Mizanpaj 1 (Page 1)

Transkript

Mizanpaj 1 (Page 1)
özgür gelecek
Sayı: 02
4-17 Şubat 2011
Erkek adalet
değil, gerçek
adalet
* Fiyatı: 1.50 TL
* ISSN: 1307-878X
Haklı korkuları büyüsün!
Çünkü sokaklar bizimdir!
Muğla’nın Fethiye ilçesinde 2007 sayısız kişinin toplu tecavüz ve
işkencesine uğrayan ve
yargı tarafından da 4 senedir mağdur edilen
B.S’nin ilk mahkemesi
Fethiye’de görüldü. Yeni
Demokrat Kadın olarak
biz de mahkeme önündeydik.
 Sayfa 12
Tunus
Devlet partilerinin seçim politikalarından biri olan, “ağız dalaşı”
işi, genel seçimler yaklaşırken yine
revaçta! “Birbirini çekemeyen iki
kardeş” misali AKP ile CHP arasında bitmek bilmeyen ve giderek
seviyesini düşüren bu ağız dalaşlarından birinde halkın sokaklara
dökülmesi gerektiğini laf arasına
sıkıştıran CHP Genel Başkanı K.
Kılıçdaroğlu’na karşı şöyle diyordu
Erdoğan: “Halkı eşkıyalığa teşvik
ediyorsunuz! Siz nasıl demokratsınız, ‘sokaklara dökülün’ ne demek? Sandığımız yok mu?”
Başbakan Erdoğan böylelikle
“demokratlığın ilkelerini” bu
kez farklı bir açıdan belirlemiş
oldu! Demokratlık, sokaklarda
hak istemek değil; yapılan soyguna, talana, asimilasyona, inkâra
ses çıkarmamak ve gerekirse sandıkta “hesap sormak” demekmiş!
Bu söylem korkunun ifadesi-
Gümüşdamla
HES istemiyor
Antalya’nın şirin köyü
Gümüşdamla HES’e karşı
mücadele ediyor. Özgür
gelecek olarak köyün eski
muhtarına ulaşarak bilgi
aldık.
 Sayfa 6
Parayı veren
ıslığını da
çaldı!
Cezayir
Futbol denilince akla
ne yazık ki holiganlık,
küfür, ırkçılık gelir.
Ancak TT Arena Stadyumu açılışında bu kez
protesto vardı.  Sayfa 8
Torba Yasa saldırısı tüm
kesimlere yönelik
Çalışma yaşamını yeniden düzenlemeyi ve
emekçilerin tüm kazanımlarını adım adım gasp etmeyi amaçlayan Torba Yasa, halk gençliği ve
emekçi kadın için kapsamlı bir saldırıdır.
ın
a
Kad n dah nek ve
içi a es siz
l
e
faz üvenc a!
g lışm 13
ça  Sayfa
Yas
“
a
par f” i adaki
kan alı eğ le
unl
aşa itim
cak
!
S
 ayfa 15
Mutki’de toplu mezar ve
“Gerillaya karşı kontrgerilla”
Ulucanlar:
Hapishane
müzeleri...
Sayfa 30

“Vicdana gelen” bir kepçe operatörünün itirafları sonucu 4
Ocak’tan beri Bitlis’in Mutki ilçesinde toplu mezar aramaları yapılıyor. Daha önce Kürt halkından
katledilen yüzlerce, binlerce çocuğu, kadını, erkeği, yaşlıyı, genci
toprağın altına gömen kepçeler,
her toprağa daldığında TC’nin işkence ve katliam haritasını açığa
çıkarıyor.
 Sayfa 11
dir aslında. Afrika’da domino taşı
misali devrilen diktatörlüklerin,
sokağa dökülen halkın öfkeli soluğunu hissetmenin verdiği korkudur bu. Bir yandan güvencesiz
ve esnek çalışmanın kanunu “Torba Yasa” ile sömürü cennetini yasal kılıfına uydururken, parasız
eğitim mücadelesi veren öğrencilere saldırırken, toplu mezarlar
üzerindeki devletin kanlı örtüsü
kalkarken bir yandan da halkın
sokaklara dökülerek bunların hesabını sormasından duyulan
KORKUDUR ve KORKMAKTA YERDEN GÖĞE KADAR
HAKLIDIRLAR!
Torba Yasa Meclis’te!
“Torba Yasa” 29 Kasım günü Meclis Plan
ve Bütçe Komisyonu’na sevk edilmişti.
Komisyondan ciddiye alınabilecek hiçbir
değişikliğe uğramadan geçen yasa, 27 Ocak
günü Meclis Genel Kurulu’na geldi.
Sayfa 16

Ergene’den geçiyoruz,
nefesinizi tutun!
Nameya Dawi ya girityê
siyasi Husên Xizrî
“Navê min Husên Xizrî.
Sala 1982”an li Rojhilatê Kurdistan li bajarê Urmiyê hatim
dinê. Di sala 2008 an de hatim girtin. Roja 18ê Gulana
2009a cara yekê û dawî, li liqê 1ê yê Dadgeha Şoreşê ya
Urmiyê, bi amadebûna endamekî îdareya Îtla`ata Urmiyê û nûnerekî dozgeriyê, ez dadgehkirim.”  Sayfa 11
Olanca ihtişamı ile
akan Ergene Deresi,
Çorlu’da bir katliamla yüz
yüze. Çorlu, Lüleburgaz ve
Çerkezköy’de kurulu olan
fabrikalardan çıkan atıklarla nehir adeta ölüme
terk edilmiş durumda! Konuyla ilgili Özgür gelecek
gazetesi olarak Çorlu’da
yaşayan halktan ve bu fabrikalarda çalışan işçilerden
bilgi aldık.  Sayfa 28-29
Özgür gelecek’ten
Sınıfsal Bakış
Emekçinin Gündemi
Göğün Yarısı
Evrensel Bakış
Pusula
Düşleri gerçeği
dönüştürmek için...
Gaddarlığın eseri,
sisteme de fatihadır
firavunların kaderi!
2011’in nasıl geçeceği
açılışından belli oluyor
Devlet tecavüzcüleri
koruyor
Tunus’ta ateşlenen
beden sokaklara...
Geçmişten kopuş
sağlayamayan... 2
 Sayfa 5
 Sayfa 12
4 Sayfa 2
 Sayfa 3
 Sayfa 22
 Sayfa 26
02
4-17 Şubat 2011
Özgür Gelecek’ten
Düşleri gerçeğe dönüştürmek için...
Yeni ismimiz ve boyutumuzla ikinci
sayımızda yeniden merhaba.
Doğrusu gazetemizde yaptığımız değişiklere gelecek tepkileri merakla ve heyecanla bekledik. Değişik bölgelerden ve
illerden aldığımız tepkilerin genel olarak
olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Gazetemizin bu haliyle daha rahat taşınan,
daha okunur bir biçim aldığı konusunda bir hemfikirlik söz konusu.
İlk sayımızda birçok ana gündemin
değişik alanlarda faaliyet yürüten yoldaşlarımız ve okurlarımız tarafından kaleme alındığını da mutlaka belirtmeliyiz.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi gazetemizde biçimsel değişiklerle birlikte esas
olarak niteliksel bir gelişmeyi önümüze
hedef olarak koymaktayız.
Bir önceki sayımızda; gündemi yakalayan, politik gelişmeler üzerinden
düzeni akıcı bir dille teşhir edebilen, yığınlardan beslenen bir içerikten ve
bunun kitlelere yaygın bir şekilde ulaşmasından söz etmiş, bu eksende okurlarımızın belirleyici rolüne vurgu yapmıştık. Gazete-okur ilişkisi üzerinden
yürüttüğümüz bu tartışmayı biraz daha
genişletmek yararlı olacaktır. Okurlarımızın bu rolüne işaret ederek aslında
herkese bir çağrıda bulunuyoruz. Gazetemizin daha yaygın dağıtımı, daha fazla
yazı-yorum-haber-fotoğrafla beslenmesini talep ediyoruz. Peki okurlarımızın tüm bunları yerine getirmesinden ne anlıyoruz? Gazeteye yapılacak bu katkılar okurlarımız için
ne anlama gelecektir? Bu soruları
mevcut faaliyetimizin gerçekliği içinde
yanıtlamaya çalışacağız. Her şeyden
önce bugün için gazetemizin, faaliyetimizde oldukça önemli bir araç olduğunu
dile getirmeliyiz.
Gazeteciliği işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin önemli bir bileşeni
olarak görüyoruz. Gazeteciliğe; devrimci
bir yorum kazandırarak, devrimci gazetecilik yapıyoruz. Gazetecilik mesleğinin tüm öğelerini içinde barındıran ve
onu da aşan bu kavramın sınırlarının
çok geniş olduğu açık. Gazeteciliği, devrimci faaliyetimizin çok önemli bir parçası olarak algılıyoruz. Kendimizi geliştirebileceğimiz, derdimizi geniş kitlelere
daha sistematik olarak anlatabileceğimiz ve sınıf mücadelesinin birçok sorununa doğrudan müdahil olabileceğimiz
bir alanı tarif ediyoruz. Öyleyse okurlarımızdan istediklerimizde devrimci gazeteciliğin kapsamı içinde ele alınmalıdır. Devrimcilik bir parçası olduğumuz
toplumun sorunlarına karşı duyarlılık
göstermek, müdahale etmek ve çö-
Özgür gelecek/02
zümün bir parçası olmak olduğuna
göre kurduğumuz denklemin doğru olduğunu da söyleyebiliriz.
Bu yanıyla ele aldığımızda okurlarımız gazetemize daha fazla sahip çıkıp
daha geniş kesimlere ulaştırdığında aynı
zamanda faaliyetlerini de geliştirmiş
olacaktır. Sürece müdahale adına faaliyetlerini gazetemize yansıttığında yürüttükleri ajitasyon-propaganda çalışmasının etki gücü de artacaktır. Bu da örgütlenme çalışması için daha verimli
bir zemin yaratacaktır.
Örneğin; gazetemizin beslenmesi
adına kurulan bir yayın komisyonu
bu faaliyet boyunca bileşenlerin kendini
daha iyi ifade etmelerine de önemli katkılarda bulunacaktır. Tüm bunlar okurlarımızın ve doğrudan örgütlülüğün
ilerlemesine hizmet edecek, devrimciliğin kavranışımı da geliştirecektir. Özetlersek; gazetemizle ilişkisi boyutuyla
tüm bu sözünü ettiklerimizi esas olarak
daha fazla devrimcileşmek penceresinden ele alıyoruz. Burada değinmeye
çalıştığımız gazetemizin bu süreçte oynayacağı roldür. Okurlarımızın gazetemiz üzerinde sözünü ettiğimiz adımları
atmaları aynı zamanda devrimci gazetecilik yapmaları anlamına gelecektir. Okurlarımız bu noktadaki gelişimi
doğrudan gazetemizin niteliğini ve
faaliyetimizi geliştirecektir.
Hozat’ta “Özgür gelecek” korkusu
Yürekleri ellerinde, tasasız yürüyenlere...
Umut Yayımcılık olarak sizlerle
bir kitap çalışmasını daha buluşturmanın heyecanı içindeyiz. Esası Tokat’ta olmak üzere Amasya, Ordu,
Giresun ve Dersim’de farklı zamanlarda yaşanan çatışmalarda şehit
düşen 44 gerillanın, 19 başlık altında anlatıldığı anı-anlatı türündeki
“Düşleri gerçeğe dönüştürmek
için…” isimli kitabımız çok yakında
sizlere ulaşacak. Kitabın önsözünde
de değindiğimiz gibi onları “anlatabilmek kadar, onlardan öğrenebilme
çabası içerisinde olabilmek de sorumluluklarımızın bir gereğidir.
Ancak o zaman gerçek anlamda
amacına ulaşabilen bir çalışma olma
özelliğine kavuşabilir.”
Kitabın önsözünden birkaç
cümle daha…
“Proletarya Partisi de, 39 yıllık
mücadele tarihinde
yüzlerce şehidiyle,
devrimci savaştaki
yerini aldı.(…)
Şehitlerle
ölümü fetişleştirmek amaç değildir,
olmamalıdır da.
Aksi takdirde idealleri için dövüşerek
düşenlere en büyük
haksızlık yapılmış olur. Önemli
olan; uğruna ölümü bile yenebilmeyi başarmış ideolojiyi, devrim düşüncesini, düşünceye hayat veren
pratik duruşu, devrimci kuşanmışlığı, değerleri, yaşama biçimini, ısrarı, kararlılığı, cesareti,
gücü-güçsüzlüğü, başarıları ve başarısızlığın nedenlerini, değişimin-dönüşümün dinamiklerini, çelişkilerle
örülü yaşamın içinde devrimcileşebilmenin süreçlerini, sıkıntılarını,
yolunu-yöntemini, ideolojiye hayat
veren doğru siyasi çizginin kavranmışlığını ve kavranmışlığa denk
düşen savaşçı ruhu, kişide güce dönüşen özü görebilmek ve bunlardan
öğrenebilmektir. (…)
Yürekleri avuçlarında tasasız yürüyenlere...”
(Umut Yayımcılık)
Uluslararası Sempozyum’da Buluşalım!
“Türkiye’de ve Avrupa’da emeğe dönük saldırılar ve işçi mücadelesi”
Tarih: 20 Şubat Pazar Yer: Petrol-İş Sendikası
1) Emperyalist kriz ve emeğe dönük saldırılar 2) Avrupa’da işçi hareketlerinin mücadelesi
3) Türkiye’de işçi hareketinin mücadelesi a- İşçi hareketinde ve sendikalarda kadınların durumu ve sorunları b- Türkiye’de işçi direnişlerinde elde edilen deneyimler. c- Uluslararası dayanışma ile yerel işçi
mücadelesi arasındaki bağ d- Sendikal hareketin sorunları ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele
Devrimci Demokratik Sendikal Birlik-Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu
Yaygın
süreli
Umut Yayımcılık ve Basım Sn. Ltd. Şti.
Yönetim yeri: Gureba Hüseyin Ağa Mh.
İmam Murat Sk. No: 8/1 Aksaray-Fatih/İstanbul Tel: (0212) 521 34 30
Faks: (0212) 621 61 33 Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Çilem İLASLAN
Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cd. Güven San. Sit. B Blok,
No: 366 Tel: (0212) 544 66 34 e-posta: [email protected]
Bu çerçevede oldukça zengin ve değerli örneklere de sahibiz. Özgür bir
dünyanın harcı olarak toprağa düşenlerimizi andığımız bu anlamlı günlerde
şehit yoldaşlarımızdan öğrenmeliyiz.
Malatya’da yıllarca gazeteci olarak faaliyet yürüten Muharrem Yiğitsoy ve
Akıner Çağlar’ın köylüler arasında
hala saygınlıkla anılmaları oldukça
önemlidir. Mersin’de kurumumuzun
eksiklerini gidermek için geceli gündüzlü yoğun bir emek harcayan Çiğdem Yılmaz yoldaşımızın yaşamı bizim için değerli bir hazinedir. İstanbul’da yıllarca gazetemizin yazı işleri
müdürlüğü yapan Nergiz Gülmez,
Murat Arıcak ve Fehiman Bozgurt’un duruşu çok anlamlı mesajlar
vermektedir.
Birçok şehit yoldaşımızın sokak sokak, kapı kapı gezerek gazetemizi dağıttığını biliyoruz. Bu faaliyetin sonucunda
birçok örgütlülüğün yaratıldığını,
çok sayıda ilişkinin yakalandığını da.
Yoldaşlarımız emekçi halkımıza ulaşmak için tüm olanakları seferber ederek bu uğurda canlarını verdiler. Onlar,
zulme ve sömürüye karşı birer meşale
olarak aramızdan ayrıldı. Bu meşaleyi
daha da harlamalı ve ileri taşımalıyız.
İşçi ve emekçilerle daha fazla bütünleşmeliyiz. Şehitlerimizin idealleri için.
Düşleri gerçeğe dönüştürmek için…
Egemenlerin devrimci, sosyalist basına dönük
saldırıları hız kesmeden devam ediyor. Dersim’de de
bu saldırılar kendini gösteriyor. Okurlarımız her gazete dağıtımında özellikle Hozat, Ovacık ve Pertek ilçelerinde keyfi uygulamalara maruz kalıyorlar.
Halkı sindirmek ve korkutmak amacıyla yapılan tüm
engelleme girişimlerine rağmen gazetemiz halka ulaşmakta ve halkımız tarafından sahiplenilmektedir.
Son olarak 29 Ocak günü Hozat’ta Özgür Gelecek
dağıtımı sırasında devletin faşist kolluk güçleri tarafından iki dağıtımcımız gözaltına alındı. Dağıtımcılarımızdan birinin üzerinde çıkan İbrahim
Kaypakkaya fotoğrafını bahane eden kolluk güçleri
Kaypakkaya korkusunu bir kez daha gösterdi. “Suçu
ve Suçluyu Övmek” gerekçesiyle haklarında işlem
yapılan dağıtımcılarımız, Hozat halkının sahiplenmesi sonucu serbest bırakıldı. (Dersim Partizan)
Sevgili dostlar,
Ben sizlerle dağıtım sırasında karşılaştığım ve
beni çok etkileyen bir anımı paylaşmak istiyorum.
Bizler Özgür gelecek gazetesini dağıtırken bir okurumuzun evinin kapısını çaldık. Gazeteyi kendisine
verdik. O sacın üzerinde ekmek pişiriyordu. Gazete parasını içerden getirmek için sacın üzerindeki ekmeği bırakıp eve gitti ve parayı getirdi. O
unlu ellerden gazete parasını alırken devrime susamış bir kadın portresi gördüm. Bu beni fazlasıyla
etkiledi. Kavgamız büyüyor. Halkımızın bu sıcak
yaklaşımı mücadeleye daha da sıkı sarılmamıza vesile oluyor. Şunu pratikten daha iyi çıkartıyoruz.
Devrim, kitlelerin içinde, onların yaşamında ve
onun bir parçasıdır.
(Pertek’ten ÖG okuru)
BÜROLAR
Kartal: İstasyon Cd. Dörtler Ap. No: 4/2 Tel: (0216) 306 16 02 Ankara: Sağlık 1 Sk. No: 17/19 Çankaya Tel:
(0312) 430 67 65 İzmir: 856 Sokak, No: 48/203 Kemeraltı Konak, Tel: (0232) 446 78 07
Malatya: Dabakhane Mh. Turgut Temelli Cd. Barış İşhanı Kat: 3 No: 95 Erzincan: Ordu Cd. Ordu İşhanı Kat: 3
Tel: (0446) 223 67 18 Bursa: Selçuk Hatun Mh. Ünlü Cd. Sönmez İşsarayı Kat: 2 No: 185 Heykel,
Tel: (0224) 224 09 98 Mersin: Silifke Cd. Çavdaroğlu İşhanı Kat: 3 No: 1/8
Avrupa Büro: Weseler Str 93 47169 Duisburg-Almanya Tel: 0049 203 40 60 958 Faks: 0049 203 40 60 959
Özgür gelecek/02
4-17 Şubat 2011
GADDARLIĞIN ESERİ, SİSTEME DE FATİHADIR
FİRAVUNLARIN KADERİ!
Tunus’ta isyan başladığında diğer Arap
ülkelerine yayılma olasılığından bahsediliyor ama buna güçlü bir ihtimal verilmiyordu. Hatta bu isyanın uzun ömürlü
olamayacağı, kısa bir süre içinde sistemin
bünyesinde eritileceğine hükmediliyordu.
Nitekim ABD ve AB emperyalistleri de şaşkınlıklarını gizleyememekle beraber soğukkanlı davranmaya çalışıyor ve bu büyük
“sürpriz” karşısında klasik bir tavırla “muhalefet”e sempatik mesajlar gönderiyordu:
“Tunus’ta halkın iradesinin bir diktatörün
buyruğundan daha güçlü olduğunu gördük.” (Obama, 26.01). Ama isyanın Mısır’a
sıçraması durumu bambaşka bir noktaya
getirdi. İşte asıl şimdi kritik bir durum
vardı ve nasıl hareket edecekleri konusunda
zorlanmaya başladılar: “ABD’nin sarsılmaz
dostu olan Mısır hükümeti istikrarını korumaktadır.” (H. Clinton, 26.01)
Tunus, “model” olarak kabul edilen
(radikal İslam’a da barikat olarak) ve o şekilde tanıtılan bir ülkeydi. G. Kore’nin Asya’daki rolüne biçilen misyon, İslam
dünyasındaki “mucize”yi Tunus üzerinden
pazarlıyordu. Emperyalist mali oligarşinin,
turizm yatırımlarıyla palazlandırdığı ülkede
hizmet sektörü yüzde 60’ları aşan bir yer
işgal eder hale geldi. IMF ve DB’nin en
gözde oyuncaklarından Tunus’un, dünya ölçekli ekonomik krizden “en az etkilenen”
hali, 2009’da bile yüzde 3 “büyüme” çizgisinde kalmasıyla kendini gösteriyor ama bu,
halkın daha azgın bir sömürü cenderesi
altına alınması sayesinde gerçekleşiyordu.
İşsizlik tavan yapmış, baskın orandaki
genç nüfusun gömüldüğü “geleceksizlik”, büyük bir patlama için bütün şartları
elverişli hale getirmişti. Durum elbette
bütün Arap dünyası için geçerliydi ama birisi ilk olacak, bu paye ona verilecekti.
Tunus, en zayıf halka olmayı, baskı ve debdebenin uçuşa geçmesi ve buna paralel politik atmosferde daha fazla ısınmaya borçlu
olacaktı. Durum hiçbir bölge ülkesi açısından farklı mecrada seyretmiyordu ve on
yılların birikimi sonucu, patlamaya hazır
barut fıçısıydı.
Mısır ise Tunus’la kıyaslanmayacak
özellikleriyle bölgede “kilit” bir role sahipti
ve tarihsel süreçte hep bu konumda kalmıştı. Bu, Süveyş Kanalı başta olmak üzere
jeo-politik konumu sayesindeydi ve bu pozisyonun da oynadığı rolle toprakları üzerinde biriken kültürel miras, ona etkin bir
yer kazandırmıştı. ABD’nin yıllık 1.5 milyar
dolar hibeyle beslediği, bölgede İsrail ve
Türkiye ile birlikte en büyük görev ve önem
atfettiği Mısır, Arap âlemindeki ağabey rolünü en çok da Filistin sorununda gösteriyor, rejim yapısı bakımından çizdiği
tabloyla, sultanlar-krallar silsilesine güvence oluşturuyordu.
ABD’nin BOP (yenilenmiş haliyle
GOKAP) projesini kurarken planına aldığı
en önemli hususlardan birisi, bölgenin faşist ve gerici devletlerindeki iktidar örgütlenmesinin
(idari
yapı)
elden
geçirilmesiydi. Wikileaks belgelerine de
yansıyan şekilde, buralardaki keyfiyetin ölçüsüz bir hal alması karşısında kitlelerin
tepkisi ölçülmeye çalışılıyor, “tehdit” ve
“tehlike”den söz ediliyordu. Alternatifin
oluşturulması ve yumuşak geçişlerin sağlanması, yeni bir biçim altında sistemin
muhafaza yolları tartışılmaktaydı. Laiklik
sosuna batırılmış “ılımlı İslam” modeli ve tirmektedir. Son iki pratikte ordunun
bu bağlamda AKP örneğinin de gündemde farklı bir yere konması (kitleyle karşı kartutulduğu süreç, Irak ve Afganistan işgali şıya gelmekten kaçınması ve hatta polise
ateş açması gibi) ve bu sayede rejimdeki
üzerinden somut denemeler şansı bulacaktı. Oysa iplerin bir nebze ele alındığı esaslı değişiklik çabalarına ya da ihtimaIrak’ta yeni tipte bir rejim inşa çabalarının line rahatlıkla “dur” demesini bu gerçeklik içerisinde algılamak gerekir.
yaşadığı hüsrana tanık olundu.
Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları
Dünyadaki krizin hızla kısalttığı fitil yalhiç kuşku yok ki sistemin çeşitli araç ve yönnızca bölgede değil bütün yarı-sömürgelerde durumu daha nazik hale getirdi. Arap temleriyle elimine edilecek ve faşist rejimler
ülkelerinin öne geçmesi tesadüf değildi. şimdilik yaşatılacaktır. Kendisini bir sınıf
hareketi olarak billurlaştıramayan, doğru
Zira önceki yıllarda yaşanan gıda krizlebir önderlik barındırmayan ve politik örrinde, eylem ve direnişlere yansıyan biçimiyle had safhaya varan yoksullaşma, gütlenme sahibi olmayan bir halk hareketiyolsuzluk ve yozlaşmanın ayyuka çıktığı bir nin kalıcı ve kurumsal sonuçlar elde
etme açısından başarılı olma şansı yoktur.
zeminin üretebileceği sonuçlar, en hafifinBu durum, onun yol açtığı sonuçlar ve sağden sistemin görünen yüzüne öfkeydi. Sistemin kendisini hedeflemeyi de arzulayan ladığı kazanımlara rağmen hiçbir başarı
elde etmediği ve o kadar da önemli mesajlar
boyut, içinde barındırdığı “proleter” untaşımadığı şeklinde asla yorumlanasurlar sayesindedir ama bunun polimaz. Bu şekilde değerlendirme
tik
yönelimin
merkezi
yapanların emperyalistlerle
kumandasına oturacak bir
Özgür geleceoluşturduğu dolaylı ya da
nitelik taşımama hali de
dolaysız ittifak, ayaklan“olağan” sayılmalıdır.
ğin ordularına, onun
Yemen, Ürdün
maları “devrim” olarak
ateşini ve bayrağını taşıyanve Cezayir’e de sıçsunmaya çalışanların
lara, Tunus ve Mısır’dan gönde- yarattığı bilinç bularayan ve yakın süreçte
benzer
nıklığından daha körilen isyan mesajlarında;
gelişmelerin yatüdür.
ayaklanmalar yüzyılında tarihe göşanacağı açıkça
Emperyalistler,
mülecek egemenler, devrilecek pi- önüne geçemedikleri
görülen Tunus
ve
Mısır’daki
halk muhalefetini,
yonlar ve sırasını bekleyen şahlar
halk ayaklanmaözellikle de “ayakiçin “oyun bitti” yazmaktadır.
sının itici gücü
lanma” boyutuna
Buzu kırmak ve engin denizlere
olan gençlerin işulaşan isyan ve dirensizlik ve gelecekişleri kendi potalarında
açılmak için indirilen her
sizlikle yoğrulan
eritmek için çeşitli yöndarbe yolumuzu açmakta,
gerçekliği, halktaki
temlerle hareket eder, bin
geleceği yakınlaştıryoksullaşmanın (söbir türlü manipülasyon ve
mürünün) ve yoğunlaşan
manevra geliştirirler. Tarih
maktadır
baskı ile zulmün eseridir.
boyunca sayısız örneğine tanık
Faşist yapının ana unsuru serolunan bu gerçeklik yine yaşanmakta,
maye ile rejimin esaslı kurumları ve sem- reform vaatleri, diktatörleri gözden çıbollerine yönelen öfkenin, hedefi yer yer karma, yeni hükümet oluşturma, “kirlenşaşıran ve kaos taşıyan hali, çeşitli çar- memiş” ya da az lekeli isimleri devreye
pıtma ve yönlendirmelerin aracı kılınmak sokma taktikleri; kitlelerin reaksiyonunu
istenmektedir. Ordu ile polis arasındaki anlar görünme, hatta destekleme ve övme
ayrım meselesi, bizde ve pek çok ülkede eşliğinde devreye sokulmaktadır. “Kral öldü
yaşanan çeşitli süreçlerde de görüldüğü yaşasın yeni kral” esprisini destur haline gegibi sistemin muhafazasında kullanılan tirmekten gayrı çareleri yoktur. Yeni kral,
bir algı yanılsamasından kaynaklan- en nihayetinde üstüne “sol”, “sosyalist” elmaktadır.
bise giymiş birileri de olabilir, yeter ki söOrduyu “halkın” bir parçası olarak gösmürü ve zulüm düzeni başka biçimlerde de
terme ve “tarafsız” konumda tutma çabası, olsa işlemeye devam etsin. Latin Ame“zorunlu haller” dışında halkla yüzleştirrika’nın bir dizi ülkesinde yakın yıllarda
mekten kaçınmakla kendini ifade etmekte, böyle olmuş, şimdilerde bu maskeler de
“güven” kaybının bu sayede önüne geçilebirer birer “cazibesini” kaybetmeye, eskibilmektedir. Devlet/iktidar denilen olgunun meye başlamıştır…
Mısır ve Tunus’ta olan bitenlerin,
bu en önemli parçasının devreye girdiği ko(daha da olacaklar) önüne geçme şansı kalşullar, sürekli olarak “uçurumun” eşiği biçiminde tarif edilmiş, politikadan azade tarif madığı noktada “devrim” olarak gösterilmesi; tıpkı Sorosçu renkli “devrimler” ya
etmenin pratiğinde “temiz” ve dokunulda Latin Amerika’daki “devrimsiz devrimmaz kalmasına özen gösterilmiştir. Kuruluşlar ya da yeni dönemlere perde ler” gibi büyük bir yanılsama aracı kılınması için hiç de geç kalınmayan bir faaliyet
aralayışlarda ordunun üstlendiği “kurtarıcı” rol onu toplum katında hep ayrıcalıklı neredeyse eş zamanlı biçimde başlatılmıştır. “Yasemin” ve “Papirüs” adlandırmalabir yere taşıdığı için de tasarrufları sorgurının
yapıldığı
süreçte,
“internet
lanmaz, pozisyonu tartışılmaz kılınmıştır.
Hem iç hem de dış boyutuyla “düş- devrimi”nden bile söz edilir olmuştur. Halman” kavramı, silahlı kuvvetlerin yegâne kın öfkesi ve eylemini küçültmek, karşıteminat olarak kabul görmesinde belirle- devrimin yönlendirmesine bağlamak,
yici etkendir ve kurtarıcı ve kurucunun ya- böylelikle emperyalistleri yine kadir-i
nına “korumacı” sıfatının eklenmesi bu mutlaklık mertebesinde göstermek isteyüzden anlam kazanmıştır. Nihayet bütün yenlerin çabası, süreci gözü kapalı bir pobu vasıflar, lafta ülkenin ama esasta siste- pülizm ile algılayanlar (ya da algılamak
min korunması için “kollamacı”lığı ge- isteyen) sayesinde daha etkili olabilecektir.
Sınıfsal Bakış
03
Arap dünyasında yaşananlar; talepleri,
yönelimi/hedefleri, katılımcıları, çıkış ve
gelişme safhaları birlikte değerlendirildiğine, önderlik ve örgütsüzlük zafiyeti, manipüle çabaları ve çeşitli yanlış ve
eksiklerine karşın zulme ve sömürüye, zorbalığa ve baskılara karşı ayaklanmalar ve
proleter dünya devrimi mücadelesi için
ışık saçan isyanlardır. Bu kitle hareketleri, yalnızca firavunların kaçması, acizleşmesi, zavallılaşmasını koşullasa, hükümet
değişimleri, sahte reform ve açılımlar ile
yetinse bile, zalimlerin alt edileceği, “kutsal”, “erişilmez”, “dokunulmaz”, “yıkılmaz”
saltanatlarının yerle bir edilebileceğini ispatlamış, yoksulluk ve sefaletin kader olmadığı gibi ezilen halk ve ulusların kendi
kaderine hükmetme kudretine sahip olduğunu göstermiştir. Bunun kavranmasına
hizmet eden, dünya halklarına bunun mesajlarını veren bütün eylemler meşrudur,
alkışlanması ve desteklenmesi için yeterince neden ortaya koymuşlar demektir.
Özgür geleceğin ordularına, onun ateşini ve bayrağını taşıyanlara, Tunus ve Mısır’dan gönderilen isyan mesajlarında;
ayaklanmalar yüzyılında tarihe gömülecek
egemenler, devrilecek piyonlar ve sırasını
bekleyen şahlar için “oyun bitti” yazmaktadır. Buzu kırmak ve engin denizlere açılmak için indirilen her darbe yolumuzu
açmakta, geleceği yakınlaştırmaktadır. Zulmün kalelerine saldıran, sömürü ve zorbalığım sembollerine vuran ve bütün
dünyadaki diktatörlere korku salan Arap
halkı, hiç kuşku yok ki kendi iktidarını kuracak ve firavunlara dar ettiği topraklarda,
zulmün egemenliğine de son verecektir.
Sürecin adımları hızlanıp, Tunus “halledilemediği” gibi Mısır da bütün ihtişamıyla devreye girince televizyonlar
aracılığıyla her gün halka konuşan Tayyip’in verdiği mesajlar, korku imparatorluğunun boyutlarına delalettir.
CHP’nin gerçekten de tamamen başka niyetlerle dile getirdiği “mahalle ve sokak direnişi” sözlerinden de yararlanan Tayyip’in
“tahrik siyaseti” vurguları ve halkı uyanık olmaya, kışkırtmalara gelmemeye çağıran ifadeleri dikkat çekicidir. Torba yasa ile
emekçilere karşı saldırılarını üst düzeyde
yoğunlaştıran, “ileri” vitesiyle demokratik
hak ve özgürlükler alanına saldırılarını dizginsiz hale getiren, Kürt ulusal güçlerine ve
halkına yönelik azgın tavrını sürdüren,
kendi yandaş ve yaltakçılarının “yapıcı”
eleştiri ve önerilerine dahi tahammülsüz
davranan AKP yönetimindeki devletin seçimlere doğru istim üzerindeki yol alışı;
hem de içinde bulunulan “İslam âlemi”
bölgesindeki “talihsiz” gelişmelerle çok
daha sıkıntılı bir hal almıştır.
Bu durum, ezilenler cephesi için tam aksine olanakları daha elverişli kullanma alanı
ve fırsatı demektir ve bu nedenle de yüklenmenin tam zamanıdır. İşçi ve emekçi
kitlelerin yeni saldırı yasalarına, bununla
birlikte geliştirilmek istenen daha fazla örgütsüzleştirme, köleleştirme, baskı altına
alma ve yoksullaştırma çabalarına direnme
azmini yükseltmek, gelişen hareketleri büyütmek gerekir. Kürt ulusuna yönelik saldırılar karşısında, ulusal demokratik
talepler etrafında örülen mücadelenin güçlendirilmesi, özellikle bu süreçte ihtiyaç olunan dinamizme en büyük katkıyı
sunacaktır. Bin Ali ve Mübarek’in yerli
dostlarına karşı Tunus ve Mısır’daki
yangını bu topraklara taşıma ve Türkiye Kürdistanı’ndaki isyan rüzgârını
bütün alanlara yayma borcunun
ödenme zamanıdır…
04 İşçi-köylü
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Hak-İş, Türk-İş’in çizgisinden daha düşmandır!
İstanbul: Belediye-İş Sendikası İstanbul 1 ve 5 No’lu Şube başkanları istifa
ederek Hak-İş Sendikasına geçti. İşçilere
Hak-İş’e geçme çağrısı yapan şube başkanları, patronla birlikte işyerlerinde
sendikalaşma “çalışması” yürütüyor. Demokratik Değişim Hareketi’nin bileşenlerinden olan 1 ve 5 No’lu Şubenin
Hak-İş’e neden geçtiğini ve gelişen süreci
2 No’lu Bube Başkanı Hasan Gülüm’e
sorduk.
- Şubenizin de bileşeni olduğu
Demokratik Değişim Hareketi
Genel Merkezi eleştirerek bir program açıkladı ve muhalefet yürüttü.
Bugüne nasıl gelindi?
- Belediye-İş’te kongre öncesi İstanbul
şubeleri olarak “nasıl bir Belediye-İş
istiyoruz?” tartışması yürütmüştük. Bir
değişimin ihtiyaç olduğu noktasında İstanbul şubeleri olarak ortaklık yakalamıştık. Farklılıklarımız olmakla birlikte
bunun üzerinden “Demokratik Değişim Hareketini” ilan etmiştik. Sendikal
bürokrasinin nasıl değiştirilebileceğini ortaya koyduk, neye karşı çıktığımızı söyledik, çözüm önerilerimizi sunduk.
Kongre öncesi muhalif şubelere yönelik yaptırım ve tavırlar genel kurul sonrası
daha da gelişti. Bizim işçilerle bu anlamda
yürüttüğümüz tartışmalar vardı. Temsilcilerimiz bu tartışmalara katıldı, tavır aldı.
Bu tartışmaların gelişmesi üzerine ben ve
1 No’lu Şube Başkanı disipline verildik. Bu
tutum mücadelenin sertleşen yanıydı aslında. Yavaş yavaş kırılmalar yaşanacaktı
taraflar arasında. Genel Merkez “sizin
söyledikleriniz suçtur” diyordu; biz ise
söylediklerimizin sendikanın içinde demokratik bir mücadele, tutum olduğunu
ifade ediyorduk. İşçilerin o süreçteki tavırları ve yaklaşımları bu disiplinin sonucunu da belirleyecekti.
- 1 ve 5 No’lu Şubenin Hak-İş’e
geçme gerekçesi neydi?
- 1 ve 5 No’lu Şube bunun bir tasfiye
olduğunu ve bu sendika içinde artık çalışma olanakları kalmadığını düşünüyorlardı. Buradan hareketle istifayı önlerine
koydular. Genel Merkezin baskılarına
karşı mücadele ederek sendikada kalmak
yerine Hak-İş’e geçmeyi tercih ettiler. Bu
arkadaşlarımız Değişim Hareketinin
programını özümsemediler.
- Sizce şubelerin Hak-İş’e geçişi
sınıfa ne kazandırır?
- İşçi sınıfı için Hak-İş, Türk-İş’in çizgisinden daha düşmandır. “Bu sendika
içinde demokrasi yok” deyip Hak-İş’e
gitmek ne kadar anlaşılır? Belediye-İş
içinde daha demokratik bir sendikayı tartışırken Hak-İş’e gitmek bence ahlaki
değil. Sendikacılık yapmayan, sendikacılığı ağzını almayan hükümetin bütün
programını harfiyen uygulayan, ona akıl
hocalığı yapan Hak-İş tartışılır bir nok-
Sendikal bürokrasi:
Sınıfın öldürücü virüsü
İşçi sınıfına dönük saldırıların ve bu
saldırılara karşı direnişlerin yoğunlaştığı
bir dönemden geçiyoruz. Gündemdeki
Torba Yasa bu saldırıların daha da
pervasız bir boyut kazandığının resmi
niteliğinde.
Komprador patronları sigorta ve
kıdem primlerinden kurtarmaya çalışan
AKP hükümeti, tabii ki efendilerine hizmet ediyor. Bunda şaşılacak bir durum
yok. Ve bundan sonra da emekçilere dair
egemen sınıf sözcüleri tarafından gündeme getirilecek her yeni tasarı, yeni saldırıları içerecektir. Daha fazla sömürüyü,
daha fazla güvencesiz çalıştırmayı kapsayacaktır. Tüm tarihi tecrübeler bize bu
gerçeği gösteriyor.
Egemenlerin sınıf içindeki
koltuk değnekleri...
Her tarihi dönemde olduğu gibi, egemen sınıfların emekçilere dönük saldırı
paketlerinin hayat bulması için, tepkisiz-itirazsız bir ortamın yaratılması gerekiyor. Tepkisiz bir ortam örgütsüz,
örgütlenme bilincinden yoksun bir sınıf
yaratmakla mümkün olur. Egemen sınıflar ise mevcut sendika ağalarını
dönen sömürü çarkı için yeterli bir güvence olarak görmüyor. Bundan dolayıdır ki sınıfın örgütlenmesini zorlaştıran
yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Aslında tüm bu saldırılar içiçe ve bir paket
dahilindedir.
Sınıf çalışması içinde başarı elde
etmek için yalnız egemenlerin saldırılarına karşı değil, onların sınıf içindeki
koltuk değneklerine karşı da amansız bir
mücadele içine girmek gerekiyor. Sendika ağalarının, sendikal bürokratların,
saldırılara karşı durma, örgütsüz sınıfı
örgütleme diye bir dertleri yoktur. Son
saldırılar karşısında Türk-İş yöneticileri
vb. tüm sınıf düşmanlarının takındığı
tutum ortadadır. Sendikal bürokrasiye
karşı Belediye-İş Genel Merkez
seçiminde tabana dayalı haklı
ve meşru bir zeminde ortaya
konulan tutum, bir karşı saldırıya maruz kalmıştır. Sendikal
bürokratlar, sınıfın çıkarlarını
savunan sendika başkanlarından, delegelerinden hesap
sormaya kalkmaktadırlar.
İşçiler kaderlerini ellerine
almalı
Bu saldırılar işçi sınıfı içinde süren
sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. İşçi
sınıfı cephesinde direniş mevzileri çoğaldıkça egemen sınıfların sınıf içindeki
ideolojik ajanlarının saldırıları da artacaktır. Dolayısıyla bu çatışmadan başarılı bir şekilde çıkmak için
öncelikle sınıfsal bir duruşta, sınıfsal bir çizgide
derinleşmek gerekiyor. Ve
bu çizgi doğrultusunda
amansız bir mücadeleye
girerken mümkün
tada bile değildir. Buradaki devreye giren
özel çıkarlardır.
- 1 ve 5 No’lu Şubeler yakın bir
zamana kadar Değişim Hareketi
içindeydi. Siz de onlarla beraber
yürüyordunuz. Bugün içinse yollarınızı ayırmış durumdasınız…
- Biz Belediye-İş sendikası içindeki
mevcut yönetime ve onun anlayışına
karşı bir araya geldik. 2-3 yıldır İstanbul’daki süreci beraber örgütledik. Bunu
yaparken herkes aynı pencereden bakmıyordu tabii ki. Bizim aramızdaki fark
şudur. Biz bir politikanın değişiminden,
sendika içi demokrasinin işlemesinden,
işçilerin katılımından bahsediyorduk;
onlar içinse 5 kişinin değişmesiydi mesele. “Mevcut yönetim gittiğinde
ben geldiğimde sorun çözülecek”
diye baktılar. Ortak hareket ettiğimiz
süreçte de bu yaklaşımın izleri vardı. Biz
onlarla yürüyebileceğimiz noktaya
kadar yürüyecektik. Değişimin kendisi
bilinçle ilgiliydi. İttifak bu değişimin zemini olacaktı.
- Şubelerin istifası kamuoyu için
biraz şaşırtıcı oldu. Değişim Hareketi içindeki farklılıklar konusunda belli bir bilgi eksikliği yok
mu sizce de?
- Biz mücadelede ortaklık yanı dışındaki iç yanını çok tartışmadık. Aramızdaki
farka daha çok dikkat çekebilirdik. İşçilerin önemli bir kısmı bu gelişmeyi duyduğunda çok şaşırmadı. Ama az da olsa bir
kısmının ve kamuoyunun şaşırmış olması
bize bu farklılıkların daha fazla vurgulanabileceğini düşündürdü.
“Sendikamızı teslim alamazsınız!”
İstanbul: İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nde işçiler oluşturulan
noter odalarında baskı ile Hizmetİş’e üye yapılmaya çalışılıyor.
Yaşananları protesto etmek
amacıyla 24 Ocak günü biraraya
gelen Belediye-İş üyeleri Aksaray’da bulunan şube binalarından
Büyükşehir Belediyesi önüne kadar
bir yürüyüş gerçekleştirdi. “İşyerlerimizde var olan sendikamızı saray’da
teslim alamazsınız” yazılı pankart açan işçiler sloganlarla Belediye önüne yürüdüler. Burada sendika adına açıklamayı İsfendiyar Ekşi yaptı. Ekşi, 1 ve 5 No’lu
şube başkanlarının kendi çıkarları uğruna işçileri terk ettiğini ve Hizmet-İş’in çalışmalarının başladığını söyledi.
Açıklamanın ardından işçiler Büyükşehir Belediyesi önündeki polis barikatını
zorlayarak noteri kovmak istedi. Kısa süreli tartışmaların yaşandığı eylemde sendikanın seçtiği 3 işçi Belediye içinde inceleme yapmaya gitti. Eylemin başlaması ile
birlikte noter memurları ofislerini terk ettiler. İnceleme sonrası açıklama yapan Ali
Haydar Özcan noterin Belediyenin arka kapısından kaçırıldığını belirtti.
olduğu kadar en geniş kesimlere gitmek, bu hainlere karşı daha geniş ittifaklar oluşturmak oldukça önem
kazanıyor.
Sözgelimi Belediye-İş Genel
Merkezinin İstanbul’daki bazı
şubelere karşı
başlattığı tasfiye girişimine
karşı tabana
dayalı ve mümkün olduğu kadar
en geniş ilerici ve demokrat kesimleri de kapsayacak, desteğini
alacak bir mücadele başlatmak
önemlidir. Tabii ki burada söz
konusu şubelerin tabanına
dönük sendikal bürokratların
iç yüzünü teşhir edecek faaliyetler de önemli bir yer teşkil
etmektedir.
Daha sade bir dille ifade
edecek olursak; Belediye-İş
Genel Merkezinin bu saldırgan tutumuna karşı
tavrı tabanla tartışarak,
tabanı tartışma sürecine
katarak ortak bir hareket
planı çıkarmak, kalıcı ve etkili sonuçlar
için doğru yöntemdir. Keza sendikal bürokratların bu saldırıları, karşı saldırı
için bize bir fırsat ta sunuyor. Şimdi tam
da gerçekleri bulunduğumuz her alanda
işçi sınıfına anlatmanın, egemenlerin bu
ideolojik ajanlarının demokrasiden, işçi
sınıfının mücadelesinden, haklarını savunmasından ne anladıklarını işçi ve
emekçilere propagandasını yapmanın
zamanıdır.
Bu mücadelede elde edilecek her başarı işçilerin gerçekleri görmesine, sendikal bürokratlara karşı daha bilinçli bir
tutum almasına vesile olabilir. Böylesi
pratiklerin eğiticiliğini, gerçeklerin görülmesini sağlayan etki düzeyini asla
hafife almamak gerekir. Hiç şüphesiz
sendikal bürokratlara karşı mücadelede
başarı elde etmek için egemen sınıfların
saldırılarına karşı yeni direniş mevzileri
yaratmak, direnişin olduğu alanlarda
güçleri daha bir yoğunlaştırmak gerekir.
Şu açık ki, bir direniş mevzisinde elde
edilecek başarı, diğer direniş mevzileri
için büyük bir moral ve motivasyon kaynağı olacaktır. Yeni örgütlülükler ve direnişler içinde bir çağrı niteliği
taşıyacaktır.
Özgür gelecek/02
4-17 Şubat 2011
İşçi-köylü
05
PTT Direnişçisi taşeron işçilerinin seslerine ses olalım!
Emekçinin gündemi
2011’in nasıl geçeceği açılışından
belli oluyor
Baskıya ve zora dayalı diktatörlüklerin yoksul halkların
isyanlarıyla devrildiği ve sarsıldığı bir dönemden geçmekteyiz. İktidarını baskıya ve emperyalizme dayanarak ayakta
tutan bu diktatörlüklerin halkın öfkesi karşısında nasıl birkaç günde yerle bir olduğunu, nasıl büyük korkular yaşadıklarını ve her an kaçabilmek için valizlerini nasıl
hazırladıklarını canlı yayında izlemekteyiz. Özellikle gıda fiyatlarındaki aşırı artışla ve bunun sonucunda yaşam standartlarının artık çekilemeyecek bir duruma gelmesiyle
beraber patlak veren isyanlar küresel ekonomik krizin yarısömürge ülkelerde büyük birikim yarattığını ve nelere gebe
olduğunu da bizlere göstermektedir.
21. yüzyılın devrimler ve ayaklanmalar yüzyılı olacağına
dair her yıl yeni deliller ortaya çıkmakta, 2011 yılının nasıl
geçeceği açılışından belli olmaktadır. Bu gerçeklik içinde ülkemizde de Torba Yasa örneğinde olduğu gibi emeğe dönük
büyük saldırılar gündemdeki ağırlığını korumaktadır. Buna
karşın işçilerin ve yoksulların artan öfkesinin kontrol altında tutulabilmesi için baskı mekanizması işlemekte, işçi
eylem ve grevleri yoğun bir polis ablukası altında gerçekleşmekte, halk hareketini ateşleme niteliğine sahip olan gençliğin öfke ve mücadelesi ise doğrudan baskı ve saldırılarla
engellenmeye çalışılmaktadır.
Sendikal bürokrasi için bir diğer tutum da fabrikalardan
gelen örgütlenme çağrılarına cevap vermemek, bilinçli olarak işçileri örgütlememek, işçiler için uzun zamanlı, kararlı
mücadeleler örgütlemeyi göze almamaktadır. En son zafer
kazanan UPS işçilerinde olduğu gibi TÜMTİS’in, yine birçok
fabrikada Deri-İş, Petrol-İş, TEKSİF, Birleşik Metal-İş,
Haber-Sen vb. birkaç az sayıdaki sendikanın işçileri örgütleme, direnişleri sürdürme ve baskılara boyun eğmeme çabası uzun süreli mücadeleleri ve genellikle sabırla verilen
mücadele sonucu elde edilen büyük kazanımları göstermektedir. Bu uzun süreli mücadelelerin işçilerin siyasallaşmasını da beraberinde getirmesi sistem için ayrı bir tehdit
olduğundan bu sendikalar da hedef haline gelmektedir.
Böylesi bir gerçeklik içinde kaynayan, öfke duyan, örgütlenmek isteyen ülkemiz işçi sınıfının enternasyonal proletaryanın genel eğilimine uygun bir tutumu vardır ancak hareket
alanı dardır, kendisine giydirilen gömlek küçük gelmektedir.
Yeni ve güçlü bir devrimci, öncü harekete, yeni mücadele kanallarına, sıkı bir mücadeleye ihtiyacı vardır. DDSB bu konuda anlayışıyla, birikimiyle, tarihiyle, gücüyle ciddi bir
alternatiftir. Son dönemde toparlanma, zaaflarının üstüne
gitme, daha örgütlü-daha kolektif mücadele etme yönünde
attığı adımlar önemlidir ama halen yetersizdir, daha üst düzeyde bir birliğe ve militan bir duruşa ihtiyacı vardır.
Bu gerçekliği ileriye taşımak, ülkemizdeki ve dünyadaki
işçi hareketinin gelişimini daha yakından anlamak için birçok ildeki DDSB’lilerin uzun zamandır talep ettiği uluslararası sempozyum oldukça önemlidir. 20 Şubat’ta
İstanbul’da gerçekleştirilecek olan ve DDSB ile ATİK’in ortaklaşa düzenleyeceği sempozyumda ülkemizde ve Avrupa’da işçi sınıfına ve emekçilere dönük saldırılarla
Avrupa’da ve ülkemizde işçi sınıfının mücadelesi üzerine
yoğunlaşacağız. Avrupa’nın birçok yerinden gelen sendikacı
dostlarımızla beraber ülkemizden akademisyenler ve sendikacılarla direnişçi işçiler de görüşleriyle sempozyuma katkı
sunacaklar. DDSB de sürece dair görüş ve politikalarını
daha detaylıca tartışma olanağına sahip olacak. Bu çalışmanın elbirliği ile güçlü şekilde örgütlenmesi daha ileriki süreçteki çalışmalarımız açısından oldukça değerlidir.
İstanbul’da düzenlediğimiz DDSB toplantısında da net
şekilde gördüğümüz üzere DDSB’liler alanlarında ve sendikalarında yoğun bir çalışma içindedir. DDSB’liler işçi direnişlerinin örgütlenmesinde, çadırların kurulmasında,
güvencesizlerin sendikalarla tanıştırılmasında, sendikal bürokrasiye karşı çıkmada etkin bir yaklaşım sergilemektedir.
Bir araya geldiğimizde herkesin paylaşacak çok konusunun
olması ve canlı tartışmaların yaşanması buna en net delildir. Ancak çalışmalarımızın koordine edilip kolektif bir yaklaşım sergilemede, deneyimlerimizi paylaşmada ve
birbirimize destek olmada, yerelle geneli bütünleştirmede
zayıf kaldığımız çok açıktır. Bu zayıflığı elbirliği ile aşacağımıza olan inancımız tamdır.
Uzun zamandır direniş seslerinin geleceğini ifade ettiğimiz
PTT’de bugün üç ayrı yerde işçiler direnişe başlamıştır. PTT’de
çalışan kamu emekçisi ya da taşeron işçisi bütün çalışanların iş
koşullarının çok ağır olduğuna
öncelikle değinmek gerekiyor.
Egemenler ve PTT yönetimi
kölelik düzenini PTT işçi ve
emekçilerine dayatıyorlar. Yaşanan sömürüye dayanamayan işçiler, seslerini yükseltmeye
başladığı anda da işten çıkartmayla tehdit ediliyorlar. PTT’nin
özelleştirilmesinde ellerine/ayaklarına dolaşmasını istemedikleri
işçileri, önce dağıtmaya daha
sonra da direkt işten çıkartmaya
başladılar. Sendikal mücadelede
daha ileri duran sendika yöneticilerine ise özellikle saldırılar
başlamış, nasıl sendikacılık yapılır konulu yazılar tebliğ etmişlerdir. İş yükü her gün biraz daha
artarken işçiler kuralsız angarya
çalışmaya zorlanıyor. Gişelerde
170 ayrı işlem yapılırken kargoda
işçilere buzdolabı taşıttırılıyor.
Dağıtıcı kadrosunda olanlardan
hem şoför hem dağıtıcı olması isteniyor. Üstelik de işçilere ayrıca
bir ücret verilmiyor. Kayıtsız
posta dağıtıcılarına günlük taşıması gereken yükten iki kat daha
fazla yük taşıtılıyor. Tebligat adli
dağıtıcısına koli taşıtmaya çalışılıyor. Üç ayda bir PTT’de yeni uygulamalara geçiliyor, işçilerin sık
Haklarımız için
direniş şart!
İstanbul: İş Bankası’nın taşımacılıktaki taşeronu Nemtrans
A.Ş.’de çalışan işçiler Nakliyat-İş
sendikasına üye oldukları gerekçesi ile işten atılmıştı. İşyerinde
çoğunluğu yakalamalarına rağmen
sendikayı kabul etmeyen İş Bankası ve taşeron şirkete karşı direnişe geçen işçilerin kararlı
mücadelesi Levent’te bulunan İş
Bankası Plazaları önünde devam
ediyor. Biz de işçileri ziyaret ettik
ve Nemtrans’ta yaşanan süreç
hakkında bilgi aldık.
Cengiz Yıldırım: Biz Gemlak
limited şirketinde çalışıyorduk.
sık cihetleri değişiyor. Her ihale
döneminde işçiler işten çıkarılıyor, yerlerine yeni işçi alınmıyor,
çalışmaya devam eden işçilere
gece “nöbet, mesai” adı altında
hiçbir ücret vermeden 16 saat çalışma dayatılıyor. Kabul etmeyenlere ise kapı gösteriliyor.
Bu kapsamda; 01.01.2011 tarihi ile son bulan ihale sonucu
yine işçiler işten çıkarılmıştır.
Ama bu dönem diğer dönemler
gibi olmamıştır. Daha önce işten
çıkarılan işçiler “kaderlerine
razı olup” sessiz sedasız evlerine giderken bugün işten çıkarılan işçiler 3 ayrı yerde direnişe
başlamıştır. Direnişlerin bir
ayağı olan Ankara’da da Recep
Güzeler ve Cem Koray Türedi iş yerleri önünde bekleyişe
başladılar, her gün işlerine gittiler ve onları iş yerlerine almayan,
arkadaşları ile konuşmalarını yasaklayan yönetime korku oldular.
İçerideki işçiler dışarı çıkmasın
diye çıkış kapılarına asma kilit
vuruldu. İşçilere destek olmak
için basın açıklaması yapan
KESK Haber-Sen yöneticilerine
yönelik saldırı gerçekleştirildi.
Konuyla ilgili Haber-Sen Ankara
2 No’lu Şube yöneticileri PTT yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundu.
Sendikaların, devrimci, demokrat-ilerici kurumların bu sürece dahil olmakta, direnişi
büyütmekte yeteri kadar çaba
Ancak son zamanlarda şirket yatırım yaparak büyüdüğünü ve ismini Nemtrans A.Ş. olarak
değiştireceğini duyurdu. Şirketin
büyümesi ile birlikte hak gaspları
da arttı. 200 TL’lik mesailerimiz
100 TL olarak ödenmeye başlandı.
Yapılan kesintilerle ilgili de “şirketin büyümesi için bu şart”
denildi bize.
Bu saldırıya karşı toplandık ve
örgütlenmeye karar verdik. Önce
14 işçiyi işten attılar, sonra liman
üzerinden taşımacılık yapan arkadaşlarımıza “biz Nemtrans’ı kapatıyoruz, siz GenPort’a
geçin” dediler. Daha düne kadar
büyüyen ve özel araçlar alan Nemtrans nasıl olur da biz sendikalı ol-
Konveyör işçileri kararlı
Tuzla Organize Deri Yan Sanayi Bölgesi’nde bulunan Konveyör fabrikasında işçilere yönelik baskılar sürüyor. Günde sadece 2 kere tuvalete gitme gibi
aşağılayıcı uygulamalarla karşı karşıya kalan işçiler
günde 14 saat çalıştırılıyor. Sözleşme yenileme döneminde işten atılan 30 işçiden 7’si direnişe geçmiş
durumda. Direnişteki işçilere yönelik patronun saldırıları ise pervasızca devam ediyor. 21 Ocak’ta
patron ve korumaları tarafından işçilere yönelik bir
saldırı gerçekleştirildi. Tüm saldırılara rağmen iş
giriş ve çıkışlarında toplanan işçiler baskılara karşı
eylemlerini sürdürüyor.
harcamaması da önemli bir noktadır. Sendikaların bugüne kadar
taşeron işçilerini örgütleme noktasında adım atmayışı bizleri bugüne getirdi. İşçilere yönelik
saldırılar ardı arkası kesilmeden
devam ederken, işçiler ve emekçiler her gün yeni bir çuvala girmeye zorlanırken, sendikal
bürokrasi direnişlerin büyümesine engel oluyor. PTT’deki işçilere yönelik saldırı sadece o
işkolunda yaşanmamaktadır.
Bütün çalışma hayatımıza taşeronlaştırma, esnek çalıştırma,
güvencesizlik hakim kılınmaya
başlanmış, egemenler pervasızlaştıkça pervasızlaşmıştır. Süreç
göstermektedir ki işçilerin örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka çaresi yoktur. İşçilerin
direnişe ve mücadeleye güvenlerini sağlamak direnişe omuz vererek olacaktır.
(Ankara DDSB)
duktan sonra batabiliyor, bunu
anlamadık. Biz de buna karşı çıktık ve sonuçta da işten atıldık.
- İşten atıldıktan sonra
başlattığınız direnişe İş Bankası’nın yaklaşımı ne oldu?
- Birkaç kez görüşme yapıldı ve
taleplerimizi değerlendireceklerini
söylediler. Bunların derdi iş büyütme ve küçültme değil sadece
sendikadır. Bunu bize getirdikleri
öneride de gördük. Bize “sendikadan istifa edin, GenPort’a
geçin, o zaman sizi işe alırız”
dediler. Biz bir kere kararı verdik
ve sendikaya üye olduk, direnişe
de başladık. Artık geri dönüş yok,
meşru biz mücadele veriyoruz ve
elbette kazanacağız.
UPS’de mevsimleri deviren direniş!
ABD patentli taşıma şirketi UPS’de sendikaya
üye oldukları için İzmir, Ankara ve İstanbul’da
işten atmalar yaşandı. İstanbul harici bölgelerde
gerçekleşen mahkemeler işçilerin lehine sonuçlandı. İstanbul’da ise mahkeme henüz sonuçlanmadı. İstanbul’da direniş bayrağı Mahmutbey ve
Kurtköy’de 300’lü günlere yaklaşılmasına rağmen
tüm iradesiyle dalgalanıyor. Direniş boyunca işçilerdeki heyecan ilk günü aratmıyor. 90 kişiyle başlayan direniş bir kişi bile eksilmeden aynı
kararlılıkla sürüyor. Son olarak UPS patronu TÜMTİS yöneticileri ile masaya oturma noktasına geldi.
06 İşçi-köylü
4-17 Şubat 2011
Gümüşdamla’da su ve tarım için HES’e karşı mücadele!
İstanbul: Gümüşdamla, Antalya’nın Akseki ilçesine bağlı, yeşil dağlar
arasında kalan şirin bir köy. Burada
yaklaşık bin 800 kişi yaşamaktadır.
Köylülerin geçim kaynağı 2000’li yıllara
kadar küçükbaş hayvancılıktı. Ancak
AKP hükümetinin köylülerin temel geçim kaynaklarını kurutan tarımı tasfiye
politikası bu köyü de derinden etkiler.
Bu yıllarda köyde hayvancılık bitme
noktasına gelir ve 2-3 aile dışında köyde
hayvancılık yapan kalmaz. Hayvancılıktan geçinemeyen köylüler
bu kez, sebze-meyve üretimine,
bağcılık yapmaya başlarlar. Arıcılık yaparak yörenin en iyi balını
burada üretirler. Köyün diğer geçim kaynakları da mütevazı iki
un değirmeni ve bir de alabalık
üretme tesisi.
Bu şirin köyün Ali Hoca adında bir tane de deresi var. Bu dere,
Manavgat Çayı’nın çıkışı olarak
bilinen Ali Hoca Membası (kaynağı)’ndan çıkıyor. Ve bu dere
Gümüşdamla köyünün tarlalarını
suladıktan sonra sırasıyla Üzümdere ve Sinanhoca köylerinin de tarlalarını suluyor. Dere sebze-meyve üretimi
ve bağcılık yapan köylüler için hayati
önem taşıyor haliyle. Ancak doğaya ve
tarıma yalnızca kâr gözlüğüyle bakan
devlet, köylülerin hayvancılığını nasıl
bitirdiyse, bu dereyi de öyle alacaktı
köylünün elinden ve paraya dönüştürecekti. “Enerji de enerji” denilerek yapılan yasalarla dereler, çaylar, yaylalar satılığa çıkarılıyor ve çevre katliamına davetiye çıkarılıyor.
Gümüşdamla Köyü yakınlarındaki
dere de bu yasalar kapsamında Erenler Enerji Ür. ve Tic. A.Ş.’ye satılır.
Şirket de kısa sürede harekete geçerek
burada “Değirmen Regülatörü ve HES”
inşaatına başlar. İşi de Ercihan İnş.
Ltd. Şti.-BM Holding isimli taşeron
şirketine devreder. Siz bu haberi okuduğunuz vakitlerde şirket hala HES inşaatına sürdürüyor olacak.
Gümüşdamla Köyü halkı da harekete geçerek, HES’e karşı mücadele başlatır. Çünkü HES ile birlikte dere, köyün
300 metre yukarısına taşınacaktır. HES,
köydeki 550 dönümlük sulak arazinin
kurumasına neden olacak, sulanamayan
bin 500 dönümlük arazi de kuraklığa
teslim edecektir. Bu da temel geçim
kaynağı olan tarımın yok olması anlamına geliyor. Köyün sahip olduğu iki
değirmen çalışamaz duruma gelecek,
dere üzerinde kurulu olan alabalık üretim tesisi işlevsiz kalacaktır.
Arıcılık da yaşanacak iklim değişikliği nedeniyle bitme noktasına gelecektir.
En önemlisi, yöre, orman haritalarında
bile heyelan bölgesi olarak gösteriliyorken, HES, heyelan riskini artıracaktır.
Keza yeni sene başında, 5 Ocak’ta köyün
yakınlarında bir heyelan gerçekleşmiş
ve bu heyelan yüzünden köyün içme
suyu irsaliye hattı açıkta kalmıştı.
Antalya ve İstanbul’da
Gümüşdamlalılar HES’e karşı!
Gümüşdamla köylüleri Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Antalya Şubesi
ile birlikte HES’e karşı hukuksal mücadele başlattılar. Köylüler kendi aralarında toplantılar alarak, HES’i istemediklerini duyurmakta kararlılar. Şimdiye kadar birçok yere başvurdular, Mecliste bu
konu ile ilgili soru önergesi verdirdiler.
Yalnızca şirkete elini hızlandırması söy-
Türkiye’nin 1700 deresi HES projeleri
nedeniyle özel şirketlere devredilmiş durumda. İşte onlardan birkaçı;
Alakır Vadisi: Torosların, göçebeler tarafından en çok tercih edilen yerlerinden
olan Alakır Vadisi, 8 HES projesi nedeniyle
tehlike altında!
Gömbe: Antalya’nın Kaş ilçe merkezi
ve köyleriyle Demre’nin içme suyu ve tarımsal su kaynağı olan Gömbe’deki Uçarsu
ve Kocaçay’a HES yapılması girişiminde
bulunulması sonucu bölge köylüleri ayağa
kalktı. Şirketler, köylülerin öfkesi geçinceye
kadar projelerini rafa kaldırdılar.
Sülekler: Antalya’nın Korkuteli ilçesine
bağlı Sülekler Köyü yakınlarındaki Sülekler
Çayı üzerine HES inşa edilmeye çalışılmıştı.
Ancak köylülerin tarım arazilerini tehdit ettiğini belirterek başlattıkları hukuksal mücadele sonucu şirket projeyi şimdilik rafa kaldırmak zorunda kaldı.
Polyplex’te bir utanç
duvarı ve onurlu
bir direniş
İstanbul: Çorlu’nun Ulaş beldesine
3 km uzaklıkta, etrafı tel örgülerle
çevrili bir bölge olan Avrupa Serbest Bölgesi’nde bir utanç duvarı
örülmüş durumda. Avrupa iş yasalarına bağlı, kendi içinde gümrüğü
bulunan bu bölge işçi sınıfına cehennem sermayeye cennettir. Bu
bölge içinde yer alan fabrikalar
dünyaca ünlü markalara üretim
yapıyor. Bu fabrikalardan biri de
son zamanlarda adını direnişlerle
duyduğumuz Polyplex. Bu fabrika
içinde yaşanan hak ihlalleri hakkında bilgi almak için gittiğimiz
lendi. İstanbul’da yaşayan Gümüşdamlalılar da Antalya Isparta Dereleri Özgürce Aksın Platformu öncülüğünde
toplantılar alarak mücadeleyi büyüteceklerini ilan ettiler.
Biz de Özgür gelecek gazetesi olarak,
Gümüşdamla Köyü eski muhtarı ve aktif
bir HES karşıtı olan Mehmet Demir’e
telefonla ulaştık ve bilgi aldık:
“HES projesini duyduğumuz an dava
açtık şirkete. Çünkü dere bizim için hayati bir öneme sahip ve elimizde bilirkişi raporları var,
hepsi de şirket aleyhine.
Ama şirket bir Ankara’ya
gitti, ‘eksikliklerini’ tamamladı, geldi ve mahkeme bu
kez şirket lehine karar verdi.
İnşaatın olduğu yerde 2-3
bin çam ağacını moloza
gömdüler. Devlet Su İşleri’ne gittik. Ama oradaki görevliler bize yardımcı olacaklarına, şirket yetkilisi gibi
durmadan ‘ya sıkmayın canınızı, uğraşmayın böyle işlerle, biraz yardımcı olun
da bitirsinler şu inşaatı. Tüm sorunlarınız çözülecek’ diyerek geri gönderdiler. Bahçelerimizi kuruttular, neyine
yardımcı olacağız!?
Bahçelerimiz, tarlalarımız günden
güne kötüleşiyor. Ziraat mühendisi çağırıyoruz. Uzman çavuş geliyor, bizi, diğer köylüleri tehdit ediyor. ‘Sakın ola
kimseye ‘yanlış’ bilgi vermeyin, sizin
bahçeleriniz inşaat yüzünden değil, sizin bilgisizliğinizden kuruyor” deyip duruyor. Şimdi bir tane HES inşaatı var
ama yeni bir şirket daha dadandı buraya. O da HES yapacakmış. Kendisini
aynı şirket gibi göstermeye, köylüleri aldatmaya çalışıyor.
İnşaatı yapılan HES’e karşı hukuki
mücadelemizi sürdüreceğiz ama bu
ikinci HES’e tamamen karşıyız ve fiili
olarak da mücadele edeceğiz. Tek isteğimiz, HES’e karşı tek vücut olunması…”
Çorlu’da direnişteki işçilerle görüştük. İşçilerden Yıldıray Avcı bize
süreci özetledi:
- Polyplex dünyaca ünlü markalara
üretim yapıyor. Sadece bir yıllık cirosu 1 milyar dolar. Bu parayı sadece 240 işçinin yaptığı üretimden
kazanıyor. Dünyanın 3. büyük fabrikalarından biri ve 240 bölgede
fabrikası var. Bu fabrikanın patronuna karşı direnmek farklı bir şey.
Fabrika içinde aşırı baskı var. Tuvaletlerin haricinde hemen her yerde
Mobeseler ve yüksek donanımlı ses
kayıt cihazları var. Çalışırken hiçbir güvenliğimiz yok. Her on günde
bir kesin bir kaza yaşanır.
Bunlara rağmen çalıştırılıyor hem az
alıyorduk. Görüşme taleplerimiz ise
devamlı iptal ediliyordu. Biz de
Petrol-İş’e üye olduk. Üyeliğin ar-
Özgür gelecek/02
Ceylanpınar’da
Eylem
Amed: Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde TİGEM’in sulama
projesi kapsamında işe alacağı
kişilerin ilçe dışından alınmasına tepkili olan ilçe halkı, bu
sefer de işe alınacaklarda aranan şartların ağır olmasına
karşı eylem yaptı. Daha önce
yaptıkları eylemde olduğu gibi
bu sefer de polis tehdidi ile taleplerine karşılık verildi.
Kitle adına açıklama yapan Türkiye Gençlik Konseyi
Genel Başkanı Rıdvan Söylemez işçi alımında aranan
koşulların ağır olduğunu belirterek, işçilerde Kamu Personeli Seçme Sınavı şartının
konulmasının komik olduğuna değindi. Açıklamadan
sonra yaklaşık 50 kişilik kitle
merkez Dörtyol’a gelerek ilçe
halkının eyleme yeterince
destek vermemesini eleştirdi.
Sloganlar eşliğinde Tarım İşletmesi Müdürlüğü’ne yürünmek istendi ancak polis engeli
ile karşılaşıldı. Eylemciler ile
polis arasında arbede yaşandı. Polisin 3 kişiyi gözaltına almak istemesi üzerine
kitle araya girdi ve polisin eylemcileri gözaltına almasını
engelledi.
Bu durum, en yakıcı sorunlardan biri olan işsizliğin Ceylanpınar’daki yansıması olarak
karşımıza çıkıyor. Egemenlerin
ise halkın temel sorunlarından
biri olan bu duruma yaklaşımı
yine şiddet, baskı ile tahammülsüzlük çerçevesinde şekilleniyor. Bu zihniyet bizlere,
yoksul halkın, işçi ve emekçilerin bu sistemde yaşam hakkı
dahi olmadığını gösteriyor.
dından toplam 21 kişi işten atıldık.
Biz de fabrika önünde direnişe geçtik. Şu an içerde çoğunluğu yakalamış durumdayız. Patron da iş koluna itiraz etti. İçerde üye arkadaşlarımıza rüşvet teklif ediyor. Ama şu
ana kadar bir yılgınlık yok. Sendikadan istifa edenler olsa da direniş
sürecek. Buraya bir utanç duvarı
yaptılar, her tarafa mavi branda
çektiler. Amaç işçi arkadaşlarımızla
görüşmemize engel olmak. Ama arkadaşlar buradan servislerle geçerken bile bize destek olduklarını, yılmamamızı söylüyorlar. Patron bu
durumdan çok rahatsız. Polisin de
desteğini alarak bize baskı yapıyor.
Çadırın kaldırılması, kaldırılmadığı
halde yıkılacağını söylüyor. Biz buradayız, gelip yıksınlar. Direnişimiz
tüm kararlılığı ile devam edecek.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Hayvancılıkta yaşananlar, emperyalizme
bağımlılığın sonucudur
Ocak ayının ortalarında önce Türkiye’nin en büyük hayvan çiftliğine sahip
Banvit, sonra Koç Harranova ve Saray Çiftlik, yapılan ithalat dolayısıyla
artık canlı hayvan almayacaklarını açıkladı. İthal canlı hayvan ve et çok daha ucuza geliyordu. AKP hükümetine yüklenmek isteyenler bu üç büyük firmanın
açıklamalarını bahane ederek, ithalata
son verilmesini veya gümrük vergilerinin
yükseltilmesini istediler. Yaşanan sorunların nedenini ithalat yapmak gibi gösterdiler. Ama ithalat sadece tarımda değil
sanayide de çok büyük oranda yapılıyor.
Yıllardır cari açığın rekor kırmasının nedeni budur. Tarımda, sanayide, enerjide
Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı derinleşmektedir. Hayvancılıkta yaşananlar
da bu çerçevede ele alınmalıdır.
İthalatla birlikte sağlıksız,
kalitesiz, etlere kapı açılmıştır!
2008 yılında Güney Kore’de halk,
ABD’den et ithal edilmesini engellemek
için sokaklara dökülmüş, günlerce eylem
yapmış, en sonunda hükümet istifa etmek zorunda kalmıştı.
Dünya genelinde yeterli ve sağlıksız
gıdaya erişim gittikçe zorlaşmakta; açlık,
1980’li yıllardan görüntülerini hatırladığımız Afrika’dan tüm dünyaya artarak
yayılmaktadır. Bunun temel nedeni küresel ısınma falan değil; tarımda Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) hakim olmaları,
IMF-DB, AB, DTÖ, BM gibi örgütler eliyle de dünyanın her tarafına girmeleri ve
tarımı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye çalışmalarıdır.
Türkiye’de neo-liberal değişim her ne
kadar 1980’lerde başladıysa da, tarım ve
hayvancılıkta köklü değişimler 1995 Uruguay Raundundan sonra yaşanmıştır.
Devletin her türlü desteğinin kaldırılması, girdilerin elde edilmesinin ve ürünlerin satılmasının tamamen serbest piyasaya bırakılması, gümrük vergilerinin düşürülmesi ve hatta kaldırılması, emperyalist-kapitalist ülkelerle rekabet şansı olmayan yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde yıkım anlamına gelmiştir.
Türkiye de bu süreç yaşanmaktadır. 1989 yılında 67 milyon 762 bin
olan besi ve süt hayvanı varlığı 2009’a
gelindiğinde % 56 azalışla 37 milyona
düştü. Kırmızı et üretimi 544 bin tondan
412 bin tona geriledi. Bu süreç içerisinde
nüfusun sürekli arttığını göz önüne aldığımızda; gerilemenin görünenden çok
daha boyutlu olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye, kırmızı et üretiminde
Tarım alanları
azalıyor
İstanbul: 2005 yılında
çıkarılan Cargill yasasının ardından yapılan araştırmalar yasanın
gerçek amacını gözler önüne seriyor. Türkiye İstatistik Kurumu
(TÜİK) verilerine göre, Cargill yasasının geçtiği dönemlerde tarım
arazilerinin miktarı 27 milyon 856
bin hektardı. Ancak tarım arazileri-
uygulanan politikalar sonucunda
talep edilen eti dahi karşılayamaz
hale gelmiştir. Bir kesimin kullanmayı
sevdiği gibi “kendine yetersiz hale gelmiştir” demiyoruz. Çünkü yoksul halkımız zaten et yiyemiyordu, ayda yılda bir
gramlarla mutfağa et girmesini “yeterlilik” olarak değerlendirmek sınıfsal olarak
nereden bakıldığını gösterir sadece.
Türkiye’de yıkımlara rağmen halen
küçük ve orta boy üreticilik hakimdir.
Bununla birlikte son 10 yılda büyük çiftliklerin kurulduğunu görüyoruz. Banvit,
21 bin başla en büyük çiftlik durumunda. Saray Halı’nın 2006’da sadece 2
bin olan hayvan sayısını 2010’a geldiğimizde 17 bine çıkardığını görüyoruz.
Koç Harranova 13 bin 250 başla
üçüncü sırada. Dimes, Ata-Sancak,
Kaanlar gibi birçok çiftlik de 1000 başlık ve üzeri çiftlikler kurmuşlardır. Son
beş yılda hayvancılığa verilen destek, tarımın diğer alanlarına verilenlerden
daha fazla oldu. Bu yanıyla Mehdi Eker
doğru söylüyor. Ama destek, hayvan başına verilmeye başlandı. Yani ne kadar
çok hayvan varsa o kadar çok destek alınabiliyordu. Yani açık bir şekilde destekler bu büyük çiftliklere gitti.
Destek “büyük”başlara
Aslında Türkiye’de hayvancılıkta ithal
olgusu yeni değil. 1996 yılında AB ülkelerinde deli dana hastalığı (BSE) görülmesinden sonra, özel izinle canlı hayvan ve
et getirilmeye devam edildi. 2000’lerden
sonra da Avusturalya, Yeni Zelanda gibi
BSE olmayan ülkelerden 100 baş ve üstü
hayvan getirmek isteyenlere ithalat izni
veriliyordu. Yani “büyükler” için ne des-
nin korunması adı altında yürütülen talan 2010 verilerine şöyle
yansıdı; tarım arazileri 24 milyon
294 bin hektara geriledi.
Anlaşılan o ki 3 milyon 562
tarım arazisi talan edildi. Yine
aynı verilere göre ekili alanların
büyüklüğünün 18.8 milyon hektardan 16.2 milyon hektara gerilemesi
dikkat çekiyor. Nadas alanı ise 5.3
milyon hektardan 4.3 milyon hektara daralmış görünüyor.
teklerde ne de ithalatta önemli bir sorun
vardı. Ama ithalatta gümrük vergileri çok
yüksekti, hem uluslararası sözleşmeler
(Uruguay Raundu, Gümrük Birliği) dolayısıyla hem de ithalatçıların baskısıyla
hükümet et ithalatında % 225 olan canlı
hayvanda % 135 olan gümrük vergilerini
besi hayvanında sıfırladı, ette % 30’a düşürdü. Böylece piyasadaki etlerin üçte
biri (şimdilik) ithal hale gelmiş oldu. Üstelik yeni yapılan düzenlemelerle ithal ete
uygulanan 4’lü sağlık testlerinden BSE
(deli dana), IBR (İnfeksiyoz Bronşitis),
BR (Brusella), TB (Tüberküloz) vazgeçildi. Yani zaten mevcut olan (aklımıza ilk
gelen en yakın tarihli örneklerden biri bebek mamalarındaki kanserojen maddeler, diğeri GDO’lu ürünlerdir) gıda güvenliği sorunu giderek büyümüştür.
Kapitalizm, kâr üzerine kurulu bir sistemdir. Sağlık, çevre, insan... Tüm bunlar
kapitalistlerin gözünde, kârını artırmak
için istediği gibi kullanabileceği faktörlerdir. İşte Ocak ayında Almanya’da ortaya
çıkan tavuklara kanserojen madde içeren
yem verilmesi olayı. Biyodizel için üretilmiş yağın sadece teknik amaçlarla kullanılması gerekirken, daha ucuza geldiği
için hayvan yemlerinde kullanılıyor. İşte
“gelişmiş ülke” Almanya’da bunlar yaşanırken, Türkiye’nin yapılması gereken
testleri bile yapmaması, zaten atıklarını,
hastalıklı, defolu mallarını “geri kalmış”
ülkelere göndermeyi alışkanlık haline getiren emperyalistleri rahatlatmaktadır.
İthalat politikası ile amaçlanan, hükümetin iddia ettiği gibi halkın ete rahat
ve ucuza ulaşması değil; emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçilerine rant sağlamak olduğu, aylardır yapılan ithalata rağ-
Köylüler okul
boykotu başlattı
H. Merkezi: Afyonkarahisar Beyyazı
kasabası köylüleri yaşamlarını tehdit eden
taş ocaklarına karşı mücadeleyi sürdürüyor. Nöbet tutan köylüler, taş ocağı şirketinin araçlarının kasaba içinden geçişine izin
vermiyor. Bölge halkının örgütlü duruşuna
karşı, il özel idaresinin şirkete kasaba dışından ikinci bir tali yol açma girişimi de yine
İşçi-köylü
07
Kapitalizm, kâr üzerine
kurulu bir sistemdir.
Sağlık, çevre, insan...
Tüm bunlar kapitalistlerin
gözünde, kârını artırmak
için istediği gibi kullanabileceği faktörlerdir.
men et fiyatlarının düşmemesiyle ortadadır. Banvit, Koç Harranova, Saray Halı’nın et üretimini bırakıp ithalata başlaması aslında sadece bunun kanıtıdır.
Banvit Yönetim Kurulu Başkanı’nın
“Bizim açımızdan kayıp yok... Arkadaşlarımız araştırıyor, düzgün ithalat nereden yapılacaksa biz ordan et ithal
ederiz” (11.01.2011) sözleri de bunu göstermektedir. Yani sermaye kendi doğasına uygun olarak, kendini en hızlı şekilde
genişletecek olanlara kayıyor, onların
önünü açıyor. Burada küçük üreticilerin
durumu, halkın sağlıklı, yeterli gıdaya
ulaşımı vs. sadece popülist söylemler için
gereken birkaç ayrıntı.
Tarım ve hayvancılıkta çelişkiler
boyutlanıyor
Yazımızı bitirmeten önce kısaca
2011’de tarımı ve özelde hayvancılığı ilgilendiren birkaç konuya bakalım.
Geçen yıl 5 milyar 869 milyon olarak
gerçekleşen tarım bütçesi bu yıl 6 milyar
125 milyon olarak belirlendi. AKP’nin
2006’da çıkardığı tarım kanununa göre
destekleme bütçesinin GSMH’nin % 1’inden az olmaması gerekiyor. Bu oran emperyalist ülkelerde % 10 civarında. Oranın düşüklüğüne rağmen AKP bu kanunu
hiç uygulamadı. Kanuna göre 2011 bütçesinden 12.5 milyar liranın ayrılması gerekirdi. Devlet desteği çeşitli şekillerde kısılır, kaldırılırken üreticiler krediye yönlendirilmektedir. Ziraat Bankası dahil tarıma verilen kredilerin toplamı 25 milyar
lira dolayındadır. Erdoğan yılbaşından
önce hayvancılık kredilerinin faizsiz kullandırılacağını açıkladı. Devlet görevini yapmayarak üreticileri, modern
tefecilere (bankalara) yönlendirmektedir. Faizsiz kredilerin esasta büyük çiftlik sahiplerine yaradığı açıktır.
Tarım ve hayvancılıkta çelişkiler boyutlanmaktadır. Küçük ve orta üreticilerin örgütlenmesi acil bir ihtiyaçtır. Girdi
fiyatlarının düşürülmesi, tarımın her
alanda desteklenmesi, ithalatın yasaklanması önemlidir. Tüm bunlar anti-emperyalist, anti-kapitalist hatta örülebilir. Sorunu sadece ithalat gibi gösterilmemeli,
ithalatın işin sadece bir yanı olduğu işlenebilmelidir.
köylüler tarafından engellenince Valilik,
jandarma ve taş ocağı şirketi ile saldırıda
ortaklaştı. Valilik tarafından çıkarılan izinle
şirketin talanı güvence atına alındı. Yine
valiliğin talimatı ile jandarma, sürekli köylüleri taciz ediyor ve saldırıyor. Valiliğin taş
ocağı bölgesinde adeta sıkıyönetimin ilan
etmesine karşı köylüler, 22 Ocak günü çocuklarını okula göndermeme ve okulu boykot etme kararı aldı ve saldırılar duruncaya
kadar okul boykotunun devam edeceğini
söylediler.
08
Politika-yorum
4-17 Şubat 2010
Özgür gelecek/02
Yaklaşan seçimler ve Hizbullah “tahliyeleri”
Devletin Hizbullah’ın lider kadrosu durumundaki 18 kişiyi hapishaneden çıkarması üzerine tahliyelerin
arka planında ne olduğu, nedenleri,
sonuçları gibi birçok konu tartışılmaya
başlandı. Hükümetin bu tahliyeleri
kullanarak yargıyı sindirmeye çalışacağından, yargının bu tahliyelerle hükümeti yıpratmak istediğine,
hükümetin genel seçimler öncesi gerçekleşen bu tahliyelerle, Kürt coğrafyasında kendisine oy veren bir
kesimin bağımsız Hizbullah adaylarına kayması nedeniyle bölgede oy
kaybına uğratılmak istendiğine, hükümetin BDP’ye karşı Hizbullah ile işbirliğine gittiğine kadar birçok farklı
görüş dillendiriliyor. Peki, devlet, Hizbullahçıların tahliyeleri kutlamak için
çektikleri halayın toz bulutunun arkasında neleri gizliyor?
Somut olan bir şey var: Hizbullah
devlet tarafından bir kez daha
serbest bırakılmıştır. (Bir kez daha
diyoruz, çünkü daha önce onlarca tetikçisi “itirafçılık yaptığı için”, pişmanlık yasası marifetiyle serbest
bırakılmıştı. Bu sefer farklı olan, lider
kadrodan 18 kişinin bırakılması olmuştur.) Böyle bir karar, ne hükümetin ne yargının ne askerin ne
devlet içindeki diğer politik aktörlerin tek başına alıp, uygulamaya geçirebilecekleri bir
karardır.
Devletin neyi amaçladığı tüm boyutları ile bugünden anlaşılıp ortaya
çıkmış değil, zamanla ortaya çıkacak
bir noktadır. Fakat bugünden kendisini belli eden Hizbullah’ın bir kez
daha Kürt Ulusal Hareketine karşı
ileri sürülmek istendiğidir.
Hizbullah tahliyeleri ile devlet bir
taşla birçok kuş vurmayı hedeflemektedir. Bir tarafta Haziran genel seçimlerinde bölgede direkt devlet partisi
durumunda olan AKP’ye açık destek
diğer tarafta Kürt Ulusal Hareketine
geçmişi anımsatarak bir tehdit, Hizbullahçılara geçmişin diyet borcunun
ödenmesi, seçimden sonra geliştirile-
devletin tüm imkanlarının AKP’nin
6
emrine sunulmasının, bölgedeki ceDevlet Hizbullah
maatlerle ilişkiler vb. bu bilincin politahliyelerini medya
tikadaki ve pratikteki yansımalarıdır.
üzerinden gündeme taşıyıp,
Devlet 12 Eylül referandumunda
bölgede Kürt Ulusal Hareketinin ettartıştırırken, bir yandan da bu
kisinin boyutunu görmüştür. O güntartışmalar üzerinden Hizbulden bugüne Kürt Ulusal Hareketi
lah’ın silah bıraktığı, legalleştiği,
yürüttüğü politikalarla devletin
BDP gibi Meclise bağımsız adaylarla
inkar ve asimilasyona dayalı politigirebileceği vb. haberlerle hem Hizkalarında bir değişim olmadığı
bullah’ı geniş kitleler nezdinde
bölge halkı nezdinde etkili bir şemeşrulaştırıyor hem de Hizbullah’ı
kilde teşhir etmiştir. “İki dilli
yaşam” ve “demokratik özerklik”
sahip olduğu güçten daha büyük
politikası çerçevesinde kitlelerin kabir kitlesellikte göstererek alttılımı ile birlikte yürütülen politikalar
tan alta, kendi politikası tehem uzun süre ülke gündemini belirmelinde, propagandasını
lemiş hem de devletin ve onun AKP,
yapıyor.
CHP, asker vb. siyasal aktörlerin ger6
çekliğinin kitlelerce görülmesinde etkili olmuştur.
Tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek
devletin Hizbullah hamlesini sadece
millet söyleminin Kürt halkı üzerinseçime yönelik bir hamle olarak gördeki etkisini AKP’nin dini karakteri
mek bizi yanılgılı sonuçlara ulaştırır.
artık engelleyememektedir. Açılım poSeçim süreci olsa olsa bu hamlenin bir
litikası ve içi doldurulamayan “güzel”
ayağını oluşturmaktadır. Devletin
söylemlerden dolayı AKP’ye kitlelerin
seçim öncesinde Kürt Ulusal Hareketiverdiği kredi önemli oranda tükenmişnin eylemsizlik sürecinin devam etmetir. Tüm bunlara genel seçimlerde
sine yönelik en küçük bir adım
atmadığı görülmektedir. Diğer bir
yandan 50 bin kişilik özel bir ordunun
kurulmasına çalışılmaktadır. Kürt halkının tüm demokratik talepleri özü itibariyle reddedilmektedir. Devlet
böylesi bir sürecin içine Hizbullah’ı siyasal bir aktör olarak tekrar yerleştirmek istiyor. Seçim sürecinde
Hizbullah’a biçilen rol tahmin edilebilse de seçim sonrası süreç için devletin Hizbullah’a nasıl bir görev
verdiğini pratikte göreceğiz. Fakat
devlet cephesinden atılacak adımlar
Kürt halkının demokratik taleplerini
fiilen yaşama geçirme politikalarını
kanla bastırmaya yönelik bir hazırlığın
Kürt halkının tüm demokratik talepleri özü itibariyle reddedilemarelerini vermektedir. Bu da önümektedir. Devlet böylesi bir sürecin içine Hizbullah’ı siyasal bir
müzdeki genel seçimde Ulusal Hareaktör olarak tekrar yerleştirmek istiyor.
ketin bölgedeki başarısının önemini
AKP’nin milliyetçi bir politika ile
şayan herkes Hizbullah gerçeği ile
daha da artırmaktadır. Devlet uygulaMHP’nin oylarına göz dikip MHP’yi %
yaşamayı öğrenmelidir” cümleleri,
yacağı politikayı ve şiddetin dozunu
10 barajının altında bırakıp milletvedevletinin farklı ses yaratma girişimiUlusal Hareketin seçimlerde elde edekili sayısını korumak istemesi yönünnin sonucudur. Devlet, bölgede Kürt
ceği sonuca göre belirlemek durudeki politikayı ve bu politika nedeniyle
Ulusal Hareketine alternatif olacak bir
munda kalacaktır.
daha keskin bir milliyetçi söyleme ihsiyasal hareketin bölge halkı üzerinde
Kürt halkı her geçen gün büyük kutiyaç duymasını eklersek Hizbullah
etkili olabilmesi, istenen sonucu alaşatmalarla çevriliyor; dün KCK opeseçim öncesinde siyaset arenasına
bilmesi için Din orijinli bir harasyonu ile binlerce Kürt aydını,
devlet tarafından çıkarılması daha iyi
reket olması gerektiğinin
siyasetçisi rehin alındı. Yetmedi!
anlaşılabilir. AKP’nin bölgede zayıflabilincindedir.
Bugün Hizbullah’la geçmiş anımsatılayan etkisi ve seçim döneminde yükselDevletin bölgedeki
rak “faili meçhullerle” başlayan katlitilmesi muhtemel milliyetçilik
imam hatip ve kuran
amlarla tehdit ediliyorlar. Sınıf bilinçli
söylemleri ile T. Kürdistanı’nda kaybekursu sayılarını arproleterlerin bu gelişmeler ışığında
deceği oyların BDP’ye kaymasının
tırması, “imamların
hareket etmesi, devletin gerçek yüönüne geçmek, Kürt Ulusal Hareketoplumsal yaşama
zünü teşhir ederken Ulusal Hareket ve
tine alternatif olarak “farklı sesler” yakatılımını artırma” ve
Kürt halkına karşı devletin katliamcı
ratmak Hizbullah tahliyelerini açığa
“dinin toplumsal yaşamyönelimine karşı politik ve pratik tavır
çıkan sebeplerinden birkaçıdır.
daki etkisini artırma” politikaları,
geliştirmesi bir gerekliliğin ötesinde
Yaklaşan genel seçimler nedeniyle
sadaka siyaseti çerçevesinde bölgede
bir zorunluluktur.
cek savaşın Hizbul-kontralarının bugünden hazırlanmasının ilk hamlesi
vardır.
Devlet Hizbullah tahliyelerini
medya üzerinden gündeme taşıyıp,
tartıştırırken, bir yandan da bu tartışmalar üzerinden Hizbullah’ın silah bıraktığı, legalleştiği, BDP gibi Meclise
bağımsız adaylarla girebileceği vb. haberlerle hem Hizbullah’ı geniş kitleler
nezdinde meşrulaştırıyor hem de Hizbullah’ı sahip olduğu güçten daha
büyük bir kitlesellikte göstererek alttan alta, kendi politikası temelinde,
propaganda yapıyor. Devletin Hizbullah ile ilgili süreci bu şekilde yönlendirmesi doğallığında bu tahliyelerin
temel nedenlerinden birinin Kürt Ulusal Hareketi olduğunu göstermektedir.
Son MGK toplantısının ardından
2010’un son aylarını Diyarbakır’da geçiren cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
bu ziyareti boyunca “Diyarbakır’da
farklı sesler de duymak istiyoruz” demekteydi. Anlaşılan devlet bu beklenti
doğrultusunda harekete geçmiştir.
Hizbullah’ın internet sitesinde yayınlanan bir yazıda “Hizbullah doğduğu
topraklara geri döndü, bu ülkede ya-
Zimanê Azadî 09
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Her türden asimilayona hayır!
Apaçık bir şekilde görünüyor ki Gülen cemaati Dersim’e eğitim kurumları (üniversite, dershane,
yurt ve özel okullar) yoluyla girmeye çalışıyor ve kısmi oranda bunu başarıyor.
Dersim’de 22 Ocak tarihinde Dersim, Pertek, Hozat, Ovacık, Pülümür,
Mazgirt ve Nazımiye Belediyeleri;
Tunceli Barosu, İHD, KESK, DİSK,
Türk-İş, Partizan, DHF, BDP, Dersim
Yeni Gün Kadın Derneği, DÖKH, GençSen, DEDEF gibi kurumların örgütlediği “Her Türden Asimilasyona Hayır!” şiarlı bir miting gerçekleştirildi.
Mitingin ana şiarları arasında “Zorunlu Din Dersi Kaldırılsın, İnançlar
Üzerindeki Baskılar Son Bulsun”,
“Anadilde Eğitim Hakkı Tanınsın”, “Diyanet İşleri Başkanlığı
Kaldırılsın”, “Cemaatçi Örgütlenmelere Son”, “Asimilasyona Son” vardı.
Mitingde tertip komitesi adına konuşma yapan Mehmet Ali Şahin Gülen cemaatinin Dersim’de kadrolaşmak
için devletin her imkanını kullandığını
belirtti. Zorunlu din derslerinin askeri
faşist cuntanın halkı sindirme, asimile
etme, tek tip insan yaratma politikalarından sadece biri olduğunu vurguladı.
Ayrıca BDP milletvekili Şerafettin
Halis, Dersim Belediye Başkanı Edibe
Şahin ve Alevi Birlileri Federasyonu
Kemal Bülbül de konuşmalarıyla mitinge katıldı.
Mitingin düzenlenmesindeki amaç
son zamanlarda Dersim’e girmeye çalışan Gülen cemaatine duyulan öfke ile,
ilk ve ortaokullarda okutulan zorunlu
din dersiydi.
Sistem terörüne bir başkaldırı
Apaçık bir şekilde görünüyor ki Gülen cemaati Dersim’e eğitim kurumları
(üniversite, dershane, yurt ve özel okullar) yoluyla girmeye çalışıyor ve kısmi
oranda bunu başarıyor. Bunun en çarpıcı örneği, “Dersim’de Cemaatleşmeye
Hayır” gündemli mitingin duyurusunu
yapan anons aracının, cemaat örgütlülüğü tarafından taşlanmasıdır. Yine
Dersim’de Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun duvarında Yeni Demokrat Gençlik imzalı “Zorunlu Din Dersine Hayır”
yazılaması, din dersi öğretmeninin zo-
Fetullah Dersim’de
gülemeyecek!
runa gitmiş ve öğrencilere
“İstediğiniz kadar duvarlara yazın, din dersi iki
dünyada da sizi bırakmayacaktır” deyip, sınav kâğıdında din dersinin kaldırıp kaldırılmamasıyla ilgili soru sorup öğrencileri baskı altına
almıştır.
Sistem, bir başkaldırı kenti olan
Dersim’i çökertmek, sindirmek istemektedir. Eğitim ve inanç kurumlarını
kullanarak girmeye çalıştığı Dersim,
engellemelere ve baskılara rağmen asi
kimliğinden asla vazgeçmemiştir. Yeri
gelir toplumsal konularda, yeri gelir
doğa katliamları karşısında, yeri gelir
yozlaşmaya karşı sokağa dökülür ve
yine bu engellere ve baskılara karşı boyun eğmeyip 22 Ocak’ta olduğu gibi sisteme dik başını gösterir.
Alevilerin farkındalığı
“örgütlülük”
Türkiye’nin hatırı sayılır bir kesimi-
İstanbul: Dersim’de Fethullah örgütlenmesine,
zorunlu din derslerine ve barajlara karşı DEDEF’in
çağrısıyla kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirildi. 22
Ocak günü Taksim Tünel’de biraraya gelen kitle
“Dersim’deki barajlara, zorunlu din derslerine ve Gülen Cemaati’nin örgütlenmesine hayır” yazılı pankart açarak Tramvay Durağı’na kadar
yürüyüş gerçekleştirdi. “Dersim’de barajlara geçit vermeyeceğiz”, “Zorunlu din derslerine hayır”,
“Gülen Munzur’da boğulacak” gibi dövizlerin
açıldığı eylemde kitle sık sık “Gülen Dersim’de
gülemeyecek”, “Munzur özgür akacak”, “Susma
Silopi 10 yıldır kayıplarını
soruyor!
H. Merkezi: Ülkemizdeki binlerce faili belli cinayetten biri daha işlendi
10 yıl önce. Silopi İlçe Jandarma Komutanlığı Merkez Karakolu görevlisi Uzman Çavuş Taşkın Akyün tarafından 25 Ocak 2001’de karakola çağrılan
Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz’den bir daha haber alınamadı. Silopi-Şırnak yabancı değildi devletin
bu icraatlarına. Daha önce de yüzlerce insanı ansızın yok etmişti aynı zihniyet.
Herkesin gözü önünde yapıyordu bunları
üstelik. Serdar ve Ebubekir de bu politikanın bir sonucu olarak çağrıldıkları karakoldan bir daha çıkamadılar.
HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ile
İlçe yöneticisi Ebubekir Deniz tehlikeliydi.
Tehditlere ve tüm baskılara karşın kimliklerinden ve onurlarında taviz vermiyor,
net bir duruş sergileyerek mücadeleyi
sürdürüyorlardı. Devlet, buna tahammül edemezdi. Ne ki devlet bu iki yurtsever Kürt emekçiyi kaybederek acizliğini de bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Onca zulme karşın kendi kimliğine sahip çıkanlar karşısında yenildiğini ilan etti onları kaybederek. Kayıp yakınları ve Kürt yurtseverler 10 yıldır her 25 Ocak’ta devlete bu yenilgisini hatırlatıyor artık. Bu yıl yine binlerce insan Deniz ve Tanış’ın akıbetini sordu. BDP Silopi ilçe örgütünün çağrısı
ile biraraya gelen kitle “Şehîd namirin” sloganlarını haykırarak yürüdü.
ni oluşturan Aleviler yıllar geçtikçe tepkilerini artırıyor. Cemevlerini resmi statüye kavuşturma girişimleri, ilk ve ortaokullarda zorunlu din dersinin kaldırılması istemi, Madımak’ta yaşanan olaylara ithafen utanç müzesi istemleri, diyanet işleri başkanlarının kaldırma istemleri vs. Geçtiğimiz yaz ayında Kadıköy’de düzenlenen mitingde açıkça görülmüştür ki, Aleviler artık sokağa çıkmaktan, tepkilerini dile getirmekten ve
örgütlenmekten korkmuyorlar. Yine
yukarıda bahsettiğimiz devrimci, demokrat, yurtsever kurumların öncülüğünde Dersim’de yaklaşık 10 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen “Her türden asimilasyona hayır!” mitingi önemlidir.
(Dersim Partizan)
sustukça sıra sana gelecek” vb. sloganlar attı.
Eyleme Spor-Sen üyesi taraftarlar da destek
verdi. Kitle aynı zamanda Taksim Tramvay Durağı’ndan yürüyüşe geçen DESA işçilerine de sloganlarla destek verdi. Yürüyüşün ardından açıklama
yapan DEDEF Genel Sekreteri Özer Tekinoğlu,
Dersim halkının Türkiye’nin birçok yerinde barajlara, zorunlu din dersine ve Fethullah Gülen Cemaati’nin asimilasyon politikalarına karşı sokaklara çıktığını belirtti. Saldırılara karşı ortak mücadelenin yükseltilmesinin önemine yapılan vurgunun
ardından eylem sona erdi.
Savcının suç tespiti
valide takıldı!
Erzincan: TC tarihinde köy boşaltmaların,
yıkımların ve sürgünlerin çokça yaşandığı bilinen bir gerçektir. Bunlardan biri de 1994 yılında Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı Yastık
(Edebük) köyünde yaşanmıştır. Bölgede, egemenler birçok köylüyü uzun süre işkenceye alıp
tutuklamıştır. Köylüler hapishaneden tahliye
olduktan sonra onları köylerine bırakmamış ve
1997 yılında boşaltılmış olan köydeki evler yakılmıştır.
Bununla da kalmayıp 2003 yılında Erzincan
Kadastro Müdürlüğü’nce gönderilen görevliler
köyün tamamını bir ailenin üzerine tespit etmiştir. Köylülerin itirazı üzerine başmüfettiş
görevlendirilmiş ve başmüfettişin raporuna istinaden yapılan tespitin hukuka aykırı olduğu
gerekçesiyle iptal edilip yeniden yapılması yönünde talimat vermiştir. Ancak bölge müdürlüğü gerekeni yapmamıştır. Bunun üzerine cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmuş ve savcılık ilgili kişilerin görevi kötüye
kullandığını belirterek yargılanması yönünde
görüş bildirmiştir. Fakat valilik olayın üstünü
örtüp “hukuk devletinin” gereği görevlilerin
yargılanmaması gerektiği kararını vermiştir.
Van’da
alkışlayana
biber gazı!
H. Merkezi: 24 Aralık
2009’da “KCK Operasyonu”
adı altında gerçekleştirilen baskınlarda gözaltına alınan Kürt siyasetçiler hakkında açılan davanın ikinci duruşması görüldü.
14’ü tutuklu 17 kişinin yargılandığı davanın 25 Ocak günü görülen duruşması, “bilinmeyen
dil”den sonra yeni bir ilke daha
tanık oldu. Tutsaklara destek vermek için adliye önünde bekleyen
kitle alkış ve ıslıklarla yaşanan
hukuksuzluğu protesto etti. Buna
sinirlenen polis için, adliye içinde
bulunanların da alkışlarla destek
vermesi bardağı taşıran son damla oldu. Adliye içinde alkışın tehlikeli olduğuna karar veren polis,
adliye koridorunda bulunan insanların üzerine biber gazı sıktı.
Polis böylece adliye içinde gelişebilecek büyük bir tehlikeyi de bertaraf etmiş oldu(?)
10
Zimanê Azadî
Kocaeli’nde
devlet terörü
protestosu
Devletin emekçilere yönelik hak
gaspları, imha ve inkar politikaları Kocaeli’de protesto edildi.
16 Ocak günü İnsan Hakları Parkı’nda biraraya gelen kitle, Belediye
İş Hanı’na kadar yürüyüş gerçekleştirdi. İş hanı önünde yapılan basın
açıklamasında “Ülkemiz emperyalizmin yeniden yapılandırma süreci içerisinden geçmektedir. Bu süreçle
birlikte işçi ve emekçilere, gençlere,
Kürt ulusu, Aleviler ve toplumun diğer
ezilen kesimleri yaşamın her alanında
çeşitli saldırıların hedefi oldu. Son
günlerde bu genel saldırılar içerisinde
üniversite öğrencilerine ve Kürt ulusuna (KCK adı altında) dönük saldırılar ön plana çıkıyor. Devrimci ve
yurtseverlere yönelik bu katliamcı
baskıları lanetliyoruz” denildi. Açıklama sırasında “Katil devlet hesap verecek”, “Be ziman jiyan nabe”,
“Kahrolsun faşist devlet” sloganları
atıldı. Eyleme Partizan, BDSP,
DGH, DYG, ESP ve SDP katıldı.
(Kocaeli ÖG okurları)
“Dilimiz
bedenimizdir”
İstanbul: DÖKH, KCK Davası
kapsamında Kürtçe savunmaya izin
verilmemesi ve “bilinmeyen”, “Kürtçe
sanılan dil” şeklindeki hakaretleri
protesto etti. 22 Ocak Cumartesi günü
Galatasaray Lisesi önünde biraraya
gelen kadınlar “Coğrafya bedendir,
dil bedendir, kültür bedendir, bedenime dokunma” yazılı pankart açtılar.
Açıklama öncesi 15 dakikalık
Kürtçe ders verildi. Dersin ardından
açıklama Kürtçe ve Türkçe yapıldı.
DÖKH adına açıklama yapan Ayşe
Günay, AKP’nin inkâr ve asimilasyonda ısrar ettiğini ve bu saldırıların
en çok kadınlara yöneldiğini belirtti.
Açıklamanın ardından konuşma
yapan BDP Milletvekili Sabahat
Tuncel devletin bugün Kürtler ve
Kürtçe üzerinde asimilasyon politikasını sürdürdüğünü belirtti.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Mutki ve “gerillaya karşı kontr-gerilla!”
Toprak…
Sen daha neleri gizlersin
koynunda… Hain/puşt bir gecenin ihaneti olur, gencecik
bedenlerin teninde ölümcül
bir soluk gibi dolanırken gözü
kanlı katiller, sen sessizce
koynuna alırsın kafası olmayan bedenleri ama yüreklare
yerli yerinde… Domuz bağının
soğuk yüzü bir insanın daha
yüzünü dondururken, sen hıçkırıklarını içine gömen bir
Kürt anasının ağıtını sessizce
yakarak sarılırsın evladına.
“Vey lo lo lo! Hawar hawar!”
“Gömülmelerinde bir
sakınca yoktur!”
“Vicdana gelen” bir kepçe operatörünün itirafları sonucu 4 Ocak’tan beri
Bitlis’in Mutki ilçesinde toplu mezar
aramaları yapılıyor. Daha önce Kürt
halkından katledilen yüzlerce, binlerce
çocuğu, kadını, erkeği, yaşlıyı, genci
toprağın altına gömen kepçeler, her
toprağa daldığında TC’nin işkence/katliam haritasını açığa çıkarıyor. Onlarca
insan kemiği, kendilerine yapılan
zulmü haykırırcasına çarpıyor katillerinin/kasapların yüzüne ve yeryüzüne fırlıyor.
Bitlis, gerici ve hizbul kontranın
egemenliğinin olduğu, dolayısıyla işkence ve katliam için oldukça uygun, bilinçli seçilen bir bölgedir. Aynı zamanda
“herkesin bir kemik öyküsü” vardır burada…
Mutki’de hemen jandarma karakolunun yakınındaki çöplükte başlayan
kazılarda 5 Ocak günü 12 kişinin kemiklerine ulaşıldı. 20 Ocak’ta 8 kişi ve 21
Ocak’ta da 2 kişinin daha kemiklerine
ulaşıldı. Ve ulaşılan cesetlerden üçünün
başı yoktu! Üstelik hepsi çeşitli yerlerinden kurşunlanmış ve bazılarının bedenlerinde mermiler duruyordu!
Kazılar devam ettikçe yeni kemikler, kemikler açığa çıktıkça yeni toplu mezar
ihbarları yağmaya başladı.
İHD Bitlis Şubesi, Bitlis’te daha yüzlerce toplu mezar olduğunu açıkladı.
Çünkü toplu mezarlar, yargısız infazlar,
faili “meçhuller” bir devlet politikası
olarak uygulandı bölgede…
Yapılan kazılar, toplu mezarların
devlet politikası olduğunu gösteren belgelerle dolu aslında. Çünkü kazılarda
çeşitli devlet belgeleri kullanılarak yer
belirleniyor. Örneğin Bitlis Cumhuriyet
Savcılığı ile Mutki Belediyesi arasında
yapılan yazışmalarda “kimliği belirlenemeyen PKK’lıların müsait bir yere gömülmesi” isteniyor. Ve katledilen
Kürtler, battaniyeye sarılı, kimisi başsız
bir şekilde belediyenin çöplüğüne, yani
buraya gece yarısı gömülüyor.
Kürt halkının kanıyla besili Albay
Arif Doğan, göğsünü gere gere “JİTEM’i
ben kurdum” diyor; katilliğin/kasaplığın kitabını yazıyor. Diğer yandan “Kürt
kasabı” Hizbul kontralar, yeni görevler
için serbest bırakılıyor. Ve öte yandan…
Ağlayan Kürdistan toprağının yüzündeki kanlı örtü soyuluyor. Altından onlarca insan kemiği, onlarca insanlık
utancı fırlıyor.
TC’nin bölgede uyguladığı politikaların toplamına “gerillaya karşı kontrgerilla” diyebiliriz aslında. Katliamcı
zihniyetli ve katilce hayal gücünde sınır
tanımayanları bir araya getiren JİTEM
de, yıllarca insanların sokağa çıkamayacak duruma getiren ve tam gözbebeklerinin ortasına ölüm korkusunu
acımasızca yerleştiren Hizbul Kontra da
bu “kontr gerilla”nın birer parçasıdır.
Bugün Mutki ile birlikte bir kez daha
günışığına çıkan da budur! Ve bu zihniyetinin daha fazla açığa çıkmasına tahammül edemeyen eskinin eli satırlısı,
bugünün “açılım, demokrasi havarileri”
24 Ocak günü kepçeleri durdurdular.
Toplu mezar mı dediniz!
Karşınızda TC…
Bu coğrafyada toplu mezar ilk olarak
1989 yılında Kasaplar Deresi’nde ortaya
çıktı. Siirt’teki bu askeri çöplük alanında
en az 73 kişinin olduğuna dair isimler
tespit edildi ancak kayıp aileleri ve insan
Devrimciler üzerinde
baskılar bitmiyor
Erzincan: Erzincan’da keyfi uygulamaların ardı arkası
kesilmiyor. Demokrasi havarisi kesilen egemenler, baskı ve
tehditle “demokrat” yüzlerini gösteriyorlar. Erzincan’da faşizm devrimci ve demokrat gördüğü bireyleri “terörist” ilan
edip saldırılarına hız kesmeden devam ediyor.
Kendince “terörist” ilan ettiği devrimcileri keyfi bir şe-
hakları örgütlerine göre
200’ü aşkın kişi Kasaplar
Deresi’ne atılmıştı. 28 Mart
1986 tarihinde hayatını
kaybeden gerilla komutanı
Mahsun Korkmaz’ın cenazesinin de Kasaplar Deresi’nde olduğu sanılıyor.
Bu toplu mezar 20 yılı aşkın
bir süredir açılmayı bekliyor.
Yakın zamanda Hakkari’nin Çukurca ilçesinde
foseptik çukuru açmak için
yapılan kazıda insan kemiklerine rastlanmıştı. Van
Gölü Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi
(VEDAŞ) İşletme Şefliği’ne ait yeni binanın yakınındaki kazının ikinci metresinde kemikler bulundu. İnceleme
yapılması için kazı durduruldu.
Mutki, bu topraklarda var olan yüzlerce toplu mezardan yalnızca biri…
Devletin Kürt halkına olan kinini kustuğu ve telaşla nasıl fışkıracağını hesaplayamadığı beden tarlalarından yalnızca
biri…
Çemişgezek
Bitlis’in Mutki ilçesinde ortaya çıkan
toplu mezarın ardından çeşitli yerlerden toplu mezar haberleri gelmeye başladı.
Dersim’in Çemişgezek ilçesinde
1997 yılında 19 gerillaya ait bir toplu mezarın olduğu belirtildi. Perver Dersim
isimli HPG komutanının yaptığı açıklamaya göre, 1997 yılında Çemişgezek kırsalında TC askeri ile 20 kişilik bir gerilla
grubuyla çatışmaya girdi ve bu çatışmada şehit düşen 19 gerilla toplu halde
gömüldü. Toplu halde gömülen gerillalardan birinin de DHKP/C gerillası Ali
Yıldız olduğuna dair şüpheler var.
Gerillaların aileleri mezarın açılması
ile ilgili başvuru yaptılar, ancak aradan
çok kısa bir zaman geçmesinin ardından bölgede ailelerden gizli bir şekilde
kazı çalışmaları yapılmaya başlandı.
Derecik
Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde,
1994 yılında kaybolan 12 geçici köy korucusunun JİTEM tarafından öldürülerek Derecik İç Güvenlik Taburu
bahçesine gömüldüğü iddiası üzerine,
Van Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğinin
başlattığı soruşturma kapsamında,
tabur bahçesinde kazı yapılıyor.
kilde durdurup tehdit ediyor. Bu keyfi uygulamalardan biri
de 20 Ocak günü gazetemiz Özgür Gelecek okuru olan
Çetin Kirsiz’e yöneliktir. Kirsiz daha önce de tehdit edildiği 24 EC 285 gri renk Renault-Symbol model araçlı sivil
polislerce liseli arkadaşı ile gezerken keyfi bir şekilde durdurulup kendisine birçok soru sorulmuştur. Sorulan sorulara cevap vermeyince tehdit edilmiş ve daha sonra sivil
polisler liseden arkadaşımız Özgün Kaya’yı lisede yakalayıp
“Büroya gidiyor musun? Görüntülerin var büroya girerken.
Gezdiğin kişi terör örgütü propagandası yapmış biri, onunla
bir daha görüşmeyeceksin ve gezmeyeceksin” demişlerdir.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Ji ber ku
êşkence û
helwestên li
hember min bi
şêweyekî bûn
ku min mirina
xwe ji jiyîna xwe
baştir didît.
Ciwanê Kurd û girtiyê siyasî yê Kurd ê
ku ji aliy rejîma Komara Îslamî ya îranê
hat bi darvekirin, nameyek dawî ji malbata xwe re şand.
“Navê min Husên Xizrî. Sala 1982”an
li Rojhilatê Kurdistan li bajarê Urmiyê
hatim dinê. Di sala 2008 an de hatim girtin. Roja 18ê Gulana 2009a cara yekê û
dawî, li liqê 1ê yê Dadgeha Şoreşê ya Urmiyê, bi amadebûna endamekî îdareya
Îtla`ata Urmiyê û nûnerekî dozgeriyê, ez
dadgehkirim
Beriya dadgehê karbidestên îdareya
Îtla`atê ez tehdîd kirim ku li dadgehê ez
behsa êşkenceyên li min bûne nekim. Di
encamê de, di dadgehek ji avrûyê û formalîte de, bêyî ku mafê parastinê bidin
min, di nava 10 deqîqeyan de cezayê darvekirinê li min birrîn.
Dadgeheke bi vî awayî, bi temamî
cihê fikar û gumana ne! Di nava 10 deqîqeyan de, min û parêze xwe, me çawa dikarî parastinek baş bikin.Pirsek ku her car
di serê min re derbas dibû ew bû, ku gelo
wan tenê ji bo bêjin; tohmetbar di dadgehê de amade bû û cezayekî bi vî awayî lê
hat birrîn, ev şanogerîya komedî pêkanîn?
(…) Wekî mînak, ji ber ku min giliyê
wan kiribû ez tehdîd dikirim. Piştre ji min
dixwestin ku ez li ber kamerayan nivîsên
ku wan amadekirine bixwînim û bêjim ku
ti helwestek xerab li hember min nîşan
nedane û êşkence li min nekirine. Digotin
ku li beramber vê, ew jî wê ji nû ve di dosyaya min de pêdeçûnê bikin û cezayê min
daxin. Wekî ku tu bêje, çarenûsa mirovan
amûreke û ji bo armancên xwe bikarbînin
Botan Vadisi’nde
barajlara geçit yok!
H. Merkezi: İHD Siirt Şubesi’nin çağrısı ile bölgede yapımı
devam eden barajların doğaya ve
ekolojik dengeye verdiği zarara
dikkat çekmek ve bu konuda kamuoyu oluşturmak amacıyla yürüyüş gerçekleştirildi.
23 Ocak günü Siirt’tin Aydınlar (Tillo) İlçesi’ne bağlı Kale
mevkiinde biraraya gelen kitle
“Doğa katliamına dur de“,
“Doğa katliamına yeter diyoruz“ pankartları açarak sloganlar
eşliğinde Kale Piknik Alanı’na yürüdü. Botan Nehri üzerinde yapımı tamamlanan Alkumru Barajı
ile baraja destek mahiyetinde yapımı devam eden Kirazlık Barajı’nı kuş bakışı gören Kale mevkiinde yapılan yürüyüşte vadide yaşamın durma noktasına geldiğine
dikkat çekildi.
Nameya Dawî
ya girityê siyasî
Husên Xizrî!
helwest nîşanî min didan.
Veguhestina min ji dadseraya eskerî ji
bo îdareya Îtla`atê, tirs û xofek mezin ji
malbata min re çêkiribû. Bavê min ji bo
wergirtina agahiyên di derbarê çarenivîsa
min de serdana îdareya Îtla`atê ya Urmiye
kir. Lê ji ber beriva ne zelal û bi nakok ku
danê, wî ji ber tirsa ku ez bidarvekirime, li
ber deriyê Îtla`atê sekteya mêjî derbas kir
û piştî veguhestina nexweşxaneyê koça
dawî kir.
Ew jî rûpelek ji sûcên Komara Îslamî
ye ku bi helwestek weha û xuliqandina
xemê ji malbata mi, derbek weha li min da
ku ji sed car darvekirina min girantir bû.
Ya balkêş jî ew bû ku, karbidestan li şûna
ku serxweiyê li min bikin, bêyî sedem û
agahdarkirin ez veguhestim girtîgeha bajarê Qezwînê. Niha tesawir bikin ez di çi
rewşê de bûm. Ji wê girîngtir, piştî çend
saetan, dest, ling û çavên min girêdayî û ji
min re gotin, tiştekî girîng nîne, me tenê
tu veguhestiye girtîgehek din.
(…) Ji ber ku di dema binçavkirinê de,
ez ne çekdar bûm, min tenê xebatên siyasî
Aydın Erdem davası
yeniden görülebilir
H. Merkezi: Diyarbakır’da DTP’nin kapatılmasını protesto etmek için 6 Aralık
2009 tarihinde katıldığı gösteride polisin
açtığı ateş sonucu şehit düşen Aydın Erdem’i katleden polisler hakkında dava açılması ihtimali ortaya çıktı. Daha önce ilk soruşturmayı yürüten Diyarbakır Genel Yetkili
Savcılığı “öldürme” fiilinin polislerce gerçekleştirildiğine dair bir delil bulunmadığından
görevsizlik kararı vererek dosyayı Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı’na göndermişti.
Dosyaya bakan Özel Yetkili Cumhuriyet
Savcısı da, 20 Eylül 2010 tarihinde “kovuşturmaya yer olmadığına” dair karar verdi.
Bu karar Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından da onandı. Erdem ailesinin
avukatı Rehşan Bataray Saman’ın itiraz etmesi sonucu Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, genel yetkili savcılığın yetkili olduğu
gerekçesiyle itirazı yerinde bularak önceki
kararı kaldırdı.
û civakî dikirin. Her weha di 8 mehên di
hucreyên yekkesî yên sipay NBÎ yên bajarên Kirmaşan, El Medhî ya Urmiyê û îdareya Îtla`ata Urmiyê de di bin êşkenceyên
fîzîkî û derûnî û hewaretan yên herî dijwar
de hatim ragirtin.
Di nava van 8 mehan de, van êşkenceyan bandorek ewqas mezin û giran li min
kiribû ku, du caran min hewl da dawî li
jiyana xwe bînim. Ji ber ku êşkence û
helwestên li hember min bi şêweyekî
bûn ku min mirina xwe ji jiyîna xwe
baştir didît.
(…) Ji bilî ku niha ne diyare ka ew
dê min sibe yan jî du sibe min bidarve
bikin, her weha rê nadin ku ez bi awayekî azad, rewşa tenduristiya xwe jî ragihînim. Lewra di bin vê dorpêç û tecrîda giran de ez bang li rêxistinên navneteweyî, rêxsitinên parastina mafê
mirov û bi taybetî jî rêxistinên ku mafê girityan diparêzin dikim ku dengê me yê
hatiye fetisandin bigihînin guhên hemû
mirovahiyê.
Ez ji niha ve, hemû wan rêxistin û kesayetiyan wekî parêzerê xwe yê fermî dizanim û ji wan dixwazim ku ji bo van xalan
kar bikin:
1- Dadgehek bêalî, dadwerane û adil
2- Ji bo ku di dosyaya min de ji nû ve
pêdaçûn were kirin û bêyî ku rastî werin
veşartin, bi taybetî mijara êşkencekirina
min wer eaşkere kirin
Girityê siyasî Husên Xizri
Bijî Kurd û Kurdistan!
Şehîd Namirin!”
(Jêgirtin: ANF)
Polis tuvaletinden çıkan mermiler, görüntü ve olayın tanıklarına rağmen katillerin yargılamasına yanaşmayan bir yargı
pratiğiyle daha karşılaşmak olanak dâhilinde gözüküyor. Zira her ne kadar usulden
bozulan bu kararlar sonucunda dava açılması ihtimali olsa da şüpheli pozisyonunda
devletin olduğu “siyasi” cinayetlere yönelik
adil bir yargılama şimdiye kadar söz konusu
olmamıştır.
Posta gazetesi,
Kürt halkına saldırıyor
H. Merkezi: 27 Ocak tarihli Posta gazetesinde “Güneydoğu’da çanak anten terörü”
başlıklı yazısında Kürt halkının açlığa rağmen
evlerinde çanak anten bulundurduğunu ve evlerinde porno film izleyerek çocuklarına tecavüz ettiklerini söyleyerek pervasızlığından
ödün vermeyen Posta gazetesi yazarı Candaş
Tolga Işık’a yönelen tepkilerin ardı arkası kesilmiyor. BDP’liler, insan hakları örgütleri, gazeteciler derneği ve Şırnak Barosu avukatları
Işık hakkında suç duyurunda bulundu.
Zimanê Azadî 11
Amed, Xizri’nin vasiyetini yerine getirdi!
H. Merkezi: İran’ın Urmiye
kentindeki bir hapishanede
idam edilen Hüseyin Xizri’nin
vasiyeti Diyarbakır’da yerine getirildi. Ailesine yazdığı mektupta
idam edilmesi durumunda başsağlığı töreninin Amed’de yapılmasını isteyen Xizri için
Amed’de 3 gün boyunca taziye
çadırı açıldı. MEYADER Amed
Şubesi 27-30 Ocak tarihleri arasında Kulplular Yas Evi’nde taziyeleri kabul etti. Binlerce insanın ziyaret ettiği taziye evinde
İran rejimine öfke vardı.
Urmiye Hapishanesi
Nazi kampı gibi!
Adı; işkence, infaz ve kayıp
haberleri ile sık sık gündeme gelen İran-Urmiye Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Kürt siyasi tutsak Qadir Mihemedzade’den günlerdir haber alınamıyor. Qadir Mihemedzade’nin ailesi son birkaç gündür çocukları
ile hiçbir bağlantı kuramadıklarını dile getiriyor. Aile, Mihemedzade’nin başka bir hapishaneye
sevk edildiğini tahmin ediyor.
Daha önce de Nisan 2010’da
Urmiye’deki hapishaneden alınan tutsaktan haftalarca haber
alınamamıştı. “Ulusal güvenliğe
zarar vermek” ve “Muharib” (Allah’a karşı savaş) suçlamasıyla
idam cezası verilen Qadir Mihemedzade’nin bu cezası Mahabad
Devrim Mahkemesi tarafından
23 yıl hapis cezasına çevrilmişti.
Mihemedzade üç yılı aşkın bir
süredir hapishanede bulunuyor.
Urmiye Hapishanesi, son yıllarda özellikle işkence, infaz ve
kayıp haberleri ile gündeme geliyor. Geçtiğimiz günlerde de hapishanede gardiyanlar ile İtleat
(istihbarat) elamanları “koğuşlarda telefon var” gerekçesiyle
baskın yapmış bunun sonucunda 30’ü aşkın tutsak yaralanmıştı. 2010 yılı içerisinde 9 tutsak
burada gördükleri işkenceden
dolayı hayatını kaybetti. Cehangîr Baduzade, Mihemed Emîn
Ebdullahî, Cafer Guşware, Qadir
Mihemedîzade ve Elî Ehmed Silêman isimli Kürt siyasi tutsakların koşulları ve idamları protesto etmek için yaptıkları açlık
grevi ise sürüyor. En son 5 Ocak
günü Hüseyin Xizri isimli siyasi
tutsak burada gizlice idam edilmişti. Geçen yıl İran İslami Şura
Meclisi’nde konuşan Urmiye
temsilcisi Nadir Qazipur, Urmiye Hapishanesinde tutuklu sayısının ikiye katlandığını söylemişti. (Kaynak ANF)
12 Yeni Kadın
Göğün yarısı
Devlet tecavüzcüleri koruyor!
“3 yıldır maruz bırakıldığım tecavüzün suçlularının cezalandırılması için gerçekleştirdiğimiz mücadele bana gösterdi
ki tecavüzcüleri bizzat devlet ve hukuk sistemi korumakta.
Devletten ve aygıtlarından güç alan tecavüzcüler ise çok daha
pervasız biz kadınlara hayatı zehir etmekte. Bu süreci bir de
tecavüze maruz kalan kadın açısından ele aldığımızda durum
çok acı. Çektiğim tüm acılara göğüs germeye çalışmak…
Bunun karşılığında tecavüzcülerin ellerini kollarını sallayarak
toplumda ‘saygın’ kişiler olarak dolaşması ve başka kadınlara
tecavüz etmeye devam etmesi... Bu durumun değişmesini, tecavüzcülerin bu sefer olsun hapse girmesini istiyorum.”
Bu sayfada başından geçen tecavüzü ve bununla ilgili mahkeme sürecini okuduğunuz BS’nin duygularını ve çağrısını
kağıda döktüğü satırlar bunlar.
BS de kendisiyle aynı şeyleri paylaşmış olan milyonlarca
kadın gibi bu bilgiye deneyimleriyle ulaşmış. Ama kendisi
gibi olmayan milyonlarca daha kadın var. Çünkü tam rakam
vermek mümkün olmasa da bu saldırıya uğrayan kadınların
ortalama yüzde 75’i bunu bırakalım yargı sürecine taşımayı
en yakınındaki insana dahi anlatamıyor.
Devletin bu konudaki tutumu ise açık ve net iken, bir de
toplumsal olarak tecavüz karşısındaki tutum önemli bir
yerde duruyor. Çünkü kadının hem tecavüz olayını açıklayamamasında hem de yargı süreçlerinde toplumsal nedenler
gayet ön plana çıkıyor. Kendini ilerici olarak adlandıran ve
eğitim düzeyi yüksek kesimlerde dahi tecavüze yaklaşım ve
algıda ciddi çarpıklıklar mevcut.
Bu çarpıklıklar kuşkusuz yüzyıllardır süren ve kapitalist
sistemin varlığıyla birlikte çözülmek bir yana daha da kalıplaşan erkek egemen bakış açısının ve bu temeldeki eğitiminin/öğretilmişliğin sonucudur. Bunlardan en yaygın
olanlardan ilki ve de diğer çarpıklıklara zemin de hazırlayanı
tecavüzün cinsellikle bağının kurulmasıdır. Halbuki uzun yıllar önce ortaya konmuştur ki tecavüz, cinsel yaklaşma değil
fiziksel egemenlik ve boyun eğme yani iktidar ilişkisidir. Nitekim saldırganın cinsel tatmin yaşaması oranının sanılandan çok daha az olması da araştırmalarla ortaya
konmuş bir gerçekliktir. Tecavüz, cinsellik değilse nedir: erkeğin kadına yönelik en vahşi, en ağır şiddetidir.
Tecavüzün cinsellikle bağının kurulması sonuçlarından biri
kuşku yok ki, erkeğin cinsel dürtülerinin denetlenemez,
kontrol altına alınamaz olduğu ve mutlaka giderilmesi gerektiği yönündeki yargıdır. Bu, çok basit bir yanlış gibi görülebilir ama toplumun çok büyük bir kısmı bu yargıya sahiptir.
Nitekim erkeğin kadını aldatması, aile içi ya da dışı tecavüz
ve fuhuş sektöründeki yaygın “müşteri” pozisyonu vs. bu nedenle “doğal” karşılanmaktadır.
Bu yargının da ikili bir sonucu var. Birincisi denetlenemeyen bir davranış biçimi için saldırganı suçlamak mümkün değildir. İkincisi (bunun da sonucu olarak) kadının kendisini
koruması gerekir. Bu yükümlülük kadın tarafından örneğin
örtünerek, toplum tarafından kabul edilmeyen davranışlara
girmeyerek (boşanmadan sokakta sigara içmeye kadar) yerine getirilmelidir. Ve bir “doğal” sonuç daha; kadın tecavüze
uğramışsa kendini yeterince koruyamamıştır!!!
Son olarak yine araştırmalarla tersi ortaya konsa da saldırganın hasta olduğu ve eğitimsizlikle ilişkilendirme yönündeki
algıya dair birkaç cümle söylemek gerek. Tecavüzcünün “normal” bir insan olmadığı kesindir ama hasta olarak nitelendirilip suçun masumlaştırılması apayrı bir konudur. Diana
Scully’nin aktarımıyla, yapılan deneysel araştırmalarda “bu
suçu işledikleri sırada erkeklerden yalnız yüzde 5 gibi küçük
bir bölümünün psikotik olduğu” ortaya çıkmıştır. Yine saygınlık/eğitimlilik/meslek sahibi olmak gibi toplumsal statülerin tecavüzün üstünü kapatan olgular olduğuna da vurgu
yapmak gerekir. Ortaya çıkma durumu az olsa da bu tür statülerle tecavüzcü olup olmamak arasında dikkate değer bir
çizgi bulunmamaktadır.
Bu konuya dair daha söylenecek ve öğrenilmesi gereken
çok şey var. Devlet ve organlarını suçlamak bizler için işin en
kolay yanı. Çünkü onlar iliklerine kadar suçlular, bunu biz biliyoruz ve anlatmakta zorluk çekmiyoruz. Ama hem toplumsal algı ile mücadele etmek, hem de kendi zihnimize dahi
yansıyan yanlarını ortaya çıkarmak kesinlikle daha zordur.
Ve “ne yazık ki” bu devlet ortadan kalksa da bu yanlış algılar
yaşamaya devam edecek. Bu yüzden bu alandaki mücadeleyi
yürütmek için işe öğrenmekle başlamak gerekir.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
“ERKEK ADALET DEĞİL GERÇEK ADALET”
2007 yılının Haziran ayında, Muğla’nın Fethiye ilçesinde sayısı belirsiz kişilerce genç bir kaın tecavüze ve işkenceye
uğradı… Adı mı?
Önemli değil! O bu
topraklarda kadın
doğmanın/olmanın “cezasını” çeken milyonlarca kadından bir tanesi… Hem de sadece bir grup erkek tarafından tecavüze uğrayarak değil, sistemli bir biçimde erkek egemenliğinin hakim olduğu
toplum, devlet ve yargı tarafından da mağdur edilerek, yüz üstü
bırakılarak “ödüyor” kadın olmanın bedelini!
Toplu tecavüz ve işkence olayının ardından genç kadın (B.S)
travmaya girerek olayı 6 ay boyunca hatırlayamaz duruma geldi. Ancak tecavüzcülerden birinin
6 ay sonra kadını arayarak olayı
anımsatması ve cinsel tacizini
sürdürmesi üzerine B.S, tecavüz
olayını hatırladı. Bu kişiler içerisinden 8 kişiyi teşhis eden B.S,
Savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Elinde yaşadığı travmayı tanımlayan hastane raporu ve jinekolojik durum raporu ile hukuksal başvurusunu gerçekleştirdi.
Bunu yeterli bulmayan Savcılık,
kadını İstanbul Adli Tıp 6. İhtisas
Kurulu’na sevk etti. Genç kadın
buradan da “mevzu geçen ırza
geçme olayı neticesinde travma
sonrası stres bozukluğu adı verilen ağır nevroz hali tespit edilmiştir” şeklinde tecavüzü belgeleyen bir rapor almasına rağmen
Savcılık, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi. Genç kadın yılmadı, bu kararın reddi talebinde bulundu, ancak o da reddedildi!
“Kovuşturmaya yer
yoktur!”
İsterse bu toplu tecavüz olayı
bir kadının tüm hayallerini yerle
bir etmiş olsun, isterse kadının
her günü, olayı her hatırladığında zehir olsun! Önemli değil…
Sonuçta bu “tecavüz çetesi” Fethiye’nin “saygın” kişileriydi. Fethiye’nin de bir “erkeklik onuru”
vardı.
Tüm iç hukuk yıllarını tüketen B.S,
AİHM’e başvurdu.
Dosya bu-
rada görüşülmeye başlandı. Aynı
zamanda Eğitim-Sen üyesi olan
tecavüzcülerden biri için sendikaya şikâyette bulundu. Meclis İnsan Hakları Komisyonu’ndan İl
İnsan Hakları Komisyonu’na, İl
Milli Eğitim Müdürlüğü’ne kadar
her yere başvurdu ve şikâyette
bulundu. Ama hiçbirinden olumlu yanıt alamadı. Erkek egemenliğinin bu sistemin her kurumunda nasıl kökleştiğini gördü. Kadınların yaşamını kâbusa çeviren
bu “erkek dayanışması” karşısında B.S, kadın kurumlarına mektup yazarak “kadın dayanışması”
çağrısında bulundu.
Kadın örgütleri bu çağrıyı yanıtsız bırakmadı ve dava sürecine
dâhil oldular. İç hukuk yollarını
zaman aşımı sürecinden önce işletebilmek için Adalet Bakanlığına olağanüstü bir yol olan “Yazılı
emir yoluyla bozma” başvurusunda bulundular. Kadın örgütlerinin eş zamanlı eylemlilikleri
üzerine olayın basına yansıması
ile başvuru kabul edildi. Ancak
bu kez de B.S’nin teşhis ettiği 8
kişiden yalnızca ikisi –ki onlar da
yaşları 18’den küçük olanlarhakkında dava açılabildi.
Kadınlar Fethiye Adliyesi
önündeydi
İlk duruşmanın gerçekleşeceği 26 Ocak öncesinde Türkiye’nin
birçok yerinde kampanya başlatan kadın örgütleri, duruşma
günü adliye önünde buluştu.
Muğla, İstanbul, İzmir, Ankara,
Didim, Dalaman, Bodrum, Dikili
ve Antalya’dan kadınların oluşturduğu “Tecavüze Karşı Kadın
İnisiyatifi”nin eylemine katılarak, Yeni Demokrat Kadın olarak
biz de davayı izlemek için Fethiye’ye gittik. Duruşmaya sanıklar
katılmazken, B.S oradaydı.
“Erkek devlet şiddetine son”,
“Tecavüzcü çete yargılansın” vb.
sloganlarıyla hiç susmadan gün
boyu adliye önünde nöbet tutulan eylemde, önce B.S’nin avukatlarından Cevriye Aydın bir
konuşma yaptı. Savcılığın
bu olayla ilgili takipsizlik kararı verirken,
tecavüzcülerin öğretmen olmasını gerekçe
gösterdiğini söyleyen
avukat Aydın, “Oysa
bizler biliyoruz ki
tecavüzcü ressam,
öğretmen, müfettiş, doktor olabi-
lir. Tecavüzcünün
mesleğinin önemi yoktur” dedi. Aydın’ın ardından çeşitli illerden
gelen kadınlar, yaptıkları konuşmalarla kadın dayanışmasının
önemine dikkat çekerken, Ankara’dan gelen
kadınlar, otobüslerinin il çıkışında polis tarafından durdurularak
“yasadışı eyleme katılmaya gidiyorsunuz” denildiğini anlattı. Duruşmaya kadın avukatlar dahil
olurken, kadın örgütlerinin müdahillik talebi reddedildi.
Yapılan eylemden sanıkların
avukatlarının ve mahkeme heyetinin rahatsız olduğu, eylemcilere
sık sık “sessiz olun” haberlerinin gönderilmesi ve açık olan adliye pencerelerinin sıkı sıkıya kapatılmasından belli oluyordu. Eylemin etkisiyle, duruşma sonunda “şüpheli” olmasına rağmen erkek egemen hukuk dahi çiğnenerek “tanık” olarak görülen 6 tecavüzcü hakkında da dava açılmasına ve iki davanın aynı gün görülmesine karar verildi. Ayrıca duruşmaya gelmeyen 18 yaşından
küçük sanıkların 16 Mart’ta görülecek bir sonraki duruşmaya zorla getirilmesine karar verilmesi
de kadın dayanışmasının olumlu
sonuçlarından biri oldu.
“Eylem için
eyleme!”
H. Merkezi: Eylem
Pesen henüz 17 yaşındayken,
okulundan alınarak zorla dayısının oğlu olan Kerem Kaçan’la imam nikâhı yoluyla
evlendirilmişti. Eylem, eşi tarafından bıçaklanıp, ardından
da arabayla üzerinden geçilerek katledildi. Eylem, öldürüldüğünde 3 aylık da hamileydi!
1.5 yıl önce gerçekleşen
Eylem Pesen cinayeti davası
katilin akli dengesinin yerinde
olup olmadığına dair rapor gelmediği için ilerlemiyor. Son
olarak 14 Ocak günü yapılan
duruşmada da katil yoktu ve
duruşma 22 Şubat’a ertelendi.
Duruşma günü “Eylem
için eyleme” diyerek, adliye
önünde bir eylem düzenleyen
Van Kadın Derneği, katilini
suçu ortada olduğu halde1.5
yıldır cezalandırılmamasını
kınadı. Açıklamanın ardından VAKAD’lı kadınlar Adalet Bakanlığı, Türkiye Büyük
Millet Meclisi (TBMM) Kadın
Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, Meclis İnsan Hakları
Komisyonu ile Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına faks çektiler.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Torba Yasa emekçi kadınlara
yeni saldırılarla geliyor!
Tüm ezilen kesimlere yönelik esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının
öngörüldüğü, kazanılmış hakların geri alınması için tasarlanmış Torba Yasada kadınlar da unutulmamış, yapılan düzenlemelerle yasal bir biçimde daha fazla sömürülmeleri ve ezilmelerinin de önü açılmıştır.
“2023 yılında dünyanın en büyük
10. ekonomisi olmayı hedefleyen Türkiye, kadınları kazanmadan bunu
başaramaz.” Bir kadının ağzından
dökülen bu sözler başta kulağa hoş
gelse de, söyleyen TÜSİAD Başkanı
olunca esas niyetler de açığa çıkıyor.
Ümit Boyner “Çalışma Hayatında Kadın” konulu panelde yaptığı konuşmasında, kadınların kendi ayakları
üzerinde duracak, kendi kararlarını
alacak bir özgüvenle donatabilmek
için çalışma hayatına katılmalarının
gerekliliği ve öneminden bahsediyor.
Kadınların toplumsal üretim içine
girmeleri, güçlenmeleri, tüm karar
mekanizmaları içinde yer almaları elbette olması gereken ve arzu edilen
bir şeydir. Ama sermaye sahipleri ve
onların temsilcilerinin, kadınların
toplumsal yaşama etkin katılımlarıyla
ilgili bir dertleri yoktur. Planlarını,
politikalarını daha fazla kâr hırsıyla
kadın emeğini nasıl sömürecekleri
üzerinden hazırlarlar. Bunun böyle
olduğunu sermaye-hükümet işbirliğiyle hazırlanan ve meclise götürülen Torba Yasanın içerdiği maddelere bakıldığında da görmekte sıkıntı çekmiyoruz.
yükünü omuzlamaya devam
edeceklerdir. Bir taraftan patronun verdiği işi yetiştirmeye çalışan kadın diğer taraftan ev işleri, çocuk, hasta, yaşlı bakımı
gibi işlere de gün içinde koşuşturup duracaktır. Yani kadının
çalışma hayatına katılması,
onun geleneksel rolünden sıyrıldığı
anlamına gelmiyor.
Yasada yer alan başka bir maddede ise; çalışanların eğer bir ay içinde
30 günden az çalışmışlarsa eksik kalan sigorta primlerini kendi ceplerinden ödemeleri yer alıyor. Bu işyerinde
düzenli ve sürekli çalışmanın olmayacağı bu yeni düzenlemeyle emekçilerin eksik primlerini ödemek için elleri
ceplerinden çıkmayacağa benziyor.
Aksi takdirde sağlık sigortasından ve
emeklilik haklarından da mahrum
kalmış olacaklar.
Yine esnek çalışma koşulları, yasada da yer alan doğum borçlanması, süt izni gibi kazanılmış hakların
kullanımı önünde de engel olacaktır.
Bir nimetmiş gibi sunulan; ebeveyne
eğer isterlerse iki yıl ücretsiz doğum
izni kullanma hakkının tanınması
da, emekçilerin çoğunluğu tarafından kullanılamayacağı için kâğıt
üzerinde kalacak
Kadınlar unutulmadı!
Tüm ezilen kesimlere
yönelik esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının
öngörüldüğü, kazanılmış
hakların geri alınması için
tasarlanmış Torba Yasada
kadınlar da unutulmamış,
yapılan düzenlemelerle yasal
bir biçimde daha fazla sömürülmeleri
ve ezilmelerinin de önü açılmıştır. Bu
yasa uygulamaya konulduktan sonra
“kadınlar üzerindeki sömürünün katmerli olduğu” ifadesi bile yaşadıklarını anlatmakta yetersiz kalacaktır.
Torba Yasayla “evden”, “uzaktan”
ve “çağrı” üzerine çalışma sisteminin
yaygınlaştırılması öngörülüyor. En
çok kadınların tercih edileceği bu esnek çalışma sisteminde, kadınlar en
ucuza, güvencesiz ve dağınık bir şekilde çalıştırılacaktır. Böylelikle çalışanlar arasında rekabet artacak ve
hali hazırda zaten erkeklere oranla
örgütlülükte geride olan kadınların
örgütlenmeleri daha da zorlaşacaktır.
Öte yandan bu çalışma sistemiyle kadınlar evde üzerlerine yıkılan işlerin
bir göz boyama maddesidir. Aynı yasada bu ücretsiz izni kullanacak olan
çalışanların iki yıl boyunca ne yiyip,
ne içecekleri, nasıl yaşayacakları belirtilseydi de çalışanlar bu yasal haklarından gönül rahatlığıyla yararlanabilselerdi!
Gülümseyin!
Kadının çalışma yaşamına katılarak güçlendirilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi adı altında yapılan tüm bu düzenlemeler aldatmacadan başka bir şey değildir. Burada
esas olan kadını toplumsal üretime
katmanın sermayenin çıkarlarına hizmet edip etmediğidir. Kadın istihdamının teşvik edilmesi gerektiği söylemleriyle, Torba Yasanın aynı za-
manda emekçilerin önüne getirilmesi
tesadüf değildir. Bilhassa ekonomik
krizle birlikte gerek işten çıkarıldıkları için işsiz kalan gerekse daha önce
çalışmadığı halde geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak için iş arayan büyük
bir yedek kadın işçi ordusu vardır. İşsizlik ve yoksulluk içinde kıvranmaya
terk edilen bu muazzam işgücü potansiyelinin bütün gün evin içinde
çarçur edilmesine seyirci kalmaktansa en ucuz maliyetle en fazla nasıl yararlanılacağının hesabı yapılmıştır.
Kadınlar en ucuza, sigortasız, sendikasız, temel haklarından yoksun
olarak çalıştırılıp emekleri sömürülürken, dünyanın en büyük 10. ekonomisi olma yolunda hızla ilerlediğimize
dair nutuklar atılacaktır. İçine sokuldukları yaşam ve çalışma koşulları
ağır geldiğinde yılgınlığa ve umutsuzluğa kapılan kadınlara ise bu sefer reçeteleri Güler Sabancı’dan geliyor;
“Dişinizi sıkın ve gülümseyin!”
Emekçi kadınlar olarak saldırı paketleriyle emeğimizin, haklarımızın
gasp edilmesine karşı sesimizi daha
da yükseltmeliyiz.
Toplumsal üretimden elde edilen
gelirden tüm işçi ve emekçilerle birlikte hakkımız olan payı almak için
mücadeleyi büyütmeli, ezilenler cephesinde geniş birliktelikler oluşturmalıyız.
Kadınlar için temel
önemde olan kreş, doğum-süt izni, çocuk yardımı, erken emeklilik,
yıpranma payı gibi haklardan tüm kadınların
yararlanabileceği koşulların yaratılması için
aralıksız yürütülen eylemler örgütlemeliyiz.
Kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz gibi
saldırılara karşı hukuki
alanda düzenlemelerin yapılması ve
bunların işlerlik kazandırılması için
yaptırım oluşturmalıyız.
Sendikalardaki cinsiyetçi bakış
açısının değiştirilerek, kadınların sendikal örgütlülüklerden uzak durmalarına neden olan tüm engellerin kaldırılması ve yönetimlerde etkin olabilmeleri için kadın kotası pozitif ayrımcılık gibi düzenlemelerin hayata geçirilmesi için çalışmalıyız.
8 Mart’ın ön günlerini yaşadığımız
bu süreçte tüm bu taleplerimizi en geniş kitlelere ulaştırmalı, sermayenin
emekçiler üzerindeki saldırılarını teşhir etmeliyiz. Dişimizi değil ama yumruklarımızı sıkarak, emeğimiz, bedenimiz, geleceğimiz üzerinde yapılan
tüm planları bozacağız!
Yeni Kadın
13
Her olayın bir de
kadın yüzü vardır!
*Mardin
Kızıltepe
Belediyes
temizlik iş
i,
i için 20 k
a
dın işçiyi
aldı. Anc
işe
ak işe baş
layan kad
lerin bir k
ın işçiısmı, ilk g
ünlerinde
kakta erk
soeklerin ta
cizlerine
kaldıklar
m
a
ruz
ını belirte
rek işi bır
Geri kala
aktı.
n kadınla
r kendile
destek ve
rine
ren beled
iy
e ile birli
kendilerin
kte
i eve kap
atmaya ç
erkek ege
a
lı
şan
men zihn
iyetine ka
kakta çalı
r
ş
ı soşmaya de
vam edec
belirttiler
eklerini
.
* İmece G
ündelikçi
Kadınlar
liği ve İm
Birece Kadın
Dayanışm
neği, güv
a Derencesiz v
e sağlıksız
larda çalı
koşulşan günd
e
likçi kadın
emeklerin
ların
in görünü
r kılınma
hizmetleri
s
ı ve ev
nin iş yas
ası kapsa
alınması
mına
için “Ev iş
çilerine
venceli
güiş, insan
ca yaşam
nıyla bir
”
slogaimza kam
panyası b
İmece, ka
a
ş
lattı.
mpanyan
ın startın
Ocak gün
ı 15
ü İstanbu
l’da, Gala
Lisesi ön
tasaray
ünde yap
tığı eylem
le verdi.
* Bitlis’in
Tatvan il
çesinde 1
Ocak gün
5
ü KESK’i
n düzenle
Av. Eren
diği ve
Keskin’in
katılımıy
dına yön
la “Kaelik cinse
l
ş
iddet ve o
ze edilen
rganiçocuk isti
smarı” ko
panel dü
nulu
zenlendi.
Panelde c
kence, te
insel işcavüz ve
çocuklara
istismarın
y
önelik
sistemati
k bir şekil
devlet eli
d
e
yle gerçe
kleştirild
de eden K
iğini ifaeskin, son
zamanlar
okullarda
da
, yurtlard
a ve benz
çok yerde
e
r
i
birgerçekleş
tirilen tec
lerde ya p
a
v
ü
zolis ya ko
rucu ya d
letin fark
a devlı organla
rında yer
memurla
alan
rın olduğ
u
nu ve ülk
linçli bir
ede bitecavüz k
ültürünü
rildiğini k
n
g
eliştiaydetti.
* İstanbu
l Teknik Ü
niversites
İşletme F
i
akültesi ö
ğ
r
e
ti
m üyesi v
Kadının İn
e
san Hakla
rı Yeni Çö
ler Derne
zümği üyesi D
oç Dr. İp
karacan
ek İlk, “Emek P
iyasasınd
lumsal Cin
a Topsiyete Eşit
liğine Do
ve Aile Ya
ğru: İş
şamını U
zlaştırma
kaları” is
P
olitiimli sunu
munda ü
mezunu k
niversite
adının ev
lenince iş
katılımın
gücüne
ın % 75 a
zaldığına
damın ço
v
e
istihk düşük o
lduğuna d
çekerek,
ik
kat
“Türkiye,
kadınlar
luk ülkes
için yoki” yorumu
nu yapıyo
r.
* Sosyalis
t Feminis
t Kolektif,
TÜSİAD’ı
n 14 Ocak
günü Çır
Sarayı’nd
ağan
a düzenle
diği “Çalı
Hayatın
ş
ma
da Kadın
Konfera
öncesind
nsı”
e hüküm
etin ve TÜ
AD’ın kad
Sİın istihda
mına yak
nı protes
la
şımıto etti. SF
K’lı kadın
kümetin
la
r
, hüTÜSİAD’ı
n görüşle
dikkate a
rini de
larak geli
ştirdiği is
politikala
tihdam
rının cins
iyetçi iş b
nü pekişti
ölümürerek kad
ınların da
ezilmesin
ha
e yol açtı
ğını vurg
uladı.
4-17 Şubat 2011
Yeni Kadın
KAMİLE ÖZTÜRK
PERİHAN ÇOLAK
YILDIZ ÇİÇEK
LEYLA KARAKOÇ
3 Ocak: Erzurum’da
yaşayan Tükez A. isimli
kadın, evini terk ettiği gerekçesiyle eşi tarafından
kurşunlanarak öldürüldü.
3 Ocak: Malatya’da
kimliği belirlenemeyen bir
kadının cesedi, Karakaya
Barajı’nda balık tutan bir
balıkçı tarafından bulundu.
6 Ocak: Balıkesir-Bandırma’da yaşayan Funda
Akbaş isimli kadın, eski
sevgilisi tarafından başkasıyla nişanlandığı için vurularak öldürüldü.
14 Ocak: Iğdır’da yaşayan Güzel Bulut isimli kadın, sokak ortasında pompalı tüfekle vurularak öldürüldü.
14 Ocak: Antalya’da 30
Aralık günü kaybolan ilköğretim 8. sınıf öğrencisi 2 kız
çocuğu bulundu. Çocukların 2 haftadır bir evde zorla
tutulduğu ve 7 kişi tarafından tecavüze uğradığı öğrenildi.
16 Ocak: Adana’da yaşayan Pınar Dilek D.
isimli genç kadın, erkek
kardeşi tarafından “içine
cin girmiş” denilip 60 yerinden bıçaklanarak öldürüldü.
18 Ocak: Amed-Hazro’da yaşayan İpek Tekin
isimli kadın, eşi tarafından
kendisini aldattığı iddiasıyla kurşunlanarak öldürüldü.
18 Ocak: Van’da yaşayan A.Ç isimli kadın, önce
tecavüze uğradı ardından
da saldırganlar tarafından
gasp edildi.
18 Ocak: Van-Muradiye’de yaşayan 18 yaşındaki
Tuba Öztürk isimli genç
kadın, evinde asılı halde
bulundu.
20 Ocak: Urfa’da yaşayan Medine Taşkın isimli
kadın, sokak ortasında kurşunlanarak öldürülmüş halde bulundu.
21 Ocak: Eskişehir’de
yaşayan Kadriye Karaca
isimli kadın, önce bıçaklandı ardından da saldırganlar
tarafından gasp edildi.
24 Ocak: İstanbul’da
yaşayan S.V.A isimli genç
kadın, sevgilisi tarafından
terk edilince intihar ederek
ölmek istedi.
25 Ocak: Antep’te yaşayan 4 çocuk annesi Adile
Erzurumlu isimli kadın,
tartıştığı babası tarafından
çocuklarının gözü önünde
kurşunlanarak öldürüldü.
Kadın olmak,
savaşmak için
nedendir!
AYFER CELEP
Y R M U
O U S Z
ÇİĞDEM YILMAZ
14
Kadın cinayetlerine
karşı eylemler sürüyor
H. Merkezi: Kadın Cinayetlerini
Durduracağız Platformu olarak bir
araya gelen kadın örgütleri, 28 Ocak Cuma
günü Taksim’de bir eylem gerçekleştirdiler. Düzenli olarak 2 haftada bir yapılan
Benim adım Meral… Benim adım Ayfer…
Benim adım Çiğdem…
Benim adım; Sırma, Kamile, Nurhayat,
Elif, Perihan, Yıldız, Nurgül, Nilüfer, Özlem, Leyla, Münire, Nergiz, Kader, Süheyla, Dilek, Fehiman, Emel, Mehtap,
Sevda, Bahar, Besime, Suna, Fecire,
Zühre, Hatice, Kumriye, Huriye, Gülseren, Nurgüzel, Gazel, Barbara, Zeynep,
Fethiye, Nuray…
Benim adım devrimci… Benim adım savaşçı… Benim adım kadın…
Kadın şehitler, kadın çalışmasının
can yeleğidir!
Yeni Demokrat Kadın olarak kadın çalışması denizine adımımızı attığımızda, bu konudaki yetersizliklerimiz, eksikliklerimiz,
yanlışlarımızla yüzleşmiş ve açıkçası biraz
da korkmuştuk. Devrimci kadınlar olarak
bizim de içinde olduğumuz milyonlarca,
hatta dünya üzerindeki milyarlarca kadın, sırf kadın olduğu için 2 hatta 3 kat
daha fazla eziliyor, yaşamın her alanında
cinsiyetinden kaynaklı baskı ve zulme uğruyor. Bu baskı, zulüm ve ayrımcılığa
karşı mücadele etmek, düzenle kavgaya
tutuşmaktan geçer.
Ancak gel-gör ki emekçi kadının örgütlenmesi ve düzenle kavgaya tutuşması öyle
“kolay” bir iş değildir. Çünkü emekçi kadın, halkın diğer kesimlerinin yaşadığı
sorunlardan daha fazlasını ve daha kökleşmiş ayrımcılığı yaşar. Bu yüzden -eril
bakış açımızdan kaynaklı pek “başarılı”
olamadığımız- kadının örgütlenmesinden çıkıp kadın örgütlenmesine
gitmek bir ihtiyaç halini almıştı.
Belki karamsar bir tablomuz vardı bu konuda ve korkumuza da sebep buydu. Ancak
YDK çalışması ile atıldığımız denizde boğulmayacağımızı, örgütlülüğümüze daha
da bağlanacağımızı, örgütümüzün bize
can yeleği olacağını biliyoruz.
Çünkü eksikliklerimiz, yetersizliklerimiz de
olsa nice kadın yoldaşımız var, biliyoruz.
Ki bunlar kavganın en ön saflarında idi
her zaman. Kendilerini sisteme bağlayan
zincirlerini ellerini, yüreklerini kanata kanata kırdılar. Eşlerini, çocuklarını bırakarak özgürlüğe, halk için savaşa koştular
ve ölümsüzleştiler kavgada. Nice kadın
yoldaşımız var biliyoruz. Ki onlar sokaklardan, barikatlardan, dağların doruklarından haykırdılar düşmana, düzene kafa
tuttular.
Onlar, mücadele ettikleri her alanı canlandıran kadın şehitlerimiz, emekçi kadın
örgütlenmesi mücadelesinin önemli bir
parçasıdır. Onlar, kadın çalışmamızda örnek aldığımız, arkalarından yürüdüğümüz meşalelerimizdir. Onlar bizim kadın
çalışmamızın nedenleridir.
eylemde kadınlar, bebeği ile birlikte öldürülen Hacer Alan’ın resimlerini taşıyarak
Tramvay Durağı’ndan Galatasaray’a yürüdüler. Burada platform adına açıklama yapan SKM’den Tuğba Güneş, devletin haksız tahrik indirimleri ile kadın katillerini
koruduğunu ve hükümetin cinsiyetçi politika ve söylemleriyle bu kadın cinayetlerine katkıda bulunduğunu belirtti.
Özgür gelecek/02
Kavganın kadınları onlar, onlar
kavganın adı…
Benim adım Kamile Öztürk… Bu kavganın savaşçısıyım. Bu kavganın kadın
yüzüyüm ben. Ellerimde işkencede yerde
sürüklerken kopan saçlarım var, yanımda
taşıyorum onları. İşkencede yaktılar dudaklarımı, tecavüz ettiler yoldaşlarımın
gözü önünde. Biliyorum, cinsel işkence,
kadını mücadeleden uzaklaştırmak içindir. Ama ben yılmadım, yenilmedim.
Benim adım Perihan Çolak… “Sen kızsın karışma bu işlere” dediler. Ama bu
kavga benim kavgam, karışmamak olmazdı. Kadın kavgaya karışmalı, kavganın adı olmalıydı. Hep küçümsenen, cahil
ilan edilen köylü kadının örgütlenmesi
için mücadele ettim.
Benim adım Yıldız Çiçek… Erkek egemen düzenin kadına biçtiği role inat özgürleşmek için dağları seçtim. Bir kadının
kendisine silah doğrultmasını “erkeklik
onuruna” yediremeyen TC komutanı,
cansız bedenimi çırılçıplak Şavşat’ta dolaştırdı. Sandı ki böyle teşhir etmekle, kadını aşağıladı. Sandı ki bundan sonra kadın, çekinir savaşa girmekten. Ama yanıldı! Bak, hala savaşmakta, mücadele
emekte, kavgayı büyütmekte kadınlar!
Benim adım Leyla Karakoç… Sadece
kendi çocuklarımı düşünme bencilliğine
düşemezdim. Benim gibi erken yaşta evlendirilen milyonlarca kadın acı çekerken, çocuklar yoksulluk ve sefalet içinde
büyürken olmazdı. Çocuklarımı seviyorum, ama onlara güzel ve özgür bir gelecek bırakmak için savaşmak zorundayım.
Özgürleşmek ve düzenin omzuma yıktığı
kadın rolüne savaş açmak zorundayım.
Benim adım Ayfer Celep… Ben halk ordusu komutanıyım. Bir kadın Partizan
olarak her daim, mücadelenin her alanında önde ben olmalıyım. Kadının edilgenliğine, yoldaşlarımın erkek egemen bakışına en sert vuruşu ben yapmalıyım.
Emekçi kadına ulaşmak isterken 8 Mart
günü şehit düştüm. İsterim ki, intikamım/intikamımız, emekçi kadınları kavgaya katarak alınsın!
Benim adım Çiğdem Yılmaz… Küçük
yaşlardan itibaren mücadele safında yer
aldım. Evlenme kararı aldığımda çok
gençtim. Evlilik, toplumun bana biçtiği
kadınlık rollerini dayatınca mücadelemi
büyüterek, içimdeki ve evliliğimdeki erkek egemen düzene savaş açtım. Artık yürek işçisiydim, her faaliyet alanına koşarak, her görevi sevinçle yaptım. (En son
tasfiyeciliğin üst boyutlarda ilerlediği bir
dönemde gerillaya katıldım.) Kadın çalışmasının ihtiyacını iliklerimi kadar hissettiğim için tartışmalarına hep dâhil oldum.
Yeni Demokrat Kadın
Özgür gelecek/02
Para
her şeyi
“affeder” mi?
Yoğun hak gasplarını içerdiği
ayan beyan ortada iken çeşitli süslemelerle, kenarlarına takılmış
küçük boncuklarla Torba Yasayı
sevimli gösterme aymazlığı hızla
devam ediyor.
Egemenlerin en sevdiği manevra biçimi olan “kötünün yanına
azıcık güzel katma” aymazlığıyla
kafa bulandırma çalışmaları yine
sahneleniyor. Çalışanlara getirdiği
esnek çalışma dayatmasıyla, güvencesiz çalışma koşullarıyla
büyük tepki çekeceği aşikar olan
Torba Yasanın içinden “öğrenci affı”,
“ama ben de buradayım” dercesine
gülümsüyor/gülümsettiriliyor.
Peki gerçekten öyle mi?
Torba Yasa öğrenciye af mı
getiriyor?
En başta egemenlerin, “eğitim
hakkına” duyduğu “derin” saygının
kırmızı çizgilerini görmekte fayda var.
Misal, “terör suçlarından hüküm
giyen öğrenciler” af kapsamının dışında tutuluyor. Ne kadar yoğun “güzelleme” çalışmaları yapılsa da,
mesele gelip faşist devletin damarına
dokununca ortada eğitim hakkının da
esamesi okunmuyor. Öyle ya, “terör
suçu” işleyerek devlete başkaldırmış
kişinin hakkı mı olurmuş!?
Hal böyleyken, Torba Yasa tasarısına eklenen düzenlemeye bir bakalım;
Söz konusu düzenleme ile 12
Eylül 1980 ve
sonrasında ne
sebeple
olursa olsun
(sonradan
değiştirilen
4-17 Şubat 2011
Özellikle genel seçimlerin yaklaştığı dönemlerde siyasi partilerin gündeme getirdiği “öğrenci affı” egemenler cephesinden hep bir rant alanı olarak değerlendirilmiştir. Öyleyse
eğitim hakkına duyulan saygıdan doğru “af” çıkarıldığını düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır.
ibare ile terör suçundan hüküm giyenler kapsam dışı bırakılıyor) atılan ve
ayrılanlara geri dönme imkanı getiriliyor. Düzenlemeden 800 bin kişinin
yararlanması bekleniyor. “Af sistemini” taşıyan bu uygulama bir kereye
mahsus yapılacak ve öğrencilerin
kendi isteği dışında üniversiteler ile
ilişiği kesilemeyecek.
Özellikle genel seçimlerin yaklaştığı dönemlerde siyasi partilerin gündeme getirdiği “öğrenci affı”
egemenler cephesinden hep bir rant
alanı olarak değerlendirilmiştir. Öyleyse eğitim hakkına duyulan saygıdan doğru “af” çıkarıldığını düşünmek
büyük bir yanılgı olacaktır.
Durum bu iken, Torba Yasa ve
kapsadığı “öğrenci affı” düzenlemesi
görünenin çok da ötesinde geniş bir
saldırının habercisi niteliğindedir.
Gerçekten de ortada “kötüye eklenen bir iyi” olmadığını görebilmek
için medyum olmaya gerek yok.
YÖK Başkanı
Yusuf Ziya Özcan’ın
konuyla ilgili açıklamalarını ifade
edersek meramları
Müdürden öğrenciye diploma tehdidi
Daha önce okuldaki direnişimizin ardından kimi adımların atıldığını yazmıştık gazetemize. Örneğin öğrencilerden ve ailelerinden para istenmesinin
demokratik kurumların müdürle görüşmesinden sonra kaldırıldığını belirtmiştik. Ancak aradan bir hafta geçmeden müdür sınıf başkanlarını çağırıp
yine para talebinde bulunmuş ve bu talebini öğrencilere iletmelerini istemiştir. Eğer getirmeyen olursa da diplomalarını almak istediklerinde bu miktarı
2 hatta 3 katına çıkaracağını söylemiştir. Bizler ise bu duruma cevap niteliğinde para verenler listesini boş haliyle gönderdik müdüre. Bizler tüm tehditlere karşı duruşumuzu koruyor ve isteklerimizden taviz vermiyoruz.
Eğitim mücadelemizden dönmeyeceğiz, taleplerimizde kararlıyız ve alacağız.
(Pertek’ten bir YDG’li)
daha net anlaşılacak diye düşünüyoruz. Diyor ki Özcan; “Üniversite eğitimine süre sınırlamasını kaldırıyoruz.
Normal sürede eğitimini tamamlayamayan artık atılmayacak, daha fazla
harç kredisi ödeyerek devam edebilecek. Böylece bir daha öğrenci affına
ihtiyaç kalmayacak.”
Daha fazla kredi, daha
fazla kâr!
Bu açıklamalarla ve bu düzenlemelerle egemenler bir rant kapısı
olarak değerlendirdikleri “öğrenci affını” ortadan kaldırdıklarını “müjdeliyorlar”. Sakın yanlış anlaşılmasın
rantlarından vazgeçmiş falan değiller. Aksine “kaz gelecek yerden
tavuk esirgememe” durumundan
başka bir şey yok ortada. Hazır “terör
suçundan” hüküm giyenler de kapsam dışı bırakılmış, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” garanti
altına alınmış, geriye sadece oluk
oluk akan paraları saymak kalıyor. Af
diye niteleme pişkinliği gösterdikleri
“müşterilerini artırmak” adına bir
kampanyaya dönüştürülüyor. “Parasız üniversite mi olurmuş” demişlerdi
ya; şimdi de “parasıyla değil mi arkadaşım, istediğin kadar oku, faiziyle
harcını yatırdıktan sonra, üniversite
kapıları sana ağzına kadar açık” diyorlar!
Yapmaya kalkıştıkları “güzellemeyi” bile ellerine yüzlerine bulaştıracak kadar aciz olan egemenler Torba
Yasanın dokusuna uygun bir şekilde
“piyasaya tam hizmet” şiarını eğitim
alanında da uygulama derdini taşıyorlar. Üniversite için ödenen harçlar, bu
harçların gün geçtikçe faizlenmesi, bir
çığ gibi büyüyerek eğitimin gün geçtikçe daha fazla paralı hale getirileceğinin nişanlarını taşıdığı ayan beyan
ortada. Torba yasa paralı eğitimi daha
fazla kanunlaştırıp onu da “af” salatasıyla soframıza sunacak kadar ikiyüzlü olan egemenlerin son
salvolarındandır. Çare ise egemenlerin ağzının bir torba kadar esnek olduğunu bilip, torbayı büzecek kudreti
gençliğin cephesinden de alanlara
akıtmaktan geçmektedir.
(Ankara YDG)
Gençlik
15
Gençler Başbakan’ın
peşinde
Başbakan, sözde öğrencilerin sorunlarını tartışacağı toplantıyı gençlikten
korktuğu için Erzurum’da yaptı. Ancak
gençlik, başbakanın peşinden Erzurum’a
da gitti.
Tüm illerden Ankara’da toplanan
Genç-Sen’liler, Erzurum’a gitmek için
yola çıktı, ancak polis engeliyle karşılaştılar. Yol boyunca adım başı durdurularak GBT kontrolü yapıldı. En son da
Erzincan’da “Erzurum’da GençSen’lilerin güvenliklerinin sağlanamayacağı” gerekçesiyle gençlerin
Erzurum’a gitmesi engellendi. Aynı zamanda Öğrenci Kolektifleri de durdurularak gitmeleri engellendi ve ortak bir
yol kesme eylemi yapıldı.
Aynı gün İstanbul ve Ankara’da da
polis üniversitelilere azgınca saldırdı.
Ankara’da yürüyüş yapmak isteyen öğrencilere saldırarak 8 kişiyi gözaltına
aldı. İstanbul’da da YTÜ’den çıkarak
Dolmabahçe’ye yürümek isteyen öğrencilere yönelik saldırıda 31 öğrenci gözaltına alındı, 10 öğrenci yaralandı.
Yapılan saldırıları ve gözaltıları protesto etmek amacıyla DGH, DÖB, Ekim
Gençliği, Genç-Sen, Kaldıraç, TÜMİGD ve YDG ortak bir yürüyüş düzenlendi. Taksim Tramvay Durağı’ndan
başlayan eylemde sık sık faşist baskılar
teşhir edildi. (İstanbul YDG)
Çanakkale’ye
Eskişehir’den
destek
Üniversitelerde yaşanan faşist saldırılar sürerken aynı zamanda mücadele
de devam ediyor. Saldırı ve baskılar çirkin gözünü bu kez Çanakkale 18
Mart Üniversitesi’ne çevirmiştir.
Devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenciler sadece faşistlerin sözlü ve fiziki
saldırılarına maruz kalmıyor, jandarmadan da işkence ve baskı görüyorlar.
Bu baskıların sonucunda 22 arkadaşımız gözaltına alınmış ve işkenceye
maruz kalmıştır.
Biz de Eskişehir Yeni Demokrat
Gençlik olarak çeşitli yapılarla Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğrencilerinin
mücadelelerini desteklemek amacıyla
bir basın açıklaması yaptık. Sloganlar
eşliğinde basın açıklaması okundu.
Halka destek çağrısı yapılarak açıklama sonlandırıldı.
(Eskişehir YDG)
4-17 Şubat 2010
Özgür gelecek/02
Sentez
16
Torba Yasa Meclis’te; “Geleceğimiz Torbaya Sığmaz!”
İşçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların geleceğini doğrudan ilgilendiren Torba Yasa
artık Meclis’te.
29 Kasım günü Meclis’e sunulan “Torba
Yasa”, 3 Aralık günü Meclis Plan ve Bütçe
Komisyonu’nda oluşturulan alt komisyona
sevk edilmişti. Alt komisyondaki görüşmelerin tamamlanmasının ardından 28 Aralık
günü, tasarının 7’si geçici toplam 136 maddelik son hali Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlanmıştı.
Yaklaşık 20 gündür komisyonda tartışılan
Torba Yasa Tasarısı ciddiye alınabilecek
hiçbir değişikliğe uğramadan komisyondan
geçti ve 27 Ocak’ta Meclis Genel Kurulu’nda tartışılmaya başlandı.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 7 maddesi,
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
Kanunu’nun 29 maddesi, 4474 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’nun ise 6 maddesinde
kapsamlı değişikler öngörülen tasarının yasalaşma sürecini hızlandırmak isteyen
düzen partileri, komisyonda “gecelerini
gündüzlerine katarak” yoğun mesai harcadılar. Bu tempoyu genel kurulda da sürdürmeyi planlayan düzen partileri bu
kapsamda tasarıyı 9 bölüme ayırarak temel
yasa olarak görüşecekler.
AKP, tasarının her gün bir bölümünün
genel kuruldan geçirilmesini istiyor. Bunun
için milletvekilleri Cuma günleri de çalışacak. Tasarının 24 Ocak kararlarının yıldönümünde meclise gelmesi de oldukça
manidar. 27 Ocak günü genel kurula gelen
tasarının 28 maddeden oluşan birinci bölümünün ilk 12 maddesi görüşülerek kabul
edildi. AKP’nin görüşmeler sırasında tasarıya yeni maddeler eklemesi de bekleniyor.
9 Şubat’a kadar tüm maddelerinin genel
kuruldan geçirilerek tasarının yasalaşması
hedefleniyor.
24 Ocak Kararları
ya da Torba Yasa
Çalışma yaşamının baştan aşağı yeni-
den düzenlenmesini amaçlayan yasa tasarısı, geniş yığınların tüm kazanılmış
haklarını adım adım gasp edecek bir içeriğe sahip.
Tasarı daha bütünlüklü ve kapsamlı bir
çerçevesi olan “Ulusal İstihdam Stratejisi”ne giriş olarak da değerlendirilebilir.
“Türkiye’yi orta ve ileri teknolojik
ürünlerde Avrasya’nın üretim üssüne dönüştürmek” amacıyla hazırlanan “Sanayi Strateji Belgesi” ile birlikte
örülen bu süreç, ülkemizi adeta bir sömürü
cenneti haline getirecek. “Sanayi Stratejisi”ne paralel olarak tartışılan vergi, eğitim, yargı reformları kamu yönetimi
reformu saldırının genişliği konusunda yeterince fikir veriyor. Tasarının 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının hemen akabinde
gündeme getirilen “24 Ocak Kararları”
ile aynı tarihte meclise gelmesi de yapılmak
istenen hakkında bir mesaj anlamı taşıyor
olmalı. Toplumsal yaşamın yeniden yapılandırılması, sermayenin önündeki her
türlü engelin kaldırılması, kamu kuruluşlarının sermayeye peşkeş çekilmesi gibi bütünlüklü bir
içeriğe sahip olan “24
Ocak Kararları” ile sermayeye yeni bir yol haritası çizilmişti. Bugün
Torba Yasa ile yapılmak
istenen de tıpkı 30 yıl öncesinde olduğu gibi; üstünde sermaye için dizginsiz sömürü ve
büyük kâr olan bir rotanın dizayn edilmesidir.
Düzen partileri ve
gerçek muhalefet
Aralarında çok büyük fark varmış gibi
görünen düzen partilerinin gerçek yüzleri,
söz konusu işçi ve emekçiler olduğunda net
olarak görünmektedir. Birbirleri ile adeta
kanlı bıçaklı olan AKP ve CHP nedense
hem alt komisyonda hem de genel kurulda
büyük bir uyum içinde hareket ediyor.
Emekçi yığınların geleceği demek olan
bu tasarının altına aynı imza atıldıktan
sonra AKP ve CHP arasındaki fark
bizim için ne ifade ediyor? Egemenler
ve efendileri emperyalistler için büyük
ve hayati bir öneme sahip olan bu düzenleme mevzubahis olduğunda ortay
çıkan istikrarlı tablo sizin de dikkatinizi çekmedi mi? Düzen partileri varlık
gerekçelerine uygun bir pratik süreci büyük
bir gayretle yaşama geçirirken işçi sınıfın
öz örgütleri de üzerine düşeni yapmalı.
Birçok sendikanın doğrudan tasfiyesini
içeren bu düzenleme ile sendikalaşmanın
önüne adeta Çin Seddi çekilecek. Emekçiler
esnek ve kuralsız bir dünyada soluk alıp verecek. Bu durum onların örgütlenmesini,
bir araya getirilmesini de zorlaştıracak. Ne
yazık ki bu gerçekliğe rağmen sendikalardan, emek ve meslek örgütlerinden çıkan
ses ihtiyacı karşılamıyor. Ne ki bu konuda
özellikle son günlerde gösterilen tepkiler
cılız da olsa belli bir hareketlilik de yaratıyor. Türk-İş’in
sınıftan gelen tepkilerin zorlaması ile de olsa örgütlediği
eylemler önemli bir yerde
duruyor. Böylesine kapsamlı
bir saldırıya karşı bu tepkiyi
büyütmek, geliştirmek ve
özellikle de üretim alanlarına yaymak büyük önem
taşıyor. Bu çerçevede
KESK, DİSK,
TMMOB ve TTB
tarafından
örgütlenecek
eylemlerin,
direnişlerin
içinde yer
almak ve
büyütmek
çok önemli.
Torba Yasaya karşı birleşelim örgütlenelim!
Ankara: Ankara DDSB olarak yaklaşık 1.5 aydır çalışmalarına
başladığımız torba yasaya karşı bir dizi eylem ve etkinlikler gerçekleştirildi. Torba yasanın gündeme gelmesi ile birlikte DDSB’nin de
örgütleyicisi olduğu bir dizi toplantı alındı. Yaptığımız çağrıya ise
sendikalardan sadece Petrol-İş Ankara Şubesi yanıt verdi ve o da
imzacı olarak kalmakla yetindi. Sonuç olarak 13 kurum biraraya
geldi ve harekete geçti.
İlk olarak Torba Yasayı daha iyi anlamak ve bilgilenmek için 23
Ocak Pazar günü Petrol-İş Sendikasında panel/forum düzenlendi.
Panelist olarak ÇHD’den Saliha Şahin ve Tüm Bel-Sen eğitim uzmanı katıldı. Yapılan sunumların ardından 13 kurumun ortak görüşünü anlatan bir açıklama okunarak forum kısmı başlatıldı. Forum
kısmında PTT taşeron işçisi olarak çalışırken işten çıkarılan Cem
Koray Türedi ilk sözü aldı ve torba yasa geçtiğinde keyfi işten atmaların daha da artacağını söyledi. Herkesi desteğe çağırdı. Devamında KESK’li bir DDSB’li arkadaşımız söz alarak PTT işçilerinin
direnişi büyütmek için ve genel saldırılara karşı sınıf sendikacılığının bu süreçte sendikalara hâkim kılınması, yasal zeminde mücadeleye bağlı kalınmayıp fiili-meşru mücadele hattının örülmesi
gerektiğini ifade etti.
Diğer bir eylem ise Torba Yasanın meclise gelmesine üç gün
kala Sakarya Caddesi’nde Türk-İş şubeleri ile bir basın açıklaması
yapılmış, bir gün kala ise KESK tüm kurumlara çağrı yapmış ve
devrimci ve demokrat kurumlar bu çağrıyı 12 saat önce öğrenmiş-
tir. KESK’in ve diğer sendikaların görev savma bilinciyle göstermelik yaptıkları bu eylemler yasanın geçmemesine yönelik değil “protesto etme” mantığıyla yapılmıştır.
Bu kapsamda KESK’in aldığı eylem kararı doğrultusunda Emekli
Sandığı önünde toplanan KESK’lilerle DDSB’nin de içinde yer aldığı bileşen, döviz ve flamaları ile TBMM’ye doğru yürüyüşe başladı. Daha 20 metre yürümeden polis barikatı ile karşılandı.
Yürümekte ısrar edilmesi üzerine polis biber gazı ile saldırdı. Katılımcılar sloganlarla tekrar barikata yüklendiler. Bu sırada polis sık
sık “eyleminiz amacını aşmıştır, içinizdeki saldırgan grubu çıkarın”
diye anons yaptı. Yoğun yağmura rağmen bekleyen kitle bir saatten
fazla sloganlarını kesmeden bekledi. Polisle KESK yöneticileri arasında yoğun tartışmalar yaşandı.
Ardından basın açıklaması polis barikatı önünde yapıldı. KESK
Genel Başkanı Döndü Çınar tartışmalarda Emniyet Müdür Yardımcısı Kenan Kabak hakkında sendikal hakları engellediği ve kendisini
tartışmalar sırasında “canım” diyerek taciz ettiği için suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Bu arada görüntü almaktan çok kitleyi
taciz eden bir kameraman kitlenin içinden geçerken insanlara sert
davranmış, ittirmiştir. Bu kişiye bir DDSB faaliyetçisi kimlik sormuş, soruya “sonra görüşürüz” şeklinde tehditkar bir yanıt almıştır.
“Kameraman” olaya müdahale eden KESK’li bir kadına da küfür
etmiş, bunun üzerine kitleden gereken cevabı alarak kaçıp polise sığınmıştır.
İSTANBUL
26 Ocak günü İstiklal Caddesi’nde biraraya gelen Türk-İş şubeleri yaptıkları eylemle hükümeti ve
yasasını protesto etti. KESK,
Hava-İş vd. sendikaların da destek
verdiği eyleme İGDAŞ ve Karayolları işçileri de katıldı.
İstiklal Caddesi’nde yapılan
yürüyüş Taksim Tramvay Durağındaki basın açıklaması ile sona
erdi.
DERSİM
KESK Şubeler Platformu tarafından 26 Ocak Salı günü saat
12.00’de Sanat Sokağı’nda yapılan eylemle Torba Yasa protesto
edildi. Kitle adına açıklama BES
Dersim Şube Başkanı Ümit Yıldız tarafından yapıldı. Açıklamada
“Attığı her adımda halkı daha da
yoksullaştıran hükümetin son anayasa değişikliği referandumda olduğu gibi ikiyüzlülüğü ve emekçi
düşmanı olduğu bu tasarıyla bir
kez daha ortaya çıkmıştır” denildi.
(Dersim Partizan)
ADANA
Torba yasa sendikalar tarafından düzenlenen eylemle protesto
edildi. 4 Ocak günü AKP İl Başkanlığı önünde biraraya gelen
emekçiler adına basın açıklamasını okuyan SES Şube Başkanı
Mehmet Antmen, hükümetin
emekçiler üzerinde baskı ve otoriter politikalar uygulamaları hayata geçirdiğine vurgu yaptı.
İZMİT
DİSK’in “Torba yasasına karşı
genel direniş” adı altında İzmit’te
gerçekleştirdiği ve yaklaşık 2 bin
kişi katıldığı yürüyüş, Sabri Yalım
Parkı’nda sonlandırıldı. İşçiler
adına açıklama yapan DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi, yasayı işçilere yönelik bir saldırı olarak değerlendirdi. Hükümetin
attığı her adımla işçilerden haklarını çaldığını söyleyen Çelebi,
“AKP ne zaman işsizlikle mücadeleden bahsetse altından yeni bir
hak gaspı gündeme geliyor” dedi.
YÜKSEKOVA
DİSK ve KESK Yüksekova
Temsilcilikleri, Torba Yasa Tasarısı’na ilişkin Oslo Oteli önünde bir
eylem gerçekleştirdi. 27 Ocak
günü yapılan eylemde basın açıklamasını okuyan KESK Yüksekova
Dönem Sözcüsü Nurettin
Demir, yasanın bir an önce geri
çekilmesini istedi.
Özgür gelecek/02
Çığırından çıkmış bir dünyada
umuda sevdalanmak ne yüce bir duygudur. Özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe sevdalanmak; iyiye ve güzel olan
her şeye sevdalanmak… Ve bu sevdanın bedeli kimi zaman işkenceler;
kimi zaman zindanlar; kimi zaman
ölüm olsa da bu sevdadan asla vazgeçmemek… Açlığın, sefaletin, işsizliğin, imha ve inkarın, haksız
savaşların kol gezdiği bir dünyada
isyan etmek, hakkını aramak elbette
en ağır bedelleri de göze almayı gerektirir. Hak aradıkları, özgürlük istedikleri ve hatta düşünü kurdukları
için yüzyıllardır halkın devrimci öncüleri düştüler toprağa… Bizlere de
onları anmak, bıraktıkları kavga bayraklarını daha da ileriye taşımak
düşer.
“Onlar ki engin denizdedirler şimdi,
Coşkun bir sel akışında,
kavga sularında
Kanla yaratılan, kanla ekilen
ve kanla büyütülen tohumlarda
Karadeniz’den Munzurlara
savrulan isyan küllerinde
Yiğit gerillanın haykıran
namlusundadır onlar…”
Bizler, Partizanların aileleri olarak
Proletarya Partisi tarafından ilan edilen “Parti ve Devrim Şehitlerini
Anma Haftası” çerçevesinde onları
anmak, mücadele deneyimlerinden
öğrenmek için her yıl olduğu gibi bu
yıl da çeşitli etkinlikler örgütledik/örgütlüyoruz. Başta da her yıl olduğu
gibi bu yıl da gücümüz yettiğince
şehit düşenlerimizin ailelerine giderek, acılarımızı ve öfkemizi paylaşıyoruz. Her gittiğimiz ailede
düşenlerimizin hatıralarıyla acılarımız yeniden tazelense de öfkemiz
daha da bileniyor.
39 yıllık tarihimizde yüzlerce yoldaşımızı ölümsüzlüğe uğurladık. Her
biri bizler açısından aynı değerde ve
önemdedir. Ailelerine gidemediğimiz
ya da ulaşamadığımız yoldaşlarımız
oldu elbette. Ancak uzun vadede de
olsa yoldaşlarımızın ailelerine ulaşmak, onları ailelerinden de dinlemek,
onlardan öğrenmek ve ailelerini evlatlarının davasını sahiplenmelerini sağlamak hedefimiz devam etmektedir.
Biz büyük ve güçlü bir aileyiz ve
biliyoruz ki gücümüzü umudumuzun
büyüklüğünden alıyoruz. 12 Eylül’den
bu yana zindanlarda yaşanan vahşet
ve direnişin içiçe yaşandığı, yargısız
infazların, kayıpların “terörist” dam-
4-17 Şubat 2011
Sentez
17
Düşlerimizi gerçekleştirmek
için toprağa düşenler
anıldı
gası vurularak meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir coğrafyada gerek zindan
kapılarında gerekse mezar başlarında
ya da sokaklarda, öncelikle gerçeği
anlamaya çalıştık. Hangi zihniyetin
“terörist” olduğunu anladığımızda da
Arjantinli anaların “Önce çocuklarımızı savunuyorduk şimdi onların düşüncelerini” sözünü
kendimize şiar alarak yakınlarımızın
arkasında değil omuzbaşlarında yerimizi aldık. Çünkü yaşadığımız acılar
çoğaldıkça ve yaşadıklarımızın nedenlerini kavradıkça bütün bu sorunlarla tek başımıza mücadele
edemeyeceğimizi de gördük. Bir ocak
ayında yine onları anarken şehit ailelerinin bayrağı yükseklerde dalgalandırarak en önde yürümeleri de doğru
yolda ilerlediğimizin göstergelerinden
biridir.
Onları anmak, yaşamın her
alanında örgütlenmektir
Bilincimizin kızıl kor damlaları
And olsun ki
Yüreğimizde püskürttüğünüz
volkanla
Devrim nehrinin akışını
birleştireceğiz
Uğruna can verdiğiniz insanlığa
Altınçağ’ı granitleştirerek
Armağan edeceğiz
30 Ocak Pazar günü Sarıgazi’de
şehit ve tutsak ailelerinin de içinde yer
aldığı Partizanlar, Parti ve devrim şehitlerini andı. Merkezde bulunan
Bölge Hastanesi önünde toplanan
kitle, üzerinde İbrahim Kaypakkaya,
Süleyman Cihan,
Kazım Çelik ve
Mehmet Demirdağ’ın resimlerinin
yer aldığı “Düşleri
gerçeğe dönüştürmek için düşenleri
anıyoruz” yazılı
Partizan imzalı
pankartın arka-
sında yürüyüşe
geçti. En önde şehit
yoldaşlarımızdan
Mehmet ve Ali Demirdağ, Polat İyit,
Nergiz Gülmez, Hatice Dilek, Erol
Özel, Ali Rıza ve
Sırma Boyoğlu,
Dursun Erkul,
Mehmet Düzen,
Hasan Gülünay yoldaşların aileleri ellerinde
bayraklarıyla yerlerini aldılar. Yol boyunca “Gerillalar ölmez yaşasın
halk savaşı”, “Devrim şehitleri
ölümsüzdür”, “İbrahim’den Mehmet’e selam olsun Partiye”, “Halk
savaşçıları ölümsüzdür”, “Ovacık şehitleri ölümsüzdür” sloganları atılarak ajitasyon konuşmaları yapıldı.
Mezar başında tüm devrim ve komünizm şehitleri için yapılan saygı
duruşunun ardından Partizan adına
bir açıklama yapıldı. Açıklamada
Ocak ayının tarihsel önemi vurgulanarak şehitleri anmanın ne anlama
geldiğine dikkat çekildi. Onları anmanın bulunduğumuz her alanda mücadeleyi daha büyütmekten geçtiğinin
altı bir kez daha çizilerek onlardan
boşalan mevzilerin doldurulması görevinin bizlerin omuzlarında olduğu
söylendi.
“Onlar ölmediler” şiirinin
okunmasının ardından TKP/ML militanları Parti ve ordu bayrağı açarak
Merkez Komite Siyasi Büro imzalı
Ocak ayı bildirisini okudular.
Bildiride “Yıldızlara tutunarak yürüyenlerin kahredici öfkesi halkları
sömüren emperyalistleri ve her türlü
alçaklığı yerle bir edecek. Ve biz asla
unutmayacağız bayraklaşan şehitlerimizi. Halkların kurtuluşu uğruna güneşe uğurlanan komünist ve devrimci
önderleri, ezilenlerin fedakâr evlatlarını, devrimin gözü pek militanlarını
saygıyla anıyoruz. Onlara devrim sö-
zümüz var. Şehit yoldaşlarımız zafere
inancın en büyük teminatıdır. Hiçbirinin kanı yerde, özlemi geride kalmayacak. Onlar ki ebediyete kadar
yaşayacak mücadelenin teminatı olan
şehitlerimiz özgürlük savaşının parıldayan yıldızlarıdır” denildi.
Bildiri sonrası sık sık Türkçe ve
Kürtçe “Yaşasın Partimiz
TKP/ML”, “Halk Ordu TİKKO katillerin peşinde”, “Şan olsun 3. Kongremize” sloganları atıldı.
Daha sonra müzik dinletisine geçildi. Kitle hep bir ağızdan “Yoldaş
seni anacağız”, “İşçi köylü ordusunun
erleri”, “İbo Haydar Zülfikar” ve
“Ordu Marşı”nı söyledi. Daha sonra
bir yoldaşımız Ali Uçar’ın kendisine
öğrettiği eski bir marşı onu bir kez
daha anarak bizlerle paylaştı.
Hep birlikte atılan sloganlar ve
Partizan andının ardından anma sona
erdi.
Şehit yoldaşlarımızın ailelerinin
bizzat slogan attırması, yine Hatice
Dilek yoldaşımızın babası İbiş
Amca’nın ayakta zor durmasına rağmen yaklaşık bir saat süren anma boyunca dimdik ayakta durması ve “ben
buralara kadar gelip bu mezarların
başında slogan atıp marş söyledim
ya ölsem de gam yemem artık” demesi, kızının davasını hala sımsıcak
yüreğinde hissetmesi hepimizi duygulandırdı.
(Partizan Şehit Ve Tutsak
Aileleri)
18 Halkın gündemi
Pınar Sağ ve Mehmet Özcan’a
hapis cezası
İstanbul: Halk müziği sanatçısı
Pınar Sağ hakkında açılan davanın
son duruşması görüldü.
Dersim’de bir etkinlikte önder
İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü gerekçesiyle hakkında, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. Maddesi
uyarınca “örgüt propagandası” yapmaktan dava açılan Pınar Sağ ve
Mehmet Özcan’ın 26 Ocak günü
Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında mahkeme heyeti Sağ ve Özcan hakkında
10’ar ay hapis cezası verdi. Avukatlar bu kararı temyize götürmeye hazırlanıyor.
Diğer yandan 29 Ocak günü İstanbul Barosunda gerçekleştirilen
basın toplantısıyla verilen cezalar
protesto edildi. Pınar Sağ ve Mehmet Özcan, Kaypakkaya’yı anmanın
suç olmadığını söylediler. Açıklamanın ardından aralarında Partizan,
ESP, DHF, Kaldıraç vd. kurumların
da desteğiyle bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüş sonrası açıklamayı
Temel Demirer yaptı.
Akaryakıt zammı tüm halkımızı
etkileyecek
Dersim: Akaryakıta yapılan
zam Dersim’de Şoförler ve Otomobilciler Odası tarafından protesto
edildi.
Ticari araç sahipleri şehir merkezinde biraraya gelerek oluşturdukları
konvoyla Hükümet Konağı önüne
geldi. Burada yolu trafiğe kapatarak
basın açıklaması gerçekleştirildi.
Kadir Ulaş tarafından yapılan açıklamada “Akaryakıt fiyatlarındaki artış
inanılmaz boyutlara vardı. AKP hükümeti öncesi litresi 1.56 TL’ye alınan 95 oktan benzin, bugün % 200
zam yapılarak 4 TL’yi geçmiş durumda. Bu eğitim, sağlık, beslenme,
barınma, ısınma ve ulaşım gibi hayatın en temel gereksinimlerine ve her
zerresine işlenmiş korkunç bir zam
furyası demektir” denildi. Açıklama
alkışlarla sona erdi.
Partizan, Arızlı depremzedelerini ziyaret etti
Partizan olarak, Arızlı depremzedelerini çadırlarında ziyaret ettik ve
sohbet ettik:
- Ülkü Karahan: Bundan
sonra “düzen partilerine oy vermeyeceğiz” diye pankart asacağız.
Kimse seçim sürecinde gelip bizden
oy istemesin.
- Huriye Özdemir: Durmak
yok, direnmeye devam edeceğiz.
Mücadelemizi sonuna kadar götüreceğiz. Onurumuz ve şerefimiz için
mücadeleyi asla bırakmayacağız.
- Şemsettin Azak: Siyasilerden
bir beklentimiz yok. Siyasi partilerin
seçim sürecinde gelip bizleri kandırmasına izin vermeyeceğiz.
(ÖG okurları)
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Ne vardı şaşıracak? Parayı veren ıslığını da çaldı?
Ne oldu pek haşmetli başbakan ve
sayın vezirleri ve de bilumum soytarıları?
Övgü dolu sloganlar, “çok yaşa” nidaları
duymayı bekliyordunuz değil mi TT
Arena Stadyumunun açılışında? Sen onca
yıl bunu planla, o kadar “emek” ver,
“bütün imkânları” seferber et, sonra ıslıklı
protestolara maruz kal! Bunu hiç beklemiyordun herhalde ki apar topar kaçıverdin stadyumdan! Sana da hükümetine de
devletine de olan öfkenin büyümesi ve
sizi her yerde bulması çok mu zorunuza
gitti? Çok mu şaşırdınız? Öyleyse daha
çok şaşıracaksınız!
Aslında biz de bir miktar şaşırmadık
değil elbet! Hani Çarşı grubuna alışılmıştı
da Galatasaray tribünlerinden böyle bir
protesto pek de beklenmiyordu. Taraftarların böylesine bir ıslık senfonisi dinleteceklerine pek ihtimal verilmiyordu.
Ne de olsa futbol denilince artık akla
gelen ne yazık ki holiganlık, milliyetçilik,
ırkçılık, kavga ve küfür oluyor. Yoksullukla boğuşan, sosyal yaşam diye
bir şeyi aklına dahi getiremeyen
halkın bir futbol takımıyla kendini
özdeşleştirmesi, onunla sevinip
onunla ağlaması, tüm öfkesini tribün
koltuklarında bırakıp çıkması egemenlerin her
daim işine gelmesinden
öte egemenler tarafından bizzat ortaya çıkartılır, medyasıyla daha bir
fanatikleştirilir, kulüplerle de sermayenin
önemli pazarı haline getirilir ve de üç F’nin en önemli ayaklarından biri olarak sömürünün dayanağı
yapılır. Büyük kulüplerin yıllık gelirinin
kaç asgari ücretlinin bir yıllık geliri olduğunu hiç düşündünüz mü? Üstelik bu kulüplerin en büyük gelir kaynağını da bu
kesimler oluştururken!
Durum hemen hemen istisnasız buyken, taraftardan beklenen bir davranış olmayacaktı tabi ki TT Arena’nın açılışında
başbakan ve TOKİ başkanının ıslıklanması! Hemen ardından yapılan açıklamalara bakılırsa tüm hükümet ve
yalakalarının bundan duydukları öfke ve
teessüf son derece kulak tırmalayıcı. Ne
diyorlar bakalım.
“Camian sana ihanet etti. Tribünlere
hâkim olamıyor musun?” (Devlet Bakanı
Egemen Bağış, GS Başkanı Adnan Polat’a) “Tabii bütün Galatasaraylılara mal
etmek istemeyiz ama bu anlayışın mutlaka statlardan uzaklaştırılması lazım.”
(Faruk Özak) “Böyle bir Başbakan’a sahipken maalesef onu son derece üzdük.
Bunu kabullenmek kesinlikle mümkün
değil.” (Futbol Federasyonu Başkanı
Mahmut Özgener) “Başbakanı TT
Arena’da yuhalayanların babaları belli
değildir buna eminim. Şerefsizler yuhalayan kahpe GS taraftarı.” (Gençlik ve
Spor Genel Müdür Yardımcısı Salim
Terzi) “Tepki koyanlar orada maç da izlemesinler bakalım... Sefillik ve acizlik bu
olsa gerek! 100’lerce trilyon harcandı o
stadyum için, rüya bir proje gerçekleşti
Başbakan sayesinde. İdraktan mahrum
sefillere yazıklar olsun!” (AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç)
Bu sözlerin
hiçbiri birbirine
küfreden, bıçaklayan, çirkin tezahüratlarda bulunan taraftarlara söylenmedi.
Bu sözlerin hiçbiri etrafa zarar veren, kör
şiddetle etrafına saldıran holiganlara yönelik değil. Bu sözler, başbakanlarını ve
onun TOKİ başkanını protesto eden taraftarlara söylendi.
Başbakan ise apar topar stadyumu
terk ettikten sonra yaptı açıklamasını:
“Kimse övünmesin.. Galatasaray’ın bu
stadyumda tek Allah kuruşu yoktur...”
dedi, peşine de artık 8 senedir alışkın olduğumuz tehditlerinden birini daha savurdu: “Daha anlaşmayı yapmadık!”
Bir nankörlük tartışması var ortada
AKP’li başbakan ve diğerleri açısından.
Herkes Erdoğan’a minnet duyguları duymalı. Sanki kendi ceplerinden harcamış-
lar, oğullarının gemiciklerinden birini
feda etmişler de çalınan ıslıklara “nankörlük” diye feveran ediyorlar. Halkımızın nefret ettiği özelliklerdendir
nankörlük. Yediğin kaba tükürmemek
erdem değil, herkesten beklenendir. İyi
de burada yediğin kap kimin, nankör
kim? Halkın (orada ıslık korosunu oluşturan her bir birey de dâhil) vergileri, paraları ile yapılmış olan dev stadyum kimin?
Peki, onların parasını ben verdim, ıslığımı da çalarım demeye hakları yok
mu? Halkımız nankörlükten nefret eder
de yalanı çok mu sever? Galatasaray’a
karşılıksız verilmiş bir hediye midir bu TT
Arena? Peki, Galatasaray, Mecidiyeköy
gibi İstanbul’un en önemli semtlerinden
birindeki arazilerinden ve Ali Sami Yen
Stadı üzerindeki haklarından vazgeçerek anlaşma yapmamışlar mıdır?
Başbakan ve TOKİ’sinin başkanı
neden bunları söylemiyor da, yalana sığınıyor? Yalanı ortaya çıkıncaya kadar kendine inanan
inanmıştır, kimi etkilesem kârdır
diye bakıyor.
Başbakanının stadyumdan kaçmasının ardından bu kez TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar alıyor sazı
eline: “Galatasaray Yönetimi, Ali
Sami Yen ile ilgili kiracılık yükümlülüklerini yerine getiremezken
bize geldi. Hem Ali Sami Yen’de
hem de burada yükümlülüklerini
yerine getiremedi. Özhan Canaydın’ın karşımıza gelip naif ve sessiz
sedasız duruşu dün gibi aklımda.”
Biri İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı diğeri de büyükşehir ve Eminönü
belediyelerinde meclis üyesiyken yolları
kesişmiş olan bu iki Erdoğan, 8 yıldır da
biri başbakan diğeri TOKİ başkanı olarak
koltuklarına yapışmış olarak TT Arena’da
işte bu şekilde esip gürlediler.
Sanki bu aşağılamalar kendilerine
yönelik değilmiş gibi ıslık çalanları tespit
ettirip isimlerini Emniyete veren
Galatasaray yönetimi ise tükürülen suratlarını “Ya rabbi şükür” edasıyla silmekle
meşguller. Taraftarlar mı? Taraftarlardan
her zaman küfür duyacak değiliz ya,
zaman zaman da olsa böyle güzel sesler
duymak hoş oluyor. Onlar da tribünleri
izlemeye devam edin diyor...
TC uşaklıkta
sınır tanımıyor
ayrı rapor düzenlemişti. Bu rapora göre Türkiye dahil 14 dev-
Amed: ABD’nin gizli belgelerini bir bir yayımlayacağını
duyuran Wikileaks, yeni belgelerle gündemdeki yerini koruyor. Wikileaks’in açıkladığı son belgeler ABD’nin ve uşaklarının dünya halklarına yönelik gerçekleştirdiği terörü
belgeler bir nitelik taşıyor. CIA’in işkence uçaklarının
Türkiye’den geçtiğini açıklayan belgelerde TC’nin ve ABD emperyalizminin çirkin yüzü bir kere daha itiraf edilmiş oluyor.
Wikileaks tarafından açıklanan ve Alman “Die Welt” gazetesinde yayımlanan ve ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Ross
Wilson’ın bugün ABD Hava Kuvvetleri Komutanı olan Norton
A. Schwartz’a 8 Haziran 2006’da gönderdiği raporda, Türkiye’nin söz konusu uçuşlara izin verdiği detaylarıyla anlatılıyor. Konuya dair ilk iddialar ortaya çıktığında (2006) AB,
üyelerinin de bu operasyonlarda kullanıldığını belgeleyen iki
ilk açıklama, yalanlama şeklinde olmuştu. Ancak Wikileaks
let bu operasyonlarda CIA tarafından geçiş amaçlı ve yakıt ikmali için kullanıldı. Bu iddialara Türkiye tarafından yapılan
tarafından yayınlanan belgeler TC’nin ve AKP hükümetinin
müslümanlığını ve Erdoğan’ın gözyaşlarının timsah gözyaşı
olduğunu gözler önüne serdi.
CIA tarafından çeşitli ülkelerden gayrı resmi bir şekilde
alınan binlerce kişi, Guantanamo başta olmak üzere çeşitli
ülkelerdeki işkence tezgâhlarına götürüldü. Bu yapılırken de
emperyalizme göbekten bağlı ülkeler başta olmak üzere birçok
devlet, aracı olarak kullanıldı. Türkiye’de İncirlik Üssü’nün
kullanıldığı belgelerle kanıtlandı. Daha öncesinde konuya ilişkin söylenen yalanlara ek olarak ne gibi yalanların bizleri
beklediği ise merak konusu(!)
Özgür gelecek/02
rmeni gazeteci yazar Hrant
Dink’in katledilişinin 4. yılına girerken davaya ilişkin devletin aymaz tutumu istikrarını koruyor. Şimdiye kadar
4 yıl boyunca 15 duruşması yapılan davanın 16. duruşması 7 Şubat 2011’de görülecek. Geçen dört yıl boyunca davaya
ilişkin deliller ortadan kaldırılmaya çalışıldı, kamera kayıtları silindi, resmi kurumlara yazılan yazılara ya hiç karşılık
verilmedi ya da yıllar sonra karşılık verildi. Devletin “derin” unsurlarına bulaşmaktan özenle kaçınıldı ve eni sonu devlet denilen çete her fırsatta aklanmaya
çalışıldı.
Davanın ilerlemesi ve devletin davaya karşı lakayt, aymaz yaklaşımı aslında
4 yıl boyunca halka verilen bir mesajdı.
Hem de Ogün Samast denilen tetikçi
Hrant’ı öldürdükten sonra, yakalandığında polislerin Türk bayrağının önünde
birlikte fotoğraf çektirdiklerinde verdikleri mesajla aynı idi. Devrimciler, komünistler, yurtseverler başta olmak üzere
halkın tamamına yönelik bir gözdağı idi.
Tehditlere eklenen bir yenisi idi. Devlet
bu cinayetle “ileri demokrasisini” tasdiklemişti. Bugün de gözümüzün içine baka
baka aydınlara, demokratlara yönelik
4-17 Şubat 2011
Halkın gündemi
E
k
a
m
r
so …
p in
a
s iç
e
H
katliamların devam edeceği haykırılmaktadır. Bu “mesaj” ayağını denk al tehdididir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giden davada Türkiye’ye mahkûmiyet verildi. Böylece Türkiye bir kez daha
AİHM’de mahkum olmuş ve tazminat
ödemek zorunda bırakılmıştır. Peki, adalet bu mudur? Piyonların yargılanması
ve göstermelik cezalar almaları mıdır?
Dink ailesinin avukatlarından Fethiye
Çetin ve birçok aydın, cinayette kamu
kuruluşlarının korunduğunu ifade etmekteler.
Hrant’ın katledilmesinden sonraki
gelişmeler, ona yapılan tehditler, tetikçilerin bile korunması bu katliamın arka-
19
sında kimler olduğunu bizlere en açık
haliyle göstermektedir. Hrant’ın katledilmesinin üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen bir arpa boyu yol alınamaması cinayetin arkasında kimler olduğunu çok
açık gösteriyor. Öldürülüşünün 4. yılında
AGOS Gazetesi önüne toplanan on
binlerce kişi Hrant’ın katilini sloganlarıyla haykırmaktaydı: “Katil devlet hesap
verecek” sloganı, bu 4 yılı ve öncesini en
iyi şekilde açıklar nitelikte. Hrant’ın katili devlettir ve bizler adaleti devletten
beklemiyoruz. Hrant’ın ve binlerce, on
binlerce “faili devlet” olan cinayetin hesabının sorulmasıyla adalet beklentimiz
gerçekleşecektir.
Adalet beklentimiz yeni katliamları,
zulümleri gerçekleştirebilecek olan devletin ortadan kalkmasıyla karşılanabilir.
Yoksa Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamaları bu halkı tatmin etmez ve bu halk
Cumhurbaşkanınca yapılan açıklamalara
kanmaz. 7 Şubat’ta Beşiktaş’ta İstanbul
Adliyesi’nde gerçekleşecek olan Hrant
Dink davasının 16. duruşmasında
Hrant’ın katilinin devlet olduğunu ve katillerden bir gün mutlaka hesap soracağımızı haykırmaya devam edelim.
(Amed’den bir ÖG ukuru)
Faşizme inat meydanlarda binlerce Hrant vardı…
Binlerce kişinin meydanlarda haykırdığı
bir gün oldu 19 Ocak 2007. Ermeni halkına
karşı yürütülen jenosidin son kurbanı olarak
belleklere kazındı Hrant Dink. O, her şeyin
bir bedelinin olduğunun farkındaydı ve bu bedeli cesaretinden ödün vermeyerek karşıladı.
İstanbul
* Katledilişinin 4. yılında Hrant, Genel
Yayın Yönetmeni olduğu Agos Gazetesi
önünde binlerce kişi tarafından anıldı.
“Faşizme inat kardeşimsin Hrant”,
“Katil devlet hesap verecek” sloganları sürekli atıldı. Dink’in düştüğü yere karanfiller bırakılan eylemde “Dört yıldır
yüzleri yok, yürekleri yok” yazılı dövizler taşındı ve kitle “Ergenekon Caddesi”
yazısını “Hrant Dink Caddesi” olarak değiştirdi. İlk olarak Hrant Dink’in bir konuşmadaki ses kaydı dinletildi. Ardından
siyasi cinayetlere kurban gidenlerin isimleri okundu. Burada bir açıklama yapan
Bülent Aydın, 4 yıldır adaletin daha da
körleştiğine değindi. Anma programı
Kürtçe, Türkçe ve Ermenice söylenen türkülerle son buldu.
* Agos önünden gruplar halinde Taksim meydanına doğru dağılan kitle akşam
saatlerinde tekrar biraraya gelerek bir
anma daha yaptı. Nor Zartonk, Partizan, YDG, DHF, Alınteri, Kaldıraç,
BDP vd. kurumlar “Hrant’ın hesabını
soracağız” yazılı ortak pankart arkasında Galatasaray Lisesi’ne kadar bir yürüyüş
gerçekleştirdi.
Binlerin katıldığı eylemde İstiklal Cad-
desi sloganlarla inledi. Yürüyüşün ardından açıklamayı Ermenice olarak Mihran
Thomasyan; Türkçe olarak şair Ruhan
Mavruk yaptı. Açıklamanın ardından eylem Grup Emeğe Ezgi ve Grup Bandista’nın ezgileri ile son buldu.
Mersin
Dink katledilişinin 4. yıldönümünde
Mersin Emek ve Demokrasi Platformu’nun düzenlediği eylemle anıldı. Saat
17.30’da Eğitim-Sen önünden Taş Bina’ya
yürünen anmada kitle öfkeliydi. Kenan
Hazar platform adına okuduğu basın
metninde Ogün Samast, Erhan Tuncel
gibi 18 sanığın yargılanarak bu olayın kapatılamayacağına vurgu yaptı. Anma Sarı
Gelin türküsünün söylenmesinin ardından sonlandırıldı.
Amed
Hrant Dink; Amed, Van, Hakkâri başta olmak üzere birçok Kürt ilinde basın
açıklamalarıyla anıldı.
* Amed’de Diyarbakır İHD Şubesi tarafından gerçekleştirilen basın açıklamasında; “Maalesef bu ülkede hala güvercinler vurulmakta, tutuklanmakta, yaşadıkları yerlerden sürülmekte ve linç edilmektedir” denildi.
* Bir diğer anma
ise Van’da İHD,
KESK, Mazlum-Der,
TİHV, TMMOB, Van
Barosu, Genel-İş Sendikası ve EDP tarafından gerçekleştirildi.
Feqeyi Teyran Parkı’nda yapılan basın
açıklamasında konuşan İHD Van Şube
Başkanı Av. Mehmet
Ali Şen, Hrant Dink’in
mahkemesinin sürece yayılarak unutturulmak istendiğini belirtti.
* Hakkari’de gerçekleştirilen basın
açıklaması İHD şubesinde yapıldı. Açıklamayı okuyan Şube Başkanı İsmail Akbulut, Hrant Dink davasında yaşanan gelişmelere ve hukuki sürece değinerek,
Türkiye’de hala insanların mezhep ve din
ayrımından dolayı öldürüldüğünü ve tutuklandığını belirtti.
ÖDP, ESP, BDP, Halk Cephesi, DHF ve
Partizan katıldı.
Malatya
Malatya Kız Meslek Lisesi önünde toplanan kitle Hrant Dink’in doğduğu mahalle olan Çavuşoğlu Mahallesi’ndeki eski kiliseye kadar meşaleli bir yürüyüş yaptı.
“Hrant’ı unutmadık, unutmayacağız” pankartıyla yürüyen kitle adına okunan açıklamada “Hrant’a sıkılan kurşun
Türkiye’de eşit ve özgürce yaşamak isteyen, tek tip olmayı reddeden ve buna karşı
mücadele eden bütün insanlara sıkılmıştır.
Ne yazık ki aradan dört yıl geçmesine rağmen gerçek katiller yakalanamadığı gibi
CMK 102. maddesi uyarınca Ogün Samast’ın da bir sene sonra tahliyesine olanak sağlanmıştır” denildi. Eyleme İHD,
KESK, PSAKD, Haçovalılar Derneği,
Ankara
Aralarında Partizan’ın da bulunduğu
devrimci ve ilerici kurumlar Yüksel Caddesi’nde toplanarak Adalet Bakanlığı’na
doğru yürüyüşe geçtiler. Ancak kitlenin
önü Karanfil Sokak’ta polis barikatı ile kesildi. Polis barikatının önünde Ermenice
ezgiler söylenerek, sloganlar atılarak
uzunca bir süre beklendi. Kitlenin kararlılığını gören polis geri adım atmak zorunda kaldı. Barikatın kalkması ile kitle
sloganlar eşliğinde Adalet Bakanlığı’na
doğru yürüyüşe geçti. Bakanlığa gelindiğinde kapısına Hrant’ı temsilen yırtık bir
ayakkabı ve siyah çelenk bırakıldı. Saygı
duruşunun ardından (Ermenice, Kürtçe
ve Türkçe) üç dilde basın metni okundu.
“Kaybedenler Kaybedecek!”
304. Hafta
İstanbul: Cumartesi anneleri” bu hafta Ahmet Kaya’nın kızı Emine
Kaya, İsmail Şahin’in eşi Kiraz Şahin, Nurettin Yedigül’ün kardeşi Muzzaffer Yedigül, Tolga Baykal Ceylan’ın annesi Kadriye Ceylan ve BDP İstanbul Miletvekili Sabahat Tuncel kayıp akıbetlerinin açıklamasını talep
eden konuşmalar yaptılar. Yapılan açıklamada Mutki’de bulunan toplu mezarlarda yapılan çalışmaların diğer bölgelerde de yapılması ve kayıpların
faillerinin yargılanmasını istendi.
305. Hafta
29 Ocak günü Mustafa Suphi’nin katledilişinin 90. yılında adalet istendi. Eylemde ilk sözü alan Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun Başbakan’a
“Kör müsün, sağır mısın?” diye seslendi. Eylemde söz alan kayıp yakınlarının seslerine kulak verilmesini istedi.
20 Hapishane
Sürgün Sevkte Sınır Yok!
H. Merkezi: Sincan’dan Muğla E
Tipi Hapishane’ye oradan da Alanya L
Tipi Hapishane’ye sürgün sevk edilen
Fadime Özkan’a, Alanya’ya sevk edildiği
19 Aralık 2010’dan bugüne henüz bir ay
geçmiş olmasına rağmen bir ay ziyaret 8
ay da iletişim cezası verildi.
Diğer hapishanelerde sorun olmayan
birçok eşyanın, orada “yasak” olduğu gerekçesiyle kendilerine verilmediğini ve
bu yasakların mantık sınırlarını zorladığını belirten Özkan; “Kurşun kalem kantinde satılıyor ama kalem açacağı ‘yasak’” şeklinde örneklendirmiş bunları.
Bunların dışında tedavilerin engellenmesi, ayakta ve mutfakta sayım dayatma (sayımın kendi görevleri olduğu
ve tutsakların bulunduğu yerde alınacağı yönündeki tutsakların ısrarlı duruşları
sonucu bir süre sonra bu sorun çözülmüş), bardak, kaşık, çatal, bıçak başta
olmak üzere her şeyin plastik olması vb.
sorunlar devam ediyor.
İşçi köylü hapishaneler için
tehdit unsuru!
H. Merkezi: Tekirdağ 2 No’lu F
Tipi Hapishane’den gazetemize yazan
Tutsak Partizanlar İşçi köylü gazetesinin
79. sayısının kendilerine neden verilmediğini kamuoyu ile paylaştılar.
Eğitim Kurulu’nun kararı aynen şöyle: “Bahse konu (…) gazetenin 79. sayısı
incelendiğinde ceza infaz kurumları personelini isim vererek hedef gösterdiği
tespit edildiğinden, 5275 sayılı kanunun
62. Maddesinin 3. Bendinde belirtilen
‘kamu güvenliğini tehlikeye düşüren
veya müstehcen haber, yazı, fotoğraf ve
yorumları kapsayan hiçbir yayın hükümlüye verilmeyeceği belirtildiğinden,
anılan gazetenin ilgililere verilmemesine
(…) oy birliği ile karar verilmiştir…”
4-17 Şubat 2011
Tekirdağ 1 No’lu F Tipi’nde yaşananlara bak!
H. Merkezi: Tekirdağ 1 Nolu’dan gazetemize ulaşan tutsaklar geçtiğimiz aylarda yaşadıklarını özetlediler. İşte
yaşananlardan bir özet:
* Hüseyin Uzundağ 24.11.2010 tarihinde hücresinden zorla alınarak, süngerli hücreye konulmuştur. Ve öğlene
kadar orada tutulduktan sonra tekrar
eski hücresine geri getirilmiştir. Bu sırada yaşanan bu olaya tepki gösteren
hücrelere girilerek havalandırma kapıları
kapatılmıştır.
* 22 Kasım 2010 günü B-1-42 numaralı hücrede kalan Fikret Akar, Barış
Cengiz, Rıza Yıldırım’ın havalandırma kapısı kapatılmak istendi. Barış
Cengiz ve Rıza Yıldırım havalandırmaya, Fikret Akar ise içeriye kilitlendi.
* C-Teklerde kalan Muzaffer Öztürk’e slogan atmaktan ve kendi isteği
ile içeri girmediğinden soruşturma açılmış, 1 ay ziyaret, 1 ay iletişim men cezaları verilmiş.
* C-Teklerde kalan Gökhan Oruç
08.10.2010 tarihindeki sabah sayımında
ikinci müdürlerden Haydar Ali Ak’ı, protesto etmek amaçlı “İşkencecilerden
hesap sorduk soracağız” sloganını atması üzerine havalandırma kapısı gün
boyu kapalı tutulmuş, hakkında soruşturma açılıp sözlü savunma hakkı gasp
edilmiştir. Bu yaşananlar sonucu 1 ay ziyaret, 3 gün hücre cezası verilmiştir.
* 1 Aralık 2010 tarihinde sabah sayımında, A-33 nolu hücrede “kısmi arama”
gerekçesiyle talan edilmesi ve arkadaşların darp edilmesini protesto etmek için
slogan atılıp kapılara vurulmuştur. Buna
karşılık da A-B ve C blokta
kimi hücre-
lerin havalandırma kapıları zorla kapatılmıştır. Bektaş Karaman’ın olduğu A25 nolu hücrenin havalandırma kapısı da
kapatılmak istenmiş. Karaman kendi isteği ile içeriye girmemiş, bunu gerekçe
yaparak arkadaşımıza saldırıp, darp etmişlerdir.
Müdürün emriyle havalandırmadan
alınıp süngerli odaya (hücre) kapatılmıştır. Oraya kadar yol boyunca darp edilmiştir. Daha sonra arama bahanesiyle
hücreye girilir ve arkadaşımızın elbiseleri
zorla çıkartılıp hayalarına tekme atılır. İşkence seansı sonrası elbiselerini üstüne
atarak giderler. Yapılanlar sonrası sağ
elde sıyrıklar ve sağ kulakta ağrılar, hayalarda ağrılar, idrar yapmakta zorlanma,
aşırı yanma hissi yaşar. Arkadaşımızın
bütün ısrarına rağmen revire çıkartılmaz.
* 23.11.2010 tarihinde sabah sayımı
sonrası Coşkun Akdeniz, Fatih Ergin
Arpaç ve Cihan Karaman’ın kaldığı B1-45 nolu hücreye baskın yapıp “kapılara
vuruyorsunuz” gerekçesi ile arkadaşlarımızı havalandırmadan içeri zorla içeri
alırlar. O esnada Coşkun Akdeniz’in eline
çekpas sopayla vurarak yaralarlar. Havalandırma kapıları kapatılarak, havalandırma hakları gasp edilir. Yaşanan bu
saldırılar sonucu arkadaşlarımıza soruşturma açılmış, slogan atmaları nedeniyle
1 ay mektup (iletişim) cezası verilmiştir.
* Nihat Konak, Ayhan Güngör ve
Cemil Erdem’in kaldığı C-79 nolu hücreye 08.12.2010 tarihinde sabah sayımında 2. Müdürün talimatıyla çekpas
sopası alınmış bu durumu protesto eden
arkadaşlarımıza “İşkencecilerden hesap
sorduk soracağız” sloganını atması nedeniyle ayrı ayrı 3’er günlük hücre cezası
verilmiştir.
Tutsaklar bir yılda
6 ay görüşe çıkamadı
Ankara: Gazetemize Sincan 1
No’lu F Tipi Hapishane’den mektup
gönderen Tutsak Partizanlar, son bir yılda yaşadıkları hak ihlallerinin özetini
yaptılar. Sağlığı gittikçe kötüleşen Yaşar
İnce’nin son durumuyla ilgili; “...Her an
yeni bir rahatsızlık çıkma potansiyeli var.
Son olarak böbrek üstü bezlerindeki büyüme ile ilgili hastaneye gitmeye başladı...” diyerek endişelerini dile getiren tutsaklar; 2010 hak ihlalleri bilançosunu;
işkence kötü muamele, sağlık ve haberleşme hakkının gaspı, kitap ve yayınların
engellenmesi, sohbet hakkının gaspı ve
son olarak da verilen disiplin cezaları
şeklinde başlıklar altında sıralamışlar.
Tutsakların özellikle dışarıyla iletişimlerini keserek tecriti daha da ağırlaştırmanın bir aracı olarak en sık başvurulan ziyaret yasaklarıyla ilgili bir yıllık bilanço
yapan tutsaklar şunları belirtmektedirler; “Böylece tüm siyasi tutsaklara 1 yıl
içinde 6 aylık ziyaret yasağı verilmiş oluyor. Ayrıca 30.05.10 tarihinde 17 kişiye
anma programı düzenlediklerinden ‘kapı
dövme/slogan atma’ gerekçesiyle 1aylık
iletişim cezası verilmiş fakat kaldırılmamış cezaları olduğu için bu ceza da ziyaret cezasına dönüşmüştür.”
“F Tiplerinde işkence baskı ve ölümlere karşı
mücadeledeyiz!”
İstanbul: Hapishanelerde hasta tutsakların tedavi hakları engellenirken en
meşru hakları ve değerleri de ayaklar altına alınmaya çalışılıyor. Bu saldırıların en
yoğun olduğu F tipi hapishanelerde siyasi
tutsaklara yapılan saldırılar TUYAB,
TUAD ve İHD tarafından protesto edildi.
29 Aralık günü Galatasaray Lisesi önünde
biraraya gelen kitle “Hapishanelerde
tecrit, işkence, baskı ve ölümler sürüyor! Susma sahip çık” yazılı pankart
açarak Taksim Tramvay Durağı’na kadar
yürüyüş gerçekleştirdi. Partizan, ESP,
BDP ve daha birçok kurum da yürüyüşe
destek verdi.
Yürüyüşün ardından açıklamayı İHD
İstanbul Şube Başkanı Abdulkadir
Boğa yaptı. Boğa yaptığı açıklamada 1 ve
2 No’lu F tiplerinde tutsaklara yönelik yapılan saldırılara değindi. Yetkililerin beş
yıldızlı otel olarak sundukları hapishanelerde yaşananları kamuoyuna anlatan
Boğa, tüm demokratik kitle örgütlerini
zindan gerçekliğini teşhir etmeye çağırdı.
Özgür gelecek/02
“Sürgün sevkler direnişimizi parçalayamayacak!”
H. Merkezi: Gazetemize
mektupla ulaşan Tekirdağ 1 No’ludaki Tutsak Partizanlar 2010 yılının bulundukları hapishanede
aralıksız bir biçimde tutsakların
haklarının gaspedildiği, saldırıların artarak, işkencelerin yaşandığı
bir yıl olduğuna değinerek “Aralıksız bu hak gasplarına, saldırılara yılın son günü arkadaşlarımızın
iradeleri dışında, önceden haber
verilmeksizin gerçekleştirilen sürgün sevk saldırısı da eklenmiştir.
31 Aralık Cuma günü sabah sayımından 40-45 dakika sonra başlarında 2. müdürler ve baş gardiyanların bulunduğu ekipler önceden belirlenmiş olan hücrelere
baskın şeklinde girerek Turgut
Kaya, Ulvi Yalçın, İsmail Yılmaz, M. Ali Bozok, Hüseyin
Karaoğlan, Hüseyin Erdemir,
Hasan Özcan, Bektaş Karaman ve Murat Aktaş isimli arkadaşlarımıza sevklerinin çıktığını
söylemiştir. Arkadaşlarımızın eşyalarını almasına, vedalaşmamıza
dahi fırsat verilmeden hücrelerden kaçırılarak zorla sürgün sevk
gerçekleştirilmiştir.
Sürgün sevk nereden bakılırsa bakılsın mantık dışı bir
uygulamadır. Tutsakların herhangi bir eşyaymışçasına görüldüğünün pratikteki yansımalarından
biridir. (...) En son arkadaşlarımızın maruz kaldığı saldırı devrimci
direnişin, özel olarak ağırlaştırılmış müebbetlik tutsak olan arkadaşlarımızın yaşam koşullarının
insani ölçülere kavuşturulması talepleriyle gerçekleştirilen demokratik hak arama eyleminin altını
boşatmayı, parçalamayı ve zayıflatmayı amaçlamaktadır.
Bu saldırı, sürdürmekte olduğumuz demokratik hak arama biçimindeki eylemlilik sürecimize
olduğu kadar koşullar ne olursa
olsun zindanların devrimin parıldayan siperleri biçimine sokan örgüt ve örgütlü mücadelemize de
bir saldırıdır. Temelinde bu vardır. Fakat bilinmelidir ki, sadece
bir kişi kalsak dahi örgüt ve örgütlü mücadelenin içeriği o kişide vücut bulduğu ve pratikleştiği gerçeği kendisini defalarca kanıtlamıştır” dediler.
Hasta tutsaklar
ölümün eşiğinde!
İstanbul: Hasta tutsaklara özgürlük talebi ile gerçekleştirilen eylemler sürüyor. 28 Ocak günü
Taksim Tramvay Durağı’nda biraraya gelen kitle buradan sloganlarla Galatasaray Lisesi önüne
kadar yürüdü. Açıklamayı Ragıp
Zarakolu okudu. Açıklamada
hasta tutsakların serbest bırakılması gerektiği dile getirildi ve Antalya L Tipi Hapishane’de kanser
hastası olan adli tutsak Gülay Çetin’in durumuna dikkat çekildi.
Özgür gelecek/02
4-17 Şubat 2011
Tarihten sayfalar
21
TEHCİRDEN KURTULDU, NAZİ KURŞUNLARINDAN KURTULAMADI…
1 Eylül 1906’da Adıyaman’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
geldi. 4 çocuklu ailenin en küçüğüydü
Manuşyan. 1915 Ermeni Soykırım yıllarında ilkin babasını, daha sonra da annesini kaybetti. Öksüz ve yetim kalınca
komşularından bir Kürt ailesi ona sahip
çıktı. Büyük Felaket yıllarında Manuşyan,
böylelikle sağ kaldı. Ermeni Kilisesi, katliamdan kurtulan kimsesiz çocukları topluyordu o sıralar. Binlercesi gibi
Manuşyan’a da sahip çıktılar. Kilise
Misak ve ağabeyini alıp Suriye Cunye’ye
götürüp bir yetimhaneye yerleştirdi.
Fransa’ya gelene kadar 20 yıl boyunca
ağabeyi ile burada kaldı.
1917 Ekim Devrimi’nin yankıları tüm
Rusya’da kendini göstermiş, Ermenistan’da ise devrimle sonuçlanmıştı. Bolşevikler sayesinde Ermenistan Sosyalist
Halk Cumhuriyeti kurulmuştu. Ama
maalesef Türkiye parçası o günkü İttihat
ve Terakki yönetimi tarafından soykırıma
tâbi tutulmuş ve yediden yetmişe Ermeni
nüfusu yok edilmişti. Devrimden yeni
çıkmış, ekonomik olarak zor bir dönem
geçiren Ermenistan, tüm kaynaklarını yitirmişken yeniden yapılanma sürecinde
yurtdışında yaşayan diaspora Ermenilerine ihtiyaç duyuyordu.
Yunanistan, Bulgaristan, Romanya,
Fransa, İngiltere, İran, Almanya’ya savrulan Ermeniler buralarda örgütlenmeye
başladı. Bunlardan biri de Fransa’daki
Ermenistan Yardım Komitesi idi.
Misak Manuşyan bu komitede çok sevdiği sevgilisi, eşi, hayat arkadaşı, yoldaşı
ve her şeyi olan Meline ile tanışır. Evlenirler. Meline’nin de hayatı tıpkı Manuşyan gibidir. O da öksüz kalmış,
yetimhanede büyümüştür. Küçük yaşta
babasını kaybeden Meline annesi ile
Adapazarı’na yerleşmiştir. Burada bir
Amerikan okuluna kaydolmuş ve 18 yaşına kadar buralarda kalmıştır. Sonra İzmir’e taşınmışlar ama katliam, baskı,
şiddet yıllarında yaşadıkları korkudan
dolayı buradan da gitmek zorunda kalmışlardır. Çünkü İzmir’de çoğunluğu
oluşturan Ermeni ve Rumları her zaman
tehlike olarak gören dönemin Kuvayi
Milliye birlikleri, kaos ve panik yaratarak onları İzmir’den sürmek, yok etmek
gayesindedir. İzmir ateşe verilir. Ermeniler ve Rumlar göç etmek zorunda kalırlar. Meline ve ablası da Yunanistan’a
kaçarak kurtulur.
Misak ile Meline artık bir davanın yol
arkadaşıydı. Birlikte Yardım Komitesi’nde çalışma yürütürken okuyan, araştıran, siyasal sorunlara kafa yoran
devrimciler olurlar. Ermeni diasporası
kültür, sanat, edebiyat alanında dergiler
çıkarır, bir dönem başarılı da olur. Fakat
maddi sorunlarından dolayı devam ettiremez. Manuşyan Almanya’da iktidara
gelen Hitler önderliğindeki Alman faşizminin tehlikeli bir biçimde dünyayı savaş
ortamına sürüklediğini görür. Korkunç
şeylerin olacağını, faşizme karşı savaşmak gerektiğini, bunun için hazırlıklı
olunmasını söyler. 1934 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye olur.
Artık faşizm İspanya’da, İtalya’da ikti-
dara gelmiş, başta komünistler olmak
üzere toplumun her kesimini baskı altına
almıştır. Fransa’da aktif olarak gösteri,
yürüyüş ve siyasi faaliyetlere katılan Manuşyan öne çıkar ve herkes tarafından
çok sevilir. İspanya’da faşizme karşı verilen mücadelede Cumhuriyetçilere yardım
için oluşturulan tugaylara yazılır. Savaşa
katılmak ister. Fakat FKP bünyesinde yetersiz kadro olduğu için gönderilmez.
Fransa, bünyesinde göçmenleri en
çok barındıran ülkelerin başında gelir.
Hitler faşizminden kaçan insanlar sığındıkları Fransa’da Nazilere ve işbirlikçilerine karşı mücadelede birleşirler. Çek,
Macar, İspanyol, İtalyan, Romen… Enternasyonal ruh ve azimle faşizme karşı
örgütlenme komiteleri kurarlar.
Bu arada Manuşyan yakalanır.
Paris’te Sante Hapishanesi’ne konur.
İçeride bir an olsun duramaz. Kin ve mücadele isteğiyle dolu olan Manuşyan hapishane müdürü ile konuşur, faşizme
karşı savaşmak istediğini söyler. Talebi
kabul edilir ve serbest kalır.
Daladier hükümeti Nazilere boyun
eğmiş, koşulsuz olarak her isteğini yerine
getirmektedir. Gestapoya binlerce komünist ve devrimcinin listesini vermiştir.
20-25 yaşları arasında herkes zorunlu
olarak Alman fabrikalarında Naziler için
çalışmaya götürülmektedir. Çalışmaktan
kaçanlar, direnişçilerin safında yer alıyordu. Misak, Marsilya’dan kaçarak Paris’te direnişe katılır. İkinci sefer yine
tutuklanır. Her zaman Misak’ın yanında
olan Meline onu yalnız bırakmaz. Ziyaretine gider, askerlerden açılan kurşunlardan ölümle yüzyüze kalır ve tesadüfen
kurtulur. Gestapo’nun elinde tutulur.
Ama komünist olduğu ispat edilemediğinden serbest bırakılır.
Paris’te direniş gruplarını örgütleyen
Manuşyan, ilk eylemini bizzat kendisi
gerçekleştirir. Bir SS kışlasını hedef alır.
Her sabah içtima yapan, marşlar söyleyen ve buradan görev yerlerine dağılan
askerleri tespit eder ve askerlerin arasına el bombasını atarak onlarca askerin
ölmesini, birçoğunun yaralanmasını
sağlayarak bölgeden kaçmayı başarır. Bu
eylem Paris’te büyük yankı uyandırır.
Naziler daha da saldırganlaşır. FKP Manuşyan’ı Paris bölgesi askeri sorumluluğuna getirir.
Sayısız sabotaj, cezalandırma eyleminden sonra Manuşyan yakalandığında
56 suikast, 150 öldürme, 600 yaralamadan sorumlu tutulur.
Gestapo’nun yoğun saldırı ve operasyonlarından elbette Partizanlar da etkilenir. Binlerce yakalanma olur. Bunlardan
çoğu hemen infaz edilir. Gestapo daha
ileri gelenlerini yakalamak için bazılarını
salıverir. Korkunç takipler, uykusuz geceler atlatırlar. Manişyan ve 22 yoldaşı siyasi komiserin ihanetine uğrar ve 1943
yılında yakalanır.
Bu sefer meşhur Fresnes Hapishanesi’ne konulurlar. Üç ay boyunca burada
kalır, işkencelerden geçerler. Kendilerine
kucak açmış olan Fransa’ya karşı görevlerini yerine getirdiklerini söylerler. Eylemlerini niçin yaptıklarını anlatır,
savunurlar. Pişman olmadıklarını her koşulda haykırırlar. Hepsi de işgalci faşistlere karşı savaşmalarının zorunlu ve aynı
zamanda kutsal bir görev olduğunu söyler. Manuşyan, mahkemenin atadığı
avukatı reddeder. Savunmasını kendisi
yapar. Savunmasının bir bölümünde
şöyle der: “Almanlara söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı koyup
savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim.
Şimdi rolünüzü oynama sırası
sizde. Elinizdeyim.” Fransızlara dönerek: “Fakat size gelince, sizler Fransızsınız. Biz Fransa için, bu
ülkenin kurtuluşu için savaştık.
Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu
uyruğu hak ettik.”
Mahkeme yargılama sonucu 23’leri
ölüme mahkum eder. Son defa pişman
olup olmadıklarını öğrenmek ister. Hepsi
Manuşyan’a bakarak hep bir ağızdan
HAYIR derler. Aradan bir gün dahi geçmeden aynı gün 23’ler Valerien Tepesi’ne
götürülerek kurşuna dizilirler, içlerinden
sadece Olga Bancıc (Rumen) isimli kadın
direnişçi Fransız yasalarına göre kurşuna
dizilemeyeceği için Almanya’ya gönderilir.
Giyotine vurularak öldürülür. Manuşyan
kurşuna dizilmeden önce aceleyle eşine
bir mektup yazar. “Canım Melinem, sevgili küçük yetimim-21 Şubat 1944 Fresnes” satırlarıyla başlayan yazısında:
“Ölüme bunca yaklaşmışken ne Alman
halkına ne de başka bir kimseye kin duymadığımı ilan ediyorum. Herkes layık olduğu cezayı ve mükafatı bulacak…” der.
Ve 21 Şubat 1944’de 23 arkadaşıyla
kurşuna dizilir.
Thomas Elek (Macar), Roger Rouxel
(Fransız), Wolf Wajsbrot (Polonyalı),
Rino Della Negra (İtalyan), Maurice Fingercwajg (Polonyalı), Leon Goldberg
(Polonyalı), Robert Witchitz (Fransız),
Georges Cloarec (Fransız), Marcel Rayman (Polonyalı), Spartaco Fontano (İtalyan), Cesare Luccarini (İtalyan), Jonas
Geduldig (Polonyalı), Celestino Alfonso
(İspanyol), Willy Szapiro (Polonyalı),
Olga Bancic (Rumen), Amedo Usseglio
(İtalyan), Szlama Grzywacz Polonyalı,
Stanislas Kubacki Polonyali, Joseph
Bpczov (Rumen), Emeric Glasz (Macar),
Antoine Salvadori (İtalyan), Arpen Tavityan (Ermeni).
Şu anda Manuşyan Paris’te Ivry
Mezarlığı’nda yatmaktadır. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı semtlere, bulvarlara Manuşyan ismi verildi. Savaştan
sonra 23’ler için Ivry’de anıtları dikildi.
Meline yaşamına Ermenistan’da devam
etti. Ermenice dersleri verdi. Sonra
Fransa’ya döndü. Evlenmedi ve 1989 yılında hayata gözlerini yumdu. Manuşyan’ın yanına defnedildi.
Ölümünün 66. yılında Manuşyan ve
tüm savaşçıları bir daha saygıyla anıyoruz.
Geleneksel olarak Türkiye’de her yıl
Ocak ayının son haftasında faşizme ve
emperyalizme karşı savaşta şehit düşenler anılmaktadır. Mücadelelerini sürdür-
mek ve yaşatmak onlardan öğrenilerek
olur. Halen Adıyaman’da doğmuş, Fransa’da faşizme karşı savaşta esir düşmüş,
kurşuna dizilmiş bir komünistin varlığından bihaberiz çoğumuz. Ermeni halkının
bağrından çıkmış Gomidas, General Antranik Paşa, William Saroyan, 1915’te
Beyazıt’ta idam edilen 20 sosyalist ve
daha niceleri kanlı topraklarda öldürülmüş ya da sürgünde ölmüştür. Bu anlamda devrimci hareketin öğreneceği çok
değerli hazineleri vardır. Bu boşluğu geç
de olsa dolduran önemli bilgi kaynağı
Aras Yayımları’ndan çıkardığı Manuşyan
Bir Özgürlük Tutsağı kitabı bir hazinedir. Mutlaka okuyalım.
(Bir ÖG okuru)
Tarihten kısa kısa…
o 6 Şubat 1968: Zonguldak ve
Kozlu’da 10.000 maden işçisi işbaşı
yapmadı.
o 6 Şubat 1991: Genel Maden-İş
Sendikası, Zonguldak’taki 42.000
maden işçisini kapsayan toplu
sözleşmeyi imzaladı.
o 7 Şubat 1966: İzmir Kula ve
Yün Mensucat Fabrikası’nda 70
gündür devam eden greve polis
saldırdı; 25 işçi, 4 gazeteci yaralandı.
o 7 Şubat 1968: Zonguldak’ta
7000 işçi Maden İşçileri Sendikası’nı
bastı; polis işçilere cop ve göz yaşartıcı
bomba ile saldırdı.
o 8 Şubat 1980: Tariş işçileri
işletmenin bazı bölümlerini işgal etti,
Çiğli İplik Fabrikası’nda işçiler fabrika
kapılarını kapatarak barikat kurdu.
o 9 Şubat 1871: Osmanlı’da ilk kez
Karl Marks’ın bir makalesi Hakayik-ul
Vakayi gazetesinde yayımlandı.
o 9 Şubat 1988: Diyarbakır
Askeri Hapishane’de 2000 tutsak açlık
grevine başladı.
o 13 Şubat 1925: Şeyh Sait
Ayaklanması başladı.
o 14 Şubat 1987: Tunceli iline
bağlı 234 köyde yaşayan 50 bin kişinin
Mersin, Antalya, İzmir ve Muğla’ya
yerleştirilmesi kararlaştırıldı.
o 17 Şubat 1993: TKP/ML
TİKKO ve Dev-Sol tutsakları 35 metre
uzunluğunda bir tünel kazarak
Nevşehir E Tipi Kapalı Hapishane’den
firar etti. Firar edenler arasında 21
Nisan 1999’da Tokat Serkiz’de şehit
düşen halk savaşçısı Erol Özel de
bulunuyordu.
22 Dünyadan
Evrensel Bakış
Tunus’ta ateşlenen beden sokaklara
cesaret fişeği oldu
İşsiz bir gencin bedenini ateşe vermesiyle başlayan sokak
gösterileri 23 yıllık zorba yönetimin başı olan Bin Ali’nin ülkeyi terk ederek Suudi Arabistan’a kaçmasına yol açtı. Buna rağmen sokaklardaki gösteriler dinmedi. Göstericiler kurulacak
olan yeni geçici hükümette eski yönetimden hiç kimsenin yer
almaması konusunda ısrarlılar. Göstericilerin bu ısrarının nedeni ise; yeni oluşturulan koalisyon hükümetine Bin Ali’nin
sadık bir yardımcısı olarak bilinen Muhammet Ganuci’nin öncülük etmesi.
Bir gencin kendini yakma eylemi, yığınların biriken öfkesini ateşleyen bir fitil görevi gördü. Yani hiçbir şey bir anda oluşmadı. Emperyalizm uşağı zorba yönetimin yaratmış olduğu işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve siyasi baskılar alttan alta bir öfkeyi, bir tepkiyi mayaladı. Dolayısıyla sokaklarda toplumun farklı eğilimlerinden (İslamcılar, milliyetçiler, solcular) kesimleri birleştiren olgu yukarda saydığımız
faktörlerdir. Bu durumda şu ana saptamalarda bulunabiliriz:
a) Bu kendiliğinden gelişen bir harekettir.
b) Taleplerin esası ekonomik karakterlidir.
c) Harekete yön veren belirgin bir anlayıştan söz edilemez.
İlerici güçlerin bu hareket içinde yer almasını bir “devrim istemi” olarak değerlendirmek abartılı olur.
Çünkü devrimler kendiliğinden bir hareketin ürünü değildir. Demokratik ve sosyalist devrimler çağımızın en devrimci
sınıfının önderliğinde geniş yığınları örgütleme ve savaştırmanın ürünüdür. Dolayısıyla kendiliğinden gelişen her yığınsal
eylem devrim yürüyüşü olarak tanımlanamaz. Ama kendiliğinden gelişen yığınsal hareketlerin ilerici, demokratik veya sosyalist devrimler için ortaya yeni imkanlar çıkararak varolan
nesnel koşulları daha da olgunlaştırdığı doğrudur. Bu anlamıyla Tunus’taki halk hareketinin tarihsel bir önemi
vardır. Yalnız Tunus’ta değil, Cezayir, Mısır, Ürdün vd. ülkelerde yığınların emperyalizm uşağı kokuşmuş, çürümüş yönetimlere karşı sokaklarda öfkelerini buluşturmaları bir arayışı,
bir değişimi içeriyor. Bu arayışların, değişim istemlerinin doğru bir rotada yürümesi, diğer bir ifadeyle suyun yatağını bulması için ilerici ve devrimci önderliklerin varlığı şarttır.
Buna rağmen Tunus’taki halk hareketi, yığınların gücünü
ve toplumsal değişimlerde oynayacağı tarihsel rolü bir kez
daha açığa çıkardı. Devrimcilik ve ilericilik adına kendine ve
kitlelerin gücüne güvenmede problem yaşayan herkesin bu
ayaklanmadan çıkaracağı dersler olmalıdır. Bu bir. İkincisi,
zulme karşı ortaya konulan her başkaldırı haklı ve meşrudur.
Bu anlamıyla Kuzey Afrika ve Arap halklarının yoksulluk-sefalet tablosunu yaratanlara karşı gösterecekleri her tepkiyi sahiplenmek, desteklemek gerekir.
Burada önemli olan, kötünün iyisini tercih etme, burjuva
muhalefetinin yedeğine düşme anlayışından, bu anlayışları
güçlendirecek her türlü pratik tutumdan uzak durmadır. Sözgelimi Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesini “diktatörlük yıkıldı” temelinde yorumlamak, yeni burjuva muhalefetine karşı mücadelede emekçi yığınları silahsızlandırmak anlamına gelir.
Emperyalistlerin tarihsel miadını dolduran eski uşaklarının yerine yeni uşaklarını kısmi reformlarla yeni sürece nasıl
hazırladığı, toplumsal muhalefeti sistem içinde nasıl etkisiz
hale getirdiği onlarca tarihi örnekle ortadadır. Dolayısıyla Tunus’ta da kısmi reform, seçim vaatleri, eski rejimden kimi unsurların dışlanması veya yargılanmasıyla mevcut toplumsal
muhalefet etkisiz kılınabilir. Ama her halükarda yığınların mücadelesinin ortaya çıkardığı güç, ezilenlerin mücadelesi açısından bir umut yaratmaktadır. Bu gerçeğin altı çizilmelidir.
Diğer önemli bir nokta ise; bu tür hareketlerin emperyalizme bağımlı ülkelerde baş göstermesi son süreçte yaşanan ekonomik krizin yarı-sömürge ülkelerde daha ağır yıkımlara yol
açtığı gerçeğinin özlü ifadesidir. Derinleşen yoksullaşma, artan
işsizlik, yaşanan krizin acı sonuçlarıdır. Dolayısıyla bu ülkelerde kendiliğinde de olsa gelişen hareketleri anti-emperyalist
mücadeleye dönüştürmek ilerici ve devrimci güçlerin görevidir. Bin Ali diktatörlüğünün arkasında AB ve ABD emperyalistleri olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Tunus, Mısır, Cezayir
ve diğer Kuzey Afrika ve Arap halklarının çektiği tüm acıların
yaratıcısı, suç ortakları emperyalist güçlerdir.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Afrika’da bir heyula kol geziyor!
Tunus’ta “ekmek” sloganına, Cezayir’de “özgürlük”, Mısır’da “onur”
ekleniyor. Kitlelerin istediği sadece insanca bir yaşam… Kuzey Afrika’dan Arap yarımadasına yayılan isyan dalgası gerici ve asalak diktatörlerin defolup gitmesinden çok daha fazlasını istiyor.
18 Aralık 2008 tarihinde
IMF’nin Fransız Başkanı Dominique Strauss-Kahn, Tunus’a yaptığı ziyaret sırasında
Bin Ali’yi ekonomi politikalarından ötürü kutlayarak, burada
kabul edilen ekonomi politikasının gelişmekte olan çok sayıda
ülke için iyi bir model olduğunu
savunmuştu. Ne de olsa emperyalist kapitalizmin asalak derebeyliği halindeki bu ülke, yıllık
ortalama % 5 oranında bir ekonomik büyüme seyrinde ve eşsiz
plajlarıyla Avrupa için sakin bir
tatil cennetiydi.
Her yıl daha çok büyüyen
ekonomisiyle övünen diktanın
gözü, yoksulluktan kavrulanlardan alacağı birkaç dinarlık vergiye dikilmiştir yine de. 17 Aralık
2010 günü, Tunus’ta Muhammed Bouazizi isimli işsiz bir
bilgi işlemci, meyve tezgâhının
kaldırılmasını protesto etmek
için bedenini ateşe verdi.
Afrika’nın ve Arap aleminin
miskinleri olarak kabul edilen
Tunus halkı, hâlihazırda süren
“ekmek” talepli protesto gösterilerini Bouazizi’nin çaktığı kıvılcımın ardından dalga dalga büyütme yoluna da. Sosyolog Sadri
Khiari’nin de açıkladığı gibi
“gönüllü bir hizmetkârlık değil
patlama anı için sabırlı bir
bekleyiş”te olan mülayim Tunusluların
sinin ülkenin ekonomik kaynaklarının neredeyse tamamına sahip olmalarına atfen Fransızcadan uyarlamayla La Trabelsiya(2) dedikleri Tunus için model
ülke demişti. Haksız sayılmazdı.
Tunus’ta dizginlenemeyen
slogan seslerinin çöl tozlarıyla
taşınmışçasına Cezayir’de, Ürdün’de, Yemen’de, Mısır’da,
Suriye’de yankısını bulması hiç
gecikmemişti. İşte modelin
etki gücü… Bireysel kaydına
sığdırılamayacak oranda kendini yakma eylemleri bir yerde kıvılcım, diğer yerde körük işlevi
görmeye başlamıştır bile. (Duvarlara dayanmış işsiz gençlerden mülhem) “Dayananlar”(3)
artık dayanma sınırına ulaşmış
bir halde Cezayir sokaklarını
doldurmuştur.
Tunus’ta “ekmek” sloganına,
Cezayir’de “özgürlük”, Mısır’da
“onur” ekleniyor. Kitlelerin istediği sadece insanca bir yaşam…
İsyan dalgasının yarattığı sarsıntıyı ayaklarının altında hisseden
gerici despotlar Cezayir’de, Ürdün’de, Yemen’de gıda ve yakıt
fiyatlarının, vergilerin düşürülmesi kararı almak zorunda kaldılar. Zira Ürdün’deki protestocular taşıdıkları
pankartta oldukça dramatik
ama net bir
ger-
sus var: Şimdi ne olacak?
Zira henüz sallantıda olsalar
da mevcut iktidarlar kitlelerin öfkesini yatıştıracak bir dizi önlem
almışlardır. Baskılara dayanamayacak raddeye gelmiş kitleler açısından ise “örgütsüzlük” en
ciddi dezavantaj olarak öne çıkmaktadır. Lakin “Yasemin Devrimi”nde görülen “siber âlem”in
etki gücü çok daha fazlasının
mümkün olabileceğine işaret etmektedir. En önemlisi -ki isyanın
diğer ülkelere yayılmasının en
mühim sebebi de- Tunus halkının sınırlı olsa da kazandığı zaferdir. Zira kitleler kendilerinde
içkin bulunan yıkılmaz denilen
saltanatları alaşağı edebilme ve
hatta dünyayı değiştirebilmenin
potansiyel kudretine bizzat tanıklık etmişlerdir.
Varsın, The Economist güvenle: “Tunus’un dertleri, ne 74
yaşındaki başkanı yerinden edecek ne de onun otokrasi yönetim
modelini sarsacak gibi görünüyor.” (6.1.2011) desin. Daha on
güne kalmadan Tunus halkı rüştünü ispatlamıştı bile. Varsın
emperyalistler itidal ve diyalog
çağrıları yaparak riyakârca selamlasınlar Tunus halkını (bakınız Sarkozy, Obama ve benzerlerinin açıklamaları); elbet su
akar yatağını bulur bir gün.
Tunus’ta muktedirlerin propaganda sloganı her şey yolunda
manasına gelen “Kulu şayi
behi”(4) imiş. Tanıdık geliyor
değil mi?
“korkmuyoruz” sloganları atan
militan eylemcilere dönüşmesi
ani ve spontaneymiş gibi görünse
de biriktirilmiş öfkenin dışavurumudur.(1)
Tunus yangını dört haftalık
kısa bir zaman içerisinde ülkeyi
sarmış bulunmakta. İlk başarı 24
yıla varan Bin Ali diktatörünün
ülkeden kaçması olarak ortaya
çıkmıştı. Kahn, Tunusluların Bin
Ali’nin eşi Leyla Trabelsi ve aile-
çeği ifade ediyorlardı: Ürdün,
yalnızca zenginlerin değildir. Ekmeğimiz kırmızı çizgimizdir. Açlığımızdan ve
öfkemizden korkun!
Kuzey Afrika’dan Arap yarımadasına yayılan isyan dalgası
gerici ve asalak diktatörlerin defolup gitmesinden çok daha fazlasını istiyor. Gözlemci ve eylemcilerin ortaklaştığı, daha doğrusu
ortak soruyu sordukları bir hu-
“Durmak yok, yola devam!”
diye tercüme etmek bile mümkün. Bir de herkes Zine al-Abidine Bin Ali kadar şanslı olmayabilir. Bizden söylemesi…
1- Aktaran Santiago Alba Rico,
Tunus Üzerine-Ve Birdenbire Devrim, çeviren Bülent Kale, (bianet)
2- adı geçen makale
3- the Observer, 16.01.2011
4- S. A. Rico, Tunus Üzerine Ve Birdenbire Devrim, çeviren Bülent Kale, (bianet)
Özgür gelecek/02
4-17 Şubat 2011
Domino taşları devriliyor; sıra Mısır’da!
Tunus, bölgede devrilen dominonun ilk taşı oldu. Sokaklar Tunus’un
ardından Cezayir ve Ürdün’de, daha
sonra da Mısır’da tutuştu ve Mısır halkı diktatör Hüsnü Mübarek’i devirmek
için alanlara çıktı.
Halkın % 40’ın üzerinde olan kesiminin günde 2 doların altına geçindiği
Mısır’da şu an devlet bakanı olan 82
yaşındaki Hüsnü Mübarek tam 29 yıl-
dır ülke yönetiminde. Emperyalist
ABD’nin bölgedeki en önemli kuklalarından biri olan Mübarek dönemi
yoksulluğun, işkencenin, işsizliğin,
yolsuzluğun arttığı bir dönem oldu.
Tunus’ta çıkan isyanların etkisiyle
halk, Mübarek’e olan öfkesini sokağa
taşıdı. Tabii Mübarek de “efendilerinin izniyle” halka olan düşmanlığını bir kez daha sergileyerek halka
saldırdı.
Tunus’ta isyanın başladığı dönemlerde, Mısır için de “acaba?”
soruları kafaları kurcalamaya başlamışken, Mısır egemenleri korkularından yeni reform hazırlığına
başlamıştı bile. Hatta Mısır’da isyan öncesi açıklama yapan Mübarek, “Bizim ortak ekonomik eyle-
Fransa liman işçileri
grevde
Fransa’da liman işçileri, emeklilik koşullarının düzeltilmesiyle ilgili patron sendikasıyla daha önce yaptıkları sözleşmenin hükümet tarafından onaylanmasını
sağlamak için greve gitti. Liman işçileri
sendikası, greve katılımın, başta Marsilya
olmak üzere önemli liman kentlerinde yoğun olduğunu açıkladı. Grev yüzünden limanlarda mal indirme ve yükleme işlemlerinin tamamen felce uğradığı öğrenildi.
Sendika, Ekim ayında patron sendikasıyla yapılan sözleşme uyarınca, zor koşullarda çalışan yaklaşık 5 ya da 6 bin liman
işçisinin normal yasal zamandan beş yıl
önce emekli olmasına olanak sağlayacak
mutabakatın hükümet tarafından onaylanmasını istiyor.
mimizin mutlak surette iş kurmaya
öncelik vermesi gerekiyor. İşsizlik
ve sefalete karşı mücadele etmeliyiz” açıklamasında bulunarak olası
bir isyanı önleme hayaline kapıldı.
Ama olmadı…
Halk hükümetten gördüğü baskıdan bezmişti ve Mübarek’in bu
yalanlarına artık inanmıyordu. Tunus’taki olayların ardından 5 işsiz
genç kendini yakma girişiminde bulunmuştu.
Ve 25 Ocak günü binlerce Mısırlı
başkent Kahire’de işkence, yolsuzluk
ve işsizliğe karşı büyük bir gösteri düzenledi. Halk, hep bir ağızdan “çözüm
Tunus’tur” deyince korkusu iyice büyüyen Mısır egemenleri, kolluk kuvvetlerini halkın üzerine saldı. 20 ila 30
bin arasında polisin bulunduğu çatışmalarda bir polis ve iki eylemci yaşamını yitirdi.
Mısır için “isyan günü” olarak ilan
edilen 25 Ocak’ta yaşanan olayların ardından Mübarek, tüm gösterileri yasakladı. Çok yaygın olarak kullanılan
ve 25 Ocak öncesi 90 bin gencin katılacağını duyurduğu Facebook ve
Twitter gibi sitelere girişimi engelledi.
Ama Mısır halkı kararlıydı. Ertesi gün
de binlerle sokaklara çıktı ve bu kez
hedefleri daha netti. “Mübarek defol!” Ama halk sadece Hüsnü Mübarek’i değil, “Cemal, babanı da
al git!” diyerek
iktidarı
devretmeyi
planladığı oğlu
Cemal Müba-
Arnavutluk kaynıyor!
Arnavutluk son yılların en hareketli
günlerini yaşıyor. Yolsuzluk iddiaları nedeniyle Başbakan Sali Berişa’nın yardımcısının istifa etmesinin ardından hükümetin de görevi bırakarak seçime gitmesini
isteyen muhalefet Başkent Tiran’da büyük
bir eylem gerçekleştirdi. Hükümet binaları önünde toplanan 20 bin kişilik kitleye
polis saldırdı. Kitlenin polise taş ve molotof kokteyli ile yanıt vermesi ile ortalık savaş alanına döndü. Yaşan çatışmalarda üç
genç polis tarafından öldürüldü. Bunun
üzerine öfkesi daha da artan kitle Başbakanlık binası çevresindeki otomobilleri
ateşe verdi. “Berişa defol”, “Kahrolsun
hükümet”, “Erken seçim istiyoruz”
sloganlarını haykıran kitle hükümet binalarını işgal etti.
rek’i de istemediklerini ilan ettiler. Cemal Mübarek halkın isteğine “boyun
eğerek”, eşi Hatice, annesi Suzan ve
kızıyla birlikte, yüze yakın bavulunu
alıp özel jetiyle ülkeden ayrılıp, Londra’ya gitti!
Daha sonraki günler rejim karşıtı
gösteriler daha da arttı. Hapishanelerdeki binlerce tutsak ayaklandı. Ebu
Zaabal ve Shaben El Qom hapishanelerinde isyan çıktı ve buralara da azgınca saldıran Mısır egemenleri 8 tutsağı öldürdüler. Ancak hapishanelerdeki isyanı bastıramadılar.
Halk, hükümeti istemediğini göstermek için başkent Kahire’deki Mübarek’in partisinin genel merkezini
bile ateşe verdi. Mübarek bu olayın ardından hükümete istifa etmesini emretti ve kanlı katliamlara imza atması
için orduyu devreye soktu. Bu aklı ve
bundan sonra izleyeceği seyri efendisi
emperyalist ABD’den aldığı açık olan
(çünkü protesto eylemleri sürerken,
Genelkurmay Başkanı Korgeneral
Sami Enan başkanlığındaki üst düzey
bir Mısır askeri heyeti de ABD’de görüşme yapıyordu) Mübarek’in ordusunun sokakları zapt etmesi ve halkı baskı altına alması henüz zor görünüyor.
Ancak bu sürecin zor geçeceği, eğer
halktan gelen bu radikal değişim isyanların kendi çıkarları
doğrultusunda çözemezlerse ve
dümene kendileri geçemezlerse egemenlerin halkın kanını
dökmekten çekinmeyeceği de
açıktır. Keza Mısır’daki isyanda
92 kişinin katledildiği 5 günlük
bilanço da bunu gösteriyor.
ETA’ya operasyonlar
sürüyor
8 Ocak’ta aldığı ateşkes kararı almasına rağmen ETA’ya yönelik operasyonlar
devam ediyor. ETA’nın sorunun çözümü
için uluslararası bir komisyon kurulması
ve bu komisyon eşliğinde, Madrid hükümeti ile müzakere masasına oturma talebine karşılık İspanya Adalet Bakanı Francisco Caamano açıklama yaparak, ateşkese rağmen operasyonların devam edeceğini bildirdi ve diyalog yoluna gitmeyeceklerini belirtti. Zira ETA’nın 1998 ve 2006
yıllarında da ateşkes kararına karşın İspanya hükümeti operasyonlarını aralıksız
sürdürerek, yıllardır mücadele verilen siyasi sorunun çözümü için demokratik yolları kullanmayacağını göstermişti.
Dünyadan
23
NATO dağıtılsın!
5 Şubat NATO’yu protesto
yürüyüşünde buluşalım!
İşçiler, Emekçiler;
Emperyalist savaş ve işgal aygıtı olan NATO’nun temsilcileri, hükümet ve devlet başkanları, sermaye temsilcileriyle birlikte Şubat’ın
ilk haftasında Almanya’nın Münih
kentinde “NATO Güvenlik Konferansı”nda biraraya gelecekler.
Emperyalist devletlerin askeri
savaş aygıtı olan katil NATO’nun
temsilcilerinin hükümet ve tekellerin temsilcilerinin bir araya geldikleri bu toplantıda elbette ki burjuvazinin güvenliği tartışılmaktadır.
Tekellerin başka ülkeleri nasıl talan
edecekleri, milyonlarca insanı nasıl
daha fazla yoksullaştıracakları, silah ticaretini nasıl güvenceye alacakları, yani daha fazla insanın kanının nasıl akıtılacağı tartışılacaktır. Ezilen halkların direnişlerinin
nasıl bastırılacağı, ulusal direniş
hareketlerinin nasıl ezileceği tartışılacaktır. Bu saldırılar için
NATO’nun nasıl daha fazla işlevli
kılınacağı tartışılacaktır.
Onların güvenliği bizim
güvenliğimizin yok edilmesidir!
Emperyalistlerin NATO ve güvenlikten bahsettikleri her gün
yüzlerce insan katledilmektedir.
Afganistan’da her gün halkın kanını akıtan, Pakistan’da katliamlar
yapan, Irak’ta 1 milyon civarında
sivili öldüren, Afrika’nın birçok ülkesinde işgalci güç olarak halklara
zulüm estiren NATO askeridir. Onların kendi güvenlikleri için attıkları her adımda, bizim güvenliğimizin yok edilmesi yatmaktadır. Dünyada yoksulluktan her 5 saniyede
bir çocuk ölürken, 1 milyar insan
açlıkla boğuşurken, diğer taraftan
tekellerin kasalarının dolup taşmasının güvencesidir NATO.
Kapitalist kriz bahanesiyle milyarlarca doların bankalara, tekellere akıtılması, krizin yükünün
emekçilere çektirilmesinin güvencesidir NATO. Demokratik hak ve
özgürlüklerin sürekli kısıtlanmasının, işçi ve emekçilerin taleplerinin
bastırılmasının ve olası ayaklanmaların önlenmesinin güvencesidir
NATO.
Yerli ve Göçmen İşçiler,
Emekçiler;
Bu militarist, işgalci aygıtın
halkları ezme, katletme planlarının
tartışıldığı bu türden zirvelere karşı
sessiz kalmayalım. 5 Şubat’ta Münih’te yapılacak olan NATO’yu protesto yürüyüşüne katılalım. Yerli ve
göçmen işçi ve emekçiler olarak,
burjuvaziye ve onun militarist örgütü NATO’ya karşı birleşelim.
Emperyalist savaş aygıtı
NATO dağıtılsın!
DEKÖP-A
Tarih: 5 Şubat 2011, Saat:
13.00
Yer: Marienplatz, München
24
Enternasyonal
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Günümüzün devrimci hareketlerindeki bazı araştırma konuları
Mukti Nepal
Nepal’de durum:
Nepal devrimci hareketi, geniş bir
çerçevede Marksizm’in günümüze uygulanmasında örnek bir hareket olarak
kabul edilmektedir. Bu hareket eğitim/hazırlık/şiddet içermeyen on yıllar
geçirmiş son on yılında ise şiddet içeren
bir hareket haline gelmiştir. Son beş yıldır, Nepal Komünist Partisi(Maoist)’in
Barış Anlaşması (devrimci orduyu hapsetmesi ve tasfiye etmesi, yeni bir anayasanın yürürlüğe konulması ve
monarşinin yıkılması ile orta yol politikalarına katılım sağlaması) imzalamasından bu yana Birleşmiş Milletler ve
Hindistan devletinin arabuluculuğunda
hareket, görece durgun hale gelmiş görünüyor.
Bu barış sürecinde, NKP(M), politik
ekonomik değişimleri yukarıdan aşağıya bir yaklaşımla hayata geçirmeye
çalıştı. Bu süreçte, NKP(M) kendini ülkenin en geniş yönetici partisi olarak konumlandırdı, bir yıldan kısa bir süre için
hükümeti yönetti ve eski monarşi orijinli ordunun itaatsizliği sorunu nedeniyle hükümetten kendi isteğiyle ayrıldı.
Bu partinin liderliğindeki hükümet, yolsuzluk suçlamalarından uzak kaldı ve
eğitim ve sağlık sektörlerinde küçük
ama halk yararına değişiklikler gerçekleştirebildi, ayrıca çiftçi nüfusa güven
verdi (örneğin ödenmemiş banka borçlarının silinmesi gibi). Bunlar elbette
kurumsallaşmış yapısal değişiklikler değildi ve halka ekonomik yaşamında dikkat çekici değişimlerin varlığını
hissettiremedi. Ve aynı zamanda Halk
Savaşı döneminde el konulan değerlerin
(toprak ve evler) geri iade edilmesi yönündeki muhalefetin baskılarına direnemedi ve hatta savaş sırasında halka
paralel kurulan hükümet yapılarını muhafaza da edemedi. Diğer yandan milis
güçlerinin bir kısmını Genç Komünist
Birliği adlı örgütlenme biçimi içinde konumlandırdı. Bununla birlikte, taktik
ifadeler olarak parti resmi belgelerinde
ya da barış anlaşmalarında savaşın meşruluğunu savunmuyor gibi görünse de
parti önderliği bazı geleneksel konseptlere bağlı kalmadığı yönünde ve Marksizm Leninizm Maoizm’in jargonlarını
kullanmadığı için eleştirilmektedir. Bu
durum çeşitli konuşmalara, yazılara ve hatta parti tarafından kurucu meclise sunulan anayasa
taslağına dahi yansımaktadır.
Parti yeni bir devrim modeli oluşturulmasını talep etmektedir.
Şu anda, ülke “meşru” bir
anayasayı yürürlüğe koymakta
başarısız olmuş durumdadır.
Parlamentoda yer alan birçok
reformist ve gerici partinin
NKP(M)’nin kurucu meclise
sunduğu anayasa taslağında
önerdiği en basit konulara
dahi (ulusal burjuvazinin ve
orta sınıfın çıkarlarına hizmet eden) muhalefet etmesi
gerçeği ülkenin, öngörülen zaman içinde
ilerici bir anayasayı yürürlüğe koyamayacağını göstermektedir. NKP(M)’nin
devrimci imajı bozulmuştur ve NKP(M),
muhalefet tarafından tedricen dışlanmaktadır. Sıradan halk, yaşamlarını sürdürmekte büyük zorluklar yaşamakta ve
ekonomik yaşamlarında devrimci değişimler istemektedir. Genel olarak parti
kadroları halkın ihtiyaçlarına yanıt
olmak için devrimci bir yol için gayret
etmekte ve parti liderliğinin üzerinde
büyük bir baskı oluşturmaktadır. Parti
önderliği 2006’da Balaju’da, 2008’de
Kharipati’de ve 2010’da Palungtar’da bu
baskıya karşılık vermek için ulusal çapta
parti konferansları örgütlemiştir. Tüm
bu konferanslarda partinin yüksel düzey
kadrolarının büyük bir çoğunluğunun
devrimci bir rota ve merkezi devlet iktidarını devrimci bir yolla ele geçirmek
için uyarıda bulunduğu ifade edilmiştir.
Böylece parti bir bütün olarak, kendi niteliğinde bulunan devrimci görev ve
merkezi devlet iktidarını ele geçirme
taktikleri arasında mücadele vermektedir. Merkezi devlet iktidarının devrimci
bir yolla ele geçirilmesinin sonu, -devlet
iktidarı üzerindeki kontrolü kazanmak
için yukarıdan-aşağıya mı aşağından-yukarıya mı bir yaklaşım içinde olunacağı
ya da şiddet ve şiddetsizliğin
oranları, ekonomik programlar
vs. vs.- gibi konular hakkında
parti önderliğindeki farklı yaklaşımlarla sürekli olarak karşı karşıya
kalınmıştır.
Araştırma konularının
içeriği
NKP(Maoist), geçici barış sürecine
5 yıl önce girmişti ve o süreçte yeni gruplaşma eğilimleri ve şehirlerde hazırlıkla
birlikte güçlendirilmiş merkezi devlet iktidarı ele geçirilememiş ancak toprakların yüzde 80’i ele geçirilmiş, isyancılar
saldırı stratejisine girmiş ve çok sayıdaki
askeri gücüyle hareket, askeri olarak yenilemez konuma gelmişti. Barış sürecinden önce yerli gerici güçler
fiilen yenilmiş durumdaydı. Ki
bu yerli gericiler bölgesel ve
küresel emperyalist güçler tarafından ağır bir şekilde silahlandırılmış ve eğitilmişlerdi.
Nepal politik devriminin geleceği, bölgesel artı küresel emperyalist güçler ile
bunlara karşı olan bölgesel artı küresel
devrimci güçler arasındaki objektif ve
subjektif güç dengeleri tarafından belirlenmişti. Aslında, Nepal devrimci önderliğinin devlet iktidarını ele geçirme ve
devrimci ekonomik programlar, bu güç
dengesinin değerlendirilmesi konularındaki görüş ayrımı, kanımca tüm dünyadaki çeşitli devrimciler veya devrimlerde
çarpışan konulardır.
Araştırılan konular:
Güç dengesinin değerlendirmesi konusundaki görüş ayrılığı devrimciler
içindeki çizgi mücadelesi sorunu haline
gelmiştir. Bu, çeşitli biçimlerde yansımaktadır:
1) Tek bir ülkede devrimin başarılı
bir şekilde gerçekleştirilmesi ve sonuçlandırılmasının zorluğu/imkanı konusu.
2) Emperyalist gücün niteliğinin esasen değişmiş olup olmadığı ve bunun
güç dengesine etkisi ya da bu dengeyi
değiştirip değiştirmeyeceği konusu.
3) Temel çelişki konusu.
4) Ekonomik programların ve devlet
iktidarının niteliği.
5) Devrimci dayanışma konusu.
Ek olarak, parti içinde ve partiler
arasında düşünceleri ortaya çıkarmak
için uygulanan yöntem, tüm ülkelerdeki
devrimin gelişiminde büyük bir etkiye
sahiptir ve bu sürecin nasıl güçlendireceği, gündemin bir parçası olmalıdır.
Emperyalist gücün ve tek
bir ülkede devrim imkânının
değerlendirilmesi
Bazı yoldaşlar emperyalist güçlerin
niteliğinin esasen güç dengesini değiştirecek ve günümüzün küreselleşmiş ekonomisi içinde onları çok güçlü kılacak
kadar değiştiğine inanmaktalar. G20 ya
da benzeri sanayileşmiş ülkelerin işlerini yürütmek üzere çeşitli çok uluslu
şirketler gibi küreselleşmiş ağlar oluşturduklarını tartışmaktalar. Bu yoldaşlar devrimciler bu
ağlardan birini
vurduğu
zaman ittifak içindeki
tüm ortak ülkelerin tüm gericilerini vurmuş olacaklarını ve sonuçta gerici ittifaktan gelen birleşmiş ve güçlü bir
direnişle karşılaşacaklarını tartışıyorlar.
Bu direniş zaman zaman devrime karşı
ters tepen bir saldırı örgütleyebilir. Devrim yapılmış bile olsa, buna dayanmak
çok zordur (hemen hemen imkânsız da
denebilir). Bu, onları şu sonucu götürmektedir; ancak bir ya da birkaç ülkede
devrimin destekçileri olarak devrimciler
iktidara yerleşmiş ya da en azından devrimciler arasında güçlü bir (bölgesel ya
da küresel) karşı ittifak yoksa, o tek
ülke, başarılı bir şekilde devrimi yaparken imkansız değilse de çok büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Bu inanış eğer
bu tür bir ittifak ya da destek mevcut değilse devrimcilerin nihai savaşı
başlatmamaları gerektiği sonucuna
götürmektedir. Ya da başka bir ifadeyle,
bu model tüm hazırlıkların mevcut olmasını beklemek adına objektif ve subjektif güçlerin olgunluğu hakkında
yanlış hüküm verebilir. Aslında bu paradigma, aşağıda devrimci dayanışma altında tartışıldığı gibi bizi hiçbir zaman
doğru değerlendirmelere götürmez.
Devrimcilerin gücüne ilişkin bu negatif tutum ve gerici güçlerin abartılı değerlendirmesi hiç de yeni değildir.
Tarihte hiçbir devrim bu tür bir karamsarlıktan uzak kalamamıştır. Devrimcilerin halkın/toplumun fiziksel
ihtiyaçlarının ürünü olduğu gerçeği ve güç dengesinde halkın en
sağlam güç olduğu doğrusu tarafından bu karamsar bakış açılar
teorik anlamda kolayca yadsınmaktadır. Bununla birlikte pratik anlamda, “II. Dünya Savaşından ve soğuk
savaştan”, büyük Marks, Lenin, Mao ya
da diğerlerinin çalışmalarından bu yana
“zamanın değişti”ni ve güç dengesinin
“küreselleşmiş içeriği”ni öne süren bu
yeni mantığın eğer varsa, kendilerine
yardımcı olacak yeni gerçekleri ortaya çıkarmak için bazı somut araştırmalara ihtiyacı var. Sadece
devrimcilere moral destek vermek için
değil aynı zamanda onlara durumu
doğru ve kesin bir şekilde değerlendirme imkânı vermek üzere bu bağlamda çeşitli bölge ve ülkelerdeki
gerçeklerden de bahsetmeleri için araştırmacılar cesaretlendirilmelidir.
Aynı mantık belirli bir
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
ülkede veya belirli bir koşulda temel çelişkinin değerlendirilmesine veya doğru
ekonomik programın belirlenmesine uygulanabilir.
Temel çelişkinin
belirlenmesi konusu:
Buradaki konu da yine, dünyanın
belli bir parçasındaki devrimlerin
önünde engel olarak beliren emperyalist
güçlerin değerlendirmesidir. Emperyalist güçler devrimin yürütüldüğü ülke
üzerinde ulusal, bölgesel ya da küresel
olabilirler. Birçok örnekte, küresel güçler bölgesel veya ulusal gerici güçlerle ittifak içindedirler. Fakat şimdiye kadar
kimse ulusal gerici gücü korumak için
gelen gerici güçlerle mücadele etmemeyi
tartışmamıştır. Esasta tartışma geleceğin tanımlanması üzerinedir. Bazı
yoldaşlar, Mao’dan bazı alıntıları referans göstererek yabancı güçlerin sadece
askeri olarak müdahale ya da işgal durumunda devrimcilerin hedefi ya da hedefinin bir parçası olabileceğini
tartışmaktadırlar. Aksi durumda, esas
hedef yerel gericiler olmalıdır ve devrimci faaliyetler yerel demokrasi üzerine
yoğunlaşmalı, ulusal hakimiyet hareketi
üzerine değil. Onlara göre orduya yapılan silah ve teknik destek Mao’nun yukarıda listelenen aynı çalışmalar için
ifade ettiklerinin aksine askeri bir müdahale ya da destek DEĞİLDİR.
Devrimi engelleyen gerici politik güçlerin tespitine ek olarak diğer
bir araştırma gündemi ise ülkedeki yabancı güçlerin temsilcilerinin ve gericilerin kitleleri sömürmek için
kullandığı metotların tespiti üzerinedir. Araştırmacılar, bu bağlamda
devrimcilere doğru hedefi ve doğru ekonomik programı tanımlamada yardımcı
olmak üzere çeşitli bölge ve ülkelerdeki
gerçeklikleri ifade etmek konusunda cesaretlendirilmiştir.
Devlet iktidarının niteliği
konusu:
Bu konu, devrimcilerin, klasik sınıf
diktatörlüğü konseptine devam edilmesine ihtiyacı olup olmadığına –hangi durumda halk diktatörlüğü veya proletarya
diktatörlüğü, hangi biçimde- ilişkindir.
Az sanayileşmiş ülkelerde feodalizm
veya emperyalist yanlısı partilerin, sanayileşmiş ülkelerde kapitalizm veya emperyalizm yanlısı partilerin durumu ne
olacaktır? (Örneğin bu partilere hükümete eşit düzeyde katılma özgürlüğü verilecek midir verilmeyecek midir?) Bazı
devrimciler tarafından savunulduğu gibi
özgür rekabete dayalı sosyalizm konsepti ne demektir? Bu tür rekabete dayalı sosyalizmin başlangıcından önce
emekçi kitleler/sınıf tarafından emeğin
yönetilmesi hakkı, sömürülmeme hakkı,
Marks tarafından ifade edilen artı emeğin değerinin güvence altına alınması
nasıl sağlanacaktır? Sanayileşmiş ve az
sanayileşmiş ülkelerdeki bugünkü mevcut durumda (özellikle de hükümete ya
da parlamentoya katılım koşullarında)
sınıf siyaseti ve sınıf entegrasyonu nasıl
ayırt edilecektir? Eğer yukarıdan aşağıya
(ana akım politikaya katılarak değişik-
liklerin getirilmesi) ve aşağıdan yukarı
(halk düzeyinde örgütlü halkın güç kullanarak değişiklikleri getirmesi) yaklaşımının kaynaştırılması öneriliyorsa, o
ülkede bunun oranını ve odağını ne belirleyecektir? Nepal’deki koşullarda devrimci ordunun geleceği hakkındaki
kesin öneriniz nedir?
Ekonomik programın
niteliği konusu:
Emperyalist güçlerin gücüne dair
yanlış değerlendirmeye sahip olan bazı
devrimciler emperyalist ekonomik
ağdan kaçamayacaklarını ve pazar ekonomisi ağının bir
parçası olmak zorunda ol-
sında dayanışmayı inşa etmek ve seslerini yükseltmek için emek verdiler.
Bakış açıları ve niyetleri ne olursa olsun,
çeşitli gruplar tarafından devrimci dayanışma ihtiyacı üzerine yapılan vurgu,
dayanışmanın önemini açığa çıkarmıştır. Bu dayanışmada iki temel eksikliğin
olduğunu gözlemliyorum:
(1) Yayılmacılık politikası, hegemonya, adaletsiz anlaşmalar gibi bölgesel emperyalist tavırlara açıktan
yönelmemiş ve uluslararası ticaret hakkına dair uluslararası anlaşmalara riayet
etmemiştir.
(2) Protestolar, emperyalist ülkeler
tarafından iç işlerine ya da demokrasiye
müdahale, işgal ve karışmanın etik yönüyle sınırlı olmakta, fakat ekonomik
sömürü kısmı en az teşhir edilen ve protesto edilen yan olmaktadır.
Emperyalizm,
kapitalizmin geliş-
irçok örnekte, küresel güçler bölgesel veya ulusal gerici
güçlerle ittifak içindedirler. Fakat şimdiye kadar kimse
ulusal gerici gücü korumak için gelen gerici güçlerle mücadele etmemeyi tartışmamıştır.
B
duklarını tartışmaktalar. Bazı
devrimciler Maoist Çin döneminde ya
da bugünkü Kuzey Kore’de uygulandığı
gibi kapalı bir ekonominin mümkün
olabilirliğine açıktan karşı çıkmaktalar.
Diğer bazıları da emperyalist güçlerin
baskısı altında koruyucu bir ekonomiyi
uygulama imkanını bile tasarlamamaktadır. Onların birçoğu emperyalist olmayan ülkelerle uluslararası ticaretin
geleceğini görmemektedirler. Ülkelerdeki birçok yoldaş üretim ve hizmet
araçlarının mülkiyet biçimlerini (hangisi
hakim olacak, özel mi yoksa kamu mu)
deklare etmekte gönülsüzler. Özel vurgunculuğun kapsamını ve sermaye artırımı/birikiminin düzenlenmesi
konularında özellikle bir sessizlik içindeler. Birçok devrimci esas olarak
emekçi sınıfın değil orta sınıfın çıkarlarına hizmet etmekte. Gerçek devrimcilerin, yukarıda bahsi geçen pratiklerin
devrimci olup olmadığına dair netlik
içinde olmaları gerekiyor ve bu konularda emperyalist, kapitalist ve kapitalist
olmayan ülkelerden gelen bilgiler devrimcilere rehberlik etmekte faydalı olacaktır.
Devrimci dayanışma
konusu ve niteliği:
Soğuk savaş sonrasında işlevsel olmamasına rağmen emperyalist olmayan
ittifak uzun bir süre var oldu. Reformistler ve devrimciler, her ne kadar çoğu
zaman bu sesler emperyalist işgale karşı
olmasa da benzer düşünen gruplar ara-
miş aşaması olduğu için, içerde kapitalizmi uygulayan veya kapitalist
sömürüyü teşvik eden (ya da şu veya bu
şekilde emperyalist güçlerin destekçileri
olan) partilerin protestoları, ülkedeki
anti-emperyalist hareketi etkili bir şekilde etkinleştirememektedir. Gerçek
devrimciler emperyalist ekonomik sömürü ve askeri müdahale (direkt ya da
dolaylı) ve işgali teşhir ve protesto
etmek ve bunları ortadan kaldırmak
üzere bir programla bu harekete önderliği ele almalıdır. Araştırmacılar, emperyalist güçlerin (küresel ya da bölgesel)
mağdur ülkeleri ve halklarını ekonomik
olarak nasıl sömürdüklerini ve bu sömürünün nasıl yasa dışı (ve ahlaksız) olduğunu ortaya çıkaran gerçekleri bulma
konusunda cesaretlendirilmiştir.
Enternasyonal
25
Fikir süreci ve etkileşim:
Bu konu parti içi demokrasi, partiler
arası etkileşim ve fikirlerin ortaya çıkış
süreçlerinin çoğunluğundaki öznellik
üzerinedir. Hiç kimsenin, fikirlerin ortaya çıkması ve sentezde parti içi demokrasinin faydaları konusunda
şüphesi olamaz. Sağlıklı çizgi mücadeleleri, alt düzey kadroların da katıldığı düzenli parti konferansları ve
içerde geniş çapta toplumla ve yurtdışındaki parti ve toplumlarla düzenli etkileşim bakış açıları, fikir ve
düşüncelerin yeni yollarını açığa kesin
olarak çıkartacaktır. Birçok durumda,
şimdiye kadar, küresel olarak sentezler
objektif bilgiden (gerçekler, koşullar, öğrenilen dersler, geniş çaplı en iyi pratikler) çok subjektif bilgilere (görüşler vb.)
dayalı olmuştur. Araştırmacıları kısa bir
zamanda güçlü olmak, daha az kayıplara
neden olmak ve doğru program ve politikalara zamanında ulaşmak amacıyla
devrimcileri düzeltmek için devrimci
hareketlere yön vermek üzere gerçeklere dayalı genellemeler çizmeye
ve eksiksiz ve kesin ayrıntılar sunmaya teşvik ediyorum. Araştırmacılar,
nesnelliği ve fikir ve düşüncelerle uygunluğu geliştirmek amacıyla daha iyi
yollar önermeye cesaretlendirilmiştir.
Sonuç yerine:
Sanırım, her şey kasten yanlış bir
yolda ilerlemiyor; birçok durumda,
doğru bilginin ve metotlarının yokluğu
doğru insanları yanlış yollara yöneltmektedir. Devrimci araştırmacılar (veya
eğitimciler) insanlara doğru bilgi ve metotları vererek insanlığı adaletsiz, küçültücü ve daha az üretken olmaktan
kurtarmakta büyük bir role sahiptirler.
Eğer eğitimciler halkın çoğunluğunun
(emekçi kitleler de dahil) yaşamlarında sağlam yenilikler temelinde
bir şeyler inşa ederse, onlar da doğru genellemeyi yapabilecek ve doğru yolu
takip edeceklerdir.
Yukarıda sıralanan sorulara (dilerseniz daha fazlasını da ekleyebilirsiniz) verilecek yanıtların Nepal de dahil birçok
ülkedeki birçok devrimci partinin çizgisini etkileyeceğini düşünüyorum. Birkaç
ülkedeki başarı üstünlüğü diğer ülkelerdeki devrimler üzerinde çarpan etkisi
yapacaktır. Yanıtları bulma konusundaki küçük çabalarınız büyük bir zincirleme etkiye sahip olacaktır.
26
Kavga okulu
4-17 Şubat 2011
Kavgada ölümsüzleşenler
Pusula
“Ser verip sır vermeme”
geleneğinin sürdürücüsü…
Geçmişten köklü kopuş sağlayamayan,
yeni ve gelecek için savaşamaz-2
Devrimci eleştirinin asla bir düşmanlık olarak algılanmaması ve karşısındakini, “rakibini” alt etme ya da
ondan intikam alma amaçlı olmadığı, bir tedavi yöntemi
olduğu, gelişimin zorunlu bir yasası olduğu doğru kavratılmalıdır. Ancak bu koşullar oluştuğunda eleştiri amacına
hizmet edebilir. Bu ortamın kolay ve rahat hazırlanamayacağı, uzun ve emek isteyen yoğun bir ideolojik eğitim ve
mücadele içinde kavranacağı görülmelidir. Birkaç eğitim
çalışması, toplantı ve konuşmayla bunlar sağlanamaz.
Bazen yıllara varan uzun bir süreç gerekebilir.
Devrimci saflarda ve faaliyet alanlarında çok zaman
devrimci eleştiri doğru algılanmaz, kişiler eleştiriyi kolay
kolay kabul etmez. Eleştirinin başladığı yerde hemen gergin ve sinir bozucu bir hava oluşur. Eleştirenle eleştirilen
yoldaşlar arasında olur bu gerginlik. Buna kaynaklık eden
en önemli etken sınıf bilinci ve devrimci eleştiri konusundaki gerilik ve zayıflıktır.
Devrimci eleştiriye doğru yanıt vermeyen tutumlar olduğu gibi farklı küçük-burjuva tutumlar da ortaya konabilmektedir. Kabul etmekten başka bir seçenek kalmadığı,
zorunda kaldığı ya da eleştiriyi geçiştirmek için kabul etme
tavrı, bilimsel ve doğru bir tutum değildir. Ya da her eleştiri karşısında kendisine fazla yüklenerek eleştiriyi kolay
kabul eden, hemen özeleştiri veren tutum da bilimsel değildir. Bu tutum da bir çeşit eleştiriyi kabul etmemektir. Ne
devrimci eleştiriyi hiç kabul etmemek ne de her eleştiri
karşısında onun özünü kavramadan hemen özeleştiri vermek tutumu doğrudur. İkisi de aynı ölçüde eleştiriyi kabul
etmeyen tutumlardır ve bilimsel değildir.
Devrimci eleştiri içtenlikle ve dürüstlükle onun doğruluğuna inanılarak kabul edildiğinde iyileştirici ve tedavi
edici bir özellik kazanır. Yoksa hiçbir olumlu, yapıcı ve değiştirici özelliği olamaz. Amacına hizmet etmeyen eleştiri,
ancak yeni bir eleştirinin başlangıcı olur.
Toplumsal örgütlerin hatırı sayılı bir çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazinin eğitim ve kültürel gerçekliğine
bakıldığında devrimci eleştiriye yabancı, ondan uzak, ona
karşıt bir şekillenişe sahip olunduğu bir gerçektir. Burjuvafeodal toplumun eğitim ve yaşam biçiminde eleştiri kavramına ve gerçekliğine ya hiç yer yoktur ya da çok sınırlı bir
yere sahiptir. Bu toplumsal gerçeklik içinden çıkıp devrimci saflara katılanların devrimci eleştiriyi kabul edip benimsemesi hiç de kolay değildir.
Hatta uzun yıllar devrimci saflarda olanların bile devrimci eleştiriye kapalı, yabancı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Küçük burjuvazinin her bilgi ve düşüncesi, her
beceri ve yeteneği özel mülkiyet sistemine ait bir doku taşır
ve onun önemli özelliklerini barındırır. Yıllarca bu gerçeklik içinde eğitilen ve şekillenen bireyin devrimci saflarda
kısa sürede dönüşmesi ve değişmesi mümkün değildir.
Hele devrimci mücadelenin dalgalı seyrettiği bir süreçte
eskiden köklü kopuş kısa sürede başarılamaz. Eski eğitim,
bilgi, kültür, alışkanlık, yaşam özel mülkiyet içinde ve bu
temel üzerinde şekillenip biçimlenmiştir. Küçük burjuvazi
eskiye ait olandan kolay kopmaz ve sahip olduğu özellikleri
kolay bırakmaz. Bu niteliklere özel mülkiyeti gibi yapışır.
Tutunur ve sarılır. Özel mülkiyete dayalı ve ona ait olandan
kopmak, küçük burjuvada müthiş bir sarsıntı yaratır. Bir
deprem şoku yaşatır.
Proletarya Partisi saflarına katılan küçük burjuvazinin
değişim ve dönüşüm mücadele süreci zorluklarla dolu,
yoğun emek ve sabır isteyen bir olaydır. MLM bilimi aktif
ideolojik mücadeleden yanadır. Bu mücadele olmadan,
bunun gerekleri yapılmadan devrimci örgüt kendi iç birliğini sağlayamaz ve sınıf düşmanlarına karşı etkili ve güçlü
darbeler vuramaz. Kısaca devrimci görevlerini yerine getiremez. (Bitti)
Özgür gelecek/02
Selahattin Doğan: Yoksul
bir ailenin çocuğu olarak Sinop’ta
dünyaya gelen Doğan, yoksulluktan sadece ilkokulu bitirir, ardından İstanbul’da inşaatlarda
çalışmaya başlar. Bir süre sonra
Kaypakkaya’nın düşünceleri ile
tanışan Doğan, kendisini örgüte
adar. Tüm yetmezliklerine savaş
açarak, kısa sürede yetkinleşir ve
parti üyesi olur.
1978 yılının 5 Ocak sabahı erkenden kalkar. Yüreğinde bir heyecan vardır. Hızlı adımlarla aşar,
Bahçelievler’in sokaklarını… Heyecanı, acelesi yeni görevlere, yeni
sorumluluklara adım atacağı görüşmeye zamanında yetişmek
içindir. Şimdiye kadar faaliyetçisi
olduğu koca İstanbul’da onlarca
görevin, askeri işin altından başarıyla kalkmıştır zaten… Şimdi
Proletarya Partisi’nin 2. Genel Sekreteri Süleyman Cihan’ı görecektir, heyecanı biraz da bu
yoldaşlık hasretindendir.
Doğan, buluşma yerine doğru
ilerler. Etrafının polisle kuşatıldığını ve arama yapıldığını fark
eder. Çünkü o bölgede başka bir
devrimci örgüt, banka kamulaştırma eylemi gerçekleştirmiştir
öncesinde. Doğan bu durumu bilmediği için ansızın girdiği polis
çemberinden sıyrılmaya çalışır.
Onu son anda fark eden polis ile
çatışmaya girer. Bacağından yaralanır ve yakalanır.
“Ser verip sır vermemek” bir
gelenektir Partizanlarda… Selahattin Doğan da bu geleneği sürdürür işkence tezgâhlarında,
düşman karşısında. Düşman
yenik düşer Selahattin yoldaş karşısında… Kudurur ve bu öfkeyle
onu 2 Şubat günü katleder.
Yunus Koç: Kars’ta dünyaya
gelen Yunus Koç, Proletarya Partisi saflarında mücadele yürütürken, 2 Şubat 1979’da Ardahan’a
bağlı Ölçek köyünde jandarma tarafından katledilerek ölümsüzleşir.
Dursun yas esvaplarınız
Yığın derleyin
Gözyaşlarınızı
Bir metal oluncaya kadar
Bununla vuracağız
Gündüz gece
Bununla çiğneyeceğiz
Gündüz gece
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını
Kırıncaya kadar
(Pablo Neruda)
Salih Güneş: Dersimli Kürt
bir ailenin çocuğu olan Güneş, 14
yaşına kadar yaşadığı Ovacık’ta
yoksulluk ve jandarma dipçikleri
ile büyüdü. Daha sonra Tarsus’ta
çalışmaya başlayan Güneş, burada Partizanları tanıdı ve onlarla
beraber kavgada yerini aldı. 12
Eylül AFC’sinin zindanlarında verilen işkence sınavından alnının
akıyla çıkan Güneş, daha sonra
gerilla bölgesinde siyasi faaliyete
başladı. Bir süre sonra yeni görev
alanı olarak belirlenen Çukurova’ya giderken 1 Şubat 1993’te
geçirdiği trafik kazası ile aramızdan ayrıldı.
İhanete cevap olur
Mehmet’in kurşunu,
Haydar’ın işkencede duruşu
Mehmet Düzen: DersimOvacık’ta dünyaya gelir. Küçük
yaşta tanıştığı devrimci düşünceler içerisinden Kaypakkaya’nın
düşüncelerini benimser ve kısa
sürede politikleşir. Bölgede ajitasyon/propaganda faaliyeti yürütür uzun bir süre… 12 Eylül
AFC’sinin işbaşına gelmesinden
kısa bir süre önce bölgede arananlar listesindedir. Bu durum
üzerine gerillaya katılır.
Adı Poto’dur.
1981 yılının 5 Şubat gecesi
Dersim dağlarını sis bürümüştür. Gerillanın geceyi bölen
adımları duyulur… Poto, karanlıkta yoldaşları ile göz göze gelir.
“Merak etmeyin yoldaşlar!” dercesine sıcacık gülümser gözleriyle. Aklına takılır Poto’nun…
“Dersim insanı, engin bir deniz
gibidir. Yüreği sıcak, yüreği
devrimcilere açıktır. Ama kalleşi
de vardır Dersim’in… Seyit Rızalar da yemiştir bu kalleşlerin
hançerini. Şimdi biz de bu hançerden nasibimizi alıyoruz” der.
Tanır ne de olsa doğduğu yöredeki insanı. Ama gene de yediremez kendisine ihaneti… O
yüzden de biraz önce ihbar edildikleri için Peri Jandarma Karakolu askerlerince basılan
Mazgirt’in Örs köyünden böyle
gitmek canını yakar.
“Sis olması ne kötü!” dedi gerillalardan biri. Çünkü yönünü
görmekte zorlanmaktadır gerilla
grubu. Nitekim biraz sonra bu
kez Muhundu Karakolu jandarmasıyla karşılaşırlar, ama sisten
kaynaklı ne kadar yakın olduklarını geç farkederler. Arkalarında
da Peri Karakolu jandarması…
Çetin bir çatışma başlar. Sabaha kadar sürer bu çatışma. İki
yakın ateş arasında kalan gerilla
grubundan Poto, aldığı kurşun
yaralarıyla çatışma alanında
ölümsüzleşir.
Haydar Sönmez: Dersim
Mazgirt’te dünyaya gelen Sönmez, ’80 öncesi Dersim’de gerçekleştirilen toprak işgali
eyleminden sonra tutuklanır. 6
ay sonra hapishaneden çıkarak
Partizanların safında kavgasını
sürdürür. Bir ihbar sonucu; o
dönemde işbirlikçilik denildiğinde akla gelen ilk isim olan
Hasan Demirpençe’nin cezalandırılması eyleminde yer aldığı iddiasıyla gözaltına alınır. Sönmez,
işkencede, ihanetin kuşattığı
çemberi kırarak 1982 yılının
Şubat ayında ölümsüzleşir.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Kavga okulu 27
Zeki Peker
Zemheri sabahında biten ilkyaz çiçekleridir onlar…
Ali Demirdağ
Erkan Fener
Ali Ekber Batasul
Ali İhsan Yalçın
Barbara Anna Kistler
Ne zaman diye sorma,
ne zaman
Yaprağın fetreti,
gülün kıyamına
Gülün kıyamı,
ağacın isyanına
dönerse işte o zaman
Hilmi Yavuz
Yel Dağı, tepeden tırnağa düşmana
kesmişti ’93 kışında. Dalı düşman, budağı
düşman olmuştu.
Halk Ordusunun 2. Mıntıka Birliği’nin
çekildiği Pülümür yakınlarındaki Geçici
Kış Kampı düşman tarafından açığa çıkarılmıştı. Durumu fark eden 50 kişilik gerilla birliği, etraftaki dağ tepelerine öncü
birliklerini yerleştirerek, oradan uzaklaştı.
Düşman Erzurum’dan 3 bombardıman
uçağı, 3 kobra helikopteri kaldırmıştı.
Durmadan bombalıyordu kış üssünü.
Ama nafile… Alamadı cellat istediğini!
“Uzun Yürüyüş” başlamıştı. Soğuğun,
karın, zemherinin ayazına karşı gerilla
adeta doğa ile savaşıyordu bu kez. Bir destan yazılıyordu Yel Dağı’nda. Gerilla, yüzüne çarpan ve her biri bir kurşun olan
kar tanelerine karşı savaşıyordu. Kimi
zaman sevdanın/sevgilinin kokusunu taşıyan rüzgar, bu kez gerillanın suratına kırbaç olup çarpıyordu. Dağların süsü,
beyazı ölüm oluyordu dikiliyordu gerillanın karşısına.
“Yoldaşlar, beni bırakın. Benim kavgam buraya kadar, benden yoldaşlara ve
kavgamıza selam söyleyin. Ben artık yürüyemeyeceğim!” diyordu bir ses. Başlar
döndü sesten yana… Zeki Peker yoldaş
veda ediyordu. Tarihlerden 21 Ocak… Çaresizliğin ağır hüznü, kinin coşkun öfkesine katıldı. Zeki yoldaşın bayrağını
emanet alıp ilerledi yoldaşları…
Kar çoğaldı, kavga da! Henüz Zeki yoldaşın acısı kabullenilemezken, 22 Ocak
günü, bu kez birliğin derviş kılıklı filozofu
olan Dr. Hü (Ali Demirdağ) veda etti
yoldaşlarına. Yoldaşlarının gözlerinde Ali
Demirdağ’ın zafer işareti çakılı kaldı.
Hemen ardından Munzur, Erkan
Fener’i aldı birlikten… Yüreklerden bir
çığ daha koptu
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş, kar altındadır
Mırıldanıyordu Orhan (Ali Ekber
Batasul) Ahmed Arif’in dizelerini. Gözle-
rinde şehit yoldaşları inci inci dökülüyordu. Ateş olup yakıyordu gözbebeklerini, düşerken donuyor kurşun oluyordu.
Kardan parçalanan ayakkabısının içinde
soğuktan yanan ayaklarına çarpınca yürek
acısına beden acısı da ekleniyordu.
Birlik, üç yoldaşını şehit vererek köye
ulaştı. Evlerden çıkanlar, savaştan dönenleri bağırlarına basıyorlardı. Ayakları yananların, ayak parmakları düşenlerin acılı
iniltisi gecenin sessizliğine karışıyordu.
Zemheriden çıkmıştı gerillalar, ancak bu
kez de zatürre bela olmuştu başlarına.
Ama yine de gözler gülüyordu. Enternasyonalin kırmızı karanfili Kinem (Barbara Anna Kistler) neşe ile dört
dönüyordu yoldaşları arasında… Kendisi
de ağır yaralı ve zatürreydi ama hala hayata sımsıkı bağlıydı.
Yattığı yerden pansumanları sırasında
bağıran genç gerillalara laf atıyordu Bahtiyar (Ali İhsan Yalçın). Oldukça iri
olan bedeni kara teslim olmamıştı ama
zatürre onun da başına belaydı. Pansuman sırası kendine geldiğinde, o da diğer
gerillalardan aşağı kalmayacak kadar bağırıyordu acıyla. Bu kez gülme sırası diğerlerine geçiyordu. “Bahtiyar komutan,
nasılsın?” diyorlardı.
“Halkın askeri”
Ali Ekber Batasul…
4 Şubat günü bir çığ daha koptu Yel
Dağı’ndan…“Ali Ekber Batasul ölümsüzdür!” Dersim’in saf çocuğu Orhan yakalandığı zatürreye yenik düşmüştü.
Sevecen ve hep mütevazı bakan gözlerini
kapattılar elleriyle yoldaşları.
Bir yoldaşı anlatıyordu Orhan’ı. Mazgirt’in Aslanyurdu Köyü’nde dünyaya gelmişti. Küçüklüğünden itibaren
Partizanlarla yetişmiş, bulunduğu her
yerde düşüncelerini yaymaya çalışırdı.
Polat İyit, en sevdiği yoldaşıydı. Her daim
ondan bahsederdi. Dersim’de cezalandırılan bir işbirlikçi yüzünden başlatılan bir
operasyonda abisi ile gözaltına alınmış, bu
olaydan kısa bir süre sonra da köyün
gençleri ile birlikte eline askerlik kâğıdı
tutuşturulmuştu. Bir kâğıda bir de Munzur’a bakmış Ali Ekber, sonra da kâğıdı
yırtmış ve gerilla saflarına katılmıştı.
“Dağlarda hepinize savaşacak bir
mevzi hazırlayacağız.
Sizleri bekliyoruz!”
Böyle demişti Kinem, evleri basılıp da
İsmail Oral’la gözaltına alınıp tutuklan-
dıktan sonra tahliye olduğunda… İşte bu
sözler onun kavgada ne yaman olduğunun
göstergesiydi. 7 Şubat günü Yel Dağı’ndan
kopan çığ, bu kez Kinem oldu. Tüm yoldaşları dünyanın dört bir yanından haykırdı enternasyonalin kırmızı karanfili
için: “Barbara Anna Kistler ölümsüzdür!”
Yoldaşlarının dudaklarından bu kez
onun yaşam hikâyesi dökülüyordu bir ağıt
misali… 1955 yılında İsviçre’nin Zürih
kentinde dünyaya gelmişti. Politik olarak
annesinden oldukça etkilenen ve annesini
çok etkileyen Barbara, otonom bir örgütlenme olan Reboolie Bunker’e ilgi duymuştu önceleri… Daha sonra ML
düşünceyi benimseyen örgületle yakın
ilişkiler kurmaya, çeşitli kadın hareketleri
içinde yer almaya başlamıştı. ’80’li yıllarda tanışmıştı Türkiyeli devrimci örgütlerle. Tutsaklarla ilgili uluslararası
çalışmalarda, anti-emperyalist birliklerde
daha sıkı ilişkiler kurmaya başlamış, 1989
yılında Proletarya Partisi ile örgütsel ilişkiye geçmiş ve Türkiye’ye yerleşmişti.
1991 yılında kaldığı ev basılıp, gözaltına alınmış ve 15 gün işkencede kalmış,
ardından tutuklansa da bu süreç onun için
daha fazla örgütlenmeye ve düşmana
daha fazla öfke duymaya yöneltmişti.
Mahkemelerinde “beni siz değil, enternasyonal proletarya yargılar” diyerek
meydan okumuş ve hapishaneden çıktıktan sonra dağları seçmişti.
Komünistlerin ulusu yoktur. Proletarya Partisi’nin şehit düşmesinin ardından Merkez Komite Onur Üyesi olarak
taçlandırdığı Barbara, bunu bir kez daha
kanıtlamıştır!
Ve Bahtiyar da ölümsüzleşti…
10 Şubat… Yel Dağı’ndan bir çığın
daha koptuğu tarih oldu. Yoldaşlar, “Ali
İhsan Yalçın ölümsüzdür!” sloganını
haykırdıkça büyüdü çığ!
Bahtiyar’ın yaşamı, bu dev adamın yaşamı yoldaşları tarafından şöyle anlatıldı:
Ali İhsan, 1967 yılında İzmir Bergama’da
dünyaya gelmişti. Bu şirin kentten, 19
Mayıs Üniversitesi’ni kazanınca ayrılmış
ve burada Proletarya Partisi’nin görüşleri
ile tanışmıştı. Gözünü budaktan sakınmayan, aldığı işi sonuna kadar bırakmayan
zeki ve yaratıcı kimliğiyle öğrenci gençliğinin mücadelesinde aktif rol oynamıştı.
1990 yılında gerillaya katılmış ve parti
üyeliği ile alt bölge komutanlığına kadar
yükselmişti.
28 Yaşamdan notlar
E
N
E
G
ER
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
Uzun bir
yolculuğun
miadındaki
gerçek!
İ
S
E
R
E
D
Olanca ihtişamı ile akan
Ergene deresi, bir katliamla
yüzyüze. ’90’ların başında
Çorlu Lüleburgaz ve Çerkezköy’de kurulmaya başlanan fabrikalarla nehrin
ölüm emri verildi.
İstanbul: Rumeli’nin en büyük nehirlerinden biri. Rodop dağının
kuzey eteğinden çıkan Meriç nehri,
berraklığını kar sularından alarak
Ege Denizi’ne kadar uzanıyor. Bu
uzun yolculuğunda Bulgaristan’ın
Filibe ovasını, Edirne şehrini,
Batı Trakya’yı da alıyor. Uzunluğu 490 km olan nehrin, 172 kilometresi Türkiye’den geçiyor. Bu
yolculuk Türkiye’de üç kola ayrılarak devam ediyor. Bu kollardan birisi de Ergene deresi…
Olanca ihtişamı ile akan Ergene deresi, Çorlu’da bir katliamla yüzyüze. ’90’ların başında Çorlu
Lüleburgaz ve Çerkezköy’de kurulmaya başlanan fabrikalarla nehrin
ölüm emri verildi. Önceleri köylüler bu derenin suyunu tarımda kullanıyordu. Ancak tarım arazileri
talan edilince bölgelere mantar gibi
fabrikalar kurulmaya başlandı.
Köylülerin anlatımlarına göre, fabrikalar önceleri bu dereden su ihtiyaçlarını sağlamışlar. Daha sonra
fabrika artıkları giderek artınca Ergene nehrine bırakılmaya başlanmış. Bugün Çorlu, Çerkezköy
ve Lüleburgaz üçgeninde bulunan toplam 1400 fabrikanın
atıkları dereye bırakılıyor.
Özellikle deri fabrikalarında kullanılan 93 adet kimyasal zehir, dere
üzerine bırakılıyor ve Deri-İş Sendikasının yaptığı araştırmaya göre
bu üçgende toplam 128 tane deri
fabrikası aktif halde. Fabrikaların
yaz aylarında daha randımanlı çalışması dereye bir o kadar fazla
zehrin akıtılması anlamına geliyor.
Sadece 1 yıl içinde 10 kişi dereden
yayılan kanserojen maddeden kaynaklı kansere yakalanarak yaşamını yitirmiş. Trakya Üniversitesi
(TÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı
Anabilim Dalı bölgede yaptığı araştırmalarda Çorlu’da kanser sıklığının Türkiye ortalamasının üstünde
olduğunu, ilköğretim öğrencilerinde bile kanser görülmeye başlandığını belirtiyor.
Bir vahşetin ve aldatmacanın
panoramasını çizmek…
Dere üzerinde uçuşan kuş sürüsü
görmek adeta imkânsız. Dağlar
doğal yapısından aldığı ihtişamı ve
berraklığını yitirmiş, bir “ölüm deresi” gerçekliği ile karşı karşıyayız.
Sermayenin talanının somut ifadesi
olan bu durum, sömürünün, aşırı
kâr hırsının panoraması sanki.
2002 yılında derenin adı artık “ölüm
deresi” olarak anılsa da çevre örgütleri ve Çorlu halkı, dereyi yaşam
deresi yapmak için mücadeleye giriştiler. Yoğun baskılar sonucu
2004 yılında bölgeye arıtma tesisi
kurdurdular. DSİ tarafından yapılan açılış törenine katılan Başbakan
Erdoğan şu şekilde konuştu;
“Edirne’ye ilk geldiğimde bana Ergene Nehri’nin içinde bulunduğu
durumu sormuşlardı. Ben ise bu
durumu üç yıl içinde halledeceğimizi söylemiştim. Daha bir senemiz olmasına rağmen Ergene
Nehri meselesi halledildi. Biz zamanla yarışan bir iktidarız. Her
Bugün Çorlu, Çerkezköy ve Lüleburgaz üçgeninde bulunan toplam 1400
fabrikanın atıkları dereye bırakılıyor. Özellikle deri fabrikalarında kullanılan 93 adet kimyasal zehir, dere üzerine bırakılıyor ve Deri-İş sendikasının yaptığı araştırmaya göre bu üçgende toplam 128 tane deri
fabrikası aktif halde.
şeyi planlı, programlı yapıyoruz.”
Bugün kurulan merkezi arıtma tesisinde suyun kimyasal yapısına bir
müdahale yapılmıyor. Sadece su
içinde bulunan katı atıklar arıtma
adı altında temizleniyor. Arıtma tesisinden gelen suyun yoğunluğu
fabrikalardan gelen kirli su ile karşılaştırılamayacak kadar az. Gösteriş
anlamında kullanılan, ne dere ne de
Çorlu halkı için bir anlam ifade
eden ve egemenler için seçim propagandası haline getirilen bir “muhteşem arıtma tesisi” karşımızdaki.
Tesisin kurulmasının derede herhangi bir değişiklik yaratmaması
bölge halkında tepkiye neden
olmuş. Açılan davalar ile bölgeye
gelen bilirkişi, patronları aklayan
türden rapor çıkarmış ve fabrikalardaki arıtma tesislerinin aktif olarak
çalıştığını belirtmişler. Konuyla ilgili Özgür Gelecek gazetesi olarak
Çorlu’da fabrikalarda çalışan işçilerden ve halktan bilgi aldık.
- Fabrikalar derelere atık bırakmaya devam ediyor mu?
- Levent Talikacı (Polyplex iş-
çisi): Evet bırakıyor. Zaten bırakmasa dere bu halde olmaz. Bize dereye atık bırakmamamızı
tembihliyorlar ama diğer taraftan
kendileri atık bırakıyor. Zaten fabrikalar derenin etrafına bu yüzden
kuruldu. Şimdi iyi dönemleri, siz
bir de yazın geleceksiniz buralara,
yolda yürürken burnunu kapatmak
zorunda kalıyorsun. Arabayla geçerken, camlar kapalı olsa bile
koku camı delip geçiyor. O kadar
keskin bir koku yayılıyor yani.
- Fabrikalardaki arıtma tesisleri kullanılmıyor mu?
- Zaten tesislerin kurulması ayrı bir
dert. Çok maliyetli bir şey olduğu
için uzun süre kurulmadı. Kurulana kadar bütün zehir dereye bırakıldı. Biz biliyoruz gelen bilir
kişilere nasıl rüşvet verildiğini.
Onlar da bu ikramiyeye uygun
rapor çıkardılar. Bunların tümünün araştırılması lazım. Tesisler
kuruldu, ancak bir türlü çalıştırılmıyor. Gündüz faaliyette yarım
devir, gece saat 12’den sonra
Özgür gelecek/02
4-17 Şubat 2011
“Burada korku dağları yaratıldı!”
- Ferhat Kala (Suni Deri işçisi):
-Deri fabrikalarında çok fazla kimyasal madde kullanılıyor. Asit, krom,
alkol gibi maddeler insanı öldürecek türden. Bu maddeler tek tek dereye bırakılıyor. Eskiden birkaç
defa baskı yapıldı. Sonucunda arıtma tesisi kuruldu ama o da çalışmıyor. Zaten çalışsa bu halde olmaz.
Burada korku dağları yaratıldı. İnsanlar kültürünü tam yaşayamıyor.
Zaten kültürünü kaybedince boyun
eğmeye başlıyor. Patronlar da bundan yararlanıyor. İşçileri “muhacırlar* bu kadar paraya çalışıyor” diyerek bölüyorlar. Haliyle bu, insanları yozlaştırıyor, yozlaşmamış olsa
bu dere bu halde olmazdı. Yazın
dere o kadar çok taşıyor ki üzerindeki köprüden geçiş yasaklanıyor.
Bu aralar dingin ama yazın buranın
hali iyi olmayacak.
AKP’nin çevre günlüğünden
isterik nağmeler…
AKP her ne kadar çevre aşığı olduğunu iddia etse de gerçekler ortada.
İşte Çorlu Ergene Deresi’nden akan
vahşetin halka yaşattıkları. Bu katliamı bir de bölge esnafından dinleyelim:
- Dere kirliliğinin zararlarına
değinebilir misiniz?
Muhlit Çakıroğlu (lokanta sahibi): Derenin bize çok zararı var.
Yazın bu yollarda yürüyemezsin.
Hele bir de rüzgâr esti mi, kaçarsın.
Herkes kanser oluyor. Gidip oraya
bir bakın, ölü kuşları göreceksiniz.
Eskiden oralarda çok güzel hayvanlar vardı, şimdi bir tane bulamazsın. Hepsi telef oluyor.
Ya bir de o bölgeye yakın oturan insanlar ne yapsın, hepsi hastalıktan
ölecek. Biz yazın sıcağın ortasında
insanlar yemek yerken mideleri bulanmasın diye camları kapatmak
29
Yazın sıcağın
ortasında insanlar yemek yerken mideleri bulanmasın diye
camları kapatmak zorunda
kalıyoruz.
Dereden
kaynaklı ishal, kanser,
solunum
yetmezliği
gibi hastalıklar ortaya çıkıyor.
tam devir çalışması lazım ama saat
12.00 olduğunda arıtma durduruluyor.
- Fabrika atıkları bölgede başka ne gibi bir zarara neden
oluyor?
- Zaten dereden kaynaklı ishal, kanser, solunum yetmezliği gibi hastalıklar ortaya çıkıyor. Onun dışında
bir de fabrikalardan tüten duman
kokusu var. Mesela arkadaşlarımız
servisle işe gelirken o kadar çok duman vardı ki bir metre ileriyi göremiyorlardı. Servis şoförü kaza yapmamak için yavaşladı ancak yine de
bir başka araçla çarpıştı. Servis
içindeki tüm arkadaşlarımız yaralandı. Biz oraya gittiğimizde havadan sarı ve siyah renklerde kül parçacıkları geliyordu. Yani anlatmak
istediğim fabrikanın atıkları trafik
kazalarına bile neden olabiliyor.
Yaşamdan notlar
zorunda kalıyoruz. Bizim işlerimizi
de etkiliyor.
- Buna karşı bir önlem var mı?
- Ne önlemi, hiçbir şey yapılmıyor.
Sözde oraya bir arıtma tesisi kurulmuş ondan bile siyah su akıyor. Suyun rengi olur mu, anlamıyorum.
Resmen vurgun yaptılar. Halkı
kandırdılar. İşte bakın biz bu sorunu da çözdük gibi kendi propagandalarını yaptılar. Ama dere aynı
dere, koku aynı koku, ölenler yine
aynı nedenden kaynaklı ölüyor.
- Peki, dereden akan suyun nerelerde kullanıldığı belli mi?
- Bir araştırsınlar görecekler nereye
aktığını. Çorlu’da kullanılan su, yer
altı suyudur. Yer altında bir hat
oluşturulmuşlar, şehre dağıtılıyor.
Denize akıyordur, denize biz giriyoruz, oradan balık tutuyoruz, tarımda kullanılıyor. Yine biz kullanıyoruz yani.
“Ergene’den geçiyoruz, lütfen
nefesinizi tutun!”
- Ergene deresine bırakılan zehir sizleri nasıl etkiliyor?
Sinan Cesur (Otobüs firması
personeli): Ben otobüs firmasında çalışıyorum. Ayrıca çocukluğumdan bu yana burada yaşıyorum. Yaptığımız her seferde derenin üzerinden geçmek zorundayız.
Çorlu halkı bu derenin kokusuna
alıştı gibi ama hepsinde solunum
rahatsızlıklarına rastlarsın.
Yazın dereler, fabrikalar kışın yine
fabrikalar ve kömür kokuları. Burada bir güne bir gün temiz bir havaya rastlamadım. Babamlar eskiden
bu dereyi tarım arazisi olarak kullanırmış. Tarımın can damarıymış.
Ama artık dere demeye bile bin şahit ister. Yaz aylarında artık yolcularımıza “Ergene deresinden geçiyoruz lütfen nefesinizi tutunuz” diye anonsta bulunacağız.
- Bölgede canlı yaşamın bitmek
üzere olduğu gerçeğini nasıl
yorumluyorsunuz?
- Eskiden buradan sürülerle kuşlar
geçermiş, konaklarmış. Şimdi buraya uğrayan çıkmıyor. Derenin büyük bir bölümü askeri bölüğün yanından geçiyor. Her yaz askeriye
buradan çuvallarla ölü kuşları topluyor. Balık tutulurdu eskiden burada şimdi balık da kalmadı. Hepsi
öldü.
- Ergene deresinin son hali nasıl? Sizin yaşamınızı da etkiliyor mu bu kirlilik?
Ali Şamiloğlu (taksi şoförü): Şu
an dereden çok fazla koku gelmiyor.
Ama yazın fabrikalar daha fazla çalıştığı ve havalar sıcak olduğu için
dere daha fazla kirleniyor. Haliyle
daha fazla pislik atılıyor dereye. Yazın bir de rüzgâr esti mi koku bir kilometreden alınıyor. Ben dereye
uzak oturuyorum ama kokusu bize
kadar geliyor. Hele bir de derenin
yakınlarında oturanlar ne yapsın?
- Kurulan arıtma tesisi kullanılmıyormuş, bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
- Arıtma tesisi oy için kuruldu bence.
Biz baskı yapmasak o da olmayacaktı. Kurulduktan sonra zaten çalışmadı. Arıtma tesisinin tam çalışması lazımken çalışmıyor. Az da
olsa arıttığı suyu pis dereye bırakıyor. Ne faydası var ki o zaman bu
derenin. Keşke sorun sadece dere
olsa, fabrika bacaları da sorun. filtre takmıyorlar. Taksalar bile etrafta
aşırı duman oluyor. Her iki adıma
bir fabrika yapıyorlar. “Size istihdam sağlayacağız” diyorlar ama bir
yararını göremiyoruz. Resmen Çorlu’yu bitirdiler. AKP her yeri talan
etti. Patronları korudu.
* Doğu Avrupa’dan göçen Türkler
için kullanılıyor.
30 Kültür-Sanat
4-17 Şubat 2011
Katliamlara yeni perde:
Müze cezaevlerinden hapishane müzeleri
Geçtiğimiz yılın sonunda Ulucanlar
Hapishane Müzesi nedeniyle devletin
ikiyüzlü politikalarından birine daha tanıklık ettik. İkiyüzlülüklerini görebilmek
için, önce açılan Ulucanlar Müzesi’yle ilgili ne söylediklerine bir bakalım:
Bu müze ile “devletin tarihindeki
karanlıkla yüzleşilecek”miş. Ulucanlar’da yaşanan ve burada kalan ünlü kişilerin yaşadıkları sergilenecek, “bir
daha yaşanmasın diye” ders çıkarılacakmış.
Müze ile, sergilenen uygulamaların
da artık “müzelik” olduğu, geçmişte bırakıldığı mesajı kitlelere verilmek isteniyor. Ancak tam da müze açıldığı
günlerde Tekirdağ 1 ve 2 Nolu F Tipi’nde, Kandıra’da, Sincan’da ve dahabirçok hapishanede irili ufaklı bir dizi
fiziki saldırı olduğu haberleri gelmişti.
Yine hasta tutsakların ölüme terk edildiği, tedavilerinin engellendiği, ceza ertelemelerinin yasal hak olmasına
rağmen yapılmadığı bilinmektedir. Yani
Ulucanlar’da yaşananlar “müzelik” uygulama örnekleri olarak lanse edilse de
çok daha şiddetli uygulamalar halen yaşanmaya devam etmektedir.
Müze olarak seçilen Ulucanlar’da 81
yıllık tarihin sergileneceği söylemi de
koca bir yalan olarak bu ikiyüzlülüğün
bir diğer yönünü oluşturuyor. Tarihteki
benzer örneklerine atıfta bulunularak,
sembolik bir niteliğinin olduğu, Ulucanlar’ın geçmişiyle yüzleşmenin sembolik
olarak Cumhuriyetin kanlı tarihiyle yüzleşmek olacağını iddia etmek gerçekleri
çarpıtmaktır. Çünkü hem atıfta bulunulan tarihteki benzer örneklerle Ulucanlar’ın müzeleştirilmesinin niteliği aynı
değildir hem de Ulucanlar’ın tarihi, müzede sergilenenlerden ibaret değildir.
Doğrudur, insanlık tarihinde böylesine sembolleşen ve çok büyük acılara
tanıklık eden yerlerden anıtlar, müzeler
yapılmıştır. Bunlardan akla gelecek ilk
örnek Alman faşizminin eseri olan toplama kamplarıdır ve Alman faşistlerinin
kaçarken bıraktıkları tüm işkence aletleri, insanların yakıldığı fırınlar, gaz
odaları, insan derisinden yapılan “eldiven” vb. faşizmin kanlı yüzü olarak teşhir ediliyor bu müzelerde.
Ancak dikkat edilirse bu müzeler
zulmü yaşatanlar tarafından değil, mağdurları tarafından kurulmuştur. Oysa ki
Ulucanlar Müzesi bu hapishanede yaşananlardan bizzat sorumlu olan devletin
kendisi tarafından açılmıştır. Diğer yandan burada yaşanan vahşetin kapsayıcı
ve etkileyici bir teşhir değil de çok yüzeysel ve hatta kısmen gerçekle de ilgisi
olmayan bir görünüşü sergilenmek istenmektedir. Bunun böyle olduğu en
açık haliyle TV’lere servis edilen müzenin açılışına ilişkin haberlerde görülmüştür.
1925’te açılan Ulucanlar Hapishanesi 2006’da kapatıldığında kuşkusuz ki
81 yıllık tarihi de sayısız acıyı, büyük direnişleri ve dört duvar arasında sayısız
insanlık dışı uygulamayı barındırmaktadır. Tüm bunları özüne uygun olarak
yansıtmak mümkün olmayabilirdi ama
hapishanede insanca bir yaşam için verilen mücadeleyi, direnişleri bu müzede
sergilememek gerçekleri gizlemek çabasından kaynaklanmaktadır. Bu müze ile
devletin gerçekte yapmak istediği de
kanlı yüzünü perdelemektir. Eğer gerçekten tarihteki örnekleri gibi bir insanlık müzesi açılmış olunsaydı 5. Koğuşu
gezenler 1996’da yaşanan Ölüm Oru-
dan girişte üzerinde taş ve kiremit yığınının diz boyu bir seviyeye ulaştığı
Habip Gül’ün yaralı bedeni size “merhaba” der. Buradaki tanıtım levhasından Habip Gül buradan yaralı olarak
alınır. Her tutsak gibi 200 metrelik işkence koridorundan geçirilir. Havalandırmaya ve vahşetin ortasına adım
atmışsınızdır. Sol tarafınızda küçük bir
boşluktan sonra müşahade bölümünün
duvarı vardır. Abuzer Çat ve Halil
Türker bu duvarın önünde saldırının
cu’nu, derisi kemiklerine yapışmış insanları resmeden heykelleri ve
Hüseyin Demircioğlu’nun yattığı
ranza, onun eşyaları vb. materyalleri görebilmeliydiler. Ama bunların hiçbiri
“tarihiyle yüzleşen”lerce bu müzede sergilenmemiştir. Bu müze eğer tarihi gerçeklere sadık olsaydı. 4. Koğuş’ta, bu
koğuşta yaşanan büyük direnişi unutturmak için adlilerin yaşamını anlatan
heykeller değil, direnişi anlatan heykeller olurdu.
Ulucanlar’da 4. Koğuş’a, koğuşun
havalandırmasından geçilerek varılır.
Koğuşun havalandırması da direnişin
ayrılmaz bir parçası olduğundan müzenin sergilenen bu bölümü havalandırma
kapısından itibaren başlanmalıdır ve
buradan itibaren karşılaşılacaklar şunlar olmalıdır, olacaktır. Daha kapıdan
içeriye adımı atmadan “1999’da 10
tutsağın operasyonda askerin
kullandığı silahlar” denilerek bir camekanında,
ilk saati dolmadan aldıkları yaralar nedeniyle şehit düşmüşlerdir. Bu bölümde
onların cansız bedenleri çatılardan atılan taşlardan, kurşunlardan etkilenmesin diye arkadaşlarınca koğuşun
mutfağına taşındığı görülmektedir. Girişte sağda bir grup tutsağın halay çektiği, 2-3 tutsağın halay çekenleri
ellerindeki kuş lastikleri ile çatıdan ateş
açanlara karşı koymaya çalıştığı görülmektedir. Havalandırmanın bir köşesindeki camekânda göğüs hizasına kadar
itfaiyenin sıktığı köpük içinde kalan bir
tutsak sergilenir. Bunun tanıtım tabelasında “Tüm havalandırma, direniş boyunca bu seviyedeki köpükle itfaiye
araçlarınca doldurulmuştu” yazılıdır.
Havalandırmanın değişik yerlerinde
yaralılar ve onlara yardım etmekte olan
arkadaşları vardır. Koğuşun çatısında
asker-
G-3, Keleş, Akrep, MP-5, çeşitli çaplarda
tabancalar, kullanılan gaz bombaları
sergilenebilir. Havalandırma kapısı askerin birbirine zıt yönlerde olan kule ve
çatıdan açtığı atışlar nedeniyle kurşun
deliklerinden kevgire dönmüştür. Kapı-
lerin bazıları keleşle, pompalı tüfekle
ateş ediyorken, bazıları kiremitleri
söküp havalandırmadaki tutsakların kafalarına atmaktadır. Koğuşa doğru yürürken, koğuş kapısına gelmeden 1-2
metre önce, solda, iki kalenin aynı anda
Özgür gelecek/02
gördüğü bir noktada bir tünel kapağı ve
dışarı çıkmış toprak sergilenmektedir.
Buranın tanıtım tabelasında “medyada
kaçacaklardı manşetiyle verilen devlet
tarafından katliam sonrasında operasyonu meşrulaştırmak için kazılan tüneldir” yazmaktadır. Devletin tünelinin
daha soluna baktığımızda yan yatırılmış
ayakkabılık olarak kullanılan bir dolabın
üzerinde bir şehidi daha görürüz. Tanıtım kartında “Önder Gençarslan,
saldırının ilk anında hafif yaralar aldı.
Fakat ilerleyen saatlerde çatıdan uzak
ve kulelerden açılan ateşler nedeniyle
tekrar vuruldu ve burada şehit düştü”
yazmaktadır. Devlet tünelini 1-2 adım
geçince koğuşun girişine sağlı sollu sıralanan askerlerin ellerindeki kalasların
darbeleri arasında kol kola kenetlenmiş
olarak ilerlemeye çalışan tutsakların
söylediği Enternasyonal sizi karşılar.
Bu vahşeti yüreğiniz kaldırabilmiş ve
koğuş kapısına ulaşabilmişseniz, sizi
orada Ahmet Savran karşılayacaktır.
Ahmet’in atardamarlarından biri parçalanmış. Karşısında elinde damarını parçalayan itfaiye çengeli bulunan bir asker
vardır. Koğuş kapısının kulelere bakan
cephesi delik deşiktir. İçeri girdiğinizde
1.5 metrelik bir boşluk, sol tarafta mutfak ve tuvalet bölümünün kapısı, sağ tarafta yatakhane kısmının kapısı, tam
karşıda iki katlı bir ranza görülür. Ranzanın alt katında Ümit Altıntaş cansız
bedeniyle uzanmakta. Ayak ucunda
Zafer Kırbıyık oturuyor ve kulağının
arkasındaki atardamarının kanamasına
büyükçe bir bezle tampon yapıp zafer
işareti yapıyor. Ümit’in başucunda,
ayakta Mahir Emsalsiz duruyor.
Mutfak-tuvalet kısmına girilince biri
sağ tarafta, diğeri karşıda olmak üzere
birbirine paralel iki mermer tezgâh üzerinde içeri taşınan Abuzer ve Halil’in
cansız bedenlerinin sessizce akan iki
ırmak gibi durduğu görülebilecektir. Yatakhane kısmına girdiğinizde adım başı
irili ufaklı barikatlarla karşılaşırsınız.
Yatakhanenin sonuna ilerlediğinizde çatının sol tarafındaki en son mazgaldan
açılan ateşle kafasından vurulmuş, 18
yaşına yeni girmiş Aziz Dönmez’in
yerde yattığı, çoğu ağır yaralı 5-6 kişilik
bir grup görürsünüz.
İşte Ulucanlar gerçeği… Bugün
devlet “yaşananlarla hesaplaşmak”, “tarihle yüzleşmek” adına kendisinin geçmişteki kimi uygulamalarının yüzeysel
bir görünümünü kitlelere açarak esasta
geçmiştekinden farklı olmayan uygulamalarının üstünü örtmektedir. Bu uygulamaların “müzelik” olduğu, geçmişte
kaldığı yalanı ile kitleler kandırılmaktadır. “İleri demokrasi” manipülasyonuyla
şişirilerek “hesaplaşma-yüzleşme” söylemlerinde ifadesini bulan politikalarla
bu yönlü beklenti içinde olan kitlelerin
tepkileri, öfkeleri söndürülmeye çalışılmaktadır. Ulucanlar Müzesi bu ihtiyacın
ürünü olarak karşımızda durmaktadır.
Bizler de devletin ırkçı, faşist, işkenceci,
katliamcı politikalarının hiçbirinin “müzelik” olmadığını, aksine daha ince yöntemlerle ayrı politikaların devam
ettirildiğini her defasında kitlelere göstermeliyiz. (Bir ÖG okuru)
Özgür gelecek/01
Düştükleri yerde
çoğalanlara...
Üç, beş, yedi
Çoğalarak düştüler yola
El pençe durmadılar düşmana
Savaş savaş
Kavga kavga devleştiler
Munzurlarda
Artık umut onlardaydı
Dağ köylerinden geçip,
Sahipsiz kondularda
büyüttüler sevdalarını.
Ve zamanın adı mayıstı,
Tarih yollara, tarih Diyarbakır’a
kanla yazıldı.
Ve sürdüler yoldaşı işkencelere
Almak istediler yüreğindeki inancı
Getirip ölümü,
Başucuna diktiler yoldaşın
Ölüm çaresiz, onlar ise suskun kaldı
aylarca…
Dışarıdan sesler geliyordu yoldaşa
Dağ köylerinden,
Sahipsiz kondulardan ve
meydanlardan
Sesler geliyordu yeraltından
Diren yoldaş diren…
Bıraktığın yerde sürüyor kavga
Ve yeraltı aydınlanıyor ışığınla…
Bir mum ateşi değilsin yoldaş
Bir meşale,
Kızıl bir nehirsin kavganın
damarlarına yürüyen
Gökyüzünde bir yıldız(sın),
Ve ekmeği olmayan köylüye oruçsun
on iki ayın
on birinde,
İşte yoldaş öyle ki uzaklarda
beklenensin…
Meral gibi,
Ali Haydar gibi,
Kavga olup dillerde çoğalan
İbrahimsin sen geleceğimizi
çelikten yoğuran...
Şimdi!
Gökyüzünün en mavisinden
bakıyorsun yoldaş
Derelerin en yosun tutmaz yanından
yürüyorsun devrime
Suyunu Munzur’dan alıyorsun
kavganın
Ve Vartinik’de yakıyorsun
kavganın ateşini,
Sen gökyüzünden bakarken şimdi
Yine suyu Munzur’dan
harlanmış ateşi dağlardan
yükseliyor kavganın yoldaş…
Uzaklardan dostlara...
(Antep’ten bir YDG’li)
4-17 Şubat 2011
Mücadele
Düşüncede kopuş ve sıçrama temel
bir diyalektik gelişim ilkesidir. Nicelikten
niteliğe doğru sıçramadan bahsederken,
“mücadele, kopuş ve sıçrama”dan bahsediliyor demektir. Bu ne anlama gelmektedir?
Sınıf savaşımının ideolojik-politik-örgütsel-yönetsel konularında ve ortaya çıkan temel sorunlarında nerede, nasıl, nelerden kopuş ve nerede, nasıl, neye doğru
sıçrama yapılacağı konuları önemli bir
yerde durmaktadır. Sıçramadan bahsedildiği yerde kopuştan bahsediliyor, kopuştan bahsedildiği yerde sürekli bir mücadeleden bahsediliyor demektir. Mücadele edilmeden kopuş; kopuş sağlanmadan sıçrama gerçekleşemez. Teorimizin,
stratejimizin devrimci pratik içinde sınanıp denenmesi, savaş alanında örgütsel
gelişimi için “mücadele, kopuş ve sıçramanın” diyalektik gelişim adımlarını iyi
kavramak ve uygulamak gereklidir.
Eskiden, geriden, köhnemişten, her
türlü gericilikten kopuş; bilgide, savaşta,
örgütleme ve yönetmede sıçramak... Eskiden bütünlüklü ve köklü kopuş sağlanmadan sıçrama gerçekleşemez. Burjuvafeodal sistemin sömürücü, bireyci ideolojisinden, yaşamından, kültüründen, alışkanlıklarından köklü kopuş sağlanmadan
proleter devrimci ideolojide sıçrama yapılamaz. İlerleme ve gelişme ancak kopuş ve sıçrama konusunda atılacak ciddi ve güçlü adımlarla
başarılır. Ancak hangi konuda (bilgide-savaşta-yönetme ve örgütlemede) sıçrama yapılmak isteniyorsa
orada mutlaka eskiye,
büyük-küçük burjuva
ideolojisine karşı ciddi
ve köklü bir mücadele görevi var demektir. Mücadele
verilmeden bir kopuş
sağlanamaz ve nitel
ş
u
p
o
K
bir sıçrama yaratılamaz.
Mücadelenin, kopuş ve sıçramanın
olmadığı, yaşanmadığı yerde pratikte
tekrar, ilişkilerde aşınma, örgütsel yaşamda yıpranma, gerileme ve bozulma
başlar.
Demokratik Halk Devrimi yolunda
başarılara imzalar atmış proletarya partilerinin tarihlerine bakıldığında kopuş ve
sıçramanın sayısız ve sonsuz örneklerine
rastlanılır. İdealizme karşı mücadele,
idealizmden kopuşu materyalizmde sıçramayı, metafiziğe karşı mücadele, metafizikten kopuşu diyalektikte sıçramayı,
reformizme-her türden revizyonizme,
düzen içi parlamenter anlayışa karşı mücadele ve kopuş, MLM biliminde sıçrama… Her türden burjuva ideolojisine
karşı mücadele ve kopuş proleter ideolojide sıçrama… Kemalizm’e, ezen ulus şovenizmine, Türk milliyetçiliğine karşı
mücadele ve kopuş, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmada, proleter
enternasyonalizmi savunmada, ve uygulamada sıçrama…
Dar pratikten kopuş, devrimci pratikte sıçrama... Bireyleri örgütleme anlayışından ve pratiğinden kopuş çoğunluğukalabalığı-kitleleri örgütlemede sıçrama... Kendiliğindenlikten, kitle kuyrukçuluğundan kopuş, proletaryanın önder
ve öncü bilincinde sıçrama yapmak... Salt
askeri bakış açısından kopuş, halk savaşı
stratejisinde sıçrama... Gerilla ordusunda
parti örgütlenmesini önemsemeyen,
küçümseyen anlayıştan
kopuş, gerilla ordusunda partiyi örgütleme,
inşa etme anlayışında sıçrama
yapmak...
İbrahim Kaypakkaya
yoldaş, Şafak Revizyonizminin ideolojik-poli-
Okur postası
31
Sıçrama
tik-örgütsel hattına karşı bilinçli ve sürekli mücadele vermeseydi, Şafak Revizyonizminden köklü kopuşu sağlayıp,
MLM biliminde nitelikli bir sıçrama yapamazdı. Kaypakkaya yoldaşın devrimci
yaşamı “mücadele-kopuş ve sıçramaların” sayısız başarılı örnekleriyle doludur.
Kaypakkaya yoldaşın devrimci yaşamında geçmişin, eskinin düşünselpolitik-örgütsel yaşamının hiçbir izine
ve etkisine rastlanamaz. O, her konuda
güçlü mücadeleler yaratmanın, kurmanın, inşa etmenin ve nitel sıçramanın
adı olmuştur.
Bugün gerilla savaşının militan kişiliğini yaratma günüdür. Küçük burjuva nitelik ve özelliklerden köklü kopuşun proleter devrimci nitelik ve özelliklerde sıçramanın günüdür. Düşünsel darlıklara
sınırlılık ve yetersizliklere karşı mücadele, kendini dayatma-kendini yaşamadan
kopuşun halk ve devrim için yaşamada
sıçramanın günüdür. Önder yoldaş Kaypakkaya’nın yaşamı sıçramaların ve sayısız kopuşların yaşamıdır. Bugün Partizancı kişilik yaratmanın bir an olsun vakit kaybedilmeyecek kadar zamanıdır.
Sınıf bilinçli proleterlere, devrimin
savaşçılarına düşen görev, gerilla savaşının militan kişiliğini yaratmak ve bunu
bir çizgi ve süreklilik haline getirerek, savaşı büyütmektir. Diyalektik materyalizmi (mücadele-kopuş-sıçrama) kavramak,
uygulamak ve bunu bir çizgi haline getirme görevi savaşı büyütmenin göreviyle
beraber ele alınmalıdır.
(Dersim’den bir Partizan)
“Muhteşem Yüzyıl”ı bir de reayaya* soralım!
“Şalvarı şaltağ Osmanlı,
Eğeri kaltağ Osmanlı,
Ekende yoğ, biçende yoğ,
Yiyen de ortağ Osmanlı”
Kanuni Sultan Süleyman’ı ve onun
dönemini anlatan “Muhteşem
Yüzyıl” dizisi tartışılmaya devam
ediliyor. Kimileri dizinin Osmanlı’yı
küçük düşürdüğünü iddia ederek yayından kaldırılmasını istiyor kimisi ise
“şanlı tarihimizin” bir dizi vesilesi ile
yeniden gündeme gelmesinden memnun görünüyor. Tartışmaların odak
noktasını ise padişahın haremi oluşturuyor. Tartışmalar padişahın
savaşlarda; evinden, ailesinden
koparılarak köleleştirilen değişik uluslardan kadınların toplandığı haremle
kurduğu ilişkiye sıkışmış durumda. Bu
noktada yaşanan anlaşmazlık ise Osmanlı’nın muhteşem geçmişinin olumlanması üzerinden yükseliyor. Yani
özetle Osmanlı’ya laf yok!
Bir yandan her fırsatta “büyük” bir
devrimle yeni ve genç bir Cumhuriyet’in
kurulduğu söylenir öte yandan her daim
bu dizide olduğu gibi Osmanlı kutsanır.
Ortada büyük bir kopuş varsa bu nasıl
gerçekleşiyor? Kanuni döneminde sınırların genişlemesi, savaşların kazanılması gibi örneklerle bu devrin
muhteşem olduğunun altı çiziliyor.
Padişahların gözüyle bakınca böyle bir
dünyanın görünmesi şaşırtıcı değil elbette. Durduğunuz yer tarihe bakış
açınızı da belirler. Tarihin tekerleğini
ileri taşıyan ezen ve ezilen arasındaki
mücadeledir. Bu yüzden Osmanlı’ya bir
de vergilerle zincire vurulan, ezilen
köylülerin, yurtları Osmanlı tarafından
yerle bir edilen emekçilerin gözünden
bakmak gerekir. Bir de onlara sormalı
Osmanlı’yı değil mi? Osmanlı askeri,
emekçi yığınlar için korku ve zulmün
temsilcisidir. Buna ilişkin yakılan ve
bugüne ulaşan sayısız ağıt vardır.
Kasaların emekçilerin, yığınların emeği,
savaş ganimetleri ile dolduğu bir
dönemde yönetimin adil olduğunu
söylemek ne kadar inandırıcı? Feodalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada Osmanlı sınırları içindeki tüm ulusların
özgürce ve refah içinde yaşadığına mı
inanalım? Bu bir vampirin asla kan
içmediğini iddia etmesi gibi bir şey olmalı! Padişahlar, sadrazamlar, ağalar,
şeyhler halkın sırtından sefahat içinde
yaşarken milyonlarca emekçi açlık ve
yoksullukla kıvranıyordu. Osmanlı’nın
tarihi köylü yığınlarının bu despot,
zalim ve soyguncu düzene karşı ayaklanmaları ile doludur. Tarihe bakarken
bunu da unutmamak gerekir. Çünkü bir
gün gelir bu tarihin yapıcıları sizden
bunu hesabını sorar.
* Reaya kelimesi, sürü, otlatılan hayvan sürüsü; hükümete itaat eden ve vergi
veren halk manalarına gelen “raiyyet”in
çoğuludur.
32
“Sendikamız
Desa’nın peşini
bırakmayacak!”
İstanbul: Düzce ve İstanbul
Sefaköy’de bulunan Desa fabrikalarında Deri-İş’te örgütlü işçilere yönelik baskılar sürerken,
işçiler yaptıkları eylemlerle seslerini duyurmaya çalışıyor. 22
Ocak günü Deri-İş Sendikası tarafından Taksim’de düzenlenen
eylemde bir araya gelen Çorlu’da
direnişte olan Grup Suni Deri işçileri ve Yeşil Kundura işçileri,
Düzce ve Tuzla’dan deri işçileri,
İstiklal Caddesi’ni eylem alanına
dönüştürdü.
Aileleriyle birlikte gelen işçilerle yaptığımız sohbetlerde, işçiler, sendikaya olan güvenlerinden, sendikanın yaptığı eğitim çalışmalarının faydalarından ve sendikalı olmanın onur
verici bir durum olduğundan
bahsettiler. İşçilerden Şafak
İnan ve Reyhan Üstüner, bu
eylemin seslerini duyuracaklarına inandıklarını, asla kararlarından ve sendikalı olmaktan vazgeçmeyeceklerini söylüyorlardı.
Eşine destek olmak için Düzce’den gelen Nagihan Bakaç
da, sendikalı olduktan sonra
eşinin çok değiştiğini, eskiden
eve hep sinirli dönerken şimdi
daha mutlu döndüğünü söyledi.
Eşinin önceden fabrikada çok
ezildiğini, ama sendikalı olduktan sonra kendine güveninin
arttığını ve artık amaçlarının
sendikayı fabrikaya sokmak olduğunu söyleyen Bakaç sözlerine şinları ekledi: “Patronlar
kendilerini düşünür ancak. Biz
de kendimizi düşünürüz o zaman. Bu yüzden sendikayı çok
önemsiyoruz.”
Deri işçilerinin yürüyüşe başladıkları sırada, DEDEF’in eylemiyle karşılaşma anı görülmeye
değerdi. Yürüyüşünü cadde üzerindeki DESA mağazası önünde
sonlandıran Deri-İş adına açıklamayı genel başkan Musa Servi
yaptı. Polisin mağaza önüne yoğun önlem aldığı eyleme YDK,
DDSB, YDG, Genç-Sen ve birçok kurum da destek verdi.
Özgür Gelecek
gazetesi olarak
direniş çadırına
gittiğimizde
işçiler bize
kundaklamada
kullanılan benzin bidonlarını
gösterdiler.
4-17 Şubat 2011
Özgür gelecek/02
DESA’da sonuna kadar devam!
İstanbul: DESA Fabrikası’nda Deriİş Sendikasının örgütlenme çalışması üç
yıldır kesintisiz sürüyor. Sendikanın
Düzce ve Sefaköy’de bulunan DESA fabrikalarında örgütlenme çalışmalarına hız
vermesi karşısında tedirgin olan patron,
çareyi işçileri işten çıkarmakta buldu.
17 Ocak’ta sendikanın toplantısına katılan işçiler ve onların akrabaları işten çıkarıldı. Sendika çalışması yürüten
işçilerin sendikayla ilgisi olmayan yakınlarını bile işten çıkaran DESA patronu,
gemi azıya almış durumda.
İşçileri
teker
teker
çağırarak
tehdit
ve hakaret eden
patron,
zorla çıkış kâğıtlarını imzalatarak işten çıkarmanın hukuki
kılıfını hazırlamaya çalıştı.
Ancak tüm baskılara
rağmen işçiler 18
Ocak’ta fabrika
önünde direnişe geçerek
saldırılar karşısında geri
adım atmayacaklarını ilan
etti. Biz de Özgür Gelecek
gazetesi olarak işçileri ziyaret ederek direnişe
neden geçtiklerini sorduk.
“Emeğimizin karşılığı için sendikaya gittik!”
- Sendikaya nasıl
üye oldunuz?
Nevzat Ülkü: 6 yıldır
DESA’dayım, parça başı
çalışıyoruz. 1-2 yıldır ücretler için görüşmeler yaptık ustalarla, müdürlerle ama
bir türlü patrona ulaşamadık. Asgari ücrete talim ediyorduk. Sanat gibi bir iş yapıyoruz aslında. Maalesef emeğimizin
karşılığını alamadık. Emeğimizin karşılığını almak için sendikaya gittik. Sendikalı
olduk diye bizi kapı önüne koydular. Biz
de burada hakkımızı alana kadar direnmeye kararlıyız. Bir haftadır direnişteyiz.
- Patronla hiç görüştünüz mü?
- Patronla görüşmeler oldu. Patron
aynı şartlarda gel çalış diyor. Aynı şartlarda çalışacaksam bir yerlere başvurmazdım. Hakkımı vermiyor, gel 700TL’ye
çalış diyor. Aile geçindiriyorum ben.
Sonuç itibariyle hakkımı alana kadar
Sınıf kardeşlerinden DESA’ya ziyaret
İstanbul: Eğitim, sağlık ve metal işçileri DESA işçilerine bir ziyaret gerçekleştirerek sınıf dayanışmasını büyüttü. 20 Ocak günü saat 10.30’da Sefaköy’de bulunan DESA fabrikası önünde biraraya gelen kitle “Sendikalaşma
hakkımız engellenemez” pankartı açarak “Yaşasın sınıf dayanışması”
sloganın haykırdı. Eyleme Eğitim-Sen ve Birleşik Metal-İş üye ve yöneticileri
de destek verdi.
buradayım. 1984-88 yıllarında sendikalı
çalıştım. Sendikayı bildiğim için sendikaya olumlu baktım. Fakat içerdeki arkadaşların fazla bilgisi yok bilinçsizler.
İçerdeki baskıdan dolayı fazla hareket
edemiyorlar. Sonuna kadar devam. Sendika sağ olsun sonuna kadar destek oluyor, her türlü ihtiyacımızı karşılamaya
çalışıyor.
Partizan’dan
DESA işçilerine
ziyaret
İstanbul: 25 Ocak günü Partizan tarafından direnişteki DESA
işçilerine bir dayanışma ziyareti
gerçekleştirildi.“Birlik-Mücadele-Zafer” pankartı açan Partizan
kitlesi sloganlarla işçilerin yanına
geldi. Partizanlar işçilerle sohbet
ederek direniş hakkında bilgi aldı.
Grup Suni’de saldırı ve direniş keskinleşiyor
İstanbul: Meşru hakları olan sendikaya üye oldukları gerekçesi ile işten
atılan Grup Suni Deri işçilerinin
mücadelesi tüm baskılara rağmen
devam ediyor.
Çorlu Ulaş bölgesinde süren direniş
Trakya’nın keskin soğuğuna rağmen
işçilerin ateş başındaki sohbetleri
eşliğinde sürüyor. Tüm kötü koşullara rağmen devam eden direniş,
fabrikada çeşitli kazanımları berberinde getirmişti. Servis, yemek vb.
ihtiyaçlar direniş sayesinde düzene
sokulmuş durumda.
Ancak bir yandan da saldırılarında
daha da pervasızlaşan Suni Deri patronu, gerici-faşist örgütlenmeler
aracılığı ile fabrika içindeki sendikalı işçilere de silahlı tehditte bulunarak, sendikal faaliyeti engellemeye
çalışıyor. Alperen Ocakları aracılığıyla direniş çadırı sürekli taciz altında tutuluyor.
Direniş çadırı kundaklandı,
yetmedi yıkıldı...
15 Ocak günü İstanbul’da Alfa Suni
Deri ve Yeşil Kundura önünde
güçlü eylem gerçekleştiren işçilerin
bir gün sonra çadırı kundaklandı.
Özgür Gelecek gazetesi olarak direniş çadırına gittiğimizde işçiler bize
kundaklamada kullanılan benzin bidonlarını gösterdiler. Direnişin kış
dönemine denk gelmesi nedeniyle
yakacak malzeme depolayan işçilerin malzemeleri ve giyecekleri de talan edilmişti. Gece saat 22.30 sıralarında yapılan saldırı, fabrika güven-
liğinin on metre ilerisinde gerçekleşmesine rağmen güvenlik memuru
konu hakkında bilgisinin olmadığını
söylüyor.
Saldırı ile ilgili savcılığa suç duyurunda bulunan işçilerin çadırı ardından
da jandarma tarafından yıkıldı. Böylece jandarma desteği ile direniş çadırı toplam altı kez yıkılmış oldu.
Çadırın her yıkılışından sonra işçiler
tekrar çadır kurarak direnişi sürdürdüler/sürdürüyorlar.
Alfa Suni Deri çıkmazda;
“Beni rezil ettiler!”
Grup Suni Deri’nin kâr ortağı olan
Alfa Suni Deri önünde 15 Ocak’ta
bir basın açıklaması gerçekleştirilmişti. Eylemin ardından Suni Deri
patronu Grup Suni Deri ile kâr ortaklığını gizleyerek kendisinin bu
süreçle hiçbir alakası olmadığını belirtti. Konu hakkında Deri-İş Sendikası yetkililerine açıklama yapan
Alfa Suni Deri patronu “yapılan
eylemle bölgedeki fabrikalara
rezil olduğunu” söyledi.

Benzer belgeler

Özgür Gelecek Sayı: 01 - PDF Olarak okumak için Lütfen Tıklayın

Özgür Gelecek Sayı: 01 - PDF Olarak okumak için Lütfen Tıklayın Kartal: İstasyon Cd. Dörtler Ap. No: 4/2 Tel: (0216) 306 16 02 Ankara: Sağlık 1 Sk. No: 17/19 Çankaya Tel: (0312) 430 67 65 İzmir: 856 Sokak, No: 48/203 Kemeraltı Konak, Tel: (0232) 446 78 07 Malat...

Detaylı