd.]. Bu nedenle Petrus, gerçeğe uyarak canlarımızı
arıtmamızı söylerken, “Ruh aracılığıyla” diye hemen eklemektedir [1Pe. 1:22]. Yuhanna,
“Tanrı’dan doğmuş olan günah işlemez. Çünkü Tanrı’nın tohumu onda yaşar” [1Yu. 3:9]
diye öğretirken, ruhsal savaşta insan gücünün hiçbir yararı olmadığını kısaca belirtmektedir.
Başka bir parçada bunun nedenini anlatır: “Bize dünyaya karşı zafer kazandıran, imanımızdır”
[1Yu. 5:4].
(Kutsal Yazı’daki özel parçalara ve özel olaylara dayanan tartışmalara yanıtlar, 1219)
12. Yasanın Tekrarı 30:11 vdd.
Ama karşıtlarımız, açıklamamıza çok ters görünen Musa’nın yasasındaki bir parçadan
alıntı yapmaktadırlar. Musa, yasayı duyurduktan sonra halkı tanıklık etmeye şöyle
çağırmaktadır: “Bugün size ilettiğim bu buyruk ne tutamayacağınız kadar zor, ne de
ulaşamayacağınız kadar uzaktır. O göklerde değil ki…Size çok yakındır; uymanız için
ağzınızda ve yüreğinizdedir” [Yas. 30:11-12, 14]60.
Bu sözlerin basit kurallarla ilgili söylendiği anlaşılıyorsa şu andaki konu için hiçbir
önemi olmadığını kabul ediyorum. Bunun, insanın buyruklara uyma yeteneğiyle değil, onları
anlama yeteneğiyle ve isteğiyle ilgili olduğunu iddia ederek bu konudan kaçınmak kolay olsa
bile, yine de belki bir kuşku kalacaktır. Ama güvenilir yorumcumuz olan elçi, burada
Musa’nın müjdeyi öğretmekten söz ettiğini duyurarak, bütün kuşkuları gidermektedir [Rom.
10:8]. Ama bazı inatçıların, Pavlus’un bu sözleri müjdeye göndermede bulunmak amacıyla
şiddetle çarpıttığını iddia ettiklerini düşünün. Böyle birinin cesareti dinsizlikten yoksun
olmasa da, elçinin yetkisinin dışında onu yalanlamamızın bir yolu vardır. Musa sadece
kurallardan söz ediyorsa halka en batıl güveni esinliyordu. Onlar için kolaymış gibi, yasaya
kendi güçleriyle uymaya çalışmış olsalardı, yıkıma uğramaktan başka ne yapmış olurlardı?
Yasaya tek ulaşım öldürücü bir uçurumdayken ona seve seve uyacak bu yetenek nerede?
Musa’nın bu sözlerle, yasanın taleplerinin yanı sıra, duyurmuş olduğu merhamet antlaşmasını
60
Erasmus’un De libero arbitrio (der. Von Walter, s. 36 vd); Eck’in Enchiridion (1541), fo.
1853; Herborn’un Lacorum communium enchidian xxxviii (CC 12. 129) yaptığı alıntı.
177
da söylemek istediği mükemmelce bellidir. Birkaç ayet önce de, Tanrı’yı sevelim diye
yüreklerimizin O’nun eliyle sünnet edilmesinin gerektiğini öğretmişti [Yas. 30:6]. Hemen
ardından sözünü ettiği bu yeteneği, insanın gücüne değil, çalışmasını bütün kudretiyle
güçsüzlüğümüzde sürdüren Kutsal Ruh’un yardımına ve korumasına oturtmaktadır. Yine de
bu parçada sadece kurallardan değil, daha çok, müjdenin vaatlerinden söz edildiğini
anlamalıyız; kurallar, doğruluğu bulma yeteneğini içimize yerleştirmek şöyle dursun, onu
bütünüyle yok eder.
Pavlus, müjdede kurtuluşun, yasanın bize şart koştuğu bu güç, acımasız ve imkânsız
koşul altında değil, kolay, hazır ve açıkça ulaşılabilen bir koşulda sunulduğuna dair bu
tanıklığı onaylamaktadır –yasada ancak bütün emirleri yerine getirenler sonunda kurtuluşa
ulaşacaklardır. Bu durumda bu Kutsal Yazı’nın [Rom. Böl. 10] insan iradesinin özgürlüğünün
saptanmasında hiçbir değeri yoktur.
13. Tanrı’nın, insanların eylemlerini “beklemesinin” irade özgürlüğü gerektirdiğine
inanılmaktadır
Đtiraz ederek, genelde başka parçaları da öne sürüyorlar. Bunlarda kimi kez Tanrı’nın
lütfunun yardımından vazgeçerek insanları denediği, kendi çabalarıyla hangi amaca
yöneleceklerini görmeyi beklediği belirtilmektedir. Hoşea, “Gelip yerime oturacağım…Onlar
yüzümü arayıncaya dek orada kalacağım” diyor [Hoş. 5:15]. Kendi doğal yetenekleriyle
zihinleri şu ya da bu yolda eğilim gösteremiyorsa, Rab’bin, Đsrail’in O’nun yüzünü arayıp
aramayacağını düşünmesi gülünç olurdu, diyorlar. Đnsanlar daha iyi yaşayıncaya kadar
Tanrı’nın, peygamberleri aracılığıyla halkından iğrenen ve onu reddeden biri olarak ortaya
çıkması son derece sıradan değilmiş gibi! Ama karşıtlarımız sonunda bu tehditlerden nasıl bir
sonuç çıkaracaklar? Eğer Tanrı’nın yüzüstü bıraktığı bu halkın Tanrı’ya dönmeye karar
verebildiğini söylemek istiyorlarsa, Kutsal Yazı’ya rağmen bunu yapıyorlar. Tanrı’ya dönmek
için O’nun lütfunun gerektiğini kabul ediyorlarsa, bizimle neyin kavgasına giriyorlar? Ama
insanın yetenekli olması için lütfun gerektiğini kabul ediyorlar61. Bunu neye dayanarak
kanıtlıyorlar? Tabii ki, bu parçaya ya da benzeri parçalara değil. Kendi eğilimine
bırakıldığında insandan uzaklaşmak ve ne yapabileceğini göz önüne almak başka, güçsüzlüğü
oranında gücüne yardım etmek başkadır.
O zaman bu ifadeler ne anlama geliyor diye sorulacaktır. Sanki Tanrı şunları diyormuş
gibi bir anlama geldiği yanıtı veriyorum: “Uyarının, teşvikin ve azarın bu inatçı halk üzerinde
hiçbir etkisi olmadığı sürece biraz geri çekilip acı çekmelerine sessizce izin vereceğim. Uzun
süren felaketlerden sonra yüzümü aramak için beni hatırlayıp hatırlamayacaklarını
göreceğim.” Rab’bin uzaklaşması onlara peygamberlik yapmaktan vazgeçmesi demektir.
Đnsanların ne yapabildiklerini göz önüne alması, bir süre sessiz kalması ve adeta onları çeşitli
acılarla gizlice denemesi anlamına gelmektedir. Bu ikisini de bizi alçakgönüllü kılmak için
yapmaktadır. Ruhu bize öğrenebilmeyi vermediyse kısa süre sonra düzelmektense düşmanlık
kamçılarıyla dövülürüz. Rab, ayak direyen inatçılığımızdan gücendiğinde, hatta bezdiğinde
bizi kısa süreliğine bırakır – yani varlığı konusunda alıştığı şekilde bir şeyler açıkladığı
Sözü’nü bizden esirger- ve Kendisinin yokluğunda ne yapabildiğimizi dener. Biz, bundan
hatalı şekilde O’nun gözlemleyeceği ve deneyeceği özgür irademiz olduğu sonucunu çıkarırız.
O ise bunu, bizi kendi hiçliğimizi anlamaya zorlamaktan başka bir amaçla yapmaz.
14. O zaman bu “işler” bizim işlerimiz değil mi?
Hem Kutsal Yazı’da hem de insanların sözlerinde gelenek halini alan konuşma tarzını
da tartışıyorlar: Aslında iyi işlere “bizim” deniyor; günah işlediğimiz kadar kutsal olan ve
61
Herborn, a.g.e.; Acts of the Conference of Ratisbon, 1541 (imparatorun sunduğu belgede)
(CR V. 518).
178
Rab’bin hoşuna gideni yapmak da bize atfediliyor. Ama günahlar bizden kaynaklandığı için
haklı olarak bizimle bağdaştırılıyorsa, aynı nedenden ötürü doğru davranışların bir bölümü de
bize atfedilmelidir. Kendi gücümüzle bu işleri yapamadığımızı ve yapalım diye Tanrı’nın bizi
birer taş gibi hareket ettirdiğini söylemek tutarsızlık olmayacaktır. Büyük bölümünü Tanrı’nın
lütfuna atfetsek bile, bu ifadeler bizim çabamızın ikinci sırada geldiğine işaret etmektedir.
Karşıtlarımız iyi işlere “bizim” denmesinde ısrar ediyorlarsa, karşılığında, Tanrı’ya
bize vermesi için yakardığımız ekmeğe de “bizim” dendiğini söyleyerek itiraz ediyorum [Krş.
Mat. 6:11]. “Bizim” iyelik adılı, onlar için, sadece Tanrı’nın sevgi dolu şefkati ve karşılıksız
armağanı sayesinde bizim olandan başka ne anlama geliyor? Aynı anlamsızlıkla Rab’bin
duasıyla da ya alay etmeliler ya da Tanrı’nın armağanı dışında kendiliğimizden sahip
olamadığımız iyi işlere akılsızca “bizim” dememeyi kabul etmeliler.
Ne var ki, ikinci itiraz biraz daha tuhaf: Kutsal Yazı genelde Tanrı’ya taptığımızı,
doğruluğumuzu koruduğumuzu, yasaya itaat ettiğimizi ve iyi işler yapmaya gayret ettiğimizi
kabul etmekte. Bunlar zihnin ve iradenin asıl işlevleri olduğu için, gayretimiz tanrısal güçten
gelen bir şeyi paylaşmıyorsa, insan bunları nasıl Ruh’a atfedebilir ve aynı zamanda da bizimle
bağdaştırabilir? Rab’bin Ruhu’nun kutsallarda çalışma tarzını hakkıyla düşünmezsek, bu
saçma itirazlara kolayca kanabiliriz.
Bize haince yönelttikleri bu itirazların geçerliliği yoktur. Tanrı’nın insanı, bizim taş
atmamız gibi hareket ettirdiğini iddia edecek kadar kim akılsız olabilir62? Bizim
öğretişimizden de böyle bir sonuç çıkmaz. Sözünü ettiğimiz insanın doğal yetileri kabul ve
reddetme, isteme ve istememe, gayret etme ve direnme eylemleridir. Yani batılı kabul etmek
ve mükemmelce iyi olanı reddetmek; kötüyü istemek ve iyiyi istememek; kötülüğe gayret
etmek ve doğruluğa karşı direnmektir. Rab burada ne yapar? Böyle bir ahlak dışılığı öfkesinin
aracı olarak kullanmak istiyorsa, Kendi iyi işini insanın doğru yoldan sapmış eliyle yapmak
istediğinde bunu yönetip kullanır. Sadece kendi tutkusuna boyun eğmeye gayret ederek
Tanrı’nın kudretine bu şekilde hizmet eden kötü birini dış bir güçle harekete geçen ve
kendiliğinden hiçbir hareketi, duygusu ya da iradesi olmayan bir taşla mı karşılaştıracağız?
Arada ne kadar büyük fark olduğunu görüyoruz.
Ama ya burada özellikle irdelenen iyi insanlar? Rab, onların içinde Krallığını
kurduğunda, doğal eğilimlerine göre iradeleri, başıboş dolaşan tutkularıyla ileri geri
sürüklenmesin diye Ruhu’yla onların iradelerini dizginlemektedir. Đrade kutsallığı ve
doğruluğu istesin diye, Rab onu Kendi doğruluğunun kuralına boyun eğdirir, düzenler,
biçimlendirir ve yönlendirir. Sendeleyip düşmesin diye Ruh’unun gücüyle onu tutarlı duruma
getirip güçlendirir. Bu konuda Augustinus şöyle demektedir: “Bana, ‘Kendi başımıza değil,
buna göre eylemde bulunuyoruz’ diyeceksiniz. Evet, kendi başınıza eylemde bulunuyorsunuz
ve buna göre eylemde bulunuyorsunuz. Đyi olana göre bir eylem yapıyorsanız, iyi bir eylemde
bulunuyorsunuz. Sizi eyleme geçiren Tanrı’nın Ruhu eylemde bulunanların yardımcısıdır.
‘Yardımcı’ adı, sizin de bir şey yaptığınız anlamına gelir.” Bu ifadesinin ilk bölümünde
Augustinus, Kutsal Ruh’un çalışmasının insanın eyleminden desteğini çekmediğine işaret
etmektedir, çünkü iyiyi istemeye yönlendirilen irade doğaldır. Ama Augustinus hemen
“yardım” sözcüğünü eklediğinden, bizim de bir şey yaptığımız sonucu çıkarılabilir. Bunu, her
birimize tek tek bir şeyler atfediliyormuş gibi anlamamalıyız. Ama Augustinus bizi tembelliğe
teşvik etmemek için, Tanrı’nın eylemiyle bizim eylemimiz arasında şu kelimelerle bağlantı
kurmaktadır: “Đstemek doğadan ama doğru olanı istemek lütuftan kaynaklanmaktadır.” Daha
önce de şöyle demişti: “Tanrı yardım etmezse biz ne galip gelebiliriz ne de savaşabiliriz.”
15. Tanrı’nın armağanı sayesinde bizim “işlerimiz” ama teşviki sayesinde O’nun “işleri”
62
Krş. Cochlaeus, De libero arbitrio (1525) I, fo. B 1a; C 8b vd.
179
Yeniden doğuşu ele alırken Tanrı’nın lütfu sözcüklerinden anlaşıldığı üzere, Tanrı’nın
lütfunun, insanın iradesini yönlendirmek ve denetim altına almak için Ruh’un kuralı olduğu
ortaya çıkmaktadır. Düzeltme, yeniden biçimlendirme ve yenileme olmaksızın Ruh denetim
altına alamaz. Bu nedenle, yeniden doğuşumuzun başlangıcının bize ait olanı temizleyip yok
ettiğini söylüyoruz. Aynı şekilde harekete geçme, eylemde bulunma, yönelme, dayanma,
devam ettirme olmaksızın bu işlevlerini yapamaz. Bu durumda, lütuftan kaynaklanan
eylemlerin hepsinin O’nun olduğunu söylerken haklıyız. Bu arada Augustinus’un öğrettiğinin
çok doğru olduğunu da inkâr etmiyoruz: “Lütuf iradeyi yok etmez ama tersine, onu
iyileştirir.” Đki görüş özünde birlik içindedir: Đnsanın iradesinin, bozulmuşluğu ve ahlak
dışılığı düzeltilerek doğruluğun gerçek kuralına doğru yönlendirildiğinde iyileştiği
söylenmektedir. Aynı zamanda insanda yeni bir iradenin yaratıldığı da söylenmektedir, çünkü
doğal irade o kadar bozulmuş, o kadar yoldan sapmıştır ki, Augustinus insanın içine yepyeni
bir doğanın yerleştirilmesinin gerekli olduğunu düşünmektedir.
Đrademiz Tanrı’nın lütfundan ayrı olarak kendiliğinden hiçbir katkıda bulunmasa bile,
Tanrı’nın Ruh’unun içimizde yaptığını uygun şekilde yaptığımızı söylemekten hiçbir şey bizi
alıkoyamaz. Augustinus’dan başka bir yerde yaptığımız alıntıyı unutmamalıyız63: Halk
insanın iradesinde kendisine ait iyi bir şey bulmak için boşu boşuna çaba gösteriyor.
Đnsanların harmanlamaya gayret ettikleri Tanrı’nın lütfuyla özgür iradenin gücünün karışımı
lütfu bozmaktan başka bir şey değildir. Tıpkı bu, şarabı çamurlu acı suyla karıştırmaya
benzer. Ama iradenin iyi bir yanı olsa bile bu, Ruh’un pak teşvikinden gelmektedir. Ama bize
doğal olarak irade bahşedildiği için, Tanrı’nın, Kendisi için istediği övgünün, bunları
yapmamız olduğunu söylemenin geçerli bir nedeni vardır: Birincisi, bizim yapmadığımızı
anlamamız koşuluyla, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatiyle içimizde yaptıkları bizim olduğu için.
Đkincisi, Tanrı’nın bizi iyiye yönlendirdiği zihin, irade ve gayret bizim olduğu için.
16. Yaratılış 4:7
Şuradan buradan topladıkları diğer kanıt, az önce yalanlananları tamamıyla özümsemiş
makul anlayıştaki insanların bile canını çok sıkmayacaktır. Karşıtlarımız, Yaratılış’taki şu
ifadeden söz ediyorlar: “Doğru olanı yapmazsan günah seni bekliyor” [Yar. 4:7]. Kayin
günahı fethetmek için çalışmak isteseydi, Rab ona günahın gücünün zihninde üstün
gelmeyeceğini vaat etmiş gibi, bunu günaha uyarlıyorlar64! Ne var ki, bu ayeti Habil’e
uyarlamak için, sözcüklerin sırasına daha çok dikkat edilmesini iddia ediyoruz. Tanrı’nın
niyeti, Kayin’in kardeşine karşı tasarladığı haince kıskançlığı azarlamaktı. Tanrı bunu iki
şekilde yapmaktadır. Birincisi, Kayin gurura kapılarak kardeşini, doğruluktan başka hiçbir
şeyi onurlandırmayan Tanrı’nın gözünde üstün kılacak bir suç planlamıştı. Đkincisi, Tanrı’dan
aldığı kutsanma konusunda çok nankördü ve onun yetkisi altında olmasına rağmen kardeşine
dayanamıyordu.
Ama diğer yorum bizim görüşümüze ters düştüğü için, bu yorumu destekliyormuş gibi
görünmeyelim diye, Tanrı’nın burada günahtan söz ettiğini kabul edelim. Eğer böyleyse, Rab
burada duyurduğunu ya vaat etmektedir ya da buyurmaktadır. Buyuruyorsa, insanın bunu
izleyecek yetenekte olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını daha önce göstermiştik. Vaatte
bulunuyorsa, Kayin egemen olması gereken günaha boyun eğdiğinde bu vaat nerede yerine
gelmişti? Sanki vaatte, “Savaşırsan zaferi kazanacaksın” deniyormuş gibi, vaade dahil edilen,
söze dökülmeyen bir koşul olduğunu mu söyleyecekler? Böyle bir kaçamaklı yanıtı kim
sindirebilir? Bu egemenlikte günaha göndermede bulunuluyorsa bu konuşma tarzında emir
verildiğinden kimse kuşku duyamaz. Burada ne yapabileceğimiz değil, -gücümüz dâhilinde
63
Krş. II. ii. 11
Herborn, a.g.e. xxxviii (CC 12.130); De Castro, Adversus omnes haereses IX (1543, fo. 123
E)
64
180
olmasa bile- ne yapmamız gerektiği anlatılmaktadır. Bununla birlikte hem konu hem de
dilbilgisi kuralları Kayin’le Habil’in karşılaştırılmasını gerektirmektedir. Đlk dünyaya gelen
kardeş genç kardeşin gerisinde kalmasaydı işlediği suç yüzünden daha da kötü olmayacaktı.
17. Romalılar 9:16; 1. Korintiler 3:9
Elçinin tanıklığından da yararlanıyorlar: “Demek ki bu, insanın isteğine ya da
çabasına değil, Tanrı’nın merhametine bağlıdır” [Rom. 9:16]. Bundan, kendi başına zayıf
olsa bile Tanrı’nın merhameti yardım ettiğinde insanın isteğinin ve çabasının arzu edilen
sonuca boyun eğmezlik etmeyen bir yanı olduğu fikrini ediniyorlar65.
Pavlus’un burada hangi konuyu ele aldığını dengeli biçimde düşünüp taşınsalar bu
ifadeyi bu kadar düşüncesizce yanlış yorumlamayacaklardı. Açıklamalarını desteklemek için
Origenes’ten ve Hieronymus’tan alıntı yapabildiklerini biliyorum. Yeri gelmişken bu konuda
Augustinus’a da karşı çıkabilirim. Ama Pavlus’un ne dediğini anlamamız koşuluyla, bu
dayanak noktasının bizim için hiç fark etmemektedir. Burada Pavlus bize, kurtuluşun sadece
Rab’bin merhametine değer bulduğu kişiler için hazırlandığını, seçmediği kişilereyse yıkımın
ve ölümün kaldığını öğretmektedir. Pavlus, firavun örneğiyle hainlerin kaderine işaret
etmektedir [Rom. 9:17]. Musa’nın tanıklığıyla da, karşılıksız seçimin kesinliğini
onaylamaktadır: “Merhamet ettiğime merhamet edeceğim” [Rom. 9:15; Çık. 33:19]. Pavlus,
şu sonuca varır: “Bu, insanın isteğine ye da çabasına değil, Tanrı’nın merhametine bağlıdır”
[Rom. 9:16]. Ama şu şekilde anlaşılsaydı –istek ve çaba yeterli değildir, çünkü bunlar, bu
yükü kaldırmak için yetersizdir- Pavlus’un söylediği yersiz olurdu. Bu kurnazlıklar uzak
olsun! Bu, insanın isteğine ya da çabasına bağlı değildir; biraz istek, biraz çaba vardır.
Pavlus’un demek istediği daha basittir: Kurtuluşumuzun yolunu hazırlayan istek
değildir; çaba değildir. Sadece Tanrı’nın merhametidir. Pavlus, Titus’a yazdığında bu yoldan
söz etmektedir: “Tanrı iyiliğini ve insana olan sevgisini açıkça göstererek bizi kurtardı. Bunu
doğrulukla yaptığımız işlerden dolayı değil, kendi merhametiyle… yaptı” [Tit. 3:4-6]. Bazıları
Pavlus’un biraz istek ve biraz çabayı ima ettiğini, çünkü “bunun insanın isteğine ya da
çabasına bağlı olduğunu” [Rom. 9:16] kabul etmediği konusunda boş laflar ediyorlar. Yine
de aynı satırlarla ilişkili akıl yürütme hakkını bile bana vermiyorlar: Biz birkaç iyi iş
yapıyoruz, çünkü Pavlus, yaptığımız işlerin erdemi aracılığıyla Tanrı’nın iyiliğine eriştiğimizi
kabul etmiyor. Eğer bu görüşte bir hata buluyorlarsa gözlerini açsınlar. Benzer bir yanlış
düşünceden kendi acılarını algılayacaklardır. Augustinus’un güvendiği sağlam bir neden
vardır: “Sadece istemek ve çaba göstermek yeterli olmadığı için, ‘Bu, insanın isteğine ye da
çabasına bağlı değildir’ [Rom. 9:16] denseydi, tez şöyle değiştirilebilirdi: Bu, Tanrı’nın
merhametine bağlı olmazdı, çünkü Tanrı’nın merhameti tek başına eyleme geçmezdi.” Bu
ikinci görüş anlamsız olduğu için, Augustinus haklı olarak şu sonucu çıkarmaktadır: Rab
hazırlamadığında, insanın iyi bir isteğinin olmadığı söylenmektedir. Bu, istememeliyiz ya da
çaba göstermemeliyiz demek değildir; çünkü bunların ikisini de içimizde Tanrı
tamamlamaktadır.
Bazıları da Pavlus’un şu sözünü cahilce çarpıtıyorlar: “Biz, Tanrı’nın emektaşlarıyız”
[1Ko. 3:9]66 Kuşkusuz bu sadece hizmetlilerle sınırlıdır. Üstelik kendilerinden bir şeyler
ortaya koydukları için değil, Tanrı onlara bu yeteneği verdikten ve gerekli armağanlarla onları
donattıktan sonra işlerinde kullandığı için onlara “emektaş” denmektedir.
18. Sirak 15:14-17
65
Erasmus, De libero arbitrio (der. Von Walter), s. 49
Eck, Enchiridion (1532) xxxi. I. 5a; De Castro, Adversus omnes haereses IX (1543, fo. 124
D).
66
181
Yetkisinin kuşkulu olduğu bilinen yazar Sirak’ı öne sürüyorlar. Bu yazara karşı
çıkmayacağımızı kabul ederek –bunu yapmak pek ala hakkımız olsa da- Sirak, özgür irade
adına neye tanıklık ediyor? Şöyle demektedir: “Tanrı başlangıçta insanı yarattı, ardından
karar vermesi için insanı özgür kıldı. Ona buyruklar verdi. Buyruklara itaat ederse, O’na da
itaat edecekti… Tanrı insanın önüne yaşamı ve ölümü, iyiyi ve kötüyü koymuştur. Hangisini
seçerse kendisine o verilecektir” [Sirak 15:14, 15, 16, 17].67 Đnsanın, yaşamı ya da ölümü elde
etme yeteneğini yaratılışta aldığı kabul edilmiştir. Öte yandan ya onun bu yeteneğini
kaybetmiş olduğu yanıtını verirsek? Elbette niyetim, “Tanrı insanları doğru yarattı, oysa
onlar hala karmaşık çözümler arıyorlar” diyen Süleyman’la ters düşmek değil [Vai. 7:29].
Ama insan, bozulmuşluğuyla hem kendisinin hem de bütün sahip olduklarının mahvına neden
olduğu için, ilk yaratılışına atfedilen şey, onun bozulmuş ve yoldan sapmış doğası için ille de
hemen geçerli değildir. Bu nedenle sadece karşıtlarıma değil, her kimse Sirak’a da cevap
veriyorum: Đnsana kurtuluşu elde etme yeteneğini kendinde aramasını öğretiyorsanız,
yetkinize bu kadar çok saygı duymuyoruz. Öyle ki, Tanrı’nın kuşku götürmeyen Sözü’ne en
küçük ölçüde bir önyargıya yol açmasın. Ama kötülüklerini Tanrı’ya aktararak kendini boşu
boşuna savunmaya çalışan benliğin kötü eğilimini bastırmaya gayret ettiğinizi ve bu nedenle,
kendi yıkımının nedeninin kendi olduğu anlaşılabilsin diye, insana doğruluk ekildiği yanıtını
verdiğinizi düşünün. Bunu isteyerek kabul ederim. Yeter ki, insanın, başlangıçta Rab’bin onu
kuşattığı bu süslerden kendi yanlışı nedeniyle yoksun kaldığı konusunda benimle aynı görüşte
olun. Aynı şekilde insanın artık avukata değil, hekime ihtiyacı olduğunu kabul edelim.
19. Luka 10:30
Sürekli olarak dudaklarında Mesih’in yolcu benzetmesinden başka bir şey yok.
Hırsızlar onu yolda yarı canlı bırakıp gitmişlerdi [Luk. 10:30]. Neredeyse bütün yazarların
genellikle, insan ırkının felaketinin bu yolcunun kişiliğinde betimlendiğini öğrettiklerini
biliyorum. Karşıtlarımız buradan, günahın soygununun ve şeytanın, insanın eski iyiliğinden
hiçbir iz bırakmadan onu “yarı canlı” bıraktığı söylenecek kadar çirkinleştirmediği görüşünü
ediniyorlar. Biraz doğru akıl ve irade kalmıyorsa “yarı yaşam” nasıl olabiliyor68?
Önce, onların sembolik anlatımlarını kabul etmediğimi düşünün. Rica ediyorum, ne
yapacaklar? Kuşkusuz babalar, Rab’bin sözlerinin gerçek anlamına bakmadan bu yorumları
akıl etmişlerdi. Sembolik anlatımlar69, bir öğretişin temeli olmaya yetmek şöyle dursan,
Kutsal Yazı’nın koyduğu sınırların ötesine geçmemelidir. Şayet bunu yapmak istersem, bu
gerçek dışılığı kökünden söküp atacak nedenlerden yoksun değilim. Tanrı’nın Sözü insanı
“yarı hayatta” bırakmaz ama kutsanmış yaşam söz konusu olduğunda onun tümüyle ölmüş
olduğunu öğretir. Pavlus, kurtuluşumuzdan söz ederken kutsallara, “yarı canlı” dememektedir.
“Suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde Tanrı… bizi yaşama kavuşturdu” [Ef. 2:4-5].
67
Erasmus, Sirak’ın Kutsal Yazı kanonunun neden dışında tutulduğunu bilmediği notunu
düşerek bu alıntıyı yapmıştır. De libero arbitrio (der. Von Walter, s. 19).
68
Đyi Samiriyeli benzetmesinin Đngilizce versiyonlarda “yarı ölü” denen ήµιθανή kelimesi
Kutsal Kitap’ın Latince çevirisinde semivivus, “yarı canlı” diye çevrilmiştir. Bu kelime
beşinci yüzyılda Sözde Augustine, Hypomnesticon III. Viii. 11 vd’da yarı Pelagius’çu bir
anlamda sembolik anlatım tarzında yorumlanmıştır: Düşmüş insanda liberum arbitrium
vulneratum, yani yaralı bir özgür irade kalmıştır (MPL 45.1628 vd.) Kanonlardan Sorumlu
Bede, sembolik anlatım konusuna farklı bir bakışla, “Ölümsüz yaşamı ondan soyduklarında
onu yarı canlı bıraktılar ama akıl duygusunu yok edemediler” demektedir. Bu parça Luther’in
karşıtları tarafından kullanılmıştır. Krş. Herborn, Locorum communium enchidirion xxxviii
(CC 12.129).
69
Calvin’in Kutsal Yazı’da sembolik anlatım yönteminin kullanılmasını kabul etmediği
konusunda ayrıca bk. III. Đc. 4.5.. Calvin, “doğal ve açık anlam” istemektedir.
182
Pavlus, Mesih’in ışığını alsınlar diye yarı canlıları değil, uyuyanları ve toprağa gömülmüş
olanları çağırmaktadır [Ef. 5:14]. Aynı şekilde Rab, “Ölülerin O’nun sesini işittiklerinde
dirilecekleri saat gelmiştir” [Yu. 5:25, mealen]. Önemsiz bir sembolik anlatımla bu kadar net
ifadelere karşı çıkmak onların utanmazlığı!
Ama onların bu sembolik anlatımlarının kesin bir tanıklık işlevi yaptığını düşünün.
Yine de bizden zorla ne alabilecekler? Đnsanın yarı canlı olduğunu söylüyorlar; bu durumda
onun güvende olan bir şeyi vardır. Kuşkusuz, göksel ve ruhsal konuları kavrayamasa da zihni
anlayabilme yeteneğine sahiptir. Dürüst hükümleri vardır. Gerçek bir Tanrı bilgisi edinemese
bile, tanrısallığın farkındadır. Ama bu nitelikler ne anlama gelmektedir? Elbette bunlar,
Augustinus’un, okulların görüş birliğine vararak kabul ettiği tezinden vazgeçmemiz anlamına
gelmiyor: Kurtuluşun bağlı olduğu karşılıksız iyilikler düşüşten sonra insanın elinden
alınmıştır. Doğal armağanlarsa bozulmuş ve kirlenmiştir. Bu durumda, hiçbir kuşatma
makinesinin sarsamayacağı şu kuşku götürmez gerçeğe sarılalım: Đnsan zihni Tanrı’nın
doğruluğundan o kadar uzaklaşmıştır ki, sadece Tanrı’ya karşı saygısız, sapkın, iğrenç,
murdar ve utanç verici olanı algılar, ister ve yapar. Yürek günahın zehrinde o kadar
demlenmiştir ki, iğrenç bir kokudan başka bir şey soluyamaz. Ama bazıları ara sıra bir iyilik
gösterisi yaptığında yine de zihinleri ikiyüzlülükle ve hilekâr bir şeytanlıkla sarılı kalmıştır.
Yürekleri içlerindeki sapkınlığa bağımlıdır.
VI. BÖLÜM
DÜŞMÜŞ ĐNSAN, KURTULUŞU70 MESĐH’TE ARAMALIDIR
(Aracı sayesinde Tanrı, lütufkâr bir Baba olarak görülür. 1-2)
1. Düşmüş insana ancak Aracı yardım eder
Bütün insan ırkı, Âdem’de yıkıma uğradı. Sonuçta, anlattığımız başlangıçtaki bu
yetkinliğin ve soyluluğun71 bize hiç yararı olmayacaktı ama eliyle yarattığı insanların
kirlenmesini ve bozulmasını kabul etmeyen Tanrı, evladı diye kabul ettiği tek Oğlu’nda
Kurtarıcı olarak ortaya çıkıncaya kadar bizim daha büyük bir utanç duymamız gerekecekti.
Yaşamdan ölüme düşmüş olduğumuz için, Yaratan Tanrı’yla ilgili ele aldığımız72 bütün bu
bilginin ardından iman gelmezse, bizi Mesih’teki Babamız Tanrı’ya götürmezse bu bilgi
yararsız olacaktı. Doğal düzen, evrenin çatısının, dine bağlılığı öğreneceğimiz ve buradan
sonsuz yaşama ve yetkin mutluluğa geçeceğimiz bir okul olmasıydı. Ama başkaldırıdan sonra
gözlerimiz – nereye çevirsek- Tanrı’nın lanetiyle karşılaşır. Bu lanet, bizim kusurumuz
nedeniyle masum yaratıkları ele geçirip sarmalarken canımızı umutsuzca yenilgiye
uğratmalıdır. Tanrı, babaca sevgisini bize birçok yoldan göstermek istese de, evreni
70
1559 basımında bütün bu bölüm ve 7. bölümün 1. ve 2. maddeleri yeni bir malzemedir.
Bunlar, Calvin’in, “ikili” bilgiye göre yeniden yaptığı düzenlemeye ışık tutmaktadır. Calvin
bu bölümde ilk kez Kurtarıcıyla ilgili bilgiye girmektedir. II. Kitap’ın göze çarpan ana fikri
budur. Soterioloji’nin, yasaya değil, yasayı müjdedeki vaadin bağlamına oturtan bu radikal in
Christo parçayla ortaya atılmasının önemi büyüktür. Özellikle vi, vii ve ix. bölümlerin
başlıklarına dikkat edin. Geneldeki “yasa ve müjde” ifadesi yerine “müjde ve yasa” ifadesi
Calvin’e uygun gelmektedir.
71
I. xv. 1-3, 8
72
I. Kitap, genelinde.
183
düşünerek O’nun Baba olduğu sonucunu çıkaramayız73. Daha çok içimizdeki vicdan baskı
yapar ve O’nun bizi evlatlıktan reddetmesinin ve oğul diye görmemesinin ya da kabul
etmemesinin nedeninin günahlarımız olduğunu gösterir. Bunun ardından donukluk ve
nankörlük gelir, çünkü zihinlerimiz kör edilmiş olduğundan, gerçeğin ne olduğunu
algılamayız. Bütün duyularımız sapkın duruma gelirken, Tanrı’nın yüceliğini haince elinden
alırız.
Bu nedenle, Pavlus’un ifadesine gelmeliyiz: “Mademki dünya Tanrı’nın bilgeliği
uyarınca Tanrı’yı kendi bilgeliğiyle tanımadı, Tanrı iman edenleri saçma sayılan bildiriyle
kurtarmaya razı oldu” [1Ko. 1:21]. Sayısız mucizelerle dolu göklerdeki ve yeryüzündeki bu
harika tiyatroya74 Pavlus, “Tanrı’nın bilgeliği” demektedir. Bunu düşünürken Tanrı’yı
bilgeliğimizle tanımalıyız. Ama bundan çok az yarar sağladığımız için, Pavlus bizi, Mesih’e
iman etmeye çağırmaktadır. Đmansızlarsa akılsızca buldukları için bunu küçümsemektedir.
Çarmıhı vaaz etmek insansal eğilimimize uymasa bile, yeniden Baba’mız olmaya
başlasın diye, Yazarımız ve Yaratıcımız olan, uzaklaştığımız Tanrı’ya dönmek istiyorsak onu
alçakgönüllülükle kucaklamalıyız. Tabii ki, ilk insanın düşüşünden sonra, Aracı75 olmaksızın
hiçbir bilginin kurtarma gücü yoktur [Krş. Rom. 1:16; 1Ko. 1:24]. Mesih, “Sonsuz yaşam, tek
gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin Đsa Mesih’i tanımalarıdır” dediğinde [Yu. 17:3] sadece
Kendi çağını değil, bütün çağları dâhil etmektedir. Gökleri bütün dinsizlere açan ve O’nun
lütfuna inanmayan bu insanların76 akılsızlığı çok daha iğrençtir. Kutsal Yazı’nın çoğu yerinde,
kurtuluşa gideceğimiz tek kapı’nın O’nun lütfu olduğu öğretilmektedir [Yu. 10:9]. Ama
Mesih’in bu ifadesi müjdenin yayılmasıyla sınırlanmak istenirse, bu kolayca çürütülür:
Tanrı’dan uzaklaşan [Krş. Ef. 4:18] ve lanetlenmiş olduğu duyurulan insanların [Krş. Gal.
3:10] ve gazap çocuklarının [Krş. Ef. 2:3] uzlaşmaksızın Tanrı’yı hoşnut edemeyecekleri her
çağın ve her ulusun ortak anlayışıdır.
Bunun yanı sıra Mesih, Samiriyeli kadına şu yanıtı vermiştir: “Siz bilmediğinize
tapıyorsunuz, biz bildiğimize tapıyoruz. Çünkü kurtuluş Yahudiler’dendir” [Yu. 4:22]. Bu
sözleriyle O, hem bütün pagan dinlerini uydurma diye mahkum etmekte hem de Kurtarıcının
sadece yasa altındaki seçilmiş halka vaatte bulunmasının nedenini açıklamaktadır. Buna
dayanarak, Pavlus da bütün paganların, “Mesihsiz ve yaşamdan umutsuz” olduklarını duyurur
[Ef. 2:12]. Yuhanna, başlangıçtan beri yaşamın Mesih’te olduğunu [Yu. 1:4] ve bütün
dünyanın yaşamdan uzaklaştığını [Krş. Yu. 1:10] öğrettiği için, bu kaynağa dönmek
gerekmektedir. Mesih, yatıştırıcı olduğu kadar “yaşam” olduğunu da duyurmaktadır [Yu.
11:25; 14:6]. Göklerin mirası elbette sadece Tanrı’nın çocuklarına aittir [Krş. Mat. 5:9-10].
Ayrıca evlatlığa alınan tek Oğul’a aşılanmamış olanların bu çocukların arasında yeri ve
mevkii olduğunu düşünmek son derece yersizdir. Yuhanna açıkça ilan etmektedir: “Adına
iman edenlerin hepsine Tanrı’nın çocukları olma hakkını verdi” [Yu. 1:12]. Ancak niyetim
Mesih’e imanı henüz etraflıca tartışmak olmadığı için, yeri gelmişken buna değinmek yeterli
olacaktır.
2. Aracı olmadan lütufkâr Tanrı’ya imanın da olmadığı Eski Antlaşma’da da duyurulmuştur
73
Krş. II. vi, 4; II, ix. 1.
Krş. I. v. 8; I. vi. 2. xiv.20
75
Krş. sonraki madde ve II. xii, xiv
76
Erasmus, Colloquies, “Convivium religiosum”. Đmanlılığa ve antik dönemdeki insanların
erdemlerine övgülerle beraber, ünlü “Sancte Socrates, ora pro nobis” sözü de yer alır.
Zwingli, Exposition of the Faith (1530) Böl. xii’de gelecek yaşamda imanlıların yoldaşları
arasında Eski Antlaşma kahramanları ve “Tanrı’nın Erden Annesiyle” birlikte bazı erdemli
paganları sayar: Bu paganların adları Theseus, Socrates, Aristides, Antigonus, Numa,
Camillus, Cato’lar ve Scipios’tur. Calvin, bu görüşlere karşı olduğunu ima ediyor.
74
184
Bu durumda Tanrı, antik dönemdeki insanlara Aracı olmaksızın asla iyilikte
bulunmamış, ne de onlara lütuf umudu vermiştir. Yasadaki sunulara geçiyorum. Bunlarda
imanlılara, Mesih’in tek başına yerine getirdiği kefaretin dışında kurtuluşu başka yerde
aramamaları açıkça ve net olarak öğretilmektedir. Ben sadece, kilisenin kutsanmış ve mutlu
durumunun temelinin her zaman Mesih’te olduğunu söylüyorum. Tanrı, antlaşmasına
Đbrahim’in bütün soyunu dahil etse bile [Krş. Yar. 17:4], Pavlus bütün ulusların kutsandığı bu
tohumun gerçekten Mesih olduğu konusunda bilgece akıl yürütmektedir [Gal. 3:13-14], çünkü
bedenen Đbrahim’in soyundan gelen herkesin onun soyu sayılmadığını biliyoruz. Đsmail’le
diğerlerinden hiç söz etmezsek, nasıl olmuş da Đshak’ın iki oğlu, ikiz olan Esav’la Yakup,
henüz ana rahmindeyken biri seçilmiş, öbürüyse reddedilmiştir [Rom. 9:11]? Aslında nasıl
olmuş da daha küçüğü konumunu korurken, ilk doğan bir kenara bırakılmıştır? Nasıl olmuş da
çoğunluk mirastan yoksun bırakılmıştır? Bu durumda, Đbrahim’in tohumunun tek bir Baş’ta
olduğunun anlatıldığı ve görevi, etrafa dağılmış olanları toplamak olan Mesih gelinceye kadar
vaat edilen kurtuluşun gerçekleşmediği bellidir. Öyleyse seçilmiş halkın başlangıçta oğulluğa
alınması Aracının lütfuna bağlıydı. Musa’nın yazılarında net sözlerle açıklanmasa da,
Tanrı’ya bağlı herkesin genelde bunu bildiği yeterince ortadadır. Halkın başına bir kral
getirilmeden önce Samuel’in annesi Hanna, Tanrı’ya bağlı insanların mutluluğunu anlatırken,
ezgisinde şöyle demektedir: “Rab kralını güçle donatacak, meshettiği kralın gücünü
yükseltecek” [1Sa. 2:10]. Bu sözlerle Hanna, Tanrı’nın kilisesini kutsayacağını söylemek
istiyordu. Biraz sonra edilen peygamberlik de bunu uygundur: “Çıkaracağım
kâhin…meshettiğim kişinin huzurunda yürüyecek” [1Sa. 2:35]. Göklerdeki Babamızın,
Davut’u ve soyundan gelenleri Mesih’in yaşayan sureti olarak algılamamızı istediğinden hiç
kuşku yoktur. Bu nedenle Davut, dine bağlı insanları Tanrı’dan korkmaya teşvik ederken,
onlara “Oğul’u öpün” diye buyurmaktadır [Mez. 2:12]. Bu, müjdedeki söze uygundur:
“Oğul’u onurlandırmayan Baba’yı da onurlandırmaz” [Yu. 5:23]. Krallık, on oymağın
başkaldırısıyla yıkılsa bile, Tanrı’nın Davut’la ve ardıllarıyla yaptığı antlaşma, tıpkı
peygamberin “Bütün krallığı elinden almayacağım. Kulum Davut’un ve kendi seçtiğim
Yeruşalim’in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım” [1Kr. 11:13, 32] dediği tarzda
sürmeliydi. Daha sonra şöyle denmektedir: “Tanrı, kulu Davut’un hatırına, kendine bir oğul
yetiştirmesi ve Yeruşalim’i koruması için ona Yeruşalim’de bir ışık verdi” [1Kr. 15:4]. Sonra
işler yıkımın eşiğine gelse de yeniden şöyle denmektedir: “Rab, kulu Davut’un hatırı için
Yahuda’yı yok etmek istemedi. Çünkü Davut’a ve soyuna sönmeyen bir ışık vereceğine söz
vermişti” [2Kr. 8:19].
Özetlersek: Diğer hepsinin yanından geçip gidilirken, sadece Tanrı’nın hoşnut kaldığı
Davut seçilmiştir. Başka bir yerde şöyle denilir: “Đnsanlar arasında kurduğu çadırı, Şilo’daki
konutunu terk etti; Efrayim oymadığını seçmedi” [Mez. 78:60, 67], “ancak Yahuda oymağını,
sevdiği Siyon Dağı’nı seçti” [Mez. 78:68]. “Kulu Davut’u seçti, onu koyun ağılından aldı.
Halkı Yakup’u, kendi halkı Đsrail’i gütmek için” [Mez. 78:70-71]. Sonuca varırsak: Tanrı,
sağlığı ve emniyeti bu Baş’a bağlı olan kilisesini korumak istemiştir. Davut şöyle diyor: “Rab
halkının gücüdür. Meshettiği kralın zafer kalesidir” [Mez. 28:8]. Buna hemen bir yakarma
ekliyor: “Halkını kurtar, kendi halkını kutsa” [Mez. 28:9]. Bu, kilisenin durumunun Mesih’in
yetkisine çözülmez bir bağla bağlı olması demektir. Başka bir parçada da aynı görüş ifade
edilmektedir: “Ya Rab, kralı kurtar! Yanıtla bizi sana yakardığımız gün!” [Mez. 20:9]. Bu
sözleriyle Davut, imanlıların, Tanrı’nın yardımına sığınmaları gerektiğini, Kralın korumasına
sığınmaktan başka güvencelerinin olmadığını açıkça öğretmektedir. Başka bir mezmurda bu
ima edilmekte: “Ne olur, ya Rab, kurtar bizi…Kutsansın Rab’bin adıyla gelen! Kutsuyoruz
sizi Rab’bin evinden” [Mez. 118:25-26]. Burada imanlıların, Tanrı’nın eliyle kurtulmayı ümit
edebilsinler diye Mesih’e çağrıldıkları yeterince bellidir. Bütün kilisenin Tanrı’dan merhamet
dilediği başka bir yakarışta da aynı görüş ifade edilmektedir: “Elin, sağ kolun olan adamın
üzerinde, kendine seçtiğin insanın üzerinde olsun!” [Mez. 80:17]. Mezmur yazarı, bütün halk
185
dağıldığı için ağlasa da, ancak Baş’ta iyileştirilmeleri için yalvarmaktadır. Ama halk sürgüne
gönderildikten, ülke boş kaldıktan ve görünürde her şey mahvolduktan sonra Yeremya
kilisenin felaketi için üzülmekte, özellikle de Krallık yıkıldığında imanlıların umutları
kalmadığı için ağlamaktadır. “Yaşam soluğumuz, Rab’bin meshettiği kral onların çukurunda
yakalandı. Hani onun için ‘Ulusların arasında onun gölgesinde yaşayacağımız’ dediğimiz”
[Ağı. 4:20]. Aracı olmadan Tanrı insan ırkını bağışlayamadığı için, yasa altındaki kutsal
babaların imanlarını yönlendirmek amacıyla, Mesih’in her zaman onların önüne getirildiği
burada yeterince bellidir.
(Antlaşma ve gerçek iman için gerekli olan Mesih, 3-4)
3. Eski Antlaşma’da iman ve umut vaatle beslenmiştir
Özellikle kilisenin kurtuluşu anlatılırken ıstırabın teselli edileceği vaat edildiğinde,
güven ve umut sancağının Mesih olduğu konusunda önceden fikir verilmektedir. Habakkuk,
“Tanrı, meshettiğiyle birlikte halkını kurtarmaya geldi” der [Hab. 3:13, mealen].
Peygamberler, kilisenin iyileştirilmesinden söz ettiklerinde Davut’a, krallığının sonsuza kadar
süreceğine dair verilen vaadi halka hatırlatırlar [Krş. 2Kr. 8:19]. Yoksa antlaşmanın kuşkusuz
hiçbir tutarlılığı olmayacaktı! Yeşaya’nın buna yanıtı özellikle yerindedir. Yeşaya,
Yeruşalim’de kuşatmanın kaldırılması ve kentin hemen güvenlikte olmasıyla ilişkili
tanıklığını imansız Kral Ahaz’ın kabul etmediğini görünce birdenbire Mesih konusuna geçer:
“Đşte, kız gebe kalıp bir oğul doğuracak” [Yşa. 7:14]. Bununla Yeşaya, kral ve halkı Tanrı’nın
andına kasıtlı olarak güvenmemeye çalışıyorlarmış gibi, kendilerine verilen vaadi haince geri
çevirseler bile antlaşmanın geçersiz olmayacağını, Kurtarıcının belirlenen zamanda geleceğini
açıkça belirtmektedir.
Kısacası, Tanrı’nın merhametine işaret etmek için bütün peygamberler, Davut’un kral
olduğunu duyurmaya sürekli özen gösterirler. Hem kefaret hem de kurtuluş bu krallığa
bağlıdır. Yeşaya şöyle demektedir: “Sizinle sonsuz bir antlaşma, Davut’a söz verdiğim kalıcı
iyilikleri içeren bir antlaşma yapayım. Bakın, onu halklara tanık… yaptım” [Yşa. 55:3-4].
Yani bu kadar kötü koşulların altında imanlıların hiçbir umudu olamazdı, ancak bu tanıklıkla
Tanrı’nın kendilerine merhamet edeceği ortaya koyuluyordu. Aynı şekilde Yeramya
umutsuzluğu gidermek için şunları söylemektedir: “Đşte, Davut için doğru bir dal çıkaracağım
günler geliyor… Onun döneminde Yahuda kurtulacak, Đsrail güvenlik içinde yaşayacak” [Yşa.
23:5-6]. Ayrıca Hezekiel de şöyle diyor: “Koyunlarımın başına bir çoban koyacağım… yani
kulum Davut’u… Ben, Rab onların Tanrısı olacağım, kulum Davut da onların çobanı
olacak… Onlarla bir esenlik antlaşması yapacağım” [Hez. 34:23-25, mealen]. Bu inanılmaz
yenilenmeden söz ettikten sonra aynı şekilde başka bir yerde şunu diyor: “Kulum Davut
onların kralı olacak, hepsinin tek çobanı olacak… Onlarla esenlik antlaşması yapacağım. Bu
onlarla sonsuza dek geçerli bir antlaşma olacak” [Hez. 37: 24, 26].
Burada birçok parçadan birkaçını bir araya getiriyorum, çünkü okurlarıma sadece,
Tanrı’ya bağlı herkesin umudunun ancak Mesih’e dayandığını hatırlatmak istiyorum. Diğer
peygamberlerin hepsi de aynı görüştedir. Örneğin; Hoşea şöyle diyor: “Yahuda ve Đsrail
halkları yeniden birleşecek. Başlarına tek önder atayacaklar” [Hoş. 1:11].Daha sonra bunu
daha net olarak açıklıyor: Đsrail çocukları, “sonra dönüp Tanrıları Rab’bi, kralları Davut’u
arayacaklar” [Hoş. 3:5]. Mika da halkın dönüşünden söz ederek, açıkça şunu belirtiyor:
“Rab’bin önderliğinde kral önlerinden gidecek” [Mik. 2:13]. Amos da –halkın yenileneceğini
önceden bildirmek isteyerek- şunu söylüyor: “O gün Davut’un yıkık çardağını yeniden
kuracağım, gediklerini kapayacak, yıkık yerlerini onaracağım” [Amo. 9:11]. Bu, şu demektir:
“Şimdi Mesih’te gerçekleşen kurtuluşun tek sancağı olan Davut’un ailesini yeniden
yücelteceğim.” Mesih’in gelmesine daha yakın bir dönemde yaşayan Zekeriya bunu çok daha
açıkça duyurmaktadır: “Ey Siyon kızı, sevinçle coş! Sevinç çığlıkları at, ey Yeruşalim kızı! Đşte
kralın! O adil kurtarıcı ve alçakgönüllüdür” [Zek. 9:9]. Bu, daha önce alıntı yapılan
186
mezmurdaki ayete uygundur: “Rab halkının gücüdür. Meshettiği kralın zafer kalesidir” [Mez.
28:8]. Burada kurtuluş Baş’tan bedene doğru akmaktadır.
4. Tanrı’ya iman Mesih’e imandır
Tanrı, bu peygamberliklerle Yahudilerin eğitilmelerini istemişti. Böylece, kurtulmayı
istemek için gözlerini doğrudan Mesih’e çevirebileceklerdi. Utanç verecek kadar yozlaşmış
olsalar bile, şu genel ilkenin anısını yine de silememişlerdi: Tanrı, Davut’a vaat ettiği üzere,
Mesih’in eliyle kilisesinin kurtarıcısı olacaktı; Tanrı’nın seçilmişlerini oğulluğa aldığı,
karşılıksız yaptığı antlaşma geçersiz olmayacaktı. Mesih, ölümünden az önce Yeruşalim’e
girdiğinde, çocukların dudaklarında “Davut’un Oğlu’na hozana” [Mat. 21:9] ezgisinin
olmasının nedeni budur. Görünüşe bakılırsa çocukların söylediği bu ilahi genelde yaygın
olarak biliniyordu ve genel kanıya göre, Tanrı’nın tek merhamet vaadi Kurtarıcının gelmesine
dayanıyordu. Bu nedenle Mesih, öğrencileri Tanrı’ya açıkça ve yetkinlikle inanabilsinler diye
onlara Kendisine iman etmelerini söylemişti: “Tanrı’ya iman edin; bana da iman edin” [Yu.
14:1]. Doğruyu söylemek gerekirse, iman artarak Mesih’ten Baba’ya gitse de O, şunu demek
istiyordu: Đman Tanrı’ya dayanmakla birlikte, onu yetkin bir sağlamlıkta tutan Kendisi, Aracı
olarak müdahale etmezse iman yok olup gider. Aksi takdirde Tanrı’nın görkemi yerde
sürünen kurtçuklara benzeyen ölümlü insanların ulaşamayacağı kadar yücelerdedir.
Bu nedenle imanın nesnesinin Tanrı olduğuna dair genelin sözüne katılıyorum. Yine
de bunu nitelemek gerekir. Mesih’e, “görünmez Tanrı’nın görünümü” denmesi nedensiz
değildir [Kol. 1:15]. Bu sıfat bizi uyarmaktadır. Tanrı bizi Mesih’le karşılaştırmasaydı,
kurtulduğumuzu bilemezdik. Yahudi yazıcılar peygamberin Kurtarıcıyla ilişkili olarak
öğrettiklerini yanlış yorumlarla anlaşılmaz hale getirmişlerdi. Buna rağmen genel bir
anlaşmayla görüş birliğine varılmış gibi, Mesih’i herkes tanımıştı. Umutsuz bir durumun
Aracının gelişinden başka çaresi, kilisenin özgür olmasının başka yolu yoktu. Aslında
Pavlus’un, “Mesih, Kutsal Yasa’nın sonudur” [Rom. 10:4] öğretişi herkes tarafından –
gerektiği gibi- bilinmiyordu. Ama bu, Yasa’dan ve peygamberlerden çok iyi bilindiği gibi,
gerçek ve kesindir. Đmanı henüz ele almıyorum, çünkü başka bir yer onun için daha uygun
olacaktır77. Okurlar sadece şu konuyu kabul etsinler: Tanrı bizi Krallığının sonsuza kadar
sürecek olan mirasında bir araya getirinceye kadar, O’nun bizi gözeten, bizi yöneten ve
besleyen Baba olduğunu kabul etmek için Tanrı’ya bağlılığın ilk adımı atılsın. Bu nedenle,
daha önce söylediğimiz78, Mesih olmaksızın Tanrı’nın kurtarışıyla ilgili bilginin olmadığı
açıklık kazanmaktadır. Sonuçta dünyanın başlangıcından beri Tanrı, Mesih’e bakmaları ve
O’na inanmaları gerektiğini seçtiği herkesin önüne koymuştur.
Bu anlamda Đranaeus, sonsuz olan Baba’nın Oğul’da sonlu olduğunu, görkeminin
uçsuz bucaksızlığı aklımızı karıştırmasın diye Kendisini bizim küçük ölçülerimize
uyarladığını yazmaktadır. Bunu düşünmeyen fanatikler, sanki Tanrı’nın bütün yetkinliğinden
akan tanrısallığın bir bölümü Mesih’teymiş gibi, yararlı bir ifadeyi dinsiz bir fanteziye
döndürmüşlerdir79. Aslında bu, Tanrı’nın sadece Mesih’te algılandığından başka bir anlama
gelmez. Yuhanna’nın sözü her zaman doğrudur: “Oğul’u yadsıyanda Baba da yoktur” [1Yu.
2:23].Bir zamanlar birçok kişi Yüce Kral’a, göğü ve yeri Yaratan’a tapındıklarıyla övünse de,
onlarda Aracı olmadığı için, Tanrı’nın merhametinin gerçekten tadına varmaları ve O’nun,
Baba’ları olduğuna inanmaları mümkün değildi. Mesih’in Baş olduğuna inanmadıkları için,
Tanrı’ya ilişkin bilgileri de uçup gidiyordu. Sonunda aptalca iğrenç batıla düşmelerinin ve
cahilliklerini ortaya koymalarının nedeni budur. Ciğerlerinin bütün gücüyle göğün ve yerin
77
III. ii.
II. vi. 1
79
Valentine Gentile, Đrenaeus’un bu parçasından Baba’nın, Oğul’un “essentiator”u olduğuna
dair kendi görüşünü desteklemek için yararlanır. Krş. I. xiii.23
78
187
yaratıcısının Tanrı olduğu ilan edenler, Mesih’i kabul etmiyorlarsa Tanrı’yı da kabul
etmiyorlar demektir.
VII. BÖLÜM
YASA, ESKĐ ANTLAŞMA HALKINI DĐZGĐNLEMEK ĐÇĐN DEĞĐL, MESĐH’ĐN
GELĐŞĐNE KADAR HALKIN O’NDA KURTULMA UMUDU BESLEMESĐ ĐÇĐN
VERĐLDĐ80
(Ahlak ve tören yasası, Mesih’in yolunu gösterdiği için önemlidir, 1-2)
1. Aracı ancak düşmüş insanlara yardım eder
Yasa, Đbrahim’in ölümünden yaklaşık dört yüz yıl sonra verildi [Krş. Gal. 3:17].
Gözden geçirdiğimiz birbiri ardına gelen sürekli tanıklıklardan, bunun, seçilmiş halkı
Mesih’ten uzaklaştırmak için değil, tersine, O’nun gelişine kadar zihinlerini hazır tutmak,
hatta çok uzun süre bekleyerek gevşemesinler diye onlarda istek uyandırmak ve beklentilerini
güçlendirmek için yapıldığı sonucu çıkarılabilir. Ben, yasadan, Tanrı’ya bağlı ve doğru bir
yaşam kuralını ortaya koyan sadece On Emri değil, Tanrı’nın Musa aracılığıyla kuşaktan
kuşağa devrettiği bir din geleneğini anlıyorum. Musa, Đbrahim’in soyuna vaat edilen
kutsamayı yok edecek bir yasa koyucu durumuna getirilmemişti. Tam tersine onu,
Yahudilere, mirasçıları oldukları atalarıyla yapılan karşılıksız antlaşmayı sürekli hatırlatırken
görüyoruz. Sanki antlaşmayı yenilemek için gönderilmişti. Bu olgu törenlerde çok net göz
önüne serilmektedir. Đnsanların Tanrı’yla uzlaşması için sığır yağından çıkan iğrenç bir
kokuyu sunmaktan daha boş ya da saçma ne vardır? Ya da murdarlıklarından arınmak üzere
su ya da kan serpilmesine başvurmaktan? Kısacası, gerçekle örtüşen gölgeler ya da suretler
diye değil, literal anlamda alınan yasadaki bütün inançlar son derece gülünçtür. Bu nedenle,
hem Đstefanos’un konuşmasındaki [Elç. 7:44] hem de Đbranilere Mektup’taki [Đbr. 8:5] bir
ayetin çok dikkatle göz önünde tutulmasının geçerli bir nedeni vardır. Bu ayette Tanrı,
Musa’ya, dağda gösterdiği örneğe [Çık. 25:40] uygun bir Tanıklık Çadırı yapmasını
emretmektedir. Yahudilerin yol alacakları bir ruhsallık ortaya konmasaydı, tıpkı Yahudi
olmayan uluslar gibi onlar da boşuna çaba harcayacaklardı. Dine bağlılık konusunda hiç çaba
göstermemiş olan dinsizler böylesine karmaşık törenleri küçümsemeden dinlemeye
dayanamazlar. Sadece Tanrı’nın antik çağ insanlarını neden böyle bir tören kalabalığıyla
bezdirdiğini merak etmemekle kalmazlar, çocuk oyuncağı diye küçümseyerek bunlarla alay
ederler. Yani yasanın amacına dikkat etmezler; yasanın formları amaçtan sapıyorsa insan onu
batıl diye mahkûm etmelidir.
Ne var ki, Tanrı’nın, Kendisine tapınanları dünyasal işlerle meşgul etmek için sunuları
emretmediğini bu tip81 ortaya koymaktadır. Tam tersine, onların daha yüksek düşünceleri
80
Calvin için “yasa” sözcüğü şu anlamlara gelebilir: (1) Bir bütün olarak Musa’nın dini
(III.vii.1), (2) Seçilmiş halka ahlak yasasının özel vahyi, yani başlıca On Emir ve Đsa’nın
yaptığı özet (II.viii) ya da (3) çeşitli sivil, adli ve törensel kurallar (IV. Xx. 14-16). Bunların
en önemlisi, “doğruluğun gerçek ve sonsuza kadar sürecek olan kuralı” olan ahlak yasasıdır
(IV. Xx.15). Bunun, aşağıdaki 6-1. paragraflarda üç bağlamdaki üç “kullanılışı”
görülmektedir. Calvin için, yasanın olumlu değerlendirilmesi, “üçüncü kullanılışının” ön
sırada gelmesini sağlamaktadır. Luther içinse yasanın mahkum etme görevi önde gelir.
Calvin, yasanın mahkum etme görevine, gerçek amacına göre, “ikinci derecede” diye bakar.
Alışıldığı üzere yasa’nın, Mesih’le ilişki olduğu için geçerli olduğunu öne sürer.
81
“Typus ille”. Typus sözcüğünün asıl anlamı duvardaki temsili bir figür ya da surettir.
Genelde orada olmayan bir şeye işaret eder ya da onu simgeler. Calvin için, yasada emredilen
törenler, bunlara son veren müjdeyi tam ve net açıklayan “tipler” ya da “gölgeler”di. Krş. II.
188
olsun diye bunu yapmıştır. O’nun doğasından da bu açıkça fark edilebilir: Tanrı, doğasında
ruhsallık olduğu için, sadece ruhsal tapınmadan hoşnut olur. Peygamberlerin birçok ifadesi
buna tanıklık etmekte ve Yahudileri akılsızlıkla suçlamaktadır. Çünkü şu ya da bu sununun
Tanrı’nın gözünde değerinin olduğunu düşünüyorlardı. Yasadan bir şeyleri çıkarmak
istemelerinin nedeni bu mudur? Asla. Ama onlar yasanın gerçek yorumcularıydılar. Sıradan
insanların saptırdıkları bu hedefe insanların gözlerini bu yolla yönlendirmek istiyorlardı.
Yasanın Mesih’e göndermede bulunmaktan yoksun olmadığı sonucunu Yahudilere sunulan
lütuftan tabii ki çıkarabiliriz. Musa, Tanrı için bir kâhinler krallığı olmalarının amacının
oğulluğa alınmak olduğunu öne sürmüştü [Çık. 19:6]. Hayvanların kanının sağladığından
daha büyük ve daha yetkin bir uzlaşmanın müdahalesi olmadan bunu elde edemezlerdi [Krş.
Đbr. 9:12 vdd.]. Âdem’in çocuklarının hepsi, kalıtsal leke nedeniyle günaha tutsak
doğmaktadır. Böylesine büyük bir iyilik başka bir yerden gelmiyorsa onlar için, krallığın
soyluluğuna yücelmekten ve bu yolla Tanrı’nın görkemine ortak olmaktan daha az ne uygun
olabilir? Kötülükleri nedeniyle Tanrı’nın gözünde iğrenç oldukları için, Kutsal Baş’ta
kutsanmazlarsa hak ettikleri kâhinlikte nasıl gelişebilirlerdi? Bu nedenle Petrus, yasa altındaki
Yahudilerin tadına vardıkları lütfun doluluğunun Mesih’te gösterildiğini öğreterek, Musa’nın
bu sözünü düzgün şekilde değiştiriyor: “Siz seçilmiş soy, kutsal ulussunuz” [1Pe. 2:9].
Kelimeleri tersine çeviriyor. Müjde aracılığıyla Mesih’in göründüğü kişilerin, atalarından
daha çoğunu elde ettiklerini söylemek istiyor. Hepsi kahin ve kral olarak onurlandırıldıkları
için, Aracılarına güvenerek Tanrı’nın önüne özgürce gelmeye cesaret edebilirlerdi.
2. Yasada vaat vardır
Yeri gelmişken burada, sonunda Davut’un ailesinde kurulan krallığın yasanın bir
parçası olduğuna ve Musa’nın yönetimi altında saptandığına dikkat etmeliyiz. Buradan çıkan
sonuç şudur ki, hem bütün Levi oymağında hem de Davut’un soyunda Mesih, bir çifte aynada
olduğu gibi, antik dönem halkının gözü önüne serilmiştir. Az önce söylediğim gibi, günahın
ve ölümün tutsağı olan, yozlaşmışlıklarında kirlenen insanlar aksi takdirde Tanrı’nın
huzurunda kral ve kâhin olamazdı. Bu nedenle Pavlus’un ifadesi çok doğru gözüküyor:
Uğruna vaatte bulunulan tohum gelinceye kadar Yahudiler, bir “eğitmenin” gözetimi altında
tutulmuşlardı [Gal. 3:24]. Mesih’i henüz yakından tanımadıkları için, güçsüzlükleri nedeniyle
gökselliğin bilgisine tam olarak dayanamayan çocuklar gibiydiler. Bu törenlerin onları nasıl
Mesih’e yönlendirdiğinden yukarıda söz edildi. Bu, peygamberin çok sayıda tanıklığından
daha iyi anlaşılmaktadır. Tanrı’yı yatıştırmak için her gün yeni sunularla gelmek zorunda
kalsalar bile, Yeşaya, yaptıkları bütün kötü işlere tek bir sunuyla kefaret edileceğini vaat
ediyor [Yşa. 53:5]. Daniel de aynı görüşte [Dan. 9:26-27]. Geleneğe göre, Levi oymağından
atanan kâhinler kutsal mekana giriyordu. Ama Tanrı’nın, kutsal bir antla “Melkisedek düzeni
uyarınca sonsuza dek kâhin” olmak üzere tek bir kişi seçtiği söylenmiştir [Mez. 110:4; Krş.
Đbr. 5:6; 7:21]. O zamanlar görünür yağla meshetmek vardı. Daniel, başka tür bir
meshetmenin olacağını duyurmuştur [Dan. 9:24]. Çok fazla örneğin üzerinde durmayalım,
Đbranilere Mektup’un yazarı, 4-11. bölümlerde Mesih’in dönemine gelinceye kadar törenlerin
değersizliğine ve boşluğuna ayrıntılı olarak açıkça işaret etmektedir.
On Emir açısından da aynı şekilde Pavlus’un uyarısına dikkat etmeliyiz: “Her iman
edenin kurtulması için Mesih yasanın sonudur” [Rom. 10:4, mealen]. Bir önceki ifadesiyle
Pavlus, Mesih karşılıksız olarak ve yeniden doğuş ruhuyla doğruluk bahşedinceye kadar
emirde doğruluğun boş yere öğretildiğini söylemek istiyor. Bu nedenle Pavlus haklı olarak
Mesih’e yasanın yerine getirilmesi ya da sonu demektedir. Mesih bu gayrete yardım
etmeseydi ve yasanın dayanılmaz boyunduruğu ve yükü altında ezilmeseydi Tanrı’nın bizden
vii. 16; II. viii. 28; II. ix. 3, 4; II. xi. 2-6; III. xx. 18. Bu tipoloji Reform teolojisinin az çok
değişmeyen bir özelliği olmuştur. Westminister Đnanç Açıklaması VII. 5.
189
ne istediğini bilmenin hiçbir değeri olmazdı. Başka bir yerde Pavlus bize, “Yasa suçları
ortaya çıkarmak için yasaya eklendi” [Gal. 3:19] diye öğretmektedir. Yani, mahkûmiyetlerine
inanan insanları alçakgönüllü kılmak için. Ama Mesih’i aramanın tek gerçeği ve tek hazırlığı
bu olduğu için, onun ifade ettiği çeşitli öğretiler birbiriyle uyumludur. Pavlus, yasadaki işlerle
doğruluğu hak ettiğimizi iddia eden sahte öğretmenlerle tartışıyordu. Sonuçta, çıplak yasa
karşılıksız oğulluğa alınma antlaşmasıyla birlikte lütfedilmiş olsa bile, onların yanlışlarını
çürütmek için yasayı dar anlamıyla almak zorunda kalıyordu.
(Ahlak yasasını yerine getiremeyiz, 3-5)
3. Yasa bize bağışlanmazlık getirir ve umutsuzluğa sürükler
Ancak suçumuz nedeniyle bağışlanmak için harekete geçelim diye, ahlak yasasının
bizi daha çok bağışlanmaz kıldığını aldığımız eğitimden kısaca öğrenmeliyiz. Yasada bize
doğruluğun yetkinliği öğretiliyorsa şu sonuç çıkmaktadır: Yasaya kusursuz itaat Tanrı’nın
huzurunda yetkin doğruluktur. Bu sayede göksel yargı kürsüsünün önünde insana açıkça
doğru gözüyle bakılır ve doğruluğuna hükmedilir. Musa, yasayı yaydıktan sonra, “Đsrail’in
önüne yaşamla ölümü ve iyiyle kötüyü koyduğuna” [Yas. 30:19, mealen] tanıklık etmesi için,
yere ve göğe seslenmekte tereddüt etmemektedir. Tanrı’nın vaat ettiği üzere, sonsuz
kurtuluşun ödülünün yasaya kusursuz itaati beklediğini inkar edemeyiz. Öte yandan,
liyakatiyle bu ödülün güvencesini alması gereken bizlerin bu itaati yerine getirip
getirmediğimiz incelenmeye değer. Üstelik bu yolla sonsuz yaşama ulaşacağımız belli
değilse, yasaya itaat edince sunulan sonsuz yaşam ödülüne neden bakılsın?
Yasanın güçsüzlüğü bu noktada ortaya çıkıyor. Yasaya itaat hiçbirimizde bulunmadığı
için, yaşam vaatlerinden dışlanıyoruz ve lanete düşüyoruz. Ben, sadece ne olduğunu değil, ne
olması gerektiğini de söylüyorum. Yasa öğretişi insanın yeteneğini aştığı için, insan vaatleri
aslında uzaktan da görebilir ama bunlardan hiç yarar sağlayamaz. Bu nedenle geriye sadece şu
kalmaktadır: Kurtuluş umudunun kesilmesiyle ölümün tehdidi altında olduğunu düşünürken,
vaatlerin iyiliği nedeniyle kendi zavallılığına daha iyi hükmedebilir. Öte yandan başımızda
korkunç tehlikeler asılı durmaktadır. Bunlar sadece birkaçımıza değil, insan olarak hepimize
baskı yapmakta, engellemektedir. Bunların başımızın üzerinde durduğunu söylüyorum ve
yasada ancak en kısa zamanda başımıza gelecek olan ölümü fark edelim diye bunlar acımasız
bir sertlikle bizi kovalamaktadır.
4. Yine de yasadaki vaatler anlamsız değildir
Sadece yasaya bakarsak umutsuz, şaşkın ve zihnen çaresiz oluruz, çünkü yasa
hepimizi mahkûm eder, suçlar [Gal. 3:19]. Yerine getirenlere vaat edilen kutsallıktan
uzaklaşırız. Rab bizimle bu yolla alay mı ediyor diye sorabilirsiniz. Yasanın kapısı her zaman
kapatılarak ulaşılmaz kılındığında mutluluk umudunu göstermek, bizi ona davet ederek
çekmek ve ulaşılır olduğunun güvencesini vermek alay etmekten ne kadar farklıdır? Cevap
veriyorum: Yasadaki vaatler koşula bağlı olduğu için, mükemmel itaate bağlı olsa da –bu,
hiçbir yerde bulunmaz- boşuna edilmemiştir. Tanrı işlerimize bakmadan bizi karşılıksız
iyiliğiyle kabul etmiyorsa ve müjdede bizim için sağlanan iyilikleri imanla benimsemiyorsak
bunların bizim için meyvesiz ve etkisiz olduğunu öğrendiğimizde, beraberindeki şarta rağmen
vaatler etkisiz değildir. Rab, sınırsız merhametiyle şu armağanı da dâhil ederek bize her şeyi
karşılıksız bağışlamaktadır: Mükemmel olmayan itaatimizi geri çevirmeden ama daha çok,
itaatimizi tamamlamak için eksik olanı sağlayarak, yasanın koşullarını yerine getirmişiz gibi,
yasanın vaatlerinden bizi yararlandırır. Ancak bu konuyu imanla aklanma başlığı altında daha
ayrıntılı ele alacağımız için82, şimdi daha fazla devam etmiyoruz.
82
III. xi. 1-7
190
5. Yasayı yerine getirmemiz imkânsızdır
Yasaya itaat etmenin bizim için imkânsız olduğunu söyledik. Genelde buna çok
anlamsız bir görüş diye bakıldığı için – Hieronymus bunu aforoz etmekte tereddüt etmezbirkaç kelimeyle açıklayarak doğrulamalıyız. Hieronymus’un ne düşündüğüyle
oyalanmayacağım; daha çok, doğrunun ne olduğunu irdeleyelim. Çeşitli olasılıklarla ilişkili
uzun dolambaçlı sözcükler serpiştirmeyeceğim. Asla olmamış ve Tanrı’nın emri ve kararıyla
olmasının önleneceği şeye “imkânsız” diyorum. Uzak geçmişi araştırırsak, ölüme götüren bu
bedeni giyinmiş [Krş. Rom. 7:24] kutsalların hiçbirinin, Tanrı’yı “bütün yürekleri, bütün
akılları, bütün canları ve bütün güçleriyle sevecek” [Mark. 12:30 ve benzerleri] kadar bu
sevgi hedefine ulaşmadıklarını söylüyorum. Ayrıca şehvet yüzünden cezalandırılmamış
kimsenin bulunmadığını da söylüyorum. Kim bunun tersini iddia edecek? Aslında akılsızca
bir batıla düşerek kutsalları nasıl hayal ettiğimizi görüyorum; gökteki melekler paklıkta
onlarla çok ender karşılaştırılabilir! Ancak bu, hem Kutsal Yazı’ya hem de deneyimle edinilen
kanıtlara ters düşmektedir. Ayrıca bedenin ağırlığından sıyrılmadan gerçek yetkinlik amacına
ulaşacak hiç kimsenin olmadığını da söylüyorum.
Kutsal Yazı’da bu konuda yeterince açık tanıklık vardır. Süleyman, “Yeryüzünde hep
iyilik yapan, hiç günah işlemeyen tek kişi yoktur” demiştir [Vai. 8:20; 1Kr. 8:46]. Ayrıca
Davut da, “Hiçbir canlı senin karşında aklanmaz” demektedir [Mez. 143:2]. Pavlus bunu
herkesten daha net ifade etmektedir: “Benlik Ruh’a, Ruh da benliğe aykırı olanı arzular” [Gal.
5:17]. Yasa altındaki herkesin lanetli olmasının nedenini, “Şöyle yazılmıştır: ‘Yasa Kitabı’nda
yazılı olan her şeyi sürekli yerine getirmeyen herkes lanetlidir’”den [Gal. 3:10; Yas. 27:26]
başka hiçbir nedenle açıklamaz. Burada Pavlus, hiç kimsenin bu kadar bağlı kalamadığını net
olarak açıklamakta, aslında varsaymaktadır. Ama Kutsal Yazı’da ne duyurulursa duyurulsun,
kalıcı hatta gerekli diye kabul etmek yerindedir. Pelagius’çular Augustinus’u kurnazlıklarıyla
bezdirmişlerdir. Tanrı’nın, imanlıların O’nun lütfu sayesinde yapabileceklerinden daha
fazlasını istediğini öne sürmenin O’na haksızlık etmek olduğunu iddia etmişlerdir. Onların
iftiralarından kaçmak için Augustinus, aslında Rab isteseydi ölümlüleri meleklerin paklığına
yüceltebilirdi diye kabul etmiştir. Ama Rab, Kutsal Yazı’da duyurduğuna ters düşen bir şeyi
asla yapmamıştır, yapmayacaktır da. Bunu yadsımıyorum ama gerçeğin karşısına Tanrı’nın
kudretini çıkarmanın akılsızlık olduğunu buna ekliyorum. Şayet biri Kutsal Yazı’da
duyurulanın olmayacağını, olamayacağını söylerse böyle bir ifadeyle alay edilmez. Ama
Söz’ü tartıştıklarını düşünün. Öğrenciler, “Kim kurtulabilir?” [Mat. 19:25] diye sorduklarında
Rab, “Đnsanlar için bu imkansız ama Tanrı için her şey mümkündür” [Mat. 19:26] karşılığını
vermiştir. Augustinus, yasaya göre, bedenimizdeyken Tanrı’ya borçlu olduğumuz sevgiyi
O’na asla vermediğimizi de zorunlu olarak öne sürmektedir. Şöyle diyor: “Sevgi bilginin öyle
ardınca gider ki, önce Tanrı’nın iyiliğini tam olarak bilmeyen hiç kimse O’nu mükemmelce
sevemez. Biz dünyada dolaşırken, ‘Her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyoruz’ [1Ko.
13:12]. Bundan, sevgimizin mükemmel olmadığı sonucu çıkmaktadır.” Doğamızın zayıflığına
bakarsak, bedendeki bu yaşamda yasanın yerine getirilemediğini tam olarak kabul edelim,
ayrıca Pavlus da başka bir ayette bunu belirtmektedir [Rom. 8:3].83
(Yasa Tanrı’nın doğruluğunu gösterir ve bir ayna gibi bizim günahlarımızı dışa vurur,
bizi tanrısal yardım istemeye yönlendirir 6-9)
6. Yasanın acımasızlığı bizi kendimizi kandırmaktan alıkoyar
Ama bütün konuyu daha çok netleştirmek için, “ahlak yasası” denen yasanın görevini
ve kullanılışını kısaca irdeleyelim84. Anladığım kadarıyla bu, üç bölümden oluşmaktadır.
83
II. xii.4; III. iv.27; III.xi.23
“Officium usumque legis.” Daha önceki bütün basımlarda On Emir’in açıklanmasını
izleyen “yasanın kullanılışları” burada antlaşmanın ortamına ve özelikle de Hıristiyan’ın
84
191
Birinci bölüm şudur: Tanrı’nın doğruluğunu yani Tanrı’nın sadece doğruluğu kabul
ettiğini belirtirken, her insanı kendi günahı konusunda uyarır, bu konuda bilgilendirir, ikna
eder ve sonunda da mahkûm eder. Kendine olan sevgisiyle kör ve sarhoş olmuş insan
zayıflığını ve pak olmadığını bilmek ve kabul etmek zorundadır. Đnsan, değersizliğine açıkça
ikna olmazsa, zihinsel güçlerine deli gibi inanarak şişinir ve kendi seçtiği ölçüyle öldüğü
sürece bunların yetersizliğini kabul etmez. Ama kendi güçlerini yasanın zorluklarıyla
karşılaştırmaya başlar başlamaz gösterişini azaltan bir şeyler olduğunu görür. Kendi
güçleriyle ilişkili eski görüşü ne kadar dikkate değer olursa olsun bunların sendeleyecek,
yalpalayacak hatta sonunda da yere düşüp bayılacak kadar ağır bir yük altında soluk soluğa
kaldığını hemen hisseder. Yasayla eğitilen insan daha önce kendisini kör eden kendini
beğenmişlikten sıyrılır.
Aynı şekilde başka bir hastalığının, çektiğini söylediğimiz gurur hastalığının da
tedavisi gerekir. Kendi kararlarında ısrar etmesine izin verildiği sürece doğruluğun yerini
ikiyüzlülük alır. Bundan hoşlanarak Tanrı’nın lütfuna karşı gelir. Sahte doğruluk
davranışlarının ne olduğunu ben bilmiyorum. Ama yaşamını yasanın terazisinde tartmak
zorunda kaldığında, kurmaca doğruluk varsayımını bir yana bırakarak, kutsallıktan çok uzakta
olduğunu ve aslında, daha önce kendisini kirletmediğini düşündüğü çok sayıda günahın
kaynaştığını keşfeder. Açgözlülüğün kötülüklerinin pusu kurduğu kovuklar o kadar derin, o
kadar eğri büğrüdür ki, insanın güzünü kolayca yanıltabilir. Elçinin, “Yasa ‘Göz
dikmeyeceksin’ demeseydi, başkasının malına göz dikmenin ne olduğunu bilemezdim” [Rom.
7:7] demesinin geçerli bir nedeni vardır. Yasa açgözlülüğü gizli barınağından çekip
çıkarmasaydı, çaresiz insanı bu o kadar gizlice mahvederdi ki, onun öldürücü hançerini
hissetmezdi bile.
7. Yasanın cezalandırma görevi değerini azaltmaz
Yasa ayna gibidir. Onda zayıflığımızı, sonra da bunun yol açtığı günahımızı en
sonunda da ikisinden kaynaklanan laneti düşünürüz –tıpkı bir aynanın yüzümüzdeki
sivilceleri göstermesi gibi. Doğruluğun ardınca gitme yeteneği insanı başarısızlığa uğratırsa
insan çamura batar. Günahın hemen ardından lanet gelir. Bu durumda, yasanın bizi suçlu
bulduğu günah ne kadar büyükse, bizi yanıtlanamaz duruma getiren yargı da o kadar ciddidir.
Elçinin ifadesi bununla ilgilidir: “Yasa sayesinde günahın bilincine varılır” [Rom. 3:20].
Burada o, günahlılar henüz yeniden doğmadıklarında yasanın ilk görevini belirtmektedir. Şu
ifadeler de bununla ilgilidir: “Yasa suç çoğalsın diye araya girdi” [Rom. 5:20] ve bu, “ölümle
sonuçlanır” [2Ko. 3:7-8]. Ölüme ve “Gazaba yol açar” [Rom. 4:15]. Vicdan, günah
bilincinden ne kadar çok etkilenirse günahın o kadar çoğaldığından kuşku yoktur. O zaman
Yasa Koyucuya karşı inatla itaatsizlik etmek de günaha dâhil olur. Günahlının düşüşü
karşısında yasaya, Tanrı’nın gazabını silahlandırmak kalır, çünkü yasa sadece suçlar, mahkûm
eder ve yıkar. Augustinus’un yazdığı gibi, “Lütuf Ruhu yoksa yasa sadece bizi mahkûm
etmek ve öldürmek için vardır.”
Ama böyle söylediğimizde yasaya ne saygısızlık ediyoruz ne de onun yetkinliğini
azaltıyoruz. Tabii ki, irademiz yasaya tümüyle itaat etmeye uyumlu kılınıyorsa ve buna göre
oluşturuluyorsa bunu bilmek bile kurtuluşu almak için tek başına yeterlidir. Yine de dünyasal
ve bozulmuş doğamız Tanrı’nın ruhsal yasasına karşı şiddetle mücadele ettiği ve yasanın
disipliniyle hiçbir şekilde düzelmediği için, bundan, uygun dinleyicilerle karşılaşması
koşuluyla, kurtuluş için verilen yasanın bir ölüm ve günah fırsatına dönüştüğü çıkmaktadır.
Hepimizin günahlı olduğumuz kanıtlandığı için, yasa Tanrı’nın doğruluğunu ne kadar net
olarak açıklarsa, tam tersine, bizim günahlılığımızı da o kadar dışa vurmaktadır. Yaşam ve
olumlu bir rehberi olan yasanın ilkelerinin “kullanılışına” ( aş. bk. m. 12) uygun olarak daha
önce yer almaktadır.
192
kurtuluş ödülünün doğruluğa bağlı olduğunu ne kadar kesinlikle doğrularsa, kötülerin
yıkımını da o kadar kesinleştirmektedir.
Tanrı’nın cömertliğinin çok daha açıkça gösterilmesinde -yasayı kötülemenin çok
dışında- bu kurallar çok değerlidir. Yasanın önümüze açıkça koyduğu kutsal yaşamın keyfini
kötülüğümüz ve ahlaksızlığımız yüzünden sürmemizin engellendiği bellidir. Yasanın
desteğiyle bizi besleyen Tanrı’nın lütfu daha tatlı olur ve bize lütfu bahşeden merhameti daha
güzel olur. Bundan, Tanrı’nın bizi tekrar tekrar bereketlemekten ve önümüze yeni armağanlar
yığmaktan asla bıkmadığını öğreniyoruz.
8. Yasanın cezalandırma görevinin imanlılarda ve imansızlarda çalışması
Hepimizin kötülüğü ve mahkûmiyeti yasanın tanıklığıyla mühürlenmiştir. Ne var ki–
yasanın tanıklığından gerektiğince yarar sağlamamız koşuluyla- bu, umutsuzluğa düşelim ya
da tümüyle cesaretimizi kaybedip uçurumun kenarından tepe üstü kendimizi atalım diye
yapılmamaktadır. Kötülerin bu yolla ancak yüreklerinin inatçılığı yüzünden dehşete
kapıldıkları doğrudur. Tanrı’nın çocukları için yasayı bilmenin başka bir amacı olmalıdır.
Elçi, “Her ağız kapansın, bütün dünya Tanrı’ya hesap versin diye” [Rom. 3:19] yasanın
hükmüyle aslında mahkum edildiğimize tanıklık etmektedir. Başka bir yerde de aynı fikri
öğretiyor: Tanrı, herkesi mahvetmek ya da herkese yok olmanın acısını çektirmek için değil,
“merhametini herkese göstermek için herkesi söz dinlemezliğin tutsağı kıldı” [Rom. 11:32].
Bu, kendi güçleri konusunda aptalca fikirlerini bırakarak sadece Tanrı’nın eliyle ayakta
kaldıklarını ve desteklendiklerini; çıplak ve boş elleriyle O’nun merhametine sığındıklarını,
tümüyle O’nun eline yaslandıklarını, elinin içinin derinliklerinde saklandıklarını, doğruluk ve
liyakat için sadece O’nun elini tuttuklarını anlamaları demektir. Tanrı’nın merhameti, gerçek
imanla bu merhameti arayan ve bekleyen herkese Mesih’te açıklanmaktadır. Yasanın
kurallarına göre Tanrı, hepimizde eksik olan mükemmel doğruluğu ödüllendiren ve tam
tersine, kötü işleri de yargılayan tek kişidir. Ama lütuf ve şefkatle dolu yüzü biz zavallı ve
değersiz günahlılara Mesih’te parlamaktadır.
9. Augustinus’un söylediği gibi, yasa lütfu arayalım diye bizi suçlayarak harekete geçirir
Augustinus, O’nun yardımının lütfunu aramanın değerinden sık sık söz etmektedir.
Örneğin; Hilary’ye şöyle yazıyor: “Yasa, biz onun gereklerini yerine getirmeye çalışırken ve
onun altındaki zayıflığımızdan bezerken bize lütfun yardımını nasıl isteyeceğimizi söyler.”
Asellius’a da aynı şekilde şöyle yazıyor: “Yasanın yararı, insanı zayıflığına inandırmasında ve
Mesih’te olan lütfun çaresini aramak için onu harekete geçirmesinde yatar.” Ayrıca
Roma’daki Innocent’a da şöyle diyor: “Yasa emreder; lütuf eyleme geçme gücü verir.” Ayrıca
Valentius’a da şunları söylüyor: “Tanrı, Kendisinden ne istememiz gerektiğini bilelim diye
yapamayacağımızı bize emreder.” Ayrıca, “Yasa, sizi suçlamak için verilmiştir; korkun diye
sizi suçlamak için; bağışlanmak için yakarın diye korkutmak için; güçlü olduğunuzu
varsaymamanız için.” Ayrıca, “Yasa şu amaçla verilmiştir: Sizi önemliyken önemsizleştirmek
için; sizde doğruluğa ulaşma gücü bulunmadığını göstermek için; bu kadar çaresiz, değersiz
ve umutsuz olarak lütfa sığınmanız için.” Sonra Tanrı’ya seslenmektedir: “Böyle davran, Ya
Rab; böyle davran, ey merhametli Rab. Yerine getirilemeyeni emret. Đnsanlar kendi güçleriyle
bunu yerine getiremedikleri için, her ağız sussun ve hiç kimse kendini büyük görmesin diye,
tam tersine, sadece senin merhametin aracılığıyla yerine getirilebileni emret. Herkes önemsiz
ve bütün dünya Tanrı’nın önünde suçlu olsun.” Ama bu kadar çok tanıklığı bir araya toplamak
benim akılsızlığım, çünkü bu aziz insan özellikle bu konuda Ruh ve Yazılı Yasa Üzerine
adında bir eser yazmıştır. Augustinus yasanın ikinci değerini, ya birinciye bağlı olduğu için
ya kendisi iyice kavrayamadığı için ya da doğru anlamını yeterince fark edilecek kadar apaçık
şekilde ifade edecek kelimeleri bulamadığı için net olarak tanımlamamaktadır.
193
Ne var ki, yasanın bu birinci görevi yoldan sapanlar için de geçerlidir. Benlikleri
aşağılandıktan sonra içlerindeki insanın yenilenmesi ve yeniden serpilmesi konusunda
Tanrı’nın çocuklarıyla birlikte çok fazla yol almamalarına ama ilk dehşet ve yalanla
umutsuzluk içinde sessizce donakalmalarına rağmen, vicdanlarının bu dalgalarla korunması
tanrısal yargının adaletinin gözler önüne serilmesini sağlamaktadır. Yoldan sapmışlar
Tanrı’nın yargısından her zaman özgürce kaçmak isterler. Bu yargı henüz açıklanmamış olsa
da, yasanın ve vicdanın tanıklığında öyle bir yola yönelirler ki, ne hak ettikleri onlarda açıkça
ortaya çıkar.
(Yasa kötüleri ve henüz imanlı olmayanları dizginler, 10-11)
10. Toplumun adil olmayan insanlardan korunması olarak yasa
Yasanın ikinci görevi şudur: Yasanın korkunç tehditlerini duyarak zorunlu
kalmazlarsa, adil ve doğru olana özen göstermekten etkilenmeyen bazı insanları en azından
ceza korkusuyla dizginlemek. Ama onlar, içlerinde bir düşünce harekete geçtiği ya da
etkilendikleri için değil, gem vurulduğu, deyim yerindeyse dışsal etkinlikten ellerini çektikleri
için dizginlenirler ve aksi durumda gereksiz yere teslim olacakları ahlaksızlığı içlerinde
saklarlar. Sonuçta Tanrı’nın önünde ne daha iyi ne de daha doğrudurlar. Korku ya da utancın
engellemesiyle ne zihinlerinde kurduklarını uygulamaya dökmeye ne de şehvetlerinin
kuduzluğunu açıkça solumaya cesaret edebilirler. Ne var ki, yüreklerinde Tanrı’dan korkma
ve O’na itaat etme isteği yoktur. Aslında kendilerini ne kadar dizginlerseler o kadar çok tahrik
olurlar; içten içe yanıp kaynarlar ve her şeyi yapmaya ya da her yerde patlamaya hazırdırlar –
ama yasanın bu korkunçluğu onları engeller. Sadece bu da değil – yasadan o kadar haince
nefret ederler ve Yasa Koyucu Tanrı’ya öyle söverler ki, ellerinden gelse O’nu kesinlikle
hükümsüz kılacaklardır. Tanrı onlara doğru olanı yapmayı emrettiğinde ya da görkemini
küçümseyenlerden öç aldığında O’na dayanamazlar. Henüz yeniden doğmamış olanların
hepsi – bazı daha üstü örtülü, bazısı daha açıkça- yasanın kendilerini gönüllü itaate
çekmediğini ama kendi iradelerine ve muhalefetlerine rağmen şiddetli bir korku yüzünden
zorunlu kaldıklarını hissederler.
Ama bu zorlanan ve dayatılan doğruluk insanların oluşturduğu halk topluluğu için
gereklidir. Rab, her şey kargaşa içinde birbirine karışmasın diye özen gösterdiğinde, toplumun
huzurunu sağlamıştır. Her şey insanlara bırakılsaydı böyle karışırdı. Hatta Tanrı’nın çocukları
için bile, çağrılmadan önce ve kutsallık Ruhu’ndan [Rom. 1:2-4] yoksun kaldıklarında
benliğin çılgınlığıyla ahlaksızı oynadıkları sürece bu eğitimden geçmeleri yararlıdır. Şimdilik
düşünceleri eğitilmeden yavaş yavaş yol alarak, Tanrısal öcün dehşetiyle en azından dışsal
ahlaksızları dizginlenirken, doğruluğun boyunduruğunu taşımaya kısmen alışırlar. Sonuçta
çağrıldıklarında, disiplin bilmedikleri bir konuymuş gibi, bütünüyle eğitimsiz ve konuya
yabancı değildirler. Elçi, “Yasa doğrular için değil, yasa tanımayanlarla asiler, tanrısızlarla
günahkârlar, kutsallıktan yoksunlarla kutsala karşı saygısız olanlar, anne ya da babasını
öldürenler, katiller, fuhuş yapanlar, oğlancılar, köle tüccarları, yalancılar, yalan yere ant
içenler ve sağlam öğretiye karşıt olan başka ne varsa onlar için konmuştur” [1Ti. 1:9-10]
diye öğrettiğinde, yasanın özellikle bu görevini belirtiyor gibidir. Burada yasanın öfkeyi
denetleyecek bir yulara benzediğini, yoksa benliğin tutkularının listesinin sınırsızca uzayıp
gittiğini belirtmektedir.
11. Yasa henüz yeniden doğmamış olanlar için caydırıcıdır
Pavlus başka bir yerde, “Mesih’in gelişine dek yasa eğitmenimiz oldu” demektedir
[Gal. 3:24]. Bu, yasanın iki görevi için de geçerlidir. Yasanın, Mesih’in gelişine dek eğitim
vererek yönlendirdiği iki tür insan vardır.
Bunların birincisinden daha önce söz etmiştik: Kendi erdemleriyle ya da kendi
doğruluklarıyla çok dolu oldukları için, boşalmadan önce Mesih’in lütfunu almaya uygun
194
değillerdir. Yasa onların zavallılıklarını kabul etse bile, daha önce kendilerinde eksik
olduğunu anlamadıkları şeyi almaya hazır olsunlar diye, onlara alçakgönüllülük verir.
Đkinci tür insanların, dizgine ihtiyaçları vardır. Bu, benliğin tutkusunun dizginlerini
çözüp, doğruluğun peşine düşmekten iyice uzaklaşmaktan onları alıkoyar. Tanrı’nın
Ruhu’nun henüz egemen olmadığı yerde, tutkular kimi zaman öyle kaynar ki, kendilerine
bağımlı kıldıkları canın Tanrı’yı unutup küçümseyerek alt üst olma tehlikesi vardır. Tanrı bu
yolla buna karşı çıkmasaydı böyle olurdu. Krallığını miras almalarını önceden belirlediği
kişilere Kendisi gelinceye kadar yeniden doğuşu vermese de, yasanın korku altındaki işleriyle
onları güvende tutmaktadır [Krş. 1Pe. 2:12]. Bu, Tanrı’nın oğullarında olması gerektiği gibi
lekesiz ve pak bir korku değil, gerçek Tanrı’ya bağlılığı yeteneklerine göre öğrenmelerinde
yararı olan bir korkudur. Bu konuda örnek gerekmeyecek kadar çok kanıtımız vardır. Bir
zamanlar Tanrı konusundaki cahilliklerinin içinde el yordamıyla ilerleyenler, Ruh’un yeniden
doğuş vermesiyle O’nu içtenlikle sevmeye başlayıncaya kadar, yasa sayesinde Tanrı korkusu
ve sevgisiyle bir şekilde dizginlenmişlerdir85.
(Aslında yasa imanlıları uyarır ve onları iyilik yapmaya teşvik eder, 12-13)
12. Đmanlıların da yasaya ihtiyacı vardır
Yasanın, asıl amacıyla daha yakından ilişkili olan üçüncü ve başlıca kullanılışı,
Tanrı’nın Ruhu’nun zaten yüreklerinde yaşadığı ve egemen olduğu imanlılarda yerini
bulmaktadır. Yasa Tanrı’nın parmağıyla yüreklerine yazılmış ve kazınmış [Yer. 31:33; Đbr.
10:16] olsa da, yani Ruh’un yönlendirmesiyle Tanrı’ya itaat etmek isteyerek harekete geçip
canlanmış olsalar da, yine de yasadan iki şekilde yarar sağlarlar.
Onlar için bu, çok arzu ettikleri Tanrı’nın isteminin doğasını her gün daha çok
öğrenecekleri bir araçtır. Yasa bu istemi anlamalarını sağlar. Sanki yüreğinin bütün
içtenliğiyle kendisini efendisine vermeye çoktan hazır köleler gibi, birçoğu bunlara uymak ve
alışmak için, efendisinin tarzına çok daha dikkatle bakıp inceler. Tek birimiz bile bu
zorunluluktan kaçamayız. Şimdiye kadar hiç kimse, yasanın gündelik talimatıyla tanrısal
istemin daha pak bilgisinde yeni bir ilerleme kaydedecek kadar bilgeliğe ulaşmamıştır.
Ayrıca sadece öğrenmeye değil, teşvike de ihtiyacımız olduğu için, Tanrı’nın
hizmetkârı yasanın yararını görebilir: Yasayı sık sık düşünerek itaat etmek için harekete
geçeriz, güçleniriz, günahın kaygan yolundan vazgeçeriz. Kutsallar bu şekilde devam
etmelidirler; Ruh uyarınca Tanrı’nın doğruluğunda çok isteyerek çaba gösterseler bile, cansız
beden onlara her zaman öyle bir yük yükler ki, gereken heveslilikle yol almazlar. Tembel ve
inatçı bir eşeğin işe koyulması için kırbaç neyse, benlik için yasa da böyledir. Benliğin
ağırlığından henüz kurtulmamış ruhsal biri için bile yasa, hareketsiz kalmasına izin vermeyen
sürekli bir güç olmaya devam eder. Davut, yasaya övgüler dizerken kuşkusuz yasanın bu
kullanılışından söz ediyordu: “Rab’bin yasası yetkindir, cana can katar…Rab’bin kuralları
doğrudur, yüreği sevindirir. Rab’bin buyrukları arıdır, gözleri aydınlatır” [Mez. 19:7-8].
Aynı şekilde, “Sözün adımlarım için çıra, yolum için ışıktır” [Mez. 119:105] ve aynı
mezmurdaki sayısız başka sözler [örn.; Mez. 119:5]. Bunlar Pavlus’un, yasanın yeniden
doğanlar için ne işe yaradığını değil, insanlara ne verebildiğini gösteren ifadeleriyle
çelişmemektedir. Ama burada peygamber yasanın büyük yararını duyurmaktadır: Rab, itaat
etme istekliliğini yavaş yavaş içlerine aşıladığı kişilere onu okumayı emretmektedir. Okuyan,
sadece ilkeleri değil, bunun beraberinde gelen, acı olanı tatlılaştıran lütfu da öğrenir. Yasa,
ısrarla istemeden ve tehdit etmeden, verdiği korkuyla canları huzursuz ediyorsa ve verdiği
dehşetle zora sokuyorsa ondan daha sevimsiz ne olabilir? Davut, Aracı’yı yasada anladığını
özellikle belirtmektedir. Aracı yoksa zevk ya da tatlılık da yoktur.
85
Krş. II. vii. 51-59
195
13. Her kim imanlılar için yasayı tümüyle geçersiz kılmak isterse onu yanlış anlamaktadır
Bazı cahiller86, bu ayırımı anlamadan Musa’yı düşüncesizlikle dışlıyorlar ve iki yasa
levhasına elveda diyorlar. “Ölümle sonuçlanmayı” içeren [Krş. 2Ko. 3:7] bir öğretişe
inanmanın Hıristiyanlara apaçık yabancı olduğunu düşünüyorlar. Bu kötü düşünce
zihnimizden uzaklaştırılsın! Musa, günahlılarda ölümden başka bir şeye yol açmayan yasayı
kutsalların daha iyi ve daha yetkin kullanmaları gerektiğini hayranlık uyandıracak şekilde
öğretmiştir. Ölüm konusunda halkına şöyle buyurmuştur: “Bugün size bildiğim bu uyarıcı
sözlerin tümünü benimseyin. Bu yasanın bütün sözlerine dikkat etmeleri ve yerine getirmeleri
için çocuklarınıza buyruk verin. Bunlar sizin için boş sözler değildir, sizin yaşamınızıdır”
[Yas. 32: 45-46, 47]. Ama doğruluğun mükemmel bir örneğinin yasada karşımıza çıktığını
kimse inkâr edemiyorsa ya doğru ve adil bir yaşam sürdürmemiz için kurala ihtiyacımız
yoktur ya da yasadan sapmak yasaktır. Çok sayıda kural yoktur ama sonsuza kadar süren ve
değişmez tek bir kural vardır. Bu kurala göre yaşarız. Bu nedenle Davut’un, doğru adamın
yaşamının yasayı sürekli düşünmek olduğuna dair ifadesinde [Mez. 1:2] tek bir çağdan söz
edilmemektedir. Bu, her çağ için, hatta dünyanın sonuna kadar geçerlidir.
Sadece bedenimizdeki zindanı kendimizle birlikte taşırken, ulaşacağımızdan daha sert
bir ahlak paklığı gerektirdiği için, yasadan korkup kaçmamalıyız ya da emirlerinden uzak
durmamalıyız. Yasa bize, talepler yerine getirilmezse tatmin olmayan sert bir icra memuru
gibi davranmıyor. Ne var ki, bizi yetkinliğe teşvik eden yasa, yaşam boyu gayret etmemiz
gereken hedefe işaret ediyor. Bu konuda yasa, görevimizle tutarlı olmaktan daha yararsız
değildir. Mücadelede başarısız olmazsak iyidir. Aslında bütün bu yaşam bir yarıştır [Krş.
1Ko. 9:24-25]; bu yol koşulduğunda Rab, şimdi çabalarımızın uzaktan hızla ilerleme
kaydettiği bu hedefe ulaşmayı bize bahşedecektir.
(Yasanın sözde “geçersiz kılınmasının” vicdan özgürlüğüyle ve antik çağ törenlerinin
sürdürülmemesiyle bağlantısı vardır, 14-17)
14. Đmanlılar için yasa hangi boyutta geçersiz kılınmıştır
Yasanın imanlıları teşvik etme gücü vardır. Bu, onların vicdanlarını bir lanet bağıyla
bağlama gücü değil, onları sürekli teşvik ederek tembellikten kurtaran ve yetkin
olmadıklarının farkına varmaları için onları çimdikleyen bir güçtür. Bu lanetten kurtuluşu
açıklamak isteyen birçok kişi imanlılar için yasanın –ahlak yasasından söz ediyorum- geçersiz
kılındığını söylemektedir87. Yasa artık imanlılara doğru olanı yapmamalarını değil, sadece
eskiden onlar için doğru olanın artık geçerli olmadığını emretmektedir: Bu, artık onları
korkutarak ve akıllarını karıştırarak vicdanlarını mahkûm edip mahvetmeyebilecektir.
Pavlus, yasanın bu şekilde geçersiz kılındığını yeterince net öğretiyor [Krş. Rom. 7:6].
Rab’bin vaaz ettiğinden de bu ortaya çıkmaktadır: Bu görüş Yahudilerde yaygın olmasaydı,
yasayı geçersiz kılacağı kanısını çürütmezdi [Mat. 5:17]. Ama hemen bütün yanlışların
genellikle bir gerçeği fırsat bilmesi gibi, bu fikir de bir bahane olmadan rastgele ortaya
çıkmayacağı için, O’nun öğretişinin yanlış bir yorumundan kaynaklandığı tahmin edilebilir.
Yine de aynı taşa takılmayı önlemek için, yasada geçersiz kılınanla hala geçerliliğini
sürdürenin arasında tam bir ayırım yapalım. Rab, “Yasayı… geçersiz kılmak için geldiğimi
86
Olasılıkla sadece Libertin tarikatından değil, Luther’den ayrılan ve 1537 yılında
Hıristiyanların Eski Antlaşma’daki yasayı yerine getirmek zorunda olduklarını kabul etmeyen
Yasa Karşıtı Çekişme’yi başlatan John Agricola’dan da söz ediliyor.
87
Krş. Melanchthon, Loci communes in Engellend, Melanchthon Werke in Auswahl, der. R.
Stupperich, s. 120 vdd., 126 vd, 132 vdd. (çev. Hill, a.g.e. s. 214 vdd, 220 vd, 229 vdd);
Zwingli, Of True and False Religion (CR Zwingli III. 710; çev. Latin Works of Huldreich
Zwingli, der. S. M. Jackson, III. 141: “Tanrı yüreklerimize, özsevgimizin yerine, Kendisini
sevmemizi canlandıran bir ateş koymuştur”
196
sanmayın” ve “Yer ve gök ortadan kalkmadan…Yasa’dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile
yok olmayacak” [Mat. 5:17-18] diye tanıklık ettiğinde, gelişiyle yasanın yerine
getirilmesinden hiçbir şeyin eksilmediğini yeterince doğrulamaktadır. Ve de adilce –daha çok,
yasanın çiğnenmesine çare bulmak için geldiği için. Mesih aracılığıyla yasanın öğretişi
çiğnenmezliğini sürdürmektedir: Yasa öğreterek, azarlayarak, doğru yola getirerek bizi
biçimlendirir ve bizi her tür iyi işe hazırlar [Krş. 2Ti. 3:16-17].
15. Yasa bizi artık mahkûm etmeyecek şekilde geçersiz kılınmaktadır
Pavlus’un lanet hakkında söylediği düzen için değil, ancak lanetin vicdanımızı
bağlayan gücü için geçerlidir. Yasa sadece öğretmez, emrettiği şeyi doğrudan dayatır. Đtaat
edilmezse – aslında kişi herhangi bir nedenden ötürü görevini yerine getiremezse- yasa,
lanetinin şimşeklerini yağdırır. Bu nedenle elçi, “Yasa’nın gereklerini yapmış olmaya
güvenenlerin hepsi lanet altındadır. Çünkü şöyle yazılmıştır: ‘Yasa Kitabı’nda yazılı olan her
şeyi sürekli yerine getirmeyen herkes lanetlidir’” [Gal. 3:10; Yas. 27:26]. “Yasanın
gereklerini yapmış olmaya güvenenler”le, doğruluklarını günahlarından vazgeçmeye
dayandırmayanları anlatmaktadır. Bizi yasanın insafsızlığından günahlardan vazgeçmek
kurtarır. Yasanın bağlarının altında zavallıca mahvolmak istemiyorsak, bu bağlardan
kurtulmamız gerektiğini öğretmektedir.
Ama hangi bağlardan? Yasada büyük cezadan başka geriye hiçbir şey bırakmayan,
hiçbir suçun cezasız kalmasına göz yummayan, katı ve tehlikeli taleplerin bağlarından. Ben,
bizi lanetten kurtarmak için, Mesih’in bizim için bir lanetlendiğini söylüyorum. “Çünkü,
‘ağaç üzerine asılan herkes lanetlidir’ diye yazılmıştır” [Gal. 3:13; Yas. 21:23]. Bir sonraki
bölümde Pavlus, “Yasa altında doğanları özgürlüğe kavuşturmak için” [Gal. 4:4-5] Mesih’in
yasaya boyun eğdiğini öğretmektedir. Bu aynı anlamdadır. Pavlus, şöyle devam ediyor: “Öyle
ki, bizler oğulluk hakkını alalım” [Gal. 4:4-5]. Bu, ne demektir? Ölüm korkusuyla
vicdanımıza işkence eden, sonu gelmeyen bir köleliğin tehdidi altında olmamamızdır. Bu
arada, şu karşı çıkılmazlığını her zaman sürdüren bir olgudur: Yasanın yetkisinin her parçası
vazgeçilmezdir. Yeter ki, biz her zaman onu aynı saygı ve itaatle kabul edelim.
16. Tören yasası
Törenler ayrı bir konudur: Etkileri değil, sadece kullanılışları geçersiz kılınmıştır.
Mesih, gelişiyle bunlara son vermiş ama kutsallıklarından hiçbir şey eksiltmemiştir. Tam
tersine, onaylamış ve onurlandırmıştır. Mesih’in ölümünün ve dirilişinin gücü göz önüne
serilmemiş olsaydı, Eski Antlaşma halkı için törenler boş bir gösteri olurdu. Bunlara son
verilmeseydi bugün biz bunların ne amaçla kurumsallaştırıldığını fark edemezdik.
Sonuç olarak, bunları yerine getirmenin sadece gereksiz değil, zararlı da olduğunu
kanıtlayan Pavlus, bizim için bunların, asılları Mesih’te olan gölgeler olduğunu öğretmektedir
[Kol. 2:17]. Bunların, Kendisini açıkça ortaya koymuş bulunan Mesih’i çok uzakta ve üstü
kapalı anlatmasındansa geçersiz kılındığında gerçeğin daha iyi parladığını görüyoruz. Mesih
öldüğünde, “O anda tapınaktaki perde yukarıdan aşağıya doğru yırtıldı” [Mat. 27:51], çünkü
Đbraniler’e Mektup’un yazarının belirttiği gibi [Đbr. 10:1], daha önce sadece belli belirsiz ana
hatlarla başlayan göksel kutsamaların yaşayan ve apaçık olan sureti görünmüştü. Mesih’in
sözü de bununla ilişkilidir: “Yasa ve peygamberlerin devri Yahya’nın zamanına dek sürdü. O
zamandan bu yana Tanrı’nın Egemenliği müjdeleniyor” [Luk. 16:16]. Kutsal atalar kurtuluş
ve sonsuz yaşam umudu içermeyen vaazlar vermiyor değillerdi ama bugün gün ışığında tam
olarak gördüğümüz sadece uzaktan parlıyordu ve ana çizgileri gölgeliydi. Vaftizci Yahya,
Tanrı’nın kilisesinin bu ilkelerin neden çok ötesine geçmesi gerektiğini açıklamaktadır: “Yasa
Musa’nın aracılığıyla verildi ama lütuf ve gerçek Đsa Mesih aracılığıyla geldi” [Yu. 1:16].
Antik dönemdeki sunularda günahlara kefaret edileceği gerçekten vaat edilmekle ve Antlaşma
Sandığı Tanrı’nın babaca sevgisini gösteren kesin bir ant olmakla birlikte, bunlar kişinin
197
yetkin ve sonsuza kadar sürecek olan istikrarı bulduğu Mesih’in lütfuna dayanmasaydı hepsi
sadece birer gölge88 olurdu. Yasadaki törenlere uymaya son verilse de, Mesih’in gelişinden
önce bunların ne kadar yararlı oldukları bitirilmelerinden daha iyi anlaşılabilmektedir.
Bunların uygulanmasını geçersiz kılan Mesih, ölümüyle güçlerini ve etkilerini mühürlemiştir.
17. “Aleyhimize olan yazılı antlaşma ” silindi
Pavlus’un belirttiği konu biraz daha güçtür: “Sizler suçlarınız ve benliğinizin
sünnetsizliği yüzünden ölüyken Tanrı sizi Mesih’le birlikte yaşama kavuşturdu. Bütün
suçlarınızı O bağışladı. Kurallarıyla bize karşı ve aleyhimizde olan yazılı antlaşmayı sildi,
onu çarmıha çıkarak ortadan kaldırdı” [Kol. 2:13-14]. Bu ifade, yasanın geçersiz kılınmasını,
artık onun kurallarıyla hiçbir işimizin kalmadığı bir noktaya kadar götürüyor gibidir. Ahlak
yasasından basitçe bunu anlayanlar yanılıyorlar89. Onun öğretilerinden çok, acımasız
sertliğinin geçersiz kılındığı yorumunu getiriyorlar. Diğerleri Pavlus’un sözlerini daha
dikkatle tartarak, deyim yerindeyse bunların sadece tören yasası için geçerli olduğunu
algılıyorlar; Pavlus’un “kural” kelimesini birden çok kez kullandığına işaret ediyorlar. Pavlus,
Efeslilere şöyle sesleniyor: “Mesih’in kendisi barışımızdır. Kutsal Yasa’yı buyrukları ve
kurallarıyla birlikte etkisiz kılarak iki topluluğu birleştirdi. Amacı bu iki topluluktan
kendisinde yeni bir insan yaratmaktı” [Ef. 2:14-16]90. Bu ifadenin törenlerle ilişkili
olduğundan kuşku yoktur, çünkü bunlardan, Yahudileri Yahudi olmayanlardan ayıran bir
duvar diye söz etmektedir [Ef. 2:14-16]. Đkinci gruptaki yorumcuların birinci gruptakileri
haklı olarak eleştirdiklerini kabul ediyorum. Ama ikinci grup da, Pavlus’un ne demek
istediğini çok iyi açıklıyor gibi gelmiyor. Bu iki ayeti her ayrıntısıyla karşılaştırmaktan mutlu
değilim. Pavlus, Efeslilere Đsrail’in paydaşları olarak oğulluğa alınmalarının güvencesini
verdiğinde, bir zaman onları alıkoyan engelin kalktığını öğretmektedir. Bu, törenlerdeki
engeldi. Yahudilerin Rab’be adadıkları törensel paklık ve sunular onları Yahudi
olmayanlardan ayırıyordu. Koloselilere mektupta daha yüce bir sırdan söz edildiğini kim
göremiyor? Buradaki sorun, sahte elçilerin Hıristiyan halkı yönlendirmeye çalıştıkları
Musa’nın yasalarına uyulmasıyla ilgilidir. Ancak elçi Galatyalılara mektubunda bu tartışmaya
daha derinleştirdiğinde –deyim yerindeyse başlangıç noktasını tersine çevirdiğinde – yaptığı
gibi, bu parçada da aynısını yapmaktadır. Törenlerde, bunları yerine getirme zorunluluğundan
başka bir şey düşünmüyorsanız, bunlara “aleyhimize olan yazılı antlaşma91” [Kol. 2:14-16]
demenin anlamı nedir? Üstelik, neredeyse bütün kurutuluşumuz neden bunların “silinmesine”
oturtuluyor? Bu olgu bütünüyle, bunu daha içsel bir şey diye düşünmemiz gerektiğini
bağırıyor.
Ama ben, bunu doğru anladığımdan eminim –Augustinus’un bir yerde çok doğru
olarak yazdığının ya da elçinin apaçık sözlerinden aldığının doğruluğu teslim edilmek
koşuluyla: Yahudi törenlerinde günahların kefaretinden çok günahların itirafı vardı [Krş. Đbr.
10:1 vdd; Lev. 16:21]. Paklanmada sunular Yahudilerin yerini tuttuğu için, Yahudiler
sunularıyla ölümlerine neden olan bir suç işlediklerini itiraf etmekten başka ne yapıyorlardı?
Arındıklarında murdarlıklarını itiraf etmekten başka ne yapıyorlardı? Günahlarına ve pak
olmadıklarına dair “yazılı antlaşmayı” sürekli yeniliyorlardı. Ama böyle bir kanıt göstermek
bundan kurtulmak değildi. Bu nedenle elçi şunları yazmaktadır: “Mesih, onları ilk antlaşma
88
Eski Antlaşma’daki yasanın “gölgeli” karakteri ve habercilik işlevi için bk. II. viii. 28, 29.
Melanchthon bunu anlamaktadır.
90
Bucer, Metaphrases et enarrationes perpetuae epistolarium D. Pauli Apostoli I, ad
Romanos, Strasbourg, 1536, s. 205: “Pavlus burada [yani Kol. 2: 14-16’da] “elyazısı”
[chirographum] demekle tören yasası demek istiyor, Petrus, bu boyunduruğu ne atalarımızın
ne de bizim taşıyabildiğimizi söylemiştir.”
91
“Chirographum” Grekçe: “χειρογραΦον”
89
198
zamanında işledikleri suçlardan kurtarmak için fidye olarak öldü” [Đbr. 9:15]. Bu nedenle elçi
haklı olarak törenlere, bunları yerine getirenlerin “aleyhine olan yazılı antlaşma” [Ko. 2:1416] demektedir, çünkü bu törenlerle onlar mahkumiyetlerini ve pak olmadıklarını açıkça
kanıtlıyorlardı [Krş. Đbr. 10:3].
Bizimle aynı lütfu paylaşmış olmalarında da çelişki yoktur. Buna, törenlerde değil,
Mesih’te ulaşmışlardı. Bu ayette elçi o zaman yürürlükte olan bu törenleri Mesih’in görkemini
kararttığı için Mesih’ten ayırmaktadır. Kendi içlerinde düşünüldüğünde bu törenlere,
insanların kurtuluşunun “aleyhine olan yazılı antlaşmalar” denmesinin çok yerinde olduğuna
inanıyoruz. Deyim yerindeyse bunlar, insanların yükümlülüklerini açıklayan bağlayıcı yazılı
belgelerdi92. Sahte elçiler Hıristiyan kilisesini yeniden bunları yerine getirmeye bağlı kılmak
istediklerinde Pavlus’un, bunların nihai amaçlarını çok daha derinlemesine tekrar belirterek,
Koloselileri, tören yasasının bu şekilde hükmü altına girmeyi kabul ederlerse düşecekleri
tehlike konusunda uyarmasının geçerli bir nedeni vardır [Kol. 2:14-16 vdd.]. Aynı zamanda
da Mesih’in yararlarından yoksun kalacaklardı, çünkü Mesih sonsuz kefareti yerine
getirdiğinde, günahları sadece kanıtlayan ama silmek için hiçbir şey yapamayan bu gündelik
törenleri hükümsüz kılmıştı.
VIII. BÖLÜM
AHLAK YASASININ (ON EMRĐN) AÇIKLAMASI
(Yazılı ahlak yasası, doğal yasanın açıklamasıdır, 1-2)
1. On Emir bizim için nedir?
Burada yasadaki On Emri kısa bir açıklamayla belirtmenin yersiz olmayacağını
sanıyorum93. Değinmiş olduğum nokta94 daha net açıklanacaktır: Tanrı’nın bir zamanlar
buyurduğu toplu tapınma hala geçerlidir. Ardından ikinci noktanın doğrulanması gelecektir:
Yahudiler, yasadan sadece Tanrı’ya bağlı olmanın gerçek karakterini değil, yasaya
uyamadıklarını gördükleri için, istemeseler de kaçınılmaz şekilde kendilerini Aracıya iten
yargının korkunçluğunu da öğrenmişlerdir. Tanrı hakkındaki doğru bilginin ne gerektirdiğini
özetlerken, hemen O’nun görkemiyle karşılaşmadan düşünemediğimizi ve bu durumda O’na
tapmak zorunda95 kaldığımızı öğrettik. Kendimizle ilgili bilgiyi ele alırken başlıca şu noktayı
ortaya koyduk: Kendi erdemimizle ilgili bütün fikirleri bir yana bırakarak ve kendi
doğruluğumuzla ilgili bütün güvencemizden vazgeçerek – aslında büyük zavallılığımızın
farkına varıp kırılıp ezilerek- gerçek alçakgönüllülüğü ve kendimizi alçaltmayı
öğrenebiliriz96. RAB bunların ikisine de yasasında yer vermiştir. Birincisi RAB, yasaya
dayanan bir emretme gücü olduğunu öne sürerek, bizi tanrısallığına saygı duymaya
çağırmakta ve bu saygının nerede yattığını ve ne içerdiğini belirtmektedir. Đkincisi, doğruluk
kuralını yayarak, bizi hem güçsüzlüğümüz hem de doğru olmadığımız için azarlamaktadır.
Kötü ve çirkin doğamız O’nun doğruluğuna her zaman karşı gelmektedir. Zayıf ve iyilik
yapmaya gücü olmayan yeteneğimiz O’nun yetkinliğinden çok uzaktır.
92
“Solennia instrumenta”
Đnanç Açıklaması ve Rab’bin Duası’yla birlikte On Emir, Ortaçağ’da sıradan halk için York
piskoposu John Thoresby’ye (ölm. 1373) atfedilen Đngilizce Lay Folk’s Catechism gibi din
rehberi olan sayısız elkitabının konusudur. Pannier, On Emir üzerine farklı bir Fransızca
kitapçıktan, Les fleurs de commendement’dan (1490, 1516’da gözden geçirildi) söz
etmektedir. Bunların Reformasyon ilmihalinde kullanılması Luther’le başlamıştır (1529).
94
I. vii. 1-2.
95
I. i.2
96
II. i-vi
93
199
Yukarıda herkesin yüreğine yazılmış hatta kazılmış olduğunu söylediğimiz içimizdeki
yasa97, bir anlamda, genellikle iki levhada öğrenilen aynı şeyleri söylemektedir. Tanrı’ya olan
borcumuz konusunda içimizdeki tanıklık ve gözlem olmadan, iyiyle kötü arasındaki farkı
önümüze almadan ve görevimizi başaramadığımızda bizi suçlamadan, vicdanımız duyarsızca
sürekli uyumamıza izin vermemektedir. Ama yanlışlarının karanlığı insanı öylesine
kaplamıştır ki, Tanrı’nın hangi tapınmayı kabul ettiğini doğal yasayla kavramaya başlaması
güçtür. Bunu doğru tahmin etmekten elbette çok uzaklaşmıştır. Ayrıca kendini beğenmişliği
ve tutkusuyla o kadar şişinir ve öz sevgisiyle o kadar kör olur ki, alçakgönüllü olmak,
alçalmak ve zavallı durumunu kabul etmek için kendine bakamaz ve adeta kendi içine
inemez. Bu durumda (hem donukluğumuz hem de kendimizi beğenmişliğimiz için
gerektiğinden), doğal yasada çok belirsiz olan şeye daha açıkça tanıklık edelim,
gevşekliğimizden silkelenelim, zihnimizi ve hafızamızı daha zinde tutalım diye RAB bize
yazılı bir yasa vermiştir.
2. Yasanın acımasızlığı
Yasadan ne öğrenileceği artık kolayca anlaşılabilir: Yaratan’ımız olduğu için,
Tanrı’nın Baba ve RAB olarak bizde yer etmeye hakkı vardır. Bu nedenle, O’na övgü, saygı,
sevgi ve korku borçluyuz. Aslında aklımıza gelen bir kaprisin bizi her harekete geçirişinde
peşinden gitmeye hiç hakkımız yoktur ama O’nun istemine bağlı olarak, sadece O’nu hoşnut
eden şeyden ödün vermemeliyiz. O zaman bu doğruluk ve dürüstlük O’nu hoşnut eder ama
Tanrı kötülükten iğrenir. Bu nedenle, imansız bir nankörlükle Yaratan’ımıza arkamızı dönüp
gitmezsek, yaşamımız boyunca bu doğruluğun üzerine titremeliyiz. Ancak O’nun istemini
kendimizinkine tercih edersek O’na layık olduğu saygıyı gösteririz. Bundan, yasaya uygun tek
tapınmanın doğruluğa, kutsallığa ve paklığa uymak olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu
yetenekten yoksun olduğumuzu, yoksul düşmüş borçlular gibi borcumuzu
ödeyemeyeceğimizi bahane edemeyiz. Tanrı’nın yüceliğini kendi yeteneğimize göre
ölçmemiz uygun değildir. Biz ne olursak olalım O, her zaman Kendi olarak kalmayı sürdürür:
Doğruluğun dostu, günahın düşmanı. Bizden ne isterse istesin (çünkü sadece doğru oları
ister), doğal bir zorunluluktan dolayı O’na itaat etmeliyiz. Ama bunu yapamamak bizim
suçumuzdur. Günahın egemenlik sürdüğü bedenimizin tutkuları [Krş. Rom. 6:12] bizi o kadar
bağlar ki, Baba’mıza itaat etmek için özgür olmayız. Savunma olarak, zorunluluğu öne
sürmemiz için bir neden yoktur, çünkü bu zorunluluktan gelen kötülük hem bizim içimizdedir
hem de bize atfedilmektedir.
(Bundan, Tanrı’nın Baba’mız olduğunu, merhametli ve çok kutsal olduğunu ve
şefkatiyle bizden itaat istediğini öğreniyoruz, 3-5)
3. Yasanın sert olmasının olumlu bir amacı vardır
Yasanın öğretişinden bu boyutta yararlandığımızda, onun talimatı altında alçalmalıyız.
Bundan uzun uzadıya iki sonuç çıkarabiliyoruz. Birincisi, yasanın doğruluğunu kendi
yaşamımızla karşılaştırdığımızda, Tanrı’nın istemine uymaktan ne kadar uzak olduğumuzu
öğreniyoruz. Bu nedenle, O’nun yarattıkları arasında yer almaya –pek de O’nun çocukları
sayılmaya- değmiyoruz. Đkincisi, kendi gücümüzü düşündüğümüzde, yasayı yerine
97
“Dictat lexilla interior”. Buradaki gibi, Institutes’ta doğal yasaya yapılan göndermeler
vicdanla, çoğunlukla da pozitif hukukla ve eşitlikle ve Hıristiyan’ın topluma karşı
görevleriyle bağdaştırılır. Krş. Pavlus’un doğal yasayla ilgili anahtar ayeti Rom. 2:14-15’in
kullanıldığı II. ii. 22; bk. II. vii. 3-4; II. vii. 1-2, 53; III. xix. 15-16; IV. .3; IV. xx.11 (“doğal
eşitlik”); IV.xx.15 (sevgi kuralı); IV. xx.16 (“ doğal yasanın… tanığı ahlak yasası”).
Calvin’in On Emre, doğal yasayı ifade eden ve açımlayan, Tanrı tarafından yetkilendirilmiş
bir metin olduğu yolundaki görüşü gelenekseldir.
200
getirmekten sadece çok aciz değil, yasayı yerine getirecek hiç gücümüzün olmadığını
öğreniyoruz. Zorunlu olarak bunun ardından, erdemimize sonra da aklımızdaki endişeye ve
dehşete güvenmememiz geliyor. Vicdan, hemen Tanrı’nın yargısı önüne gelmeden günahın
ağırlığını taşıyamaz. Aslında Tanrı’nın yargısı ölüm dehşeti akla gelmeden hissedilemez.
Acizliğinin kanıtlarıyla köşeye sıkışan vicdan kendi gücünden büyük umutsuzluğa kapılır.
Ancak bu duygular alçakgönüllülük ve alçalma doğurur. En sonunda kendisi doğru yolda
olmadığı için, kendisini adilce tehdit ettiğini gördüğü sonsuza kadar sürecek ölümün tamamen
bilincine vararak insan, güvenilir tek liman olarak sadece Tanrı’nın merhametinin yolunu
tutar. Borçlu olduğu yasaya ödeme yapacak güçte olmadığını anlayarak ve kendinden
umudunu kesip, yardımı başka bir yerde arayarak bekler.
4. Vaatler ve tehditler
Ne var ki, doğru olduğu için saygı görmek Rab’bi hoşnut etmez. Yüreklerimize
doğruluk sevgisi ve kötülük nefreti aşılamak için, vaatler ve tehditler de eklemiştir. Sadece
iyiliğin gücüyle hareket etmemiz için akıl gözümüz iyice kör olduğundan, çok merhametli
Baba’mız şefkatinden ötürü, Kendisini sevmemiz ve peşine düşmemiz için ödüllerinin
tatlılığını bizim için çekici kılmak istemiştir. Erdem ödüllerinin Kendisinde saklı olduğunu,
emirlerine uyan insanın bunu boşuna yapmadığını duyurmaktadır. Tam tersine, doğru
olmayanların Kendisi için sadece iğrenç olmadıklarını, cezadan kaçamayacaklarını, çünkü
yüceliğinin küçümsenmesinin öcünü alacağını ilan etmektedir. Bizi her şekilde teşvik etmek
için, emirlerine itaatle uyanlara hem bu yaşamda kutsanma hem de sonsuza kadar sürecek
kutsanmışlık vaat etmektedir. Günahkârlarıysa şimdiki yaşamlarında sonsuz ölüm cezasından
daha az olmayan felaketlerle tehdit etmektedir. Şu vaat “Onları yerine getiren onlar sayesinde
yaşayacaktır” [Lev. 18:5] ve bunun karşılığındaki tehdit “Ölecek olan, günah işleyen candır”
[Hez. 18:4] kuşkusuz ya gelecekteki sonsuz ölümsüzlükten ya da ölümden söz etmektedir.
Tanrı’nın iyiliğinden ya da gazabından her ne zaman söz edilse, ilk söz edilen sonsuz yaşamı,
ikinci söz edilense sonsuz ölümü içerir. Bununla birlikte, yasada şimdiki kutsanmalarla
lanetler de sıralanır [Lev. 26:3-39; Yas. böl. 28]. Tanrı’nın, kötülüğü kaldıramayan yüce
paklığı cezalarda ortaya çıkar. Ama doğruluğa olan yüce sevgisinin yanı sıra vaatlerinde
olağanüstü cömertliği de kanıtlanmaktadır. Doğruluğun ödülündeyse hile yapılmasına izin
vermemektedir. Bizim olan her şeyin yanında, O’nun görkemine çok borcumuz olduğu için,
bizden her ne isterse istesin, son derece haklı olarak borcumuzu istemektedir. Ama borcun
ödenmesi ödül hak etmez. Tanrı, itaatimiz karşılığında bize ödül verdiğinde haklı olduğunu
kabul etmektedir. Biz, gönüllü itaat etmeyiz ya da bu ödülü hak etmeyiz. Ancak bu vaatlerin
bize ne getirdiğinin bir bölümü belirtilmiştir, bir bölümü de yeri geldiğinde daha net olarak
görülecektir98. Bizim buna uymamızın Tanrı’nın gözüne ne kadar iyi göründüğünü daha iyi
açıklamak için, yasanın vaatlerinde doğruluğun sıradan şekilde övülmediğine ve doğru
olmamaktan daha çok nefret edilsin; günahkâr, kötülüğün tatlı sözlerinde demlenip Yasa
Koyucunun kendisine hazırladığı yargıyı unutmasın diye bu cezaların verildiğine inanıp
hesabını yapıyorsak şimdilik yeter.
5. Yasanın yeterliliği
Öte yandan Rab, yetkin doğruluğun kuralını vererek isteminin her ayrıntısından söz
etmiştir. Kendisi için, itaatten başka hiçbir şeyin daha çok kabul edilebilir olmadığını
göstermiştir. Đnsanın oyunculuğu O’nun esenliğini hak etmek için çeşitli törenler icat etmeye
ne kadar eğilimliyse, bu gerçeği de o kadar gayretle belirtmeliyiz. Dindeki bu yapmacıklık,
insan doğasına kök saldığı için, her çağda ortaya çıkmıştır ve bugün de çıkmaktadır. Çünkü
Tanrı’nın Sözü’nün dışında doğruluğun bir yolunu bulmaya çalışmak her zaman insanların
98
II. v.10; II. vii.4; III.xvii. 1-3, 6, 7.
201
hoşuna gitmektedir. Genelde iyi işler diye düşünülen işlerin arasında yasanın emirlerine çok
az yer verilmiştir. Bir dolu insani kuralsa neredeyse her yeri kaplamıştır. Ancak Musa, bu
ahlaksızlığı dizginlenmekten başka bir şey istememiştir. Yasayı duyurduktan sonra halkına
şöyle seslenmiştir: “Size bildirdiğim bütün bu buyruklara iyice uyun ki, size ve sizden sonra
gelen çocuklarınıza sürekli iyilik gelsin. Böylece Tanrı’nız RAB’bin gözünde iyi ve doğru
olanı yapmış olacaksınız” [Yas. 12:28]. “Size verdiğim bütün buyruklara iyice uyun. Bunlara
hiçbir eklemeyin, hiçbir şey çıkarmayın” [Yas. 12:32]. Daha önce Musa, Đsrail’in bilgeliği ve
anlayışıyla RAB’bin kararlarını, ilkelerini ve törenlerini kabul ettiğine bütün ulusların önünde
tanıklık etmişti. Sonra da şunları eklemişti: “Gördüklerinizi unutmamaya, yaşamınız boyunca
aklınızdan çıkarmamaya dikkat edin ve uyanık olun” [Yas. 4:9]. Tabii ki Tanrı, yasayı
aldıklarında Đsraillilerin sert biçimde alıkonmazlarsa dayanmayacaklarını ama yeni ilkeler
ortaya atacaklarını önceden görmüştü. Burada yetkin doğruluğun da buna dahil olduğunu
duyurmaktadır. En büyük kısıtlama bu olmalıydı. Yine de onlar tümüyle yasaklanan bu
haddini bilmezlikten vazgeçmediler.
Ya biz? Tabii, aynı ifade bize de kısıtlama getiriyor. Rab’bin yasada iddia ettiği
doğrulukla ilgili yetkin öğreti her zaman geçerli olmuştur. Bununla da yetinmeyerek biz iyi
işler icat etmeye ve uydurmaya bütün gücümüzle çalışırız. Bu hatayı tedavi etmenin en iyi
çaresi şu düşünceyi zihnimize iyice yerleştirmektir: Yasa bize, yetkin doğruluğu öğrenelim
diye Tanrı tarafından verilmiştir. Tanrı’nın isteklerine uymanın dışında başka bir doğruluk
öğretilmemektedir. Tanrı’nın sevgisi kazanmak için yeni tür işlere kalkışmamız boşunadır.
Yasaya uygun tapınma sadece itaati içerir. Tam tersine, Tanrı’nın yasasının dışında kalan iyi
işler için çaba göstermek tanrısal ve gerçek doğruluğa karşı göz yumulamaz bir saygısızdır.
Çok doğru olarak Augustinus, Tanrı’ya gösterilen itaate kimi kez bütün erdemlerin anası ve
koruyucusu, kimiz kez de erdemlerin kaynağı demektedir.
(Bu, Yasa Koyucunun amacını ruhsal olarak anlamak ve yorumlamaktır, 6-10)
6. Yasa, Tanrı’nın yasası olduğu için bizim üzerimizde bütünüyle hak iddia etmektedir
Rab’bin yasasını daha iyi açıkladıktan sonra, görevi ve kullanılışıyla ilişkili olarak
daha önce ortaya koyduğum konu, daha uygun ve daha yararlı şekilde doğrulanmaktadır.
Maddeleri tek tek ele almaya başlamadan önce, sadece yasaya dair genel bilgiyi neyin
oluşturduğunu göz önünde tutmamız gerekiyor. Birincisi, yasa aracılığıyla insan yaşamının
sadece dışarıya karşı dürüstlükle değil, içsel ve ruhsal doğrulukla biçimlendirildiğini kabul
edelim. Hiç kimse bunu inkâr edemese bile, çok az kişi buna gerektiği gibi dikkat eder. Bunun
nedeni, Yasa Koyucuya bakmamalarıdır. Yasanın doğasında O’nun karakteri de
övülmektedir. Şayet bir kral ferman çıkararak fuhşu, adam öldürmeyi ya da hırsızlığı
yasaklarsa, sadece zihninde fuhuş yapma, adam öldürme ya da çalma arzusu besleyen ama bu
eylemlere kalkışmayan birinin hiçbir ceza almayacağını kabul ediyorum. Yani ölümlü yasa
koyucunun yargı alanı sadece dışsal siyasal düzeni kapsadığı için, suçların fiilen işlenmesinin
dışında, emirler çiğnenmez. Ama gözünden hiçbir şeyin kaçmadığı ve dış görünüşle yüreğin
paklığı kadar çok fazla ilgilenmeyen Tanrı, fuhşu, adam öldürmeyi ve hırsızlığı yasaklarken,
şehveti, öfkeyi, nefreti, komşunun malına göz dikmeyi, aldatmayı ve benzerlerini de
yasaklamaktadır. O, ruhsal bir yasa koyucu olduğu için, candan bedenden daha az söz
etmemektedir. Ama canın işlediği cinayet öfkeyi ve kini; hırsızlık kötü şekilde göz dikmeyi
ve açgözlülüğü; fuhuş şehveti içermektedir.
Ne var ki, insanların yaptıkları yasaların da rastgele değil, amaçlarla ve isteklerle ilgili
olduğunu söylenecektir99. Kabul ediyorum ama bunlar açıkça ortaya koyulan isteklerdir.
Bunlar, her suçun hangi niyetle işlendiğini belirler; ama gizli düşünceleri ortaya çıkarmaz.
Đnsanların yaptıkları yasalar, insanın yanlışlık yapmasını önlemekle yetinir. Tam tersine,
99
Krş. Plato, Laws IX. 862.
202
göksel yasa canlarımız için verildiğinden, insanlar adilce uyabilsinler diye başlangıçta
kısıtlanmalıdırlar. Yine de sıradan halk, yasayı küçümsediğini iyice sakladığında bile,
gözlerini, ayaklarını, ellerini ve bedenlerinin bütün üyelerini yasaya bir şekilde uymak için
hizaya getirir. Bu arada yüreklerini her türlü itaatten uzak tutarlar ve Tanrı’nın gözünde
yaptıkları şeyi insanlardan erdemli biçimde saklarlarsa temize çıktıklarını düşünürler.
“Öldürmeyeceksin; zina yapmayacaksın; çalmayacaksın” dendiğini duyarlar. Adam öldürmek
için kılıçlarının kınından çıkarmazlar; bedenleri fahişelerinkiyle birleşmez; başkalarının
mallarına el koymazlar. Buraya kadar iyi. Ne var ki, adam öldürmeyi içtenlikle solurlar,
şehvetle yanarlar, başkalarının mallarına kıskançlık dolu gözlerle bakarlar ve göz dikerek
bunları silip süpürürler. Artık yasanın ana fikrinden yoksundurlar. Soruyorum, Yasa
Koyucuyu göz ardı ederek, doğruluğu kendi tercihlerinin yerine koymazlarsa böyle büyük bir
akılsızlık nereden gelir? Pavlus, “yasa ruhsaldır” [Rom. 7:14] diye onaylayarak onlara
şiddetle karşı çıkmaktadır100. Bununla Pavlus, yasanın sadece canın, aklın ve iradenin itaatini
değil, bedendeki her kiri arındıran, ruhtan başka bir kokusu olmayan melek paklığı istediğini
söylemektedir.
7. Mesih, yasanın doğru anlaşılmasını sağlamıştır
Yasanın anlamı budur derken, bizim yeni bir yorumumuzu araya sıkıştırmıyoruz ama
yasanın en iyi yorumcusu Mesih’in izinden gidiyoruz. Ferisiler halka sapkın bir görüş
aşılamışlardı: Görünür işlerle yasaya karşı gelmeyen biri, yasayı yerine getirmektedir. Mesih,
bu en tehlikeli hatadan dolayı azarlıyor ve bir kadına ahlaksızca bakının zina yapmış olacağını
duyuruyor [Mat. 5:28]. “Kardeşinden nefret eden katildir” diye tanıklık ediyor [1Yu. 3:15].
Yüreğinde bile öfke besleyen kişi “yargılanacaktır”; homurdanıp söylenerek kırgınlığını belli
edenler “Yüksek Kurul’da yargılanacaktır”; sövüp lanet ederek öfkesini açıkça belli edenler
“cehennem ateşini hak edecektir” [Mat. 5:21-22; Krş. 5:43 vdd]. Bu öğretileri anlayamayanlar
müjdedeki yasayı veren, Musa’nın yasasındaki eksikleri tamamlayan Mesih’i başka bir Musa
diye hayal etmişlerdir. Müjdedeki yasanın yetkinliğine ilişkin geneldeki bu söz, yani onun
eski yasadan çok üstün olduğu101 –birçok açıdan çok tehlikeli bir görüştür! Sonuçta Musa’nın
ilkelerinin hepsini bir araya getirdiğimizde bu görüşün hak etmediği şekilde yanlış
kullanılmasının Tanrı’nın yasasını lekelediği Musa’da görülecektir. Bu, ataların kutsallığının
ikiyüzlülükten fazla uzak olmadığını belirtmekte ve bizi doğruluğun tek ve sonsuza kadar
sürecek kuralından uzaklaştırmaktadır. Bu yanlışı çürütmek çok kolaydır. Mesih’in, yasanın
bütünlüğünü düzelttiğinde yasaya ekleme yaptığını, böylece yasa yanlışlarla anlaşılmaz
duruma getirilip Ferisilerin mayasıyla kirlendiğinde onu temizleyip arındırdığını
düşünmüşlerdir [Krş. Mat. 16:6, 11 vb].
8. Doğru anlamın yolları
Đkinci gözlemimiz şu olsun: Emirler ve yasaklar kelimelerle anlatılanlardan her zaman
daha fazlasını kapsamaktadır. Ama bu ilkeyi o kadar kıvamında tutmalıyız ki, bizim için bir
Lesbos kuralı102 olmasın. Kutsal Yazı’nın hiçbir kısıtlama olmadan çarpıtıldığına inanırız.
Böylece her şeyi hoşumuza gidecek şekle getiririz. Bu vahşi, düşüncesiz sefahatle bazı
insanların arasında yasanın yetkisini azaltıyorlar; diğerlerininse onu anlama umudunu
100
Krş. Melanchthon, Loci communes (1521), dar. Engelland, a.g.e., s. 73; çev. Hill, a.g.e. s.
153
101
Melanchthon, Loci communes, a.g.e. ve Engelland, s. 130 vd; çev. Hill, a.g.e., s. 224 vdd;
Aquinas, Summa Theol. I. IIae. Xci. 5.
102
Aristo’nun, yasada belirtilmeyen nesnelerin Lesbos’ta kalıp yapımında kullanılan esnek,
kurşun ölçü cetveliyle ölçüldüğüne dair yaptığı açıklamaya gönderme. Nicomachean Ethics
V. 10. 1137b
203
kırıyorlar. Mümkünse bizi Tanrı’nın istemine kararlı adımlarla dosdoğru götürecek bir yol
bulmalıyız. Yorumun, sözlerin sınırını ne kadar aşması gerektiğini irdelemeliyiz, diyorum.
Öyle ki bu, insanların açıklamalarıyla tanrısal yasaya yapılmış bir ek olarak değil, Yasa
Koyucunun pak ve asıl anlamının bağlılıkla verildiği görülsün. Açıkçası, neredeyse bütün
emirlerde dar anlamlı kelimeler böyle belirgin şekilde geniş anlamıyla kullanılmaktadır.
Yasanın anlaşılmasını kelimelerin sığlığıyla kısıtlayan biri, gülünmeyi hak etmektedir.
Yasanın çok dengeli bir yorumu kelimelerin ötesine geçmektedir, ancak bazı önlemler
getirilmezse anlaşılmazlığını sürdürecektir. Emrin nedenine dikkat etmenin en iyi kural
olduğunu düşünüyorum; yani her emrin bize neden verildiğini düşünmenin. Örneğin; her ilke
ya emrediyor ya da yasaklıyor. Nedenine ya da amacına bakarsak hemen her birindeki gerçek
akla geliyor. Beşinci Emrin amacı, Tanrı’nın belirlediği kişilere saygı göstermek gerektiğidir.
Emrin özü şudur: Tanrı’nın yetkinlik bahşettiği kişilere saygı göstermek doğrudur ve O’nun
gözüne iyi görünmektedir; onlara saygısızlık ve inatçılık edilmesinden Tanrı iğrenmektedir.
Birinci Emir’deki niyet, sadece Tanrı’ya tapılmasıdır [Krş, Çık. 20:2-5; Yas. 6:4-5]. Bu
nedenle bu ilkenin özü, gerçek dine bağlılığın – yani O’nun tanrısallığına tapınmanınTanrı’nın gözüne hoş görünmesidir. Her emrin neyle ilgili olduğunu irdelemeliyiz; sonra Yasa
Koyucunun neyin gözüne iyi göründüğüne, neyin görünmediğine dair tanıklığını anlayıncaya
kadar emrin amacına bakmalıyız. En sonunda da aynı konunun başka bir yanıyla ilgili olarak,
şu şekilde bir tartışma çıkarabiliriz: Eğer bu, Tanrı’nın gözüne iyi görünüyorsa tersi iyi
görünmez; eğer bu, Tanrı’nın gözüne iyi görünmüyorsa tersi, iyi görünür; eğer Tanrı bunu
buyuruyorsa tersini yasaklar; eğer bunu yasaklıyorsa, tersini emreder.
9. Emir ve yasak
Üstü örtülü şekilde değindiğimiz şey, biz emirleri açıkladıkça uygulamada daha
netleşecektir. Son noktayı ayrı bir kanıtla kısaca doğrulamamızın gerekmesinin dışında, buna
değinmemiz yeterlidir. Yoksa anlaşılmaz ya da anlaşılsa bile ilk bakışta saçma gelebilme
olasılığı vardır. Đyi bir iş emredildiğinde bununla çelişen kötü bir işin yasaklandığını
kanıtlamamız gereksizdir. Bunu kabul etmeyen kimse yoktur. Kötü işler yasaklandığında, tam
tersine, görevlerin emredilmesiyse yargıyla birlikte istenerek kabul edilecektir. Aslında
erdemlerin övülmesi, tam tersi olan kötülüklerin mahkûm edilmesi sıradandır. Ama bu
ifadelerin genelde belirttiğinden daha fazlasını isteriz. Kötülüğün karşıtı olan erdem genellikle
insanların kötülükten kaçınmaları anlamına gelmektedir. Erdemin, bu tam tersi olan
görevlerin ve işlerin ötesinde olduğunu söylüyoruz. “Adam öldürmeyeceksin” emrinde insan
sağduyusuyla sadece birine kötülük yapmaktan kaçınmamız ya da bunu yapmayı istememiz
gerektiğini anlar. Ayrıca bunun, komşumuzun yaşamı için elimizden gelen bütün yardımı
yapmamız gerektiğini de içerdiğini söylüyorum. Bunu kanıtlamak için, mantıksızca
konuşmuyorum: Tanrı, bir kardeşimizi haksız yere incitmemizi ya da zarar vermemizi
yasaklıyor, çünkü kardeşimizin yaşamının bizim için kutsal ve değerli olmasını istiyor. Aynı
zamanda da sevginin korunması için geçerli olan görevleri de yapmamızı istiyor. Bu
durumda, emrin bize her zaman yapmamızı emrettiği ya da yasakladığı işte amacının nasıl
açıkladığını görüyoruz.
10. Đnandırıcı diliyle yasa, günahtan daha çok nefret etmemiz için bizi sarsar
Ama neden Tanrı, istemini açıklamaktansa sanki yarı emir veriyormuş gibi, dar
anlamlı bir sözcüğü geniş anlamıyla kullanarak belirtiyor? Genelde başka nedenler belirtilse
de özellikle şu bana doyurucu gelmektedir: Benlik, günahların pisliği apaçık değilse,
bunlardan arınmak ve mantıklı bahanelerle günahın üstünü örtmek ister. Tanrı her tür günahın
en korkunç ve en kötü unsurunu bir örnekle ortaya koymuştur. Her tür günahtan daha çok
iğrenmeyi zihinlerimize damgalamak için, bu örneği duyduğumuzda duyularımız irkilmemize
yol açar. Kötülüğümüzün değerini biçtiğimizde, bir şekilde gizlenmiş kötülüklerimizi hafife
204
alarak çok sık aldanırız. Rab, bütün günahlar kütlesini bu kategorilerle bağdaştırmaya bizi
alıştırdığında bu aldanmalara karşı gözümüzü açmaktadır. Her günah türünün ne kadar iğrenç
olduğunu bu kategorilerde çok iyi açıklanmaktadır. Örneğin; öfke ve nefret dendiğinde
bunların lanet altında olduğunu düşünmeyiz. Ama “adam öldürme” adı altında bunlar
yasaklandığında bunların Tanrı’nın gözünde ne kadar iğrenç olduğunu daha iyi anlarız.
Tanrı’nın Sözü bunları korkunç bir suç düzeyine indirmektedir. O’nun yargısıyla harekete
geçerek daha önce bize önemsiz gibi gelen günahın ağırlığını daha iyi tartmaya alışırız.
(Yasa’nın iki levhası ve her birinde gerektiği şekilde belirtilen emirler, 11-12)
11. Đki levha
Üçüncü olarak, tanrısal yasanın iki levhaya bölünmesinin ne anlama geldiğini
düşünmeliyiz103. Aklı başında bütün insanların kabul ettiği üzere, geçerli bir nedenden ötürü
çoğunlukla bundan etkileyici tarzda söz edilmektedir. Bu konuda kararsız kalmamamızın basit
bir nedeni vardır. Tanrı, yasasını bu şekilde ikiye bölmüştür. Bu yasalar bütünüyle doğruluğu
içermektedir. Birinci bölümde özellikle O’nun yüceliğine tapınmakla ilgili dinsel görevler
vardır; ikinci bölümdeyse insanları sevmekle ilgili görevler yer almaktadır.
Doğruluğun ilk temeli kesinlikle Tanrı’ya tapmaktır. Bu yıkıldığında, doğruluğun geri
kalan bütün yanları, paramparça olup yıkılmış bir binanın parçaları gibi, parçalanıp dağılır.
Aynı zamanda dinsiz bir saygısızlıkla Tanrı’nın görkemini yücelikten yoksun bırakırsanız,
hırsızlık ve yağmacılıkla insanlara zarar vermemeye nasıl doğruluk dersiniz? Ya da
sövgülerinizle Tanrı’nın çok kutsal adına saygısızlık ediyorsanız fuhuşla bedeninizi
kirletmemeye? Ya da öldürmeye ve Tanrı’yı anmaktan kaçınmaya yelteniyorsanız insan
öldürmemeye? Din olmaksızın doğruluk çığlıkları atmanın yararı yoktur. Bu, sakat ve başı
kesilmiş bir bedeni güzel diye sergilemek kadar mantıksızdır. Bütünün soluk alıp verdiği ve
geliştiği asıl bölüm sadece din değil, candır. Tanrı korkusu olmazsa insanlar eşitliği
korumazlar ve birbirlerini sevmezler. Bu nedenle, Tanrı’ya tapınmaya doğruluğun başlangıcı
ve temeli diyoruz. Bu olmadığında insanlar birbirlerine ne kadar eşit, tutarlı ve ölçülü
davransalar da Tanrı’nın gözünde boş ve değersizdir. Buna kaynak ve ruh adı veriyoruz,
çünkü insanlar Tanrı’ya doğrunun ve yanlışın Yargıcı diye saygı duyuyorlarsa birbirleriyle
ılımlı olarak ve zarar vermeden yaşamayı buradan öğrenmektedirler. Birinci levhada Tanrı,
Kendisinin görkemine tapınalım diye bize dine bağlılığı ve dinsel görevlerin amacını
öğretmektedir. Đkinci levha O’nun adının korkusuna uygun olarak, insan toplumunda nasıl
davranmamız gerektiğini bildirmektedir. Müjdecilerin anlattıkları üzere, Rab’bimiz bu yolla
bütün yasayı iki başlık altında özetlemektedir: “Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla,
bütün gücünle ve bütün aklınla seveceksin. Komşunu da kendin gibi seveceksin” [Luk. 10:27;
Mat. 22:37] Yasanın içerdiği iki bölümden birinin Tanrı’ya yönlendirdiğini, diğerininse
insanlara uygulandığını görüyorsunuz.
12. Emirlerin iki levhaya dağılımı
Bütün yasa iki başlık altında toplanmaktadır. Yine de bütün mazeret olasılıklarını
ortadan kaldırmak için Tanrımız, On Emir’le, Kendisine karşı saygı, korku ve sevgiyle ilişkili
her şeyi ve Kendi adı uğruna bize emrettiği insanlara karşı sevgiyle ilişkili her şeyi daha
ayrıntılı ve daha net olarak ortaya koymak istemiştir. Emirlerin ikiye ayrıldığını bilme
çabasında kötü bir yönlendirme yoktur. Yeter ki bunun, her insanın özgür yargı sahibi
olmasının ve kendisinden farklı olan biriyle kavgacı bir ruhla didişmemesinin gerektiği bir
konu olduğunu unutmayın. Yeni ve yakın zaman önce keşfedilmiş gibi, ortaya koyacağımız
103
Calvin, Tanrı’ya karşı görevleri (1-4) ve insana karşı görevleri (5-10) belirten iki emir
dizisini içeren iki “taş levhanın” (Çık. 24:12; 2Ko. 3:3 ve başka yerler) geleneksel tanımını
kullanmaktadır. Krş. aş. bk. 12. böl.’de bunu savunmaktadır.
205
bu ikiye ayırmaya okurlarımız gülmesin ya da şaşırmasın diye bu konuya değinmek
zorundayız.
Yasanın on emre bölündüğü kuşkusuzdur, çünkü Tanrı’nın yetkisiyle bu sık sık
doğrulanmıştır. Bu durumda biz, On Emrin sayısından değil, ikiye bölünme tarzından emin
değiliz. Bunları böyle ikiye ayıranlar, birinci levha için üç ilke ortaya atmak ve geriye kalan
yedisini ikinci levhayla bağdaştırmak için, suretlerle ilgili emir sayısını siliyorlar ya da en
azından onu birinci levhaya saklıyorlar. Rab’bin bir emir olarak ona farklı bir yer verdiğinden
kuşku yok ama komşunun mal varlığına göz dikmemekle ilgili Onuncu Emri anlamsızca ikiye
ayırıyorlar104. Ayrıca onların emirleri ikiye ayırma tarzları, biraz sonra göreceğimiz gibi, daha
pak bir çağda bilinmiyordu. Bizim gibi diğerleri de birinci levhada dört emir sayıyorlar ama
birinci emrin yerine emir içermeyen bir vaat koyuyorlar. Ama ben ancak, bunun tersine
apaçık bir kanıtla ikna olmazsam, Musa’nın söz ettiği On Emir’deki on buyruğa inanıyorum.
Bunlar bana, son derece güzel bir sıralamayla düzenlenmiş geliyor. Görüşlerini kendilerine
bağışlayarak, bana daha olası gelenin ardınca gideceğim. Yani onların Birinci Emir diye kabul
ettikleri, bütün yasanın girişinde bir yer işgal etmelidir. Sonra bunu, dördü birinci levhada,
altısı ikinci levhada yer alan emirler izlemektedir. Onları bu sırayla ele alacağız. Origenes,
yaşadığı dönemde genelde kabul görmüş gibi, hiçbir çelişki olmaksızın kendine göre
ayırmaktadır105. Augustinus da, Bonifacius’a yazdığı bir mektupta bunu desteklemekte,
emirleri tek tek sayarak şu sırayı korumaktadır: Dinsel itaatle tek Tanrı’ya kulluk etmek,
putlara tapmamak, Rab’bin adını boş yere ağza almamak. Şabat emrinden ruhsal gerçeğin
habercisi diye daha önce ayrıca söz etmiştir. Aslında başka bir yerde ilk ayırma tarzı hoşuna
gitmişti ama çok yetersiz bir nedenden dolayı: Üç sayısında (şayet birinci levhada üç emir
varsa) Üçlü Birlik sırrı daha açıkça görülmektedir. Yine de aynı yerde bizim ayırma
tarzımızın başka açılardan ona daha uygun geldiğini kabul etmektedir. Bu insanların dışında,
Matta’nın bitirilmemiş bir yorumunun yazarı da bizim tarafımızdadır106. Yosefus, kuşkusuz
çağında genelde kabul edildiği üzere, her levhada beş emir olduğunu belirtmektedir. Bu,
mantığa aykırıdır. Dinle merhameti karıştırmaktadır. Ayrıca Rab’bin otoritesi de bunu
çürütülmektedir. Matta’ya göre, RAB ana babaya saygı gösterilmesini ikinci levhanın
kanonuna oturtmaktadır [Mat. 19:19]. Şimdi Kendi kelimeleriyle konuşan Tanrı’ya kulak
verelim.
(Emirlerin tek tek ayrıntılı açıklaması, 13-50)
Birinci Emir
“Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RAB benim. Benden başka
tanrın olmayacak” [Çık. 20:2-3].
13. Giriş (“Tanrın Rab benim”)
Đlk cümleyi Birinci Emrin bir bölümü haline getirin ya da ayrı olarak okuyun, bence
fark etmez. Yeter ki, bunun bütün yasanın bir tür girişi olduğunu benden esirgemeyin.
Birincisi, yasaları bir çerçeveye oturturken, küçümseyip kısaltmamaya özen gösterilmelidir.
104
Lobard, bu düzenlemeyi kabul etmektedir, Sentences III. xxxiii. 1, 2). Roma Katolik
Kilisesi’yle Lutheran kiliseleri de bunu izlemektedir. Bk. Catholic Encyclopedia,
“Commandements of God” maddesi. Burada bu ikiye ayırma Augustine’den alıntılarla
desteklenir ve (Bucer’in daha önce belirttiği) Calvin’in yaptığı ayırmanın izi Philo Judaeus’la
Orgien’e kadar sürülür.
105
Origen, Çık. 20:4’e “ikinci emir” der, Homilies on Exodus, vaazlar, viii. 3
106
Eruditi commentarii in Matthei Evangelium, opus imperfectum, Homilies of Chrysostam
vaazlar xlix ile birlikte yayınlanan yazarı tanımlanamayan bir eser.
206
Tanrı, vereceği yasanın görkeminin hiçbir zaman küçümsenmemesini özellikle sağlar. Bunu
güven altına almak için, üçlü bir kanıttan yararlanır. Kendisine itaat etme zorunluluğu
getirerek seçilmiş halkı dizginlemek için, güce ve yetkiye hakkı olduğunu iddia etmektedir.
Lütuf vaadinin tatlılığıyla onları kutsal olmaları için gayret etmeye itmek amacıyla bu vaadini
tutmaktadır. Yahudileri, şefkatinin karşılığının nankörlük olmadığına ikna etmek için onlara
sağladığı yararları anlatmaktadır. “RAB” [Yahve] adı Tanrı’nın yetkisi ve yasaya dayanan
egemenliği anlamına gelmektedir. Pavlus’un dediği gibi, “Her şeyin kaynağı O’ysa, her şey
O’nun aracılığıyla ve O’nun için var olduysa” [Rom. 11:36], her şeyin O’na atfedilmesi
doğrudur. Tek başına bu sözle bile, Tanrı’nın görkeminin boyunduruğu altına girmemiz için
yeterlidir, çünkü O’nsuz var olamadığımızda, O’nun egemenliğinden kaçmak istememiz
korkunçtur.
14 . (“Tanrın RAB benim”)
Tanrı önce Kendisini emretme hakkı olan ve itaat borçlu olunan biri olarak ortaya
koymaktadır. Sonra insanları sadece zorunluluk nedeniyle kısıtlamamak için, Kendisinin
kilisenin Tanrısı olduğunu duyurarak, onları tatlılıkla çekmektedir. Bu ifadenin altında,
vaatteki karşılıklılık yatmaktadır: “Ben onların Tanrısı olacağım, onlar da benim halkım
olacak” [Yer. 31:33]. Mesih; Đbrahim’in, Đshak’ın ve Yakup’un ölümsüzlüğünü
doğrulamaktadır, çünkü RAB onların Tanrısı olduğunu duyurmuştur [Mat. 12:32].Sanki şöyle
demiştir: “Sadece bu yaşamda bereketlemek için değil, gelecekteki yaşamda da bereket
bahşetmek için, seni halkım olarak seçtim.”107 Buna benzeyen bir amaç çeşitli ayetlerde
kanıtlanmaktadır. RAB, merhametiyle bizi halkının yoldaşları arasında sayılmaya değer
bulduğu için, Musa’nın dediği gibi, “Bizi kendi halkı, kutsal bir halk olmamız için seçmiştir ve
biz de O’nun emirlerine uymalıyız” [Yas. 6:7 14:12; 26: 18-19]. Ve şu teşvik: “Kutsal olun,
çünkü ben kutsalım” [Lev. 11:44; krş. 19:2]. Peygamberin karşı çıkması bu iki ifadeden
kaynaklanmaktadır: “Oğul babasına, kul efendisine saygı gösterir… Eğer efendiysem hani
benden korkunuz?” [Mal. 1:6].
15. “Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran…”
O’nun bereketinin anlatılması devam ediyor. Nankörlük suçunun insanlar arasında bile
aşağılık olması gibi, bu da bizi aynı derecede harekete geçirmelidir. Aslında Tanrı, Đsrail’e
yakın zamandaki bereketini hatırlatıyordu. Daha sonraki kuşaklar için de geçerliliğini
koruyacak böyle harika ve sonsuza kadar hatırlanacak bir bereket. Üstelik bu şu andaki
konuya da çok uygundu. Çünkü Rab, onların bu zavallıca kölelikten azat edildiklerini
söylüyor. Öyle ki, itaate ve kulluk etmeye hazır olsunlar, özgürlüklerinin yazarı olarak
Kendisine tapınsınlar. Kendisine gerçekten tapınmayı sürdürelim diye, alışkanlığı üzere,
kutsal varlığını bütün putlardan ve icat edilmiş tanrılardan ayırmak için, belli sıfatlarla
Kendisini tanıtıyor. Daha önce söylediğim gibi, düşüncesizce bir cesaretle birleşmiş batıla çok
eğilimliyiz. Tanrı’nın adından söz edilir edilmez, zihnimiz saçma bir icada dalıp gitmekten
kendini alıkoyamaz108. Bu kötülüğe çare bulmak isteyen Tanrı, tanrısallığını güvenilir
sıfatlarla donatmaktadır. Şurada burada dolaşıp durmayalım ve kendimize yeni tanrılar icat
etmeyelim diye sanki bizi çitle çevirmektedir –yaşayan Tanrı’yı terk edersek bir put
oluştururuz. Bu nedenle peygamberler O’nu doğru anlatmak istediklerinde, Kendisini Đsrail
halkına gösterdiği bu işaretlere O’nu büründürürler, adeta O’nu bu sınırların içinde tutarlar.
Yeruşalim’deki Tapınağı’nda [Amo. 1:2; Hab. 2:20] “keruvların arasına” [Mez. 80:1; 99:1;
Yşa. 37:16] yerleştirilmesi, “Đbrahim’in Tanrısı” ya da “Đsrail’in Tanrısı” [Çık. 3:6] denmesi
107
Krş. Calvin’in gelecekteki bereketlenme beklentisi dışında, seçilmişlerin acılarını
konusunu genişlettiği II. x. 10-18.
108
I. iv. 3
207
ve benzeri ifadeler O’nu tek bir yere ya da tek bir halka bağlamaz. Dana çok bunlar, şu
amaçla söylenmektedir: Dine bağlı insanların Tanrı’yı düşünmelerini devam ettirmek. Đsrail’le
yaptığı antlaşmada Tanrı, Kendisini öyle açıklamıştır ki, bu örnekten vazgeçmek yasaya hiç
uygun değildir.
Yine de şu konuda görüş birliğine varılsın: Yahudiler, kendileri üzerinde haklı olarak
iddiada bulunan Tanrı’ya kendilerini daha istekle adasınlar diye, kurtuluştan söz edilmektedir.
Ancak bunun bizimle ilgisi yokmuş gibi gelmesin diye Đsrail’in Mısır’daki köleliğine bir
ruhsal tutsaklık tipi olarak bakmalıyız. Göklerdeki Koruyucumuz kolunun gücüyle bizi
özgürleştirip bize özgürlük Krallığının yolunu gösterinceye kadar hepimiz tutsağız. Daha önce
etrafa dağılan Đsraillileri, Kendi adına tapmaları için bir araya toplamak isteyen Tanrı, onları
baskı altında tutan firavunun çekilmez egemenliğinden kurtarmıştır. Bugün de Tanrısı
olduğunu açıkladığı herkesi–bu fiziksel tutsaklığın önceden gösterdiği- şeytanın öldürücü
gücünden kurtarmaktadır. Bu nedenle hiç kimse yoktur ki, en yüce Kral’ın verdiğini duyduğu
yasaya dikkat etmekle zihni yanıp tutuşmasın. Her şeyin başlangıcı O’ndan çıktığı için,
karşılığında, hedeflerini belirlemeleri ve O’na yönelmeleri mantıklıdır. Yasa Koyucuya kucak
açmaya tutsak olmayacak hiç kimse yoktur, diyorum. Đnsana, O’nun emirlerine uymaktan özel
bir zevk alması öğretilmektedir. Đnsan, O’nun şefkatinden hem bütün iyiliklerin bereketini
hem de ölümsüz yaşamın görkemini bekler. O’nun olağanüstü gücü ve merhametiyle ölümün
ağzından kurtarıldığını bilir.
16. Birinci Emir
Tanrı, yasasının yetkisinin temelini atıp sağlamlaştırdıktan sonra ilk emrini
vermektedir: “Benden başka tanrın olmayacak” [Çık. 20:3]. Bu emrin amacı, Rab’bin halkı
için rakipsiz olmak ve onların üzerinde tam yetki uygulamak istemesidir. Bunu yürürlüğe
koymak için bize, bütün dinsizliklerden ve batıldan uzaklaşmamızı emretmektedir. Bunlar
O’nun tanrısallığının yüceliğini ya azaltmakta ya da anlaşılmaz kılmaktadır. Bu nedenle, bize
gerçek ve gayretli bir bağlılıkla Kendisine tapmamızı ve Kendisini sevmemizi emretmektedir.
Kelimelerin yalınlığı bunu aşağı yukarı iyi açıklamaktadır. Aynı zamanda da O’na ait olan
şeyleri bağrımıza basmadan bir Tanrı’mız “olamaz”. Bu durumda, başka tanrılarımızın
olmasını yasaklarken Kendisine ait olanı başka birine mal etmememizi söylemek
istemektedir. Tanrı’ya borçlu olduğumuz sayısız şey olsa da, bunlar uygun şekilde dört başlık
altında gruplanabilir: (1) tapınma (vicdanın ruhsal itaati de buna eklenir), (2) güven, (3)
yakarma, (4) şükretme. (1) Her birimizin O’nun ululuğuna boyun eğerek gösterdiğimiz
saygıya ve yaptığımız ibadete “tapınma” diyorum. Bu nedenle, vicdanımızı O’nun yasasına
teslim etmeyi de tapınmanın bir bölümü diye haklı olarak düşünüyorum. (2) “Güven”, -bütün
bilgeliği, doğruluğu, kudreti, gerçeği ve iyiliği O’na atfederek- ancak O’nunla paydaş
olduğumuzda kutsandığımız yargısına vardığımızda, O’nun özelliklerini bilmemizden
kaynaklanan, O’na dayanma güvencesidir. (3) “Yakarma”, bir zorunluluk bize baskı
yaptığında, zihnimizin, O’nun sadakatine ve tek dayanağımız olarak bize yardım edeceğine
güvenme alışkanlığıdır. (4) “Şükretme”, bütün iyi şeyler için O’na övgü atfettiğimiz
hamdetmedir. Rab, bunların hiçbirinin başka birine mal edilmesine göz yummadığı için,
hepsinin bütünüyle Kendisine atfedilmesini emretmektedir.
Başka bir tanrıdan kaçınmak yeterli olmayacaktır. Hor gören bazı kötü kişilerin
genelde yaptıklarından da kaçınmalıyız. Özetle, onlar alay ederek bütün dinleri reddederler.
Ancak düşüncemizi yaşayan Tanrı’ya yönlendirmemiz için, önce gerçek din gelmelidir.
Kendilerini Tanrı bilgisine vererek –yaşamlarındaki her etkinliğin tek amacı olarak- O’nun
yüceliğini düşünmek, bundan korkmak, buna tapınmak, O’nun bereketlerinden pay almak, her
zaman O’nun yardımını aramak, O’nun işlerinin büyüklüğünü kabul etmek ve övgülerle
kutlamak isteyebilirler. Zihnimizi gerçek Tanrı’dan uzaklaştırarak buradaki çeşitli tanrılara
iten şu kötü batılın bilincinde olalım. Tek Tanrı’yla mutluysak daha önce söyleneni
208
hatırlayalım109: Đcat edilmiş bütün tanrılardan uzaklaşalım ve tek Tanrı’nın Kendisi için hak
iddia ettiği tapınma bölünmesin. O’nun yüceliğinden bir nebze bile eksiltmek yasaya uygun
değildir. Tam tersine, O’na uygun olan her şey O’nda kalmalıdır110.
Bundan önce gelen, “Benden başka” ifadesi suçu daha da iğrençleştirmektedir, çünkü
biz kendi icatlarımızı onun yerine koydukça Tanrı kıskançlığa kışkırtılmaktadır. Bu, kocasını
daha çok üzmek için, zina yaptığı adamı onun gözü önüne getiren utanmaz bir kadına
benzemektedir. Tanrı şimdiki gücü ve lütfuyla, seçtiği halkın üzerinden gözünü ayırmadığına
tanıklık ettiğinde, -onları başkaldırı suçundan daha da uzak tutmak için- Kendisinin tanıklığı
olmaksızın ve onların saygısızlığını görmeksizin yeni tanrılar ortaya atamayacakları
konusunda uyarmaktadır. Bu cesarete daha çok dinsizlik eklenmektedir: Tanrı’dan bu
dönüşüyle insan, O’nun gözünü boyayabildiği hükmüne varmaktadır. Tam tersine Tanrı her
neyi üstlensek, her neye girişsek, her ne yapsak, gördüğünü duyurmaktadır. Bu nedenle,
Rab’bin dinimizi onaylamasını istiyorsak vicdanımız dinden dönme konusunda en gizli
düşüncelerden bile arınsın. Rab, sadece dışarıya karşı itiraf etmekte değil, O’nun, yüreğimizin
en gizli kıvrımlarını bile gören gözünde tanrısallığının yüceliğinin bütün ve bozulmamış
kalmasını istemektedir.
Đkinci Emir
“Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda
yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek,
onlara tapmayacaksın” [Çık. 20:4-5].
17. Görülmeyen Tanrı’ya ruhsal tapınma
Önceki emirde Tanrı, Kendisinin tek Tanrı olduğunu, Kendisinden başka bir Tanrı’nın
düşünülmeyeceğini ya da edinilmeyeceğini duyurmuştu. Şimdi Kendisine hiçbir dünyasallık
yüklemeyelim diye, ne tür bir Tanrı olduğunu ve ne tür bir tapınmayla onurlandırılması
gerektiğini daha açıkça duyurmaktadır. Öyleyse bu emrin amacı, O’na yasaya uygun şekilde
tapınılmasına batıl törenlerle saygısızlık edilmesini istememesidir. Özetlersek, Tanrı bizi
tümüyle geri çağırmakta ve dünyaya özgü saçma dinsel törenlerden bizi vazgeçirmektedir.
Bizim akılsız kafamız Tanrı’yı ahmakça düşünerek icatlar yapmaya meyillidir. Tanrı yasaya
uygun tapınmaya, yani Kendisinin kurduğu ruhsal tapınmaya uymamızı sağlamaktadır.
Üstelik bu günahtaki en büyük hataya, açıkça puta tapmaya da işaret etmektedir.
Emir iki bölümdür. Birinci bölüm, duyularımızla algılamamız ya da herhangi bir
şekilde açıklamamız için kavranılamaz olan Tanrı’yı konu olarak almaya ya da herhangi bir
şekilde O’nun suretini yapmaya cesaret ederek günah işlememizi engellemektedir. Đkinci
bölüm, din adına suretlere tapınmamızı yasaklamaktadır. Ama kutsal olmayan, batıla inanan
insanların alışkanlık olarak Tanrı yerine koydukları bütün suretleri kısaca sıralamaktadır.
Gökyüzü derken güneş, ay diğer ışık veren cisimleri ve belki de kuşları söylemektedir.
Yasanın Tekrarı 4. bölümde düşüncesini açıklarken hem kuşlardan hem de yıldızlardan söz
etmektedir [17, 19. a.]. Aynı ifade edişin fark gözetmeden melekler için de geçerli olduğunu
görmeseydim, bunu belirtmeyecektim. Bunlar bilindiği için, diğer bölümlere geçiyorum.
Đnsanın görülür herhangi bir biçimde Tanrı icat etmesinin O’nun doğasına tümüyle ters
düştüğünü, bir put ortaya çıkar çıkmaz gerçek dinin bozulduğunu ve içine yabancı bir unsur
katıldığını I. Kitap’ta yeterince açık olarak öğrettik.
18. Đkinci Emir’deki tehditler
109
110
I. xiii. 1
I. xii.3
209
Tembelliğimizden silkinip sıyrılmamız için eklenen uyarı hiç de yararsız olmamalıdır.
Tanrı, şöyle tehdit etmektedir:
“Ben, Tanrın Rab kıskanç bir Tanrı’yım (ya da “kudretli”; çünkü Tanrı’nın bu adı
“kudret” kelimesinden türemiştir) . Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını
çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. Ama beni seven, buyruklarıma uyan
binlerce kuşağa sevgi gösteririm” [Çık. 20:5-6].
Sanki sadece Kendisine dayanmamız gerektiğini söylüyor. Bizi bu noktaya getirmek
için, küçümsenmesinin ya da aşağılanmasının cezasız kalmasına izin vermeyeceği gücünü
belirtiyor. Burada “Tanrı” anlamına gelen EL kelimesi karşımıza çıkıyor. Bu, “kudret”
kelimesinden türetildiği için, ne demek istediğimi daha iyi açıklayayım diye, bunu çevirmekte
ve metne dâhil etmekte tereddüt etmedim. Đkincisi, hiçbir ortağa dayanamayacak kadar
“kıskanç” olduğunu söylüyor. Üçüncüsü, görkemini ve yüceliğini yaratılanlara ya da oyma
suretlere mal edenlerden öcünü alacağını duyurmaktadır. Bu, kısa ve önemsiz bir öç değil,
babalarının dinsizliğini apaçık taklit eden çocuklara, torunlara, torunların çocuklarına kadar
uzanan bir öçtür. Kendisini sevenlerin ve yasasına uyanların gelecek kuşaklarına da aynı
şekilde sonsuz merhametini ve sevgisini göstermektedir.
Çok genel olarak Tanrı, bizim için bir koca karakterini almaktadır. Aslında, bizi
kilisesinin sinesine kabul ettiğinde, Kendisine bağladığı bağ kutsal bir evlilik bağı gibidir. Bu
bağ karşılıklı sadakate dayanmalıdır [Ef. 5:29-32]. Gerçek ve sadık bir kocanın bütün
görevlerini yaparken karşılığında bizden sevgi ve evliliğin erdemini istemektedir. Yani
canımızı Đblis’e, şehvete, benliğin kirli arzularına teslim etmemeliyiz, bunlarla
kirlenmemeliyiz. Yahudileri dinlerinden döndükleri için azarlarken, utancı bir kenara
bıraktıklarından ve fuhuşla kirlendiklerinden şikayet etmektedir [Yer. 3. böl.; Hoş. 2:4 vdd.;
Krş. Yşa. 62:4-5]. Bir koca ne kadar kutsal ve erdemli olursa, karısının yüreğinin bir rakibe
eğilim duyduğunu gördüğünde o kadar gazaba gelir. Aslında bizi Kendine eş alan Rab de
[Krş. Hoş. 2:19-20], O’nun kutsal evliliğinin paklığını ihmal ederek kötü bir şehvetle
kirlendiğimizle en yakıcı kıskançlığı göstermektedir. Ama bunu özellikle hiç bozulmamayı
hak eden tanrısal görkemine tapınmayı başka birine yönlendirdiğimizde ya da batılla
lekelediğimizde hissetmektedir. Bu yolla sadece evlilik sözünü çiğnemekle kalmayız. Zina
yapan kişileri alarak evlilik yatağımızı da kirletiriz.
19. “Babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından… sorarım”
“Babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan
sorarım” diye tehdit ettiğinde ne demek istediğini anlamalıyız. Başka birinin suçu nedeniyle
masumu cezalandırmanın tanrısal adalete ve eşitliğe yabancı olmasının dışında Tanrı, oğlun
babasının işlediği suçtan sorumlu tutulamayacağını da duyuruyor [Hez. 18:20]. Yine de
ataların günahlarının cezasının gelecek kuşaklara kadar uzandığına dair bu cümle sık sık
tekrarlanmaktadır. Musa, sık sık O’na şöyle der: “Rab… babaların işlediği suçun hesabını
üçüncü, dördüncü kuşak çocuklarından sorar” [Say. 14:18; Çık. 34: 6-7]. Aynı şekilde
Yeremya da, “Binlerce insana sevgi gösterir ama babaların işlediği günahların karşılığını
çocuklarına ödetirsin” demektedir [Yer. 32:18]. Bazıları sıkıntı içinde bu zorluğu çözmek için
terleseler de, bundan sadece geçici cezalar anlaşılmalıdır. Çocukların ana babalarının
işledikleri günahların cezasını çekmelerinin saçma olmadığına, çünkü onların, kurtuluşları
uğruna sık sık acı çektiklerine inanıyorlar. Nitekim bu doğrudur. Yeşaya, Hizkiya’ya kendi
işlediği günahtan ötürü oğullarından krallığın esirgeneceğini ve onların tutsak edilerek alınıp
götürüleceklerini söylemektedir [Yşa. 39:6-7]. Firavunun ve Avimelek’in soyu, Đbrahim’e
zarar verdikleri için acı çekmişlerdir [Yar.12:17; 20:3, 18; vb]. Ama sorunumuzu çözmek için
bu konunun öne sürülmesi, gerçek bir yorumdan çok bir bahane olmaktadır. Çünkü burada ve
başka ayetlerde Yeşaya, şimdiki yaşamla sınırlı olandan daha ağır cezadan söz ediyor.
Öyleyse bundan, Rab’bin haklı lanetinin sadece kötü insanların değil, bütün ailesinin başına
210
geldiği anlaşılmalıdır. Lanetin olduğu yerde Tanrı’nın Ruhu’ndan yoksun olan babanın utanç
verici tarzda yaşamasından başka ne beklenebilir? Ya da babasının işlediği suç yüzünden
Rab’bin yüz üstü bıraktığı oğlun yıkıma götüren aynı yolu izlemesinden? Sonuç olarak,
iğrenilen insanların lanetli soyu, torunları ve torunların çocukları onların ardından
düşüncesizce gidecektir.
20. Babaların işlediği suçun hesabını çocuklardan sormak Tanrı’nın adaletine ters değil mi?
Önce böyle bir öfkenin tanrısal adalete uygun olup olmadığını irdeleyelim. Rab’bin,
lütfunu paylaşmaya değer bulmadığı insan doğası bütünüyle suçlu bulunuyorsa onlar için
yıkımın hazır olduğunu biliyoruz. Yine de onlar Tanrı tarafından haksız bir nefretle değil,
kendi günahları yüzünden yok oluyorlar. Tanrı’nın lütfunun neden başkaları gibi bizim
kurtuluşumuza da yardım etmediğinden şikâyet etmenin dayanağı yoktur. Bu ceza kötülere ve
suçları nedeniyle iyi anılmayanlara verilmektedir. Öyle ki, onların evleri kuşaklardır Tanrı’nın
lütfundan yoksundur. Bu mükemmelce haklı öcünden dolayı Tanrı’yı kim suçlayabilir? Ama
öte yandan Rab, babanın günahının cezasının çocuğa geçmediğini duyurmaktadır [Hez.
18:20]. Burada neyin tartışıldığına dikkat edin. Birçok felaketten ötürü uzun süre devamlı
sıkıntı çeken Đsrailliler, “Babalar koruk yedi, çocukların dişleri kamaştı” [Hez. 18:2]
özdeyişini fazlasıyla önemsemişlerdi. Bununla, haklı olmalarına ve bunu hak etmemelerine
rağmen, babalarının günah işlediğini, Tanrı’nın ılımlı sertliğinden çok, yatıştırılamayan öfkesi
nedeniyle kendilerinin cezalandırıldığını söylemek istiyorlardı. Peygamber bunun böyle
olmadığını onlara duyurmaktadır; onlar kendi suçları nedeniyle cezalandırılmaktadırlar.
Doğru bir oğlun günahlı babasının cezasını çekmesi Tanrı’nın adaletine uygun değildir. Şu
andaki tehditte de bu belirtilmektedir. Rab günahlının ailesinden lütfunu, gerçeğinin ışığını ve
kurtuluşa götüren diğer yardımları çektiğinde söz ettiğimiz hesap sorma bitiyorsa, babalarının
kötü işleri nedeniyle Tanrı’nın lanetine uğrarlar –Tanrı’nın kör ettiği ve yüz üstü bıraktığı
çocuklar anne babalarının izinden giderler. Ama onların geçici olarak acınacak durumlara ve
sonunda da sonsuza kadar sürecek olan yıkıma düşmeleri, başkalarının günahlarından değil,
onlara kendi günahlarından ötürü Tanrı’nın haklı yargısıyla çektirdiği cezadır.
21. “Binlerce kuşağa sevgi gösteririm”
Öte yandan, Tanrı’nın merhametinin bin kuşağa kadar uzanacağını vaat ediliyor.
Kutsal Yazı’da bununla sık karşılaşılıyor [Yas. 5:10; Yer. 32:18]. Kilisenin, kutsal
antlaşmasında da yer alıyor, “Senin ve senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım” [Yar.
17:7]. Buna bakarak Süleyman da şunları yazıyor: “Doğru ve dürüst bir babaya sahip olan
çocuklara ne mutlu” [Özd. 20:7]. Bunun tek nedeni, kutsal yetiştirilmiş olmaları değildir ki,
bunun önemi pek de az değildir tabii ama antlaşmada vaat edilen bu kutsama nedeniyle,
Tanrı’nın lütfu dinine bağlı insanların ailelerinde sonsuza kadar sürecektir. Đmanlalar için özel
bir teselli ama kötüler için büyük bir dehşet. Ölümden sonra hem doğruluğun hem de
kötülüğün anısı Tanrı’nın gözünde, birinin soyunun kutsanmasını diğerininkiniyse
lanetlenmesini gerektirecek kadar değerliyse bunun büyük bölümü bunları yapanlardan
kaynaklanmaktadır. Yine de bu, kötülerin soyunun kimi kez düzelmesiyle, imanlılarınkininse
bozulmasıyla çelişmemektedir. Yasa Koyucu burada seçimine gölge düşürebilecek kalıcı bir
kural koymamak istemiştir. Doğruyu teselli etmek ve günahlıyı korkutmak için, bu ön uyarı
her zaman yürürlüğe girmese bile boş ya da etkisiz olmadığı önemlidir. Birkaç alçağa
çektirilen geçici ceza günaha karşı tanrısal gazabın ve birçoğu yaşamının sonuna kadar
cezasız kalsa bile bütün günahlılara bir gün ceza geleceğinin tanığıdır. Rab, babanın uğruna
oğla merhametini ve sevgisini göstermek için bu kutsama örneğini verdiğinde, Kendisine
tapanlara olan değişmeyen ve kalıcı sevgisini kanıtlamaktadır. Babanın işlediği suçun izini
oğulda sürdüğünde, kendi suçları nedeniyle bütün kötüleri nasıl bir yargının beklediğini
öğretmektedir. Rab, bu ayette ikinci söz edilen ayetin kesinliğiyle özel bir ilgi kurmaktadır.
211
Sadece dört kuşaktan öç alsa da, bin kuşağa kadar uzanan büyük merhametini bize
bahşettiğine değinmektedir.
Üçüncü Emir
“Tanrın Rab’bin adını boş yere ağzına almayacaksın” [Çık. 20:7].
22. Emrin yorumu
Bu emrin amacı şudur: Tanrı bizden, adının yüceliğini kutsal kılmamızı istemektedir.
Kısacası bu, küçümseyerek ve saygısızlık ederek adının kutsallığını bozmamamız demektir.
Tanrı’ya yakışan bir saygıyla adını onurlandırmaya gayret ve dikkat etmemiz emri de bu
yasakla tam olarak örtüşmektedir. Tanrı’yla ve sırlarıyla ilişkili olarak saygısız ve çok
mantıklı olmayan bir şey düşünmememiz ya da söylemememiz gerektiğini, O’nun işlerine
değer biçerken O’na onur vermekten başka bir şey anlamamayı aklımıza ve sözlerimize
yerleştirmeliyiz.
Benim fikrime göre, aşağıdaki üç noktaya gayretle dikkat etmeliyiz: Birincisi, Tanrı
konusunda aklımız ne anlarsa anlasın, dilimiz ne söylerse söylesin, O’nun mükemmelliğinden
zevk almalı, kutsal adının yüceliğine uygun olmalı ve son olarak da, O’nun büyüklüğünü
yüceltmeye hizmet etmelidir. Đkincisi, O’nun Kutsal Sözü’nü ve tapılacak sırlarını kendi
tutkumuz, açgözlülüğümüz ya da eğlencemiz uğruna düşüncesizce ya da sapkınca kötüye
kullanmamalıyız. Ama bunların üzerine O’nun adı kazınmıştır. O’nun adının saygınlığını
taşıdığı için, bunlara saygı görmeli ve değer vermeliyiz. Sonuncusu, acınacak durumdaki
insanların kötü sözlerle O’na karşı feryat etmeyi alışkanlık haline getirmeleri gibi, O’nun
işlerine dil uzatmamalı ya da küçümsememeliyiz. Ama O’nun yaptığını anladığımız her
şeyden, O’nun bilgeliğini, doğruluğunu ve iyiliğini överek söz etmeliyiz. Tanrı’nın adını
kutsal kılmak bu demektir.
Tersini yaptığımızda, O’nun adını boş yere ve günahlı şekilde kötüye kullanarak
kirletiriz. Bu ad, sadece yasaya uygun kullanmak için verilmiştir. Bu yasaya uygun
kullanımdan uzaklaştığımızda ve başka hiçbir şey olmasa da saygınlığından yoksun
bırakılması giderek alçaklık diye kabul edilir. Ama bu düşüncesizce isteklilikle Tanrı’nın
adını aşırı kötüye kullanmakta çok fazla kötülük varsa, ruh çağırma, korkunç sövgüler, yasaya
uygun olamayan cin çıkarma ve kötülük peşindeki diğer büyülerle batıl inançlar için onu
kullananların yaptıkları gibi, iğrenç şekilde kullanılması daha da büyük günahtır. Ant içerken
Rab’bin adının sapkınca kötüye kullanılması da çok büyük iğrençliktir. Ancak bu adın
kutsallığını bozacak her şeyden daha çok korkabilelim diye emir ant içmekten de özellikle söz
etmektedir [Krş. Yas. 5:11]. Bu emirde insanlar arasında gözetmemiz gereken eşitlikten çok,
Tanrı’ya tapınmamız ve adına saygı göstermemiz istenmektedir. Tanrı’nın, insan toplumuna
zarar veren yalan yere yemin etmeyi ve yalan yere tanıklık etmeyi yasakladığı ikinci levha
için ayrılan sevme görevinin de bu emirde ele alınması gereksiz olurdu. Yasanın bölümlere
ayrılması da bunu gerektirmektedir, çünkü Tanrı, söylediği üzere, yasasını gereksiz yere iki
levha halinde düzenlememiştir. Bundan şu sonucu çıkarıyoruz: Bu emirde Tanrı, Kendi
hakkını savunmakta, adının kutsallığını korumakta ama insanların insanlara ne borçlu
olduklarını burada öğretmemektedir.
23. Tanrı’ya itiraf olarak ant
Öncelikle andın ne olduğunu belirtmeliyiz. Ant, sözümüzün doğruluğunu onaylaması
için Tanrı’yı tanıklığa çağırmaktır. Tanrı’ya apaçık hakaret içeren sövgülere ant diye bakmak
uygun değildir. Kutsal Yazı’daki çok sayıda ayet tam olarak yerine getirilen böyle bir
tanıklığın Tanrı’ya bir tür tapınma olduğunu göstermektedir. Örneğin; Yeşaya, Asurlularla
Mısırlıları Đsrail’le antlaşmaya dayalı bir ilişkiye çağırmak üzere peygamberlik ederken şöyle
212
diyor: “Kenan dilini konuşacaklar ve Rab’bin adıyla yemin edecekler” [Yşa. 19:18]* Yani,
Rab’bin adına yemin ederek dinlerini itiraf edecekler. Yeşaya, Krallığın genişlemesinden söz
ederken de aynı şekilde, “Ülkede kim bereket istese sadık Tanrı’dan isteyecek; ülkede kim ant
içse sadık Tanrı üzerine ant içecek” demektedir [Yşa. 65:16]. Yeremya da şöyle diyor:
“Halkıma Baal’in adıyla ant içmeyi öğrettiler…Benim adıma ant içmeyi de iyice
öğrenirlerse, halkımın arasında sağlam yerleri olacak” [Yer. 12:16]. Bize tanığımız olarak
Rab’bin adını çağırarak dinimize tanıklık etmemiz haklı olarak söyleniyor. Sonsuza kadar
sürecek olan değişmez gerçeği O’na bu şekilde itiraf ederiz. Sadece her şeyin üzerindeki
gerçeğe uygun tanıklık etmesi için değil, bunu tek doğrulayan O olduğu için O’na
başvuruyoruz. O, yüreklerdeki amaçları bilen biri olarak karanlığın gizlerini ortaya çıkarır
[1Ko. 4:5]. Đnsanlar tanıklık edemediklerinde –özellikle de vicdanda saklı olan bir şey
duyurulacağında- tanığımız olarak Tanrı’ya sığınıyoruz.
Bu nedenle Rab, başka tanrıların adına yemin edenlere çok öfkelenmektedir. Bu tarz
yemini apaçık ihanetin kanıtı olarak yorumlamaktadır. “Çocukların beni terk etti, tanrı
olmayan ilahların adıyla ant içtiler” [Yer. 5:7]. Bu suçun ağırlığını ceza tehdidiyle
duyurmaktadır: “Hem benim adıma hem de Molek putu adına ant içenleri…buradan yok
edeceğim” [Sef. 1-4-6].
24. Tanrı’nın adına saygısızlık olarak yalan yere yemin etme
Rab’bin, yeminlerimizin doğasında adına tapınmanın olmasını nasıl istediğini
görüyoruz. Sonuçta, bunların tapınma yerine aşağılama, saygısızlık ve düşük bir değer
içermemesine artan ölçüde gayret etmeliyiz. O’nun adına yalan yere yemin etmek az hakaret
değildir. Yasada buna “aşağılama” denmektedir [Lev. 19:12]. Gerçeği elinden alındığında
Rab’be ne kalır? O zaman tanrılığı biter. Ne var ki, sahteliğin destekçisi ve onaylayıcısı
haline getirildiğinde aslında gerçeği elinden alınmaktadır. Yeşu, Akan’ın gerçeği itiraf
etmesini isteyerek şöyle “Oğlum, Đsrail’in Tanrısını yücelt” demektedir [Yşu. 7:19]. Açıkçası
Yeşu bununla, Rab’bin adıyla yalan yere yemin edildiğinde O’na çok ciddi şekilde saygısızlık
edildiğini belirtmektedir. Tabii ki! O’nun kutsal adının herhangi bir yalancılığa
karıştırılmaması bizim açıklamamız değildir. Yuhanna’nın Müjdesi’nde Ferisilerin Tanrı’ya
tanıklığa çağırırken takındıkları aynı tavırdan da bu bellidir [9:24]. Biri ant içmeye
çağrıldığında bu, Yahudiler arasında olağandı. Kutsal Yazı’da kullanılan ifade biçimleri bizi
şu uyarıyla yönlendirmektedir: “Yaşayan Rab” [1Sa. 14:39]; “Tanrı bana aynısını hatta daha
kötüsünü yapsın” [1Sa. 14:44; Krş. 2Sa. 3:9; 2Kr. 6:31]. “Tanrı… tanıktır” [Rom. 1:9; 2Ko.
1:23]. Şayet aldatırsak, Tanrı’dan yalan yere ettiğimiz yeminin öcünü almasını istemeden,
sözlerimizin tanığı olması için O’nu çağıramadığımızı bu sözler göstermektedir.
25. Gereksiz yere yemin
Tanrı’nın adı doğru ama gereksiz yere yeminlerde kullanıldığında ucuzlatılıp
bayağılaştırılmaktadır. Boş yere kullanıldığında da böyledir. Yalan yere yemin etmekten
kaçınmak bizim için yeterli değildir. Aynı zamanda da şehvet ya da arzu uğruna değil,
zorunluluk nedeniyle yemin etmeye izin verildiğini hatırlayalım. Gereksiz yere yemin edenler
yasaya uygun şekilde yemin etmekten saparlar. Dine ya da sevgiye hizmet etmekten başka
hiçbir zorunluluk bahane edilmemelidir. Bugün insanlar bu konuda kontrolsüzce, dahası göz
yumulmayacak şekilde günah işliyorlar, çünkü bu alışkanlık yüzünden bunun, suç olarak
düşünülmesinden vazgeçilmiştir. Elbette Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde bu hiç de hafif
bir suç diye kabul edilmeyecektir! Boş konuşmada Tanrı’nın adının kutsallığına genelde
*
“O gün Mısır’da Kenan dilini konuşan beş kent olacak. Bu kentler Her Şeye Egemen Rab’be
bağlılık andı içecekler” 2003³; “Mısın diyarında Kenan dili konuşan ve orduların Rabbine and
eden beş şehir olacak” 1995. (çev. n.)
213
farkına varılmadan saygı gösterilmemektedir. Buna kötü diye bakılmıyor, çünkü insanlar
cezasız kalan bir küstahlıkla uzun zamandan beri bu büyük ahlaksızlığı sürdürüyorlar. Ama
Rab’bin emri değişmeden devam etmektedir; uyarı sağlıklılığını korumaktadır ve bir gün
etkisini gösterecektir. O’nun adını boş yere ağzına alanlara bununla özel bir öç duyurusu
yapılmaktadır.
Bu emir başka bir açıdan da çiğneniyor: Yeminlerdeki apaçık ahlaksızlıkla, Tanrı’nın
kutsal kullarını O’nun yerine koyuyoruz. O’nun tanrısal yüceliğini onlara mal ediyoruz [Çık.
23:13]. Elçi buna açıkça tanıklık etmektedir. Şöyle yazar: “Đnsanlar kendilerinden üstün biri
üzerine ant içerler”; yüceliğinden daha büyük bir şey olmadığı için Tanrı da Kendi üzerine ant
içmiştir [Đbr. 16-17].
26. Dağ’daki Vaaz’da bu tür yemin yasaklanmıyor mu?
Bu ılımlı yemin etmeyle yetinmeyen Anabaptistler, bütün yeminleri ayrıcalıksız suçlu
buluyorlar, çünkü Mesih, yeminleri genel olarak yasaklamıştır. “Oysa ben size diyorum ki,
hiç ant içmeyin… ‘Evet’iniz evet, ‘hayır’ınız hayır olsun. Bundan fazlası Şeytan’dandır”
[Mat. 5:34-35, 37; Krş. Yak. 5:12]. Ama bu yolla düşüncesizce Mesih’e saldırıyorlar. Mesih
yeryüzüne Tanrı’nın hükümlerini bir kenara koymak için gelmiş gibi O’nu Baba’nın düşmanı
yapıyorlar. Sonsuz Tanrı, sadece yasa altında meşru diye yeminlere izin vermiyor, zorunluluk
durumunda edilmelerine de izin veriyor [Çık. 22:10-11]. Ama Mesih, Baba’yla bir olduğunu
[Yu. 10:30], Baba’nın emrettiğinden başka bir şey getirmediğini [Yu. 10:18], öğretişinin
Kendisinin olmadığını [Yu. 7:16] vb duyuruyor. Öyleyse ne? Tanrı, insanların davranışlarıyla
ilgili olarak emrederek bir zamanlar onayladığını daha sonra yasaklayıp suçlu bulacak kadar
Kendisiyle çelişkiye mi düşüyor?
Ama Mesih’in sözleri biraz güç geldiği için, bunlara biraz zaman ayıralım. Yine de,
gözümüzü Mesih’in niyetine dikmezsek ve bu ayette ne demek istediğine dikkat etmezsek
gerçeğe asla ulaşamayız. O’nun amacı yasayı gevşetmek ya da sıkılaştırmak değil, din
bilginlerinin ve Ferisilerin asılsız icatlarıyla son derece bozdukları olguya yeniden doğru ve
gerçek bir anlayış getirmekti. Bunu anlarsak, Mesih’in bütün yeminleri değil, sadece yasanın
kuralını çiğneyen yeminleri suçladığını düşünürüz. Bu sözlerden halkın o zamanlar sadece
yalan yere yemin etmekten kaçındığı bellidir. Oysa yasa, sadece yalan yere yemin etmeyi
değil, boş yere ve batıl yeminler etmeyi de yasaklamaktadır. Yasanın en güvenilir yorumcusu
olan Rab sadece yalan yere değil, yemin etmenin kötü olduğu yolunda uyarmaktadır [Mat.
5:34]. Neden “yemin etmek”? Elbette Mesih, “boş yere yemin etmek” demek istiyor. Ama
yasada verilen yeminlere dokunmuyor ve bunları özgür bırakıyor. Ne var ki, karşıtlarımız,
“hiç” ifadesini inatla benimsediklerinde, daha zorlayıcı tartıştıklarını düşünüyorlar111. Yine de
bu, “yemin etme” kelimesine değil, bunun ardından gelen ant içme tarzlarına göndermede
bulunuyor. Yerin ve göğün adına yemin ederlerken, Tanrı’nın adına dokunmadıklarını
düşünmeleri de yanlışlarının bir parçasıdır. Đşledikleri başlıca günah örneğinden sonra Rab,
Tanrı’nın adını hasıraltı edip gökyüzü ve yeryüzü diyerek kurtulduklarını sanmasınlar diye,
bütün bahanelere son veriyor. Yeri gelmişken şuna da dikkat edelim: Tanrı’nın adı ifade
edilmese bile, insanlar yaşamın ışığı, yedikleri ekmek, vaftizleri ya da Tanrı’nın onlara
cömertçe verdiği diğer armağanların üzerine olduğu gibi, dolaylı olarak O’nun adıyla yemin
ederler. Bu ayette Mesih insanların gökyüzü, yeryüzü ve Yeruşalim üzerine yemin etmelerini
yasaklarken [Mat. 5:34-35], bazılarının hatalı olarak düşündükleri gibi batılı düzeltmiyor.
Tam tersine, gereksiz yere dolaylı yeminler savurmakta hiçbir yanlışlık görmeyenlerin hilekâr
safsatasını çürütüyor –Tanrı’nın kutsal adı, O’nun bütün bereketlerinin üzerine fiilen
yazıldığında, bu adı esirgiyorlarmış gibi. Ölümlü insanların, ölülerin ya da meleklerin Tanrı
111
Zwingli, In Catabaptistas strophas elenchus, 1527, a.g.e.; Calvin, Brieve instruction contre
les erreurs de la secte commune des Anabaptistes (1544), s. 95 vd.
214
yerine koyulması başka bir konudur. Yaşamın üzerine iğrenç şekilde yemin etmeyi ya da
kralın bir özelliğini aşırı övmeyi icat eden putperest uluslar gibi. Bu yalandan tanrılaştırma tek
Tanrı’yı sıradanlaştırıyor ve O’nun yüceliğini azaltıyor. Ama sadece ifadelerimizin
doğrulanmasını Tanrı’nın kutsal adında aramak istediğimizde, bu dolaylı bile yapılsa, bütün
bu önemsiz yeminlerle O’nun görkemine zarar veriliyor. Mesih, “hiç” yemin etmeme yasağı
getirerek, bu boş bahanelerin yol açtığı günahtan yoksun bırakıyor. Yakup, Mesih’in alıntı
yaptığım bu sözlerini aynı niyetle tekrarlıyor [Yak. 5:12]. Bu düşüncesizlik Tanrı’nın adına
karşı saygısızlık olsa da, dünyada her zaman yaygın olmuştur. Yemin etmek yasaya
ayrıcalıksız uygun değilmiş gibi, “hiç” ifadesiyle özden söz ediyorsanız, hemen ardından
eklenen, “Ne gök ne yer üzerine”yi nasıl açıklayacaksınız? Mesih’in karşısına, Yahudilerin,
suçlarının hafiflediğini sandıkları ufak itirazların çıktığı bu sözlerden yeterince bellidir.
27. Bu durumda, mahkemede edilmeyen yemine ister istemez izin verilmektedir
Sağlıklı hüküm veren insanların, bu ayette Rab’bin sadece yasada yasaklanan
yeminleri onaylamadığından kuşkuları yoktur. Yaşamı boyunca, öğrettiklerinin yetkin bir
örneği olan Rab, koşullar gerektirdiğinde yemin etmekten kaçınmamıştır. Her konuda
Öğretmenlerine itaat ettiklerinden emin olabildiğimiz öğrenciler aynı örneği izlemişlerdir.
Yemin etmek kesinlikle yasaklansaydı Pavlus, yemin etmeye nasıl cesaret ederdi? Ancak
koşullar gerektirdiğinde hiç tereddüt etmeden yemin etmiş, hatta kimi zaman da sövmüştür
[Rom. 1:9; 2Ko. 1:23].
Ama sorun henüz çözülmüş değil. Bazıları sadece kamusal yeminlerin bu yasağın
dışında kaldığını düşünüyorlar. Bir yüksek görevlinin ettirdiği ve gerekli gördüğü
yeminlerimiz, antlaşmaları resmileştirirken prenslerin genellikle ettikleri yeminler, insanların
prenslerinin üzerine ettikleri yeminler, askerin görevine bağlılık yemini ve benzerleri gibi.
Pavlus’un şu ifadeleri de haklı olarak bu kategoriye girmektedir. Görevleri açısından elçiler
özel vatandaşlar değil, Tanrı’nın kamu hizmetlileri oldukları için, bu ifadelerde müjdenin
saygınlığı öne sürülür. Tabii ki, bunların en güvenilir yeminler olduğunu inkar etmiyorum,
çünkü Kutsal Yazı’daki sağlam tanıklıklar bunları destekliyor. Üst düzey görevliler kuşkulu
konularda tanığı yemin etmeye zorlamak için emin verirler; karşılığında tanık da yemin
ederek cevap verir; elçi, insanlar arasındaki kavgalar bu yolla çözümlendiğinden söz
etmektedir [Đbr. 6:16]. Bu emirle herkesin yaptığı iş sağlıklı şekilde doğrulanır.
Ayrıca antik dönem putperestlerinin kamusal ve dinsel yeminlere büyük saygı
gösterdikleri görülebilmektedir. Yine de, fark gözetilmeden edilen sıradan yeminler, içlerinin
Tanrı’nın görkeminin olmadığı düşünülüyormuş gibi, ya pek önemli sayılmaz ya da hiç
önemsiz sayılır.
Ama kişilerin ayık durumda, kutsal bir niyetle, saygıyla ve zorunlu koşullarda ettikleri
yeminleri suçlamak çok tehlikelidir. Hem mantık hem de örnekler bunları desteklemektedir.
Şayet önemli ve ciddi konularda özel kişilerin, aralarında yargıç olması için Tanrı’ya
başvurmaları yasaya uygunsa [1Sa. 24:12] O’na tanık olarak başvurmak için de daha geçerli
bir neden vardır. Kardeşiniz sizi sadakatinizi çiğnemekle suçlar; sevgi görevi olarak siz
kendinizi temize çıkarmaya çalışırsınız. Kardeşiniz hiçbir şekilde tatmin olmayı kabul etmez.
Onun inatçı kötü niyetinden ötürü adınız tehlikeye girerse, zamanı geldiğinde masum
olduğunuzu göstermek için, kusur etmeden Tanrı’nın yargısına başvurabilirsiniz. “Yargı” ve
“tanık” kelimelerini tarttığımızda, Tanrı’yı tanıklığa çağırmak pek önemli bir konu değildir.
Bunun birçok örneği vardır. Đbrahim’le Đshak’ın Avimelek’e ant içmelerinin [Yar. 21:24;
26:31] kamusal olduğu öne sürülse de, karşılıklı ant içerek ittifaklarını onaylayan Yakup ve
Lavan tabii ki, özel kişilerdi [Yar. 53-54]. Aynı şekilde Boaz da, Rut’la vaat edilen evliliğini
doğrulayan özel kişiydi [Rut 3:13]. Ovadya özel bir kişiydi, doğruydu, Tanrı’dan korkuyordu.
Đlyas’ın inanmasını istediği konuyu yeminle doğrulamıştı [1Kr. 18:10].
215
Yeminlerimizi denetlemekten daha iyi bir kuralım yok. Öyle ki, düşüncesizce,
gelişigüzel, nedensiz ya da önemsiz konularda yemin etmeyelim, yeminlerimiz adil bir
ihtiyaca –ya Rab’bin görkemini korumaya ya da bir kardeşi daha ileri düzeyde yetiştirmeyehizmet etsin. Yasanın bu emrinin amacı budur.
Dördüncü Emir
“Şabat Günü’nü kutsal sayarak anımsa. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın.
Ama yedinci gün bana, Tanrın Rab’be Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün…hiçbir iş
yapmayacaksınız” [Çık. 20:8-10].
28. Genel yorumu
Bu emrin amacı şudur: Kendi eğilimlerimiz ve işimiz için ölü sayılarak, Tanrı’nın
Krallığını düşünmeliyiz ve bu düşünceyi O’nun belirlediği yollarda eğilime dökmeliyiz. Ama
bu emirde diğerlerinden farklı özel bir düşünce olduğu için, biraz farklı bir açıklama sırası
gerekmektedir. Đlk babalar alışıldığı üzere bu emre bir ön bildiri diyorlardı, çünkü görünürde
bir güne dikkat edilmesini içeriyordu. Mesih’in gelmesiyle diğer özellikler gibi bugün de
geçersiz olmuştur. Doğru söylüyorlardı ama konunun ancak yarısına değiniyorlardı.
Açıklamamızda daha derinlere inmeli ve bence bu emri tutmanın kapsadığı üç durumu
düşünmeliyiz.
Birincisi, göklerdeki Yasa Koyucu, yedinci gün dinlenmeyi getirirken, Đsrail halkına
ruhsal bir dinlemeyi açıklamak istemiştir. O gün imanlılar, Tanrı’nın içlerinde çalışmasına
izin vermek için işlerini bir kenara bırakmalıdırlar. Đkincisi, yasayı dinlemek, törenler yapmak
için bir araya gelecekleri ya da en azından özellikle O’nun işlerini düşünmeye ayıracakları ve
bunu hatırlayarak dine bağılılıkta eğitilecekleri belirli bir gün olmasını istemiştir. Üçüncüsü,
işlerinden soluk alsınlar diye, kullarına ve başkalarının otoritesi altındakilere bir dinlenme
günü vermeyi hükme bağlamıştır.
29. Vaat olarak Şabat emri
Yine de bu ruhsal dinlenmenin ön bildirisinin Şabat Günü’nde önemli bir yer işgal
ettiğini çok sayıda ayetten öğreniyoruz. Rab, neredeyse başka hiçbir emre bu kadar kesin itaat
edilmesini buyurmamıştır [Say. 15:32-36; Krş. Çık. 31:13 vdd.; 35:2]. Dinin bütünüyle
bozulduğuna peygamberleri aracılığıyla işaret etmek istediğinde, Şabat günlerinin
kirletildiğinden, çiğnendiğinden, tutulmadığından, saygı görmediğinden – bu saygının
gösterilmemesiyle geriye, Kendisinin onurlandırılabileceği hiçbir şey kalmamış gibi- şikayet
etmektedir.[Hez. 20:12-13; 22:8; 23:38; Yer. 17:21, 22, 27; Yşa. 56:2]. En büyük övgüyü
onun tutulmasına bahşetmektedir. Bu nedenle imanlılar da, diğer kehanetlerin içinde Şabat
Günü’nün vahyine büyük ölçüde saygı göstermişlerdir. Nehemya Kitabı’nda Levililer halkın
toplantısında şunları söylemişlerdir: “Kutsal Şabat Günü’nü bildirdin. Kulun Musa
aracılığıyla buyruklar, kurallar, yasalar verdin” [Neh. 9:14]. Yasanın bütün ilkeleri arasında
ona nasıl eşsiz bir saygı gösterildiğini görüyorsunuz. Bütün bu ilkeler, Musa ve Hezekiel’in
en güzel şekilde açıkladığı sırrın saygınlığının yüceltilmesine yaramaktadır. Çıkış’ta şunları
okuyorsunuz: “Şabat günlerini kesinlikle tutmalısınız. Çünkü sizinle benim aramda kuşaklar
boyu sürecek bir belirtidir. Böylece anlayacaksınız ki, sizi kutsal kılan Rab benim. Şabat
Günü’nü tutmalısınız, çünkü sizin için kutsaldır” [31:13-14]. “Đsrailliler, sonsuza dek sürecek
bir antlaşma gereği olarak, Şabat Günü’nü kuşaklar boyu kutlamaya özen gösterecekler. Bu,
Đsrailliler’le benim aramda sürekli bir belirti olacaktır” [31:16-17]. Hezekiel bunu daha
ayrıntılı açıklar ama ifadesinin özeti şuna gelir: Đsrail, Tanrı’nın kendilerini kutsadığını
anlayabilsin diye,
Şabat Günü bir belirtidir. Şayet kutsanmamız bizi isteğimizden
vazgeçiriyorsa, dışsal belirtiyle içsel gerçek arasında çok yakın bir ilişki vardır. Tanrı
içimizde çalışabilsin diye iyice dinlenmeliyiz. Đsteğimize boyun eğmemeliyiz. Yüreğimize
216
teslim olmamalıyız. Benliğimizin bütün isteklerinden vazgeçmeliyiz. Kısacası, planladığımız
bütün faaliyetleri bırakmalıyız. Öyle ki, elçinin de öğrettiği gibi Tanrı, bizde çalışabilsin [Đbr.
13:21] diye biz O’nda dinlenmeliyiz [Đbr. 4:9].
30. Yedinci gün
Geleneklere göre, Yahudiler için, yedi günün bir günü tutmak bu sonsuz molayı temsil
ediyordu. Onu daha büyük bir dine bağlılıkla tutsunlar diye Rab, Kendisi örnek olmuş, onu
övmüştü. O’nun, Yaratıcıyı taklit ettiğini bilmenin insanları gayrete getirmekte değeri pek de
az değildir.
Şayet yedi sayısında, Kutsal Yazı’da yetkinlik sayısında gizli bir anlam aranıyorsa, iyi
bir nedenle bu, sürekliliği belirtmek için seçilmiştir. Musa’nin bir ifadesi bunu
desteklemektedir. Musa, bir günde günlerin ve gecelerin art arda gelişini anlatmakta, “Tanrı…
yaptığı işi bitirip dinlendi” diye noktalamaktadır [Yar. 2:3]. Bu sayı başka şekilde de
yorumlanabilir: Rab, Son Gün gelinceye kadar Şabat’ın asla mükemmel olmayacağına işaret
etmiştir. Biz burada O’ndaki kutsanmış dinlenmemize başlarız. Bunda her gün yeni
ilerlemeler kaydederiz. Ama benlikle hala sürekli savaşıldığı için, Yeşaya’nın “Yeni Ay’dan
Yeni Ay’a, Şabat Günü’nden Şabat Günü’ne” [Yşa. 66:23) sözü, yani Tanrı’nın, “her şeyde
her şey” [1Ko. 15:28] olması gerçekleşinceye kadar Şabat mükemmel olmayacaktır. Görünen
o ki, yedinci günle Rab, halkının yaşam boyu Şabat’ı sürekli düşünerek onun mükemmelliğini
arzu emesi için, gelecekteki Son Gün’de Şabat’ının mükemmel olmasını planlamıştır.
31 . Şabat Günü emri Mesih’te yerine getirilmektedir
Anlaşılması güç diye yedi sayısının bu yorumu hoşa gitmezse şu şekilde daha basite
indirgenmesine hiç itirazım yok: Rab, belli bir gün emretmiştir. Halkı o gün ruhsal dinlenmeyi
yasanın öğrettiği şekilde sürekli düşünecektir. Bunun için yedinci günü belirlemiştir, çünkü ya
bunun yeterli olduğunu önceden görmüş ya Kendi örnek olarak halkı daha iyi harekete
geçirmiş ya da en azından Yaratıcılarını örnek almaktan başka Şabat’ın başka bir amacı
olmadığını onlara belirtmiştir. Hangi yorumu kabul ettiğimiz çok fark etmez. Yeter ki, ilke
olarak ortaya atılan sırrı unutmayalım: Bu da, yaptığımız işleri bırakıp sürekli dinlenmektir.
Yahudiler sadece fiziksel işlerine ara vererek bütün görevlerini yerine getirdiklerini
düşünmesinler diye peygamberler onlara bunu göz önünde tutmalarını sürekli
hatırlatmışlardır. Az önce alıntı yapılan ayetten başka Yeşaya şunu söylemektedir: “Kutsal
günümde dilediğinizi yapmaz, Şabat Günü’nü çiğnemezseniz, Şabat Günü’ne ‘Zevkli’,
Rab’bin kutsal gününe ‘Onurlu’ derseniz, kendi yolunuzdan gitmez, keyfinize bakmayıp boş
konulara dalmazsanız… Rab’den zevk alırsınız” [Yşa. 58:13-14].
Ama Rab Mesih’in gelişiyle emrin törenle ilgili bölümünün geçersiz kılındığından
şüphe yoktur. Çünkü O, huzurunda bütün her şeyin gözden kaybolduğu gerçektir. O,
belirdiğinde bütün gölgelerin arkada kaldığı bedendir. Şabat’ın gerçek yerine getirilmesinin O
olduğunu söylüyorum. “Yeni bir yaşam sürmek üzere vaftiz yoluyla O’nunla birlikte ölüme
gömüldük. Eğer O’nunkine benzer bir ölümde O’nunla birleştiysek, O’nunkine benzer bir
dirilişte de O’nunla birleşeceğiz” [Rom. 6:4-5]. Bu nedenle başka bir yerde elçi, Şabat
“Gelecek şeylerin gölgesidir, aslı ise Mesih’tedir” diye yazıyor [Kol. 2:17]. Yani Pavlus bu
ayette gerçeğin özünü çok iyi açıklamıştır. Bu, tek bir günle sınırlı değildir, kendimiz için
bütünüyle ölüp Tanrı’nın yaşamıyla doluncaya kadar yaşamın bütün seyrine kadar gider. Bu
nedenle Hıristiyanlar bu günleri batıla düşerek tutmaktan tümüyle kaçınmalıdırlar.
32. Dördüncü Emir, dıştan denetlenmeyi ne kadar aşar?
Şabat için sözü edilen iki neden antik dönemdeki gölgelerle ilişkilendirilmemelidir.
Bunlar her çağda aynı şekilde geçerlidir. Şabat yürürlükten kaldırılmış olsa bile, bizim için
hala şu fırsatlar vardır: (1) Söz’ü dinlemek, gizemli ekmeği bölmek ve toplu dua etmek için
217
belirlenen günlerde toplanmak, (2) uşakların ve çalışanların yaptıkları işe ara vermeleri.
Rab’bin, Şabat emrinin bu ikisiyle ilişkili olduğundan hiç kuşku yoktur. Sadece Yahudilerin
kullanımıyla ilgili olsa da birincisinin bol bol örneği vardır. Yasanın Tekrarı’nda Musa şu
sözlerle bunu belirtmiştir: “Sen… erkek ve kadın kölen… hiçbir iş yapmayacaksınız…
Mısır’da köle olduğunu anımsayacaksın” [5:14-15]. Çıkış’ta da şöyle demektedir: “Böylece
hem öküzünüz, eşeğiniz dinlenir, hem de kadın kölenizin oğulları…rahat eder” [23:12]. Bu
ikisinin bizim için olduğu kadar Yahudiler için de geçerli olduğunu kim inkar edebilir?
Kilisede toplanmayı bize Tanrı Sözü emretmektedir. Günlük deneyimlerimizden de buna ne
kadar ihtiyacımız olduğunu biliyoruz. Ancak bir gün belirlenmesiydi bu toplantılar nasıl
yapılırdı? Elçinin ifadesine göre, “Her şey uygun ve düzenli biçimde yapılsın” [1Ko. 14:40].
Uygunluğu ve düzeni –bu düzenlemeden ve anlaşmadan başka şekilde- sürdürmek
imkânsızdır. Kafa karışıklığı ve yıkım, çözüme ulaştırılmazsa kiliseyi tehdit eder. Ama
Rab’bin Yahudiler için belirlediği Şabat’ı kolaylaştırmak için aynı zorunlulukla karşı karşıya
kalırsak, bunun bizimle ilgilisinin olmadığını kimse iddia etmesin. Çok tedbirli ve çok
merhametli Babamız, Yahudilerinkinden daha az olmayan ihtiyaçlarımızın çaresine bakmak
istemektedir.
Günler arasındaki ayırımı ortadan kaldırmak için neden her gün toplanmıyoruz diye
soruyorsunuz. Keşke bize bu verilseydi! Kutsal Yazı’nın bilgeliği her gün bunun için belirli
bir zaman ayrılmasını gerçekten hak ekmiştir. Ama insanların zayıflığı her gün toplantı
düzeltilmesini imkansız duruma getiriyorsa ve sevgi kuralı onlardan daha fazlasının
istenmesine izin vermiyorsa Tanrı’nın istemiyle bize getirilen düzene neden itaat etmiyoruz?
33. Pazar günlerine neden kutluyoruz?
Burada uzun süre durmak zorundayım, çünkü bazı huzursuz ruhlar hâlihazırda Rab’bin
Günü konusunda kargaşa çıkarıyorlar112. Hıristiyan halkın, belirli günlerde ibadet ettiği için
Yahudilikten beslendiğinden şikâyet ediyorlar. Ama ben, bu günlerde ibadet etmekle
Yahudiliği aştığını, çünkü bu açıdan Yahudilerden çok farklı olduğumuz cevabını veriyorum.
Bir ruhsal gizemin ifade edildiğini sanarak vicdanımızın sesini çok katı bir şekilde dinleyip
bunu bir tören diye kutlamıyoruz biz. Tersine, kilisede düzeni korumak için gereken bir çare
olarak bunu kullanıyoruz. Yine de Pavlus, bugün ibadet edildiği için hiç kimsenin
Hıristiyanları yargılamaması gerektiğini, çünkü bunun sadece “gelecek şeylerin gölgesi
olduğunu” öğretiyor [Kol. 2:17]. Bu nedenle, Galatyalılar özel günler kutladıkları için, onlara
“boş yere emek vermekten” korkuyor [Gal. 4:10-11]. Romalılarda günler arasında ayırım
gözetmenin batıl olduğunu duyuruyor [Rom. 14:5]. [Seslendiği insanlar] amacın siyasal ya da
kilisesel düzen olmasına bakmamışlardır ama Şabat günlerini ruhsal şeylerin gölgesi diye
koruyarak, Mesih’in yüceliğini ve müjdenin ışığını bu kadar karartmışlardır. Elleriyle iş
yapmaktan kaçınmalarının nedeni bunların kutsal çalışmalardan ve düşüncelerden sapma
olması değildi, bu günleri kutlayarak bir zamanlar verilen sırları onurlandırdıklarını
vicdanlarının sesini dinleyerek düşünüyorlardı. Elçinin, Hıristiyan paydaşlığının esenliğine
yarayan yasaya uygun bir seçiciliği değil, günlerin böyle anlamsız şekilde ayırt edilmesini
azarladığını söylüyorum. Nitekim kendi kurduğu kiliselerde bu amaçla Şabat günü
korunuyordu. Korintlilere, Yeruşalim’deki kardeşlerine yardım etmek için o gün bağış
toplamalarını öneriyordu [1Ko. 16:2]. Batıldan korkuluyorsa, Yahudilerin kutsal günleri
Hıristiyanların şimdi tuttukları Rab’bin günlerinden daha tehlikelidir. Batıldan kurtulmak
112
1537’de Colinaeus ya da Colon adlı bir vatandaş vaftiz ve Şabat konusundaki aykırı
fikirleri nedeniyle cezaevine koyulduğunda bu “huzursuz ruhların” bazısı Cenevre’de ortaya
çıkmıştı. Bu olaydan Thonon pastörü Christophe Fabri’nin Cenevre pastörüne yazdığı 31
Temmuz 1531 tarihli mektupta söz edilmektedir.
218
yararlı olduğu için, Yahudilerin kutsal günü bir kenara bırakılmıştır113; kilisede adaba uymayı,
düzeni ve esenliği korumak gerekli olduğu için, bu amaçla başka bir gün belirlenmiştir.
34. Kutsal güne ruhsal olarak uyulması
Bununla beraber, antik dönem insanları dikkatle fark gözetmezlik etmeden Şabat’ın
yerine (bizim verdiğim adla) Rab’bin Günü’nü koymamışlardır. Antik dönem Şabat’ının
simgelediği gerçek dinlenmenin amacı ve yerine getirilmesi Rab’bin dirilişinde yatmaktadır.
Gölgelere son veren o gün Hıristiyanları gölge bir ayine yapışıp kalmasınlar diye
uyarmaktadır. Ben de, “yedi” sayısına yapışıp kalmıyorum, öyle ki kilise ona boyun eğmeye
bağlı olmasın. Hiçbir batılın olmaması koşuluyla, toplantı yapmak için başka dinsel tören
günleri olan kiliseleri suçlamıyorum da. Sadece disiplinin ve iyi bir düzenin korunmasına
bakıyorlarsa bu, böyle olacaktır.
Özetlersek: Gerçeğin, Yahudilere bir kişi olarak verilmesi gibi, bizim önümüze de
gölgesiz koyulmuştur. Birincisi, Rab’bin Ruhu aracılığıyla bizde çalışması için, bütün
işlerimizi bıraktığımız, sonsuza kadar süren bir Şabat tatilini yaşamımız boyunca
düşünmeliyiz. Đkincisi, her birim ne zaman bir boş zaman bulduğumuzda dinimize bağlı bir
şekilde gayret göstererek Tanrı’nın işlerini düşünmeliyiz. Ayrıca Sözü dinlemek,
sakramentlerin verilmesi ve topluca dua etmek için hepimiz birlikte yasaya uygun bir düzende
ibadet etmeliyiz. Üçüncüsü, bize bağlı olanlara insanlık dışı baskı yapmamalıyız114.
Daha önceki yüzyıllarda halka Yahudilerin görüşünü aşılayan sahte peygamberlerin
boş konuşmaları böylece çürütülmektedir. Onlar, bu emrin sadece törenle ilgili bölümünün
(onların anlatım biçimlerinde yedinci günün “belirlenmesinin”) hükümsüz kılındığını ama
ahlakla ilgili bölümünün –yani yedi günden birinin tayin edilmesinin- devam ettiğini öne
sürmüşlerdir115. Bu, günün kutsallığını unutmadan, Yahudileri kınama olarak sadece günün
değişmesidir. Yahudilerde olduğu gibi, biz de günlerin sırrının önemini hala koruyoruz. Böyle
bir öğretiyle ne sağladıklarını gerçekten görüyoruz. Bunların arasında kurumlara yapışıp
kalanlar Şabat konusunda ahmakça ve dünyasal batıl inançlarında Yahudileri üç kat
geçmektedirler116. Yeşaya Kitabı’nda okuduğumuz azarlar, peygamberin kendi döneminde
payladıkları kadar bugün onlar için de geçerlidir [1:13—15; 58-13]. Ama şu genel öğretişe
sadık kalmalıyız: dini, bizim bozulmuşluğumuzdan ya da sapmışlığımızdan korumak için
kutsal toplantılara sık sık gitmeye gayret etmeliyiz ve Tanrı’ya tapınmayı geliştiren dış
yardımların üzerinde durmalıyız.
113
Bu parçadan ve m. 34’den anlaşıldığına göre, Calvin için Hıristiyan Şabat’ı, Westminister
Đnanç Açıklaması XXI.8’deki gibi, “haftanın ilk günü olarak değişen” Yahudi Şabat’ının
sürdürülmesi değil, kilisenin düzeninin ve ruhsal sağlığının bir yolu olarak, Yahudi Şabat’ının
yürürlükten kaldırılması üzerine benimsenmiş farklı bir Hıristiyan kurumudur.
114
Calvin burada Cassiodorus’tan söz ediyor. Calvin’in çalışan sınıfa baskı yapmaktan
kaçınmayla ilgili görüşü yine de bu vatansever kaynaktakine benzemez. Luther, Uzun
Đlmihali’inde işçinin tatil günü üzerinde fazlasıyla durmaktadır (1520). Bu konu John Hooper
ve Thomas Becon gibi Đngiliz Reformcularda öne çıkmaktadır.
115
Krş. Albertus Magnus, Compendium vetitatis theologicae (Venedik, 1485) V. 62; Aquinas,
Summa Theol. I IIae. c.3 ve 2; II IIae. cxxii. 4 ve 1.
116
Bk. Catholic Encyclopedia, “Kurumlar” ve “Papalık kurumları” maddeleri. Calvin’in
görüşü, bilinçli olarak Şabatçılığa karşıttır. Daha sonraki tarihlerde Protestanlıkta olduğu gibi
Ortaçağ’da da Pazar günü konusunda ciddi bir legalizm vardı. Ortaçağ’ın başında tövbe
ilahileri kitapları Pazar günü çalışanlara ağır cezalar verildiğine işaret etmektedir. Calvin’in
görüşü, “o gün Yahudiler gibi ibadete yer olmadığına” dair Đkinci Đsviçre Đnanç Açıklaması
XXVI’da benimsenen görüşe benzemektedir.
219
Beşinci Emir
“Annene babana saygı göster. Öyle ki, Tanrın Rab’bin sana vereceği ülkede ömrün
uzun olsun” [Çık. 20:12].
35. Bu emrin geniş kapsamı
Amaç şudur: Tasarrufunu117 korumak Rab Tanrı’nın gözüne iyi göründüğü için,
pekiştirdiği üstünlüğün boyutları bizim için tartışılmazdır. Özeti şudur: Tanrı’nın bizim
başımıza getirdiği kişilere saygı gösterelim ve onlara saygıyla, itaatle ve şükranla davranalım.
Bundan çıkan sonuç, küçümseyerek, inat ederek ya da nankörlük ederek onların
saygınlıklarını ellerinden almamız yasaktır. Kutsal Yazı’da “saygı” sözcüğünün geniş bir
anlamı vardır. Elçi, “Đyi yöneten ihtiyarlar… iki kat saygıya layık görülsün” [1Ti. 5:17]
dediğinde, sadece onların layık oldukları saygıdan değil, hizmetlerinin onlara kazandırdığı
bedelden de söz etmektedir. Bu boyun eğme ilkesi, gururlu bir konumun özlemiyle şişerek
boyun eğmeye isteksizce dayanan insan doğasının bayağılıyla çok çelişkilidir. Bu durumda,
bu tür bir üstünlüğü örnek diye vermektedir. Bu örnek, doğası gereği daha sevimli ve daha az
tiksindiricidir, çünkü düşüncelerimizi daha kolayca yumuşatır ve boyun eğme alışkanlığına
daha kolayca yönlendirir. Hoş görmenin çok kolay olduğu bu boyun eğmeyle Rab bizi
giderek yasaya uygun şekilde boyun eğmeye alıştırmaktadır, çünkü hepsinin nedeni aynıdır.
Nitekim üstünlük verdiği kişilerle Kendi adını paylaşmaktadır. Bunu korumak gerekir.
“Baba”, “Tanrı”, “Rab” adları sadece O’na aittir. Bunlardan herhangi birini duydukça O’nun
yüceliğinin verdiği korkuyla heyecanlanmadan duramayız. Olağanüstülüğünün kıvılcımı bu
sıfatları paylaştığı kişilerle yakar. Öyle ki, onların her biri kendi mevkiine göre fark edilsin.
Babamız olan kişide tanrısal bir şeyin ayrımına varırız, çünkü bu tanrısal sıfatı nedensiz
taşımamaktadır. “Prensin” ya da “efendinin” Tanrı’nın saygınlığından payı vardır.
36. Talep
Bu nedenle, Rab’bin burada evrensel bir kural belirlediğinden hiç kuşkumuz
olmamalıdır. Yani birinin, Rab’bin atamasıyla başımıza getirildiğini bilmek ona saygı
göstermemizi, itaat etmemizi ve şükran duymamızı gerektirir ve diğer bu tür görevleri de
onun için elimizden geldiğince yapmalıyız. Üstlerimizin bu saygıya değip değmedikleri fark
etmez. Kim olurlarsa olsunlar bu konumlarına Tanrı’nın sağlayışıyla gelmişlerdir –bu, Yasa
Koyucunun bize onları saydırması için bir kanıttır. Bununla beraber, bizi bu dünyaya getiren
ana babamıza saygı göstermemizi açıkça buyurmaktadır. Bir şekilde doğa bizi bunu
öğretmelidir. Ana babasının otoritesini kötüye kullanarak ya da inatla çiğneyenler insan değil,
canavardır! Rab, ana babasına saygısızlık edenlerin öldürülmesini emretmektedir. Kendilerini
gün ışığına çıkarmak için gayret edenleri tanımayanlar, bunun yararlarına layık değildir.
Yasaya yapılan çeşitli eklerden yaptığımız belirlemeler açıkça doğrudur. Burada üç tür
saygıdan söz edilmektedir: Saygı, itaat ve şükran. Rab, babasına ya da annesine sövenin
öldürülmesini buyurduğunda bunlardan ilkini –saygıyı- pekiştirmektedir [Çık. 21:17; Lev.
20:9; Özd. 20:20]. Burada küçümsemeyi ve kötüye kullanmayı cezalandırmaktadır. Đtaatsiz ve
başkaldıran çocuklar için ölüm cezası hükmü verdiğinde ikincisini –itaat- pekiştirmektedir
[Yas. 21:18-21]. Mesih’in Mat. 15. bölümde üçüncü tür saygıdan, şükrandan söz etmektedir:
Ana babamıza iyilik yapmak Tanrı’nın emredir [4-6. a.]. Pavlus ne zaman bu emirden söz
etse, bunu talep edilen itaat diye yorumlamaktadır [Ef. 6:1-3; Kol. 3:20].
37. Vaat
Öneri şeklinde bir vaat eklenmektedir. Bu, bize burada emredilene boyun eğmemizin
Tanrı’nın gözüne ne kadar iyi göründüğünü bize daha iyi göstermektedir. Pavlus, “Vaat
117
“Dispositionis” Krş. I. xiii. 6: “Dispositionem vel oeconomiam”
220
içeren ilk buyruk budur” dediğinde [Ef. 6:2], bu iğneyle dürterek bizi duyarsızlığımızdan
uyandırmaktadır. Birinci levhada verilen vaat tek bir emirle sınırlı değildir, bütün yasayı
kapsamaktadır. Bunu şöyle anlamalıyız: Rab, Đsraillilere özellikle miras olarak vermeyi vaat
ettiği ülkeden söz etmektedir. Bu ülkeye sahip olmak Tanrı’nın cömertliğinin garantisiyse,
Rab’bin, onlara cömertliğinin keyfini sürebilecekleri uzun ömür vaadiyle sevgisi kanıtlamak
istemesine şaşırmamalıyız. Bu, şu demektir: “Annene babana saygı göster ki, sevgimin kanıtı
olarak senin olacak ülkede uzun bir ömür sürdürmenin keyfini yaşayabilesin.” Üstelik bütün
imanlılar için, yeryüzü bereketlenmiş olduğu için, şu andaki yaşamımızı da Tanrı’nın
bereketlerine dâhil etmemiz doğrudur. Şimdiki yaşamın uzunluğu aslında Tanrı’nın bize
gösterdiği cömertliğinin kanıtı olduğu için, bu vaatte aynı şekilde bize de gönderme vardır.
Bu, bereketi kendi içinde barındırıyormuş gibi, ne bize vaat edilmektedir ne de Yahudilere
vaat edilmiştir ama Tanrı’nın şefkatinin geleneksel bir simgesi olarak dine bağlı insanlara vaat
edilmiştir. Anne babasına itaat eden bir oğul, olgunluğa erişmeden önce bu yaşamdan giderse
Rab, vaadini tereddütsüz yerine getirir. Bu, sadece bir dönüm vaat ettiği birine yüz dönüm
vermesinden daha az bir olasılık değildir. Konu bütünüyle şudur: Tanrı’nın bereketi olduğu
için bize uzun ömür vaadi verildiğini ve Tanrı’nın sevgisinin kanıtı olduğu için de bunun
bereket olduğunu düşünmeliyiz. Tanrı bunu kullarına ölüm aracılığıyla çok daha zengin ve
çok daha esaslı şekilde kanıtlamakta ve gerçekte de göstermektedir.
38. Tehdit
Rab, ana babalarına gerektiği şekilde saygı gösteren çocuklara şimdiki yaşamda
bereket vaat ederken, aynı zamanda da bütün inatçı ve itaatsiz çocukları da kaçınılmaz bir
lanetin tehdit ettiğine işaret etmektedir. Bu emrin yerine getirilmesini güven altına almak için
Rab, yasası aracılığıyla onlara ölüm cezasına maruz kalacaklarını duyurur ve
cezalandırılmalarını emreder. Eğer bu yargıdan kurtulurlarsa onlardan şu ya da bu şekilde
Kendisi öç alır. Böyle kaç kişinin savaşta ya da kavgada öldüğünü görüyoruz; diğerlerininse
daha az alışıldık yollarla cesaretleri kırılıyor. Bu tehdidin boş yere olmadığı neredeyse
herkese kanıtlanıyor. Bazı insanlar çok yaşlanıncaya kadar bu cezadan kaçabiliyorlar. Yine de
bu yaşamda Tanrı’nın bereketinden yoksun kalıyorlar ve gelecekteki daha büyük cezalar için
saklanarak acınacak durumda eriyip gidiyorlar. Tanrı’ya bağlı çocuklara vaat edilen bereketi
paylaşmaktan çok uzaktalar!
Ne var ki, yeri gelmişken bize ana babamıza sadece “Rab yolunda” itaat etmemizin
emredildiğini de belirtmeliyiz [Ef. 6:1]. Daha önce koyulan ilkeden de bu bellidir. Çünkü ana
babalar, Kendisine gösteren saygının bir bölümünü onlarla paylaşan Rab tarafından
getirildikleri yerde oturmaktadırlar. Bu nedenle onlara boyun eğmek en yüce Baba’ya saygı
göstermek için atılan bir adım olmalıdır. Yasayı çiğnememiz için bizi kışkırtırlarsa onlara ana
baba diye değil, gerçek Babamıza itaat etmekten bizi uzaklaştırmaya çalışan yabancılar diye
bakmaya mükemmelce hakkımız vardır. Prenslere, efendilere ve bütün üstlere böyle
yapmalıyız. Tanrı’nın yüceliğini aşağıya çekecek mevkide olmaları değersiz ve saçmadır.
Tam tersine mevkileri Tanrı’nın yüceliğine bağlıdır ve bizi buna yönlendirmelidir.
Altıncı Emir
“Adam öldürmeyeceksin” [Çık. 20:13]
39. Emir
Bu emrin amacı şudur: Rab, birlik olsunlar diye insanları bir araya getirmiştir. Bu
nedenle biri, herkesin güvenliğiyle ilgilenmelidir. Özetlersek, komşumuzun bedenine zarar
verecek her tür şiddet, yaralama ve zedeleme eylemi bize yasaktır. Bu durumda bize,
komşularımızın yaşamını korumak için yararlı bulduğumuz şeyden sadakatle yararlanmamız,
onların esenliğiyle ilgilenmemiz, zararlı bir şey varsa savuşturmamız, tehlikedeyseler yardım
221
eli uzatmamız emrediliyor. Tanrı’nın Yasa Koyucu olarak böyle konuştuğunu hatırlarsanız,
aynı zamanda bu kuralıyla bizim canımızı da yönetmek istediğini düşünün. Yürekteki
düşüncelere bakan ve özellikle bu düşüncelerde yaşayan Tanrı’nın sadece beden için gerçek
doğruluk talimatı vermesi gülünç olurdu. Bu nedenle bu yasa yüreğin öldürülmesini de
yasaklamakta ve bir kardeşin yaşamını korumayı içten istememizi emretmektedir. Aslında bir
cinayeti bir el doğurur ama öfke ve nefretin bulaştığı düşünce ona gebe kalır. Kardeşinize ona
zarar verme arzusuyla yanıp tutuşmadan öfke duyup duymadığınıza bakın. Ona
öfkelenemiyorsanız, ondan nefret edemezsiniz, çünkü nefret öfke beslemekten başka bir şey
değildir. Duygularınızı gizlemenize ve yararsız çarelerle kaçmaya çalışmanıza rağmen –
öfkenin ya da nefretin olduğu yerde zarar verme isteği de vardır. Bu konudan kaçmaya
çalışıyorsanız Ruh, “Kardeşinden yürekten nefret eden katildir” diye duyurmaktadır [1Yu.
3:15, mealen]. Rab Mesih, “Kardeşine öfkelenen herkes yargılanacaktır. Kim kardeşine
aşağılayıcı bir söz söylerse, Yüksek Kurul’da yargılanacaktır. Kim kardeşine ahmak derse,
cehennem ateşini hak edecektir” diye ilan etmektedir [Mat. 5:22].
40. Bu emrin nedeni
Kutsal Yazı bu emrin iki temele dayandığını belirtiyor: insan hem Tanrı’nın suretidir
hem de bizim soyumuzdur. Bütün insanlıktan vazgeçmek istemiyorsak onu kendi soyumuz
olarak bağrımıza basmalıyız. Bu teşvikin Mesih’in kurtarışından ve lütfundan geldiğini başka
bir yerde göreceğiz118. Rab, insanda doğal olarak bulunan iki şeyi göz önünde tutmamızı ve
bizi korumasını istemeye yönlenmemizi istemiştir: O’nun, insana damgaladığı suretine saygı
göstermek ve O’ndaki soyumuza kucak açmak. Kan dökmekten alıkoyan Tanrı, adam
öldürme suçunu eklemiştir. Yaptığınız işlerle suç işlerseniz, komplo girişiminde bulunursanız,
komşunuzun güvenliğine ters düşen bir şey ister ya da planlarsanız, cinayetten suçlu
olduğunuz düşünülür. Yeteneğinize ve imkânınıza göre onun güvenliğiyle ilgilenmeye gayret
etmezseniz, yasayı iğrenç şekilde çiğnersiniz. Ama komşumuzun bedeniyle çok ilgilenirsek
bundan, Rab’bin gözünde bedenden çok daha üstün olan canın güvenliğine ne kadar gayret
ettiğimiz ve emek verdiğimiz sonucunu çıkarabiliriz.
Yedinci Emir
“Zina etmeyeceksin” [Çık. 20:14]
41. Genel yorum
Bu emrin amacı şudur: Tanrı alçakgönüllülüğü ve paklığı sevdiği için, bütün
murdarlıklar bizden uzak olmalıdır. Öyleyse özetlersek: Bedenin murdarlığı ya da aşırı
şehvetiyle kirlenmemeliyiz. Bu, yaşamımızın her alanını erdemli ve ölçülü şekilde
düzenlememizi olumlu bulan emre uygundur. Ama şehvetin yol açtığı fuhşu açıkça
yasaklamaktadır. Damgasıyla da bedeni dağlayacak kadar daha iğrenç ve daha somut olan
fuhşun murdarlığı bizi her tür şehvetten iğrendirmelidir.
Đnsan yalnız bir yaşam sürdüremeyecek ama bir yardımcının kendisiyle birlikte
olmasından keyif alacak şekilde yaratılmıştır [Krş. Yar. 2:18]. Sonra günahın lanetiyle bu
zorunlulukla daha çok karşı karşıya kalmıştır. Bu durumda Rab evliliği, Kendi yetkisiyle
başlayan paydaşlığı oluşturduğunda bu konuda bize yeterince sağlayıştı bulunmuş ve
bereketiyle de kutsamıştır. Bundan, evliliğin dışında bir birlikteliğin O’nun gözünde lanetli
olduğu ve evlilikteki arkadaşlığın, dizginlenmemiş şehvete dalmaktan koruyan zorunlu bir
çare olarak emredildiği açıktır. Bir erkeğin bir kadınla Tanrı’nın lanetine uğramadan evlilik
dışı birlikte oturamadığını duyduğumuzda kendimizi kandırmayalım.
118
III. vii. 2-7; III. xx.38, 45-46; IV. Đ. 11-19; IV. xiv. 9; IV. xvii. 38-40
222
42 . Bekârlık
Tanrı’nın özel lütfuyla ayrıcalık verdiklerinin dışında biz, doğamızın durumu gereği
ve Düşüşten sonra şehvetin uyanmasıyla kadın toplumuna iki kat eğilimliyiz. Her erkek
kendisine ne verildiğini görsün. Bekârlığın küçümsenmeyecek bir erdem olduğunu kabul
ediyorum. Yine de bu, bazılarından esirgenmiş, diğerlerine de sadece bir süreliğine
verilmiştir. Kendini tutamayarak mücadelede başarılı olamayanlar, çağrılmışlıkları
derecesinde erdemlerini korumaya yardım etmesi için evliliğe başvurmalıdırlar. Bu ilkeyi
kabul etmeyenler [Krş. Mat. 19:11] aşırılıkları karşısında kendilerine bağışlanıp sunulan bu
çareye başvurmazlarsa Tanrı’ya karşı gelirler ve emrine direnirler. Hiç kimse –bugün
birçoğunun yaptığı gibi- Tanrı’nın yardımıyla her şeyi yapabileceğini söyleyerek bana karşı
çıkmasın119. Çünkü Tanrı ancak Kendi yolundan gidenlere, yani çağrısında yürüyenlere
yardım etmektedir [Krş. Mez. 91:1, 14?]. Tanrı’nın yardımını ihmal edenlerin hepsi
çağrılarından saparak zorunluluklarını üstesinden gelip yenmek için akılsızca ve düşüncesince
çabalarlar. Rab, ölçülülüğün Tanrı’nın özel bir armağanı olduğunu doğrulamaktadır. Bu
armağan bir bütün olarak kiliseye ayrım gözetmeden bahşedilmez, üyelerinin birkaçına
bahşedilir. Her şeyden önce Rab, Göklerin Krallığı uğruna kendilerini hadım ettiren erkek
sınıfının farkındadır [Mat. 19:12] –yani Göklerin Krallığının işlerini daha koşulsuz ve özgürce
yapmaya adasınlar diye onlara izin vermenin. Hadım olmanın insanın kendi gücünde yattığını
kimse düşünmesin diye, bundan hemen önce bu ilkeyi bütün erkeklerin değil, özellikle gökten
kendilerine “verilmiş” olanların alabildiğine işaret etmektedir [Mat.19:11]. Buradan şu sonuca
varmaktadır: “Bunu kabul edebilen etsin” [Mat. 19:12]. Pavlus, “Herkesin Tanrı’dan aldığı
ruhsal bir armağanı vardır; kiminin şöyle, kiminin böyle” dediğinde [1Ko. 7:7] bunu daha
açıkça belirtmektedir.
43. Bu emirle ilgili olarak evlilik
Bekârlıkta erdemi korumak büyük bir çaba ve gayretle istense bile herkese
verilmediğinin, Rab’bin, Kendi işini yapmaya daha çok hazır olsunlar diye bunun sadece bazı
insanlara bahşettiği özel bir lütuf olduğunun açıkça duyurulduğu bize bildiriliyor. O zaman
yaşam tarzımızı yeteneğimizin ölçüsüyle bağdaştırmazsak Tanrı’ya ve bize verdiği doğaya
karşı savaşmaz mıyız? Tanrı fuhşu yasaklıyor. Bizden saflık ve alçakgönüllülük istiyor. Bunu
korumanın tek bir yolu vardır: Her insanın standartlarını ölçmesi. Hiçbir erkek evliliğin
kendisi için yararsız ya da gereksiz diye küçümsemesin. Hiçbir erkek karısı olmadan
yaşayamıyorsa bekârlığı istemesin. Bedenin dinlenmesi ve uygunluğu için değil, sadece, bu
evlilik bağından özgür kalarak dine bağlılığın bütün görevlerine daha çok hazır ve gönüllü
olmak için bu durumda kalsın. Bu bereket birçok kişiye sadece bir süreliğine verildiği için,
herkes bekâr kalmaya uygun olduğu sürece evlilikten kaçınsın. Şehvetini dizginleyecek gücü
yoksa Rab’bin ona evlilik zorunluluğu getirdiğini kabul etsin. Elçi, “Fuhuştan ötürü her erkek
karısıyla, her kadın da kocasıyla yaşasın” [1Ko. 7:2] diye emrettiğinde bunu kanıtlamaktadır.
Ayrıca, “Ama kendilerini denetleyemiyorlarsa” Mesih’te “evlensinler” [1Ko. 7:9] demektedir.
Birincisi elçi, insanların büyük bölümünün kendini tutama suçuna bağımlı olduğunu söylüyor.
Đkincisi böyle bağımlılığı olanların ayrıcalıksız hepsine, erdemsizliğe karşı direnmek için tek
çareye sığınmalarını emrediyor. Kendilerini tutamayanlar hastalıklarını bu yolla tedavi etmeyi
ihmal ederlerse, elçinin bu emrine itaat etmeyerek de günah işlerler. Kadına elini sürmeyen
erkek, bu arada yüreği için için şehvetle yanarken, utanmazlıkla suçlanamazmış gibi
kendisiyle övünmesin. Pavlus, ölçülülüğü “bedenin erdemiyle yüreğin paklığının birleşmesi”
diye tanımlıyor. “Evli olmayan kadın…hem bedence hem ruhça kutsal olmak amacıyla
Rab’bin işleri için kaygılanır” [1Ko. 7:34]. Pavlus, yukarıda söz edilen ilkeyi aklıyla
onaylarken, bir kadın almanın fahişeyle birleşerek kendini kirletmekten daha iyi olduğunu
119
Eck, Enchiridion, din adamlarının bekarlığı konusundaki böl. xix (1541, fo. 129b)
223
[Krş. 1Ko. 6:15 vdd.] söylemekle kalmıyor, “için için yanmaktan daha iyi” olduğunu da
söylüyor [1Ko. 7:9].
44. Ölçülülük ve erdem
Evli çiftler birlikteliklerinin Rab tarafından kutsandığını anlarlarsa, denetlenmeyen
iğrenç şehvetle evliliklerini kirletmesinler diye uyarılmaktalar. Evliliğin kutsallığı
ölçüsüzlüğün bayağılığını örtse bile bu nedenden ötürü bu, bir kışkırtma olmamalıdır. Bu
durumda, evli olmayan insanlar kendilerine her şey için izin verildiğini düşünmesinler ama
her erkeğin kendine hâkim olan bir karısı her kadının kendine hâkim olan bir kocası olsun.
Bunu yaptıklarında evliliğin saygınlığına ve ölçülülüğüne hiçbir şeyin değmediğini kabul
etmesinler. Rab’de anlaşma yapılan bu evlilik bağı aşırı şehvetle çamurda yuvarlanmasın,
yeniden düzgün ve ölçülü olsun diye hatırlatmak uygundur. Ambrosius, bu ahlaksızlığı sert
ama haksız yere olmayan bir yargıyla eleştirmektedir: Evliliğinde yaptıklarına bakışında
utanma duygusu ya da saygınlık olmayan erkeğin karısıyla fuhuş yaptığını söylemektedir.
Son olarak, burada fuhuş yapmayı suçlayan Yasa Koyucunun kim olduğunu göz önüne
alalım. Bize tümüyle egemen olma hakkına sahip olması gerektiği için, Tanrı canımızda,
ruhumuzda ve bedenimizde doğruluk istemektedir. Fuhuş yapmamızı yasaklarken, aynı
zamanda da başkasının ölçülülüğünü ahlaksız elbiseler, tiksindirici davranışlar ve açık saçık
konuşmalarla baştan çıkarmamıza izin vermemektedir. Arkhelaus’un, son derece ahlaksızca
ve özenli giyinen bir gence söylediği, hangi üyesinin erdemsiz olduğunun önemli olmadığı
yolundaki ifadesinin iyi bir ana fikri vardır, çünkü murdarlık canımızın ya da bedenimizin
neresinde ortaya çıkarsa çıksan biz, bundan iğrenen Tanrı’ya dikkat ederiz. Hiçbir kuşku
kalmasın diye, Tanrı’nın burada ölçülülük emrettiğini unutmayın. Şayet Rab bizden ölçülülük
istiyorsa buna ters olan her şeyi suçlamaktadır. Sonuçta, itaat etmek istiyorsanız ne yüreğiniz
için için günahlı şehvetle yansın, ne gözleriniz yoz arzularla karşılaşsın, ne bedeniniz
cinselliği çağrıştıran süslerle bezensin, ne diliniz kötü sözlerin geçtiği düşünceleri beğensin
diye zihninizi baştan çıkarsın, ne de kendinize hâkim olamayarak arzuyla tutuşun. Bu tür
bütün suçlar erdemin paklığını kirleten lekelere benzer.
Sekizinci Emir
“Çalmayacaksın” [Çık. 20:15]
45. Genel yorum
Bu emrin amacı şudur: Adaletsizlik Tanrı için iğrenç olduğundan, herkese kendisine
ait olanı vermeliyiz [Rom. 13:7]. Özetlersek: Başkasının mal varlıkları için yanıp tutuşmamız
yasaktır. Bunun sonucunda bize, herkesin kendi mal varlığını korumasına yardım etmeye
sadakatle gayret etmemiz emredilmektedir.
Her insanın mal varlığına sadece şans eseri değil, her şeyin yüce Rab’binin inayetiyle
sahip olduğunu düşünmeliyiz. Bu nedenle, Tanrı’nın inayetini sahtekârlıkla bir kenara
bırakmadan hiç kimseyi kötü niyetlerle O’nun egemenliğinden yoksun bırakamayız.
Hırsızlığın birçok çeşidi vardır. Biri, şiddet içerir, birinin malları zorla ve pervasızca çalınır.
Đkincisi, kötü bir aldatmayı içerir, sahtekârlıkla yapılır. Diğerinde çok daha örtülü bir
kurnazlık vardır, insanın eşyaları görünürde meşru yollarla elinden alınır. Bir diğerindeyse
dalkavukluk vardır, armağan kisvesi altında malları elinden alınır.
Hırsızlığın türleri tekrar tekrar anlatmaya uzun süre ara vermeyelim. Komşularımızın
malını ve parasını aldığımız bütün bu kurnazlıklar –bu planlar samimi bir ilgiden aldatmaya
ya da bir şekilde zarar vermeye saptığında – hırsızlık sayıldığını unutmayalım. Bu mal
varlıkları yasal bir işlemle elde edilmiş olsa bile Tanrı başka türlü yargılamamaktadır. Çünkü
kurnaz birinin daha basit düşünen birini, ağına düşürünceye kadar, tuzak kurmak için giriştiği
anlaşılması güç hileleri görmektedir. Daha güçlü olanın daha güçsüzleri baskıyla ezdiği katı
224
ve insanlık dışı yasaları görmektedir. Kurnaz insanların gafillere kurdukları tuzakları, deyim
yerindeyse onları avlamak için attıkları kancaları görmektedir. Bütün bu işler insanların
yargısından kurtulmakta ve fark edilmemektedir. Bu adaletsizlikler sadece para, mal ya da
arazide değil, herkesin hakkı konusunda da ortaya çıkmaktadır. Komşularımıza yapmak
zorunda olduğumuz görevleri yerine getirmezsek mallarını elinden almış oluruz. Beceriksiz
bir kâhya ya da gözetmen efendisinin servetini bir çırpıda yiyip bitirirse, ev işlerine
bakamazsa; emanet edilen malları adaletsizce harcar ya da ahlaksızca savurursa; köle
efendisiyle alay ederse; sırlarını yayarsa; yaşamına ya da eşyalarına bir şekilde ihanet ederse;
öte yandan efendi ev halkına vahşice eziyet ederse –bütün bunlar Tanrı’nın gözünde hırsızlık
sayılır. Çağrılma sorumluluğuna uygun olarak başkalarına borçlu olduğu işleri yapmayan biri,
başkasının olanı hem vermez hem de el koyar.
46. Bu emir bize başkalarının mallarına dikkat etme zorunluluğu getirir
Payımıza düşünle yetinip sadece dürüst ve yasaya uygun kazanç elde etmeye gayret
edersek; adaletsiz yollarla zengin olmaya bakmazsak; kendi malımızı çoğaltmak için
komşumuzu malından yoksun bırakmaya çalışmazsak; başkalarının kanıyla acımasızca elde
ettiğimiz zenginlikleri yığmaya gayret etmezsek; açgözlülüğümüzü besleyen ya da
savurganlığımızı tatmin eden adil ya da kötü yollarla deli gibi her yeri kazıyıp kurutmazsak
bu emre gerektiği gibi itaat ederiz. Öte yandan şu her zaman bizim amacımız olsun:
Elimizden geldiğince herkese kendilerine ait olanları korumaları için öğüt vererek ve destek
olarak sadakatle yardım edelim. Ama imansız ve hilekar insanlarla iş yapmak zorundaysak,
onlarla tartışmaktansa kendimizden bir şeyler vermeye hazırlıklı olalım. Sadece bu da değil:
güçlüklerin altında ezilenlerin zorunluluklarını paylaşalım. Kendi bolluğumuzla onların
ihtiyaçlarına yardımcı olalım.
Son olarak, herkes görev bağıyla başkalarına ne ölçüde bağımlı olduğunu görsün ve
borcunu sadakatle ödesin. Bu nedenle halk hükümete sabırla dayanarak, yasalara ve emirlere
uyarak, Tanrı’nın sevgisini kaybetmeden dayanılabilen hiçbir şeyi geri çevirmeden bütün
yöneticilerine saygı göstersin [Rom. 13:1 vdd; 1Pe. 2:13 vdd; Tit. 3:1] Ayrıca yöneticiler
sıradan halkı gözetsin, halkın esenliğini sürdürsün, iyiyi korusun, kötüyü cezalandırsın. Her
şeyi yüce Yargıç Tanrı’ya az sonra hizmetlerinin hesabını verecekler gibi yönetsinler [Krş.
Yas. 17:19; 2Ta. 19:6-7]. Kilisenin hizmetlileri, kurtuluş öğretisini bozmadan, Tanrı halkına
onu saf ve kirlenmeden vererek Söze sadakatle hizmet etsinler [Krş. 2Ko. 2:17]. Halkı sadece
öğreterek değil, bir yaşam örneği de oluşturarak eğitsinler. Kısacası, koyunlarına iyi çobanlık
ederek yetkilerini uygulasınlar [Krş. 1Ti. 3; 2Ti. 2; 4; Tit. 1:6 vdd; 1Pe. 5]. Karşılığında halk
da onlara Tanrı’nın habercileri ve elçileri diye kabul etsin, en yüce Efendinin onları layık
bulduğu saygı göstersin, geçimleri için gerekenleri onlara versin [Krş. Mat 10:10 vd; Rom.
10:15 ve 15:15 vdd; 1Ko. 9; Gal. 6:6; 1Se. 5:12; 1Ti. 5:17-18]. Ana babalar Tanrı’nın
kendilerine verdiği çocukları beslesinler, denetlesinler ve öğretsinler. Zihinlerini acımasızlığa
kışkırtmasınlar ya da onları ana babalarının aleyhine döndürmesinler [Ef. 6:4; Kol. 3:21] ama
çocuklarını şefkat ve sevgiyle bağırlarına basıp kucaklasınlar. Bu, ana baba olarak onların
karakteri haline gelsin. Daha önce söylediğimiz gibi, çocuklar ana babalarına itaat
borçludurlar. Gençler yaşlılara saygı göstersinler. Rab yaşlılığın saygıya değer olmasını
istemiştir. Yaşlılar da yetersiz gençlere kendi bilgelikleriyle ve tecrübeleriyle yol göstersinler.
Sertçe azarlamadan ve onlara seslerini yükseltmeden ama sertliklerini ılımlılık ve şefkatle
yumuşatarak büyüklüklerini göstersinler. Uşaklar efendilerine– göz doldurmak için değil,
Tanrı’ya hizmet ediyormuş gibi yürekten- itaat etmek için gayretli ve istekli olsunlar.
Efendiler de uşaklarını aşırı sertlikle ezerek ya da onlara kötü davranarak aksilik ve dik
kafalılık etmesinler. Tam tersine, uşaklar onları karşılıklı olarak birbirlerini sevmeleri ve
insanca davranmaları gereken kardeşleri, göklerin Rab’binin yönetiminde birlikte hizmet
225
ettikleri kişiler saysınlar [Krş. Ef. 6:5-9; Kol. 3:22-25; Tit. 2:9-10; 1Pe. 2:18-20; Kol. 4:1;
Flm. 16].
Bu şekilde herkes kendi mevkiine ve durumuna göre komşusuna ne borçlu olduğunu
göz önünde tutsun ve borcunu ödesin diyorum. Ayrıca düşüncelerimizde her zaman Tanrı’yı
göz önünde tutmalıyız ki, insanlar başkalarının gönencini ve çıkarını korumaya ve
desteklemeye gayret etsinler diye bu kuralın ellerimiz kadar yüreklerimiz için de koyulduğunu
bilelim.
Dokuzuncu Emir
“Komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin” [Çık. 10:16]
47. Genel yorum
Bu emrin amacı şudur: Doğru olan Tanrı yalandan iğrendiği için, birbirimizi
aldatmadan doğru olanı yapmalıyız. Özetlersek: iftira atarak ya da yalan yere suçlayarak
birine kötülük etmeyelim, yalan söyleyerek malına zarar vermeyelim, kısacası gem
vurulmamış kötü sözlerle ya da arsızlıkla ona zarar vermeyelim. Doğruyu onaylarken herkese,
adının ve mal varlığının dürüstlüğünü koruyalım diye, elimizden geldiğince sadakatle yardım
etmemiz de bu emirdeki yasakla bağlantılıdır. Görünen o ki, Rab bu emrinin anlamını Çık.
23’de şu kelimelerle açıklamak istemiştir: “Yalan haber taşımayacaksınız. Haksız yere
tanıklık ederek kötü kişiye yan çıkmayacaksınız” [23:1]. Aynı şekilde, “Yalandan uzak
durun” demektedir [23:7]. Başka bir ayette de sadece halkın arasında iftira atarak ve dedikodu
yaparak yalan söylememiz değil [Lev. 19:16], kardeşimize hile yapmamamız konusunda da
[Lev. 19:11] bizi uyarmaktadır. Özel emirlerle ikisini de yasaklamaktadır. Daha önceki
emirlerde acımasızlığı, utanmazlığı ve açgözlülüğü yasaklarken burada yalancılığı da
engellediğinden tabii ki hiç kuşku yoktur. Az önce belirttiğimiz gibi, bu iki bölümdür. Çünkü
biz ya komşumuzun adına kötü niyetle ve arkasından ahlaksızca dedikodu yaparak zarar
veririz ya da yalan söyleyerek, hatta iftira atarak malından yoksun ederiz. Ne var ki, buradan
resmi ve adli bir tanıklık ya da özel bir sohbete gizlenmiş bir tanıklık anlamanız önemli
değildir. Her zaman şu noktaya gelmeliyiz: Çeşitli suçlardan tek bir suç örnek diye
ayrılmaktadır ve diğerleri aynı kategoriye girmektedir. Seçilen bu tek suç özellikle çirkin bir
suç olmaktadır. Yine de, komşularımızı haksız yere yaralayan iftiraları ve sapkın
çekiştirmeleri buna dâhil etmek genellikle uygundur. Mahkemede yalancı tanıklık etmek her
zaman yalan yere yemin etmeyi gerektirmektedir. Yalan yere yemin etmenin, kutsallığı
bozduğu ve Tanrı’nın adını kirlettiği için Üçüncü Emirle yeterince ilgisi vardır. Dilimiz
doğruyu söylerken hem iyi bir ada hem de komşumuzun yararına hizmet ettiğinde bu emir
yasaya uygun şekilde yerine getirilmektedir. Burada adalet çok bellidir. Đyi bir ad bütün
zenginliklerden daha değerliyse [Özd. 22:1], bir adamın dürüst adını elinden aldığımızda
malını elinden aldığımızdakinden daha büyük zarar veririz. Yine de malını yağmalayıp
ellerimizle zorla aldığımızdaki kadar kimi zaman yalancı tanıklıkta da zarar veririz.
48. Komşumuzun dürüst adı
Düşüncesizce bir kayıtsızlıkla bu konuda tekrar tekrar günah işlememiz ne kadar
olağanüstüdür! Bu hastalığı görünür şekilde çekmeyenler gerçekten enderdir. Başkalarının
kötülüklerini ortaya çıkarmak için araştırma yaparken yaşanan zehirli tatlılık hoşumuza
gitmektedir. Birçok durumda yalan söylemiyorsak bunun yeterli bir mazeret olduğunu
düşünmeyelim. Çünkü kardeşinin adının yalanla kirletilmesine izin vermeyen kişi, bu adın
gerçek elverdiğince lekesiz kalmasını da ister. Aslında sadece yalana karşı bu adı koruyabilse
de, bununla, bu adın kendisinin titizliğine emanet edildiğini belirtmektedir. Tanrı’nın bu
konuyla ilgilenmesi, komşumuzun dürüst adını korumamız için bizi yeterince teşvik etmelidir.
Kötü konuşma kuşkusuz evrensel bir suçtur. “Kötü konuşmadan” adam etme niyetiyle
226
çıkışmayı, kötülüğe çare bulmak için suçlamayı ya da hukuki suç duyurusunu anlamıyoruz.
Kötü konuşma ne diğer günahkârlarda korku uyandıracağı düşünülerek halkın ıslah edilmesi;
ne de cahillik yüzünden tehlikeye girmesinler diye önceden uyarılmaları gerekenlerin önünde
açıklama yapmak demektir. “Kötü konuşma” derken, kötü niyetten ve onun adına leke
sürmek için duyulan ahlaksız bir duygudan kaynaklanan nefret dolu suçlama demek istiyoruz.
Aslında bu ilke, şaka kisvesi altındaki acı sataşmalarla iğneleyici sözler ederek
dalkavukça bir kibarlık taslamamızı yasaklamayı da kapsamaktadır. Bazıları övgü açlığı
çektikleri için şakalarıyla böyle yaparlar. Diğerleri bundan utanıp üzülür, çünkü bu tür
saygısızlık kimi zaman kardeşlerini ağır yaralamaktadır. Kulaklarımıza ve yüreğimize
dilimizden daha az egemen olmamaya hakkı olması gereken Yasa Koyucuya gözlerimizi
çevirirsek, kötülemeleri duyma istediğini ve uygun olmayan aleyhte yargılarda bulunmaya
hazır olmayı aynı şekilde yasakladığını görüyoruz. Tanrı’nın dilin kötü sözler söyleme
hastalığından nefret ettiğini ama yürekteki kötü niyeti onaylamadığını düşünmek anlamsızdır.
Đçimizde gerçek Tanrı korkusu ve sevgisi varsa, mümkün ve uygun olduğunca ve sevginin
gerektirdiği şekilde dilimizi ya da kulaklarımızı kötü konuşmaya ve iğneleyici şakaya teslim
etmemeliyiz. Zihnimize nedensiz yere sinsi bir kuşku sokmamalıyız. Ancak bütün sözlerin ve
işlerin adil yorumcuları olarak yargımızda, kulaklarımızda ve dilimizde onların saygınlıklarını
içtenlikle güvende tutalım.
Onuncu Emir
“Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine
göz dikmeyeceksin” [Çık. 20:17]
49. Bu emrin anlamı
Bu emrin amacı şudur: Tanrı, sevme eğiliminin bütün canımıza egemen olmasını
istediği için, sevgiye ters düşen bütün istekleri yüreğimizden uzaklaştırmalıyız. Özetlersek,
komşumuzun kaybına yol açan zararlı bir açgözlülüğün yüreğimizi harekete geçireceği hiçbir
düşünce yüreğimize gizlice sızmamalıdır. Bu, karşıtı olan ilkeyle örtüşmektedir: Her ne
aklımıza gelirse, her ne düşünürsek, istersek ya da her neye kalkışırsak komşumuzun iyiliği ve
yararıyla bağlantılı olmalıdır. Ama burada kafamızı karıştıran büyük bir güçlük karşımıza
çıkmaktadır. “Zina” ve “çalma” kelimelerinin zina yapma isteğine, zarar verme ve aldatma
niyetine dâhil edildiğini daha önce söylemiştik. Bu doğruysa, başka birinin malına göz
dikmenin bize daha sonra ayrıca yasaklanması gereksiz gelmektedir. Ama niyet etmeyle göz
dikme arasındaki fark bizim için bu güçlüğü kolayca çözecektir. Daha önceki emirlerde
sözünü ettiğimiz üzere niyet, şehvetin yüreğe boyun eğdirdiği yerde iradenin isteyerek
onaylamasıdır. Ancak böyle bir istek ya da onay olmadan da, boş ve ters amaçlar zihni
rahatsız ettiğinde ya da gıdıkladığında açgözlülük olabilir. Rab daha önce sevgi kuralının
isteklerimize, gayretlerimize ve davranışlarına hükmetmesini emretmişti. Şimdi zihnimizdeki
düşüncelerin aynı amaçla denetlenmesini buyuruyor. Öyle ki, düşüncelerimizin hiçbirinde
ahlaksızlık ya da çarpıtma olmasın, zihni ters yöne çekmesin. Zihnimizin öfke, nefret, zina,
hırsızlık ve yalana eğilimli olmasını ve yönelmesini yasaklarken, şimdi zihnimizin bunlara
neden olmasını yasaklıyor.
50. Đnsanın içindeki doğruluk
Rab, geçerli bir nedenle dürüstlük istemektedir. Sevginin, canın gücüne egemen
olmasının herkes için doğru olduğunu kim inkâr edebilir? Ne var ki, can sevgi amacından
saparsa onun hasta olduğunu kim kabul etmez? Şayet siz kardeşinizi göz ardı etmiyor ve
yalnızca kendiniz için gayret göstermiyorsanız nasıl oluyor da kardeşinize zarar verme isteği
yüreğinize giriyor? Eğer bütün yüreğiniz sevgiye doyarsa tek bir zerresi bile böyle
düşüncelere açık olmaz. Yürek açgözlülüğün limanı olduğu sürece sevgiden yoksun olmalıdır.
227
Düşüncenin amaçsızca uçuştuğu sonra da yok olup gittiği bu fantezilerin, yürekte
barınan açgözlülüğün örnekleri diye mahkûm edilebilmesine karşı çıkılmaktadır.
Yanıtlıyorum: Bu, bir çeşit fantezi meselesidir. Fanteziler zihnimizi işgal ederken aynı
zamanda da açgözlülük yüreğimizi yakıp darbe indirir, çünkü yüreğimiz heyecanla
hoplamadan arzu edilebilen hiçbir şey aklımıza gelmez. Bu nedenle Tanrı, olağanüstü bir
sevgi ateşi emretmektedir. Göz dikmenin en küçük bir kırıntısına bile izin vermemektedir.
Olağanüstü yumuşak bir yürek istemekte, yüreği sevgi yasasına karşı gelmeye kışkırtan en
ufak bir iğnelemeye izin vermemektedir. Benim görüşümün yetkiden yoksun olduğunu mu
düşünüyorsunuz? Bu emri anlamam için bana yolu ilk açan Augustinus’tu.
Rab’bin planı bütün kötü arzuları yasaklamaktadır. Yine de bu amaçları örneklerle
belirtmiştir. Bunlardan sahte keyif alma düşüncesi çok sık olarak bizi ele geçirmektedir.
Tanrı, saçmalamaya ve çılgın eğlencelere yol açan şeylerden yoksun bıraktığında hiçbir şeyi
bizim isteğimize bırakmamaktadır.
Đşte Tanrı adına insanlara ne borcumuz olduğunu, sevginin bütünüyle onları
düşünmemize bağlı olduğunu öğreten Yasanın ikinci levhası. Öğretişinizin temelinde Tanrı
korkusu ve saygısı yoksa bu levhada öğretilen bütün görevleri semere vermeden zihninize
yerleştirirsiniz. Benim yardımım olmadan bilge okur, tek bir emri sapkınca ikiye bölerek
açgözlülüğü yasaklayan iki emir olduğunu anlayanlar hakkında karar verecektir. “Göz
dikmeyeceksin” ifadesinin ikinci kez tekrarlanması bizim görüşümüze ters değildir. “Evden”
söz ettikten sonra “karıdan” başlayarak evin unsurlarını sıralamaktadır. Yahudilerin doğru
yaptıkları üzere, bunu bir bütün olarak okumamız gerektiği; kısacası, Tanrı’nın bize
başkalarının mal varlığını, sadece zarar görmekten ya da aldatma isteğinden değil,
yüreğimizde sıkıntı yaratacak en ufak bir göz dikmeden de el sürmeksizin, güvenle
korumamızı emrettiği çok bellidir.
(Mesih’in öğretilerinin ışığında yasanın ilkeleri, 51-59)
51. Yasanın özeti
Yasanın tek amacının ne olduğuna karar vermek artık zor değildir: Đnsan yaşamını
tanrısal paklık örneği olarak biçimlendirmek için, doğruluğa ulaşmak. Tanrı, karakterini
yasada öyle anlatmıştır ki, şayet insan yasada emredilen işleri yaparsa, adeta Tanrı’nın
suretini kendi yaşamında ortaya koyacaktır. Bu nedenle, Musa Đsraillilere yasanın ana fikrini
hatırlatmak isteyerek şöyle demektedir: “Şimdi, ey Đsrail halkı, Tanrınız Rab sizden ne
istiyor? Yalnızca şunu istiyor: Tanrı’nız Rab’den korkun, O’nun yollarında yürüyün, O’nu
sevin, bütün yüreğinizle, bütün canınızla O’na kulluk edin” [Yas. 10:12-13]. Musa, onlara
yasanın amacını ne zaman belirtmek zorunda kalsa aynı düşüncenin üzerinde durmaktan
vazgeçmemiştir. Đşte yasanın öğretilme amacı: Kutsal yaşamı sayesinde insanı Tanrı’sıyla
buluşturmak ve Musa’nın başka bir yerde dediği gibi, onun Tanrı’ya bağlı kalmasını sağlamak
[Krş. Yas. 11:22 ya da 30:20].
Bu kutsallığın mükemmelliği daha önce söz edilen iki başlık altında toplanmaktadır:
“Tanrınız Rab’bi bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz” [Yas. 6:5;
Krş. 11:13], “Komşunu kendin gibi seveceksin” [Lev. 19:18; Mat. 22:37, 39]. Aslında önce
Tanrı sevgisi canımızı bütünüyle doldurmalıdır. Sevgi buradan dosdoğru komşumuza
akacaktır. Elçi, “Bu buyruğun amacı temiz vicdandan, içten imandan doğan sevgiyi
uyandırmaktır” [1Ti. 1:5, mealen] diye yazdığında bunu belirtmektedir. Önce vicdana ve içten
imana yer verildiğini görüyorsunuz. Başka bir deyimle sevginin kaynaklandığı gerçek dine
bağlılık budur.
Yasanın, insanların çıraklığa başladıkları doğruluğun bazı ilkelerinden ve
kurallarından başka bir şey öğretmediğine ve bunun da onları gerçek hedefe, iyi işlere
yönlendirmediğine inanmak bir yanılgıdır. Çünkü Musa’nın ve Pavlus’un açıkladıklarından
228
daha büyük bir yetkinlik isteyemezsiniz. Şunu söylüyorum: Đnsan Tanrı’dan korkmanın,
ruhsal tapınmanın, emirlere uymanın, Rab’bin dürüst yolunu izlemenin ve sonunda da pak bir
vicdana, içten imana ve sevgiye sahip olmanın öğretilmesinden hoşnut olmayacağı bir yere
gitmek ister mi? Bu, yasanın yorumunu doğrulamaktadır. Dine bağlılıkla ve sevgiyle ilgili
bütün görevler yasanın emirlerinde aranıp bulunmaktadır. Sadece kupkuru ve bomboş ilkeleri
izleyenler –yasa onlara, Tanrı’nın isteğinin sadece yarısını öğretiyormuş gibi- elçinin tanıklık
ettiği üzere yasanın amacını asla anlamazlar.
52. Neden kimi kez Kutsal Yazı’da sadece ikinci levhadan söz edilir?
Ancak yasayı özetlerken Mesih ve elçiler kimi zaman birinci levhayı dâhil etmedikleri
için, birçok kişi onların sözlerini iki levhaya da uygulamaya çalışma yanılgısına düşüyor.
Matta Đncil’inde Mesih, “Yasa’nın ağırlıklı konuları merhamet, yargı ve sadakattir”
demektedir [Mat. 23:23, mealen]. Bence, “sadakat” kelimesiyle insanlara sadık olmayı
söylediği apaçıktır. Yine de bazıları bu ifadeyi, bütün yasayı kapsayacak şekilde Tanrı
doğrultusunda dine bağlılık diye yorumluyorlar120.
Tabi bu akılsızlıktır. Çünkü Mesih bu işlerden söz etmektedir. Đnsan doğruluğunu bu
işlerle kanıtlamalıdır. Bu nedene dikkat edersek, başka bir ayette, yerine getirdiğimizde
sonsuz yaşama kavuşacağımız bu emirlerin ne olduğunu soran genç adama Mesih’in neden
sadece şu sözlerle yanıt verdiğini merak etmekten de vazgeçeriz [Mat. 19:16-17]: “Adam
öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin,
annene babana saygı göstereceksin. Komşunu kendin gibi seveceksin” [Çık. 20-13-16’daki
aynı kelimelerle Mat. 19:18-19]. Birinci levhaya genellikle ya yürekten isteyerek ya da
törenlerde itaat ediliyordu. Yürekten gelen istek kendini belli etmiyordu ve ikiyüzlüler sürekli
törenlerle ilgileniyorlardı. Ama sevgiden yapılan işler öyledir ki, bunların aracılığıyla gerçek
doğruluğa tanıklık ederiz.
Bu, Peygamberlerde çok sık karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, ortalama bir okura bile
aşina gelmektedir. Peygamberler hemen her zaman insanları tövbe etmeye teşvik etmekte, ilk
levhayı atlayarak sadakate, yargıya, merhamete ve adalete zorlamaktadır. Bu yolla Tanrı
korkusunu küçümsememekte ama belirtiler aracılığıyla onun gerçek kanıtını istemektedirler.
Nitekim şu iyi bilinmektedir: Yasaya boyun eğmeyi tartışırlarken, genellikle ikinci levhanın
üzerinde dururlar, çünkü insan doğruluk ve dürüstlük için gayret etmeyi özellikle burada
görür. Ayetlerin sıralamaya gerek yoktur, herkes ne dediğimi kolayca irdeleyebilir [örn; Yşa.
1:18].
53. Sadakat ve sevgi
Ama soracaksınız: “Doğruluğun özü Tanrı’yı dine bağlılıkla yüceltmekten çok
insanlarla masumca yaşamakta mı yatıyor?” Hiç de değil! Ne var ki, insan içtenlikle
Tanrı’dan korkmuyorsa her bakımdan kolayca sevgi besleyemediği için, bu onun dine
bağlılığının da kanıtıdır. Ayrıca Rab, bizden Kendisine hiçbir yarar gelemediğini iyi bildiği ve
peygamberleri aracılığıyla da tanık ettiği için, bizim görevlerimizi sadece Kendisiyle
sınırlamaz ama bizi, komşumuz için iyi işler yapmaya alıştırır [Krş. Mez. 15:2-3]. Sonuçta
elçinin, kutsalların bütün yetkinliğini sevgiye oturtmasında geçerli bir neden vardır [Ef. 3:19;
1:5; Kol. 3:14]. Başka bir yerde çok haklı olarak buna, “Yasanın yerine getirilmesi”
demektedir. “Komşusunu seven yasayı yerine getirmiştir” diye eklemektedir [Rom. 13:8].
Ayrıca “Bütün yasa tek bir sözde özetlenmiştir: ‘Komşunu kendin gibi seveceksin’”
demektedir. Pavlus sadece, “Đnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle
davranın. Çünkü Kutsal Yasa’nın ve peygamberin söylediği budur” [Mat. 7:12] diyen
Mesih’in öğrettiğini öğretmektedir. Yasa ve Peygamberler sadakate ve Tanrı’ya yasaya uygun
120
Melanchthon, Annotations in Evangelium Matthaei (1523), fo. 46a
229
şekilde tapınmayla ilgili ne varsa ona öncelik vermekte, sevgiyiyse ikinci sıraya
yerleştirmektedir. Ancak Rab, yasanın bize sadece insanlara doğru ve adil davranmamızı
emrettiğini, içimizde biraz korku varsa, O’ndan dinimize bağlı şekilde korkarak bunu
yapabilmemizi söyler.
54. Komşu sevgisi
Öyleyse caymayalım: Yaşamımız kardeşlerimiz için her açıdan semereli olduğunda
Tanrı’nın istemine ve yasanın emrine çok iyi uyar. Bütün yasada, insanın kendi soyunun
yararına yapıp yapamayacağı şeylerle ilişkili bir kural koyan tek bir hece okumuyoruz.
Açıkçası, insanların hepsi kendilerini sevmeye çok meyilli bir durumda doğdukları -ve
gerçekten ne kadar çok saparlarsa kendilerini sevmeyi sürdürdükleri- için, zaten giderek artan
bu sevgiyi artıran ya da alevlendiren bir yasaya gerek yoktu. Emirlere kendimizi severek
değil, Tanrı’yı ve komşumuzu severek uyduğumuz; kendisi için yaşayan ve kendisi için en az
gayreti gösteren kişinin en iyi ve en kutsal şekilde yaşadığı; hiç kimsenin, sadece kendisi için
yaşayan ve kendisi için gayret gösteren, sadece kendi yararını düşünen ve isteyen birinden
daha kötü ya da zararlı şekilde yaşamadığı buradan bellidir.
Aslında komşularımızı sevmeye ne kadar derin bir eğilim duymamız gerektiğini [Lev.
19:18] açıklamak için, Rab, bunu kendimize olan sevgimizle ölçmüştür, çünkü elinde bundan
daha şiddetli ya da daha güçlü bir duygu yoktu. O’nun bu açıklamasının gücünü gayretle
düşünmeliyiz. Bazı Sofistlerin akılsızca düşündükleri gibi kendimizi sevmeye ilk sırada yer
verip sevgiyi ikinci plana atmıyor121. Tam tersine Rab, doğal olarak kendimize karşı
hissettiğimiz sevgi duygusunu başkalarına aktarmaktadır. Bu nedenle elçi, “Sevgi kendi
çıkarını aramaz” diyor [1Ko. 13:5]. Bu Sofistlerin akıl yürütme tarzı kılını kıpırdatmaya
değmez: Kural getirilen her zaman kuraldan daha değersizdir. Nitekim Rab, başkalarına
yardımseverliği ikinci plana atarak kendimizi sevmemizle ilgili bir kural koymamıştır. Ne var
ki, doğal ahlaksızlığımızın dışında genellikle içimizde bulunan sevgi duygusunun başkalarını
kapsaması gerektiğini göstermektedir. Daha az isteksizlik duymadan, kendimizden daha çok
gayret ederek ve dikkat ederek komşumuza yarar sağlamaya hazır olalım.
55. Komşumuz kim?
Mesih, Samiriyeli benzetmesinde “komşu” kelimesine en uzaktaki kişinin bile dâhil
olduğunu göstermiş olduğu için [Luk. 10:36], sevgi ilkesini yakın ilişkide bulunduğumuz
kişilerle sınırlı tutmamız beklenmemektedir. Bir kimsenin bizimle ne kadar yakından
bağlantısı varsa ona yardımda bulunmak için o kadar candan bir zorunluluğumuz olduğunu
kabul ediyorum. Đnsanlar akrabalık, tanışıklık ya da komşuluk bağlarıyla birbirlerine ne kadar
yakından bağlıysalar birbirlerinin sorumluluklarını o kadar çok paylaşmaları sıradan bir
gelenektir. Bu, Tanrı’yı gocundurmaz; sağlayışı adeta bizi buna yönlendirir. Ama şunu
söylüyorum: Tek bir sevgi duygusuyla ayrıcalıksız bütün insan ırkını kucaklamalıyız. Burada
barbarla Grek, değerliyle değersiz, dostla düşman ayırımı yoktur, çünkü hepsi kendi başlarına
değil, Tanrı’da diye düşünülmelidir122. Böyle düşünmekten vazgeçtiğimizde çok sayıda
hataya düşmemiz tuhaf değildir. Sevgimizi doğru yönlendirirsek gözlerimizi önce bakışı
sevgiden çok nefrete yol açan insana değil, Kendisine olan sevgimizin bütün insanlığı
121
Krş. Lombard, Sentences III. xxviii. 1; xxix. 1; Aquinas, Summa Theol. II. IIae. 26. 4. 5; Bu
bölümde Calvin “sevgi” ve “yardımseverlik” anlamına gelen üç kelime kullanıyor: amor,
dilectio, charitas. Calvin’de ve dönemindeki başka yazarlarda bu kelimeler arasında titiz bir
ayırım arayışı yoktur. Ludovico Vives, Augustine’in City of the God kitabını özenle
derlediğinde Kutsal Yazılarda amor ve dilectio’nun birbirinden farksız kullanıldığını
belirtmektedir.
122
Krş. III. vii. 6.
230
kapsamasını emreden Tanrı’ya çevirmeliyiz. Şu, değişmez bir ilke olabilir: Đnsanın karakteri
ne olursa olsun, Tanrı’yı sevdiğimiz için onu yine de sevmeliyiz.
56. “Müjdeci öğüt”?
Bu emirleri –bir zamanlar bütün Yahudilere, sonra da genelde bütün Hıristiyanlara
verilen “Öç almayın; düşmanlarınızı sevin” emirlerini– Skolastikler, uyup uymamakta özgür
olunan “öğütlere” dönüştürmüşlerdir. Bu ne tehlikeli bir cahillik ya da kötülüktür! Üstelik bu
“öğütlere” uyma yükünü keşişlerden talep etmişlerdir. Keşişler, bu açıdan basit
Hıristiyanlardan daha dürüsttüler, çünkü bu “öğütlere” uymaya gönüllü olarak zorunluydular
ve Skolastiklerin bunları birer yasa diye kabul etmemelerinin nedeni, özellikle lütuf yasası
altında olan Hıristiyanlara bunların çok külfetli ve ağır gelmesiydi. Tanrı’nın, komşumuzu
seveceğimize dair sonsuza dek sürecek olan yasanını geçersiz kılma cesareti mi gösteriyorlar?
Böyle bir ayırım yasanın herhangi bir sayfasında var mı? Tam tersine, sıradan şekilde burada
karşımıza çıkan bu emirler çok kesin olarak bizden düşmanlarımızı sevmemizi talep etmiyor
mu? Şu nasıl bir emirdir: Aç bir düşmanı doyurmak [Özd. 25:21]; yolunu şaşırmış öküzlerine
ya da eşeklerine doğru yolu göstermek ya da yük altında çöktüklerinde onlara yardım etmek
[Çık. 23:4-5]? Düşmanımıza iyi niyet göstermeden onun adına hayvanlarına iyilik eder miyiz?
Ne? Rab’bin sözü sonsuza kadar değil mi? “Öç benimdir, karşılığını ben vereceğim” [Đbr.
10:30; Krş. 32:35]. Başka bir yerde bu, daha açık ifade edilmektedir: “Öç almayacaksın.
Halkından birine kin beslemeyeceksin” [Lev. 19:18]. Bunları yasadan silsinler ya da Rab’bin
Yasa Koyucu olduğunu kabul etsinler. O’nu sadece öğüt veren biri gibi yanlış anlatmasınlar.
57. Düşmanımızı sevme emri gerçek bir emirdir
Soruyorum, saçma açıklamalarla alay etmeye cesaret ettikleri şu ifadeler ne demektir?
“Düşmanlarınızı sevin; sizden nefret edenlere iyilik yapın; size zulmedenler için dua edin;
size lanet edenler için iyilik dileyin. Öyle ki, göklerdeki Babanız’ın oğulları olasınız” [Luk.
6:27-28’le Mat. 5:44-45 birleştirilmiştir]. Burada Chrysostomos’la birlikte kim, bu ifadelerin
bağlayıcı karakterinin bunların teşvik değil, emir olduğunu açıkladığı soncuna varmaz?
Tanrı’nın oğullarının sayısından düşüldüğümüzde bize kalır? Ama onların bakış açısına göre,
sadece keşişler Göklerdeki Baba’nın oğulları olacaklar. Sadece onlar Baba Tanrı demeye
cesaret edecekler. Bu arada kilise ne olacak? Aynı akıl yürütmeye göre, kilise putperestlere ve
vergi görevlilerine indirgeniyor. Çünkü Mesih şöyle diyor: “Eğer yalnız sizi sevenleri
severseniz ne ödülünüz olur? Putperestler ve vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu?” [Luk.
6:32 ve Mat. 18:17’yle Mat. 5:46-47 birleştirilmiştir]. Göklerdeki Krallığın mirası elimizden
alınsa bile, bize sadece Hıristiyan adı kalırsa gerçekten şanslı oluruz! Augustinus’un tezi daha
az inandırıcı değildir: “Rab, zina yapmayı yasakladığında, dostumuzun karısına olduğu gibi
düşmanımızın karısına da el sürmemizi yasaklıyor. Hırsızlığı yasakladığında, dostumuzun ya
da düşmanımızın bir şeyini çalmamıza izin vermiyor.” 123 Pavlus bu iki emri –
“çalmayacaksın” ve “zina etmeyeceksin” emrini- sevgi kuralına bağlamaktadır. Aslında
Pavlus, bunların “Komşunu kendin gibi seveceksin” emrine dâhil olduğunu öğretmektedir
[Rom. 13:9]. Bu durumda ya Pavlus yasayı yanlış yorumlamakta ya da bu emirden
dostlarımız kadar düşmanlarımızı da sevmemiz gerektiği sonucu ister istemez çıkıyor. Bu
nedenle, Tanrı’nın oğullarının boyunduruğunu ahlaksızla silkip atanlar Đblis’in oğulları
olduklarını ortaya koyuyorlar. Bu dogmayı daha çok akılsızlıklarından mı yoksa
utanmazlıklarından mı yaydıklarından kuşkuya kapılabilirsiniz. Kilise babalarının her biri
bunların gerçek birer emir olduğunu ilan ediyorlar. Gregorius’un döneminde bile, imanla
123
Augustine, On Christian Doctrine, I. xxx. 32 (MPL 34. 31; çev. NPNF II. 53 vd). Burada
“Seven kişi komşusuna kötülük etmez” (Rom. 13:10) konusunu tartışırken, “ herkese komşu
gözüyle bakılmasını” öne sürer.
231
onayladığı üzere bundan kuşku duyulmuyordu. Bunlar, Gregorius’un tartışılmaz diye
düşündüğü emirlerdi. Ne kadar akılsızca tartışıyorlar! Bunun Hıristiyanlar için çok ağır bir
yük olduğunu söylüyorlar! Sanki Tanrı’yı bütün yüreğimizle, bütün canımızla ve bütün
gücümüzle sevmekten daha zor bir şey düşünemiyoruz! Bu yasayla karşılaştırıldığında –ister
düşmanımızı sevme, ister öç alma arzusunu yüreğimizden uzaklaştırmak olsun- her şeyin
kolay olduğu düşünülmelidir. Yasanın en küçük ayrıntısına kadar bütün bunlar zayıflığımız
nedeniyle gerçekten güçtür [Krş. 5:18; Luk. 16:17]. Biz, Rab’de erdemli davranırız. “Emrini
versin, istemini emretsin”124 Lütuf yasası altında Hıristiyan olmak dizginlenmeden yasanın
dışında dolaşmak değil, Mesih’e aşılanmaktır. Biz, O’nun lütfuyla yasanın lanetinden
kurtulduk ve O’nun Ruhuyla yasa yüreklerimize yazıldı [Yer. 31:33]. Pavlus bu lütfa kesin bir
anlamda değil, bunu karşılaştırdığı Tanrı’nın yasasını ima ederek “yasa” demiştir [Rom. 8:2].
“Yasa” terimi altında bu insanlar boş şeylerin felsefesini yapıyorlardı.
58. Öldürücü ve bağışlanabilir günahlar arasındaki ayırım geçersizdir
Onların, “öldürücü günah” dedikleri de aynı türdendir: Bu, ya birinci levhayı çiğneyen
gizli tanrısızlık ya da son emrin doğrudan çiğnenmesidir. Đşte, onların tanımı: Bağışlanabilir
günah, önceden tasarlanmamış, yürekte uzun süre yer etmeyen arzudur125. Ama ben şunu
diyorum: Yasada talep edilenlerin eksikliğinin dışında bu, yüreğe bile sızamaz. Bize, “başka
tanrılarımızın olması” yasaklanmaktadır. Đmansızların kurnazca icatlarıyla güçten düşmüş
zihnimiz başka yerlere baktığında; kutsanmışlığını başka bir yere aktarmak için ani bir
arzunun saldırısına uğradığında –kısa süreli bu uyarıcı etkiler canın, kandırılmaya bu kadar
hazır olan boş bir yerinden başka nereden gelir? Tartışmayı fazla uzatmayalım diye bize,
“Tanrı’yı bütün yüreğimizle, bütün aklımızda ve bütün canımızla sevmemiz” emredilmiştir.
Can bütün gücüyle Tanrı’yı sevmek istemediğinde, yasaya uymayı çoktan bırakmış oluruz.
Vicdanımızda Tanrı’nın Krallığına karşı ayaklanan ve O’nun hükümlerine set çeken
düşmanlar O’nun tahtının burada sağlam kurulmadığını kanıtlarlar. Son emrin aslında bunun
için geçerli olduğuna işaret edilmiştir126. Bir istek yüreğimizi iğneliyor mu? Çoktan
açgözlülük suçu işledik ve sonuçta yasayı çiğnedik. Rab sadece başkasını kaybettirmeye
azmedip plan yapmamızı değil, açgözlülükle yanıp tutuşmamızı bile yasaklıyor. Ama
Tanrı’nın laneti yasayı çiğneyenlere baskı yapmaktadır. O zaman ne kadar az olursa olsun
açgözlülükten muaf tutulmamız için hiçbir neden yoktur. Augustinus şöyle demektedir:
Günahları tartarken, “hoşumuza gideni hoşumuza gittiği şekilde tartmak için, kendi
görüşümüze göre, ‘Bu ağır’; ‘Bu hafif’ diyerek yanlış teraziler ortaya koymayalım. Ama
Rab’bin hazinesinden gelen Kutsal Yazıların tanrısal terazisini ortaya koyalım ve neyin daha
ağır olduğunu bu terazide tartalım. Hayır – ağır değil; tersine, Rab’bin daha önce tarttığını
kabul edelim.” Kutsal Yazı bu konuda ne söylemeli? Pavlus ölüme, “günahın ücreti”
dediğinde [Rom. 6:23], bu iğrenç ayırımı bilmediğini göstermektedir. Đkiyüzlülüğe aşırı
eğilimli olduğumuz için, tembel vicdanlarımızı yatıştıralım diye bu geçici çare hiçbir şekilde
eklenmemelidir.
59. Her günah öldürücü günahtır!
Mesih’in şu sözünün ne anlama geldiğini düşünüyorlar mı? “Bu buyrukların en
küçüğünden birini kim çiğner ve başkalarına öyle öğretirse, Göklerin Egemenliği’nde en
küçük sayılacak” [Mat. 5:19]. Ölüm cezasını hak etmiyormuş gibi, yasayı çiğnemeyi hafife
almaya cesaret ettiklerinde onlar bu sayıya dahil değiller mi? Ama sadece yasanın ne
124
Augustine, “Da quod iubes et iube quod vis”, Confessions X. xxix. 40; xxxi. 45 (MPL 32.
796. 798; çev. LCC VII. 225, 228)
125
Aquinas, Summa Theol. I. IIae. lxxiv. 10; Krş. III. iv. 28.
126
Bu bölümde m. 49, 50.
232
emrettiğini değil, kimin emrettiğini de tartmış olmaları gerekirdi. Tanrı’nın yetkisi bir kenara
bırakılıyor. O’nun her şeydeki yüceliğini çiğnemeye önemsiz bir konu diye mi bakıyorlar?
Şayet Tanrı istemini yasada açıklıyorsa, yasaya ters düşen bir şey O’nun gözüne iyi
görünmez. Tanrı’nın öfkesinin, hemen ardından ölüm cezası gelmeyecek kadar güçsüz
olduğunu mu düşünüyorlar? Anlamsız kurnazlıklarıyla apaçık gerçeği karartmak yerine
Tanrı’nın sesini dinlemeyi yürekten üstlenseler Tanrı bunu açıkça duyurmuştur. Tanrı şöyle
demekte: “Ölecek olan günah işleyen kişidir” [Hez. 18:4, 20]. Aynı şekilde az önce alıntı
yapılan ayette de, “Günahın ücreti ölümdür” diyor [Rom. 6:23]. Đnkar edemedikleri için,
günah diye itiraf ettikleri şeyin yine de öldürücü günah olmadığını ileri sürüyorlar. Ama
şimdiye kadar akılsızlarına fazlasıyla gömüldükleri için en azından bir kez olsun akıllı olmayı
öğrensinler. Ama saçmalıklarında ısrar ederlerse onlara elveda deriz. Tanrı’nın çocukları,
bütün günahların öldürücü olduğuna inansınlar. Çünkü bu, Tanrı’nın istemine
başkaldırmaktır. Bu, gazabını ister istemez kışkırtır. Bu, yasanın çiğnenmesidir. Tanrı’nın
yargısı buna dayanarak ayrıcalıksız bildirilir. Kutsalların günahları bağışlanabilir. Bunun
nedeni, birer kutsal olarak doğaları gereği değil, Tanrı’nın merhametiyle bağışlanmalarıdır.
IX. BÖLÜM
YASA ALTINDAKĐ YAHUDĐLERĐN TANIMALARINA RAĞMEN MESĐH, SADECE
MÜJDE’DE UZUN UZADIYA AÇIKÇA VAHYEDĐLMĐŞTĐR127
(Mesih’in lütfu önceden görülmüş ve belirtilmiştir, 1-2)
1. Yeni Antlaşma toplumunun avantajı
Eski insanlardan Tanrı’nın, kefaret ve sunular aracılığıyla Baba128 olduğuna tanıklık
etmelerini istemesi ve Kendine seçilmiş bir halk ayırması boşuna değildir. Ancak bütün
görkemiyle bize göründüğü aynı suretiyle kesin biçimde bilinebilirdi. Bu durumda, Malaki
Yahudilere Musa’nın yasasına dikkat etmelerini ve onu içtenlikle sürdürmelerini emretmiştir.
Kendisinin ölümünden sonra peygamberlik görevinin kesintiye uğrayacağı için, daha sonra
“Doğruluk güneşi doğacak” diye duyurmuştur [Mal. 4:2]. Bu sözleriyle o, yasa, Tanrı’ya
bağlı kişinin Mesih’in gelişini beklemesini sağlarken, O’nun gelişiyle de daha fazla ışık umut
etmesi gerektiğini öğretmektedir. Bu nedenle Petrus şöyle demektedir: “Peygamberler, bu
kurtuluşla ilgili dikkatli incelemeler, araştırmalar yaptılar” ki, şimdi bu müjdede de ortaya
koyulmaktadır [1Pe. 1:10]. “Kendilerine” ya da çağlarına “değil, size hizmet ettikleri onlara
açıkça gösterildi. Bu gerçekleri… Müjde’yi iletenler bildirdi” [1Pe. 1:12]. Bunların
öğretilmesi antik dönemde yaşayan insanlar için yararsız ya da peygamberler için değersiz
değildi, çünkü onlar Tanrı’nın Kendi eliyle bize aktardığı bu hazineye sahip olmak için
gelmemişlerdi! Bugün onların tanıklık ettikleri lütuf gözümüzün önüne koyulmaktadır. Onlar
sadece onun biraz tadına bakmışlardı; bizse onun zevkini daha çok sürebiliyoruz! Mesih,
Musa’nın Kendisine tanıklık ettiğini söylüyor [Yu. 5:46], yine de Yahudileri geride
bıraktığımız lütfun ölçüsünü övüyor. Öğrencilerine şöyle diyor: “Sizin gördüklerinizi gören
gözlere ne mutlu; sizin duyduklarınızı duyan kulaklara ne mutlu; nice krallar, nice
peygamberler, bunu çok istediler ama buna ulaşamadılar [Luk. 10:23-24; Mat. 13:16-17;
birleştirilmiş]. Tanrı’nın bizi, ender rastlanan dine bağlı kimseler olan kutsal atalara tercih
etmesi, müjdenin açıklamasında hiç de önemsiz bir övgü değildir. Başka bir ayet bu
düşünceyle daha yakın uyuşmaktadır. Burada, Đbrahim’in, Mesih’in gününü görüp sevindiği
söylenmektedir [Yu. 8:36]. Uzaktaki bir şey çok fazla seçilemese de, Đbrahim geçerli bir
umuda güveniyordu. Kutsal ataya, ölümüne kadar da eşlik eden bu sevinç buradan geliyordu.
127
Bu, 1559 basımında yer alan yepyeni bir bölümdür (Krş. II. vi) Antlaşma’daki yasanın
içeriğini ve yasanın birinci amacının Mesih’e işaret etmek olduğunu vurgulamaktadır.
128
Krş. II. vi. 1-4
233
Ve Vaftizci Yahya’nın ifadesi –Tanrı’yı hiçbir zaman hiç kimse görmedi. Baba’nın bağrında
bulunan ve Tanrı olan biricik Oğul O’nu tanıttı [Yu. 1:18]- Mesih’ten önce ölen dinine bağlı
kimseleri, Mesih’in kişiliğinde parlayan ışığın ve anlayışın paydaşlığının dışında
tutmamaktadır. Ama onların paylarını bizimkilerle karşılaştırarak, ancak gölgeli ana hatlarla
gözlerine ilişen bu gizemlerin bize açıklandığını öğretmektedir. Đbranilere Mektup’un yazarı
bunu açıkça ifade etmektedir: “Tanrı eski zamanlarda peygamberler aracılığıyla birçok kez
çeşitli yollardan atalarımıza seslendi ama şimdi…sevgili Olu aracılığıyla bize sesleniyor” [Đbr.
1:1-2]. Bugün bizim için, “Tanrı yüceliğinin parıltısı, O’nun varlığının öz görünümü [Đbr. 1:3]
olan tek Oğlu antik dönemde yaşayan Yahudiler biliyorlardı. Başka bir yerde Pavlus’un,
Mesih’in ilk kurtuluşun önderi olduğuna dair görüşünden alıntı yapmıştık [Krş. 1Ko. 10:4]129.
Dahası Pavlus’un başka bir yerde öğrettiği gibi, “‘Işık karanlıktan parlayacak’ diyen Tanrı’nın
Đsa Mesih’in yüzünde parlayan kendi yüceliğini tanımamızdan doğan ışığı bize vermek için
yüreklerimizi aydınlattığı” doğrudur [2Ko. 4:6]. O, böylece göründüğünde suretinde adeta
Kendisini görünür kılmıştır. Oysa görünümü daha önce fark edilmiyordu, gölgedeydi. O
zaman, gön ortasında gözleri görmeyenlerin nankörlüğü ve ahlaksızlığı daha iğrenç ve daha
bayağıdır! Pavlus, müjdede peçeyle örtülü olmadan parıldayan Mesih’in yüceliğini
göremeyecek kadar Đblis’in onların zihinlerini körelttiğini söylüyor [2Ko. 3:14-15; Krş. 4:4]].
2. Müjde’de, vahyedilen Mesih vaaz edilmektedir
Şimdi müjdeye, Mesih’in gizeminin net olarak açıklanması diye bakıyorum. Pavlus,
müjdeye “Đman öğretisi” dediği için [1Ti. 4:6], yasada sık sık karşımıza çıkan, günahların
karşılıksız bağışlanmasıyla, Tanrı’nın insanları Kendisiyle barıştırmasıyla ilgili vaatlerin
bunun birer parçası olduğunu kuşkusuz kabul ediyorum. Pavlus kurtuluş yapılan işlerde
aransaydı, vicdanı rahatsız ve tedirgin eden korkularla imanı karşılaştırmaktadır. Bundan şu
sonuç çıkmaktadır: Geniş anlamıyla alındığında “müjde” kelimesi, Tanrı’nın eski dönemdeki
atalara gösterdiği merhametine ve babaca sevgisine tanıklıkları kapsamaktadır. Yine de daha
tam anlamıyla bu kelimenin Mesih’te görünür kılınan lütfun duyurulmasından söz ettiğini
söylüyorum. Bu sadece kelimenin geleneksel kullanılışı diye kabul edilemez, Mesih’in ve
elçilerin yetkisine dayanır [Mat. 4:17, 23; 9:35]. O’nun Krallık müjdesini vaaz etme olgusu,
yerinde olarak O’na atfedilmektedir. Markos, müjdesine “Đsa Mesih’in müjdesinin başlangıcı”
diye başlamaktadır [Mar. 1:1]. Bu kadar iyi bilinen bir konuyu kanıtlamak için ayetleri
yığmak gereksiz. “Gelişiyle Mesih Đsa, yaşamı ve ölümsüzlüğü Müjde aracılığıyla ışığa
çıkarmıştır” [2Ti. 1: 9-10]. Bu sözleriyle Pavlus, Tanrı’nın Oğlu beden alıncaya kadar ataların
ölümün gölgesiyle örtüldüğünü söylemiyor. Tam tersine, müjdenin saygınlığın ayrıcalıklı
olduğunu öne sürüyor. Bunun, Tanrı’nın vaadini yerine getirdiği yeni ve alışılmadık türde bir
elçilik olduğunu, O’nun vaatlerindeki gerçeğin Oğul’un kişiliğinde yerine geldiğini öğretiyor
[Krş. 2Ko. 5:20]. Đmanlılar, Pavlus’un “Tanrı’nın bütün vaatleri Mesih’te ‘evet’ ve ‘amin’dir”
[2Ko. 1:20, mealen] sözünü doğru bulmuşlardır, çünkü bu vaatler onların yüreklerinde
mühürlenmiştir [Krş. 2Ko. 1:22]. Bununla beraber Mesih, beden alarak kurtuluşumuzu
bütünüyle tamamladığı için, gerçeklerin bu diri tezahürü yeni ve eşsiz bir övgüyü haklı olarak
kazanmıştır. Mesih’in, “Göğün açıldığını, Tanrı meleklerinin Đnsanoğlu üzerinde yükselip
indiklerini göreceksiniz” sözü buradan kaynaklanmaktadır [Yu. 1:51]. Mesih burada Yakup
ataya görünümünde gösterilen merdiveni [Yar. 28:12] ima ediyor görünse bile, gelişinin
olağanüstü olacağını belirtmektedir. Gelişiyle göklerin kapısı açılacak, her birimiz buradan
içeriye girebileceğiz.
(Yasayla müjde arasındaki ilişki konusundaki yanlışların çürütülmesi: Vaftizci
Yahya’nın aracı konumu, 3-5)
129
I. xiii. 10
234
3. Vaatler bizim için geçersiz kılınmıyor
Ancak Servetus’un şeytanca hayalinin bilincinde olmalıyız. Servetus, -Mesih’in
lütfunun büyüklüğünü övmek isterken ya en azından bunu istiyormuş gibi yaparken- vaatleri
bütünüyle hükümsüz kılıyor. Sanki yasayla aynı zamanda sona erdiriyor. Müjdeye iman
ederek bütün vaatlerin yerine gelmesini paylaşmışız gibi davranıyor. Sanki bizimle Mesih’in
arasında hiç fark yokmuş gibi! Mesih’in, kurtuluşumuzun genel toplamında hiçbir şeyi
bitirmeden bırakmadığını az önce söyledim. Ama bundan, söylediği yararların zaten bizim
olduğunu öne sürmek yanlıştır –Pavlus’un, “Kurtuluşumuz umutta saklıdır” [Kol. 3:3,
mealen; Krş. Rom. 8:24] ifadesi sanki yalanmış gibi! Aslında Mesih’e iman etmekle hemen
ölümden yaşama geçtiğimizi kabul ediyorum. Ama aynı zamanda da Yuhanna’nın şu sözünü
unutmamalıyız: “Tanrı’nın çocukları olduğumuzu bilmemize rağmen, O’nu olduğu gibi
gördüğümüzde, O’nun gibi oluncaya kadar… bu daha ortaya çıkmayacak” [1Yu. 3:2,
mealen]. Bu durumda Mesih müjdede, şimdiki yaşamda ruhsal yararların doluluğunu sunsa
bile, bozulabilen bedenimizden soyunup önümüzden giden Mesih’in görkeminde görüntümüz
değişinceye kadar hoşnutluğumuz umudun bekçiliğinde saklanır. Bu arada Kutsal Ruh
vaatlere güvenmeyi bize emreder. Bu vaatlerin üzerimizdeki yetkisi bu murdar köpeklerin
bütün havlamalarını susturmalıdır. Pavlus’a göre, “Şimdiki ve gelecek yaşamın vaadini içeren
Tanrı yolunda yürümek her yönden yararlıdır” [1Ti. 4:8]. Bu nedenle Pavlus, “Mesih Đsa’daki
yaşam vaadi uyarınca… Mesih Đsa’nın elçisi” olmakla övünüyor [2Ti. 1:1] Başka bir
ayetteyse, eski dönemdeki kutsallara verilen aynı vaatlerin bize de verildiğini öğretiyor. [2Ko.
7:1; Krş. 2Ko. 6:16-18]. Sonunda da bunun, “Vaat edilen Kutsal Ruhla” mühürlenmenin [Ef.
1:13] mutluluğunun zirvesi olduğunu düşünmekte. Biz vaatlerini giyinmiş Mesih’i
kucaklarken ancak O’nun keyfini sürüyoruz. Olan şu ki, O gerçekten de bizim yüreğimizde
yaşıyor [Krş. Ef. 3:17] ve yine de, “Bu bedende yaşadıkça Rab’den uzaktayız. Gözle görülene
değil, imana dayanarak yaşarız” [2Ko. 5:6-7]. Şimdi şu ikisi birbiriyle oldukça uyumludur:
Mesih’te, göksel yaşamın yetkinliğiyle ilişkili her şeye sahibiz ve iman görülmeyen iyi
şeylerin bir görümüdür [Krş. Đbr. 11:1]. Ancak vaatlerin doğasında ya da niteliğindeki farka
dikkat etmeliyiz: Müjde tiplerle önceden belirttiği yasaya parmağıyla işaret etmektedir.
4. Yasayla müjde arasındaki zıtlık abartılmamalıdır
Đşlerle hak edilenlerle karşılıksız doğruluk atfetme arasındaki zıtlığı ortaya koyarak,
her zaman yasayı müjdeyle yanlış biçimde kıyaslayanları da burada çürütüyoruz. Aslında bu,
tümüyle reddedilecek bir zıtlık değildir. Çoğunlukla Pavlus, “yasa” terimiyle doğru yaşam
kuralından söz etmektedir. Bu yolla Tanrı, Kendisine ait olanı bizden istemektedir. O’na
tümüyle itaat etmezsek bize hiç umut vermez. Öte yandan en hafif şekilde bundan saparsak
lanet de ekler. Pavlus, lütufla Tanrı’nın gözüne hoş görüneni yaptığımızı ve bağışlamasıyla
doğru sayıldığımızı, çünkü ödül vaat eden yasaya hiçbir yerde itaat edilmediğini öne
sürdüğünde bunu söylemektedir. Bu durumda Pavlus, yasadaki doğrulukla müjdedeki
doğruluğu haklı olarak karşılaştırmaktadır [Rom. 3:21 vdd; Gal. 3:10 vdd; vb].
Ne var ki, müjde farklı bir kurtuluş yolu ortaya atarak tümüyle yasanın yerine geçmez.
Daha çok, yasada vaat edileni onaylar ve bunundan hoşnut olur ve gölgelerin özünü verir130.
Mesih, “Kutsal Yasa ve peygamberlerin devri Yahya’nın zamanına dek sürdü” dediğinde
[Luk. 16:16; Krş. Mat. 11:13], yasaya köle olanların kaçamadığı laneti ataları lanetin hükmü
altında bırakmamaktadır. Şunu demektedir: Onlar sadece ilkelerde eğitilmişlerdi, bu durumda
müjdenin öğretişinin çok altında kalmışlardı. Pavlus müjdeye, “Đman eden herkesin kurtuluşu
için Tanrı’nın gücüdür” diyerek [Rom. 1:16] şimdi “Yasa ve peygamberler buna tanıklık
ediyor” diye eklemektedir [Rom. 3:21]. Aynı mektubun sonunda, “Mesih Đsa’nın vaazı
başlangıcı olmayan zamanlardan bu yana sessizlik içinde saklanan gizemin açıklanmasıdır”
130
Krş. II. vii. 16; II. viii. 28, 29.
235
diye öğretse de [Rom. 16:25, mealen], O’nun “peygamberin yazılarıyla bildirildiğini”
öğreterek [Rom. 16:26, mealen] bir açıklama ekleyerek bu ifadeye nitelik kazandırır. Bundan
çıkardığımız sonuca göre, yasanın bütünüyle söz konusu olduğu yerde müjdenin ondan farkı,
sadece net olarak ortaya koymasıdır. Lütuf, tahmin edilemeyecek bereketiyle Mesih’te
gözümüzün önüne serildiği için, O’nun gelişiyle Tanrı’nın Göklerdeki Krallığının yeryüzünde
kurulduğunun söylenmesinin geçerli bir nedeni vardır [Krş. Mat. 11:28].
5. Vaftizci Yahya
Yahya, yasayla müjdenin arasında yer almakta, ikisiyle ilişkili olan bir aracılık görevi
yapmaktadır. Mesih’e, “Tanrı Kuzusu” ve günahları ortadan kaldıran sunu demektedir [Yu.
1:30]. Böylece müjdenin tamamını açıklamaktadır. Yine de dirilişte uzun uzadıya parlayan bu
karşılaştırma kabul etmez gücü ve görkemi açıklamamaktadır. Mesih, onun, elçilerin dengi
olmadığını söylemiştir; sözlerinin anlamı şudur: “Kadından doğanlar arasında Vaftizci
Yahya’dan daha üstün biri çıkmamıştır… Bununla birlikte Göklerin Egemenliği’nde en küçük
olan ondan üstündür” [Mat. 11:11]. O, burada insanları övmüyor ama Yahya’yı bütün
peygamberlerin en başına koyduktan sonra müjdenin vaazını en yüce mevkii veriyor. Başka
bir yerde gördüğümüz üzere, “Göklerin Egemenliğinin” vaaz edilmesine işaret ediyor. Yahya,
sanki peygamberden daha aşağıymış gibi, kendisinin sadece bir “ses” olduğu cevabını veriyor
[Yu. 1:23; Krş. Yşa. 40:3]. Bunu sahte bir alçakgönüllülükle yapmıyor ama gerçek elçiliğin
kendisine verilmediğini, yine de habercilik görevi yaptığını öğretmek istiyor. Malaki bunu
daha önceden söylemişti: “Rab’bin büyük ve korkunç günü gelmeden önce size Peygamber
Đlyas’ı göndereceğim” [Mal. 4:5]. Nitekim bütün görev süresi boyunca Mesih’e öğrenciler
hazırlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Bu görevi Tanrı’nın ona verdiğini bile Yeşaya’yla
kanıtlar. Bu anlam Mesih ona, “Yanan ve şık saçan bir çıra” der [Yu. 5:35], çünkü gün ışığı
tam olarak gelmemişti. Yine de bu, onun müjde vaizleri arasında sayılmasını engellemez,
çünkü daha sonra elçilere bahşedilen aynı vaftizi yapmıştı [Yu. 1:33]. Ama Yahya’nın
başlattığı işin yerine getirilmesinde elçiler, ancak Mesih göklere alındıktan sonra yol
almışlardır.
X. BÖLÜM
ESKĐ VE YENĐ ANTLAŞMA’NIN BENZERLĐĞĐ
(Eski Antlaşma’daki antlaşma aslında Yeni Antlaşma’dakiyle aynıdır, 1-6
1. Soru
Daha önce söz ettiğimiz konuyu şimdi daha net anlayabiliriz.
Dünyanın
başlangıcından beri Tanrı’nın, Kendi halkının yoldaşı diye oğulluğa aldığı bütün insanlar,
aynı yasa ve bizim için geçerli olan aynı öğretiş bağı aracılığıyla O’nunla bir antlaşma
yapmışlardı131. Bunu belirtmek önemlidir. Bu durumda, atalar aynı Aracının lütfuyla aynı
mirastan pay alsalar ve bizimle ortak bir kurtuluşu ümit etseler bile, bu paydaşlıkta onların
131
Bu bölümde, özellikle 1-5 ve 8. maddelerde Calvin antlaşma öğretisini açıklıyor. Zwingli,
Oecolampadius, William Tyndale, Bucer ve Bullanger lütuf antlaşmasını ilahiyatın bağımsız
bir unsuru haline getirmiştir. Onların antlaşma konusundaki görüşleri Zacharias Ursinus (ölm.
1583), Caspar Olevianus (ölm. 1587), Heidelberg Reformcuları ve Robet Rollock (ölm. 1599)
tarafından Đskoçya’da geliştirilmiştir. Antlaşma ilahiyatı tam olarak ancak on yedinci yüzyılda
geliştirilmiş ve Westminister Đnanç Açıklaması’nın VII. bölümüyle John Cocceius’un, Summa
doctrinae de foedere et testamento Dei (1648) adlı etkileyici çalışmasında açıklanmıştır.
Calvin, lütuf antlaşmasının yanında işler antlaşmasının, doğa antlaşmasının yer aldığı bu
abartmayı öngörmemektedir.
236
durumunun bizimkinden ne kadar farklı olduğunu bir ek yaparak açıklayacağım. Bunu
kanıtlamak için, toparladığımız Yasa’daki ve peygamberlerdeki tanıklıklar Tanrı’nın halkının
saygı gösterme ve dine bağlılıktan başka bir kuralının olmadığını açıklamaktadır. Bununla
beraber, yazarlar çoğunlukla uzun uzadıya Eski ve Yeni Antlaşma arasındaki farkı
tartıştıkları, böylece sıradan okurun zihninde kuşku yaratıldığı için, bu konuyu daha ayrıntılı
tartışmak üzere haklı olarak özel bir bölüm ayırıyoruz. Nitekim Đsraillilere domuz sürüsünden
başka bir şey diye bakmayan şu harika maskara Servetus ve Anabaptist tarikatından bazı
deliler, durum her ne olursa olsun bizim için çok yararlı olacak bir açıklamayı gerekli
kılmaktadırlar. Çünkü hiçbir göksel ölümsüzlük umudu olmadan RAB’bin Đsraillileri bu
dünyada besiye çektiğine dair saçma laflar ediyorlar132. Bu durumda bu tehlikeli yanlışı
Tanrı’ya bağlı insanların zihinlerinden uzak tutmak ve aynı zamanda da Eski ve Yeni
Antlaşma arasındaki farktan her söz edildiğinde, genellikle hemen ortaya çıkan güçlükleri
gidermek için, RAB’bin Mesih gelmeden önce eski Đsrail halkıyla ve O’nun gelişinden sonra
da bizimle yapmış olduğu antlaşmalar arasındaki benzerliklere ve farklara yeri gelmişken
bakalım.
2. Antlaşmanın başlıca konuları
Đkisi de tek bir kelimeyle açıklanabilir. Ataların hepsiyle yapılan antlaşma, özünde ve
gerçekte bizimkine o kadar çok benzemektedir ki, aslında ikisi bir ve aynıdır. Ama bu kadar
kısa bir ifadeden hiç kimse net bir şey anlayamayacağı için, ilerleme kaydetmek istiyorsak
daha ayrıntılı bir açıklama gereklidir. Onların benzerliğini –ya da daha çok aynılığınıgösterirken, daha önce gözden geçirdiğimiz ayrıntıları yeniden incelemek gereksiz olacaktır;
başka yerde tartışılan konuları burada birbirine karıştırmak da uygun olmayacaktır.
Burada belli başlı üç noktanın üzerinde durmalıyız. Birincisi, bedensel gönencin ve
mutluluğun, Yahudilerin önüne koyulan, çok istemeleri gereken hedefi oluşturmadığına
inanıyoruz. Daha çok onlar ölümsüzlük umudu için oğulluğu alınmışlardı; bu oğulluğa
alınmanın güvencesi onlara kehânetlerle, yasayla ve peygamberlerle kanıtlanmıştı. Đkincisi,
onları RAB’be bağlayan antlaşmayı, liyakatleri değil, sadece onları çağıran Tanrı’nın
merhameti destekliyordu. Üçüncüsü, Aracı olarak onların Mesih’i vardı ve onu biliyorlardı.
O’nun aracılığıyla Tanrı’ya katılıyorlardı ve Tanrı’nın vaatlerinden pay alıyorlardı. Bunlardan
ikincisi, belki de henüz yeterince anlamadığımız için, burada uzun uzadıya açıklanacaktır133.
RAB’bin halkına verdiği ya da vaat ettiği bütün bereketlerin sadece O’nun iyiliğinden ve
şefkatinden kaynaklandığına dair gerçeği peygamberlerin çok sayıdaki apaçık tanıklığıyla
doğrulayacağız. Üçüncü noktaya dair net kanıtları da şurada burada vermiştik; birinci noktayı
da değinmeden geçmemiştik.
3. Eski Antlaşma geleceğe bakar
Birinci noktada özellikle şu andaki sorumuzdan söz edilmektedir. Karşıtlarımız bu
konuda bizimle daha çok görüş ayrılığına girmektedirler. Bu nedenle buna daha çok dikkat
edelim. Ama bunu öyle bir şekilde yapalım ki, açıklamada herhangi bir eksiklik ortaya
çıkarsa, yol alırken yeri geldikçe ekler yaparak bunu giderelim. Elçi, “Tanrı…Đsa Mesih’le
ilgili bu müjdeyi peygamberleri aracılığıyla Kutsal Yazılar’da önceden vaat etti” [Rom. 1:2-4]
dediğinde bu üç noktayla ilgili bütün kuşkularımızı gidermektedir. Aynı şekilde, Yasa ve
Peygamberler, müjdede öğretilen imanın doğruluğuna tanıklık etmektedirler [Rom. 3:21].
Tabii ki, müjde insanların yüreklerine bu yaşamın zevkiyle sınır koymuyor ama onları
ölümsüz umuduyla ferahlatıyor. Onları dünyadaki zevklerle bağlamıyor, göklere dayanan bir
132
Servetus, Calvin’in burada kabul etmediği bu görüşü ısrarla kabul etmektedir. Đmanın
yanında , “Yasada bedensel ve dünyasal günahlar bağışlanıyordu” demektedir.
133
III. xv-xviii
237
umudu bildirerek, deyim yerindeyse onları oraya taşıyor. Pavlus başka bir yerde bunu şöyle
açıklamakta: “Müjdeye iman ettiğinizde, siz de vaat edilen Kutsal Ruh’la mühürlendiniz.
Ruh… Tanrı’ya ait olanların kurtuluşuna dek mirasımızın güvencesidir” [Ef. 1:13-14].
Ayrıca, “Mesih Đsa’ya iman ettiğinizi ve bütün kutsalları sevdiğinizi duyduk. Đmanınız ve
sevginiz göklerde sizin için saklı bulunan umuttan kaynaklanıyor. Bu umudun haberini
gerçeğin bildirisinden, size daha önce ulaşan Müjde’den aldınız” [Kol. 1:4-5]. Yine,
“Rab’bimiz Đsa Mesih’in yüceliğine kavuşmanız için Müjde’yle sizi bu kurtuluşa çağırdı”
[2Se. 2:14]. Buna, “kurtuluş bildirisi” [Elç. 13:26], “Tanrı’nın, imanlıları koruyan gücü”
[Rom. 1:16] ve “Göklerin Egemenliği” [Mat. 3:2; 13] denir. Ama müjde öğretisi ruhsalsa ve
dürüst bir yaşam elde etmemizi sağlıyorsa bunun vaat edildiği ve duyurulduğu kimselerin
bunu unuttuklarını ve canlarına özen göstermeyi ihmal ettiklerini, akılsız hayvanlar gibi
bedensel zevklerin peşinden koştuklarını düşünmeyelim. Hiç kimse sapkınca burada, Yasa’da
ve Peygamberlerde mühürlenen müjdeyle ilgili vaatlerin yeni bir halk için düşünüldüğünü
söylemesin134. Elçi, müjdenin yasada vaat edildiğini söyledikten kısa süre sonra, “Kutsal
Yasa’da söylenenlerin… Yasa’nın yönetimi altındakilere söylendiğini biliyoruz” diye
eklemektedir [Rom. 3:19]. Pavlus’un bunu başka bir bağlamda söylediğini kabul ediyorum.
Ancak yasanın öğrettiklerinin özel olarak Yahudiler için geçerli olduğunu söylediğinde,
birkaç ayet önce müjdenin yasada vaat edildiğini onaylamış olduğunu görmezden gelecek
kadar unutkan değildi [Rom. 1:2; Krş. 3:21]. Elçi, müjdedeki vaatlerin ona dahil olduğunu
söylediğinde Eski Antlaşma’nın özellikle gelecek yaşamla ilgili olduğunu çok açıkça
kanıtlamaktadır.
4. Aklanmanın Eski Antlaşma’da bile geçerliliği sadece lütuftan kaynaklanır
Aynı nedenle şu sonuca varılıyor: Eski Antlaşma, Tanrı’nın karşılıksız merhametiyle
yapılmış ve Mesih’in aracılığıyla doğrulanmıştır. Müjdenin vaazında da, günahkârların kendi
liyakatlerine bakılmaksızın, sadece Tanrı’nın babaca şefkatiyle aklandıkları ve bunun
bütünüyle Mesih’te özetlendiği duyurulur. O zaman, tek temeli Mesih olan müjde
antlaşmasının Yahudilerle yapıldığını duyduğumuz için, kim Yahudileri Mesih’ten ayırmaya
cesaret eder? Doğru iman öğretisinin verildiğini duyduğumuz kişileri karşılıksız kurtuluş135
armağanına yabancılaştırmaya kim cesaret eder? Apaçık bir şeyi uzun uzun tartışmayalım
diye –Rab’bin dikkate değer bir sözü vardır: “Babanız Đbrahim günümü göreceği için sevinçle
coşmuştu. Gördü ve sevindi” [Yu. 8:56]. Elçi, “Đsa Mesih dün, bugün ve sonsuza dek aynıdır”
[Đbr. 18:8] dediğinde, Mesih’in burada Đbrahim için tanıklığının, inanan halkın arasındaki
evrenselliğini göstermektedir. Pavlus, sadece Mesih’in sonsuza kadar sürecek olan
tanrısallığından değil, O’nun gücünden, imanlıların her zaman ulaşabildikleri gücünden de
söz etmektedir. Hem Kutsal Bakire hem de Zekeriya ezgilerinde, Mesih’te açıklanan
kurtuluşa, RAB’bin önce Đbrahim’e, sonra da atalara verdiği vaatlerin tezahürü demişlerdir
[Luk. 1:54-55; 72-73]. Mesih’inde ortaya çıkan RAB eski yeminlerini bozduysa Eski
Antlaşma’nın her zaman Mesih’te ve sonsuz yaşamda bittiğinden başka bir şey
söylenemez136.
5 . Antlaşmadaki benzer belirtiler
Aslında elçi, sadece antlaşmadaki lütuftan ötürü değil, sakramentlerin önemi nedeniyle
de Đsraillileri bizimle denk tutmaktadır. Kutsal Yazı’ya göre, eskiden Đsraillilere verilen
cezalardan örnekler verirken, amacı, Korintlileri benzer kötülüklere düşmekten korumaktı. Bu
134
Servetus, Dialogorum de Trinitate libri duo: De justitia rengi Christi I. 1. 4, fo. C 7a, D. 16
2a (çev. E. M. Wilbur, The Two Treatises of Servitus on the Trinity, s. 225, 230 vd.)
135
Servetus, De justitia rengi Christi, III. 3, fo. E2a (çev. Wilbur, a.g.e., s. 243 vdd).
136
Aynı şekilde Bucer, Mesih’le Eski Antlaşma’yı bağdaştırmaktadır, Metaphrases et enarrationes perpetuate
epistolarium D. Pauli Apostoli, 1536, s. 159.
238
nedenle şu girişle başlıyor: Onların başlarına gelen Tanrı’nın öcünden bizi kurtaracak hiçbir
ayrıcalık iddiasında bulunmamızın nedeni yoktur, çünkü RAB onlara sadece aynı bereketleri
sağlamamış, aynı sembollerle onlara lütfunu göstermiştir [Krş. 1Ko. 10:1-6, 11]. Sanki şöyle
diyor: “Hem mühürlendiğiniz vaftizde hem de her gün katıldığınız Rab’bin Sofrasında
olağanüstü vaatler olduğu için tehlikeden uzak olduğunuza güvendiğinizi ama aynı zamanda
da Tanrı’nın iyiliğini küçümsediğinizi ve kayıtsızı oynadığınızı varsayalım. Bilin ki,
Yahudiler bu sembollerden yoksun değillerdi, yine de RAB onlara karşı acımasız yargısını
yerine getirdi. Onlar, geçtikleri denizde ve güneşten korundukları bulutta vaftiz oldular.”
Muhaliflerimiz bu denizden geçişe bedenin vaftizi diyorlar. Bu, bir ölçüde bizim ruhsal
vaftizimize denk düşüyor. Ama bu doğru kabul edilseydi elçinin tezi etkili olmayacaktı.
Pavlus burada Hıristiyanlara vaftiz ayrıcalığıyla Yahudilerden üstün olduklarını düşünmekten
vazgeçmelerini söylüyor. Hemen bunun ardından gelen de bu bahaneye boyun eğmiyor:
“Hepsi aynı ruhsal yiyeceği yedi; hepsi aynı ruhsal içeceği içti” [1Ko. 10:3-4]. Bunu,
Mesih’e göndermede bulunarak böyle yorumluyor137.
6 . Yuhanna 6:49, 54’e dayanan bir itirazın yalanlanması
Pavlus’un bu bildirisini yıkmak için, Mesih’in şu sözleriyle itiraz ediyorlar:
“Atalarınız çölde man yediler, yine de öldüler” [Yu. 6:49]. “Bedenimi yiyenin… sonsuz
yaşamı vardır” [Yu. 6:54]. Bu ayetler, hiçbir sorun çıkmadan kabul edilebilir. Çünkü o zaman
RAB, sadece karınlarını yiyecekle doldurmaya çalışan ama canın gerçek yiyeceğiyle
ilgilenmeyen dinleyicilerle konuşuyordu. Bir şekilde sözlerini onların yeteneğine göre
ayarlıyordu. Özellikle man ile bedenlerini onların anlayışına göre karşılaştırıyordu. Musa’nın
gökten manı aldığında gösterdiği mucize gibi, Rab’bin de yetki kazanması için mucize
göstererek gücünü kanıtlamasını istiyorlardı. Ama “manla”, halkı olumsuz etkileyen fiziksel
açlığın çaresinden başka bir şey anlamıyorlardı. Pavlus’un ilgilendiği daha derindeki sırrın
içine giremiyorlardı. Atalarının Musa’dan gördüklerini söylediklerinden çok daha fazla yarar
beklemeleri gerektiğini göstermek için Mesih, bu karşılaştırmayı yapmıştı. Çölde açlıktan
ölmesinler diye RAB’bin, Musa aracılığıyla halkına göksel yiyecek vererek kısa süreliğine
onları desteklemesine büyük ve unutulmaz bir mucize olarak baktığınızı düşünün. O zaman
bundan, ölümsüzlük veren yiyeceğin ne kadar mükemmel olduğu sonucu çıkıyor. RAB’bin
manın başlıca özelliğine aldırmamasının ve onun sadece en basit kullanılışını belirtmesinin
nedenini anlıyoruz. Çünkü O’nu kınayan Yahudiler, O’nun karşısına halkın yardımına manla
koştuğu için, Musa’yı çıkarmışlardı. RAB buna, çok daha yüce bir lütuf hizmeti yaptığı
cevabını vermektedir. Bu, halkın çok değer verdiği fiziksel besiniyle karşılaştırıldığında
fiziksel besin küçümsenmeyi hak ediyordu. RAB’bin, gökten man yağdırdığında bunu sadece
onların karınlarını doyurmak için yapmadığını, Mesih’teki ruhsal canlanmayı haber vermek
için, bunu ruhsal bir sır olarak bahşettiğini de Pavlus biliyordu [1Ko. 10:1-5]. Bu nedenle,
aslında düşünmeye değer bir konu olarak bunu görmezden gelmiyordu. Bundan, bütün
kesinliğiyle şu sonuca varabiliriz: RAB, şimdi bize vermeye tenezzül ettiği aynı sonsuz ve
göksel yaşam vaatlerini Yahudilere vermekle kalmıyordu ama onları gerçekten ruhsal
sakramentlerle de mühürlüyordu. Augustinus bu konuyu Against Faustus the Manichee adlı
eserinde uzun uzadıya tartışmaktadır.
(Eski Antlaşma’da ataların, vaatlerin gelecek yaşamda yerine getirilmesini
beklediklerini gösteren sonsuz yaşam umuduyla ilgili tezler, 7-14)
7 . Atalar Sözü biliyorlardı; bununla sonsuz yaşamı da biliyorlardı
137
Bucer, Metaphrases et enarrationes perpetuae epistolarum D. Pauli Apastoli, s. 158’de antik dönemdeki
Yahudilerin sakramentleriyle Hıristiyanların sakramentlerinin özde farklı olmadığını belirtiyor. Bu ve bundan
sonraki maddede suçlanan görüşlerin birçoğu Servetus’a aittir.
239
Ama Mesih’ten ve elçilerden duyduğumuz gibi, ruhsal antlaşmanın atalar için de ortak
olduğunun kanıtlanması için, okurlarım Yasa’dan ve Peygamberlerden alıntı yapılan
tanıklıkları bilmeyi tercih edebilirler. Onların isteklerine çok isteyerek uyacağım, çünkü
muhaliflerimiz böylece daha kesin biçimde yalanlanacaktır; sonra da bu konudan hiç kaçışları
olmayacaktır.
Şu kanıtla başlayacağım – Anabaptistlerin kibirle bunun amaçsız hatta gülünç
olduğunu düşüneceklerini bilmeme rağmen. Yine de sağlıklı ve öğrenebilen halk için bu çok
değerli olacaktır. Tanrı’nın Sözü’nde, Tanrı’nın paydaşlık verdiği bütün canları uyandıracak
yaşam enerjisi bulunmasını doğal karşılıyorum. Petrus’un, bunun sonsuza kadar yaşayacak
ölümsüz bir tohum olduğu düşüncesi her zaman geçerli olmuştur [1Pe. 1:23]. Petrus,
Yeşaya’nın sözlerinden de bunu çıkarmıştır [1Pe. 1:24; Yşa. 40:6]. Eski dönemde Tanrı,
Yahudileri bu kutsal bağla Kendisine bağladığı için, onları sonsuz yaşam umudu için bir
kenara ayırdığından kuşku yoktur. Tanrı’yla daha yakından bütünleşmek için Sözü
kucakladıklarını söylediğimde gök, yeryüzü ve dünyadaki bütün yaratıklar aracılığıyla yayılan
genel ileti tarzını söylemiyorum. Bu, bütün her şeyi –kendi doğasının ölçüsüne göreuyandırsa bile, onları yozlaşma zorunluluğundan kurtarmaz. Tam tersine ben, dine bağlı
insanların canlarını Tanrı bilgisiyle aydınlatan ve bir anlamda da onları O’na bağlayan özel
tarzdan söz ediyorum. Adem, Habil, Nuh, Đbrahim ve diğer atalar Sözün bu şekilde
aydınlatmasıyla Tanrı’ya bağlanmışlardır. Bu nedenle hiç kuşku duymadan onların Tanrı’nın
ölümsüz Krallığa girdiklerini söylüyorum. Çünkü onlarınki Tanrı’yla gerçek paydaşlıktı. Bu
da, sonsuz yaşam bereketi olmadan olamazdı.
8 . Eski Antlaşma’da Tanrı, halkına Kendisiyle paydaşlık ve böylelikle de sonsuz
yaşam vermiştir
Bu, hala biraz anlaşılmaz mı geliyor? Peki, o zaman antlaşmanın bağlantısına geçelim.
Bu sadece huzurlu ruhlara doyurucu gelmeyecek, bununla çekişmeye çalışanların cahilliğini
de bol bol gösterecektir. RAB, kullarıyla her zaman şöyle antlaşma yapmıştır: “Ben, Tanrı’nız
olacağım. Siz de benim halkım olacaksınız” [Lev. 26:12]. Peygamberler de ortak olarak,
yaşamın, kurtuluşun ve bütün kutsanmışlığın bu sözlerde kucaklandığını açıklamışlardır.
Davut, geçerli bir nedenle şöyle duyurmaktadır: “Ne mutlu Tanrısı RAB olan ulusa” [Mez.
144: 15]; “Ne mutlu O’nun kendisi için seçtiği halka” [Mez. 33:12]. Bu, yeryüzündeki
mutluluk uğruna değildir ama Tanrı onları ölümden kurtardığı için, Kendi halkı diye
seçtiklerini sonsuza kadar gözetir ve sonsuza kadar süren merhametiyle korur. Diğer
peygamberler de aynı şekilde konuşmaktadır: “Sen bizim Tanrı’mızsın; biz ölmeyeceğiz”
[Hab. 1:12, mealen]. “Yargıcımız RAB’dir; yasamızı koyan RAB’dir, Kralımız RAB’dir, bizi
O kurtaracak” [Yşa. 33:22]. “Ne mutlu sana ey Đsrail…Sen RAB’bin kurtardığı bir halksın”
[Yas. 33:29].
Ne var ki, gereksiz konuları çok fazla uzatmamak için, şu uyarı Peygamberlerde sık
karşımıza çıkmaktadır: RAB bizim Tanrı’mız olduğu sürece bütün iyiliklerin bolluğundan ve
kurtuluş güvencesinden yoksun değiliz. Aslında böyledir! Parladığı anda yüzü, var olan bir
kurtuluş sözüyse, kurtarışının hazinelerini de insana açmadan onun Tanrı’sı olduğunu nasıl
gösterebilir? O. Şu koşulda bizim Tanrı’mızdır: Musa aracılığıyla tanıklık ettiği üzere, O
bizim aramızda yaşar [Lev. 26:11]. Ama insan, aynı zamanda yaşam da elde etmeden O’nun
huzurunda olamaz. Daha fazla bir şey açıklanmasa da, şu sözlerle onlara yeterince açık bir
vaatte bulunulmuştur: “Ben… sizin Tanrı’nızım” [Çık. 6:7]. Onların sadece bedenleri için
değil, özellikle canları için bir Tanrı olacağını açıklamıştır. Yine de canlar doğruluk sayesinde
Tanrı’yla birleşmezse ölümde O’na yabancı kalmaya devam eder. Öte yandan böyle bir
bütünleşme var olduğunda sonsuz kurtuluş getirecektir.
9 . Eski Antlaşma’da bile Tanrı’nın iyiliği ölümden daha güçlüdür
240
Bunun dışında Tanrı, sadece onların Tanrı’sı olduğuna tanıklık etmemiş, her zaman
onların Tanrı’sı olacağını vaat etmiştir. Şimdiki yararlarla yetinmeyen umutları sonsuzu da
kapsasın diye bunu yapmıştır. Bu şekilde belirtilen gelecek yaşamı iyi anladıkları birçok
ayette gösterilmektedir. Đmanlılar sadece şimdiki aksilikler için değil, Tanrı’nın onları asla
yoksun bırakmayacağı düşüncesiyle de teselli edilmektedirler. Şimdi vaadin ikinci bölümünde
Tanrı, onlara çok daha anlaşılır bir güvence vermektedir. Tanrı’nın onları kutsaması
yeryüzündeki yaşamın çok daha ötesine uzanmaktadır: “Senden sonra da soyunun Tanrı’sı
olacağım” [Yar. 17:7]. Ölülerin soylarına yarar sağlayarak cömertliğini duyuruyorsa onları
sevgisinden pek yoksun bırakmıyordu. Tanrı, iyilik etmek istedikleri kişilere görevlerini
yapma fırsatları ölümle sona erdiği için, sevgilerini arkadaşlarının çocuklarına veren insanlar
gibi değildir. Yine de, cömertliğini ölümün engellemediği Tanrı, merhametinin meyvesini
ölülerden esirgemez ama onların adına “sevgisini binlerce kuşağa gösterir” [Çık. 20:6]. Bu
olağanüstü kanıtla RAB, iyiliğinin büyüklüğünü ve bolluğunu onlara göstermek istemiştir.
Sevginin bütün soylarına bol bol sevgi akacağını söylediğinde bunu ölümden sonra
göreceklerdi. Deyim yerindeyse, ölümlerinden çok sonra Kendisine, “Đbrahim’in Tanrısı,
Đshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı” dediğinde [Çık. 3:6] RAB, vaadinin gerçekliğini
mühürlemiş, vaadini yerine getirmişti. Neden? Onlar öldülerse bu saçma bir sıfat değil miydi?
Sanki şöyle diyordu: “Ben, var olmayanların Tanrısıyım.” Müjdeciler, Rab’bin tek bir kanıtla
Sadukileri susturduğunu anlatıyorlar [Mat. 22:23-24; Luk. 20:27-38]. Öyle ki, ölülerin
dirilişine Musa’nın tanıklık ettiğini bile inkar edememişlerdi. O ölüler, “bütün kutsalların
O’nun elinin altında” olduğunu [Yas. 33:3] Musa’dan öğrenmişlerdi. Buradan şu sonuca
varmak kolaydı: Yaşamın ve ölümün yargıcı olan O’nun vasiliği, gözetimi ve koruması
altında olanları ölüm bile yok edememektedir.
10 . Antik dönem halkının kutsanmışlığı dünyasal değildi
Şimdi bu çekişmedeki asıl konuyu irdeleyelim: Rab’bin, imanlılara başka bir yerde
daha iyi bir yaşamları olduğunu algılamayı ve gökselliği iyice düşünmeleri için dünyadaki
yaşamı umursamamayı öğretip öğretmediğini. Birincisi, Tanrı’nın onlara emrettiği yaşam
tarzı sürekli bir uygulamaydı. Bu şekilde onlara sadece bu yaşamda mutlu olurlarsa bütün
insanların en zavallıları oldukları hatırlatılıyordu. Kaybettiği mutluluğu hatırladığında çok
mutsuz olan Adem, eksiğini endişe içinde emek vererek bereketsiz şekilde karşılıyordu.
Tanrı’nın lanetini fiziksel emekle bastırmak yeterli değilmiş gibi [Yar. 3:17] kendisine kalan
tesellide de çok büyük acı çekmişti. Đki oğlundan biri, diğerini ruhunda kötülük besleyerek
öldürmüştü [Yar. 4:8]. Geriye kalan oğlundan nefret etmek ve irkilmek için Adem’in geçerli
bir nedeni vardı. Yaşamının baharında acımasızca katil olan Habil, insan felaketinin bir
örneğiydi. Bütün yeryüzü tasasızca keyif sürerken Nuh, yaşamının büyük bölümünü gemi inşa
etmekten yorgun düşerek geçirmişti [Yar. 6:22]. Böylece ölümden kurtulmuştu. Bu, ona yüz
kez ölmekten daha büyük sıkıntılar getirmişti. On ay boyunca geminin ona bir tür mezar
olmasının yanı sıra bu kadar uzun süre –neredeyse hayvan gübrelerine batarak- kapalı
kalmaktan daha sevimsiz bir şey olamaz! Büyük güçlüklerin üstesinden geldikten sonra yeni
üzüntülere uğrar. Oğlunun onunla alay ettiğini görür ve Tanrı’nın büyük iyiliğiyle Tufan’dan
güven içinde kurtulan oğluna kendi ağzıyla lanet etmek zorunda kalır [Yar. 9:24-25].
11 . Đbrahim’in imanı
Đbrahim’in imanını düşünürsek, ona yüz bin kişiye denk biri olarak saygı duymalıyız.
Bu iman önümüze en iyi iman örneği diye koyulmaktadır. Tanrı’nın çocukları olmak için
onun oymağının üyesi sayılmamız gerekmektedir [Yar. 12:3]. Đbrahim için, bütün imanlıların
babası olmak [Krş. Yar. 17:5] yine de onların arasında en uzaktaki köşeye bile oturmamaktan
daha saçma ne olabilirdi? Ama bütün kiliseyi yok etmeden Đbrahim onların arasında– hatta en
yüce onur payesiyle- sayılmadan edilmez. Yaşam deneyimlerine gelince –Tanrı’nın
241
buyruğuyla ilk kez çağrıldığında [Yar. 12:1], insanların yaşamın en tatlı yanları diye
düşündükleri vatanından, ana babasından ve arkadaşlarından uzaklaştırıldı. Sanki Tanrı onu
yaşamın bütün keyiflerinden yoksun bırakmayı kasıtlı olarak istemişti. Yaşaması emredilen
ülkeye gelir gelmez, kıtlık yüzünden buradan gitti [Yar. 12:10]. Yardım arayarak, kendi
hayatını kurtarmak için karısına fahişelik yaptırmak zorunda kaldığı yere kaçtı [Yar. 12:11
vdd.]. Bu, belki birçok kez ölmekten daha acı bir davranıştı. Yaşadığı ülkeye döndüğünde
kıtlık yüzünden yine gitti. Bu nasıl mutluluktu –çoğunlukla açlık çekmek zorunda kalınan
hatta kaçıp gidilmezse açlıktan ölünen bir ülkede yaşamak? Avimelek’in ülkesinde de aynı
sıkıntı çekmektedir. Öyle ki, kendi başını kurtarmak için karısını kaybetmenin acısını
yaşamaktadır [Yar. 20:1 vdd.]. Yıllarca belirsizlik içinde oradan oraya giderken,
hizmetlilerinin sürekli kavgalarıyla kendi oğlu gibi bağrına bastığı kuzenini bırakmak zorunda
kalır [Yar. 13:5-9]. Bu ayrılığa kuşkusuz dayanır, sanki bir bacağı kesilmiş gibidir. Kısa süre
sonra Đbrahim, düşmanlarının kuzenini esir aldıklarını işitir [Yar. 14:14-16]. Her nereye gitse,
büyük bir emekle kazdığı kuyulardan su içmesine bile izin vermeyen korkunç barbar
komşularla karşılaşır. Önce inkar etmeseydi Gerar Kralı’ndan kuyuları geri alamazdı [Yar.
21:25-31]. Yaşlanıp bitkin düştüğünde çocuğunun olmadığını görür [Yar. 15:2] –yaşlılığın en
hoşa gitmeyen ve acı yüzü. En sonunda hiç umut etmezken Đsmail’in babası olur [Yar. 16:15]
ama bu oğlun doğumunun ona maliyeti ağırdır. Hizmetçi kızı kibirlenmeye teşvik etmiş,
evdeki anlaşmazlığın nedeni oymuş gibi, Sara’nın azarlarından bıkar [Yar. 16:5]. En sonunda
Đshak doğar [Yar. 21:2] ama şu koşulla –ilk doğan Đsmail gönderilecek ve neredeyse bir
düşman gibi yüzüstü bırakılacaktır. Bu iyi insanın yaşlılığın bitkinliğinde dayanabileceği
Đshak tek başına kaldığında, kısa süre sonra Đbrahim’e onu kurban etmesi emredilir [Yar. 22:1
vdd.]. Đnsan zihni bir babanın, oğlunun celladı olmasından daha korkunç başka ne hayal
edebilir? Şayet Đshak hastalanıp ölseydi, çocuğu olmamasının acısının ikiye katlandığı –
kendisine alay eder gibi bir oğul verilen- Đbrahim’i en zavallı yaşlı diye kim düşünmezdi? Bir
yabancı onu öldürseydi bu onur kırıcı durum felaketi artırmış olurdu. Ama bir evladın
babasının eliyle öldürülmesi her tür felaketin üzerindeydi. Kısacası, Đbrahim ömrü boyunca o
kadar sarsılmış ve üzülmüştü ki, şayet biri felakete maruz kalmış bir yaşamın resmini yapmak
isteseydi, Đbrahim’in yaşamından daha uygun bir model bulamazdı! Kimse onun, bu kadar
büyük fırtınaların ardından en sonunda güvene ulaştığı için, tümüyle mutsuz olmadığını
söyleyerek karşı çıkmasın. Onun uzun süren güç ve sonsuz zorluklarla mücadele ederek mutlu
bir yaşam sürdürdüğünü değil, talihsiz olduğunu düşünmeden o andaki bereketleri huzurla
aldığını söyleyeceğiz.
12 . Đshak’ın ve Yakup’un imanı
Đshak, daha önemsiz hastalıklar çekiyor ama tatlığın biraz olsun tadına pek varamıyor.
Đnsanın yeryüzünde mutlu olmasına izin vermeyecek kadar sıkıntılar da çekiyor. Kıtlık onu
Kenan ülkesinden gitmesine yol açıyor [Yar. 26:1]. Karısı sinesinden koparılıp alınıyor [Yar.
26:7 vdd.]. Komşuları ona tekrar tekrar sataşıyor ve su için bile mücadele etmek zorunda
bırakarak her şekilde ona baskı yapıyorlar [Yar. 26:12 vdd.]. Evinde gelinleri başına büyük
dert açıyorlar [Yar. 26:34-35]. Çocuklarının arasındaki anlaşmazlıktan olumsuz etkileniyor
[Yar. 27:41 vdd.] ve bu büyük kötülüğe çare olarak kutsadığı oğlunu sürgüne göndermek
zorunda kalıyor [Yar. 28:1, 5].
Yakup’a gelince, büyük bir mutsuzluğun dikkati çeken örneğinden başka bir şey
değildir. Evde, ağabeyinin en sonunda boyun eğmek zorunda kaldığı tehditlerinden korkarak
çok sıkıntılı bir delikanlılık dönemi yaşar [Yar. 27:41-45]. Ana babasından, öz vatanından
kaçtığında -bu sürgünün acısının yanında - dayısı Lavan da onu hiç nazikçe ya da şefkatle
karşılamaz [Yar. 29:15 vdd.]. Yedi yılını en güç ve en acımasız şekilde köle olarak geçirmesi
Yakup için yeterli değildir [Yar. 29:20] – karısı da kötü bir hileyle onu aldatır [Yar. 29:2326]! Đkinci karısı için yeniden köle olur [Yar. 29:27]. Bütün gün güneşin sıcağında kavrulur.
242
Kendisinin de şikayet ettiği gibi, uykusuz gecelerinde soğuktan ve kırağıdan acı çeker [Yar.
31:40]. Bu çok acımasız yaşama yirmi yıl katlanırken kayınpederinin adaletsiz
davranışlarından her gün olumsuz etkilenir [Yar. 31:41]. Ev halkıyla da huzurlu değildir.
Karılarının nefretinin, kavgasının ve rekabetinin aklını karıştırdığını ve neredeyse perişan
ettiğini görür [Yar. 30:1 vdd.]. Ülkesine dönmesi emredildiğinde alçakça kaçıyormuş gibi
gitmek zorunda kalır [Yar. 31:17 vdd.]. Yolculuğunun yarısında kayınpederinin hakaretleri ve
kötü sözlerinden bezmeden onun kötülüğünden kaçamaz [Yar. 31:23]. Kısa süre sonra daha
büyük bir sıkıntı başına gelir. Kardeşine yaklaştığında önünde ancak acımasız bir düşmanın
tasarlayabileceği çok sayıda ölü görür. Bu nedenle Esav’ın gelmesini beklerken ölçüsüz
işkence çeker ve çok korkarak yıkılır [Yar. 32:7, 11]. Yakup Esav’ı gördüğünde, umut
ettiğinden daha yakın olduğunu algılayıncaya kadar kardeşinin ayaklarının dibine yarı ölü
yıkılıp kalır [Yar. 33:1 vdd.]. Bunun üzerine ülkeye ilk girdiğinde çok sevdiği karısı Rahel’i
kaybeder [Yar. 35:16-20]. Daha sonra Rahel’den olan ve bu nedenle diğerlerinden daha çok
sevdiği oğlunu vahşi bir hayvanın parçaladığını duyar [Yar. 37:31-32]. Oğlunun ölümüne o
kadar çok üzülür ki, uzun süre ağladıktan sonra bütün tesellileri inatla geri çevirir. Üzüntü
içinde, oğlunun yanına gitmekten başka çare kalmadığını duyurur. Bu sırada kızının ırzına
geçilmişti [Yar. 34: 2, 5]. Cesaretle bunun öcünü alan oğulları [Yar. 34:25] onu sadece ülkede
yaşayan herkes için nefret edilecek biri değil, her zaman için tehlikeli bir düşman durumuna
da getirmişlerdir [Yar. 34:30]. Bunlar ne kadar büyük endişe, üzüntü ve nefret nedenleridir!
Bunu ilk doğan oğlu Ruben’in iğrenç suçu izler; bundan daha ciddi bir şey olamazdı [Yar.
35:22]. Bir erkeğin karısının kirletilmesi en büyük aksiliklerden biri diye kabul edilir –ama bu
suç kendi oğlu tarafından işlenirse ne denebilir? Bundan kısa süre sonra aile ensestle kirlenir
[Yar. 38:18]. Bu kadar çok utanç verici olay, çok sağlam ve felaketlere boyun eğmeyen bir
aklı durdurmuş olmalıdır! Yaşamının sonuna doğru kendisinin ve ailesinin açlığını gidermek
istediğinde yeni bir felaket haberi duyarak darbe yer: başka bir oğlunun zindana atıldığını
öğrenir. Yakup, tek neşesi Benyamin’i geri almak için, onu diğerlerinin gözetimine bırakmak
zorunda kaldı [Yar. 42: 34, 38]. Böyle bir felaketler selinde tek bir an bile onun huzur içinde
nefes aldığını kim düşünebilir? Kendisinin en iyi şekilde tanıklık ettiği üzere, yeryüzündeki
günlerinin kısaldığını ve kötü geçtiğini firavuna söyler [Yar. 47:9]. Yaşamının sürekli acıyla
geçtiğini söyler ve RAB’bin kendisine vaat ettiği bereketi yaşadığını kesinlikle inkar eder. Bu
durumda Yakup ya Tanrı’nın lütfuna karşıt ve nankör bir övgücüydü ya da yeryüzünde acı
çektiğini gerçekten itiraf ediyordu. Eğer bu olumlama doğruysa bundan çıkan sonuca göre, ilk
olaylardaki umudu kalmamıştı.
13 . Atalar sonsuza dek süren yaşamı arıyorlardı
Şayet bu kutsal atalar kuşkusuz yaptıkları üzere, kutsanmış bir yaşam istedilerse
yeryüzündeki yaşamdakinden başka bir kutsanmışlık algılamadılar ve görmediler. Elçi bunu
çok güzel belirtmektedir: “Đman sayesinde bir yabancı olarak Đbrahim vaat edilen ülkeye
yerleşti. Aynı vaadin ortak mirasçıları olan Đshak ve Yakup’la birlikte çadırlarda yaşadı.
Çünkü mimarı ve kurucusu Tanrı olan temelli kenti bekliyordu… Bu kişilerin hepsi imanlı
olarak öldüler. Vaat edilenlere kavuşamadılarsa da bunları uzaktan görüp selamladılar,
yeryüzünde yabancı ve konuk olduklarını açıkça kabul ettiler. Böyle konuşanlar bir vatan
aradıklarını gösteriyorlar. Ayrıldıkları ülkeyi düşünselerdi, geri dönmeye fırsatları olurdu.
Ama onlar daha iyisini, yani göksel olanı arzu ediyorlardı. Bunun içindir ki, Tanrı onların
Tanrısı olarak anılmaktan utanmıyor. Çünkü onlara bir kent hazırladı” [Đbr. 11:9-10, 13-16].
Vaatlerin başka bir yerde yerine getirilmesini beklemediyseler, yeryüzünde hiçbir umut
belirmediğinde bu vaatlerin izinden gitmeyi sürdürmek için tahta parçalarından daha akılsız
olmalıydılar. Pavlus her şeyden önce, Musa’nın dediği gibi bu yaşama “konukluk”
demelerinde çok haklı olarak ısrar etmektedir [Yar. 47:9]. Onlar yabancılarsa ve Kenan
ülkesinde konuklarsa onları Đbrahim’in mirasçıları yapan RAB’bin vaadi nerededir? Açıkçası
243
bu durumda, RAB’bin onlara bereket vaadi çok farklı bir şeyi belirtmektedir. Kenan ülkesinde
bir mezarın dışında, onlara bir avuç toprak bile verilmemişti [Elç. 7:5]. Böylece vaadin
meyvesini ancak öldükten sonra alacaklarını umduklarına tanıklık etmişlerdi. Yakup’un oraya
gömülmek için oğlu Yusuf’u bu vaat doğrultusunda bir yeminle bağlamaya çok değer
vermesinin nedeni budur [Yar. 47:29-30]. Yusuf’un, birkaç yüzyıl sonra, toprak olduktan çok
sonra kemiklerinin buraya götürülmesini emretmesinin nedeni budur [Yar. 50:25].
14 . Kutsallar için ölüm yaşamın başlangıcıdır
En sonunda bu yaşamdaki bütün gayretlerinde gelecek yaşamdaki kutsanmışlığı göz
önünde tuttukları net olarak kanıtlanmaktadır. Yakup daha çok kutsanmak istemeseydi ilk
doğan olma hakkını büyük bir riske atmayı neden bu kadar çok arzu etsindi? Bu onun sürgüne
gitmesine ve neredeyse mirastan mahrum edilmesine yol açmış ama ona hiç iyiliği olmamıştı
[Yar. 27:41]. Son nefesinde istediğinin bu olduğunu söylüyordu: “Ben senin kurtarışını
bekliyorum, ya RAB” [Yar. 49:18]. Ölümün yeni bir yaşamın başlangıcı olduğunu
anlamasaydı ölmek üzere olduğunu bildiğinde hangi kurtuluşu bekleyebilirdi? Gerçeğe
saldırmaya çalışan bir kişide bile böyle bir anlayışın ipucu bulunsa kutsallar ve Tanrı’nın
çocukları konusunu neden tartışalım? Balam, - Davut’un daha sonraki, “RAB’bin gözünde
değerlidir sadık kullarının ölümü” [Mez. 116:15] sözünü “Kötü insanın sonu kötülükle biter”
[Mez. 34:21] şeklinde anlamadıysa- “Doğru kişilerin ölümüyle öleyim, sonum onlarınki gibi
olsun” dediğinde ne demek istemişti? Şayet son sınır ve hedef ölümse adil olanla adaletsiz
olan arasında hiçbir fark olamaz. Ama onlar, ölümden sonra kendilerini bekleyen şey
açısından birbirinden farklıdırlar.
(Bu tez Davut, Eyüp, Hezekiel ve diğerlerinde yer alan ayetlere göndermelerle devam
etmiştir, 15-22)
15 . Umudu duyuran kişi olarak Davut
Henüz Musa’dan öteye geçmedik. Karşıtlarımıza göre Musa, bereketli topraklar ve
bolluk vaat ederek dünyasal halkı Tanrı’ya ibadet etmeye yönlendirmekten başka bir görev
yapmamıştır. Yine de, sunulan ışıktan isteyerek kaçınmıyorsak ruhsal antlaşma bizim için net
biçimde olumlanmaktadır. Peygamberlere geçersek, sonsuz yaşam ve Mesih’in Krallığı
onlarda dolu dolu açıklanmaktadır.
Birincisi, zaman açısından diğerlerinden önce gelen Davut, tanrısal bağışlamanın
düzeni uyarınca göksel gizemleri diğerlerinden çok daha anlaşılması güç şekilde açıklamıştır.
Bununla beraber bütün sözlerini nasıl büyük bir netlik ve kesinlikle bu hedefe yöneltmektedir!
Bu cümle onun dünyadaki bir konuta ne kadar değer verdiğine tanıklık etmektedir: “Burada
bir garibim, bir konuğum bütün atalarım gibi” [Mez. 39:12]*. “Her insan bir soluktur
sadece…Bir gölge gibi dolaşır insan” [Mez. 39:5-6]. “Ne bekleyebilirim şimdi, ya RAB?
Umudun sende” [Mez. 39:7]. Elbette yeryüzünde devamlı ya da istikrarlı hiçbir şey
olmadığını kabul eden Davut, Tanrı’ya sağlam bir imanla tutunmakta, mutluluğunu başka bir
yerde dinlenme şeklinde düşünmektedir. Davut, ne zaman imanlılara gerçek bir teselli vermek
istese onları bu şekilde düşünmeye çağırmaktadır. Başka bir ayette, insan yaşamının kısa,
ölümlü ve geçici görünüşünden söz ettikten sonra şunu eklemektedir: “RAB kendisinden
korkanları sonsuza dek sever” [Mez. 103:17). Bu, Mez. 102’de söylediğiyle aynıdır: “Çok
önceden attın dünyanın temellerini, gökler de senin ellerinin yapıtıdır. Onlar yok olacak ama
sen kalıcısın. Hepsi bir giysi gibi eskiyecek. Onları bir kaftan gibi değiştireceksin… Ama sen
hep aynısın, yılların tükenmeyecek” [Mez. 102:25-28]. Şayet Tanrı’sına bağlı insan
*
“Çünkü ben bir garibim senin yanında, bir yabancı, atalarım gibi” 2003³; “Çünkü senin
yanında bir garibim, bütün atalarım gibi bir misafirim” 1995, çev. n.
244
gökyüzünün ve yeryüzünün yıkımına rağmen RAB’bin önünde durmaktan vazgeçmiyorsa
bundan, onların kurtuluşunun Tanrı’nın sonsuzluğuyla bütünleştiği sonucu çıkmaktadır.
Yine de bu umut, Yeşaya’da açıklanan vaade dayanmıyorsa süremez: “Gökler duman
gibi dağılacak, giysi gibi eskiyecek yeryüzü; üzerinde yaşayanlar sinek gibi ölecek. Ama
benim kurtarışım sonsuz olacak, ardı kesilmeyecek zaferimin” [Yşa. 51:6]. Kalıcılık doğruluk
ve kurtuluşla bağdaştırılmaktadır ama bunlar Tanrı’ya bağlı olduğu için değil, insanlar bunları
yaşadıkça.
16 . Gelecek yaşama uygulanabilen ek ayetler
Davut’un, Mezmurlar’daki birçok ayette imanlıların gönenciyle ilgili söylediği
ezgilerle, göksel görkemin göz önüne serilmesi arasında bağlantı kurulmazsa anlaşılamaz. Bu
ayetler şöyledir: “O sadık kullarının canın korur, onları kötülerin elinden kurtarır” [Mez.
97:10]. “Doğrulara ışık, temiz yüreklilere sevinç saçar” [Mez. 97:11]. Aynı şekilde,
“Doğruluğu sonsuza dek kalıcıdır, gücü ve saygınlığı artar” [Mez. 112:9]. “Kötülerin dileği
boşa çıkar” [Mez. 112:10]. Ayrıca, “Kuşkusuz doğrular senin adına şükredecek, dürüstler
senin huzurunda oturacak” [Mez. 140: 13]. Ve bir tane daha, “RAB kullarını kurtarır” [34:22].
RAB, kullarının sadece kötü insanların şehvetleriyle sıkıntıya düşmelerine değil, yıkılıp
mahvolmalarına da çoğunlukla izin vermektedir. Sonsuza kadar mutlu olsunlar diye, yüzünün
parlaklığıyla onları bağrına da basmaz. Bu nedenle Davut bile, şayet imanlılar gözlerini
olayların o andaki durumundan ayırırlarsa, Tanrı masumlara ne şefkat gösteriyor ne de ödül
veriyormuş gibi,
çok üzücü bir ayartılmadan dolayı cezaya çarptırılacakları olgusunu
gizlememektedir. Tanrı’ya bağlı insanlar topluluğu nankörlük, yoksulluk, hor görülme ve her
tür çarmıhla baskı görürken bu dinsizlik fazlasıyla gönenip serpilmektedir!138 “Benim
ayaklarım” diyor Davut, “neredeyse tökezlenmiş, adımlarım az kalsın kaymıştı. Çünkü
kötülerin gönencini gördükçe küstahları kıskanıyordum” [Mez. 73:2-3]. Ama sözlerini şöyle
bitiriyor: “Bunu anlamak için düşündüğümde, zor geldi bana, Tanrı’nın Tapınağı’na girene
dek: o zaman anladım sonlarının ne olacağını” [Mez. 73:16-17].
17 . Tanrı’ya bağlı insanın umudu şu andaki felaketleri aşarak gelecek yaşama yönelir
Bu nedenle Davut’un bu itirafından, Eski Antlaşma altındaki kutsal ataların Tanrı’nın
kullarına vaatlerini bu dünyada ne kadar ender yerine getirdiğini ya da hiç yerine
getirmediğinin farkında olduklarını; bu durumda da onların, yüreklerini şu andaki yaşamın
gölgelerinde görülmeyeni gizlediğini anladıkları Tanrı’nın tapınağına yönelttiklerini
öğrenelim. Burası Tanrı’nın Son Yargısıydı. Bunu gözleriyle fark etmemelerine rağmen,
imanla anlamaktan hoşnuttular. Bu güvenceye dayanarak, bu dünyada ne olursa olsun
Tanrı’nın vaatlerini yerine getireceği zamanın yine de geleceğinden şüphe etmiyorlardı. Şu
ifadeler buna tanıklık etmektedir: “Ama ben doğruluk sayesinde yüzünü göreceğim senin,
uyanınca suretini görmeye doyacağım” [Mez. 18:15]. Ayrıca: “Ben, Tanrı’nın evinde yeşeren
zeytin ağacı gibiyim” [Mez. 52:8]. Ayrıca: “Doğru insan hurma ağacı gibi serpilecek, Lübnan
sediri gibi yükselecek. RAB’bin evinde dikilmiş, Tanrı’mızın avlularında serpilecek.
Böyleleri yaşlanınca da meyve verecek, taptaze ve yeşil kalacaklar” [Mez. 92: 12-14]. Az
önce de şöyle demişti: “Ya RAB, düşüncelerin ne derin…Kötüler mantar gibi bitse de…bu
onların sonsuza dek yok oluşu demektir” [Mez. 92:5, 7]. Đmanlıların bu güzelliği ve erdemi,
bu görüntüler dünyasının Tanrı’nın Krallığının ortaya çıkmasıyla yıkılmasından başka nerede
görülür? Gözlerini bu sonsuzluğa diktiklerinde şu andaki felaketlerin anlık güçlüğünü
küçümserler ve şu sözlerle korkusuzca öne atılırlar: “Sen doğruların ölmesine izin vermezsin.
Ama sen ölüm çukuruna atacaksın kötüleri” [Mez. 55:22-23, mealen]. Bu dünyada kötüleri
yutacak sonsuz ölüm çukuru nerede? Başka bir ayette de onların mutluluğundan aşağıdaki
138
Eski Antlaşma’daki vaatlerin bu eskatolojik yanını vurgularken Calvin, şimdiki yaşam umudundaki unsurun
en aza indirilmesine ikna etmektedir. Krş. Pannier, Instituton III. 290. dn. d, s. 25.
245
gibi söz edilmektedir: “Esenlik içinde ölüler diyarına inerler” [Eyü. 21:13]. Davut’un her
yerde ağıt yaktığı üzere, sadece şiddetle sarsılmakla kalmayan, son derece ezilen ve yanıp yok
olan kutsalların büyük istikrarı nerede? Yani Davut dünyanın –okyanusun gelgitlerinden daha
istikrarsız olan- değişen seyrinin getirdiklerini değil, RAB’bin göklerin ve yeryüzünün
değişmez durumunu saptamak için, bir gün yargıya oturduğunda ne yapacağını göz önünde
tutmaktadır.
Mezmurcu başka bir bölümde uygun tarzda anlatıyor: Akılsızlar “varlıklarına güvenir,
büyük servetleriyle böbürlenirler. Kimse kimsenin hayatının bedelini ödeyemez, Tanrı’ya
fidye veremez… Kuşkusuz herkes biliyor bilgelerin öldüğünü, aptallarla budalaların yok
olduğunu. Mallarını başkalarına bırakıyorlar. Mezarları, sonsuza dek evleri, kuşaklar boyu
konutları olacak. Topraklarına kendi adlarını verseler bile. Bütün gösterişine karşın geçicidir
insan, ölüp giden hayvanlar gibi” [Mez. 49:6-14].
Akılsızlarla dünyanın kaygan ve geçici “bereketlerine” güvendikleri için alay edilmesi
öncelikle bilgelerin çok farklı bir mutluluk aramaları gerektiğine işaret etmekte. Ama Davut,
kötüler kaybolup öldükten sonra Tanrı’ya bağlı insanların Krallığını yüceltmesi dirilişin
gizemini net olarak gözler önüne sermektedir. Size sorarım, sabahın gelişi [Krş. Mez. 30:5]
dediğimiz olay, şimdiki çağın sonunu izleyen yeni yaşamın açıklanmasından başka nedir?
18 . Onların mutlu kaderi kötülerinkinin tersiydi
Đmanlıların mutsuzluğun tesellisi ve acıların çaresi diye baktıkları büyük amaç buradan
kaynaklanmaktadır: RAB’bin “öfkesi bir an sürer, lütfu ise bir ömür” [Mez. 30:5]. Neredeyse
bir ömür acı çekerken acılarını bir anda nasıl dindirebilirler? Çok ender tattıkları sonsuza
kadar süren bu tanrısal cömertliği nerede görebilirler? Şayet dünyaya sıkıca sarılmış olsalardı
böyle bir şeyi göremezlerdi. Ancak göklere baktıkları için, kutsalların RAB’bin ellerinden
“bir an” çarmıh acısı çektiklerini; gördükleri “lütfunsa” bir ömür sürdüğünü bilirler [Yşa.
54:7-8]. Öte yandan, bir günlüğüne rüyada gibi mutlu olan kötülerin sonsuza kadar süren, hiç
bitmeyen yıkılışını sezmişlerdir. Şu ifadeler böyledir: “Doğrular övgüyle, kötüler nefretle
anılır” [Özd. 10:7]. “RAB’bin gözünde değerlidir, sadık kullarının ölümü” [Mez. 116:15];
“Kötü insanın sonu kötülükle biter” [Mez. 34:21]. Aynı şekilde Samuel’de, “RAB sadık
kullarının adımlarını korur ama kötüler karanlıkta susturulur” [1Sa. 2:9].
Bu ayetler antik dönemdeki ataların, kutsallar ne kadar sarsılsalar da sonlarının yaşam
ve kurtuluş, kötülerin yolununsa giderek ölüm girdabına düştükleri hoş bir mutluluk olduğunu
bildiklerini göstermektedir. Bu nedenle kötülerin ölümüne, “sünnetsizin ölümü” demişlerdir
[Hez. 28:10; Krş. 31:18; 32:19 vdd; vb]. Bu, diriliş umudunun aniden sönmesi demektir. Bu
nedenle Davut, şundan daha ciddi bir lanet düşünemiyordu: “Yaşam kitabından silinsin adları,
doğrularla yan yana yazılmasınlar” [Mez. 69:28].
19 . Ölümsüzlüğün tanığı olarak Eyüp
Eyüp’ün şu sözü diğer ayetlerden daha çok dikkate değerdir: “Kurtarıcımın yaşadığını
ve Son Gün yeryüzünde dirileceğimi biliyorum;…ve bedenimle Kurtarıcım Tanrı’yı
göreceğim. Sinemde barınan umudum budur” [Eyü. 19:25-27, Vulgata]. Zekalarını
sergilemek isteyenler, bunun son dirilişten değil, Eyüp’ün, Tanrı’nın kendisine daha şefkatli
davranacağını umduğu ilk günden söz ettiği şeklinde anlaşılmamasını tartışmaktadırlar139.
Bunu kısmen kabul ediyoruz. Yine de eğer Eyüp’un arzusu yeryüzüne dayansaydı böyle yüce
bir umut besleyemeyeceğini ister istemez kabul etmeleri için onları zorlayacağız. Bu durumda
Eyüp’ün gözlerini gelecekteki ölümsüzlüğe kaldırdığını, çünkü kendisi mezarda yatarken bile
Kurtarıcısının kendisiyle birlikte olacağını anladığını kabul etmeliyiz. Aslında sadece şimdiki
139
Krş. III.xxv.4. Calvin, Psychopannychia’da “canın uyuması” öğretişini tartışırken Eyüp’teki çok sayıda ayeti
açıklamaktadır.
246
yaşamı düşünenler için ölüm son umutsuzluktur ama bu, Eyüp’un umudunu kıramamıştır.
“Beni öldürse bile” der, “yine de O’ndan umudum var” [Eyü. 13:154, Vulgata].
Kelime oyunu yapan hiç kimse bunları sadece birkaç kişinin söylediğini, Yahudilerin
böyle bir öğretişinin olduğunu kanıtlamak için bunların çok yetersiz kaldığını söyleyerek bana
karşı çıkmasın. Ona hemen şu yanıtı veririm: Bu birkaç kişi bu sözleriyle, sadece yetkin
ruhların bireysel ve özel olarak sahip olabildiği gizli bir bilgeliği açıklamamıştır. Ama Kutsal
Ruh tarafından sıradan halkın öğretmenleri olarak atandıklarından Tanrı’nın gizemlerini geniş
ölçüde yaymışlardır. Bu gizemlerin öğrenilmesi saptanmıştı ve bunlar halkın dinin ilkeleri
olmalıydı. Kutsal Ruh’un, Yahudilerin kilisesinde ruhsal yaşamdan net ve apaçık şekilde söz
ettiği, halka bulunduğu kehanetlerini işittiğimizde, bunları sadece dünyasal bir antlaşmayla
bağdaştırmak dayanılmaz bir inatçılık olur. Bunlarda sadece yeryüzündeki ve göklerdeki
zenginliklerden söz edilmektedir.
20 . Peygamberlerin ölümsüzlükle ilişkili tanıklıkları
Daha sonraki peygamberlere geldiğimizde adeta kendi tarlamızda gibi daha özgürce
yürüyebiliriz. Davut, Eyüp ve Samuel söz konusunu olduğunda maksadımızı güçlük
çekmeden kanıtladıysak bu, Peygamberlerde daha kolaydır. RAB merhamet antlaşmasını
uygularken bu düzenli planına sadık kalmıştır: Zamanın geçmesiyle tam olarak vahiy edilecek
gün yaklaşırken bunun tezahürünün parlaklığı her gün giderek artmaktadır140. Bu durumda,
başlangıçta Adem’e ilk kurtuluş vaadi verildiğinde [Yar. 3:15] zayıf bir kıvılcım gibi
parlamıştı. Işık tam olarak büyüdü, giderek artması ve aydınlığını daha çok saçması buna
eklendi. Sonunda- bütün bulutlar dağıldığında- Doğruluk Güneşi Mesih bütün yeryüzünü bol
bol aydınlattı [Krş. Mal. Böl. 4]. Görüşümüzü kanıtlamak için peygamberlerden destek
ararken, bizi yanıltacaklarından korkmamız gerekmez. Malzemelerden oluşan kocaman bir
ormanın önümüzde belirdiğini görüyorum. Bunun üzerinde bu çalışmanın planının
elverdiğinden daha uzun süre durmalıyız; çünkü bu daha geniş bir kitap gerektirir ancak orta
derecede zeki bir okur bu ormanda sürçmeden daha uzağa gidebilsin diye bir yol açtığıma
inanıyorum. Bu nedenle burada sözü gereksiz uzatmaktan kaçınıyorum.
Yine de, okurlarımı daha önce ellerine verdiğim anahtarla yollarını açmayı
hatırlamaları için önceden uyarıyorum141. Yani peygamberler, inanan halkın, şimdiki yaşamda
en küçük bir izinin bile güçlükle fark edildiği142 bereketlerinden ne zaman söz etseler şu
ayırıma sığınsınlar: Peygamberler Tanrı’nın iyiliğini daha iyi övmek için, deyim yerindeyse,
halka bunu geçici yararların ayırt edilen özellikleri diye sunmuşlardır. Ama halkın zihnini
yeryüzünün üzerine, bu dünyanın unsurlarının [Krş. Gal. 4:3] ve yıkılmakta olan çağın
üzerine yönlendiren bir portre çizmişlerdir. Zorunlu olarak bu, halkın gelecekteki ruhsal
yaşamı düşünmesine neden olmaktadır.
21 . Hezekiel’deki kuru kemikler ovası
Tek bir örneğin sınırları içinde kalalım. Đsrailliler Babil’e gönderildiklerinde
dağılmalarının ölüme çok benzediğini anladılar. Bu nedenle Hezekiel’in onların eski
konumlarına gelmesiyle ilgili peygamberliğine sadece masal baktılar. Onları bu görüşlerinden
vazgeçirmek güçtü, çünkü onun duyurusunu kelimesi kelimesine çürüyen bedenlerin yeniden
yaşama döneceği şeklinde anlamışlardı! RAB, bu güçlüğün bile bağışta bulunmasına yer
vermeyi önleyemeyeceğini göstermek için, peygambere kuru kemiklerle dolu bir görüm
gösterdi. Sözü’nün gücüyle sadece bir anda yaşam ve gelişme bahşediyordu [Hez. 37:1-14].
140
Bu dikkate değer yazısında ve başka yerlerde Calvin, vahyin gelişim gösteren doğasına ilişkin görüşünü
etkileyici şekilde ifade eder.
141
Krş. II. ix. 1-4.
142
“Vix minima vestigia”. Krş. yk. m. 11-14. Calvin Tanrı’nın seçilmişlerinin dünyada hiçbir gönencinin
olmadığını israrla sürdürmektedir.
247
Nitekim bu görüm o dönemdeki inançsızlığı düzeltmeye yaradı ama bu sırada RAB’bin
gücünün, halkın eski konumuna gelmesinin ne kadar ötesine ulaştığı Yahudileri etkiledi.
Çünkü tek bir baş hareketi etrafa saçılmış bu kuru kemiklere kolayca yaşam verebiliyordu. Bu
nedenle Hezekiel’in sözlerini Yeşaya’nın bir parçasıyla gereğince karşılaştırabilirsiniz: “Senin
ölülerin yaşayacak, bedenleri dirilecek. Ey sizler, toprak altında yatanlar, uyanın, ezgiler
söyleyin. Çünkü yeşil çayırın çiyi senin çiyindir; ve sen devler ülkesini yıkıma
sürükleyeceksin. Gel, halkım, çadırlarına gir; kapılarını ardından kapa; gazap geçinceye kadar
kısa süre gizlen. Đşte, RAB yeryüzünde yaşayanları suçlarından ötürü cezalandırmak için
bulunduğu yerden geliyor ve yeryüzü kanını açığa vuracak ve artık ölülerini örtmeyecek”
[Yşa. 26:19-21, mealen].
21 . Diğer peygamberlerden ek yazılar
Şayet biri diğer bütün yazıları bu çeşit bir formüle indirgemeye çalışırsa akılsızca
davranmış olur. Çünkü Tanrı’nın Krallığındaki imanlılar için hazırlanmış gelecekteki
ölümsüzlüğü saklamadan gösteren bazı yazılar vardır. Bunlardan bazısını saydık. Diğerlerinin
çoğu, özellikle şu ikisi aynı türdendir. Đlki Yeşaya’dan: “‘Yaratacağım yeni yer ve gök
önümde nasıl duracaksa, soyunuz ve adınız da öyle duracak’ diyor RAB. ‘Yeni Ay’dan Yeni
Ay’a, Şabat Günü’nden Şabat Günü’ne bütün insanlar önüme gelip bana tapınacaklar’ diyor
RAB. ‘Dışarı çıktıklarında bana başkaldırmış olanların cesetlerini görecekler. Öylelerini
kemiren kurt ölmez, yakan ateş sönmez.’” [Yşa. 66:22-24]. Diğer yazı Daniel’den: “O zaman
senin halkını koruyan büyük önder Mikail görünecek. Ulusun oluşumundan beri hiç
görülmemiş bir sıkıntı dönemi olacak. Bu dönemde halkın –adı kitapta yazılı olanlarkurtulacak. Yeryüzü toprağında uyuyanların birçoğu uyanacak. Kimisi sonsuz yaşama, kimisi
utanca ve sonsuz iğrençliğe gönderilecek” [Dan. 12:1-2].
21 . Özet ve sonuç: Sonsuz yaşam konusunda Antlaşma’lardaki uyum
Geriye iki nokta kalıyor: Eski Antlaşma’daki ataların (1) antlaşmalarının vaadi olarak
Mesih’leri vardı ve (2) gelecekteki bereketlenme için bütünüyle O’na güveniyorlardı. Bunu
kanıtlamak için emek harcamayacağım, çünkü bunlar daha az tartışma götürür ve daha az
nettir. Öyleyse, iblisin herhangi bir hileyle saldıramayacağı bir ilkeyi cesaretle oluşturalım:
Eski Antlaşma ya da RAB’bin Đsraillilerle yaptığı antlaşma dünyasallıkla sınırlı değildi, ruhsal
ve sonsuz yaşamla ilgili bir vaat içeriyordu. Bunun beklentisi antlaşmayı gerçekten kabul
eden herkesin yüreğine damgasını vurmuş olmalıydı. Ama şu delice ve tehlikeli görüş uzak
olsun – RAB, Yahudilere büyük bir iştah, bedensel zevkler, artan zenginlik, dışsal güç,
bereketli bir soy ve doğal insanın ödül verdiği her şeyden başka bir şey vaat etmedi ya da
onlar bunu istediler! Rab Mesih peşinden gelenlere bugün, “Đbrahim’le, Đshak’la ve Yakup’la
birlikte sofraya oturacakları” [Mat. 8:11] “Göklerdeki Krallıktan” başka bir vaatte
bulunmamaktadır. Petrus, dönemindeki Yahudilerin müjdenin lütfunun mirasçıları
olduklarını, çünkü RAB’bin halkıyla eskiden yaptığı antlaşmaya dahil olan peygamberlerin
oğulları” [Elç. 3:25, mealen] olduklarını duyurmuştur. Sadece sözlerle tanıklık edilemeyen
bu durumu Rab işiyle de onaylamıştır. Dirildiği anda çok sayıda kutsalı Kendisiyle dirilişi
paylaşmaya ve Yeruşalim kentinde görünmeye değer bulmuştur [Mat. 27:52-53]. Burada
kesin bir vaatte bulunmuştur. Sonsuz kurtuluşu almak için her ne yaptıysa ya da her ne acı
çektiyse bizim kadar Eski Antlaşma imanlılarını da kapsamaktadır. Aslında Petrus’un tanıklık
ettiği üzere, bizim yeniden yaşama doğduğumuz aynı iman Ruh’u onlara da bahşedilmişti
[Elç. 15:8]. Đçimizdeki bu Ruh’un bir ölümsüzlük kıvılcımına benzediğini duyuyoruz ve bu
nedenle başka bir yerde O’na, “mirasımızın güvencesi” deniyor [Ef. 1:14]. Aynı şekilde O,
onların da içinde bulunuyordu. O zaman onları yaşam mirasından yoksun bırakmaya nasıl
cesaret ederiz? Daha şaşırtıcı olan, Kutsal Yazı iki öğretişi de böyle apaçık tanıklıklarla
248
mühürledikten sonra, eski Sadukilerin hem dirilişi [Mat. 22:23; Elç. 23:8] hem de canların
varlığını inkar edecek kadar böyle bir aptallık yapmalarıdır!
Kutsal Yazılar, bütün Yahudi ulusunun müjdeyi reddettiği için bu cezayı alacağını çok
uzun zaman önce söylememiş olsaydı bugün Mesih’in dünyasal krallığını bekleyen bu
ulusunun duyarsızlığı daha az korkunç olurdu. Adil yargısında Tanrı’nın, göklerin sunulan
ışığını reddederek bile bile karanlıkta kalanların zihinlerine körlük darbesi indirmek çok
hoşuna gitmektedir. Musa’yı okurlar ve sürekli onun yazılarını düşünürler ama onun yüzünde
parlayan ışığı görmelerini bir peçe engeller [2Ko. 3:13-15]. Bu durumda Musa’nın yüzü,
ellerinden geldiğince ayrı kalmaya ve uzak durmaya çalıştıkları Mesih’e dönünceye kadar
örtülü ve onlardan gizli kalacaktır.
XI . BÖLÜM
ĐKĐ ANTLAŞMA ARASINDAKĐ FARK
(i . Eski Antlaşma Yeni Antlaşma’dan beş açıdan farklıdır: ruhsal bereketlerin geçici
sunumu, 1-3)
1 . Göklerle ilgilenilmesine yol gösteren dünyasal bereketlerin vurgulanması
Öyleyse ne diye soracaksınız, Eski ve Yeni Antlaşma arasında hiç fark kalmayacak
mı? Kutsal Yazı’daki birbirinden son derece farklı olan birçok ayet ne olacak?
Kutsal Yazı’daki dikkat isteyen farklılıkları rahatlıkla ama onun pekişmiş
bütünlüğünden hiçbir şey çıkarılmaması kaydıyla kabul ediyorum. Bunları sırasıyla ele
aldığımızda bu ortaya çıkacaktır. Dikkat ettiğim ya da hatırladığım kadarıyla, bu başlıca
farklar dört adettir. Şayet biri beşinci bir fark daha eklemek isterse asla karşı çıkmam.
Bunların özden çok etkili olduğu dönemin tarzıyla ilişkili olduğunu söylüyorum ve bunu
göstermeyi üstleniyorum. Bu şekilde Eski ve Yeni Antlaşma’daki vaatlerin aynı kalmasını ya
da bu vaatlerin kaynağının aynı, yani Mesih olmasını engelleyecek hiçbir şey yoktur!
Đşte birinci fark: Eski insanların RAB’bi, halkının düşüncelerini göksel mirasa
yönlendirerek yüceltmesini; ama bu umutla beslemesini de istemiştir. Bunu görmeleri ve
deyim yerindeyse tatmaları için, dünyasal bereketler halinde sergilemiştir. Ama artık gelecek
yaşam lütfu müjdede daha yalın ve daha net açıklandığı için, RAB Đsrailliler için uyguladığı
daha alt eğitim tarzını bir kenara bırakarak, zihinlerimizi dosdoğru bunun üzerinde
düşünmeye yönlendirmektedir.
Tanrı’nın bu planına dikkat etmeyenler, antik dönem halkının beden için vaat edilen
bu bereketlerin ötesine geçemediklerini düşünmektedirler. Çoğunlukla Kenan ülkesinin,
Tanrı’nın yasasına bağlı kalanlar için yetkin, hatta tek ödül olarak nitelendirildiğini
duymaktadırlar. RAB’bin, yasasını çiğneyenleri bu ülkeden kovmaktan, yabancı bölgelere
dağıtmaktan daha acımasızca tehdit etmediğini duymaktadırlar [Krş. Lev. 26:33; Yas. 28:36].
Burada Musa’nın söylediği bereketlerin ve lanetlerin toplamını görürler. Hiç tereddüt etmeden
bu kanıtlardan, Hıristiyan kilisesinin dışarıya karşı, ruhsal olguların kanıtlarının fark
edilebileceği bir imajı olsun diye, Yahudilerin kendi bereketleri için değil, başkalarının da
bereketleri için diğer bütün halklardan ayrı tutuldukları sonucu çıkarırlar. Ama kimi kez
Kutsal Yazı Tanrı’nın, onlara bu dünyasal bereketleri verirken, Kendi eliyle onları göksellik
umuduna yönlendirmeye kararlı olduğunu belirtmektedir. Bu tür bir dönem göz önünde
tutulmazsa bu cahilliğin – yok, kalıplaşmanın- zirvesiydi.
Bu tür insanlarla kavgamızın ana fikri şudur: Đsraillilerin Kenan ülkesine sahip olmayı
en büyük ve nihai bereket diye kabul ettiklerini, Mesih’in dirilişinden sonra bizim için bunun
249
göklerdeki mirasın simgesi olduğunu öğretiyorlar143. Tam tersine biz, sahip oldukları
dünyasallığa, göklerde kendileri için hazırlandığına inandıkları gelecekteki miraslarının
aynası diye baktıklarını öne sürüyoruz.
2 . Dünyasal vaatler, Eski Antlaşma’daki kilisenin çocukluğuyla örtüşmüştür; ama umudu
dünyasallıkla sınırlamamıştır
Pavlus’un Galatyalılar’a mektubunda yaptığı karşılaştırmadan bu daha çok bellidir.
Yahudi ulusunu, kendine bakamayacak durumda olan, gözetimlerine emanet edildiği vasilerin
ya da vekillerin sorumluluğu altındaki bir çocukla karşılaştırmaktadır [Gal. 4:1-2]. Pavlus’un
bu karşılaştırmayı başta törenler için yapmasına rağmen, çok uygun düştüğü burada bundan
yararlanmaktan hiçbir şey bizi engelleyemez. Bu durumda aynı miras bize de onlara da
verilmişti ama onlar bunu alıp yönetecek kadar yeterince büyümemişlerdi. Onların arasında
da aynı kilise vardı ama henüz çocukluk dönemindeydi. Bu nedenle RAB, onları vasiliği
altında tutarak yalın ve açık ruhsal vaatler değil, habercilik eden vaatler vermişti. Bunlar bir
ölçüde dünyasal vaatlerdi. Đbrahim, Đshak, Yakup ve onların soylarını ölümsüzlük umuduyla
oğulluğa aldığında onlara miras olarak Kenan ülkesini vaat etmişti. Bu, onların umutlarının
nihai amacı değildi ama gerçek mirasın, henüz kendilerine belirtilmemiş olan mirasın
umuduyla bunu düşünürlerken bir alıştırma, bir kesinleştirmeydi. Kandırılmasınlar diye daha
büyük bir vaatte bulunuldu. Bu ülkenin Tanrı’nın en son bereketi olmadığı açıklandı. Bu
nedenle Đbrahim’in, kendisine ülke vaat edildiğinde boş boş oturmasına izin verilmedi. Daha
büyük bir vaatle düşüncesini RAB’de yoğunlaştırdı. Çünkü “Senin kalkanın benim. Ödülün
çok büyük olacak” dendiğini işitti [Yar. 15:1].
Burada Đbrahim için son ödülün sadece RAB’de olduğunun belirtildiğini görüyoruz –
öyle ki, bu dünyanın unsurlarında geçici ve güvenilmez bir ödül değil [Krş. Gal. 4:3],
ölümsüz bir ödül istesin. Sonra Tanrı, sadece cömertliğinin bir simgesi ve göklerdeki mirasın
bir örneği olarak ülke vaadini eklemektedir. Kutsallar, bunu yaşadıklarına kendi sözleriyle
tanıklık etmektedirler. Davut, geçici bereketlerden bu en yüce ve en büyük bereketlere kadar
gitmektedir: “Bedenim ve yüreğim tükenebilir ama Tanrı yüreğimdeki güç, bana düşen paydır
sonsuza dek” [Mez. 73:26; Krş. Mez. 84:2]. Ayrıca, “Benim payıma, Benim kaseme düşen
sensin, ya RAB; yaşamım senin ellerinde” [Mez. 16:5] Ayrıca, “Sana haykırıyorum, ya RAB:
‘Sığınağım, yaşadığımız bu dünyada nasibim sensin’ diyorum” [Mez. 142:5].
Böyle konuşmaya cesaret edenler, tabii ki, umutlarının dünyanın ve sunulan bütün
bereketlerin ötesine geçtiklerini itiraf ediyorlar. Yine de peygamberler RAB’den aldıkları
örnekle gelecek çağın bereketlerini daha sık anlatırlar. Şu sözleri bu anlamda anlamalıyız:
“Tanrı’ya bağlı kişiler” miras yoluyla “ülkenin sahibi olacaklar” [Özd. 2:21, mealen] ama
“ama kötüler yeryüzünden yok olacaklar” [Eyü. 18:17, mealen; Krş. Özd. 2:22; Krş. Sirak.
41:9]. Yeşaya’daki birçok ayette Yeruşalim’de her türlü zenginliğin olacağını ve Siyon’da her
şeyin bolluktan taşacağını okuyoruz [Krş. Yşa. 35:10; 52:1 vdd.; 60:4 vdd.; 62]. Bütün
bunların aslında hac diyarımız ya da yeryüzündeki Yeruşalim için değil, imanlıların gerçek
ana vatanı, yani “RAB’bin bereketi, sonsuz yaşamı buyurduğu” [Mez. 133:3] göksel kent için
geçerli olduğunu görüyoruz.
3 . Örnek olarak fiziksel bereketler ve fiziksel cezalar
Eski Antlaşma altındaki kutsalların ölümlü yaşama ve onun bereketlerine, bizim
bugün değer vermemiz gerekenden daha çok değer verdiklerini okumamızın nedeni budur.
Yarışın sonu olarak orada durmamaları gerektiğini iyi bilseler de, RAB’bin, güçsüzlüklerinin
ölçüsüne göre onları eğitmek için vurduğu mührün, tanrısal lütfun işaretleri olduğunu
143
Servetus, yasadaki vaatlerin Hıristiyanlar için ruhsal olarak yerine getirildiğini ama Yahudilerin “Kenan
ülkesini ele geçirerek hem sütle hem de balla doyduklarını” belirtmiştir: De justita regni Christi (1522) I, fo. D
16; Çev. E. M. Wilbur. a.g.e., s. 230.
250
anladıkları için, bunun tatlılığı onlara O’nun lütfunu doğrudan düşünmekten daha çekici
geliyordu. Ne var ki, RAB o andaki iyiliklerle imanlılara karşı cömertliğini kanıtlarken bu tür
örnekler ve simgelerle ruhsal mutluluğun haberini veriyordu. Öte yandan, fiziksel cezalarla da
kötüler için yaklaşmakta olan yargısının kanıtlarını veriyordu. Dünyasal şeylerde Tanrı’nın
bereketleri gibi cezaları da çok daha belirgindi. Cezalarla ödüller arasındaki bu benzerliği ve
uyumu düşünmeyen cahiller Tanrı’daki bu büyük değişkenliğe hayret etmektedirler. Bir
zamanlar insanların yasayı her çiğneyişinde acımasız ve korkunç cezalar vermeye hazır olan
Tanrı, eski öfkeli huyunu artık bir yana bırakmış, çok daha hafif ve seyrek ceza verir gibidir.
Bu durumda Maniciler gibi, Eski ve Yeni Antlaşma için farklı birer Tanrı düşünecek kadar
ileri gidiyorlar!144 Ama Tanrı’nın sözünü ettiğim bu iki antlaşmasına dikkat edersek bu
endişeleri kolayca dağıtırız. Antlaşmasını Đsrail halkına örtülü biçimde verdiğinde, gelecek ve
sonsuza kadar sürecek olan mutluluk lütfunun dünyasal bereketlerle, ruhsal ölümün
ciddiliğinin fiziksel cezalarla simgelenmesini ve belirtilmesini istemiştir.
(ii . Eski Antlaşma’da suretler ve törenlerle bildirilen gerçek, Mesih’i simgeler, 4-6)
4. Bu farkın anlamı
Eski ve Yeni Antlaşma arasındaki ikinci fark belirtileri içermektedir: gerçeğin
yokluğunda, öz yerine sadece bir suret ve gölge belirtmektedir; Yeni Antlaşma şimdi olduğu
gibi, gerçeğin özünü açıklamaktadır. Yeni Antlaşma’yla Eski Antlaşma’nın zıt düştüğü hemen
her yerde bu farktan söz edilmektedir ama bunun başka her yerden çok Đbranilere Mektup’ta
daha ayrıntılı şekilde ele alındığı görülmektedir. Burada elçi, Musa’nın yasasındaki törenlerin,
bu törenlerin yanı sıra bütün bir dini yıkmadan geçersiz kılınamayacağını öğretenlere karşı
çıkmaktadır. Bu yanlışı çürütmek için, peygamber Davut’un Mesih’in kâhinliğiyle ilişkili
olarak önceden söylediklerini öne sürmektedir [Mez. 110:4; Đbr. 7:11]. Mesih, sonsuza dek
kâhin olarak verildiği için, her gün bir kâhinin diğerinin yerine geçtiği bu kâhinliğin
kaldırıldığı kesindir [Đbr. 7:23]. Bu yeni kâhinlik kurumunun geçerli olacağını, çünkü bir
yeminle kurulduğunu kanıtlamaktadır [Đbr. 7:21]. Sonra da kâhinliğin bu değişimiyle
antlaşmanın da değiştiğini eklemektedir [Đbr. 8:6-13]. Bunun gerekli olduğunu, çünkü
eksikliği nedeniyle yasanın yetkinliğe götüremediğini duyurmaktadır [Đbr. 7:19]. Bu
eksikliğin doğasını ele almaktadır: Yasada doğruluğun dıştan görülen fiziksel eylemleri
vardır. Bu eylemler, bunları yerine getirenleri vicdanları açısından yetkin kılamaz. Hayvan
kurban etmek ne günahları ortadan kaldırır ne de gerçek kutsallığı getirir. Bu nedenle elçi,
yasada, “canlı benzerliklerin” değil, “gelecekteki iyi şeylerin gölgesinin” bulunduğu sonucuna
varmaktadır [Đbr. 10:1, mealen]. Bu nedenle onun tek işlevi, müjdede ortaya çıkan daha iyi bir
umudun sunumu olmaktı [Đbr. 7:19; Mez. 110:4; Đbr. 7:11; 9:9; 16:1].
Burada yasa antlaşmasının müjde antlaşmasıyla, Mesih’in hizmetinin Musa’nınkiyle
karşılaştırıldığına dikkat etmeliyiz. Şayet bu karşılaştırma vaatlerin özüne göndermede
bulunuyorsa, o zaman Antlaşmaların arasında büyük bir görüş ayrılığı olacaktır. Ancak
tartışmanın trendi bizi başka bir yöne götürüyor. Gerçeği bulmak için onu izlemeliyiz.
Musa’nın bir zamanlar sonsuza kadar sürecek ve asla yok olmayacak diye belirttiği
antlaşmadan yola çıkalım. Bunun, en sonunda onaylanarak imzalandığı yerine getiriliş şekli
Mesih’tir. Bu onaylama beklenirken, RAB Musa aracılığıyla törenler saptamıştı. Deyim
yerindeyse bunlar, bu onaylamanın dinsel simgeleriydi. Yasada emredilen törenlerin Mesih’in
yolunu açıp açmadığı konusunda anlaşmazlık çıktı. Ancak bunlar artık antlaşmanın
rastlantısal özellikleri ya da eklentileridir ve genel bir deyimle aksesuarlarıdır. Yine de bunlar,
onu yerine getirmek için birer araç olduğu için, diğer sakrementlerin bir gelenek durumuna
gelmesi gibi, “antlaşma” adını taşımaktadırlar. Özetlersek, bu metinde “Eski Antlaşma”,
törenleri ve sunuları kapsayan antlaşmanın dinsel olarak onaylandığı tarz demektir.
144
Servetus, De justitia regni Christi III. fo. D 82a-b; çev. Wilbur, a.g.e., s. 240 vd.
251
Bunun ötesine geçmezsek, altında esaslı hiçbir şey yatmadığı için, elçi daha iyi bir
antlaşmanın Kefili ve Aracısı olan Mesih’in yolu açılsın; böylece Mesih yasa altındaki
günahlarını ortadan kaldırarak seçilmişlere tek bir defada sonsuz kutsanmışlık versin diye
bunun sona ermesi ve geçersiz kılınması gerektiğini öne sürmektedir [Krş. Đbr. 7:22]. Ya da
isterseniz şöyle anlayın: Rab’bin Eski Antlaşması gölgeli145 ve etkisiz şekilde yerine getirilen
törenlere sarılarak Yahudilere verilmişti; geçiciydi, çünkü sağlam ve esaslı bir onaya
dayanıncaya kadar adeta askıya alınmıştı. Ancak Mesih’in kanıyla kutsanıp pekiştirildikten
sonra yeni ve sonsuz olmuştu. Bu nedenle Mesih, Sofra’da öğrencilerine verdiği kâseye, “Bu
kâse… kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır” der [Luk. 22:20]. Bununla, Tanrı’nın
Antlaşması O’nun kanıyla mühürlendiğinde gerçeklik kazandığını ve böylece yeni ve sonsuz
olduğunu söylemek ister.
3. Kilisenin çocukluğu ve yetişkinliği
Elçinin, Mesih bedende görünmeden önce Yahudilerin yasanın vesayetiyle Mesih’e
yönlendirildiklerini hangi anlamda söylediği buradan bellidir [Gal. 3:24; Krş. 4:1-2]. Onların
Tanrı’nın oğulları ve mirasçıları olduklarını ama gençliklerinden ötürü bir vasinin
sorumluluğu altında olmaları gerektiğini de kabul etmektedir. Doğruluk güneşi doğmadan
önce, büyük ve parlayan bir vahyin, hiçbir net anlamanın olmaması uygundu. Rab, Sözü’nün
ışığını onlara öyle vermişti ki, bunu yine de uzaktan, karanlıkların içinde görebiliyorlardı.
Pavlus bu yetersiz anlayışı “çocukluk” kelimesiyle açıklamaktadır. Rab’bin isteği, çocuk
eğitmenin kuralları gibi, imanlıların bilgisinin, sayesinde olgunlaşacağı Mesih parlayıncaya
kadar bu çocukluğun bu dünyanın unsurlarıyla ve biraz da dıştan görülebilen törenlerle
eğitilmesiydi [Krş. Ef. 4:13].
Mesih, “Kutsal Yasa ve peygamberlerin devri Yahya’nın zamanına dek sürdü. O
zamandan bu yana Tanrı’nın Egemenliği müjdeleniyor” [Luk. 16:16; Krş. Mat. 11:13]
dediğinde bu farkı ima ediyordu. Yasa ve Peygamberler kendi zamanlarındaki insanlara ne
öğretmişti? Bir gün apaçık ortaya çıkan bu bilgeliğin önceden tadına baktırmışlar ve onun
uzaktan göz kırptığına işaret etmişlerdi. Ne var ki, Mesih’e parmakla işaret edilebildiğinde
Tanrı’nın Krallığı açılmıştı. “Bilginin ve bilgeliğin bütün hazineleri” [Kol. 2:3] O’nda
açıklanmıştı. Böylece biz de göklerin en gizli tapınağına neredeyse ulaşmış durumdayız.
6. Büyük imanlılar bile Eski Antlaşma’nın sınırları içinde kalmışlardır
Hıristiyan kilisesinde imanının yetkinliği Đbrahim’le karşılaştırılabilen neredeyse hiç
kimsenin bulunmadığı; Ruh’un gücüyle peygamberlerin bugün bile bütün dünyayı
aydınlatacak kadar üstün oldukları olgusu bu görüşü değiştirmez. Burada Rab’bin birkaç
kişiye nasıl lütufta bulunduğunu değil, başkalarından daha çok kendilerine özgü bir anlayış
bahşedilmiş olan peygamberlerin öğretilerinde de görüldüğü üzere, halkını eğitirken hangi
sıradan yöntemi izlediğini soruyoruz. Peygamberlerin vaazları bile hem çok uzaktaymış gibi
belli belirsiz hem de örneklerle belirtiliyordu. Ayrıca üstün oldukları bilgi her ne kadar
dikkate değer olsa bile, zorunlu kalarak halka yaygın eğitim verdikleri için, onlar da çocuk
olarak sınıflandırılmalıdır. Sonuçta, hiç kimsede zamanın belirsizliğinden etkilenmeyecek bir
farkındalık yoktu. Bu nedenle Mesih şöyle demiştir: “Nice peygamberler, nice krallar sizin
gördüklerinizi görmek istediler ama göremediler. Sizin işittiklerinizi görmek istediler ama
işitemediler” [Luk. 10:24]. “Ne mutlu size ki, gözleriniz görüyor, kulaklarınız işitiyor” [Mat.
13:16]. Mesih’in varlığının bu ayrıcalıkta üstün olacağı tabii ki, doğrudur. Öyle ki, gökteki
gizemlerin daha net bir açıklaması ondan gelebilsin. Daha önce Petrus’un Birinci
Mektubu’ndan alıntı yaptığımız konu için de bu geçerlidir. Yani, onlara açıklandığı üzere,
emekleri özellikle bizim çağımız için yararlıydı [1Pe. 1:12].
145
“Umbratili”. Krş. II. vii. 1; II. ix. 3, 4.
252
(iii . Eski Antlaşma yazılı; Yeni Antlaşma ruhsaldır, 7-8)
7. Bu farkın Kutsal Kitap’a dayanan kökeni ve anlamı
Yeremya’dan aldığım üçüncü farka geldim. Şöyle diyor: “‘Đsrail halkıyla ve Yahuda
halkıyla yeni bir antlaşma yapacağım günler geliyor’ diyor RAB. ‘Atalarını Mısır’dan
çıkarmak için ellerinden tuttuğum gün onlarla yaptığım antlaşmaya benzemeyecek. Onların
kocası olmama karşın, bozdular antlaşmamı’ diyor RAB. ‘Ama o günlerden sonra Đsrail
halkıyla yapacağım antlaşma şudur’ diyor RAB. ‘Yasamı içlerine yerleştirecek, yüreklerine
yazacağım. Ben onların Tanrısı olacağım, onlar da benim halkım olacaklar’” [Yer. 31:31-34].
Elçi bu sözlerden yasayla müjde arasında karşılaştırma yapma fırsatı elde ediyor. Birincisine
yazılı, ikincisine ruhsal öğretiş diyor; birincisinin taş levhalar üzerine kazıldığını, ikincisinin
insanların yüreklerine yazıldığından; birincisinin ölümü, ikincisinin yaşamı birincisinin
mahkûmiyeti, ikincisinin doğruluğu vaaz ettiğinden; birincisinin geçiciliğinden, ikincisinin
kalıcılığından söz ediyor [2Ko. 3:6-11]. Elçi, ikisinin de anlamı anlaşılsın diye peygamberin
sözlerini yorumlamak istediğinden sadece birinin sözlerini irdelemek yeterli olacaktır. Yine
de aralarında fark vardır. Elçi, – sadece yasa açısından değil, yasayı taklit eden bazı alçakların
ve onların, müjdenin netliğini karanlıkta bırakan sapkın çabaları nedeniyle- yasadan,
peygamberden daha fazla küçümseyerek söz etmektedir. Onların hataları ve akılsızca
tercihleri Pavlus’u yasanın doğasını ele almaya teşvik etmektedir. Pavlus’un bu dikkate değer
ana fikrine dikkat etmemiz gerekmektedir. Ama hem Yeremya hem de Pavlus, Eski ve Yeni
Antlaşma’yı karşılaştırdıkları için, aslında yasanın kapsamı içine neyin girdiğinin dışında
başka bir şey düşünmezler. Örneğin; yasanın şurasında burasında merhamet vaatleri vardır
ama sadece yasanın doğası ele alınırken, bunlar başka bir yerden alınmış olduğu için, yasanın
parçası sayılmaz. Ona sadece işlev atfederler: Doğru olandan zevk almak, kötü olanı
yasaklamak; doğruluğa uyanlara ödül vaat etmek, yasayı çiğneyenleri cezayla tehdit etmek;
ama aynı zamanda doğası gereği bütün insanların özünde bulunan, yüreklerindeki
bozulmuşluğu değiştirmemek ya da düzeltmemek.
8. 2Ko. 3. bölüme göre ayrıntılı fark
Şimdi elçinin yaptığı karşılaştırmayı teker teker açıklayalım. Eski Antlaşma yazılıdır,
çünkü Ruh’un çalışması olmadan yayılmıştır. Yeni Antlaşma ruhsaldır, çünkü Rab onu,
insanların yüreklerine ruhsal olarak kazımıştır [2Ko. 3:6]. Đkinci antitez, birincisinin
açıklanmasıyla elde edilmektedir. Eski Antlaşma ölüm getirmektedir, çünkü bütün insan ırkını
bir lanet sarıp sarmalamaktadır. Yeni Antlaşma bir yaşam aracıdır, çünkü insanı lanetten
kurtarmakta ve Tanrı’nın lütfunu onlara geri vermektedir [2 Ko. 3:6]. Eski Antlaşma
mahkûmiyeti vaaz eder, çünkü Âdem’in bütün oğullarını doğruluktan uzak olmakla suçlar.
Yeni Antlaşma doğruluğu vaaz eder, çünkü Tanrı’nın bizi aklayan merhametini açıklar [2Ko.
3:9].
Göndermede bulunulan tören yasası son zıtlıktır. Eski Antlaşma var olmayanların
suretini taşıdığı için, zamanla ölüp yok olmalıydı. Müjde, özü açıkladığı için, sonsuza kadar
sürmektedir [2Ko. 3:10-11]. Aslında Yeramya ahlak yasasına bile güçsüz ve kırılgan
demektedir [Yer. 31:32]. Ama bunun başka bir nedeni vardır: Nankör bir halkın aniden
yoldan sapmasıyla kısa sürede bozulmuştu. Halk yasayı çiğnemekle suçlansa da, antlaşmaya
karşı gelmekle suçlanamaz. Törenler, Mesih’in geldiğinde güçsüzlükleri nedeniyle geçersiz
kılınmış olduğu için, güçsüzlüklerinin nedenleri kendileridir. Yazılıyla ruhsal arasındaki bu
farktan kuşku duymamalıyız. RAB, yasasını Yahudilere semeresi olamadan bahşetmiştir ve
içlerinden hiçbiri O’na dönmemiştir. Ancak giderek artan lütfu övmek, karşılaştırma yoluyla
ortaya atılmıştır. Aynı Yasa Koyucu -adeta yeni karaktere bürünerek- müjdenin vaaz
edilmesini onurlandırmıştır. Kilisesinde paydaş olsunlar diye topladığı herkesi, müjdenin vaaz
edilmesi sayesinde O’nun Ruhu’nun yeniden yaşam verdiği bütün insan kalabalığını hesaba
253
aldığımızı düşünün. O zaman antik dönemde Đsrail’de Rab’bin antlaşmasını bütün
yürekleriyle ve bütün akıllarıyla bağırlarına basan çok az kişinin olduğunu –neredeyse hiç
kimsenin olmadığını- söyleyeceğiz. Yine de karşılaştırmada yapmadan kendilerini hesaba
katan birçok kişi vardı.
(iv. Eski Antlaşma’daki kölelik ve Yeni Antlaşma’daki özgürlük, 9-10)
9. Pavlus’un öğretileri
Dördüncü fark, üçüncüden çıkıyor. Kutsal Yazı Eski Antlaşma’ya bir tür “kölelik”
diyor, çünkü o, insanların zihinlerinde korku üretiyor; ama Yeni Antlaşma’ya bir tür
“özgürlük” diyor, çünkü o, insanların zihinlerinde güvene ve güvenceye yer veriyor. Bu
nedenle Pavlus, Romalılar’ın sekizinci bölümünde şunu belirtiyor: “Sizi yeniden korkuya
sürükleyecek kölelik ruhunu almadınız, oğulluk ruhunu aldınız. Bu ruhla ‘Abba, Baba!’ diye
sesleniriz” [15. a.]. Đbraniler’deki ayet burası için de geçerlidir: Đmanlılar, “dokunulabilen,
alev alev yanan dağa, karanlığa, koyu karanlık ve kasırgaya… yaklaşmış değillerdir”. Burada
zihinlere korku darbesi indiren hiçbir şey görülmez ya da işitilmez. Öyle ki, hepsinin
duymamak için yalvardığı korkunç bir ses yankılandığında Musa bile korkmuştu. “Oysa sizler
Siyon Dağı’na, Tanrı’nın kenti olan göksel Yeruşulim’e… yaklaştınız” [Đbr. 12: 18-22].
Pavlus, Romalılara Mektup’tan alıntı yaptığımız ifadesinde kısaca buna değinmektedir
ama Galatyalılara Mektup’unda bunu daha ayrıntılı açıklıyor. Burada Đbrahim’in iki oğlunu
mecazi olarak şöyle yorumluyor: Köle kadın Hacer, Đsraillilerin yasayı aldıkları Sina Dağı’nın
simgesidir; özgür kadın Sara, müjdenin dalgalandığı göksel Yeruşalim benzetmesidir.
Hacer’in soyu köle doğmuştur, asla mirasçı olmayacaktır; Sara’nın soyu özgürdür ve mirasa
hak kazanmıştır. Biz de aynı şekilde yasa altında köleliğe boyun eğeriz ama ancak müjde
sayesinde özgürlüğe kavuşuruz [Gal. 4:22-31]. Özetlersek: Eski Antlaşma vicdanlara korku
ve titremeyle darbesini indirir ama Yeni Antlaşma’nın bereketiyle vicdanlar kurtulup sevinir.
Eski Antlaşma vicdanı kölelik boyunduruğuyla bağlar; Yeni Antlaşma kurtuluş ruhuyla
insanları azat ederek özgür bırakır.
Ama düşünün ki, muhaliflerimiz Đsraillerin içinde kutsal ataların ayrıcalıklı olduklarını
söyleyerek karşı çıkıyorlar: Bizim gibi onlara da aynı iman ruhu açıkça bahşedilmiş olduğu
için, bundan çıkan sonuca göre, onlar aynı özgürlüğü ve sevinci paylaşıyorlardı. Buna şu
yanıtı veriyoruz: Bunların hiçbiri yasadan kaynaklanmıyordu. Ne var ki, atalar yasa
aracılığıyla hem köle durumuna getirilmişlikleriyle kendilerini baskı altında hissettiklerinde
hem de vicdan endişesiyle bezdiklerinde sığınmak için müjdeye kaçtılar. Bu nedenle, Eski
Antlaşma’nın genel yasası bir kenara bırakılırsa, onların bu kötülüklerden uzak olmaları Yeni
Antlaşma’nın özel bir meyvesiydi. Üstelik onlara, yasadan kaynaklanan korkuyu ve köleliği
bir ölçüde yaşamayacak kadar özgürlük ve güvence ruhu bahşedilmişti. Müjdenin lütfu
sayesinde aldıkları ayrıcalığı ne kadar yaşasalar da, sıradan halk gibi onlar da tören yapma
konusunda aynı yazılı antlaşmalara ve yüklere boyun eğiyorlardı. Bu törenlere, köleliğe
benzeyen vasiliğin sembollerine [Krş. Gal. 4:2-3] ve yazılı antlaşmalara [Krş. Gal. 2:14]
titizlikle boyun eğmek zorundaydılar146. Günahtan suçlu olduklarını kabul etmek onları
zorunluluktan kurtarmıyordu. O dönemde Rab’bin Đsraillilerle yaptığı genel antlaşmayı
düşündüğümüzde, onların bizden farklı olarak, kölelik ve korku antlaşması altında olduklarını
söylemek doğrudur.
10. Yasa ve müjde
Söz ettiğimiz üç karşılaştırma147, yasayla müjdenin karşılaştırılmasıdır. Bunlarda yasa
“Eski Antlaşma”, müjdeyse “Yeni Antlaşma” adıyla belirtilmektedir. Birincisinin148 yayılımı
146
147
“Chirographa”
Yk. bk. m. 4, 7, 9
254
çok daha geniştir, çünkü yasadan önce yayılmış olan vaatleri de kapsamaktadır. Bununla
birlikte Augustinus, bunların “Eski Antlaşma” adı altında sayılmamasını söylemiştir. Bu, çok
makuldür. Augustinus, bizim öğrettiğimiz aynı konudan söz etmektedir: Yeramya’yla
Pavlus’un ifadelerinden söz etmektedir. Eski Antlaşma’da bunlar lütuf ve merhamet sözünden
farklıdır. Augustinus, çok yerinde olarak Aynı yazıya aşağıdakileri de eklemektedir: Sevgiyle
etkisini gösteren imanla buyruklara uymuş olan [Gal. 5:6], Tanrı’dan yeniden doğan vaat
çocukları [Rom. 9:8] dünyanın başlangıcından beri Yeni Antlaşma kapsamındadır. Onlar
bedensel, dünyasal ve geçici şeyleri değil, ruhsal, göksel ve sonsuza kadar sürecek olan
bereketleri ümit ederek yapmışlardır. Özellikle Aracıya inanmışlardır; iyi işler yapabilsinler
diye O’nun aracılığıyla kendilerine Ruh’un verildiğinden ve ne zaman günah işleseler
bağışlandıklarından kuşku duymamışlardır. Benim onaylamak istediğim konu da budur:
Kutsal Yazının, dünyanın başlangıcından beri Tanrı’nın özellikle seçtiğinden söz ettiği bütün
kutsallar sonsuz kurtuluşun bereketlerini bizimle aynı şekilde paylaşmış olmalıdırlar. Bizim
analizimizle onunki arasındaki fark şudur: Mesih’in, “Yasa ve Peygamberlerin devri
Yahya’nın zamanına dek sürdü. O zamandan bu yana Tanrı’nın Egemenliği müjdeleniyor”
[Luk. 16:16] ifadesi uyarınca, bizim analizimiz müjdenin netliğiyle ondan önceki Söz
antlaşmasının belirsizliğini birbirinden ayırmaktadır; Augustinus ise yaptığı ayırımda yasanın
güçsüzlüğünü müjdenin sağlamlığından basitçe ayırmaktadır.
Kutsal atalar konusunda da buna dikkat etmeliyiz: Eski Antlaşma altında kalmayı
istemeyecek ama Yeni Antlaşma’yı isteyecek tarzda yaşamışlar ve böylece, ondaki gerçek
payı bağırlarına basmışlardır. Elçi, şimdiki gölgelerle yetinen ve zihinlerini Mesih’e
açmayanları körlükle suçlar ve onlara lanet eder. Diğer konulardan söz etmezsek –günahın
kefaretini boğazlanmış bir hayvandan ümit etmekten daha büyük bir körlük nasıl
düşünülebilir? Ya da canı görünürde su püskürterek arındırmak istemekten? Ya da törenler
Tanrı’nın çok hoşuna gidiyormuş gibi, Tanrı’yı soğuk törenlerle hoşnut etmeye çalışmaktan?
Mesih’e bakmadan yasadaki törenleri yerine getirmeye sıkıca yapışanlar bütün bu saçma
uygulamaları yaparlar.
(v. Eski Antlaşma’da tek bir ulustan, Yeni Antlaşma’da bütün uluslardan söz
edilmektedir, 11-12)
11. Duvar, Mesih’te yıkılmaktadır
Eklenebilecek beşinci fark, Mesih’in gelişine kadar Rab’bin, lütuf antlaşmasının
kapsamında tuttuğu tek bir halkı ayırmasında yatmaktadır. “Yüceler yücesi uluslara
miraslarını verip Âdemoğullarını onlardan ayırdığında, halkı Kendi mülkiyeti oldu; O’nun
mirası Yusuf’un soyuydu” der Musa [Yas. 32:8-9, mealen]. Başka bir yerde de halka şöyle
sesleniyor: “Gökler de, göklerin gökleri de, yeryüzü ve içindeki her şey Tanrınız RAB’bindir.
Öyleyken RAB atalarınızı sevdi, onlara bağlandı. Bugün olduğu gibi, onların soyundan olan
sizleri bütün halkların arasından seçti” [Yas. 10: 14-15]. Bütün insanların arasında sadece
onlar Kendisine aitmiş gibi, adına dair bilgiyi sadece bu halka bahşetmişti. Antlaşmasını,
deyim yerindeyse, onların sinesine yerleştirmiştir; görkemli varlığını sadece onlara
göstermiştir; her tür ayrıcalığı onlara yağdırmıştır. Ama –geri kalan bereketlere geçelim diyesöz konusu olanı göz önüne alalım. Sözü’nü onlara iletirken, onların Tanrısı densin ve bu
şekilde saygı görsün diye onları Kendisiyle bütünleştirdi. Bu sırada başka ulusların Kendisiyle
hiçbir ilişkisi yokmuş gibi, boş yere “bütün ulusların kendi yollarından gitmelerine izin verdi”
[Elç. 14:16]. Onlara ölümcül hastalıklarının tek ilacını da –müjdenin vaazı- vermedi. O
zamanlar Đsrail, Rab’bin sevgili oğluydu; diğerleri yabancıydılar. Đsrail kabul edilmişti, güven
ve koruma altına alınmıştı. Diğerleri kendi karanlıkları içinde bırakılmıştı. Tanrı, Đsrail’i
kutsallaştırmıştı. Diğerleri kutsallıktan yoksundu. Đsrail, Tanrı’nın huzurunda
148
Yk. bk. m. 1.
255
onurlandırılmıştı. Diğerleri O’na her şekilde yaklaşmaktan dışlanmışlardı. Her şeyin
düzeltilmesi için belirlenen “Zaman dolunca” [Gal. 4:4-5], O’nun Tanrı’yla insanları
uzlaştıran kişi olduğu açıklandı. Uzun zamandan beri Tanrı’nın merhametini Đsrail sınırları
içine hapseden “duvar yıkıldı” [Ef. 2:14-16]. Hep birlikte Tanrı’yla uzlaşabilsinler ve tek bir
halk olarak kaynaşsınlar diye [Ef. 2:14-16], “O gelip hem uzakta olan sizlere hem de
yakındakilere esenliği müjdeledi” [Ef. 2:17]. Bu nedenle artık, Yunanlıyla Grek [Gal. 3:28],
sünnetliyle sünnetsiz [Gal. 6:15] arasında fark yoktur ama Mesih, “her şeydir ve her şeydedir”
[Kol. 3:11]. “Egemenlik sürsün denizden denize, ırmaklardan yeryüzünün ucuna dek” [Mez.
72:8; Krş. Zek. 9:10] diye “uluslar O’nun mirası, yeryüzünün dört bucağı O’nun mülkü oldu”
[Mez. 2:8, mealen].
12. Öteki ulusların çağrılması
Öteki ulusların çağrılması, Yeni Antlaşma’nın Eski Antlaşma’dan üstün olduğunun
dikkate değer bir işaretidir. Nitekim peygamberler çok sayıdaki net ifadeleriyle buna daha
önceden buna tanıklık etmişlerdi ama öyle ki, bunun yerine gelmesi Mesih’in Krallığının
gelişine dek ertelenmişti. Mesih de, vaaz vermeye başladığında hemen buraya doğru ilerleme
kaydetmemişti. Bizi kurtarma işini tamamladıktan ve alçaltılma işi sona erdikten sonra Baba,
“Önünde her dizin çökeceği, her adın üstünde olan adı O’na bağışlayıncaya” [Flp. 2:9-10,
mealen] kadar Mesih ağırdan almıştır. Bu nedenle, henüz zamanı gelmediği için, Kenanlı
kadına Mesih, “Yalnız Đsrail halkının kaybolmuş koyunlarına” gönderildiğini söylemiş [Mat.
15:24] ve elçilerin ilk görevlerinde Đsrail’in sınırları dışına çıkmalarına izin vermemiştir.
“Öteki ulusların arasına girmeyin. Samiriyeliler’in kentlerine de uğramayın. Bunun yerine,
Đsrail halkının yitik koyunlarına gidin” demiştir [Mat. 10:5]. Ama Kutsal Yazı’daki çok sayıda
tanıklık öteki ulusların çağrıldığını duyursa da, elçiler bu sorumluluğu aldıklarında bu çağrı
onlara o kadar yeni ve tuhaf gelmişti ki, anormal bir iş diye bundan kaçınmışlardı. En sonunda
titreyerek ve kuruntuya kapılmazlık etmeden yola koyulmuşlardı. Hiç de şaşırtıcı değil!
Bunca yıldan beri Đsrail’i bütün diğer ulusların dışında tutan Rab’bin aniden planını
değiştirmesi ve bu seçimden vazgeçmesi tümüyle mantıksız geliyordu. Aslında peygamberler
bunu önceden söylemişlerdi. Ne var ki, insanlar gözlerine çarpan bu olgunun yeniliğinden
şaşırmadan bu peygamberlere dikkat edememişlerdi. Tanrı putperestlere gelecekte yapacağı
çağrının kanıtlarını eski dönemde onlara vermişti. Bu kanıtlar onları ikna etmek için yeterli
gelmemişti. Çok kişiyi çağırmış olmasının yanı sıra onları bir şekilde Đbrahim’in ailesine
aşılamış, böylece onları Kendi halkına katmıştı. Ama bu genel çağrıyla öteki uluslar sadece
Yahudilerle eşit olmakla kalmamışlardı. Deyim yerindeyse bu, onların ölen Yahudilerin yerini
aldıklarını da göstermişti. Bundan başka, Tanrı’nın daha önce kilisesinin bedenine aldığı bu
yabancıların hepsi Yahudilerle asle eşit olmamışlardı. Geçerli bir nedenle Pavlus bunun,
“Geçmiş çağlardan ve kuşaklardan gizlenmiş bir sır” olduğunu duyurmakta [Kol. 1:25-26;
Krş. Ef. 3:9] ve melekler için bile bunun olağanüstü olduğunu söylemektedir [Krş. 1Pe. 1:12].
(Uygulamadaki bu farklarla ilgili olarak Tanrı’nın adaletine ve istikrarına dair
yapılan itirazlara cevap, 13-14)
13. Genel olarak neden farklılıklar?
Eski ve Yeni Antlaşma arasındaki bütün farkı, basit bir öğretişin açıklanmasının
gerektirdiği kadarıyla bu dört ya da beş noktada sadakatle ve iyi açıkladığımı düşünüyorum.
Ancak bazı kişiler kilise yönetimindeki bu değişmezlikle, öğretinin bu değişik tarzıyla,
yöntemlerle ve törenlerle alay etmekte direndikleri için149, başka konulara geçmeden önce
149
Barth ve Niesel, bunların Sebastian Franck’ın Paradoxa (1535), Paradox 86 (fo. Xlviib
vdd.)’da yer alan açıklamalara cevap olduğuna işaret ediyorlar ve Franck, bu görüşleri “sık sık
256
onlara cevap vermemiz de gerekmektedir. Ne var ki, bu kısaca yapılabilir, çünkü onların
itirazları titizlikle yalanmayı gerektirecek kadar kesin değil. Her zaman tutarlı olan Tanrı’nın
bir zamanlar buyurduğunu ve övdüğünü daha sonra beğenmeyerek böyle büyük bir
değişikliğe izin vermesinin uygun olmadığını söylüyorlar. Tanrı’nın, sadece farklı çağlarda
değişik tarzlar getirdiği için değişken diye düşünülmemesi gerektiği cevabını veriyorum. O,
her durum için hangisinin uygun olduğunu biliyordu. Şayet bir çiftçi kışın ev halkına belli
görevler, yazın başka görevler verirse bu nedenle onu tutarsızlıkla suçlamayız ya da onun
kesin bir tarım kuralından saptığını düşünmeyiz. Bu, doğanın sürüp giden düzenine uygundur.
Aynı şekilde bir aile reisi çocuklarını bebekliklerinde bir şekilde, gençliklerinde başka bir
şekilde eğitir, yönetir ve yol gösterirse bu nedenle ona kaypak demeyiz ve amacından
saptığını söylemeyiz. Öyleyse neden Tanrı yerinde ve uygun belirtilerle çoğu zaman ayırım
yaptığı için, O’na tutarsız diye damga vuruyoruz? Son karşılaştırma bizi iyice tatmin
etmelidir. Pavlus, Yahudileri çocuklara, Hıristiyanları gençlere benzetir [Gal. 4:1 vdd.]
Tanrı’nın onları çağlarıyla orantılı temel eğitimle sınırlı tutmasında ama bize daha sağlam,
deyim yerindeyse, daha çok yetişkinlere özgü bir eğitim vermesinde çarpık olan nedir?
Tanrı’nın tutarlılığı, her çağda aynı doktrini öğretmesinde ve ta başlangıçta onlara emrettiği
Kendi adına tapınılmasını aynı şekilde istemesinde görülmektedir. Aslında dıştan görülen
tarzı ve tutumu değiştirmesi, O’nun değişikliğe tabii olduğunu göstermemektedir. Tam
tersine, insanların farklı ve değişik kapasitelerine uyum sağlamaktadır.
14. Tanrı’nın, bütün insanlarla istediği gibi ilgilenme özgürlüğü
Ama yanıt veriyorlar, şayet Tanrı istemezse bu çeşitlilik nereden geliyor? Tanrı, Mesih
geldikten sonra olduğu gibi, başlangıçta da herhangi bir simge olmadan sonsuz yaşamı net
kelimelerle açıklayamaz mıydı? Başlangıçta halkına birkaç sakrament emredemez miydi,
Kutsal Ruh’u bahşedemez miydi ve lütfunu bütün dünyaya yayamaz mıydı? Dünyayı
başlangıçta yaratabilirken çok geç yarattığı ya da yazla kışı, günle geceyi değiştirmek istediği
için Tanrı’yla kavga ediyorlarmış gibi. Ama neden böyle yapıldığını genellikle bilmesek bile,
–Tanrı’ya bağlı bütün insanların inanması gerektiği şekilde- Tanrı’nın her şeyi bilgelikle ve
adilce yaptığından kuşku duymayalım. Tanrı’nın planının bizden gizli nedenleri olabildiğini
kabul etmemek kendi adımıza çok şey iddia etmek olur.
Ama hayvan kurban edilmesinden ve Levili kâhinlerin, eskiden O’nu hoşnut eden
bütün süslerinden şimdi nefret ederek iğrenmesinin dikkate değer olduğunu söylüyorlar. Bu
dışsal, geçici şeyler Tanrı’yı hoşnut edermiş ya da bir şekilde etkilermiş gibi! Tanrı’nın
bunların hiçbirini Kendi uğruna yapmadığı, hepsini insanların kurtuluşu için düzenlediği daha
önce söylenmişti150. Bir hekim genç bir adamı en iyi şekilde tedavi ederse ama aynı insan
yaşlandığında başka tür bir tedavi uygularsa hekimin daha önce hastayı mutlu eden tedavi
yönteminden vazgeçtiğini mi söyleyeceğiz? Hayır – hekim bu yöntemi sürdürürken yaş
etkenini hesaba katmaktadır. Mesih’in aramızda olmadığını, gelmekte olduğunu simgeleyecek
bir işaret gerekiyordu; ama Mesih artık açıklandığı için başka bir işaretle simgelenmesi
uygundur. Mesih’in gelişinden beri Tanrı’nın çağrısı bütün insanlara çok daha yaygın ulaşmış
ve Ruh’un lütfu eskisinden çok daha fazla dökülmüştür. Rica ediyorum, özgürce lütufta
bulunmanın ve iradesine göre bütün ulusları aydınlatmanın Tanrı’nın elinde olmasının uygun
düşmediğini kim söyleyecek? Böyle yerlerde Sözü’nün vaazının Kendi iradesi doğrultusunda
başlamasının? Kendi iradesi doğrultusunda öğretisini bu tarzda ve bu ölçüde ilerletmenin ve
başarılı kılmanın? Dünyayı, nankörlüğü nedeniyle Kendi iradesi doğrultusunda çağlar boyu
adına dair bilgiden yoksun bırakmanın ve tekrar Kendi iradesi doğrultusunda merhametine
duyduğunu” söylediği için, bunları Anabaptist tanıdıklarından edindiğini öne sürüyorlar. (OS
III. 435, dn. 2).
150
Yk. bk. m. 5 ve 13.
257
göre dünyayı düzeltmenin? Dinsizlerin basit düşünen insanlarda sıkıntı yaratmak ve Tanrı’nın
doğruluğundan ya da Kutsal Yazı’nın güvenilirliğinden kuşku duymalarını sağlamak için, çok
nankörce birer iftira olarak bunlardan yararlandıklarını görüyoruz.
XII. BÖLÜM
MESĐH, ARACI GÖREVĐNĐ YERĐNE GETĐRMEK ĐÇĐN ĐNSAN OLMALIYDI
(Aracının, Tanrı ve insan olmasının gerekmesinin nedenleri, 1-3)
1. Sadece gerçek Tanrı ve gerçek insan olan biri Tanrı’yla bizim aramızdaki uçurumu
kapayabilirdi
Bize Aracılık edecek kişinin hem gerçek Tanrı hem de gerçek insan olmasının önemi
bizim için çok büyüktür. Bunun neden gerektiği sorulursa, (genel ifadeyi kullanırsak) basit ya
da kesin bir gereklilik olmamıştır. Daha çok bu, insanın kurtuluşunun bağlı olduğu göksel bir
karardan kaynaklanmıştır. Çok merhametli Baba’mız, bizim için en iyi olana hükmetmiştir.
Günahlarımız, bizimle O’nun arasında duran bir bulut gibi, bizi Göklerin Egemenliğine
tümüyle yabancılaştırdığı için [Krş. Yşa. 59:2], Tanrı’ya ait değilse hiç kimse esenliği
sağlamak için aracılık edemezdi. Ama O’na kim ulaşabilirdi? Bir Âdemoğlu mu? Hayır,
onların hepsi babaları gibi, Tanrı’yı görür görmez korkuya kapılıyorlardı [Yar. 3:8].
Meleklerden biri mi? Onların da bir başa ihtiyaçları vardı. Onlar, onun bağlantısı sayesinde
Tanrı’larına ayrılmaz şekilde sıkıca tutunabilirlerdi [Krş. Ef. 1:22; Kol. 2:10]. Öyleyse ne? Bu
kesinlikle umutsuz durumda bize inmemiş olan Tanrı’nın görkemi vardı, çünkü O’na
yükselmek bizim gücümüz dâhilinde değildi. Bu durumda Tanrı’nın Oğlu’nun bizim için
“Đmmanuel, yani Tanrı bizimledir” [Yşa. 7:14; Mat. 1:23] olması zorunluydu. O’nun tanrılığı
ve bizim insan doğamız bu şekilde karşılıklı yakınlıkla birlikte büyüyebilirdi. Yoksa Tanrı’nın
içimizde yaşadığı ümit etmemiz için bu yakınlık yeterli ya da bu ilişki yeterince sağlam
olmayacaktı. Bizim murdarlığımızla Tanrı’nın yetkin paklığı arasındaki uyuşmazlık çok
büyüktü! Đnsan bütün lekelerden uzak kalmış bile olsa, durumu, Tanrı’ya bir Aracı olmadan
ulaşmak için çok aşağıydı. Đnsana ne olmuştu? Ölümcül yıkımıyla ölüme ve cehenneme mi
atılmıştı, çok sayıda leke onu kirletmiş miydi, kendi bozulmuşluğunda pislenmiş miydi ve her
lanette yenilgiye mi uğramıştı? Aracıyı anlatmayı üstlenen Pavlus, iyi bir nedenden ötürü,
O’nun insan olduğunu bize açıkça hatırlatmaktadır: “Tanrı’yla insan arasında tek Aracı vardır.
O da insan olan… Mesih Đsa’dır” [1Ti. 2:5]. “Tanrı” diyebilirdi; ya da en azından, “Tanrı”
demediği gibi, “insan” da demeyebilirdi. Ama onun ağzından konuşan Ruh güçsüzlüğümüzü
biliyordu. Bu güçsüzlüğün karşılanması için doğru anda en uygun çareden yararlanmıştı:
Tanrı’nın Oğlu’nu bizden biri olarak dostça aramıza oturtmuştu. Hiç kimse Aracıyı nerede
araması ya da hangi yoldan O’na gitmemiz gerektiğinin sıkıntısını çekmesin diye, Ruh ona
“insan” demektedir. Bize, O’nun yakınımızda olduğunu, aslında bize dokunduğunu
öğretmektedir, çünkü O, bizim soyumuzdur. Kuşkusuz elçi burada, başka yerde uzun uzadıya
açıklanan aynı şeyden söz etmektedir: “Başkahinimiz zayıflıklarımızda bize yakınlık
duymayan biri değildir; tersine, her alanda bizim gibi denenmiş ama günah işlememiştir” [Đbr.
4:15].
2. Aracı gerçek Tanrı ve gerçek insan olmalıdır
Aracının tamamladığı işin sıradan bir iş olmadığını unutmazsak bu, daha da netlik
kazanacaktır. O’nun görevi, insanoğullarını Tanrı’nın çocukları, Cehennemin mirasçılarını
Göksel Krallığın mirasçıları yapmak için Tanrı’nın lütfunda bizi eski durumumuza getirmekti.
Bunu yapabilen, Đnsanoğlu Tanrı Oğlu’yla aynı kişi değil miydi? Kendisindekini bize vermek
için bizdekini almamış mıydı? Doğası gereği Kendisinin olanı lütfuyla bize vermemiş miydi?
Bu vaade dayanarak Tanrı’nın oğulları olduğumuza güveniriz. Tanrı’nın doğal Oğlu,
258
Kendisine bizim bedenimizden bir beden, bizim etimizden et, bizim kemiklerimizden kemik
yapmıştır. Öyle ki, bizimle bir olabilmiştir [Yar. 2:23-24; Ef. 5:29-31]. Kendisinde olanı bize
vermek için bizim doğamızı seve seve Kendi üstüne almış ve hem Tanrı’nın Oğlu hem de bize
benzer şekilde Đnsanoğlu olmuştur. Kendi ağzıyla, “Benim Babam’ın ve sizin Babanız’ın,
benim Tanrım’ın ve sizin Tanrınız’ın yanına çıkıyorum” dediğinde [Yu. 20:17], övdüğü bu
kutsal kardeşliktir. Böylece, Göksel Krallığın mirasçısı olduğumuzun güvencesini elde ederiz;
Tanrı’nın tek Oğlu ki, bu tümüyle sadece O’na aittir, bizi kardeşliğe almıştır. “Eğer Tanrı’nın
çocuklarıysak, aynı zamanda mirasçıyız” [Rom. 8:17].
Aynı zamanda bizim Kurtarıcımız olacak kişinin gerçek Tanrı ve gerçek insan olması
da zorunluluktu. Ölümü sona erdirmek O’nun göreviydi. Yaşam’dan başka kim bunu
yapabilirdi? Günahı fethetmek O’nun göreviydi. Büyük Doğruluktan başka kim bunu
yapabilirdi? Dünyanın ve havanın güçlerini bozguna uğratmak O’nun göreviydi. Dünyadan ve
havadan daha fazla gücü olandan başka kim bunu yapabilirdi? Yaşam, doğruluk ya da
egemenlik ve yetki Tanrı’dan başka kimde bulunur? Çok merhametli Tanrı’mız, kurtulmamızı
istediğinde, Oğulluğa aldığı kişide Kurtarıcımız olmuştur [Krş. Rom. 5:8].
3. Sadece gerçek Tanrı ve gerçek insan olan kişi, bizim yerimize itaat edebilirdi
Tanrı’yla barışmamız için ikinci gereklilik şuydu: Đtaatsizliğiyle kaybolmuş insan bir
çare sayesinde bunu itaat ederek karşılayacak, Tanrı’nın yargısını tatmin edecek ve günahın
borçlarını ödeyecekti. Bu durumda Rab’bimiz, Baba’ya itaat etmede Âdem’in yerini almak,
Tanrı’nın adil yargısını tatmin etmenin bedeli olarak bizim gibi beden almak ve bizim hak
ettiğimiz cezayı aynı bedende ödemek için, gerçek bir insan olarak gelip Âdem’in kişiliğini ve
adını aldı. Kısacası, Tanrı olarak ne ölümü hissedebildiği ne de insan olarak onun üstesinden
gelebildiği için, günaha kefaret etmek amacıyla güçsüzleşerek ölüme boyun eğebilsin diye,
insan doğasını tanrısal doğayla birleştirdi. Diğer doğasının gücüyle ölümle mücadele ederek
bizim için zafer kazandı. Mesih’i bu tanrılığından ya da insanlığından soyanlar O’nun
görkemini ve yüceliğini azaltıyorlar ya da iyiliğini gölgeliyorlar. Öte yandan, imanlarını
zayıflattıkları ve yıktıkları insanlara da yanlış yapıyorlar, çünkü iman bu temele dayanmazsa
ayakta duramaz.
Ayrıca beklenen Kurtarıcı, Đbrahim’in ve Davut’un oğlu olmalıydı. Tanrı, Yasa’da ve
Peygamberlerde böyle vaat etmişti. Tanrı’ya bağlı kişilerin zihinleri bundan başka bir yarar
daha sağlarlar: Davut’un ve Đbrahim’in soyundan gelmesine dayanarak O’nun, birçok
kehanette seslendirilen Meshedilmiş kişi olduğuna daha çok güvenirler. Ancak az önce
yaptığım açıklamayı özellikle kabul etmeliyiz: Bizim Mesih’le ortak olan doğamız, Tanrı’nın
Oğlu’yla paydaşlığımızın vaadidir. O, bizim bedenimizi alarak ölümü ve günahı birlikte
yenmiştir. Öyle ki, bunun zaferini biz kazanalım. Kefaret eylemi olarak bizim günahımızı
kaldırabilmek ve Baba’nın öfkesini yatıştırabilmek için, bizden aldığı bedeni kurban olarak
sunmuştur.
(Bu öğretiye yapılan itirazlara cevap veriliyor, 4-7)
4. Mesih’in beden almasının tek amacı bizim kurtuluşumuzdu
Bu konuları gayretle düşünen biri için bunlar, havai ve yenilik peşinde koşanları
büyüleyen bulanık spekülasyonlarla kolayca baş eden bir irade ister. Bu spekülasyonlardan
biri, insanları kurtarmaya hiç ihtiyaç olmasaydı bile, Mesih’in yine de insan olacağına
dairdir151. Başlangıçtaki yaratılış sırasında ve doğanın düşmemiş durumunda Mesih’in
meleklerin ve insanların Baş’ına getirildiğini kuşkusuz kabul ediyorum. Pavlus, bu nedenle
151
Osiander, An filius Dei fuerit incarnandus (1550), K 2a, 2b adlı yazısında ve Severitus,
Christianismi restittuti: De regenerations superna I, s. 370, 382’de bunu onaylamaktadır. Bu
konuya Calvin, m. 5 ve 6’da geri dönmektedir.
259
O’na, “Bütün yaratılışın ilk doğanı” diyor [Kol. 1:15]. Ne var ki, bütün Kutsal Yazı O’nun,
Kurtarıcımız olmak için bedene bürüneceğini duyurduğu için, başka bir neden ya da başka bir
amaç hayal etmek fazla haddini bilmezliktir. Başlangıçtan beri Mesih’in neden vaat edildiğini
iyi biliyoruz: Düşmüş dünyayı eski durumuna getirmek ve kaybolmuş insanların imdadına
koşmak. Yasa altındaki imanlılarla, günahları için kefaret verip barıştıktan sonra Tanrı’nın
onlara lütufkâr davranacağı umudunu vermek için, Mesih’in yansıması sunularda
öngörülmüştür. Kuşkusuz yasa henüz yayılmadan önce bile her çağda kansız bir Aracı vaat
edilmediği için, Tanrı’nın sonsuza kadar sürecek olan planıyla O’nun insanları murdarlıktan
arındırmak için atandığı sonucunu çıkarıyoruz; çünkü kan dökülmesi kefaret işaretidir [Krş.
Đbr. 9:22]. O’nu vaaz eden peygamberler O’nun, Tanrı’yla insan arasındaki uzlaştırıcı
olacağını vaat etmişlerdi. Bütün bu tanıklıklardan, Yeşaya’nın ünlü tanıklığı yeterlidir:
“Bizim suçlarımız yüzünden o eziyet çekti, esenliğimiz için gerekli olan ceza Ona verildi”
[Yşa. 53:5]. O, Kendisini kurban olarak sunacak başrahip olacaktı [Đbr. 9_11-12]. “O’nun
yaralarından başkaları şifa bulacaktı… çünkü “hepsi…yoldan çıkmıştı” ve “koyun gibi”…
etrafa dağılmıştı. “Herkesin günahını” taşıyabilsin diye O’nun eziyet çekmesi Tanrı’nın
gözüne hoş görünmüştü [Yşa. 53:5-6]. Mesih’in acınacak durumdaki günahkârlara yardım
etmek üzere Tanrı tarafından atandığını öğrendiğimiz için, her kim bu sınırları çok fazla
aşarsa kendini akılsızca bir meraka teslim eder.
Mesih göründüğünde gelişinin nedeninin, bizi toplayıp ölümden yaşama getirmek için
Tanrı’yı yatıştırmak olduğunu duyurdu. O’nunla ilgili olarak elçiler de aynı tanıklıkta
bulunmuşlardır. Yuhanna, “Sözün insan olduğunu [Yu. 1:14] öğretmeden önce insanın
başkaldırmasını anlatmaktadır [Yu. 1:9-11]. Ama Mesih’in göreviyle ilgili olarak ne dediğine
özellikle dikkat etmeliyiz: “Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi. Öyle ki,
Ona iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun” [Yu. 3:16]. Ayrıca,
“Ölülerin Tanrı Oğlu’nun sesini işitecekleri ve işitenlerin yaşayacakları saat geliyor, geldi
bile” [Yu. 5:25]. “Diriliş ve yaşam Ben’im. Bana iman eden kişi ölse de yaşayacaktır” [Yu.
1:25]. Ayrıca, “Çünkü Đnsanoğlu kaybolanı bulmaya geldi” [Mat. 18:11]. Ayrıca,
“Sağlamların değil, hastaların hekime ihtiyacı var” [Mat. ). 12]. Hepsinden söz etmek istersek,
ayetlerin sonu gelmez.
Elçiler hep bir ağızdan bizi bu çeşmeye geri çağırıyorlar. Kuşkusuz, Mesih Tanrı’yla
insanı uzlaştırmak için gelmiş olmasaydı başkahin olarak onuru azalacaktı, çünkü kahin
Tanrı’yla insanları uzlaştırmak için Aracı olarak atanır [Đbr. 5:1]. Bizim doğruluğumuz
olmayacaktı, çünkü “Tanrı, insanların suçlarını saymasın” [ 2Ko. 5:19] diye Kendisi kurban
olmuştu. Sonuçta Kutsal Yazı’nın O’na bahşettiği bütün bu sıfatlardan yoksun olurdu.
Pavlus’un ifadesi de geçersiz olurdu: “Tanrı, bizim adımıza tatmin etsin diye Oğlu’nu günahlı
insan benzerliğinde göndermiştir – yasa bunu yapamazdı” [Rom. 3-4, mealen]. Pavlus’un
başka bir yerde öğrettiklerinin de dayanağı olmazdı: Mesih bize Kurtarıcımız olarak
verildiğinde, “Tanrı’nın iyiliğini” ve sınırsız sevgisini bu aynada “insanlar gördüler” [Krş. Tit.
2:11]. Kısacası Kutsal Yazı’da, Tanrı’nın Oğlu’nun bizim bedenimizi almak istemesinin ve
Baba’sının bu emrini kabul etmesinin tek nedeni, bizim adımıza Baba’sının öfkesini
yatıştırmak için bir kurban olması şeklinde belirtilmiştir. “Şöyle yazılmıştır: Mesih acı
çekecek… ve tövbe çağrısı… Onun adıyla duyurulacak” [Luk. 24:46-47]. “Ben koyunlarım
uğruna canımı veririm…Bunun için Baba beni sever… Bu buyruğu Babam’dan aldım” [Yu.
10:15, 17-18]. “Musa çölde yılanı nasıl yukarı kaldırdıysa, Đnsanoğlu’nun da öyle yukarı
kaldırılması gerekir” [Yu. 3:14]. Başka bir ayet, “Baba, beni bu saatten kurtar… Ama ben bu
amaç için bu saatte geldim. Baba, Oğlu’nu yücelt” [Yu. 12:23 ve 27-28]. Burada Mesih,
neden beden aldığına açıkça işaret ediyor: Günahlarımızı kaldırmak için kurban ve kefaret
olmak için. Zekeriya, aynı şekilde O’nun, atalara bulunulan vaat uyarınca “Ölümün
gölgesinde yaşayanlara ışık saçmak için” [Luk. 1:79] geldiğini duyuruyor. Tanrı’nın Oğlu
konusunda bütün bunların söylenmiş olduğunu hatırlıyoruz. Pavlus’un başka bir yerde
260
tanıklık ettiği üzere, “Bilginin ve bilgeliğin bütün hazineleri O’nda saklıdır” [Kol. 2:2-3] ve
Pavlus, O’ndan başka hiçbir şey bilmemekle övünmektedir [1Ko. 2:2].
5. Âdem günah işlemeseydi de Mesih insan olacak mıydı?
Varsayın ki, biri bunlardan hiçbirinin, -hüküm giymiş insanlara kefaret eden- Mesih’i,
kurtulan ve güven altına alınanlara olan sevgisini bizimki gibi bir beden alarak göstermesini
de engellemediğini söyleyerek itiraz ediyor152. Yanıtım kısadır: Ruh, Tanrı’nın sonsuza kadar
sürecek kararıyla bu ikisinin birleştiğini duyurduğu için, Mesih’in nasıl bizim Kurtarıcımız ve
doğamızın paydaşı olduğunu daha çok irdelemek yasaya uygun değildir. Daha fazlasını bilme
arzusuyla gıdıklanan, Tanrı’nın değişmeyen emirleriyle yetinmeyen biri, kurtuluşumuzun
bedeli olarak bize verilen Mesih’le bile yetinmediğini göstermektedir. Nitekim Pavlus, sadece
O’nun hangi amaçla gönderildiğini anlatmıyor, önceden belirlenmişliğin büyük sırrını
yüceltip insan doğasının ahlaksızca kaşınan bütün merakını da dizginliyor. Baba, “Kendi
isteği ve iyi amacı uyarınca” [Ef. 1: 5] bizi oğulluğa almak için, “dünyanın kuruluşundan önce
bizi Mesih’te seçti” [Ef. 1:4]… ve “kanı aracılığıyla kurtulduğumuz” [Ef. 1:7] “sevgili
Oğlu’nda bizi kabul etti” [Ef. 1:6]. Elbette Âdem’in düşüşünün, zaman olarak, Tanrı’nın
kararından önce geldiği varsayılmıyor ama burada Tanrı insan soyunun sefaletini iyileştirmek
istediğinde, bütün çağlardan önce buna karar vermiş olduğu belirtiliyor153. Hasmımızın,
Tanrı’nın bu planının, önceden belirlediği insanın yıkımına bağlı olduğunu söyleyerek itiraz
ettiğini düşünün. Mesih konusunda Tanrı’nın gizli kararıyla emrettiğinden daha fazlasını
bilmek istemeyi ve bu konuyu irdelemeyi öneren bütün bu kişilerin yeni bir Mesih yaratmak
için dinsizce bir cesaretle fırtınalar kopardıklarını söylemek benim için çok yeterlidir. Pavlus,
Mesih’in gerçek görevinden söz ederek Efeslilerin, “Mesih’in sevgisinin ne denli geniş ve
uzun, yüksek ve derin olduğunu…bilgiyi çok aştığını kavramaları için” anlayış ruhu verilsin
diye haklı olarak dua etmektedir [Ef. 3:14-17]. Sanki Pavlus, Mesih’ten söz edildiğinde
uzlaştırma lütfundan en küçük ölçüde sapmayalım diye, zihinlerimizin önüne isteyerek engel
koyuyor. Pavlus’un tanıklığına göre, “‘Mesih Đsa günahkârları kurtarmak için dünyaya geldi’
sözü doğru güvenilir” [1Ti. 1:15] olduğu için, bunu gönülden kabul ediyorum. Aynı elçi
başka bir yerde, şimdi müjdede açıklanan lütfun, “zamanın başlangıcından önce Mesih’te”
[2Ti. 2:9-10] verildiğini öğrettiği için, ısrarla sonuna kadar bunda yaşamaya karar veriyorum.
Osiander bu alçakgönüllülüğe haksız yere karşı çıkıyor. Ne yazık ki, daha önceden
birkaç kişinin hafifçe değindiği bu konuyu zamanımızda yeniden karıştırmıştır154. Âdem
düşmeseydi de, Tanrı’nın Oğlu’nun insan bedeninde geleceğini kabul etmeyenleri, bu
yakıştırmayı Kutsal Yazı’daki hiçbir tanıklığın yalanlamadığını söyleyerek haddini aşmakla
suçlar. Pavlus, Mesih aracılığıyla kazanılan kurtuluştan söz ettikten hemen sonra bize,
“Akılsız tartışmalardan… sakın” [Tit. 3:9] emrini verdiğinde sapkınca merakı
dizginlemiyormuş gibi. Bazılarının çılgınlığı öylesine gürültü koparıyor ki, abes
yöntemleriyle zeki görünmek isterlerken Tanrı’nın Oğlu’nun bir eşeğin doğasını alıp
alamayacağı sorusuna yol açıyorlar155. Osiander –Tanrı adamlarının haklı olarak iğrenç diye
nefret ettikleri- bu korkunçluğa Kutsal Yazı’nın hiçbir yerinde özel olarak yalanlanmıyor
bahanesiyle mazeret bulsun. Pavlus, “Çarmıha gerilen Mesih’ten başka” [1Ko. 2:2] hiçbir
152
Osiander’in ifadesinden söz ediliyor, yk. bk., a.g.e.,
Bu metin Calvin’in Tanrı’nın kararları konusunda infralapsariyan görüşe zıt olan
supralapsariyan görüşü benimsediğini kısaca göstermektedir. Calvin’in ölümünden kısa süre
sonra bu konu Hollanda’da anlaşmazlığa yol açmıştır.
154
Osiander (yk. bk. fo. A 4a -B 1a) bu görüşün savunucuları olarak Hales’li Alexander, Duna
Scotus, özellikle de John Pico della Mirandola’yı sayar.
155
Ockham’lı William (ölm. yakl. 1349), Centilogium theologicum (Lion, 1495) (Ockham’ın,
Lombard’ın Sentences’i üzerine yorumuna dahil edilen bir çalışma), sonuç 7. A.
153
261
şeyin değerli ya da bilinmeye değer olmadığını düşündüğünde, kurtuluşun Yazarının bir eşek
olduğunu kabul ediyormuş gibi! Başka bir yerde, Baba’sının sonsuza kadar sürecek olan
planıyla, Mesih’in her şeyi birleştirmek için [Ef. 1:10; Krş. 10. a.] Baş olarak atandığını vaaz
eden Pavlus, kurtarma görevinin emanet edilmemiş olduğu başka birini asla kabul
etmemektedir.
6. Osiander’in Tanrı’nın sureti öğretişi
Ne var ki, Osiander’in övündüğü ilke tümüyle önemsizdir. Đnsanın Tanrı’nın suretinde
yaratıldığını, Baba’nın bedenle kaplamaya daha önce karar verdiği, gelecek olan Mesih’e
uygun olabilsin diye, Mesih örneğine göre biçimlendirildiğini öne sürüyor. Osiander’in
bundan çıkardığı sonuca göre, Âdem başlangıçtaki dürüst durumundan düşmemiş olsaydı,
Mesih yine de insan olacaktı. Sağlıklı karar vermenin bahşedildiği herkes bunun ne kadar
saçma ve çarpıtılmış olduğunu kendiliklerinden anlarlar. Bu arada Osiander, Tanrı’nın
suretinin ne olduğunu gören ilk kişi olduğunu düşünüyor: Yani Tanrı’nın görkemi sadece
Âdem’in donatıldığı armağanlarda parlamıyordu, Tanrı aslında onun içinde yaşıyordu.
Âdem’in, Tanrı’ya bağlı kaldığı sürece Tanrı’nın suretini taşıdığını kabul ediyorum
(bu, gerçek ve en üst derecede yetkin saygınlıktır). Yine de bu benzerliğin sadece bu
yetkinliğin belirtilerinde aranması gerektiğini öne sürüyorum. Tanrı, Âdem’i diğer bütün canlı
yaratıklardan bu belirtilerle farklı kılmıştır. Bütün insanlar Mesih’in de Tanrı sureti olduğunu
oybirliğiyle kabul ederler. Âdem’e ne tür mükemmellik kazınmış olursa olsun, bu ancak
Tanrı’nın tek Oğlu aracılığıyla onun, Yaratıcısının görkemine yaklaşabilmesinden gelir.
“Tanrı, insanı kendi suretinde yarattı” [Yar. 1:27]. Yaratıcı, görkeminin bir ayna gibi onda
görülmesini istedi. Tanrı’nın tek Oğlu sayesinde Âdem böyle bir onur payesine yüceldi. Ama
şunu ekliyorum: Đnsana verilen bu saygınlık meleklerde de vardır. Meleklere, “Tanrı’nın
çocukları” [Mez. 82:6] dendiğini duyduğumuzda onlara Babalarına benzeyen bir özelliğin
bahşedilmiş olduğunu kabul etmemek uygun değildir. Ne var ki Tanrı, görkeminin hem
meleklerde hem de insanlarda görülmesini, her ikisinin doğasında da ortaya çıkmasını
istediyse, Osiander meleklerin Mesih’in görüntüsünü taşımadıkları için insanın altında yer
verildiğini söylediğinde cahilce saçmalıyor. Çünkü melekler Tanrı’ya benzemiyorlarsa O’nu
devamlı olarak doğrudan göremezler. Aynı şekilde Pavlus, “Đnsanlar Tanrı’nın suretinde
yenilendi” [Kol. 3:10, mealen] diye öğretmektedir. Đnsanlar meleklerle arkadaşlık ettiklerinde
tek bir başın altında birbirlerine sıkıca tutunurlar. Özetlersek: Mesih’e inanıyorsak,
gökyüzüne alındığımızda melekler gibi olacağız [Mat. 22:30] ve bu bizim nihai
mutluluğumuz olacak. Ama Osiander’in, Tanrı’nın suretinin ilk örneğinin insan Mesih’te
olduğu sonucunu çıkarmasına izin verirsek, aynı gerekçeyle biri, Mesih’in meleklerin
doğasının da paydaşı olduğunu, çünkü Tanrı’nın suretinin onlar da bulunduğunu öne sürebilir.
7. Osiander’in kelime kelime yalanlanması
Sonuçta Tanrı’nın aklında Oğul’un beden alması konusunda sabit ve değişmez bir
karar yoksa Osiander’in, Tanrı’nın yalancı gibi gösterilebilmesinden korkması için neden
yoktur. Âdem dürüstlüğünde başarısız olmasaydı, meleklerin yanı sıra o da Tanrı’ya
benzeyecekti. Tanrı’nın Oğlu’nun insan ya da melek olmasına gerek kalmayacaktı.
Osiander’in, Tanrı’nın insanın yaratılışından önceki değişmez planına göre, Mesih Đlk Đnsan
olarak değil, Kurtarıcı olarak doğsaydı ayrıcalıklı yerinden düşerdi diye korkması da yersiz ve
saçmadır. Çünkü o zaman kaybolmuş insan soyunu eski durumuna getirmek gibi tarihsel bir
koşulla doğmazdı. Bu da, O’nun Âdem’in suretinde yaratıldığını göstermektedir. Kutsal
Yazı’nın, Mesih’in günah dışında her yönden bizim gibi yaratıldığını bu kadar net öğretmesi
[Đbr, 4:15] Osiander’i neden ürpertiyor? Bu nedenle Luka da O’nun, Âdem’in soyundan
geldiğini yazmakta tereddüt etmiyor [Luk. 3:38]. Âdem’in soyunu yıkımdan kurtarabilsin
diye, Mesih’e insan olma durumu nasip edilmeseydi, Pavlus’un O’na neden “Đkinci Âdem”
262
[1Ko. 15:47] dediğini de öğrenmek isterdim. Mesih yaratılıştan önce geldiyse o zaman O’na
“birinci Âdem” denmesi gerekirdi. Osiander, Mesih insan olarak Tanrı’nın aklında önceden
bilindiği için, O’nun, insanların biçimlendirildiği model olduğunu tasasızca duyuruyor. Ancak
Pavlus, Mesih’e “Đkinci Âdem” diyerek, doğanın ilk durumuna getirilmesi zorunluluğunun
doğduğu düşüşe, insanın ilk başlangıcıyla Mesih aracılığıyla elde ettiğimiz düzelmenin
arasında yer verir. Bundan çıkan sonuca göre, Tanrı’nın Oğlu aynı nedenden ötürü insan
olmak için doğmuştur. Osiander, dürüst kalabildiği sürece Âdem’in Mesih’in değil, kendi
suretinde olduğu yolunda kötü ve yersiz şekilde akıl yürütüyor. Tam tersine, Tanrı’nın Oğlu
asla insan bedeni almamış olsaydı, Tanrı’nın sureti yine de O’nun bedeninde ve canında
parlayacaktı yanıtını veriyorum. Çünkü Mesih’in gerçekten Baş olduğu ve her şeyde
öncülüğün O’na ait olduğu her zaman bu suretin ışığında ortaya çıkmıştır. Âdem’in suçunu
bir yana bırakırsak Tanrı, Oğlu’nun beden almasına karar vermemiş olsaydı meleklerin bu
Baş’tan yoksun kalacaklarına dair Osiander’in yurt dışına da yayılan bu yararsız
kurnazlığından böylece kurtuluyoruz.
Büyük bir telaşla Osiander aklı başında bir insanın kabul etmeyeceği bir şeye el
atmaya çalışıyor. Đnsan olmasının dışında Mesih’in, önderleri olmasından keyif duyabilecek
meleklerin üzerinde hiçbir üstünlüğünün olmadığını öne sürüyor. Tam tersine, gerçek
çıkarımlarsa Pavlus’un sözlerinden geliyor. Birincisi, Mesih Tanrı’nın sonsuza kadar sürecek
Sözü olduğu için, “Bütün yaratılışın ilk doğanı”dır [Kol. 1:15]. Bunun nedeni, O’nun
yaratılmış olması ya da yaratılanların arasında sayılması gerektiği değil, dünyanın zarar
görmemiş –adeta başlangıçtaki gibi en büyük güzelliklerle bezenmiş- durumunda O’ndan
başka kaynağının olmamasıdır. Đkincisi, insan olarak yaratıldığı için O, “ölüler arasından ilk
doğan”dı [Kol. 1:18]. Elçi, kısacık bir metinde düşünülmesi gereken iki noktayı ortaya
koymaktadır: ( 1 ) Meleklere egemen olabilsin diye, “Her şey Oğul aracılığıyla yaratıldı”
[Kol. 1:16, mealen], ( 2) Kurtarıcımız olmaya başlayabilsin diye, insan olarak yaratıldı [Krş.
Kol. 1:14].
Osiander, Mesih insan olmasaydı, insanların kralsız kalacağını söyleyerek aynı
cahilliği gösteriyor. Tanrı’nın sonsuz Oğlu –insan bedeni almasa da- meleklerle insanları
göklerdeki görkemine ve yaşamına paydaş olmaları için bir araya getirdiğinde ve hepsinden
üstün olduğunda sanki Tanrı’nın Krallığı devam edemezdi! Ama Osiander, Mesih beden
alarak gelmeseydi kilisenin başının olmayacağına dair asılsız bir ilkeye her zaman kanmakta –
ya da kendini kandırmaktadır. Mesih, meleklerin Başı olurken tanrısal gücüyle O, neden
insanlara da egemen olamasın, gökyüzünde bir araya getirdiğinde insanlar da meleklerle aynı
yaşamı elde edinceye kadar Ruh’unun gizli gücüyle neden onları Kendi bedeni gibi
canlandırıp besleyemesin!
Osiander, şimdi yalanladığım bu saçmalıkların en sağlam kehanetler olduğunu
düşünüyor. Kendi spekülasyonlarının tatlılığından sarhoş olarak boş yere saçma zafer
çığlıkları atma alışkanlığında! Daha sonra daha sağlam bir kanıt dediği şeyi ortaya koyuyor:
Karısını gördüğünde, “Đşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir”
[Yar. 2:23] diyen “Âdem’in peygamberliğini”. Ama Osiander bunu nasıl peygamberlik diye
kanıtlıyor? Çünkü Mesih, Matta’da aynı sözü Tanrı’ya atfediyor. Tanrı’nın, insan aracılığıyla
söylediği her sözde peygamberlik varmış gibi! Osiander, yasanın birçok kuralında
peygamberlik arasın! Bu kurallar, açıkça Yazarları olan Tanrı’dan gelmiştir. Ayrıca Mesih,
Kendini literal anlamla sınırlamış olsaydı ilkel ve dünyasal olurdu [Mat. 4-6]. Burada O,
kiliseye lütfettiği gizemli birlikten değil, sadece evlilikte sadakatten söz ediyor. Bu nedenle,
hiç kimse boşanarak bu çözülmez bağı çözmeye çalışmasın diye, Tanrı’nın erkeğin ve kadının
tek beden olmasını söylediğini öğretiyor. Osiander, bu yalınlığı beğenmiyorsa Mesih’i,
Baba’sının sözlerini daha güç anlaşılır şekilde yorumlayarak öğrencilerini gizeme
yöneltmediği için suçlasın. Osiander’in yanılgısını Pavlus da desteklemiyor. Pavlus, bizim
Mesih’in bedeninin bedenleri olduğumuzu söylediğinde [Ef. 5:30-31], hemen “Bu, bir sırdır”
263
diye ekliyor [Ef. 5:32]. Çünkü Pavlus, Adem’in bu sözleri ne anlamda söylediğini söylemek
değil, evlilik mecazı ve benzetmesi altında bizi Mesih’le birleştiren kutsal bağı ortaya koymak
istiyor. Bizzat kelimeler bile bunu açıklıyor! Pavlus bize, Mesih’ten ve kiliseden söz ettiğini
bildirdiğinde, düzeltme yaparak, evliliğin kuralıyla ve Mesih’le kilisenin ruhsal birliğinin
kuralı arasındaki farkı belirtiyor. Böylece bu aptalca çekişme kolayca bitiyor. Böyle anlamsız
sözlerle daha fazla uğraşmanın gereksiz olduğuna inanıyorum. Bu çok kısa yalanlama
bunların hepsinin boş olduğunu gösteriyor. Sade gerçek Tanrı’nın çocuklarını mükemmelce
beslemeye yeter de artar bile: “Zaman dolunca Tanrı, Yasa altında olanları özgürlüğe
kavuşturmak için kadından doğan, Yasa altında doğan öz Oğlu’nu gönderdi” [Gal. 4:4-5].
XIII. BÖLÜM
MESĐH, ĐNSAN BEDENĐNĐN GERÇEK ÖZÜNÜ ALMIŞTIR
(Antik dönemdeki sapkınlıklarla ilgili olarak Calvin, Menno Simons’a cevap veriyor,
1-2)
1. Mesih’in gerçekten insan olduğunun kanıtı
Mesih’in tanrılığı net ve sağlam tanıklıklarla başka bir yerde kanıtlanmıştı156. Şayet
yanılmıyorsam bunu burada yeniden ele almak gereksiz olacak. O zaman geriye, bizim
bedenimizi alarak Mesih’in Aracılık görevini nasıl yerine getirdiğini görmek kalıyor. Aslında,
uzun zaman önce hem Maniciler hem de Markion’cular O’nun insan doğasının gerçekliğine
saldırmışlardı157. Markion’cular Mesih’in bedeninin salt bir görünüş olduğunu hayal
ediyorlardı. Manicilerse O’na göksel bir beden bahşedildiğini düşünüyorlardı. Ne var ki,
Kutsal Yazı’daki önemli tanıklıklar ikisinin de karşısındadır. Çünkü bereket bir göksel
tohuma ya da bir insanın hayaletine değil, Đbrahim’le Yakup’un tohumuna vaat edilmiştir
[Yar. 12:3; 17:2, 7; 18:18; 22:18; 26:4]. Sonsuz taht da gökyüzünden bir adama değil,
156
I. xiii. 7-13.
Maniciler bk. I. xiii. 1, dn. 41. Pontuslu Markion Đ.S. 150 civarında Roma’da öğretiyordu.
Onun önemi, Eski Antlaşma’yı reddetmesinde, Mesih’in bedeninin madde olduğunu kabul
etmediği Gnostik düalizminde ve uç noktadaki çileciliğinde yatmaktadır. Calvin’in aklından
Münster olayından sonra Hollanda Anabaptistlerini yeniden kuran Menno Simons’un da
(1496-1561) aralarında olduğu çağdaş “Markion’cular” geçmektedir. Calvin, sadece Hollanda
dilinde ya da Kuzey Almanya’da Oostersch lehçesiyle basılan Menno’nun görüşlerini,
özellikle Doğu Frisia’da Norden’deki Martin Micron aracılığıyla biliyordu. Micron birçok kez
Menno’yla tartışmış (1554, 1556) ve onunla el kitabı alışverişinde bulunmuştu (1556, 1558).
Bunların başlıca konusu beden almaydı (Complete Works of Menno Simons, Hollandacadan
çev. L. Verduin, Harold Bender’in 25. sayfada yazdığı biyografiyle birlikte yay. J. C.
Wenger). John à Lasco’nun daha önce Menno’ya karşı yazdığı Defensio verae… doctrinae de
Christi incarnatione adlı tez Bremen’deki Albert Hardenberg tarafından Calvin’e
gönderilmişti, 1545. Bu, Menno’nun Brief and Clear Confession’una (1544) (çev. Verduin,
a.g.e. s. 419-454) yanıttı. Ayrıca bk. Menno, The Incarnation of Our Lord (1554) (çev.
Verduin, a.g.e., s. 783-943); Reply to Martin Micron (1556); Epistle to Martin Micron (1556).
Bu el kitapçıklarından ilk sözü edilende Menno, Đbraniler 2. böl’den aşağıda alıntı yapılan
ayetlerin yorumuna çok fazla ölçüde yer ayırır. Onun görüşünü özetlemek güçtür. John à
Lasco’ya karşı, “Bütün Kutsal Yazılar’da Söz’ün bizim bedenimizi aldığına… ya da tanrısal
doğayla bizim insan doğamızın mucize yaratacak şekilde birleştiğine dair bir harf bile
bulunmamaktadır” (s. 829) iddiasında bulunmaktadır. (Adını ondan alan Mennon’cular bu
öğretişi savunmamışlardır). Augustine, Mesih’in bedenini hayalet yapan antik dönemdeki
Dosetizm’i ciddi şekilde suçlamıştır: Sermons lxxv. 7-9 (MPL 38. 477; çev. NPNF VI. 338
vd.)
157
264
Davut’un tohumuyla soyuna vaat edilmiştir [Mez. 45:6; 132:11]. Mesih bedende
göründüğünde, “Davut’un ve Đbrahim’in Oğlu” denmiştir [Mat. 1:1]. Bunun tek nedeni,
göklerde yaratılmış olmasına rağmen bir kadının rahminden doğması değil, Pavlus’un
yorumuyla, “Beden açısından Davut’un soyundan” [Rom. 1:2-4] gelmesidir. Aynı elçi, benzer
şekilde başka bir ayette O’nun Yahudi soyundan geldiğini öğretmektedir [Rom. 9:5]. Bu
nedenle “insan” denmesiyle yetinmeyen Rab, çoğunlukla Kendisine “Đnsanoğlu” demektedir.
Bununla, gerçekten insan tohumundan meydana gelen bir insan olduğunu daha net açıklamak
istemektedir. Çoğunlukla Kutsal Ruh bu yalın gerçeği birçok unsurla, büyük gayretle ve
basitçe açıkladığı için, kimin bunu hilelerle kirletmeye cesaret edecek kadar utanmaz
olduğunu düşünülebilir? Ama daha çok tanıklığı bir araya getirmek istersek, elimizde hazır
başka tanıklıklar da vardır. Bunlardan biri, Pavlus’un şu ifadesidir: “Tanrı, kadından doğan
Oğlu’nu gönderdi” [Gal. 4:4-5]. O’nun acıktığını, susadığını, üşüdüğünü ve bizim
doğamızdaki diğer güçsüzlükleri çektiğini gösteren sayısız başka kanıt vardır. Bu çok sayıda
kanıttan aklımızı gerçek güvenle eğitmeye yarayacak olanları seçmeliyiz. Bunlar şöyledir:
Meleklerle, doğalarını benimseyecek kadar ilgilenmediği ama bizim doğamızı aldığı
söylendiğinde [Đbr. 2:16], “Ölüm gücüne sahip olanı… ölüm aracılığıyla etkisiz kılmak
üzere…insan yapısını aldı” [Đbr.2:14]. Ayrıca: O’nunla paydaşlığımızın bereketi sayesinde
O’nun kardeşleri sayıldık [Krş. Đbr. 2:11]. Yine: “Her yönden kardeşlerine benzemesi
gerekiyordu. Öyle ki, merhametli ve sadık bir aracı olsun” [Đbr, 2:17, mealen]. “Başkâhinimiz
zayıflıklarımızda bize yakınlık duymayan biri değildir” [Đbr. 4:15]. Ve benzeri ayetler. Az
önce değindiğimiz nokta, bu aynı konuyla ilgilidir158: Pavlus’un açıkça belirttiği üzere,
dünyanın günahlarının kefareti bizim bedenimizde ödenmeliydi [Rom. 8:3]. Kuşkusuz bu
nedenle, Baba’nın Mesih’e bahşettikleri bizimle ilgilidir, çünkü O, baştır. “Bütün beden her
eklemin yardımıyla kenetlenip” bütünleşerek O’na büyümektedir [Ef. 4:16]. Evet, yoksa şu
ifade uygun olmazdı. “Ruh O’na [Mesih’e] ölçüsüz verildi” [Yu. 3:34, mealen]. Öyle ki,
“Hepimiz O’nun doluluğunu alabilelim” [Yu. 1:16, mealen]. Tanrı’nın özünün rastgele bir
armağanla zenginleşmesinden daha saçma bir şey yoktur! Bu nedenle Mesih de başka bir
yerde, “Kendimi onların uğruna adıyorum” demektedir [Yu. 17:19].
2. Mesih’in gerçekten insan olduğuna muhalif olanlara karşı
Yanlışlarını doğrulamak için ortaya koydukları ayetleri büyük ölçüde çarpıtıyorlar.
Daha önce öne sürdüğüm kanıtı yok etmeye çalıştıkları önemsiz kurnazlıklarla hiçbir şey
başaramıyorlar. Pavlus, başka bir yerde Mesih, “Kul özünü alıp insan benzeyişinde doğdu”
[Flp. 2:7-8] dediği için, Markion Mesih’in beden yerine bir hayalet olduğunu düşünüyor. Ne
var ki, Pavlus’un şuradaki niyetine hiç aldırmıyor: Pavlus, Mesih’in ne tür bir beden aldığını
öğretmek istemiyor. Daha çok, Mesih’in tanrısallığını adil biçimde ortaya koyabileceği yerde,
Kendisini aşağılık ve iğrenç biri olarak göstermiştir. Kendisini örnek alarak bizi boyun
eğmeye teşvik etmek için, Tanrı olmasına ve yüceliğini dünyaya doğrudan gösterebilmesine
rağmen, hakkından vazgeçerek gönüllü olarak “Kendisini önemsizleştirmiştir” Bir kul sureti
alarak böyle alçalmaktan hoşnut olmuştur. “Đnsan biçimine bürünerek” tanrısallığının saklı
kalmasına izin vermiştir [Krş. Flp. 2:5-7]. Aslında Pavlus burada Mesih’in ne olduğunu değil,
nasıl davrandığını öğretiyor. Metnin bütününden Mesih’in gerçek bir insan doğasında
Kendisini önemsizleştirdiği sonucunu kolayca çıkarabiliriz. “Đnsan biçimine bürünmek” [Flp.
2:8] tanrısal yüceliğin bir süreliğine parlamamasının dışında, aşağı ve alçaltılmış bir konumda
sadece insana benzerliğinin ortaya çıkmasından başka nedir ki… Petrus’un, “Mesih bedende
öldürüldü ama ruhta canlandırıldı” [1Pe. 3:18, mealen] ifadesi, Tanrı Oğlu’nun insan doğası
güçsüz olmasaydı anlamsız kaçardı. Pavlus, bunu daha net açıklıyor. Mesih’in bedeninin
güçsüzlüğü nedeniyle acı çektiğini söylüyor [2Ko. 13:4]. Mesih’in, Kendini alçalttıktan sonra
158
II. xii. 3
265
yeni bir görkem kazandığı apaçık söylenmekte. Yüceliği burada yatıyor. Đnsan bedeni ve canı
bahşedilmiş biri dışında bu, kimse için geçerli olamazdı.
Mani O’na göksel bir beden uydurmuştu, çünkü Mesih’e, “Gökten gelen, göksel Đkinci
Adem” denmektedir [1Ko. 15:47]. Ama bu ayette elçi, Mesih’in bedeninin göksel özünü
değil, Mesih’in döktüğü bizi canlandıran ruhsal gücü belirtiyor. Gördüğümüz gibi, Petrus’la
Pavlus Mesih’in bedenindeki bu gücü ayırıyorlar. Daha çok, Ortodokslar arasında gelişen
Mesih’in bedeniyle ilgili öğretişi bu ayet dikkat değer şekilde destekliyor. Mesih’in bizimki
gibi tek bir bedensel doğası olmasaydı, Pavlus’un bu kadar coşkuyla peşinden gittiği şu akıl
yürütme anlamsız olurdu: “Şayet Mesih dirildiyse, biz de ölümden dirileceğiz; dirilmezsek
Mesih de dirilmemiştir” [1Ko. 15:12-20]. Antik dönemde yaşayan Manicilerin ya da onların
modern öğrencilerinin [bu kanıtı] geçiştirmeye çalıştıkları kurnazlıklar başarılı değil.
Mesih’e, insanlara vaat edildiği için “Đnsanoğlu” dendiğine dair saçmalıkları aşağılık
bir geçiştirme. Yahudi dilindeki bir deyimle gerçek bir insana “insanoğlu” dendiği bellidir.
Kuşkusuz Mesih, Kendi dilindeki bu deyimi kuşkusuz unutmamıştı. “Âdemoğlu”nun da
genelde kabul gören anlamı tartışma götürmemelidir. Fazla uzağa gitmeden, elçinin Mesih’e
uyarladığı Sekizinci Mezmur bol bol yeterlidir: “Đnsan ne ki, onu anasın ya da insanoğlu ne ki,
ona ilgi gösteresin?” [Mez. 8:4; Đbr. 2:6]. Mesih’in gerçekten insan olduğu bu mecazla
açıklanmaktadır. Ölümlü bir babasının olmamasına rağmen, soyu Adem’den geliyordu. Yoksa
daha önce alıntı yaptığım ayet geçerli olmayacaktı: Çocuklarını, Tanrı’ya itaat etmeleri için
bir araya toplasın diye, “onlarla aynı insan yapısını aldı” [Đbr, 2:14]. Bu sözler Mesih’in
bizimle yoldaş olduğunu ve aynı doğayı paylaştığını açıkça belirtiyor. Bu anlamda şunu da
söylüyor: “Kutsal kılmanın Yazarı da, kutsal kılınanlar da aynı soydandır” [Đbr. 2:11]. Bu
metin bu ifadenin doğanın paydaşlığına gönderme yaptığını gösteriyor, çünkü elçi hemen
şunu ekliyor: “Bunun içindir ki, Đsa onlara ‘kardeşlerim’ demekten utanmadı” [Đbr. 2:11].
Daha önce imanlıların Tanrı’dan olduklarını söylediyse böyle büyük bir saygınlıkta utanacak
ne vardı? Ama Mesih, sınırsız lütfuyla adi ve aşağılık insanlarla bütünleştiği için, “utanmıyor”
denmektedir [Đbr. 2:11]. Üstelik dinsizlerin bu yolla Mesih’in kardeşleri olmasına karşı
çıkmaları da temelsizdir. Çünkü Tanrı’nın çocuklarının bedenden ve kandan değil [Krş. Yu.
1:13], iman aracılığıyla Ruh’tan doğduklarını biliyoruz. Beden tek başına kardeşlik bağı
oluşturmaz. Elçi, Mesih’le bir olma onurunu sadece imanlılara verse bile, bundan imansızların
aynı kaynaktan doğmadıkları sonucu çıkmaz. Örneğin; Mesih’in, bizi Tanrı’nın çocukları
yapmak için insan olduğunu söylediğimizde, bu ifade bütün insanları kapsamaz. Çünkü ruhsal
olarak Mesih’in bedenine aşılanmamız için iman aracılık etmektedir.
“Đlk doğan” ifadesi konusundaki iddiayı da beceriksizce karıştırıyorlar. Mesih’in,
“birçok kardeş arasında ilk doğan” [Rom. 8:29] diye başlangıçta Âdem’den doğmuş olması
gerektiğini öne sürüyorlar. Buradaki “ilk doğan” yaşa değil, onur payesine ve gücün
yüceliğine yapılan göndermedir!
Mesih’in melek değil, insan doğası almasının [Đbr. 2:16], insan soyunu lütuf altına
aldığı anlamına geldiğine dair boş lafları bile pek akla yatkın değildir. Mesih’in bize vermek
tenezzülünde bulunduğu onuru artırmak için Pavlus, bizi bu açıdan tercih edildiğimiz
meleklerle karşılaştırmaktadır. Musa’nın – kadının soyunun yılanın başını ezeceğini söylediği
[Yar. 3:15] tanıklığını dikkatle tartarsak, uyuşmazlık bütünüyle giderilecektir. Buradaki ifade
sadece Mesih’le değil, bütün insan soyuyla ilgilidir. Mesih aracılığıyla zafer kazanmamız
gerektiği için, genel terimlerle Tanrı, kadının soyunun şeytanı yeneceğini duyurmaktadır.
Bundan, Mesih’in insan soyu olarak oğulluğa alındığı sonucu çıkmaktadır, çünkü Tanrı’nın
Havva’ya hitap etmekle niyeti Havva umutsuzluğa düşmesin diye ona umut vermekti.
(Mesih’in insan soyundan gelmesi ve gerçekten insanlığı, 3-4)
3. Mesih’in Bakire Meryem’den gelen soyu: bir saçmalık göz önüne seriliyor
266
Muhaliflerimiz, Mesih’e Đbrahim’in tohumu ve Davut’un soyunun meyvesi dendiği
tanıklıklardaki benzetmeleri hem akılsızca hem de günahkârca bulandırıyorlar. “Tohum”
sözcüğünün amacı benzetme yapmaktır. Pavlus, Đbrahim’in çocuklarının arasında pek çok
değil, tek bir Kurtarıcının, Mesih’in olduğunu mecaz yapmadan net biçimde onaylarken [Gal.
3:16], kuşkusuz buna sessiz kalmayacaktı. Mesih’e, “Davut’un Oğlu” denmesinin tek
nedeninin, O’nun vaat edilmiş ve en sonunda zamanı geldiğinde açıklanmış [Rom. 1:3]
olduğuna dair iddiaları da aynı şekilde saçmalıktır. Pavlus O’na “Davut’un Oğlu” deyip
hemen “beden açısından” diye eklediğinde, bununla elbette O’nun insan doğasını
belirtmektedir. Dokuzuncu bölümde, Mesih’e “övülecek Tanrı” dedikten sonra, ayrıca
“bedence” Yahudilerin soyundan geldiğini öne sürmektedir [Rom. 9:5]. Şayet O, gerçekten
Davut’un tohumundan olmasaydı, “Meryem’in rahminin ürünü” [Krş. Luk. 1:42] olduğu
ifadesinin ne anlamı vardı? “Tahtında kalacak olan senin soyundan gelecek” [Krş. Mez.
132:11, mealen]; ayrıca 2Sa. 7:12; Elç. 2:30] vaadi nedir?
Matta’nın Mesih’in soyağacı örneğinde ukalaca oyalanıyorlar. Matta Meryem’in değil,
Yusuf’un atalarını sayıyor [Mat. 1:16]. Yine de, o zaman çok iyi bilinen bir konudan söz ettiği
için, Yusuf’un Davut’un tohumundan geldiğini göstermenin yeterli olduğunu düşünüyor,
çünkü Meryem’in de aynı aileden geldiği yeterince bellidir. Luka, Mesih’in sağladığı
kurutuluşun bütün insanlık için ortak olduğunu öğreterek bunu daha çok vurgulamaktadır.
Kurtuluşumuzun Yazarı Mesih, hepimizin ortak babası olan Âdem’in oğludur [Luk. 3:38].
Soyağacından, Mesih bir erdenin oğlu olduğu için, Davut’un oğlu olduğu sonucunun
çıkarılabileceğini kabul ediyorum. Ama yeni Markion’cular hatalarını gizlemek –Mesih’in
hiçlikten beden aldığını kanıtlamak- için, kadınların “tohumunun olmadığını” mağrurca öne
sürüyorlar159. Böylece doğanın ilkelerini altüst ediyorlar.
Ama bu teolojik bir konu değil. Ortaya koydukları nedenler o kadar abes ki, zorluk
çekmeden çürütülebiliyor. Felsefeye ve tıbba ait konulara değinmeyeceğim. Kutsal Yazı’dan
yaptıkları itirazları çürütmek yeterli. Yani: Harun ve Yehoyada karılarını Yahuda oymağından
aldılar [Çık. 6:23; 2Ta. 22:11]. Bu durumda, kadınların soy tohumları olsaydı oymakların
arasındaki fark karışacaktı. Ne var ki, siyasal düzen söz konusu olduğunda, erkeğin soyunun
kayda geçirildiği yeterince iyi bilinmektedir. Yine de erkek cinsinin bu ayrıcalıklı konumu,
meydana getirme eyleminde kadının tohumunun dahil olması gerektiğini inkar etmiyor.
Bu çözüm bütün soyağaçlarını da kapsıyor. Kutsal Yazı insanları listelediğinde sadece
erkeklerin adlarını verir. O zaman kadınların hiçbir şey olmadığını mı söylemeliyiz?
“Đnsanlar” kelimesine kadınların da dâhil olduğunu çocuklar bile bilir! Aile adı her zaman
erkek egemenliğine dayandığı için kadınların kocalarına çocuk doğurdukları söylenir. Erkek
cinsinin üstünlüğü kabul edildiğine göre, çocukların babalarının statüsüne göre soylu ya da
soylu olmayan diye yazılıyor. Tam tersine kölelikteyse, hukukçuların dedikleri gibi, “soy
rahmin peşinden gidiyor”. Bundan, soyun annenin tohumundan geldiği sonucunu
çıkarmalıyız. Annelere, “soyu meydana getirenler”160 denmesi ulusların uzun zamandan beri
ortak bir geleneğidir. Bu, Tanrı’nın yasasına uygundur. Yoksa yasanın, kan bağı olduğu için,
dayının yeğeniyle evlenmesini yasaklaması yanlış olurdu. Erkeğin, başka bir babadan olması
koşuluyla annesinden doğan üvey kız kardeşiyle evlenmesi de doğru olurdu. Ne var ki, kadına
edilgen bir rol verildiğini kabul etsem bile, kadınlar için olduğu kadar erkekler için de aynı
şeyin ayrım gözetmeksizin söylendiği yanıtını veriyorum. Çünkü Mesih’in kadın tarafından
159
“Mulieres contendunt esse άσπόρους” Menno bu temayı, Reply to Gellius Faber’de (1554)
ve başka bir yerde daha geliştirmiştir. (Eskiden rahip olan Jelle Smit ya da Gellius Faber,
Emden’de pastör olmuştur.) Menno’nun, kadınların üremedeki rolünün sadece almak olduğu
gibi bilim dışı bir görüşü vardı. “Baba, çocuğunun gerçek soyudur” diyordu, Reply to Gellius
Faber, s. 768.
160
“Genitrices”
267
doğrulduğu değil, kadından doğduğu söylenmektedir [Gal. 4:4]. Bununla beraber, onların bazı
kabileleri utanmayı bir kenara bırakarak, Mesih’in erdenin aybaşı tohumundan meydana
geldiğini söyleyip söylemediğimizi çok ahlaksızca soruyorlar161. Karşılığında ben de onlara,
O’nun annesiyle kan bağının olup olmadığını soruyorum –ki, bunu kabul etmek zorundalar.
Matta’nın sözlerinden, Boaz’ın Rahav’ın oğlu olduğu söylendiğinde [Mat. 1:5] benzer
bir soydan söz edilmesi gibi, Mesih Meryem’in oğlu olduğu için onun tohumundan geldiği
sonucuna kolayca varılır. Matta burada erdemin, içinden Mesih’in akıp gittiği bir kanal
olduğunu söylemez. Tersine, Meryem aracılığıyla Mesih’in Davut’un tohumundan geldiğini
belirterek, bunu sıradan bir soydan olağanüstü şekilde ayırır. Aynı şekilde Đshak’ın
Đbrahim’in, Süleyman’ın Davut’un, Yusuf’un Yakup’un, Mesih’in annesinin oğlu olduğu
söylenmektedir. Müjdeciler bu kelimeleri böyle sıralamaktadırlar. Matta, Mesih’in soyunun
Davut’tan geldiğini kanıtlamak isteyerek tek bir şeyle yetinmektedir: Mesih, Meryem’in
oğludur. Bundan çıkan sonuca göre, Meryem’in Yusuf’la162 ilgisinin olduğu genellikle kabul
edildiği için, Matta böyle anlatmıştır.
4. Gerçek insan –ama günahsız! Gerçek insan –ama sonsuz Tanrı!
Bizi bastırmak istedikleri saçmalıklar çocukça iftiralarla dolu. Mesih’in soyunun
insanlardan gelmesinin O’nun için utanç ve onursuzluk verici olduğunu, çünkü O’nun,
Âdem’in bütün soyunun ayrıcalıksız günahkar olduğunu kapsayan genel kuralın dışında
kalamayacağını düşünüyorlar. Ama Pavlus’ta okuduğumuz karşılaştırma bu güçlüğü hemen
gideriyor: “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah aracılığıyla geldi…tek bir insanın
doğruluğuyla lütuf arttı” [Rom. 5:12, 18, 15, mealen] Pavlus’un başka bir karşılaştırması da
buna uygundur: “Đlk Adem topraktandır yani dünyasal ve doğaldır. Đkincisi göktendir, yani
gökseldir” [1Ko. 15:47, mealen]. Elçi başka bir ayette de aynı konuyu öğretiyor. Yasa yerine
gelsin diye Mesih, “günahlı insan benzerliğinde” gönderilmiştir [Rom. 8:3-4]. Elçi, Mesih’i
ortak paydan büyük beceriyle ayırmaktadır. O, gerçek insandır ama kusursuzdur ve
bozulmamıştır. Ama onlar çocukça boş laflar ediyorlar: Mesih lekesizse ve Ruh’un gizli
çalışmasıyla Meryem’in tohumundan geliyorsa, o zaman kadının değil, sadece erkeğin
tohumu murdardır. Biz Mesih’i, sadece annesi bir erkekle cinsel birleşmede bulunmadan O’na
hamile kaldığı için değil, Âdem’in düşüşünden önce gerçek olduğu üzere soyu pak ve
kirlenmemiş olabilsin diye, Ruh tarafından kutsandığı için de bütün lekelerden uzak
tutuyoruz. Şu bizim için yerleşik bir gerçek olarak kalmaktadır: Kutsal Yazı, ne zaman
Mesih’in paklığına dikkatimizi çekse bu, insanın gerçek doğası diye anlaşılmalıdır, çünkü
Tanrı’nın pak olduğunu söylemek gereksizdir. Yuhanna’nın 17. bölümde söz ettiği
kutsanmanın da tanrısal doğada yeri olmayacaktı [Yu. 17:19]. Mesih’e bulaşmasa da Âdem’in
iki tohumu olduğunu da düşünmüyoruz. Đnsan soyu kendi başına murdar ve günahlı değildir
ama düşüşten kaynaklanan, rastlantı eseri bir nitelik olarak bu böyledir. Tabii ki, dürüstlüğü
eski durumuna getiren Mesih geneldeki bozulmadan uzaktı! Bize saçma bir şeyle
saldırıyorlar: Tanrı’nın Sözü insan olduysa, dünyasal bedenin daracık zindanına
hapsolmuştur. Bu, sadece saygısızlıktır! Sınırsız özüyle Söz, tek bir kişide insan doğasıyla
birleştiyse, bunun içine hapsolduğunu düşünemeyiz. Đşte, olağanüstü bir şey: Tanrı’nın Oğlu
göklerden öyle bir şekilde inmiştir ki, gökleri terk etmeden yeryüzüne gitmek ve çarmıha
asılmak için erdemin rahminden doğmak istemiştir. Yine de başlangıçta yaptığı gibi, dünyayı
ara vermeden doldurmuştur!
161
Krş. Menno, Reply to Martin Micron; çev. Verduin, a.g.e., s. 896, 908., Bu bölümün geriye
kalanında Menno’nun bu çalışmasındaki diğer parçalar ima edilmektedir.
162
Fransızca metinde “et par conséquent de la race de David” [ve sonuçta Davut’un soyuyla]
eki vardır.
268
XIV. BÖLÜM
ARACININ ĐKĐ DOĞASI NASIL TEK KĐŞĐ OLDU
(Mesih’in insan doğasının ve tanrısal doğasının açıklanması, 1-3)
1. Đkilik ve birlik
Öte yandan, “Söz insan olup aramızda yaşadı” [Yu. 1:14] ifadesini Söz’ün bedene
dönüştüğü ya da bedenle karmakarışık olduğu anlamında anlamamalıyız. Tersine bu, Mesih
içinde yaşayacağı bir tapınak olarak erdenin rahmini seçtiği için, Tanrı’nın Oğlu olan O’nun,
– özünün karışmasıyla değil, kişiliğinin birleşmesiyle- insanoğlu olması demektir. Şunu
kabul ediyoruz, tanrısallığı insanlığıyla öyle birleşip bütünleşmiştir ki, her birinin farklı
doğası bozulmadan kalmış, yine de bu iki doğa tek bir Mesih oluşturmuştur163.
Bu çok büyük gizemin benzeri insanların durumunda görülebiliyorsa, bunun en uygun
benzeri iki öz içerdiğini gördüğümüz insanın durumudur. Yine de bu özlerin hiç biri, kendi
farklı doğasını korumayacak şekilde birbiriyle karışmamıştır. Can beden değildir, beden de
can değildir. Bu durumda, canla ilgili bazı özelliklerden, bu özelliklerin beden için hiçbir
geçerliliğinin olmadığından, ayrıca bedenin de, hiçbir şekilde cana uygun olmayan
özelliklerinden, ne yalnızca canla ne de yalnızca bedenle –yersizlik etmeden- bağdaştırılabilen
insandan söz edilmektedir. Sonuçta aklın özellikleri [kimi zaman] bedene ve bedeninkiler de
cana aktarılmaktadır. Yine de, bu parçalardan meydana gelen kişi, birçok değil, tek bir kişidir.
Böyle ifadeler, insanda birbiriyle birleşmiş iki unsurdan meydana gelen tek bir kişiliğin
bulunduğuna ve bu kişiyi meydana getiren doğanın altında farklı iki doğanın yattığına işaret
etmektedir164. Kutsal Yazılar’da da Mesih’ten böyle söz edilir. Kimi kez sadece insanlığına
göndermede bulunulması gereken, kimi kez de sadece O’nun tanrısallığına ait, kimi kez de iki
doğasını da kapsayan ama sadece tek birine uymayan özellikler O’na atfedilir. Kutsal Yazılar,
iki doğanın bu şekilde birleşmesini o kadar içtenlikle açıklar ki, kimi kez Mesih’te bunlar
birbiriyle değişir. Antik dönem yazarları bu edebi sanata “özelliklerin anlatılması”
demektedirler165.
2. Birbiriyle ilişkileri açısından tanrısallık ve insanlık
Kutsal Yazı’da çok sayıda ve sık tekrarlanan ifadeler bunların hiçbirini insanların icat
etmediğini kanıtlamasaydı bunlar hiçbir şekilde inandırıcı olmayacaktı. Mesih’in Kendisiyle
ilişkili olarak söylediği –“Đbrahim doğmadan önce ben varım” [Yu. 8:35] – O’nun insanlığının
çok ötesine geçmiştir. Günahkâr ruhların bu ayeti bozdukları boş tartışmanın çok iyi
bilincindeyim: Hem Baba’sının planında hem de Tanrı’ya bağlı insanların zihinlerinde
Kurtarıcı olarak zaten önceden bilindiği için, O her çağdan önce vardı166. Ne var ki Mesih,
163
Giriş cümlelerinde olduğu gibi, Calvin başından sonuna kadar bu bölümde Kalkedon
ortodoksisinin çizgisine sıkıca bağlıdır.
164
Augustine, Sermones clxxxvi (MPL 38. 999); Enchiridion xi. 36 (MPL 40. 250; çev. LCC
VII. 361 vd). Augustine, insanın canın ve bedenin birleşmesinden meydana gelmesi gibi,
Mesih’in de Söz’le insanın birleşmesinden meydana geldiğini öne sürer.
165
Communicatio idiomatium ya da Mesih’in tanrısal ve insan doğasının özelliklerinin
birbirinin yerine alması öğretişi. Nestorius’çuların sapkınlığı sırasında bu öğretiş ara sıra
anlatılmış (yakl. 428-451), yetersiz açıklanmasına rağmen Tertullian, Origen, Nyssa’lı
Gregorius, Ephiphanius ve diğer erken dönem yazarları tarafından benimsenmiştir. Calvin bu
öğretişi kabul edip açıklar (m. 2) ama Luther’cilerin savundukları Mesih’in dirilen bedeninin
her yerde bulunması şeklinde kullanılmasını kabul etmez. Krş. IV. xvii. 29, 30. Servetus bu
öğretişe tekrar tekrar saldırmıştır. Öğretiş Đkinci Đsviçre Đnanç Açıklaması XI. 10’da
onaylanmıştır.
166
Krş. Servetus, Christianismi restitutio, De Trinitate III. s. 96
269
göründüğü günü sonsuz özünden net şekilde ayırdığı ve yetkisinin eski çağlarda Đbrahim’den
üstün olmasıyla açıkça övdüğü için, tanrısallığına uygun bir şey iddiasında bulunduğundan
hiç kuşku yoktur. Pavlus, “Bütün yaratılışın ilk doğanı Odur…Her şeyden önce var olan Odur
ve her şey varlığını Onda sürdürmektedir” [Kol. 1:15, 17] diyor. O’nun “Dünya var olmadan
önce… Baba’sının huzurunda yüceltildiğini” [Yu. 17:5, mealen] ve Baba’sıyla birlikte
çalıştığını [Yu. 5:17] da söylüyor. Bu nitelikler insana son derece yabancıdır. Bu nedenle
bunlar ve benzerleri özellikle O’nun tanrısallığı için geçerlidir.
Ne var ki O’na, “Baba’nın kulu” denmektedir [Yşa. 42:1 ve başka ayetler]. Bilgelikte
ve boyda geliştiği, Tanrı’nın ve insanların beğenisini kazandığı [Luk. 2:52], kendini
yüceltmek istemediği [Yu. 8:50], Son Günü bilmediği [Mar. 13:32; Krş. Mat. 24:36],
kendiliğinden konuşmadığı [Yu. 14:10], Kendi iradesini yapmadığı [Yu. 6:38]
söylenmektedir. O’nu görüp dokundukları belirtiliyor [Luk. 24:39]. Bütün bunlar sadece
Mesih’in insanlığından söz ediyor. Tanrı olduğu için, hiçbir konuda gelişemez ve her şeyi
Kendi adına yapar. O’ndan hiçbir şey gizli değildir. Her şeyi Kendi iradesiyle aldığı karara
göre yapar. Ne görülebilir ne de dokunulabilir. Yine de, bu nitelikleri sadece insan doğasına
atfetmiyor, Aracı kişiliğiyle uyum içinde olsun diye bunları üstleniyor.
Ama karakteristiklerin ya da özelliklerin anlatılması Pavlus’un söylediklerini
kapsamaktadır: “Tanrı, kiliseyi kanıyla satın aldı” [Elç. 20:28, mealen] ve “Yücelikler Rab’bi
çarmıha gerildi” [1Ko. 2:8, mealen]. Yuhanna da aynısını söylemektedir: “Yaşam Sözü’ne
elle dokunuldu” [1Yu. 1:1, mealen]. Kuşkusuz Tanrı’nın kanı olmaz, O acı çekmez, O’na
ellerle dokunulamaz. Ancak gerçek Tanrı ve gerçek insan olan Mesih çarmıha gerilmiş ve
kanını bizim için akıttığı için, insan doğasıyla yaptığı işler, nedensiz olmasa da yanlış şekilde
tanrısallığına veriliyor. Đşte benzer bir örnek: Yuhanna, “Tanrı, bizim için canını verdi” [1Yu.
3:16] mealen] diye öğretiyor. Bu durumda diğer doğayla paylaşılan bir insan özelli de var.
Ayrıca Mesih hala yeryüzünde yaşarken Yuhanna şöyle diyor: “Gökten inmiş olan
Đnsanoğlu’ndan başka hiç kimse göğe çıkmamıştır” [Yu. 3:13]. Kuşkusuz o zaman, beden
alarak insan olduğunda Mesih gökte değildir. Ama aynı kişi hem Tanrı hem de insan olduğu
için, iki doğanın da birleşmesi uğruna birine ait olanı diğerine vermiştir.
3. Aracının kişiliğinin birliği
Ne var ki, birçoğu Yuhanna’nın Müjde’sinde bulunan, iki doğayı da aynı anda
kapsayan ayetler O’nun gerçek özünü hepsinden daha net şekilde ortaya koymaktadır. Burada
ne sadece Tanrılığı, ne de insanlığı ama aynı anda ikisi de okunmaktadır: Mesih, Baba’dan
günahları bağışlama [Yu. 1:29], istediğini diriltme, doğruluk, kutsallık, kurtuluş bahşetme
yetkisi almıştır; hatta Baba gibi onurlandırılabilsin diye dirileri ve ölüleri yargılamak üzere
atanmıştır [Yu. 5:21-23]. Son olarak da, O’na “dünyanın ışığı” [Yu. 0:5; 8:12], “iyi çoban”,
“tek kapı” [Yu. 10:11, 9], “gerçek asma” [Yu. 15:1] denmektedir. Tanrı’nın Oğlu, bedende
göründüğünde O’na böyle ayrıcalıklar verilmişti. Hatta bunlara dünyanın yaratılışından önce
Baba’yla birlikte sahip olsa da, bu ayrıcalıklar, aynı tarzda ve aynı şekilde değildi ve sadece
insan olan bir insana verilemezdi.
Pavlus’ta okuduğumuzu da bu anlamda anlamalıyız: Yargıdan sonra “Mesih
egemenliği Baba Tanrı’ya verecektir” [1Ko. 15:24]. Tanrı’nın Oğlu’nun egemenliğinin
kuşkusuz başlangıcı ve sonu yoktur. Ama görkeminin olağanüstülüğünü bir kenara bırakarak,
“kul özünü alıp…kendini alçalttığında” [Flp. 2:7] ve bedenin aşağılığında gizlendiğinde bile,
Baba’sına itaat göstermiştir. Bu boyun eğişi tamamladığında “sonunda yücelik ve onur tacı
giydirildi” [Đbr. 2:9] ve önünde “her diz çöksün” [Flp. 2:10] diye egemenliklerin en büyüğüne
yüceltilmiştir. Öyleyse “Tanrı her şeyde her şey olabilsin” diye [1Ko. 15:28] adını, yücelik
tacını ve Baba’dan aldıklarını Baba’ya verecektir. Baba bizi eliyle yönetmiyorsa Mesih’e
verilen yetkinin ve egemenliğinin amacı neydi? Mesih’in Baba’nın sağında oturduğu bu
anlamda söylenir [Krş. Mar. 16:19; Rom. 8:34]. Ama bu bir süreliğine, biz Tanrı’yı doğrudan
270
görünceye kadardır. Burada Aracının kişiliğine dikkat etmeyen antik dönem yazarlarının
hatasını bağışlamayız. Onlar, Yuhanna’nın Müjde’sinde okunan neredeyse bütün öğretişin asıl
anlamını anlaşılmaz duruma getirerek kapana kısılmışlardır167. O zaman, doğru anlamamız
için anahtar şu olsun: Aracının görevine atfedilen işlerde ne tanrısal doğadan ne de insan
doğasından söz edilmemektedir168. Mesih dünyanın yargıcı olarak gelinceye kadar,
güçsüzlüğümüzün ölçüsü izin verdiğince bizi Baba’yla uzlaştırarak hüküm sürecektir. Ama
göksel yüceliğin paydaşları olarak Tanrı’yı gördüğümüzde, Mesih Aracılık görevini bırakarak
Baba’sının elçisi olmaya son verecek ve dünyanın yaratılışından önce sahip olduğu bu
yücelikle yetinecektir.
“Rab” kelimesi, Tanrı’yla bizim aramızdaki yolda bir payeyi simgelediği için özellikle
Mesih’in kişiliğine özgüdür. Pavlus’un ifadesi buna uygundur: “Tek bir Tanrı…vardır. O her
şeyin kaynağıdır. Tek bir Rab vardır…Her şey Onun aracılığıyla yaratıldı” [1Ko. 8:5-6]. Yani
Baba, tanrısal görkemini yüz yüze göreceğimiz zamana kadar egemenliği O’na vermiştir.
Sonra egemenliği Baba’sına geri verecektir. Öyle ki, - görkemi azalmadan – daha çok
parlayacaktır. Baba, Mesih’in Başı olmayı bırakacaktır, çünkü Mesih’in tanrısallığı şimdi bir
perdeyle örtülü olsa bile o zaman kendi başına parlayacaktır.
(Nestorius, Eutykhes ve Servetus’un hatalarından dolayı suçlu bulunması, 4-8)
4. Đki doğanın kaynaştığı ya da ayrıştığı düşünülemez
Şu görüş, şayet okurlarım akıllıca başvururlarsa, birçok zorluğun çözülmesinde çok
yararlıdır. Ne kadar çok saf akıllının –hatta tümüyle eğitimsiz olan bazılarının- bu tür
açıklamalarla rahatsız edilmesi şaşırtıcıdır. Bu açıklamaların Mesih’i kapsadığını görürler
ama bunlar O’nun tanrısallığına ya da insanlığına uygun değildir. Bunun nedeni, bunlarda
O’nun, Tanrı ve insan olarak ortaya koyduğu kişiliğine ya da Aracılık görevine uygun
açıklamaları göz önüne alınmamasıdır. Yine de, bu büyük gizemleri hak ettiği şekilde
sadakatle irdeleyen ciddi bir yorumcunun elinde bu çeşitli ifadelerin birbiriyle güzelce uyum
içinde olduğu son derece bellidir. Ama bu çılgın ve aşırı heyecanlı ruhların karıştırmadığı
hiçbir şey yok! O’nun elinden tanrısallığı almak için insanlığına dair belirtileri, tersine,
insanlığını elinden almak için de tanrısallığına dair belirtileri benimsiyorlar169. Đki doğanın o
kadar birleştiğinden söz ediliyor ki, bunlar hiçbiri için geçerli olmuyor, ikisi de yok oluyor.
Mesih’in Tanrı olduğu için insan olmadığını, insan olduğu için Tanrı olmadığını, aynı
zamanda insan ve Tanrı olduğu için ne Tanrı ne insan olduğunu öne sürmekten başka bu
nedir?
Tanrı ve insan olduğu için, birbiriyle birleşmiş ama karışmamış iki doğadan oluşan
Mesih’in, insanlığı çerçevesinde ama insan olması nedeniyle değil, Rab’bimiz ve Tanrı’nın
Oğlu olduğunu kabul eriyoruz. Mesih’in doğasını farkına varmaktansa birbirinden çekip
ayırmak isteyerek iki Mesih icat eden Nestorius’un hatası uzak olsun! Ne var ki, Kutsal
Yazı’nın buna karşı net bir sesle haykırdığını anlıyoruz: Burada “Tanrı’nın Oğlu” adı,
erdenden doğan Mesih için kullanılıyor [Luk. 1:32] ve erdene de, “Rab’bimizin annesi”
167
Olasılıkla Eutykhes’in ya da Monofizitlerin görüşlerine yakın olan antik dönem yazarları
ima ediliyor: Krş. Yu. 5:19; 5:30; 8:28’i konu edinen Đskenderiyeli Cyril, Expositio in
Evangelium Johannis (MPG 73. 757 vd., 386 vdd.) Bk. OS III. 517.
168
Bu bölümde daha sonraki cümleler Calvin’in 1558 dolayında George Blandrata ve
Polonya’daki diğer Üçlü Birlik karşıtlarıyla çatışmasını yansıtmaktadır. Krş. Responzio ad
nobiles Polonos et franciscum Stancarum Mantuarum (CR IX. 354 vdd.); Ad quaestiones
Georgii Blandratae responsum (CR IX. 332); Valentine Gentile’nin ikinci inanç açıklaması
(CR IX. 392).
169
Servetus, De Trinitatis erroribus I. fo. 2b vdd.; II. fo. 58ab (çev. Wilbur, a.g.e., s. 6-11, 90
vdd.); Dialogues on the Trinity I. fo. A 6b-7b (çev. Wilbur, a.g.e., s. 195 vdd).
271
deniyor [Luk. 1:43]. Eutykhes’in çılgınlığının da farkında olalım: Kişinin birliğini göstermek
isterken, iki doğayı da yıkmayalım. O’nun tanrısallığını insanlığından ayıran birçok
tanıklıktan alıntı yaptık. Ayrıca en kavgacıların bile ağızlarını kapayacak başka birçok
tanıklık da var. Biraz sonra170 onların uydurmalarını paramparça edecek birkaç tanıklık daha
ekleyeceğim. Şimdilik bize tek bir ayet yeter: Mesih, bedeninden farklı olarak tanrısallığı
bedeninde bulunmasaydı, bedenine tapınak demezdi [Yu. 2:19]. Tıpkı Nestorius’un Efes
sinodunda suçlu bulunması gibi, daha sonra Eutykhes de Konstantinopolis ve Kalkedon
Konsillerinde suçlu bulunmuştur171. Mesih’in iki doğasını çekip ayırmak kadar kaynaştırmaya
da izin verilmez.
5. Mesih, sonsuzluktan beri Tanrı’nın Oğlu’dur
Ne var ki, bizim çağımızda da daha az ölümcül olmayan bir canavar, Michael Servetus
ortaya çıkmıştır. Tanrı’nın Oğlu’nun, Tanrı’nın özünden, ruhtan, bedenden ve yaratılmamış
üç unsurdan oluşan bir hayal olduğunu öne sürmektedir172. Her şeyden önce, erdemin
rahminde Kutsal Ruh tarafından oğulluğa alınmasından başka bir nedenle Mesih’in Tanrı’nın
Oğlu olduğunu inkar etmektedir. Kurnazlığı şu yönde gitmektedir: Bu iki doğanın farkını
altüst eder. Mesih’e hem Tanrı hem insan sayılmayacak biraz tanrısal biraz insansal unsurların
karışımı diye bakar. Mantığı tümüyle şu noktayla ilgilidir: Mesih bedende açıklanmadan önce
Tanrı’da sadece gölge kişiler vardır; önceden bu onurun verilmiş olduğu Söz ancak gerçekten
Tanrı’nın Oğlu olmaya başladığında gerçek ya da bunların etkisi ortaya çıkar.
Erdenden doğan Aracının, Tanrı’nın Oğlu olduğunu pekala da kabul ediyoruz. Hem
Tanrı’nın tek Oğlu olsun hem de O’na böyle denebilsin diye, bu saygınlık Kendisine
verilmemiş olsaydı, Mesih, Tanrı’nın tahmin edilemeyen lütfunun aynası olmazdı. Bu arada
kilise, tanımından caymamaktadır: O’nun, Tanrı’nın Oğlu olduğuna inanılmaktadır, çünkü
bütün çağlardan önce173 Baba’nın oğlu olan Söz, insanla Tanrı’nın birleşmesiyle insan doğası
almıştır. Eski yazarlar, “insanla Tanrı’nın birleşmesini”, iki doğadan tek bir kişinin meydana
gelmesi diye tanımlıyorlar. Bu ifade, Nestorius’un yanılgısını yalanlamak için bulunmuştur,
çünkü Nestorius, Tanrı’nın Oğlu’nun insan da olmayacak tarzda bedende yaşadığını hayal
etmiştir. Sonsuza kadar sürecek Söz’ün bedene bürünmeden önce zaten Tanrı’nın Oğlu
olduğunu söylediğimizde Servetus bizi iki Tanrı Oğlu oluşturmakla suçluyor –sanki O’nun
bedende göründüğünden başka şey söylemişiz gibi. Şayet O, insan olmadan önce Tanrı’ysa bu
nedenden ötürü yeni bir Tanrı olmaya başlamamıştır! Tanrı’nın Oğlu’nun beden olarak
göründüğünü ama sonsuza kadar sürecek soy nedeniyle her zaman oğul olduğunu söylememiz
hiç saçma değildir. Meleğin Meryem’e söylediği sözler buna işaret etmektedir: “Doğacak
olana kutsal, Tanrı Oğlu denecek” [Luk. 1:35]. Yasa altında anlaşılması bir şekilde zor olan
“Oğul” kelimesini söylemek açıklayıcıymış ve her yerde biliniyormuş gibi. Pavlus şu sonuca
varıyor: Mesih aracılığıyla artık Tanrı’nın oğulları olduğumuz için, özgürce ve güvenerek,
“Abba! Baba!” diye bağırıyoruz [Rom. 8:14-15; Gal. 4:6]. Eski kutsal atalar da Tanrı’nın
oğulları sayılmıyor muydu? Evet, -bu hakka dayanarak Tanrı’ya Baba diye sesleniyorlardı.
Ancak Tanrı’nın tek oğlu dünyaya geldikten sonra göklerdeki babalık daha iyi öğrenildi.
170
Aş. bk. m. 6-8.
Mesih’in tanrısal ve insan doğalarını kesin biçimde ayrıştıran Nestorius, Cyril’in
faaliyetiyle 431’de Efes Sinodunda Đskendireyeli suçlu bulunmuştur. Cyril’in, Mesih’in insan
doğasını neredeyse inkar edecek kadar azımsayan öğretişini abartan Eutyckes 448’de
Konstantinopolis Konsilinde suçlu bulunmuştur. Đkisinin öğretişi de Kalkedon Ekümenik
Konseyi’nin 451’de benimsediği inanç açıklamasıyla reddedilmiştir.
172
Krş. Servetus, Christianismi restitutio, De Trinitate, dial. II. s. 250 vd.
173
“Ante saecula”. Đznik-Konstantinopolis inanç açıklamasında bu ibare ante omnia saecula,
“bütün çağlardan önce”dir.
171
272
Pavlus bu ayrıcalığı adeta Mesih’in Krallığı’na tanıyor. Yine de şu, tereddütsüzce
savunulmalıdır: Tek Oğlu’yla ilişkisi dışında ne melekler ne de insanlar için Tanrı, Baba
değildi; Mesih doğası gereği Tanrı’nın Oğlu olduğu için, özellikle de kendi günahları
yüzünden Tanrı’dan nefret eden insanlar, karşılıksız oğulluğa alınarak Tanrı’nın oğulları
olurlar. Servetus’un bunun, Tanrı’nın hüküm verdiği bir oğulluğa bağlı olmasına bu kadar
şiddetle karşı çıkmasının hiçbir nedeni yoktur. Çünkü burada kefaretin hayvanların kanında
ortaya koyulmasında olduğu gibi bir mecaz meselesi yoktur. Tersine onlar, oğulluğa
alınmalarının temeli Baş’ta atılmadıysa Tanrı’nın gerçek oğulları olamıyorlardı. Bu durumda,
üyelerde ortak olan unsuru Baş’tan geri almak mantıksızlıktır. Daha ileri gidiyorum: Kutsal
Yazı, meleklere “Tanrı’nın oğulları” demektedir. Onların yüksek saygınlığı kurtuluşun
gelmesine bağlı değildi. Ancak Mesih’in payesi, onları Baba’yla barıştırmak için daha
yüksekti. Bu ifadeyi insan soyuna da uyarlayarak kısaca tekrarlayacağım. Melekler ve
insanlar yaratıldıklarında öyle oluşturulmuştu ki, Tanrı onların ortak Babal’sıydı. Şayet
Pavlus’un, –Mesih, hepsinden üstün olabilsin diye her zaman Baş ve bütün yaratıkların ilk
doğanı olduğu [Krş. Kol. 1:15 vdd]- ifadesi doğruysa, dünyanın yaratılışından önce O’nun da
Tanrı’nın Oğlu olduğu sonucunu çıkarmak bana uygun geliyor.
6. Tanrı’nın Oğlu ve Đnsanoğlu olarak Mesih
Ama O’nun oğulluğu, deyim yerindeyse, beden alarak göründüğü zaman başladıysa,
bundan insan doğasıyla da Oğul olduğu sonucu çıkıyor. Servetus ve onun gibi çılgın insanlar,
bedende görünen Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğunu, çünkü beden bir yana bırakıldığında
O’nun bu ada uygun olamayacağını söylüyorlar174. O’nun hem iki doğası uyarınca hem de
ikisi bakımından Oğul olup olmadığının bana cevabını versinler. Bu, onların gevezelik tarzları
ama Pavlus çok farklı öğretiyor. Mesih’e, insan bedenindeyken gerçekten de “oğul” dendiğini
kabul ediyoruz. Đmanlıların sadece oğulluğa alınma ve lütufla oğullar olması gibi değil, bu
işaretle Mesih, bütün diğerlerinden farklı olabilsin diye tek gerçek ve doğal Oğuldur. Tanrı,
yeni bir yaşama yeniden doğan bizleri “oğul” adıyla onurlandırır ama “gerçek ve tek Oğul”
adını sadece Mesih’e bahşeder. Ne var ki, bizim armağan olarak aldığımıza O, doğal yoldan
sahip değilse, bu kadar çok kardeşin arasında nasıl “tek” oğul olur?
Aracının bütün kişiliğine bu onuru dahil ediyoruz –O, gerçekten ve hakkıyla Tanrı’nın
Oğludur, hem erdenden doğmuş hem de Kendisini çarmıhta Baba’ya kurban olarak
sunmuştur. Yine de bu, Pavlus’un şunları söylerken öğrettiği gibi, O’nun tanrılığıyla ilgilidir:
“Tanrı, Oğlu’yla ilgili bu müjdeyi… önceden vaat etti. O, beden açısından Davut’un
soyundandır. Kutsallık ruhu açısından ise… Tanrı’nın Oğlu olduğu kudretle ilan edildi”
[Rom. 1:2-4]. Pavlus, bunun bedenin dışında bir şeye bağlı olduğunu açıklamayı kast
etmiyorsa neden O’nun bedeni açısından Davut’un Oğlu olduğunu özellikle söylerken,
Tanrı’nın Oğlu dendiğini ayrıca belirtiyor? Başka bir yerde Pavlus bu anlamda şöyle diyor:
“Bedenin güçsüzlüğüyle acı çekti ama Ruh’un gücüyle dirildi” [2Ko. 13:4, mealen]. Pavlus
iki doğanın arasında ayırım yapmaktadır. Şunu kuşkusuz kabul etmeliler: “Đnsanoğlu”
denmesinin nedeninin annesi olması gibi, “Tanrı’nın Oğlu” denmesinin nedeni de Baba’sıdır.
Bu, insan doğasından başka ve farklı bir şeydir.
Kutsal Yazı O’na iki ad vermektedir: Kimi zaman O’na, Tanrı’nın Oğlu, kimi zaman
da Đnsanoğlu diyor. Đkinci isim konusunda kavga çıkaramazlar, çünkü Âdem’in soyundan
geldiği için, Yahudi dilinde genelde O’ndan, “Đnsanoğlu” diye söz edilir. Öte yandan, tanrılığı
ve sonsuz özü nedeniyle O’na, “Tanrı’nın Oğlu” dendiğini öne sürüyorum. O’na “Tanrı’nın
174
Calvin’in aklından hem Servetus hem de Đtalyan Üçlü Birlik karşıtları George Blandrata
(Giorgio Blandrata, Valentine Gentile ve John Paul (Gianpaulo) Alciati geçiyor. Krş. I. xiii.
20-25.
273
Oğlu” dendiğinde tanrısal doğasına göndermede bulunulmasının doğru olması gibi, O’na
“Đnsanoğlu” denmesi de insan doğasına göndermede bulunmaktır.
Özetlersek, göndermede bulunduğum bu ayette -“Beden açısından Davut’un soyundan
geldi ve gücü açısından Tanrı’nın Oğlu dendi” – Pavlus, başka bir ayette öğrettiğinin aynısını
söylemek istiyor: Bedeni açısından Yahudilerden gelen Mesih, “sonsuza dek övülecek
Tanrı’dır” [Rom. 9:5]. Şayet bu iki ifade O’nun iki doğası arasındaki farka işaret ediyorsa,
bedeni açısından Đnsanoğlu olan Mesih’in, tanrısal doğası açısından Tanrı’nın Oğlu olduğunu
karşıtlarımızın inkar etmeye ne hakları var?
7. Servetus’un uydurma karşı kanıtı
Tanrı’nın, öz Oğlu’nu esirgemediğinin söylenmesine [Rom. 8:32] dair yanlışlarını
savunmak için, meleğin, erdenden doğacak olana “Yüceler Yücesinin Oğlu” denmesini
emrettiğini [Luk. 1:32] gürültü kopararak öne sürüyorlar175. Ama böylesine abes bir karşı
çıkışla övünmesinler diye, akıl yürütmelerinin ne kadar geçerli olduğunu bizimle birlikte bir
süre düşünsünler. Gebe kalınana “Oğul” deneceği için, O’nun, ana rahmine düşmesinden
itibaren Tanrı’nın Oğlu olmaya başladığı sonucunu çıkarmak doğruysa, buna göre O, bedende
görünmesiyle Söz olmaya başlamıştır, çünkü Yuhanna O’nun, elleriyle dokundukları yaşam
Sözü olduğunu belirtmektedir [1Yu. 1:1]. Peygamberde okuduğumuz da, Yuhanna’nın
ifadesine benzemektedir: “Ama sen, ey Beytlehem Efrata, Yahuda boyları arasında önemsiz
olduğun halde, Đsrail’i benim adıma yönetecek olan senden çıkacak. Onun kökeni
öncesizliğe… dayanır” [Mik. 5:2 ve Mat. 2:6]. Eğer bu şekilde tartışmaya kararlılarsa bunu
nasıl yorumlamaları gerekecek? Đki Mesih olduğunu düşünen Nestorius’la asla aynı görüşte
olmadığımıza tanıklık etmiştim. Öğretimize göre, Mesih kardeşlik bağı sayesinde Kendisiyle
beraber bizi de Tanrı’nın Oğulları yapmıştır. Bizden aldığı bedende O, Tanrı’nın tek
Oğlu’dur. Augustinus, O’nun olağanüstü ve eşsiz lütfunun parladığı ayna olduğu; insan
olduğu için, hak etmemiş olduğu şekilde onurlandırıldığı yolunda bizi bilgece uyarıyor.
Mesih, bedendeyken Tanrı’nın Oğlu olmak için, ana rahminden başlayarak bu yetkinlikle
donatılmıştır. Yine de, O’nun kişiliğindeki birlikte, tanrısallığına ait olanı alıp götüren bir
karışımı düşünmemeliyiz. Đki doğa tek bir kişide birleştiği için, sonsuza kadar sürecek olan
Söze ve Mesih’e “Tanrı’nın Oğlu” denmesi, başka şekillerde ve başka açılardan da kimi
zaman Tanrı’nın Oğlu, kimi zaman da “Đnsanoğlu” denmesi saçma değildir176.
Servetus’un diğer iftirası da artık canımızı sıkmıyor: Mesih, bedende görünmeden
önce, mecaz anlamın dışında hiçbir yerde O’na, “Tanrı’nın Oğlu” denmiyordu. O’nun
anlatılması bir şekilde güç bile olsa, O’nun sonsuza kadar Tanrı olduğu açıkça
kanıtlanmaktadır, çünkü O, sonsuz Baba’nın oğlu olan Sözdü; bu ad, O’nun üstlendiği Aracı
kişiliğine aitti, çünkü O, bedende görünen Tanrı’ydı. Tanrı’nın o zaman Oğul’la zaten
karşılıklı bir ilişkisi olmasaydı, başlangıçtan beri O’na, “Yerde ve gökte her ailenin adını
kendisinden aldığı” [Ef. 3:14-15] “Baba” denmeyeceği de bellidir. O’nun, adı kilisede
bilinmeden önce, Yasa ve Peygamberler döneminde de Tanrı’nın Oğlu olduğu sonucunu bu
kanıttan kolayca çıkarabiliriz. Ama Süleyman’ın, Tanrı’nın ölçülemeyen yüceliğini anlattığı
bu tek bir ifadeyi tartıştıklarını düşünün. Süleyman hem Tanrı’nın hem de Oğlu’nun
kavranılmaz olduğunu ilan etmektedir: “Adı nedir, oğlunun adı nedir, biliyorsan söyle!” [Özd.
30:4]. Đddiacılar için bu tanıklığın yeterince önemli olmayacağının bilincindeyim. Buna fazla
bağlı kalmıyorum. Yetir ki, Mesih’in, insan olduğu için Tanrı’nın Oğlu olduğunu inkâr
edenlere günahkar iftiracılar olduklarını göstersin. Ayrıca antik dönemin en eski yazarları da,
bize Đranaeus ve Tertullianus’la saldırmaya cesaret edenlerin utanmazlığının iğrenç olduğu
175
Servetus, De Trinitatis erroribus I. 9. fo. 6a; çev. Wilbur, a.g.e., s. 11 vd.
Servetus, Christianismi restutio, s. 577 vdd. (Bk. Servetus’un Calvin’e ilk mektubu CR
VIII. 649 vdd.), 580 (ikinci mektup; CR VIII. 580).
176
274
kadar gülünç olduğuna da tek bir ağızdan çok açıkça tanıklık ediyorlar. Bu yazarların ikisi de
Tanrı’nın Oğlu’nun görülmez olduğunu ama sonra görülür şekilde ortaya çıktığını kabul
etmektedirler.
8. Servetus’un öğretişinin kapsamlı sunumu ve yanlışlığının kanıtlanması
Servetus, başkalarının belki katılmadıkları korkunç kehanetler yığmaktadır. Yine de
Tanrı’nın Oğlu’nu sadece beden olarak kabul edenlere daha yakından baskı yaparsanız, bunu
kabul etmelerinin tek nedeninin, O’nun, erdenin rahmine Kutsal Ruh’tan düşmesi olduğunu
göreceksiniz. Eski Maniciler de aynısını düşünüyorlardı: insanın Tanrı’dan gelen bir canı
olduğunu; çünkü “Tanrı, Âdem’in burnuna yaşam soluğunu üfledi” [Yar. 2: 7] diye
okumuşlardı. “Oğul” adına o kadar inatçı sarılıyorlar ki, doğaların arasında hiçbir farka yer
bırakmıyorlar. Daha çok, insan Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğunu, çünkü insan doğası
uyarınca Tanrı’nın oğlu olduğunu anlaşılması güç bir şekilde geveliyorlar. Süleyman’ın
sözünü ettiği bilgeliğin öncesizlikte başlaması [Sirak 24:9; Krş. Özd. 8:22 vdd.] geçersiz
kılınıyor ve Aracının tanrılığı hiç hesaba katılmıyor ya da gerçek insanın yerine sadece bir
görüntü koyuluyor.
Bu örnekle uyarılan, Tanrı’ya bağlı okurlar ayık ve alçakgönüllü kalabilsinler diye,
Servetus’un, kendisinin ve diğer bazılarının büyülendiği daha çirkin aldatmacalarını da
yalanlamak yararlı olacaktı. Ama bunun gereksiz olacağına, çünkü bunu ayrı bir kitapta
yaptığıma inanıyorum177. Konunun özeti şuraya geliyor: Servetus için Tanrı’nın Oğlu
başlangıçtan beri bir fikirdi, daha sonra Tanrı’nın asıl suretini alacak olan insan önceden
saptanmıştı bile. Servetus Tanrı’nın, olağanüstülüğü dışarıya yansıyan Sözünden başkasını
tanımamaktadır. Mesih’in oğul olmasını şöyle yorumlamaktadır: Tanrı, Oğlu’nun olmasına
dair iradesini başlangıçtan beri benimsemiş ve bunu eyleme dökerek yaratılışa dahil etmişti.
Bu arada Servetus Ruh’la Sözü birbirine karıştırmaktadır, çünkü Tanrı görülmeyen Sözü’ne
ve Ruha beden ve can vermiştir. Kısacası, Servetus’un planında Mesih’in mecazla
açıklanması oğulluğun yerini almıştır. Ama o zaman görünüşte gölge olan Oğlun sonunda Söz
aracılığıyla oğulluğa alındığını söylemektedir. Böylece Söze bir dölleme işlevi yüklemektedir.
Buradan, domuzlarla köpeklerin de başlangıçta Tanrı’nın Sözünün tohumundan yaratıldıkları
için, Tanrı’nın oğulları olduğu sonucu çıkmaktadır. Mesih’in Tanrı’nın özünü aldığını
göstermek için, O’nu yaratılmamış üç unsurun karışımı durumuna getirmektedir. Bununla
beraber Mesih’in yaratılanların arasında ilk doğan olduğunu öyle düşünür ki, aynı tanrısal öz
taşlarda da, derecelerine göre vardır. Ancak tanrılığını Mesih’in elinden aldığı görünmesin
diye, bedeninin Tanrı’yla aynı özden olduğunu ve Söz’ün, bedenin Tanrı’ya dönüşmesiyle
insan olduğunu ilan eder. Mesih’in bedeni Tanrı’nın özünden olmasaydı ve tanrılığa
dönüşmeseydi O’nu Tanrı’nın Oğlu diye düşünemezken, Söz’ün sonsuza kadar sürecek olan
hipostasisini sıfıra indirgiyor, Kurtarıcımız olarak bize vaat edilen Davut’un Oğlu’nu bizden
koparıp alıyor. Nitekim bu düşünceyi çok sık tekrarlıyor: Tanrı, bilgi ve önceden belirlemeyle
Tanrı, Oğul’un babası olmuştur ama başlangıçta Tanrı’nın huzurunda üç unsur olarak
parlayan bu maddeden sonunda O, insan olarak yaratılmıştır –bu unsurlar o zaman dünyanın
ilk ışığında [Yar. 1:3], bulutta ve ateş sütununda [Çık. 13:21] belirmişti. Dahası Servetus’un
utanmadan kimi zaman kendisiyle çelişkiye düştüğünü anlatmak çok sıkıcı olacaktı. Aklı
başında okurlar bu özetten, bu iğrenç köpeğin tilki gibi bahaneleriyle en sonunda kurtuluş
umudunu söndürdüğü sonucunu çıkaracaklardır. Beden tanrısal olsaydı tanrısallığın tapınağı
olmazdı. Sadece O, Đbrahim’le Davut’un soyundan gelen, bedeni açısından gerçekten insan
olan O, bizim Kurtarıcımız olabilir. Servetus, konumunu sapkınca Yuhanna’nın sözlerine
dayandırıyor: “Söz, insan oldu” [Yu. 1:14]. Bu sözler Nestorius’un yanlışına karşı koyduğu
177
Calvin, Defensio orthodoxae fidei de sacra Trinitate (1554) (CR VIII. 457-644; çev. H.
Cole, Calvin’s Calvinism, s. 25-206.
275
gibi, yazarının Eutykhes olduğu bu dinsiz uydurmaları da desteklemiyor, çünkü müjdecinin
tek amacı, bu iki doğanın tek kişide birleştiğini duyurmaktı.
XV. BÖLÜM
BABA’NIN MESĐH’Đ GÖNDERME AMACINI VE O’NUN BĐZE NE VERDĐĞĐNĐ
ÖĞRENMEK ĐÇĐN, MESĐH’ĐN ÜÇ ÖZELLĐĞĐNE BAKMALIYIZ: PEYGAMBERLĐK
GÖREVĐ, KRALLIK VE BAŞKAHĐNLĐK
(i . Mesih’in üçlü kurtarma eylemi: Önce peygamberlik görevi, 1-2)
1. Bu öğretişi anlama ihtiyacı: Mesih’in peygamberlik göreviyle ilişkili Kutsal Yazı’daki
ayetler
Augustinus’un haklı olarak belirttiği üzere, sapkınlar Mesih’in adını vaaz etseler de,
imanlılarda ortak bir zeminleri yoktur ama bu, kilisenin tek tasarrufu olarak sürmektedir.
Mesih’e ait olan özellikleri gayretle düşünürsek, sapkınların arasında Mesih’i gerçekte değil,
sadece ad olarak görürüz. Bugün Papacılarından dudaklarından, “Tanrı’nın Oğlu, Kurtarıcı”
kelimeleri yankılanıyor. Yine de, bir ad üzerinde boş bir iddiada bulunmakla yetindikleri ve
O’nun gücünü ve saygınlığını elinden aldıkları için, Pavlus’un sözleri onlar için geçerlidir:
“Baş’a tutunmuyorlar” [Kol. 2:19, mealen].
Đman, Mesih’te kurtulmanın sağlam bir temelini oluşturabilsin ve böylelikle O’na
dayanabilsin diye, şu ilke ortaya atılmıştır: Baba’nın Mesih’e verdiği görev, üç bölümdür.
O’na peygamberlik, krallık ve başkâhinlik verilmiştir178. Bu kelimelerin amacını ve
kullanılışını anlamadan, bu kelimeleri bilmenin pek değeri yoktur. Papacılar da bu kelimeleri
kullanıyorlar ama soğuk ve oldukça etkisiz biçimde, çünkü bu sıfatların her birinin ne
kapsadığını bilmiyorlar.
Tanrı’nın, halkına kesintisiz bir peygamberler silsilesi sağlayarak, kurtulmaları için
yeterli olacak yararlı bir öğretişten onları asla yoksun bırakmamasına rağmen, dine bağlı
insanların zihinlerine her zaman ancak Mesih geldiğinde tam bir anlayış ışığını umut etmeleri
gerektiği kanısının aşılandığını daha önce söylemiştik179. Bu beklenti, gerçek dini asla
bilmeyen Samiriyelileri bile kadının sözlerinden belli olduğu üzere etkisi altına almıştı:
“Mesih gelince bize her şeyi bildirecek” [Yu. 4:25]. Yahudilerin aklı bunu düşünmeden kabul
edemiyordu ama net kehanetlerle öğrendikten sonra çok inandılar. Yeşaya’nın sözü özellikle
iyi bilinmektedir: “Bakın onu halklara tanık, önder ve komutan yaptım” [Yşa. 55:4]. Başka bir
yerde Yeşaya O’na, “Harika öğüdün habercisi ya da yorumcusu” demiştir [Yşa. 28:29 ve Yer.
32:19’la Yşa. 9:6’dan derleme]. Bu nedenle elçi müjde öğretişinin yetkinliğini övmektedir.
Önce, “Tanrı eski zamanlarda peygamber aracılığıyla birçok kez çeşitli yollardan atalarımıza
seslendi” diyor [Đbr. 1:1], Sonra şunu ekliyor: “Bu son çağda da sevgili Oğlu’yla bize
seslenmiştir” diye ekliyor [Đbr. 1:2]. Ama peygamberlerin ortak görevi, Mesih’in gelişine
kadar kilisenin umudunu sürdürmek ve aynı zamanda da, onu desteklemek olduğu için,
imanlılar dağıldıklarında bu sıradan bereketten yoksun kalmaktan şikayet ettiklerini okuyoruz:
“Artık kutsal simgelerimizi görmüyoruz, peygamberler de yok oldu, içimizden kimse
bilmiyor ne zamana dek…” [Mez. 74:9]. Ama Mesih artık çok uzakta olmadığında, Daniel’in,
“görüm ve peygamberliği mühürlemesinin” [Dan. 9:24] zamanı saptanmıştı. Sadece burada
178
Calvin’in, Mesih’in peygamberlik, başkahinlik ve krallık görevlerine bakışı için bk. J. F.
Jansen, Calvin’s Doctrine of the Work of Christ. Jansen, bu açıklamanın arka planı
konusunda bazı yararlı bilgiler verir (s. 20-38). Calvin’in dikkatinden Mesih’in peygamberlik
görevinin büyük ölçüde kaçtığını düşünür. Yine de Reform ilahiyatının tipik eserlerinde bu
üçlü görev, Mesih’in Aracılık işiyle ilgili öğretişin iskeletini oluşturur.
179
II. vi. 2-4
276
söz edilen peygamberlik sözleri yetkinlikle pekiştirilmiyordu, imanlılar da sabırla bir süre
peygambersiz yaşayabileceklerdi, çünkü bütün vahiylerin doluluğu ve zirvesi yakındı.
2. Peygamberlik görevinin bizim için anlamı
“Mesih” sıfatının bu üç görevle ilişkili olduğuna dikkat edilmelidir: Yasa altındaki
kâhinler ve krallar gibi, peygamberlerin de kutsal yağla meshedildiğini biliyoruz. Herkesin
bildiği “Mesih” adı, vaat edilen Aracıya da bahşedilmişti. Başka bir yerde belirttiğim gibi180,
özellikle krallığı nedeniyle ve krallığıyla ilgili olarak Đsa’ya Mesih dendiğini kabul ediyorum.
Ne var ki, peygamber ve başkahin olarak meshedilmesinin yeri vardır, bunu
küçümsememeliyiz. Yeşaya, özellikle birincisinden şöyle söz etmektedir: “Egemen RAB’bin
Ruhu üzerimdedir, çünkü O beni yoksullara müjde iletmek için meshetti. Yüreği ezik
olanların yaralarını sarmak için, tutsaklara serbest bırakılacaklarını… RAB’bin lütuf yılını…
ilan etmek için” [61:1-3; Krş. Luk. 4:18]. O’nun, Baba’nın lütfunun habercisi olmak için Ruh
tarafından meshedildiğini görüyoruz. Ve alışıldık yoldan değil – çünkü O, aynı görevi yapan
diğer öğretmenlerden farklıdır. Öte yandan şuna dikkat etmeliyiz: Mesih, sadece öğretme
görevini yürütebilsin diye Kendisi için değil, müjdenin sürekli olarak vaaz edilmesinde
Ruh’un gücü de var olsun diye, bütün bedeni için meshedilmiştir. Yine de şu kesindir:
Getirdiği yetkin öğretişle bütün peygamberliklere son vermiştir. Bu durumda, müjdeden
hoşnut olmayanların hepsi ona yabancı bir şey eklemekte, ondan Mesih’in yetkisini
çıkarmaktadır. Göklerden, “Sevgili Oğlum budur… Onu dinleyin” [Mat. 17:5 Krş. Mat. 3:17]
diye gürleyen Ses, tek bir ayrıcalıkla O’na bütün diğerlerinden daha yüksek bir paye
vermiştir. O zaman bu meshedilme, Yoel’in önceden, “Oğullarınız, kızlarınız peygamberlikte
bulunacaklar… görümler görecekler” dediği üzere [Yoe. 2:28], Baş’tan üyelere yayılmıştır.
Ama Pavlus, O’nun bilgeliğimiz olarak bize verildiğini söylerken [1Ko. 1:30] ve başka bir
yerde, “Bilginin ve bilgeliğin bütün hazineleri O’nda saklıdır” [Kol. 2:3] derken, biraz farklı
bir şeyi kast etmektedir. Yani Mesih’in dışında bilinmeye değer bir şey yoktur ve O’nun kim
olduğunu iman sayesinde algılayanlar göksel bereketleri bütün sınırsızlığıyla yakalamışlardır.
Bu nedenle Pavlus başka bir ayette şunu yazmaktadır: “Đsa Mesih’ten ve Onun çarmıha
gerilişinden başka hiçbir şey bilmemeye kararlıydım” [1Ko. 2:2]. Bu, çok doğrudur, çünkü
müjdenin yalınlığının ötesine geçmek yasaya uygun değildir. Mesih’in peygamberliğinin
saygınlığı, bize verdiği şekliyle öğretişin bütünündeki her parçanın yetkin bilgelik içerdiğini
öğrenmemize rehberlik etmektedir.
(ii . Krallık görevi – ruhsal karakteri, 3-5)
3. Mesih’in egemenliğinin sonsuzluğu
Şimdi krallığa geliyorum. Önce okurlarımı krallığın doğasının ruhsal olduğuna dair
uyarmadan bundan söz etmek anlamsıdır. Bundan, krallığın bütün gücü ve sonsuzluğu kadar
bizim için yararlı ve bereketli olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Daniel Kitabı’nda meleğin
Mesih’le bağdaştırdığı [Dan. 2:44] bu sonsuzluğu Luka’nın Müjdesi’nde melek haklı olarak
halkın kurtuluşuna bağlamaktadır [Luk. 1:33]. Ancak bu sonsuzluğun da iki türü vardır ya da
iki şekilde düşünülmelidir: birincisi kilisenin bütün bedeniyle ilgilidir; ikincisi tek tek üyelere
aittir. Birincisi için Mezmurlardaki ifadeye göndermede bulunmalıyız: “Bir kez kutsallığım
üstüne ant içtim, Davut’a yalan söylemeyeceğim. Onun soyu sonsuza dek sürecek, tahta
karşımda güneş gibi duracak, göklerde güvenilir bir tanık olan ay gibi sonsuza dek kalacak”
[Mez. 89:35-37]. Kuşkusuz burada Tanrı, Oğlu’nun eliyle kilisesinin sonsuza kadar
koruyucusu ve savunucusu olacağını vaat ediyor. Bu peygamberliğin tam olarak sadece
Mesih’te yerine geldiğini görüyoruz, çünkü Süleyman’ın ölümünden hemen sonra krallığın
büyük bir bölümü üzerindeki egemenlik yıkılmış ve –Davut’un ailesi için utanç verici olarak
180
II. vi. 3
277
– özel bir kişiye geçmişti [1Kr. 12. böl.]181. Daha sonra üzücü ve utanç verici bir şekilde son
buluncaya kadar giderek çökmüştü [2Kr. 24. böl.].
Yeşaya’nın açıklaması aynı anlamdadır: “Onun kuşağından bunu düşünen oldu mu?”
[Yşa. 53:8]. Mesih’in, üyeleriyle arasında bir bağ oluşturacak şekilde ölümü yendiğini
duyurmaktadır. Bu nedenle, ne zaman Mesih’in sonsuza kadar sürecek bir güçle silahlandığını
duysak, kilisenin devam etmesinin182 bu korumayla güven altına alındığını hatırlayalım.
Kilise sürekli sorun olan şiddetli gerilimlerde, sayısız felaketlerle tehdit edildiği üzücü ve
korkunç fırtınalarda hala güven altındadır. Davut, Tanrı’nın boyunduruğunu ve
Meshedilmişini silkeleyip atmaya çalışan düşmanlarının cesaretine gülerek şöyle der: “Krallar
ve halk boşuna öfkeden köpürüyor… çünkü göklerde oturan onların saldırılarını püskürtecek
kadar güçlü” [Mez. 2:2, mealen]. Böylece Tanrı’ya bağlı insana kilisenin sonsuza kadar
korunacağının güvencesini veriyor ve ne zaman ezilseler onları umuda teşvik ediyor. Başka
bir yerde Tanrı’nın kişiliğiyle konuşurken Davut şöyle diyor: “Ben düşmanlarını ayaklarının
altına serinceye dek sağımda otur” [Mez. 110:1]. Burada, kiliseyi yıkmak için kaç güçlü
düşman hile yaparsa yapsın, Oğlu’nu sonsuza kadar Kral olarak atayan Tanrı’nın değişmez
kararını etkilemek için yeterince güçlü olmadıklarını öne sürüyor. Buradan çıkan sonuca göre,
dünyanın bütün kaynaklarıyla birlikte iblis, Mesih’in sonsuza kadar sürecek olan tahtının
üzerinde kurulan kiliseyi asla yıkamayacaktır.
Şimdi bunun özel olarak her birimiz için geçerli olması açısından – aynı “sonsuzluk”
kutsanmış bir ölümsüzlük umudu esinlemelidir. Çünkü yeryüzüne ait her ne varsa dünyayla
ve zamanla ilişkili, aslında ölümlü olduğunu görüyoruz. Bu nedenle Mesih, umudumuzu
göklere kaldıralım diye, “Krallığım bu dünyadan değildir” [Yu. 18:36] diye ilan etmektedir.
Kısacası, Mesih’in krallığının ruhsal olduğunu duyan, bu sözle harekete geçen birimiz daha
iyi bir yaşam umudu elde etsin. Bu artık Mesih’in eliyle korunduğu için, bu lütfun gelecek
çağdaki olgun meyvesini beklesin.
4. Mesih’in krallık görevinin bizim için bereketi
Ancak Mesih’in krallığının ruhsal olduğunu kabul ettiğimizde bunun gücünü ve
yararını algılayabileceğimizi söylemiştik. Çarmıhın altında ömür boyun mücadele vermemiz
gerekse de, durumumuzun güç ve acıklı olduğu bu olgudan yeterince bellidir. Dünyadaki bu
yaşamın ötesinde Göklerdeki Krallığın bereketlerini yaşayacağımızdan emin değilsek, Göksel
Kralın egemenliğinin altında toplanmanın bize ne yararı olacaktır? Bu nedenle, bize Mesih’te
vaat edilen mutluluğun, dışarıdaki – sevinçli ve esenlikli bir yaşam sürdürmek, zengin mal
varlıklarına sahip olmak, her türlü zarara karşı güven altında olmak, genellikle peşinde
koşulan bedensel istekler gibi zevklerin bolluğu şeklinde- yararları içermediğini bilmeliyiz.
Hayır, bizim mutluluğumuz göksel yaşamdadır! Dünyada bir halkın gönenci ve refahı bir
ölçüde bütün iyi şeylerin bolluğuyla iç barışa, bir ölçüde de dıştan gelecek saldırılara karşı
onları koruyacak güçlü savunmalara bağlıdır. Aynı şekilde Mesih, canların sonsuza kadar
kurtuluşu için gerekli olan her şeyle halkını zenginleştirmekte ve ruhsal düşmanların bütün
saldırıları karşısında yenilmeden durmaları için onları cesaretle tahkim etmektedir. Buradan,
O’nun Kendi adından çok bizim adımıza –içten ve dıştan- egemenlik kurduğu sonucunu
çıkarıyoruz. Tanrı bizim için neyin uygun olduğunu bildiğine göre, Ruh’un doğamız gereği
eksik olduğumuz armağanlarıyla donatılırız. Bu ilk ürünlerle yetkin bir berekette gerçekten
Tanrı’yla birleştiğimizi algılayabiliriz. Aynı Ruh’un gücüne dayanarak iblise, dünyaya ve her
tür zarara karşı her zaman zafer kazanacağımızdan kuşku duymayalım. Mesih’in Ferisilere
181
Görünüşe bakılırsa Calvin’in aklında, on oymağın Yarovam’ın tarafına geçmesi (1Kr. 12.
böl.) ve 2. Krallar 24. bölümde yazılan felaketler vardı.
182
Dünyada gerçek kilisenin devam etmesi, Reformcu kilise öğretişini oluşturan unsurlardan
biridir.
278
karşı iddiası budur: Tanrı’nın Krallığı bizim içimizde olduğu için, gözle görülür şekilde
gelmeyecektir [Luk. 17:21, 20]. Belki de Kendisini, Tanrı’nın en büyük bereketlerinin
Kendisinin egemenliği altında geleceğinin beklenmesi gereken Kral diye açıkladığı için,
Ferisiler Mesih’ten belirtilerini göstermesini şaka yollu istediler. Ama Mesih onlara
vicdanlarına bakmalarını emretti, çünkü “Tanrı’nın Egemenliği…doğruluk, esenlik ve Kutsal
Ruh’ta sevinçtir” [Rom. 14:17]. Bunu, aksi takdirde dünyasallığa çok fazla eğilimli olanların,
akılsızca gösterişe kapılmalarını önlemek için yapmıştır. Bu sözler bize Mesih’in Krallığının
bize ne verdiğini kısaca öğretmektedir. Bu krallık dünyasal ya da bedenle ilişkili olmadığı ve
yozlaşmaya açık olmadığı ama ruhsal olduğu için, bizi sonsuz yaşama yüceltmektedir.
Bu yaşamı zavallılığı, açlığı, soğuğu, aşağılaması, ayıpları ve diğer sorunlarıyla
birlikte sabırla sürdürebilelim diye –şu tek şeyle yetinelim: Kralımız bizi asla boynu bükük
bırakmayacak ama savaşımız sona erip biz zafere davet edilinceye kadar ihtiyaçlarımızı
sağlayacaktır. O’nun egemenliğinin doğası budur. Baba’dan aldığı her şeyi bizimle paylaşır.
Bizi gücüyle silahlandırıp kuşatır, güzelliği ve görkemiyle donatır, bolluğuyla
zenginleştirir183. Bu bereketler bize en semereli yücelik fırsatı verir. Đblise, günaha ve ölüme
karşı korkusuzca savaşmamız için bize güven sağlar. Sonuçta, O’nun doğruluğunu giyerek
dünyadaki bütün ayıpların üstünden cesurca ayağa kalkarız. O’nun bize karşılıksız şekilde bol
bol armağanlar vermesi gibi, karşılığında biz de O’nun görkeminin ürünlerini verebiliriz.
5. O’nun krallık görevinin ruhsal doğası: Mesih’in ve Baba’nın egemenliği
Bu durumda, kralın meshedilmesi yağla ya da kokulu merhemlerle değildir. Tersine,
“Bilgelik ve anlayış ruhu, öğüt ve güç ruhu… ve RAB korkusu Onun üzerinde olduğu” için
[Yşa. 11:2] Ona, “Mesih” [Christus] denmektedir. Bu, mezmurun, “Arkadaşlarından daha çok
meshedildiği” diye duyurduğu “sevinç yağı”dır [Mez. 45:7], çünkü O’nda bu yetkinlik
olmasaydı, hepimiz ihtiyaç içinde ve aç olurduk. Daha önce söylendiği gibi184, Kendisi için
değil, bereketini aç ve susuzların üzerine yağdırabilsin diye güçlendi. Baba’nın Oğlu’na
“Ruh’u ölçüyle vermediği” söylenmektedir [Yu. 3:34]. Bunun nedeni şöyle açıklanıyor:
“Onun doluluğundan lütuf üzerine lütuf alalım diye” [Yu. 1:16]. Pavlus’un söz ettiği bereket
bu çeşmeden akmaktadır: “Lütuf her birimize Mesih’in armağanı ölçüsünde bağışlandı” [Ef.
4:7]. Bu ifadeler benim söylediğimi yeterince doğruluyor: Mesih’in Krallığı dünyasal
zevklerde ve gösterişte yatmıyor. Bu nedenle Krallıkta payımız olacaksa dünyadan
vazgeçmeliyiz.
Bu kutsal meshin görülen bir simgesi, Mesih’in vaftizinde görülmüştür. Ruh, güvercin
benzerliğinde O’nun üzerine konmuştur [Yu. 1:32; Luk. 3:22]. Bu, yeni bir şey değildir ve
Ruh’a ve armağanlarına “meshetme” adının verilmesi saçma gelmemelidir [1Yu. 2:20, 27].
Çünkü ancak bu yolla canlanırız. Özellikle göksel yaşam açısından, Kutsal Ruh’un yavaş
yavaş aşıladığının dışında bizde bir damla canlılık yoktur. Kutsal Ruh, yaşayacağı yer olarak
Mesih’i seçtiği için, çok ihtiyacımız olan göksel zenginlikler O’ndan bol bol akmaktadır.
Đmanlılar, krallarının gücü ve O’nun kendilerine bol bol verdiği ruhsal zenginliklerle
yenilmeden dururlar. Bu nedenle, haklı olarak onlara Hıristiyan denmektedir.
Pavlus’un ifadesi, sözünü ettiğimiz bu sonsuzluktan çıkarılıp alınamaz: “Bundan
sonra… Egemenliği Baba Tanrı’ya teslim edecektir” [1Ko. 15:24]. Aynı şekilde, “Tanrı her
şeyde her şey olsun diye…her şey Oğul’a bağımlı kılınacaktır” [1Ko. 15:28]. Bununla Pavlus,
bu yetkin yücelikte Krallığın egemenliğinin şimdiki gibi olmayacağını söylemektedir. Baba,
Oğul’un eliyle bize egemen olabilsin, bizi besleyebilsin, destekleyebilsin, bize bakabilsin ve
yardım edebilsin diye, bütün yetkiyi Oğul’a vermiştir. Kısa süreliğine Tanrı’dan uzaklaşsak
183
184
Krş. “Spirituales eius divitiae”, m. 5
Yk. bk. m. 2.
279
bile Mesih, Tanrı’yla sağlam bir beraberliğe bizi yavaş yavaş yönlendirmek için tam
ortamızda durmaktadır.
O’nun Baba’nın sağında oturduğu söylemek, Tanrı’nın egemenliğinin bütün yetkisine
sahip olan vekili demekle kuşkusuz aynıdır. Tanrı, deyim yerindeyse, dolaylı olarak kilisesini
Mesih’te yönetmek ve korumak istemektedir. Pavlus, Efeslilere Mektup’unun ilk bölümünde
bunu açıklamaktadır: “Mesih, bedeni olan… kilisenin Başı” olsun diye, “Baba’nın sağında”
oturtulmuştur [ 18-23. a., mealen]. Başka bir yerde öğrettiğinde de aynısını söylemektedir: (s.
501) “Tanrı… O’na her adın üstünde olan adı bağışladı. Öyle ki, Đsa adına herkes diz çöksün
ve her dil, Baba Tanrı’nın yüceltilmesi için Đsa Mesih’in Rab olduğunu açıkça söylesin” [Flp.
2:9-11]. Pavlus bu sözleriyle şimdiki güçsüzlüğümüz için gerektiğinden ötürü Mesih’in
Krallığındaki sıralamayı da vermektedir. Pavlus haklı olarak şu sonucu çıkarmaktadır:
Kilisenin tak başı Tanrı’nın Kendisi olacaktır, çünkü Mesih’in kiliseyi savunma görev sona
erecektir. Aynı nedenle Kutsal Yazı’da genellikle Mesih’e “Rab” denmektedir, çünkü Baba,
Oğlu aracılığıyla egemenliğini uygulamaya koymak için Mesih’i başımıza getirmiştir.
Dünyada kutlanan pek çok rab olsa da [Krş. 1Ko. 8:5-6], “Bizim için tek bir Tanrı Baba
vardır. O da her şeyin kaynağıdır, bizler O’nun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da Đsa
Mesih’tir. Her şey O’nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O’nun aracılığıyla yaşıyoruz”
demektedir Pavlus [1Ko. 8:5-6]. Buradan, Yeşaya’nın ağzından kilisenin kralı ve yasa
koyucusu olduğunu ilan edenin aynı Tanrı olduğu sonucunu gerektiği şekilde çıkarıyoruz
[Yşa. 33:22]. [Oğul] sahip olduğu bütün yetkinin, “Baba’nın bereketi ve armağanı” olduğunu
sürekli olarak söylese bile, sadece tanrısal yetkiyle egemenlik sürdüğünü söylemek
istemektedir. Neden Aracı kişiliğini üstlenmiştir? Bize yakın olabilsin diye Baba’nın
sinesinden ve akıl almaz yücelikten gelmiştir. Başka bir neden, her birimizin O’na itaat
etmeye ve itaatimizi büyük bir istekle tanrısal iradeye yönlendirmeye karar vermemizdir!
Mesih, krallık ve isteyerek ve itaatle boyun eğen Tanrı’ya bağlı kişiler için pastörlük
görevlerini yerine getirmektedir. Öte yandan, O’nun onları kırmak ve çömlek gibi parçalamak
için, bir demir çubuk taşıdığını işitiyoruz [Mez. 2:9]. Ulusları yargılayacağını, ortalığı
cesetlerin dolduracağını ve başları ezeceğini de okumaktayız [Mez. 110:6]. Bugün bu olgunun
çeşitli örneklerini görüyoruz ama tam kanıt Son Yargı’da ortaya çıkacaktır ki, bu O’nun
egemenliğindeki son eylemi diye düşünülebilir.
(iii . Başkâhinlik görevi: uzlaştırma ve aracılık, 6)
6. Mesih’in başkâhinlik görevinden ve bunu yapmasından kısaca söz etmeliyiz: Pak ve
lekesiz bir aracı olarak Mesih, kutsallığıyla bizi Tanrı’yla uzlaştırır. Ancak Tanrı’nın haklı
laneti O’na yaklaşmamızı engeller ve Tanrı, yargıç görevi yaparken bize öfkelenir. Başkahin
olarak Mesih bizim adımıza Tanrı’dan merhamet etmesini isteyebilsin ve gazabını
yatıştırabilsin diye, bir kefaretin müdahale etmesi gerekir. Mesih, bu görevi yapmak için bir
sunuyla ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Çünkü yasa altında da kâhin, imanlıların
savunucusu olarak imanlılarla Tanrı’nın arasında dursa bile, imanlılar günahlarına kefaret
edilmezse Tanrı’yı yatıştıramayacaklarını bilsinler diye [Lev. 16:2-3], kahinin kan akıtmadan
kutsal yere girmesi yasaktı [Đbr. 9:7]. Elçi bu konuyu Đbranilere Mektup’un yedinci
bölümünden neredeyse onuncu bölümünün sonuna kadar uzun uzadıya ele almaktadır. Onun
tezini özetlersek: Başkâhinlik görevi sadece Mesih’e aittir, çünkü Kendi kanını kurban diye
sunarak bizim suçlarımızı silmiş ve günahlarımızın bedelini ödemiştir [Đbr. 9:22]. Tanrı’nın,
“pişman olmayacağı” çok ciddi yemini bunun ne kadar önemli bir konu olduğuna dair bizi
uyarmaktadır: “Melkisedek düzeni uyarınca sonsuza dek kâhinsin sen” [Mez. 110: 4; Krş. Đbr.
5:6; 7:15]. Kuşkusuz bu sözleriyle Tanrı, kurtuluşumuzun bütünüyle döneceği ana yönü
belirlemek istiyordu. Dendiği gibi, başkâhinimiz olarak Mesih, günahlarımızı silip bizi
kutsamasaydı, günahlarımızdan ve suçlarımızdan kaynaklanan murdarlığın bizi alıkoyduğu bu
lütfu bizim adımıza almasaydı biz ya da dualarımız Tanrı’ya ulaşmazdı. Mesih’in
280
başkahinliğinin yararları ve bereketleri bize ulaşabilsin diye, O’nun ölümünden başlamamız
gerektiğini görüyoruz.
Bundan, O’nun sonsuza kadar aracılık edeceği sonucu çıkıyor: O’nun yakarışı
sayesinde merhamet ediliyoruz. Tanrı’ya bağlı kişiler Tanrı’nın babaca merhametine güvenle
yaslanıp, Aracının sayesinde yapılanların Tanrı’nın gözüne iyi göründüğüne inanırlarken,
sadece duaya duyulan güven değil, vicdan huzuru da doğmaktadır. Tanrı, yasa altında hayvan
adaklarının Kendisine sunulmasını emretse de, Mesih’te yeni ve farklı bir buyruk vardı.
Burada aynı kişi hem başrahip hem de kurbandı. Bunun nedeni, günahlarımızın karşılığında
başka bir bedelin yeterli olmaması ve Tanrı’ya öz Oğul’un sunduğunu sunmaya hiç kimsenin
layık olmamasıydı. Şimdi, sadece sonsuza kadar sürecek olan uzlaştırma yasasıyla Baba bize
karşı merhametli ve bağışlayıcı olsun diye değil, bu büyük görevde O’nun arkadaşları olarak
kabul edilelim diye de Mesih başkahin rolünü oynamaktadır [Va. 1:6]. Murdar ama O’nda
birer kâhin olan bizler185, kendimizi ve her şeyimizi Tanrı’ya sunuyoruz ve getirdiğimiz dua
sunularıyla övgüler kabul edilebilsin ve Tanrı’nın huzurunda güzel koksun diye göklerdeki
kutsal yere özgürce giriyoruz. Mesih’in, “Kendimi onların uğruna adıyorum” [Yu. 17:19]
ifadesinin anlamı budur. Aksi takdirde Baba’ya iğrenç gelebilecek olan bizi de Kendisiyle
birlikte Baba’ya adadığı için, O’nun kutsallığıyla aşılanan bizler, pak ve temiz –hatta kutsalolarak O’nun gözüne hoş görünürüz. Kutsal yerin, Daniel’de anlatıldığı gibi meshedilmesinin
nedeni budur [Dan. 9:24]. Bu meshetmeyle o zaman geçerli olan gölge meshetme arasındaki
zıtlığa dikkat etmeliyiz. Sanki melek, “Bu gölgeler yok olduğunda gerçek başkâhinlik
Mesih’te ortaya çıkacak” demiştir. Mesih’in başkahinliğinden hoşnut olmayarak O’nu
yeniden kurban etmeye kalkışanların uydurmacaları daha da iğrençtir! Papacılar, Missa’yı
Mesih’in kurban edilmesi diye düşünerek bunu her gün yapıyorlar.
XVI. BÖLÜM
MESĐH’ĐN KURTULUŞUMUZU SAĞLAMAK ĐÇĐN KEFARET ETME GÖREVĐNĐ
NASIL YERĐNE GETĐRDĐĞĐ. BURADA, GÖĞE ÇIKIŞI KADAR ÖLÜMÜ VE DĐRĐLĐŞĐ
DE ELE ALINMAKTADIR
(Yine de bizi seven Tanrı’ya günah işleyerek yabancılaşan bizi Mesih
uzlaştırmaktadır, 1-4)
1. Kurtarıcı
Şimdiye kadar Mesih hakkında söylediklerimiz şu tek hedefle bağdaştırılmalıdır:
Suçlu, ölü, kaybolmuş kişiler olarak, Petrus’un iyi bilinen, “Bu göğün altında insanlara
bağışlanmış, bizi kurtarabilecek hiçbir ad yoktur” [Elç. 4:12] sözünde bize öğretildiği üzere
doğruluğu, özgürlüğü, yaşamı ve kurtuluşu O’nda aramalıyız. “Đsa” adı O’na nedensiz,
rastlantı eseri ya da insanların kararıyla verilmemiş, yüce kararı duyuran melek186 tarafından
gökten getirilmiştir. Bunu nedeni şöyle belirtilmektedir: O, halkı günahlarından kurtarmak”
için gönderilmiştir [Mat. 1:21; Krş. Luk. 1:31]. Bu sözlere başka bir yerde değindiğimize
dikkat etmeliyiz187: Kefaret etme görevi O’na, Kurtarımız olabilsin diye verilmiştir. Bizi
kurtuluşun nihai hedefine yönlendirmeseydi kefaret yeterli olmayacaktı. O’na hafifçe bile olsa
arkamızı döndüğümüz an, O’na sıkıca dayanan kurtuluşumuz yavaş yavaş sona erer. Sonuçta,
gönüllü olarak güvenmeyenler kendilerini bütün lütuftan yoksun bırakırlar. Bernard’ın uyarısı
hatırlanmaya değerdir: Đsa’nın adı sadece ışık değil, besindir de; onsuz canın bütün
185
Calvin’in, özellikle imanlıların kahinliği konusundaki sözleri ender ve sistemsizdir. Ancak
başka konuları ele alırken aslında bu öğretişin içeriğindeki özü Luther’in oluşturduğunu kabul
eder.
186
Meleğin Meryem’e mesajında duyurduğu kurtuluş “kararı”, Luk. 1:28-33.
187
II. vi. 1.
281
besinlerinin kuru olduğu yağdır da; tuzdur, onun çeşnisi olmadan önümüze koyulan her şey
lezzetsizdir; sonuçta ağızdaki bal, kulaktaki melodi, (s. 504) yürekteki sevinç ve aynı
zamanda ilaçtır. O’nun adından söz edilmeyen her konuşma tatsızdır.”188
Ama burada bizim kurtuluşumuzu nasıl başardığını ciddi şekilde düşünmeliyiz. Bunu,
O’nun sadece yazar olduğuna inanmak için değil, bizi şu ya da bu yöne iten şeyi reddederek,
imanımız için yeterli ve istikrarlı bir destek kazanmak için de yapmalıyız. Hiç kimse
kendisine inemez189 ve kendisine karşı Tanrı’nın gazabını ve düşmanlığını hissetmeden ne
olduğunu düşünemez. Bu durumda, Tanrı’yı yatıştırmanın yollarını ve çarelerini endişeyle
aramalıdır – ve bu, bir bedel ister. Sıradan bir güvence istenmez, çünkü günahkârların
günahları bağışlanıncaya Tanrı’nın gazabı ve laneti her zaman onların üzerindedir. O, adil bir
Yargıç olduğu için, yasasının çiğnenmesinin cezasız kalmasına izin vermez, bunun öcünü
almaya hazırlanır.
2. Tanrı’nın gazabının farkında olmak, Mesih’teki sevgiden doğan eylemine şükran
duymamıza neden olur
Ne var ki, daha çok yol almadan, bizi merhametle bekleyen Tanrı’nın Mesih
aracılığıyla bizimle uzlaşıncaya kadar bize düşman olmasının ne kadar uygun olduğunu yeri
gelmişken görmeliyiz. Zaten karşılıksız inayetiyle bize kucak açmasaydı bize olan sevgisine
kefaret eden tek Oğlu’ndan nasıl vazgeçebilirdi? Burada bir tür çelişki ortaya çıktığı için, bu
zorluğu gidereceğim. Kutsal Yazı’da Ruh genellikle şu tarzda konuşmaktadır: “Đnsanlar,
Mesih’in ölümüyle lütufla barışıncaya kadar Tanrı onlara düşmandı” [Rom. 5:10, mealen].
“O’nun kurban edilmesiyle günahlarına kefaret edilinceye kadar lanet altındaydılar” [Gal.
3:10, 13, mealen]. “O’nun bedeniyle uzlaşma sağlanıncaya kadar Tanrı’ya yabancıydılar”
[Kol. 1:21-22]. Bu tür ifadeler bizim yetimizle bağdaştırılmıştır. Öyle ki, Mesih olmadan ne
kadar zavallı ve yıkıma götüren bir durumda olduğumuzu daha iyi anlayabilelim. Tanrı’nın
gazabı, öcü ve sonsuz ölümün bize dayandığı net olarak belirtilmeseydi, Tanrı’nın merhameti
olmadan ne kadar acınacak durumda olduğumuzu pek kabul etmez ve özgürlüğün bereketini
küçümserdik.
Örneğin; şöyle dendiğini düşünün: “Sen hala günahlıyken Tanrı senden nefret ediyorsa
ve layık olduğun şekilde seni reddediyorsa seni korkunç bir yıkım beklemeliydi. Ama gönüllü
olarak sana lütfunu ve karşılıksız merhametini sürdürdüğü ve Kendisine yabancılaşmana izin
vermediği için, seni bu yıkımdan kurtardı.” O zaman tabii ki, bu adam Tanrı’nın merhametine
olan borcunu görecek ve hissedecektir. Öte yandan Kutsal Yazı’nın öğrettiği üzere, günah
yüzünden Tanrı’ya yabancılaştığını, gazabın mirasçısı olduğunu, sonsuza ölüm lanetine
uğradığını, bütün kurtuluş ümidinden dışlandığını, Tanrı’nın bütün bereketlerinin dışında
kaldığını, günahın boyunduruğu altında Şeytan’ın kölesi olduğunu, en sonunda korkunç bir
yıkımın başına geldiğini ve zaten buna bulaşmış olduğunu; bu noktada avukatı olarak
Mesih’in müdahalede bulunduğunu, Tanrı’nın bütün günahlıları tehdit eden adil yargısının
verdiği cezayı O’nun üstlenip çektiğini, günahlıları Tanrı’nın gözünde nefret edilir kılan
kötülükleri kanıyla arındırdığını, bu kefaretiyle Tanrı Baba’yı gerektiği gibi tatmin ettiğini ve
kurban olduğunu, aracılık ederek Tanrı’nın gazabını yatıştırdığını; Tanrı’nın insanlarla
esenliğinin bu temele dayandığını; O’nun onlara karşı cömertliğinin bu kanla sürdüğünü
öğrendiğini düşünün. Bu insan, kurtulduğu felaketin büyüklüğünü çok canlı resmeden bütün
bu olaylardan daha da çok etkilenmez mi?190
188
Bernard, Sermons on the Songs of Songs xv. 6 (MPL 183. 340 vd; çev. S. J. Eales, Life and
Work of St. Bernard IV. 83 vd).
189
Krş. I. i. 2; I. v. 3.
190
Tanrı’nın, Mesih’te açıklanan sevgisine insanın verdiği yanıtla etkileyici olan kefaret
düşüncesi (genellikle Abailard’ın adıyla bağdaştırılan bu fikir) bir anda bu cümlede ortaya
282
Özetlersek: Tanrı’nın gazabının korkusu ve sonsuz ölümün dehşetiyle önce
akıllarımızı darbe indirip etkilemezse, yüreklerimiz Tanrı’nın merhametiyle yaşamı yeterince
coşkuyla yakalayamadığı ya da onu borçlu olduğumuz şükranla kabul edemediği için, Kutsal
Yazı bize, Mesih olmazsa Tanrı’nın, deyim yerindeyse, bize düşman olduğunu ve elinin bizi
yıkmak üzere silahlandığını algılamayı; O’nun iyiliğini ve babaca sevgisine sadece Mesih’te
kucak açmayı öğretmektedir.
3. Tanrı’nın günahkârlığa gazabı; sevgisi Mesih’te barışmamızdan önce gelmektedir
Bu ifada bizim aciz anlayışımızı ayartsa bile, söylenen yanlış değildir. En büyük
doğruluk olan Tanrı, hepimizde gördüğü günahkârlığı sevemez. Hepimizin Tanrı’nın nefretini
hak eden bir yanımız vardır. Bozulmuş doğamız ve bunu izleyen günahlı yaşamımız
açısından, kuşkusuz hiç birimiz Tanrı’yı hoşnut edemiyoruz, gözüne kötü görünüyoruz ve
cehennem laneti içinde doğduk. Ancak Rab, içimizdeki Kendisine ait olan şeyi kaybetmemek
için, Kendi şefkati nedeniyle yine de sevecek bir şey bulmaktadır. Yine de kendi kabahatimiz
yüzünden ne kadar günahlı olsak da, O’nun yarattıklarıyız. Ölümü üzerimize çeksek de bizi
yaşamamız için yaratmıştır. Bizi lütfuna kabul etmek için, bize olan pak ve karşılıksız
sevgisiyle harekete geçmektedir. Doğru kişiyle günahkârın arasında sürekli ve uzlaşmaz bir
görüş ayrılığı olduğu için, biz günahlı olduğumuz sürece bizi tam olarak kabul edemez. Bu
nedenle, bütün düşmanlık nedenlerini ortadan kaldırmak ve eninde sonunda bizi Kendisiyle
barıştırmak için, Mesih’in ölümüyle gerçekleşen kefaretle içimizdeki bütün kötülükleri
silmektedir. Öyle ki, daha önce mirli ve murdar olan bizler, O’nun doğru ve kutsal
olduğumuzu gösterebilelim. Bu nedenle Baba Tanrı sevgisiyle önce davranır ve bizim
Mesih’te barışmamızı bekler. Nitekim “önce O bizi sevdiği için” [1Yu. 4:19], sonra bizi
Kendisiyle barıştırmaktadır. Ama Mesih ölümüyle imdadımıza koşuncaya kadar Tanrı’nın
öfkesini hak eden günahkârlık içimizde sürüp gitmekte, O’nun önünde suçlanarak mahkûm
edilmektedir. Bu durumda ancak Mesih bizi Tanrı’yla birleştirdiğinde biz tam olarak sıkıca
O’nunla birleşiriz. Tanrı’nın bizden hoşnut olduğunun ve bize şefkatle verdiğinin güvencesini
edinirsek gözümüzü aklımızı bir tek Mesih’ten ayırmamalıyız. Çünkü sadece O’nun
aracılığıyla günahlarımızdan ötürü bize yapılan suçlamadan –beraberinde Tanrı’nın gazabını
getiren suçlamadan- kaçarız.
4. Kefaret işi Tanrı’nın sevgisinden kaynaklanır; bu nedenle, sevgiyi pekiştirmemiştir
Bu nedenle Pavlus, Tanrı’nın “dünyanın yaratılışından önce” bize kucağını açtığı
sevgisinin Mesih’te pekişip temel attığını söylemektedir [Ef. 1:4-5]. Bunlar açık ve Kutsal
Yazı’ya uygundur. Tanrı’nın bize olan sevgisini, ölmesi için tek Oğlu’nun vererek ilan
ettiğinin [Yu. 3:16] ve Tanrı bizim düşmanımızken Mesih’in ölümüyle barıştığımızın [Rom.
5:10] söylendiği ayetlerle güzelce uyum içindedir. Ancak antik dönemdeki kilisenin
tanıklığını isteyenler için bunları daha çok kesinleştirmek üzere, Augustinus’un aynı konuyu
öğrettiği bir yazısından alıntı yapacağım: “Tanrı’nın sevgisi, anlaşılamaz ve değişmezdir” der.
“Çünkü Oğlu’nun kanı aracılığıyla O’nunla barıştıktan sonra bizi sevmeye başlamamıştır.
Tersine, - biz hiçbir şey olmadan önce- tek Oğlu’nun yanı sıra biz de O’nun oğulları olalım
diye, dünya yaratılmadan önce bizi sevmiştir. Mesih’in ölümü aracılığıyla barışmamız, nefret
ettiklerini sevebilsen diye Oğlu bizi O’nunla barıştırmış gibi anlaşılmamalıdır. Tersine,
günahtan ötürü bizim düşman olduğumuz, bizi seven Tanrı’yla çoktan barışmıştık. Benim
doğruyu söyleyip söylemediğime elçi tanıklık etsin: “Biz daha günahkârken Mesih bizim için
öldü” [Rom. 5:8]. Bu durumda O, bizi Kendisine düşmanlık edip günah işlerken bile
atılmışa benziyor. Ama Calvin’in düşüncesi Abailar’ınki gibi değildir. E. Brunner, Calvin’in
Anselm’in bunun yerini alan öğretişine bağlı olduğunu haklı olarak vurgulamaktadır: The
Mediator (çev. O. Wyon), s. 438 vdd., 458, 507.
283
seviyordu. Bizden nefret etse bile olağanüstü ve tanrısal bir şekilde bizi seviyordu. Biz, O’nun
yarattığı gibi olmadığımız için bizden nefret ediyordu. Yine de günahkârlığımız O’nun elinin
işini tümüyle yok etmediği için, aynı zamanda yaptıklarımız nedeniyle nasıl her birimizden
nefret edeceğini ve her birimizi nasıl seveceğini biliyordu.” Bunlar Augustinus’un sözleridir.
(Mesih’in itaatinin ve ölümünün etkileri, 5-7)
5. Mesih bizi ömür boyu sürdürdüğü itaati sayesinde kurtarmıştır
Şimdi biri sorar, Mesih günahı nasıl ortadan kaldırdı, bizimle Tanrı’nın arasındaki
ayrılığı nasıl giderdi, Tanrı’nın merhametini ve sevgisini kazanalım diye doğruluğu nasıl elde
etti? Buna genellikle, bütünüyle itaatli davranarak bizim için başardı yanıtını verebiliriz191.
Pavlus’un ifadesi bunu kanıtlamaktadır: “Bir adamın söz dinlemezliği yüzünden nasıl birçoğu
günahkâr kılındıysa, bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu da doğru kılınacaktır” [Rom. 5:19].
Başka bir ayette Pavlus gerçekten de bizi yasanın lanetinden kurtaran bağışlama vahasını
Mesih’in bütün yaşamını kapsayacak şekilde genişletmektedir: “Zaman dolunca Tanrı, yasa
altında doğanları özgürlüğe kavuşturmak için kadından doğan, Yasa altında doğan öz Oğlu’nu
gönderdi” [Gal. 4:4-5]. Vaftizinde bile Baba’sının buyruğunu itaatle yerine getirerek
doğruluğun bir bölümünü yerine getirdiğini öne sürmektedir [Mat. 3:15]. Kısacası, Mesih kul
biçime girdiği zamandan itibaren bizi kurtarmak için özgürlüğün bedelini ödemeye
başlamıştır.
Yine de, Kutsal Yazı kurtuluşun yolunu daha tam olarak anlatmak için, bunun
Mesih’in ölümüne özgü ve ölümüyle bağlantılı olduğundan söz etmektedir. Mesih,
“Đnsanoğlu… canını birçokları için vermeye geldi” der [Mat. 20:28]. Pavlus, “Mesih,
günahlarımız için öldü” diye öğretir [Rom. 4:25, mealen]. Vaftizci Yahya, “Tanrı Kuzusu”
olduğu için O’nun, “dünyanın günahlarını kaldırmaya geldiğini” duyurur [Yu. 1:29, mealen].
Başka bir ayette Pavlus, “Mesih’te olan kurtuluşla karşılıksız aklanırız, çünkü O, kanıyla
barıştıran kurban olarak sunuldu” diye öğretmektedir [Rom. 3:24-25, mealen]. Aynı şekilde,
“O’nun kanı aracılıyla aklandık ve ölümü aracılığıyla barıştık” [Rom. 5:9-10]. Ayrıca, “Tanrı,
günahı bilmeyen Mesih’i bizim için günah sunusu yaptı” 2Ko. 5:21]. Bütün tanıklıkların
peşine düşmeyeceğim, çünkü listenin sonu gelmez ve birçoğundan da sırayla söz edilecek. Bu
nedenle, “Elçilerin Đnanç Açıklaması” denen yetkin kurtuluşun tümünü kapsayan açıklama
Mesih’in doğumundan ölümüne ve dirilişine kadar hemen ön sıraya geçmektedir. Yine de
O’nun yaşamı boyunca gösterdiği itaat buraya dâhil edilmemiştir. Pavlus, başından sonuna
kadar bunu kabul etmektedir: “Kul özünü alarak ululuğunu bir yana bıraktı… ve ölümüne,
hatta çarmıhtaki ölümüne kadar Baba’ya itaat etti” [Flp. 2:7-8, mealen]. Aslında ölümde bile
gönüllü itaati önemlidir, çünkü kurbanın gönüllü olarak sunulmamasında fazla dürüstlük
olmayacaktı. Rab, “koyunları uğruna canını verdiğine” tanıklık ettiğinde [Yu. 10:15] uygun
şekilde, “canımı kimse benden alamaz” diye eklemektedir” [Yu. 10:18]. Yeşaya bu anlamda,
“Kırkıcıların önünde sessizce duran kuzu gibi” demektedir [Yşa. 53:7; Elç. 8:32]. Müjde
tarihinde, O’nun öne çıkarak askerlerle karşılaştığını [Yu. 18:4] ve Pilatus’un önünde
Kendisini savunmadığı, durup karara boyun eğdiği [Mat. 27: 12, 14] anlatılmaktadır. Aslında
mücadele etmeden değil; çünkü O, bizim güçsüzlüğümüzü üstlenmişti ve Baba’sına bu
şekilde gösterdiği itaat sınanmalıydı! Ve burada O’nun bize olan karşılaştırma kabul etmez
sevgisinin kanıtı sıradan değildi: dehşetli bir korkuyla mücadele etmek ve bize sağlayışta
bulunabilsin diye bu acımasız işkencelerde Kendisiyle ilgili bütün endişelerden sıyrılmak.
Şuna sıkıca sarılmalıyız: Mesih, Kendi duygularını göz ardı ederek tümüyle Baba’sının
191
Pannier, Đnanç Açıklaması’nın en doğaüstü maddesi diye görünen “Bakire Meryem’den
doğdu” ifadesinden, Calvin’in aslında Mesih’in tanrısallığını değil, insanlığını, O’nun
Adem’in soyuyla bağlantısını kanıtlamak için yararlandığını belirtmektedir. (Pannier,
Institution II. 382. s. 96, dn. 98)
284
iradesine teslim olup boyun eğmeseydi, Tanrı’ya doğru bir kurban sunulmuş olmazdı. Bu
noktada elçinin mezmurun tanıklığından alıntı yapması yerindedir: “Yasa tomarında yazıldığı
üzere, [Đbr. 10:7] ‘Senin isteğini yapmalıyım, Ey Tanrı. [Đbr. 10:9]. Yapacağım ve yasan
yüreğimin derinliliğindedir [Mez. 40:7-8]. Sonra, ‘Đşte, geldim’ dedim’” [Đbr. 10:7]. Ne var ki,
titreyen vicdanlar kurbanla ve günahlara kefaret edilen arınmayla huzura kavuştuğu için,
şuraya buraya yönleniriz ve bizim için, yaşamın özü Mesih’in ölümünde ortaya konur.
(Pilatus aracılığıyla mahkûm edilme)
Suçlarımızın yol açtığı lanet bizi, Tanrı’nın göklerdeki yargı kürsüsünde bekliyordu.
Kutsal Yazı, karşı karşıya kaldığımız cezanın bu doğru insana verildiğini bize öğretmek için,
önce Mesih’in Yahuda valisi Pontus Pilatus’un önünde suçlanmasını anlatmaktadır. Tanrı’nın
korkunç yargısından kaçamayız. Mesih, bizi bundan kurtarmak için, ölümlü bir insanın –hatta
günahkâr ve kutsallıktan yoksun bir adamın- önünde suçlanmasına izin vermiştir. Çünkü
“yüksek rütbeli memur”192 sıfatından sadece tarihin imansızlığını onaylamak için değil,
Yeşaya’nın öğrettiklerini öğrenebilelim diye söz edilmektedir: “Esenliğimiz için gerekli olan
ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk” [Yşa. 53:5]. Bizim günahlarımızın
kaldırılması için O’nun herhangi bir ölüm acısını çekmesi yeterli değildi: Hem bizim
mahkûmiyetimizi çekerek hem de suçumuzu üstlenerek bizi özgür kılabilsin diye
Kurtuluşumuzun bedelini ödemek için bir ölüm şekli seçilmişti. Şayet hırsızlar tarafından
öldürülseydi ya da öfkeli bir kalabalığın ayaklanmasında katledilseydi böyle bir ölüm bedel
ödemenin kanıtı olmayacaktı. Ama suçlu diye yargı kürsüsüne çağrıldığında, tanıklıklar
tarafından suçlanıp sıkıştırıldı ve yargıcın ağzından ölüme mahkûm edildi –suçlu ve kötü bir
adam rolünü üstlendiğini bu kanıtlardan biliyoruz. Burada, peygamberlerin kehanetleriyle
önceden söylenen ve imanımızı büyük ölçüde rahatlatıp onaylayan iki unsura dikkat
etmeliyiz. Mesih’in ölüme götürülmek üzere yargıç kürsüsünden alındığını ve iki hırsızın
arasında asıldığını duyduğumuzda Müjdecilerin söz ettikleri peygamberliğin yerine geldiğini
görüyoruz: “Yasayı çiğneyenlerin arasında sayıldı” [Mar. 15:28, Vulgata; Krş. Yşa. 53:12].
Neden böyle? Tabii ki, doğru ve masum insanların değil, günahlıların yerine ölsün diye.
Çünkü masumluk nedeniyle değil, günah nedeniyle ölüm acısı çekti. Öte yandan, mahkûm
eden aynı dudakların O’nu akladığını işittiğimizde (çünkü Pilatus halkın önünde O’nun
masum olduğuna birçok kez tanıklık etmek zorunda kalmıştı [örn; Mat. 27:23], başka bir
peygamberin sözleri akla gelmektedir: Çalmadığı malın parasını ödedi [Mez. 69:4]. Mesih’te
günahlı ve kötü bir insan kişiliğinin anlatıldığını görüyoruz ama aynı zamanda
Kendisininkinin yerine başka birinin günahını yüklendiği O’nun parlayan masumluğundan
bellidir. Pontius Pilatus zamanında ceza gördü ve valinin resmi kararıyla suçluları arasında
sayıldı. Yine de böyle değildir – Pilatus, “Ben O’nda hiçbir suç görmüyorum” [Yu. 18:38]
dediğinde, aynı zamanda yargıcı tarafından doğruluğu ilan edildi. Bu, bizim aklanmamızdır:
Bizi cezaya tabi kılan suç Tanrı’nın Oğlu’na yüklenmişti [Yşa. 53:12]. Ömür boyu titreyelim
ve kaygılanalım diye, her şeyden önce bu vekilliği unutmayalım –Tanrı’nın Oğlu’nun üstüne
aldığı, Tanrı’nın adil öcü hala üzerimizde asılı duruyormuş gibi.
6. “Çarmıha gerildi”
Mesih’in ölüm şekli, içinde eşsiz bir gizem barındırmaktadır. Çarmıh, sadece
insanların görüşlerine göre değil, Tanrı’nın yasasındaki hükümle de [Yas. 21:23]
lanetlenmişti. Bu nedenle Mesih, çarmıha asıldığında lanete maruz kalmıştı. Bu, günahlarımız nedeniyle bizi bekleyen ya da daha çok bizim üzerimizde duran- bütün lanet
O’na yönelirken bizim üzerimizden kalksın diye bu şekilde olmuştu. Yasada da bu önceden
192
“Nomen praefecti”. Krş. yk. “praeside judaeae” Ama Pilatus’un sıfatı
Judaeae”ydı [Yuhada temsilcisi].
“procurator
285
belirtilmişti. Günahlar için sunulan kurbanlar ya da kefaretlere “Aşmot” deniyordu. Bu,
aslında günahı belirten Đbranice bir sözcüktü. Kutsal Ruh bu kelimeyi mecaz olarak
kullanarak, bunların günahların yol açtığı laneti üstlenip taşıyan aklanma sunularına
benzediğini söylemek istemiştir. Musa’nın sunularında mecazla anlatılanlar, mecazların ilk
örneği olan Mesih’te tezahür etmiştir. Yetkin bir kefarette bulunmak için Mesih, peygamberin
anlattığı üzere [Yşa. 53:10; Krş. 5. a.] Aşam olarak, yani günah karşılığından sunulan kefaret
olarak Kendi hayatını vermiştir. Pisliğimiz ve cezamız bir şekilde ona yükleniyor ve bize ceza
verilmekten vazgeçiliyordu. Elçi, “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i bizim için günah sunusu
yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrı’nın doğruluğu olalım” [2Ko. 5:21] diye öğrettiğinde
buna daha açıkça tanıklık etmektedir. Bütün kusurlardan son derece uzak olan Tanrı’nın Oğlu
yine de bizim günahlarımızın utancını ve ayıbını üzerine almış, karşılığındaysa bize Kendi
paklığını giydirmiştir. Pavlus, günahtan söz ederken, “O, insan bedeninde mahkûm edildi”
[Rom. 8:3, mealen] derken, aynı şeyden söz ediyor gibidir. Günahın laneti Mesih’in bedenine
yüklendiğinde Baba, günahın gücünü yok etmiştir. O zaman bu sözün anlamı şudur:
Ölümüyle Mesih, Baba’ya kefaret kurbanı olarak sunulmuştur. Öyle ki, kurban edilerek bütün
bedelleri ödediğinde Tanrı’nın gazabından korkmayı bırakalım. Peygamberin sözünün anlamı
nettir: “RAB hepimizin cezasını ona yükledi” [Yşa. 53:6]. Yani günahlarımızın kirini
temizlemek üzere olan Mesih, suçun Kendisine yüklenmesiyle günahlarla kaplamıştır. Elçinin
tanıklık ettiği gibi, çakıldığı haç bunun sembolüdür: “Đbrahim’e sağlanan kutsama Mesih Đsa
aracılığıyla uluslara sağlansın…diye, Mesih bizim için lanetlenerek bizi Yasa’nın lanetinden
kurtardı. Çünkü ‘Ağaç üzerine asılan herkes lanetlidir’ diye yazılmıştır” [Gal. 4:13-14; Yas.
21:23]. Petrus, “Günahlarımızı ağaçta kendi bedeninde yüklendi” [1Pe. 2:24] diye
öğrettiğinde aynı şeyi söylemektedir, çünkü bize baskı yapan bu yükün O’na yüklendiğini
lanetin bu simgesinden daha net anlıyoruz. Ancak O’nu yenen lanetin altında düştüğünü değil,
tersine, -laneti üzerine alarak- ezildiğini, kemiklerinin kırıldığını ve bütün gücünün
tükendiğini anlamalıyız. Dolayısıyla iman Mesih’in mahkûmiyetinde bir aklanma,
lanetlenmesinde bir bereket anlamaktadır. Geçerli bir nedenden ötürü Pavlus, Mesih’in
çarmıhta Kendi adına elde ettiği zaferi çok güzel duyurmaktadır. Utançla dolu çarmıh sanki
bir zafer arabasına dönüşmüştür! Pavlus şöyle demektedir: “Mesih, bizim aleyhimize olan
yazılı yasayı çarmıha çiviledi… beylikleri silahsızlandırdı… ve bunlarla halkın önünde bir
örnek oluşturdu” [Kol. 2:14-15, mealen]. Hiç de şaşırtıcı değil! Başka bir elçinin tanıklık
ettiği üzere193, “Mesih… sonsuz Kutsal Ruh aracılığıyla sunu olarak Kendini sundu” [Đbr.
9:14]. Doğanın bu başkalaşımı buradan gelmektedir. Ancak bunlar yüreklerimizde sağlam ve
derinden köklensin diye, kurbanı ve arınmayı hiç unutmayalım. Çünkü Mesih bir sunu
kurbanı olmasaydı, O’nun bizim kefaretimiz, fidyemiz ve Tanrı’yı yatıştıran sunumuz194
olduğuna güvenle inanamazdık. Kutsal Yazı ne zaman kefaret şeklini ele alsa kandan söz
etmektedir. Ama Mesih’in dökülen kanı bedel değil, bizim bozulmuşluğumuzu yıkamak için
tekne işlevi de görmüştür [Krş. Ef. 5:26; Ti. 3:5; Va. 1:5].
7. “Öldü ve gömüldü”
Đnanç Açıklaması, “Öldü ve gömüldü” diye devam etmektedir. Yine burada O’nun
kurtuluşumuzun bedelini ödemek için her açıdan bizim yerimizi aldığı görülüyor. Ölüm, bizi
boyunduruğunun altında tutsam etmişti; bizim yerimize Mesih bizi ondan kurtarmak için onun
gücüne boyun eğmiştir. Elçi, “Herkes için ölümü tattı” [Đbr. 2:9] diye yazdığında bunu böyle
anlamaktadır. Ölümüyle, ölmememizi garanti altına aldı ya da yaşayalım diye, Kendi
ölümüyle bizi kurtardı –ki bu, aynı şeydir. Yine de bir bakımdan bizden farklıydı: Ölümün,
193
Calvin, “elçi” kelimesini kullanarak Đbraniler’i Pavlus’un yazdığını bir an kabul eder
görünmektedir. Başka yerlerdeyse bunu tekrar tekrar reddetmektedir.
194
Krş. Luk. 21:28; Rom. 3:24; Kol. 1:14; 1Ti. 2:6; Đbr. 9:5; Đbr. 11:35.
286
Kendisini yutmasına izin verdi. Sanki ölümün derin kuyusu O’nu içine çekmeyecekmiş de,
kısa süre sonra bizi içine çekecek olan derin kuyuyu Kendisi içine çekecekmiş gibi [Krş. 1Pe.
3:22, Vulgata]. Ölümün gücüne yenilmek için değil, tersine, ölüm bizi tehdit edip düşmüş
durumumuzla eğlendiğinde etkisizleştirmek için ona boyun eğmiştir. Sonunda amacı şuydu:
“Ölüm gücüne sahip olanı, yani Şeytan’ı yok edebilmek ve ölüm korkusu yüzünden yaşamları
boyunca köle olanların hepsini özgür kılmak” [Đbr. 14-15].
Mesih’in ölümünün bizim üzerimizdeki ikinci etkisi şudur: Bizim paydaş olmamızla
O’nun ölümü dünyasal üyelerimizi bozar. Öyle ki, artık işlevlerini yapamazlar ve bu,
içimizdeki eski insanı gelişip semere vermesin diye öldürür. Mesih’in gömülmesinin de etkisi
aynıdır: Buna paydaş olan bizler de O’nunla birlikte günaha gömülürüz. Elçi, “O’nunkine
benzer bir ölümle O’nunla birleştik” [Rom. 6:5] ve “O’nunla birlikte ölüme gömüldük” [Rom.
6:5]; “O’nun çarmıhı aracılığıyla dünya benim için ölüdür, ben de dünya için” [Gal. 2:19;
6:14]; O’nunla birlikte öldük [Kol. 3:3] diye öğretmektedir. Bu ifadelerle Pavlus, bizi sadece
Mesih’in ölümünün bir örneğini sergileyelim diye teşvik etmiyor, Hıristiyanlar O’nun
ölümünü yararsız ve semeresiz bulmuyorlarsa, bu ölümün doğasında bütün Hıristiyanlarda
görülmesi gereken bir etkinin bulunduğunu da ilan ediyor.
Mesih’in ölümünde ve gömülmesinden alacağımız iki bereket ortaya konuyor: Bizi
tutsak eden ölümden özgürleşmek ve benliğimize egemen olmak.
(Ölüler diyarına iniş öğretişinin açıklaması, 8-12)
8. “Ölüler diyarına indi”
Ama O’nun ölüler diyarına inmesini atlamamalıyız. Bu, beraberinde kefareti getiren
önemli bir konudur. Đnanç Açıklaması’nda okuduğumuz bu ifadenin bir zamanlar kiliselerde
çok fazla kullanılmadığı antik dönem yazarlarından anlaşılmaktadır195. Ama bu öğretişin
özetlenmesine yer ayırmak gerekir, çünkü en önemli konuda yararlı ve küçümsenmeyecek
gizemler içermektedir. En azından bazı eski yazarlar bunun üzerinde durmazlar196. Buradan,
bunun bir süre sonra eklendiğini ve kiliselerde hemen değil, zamanla gelenek haline geldiğini
tahmin edebiliriz. Şu kadarı kesindir: Tanrı’ya bağlı olan herkesin genel inancını yansıtmıştır;
yorumları farklı olsa bile, yazılarında Mesih’in ölüler diyarına inmesinden söz etmeyen hiçbir
baba yoktur. Ama bu maddenin kimin tarafından ya da ne zaman eklendiği pek önemli
değildir. Daha çok, Đnanç Açıklaması’yla ilgili dikkate değer nokta şudur: Burada inancımız,
bütün ayrıntılarıyla ve tam olarak özetlenmektedir; Tanrı’nın pak Sözü’nden çıkarılanın
dışında hiçbir şey içermemektedir. Bu maddenin Đnanç Açıklaması’na eklenmesinden vicdanı
rahatsız olan birileri varsa197, kefaretin bütününde bunun ne kadar önemli olduğu az sonra
195
Burada Calvin, Erasmus’un Explanation of the Apostle Creed’ini V. 967 vd. izlemektedir.
Bu kitap, Erasmus’un bütün çalışmalarını içeren Omnia Opera D. Erasmi’nin (Basel, 1541)
Basel’de yapılan basımıyla birlikte yayınlanmıştır. Bu öğretişin daha geç dönemlerdeki
açıklaması ve Đnanç Açıklaması’yla birleştirilmesi konusunda özellikle bk. A. Vacant ve E.
Mangenot, Dictionnaire de théologie Catholique, “Descent de Jesus aux enfers” maddesi, C.
IV. Buna yapılan en eski göndermelerden biri, 359 yılında Trakya’da Nike’de toplanan,
ortodoks olmayan “Eski Đnanç Açıklaması”ndadır. Sokrates bunu Ecclesiastical History ii.
37’de anlatmıştır (MPG 67. 280; çev. Ayer, Source Book, s. 318; H. Bettenson, Document of
the Christian Church, s. 61).
196
Augustine, ilmihal öğrencilerine Đnanç Açıklaması konusunda verdiği vaazında bunu
atlamaktadır (De symbolo ad catechumenos). Calvin’den önceki bazı cesur teologlar, ölüler
diyarına inişi sorgulamışlar ya da reddetmişlerdir. 1140 yılında Đnanç Açıklaması’nı gözden
geçiren Reginald Pecock, bu maddeyi atlamıştır.
197
1559’da bu cümlenin eklenmesi eleştirinin yeniden canlanmasına yol açmış olabilir. John à
Lasco, Bullinger’e yazdığı 17 Haziran 1553 tarihli mektubunda Londra’daki Alman
287
açıklanacaktır: Bu dahil edilmezse Mesih’in ölümünün yararlarından birçoğu kaybolup
gidecektir. Öte yandan bu maddede yeni bir şeyden söz edilmediğini ama Mesih’in
gömülmesi konusunda daha önce söylenenlerin başka bir şekilde tekrarlandığını, Kutsal
Yazı’da “ölüler diyarı” kelimesinin çoğunlukla mezarı belirttiğini düşünenler vardır198. Bu
kelimenin anlamıyla ilgili olarak öne sürdüklerinin doğru olduğunu kabul ediyorum:
Genellikle “ölüler diyarı”ndan “mezar” anlaşılmaktadır. Ama onların görüşleri karşısında iki
neden ağır basmakta ve beni onlarla aynı görüşte olmamaya kolayca ikna etmektedir. Hiçbir
güç yanı olmayan bir şey açık ve basit kelimelerle belirtildiğinde, onu açıklayacak yerde
belirsiz duruma getiren kelimelerle yeniden belirtmek ne kadar düşüncesizlik olurdu! Aynı
konudaki iki ifade aynı bağlamda kullanıldığında ikinci ifade birincinin açıklaması olmalıdır.
Şayet biri, “Mesih gömüldü” dediğinde, “Ölüler diyarına indi” diyorsa bu, ne tarz bir
açıklama olur? Đkincisi, bu tarz yararsız bir tekrarın bu özete sızmış olması olası değildir. Bu
özette, imanımızın başlıca noktaları olabildiğince en az kelimeyle uygun şekilde
belirtilmektedir. Bu konuyu biraz dikkatle enine boyuna düşünen herkesin benimle aynı
görüşü seve seve paylaşacağından hiç kuşkum yok.
9. Mesih cehennemde miydi?
Diğerleri bunu farklı yorumlamakta: Mesih, yasa altında ölen ataların canlarına,
kefaretini tamamladığını ve kapatıldıkları zindandan kurtulduklarını duyurmak için indi199. Bu
yorumu desteklemek için, hata yaparak bir mezmuru kanıt gösteriyorlar: “Tunç kapıları kırdı,
demir kapı kollarını parçaladı O” [Mez. 107:16]. Aynı şekilde Zekeriya’yı da: “Sürgündeki
halkınızı susuz çukurdan çıkarıp özgür kılacağım” [9:11]. Ancak mezmurda uzak ülkelerde
köle edilenlerin kurtulacağı önceden belirtilmektedir; Zekeriya’daysa halkın derin, susuz
çukura ya da dipsiz kuyuya atıldığı Babil felaketi karşılaştırılmakta ve aynı zamanda da bütün
kilisenin kurtuluşunun cehennemin derinliklerinden kurtuluş olduğu öğretilmektedir. Daha
sonraki kuşak şu ya bu şekilde bunun yeraltında bir yer olduğunu düşünmüş ve “Araf” adını
vermiştir200. Ama bu öykü büyük yazarlar tarafından tekrarlanmasına ve bugün de birçok kişi
tarafından gerçek diye savunulmasına rağmen öyküden başka bir şey değildir. Öyleyse
Mesih’in canının onları kurtarmak için buraya inmesine ne gerek vardı?
Mesih’in, Ruh’unun gücüyle onların üzerinde parladığını, sadece umut olarak tattıkları
lütfun o zaman dünyaya açıkça göründüğünü anlayabilmelerini sağladığını seve seve kabul
ediyorum201. Petrus’taki ayet olasılıkla böyle açıklanabilir. Petrus, “Ruh’ta gidip bunları
zindanda olan ruhlara da duyurdu” diyor [1Pe. 3:19]. Bu bağlam, bu tarihten önce ölen
imanlıların bizimle aynı lütfu paylaştıklarını varsaymamıza neden oluyor. Petrus, ölülere
kadar nüfuz eden Mesih’in ölümünün gücünü yüceltiyor; Tanrı’ya bağlı canlarsa çok
isteyerek bekledikleri bu ziyareti görmüşlerdir. Öte yandan kötüler, kurtuluştan dışlandıklarını
çok daha net anlamışlardı. Petrus, Tanrı’ya bağlı insanlarla bağlı olmayan insanlar arasındaki
farkı açıkça belirtmese de, onları fark gözetmeden harmanladığını anlamamız gerekmiyor.
sığınmacıların kilisesinde hizmet yapan Walter Deloenus’un, “Rab’bin ekmediği bir bitki”
(Krş. Mat. 15:13) diyerek, bu maddenin atlanmasını önerdiğini belirtmektedir. Kendisine
sitem edildiğinde hatasını kabul etse bile zararlı bir tartışmaya yol açmıştır.
198
Bu, Bucer’in ve görünüşe bakılırsa Beza’nın görüşüdür.
199
Aquinas, Summa Theol. III. Liii. 5: “Mesih, ölüler diyarına indiğinde Acı’sının gücüyle
kutsalları cennet yaşamından dışlandıkları cezadan kurtardı…”
200
Aquinas, Summa Theol. III. Ek lxix. 4-7’de limbus patrum konusundaki soruları ele alır.
Bunu limbus puerorum’dan ayırır (m. 6) Mesih tarafından kurtarılıncaya kadar babalar Araf’ta
tutuluyorlardı ve umutla dinleniyorlardı. Araf’taki çocuklarınsa “kutsal yaşam umudu hiç
yoktu”.
201
Olasılıkla Zwingli’nin, Exposition of the Faith, “Rab Mesih” bölümüne gönderme.
288
Petrus sadece, iki grubun da Mesih’in ölümü konusunda ortak bir bilinci olduğunu öğretmek
istiyor.
10. Mesih’in bizim için çektiği ruhsal eziyetin ifadesi olarak “ölüler diyarına inmesi”
Ne var ki, Mesih’in ölüler diyarına inmesiyle ilgili olarak Đnanç Açıklaması’nın
dışında daha güvenilir bir açıklama aramalıyız. Tanrı’nın Sözü’nde bize yapılan açıklama
sadece kutsal ve yüce gönüllü değil, olağanüstü tesellilerle de doludur. Mesih’in sadece
bedeni ölseydi etkisi olmazdı. Hayır – Aynı zamanda Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak ve adil
yargısını yerine getirmek için Tanrı’nın acımasız öcünü çekmek O’nun için bir çareydi. Bu
nedenle, cehennemin ordularıyla ve sonsuza kadar süren ölümün korkunçluğuyla yumruk
yumruğa boğuşmuş olmalıdır202. Az önce203 peygamberin, “Esenliğimiz için gerekli olan ceza
ona verildi” Baba tarafından, “Bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi”, “Bizim
suçlarımız yüzünden o eziyet çekti” [Yşa. 53:5] ifadesinden söz ettik. Bu sözlerle peygamber,
Mesih’in kötülük yapanların yerine koyulduğunu, güvence ve kefaret diye –lanetliler gibi
Kendini teslim ederek- onların çekmesi gereken bütün cezaları ve acıları çektiğini söylemek
istiyor. Hepsini- tek bir ayrıcalık dışında: O, ölüm acılarını sürdüremezdi [Elç. 2:24]. Ölüler
diyarına indiği söyleniyorsa, Tanrı’nın öfkesinin kötülere verdiği ölümün acılarını çekmesi
tuhaf değildir! Daha önce olanı O’nun gömülmesinden sonra belirtmenin saçma olduğu
gerekçesiyle, sıranın bu şekilde tersine döndürüldüğünü söyleyenler çok anlamsız ve gülünç
bir itirazda bulunuyorlar204. Buradaki konu, Mesih’in bedeninin sadece kefaretimizin bedeli
olarak verildiğini değil, lanetlenmiş ve terk edilmiş insanın korkunç acısını canında çekerek
daha büyük ve daha mükemmel bir bedel ödediğini bilelim diye, Đnanç Açıklaması’nın,
Mesih’in insanların gözünde çektiği açıyı ortaya koyması ve O’nun Tanrı’nın gözünde
katlandığı bu görünmez ve akıl almaz yargıdan uygun şekilde söz etmesidir.
11. Kutsal Yazı’daki parçalarla bu açıklamanın savunulması
Petrus bu anlamla şöyle diyor: “Tanrı, ölüm acılarına son vererek O’nu diriltti. Çünkü
O’nun ölüme tutsak kalması olanaksızdı” [Elç. 2:24]. Petrus ölümün adını açıkça vermekle
kalmıyor. Tanrı’nın Oğlu’nun, Tanrı’nın -ölümün kaynağı olan- lanetinin ve gazabının yol
açtığı ölüm acılarını çektiğini de açıkça söylüyor. Korkacak bir şey olmadan ileri gitmek ve
oyun oynuyormuş gibi ölüm acısı çekmek ne kadar önemsiz olacaktı! Ama bu, O’nun sınırsız
merhametinin gerçek kanıtıydı. Ölümden ne kadar korksa da, ölmekten kaçınmadı. Elçinin,
Đbraniler’e Mektup’unu yazarken aynı şeyi söylemek istediğinden hiç kuşku yoktur: Mesih,
“korkusu nedeniyle işitildi” [Đbr. 3:7]. (Başkaları bunu, “saygısı” ya da “dine bağlılığı” diye
çeviriyorlar205 ama gerçek kadar konuşma tarzından da bunun yerinde olmadığı bellidir.)
202
Krş. yk. m. 8, 9. Calvin, ölüler diyarına inme kavramını ilk kez Psychopannychia’da
(1534) öne sürer. Đnanç Açıklaması’nın bu maddesinin en çok tutulan yorumu
Aquinas’ınkidir. Aquinas, Lombard ve Albertus Magnus’un oldukça sistematik dışı şekilde
ele aldıkları bu öğretişe tutarlılık kazandırmıştır. Calvin’in yorumu, Pannier’nin dediği gibi,
“tümüyle özgün” değildir. Pico della Mirandola’nın izinden gittiği Cusa’lı Nicolas da aynı
şekilde descensus’u Mesih’in çektiği şiddetli acılar şeklinde açıklamıştır. Luther, Tanrı ve
insan olarak Mesih’in literal anlamda ölüler diyarına indiğini kabul etmiştir. Trent Konsili
Đlmihali’nin 49. maddesinde Aquinas’ın izinden gidilerek, Mesih’in (Eski Antlaşma’daki)
babaları ve dinine bağlı kişileri Araf’taki tutukluluktan kurtardığı belirtilmektedir.
203
Yk. bk. m. 5
204
Calvin’in, Mesih’in çarmıhta kefaret olarak can çekişmesinin de yer aldığı ölüler diyarına
iniş açıklamasıyla Sebastian Castellio alay etmiştir. Calvin, Viret’ye yazdığı Mart 1544 tarihli
mektubunda buna işaret eder. Görünüşe bakılırsa Castellio, burada karşı çıkılan görüşteydi.
205
Latince Kutsal Kitap: “Exauditus est pro sua reverentia.”
289
Mesih, “büyük feryat ve gözyaşlarıyla dua etti… korkusu nedeniyle işitildi” [Đbr. 5:7]; O,
ölümden kurtarılması için dua etmedi, burada bizim doğamızı taşıdığı için bir günahlı olarak
yok olmasın diye dua etti. Kuşkusuz, insanın Tanrı’nın kendisinden vazgeçtiğini ve
uzaklaştığını hissetmesinden ve O’na seslendiğinde işitilmemesinden daha korkunç bir dipsiz
kuyu düşünülemez. Sanki Tanrı mahvolmanız için plan yapmış gibidir. Mesih’in derin bir
acıyla feryat etmek zorunda kalacak kadar üzüldüğünü görüyoruz: “Tanrım, Tanrım, beni
neden terk ettin?” [Mez. 22:1; Mat. 27:46]. Bazıları O’nun, Kendi duygularından çok
başkalarının fikirlerini ifade ettiğini kabul etmektedirler206. Bu, hiç mümkün değildir, çünkü
sözlerinin yüreğindeki derin üzüntüden kaynaklandığı bellidir. Yine de Tanrı’nın O’na
düşman ya da kızgın olduğunu öne sürmüyoruz. “O’ndan hoşnudum” dediği [Krş. Mat. 3:17]
sevgili Oğlu’na nasıl kızabilirdi? Mesih, Tanrı’ya iğrenç görünmüş olsaydı başkalarına karşı
Baba’sını nasıl yatıştırabilirdi? Söylediğimiz şu: Tanrı’nın eliyle “eziyet edildiği ve ceza
çektirildiği” için O, tanrısal şiddetin yükünü çekti ve gazapla dolu, öç alan bir Tanrı’nın bütün
göstergelerini yaşadı. Hilary şöyle akıl yürütmektedir: O’nun ölüler diyarına inmesiyle şunu
kazandık, ölümün üstesinden gelindi. Diğer parçalarında da Hilary’nin görüşü bizimkinden
farklı değildir. Şöyle diyor: “Çarmıh, ölüm, cehennem – bunlar bizim yaşamımızdır.” Başka
bir yerde de, “Tanrı’nın Oğlu cehennemde ama insan göğe çıkarılıyor” demektedir. Elçi, bu
zaferin meyvesini hatırlayarak, aynı şeyi yani, “ölüm korkusu yüzünden yaşamları boyunca
köle olanların hepsini özgür kılmak için kurtardığını” [Đbr. 2:15] öne sürerken, neden özel bir
bireyin tanıklığından alıntı yapıyorum? Mesih, bütün ölümlülere doğal olarak sürekli eziyet
eden ve baskı yapan korkuyu fethetmek zorunda kalmıştır. Bunu ancak onunla savaşarak
yapabilirdi. Bunun sıradan ya da basit bir nedenden ötürü meydana gelen bir üzüntü olmadığı
biraz sonra daha çok anlaşılacaktır. Şeytanın gücüyle, ölümün korkunçluğuyla, cehennemin
acılarıyla yumruk yumruğa mücadele ederek Mesih bunları yendi ve zafer kazandı ki,
öldüğümüzde Prensimizin yok ettiği bu şeylerden korkmayalım [Krş. 1Pe. 3:22].
12. Öğretişin yanlış anlamalara ve hatalara karşı savunulması
Đşte, cahillikten çok fesatlığın harekete geçirdiği bazı eğitim görmemiş zavallılar,
Mesih’e karşı korkunç haksızlık ettiğimi söyleyerek feryat ediyorlar. Canının kurtulacağından
korkmasının O’nun için tutarsızlık olduğuna inanıyorlar. Daha da acımasız bir iftiraya
girişiyorlar: Tanrı’nın Oğlu’na, imana ters düşen bir umutsuzluk atfettiğimi söylüyorlar207.
Birincisi, bu insanlar, Müjde yazarlarının çok açıkça anlattıkları Mesih’in korkusu ve dehşeti
konusunda günahkârca bir çekişme başlatıyorlar. Ölüm saati yaklaşmadan önce Mesih,
“ruhunda derin bir sıkıntı duydu” [Yu. 13:21] ve kederlenmeye başladı, ölüm saati
geldiğindeyse korkuyla daha şiddetli titremeye başladı [Krş. Mat. 26:37]. O’nun, -onların
yaptıkları gibi- Kendisine bu süsü verdiğini söylemek akılsızca bir bahanedir. Ambrosius’un
haklı olarak öğrettiği gibi, şayet çarmıhtan utanmıyorsak Mesih’in üzüntü çektiğini güvenle
206
Cyril, De recta fide, Oratio ii. 18
Barth ve Nielson, Calvin’in bu parçada Castellio’nun eleştirisini çürütmesinin
imkansızlığına inanıyorlar. Calvin’in görüşüne Castillio’nunkinden başka muhalif bir
açıklamanın bulunmadığını bilmelerine rağmen, burada ele alınan suçlamaların Luther’ci bazı
eleştirmenlere ait olma olasılığını dışlamıyorlar. Bu konu, Đngiltere’de tartışılmaya
başlanmıştır. 1552’de Cambridge’de yapılan bir tartışmada Christopher Carlisle bu maddeyi
reddetmiştir. Carlisle’in konuşması 1582’de yayınlanmıştır: Touching the Descension of Our
Savior Christ Into Hell. Gördüğümüz gibi, bir yıl sonra Londra’daki Alman sığınmacıların
kilisesinin hizmetlilerinden birinin benzer görüşlerini dağıtmıştır (yk. m. 8, dn.3). Ayrıca bk.
Herminjard, Correspondance IX. 158, dn. 3; CR XI. 675. Daha sonra Robert Parkes, Otuz
Dokuz Madde’nin 3. maddesine göndermede bulunarak saldırıyı yeniden başlatmış, bu da
Calvin’ci Andrew Willer’in yanıtlamasına neden olmuştur.
207
290
kabul etmeliyiz. Tabii ki, canı cezayı paylaşmasaydı O, sadece bedenlerin Kurtarıcısı olurdu.
Ne var ki, secdeye varanları yüceltmek için mücadele etmeliydi. O’nun –asla yeterince
övülmeyen- iyiliği şurada parlamaktadır: Bizim güçsüzlüğümüzü üzerine almaktan
kaçınmamıştır. Bu, O’nun göksel görkemini asla azaltmaz. Elçinin bize vaat ettiği derin acının
ve üzüntünün tesellisi buradan kaynaklanır: Zavallılığımızda bize daha iyi yardım etmek için
bu Aracı, bizim zayıflığımızı yaşamıştır [Đbr. 4:15].
Mesih’e kötü bir şey atfetmenin alçakça olduğunu öne sürüyorlar. Bu iki işi
düzenleyen Tanrı’nın Ruhu’ndan daha akıllılarmış gibi! Mesih, “her alanda bizim gibi
denenmiş ama günah işlememiştir” [Đbr. 4:15]. Mesih’in zayıflığının bizi telaşa düşürecek bir
yanı yoktur. Şiddet ya da zorunluluk O’nu mecbur etmemiş ama sadece bize olan sevgisi ve
merhametiyle buna boyun eğmeye ikna olmuştur. Ne var ki, bizim için gönüllü olarak çektiği
acılar O’na gücünden en ufak bir şey kaybettirmemiştir. Üstelik O’nu küçük düşürenler şu tek
konuda aldanıyorlar: Mesih, Kendisini itaat sınırları içinde tuttuğu için, O’nun bütün
kötülüklerden uzak ve pak zayıflığını kabul etmiyorlar. Aşırı ve çalkantılı duygularının hiçbir
sınır tanımadığı düşmüş doğamızda hiçbir ölçülülük yoktur. Karşıtlarımız hatalı yaparak
Tanrı’nın Oğlu’nu bu ölçüte göre değerlendiriyorlar. Ama O bozulmamış olduğu için, aşırılığı
dizginleyen ölçülülüğü bütün duygularında ürün vermiştir. Üzüntüde, korkuda ve dehşette
bizim gibi olabilmiştir [Krş. Đbr. 2:17]. Yine de bu özelliği nedeniyle tarzı bizden çok
farklıdır.
Görüşlerini çürüttüğümüz karşıtlarımız başka bir yanlış anlamaya atlıyorlar: Mesih
ölümden korksa bile Tanrı’nın lanetinden ve gazabından korkmamıştır. Bunlardan
korunduğunu biliyordu. Ama Tanrı’ya bağlı okurlar, sıradan insanlardan daha zayıf ve daha
korkak olmak Mesih için ne kadar onurlu olurdu diye düşünsünler! Hırsızlar ve kötü işler
yapan diğerleri ölümlerini gururla çabuklaştırırlar; birçoğu kibirli bir cesaretle ondan nefret
eder; diğerleri onu sakinlikle karşılar. Ölümün dehşetinden ıstırap çekmek ve neredeyse
afallamak Tanrı’nın Oğlu için nasıl bir tutarlılık ya da büyüklük olurdu? O’nunla ilgili olarak
genelde mucize diye düşünülen bir olay anlatılmaktadır: Eziyetin şiddetinden yüzünden kan
damlaları akıyordu [Luk. 22:41]. Ve bunu başkaları görsün diye gösteri olarak yapmıyordu,
çünkü Baba’sına gizlice feryat ediyordu. Şu, bütün kuşkuları gideriyor: Alışılmadık
tesellileriyle O’na cesaret versinler diye gökten melekleri indirmişti [Luk. 22:43]. Sıradan bir
ölümün dehşetiyle, terinden kan fışkıracak ve ancak melekler geldiğinde yeniden
canlanabilecek kadar eziyet çekmek, (söylediğim gibi) Mesih için nasıl utanç verici bir
zayıflık olurdu? Ne? Yüreğindeki inanılmaz acıdan gelen ve üç kez tekrarlanan bu dua –
“Baba, mümkünse bu kase benden uzaklaştırılsın” [Mat.26:39]- O’nun, sıradan bir ölümle
mücadeleden daha acımasız ve daha zor bir mücadeleye girdiğini göstermiyor mu?
Buradan, kelime oyunu yapan, çekiştiğim bu kişilerin bilmedikleri konularda cesurca
çene çaldıkları ortaya çıkıyor. Onlar, Tanrı’nın yargısından kurtulmanın ne olduğunu ya da ne
anlama geldiğini asla içtenlikle düşünmemişlerdir. Ama bizim bilgeliğimiz şu:
Kurtuluşumuzun Tanrı’nın Oğlu’na neye mal olduğunu hakkıyla düşünmek.
Mesih’in, bu ölüm önlensin diye dua ettiğinde ölüler diyarına inip inmediğinin
sorulduğunu düşünün208. Cevap veriyorum; Bizim uğrumuza Tanrı’nın yargı kürsüsünün
önünde duracağını bildiğinde nasıl acımasız ve korkunç eziyetler çektiği sonucunu
çıkarabildiğimiz olayın başlangıcıydı bu. Ruh’un tanrısal gücü benliğin zayıflığına yer
vermek için bir an gizlense de acı ve korku duygusuna yol açan denenmenin imanla ters
düşmediğini bilmeliyiz. Petrus’un vaazındaki ifade böyle yerine gelmişti: “Tanrı, ölüm
acılarına son vererek O’nu diriltti” [Elç. 2:24]. Tanrı’nın adeta Kendisini terk ettiğini
hissettiğinde, O’nun iyiliğine güvenmekte hiç bocalamamıştır. Şiddetli bir acıyla feryat ettiği
Tanrı’ya şu dikkat çekici duası bunun kanıtıdır: “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?”
208
Buradaki açıkça Castellio’nun görüşüne göndermede bulunuluyor.
291
[Mat. 27:46]. Ölçüsüz acılar çekmesine rağmen Kendisini yüzüstü bıraktı diye feryat ettiğine
Tanrım demekten vazgeçmedi. Bu, sözde Monotelit denenlerinki gibi Apollinaris’in yanlışını
da çürütmektedir. Apollinaris, Mesih sadece yarı insan olduğu için, O’nda can yerine sonsuz
bir ruh olduğunu iddia ediyordu209. Sanki Mesih, Baba’ya itaat etmekten başka bir yolla bizim
günahlarımıza kefaret edebilirmiş gibi! Ama itaat etme eğilimi ya da iradesi candan başka
nerededir? Mesih’in canının şu nedenle acı çektiğini biliyoruz: Korkuyu kovmak, canımıza
esenlik ve rahat vermek için. Monotelitlere210 karşıt olarak, O’nun, tanrısal doğasına göre
istediğini insan olarak istemediğini görüyoruz. O’nun söz ettiğimiz korkunun, tam tersine bir
duyguyla üstesinden gelmesine geçiyorum. Bu, açıkça büyük bir paradoks olarak karşımıza
çıkmaktadır: “Baba, beni bu saatten kurtar mı diyeyim? Ama ben bu amaç için bu saatte
geldim. Baba, adını yücelt” [Yu. 12-27-28]. Yine de, kendimizi kontrol etmeye çok fazla
gayret ettiğimizde görüldüğündeki gibi, Mesih’in kafası karışık bile olsa abartılı bir davranışı
yoktu.
(Mesih’in dirilişi, göğe yükselişi ve gökte birleşme, 13-16)
13. “Üçüncü gün ölüler arasından dirildi”
Bundan sonra ölümden dirilmesi geliyor. Şimdiye kadar söylediklerimiz bunsuz eksik
olurdu. Tek acizlik haçta, ölümde ve Mesih’in gömülmesinde ortaya çıktığı için, iman bütün
gücüne ulaşsın diye bütün bunları aşmalıdır. Bu ölümde kurtuluşun tümüyle yerine geldiğini
görüyoruz. Ölüm aracılığıyla Tanrı’yla barışıyoruz, adil yargısı tatmin ediliyor, lanet
kaldırılıyor ve ceza tümüyle ödeniyor. Yine de bize, O’nun ölümüyle değil, “dirilmesiyle
yaşayan bir umutla yeniden doğduğumuz” söylenmektedir [1Pe. 1:3]. Çünkü Mesih dirilerek
ölümü yenmiştir. Đmanımızın ölüm karşısındaki zaferi ancak O’nun dirilmesinde yatmaktadır.
Pavlus’un sözleri bu ölümün doğasını daha iyi açıklıyor: “Đsa suçlarımız için ölüme teslim
edildi ve aklanmamız için diriltildi” [Rom. 4:25] Sanki şöyle diyor: “Günah, O’nun ölümüyle
kaldırıldı; doğruluksa dirilişiyle yeniden canlandı ve hayata döndü.” Ölüme boyun eğmeseydi
ölümüyle bizi nasıl kurtarabilirdi? Mücadelede başarısız olsaydı bizim için nasıl zafer
kazanabilirdi? Bu durumda kurtuluşumuzun özünü Mesih’in ölümüyle dirilişi arasında şu
şekilde ikiye ayırıyoruz: O’nun ölümüyle günah silinmiş ve ölüm yok edilmiştir. Dirilmesiyle
de doğruluğa kavuşulmuş ve yaşam inşa edilmiştir. Öyle ki, -dirilmesi sayesinde- ölümü
gücünü ve etkisini bizde göstermiştir. Bu nedenle Pavlus, “Ölümden dirilmekle Mesih’in
Tanrı’nın Oğlu olduğu ilan edildi” [Rom. 1:2-4], çünkü göksel gücünü en sonunda
göstermiştir. Bu, hem O’nun tanrısallığının net bir aynası hem de imanımızın sağlam bir
dayanağıdır. Aynı şekilde başka bir yerde de Pavlus şunu öğretmektedir: “O, bedenin
güçsüzlüğünde acı çekti ama Ruh’un gücüyle dirildi” [2Ko. 13:4, mealen]. Başka bir yerde
Pavlus aynı anlamda olmak üzere yetkinliği tartışmaktadır: “Ölümünde O’nunla
özdeşleşerek…O’nu ve dirilişinin gücünü bileyim” [Flp. 3:10]. Petrus’un ifadesi bununla
yakın görüş birliği içindedir: “Đmanımız ve umudumuz Tanrı’da olabilsin diye, Tanrı O’nu
ölümden diriltti ve yücelik verdi” [1Pe. 1:21, mealen]. O’nun ölümüyle desteklenen iman
bocalamayacaktır. Đmanımızla bizi koruyan Tanrı’nın gücü de özellikle dirilişte
açıklanmaktadır.
209
Laodikyalı Apollinaris, tanrısal Logos’un, “Bakire Meryem’den aldığı bedendeki canda
bulunduğunu” öğretiyordu (yakl. 360)
210
Monotelitler, Monofizit hizipleşmesini çözümlemek için 7. yüzyılda ortaya çıktılar.
Monofizitler, Mesih’in tek bir doğası olduğunu öğretirken, yani Kalsedon açıklamasını (451)
reddederken, Monoteistler, Đmparator Heraklius’un uzlaşmacı Ecthesis’ine (638) dayanarak,
sadece iki doğayı ama tek bir enerjiyi ya da isteği (θέληµα) kabul ettiler. Öğretişleri 681’de
toplanan Üçüncü Konstantinopolis Konsili’nin 13. oturumunda açıkça reddedildi.
292
Öyleyse ne zaman O’nun sadece ölümünden söz edilse aynı zamanda dirilişini de
anlamalıyız. “Diriliş” kelimesi de aynı şekilde geniş anlamda kullanılmaktadır: Ne zaman
ölümden ayrı olarak söz edilse, özellikle ölümüyle ilişkisi olduğunu anlamalıyız. Ama Mesih,
dirilerek –diriliş ve yaşam olsun diye- galibiyet ödülü aldığı için, Pavlus haklı olarak şu
sonuca varıyor: “Mesih dirilmediyse imanınız yararsızdır, siz de hala günahlarınızın
içindesiniz” [1Ko. 15:17]. Başka bir ayette de –lanetin dehşeti karşısında Mesih’in ölümünü
yücelttikten sonra- vurgulayarak şunu eklemektedir: Tabii ki, “Ölmüş ve dirilmiş olan,
aracımız olarak Tanrı’nın huzurundadır” [Rom. 8:34, mealen].
Ayrıca benliğimizi öldürmenin O’nun çarmıhına paydaş olmaya bağlı olduğunu
yukarıda açıklamıştık211. O’nun dirilişinden de aynı şekilde yarar sağlayacağımızı
anlamalıyız. Elçi şöyle diyor: “O’nun dirilişini paylaşarak yeni bir yaşamda yürüyebilelim
diye O’nunkine benzeyen bir ölüme aşılandık” [Rom. 6:4, mealen]. Mesih’le birlikte
öldüğümüz [Kol. 3:5] olgusundan yola çıkarak başka bir ayette, yeryüzündeki üyelerimizi
öldürmemiz gerektiğinin kanıtını elde etmektedir [Krş. Kol. 3:5] Mesih’le birlikte dirilerek
yukarıdaki bu özelliklerin peşine düşmemiz gerektiği sonucunu çıkarmaktadır [Kol. 3:1-2].
Bu sözlerle, dirilen Mesih’i örneğiyle yalnızca yeni bir yaşam için gayret etmeye
çağrılmıyoruz. O’nun gücüyle doğru kişiler olarak yeniden doğduğumuzu da öğreniyoruz.
O’nun dirilişinin üçüncü bir yararı da vardır: O’nun, doğru olduğunu kanıtladığı bir tür
garantiyle kendi dirilişimizin güvencesi de bize veriliyor. Pavlus 1Ko. 15:12-26’da bunu uzun
uzadıya ele almaktadır.
Sırası gelmişken, O’nun “ölümden dirildiğinin” söylendiğine dikkat etmeliyiz. Bu
sözler O’nun ölümünün ve dirilişinin gerçekliğini açıklamaktadır. Sanki şöyle denmektedir:
“Doğal yoldan ölen diğer insanlarla aynı ölümün acını çekmiştir ve ölümlü durumundayken
aldığı aynı bedende ölümsüz olmuştur.
14. “Göğe çıktı”
Diriliş, göğe çıkışla çok uygun şekilde bağlantılıdır. Ölümlü yaşamın ve çarmıhın
utancının anlamını ve alçaltıcı durumunu bir kenara bırakıp Mesih, dirilerek yüceliğini ve
gücünü çok daha dolu dolu göstermeye başlamıştır. Ancak göğe yükseldikten sonra Krallığını
gerçek şekilde başlatmıştır. Elçi, Mesih’in “her şeyi doldurabilmek için gökyüzüne
yükseldiğini” öğrettiğinde [Ef. 4:10] bunu belirtmektedir. Görünürdeki çelişkiye rağmen
Pavlus, dikkati çeken bir uyum olduğunu söylemektedir. Mesih, bizi öyle bir şekilde
bırakmıştır ki, O’nun huzurunda olmak bizim için daha yararlı olacaktır –yeryüzünde kaldığı
sürece bedenin alçakgönüllülüğünde barınmakla sınırlanmış bir huzur. Yuhanna, bu dikkate
değer çağrıyı, “Bir kimse susamışsa bana gelsin” çağrısını anlattıktan sonra [Yu. 7:37], “Đsa
henüz yüceltilmediği” için imanlılara “Ruh henüz verilmemişti” diye eklemektedir [Yu. 7:39].
Rab de öğrencilerine bu konuda tanıklık etmektedir: “Benim gidişil sizin yararınızadır; çünkü
gitmezsem Kutsal Ruh gelemez” [Yu. 16:7, mealen]. Bedeni yok olacağı için onları teselli
eder. Onları öksüz bırakmayacağını, görünmez ama çok daha çekici şekilde onlara yeniden
geleceğini söyler [Krş. Yu. 14:18-19]. O’nun elinde tuttuğu yetkinin ve uyguladığı gücün,
imanlıların sadece bereket içinde yaşaması değil, mutlu şekilde ölmesi için de yeterli
olduğunu o zaman daha kesin bir deneyimle öğrenmişlerdir. Nitekim sonra Ruhu’nu ne kadar
bol döktüğünü, Krallığını daha olağanüstü şekilde geliştirdiğini, hem halkına yardım ederken
hem de düşmanlarını perişan ederken daha çok güç sergilediğini görüyoruz. Göğe alındığında,
yeryüzündeki hacını hala sürdüren imanlılarla birlikte olmaya son vermek için değil, daha
dolaysız bir güçle göğü ve yeri yönetmek için bedeni gözümüzün önünden uzaklaştırılmıştır
[Elç. 1:9]. Ama göğe yükselerek vaadini yerine getirmiştir: Dünyanın sonuna kadar bizimle
birlikte olacaktır. Bedeni göğün en yüce katına yükselirken gücü ve enerjisi de göğün ve yerin
211
Yk. bk. m. 7
293
sınırlarının ötesine yayılıp dağılmıştır. Bunu kendi sözlerimden çok Augustinus’un sözleriyle
açıklamayı tercih ederim: “Mesih, ölümüyle Baba’nın sağına gitmeliydi, buradan ölüleri ve
dirileri yargılamak için gelecektir. Pak öğretişe ve iman kuralına göre bunu bedensel
varlığıyla yapacaktır. Onlarla ruhsal birlikteliği göğe yükselmesinin ardından gelecektir.”
Başka bir yerde bunu daha ayrıntılı ve daha net açıklamaktadır: “Anlatılamayan ve
görülmeyen lütfu uyarınca, söylemiş olduğu yerine gelecektir: Đşte ben, dünyanın sonuna
kadar sizinle birlikteyim’ [Mat. 28:20]. Söz’ün beden alması, erdenden doğması, Yahudilerce
tutuklanması, ağaca bağlanması, haçtan indirilmesi, ketene sarılması, mezara koyulması,
dirilerek görünmesiyle şu sözler yerine gelmişti: ‘Ben her zaman aranızda olmayacağım’
[Mat. 26:11]. Neden? Bedeninde kırk gün öğrencileriyle birlikte oldu. Öğrenciler O’nunla
beraberken O’nu gördüler ama ardı sıra gidemediler. O göğe yükselmişti! [Elç. 1:3, 9] ve
burada değildi: Orada, ‘Baba’nın sağında oturuyor’ [Mar. 16:19]; ama O burada, çünkü
görkeminin varlığı alınmadı [Krş. Đbr. 1:3]. Görkeminin varlığıyla Mesih her zaman bizimle
ama fiziksel varlığına gelince, öğrencilerine, ‘Ben her zaman aranızda olmayacağım’ [Mat.
26:11] demiştir. Kilise birkaç günlüğüne O’nun bedensel varlığıyla beraberdi, şimdiyse O’nu
gözleriyle göremese de imanıyla O’nunla birlikte.”
15. “Baba’nın sağında oturdu”
Sonuç olarak, hemen sonra şu sözler geliyor: “Baba’nın sağında oturdu.” Bu
benzetme, kralların yanında, yönetme ve egemenlik görevlerini teslim ettikleri vekillerin
olmasından kaynaklanmaktadır. Baba’nın yüceltmek ve O’nun eliyle egemenlik sürmek
istediği Mesih’in Tanrı’nın sağına kabul edildiği söylenmiştir. Mesih’e göğün ve yerin
üzerinde egemenlik yetkisinin verildiği ve Kendisine verilen yönetimi bütün heybetiyle aldığı
söylenmiş gibidir –yönetimi ilk ve son olarak almamıştır, Yargı Günü gelinceye kadar
sürdürecektir. Elçi, şunları belirttiğinde bunu böyle açıklamaktadır: “Baba, O’nu sağ yanında
oturttu…O’nu bütün yönetimlerin, hükümranlıkların, güç ve egemenliklerin, yalnız bu çağda
değil, gelecek çağda da anılacak bütün adların çok üstüne çıkardı” [Ef. 1:18-20, 21]. Ayrıca,
“Tanrı her şeyi Mesih’in ayaklarının altına sererek O’na bağımlı kıldı” [1Ko. 15:27] ve “O’nu
her şeyin üzerinde baş olmak üzere kiliseye verdi”[Ef. 1:22]. Bu “oturma”nın amacını
görüyorsunuz; hem gökte hem de yeryüzünde yaratılanlar O’nun görkemine hayranlıkla
baksın, O’nun eliyle yönetilsin, bir baş işaretine itaat etsin ve O’nun gücüne boyun eğsin.
Elçilerin, sık sık hatırladıklarında öğretmek istedikleri budur; her şey O’nun kararına
bırakılmıştır [Elç. 2:30-36; 3:21; 4. böl.; Đbr. 1:8]. Bunun, O’nun sadece kutsallığını
anlattığını düşünenler yanılırlar. Elçilerin Đşleri Kitabında Đstefanos’un O’nun ayakta
durduğunu gördüğünü söylemesi hiç fark etmez [Elç. 7:55]. Çünkü bu, O’nun bedenselliğiyle
değil, yetkisinin görkemiyle ilgili bir konudur. Bu nedenle, “oturmak” göklerdeki yargı
kürsüsüne başkanlık etmekten başka bir anlama gelmemektedir.
16. Mesih’in göğe yükselmesiyle imanımıza sağlanan yararlar
Đmanımız bundan birçok yarar bağlamaktadır. Birincisi, göğe yükselmesiyle Rab’bin,
Âdem’in yüzünden kapanan Göksel Krallığın yolunu açtığı anlaşılmaktadır [Yu. 14:3]. Sanki
bizim adımıza giriyormuş gibi, göğe bizim bedenimizle girdiği için, elçinin dediği gibi
bundan, zaten bir anlamda bizim, “Mesih’te Tanrı’yla birlikte göksel yerlerde oturduğumuz”
sonucu çıkmaktadır [Ef. 2:6]. Öyle ki, cennette boş bir umutla değil, Baş’ımızda bekleyelim.
Đkincisi, imanla kabul edildiği üzere, Mesih’in Baba’yla birlikte oturması biçim için
büyük yarardır. Elle yapılmamış kutsal bir yere girdiğinde O, bizim sadık avukatımız ve
aracımız olarak Baba’nın önünde durmaktadır [Đbr. 7:25; 9:11-12; Rom. 8:34]. Böylece
Baba’nın bakışını bizim günahlarımızdan başka yere yönlendirerek, O’nun gözlerini Kendi
dürüstlüğüne çevirtecektir. Baba’nın yüreğini bizimle öyle uzlaştırmaktadır ki, aracılığıyla
294
bizim Baba’nın tahtına yaklaşmamızın yolunu hazırlamaktadır. Acınacak durumdaki
günahlıların aksi takdirde dehşete kapılacakları tahtı lütuf ve şefkatle doldurmaktadır.
Üçüncüsü, cehennemin karşısındaki gücümüzün, kudretimizin, gönencimizin ve
yüceliğimizin dayandığı gücü imanla anlaşılmaktadır. “Yükseğe çıktı ve tutsakları peşine
taktı” [Ef. 4:8; Krş. Mez. 68:18]. Düşmanlarını yağmalayarak Kendi halkını zenginleştirdi ve
onlara her gün ruhsal zenginlikler yağdırdı. Kendi gücünü bize aşılayarak yükseklerde
oturmaktadır. Öyle ki, ruhsal yaşamımızı canlandırabilsin, Ruh’uyla bizi kutsayabilsin,
lütfunun çeşitli armağanlarıyla kilisesini donatabilsin, koruması altına alarak onu bütün
zararlardan korusun, çarmıhının ve kurtuluşumuzun öfkeli düşmanlarını elinin gücüyle
dizginleyebilsin ve son olarak da gökte ve yeryüzünde bütün gücü elinde tutabilsin. Bizim de
düşmanlarımız olan bütün düşmanlarını ayakları altına serinceye [1Ko. 15:25; Krş. Mez.
110:1] ve kilisesinin inşası bitinceye kadar bunu yapacaktır. O’nun Krallığının gerçek durumu
budur: Bu, ölüleri ve dirileri yargılamak için gelerek son görevini tamamlayıncaya kadar
Baba’nın O’na verdiği yetkidir.
(Mesih’in gelecekte yargılamak için dönüşü, 17)
17. “Oradan ölüleri ve dirileri yargılamak için tekrar gelecektir”
Mesih, şu andaki gücü konusunda halkına net tanıklıkta bulunmaktadır. Ne var ki,
deyim yerindeyse Krallığı bedenin adiliğinin altında yeryüzünde saklı kalmaktadır. Bu
nedenle imanlıya Mesih’in Son Gün tezahür edeceği görünür varlığını düşünme çağrısı
yapılmaktadır. Mesih, göğe çıkarken görüldüğü aynı görülür biçimiyle gökten inecektir [Elç.
1:11; Mat. 24:30]. Krallığının anlatılamaz görkemiyle, ölümsüzlüğün parıltısıyla,
tanrısallığının sınırsız yetkisiyle, meleklerin eşliğinde herkese görünecektir. Bize, O’nu
Kurtarıcımız olarak beklememiz buyrulmaktadır. O gün kuzuları keçilerden, seçilmişleri
sapmışlardan ayıracaktır [Mat. 25:31-33]. Hiç kimse –diri ya da ölü- O’nun yargısından
kaçamayacaktır. Borazanların sesi, dünyanın dört bir yerinden duyulacak ve o gün hem sağ
olanlar hem de dirilerle arkadaşlık etmelerine daha önce son verilmiş olan ölüler, herkes bu
sesle O’nun yargı kürsüsünün önünde toplanacaktır [1Se. 4:16-17].
“Diriler ve ölüler” sözcüklerini başka şekilde açıklayanlar vardır. Kuşkusuz, eski
yazarlardan bazılarının bu ifadeyi açıklamakta kuşkuya düştüklerini görüyoruz. Basit ve açık
olarak belirtilen anlamıyla, sıradan halkın anlaması için yazıldığı besbelli olan Đnanç
Açıklamasına çok yakındır. Pavlus’un ifadesine de ters düşmemektedir: “Bir kez ölmek…
insanların kaderidir” [Đbr. 9:27-28]. Son Yargı’da ölümlü yaşamlarını sürdürenler doğal
yoldan ve sıralı olarak ölmeseler bile yine de değişime uğrayacaklardır. Bu, ölüme
benzeyeceği için, “ölüm” demek yanlış olmayacaktır. “Herkesin ölmeyeceği ama…
değişeceği” kesindir [1Ko. 15:51-52]. Bu ne demek? Ölümlü yaşamları sona erecek ve “bir
anda” biterek hemen yeni bir doğaya sahip olup değişeceklerdir [1Ko. 15:51-52]. Bedenin bu
yıkıma uğramasının ölüm olduğunu kimse inkar edemez. Dirilerin ve ölülerin yargıya
çağrılacakları yine de gerçektir. “Önce Mesih’e ait ölüler dirilecek. Sonra yaşamakta olanlar,
hayatta olanlar, onlarla birlikte Rab’bi havada karşılamak üzere alınıp götürülecekler” [1Se.
4:16-17]. Büyük olasılıkla bu ifade, Petrus’un Luka’nın anlattığı vaazından [Elç. 10:42] ve
Pavlus’un Timoteos’a ciddi uyarısından [2Ti. 4:1] alınmıştır.
(Elçilerin Đnanç Açıklaması ve Mesih’in yeterliliği konusunda son düşünceler, 18-19)
18. Yargıç –Kurtarıcıdır!
Buradan olağanüstü bir teselli ortaya çıkıyor: Yargının, yargılama onurunu Kendisiyle
paylaşmamızı daha önceden belirleyenin elinde olacağını anlıyoruz [Krş. Mat. 19:28]! Bizi
yargılamak için yargı kürsüsüne çıkması bizden uzak olsun! Çok merhametli Egemenimiz
halkını nasıl mahvedebilir? Baş, üyelerini nasıl perişan edebilir? Avukatımız müvekkillerini
nasıl mahkûm edebilir? Elçi, Mesih bizim için aracılık ederken kimsenin bizi
295
suçlayamayacağını açıklamaya cesaret ettiğine göre [Rom. 8:34, 33], Aracı olarak Mesih’in
gözetim ve koruma altına aldıklarını mahkum etmeyeceği çok daha doğrudur. Bu, basit bir
güvence değil –Kurtuluşumuzu bekleyeceğimiz Kurtarıcımızdan başkasının yargı kürsüsünün
önüne çıkarılmayacağımız! Üstelik müjde aracılığıyla sonsuza kadar sürecek mutluluk vaat
eden O, vaadini yargılayarak yerine getirecektir. Baba, bütün yargıyı Oğlu’na bırakarak yargı
dehşetiyle titreyen halkının vicdanlarını gözetsin diye O’nu sonuna kadar onurlandırmıştır.
Buraya kadar Elçilerin Đnanç Açıklaması’nın sırasını izledim, çünkü kurtuluşumuzun
ana konularını birkaç kelimeyle özetliyor ve Mesih’te neye dikkat etmemiz gerektiğini kelime
kelime ayrımına vararak gördüğümüz bir levha işlevi yapabiliyor. Kimin yazdığıyla hiç
ilgilenmeden ona Elçilerin Đnanç Açıklaması diyorum. Eski yazarlar büyük bir görüş birliği
içinde onu elçilere atfediyorlar. Elçilerin onu birlik halinde yazıp yaydıklarına ya da elleriyle
yaydıkları ve doğru bir imanla derledikleri öğretişin özeti, bu nedenle de bu ada layık
olduğuna inanıyorlar. Kilisenin ilk başlangıcında, elçilerin çağında onun –her nereden
kaynaklanıyorsa- herkesin görüş birliğiyle halkın iman ikrarı diye kabul edildiğinden hiç
kuşkum yok. Tek kişi tarafından özel olarak yazılmışa benzemiyor, çünkü insanların
hatırlayabildikleri kadar uzak bir tarihte, Tanrı’ya bağlı bütün insanlar bunu kuşkusuz kutsal
bir yetki diye kabul ediyorlardı. Bizi ilgilendirmesi gereken tek noktayı bütün çekişmelerin
ötesinde göz önünde tutalım: Đmanımızın bütün tarihi onda kısa ve öz olarak ve belirli bir
sıraya göre özetlenmektedir. Kutsal Yazı’daki gerçek tanıklıkların doğrulamadığı hiçbir şeyi
içermemektedir. Böyle anlaşıldığında yazar konusunda insanın kendisine sorun çıkarması ya
da başka biriyle kavga etmesi anlamsızdır. Aynı zamanda da kimin ağzından söylendiğini ya
da kimin eliyle yazıldığını bilmeden, bir ihtimal Kutsal Ruh’un bir geçeğini bilmek
yetmiyorsa212.
19. Đnanç Açıklaması’nın her maddesinde sadece Mesih vardır
Bütün kurtuluşumuzun ve onun bütün bölümlerinin Mesih’te olduğunun anlaşıldığını
görüyoruz [Elç. 4:12]. Bu nedenle onun en küçük bir bölümünün bile başka bir yerden
kaynaklanmamasına dikkat etmeliyiz. Kurtulmak istiyorsak, Đsa’nın adı verilerek
kurtuluşumuzun “O’nda” olduğu bize öğretilmektedir [1Ko. 1:30]. Ruh’tan başka armağanlar
istiyorsak, bunlar O’nun meshedilişinde bulunmaktadır. Güç istiyorsak, bu O’nun
egemenliğinde, paklık istiyorsak O’nun ana rahmine düşmesinde yatmaktadır, güzellik
istiyorsak O’nun doğumunda görülmektedir. Bizim acımızı hissetmeyi öğrensin diye [Krş.
Đbr. 5:2] doğumuyla her açıdan bizim gibi olmuştur [Đbr. 2:17]. Kurtuluş istiyorsak O’nun
çektiği acılarda, aklanmak istiyorsak O’nun mahkûm edilmesinde, lanetin kaldırılmasını
istiyorsak O’nun kurban edilmesinde, arınmak istiyorsak O’nun kanında, uzlaşma istiyorsak
O’nun cehenneme inmesinde, bedeni öldürmek istiyorsak O’nun mezarında, yepyeni bir
yaşam istiyorsak O’nun dirilişinde, ölümsüzlük istiyorsak aynısında, Göklerdeki Krallığın
mirasçısı olmak istiyorsak göğe yükselişinde, korunmak, bütün bereketlerin bol bol
bağlanmasını istiyorsak O’nun Krallığında, sorunsuz bir yargılama beklentisi istiyorsak O’na
verilen yargılama yetkisinde yatmaktadır. Kısacası, her türlü iyilikle dolu zengin ambar
O’ndadır. Biz başka çeşmeden değil, bu çeşmeden doya doya içelim. Sadece O’nunla
yetinmeyen bazıları şu umuttan bu umuda, oradan oradaya sürükleniyorlar. O’na yakın bir ilgi
duysalar bile, biraz başka yönde düşünerek doğru yoldan ayrılıyorlar. Yine de insanlar O’nun
bereketini bir kez gerçekten öğrendiklerinde bu güvensizlik içeri sızamıyor.
212
Rönasans’tan önce Elçilerin Đnanç Açıklaması’nın elçiler tarafından yazıldığına
inanılıyordu. Ama Lorenzo Valla (yakl. 1440) (Contra calumniatores… apologia, Opera
1540, s. 80) ve Erasmus (Ratio verae theologiae, 1518, Opera 1540, V. 77) bu geleneksel
görüşü kabul etmediler.
296
XVII. BÖLÜM
MESĐH’ĐN TANRI’NIN LÜTFUNA VE BĐZĐ KURTARMAYA LAYIK OLDUĞUNU
SÖYLEMEK DOĞRU VE YERĐNDEDĐR
i. Mesih’in liyakati Tanrı’nın karşılıksız lütfunun dışında değildir ama ondan öncedir
Bir ekle bu sorun da açıklanmalıdır. Kurtuluşu Mesih aracılığıyla aldığımızı kabul
etseler bile “layık olma” kelimesini duymaya dayanamayan, bunun Tanrı’nın lütfunu
gölgelediğini düşünen, bazı sapkın, kurnaz insanlar var213. Bu durumda Mesih’i, Petrus’un
verdiği adla Yazar ya da yaşam önderi ve yaşam prensi [Elç. 3:15] olarak değil, sadece bir
araç ya da görevli olarak kabul ediyorlar. Nitekim Mesih Tanrı’nın yargısının aleyhine bir
yere oturtulursa liyakatin yeri olmayacağını kabul ediyorum. Çünkü Tanrı’nın sevgisine layık
birinde hiçbir liyakatsizlik bulunmayacaktır. Nitekim, Augustinus’un çok doğru yazdığı gibi:
“Önceden belirlemenin ve lütfun en net ışığı Kurtarıcı, Đnsan Đsa Mesih’tir. Önceden işleriyle
ya da imanıyla layık olmadan bunu Kendisinde bulunan insan doğasıyla yapmıştır. Sizden rica
ediyorum bana cevap verin, bu insan Tanrı’nın tek Oğlu olmayı, Baba’yla birlikte sonsuza
kadar sürecek olan Söz’le, kişiliğinin bir olduğunun kabul edilmesini nereden hak etmiştir?
Bu nedenle Baş’ımızı, lütfun kaynağı olarak kabul ekmeliyiz –her birinin ölçüsüne göre bütün
üyeleri aracılığıyla O’ndan yayılan bir lütfun. O’na iman başladığından beri bu üyelerin her
biri aynı lütufla Hıristiyan olmuşlardır. Bu Đnsansa başından beri Mesih’ti.” Aynı şekilde
başka bir yazıda: “Önceden belirlemeyi Aracıdan daha iyi açıklayan başka bir örnek yoktur.
Tanrı, Davut’un soyundan gelen bu insanı bundan böyle hiç günah işlememek üzere doğru
yolda yaratmıştır. Günah işlemeden önce hiçbir hasleti olmayanlar da bu Baş’ın üyeleri
olduklarında doğru yola girerler. Mesih’in liyakatinden söz ederken, liyakatin O’nda
başladığını düşünmeyiz ama ilk neden olarak, Tanrı’nın önceden belirlemesine gideriz. Çünkü
Tanrı sadece Kendi zevki için O’nu bizim kurtuluşumuzu elde edecek Aracı olarak
belirlemiştir.
Mesih’in liyakatini Tanrı’nın merhametinin karşısında bir yere koymak saçmadır.
Çünkü bir şeye bağımlı olanın onunla çelişmemesi genel bir kuraldır. Bu nedenle, insanların
sadece Tanrı’nın merhametiyle karşılıksız aklandığını, aynı zamanda da Tanrı’nın
merhametine bağımlı olan Mesih’in liyakatinin de bizim adımıza müdahalede bulunduğunu
öne sürmemizi hiçbir şey engelleyemez. Hem Tanrı’nın karşılıksız inayeti hem de Mesih’in
itaati, her biri kendi derecesine göre, bizim işlerimize terstir. Tanrı’nın büyük hoşnutluğunun
dışında Mesih hiçbir şey hak edemezdi ama Kendini kurban olarak sunup Tanrı’nın gazabını
yatıştırmak ve itaatiyle günahlarımızı silmek için belirlenmiş olduğundan bunu hat etmiştir.
Özetlersek: Mesih’in liyakati, bizim bu tarzda kurtulmamızı emreden Tanrı’nın lütfuna bağlı
olduğu için, insanların bütün doğruluğuna Tanrı’nın lütfu kadar ters düşmektedir.
2. Kutsal Yazı Tanrı’nın lütfuyla Mesih’in liyakatini birleştirir
Bu ayırım, Kutsal Yazı’daki birçok ayetten çıkarılmaktadır. “Tanrı dünyayı o kadar
çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın” [Yu.
3:16]. Tanrı’nın sevgisinin, en büyük neden ya da kaynak olarak ön sırada yer aldığını,
Mesih’teki imanın ikinci ve en yakın neden olarak bunu izlediğini görüyoruz. Birinin, Mesih
sadece şekilsel bir nedendir, diye bir istisna ortaya attığını düşünün. Mesih’in yetkisini, alıntı
213
Olasılıkla Laelius Socinus’a (ölm. 1562) atıfta bulunuyor. Bk. Calvin, Responsio ad
aliquoi Laelii Socini quaestiones (1555) (CR X. i. 16-165). Socinus’un soruları günümüze
gelmemiştir ancak Calvin’in yanıtlarından sonuca varılmaktadır. Bu yanıtlardan ilkinde
Calvin şunları belirtmektedir: “Bağımlı olanların karşıt olmaması genel bir kuraldır. Mesih’in
liyakatinin beraberinde getirdiği [et simul interveniat] Tanrı’nın merhametiyle insanların
karşılıksız aklanmasını engelleyecek hiçbir şey yoktur.”
297
yapılan sözlerin taşıdığından daha çok azımsar. O’na dayanan bir imanla doğruluğa
ulaşıyorsak, kurtuluşumuz konusunu da O’nda aramalıyız. Kutsal Yazı’daki çok sayıda ayet
bunu kanıtlamaktadır. “Tanrı’yı biz sevmiş değildik ama O bizi sevdi ve Oğlu’nu
günahlarımızı bağışlatan kurban olarak dünyaya gönderdi” [1Yu. 4:10]. Bu sözler şu gerçeği
açıkça göstermektedir: O’nun bize olan sevgisinin karşısında hiçbir şey duramaz. Tanrı, bizi
Kendisiyle barıştıracak bir yol olarak Mesih’i atamıştır. “Yatıştırma” sözcüğü çok önemlidir.
Çünkü Tanrı, anlatılamaz şekilde bizi sevmiş ve aynı zamanda da, Mesih’te bizimle
barışıncaya kadar bize öfke duymuştur. Aşağıdaki bütün ifadelerde en önemli olan budur: “O,
günahlarımızı bağışlatan kurbandır” [1Yu. 2:2]. Ayrıca, “Mesih’in kanı aracılığıyla esenliği
sağlamış olarak…her şeyi O’nun aracılığıyla kendisiyle barıştırdı” [Kol. 1:20]. Ayrıca,
“Sevgili Oğlu’nda bize lütufta bulundu” [Ef. 1:6]. Ayrıca, “Çarmıh aracılığıyla iki topluluğu
Tanrı’yla birleştirsin diye…” [Ef. 2: 14-16]. Bu gizemin açıklaması Efeslilere Mektup’un
birinci bölümünde aranmalıdır. Burada Pavlus bize, Mesih’te seçildiğimizi öğrettikten sonra
aynı zamanda aynı Mesih’te inayete erdiğimizi de eklemektedir [Ef. 1:4-5]. Tanrı, dünyanın
yaratılışından önce sevdiklerini inayetiyle kucaklamaya nasıl başlamıştır? Ancak Mesih’in
kanıyla bizimle barıştığında sevgisini açıklamasıyla. Tanrı, doğruluk çeşmesidir. Đnsan,
günahlı kaldığı sürece O’nu düşman ve yargıç diye düşünmelidir. Bu nedenle, Pavlus’un
anlattığı üzere, sevginin başlangıcı doğruluktur: “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i bizim için
günah sunusu yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrı’nın doğruluğu olalım” [2Ko. 5:21]. Bu,
şu demektir: “Doğal olarak gazap çocukları “ [2Ko.2:3] ve günah yüzünden O’ndan
uzaklaşmış olan biz, Tanrı’yı yatıştırmak için Mesih’in kurban sunusu olmasıyla karşılıksız
aklandık. Ama Mesih’in lütfunun Tanrı’nın sevgisiyle birleştiği her yerde bu fark da
görülmektedir. Buradan Mesih’in, elde ettiğini bize bahşettiği sonuca çıkmaktadır. Yoksa
Baba’dan farklı olan bu payenin O’na verilmesi, yani lütfun O’nun lütfu olması ve O’ndan
gelmesi uygun olmazdı.
3. Kutsal Yazı’nın tanıklığında Mesih’in liyakati
Bununla beraber, Mesih bu itaatiyle bizim için Baba’sından bu lütfu elde etmiş ve
buna layık olmuştur. Kutsal Yazı’daki birçok ayet kesin ve sağlam şekilde buna tanıklık
etmektedir. Mesih bizim günahlarımızın bedelini ödediyse, bizim borçlu olduğumuz cezayı
ödediyse, itaatiyle Baba’nın öfkesini yatıştırdıysa –kısacası, doğru bir insan olarak doğru
olmayan insanlar gibi acı çektiyse- doğruluğu sayesinde bizim kurtuluşumuzu elde etmesini,
doğruluğunun kurtuluşu hak etmesiyle aynı olduğunu basmakalıp bir söz diye anlıyorum.
Ama Pavlus’un dediği gibi, “Oğlu’nun ölümü sayesinde Tanrı’yla barıştık” [Rom. 5:10]. Ama
önce küskünlük yoksa barışmaya gereği yoktur. Bu, şu demektir: Günah yüzünden kin
beslediğimiz Tanrı, bize inayet etsin diye, öfkesi Oğlu’nun ölümüyle yatışmıştır. Biraz sonra
bunun ardından gelen antiteze dikkat etmeye gayret edelim. “Bir adamın söz dinlemezliği
yüzünden nasıl birçoğu günahkâr kılındıysa, bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu da doğru
kılınacaktır” [Rom. 5:19]. Bu, şu demektir: Âdem’in günahı yüzünden Tanrı’dan
uzaklaştığımız ve ölüme yöneldiğimiz gibi, Mesih itaatiyle de doğru insanlar olarak inayete
kavuşuyoruz. Yüklemin gelecek zamanda olması, bağlamdan belli olduğu üzere, şu anda
doğruluğu dışlamamaktadır. Pavlus’un daha önce dediği gibi, “Birçok suçtan sonra verilen
armağan aklanmayı sağladı” [Rom. 5:16].
4. Mesih’in günahlıların yerine geçmesi
Ama Mesih’in liyakatiyle bize lütuf bahşedildiğini söylediğimizde, şunu diyoruz:
Mesih’in kanıyla arındık ve O’nun ölümü günahlarımızın kefareti oldu. “O’nun kanı bizi her
günahtan arındırır” [1Yu. 1:7]. “Bu benim, günahların bağışlanması uğruna akıtılan kanımdır”
[Mat. 26:28; Krş. Luk. 22:20]. O’nun kanının akıtılmasının sonucu, günahlarımızın bize
yüklenmemesiyse bundan, Tanrı’nın hükmünün bu bedelle karşılandığı sonucu çıkmaktadır.
298
Vaftizci Yahya’nın sözleri bu noktada geçerli oluyor: “Đşte, dünyanın günahını kaldıran Tanrı
Kuzusu” [Yu. 1:29]. Vaftizci Yahya, yapılan mecazların sadece Mesih’te yerine geldiğini
öğretmek için, Mesih’i yasadaki bütün sunuların üzerine koymaktadır. Musa’nın sık sık şöyle
dediğini biliyoruz: “Suçun kefareti ödenecek, günah silinip bağışlanacaktır” [Krş. Çık. 34:7;
Lev. 16:34]. Kısacası, eski mecazlar bize, Mesih’in ölümünün gücünü ve yetkisini iyice
öğretmektedir. Đbranilere Mektup’ta elçi, bu ilkeyi ustaca kullanarak bu konuyu
açıklamaktadır: “Kan dökülmeden bağışlama olmaz” [Đbr. 9:22]. Buradan şu sonucu
çıkarmaktadır: “Mesih, kendisini bir kez kurban ederek günahı ortadan kaldırdı” [Đbr. 9:26].
“Mesih, birçoklarının günahlarını yüklenmek için bir kez kurban edildi” [Đbr. 9:28]. Daha
önce de şöyle demişti: “Tekelerle danaların kanıyla değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi
kanıyla kutsal yere ilk ve son kez girdi” [Đbr. 9:12]. Bu yöntem konusunda elçi, şöyle akıl
yürütmektedir: “Düve kanı bedenin arınması için kurban ediliyorsa…Mesih’in kanı
vicdanlarınızı ölü işlerden temizleyerek çok daha fazlasını yapar” [Đbr. 9:13-14, mealen].
O’nun kurban sunusu olmasına kefaret, Tanrı’yı yatıştırma ve bedel ödeme gücü vermezsek
bu, Mesih’in lütfunun çok fazla güçsüzleştirildiğini kolayca gösterir. Elçinin biraz sonra
eklediği gibi, “Çağrılmış olanların vaat edilen sonsuz mirası almaları için Mesih yeni
antlaşmanın aracısı oldu. Kendisi onları ilk antlaşma zamanında işledikleri suçlardan
kurtarmak için fidye olarak öldü” [Đbr. 9:15].
Pavlus’un ortaya koyduğu benzetme özellikle düşünmeye değerdir: “Mesih bizim için
lanetlendi” [Gal. 3:13]. Bu, başkalarının borçlarını ödeyerek onların adına doğruluk kazanmak
değilse, Mesih’e lanet yüklenmesi gereksiz, hatta saçma olurdu. Yeşaya’nın tanıklığı da nettir:
“Esenliğimiz için gerekli olan ceza ona verildi, bizler onun yaralarıyla şifa bulduk” [Yşa.
53:5]. Mesih günahlarımızın bedelini ödemeseydi, bizim çektiğimiz cezayı üstlenerek
Tanrı’yı yatıştırdığı söylenemezdi. Aynı ayette bunun ardından gelen sözler bununla aynı
görüştedir: “Halkımın isyanı ve hak ettiği ceza yüzünden yaşayanlar diyarından atıldı” [Yşa.
53:8]. Petrus’un bütün kuşkuları giderecek yorumunu da ekleyelim: “Günahlarımızı çarmıhta
kendi bedeninde yüklendi” [1Pe. 2:24]. Petrus, kurtulduğumuz mahkumiyet yükünün Mesih’e
yüklendiğini söylüyor.
5. Kefaretimizin bedeli olarak Mesih’in ölümü
Elçiler, bizi ölüm cezasından kurtarmak için O’nun bedel ödediğini açıkça ifade
ediyorlar. “Đnsanlar Đsa Mesih’te olan kuruluşla…aklanırlar… Tanrı Mesih’i…kanıyla
günahları bağışlatan…kurban olarak sundu” [Rom. 3: 24, 25-26]. Petrus’un ifadesi de aynı
anlama gelmektedir: “Altın ya da gümüşle… değil… Mesih’in değerli kanının fidyesiyle
kurtuldunuz” [1Pe. 1:18-19]. Günahlarımızın bedeli böyle ödenmesiydi bu karşılaştırma
yapılmazdı. Pavlus’un, “bir bedel karşılığı satın alındığımızı” söylemesinin [1Ko. 6:20]
nedeni budur. Bizim hak ettiğimiz ceza O’na verilmeseydi, Pavlus’un diğer ifadesi,
“Kendisini fidye olarak veren… tek Aracı” [1Ti. 2:5-6] ifadesi de olmazdı. Bu nedenle elçi,
Mesih’in kanının kefaretini, “günahlarımızın bağışlanması” [Kol. 1:4] diye açıklıyor. Sanki
şöyle diyor: “Tanrı’nın önünde aklandık ya da temize çıktık, çünkü bu kan bizim için bedel
oldu.” Başka bir ayette bununla aynı görüşte: “Aleyhimize olan yazılı antlaşmayı çarmıhta
iptal etti” [Kol. 2:14, mealen]. Burada bizi günah borcundan kurtaran ödemeden ya da
tazminattan söz ediyor. Pavlus’un şu sözleri de çok önemlidir: “Aklanma Yasa aracılığıyla
sağlanabilseydi, o zaman Mesih boş yere ölmüş olurdu” [Gal. 2:21]. Buradan şu sonucu
çıkarıyoruz: Yerine getirilebilseydi yasanın bize vereceğini Mesih’te aramalıyız; ya da aynı
şey demek olan, Tanrı’nın yasada işlerimiz konusundaki, “Onları yerine getiren onlar
sayesinde yaşayacaktır” [Lev. 18:5] vaadini Mesih’in lütfu sayesinde elde ederiz. Antakya’da
verilen vaazda bu daha az açık şekilde onaylanmamaktır. Burada, Mesih’teki imanlılar olarak,
“Musa’nın Yasası’yla aklanamadığımız her suçtan O’nun aracılığıyla aklandığımız” ileri
sürülmektedir [Elç. 13:39]. Yasaya boyun eğmek doğruluğa dahil olsaydı, Mesih yükü Kendi
299
üstüne alarak, yasaya uymuşuz gibi bizi Tanrı’yla barıştırdığında O’nun inayeti hak ettiğini
kim reddedecektir? Pavlus’un Galatyalılar’da öğrettiğinin de amacı aynıdır: “Tanrı, Yasa
altında doğanları özgürlüğe kavuşturmak için… Yasa altında doğan öz Oğlu’nu gönderdi”
[Gal. 4:4-5]. Mesih’in yasaya boyun eğmesinin amacı, bizim ödeyemediğimizi ödemeyi
üstlenerek doğruluğu elde etmekten başka neydi? Bu, Pavlus’un söz ettiği [Rom. 4. böl.] işler
olmadan doğruluk atfetmektir. Çünkü sadece Mesih’te bulunan doğruluk, bizim
doğruluğumuz sayılmaktadır. Kuşkusuz, Mesih’in bedenine “yiyeceğimiz” denmesinin [Yu.
6:55] tek nedeni, yaşamın özünü O’nda bulmamızdır. Bu güç sadece, doğruluğumuzun bedeli
olarak Tanrı’nın Oğlu’nun çarmıha gerilmesinden gelmektedir. Pavlus’un dediği gibi,
“Mesih… bizim için kendisini güzel kokulu bir sunu ve kurban olarak… sundu” [Ef. 5:2].
Başka bir yerde de şöyle demektedir: “Suçlarımız için ölüme teslim edildi ve aklanmamız için
diriltildi” [Rom. 4:25]. Bundan şu sonucu çıkarıyoruz: Mesih aracılığıyla bize sadece kurtuluş
verilmemiştir ama Tanrı da lütfuyla artık bize inayet etmektedir. Tanrı’nın Yeşaya aracılığıyla
mecaz olarak duyurduğunun O’nda mükemmelce yerine getirildiğinden kuşku yoktur:
“Kendim için ya da kulum Davut’un hatırı için bunu yapacağım” [Yşa. 37:35, mealen]. Elçi,
“Mesih’in adı uğruna günahlarınız bağışlandı” [1Yu. 2:12] dediğinde bunun en iyi tanığıdır.
“Mesih” adı geçmese bile, Yuhanna alışkanlığı olduğu üzere O’nu αύτός adılıyla
belirtmektedir. Rab de bu anlamda konuşur: “Ben, Baba’nın aracılığıyla yaşadığım gibi… siz
de benim aracılığımla yaşayacaksınız” [Yu. 6:57, mealen]. Pavlus’un ifadesi bununla
uyuşmaktadır: “Mesih uğruna size yalnız Mesih’e iman etmek değil… Mesih uğruna acı
çekmek de verildi” [Flp. 1:29].
6 . Mesih, Kendi adına liyakat kazanmadı
Ama Lombard’la Stoacıların yaptıkları gibi, Mesih’in bir şey hak edip etmediğini
sormak, böyle bir açıklamada bulunurken gösterdikleri küstahlıktan daha az aptalca bir merak
değildir. Tanrı’nın biricik Oğlu’nun Kendisi için yeni bir şey elde etmek için gelmeye ihtiyacı
var mıydı? Tanrı, planını ortaya koyarak bütün kuşkuları dağıtıyor. Baba’nın, Oğlu’nun
liyakatiyle O’nun ihtiyaçlarını karşıladığı değil, “dünyayı sevdiği” [Yu. 3:16, mealen; Krş.
Rom. 3:35, 37] O’nu “esirgemeyip” [Rom. 8:32] ölüme teslim ettiği söyleniyor. Peygamberin
açıklamalarına dikkat etmeliyiz: “Bize bir çocuk doğacak” [Yşa. 9:6]. “Sevin… Ey Siyon
kızı!... Đşte kralın sana geliyor” [Zek. 9:9]. Yoksa Pavlus’un övdüğü bu sevginin doğrulanması
da yavan olurdu: Mesih düşmanları için ölüm acısı çekti [Krş. Rom. 5:10]. Mesih’in Kendini
göz önüne almadığı sonucuna buradan varıyoruz; Kendisinin açıkça belirttiği gibi, “Kendimi
onların uğruna adıyorum” [Yu. 17:19]. Kutsallığının meyvesini başkalarına veren O, Kendi
adına hiçbir şey elde etmediğine tanıklık etmektedir. Nitekim şu, dikkate değerdir: Mesih,
Kendisini tümüyle bizi kurtarmaya adamak için, Kendisini bir şekilde unutmuştur. Ne var ki,
onlar Pavlus’un şu tanıklığını saçma şekilde kullanıyorlar: “Bunun için Tanrı O’nu çok
yükseltti ve O’na her adın üstünde olan adı bağışladı” [Flp. 2:9]214 Hangi liyakatle, diye
soruyorlar, insanların ve meleklerin bütün yetkisi ve erdemi bunun binde birine bile
ulaşamazken, bir insan dünyanın yargıcı, meleklerin başı olur, Tanrı’nın yüce egemenliğini
elde eder ve bu görkemi kendinde barındırır? Ama hazır ve tam bir yanıtımız var: Pavlus,
burada Mesih’in yüceltilme nedenini tartışmıyor ama bize örnek olsun diye, sadece Mesih’in
aşağılandıktan sonra yüceltildiğini belirtiyor. Bu, başka bir yerde söylenenden farklı bir
anlama gelmiyor: “Mesih’in bu acıları çekmesi ve yüceliğine kavuşması gerekliydi” [Luk.
24:26, mealen]
214
Fransızca metinde bu yanlış açıklama için Sorbon’cular suçlanmaktadır.
300
301

Benzer belgeler