Askeri Okulda Irtica Paranoyasi
Transkript
Askeri Okulda Irtica Paranoyasi
Eşekler Sınıfı ‘Askeri Okulda irtica Paranoyası’ Roman- Hatıra Faruk Arslan İÇİNDEKİLER Eşekler Sınıfı İÇİNDEKİLER [Faruk Arslan] ÖNSÖZ TANITIM: Birinci Bölüm: Odun Pazarı Duası İkinci Bölüm: Kader-Denk Noktası Üçüncü Bölüm: Beton Kemal! Dördüncü Bölüm: Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati Beşinci Bölüm: 307’in Sırrı Altıncı Bölüm: Tommiks Nurullah! Yedinci Bölüm: Asker çocuğu olmak Sekizinci Bölüm: Eşekler Sınıfı’nın Lakapları Dokuzuncu Bölüm: Kıbrıs Fatihi Onuncu Bölüm: Pabucumun Onbaşısı, Çavuşu, Üstçavuşu ve Başçavuşu Onbirinci Bölüm: Everest Ferruh ve 314’ün Sırrı Onikinci Bölüm: Kalorifer Dairesi’nde Sigaralı Namaz Onüçüncü Bölüm: Cinlerin general tasfiyesi! Ondördüncü Bölüm: Orhan Asteğmen Onbeşinci Bölüm: İhlas Kitap Evi! Onaltıncı Bölüm: 35. Madde Onyedinci Bölüm: Namaz Kılma Modası! Onsekizinci Bölüm: Kopya çetesi! Ondokuzuncu Bölüm: Ilgaz Dağı Kampı Yirminci Bölüm: Darbe geleneği Yirmibirinci Bölüm: Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi? Yirmi İkinci Bölüm: CIA-Mossad Operasyonu Yirmi Üçüncü Bölüm: Said Nursi ve Nur Akımı! Yirmidördüncü Bölüm: Yanlış giden bir şey var ama ne! Yirmibeşinci Bölüm: Takiye Dönemi! Yirmialtıncı Bölüm: Son Kış Tatili Yirmiyedinci Bölüm: Operasyon Başlıyor! Yirmisekizinci Bölüm: Köstebek, Muhbir ve Dost Kazıkları! Yirmidokuzuncu Bölüm: Dayanılmaz İşkenceler! Otuzuncu Bölüm: Yunus Peygamberin Duası Otuzbirinci Bölüm: Kolumu kır abi! Otuzikinci Bölüm: GATAkulli Otuzüçüncü Bölüm: Rambo Ferruh! Otuzdördüncü Bölüm: Genelkurmay’a dava! Otuzbeşinci Bölüm: Kayserilinin Eşek şakası! Otuzaltıncı Bölüm: Oğlum, Orduna Kavuşacaksın! Otuzyedinci Bölüm: Halim Dağlar’ın Mektubu Otuzsekizinci Bölüm: Yakazatan Ruhların Buluşması! Otuzdokuzuncu Bölüm: Tokatlı Ünal’ın Mektubu 1 [Faruk Arslan] 12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde yüksek eğitim gördü ve 2011’de tamamladı. Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler Derneği üyesidir. 2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009’dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor. Yayımlanmış Eserleri: • Matrix'in 11 Eylül Kurgusu • Hazar'ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları • Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu • Petrol Satrancı veya Hazar'da Petrol Kurdu • Kanada'ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada • Mesih'in Hızır' ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi • Keşmir' de Hz. İsa Efsanesi • September 11 Fiction of Matrix (English) • Vadi'nin Şifresi Çözülüyor veya Kurtlar Vadisi Fenomeni • Esra'rlı Sosyolojik Tahliller • Karakutu Ergenekon'un Karanlık İsmi: Tuncay Güney • Mason Bektaşiler • Eşekler Sınıfı: Askeri Okulda İrtica Paranoyası • İlk Muhacirler Azerbaycan • Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler • Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English) • Tevhid Havarisi Barnaba • Sociological Writings in the Canadian Perspective (English) • Merchant Splitting and Processing Plant: Business Plan (English) • Teşkîlât-ı Ergenekon • Türkistan ve Ötesi : Gezdiklerim, Gördüklerim • Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj 2 ÖNSÖZ Bireysel hafıza, toplumun ortak hafızası ve vicdanının, sembolü, temsilcisi ve numunesine dönüşebilir. Güç sahibi elitin kurumsallaştırdığı yanlışlıkları sorgular. Sosyal yapıyı kurgulayanların yazdığı resmi tarihe yeni paradigmalar sunar. Ortak hafıza, bireylerin hafızalarını ortaya koymaları sayesinde yavaş yavaş oluşur. Vicdan ehli, elini vicdanına koyar ve ortak şuur ve aklın gereğini yapar. Toplumun balık hafızası, bireysel hafızalarla unutulmuşluktan kurtulur. Eşekler Sınıfı"nı yazmam, belki de benim hayatımda yaptığım en büyük eşeklik! Unutulmuş bir acıyı, korkuyu, sevgiyi ve drama-komediyi, derin çukurunda bırakmam gerekirdi. Bırakamadım. İnanın kendimi çok zorladım unutmak için. Hiç hatırlamak istemediğim geçmişim beni bir hayalet gibi yıllardır kovaladı. Ruhumun iç barışını bulması için ne olursa olsun, yazmalıydım. Bu eser, 1987"den beri son 24 yılda tam dört defa yazıldı ve çöpe atıldı. Her defasında sıfırdan başladım. Askeriye yıllarını 'Minyeli Abdullah' romanında olduğu gibi Mısır'da geçirerek romanlaştırmaya karar vermiştim. 18 yaşında, Alanya'da inzivaya çekilip yazmaya başladım. Hava Kuvvetlerinden emekli olduktan sonra Alanya'ya yerleşen astsubay babam Osman “Kafayı yemiş bu çocuk" diyerek yazdıklarımı çöpe attı, yılmadım. Alanya"da bir gün dükkamıza giren hırsız kasada para bulamayınca kasanın yanında duran yazdığım kitabın nüshaları bulunan çantayı götürmüştü. Babam, ‘Hırsız neyin kıymetli olduğunu biliyor'diye alay etti, bu takılmaya aldırmadım. Hırsız çantayı Akdeniz'in serin sularına savurmuştu. Bir gün sonra yazdığım kitabın nüshaları ıslak biçimde sahile vurmuştu. Aldığım tüm not ve bigiler yok olmuştu. Artık sadece bireysel hafızama güvenmeliydim. Bundan dolayı hata yapabilirdim. Yaptımsa af ola... Sıfırdan inatla yeniden yazdım. 1980"lerin sonunda tamamladığım ilk yazdığım romanımın adı “Ateşle Oynamak"tı. Yayımlanması için 1990 Ağustos"unda Timaş"ın sahibi ve Zaman gazetesi yazarı olarak tanıdığım Hekimoğlu İsmail'e götürdüm. Evinde yaptığımız görüşmede şunları söyledi: “Oğlum ben meşhur bir yazarım. Harp okulundan atılan bir evladımızın başıörtülü annesinin gözyaşlarını köşe yazımda yazdım diye 163. Maddeden 3 yıl hüküm giydim. Sen daha çok gençsin. Bu romanın nedeniyle gençliğini hapishane köşelerinde çürütmene gönlüm elvermiyor.” Eğitimci ve yazar Ali Çankırılı"ya verilen romanım yok edildi. Zaman gazetesinde mazlumların kaleminden çıkan yüzlerce mağdur hikayesini kesip saklayarak bir dosya oluşturmuştum. Bu dosyayı çoğaltıp 1990"da İstanbul"da mağdur astsubayların kurduğu Re"sen Emekliler Derneği aracılığıyla 450 milletvekiline sunduk. Hepsinin korkudan ödü patladı desem yalan olmaz. Kimse askeriyeyi karşsına almak istemiyordu. Haklılardı da. Militer ve totaliter bir demokrasi ile yönetiliyorduk. Askeri vesayet rejimi altında politika yapan siyaset dünyasından aşırı beklenti içinde olmak bizim safdilliğimizdi. Henüz subaylar ordudan atılmaya başlamadığı için kamu oyu konuyla fazla ilgilenmiyordu. Kim takardı astsubayları... 3 1990"lı yılların sonunda bu sefer araştırma-deneme tarzında kitabı yeniden yazdım. Yeni ismi ‘Militer Demokrasi' idi. Bu defa ben yetersiz bularak çöpe yolladım. Kimilerine göre ‘Amerikancı', kimilerine göre ‘dinci', kimilerine göre ‘kafatasçı' denilerek ordu içindeki dindar müslümanlara yönelik bir ekip tasfiye haraketi yürütüyordu. Toplum hafızasını yitirmiş gibi şaşkındı, Genelkurmay aymazlık içindeydi. Devlet içinde emir-komuta zinciri dışında bir odak, onları orduda istemiyordu. Bu, bir tasfiye operasyonuydu ve her tasfiye operasyonunun doğal sonucu yeni bir kadrolaşmaydı. Bu kadar insan ordudan atılınca yerleri boş kalacak değildi ya! Ciddi bir kadrolaşma gerçekleşti ve bugün de bu süreç devam ediyor. Namaz kıldığı için, eşinin başı örtülü olduğu gibi sebeplerle ordudan atılan epey kişi tanıdım. Onların, ordudan atıldıktan sonra yaşadıkları bunalımlara şahit oldum. Psikolojisi bozulanları, eşlerinden ayrılanları, Türkiye'yi terk edip başka ülkelere gidenleri, yabancı istihbarat örgütlerinin "bize çalış" teklifleriyle karşılaşanları, hatta intihara kalkışanları bilirim. Bütün yaşadıklarına rağmen içlerinde hayata yeniden tutunan, kendisine yeni bir yol çizen, üstüne üstlük yeni hayatlarında çok daha başarılı olup iyi kazanan, toplumda saygın mevkiler edinenlere de rastladım. Bocalayan ve hayatda hiç bir dikiş tutturamayan onlarca insanı yakından gözlemledim. Hepsine toplumda cüzzamlı muamelesi yapıldı. Bazıları bu konuyu onur meselesi yaptılar ve haklı bir hak mücadelesi yürüttüler. Henüz gasp edilen haklarını aldıkları söylenemez. 2000"li yıllarda yazdığım hikayenin adı ‘Harbiyeli Gazeteci' oldu. Ancak bitiremedim. Astsubaylar, toplumda küçümsenir, aşağı seviyede görülür, hayatlarına değer verilmezdi. Ordudan atıldığımı söylediğim pek çok aydın arkadaşım, “İyi olmuş, astsubay olacakta ne yapacaktın?” diye tepkiler vermişti. Onların hayatları hayat değil, mağduriyetleri küçük, acıları kabul edilebilirdi. İşte bunu kabullenemezdim. Ordunun büyük çoğunluğunu oluşturan çilekeş astsubaylara hep haksızlık ediliyordu. Bugüne kadar medyada YAŞ kararları ile ordudan atılan subaylara hep değinildi. Ancak astsubay ve askeri lise öğrencilerine fazla yer verilmedi. Bu boşluğu, eksikliği doldurmalıydım. Her hayat bir romandır, astsubay öğrencilerinin dramıda roman olmayı hak ediyordu. Bu eser, çok sevdikleri askeri okullarından haksız yere atılan üç binden fazla vatan evladının aziz hatırasına hasredilmiştir. 1987"den beri yedi bine yakın astsubay, üç binden fazla subayda aynı kaderi paylaştı. Ayrıca annem Nehire Arslan gibi üzüntüsünden ağlayarak kahrolan ve hayata gözlerini yuman nice mağdur annelere ve halen ızdırap çeken yakınlarına ithaf olunur. Faruk Arslan Toronto, Kanada 27 Haziran 2011 TANITIM: “GATAkulli” numarasını ilk icat eden Ergenekon zanlılarından önce “Eşekler Sınıfı”dır. Bir askeri okulda gerçekten yaşamış olan bu sınıfın “Eşekbaşı”sı olarak Ferruh Kaplan, ‘eşekce’ sorular soruyor: Ordumuzda Suriye’daki mezhepçi Baas rejimi benzeri Alevi-Sol-Mason bir cunta mı var? 1986’da başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki irtica operasyonu bir CIA-Mossad ürünü müydü? Bugüne kadar askeriye ile ilişkisi kesilen on bine yakın dindar subay ve astsubaya kimler komplo kurdu?YAŞ kararları alınırken komutanların önüne konan her dosyada neden Turgay Cüce’nin ifadesi yer alıyordu? İşkence altında alınan ifadelerin altını dolduran istihbarat elemanlarını Mossad mı eğitti?Tahsin Şahinkaya 1 Numara mı? Askeri okullardan başlayarak subay ve astsubayları yönlendiren Doğu Perinçek kimden emir alıyordu? Orduya sızan yabancı güçler ve yerli işbirlikçilerinin emrındekı ve emir-komuta zinciri dışındaki bu odak, dindarları neden orduda istemiyordu? Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları kararı ile askeri okulla ilişkisi kesilen dindar askeri öğrencilerin dramı, ilk defa gerçek bir yaşam öyküsü ile yazılıyor. 4 Birinci Bölüm: Odun Pazarı Duası Ferruh, Eskişehir Yıldıztepe Hava Kuvvetleri Lojmanlarında Bademlik"e bakan tepenin üstünde oturmuş güneşin batışını seyrediyordu. Açık kahve renkli şahin gözleri bir süredir yolda kalmıştı. Dört gözle postacıdan gelecek haberi bekliyordu... Dile kolay, üç yıldır hayalini süsleyen askeri liseye belki de girecekti. Şehit ve vazife malulü subay/astsubay, uzman jandarma, uzman erbaş, erbaş ve er çocukları/öz kardeşleri ile muvazzaf veya emekli subay/astsubay çocuklarında okul bitirme derecesi aranmıyordu. İlkokul öğretmenlerine astoranot olacağını söylemişti ama aslında oda babası gibi asker olmak istiyordu. Eskişehir Cumhuriyet Lisesi"nde ortaokulu 1983 Haziran"ında yeni tamamlamıştı. Bıyıkları yeni terlemiş henüz 14 yaşında bir delikanlıydı. Ergenlik dönemine adım atalı bir ay bile olmamıştı. Mahallede genç erkek çocukları sık sık ‘milli’ olmaktan bahsederdi ama ne manaya geldiğini çözemezdi. Çok saftı, utangaç, mahçup bir çocuktu. Muhallebi çocuğuydu, çıtkırıldımdı, annesinin kuzusuydu, yumuşak huyluydu ama inatçı inatçıydı. Ortaokul öğretmenleri Ferruh"un hedefini bildikleri için fen ve matematik derslerinde ortalamayı tuturmasında yardımcı olmuşlardı. Okulun tüm bilgi yarışmalarında sınıfı adına seçilen isimdi. Sadece kızların değil erkeklerinde iyi okuyabildiğini ispatlamıştı. Sınıfındaki erkekler ya top oynar veya okulu eker sinemaya giderdi. Biraz daha haylazsa eline sapanı alan kuş avlamaya çıkardı. Kızlar gibi güzel okuduğu için sınıfındaki erkekler ona „ Kız Ferruh" diyordu. Zayıf bünyeliydi, çelimsizdi. Tüm kavgalarda sopa yediği için şiddet olan yerden kaçardı. O"da oğlanlarla değil kızlarla oynardı. İpler atlar, beş taş oynardı. Ortaokulun tüm sınıflarını teşekkür ve takdir belgeleriyle geçmişti. Çok kitap okuyan, kitaplar dünyasında yaşayan, içine kapanık, hiç konuşmayan, utangaç ve asosyal bir kişiliği vardı. Kapalı bir kutuydu, "saf veya aptal" olduğunu düşünenler çoktu. Su katılmamış bir kitap kurduydu. Eline ne geçse okurdu. Teksas, Tommiks veya Zagor çizgi romanlarını da okurdu, Victor Hugo"nun Sefillerini de.Seyyid Kutup"un Yoldaki İşaretler kitabını da okurdu, Gırgır ve Fırt mizah dergilerini de. Roman okumayı severdi. İlk okul çağlarından beri yüze yakın roman okuması galiba hayal dünyasında dolaşmasına yol açıyordu. Hayal kurmak fakirin ilacıydı. Bu devrede ayrım yapmadan , Türk ve dünya klasiklerinden aşk romanlarına kadar eline geçen herşeyi okuyordu. 11 Yaşında Ahmet Cemil Akıncı'nın Peygamber Tarihi romanlarını, 12 Yaşında Seyyid Kutub'un ' Yoldaki İşaretler'ini, 13. yaşında İmam Gazali'nin ' İhyaül Ulum Din'ini, 14 yaşında Kutub'un ' Fizalil Kuran' tefsirini bitirmişti. 1980 ihtilalinde 12 yaşlarındaki akranlarına göre Ferruh"un okuma alışkanlığı pek normal sayılmazdı.Gençlik okumuyordu. 5 Ortalama bir Türk genciydi. Sinemaya gitmeye bayılırdı. Kılıçoğlu sinemasına gelen kaliteli filmler tercihiydi, ara sıra karate filmlerine takılırdı. Asri sinemasında, döğüş filmleri arasına „parça" koyması nedeniyle gençleri çekiyordu. Erotik sahnelere bakmaz, gözlerini kapatırdı. Sokakta küçük iken misket oynardı ama oldukca sert geçen futbol maçlarından uzak dururdu. Hergün başa bir renge bürünen kirli Porsuk çayında yüzülemiyordu. Allahtan Eskişehir hamamlarındaki havuzlar muhteşemdi. Her hafta sonu hamam uğrak yeriydi. 7 yaşında yüzmeyi öğrenmişti, balık gibi yüzüyordu. Ortaokul ve liselerde, öğrencilere askerî liselere girmeleri tavsiye ediliyordu. 12 Eylül 1980 öncesi kol gezen anarşi zihinlerde halen çok canlıydı. O yıllarda okumak zorlaşmıştı. Anarşi orta okullara kadar sirayet etmişti. Sürekli çatışmaların olduğu bir ortamda ilk okulu okuduktan sonra yaşanan 12 Eylül darbesini erişmişti. Terör bir günde bitmişti. Korkusu ise bitmemişti. Ortaokula bu zor günlerde devam etmişti. Askerî okullar bir çıkış ya da kaçış kapısı gibiydi, çok rağbet edilen okullardı. 1970"li yıllardan beri orada eğitim dışarıdaki o kargaşadan biraz daha bağımsız olarak yürütülüyordu. Üniversite tahsili yapmanın çok zor olduğu ve sürekli silâhlı çatışmalarda ölen öğrencilerin olduğu bir dönemde aileler de çocuklarını askerî okullara yönlendirmeye çalışıyordu. Hem de başarılı öğrenciler genellikle askerî okullara girme gayreti içerisindeydi. Bu bakımdan askerî okullar çok revaçtaydı.Sakin, sıradan bir yaşantısı olmasını, ordusuna, milletine hizmet etmeyi hedefliyordu. Ferruh"un dedesi, amcası, dayısı hep askerdi, bu nedenle silâhlı kuvvetlere karşı ayrı bir sempatileri vardı. Orayı Cumhuriyetin bekçisi olma konumu olarak görüyorlardı. Bu ailenin de tavrıydı. Askerlik Ferruh"u daha çok “Peygamber ocağı” olması boyutuyla cezbediyordu. Ortaokul 1. sınıfta Hasan adında bir Din Dersi öğretmeni vardı. Namaz kılmayı ondan öğrenmişti. Dindar bir öğrenci oluşu, çok hoşuna giderdi. Ortaokul 3. Sınıfta Edebiyat öğretmeni Kemal bey model aldığı insandı. Hem dindardı hem modern hemde çok kültürlü bir entellektüeldi. O bir gün sınıfa bir Kuleli Askerî Lisesi talebesini getirdi. O öğrenci bir yıl önce Cumhuriyet Lisesi ortaokulundan mezun olmuş birisiydi. Onu sınıfta üniformalarıyla görünce içine bir ateş düştü. Silâhlı kuvvetlere girmek arzusu depreşti. Kuleli Askerî Lisesi için çok gayret ederken bir gün de okulda Deniz Lisesinin broşürlerini gördü. Beyaz üniformalı öğrenciler melek gibi gözüktü... 1983 yazı askeri okulların imtihanlarına hazırlıkla geçmişti. Babası, sınıfındaki zengin çocukları ve pek çok akranı gibi ona özel hoca tutamamıştı. Yeni açılan hazırlık dersanesi çok pahalıydı. Eskişehir 1. Ana Jet Hava Üssünde Kıdemli Hava Kuvvetleri Başçavuşu olan babası astsubay Orhan Kaplan"ın memur maaşı ancak boğazlarına yetiyordu. Küçüklüğü yokluk içinde geçen babası çok tutumluydu, 20 yıldır aynı televizyonu, çamaşır makinesi, buzdolabını, koltuk ve mobilyaları kullanıyorlardı. Eve yeni bir şey alındığı nadirattandı. 6 Üç kardeştiler. Üç yaş büyük ağabeyi Örsan okumamıştı. Tüm ortaokulu kuş avlamakla geçirmiş Örsan"ın okuması mucizeydi. Tüm dersleri Beden Eğitim ve Müzik hariç sıfırdı. Lise 1"de üst üste iki defa çakınca babası onu okuldan almış, Eskişehir sanayisinde bir kamyon karasörcüsüne „ eti senin, kemiği benim" diyerek çırak olarak vermişti. Abisi artık kaçamak yapamıyordu. Asgari ücretin altında günde 16 saat çalıştıran ustasında insaf yoktu. Herün eli yüzü karalar içinde geliyor, yorgunluktan sızarak uyuyordu. Örsan "ın anadan emdiği süt burnundan gelmişti. Aldığı üç kuruşu kaybettiği enerjiyi almak için her gün satın aldığı çikolatalara harcıyordu. Babası Orhan dalgasını geçiyordu. Örsan, çocukluğundan beri haytaydı. Örsan"ın yaramazlıkları nedeniyle epey bedel ödemişti Orhan. Ya Örsan"ın sapanından çıkan taşın kırdığı bir camın bedeliydi bu. Ve yahutda dövdüğü bir sokak çocuğunun anne veya babasından işittiği azar. Öğretmenlerinden duyduğu sözleri hiç saymıyordu bile. „Siz nasıl terbiye verdiniz bu çocuğa der" gibiydiler. Orhan, şimdi keyifli keyifli intikam alıyordu. Aslında Örsan bir sanat bir meslek öğrendiği için seviniyordu. Sanat altın bilezik sözünü ezberlemişlerdi. Orhan, asla duygularını belli etmezdi. Sert yapılıydı. Astığı astık, kestiği kestik, otariter bir ev erkeğiydi. Eşi veya herhangi bir aile ferdi onun sözü üzerine söz söyleyemezdi. Küçük iken Örsan"ı çok dövmüştü. Odaya haspetmişti. Sokağa sıkma yasağı koymuştu. Hiç biri fayda vermedi. Ne yaptıysa tam tersini yapan inatçı bir çocuktu. Ne dayaktan anlıyordu nede küfürden. Gece yarısına yakın işten yorgun argın dönen Örsan"ın gülmeye mecali kalmamış asık suratına artık tokat yerine acılı sözleri patlıyordu: Okumazsan işte böyle ezilirsin. Kuş avlamaya benzemiyor değil mi? Örsan"ın hazin durumu Ferruh"u daha fazla kamçılıyordu. „Okumazsan ya çöpcü olursun yada abin gibi sanayide elleri paslı, poposu isli bir işçi! " Bu sözleri sık sık tekrarlayan annesi Neslihan"dı. Büyük oğlunun durumuna en fazla üzülen, iç geçiren oydu. Boş yere dememişlerdi, „ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar" diye. Elinden bir şey gelmiyordu. Babası Orhan kendi hatalarını kesinlikle kabul etmez, hep anne Neslihan"ı suçlardı: Bu oğlanı bu hale getiren sensin. Yeter, artık koruma şu serseriyi. Hastaydı annesi. Hemde onbeş yıldır. Milyonda bir bulunan bir romatizma türüne yakalanmıştı. Doktorlar çaresini henüz bulamamıştı. İki günde bir veya en az haftada bir kez Kırmızı Toprak ile Vişnelik mahalleleri arasında kurulu dev Eskişehir Hava Kuvvetleri Hastanesi"ne giderdi. İlaç tedavilerinden bıkmıştı. Ne sıcak kum tedavisi\ nede sıcak kaplıcalar eriyen kemiklerini durdurabiliyordu. Yavaş yavaş ölüyordu. Tek gayesi ortanca oğlu Ferruh"un doktor olup kendisine bakmasıydı. Bu hayalle yaşıyordu. Annesini hiç üzmeyen bu oğlu onun için başkaydı. Askeri okullara girmek 12 Eylül 1980 darbesinden beri her Türk gencinin gayesi haline gelmişti. Bu okulların imtihanlarına hazırlık için çıkartılan soru kitapçıkları, genel yetenek, zeka, fen ve matematik sorularından oluşuyordu. 7 Satın alabildiği iki kitabı yalayıp yutmuştu. Daha fazlasına zaten babasının gücü yetmiyordu. Gazete okumayı sever, günlük politikayı yakından takip ederdi. 1983 yılının Mayıs ayı çok hareketli geçmişti. TİKP davası sanıklarından Doğu Perinçek 12 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı, ama nedense serbest bırakılmıştı. 15 Mayıs"ta 12 Eylül'den sonra ilk siyasi parti olarak Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) kuruldu. Prof. Erdal İnönü, siyasi hayattan ve görevden kaçamayacağını açıkladı, TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi'ndeki görevlerinden ayrıldı. Sol parti liderini mi seçmişti, yoksa atanmış mıydı, bilemiyordu.21 Mayıs"ta Büyük Türkiye Partisi (BTP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Halkçı Parti (HP) kuruldu. 134 eski parlamenter BTP'ye girdi. Şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek öldü. Tüm kitaplarını okumuştu, hele de Çile adlı şiir kitabını. Sakarya Türküsü "nü okumadan yatmazdı. Bu sırada ülkenin siyasi yaşamı, her gün yeni bir baskı ile karşılaşıyordu. Askeri yönetimden sivil demokrasiye geçmenin sancıları yaşanıyordu.Erdal İnönü'nün liderliğinde Sosyal Demokrat Parti (SODEP) kuruldu. 1 Haziran"da ise Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından BTP kapatıldı. BTP'nin kurucularından Hüsamettin Cindoruk, Mehmet Gölhan ve yasaklı siyasilerden Süleyman Demirel, Sırrı Atalay ve İhsan Sabri Çağlayangil'in de aralarında bulunduğu 16 kişi Çanakkale'de bir askeri garnizonda (Zincirbozan) mecburi ikamete tabi tutuldular. 8 Haziran"da MGK, ANAP ve HP'den yedişer üyeyi veto etti. MDP kurucularından Necla Tekiner, Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kararı ile kurucu üyelikten çıkarıldı.Doğru Yol Partisi (DYP) kuruldu. DYP'nin 30 üyesi de, MGK tarafından veto edildi. 23 Haziran"da SODEP'in 21 kurucusu MGK tarafından veto edildi. Erdal İnönü'de veto edilenler arasındaydı. 27 Haziran"da SODEP Genel Başkanlığı'na zoraki olarak Cezmi Karatay seçildi. Askerin siyasi yaşama müdahalesi devam ediyordu. 29 Haziran"da Cumhurbaşkanı Kenan Evren, nihayet Genelkurmay Başkanlığı görevinden ayrıldı, yerine Org. Nurettin Ersin atandı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na Org. Necdet Üruğ, MGK Genel Sekreterliği'ne Org. Necip Torumtay getirildi. Basın üzerinde asker sultası acımasızca işliyordu. Cumhuriyet ve Milli Gazete kapatıldı. Her basılan nüsha önceden izin almak zorundaydı. Akademi dünyasıda baskıdan nasibini alıyordu. Marmara Üniversitesi'nde 79 öğretim üyesinin görevine son verildi. Bu arada Muhafazakar Parti kurucusu 24 kişi veto edildi. 28 Temmuz"da Devlet, Hisarbank'a el koydu. Ömer Çavuşoğlu ve Ahmet Kozanoğlu'nun, sahip oldukları Güneş Gazetesi'ne ait hisselerini bir süre önce Hisarbank'a devrettikleri anlaşıldı. Yeni kurulan Bizim Parti kendisini feshederek, Türkiye Huzur Partisi'ne katılmaya karar verdi. 3 Ağustos"da Türkiye Huzur Partisi hakkında kapatma davası açıldı. 14 Ağustos"da Tercüman ve Milliyet Gazeteleri süresiz kapatıldı. 24 Ağustos"da Nokta Dergisi kapatıldı. 26 Ağustos"da Bir yazısından dolayı hüküm giyen yazar Oktay Akbal cezaevine girdi. Çok geçmeden 27 Ağustos"da Nokta Dergisi ve Milliyet Gazetesi tekrar yayınlanmaya başlandı. 2 Eylül"de en çok satan gazete Tercüman Gazetesi'nin yayınına izin verildi. Bu gazeteyi okuyarak büyümüştü Ferruh. Ferruh, Türkiye"da çalkantılı yaşam açık askeri vesayet altında sürerken, 1983"ün Haziran ve Temmuz ayları boyu altı tane askeri okul imtihanına girmişti. Babası elinden tutup, ilkokula 8 başlayan çocuk edasıyla her imtihana onu götürmüştü Eskişehir ile Ankara arasındaki yolculuklarını trenle yapıyorlardı. Ankara"da gecekondu semti Akdere"de kalan babasının üvey kız kardeşi, halası Rasime"de kalıyorlardı. İki kız, üç oğlan dört evladını bu bataklıkta büyüten Rasime hala, beş vakit namazını da ihmal etmiyordu. Gecekondu"da su yoktu, elektirikler sık sık kesiliyordu. Kanalizasyon bulunmuyordu. Adı üstünde gece kondurulmuştu, derme çatma üç göz bir evdi işte! Kocası baraj inşaatlarında çalışan bir ustaydı, sık sık şehir dışında çalışıyordu. Akdere ile Kızılay arasında mekik dokuyarak astsubay hazırlama okullarının sınavlarına da girmişti. Her okul kendi imtihanını kendi yapıyordu, merkezi bir imtihan sistemi yoktu. Jandarma Astsubay"ı olmak için Güvercinlik"teki okulda önce ön sağlık, fizikî kabiliyet ve değerlendirme testi ile mülakattan geçti. Ferruh, beşyüz metre koşuda tökezleyerek yere çakıldığını ve koşuyu sonuncu olarak tamamladığını esefle hatırladı. Yazılı imtihan sonucu artık ne olursa olsun elendiği kesindi. Çankırı"da bulunan Kara Astsubay Hazırlama okulu yazılı imtihanı mükemmel geçmişti ama mülakatta astsubayın bir tanesi kafa yapısına kafayı takmıştı. Ellerini arkasında kavuşturmuş çatık kaşlı astsubay başçavuşun sözleri kulaklarında yankılandı: Oğlum, senin kafan pek sivri. Biz sıfır tıraş ettik mi kabak gibi ortaya çıkar, sırıtır. Senden asker olmaz. Beyninden vurulmuştu. Kafasının üstünden adeta kaynar sular boşalmıştı. Fiziki görünüşü, ilk defa sorun oluyordu. Kızgın kızgın içinden bildiği küfürleri saydı ama dilinden geri döndü. Kendi kendini teselli etmeye çalıştı: Aman sende, zaten karacı astsubay olmaya meraklı olan kim? Mamak"ta bulunan Mızıka Astsubay hazırlama Okulu sınavına girmekten son anda vazgeçti. Müzik kabiliyeti olmadığını keşfetmesi ortaokul 2. Sınıfta yaşadığı acı bir tecrübeye dayanıyordu. Müzik hocaları „kurabiye" lakaplı Necla, sınıfta olan herkesin dersi geçmesi için bir türkü öğrenip okumasını şart koşmuştu. Kız gibi utangaçtı. Tüm sınıfın ortasına nasıl şarkı söyleyecekti. Zaten söyleyemedi de. Ağrı Dağından Uçtum türküsünü ezberlemişti ezberlemesine ama karga sesiyle ifa edememişti. Tüm sınıf daha ilk cümlesinde gülmekten yerlere yatmıştı. Onuru kırılmıştı. İkinci cümleyi okuyamadan ağlayarak sınıfı terketmişti. Bir deri bir kemik olduğu için „kurabiye" denilen öğretmen Necla hanım, gururu incinen delikanlıyı teselli edeceğine, „ Sıfır" diye peşi sıra bağırmıştı. Her müzik dersi onun için artık bir işkenceye dönüşmüştü. Yazılı sınavdan 10 çekip sınıfı geçti ama türkü söyleme fiyaskosu zihninde bir psikolojik travma olarak kaldı. Ortaokul bir ızdıraplı bekleyişe dönüşmüştü. Harp okuluna geçiş yapıp subay olabileceği askeri liseleri heyecanla arzuluyordu. Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı İstanbul'daki Kuleli Askeri 9 Lisesi ilk tercihiydi.İzmir'deki Maltepe Askeri Lisesi ve Bursa'daki Işıklar Askeri Lisesi"de olabilirdi. Havacı, karacı, denizci fark etmezdi. Asker olsun yeterdi. Aslında gönlünde yatan aslan denizci olmaktı. İstanbul Heybeliada'daki Deniz Lisesi imtihanında büyük heyecan duymuştu. Bembeyaz elbiseleri ile dolaşan genç bahriyeliler gözüne gökten yere inmiş melekler gibi gözükmüştü. Hele de o kılıçları yok muydu! Her 30 Ağustos"da mezun veren okulun mezuniyet töreni için kılıç kuşanırlardı. O hafta sonu İstanbul"da, Ankara"da, İzmir"de bembeyaz kılıçlı bahriyeliler dolaşırdı. Görenler imrenirdi. O"da hayranlıkla bakmıştı. „Ah" dedi dudaklarını kemirerek, „keşke bende onlardan olsam! " İmtihan günü ana baba günü gibiydi. İmtihana 12 bin kişinin girdiğini öğrendiğinde dili tutuldu. Alacakları sadece 120 öğrenciydi. Her Türk asker doğar derlerdi ama her Türk gencinin kalıcı asker olabilmek için bu kadar ter döktüğünü bilmiyordu. At yarışından beter imtihandı. Heyecandan soruları doğru yapıp yapmadığını dahi kestiremiyordu. Elinden geleni yapmıştı ama rekabet had safhadaydı. Denizci olma hülyası erken tükenmişti. Beklediği imtihan sonuçları bir türlü posta kutusuna düşmüyordu. Her gelen mektubu postacının elinden kapıyordu. Sonunda Deniz Lisesi sınavının sonucu beyaz bir zarfta postacının elinde gözüktü. „Müjdemi isterim", dedi postacı. Öyle bir gülümsedi ki okulu kazandı sandı. Hasretle yolunu gözlediği zarfı bir çırpıda açtı.Yüzü ekşidi, yanakları kızardı. Postacı ters bir cevap geldiğini anlamakta gecikmedi: Üzülmeyin, bir daha ki sefere inşallah! Ne olmuş? „ Bininci olmuşum, 12 bin kişi içinden"... Eee, hiç fena sayılmaz. İlk 1200 kişi içine girmişsin. Buda başarıdır. Ama yetmiyor. İlk 120 içine girmem gerekiyordu. On kat daha fazla iyi olmalıydım. Postacı, Temmuz ayı boyunca hep kötü haberler getirdi. Jandarma ve Çankırı Astsubay okulları sınavlarının mülakatlarından geçememişti. Kuleli ve Işıklar Askeri liselerinde ne asil nede yedek listedeydi. Geriye bir tek okul kalmıştı: Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) bünyesinde Genelkurmay Başkanlığı "na bağlı olarak faaliyet gösteren Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu. 1983 yılının Ağustos ayının ilk haftası yaşanıyordu. Bu okulu sınavına girmeye annesinin „sağlıkcı ol" baskısı nedeniyle son anda karar vermişti. Hazırlama okulu, ortaokuldan sonra üç yıldı. Sağlık Astsubay Meslek Yüksek (Sınıf) Okuluna öğrenci yetiştirmek amacıyla kurulmuştu. 10 Haziran ayının son günlerinde hem sözlü mülakat hemde yazılı sınava girmişti. Spor olsun diye sadece barfiks, şınav ve mekik çektirmişlerdi. Ankara'nı Dışkapı semtinde bulunan okul GATA"nın bittiği köşede başlıyordu. Hem içindeydi hem değildi. Aralarında bir duvar vardı. Okulun bir köşesi, Konya ile Samsun yoluna bakıyordu.Otobüsle EGO ile gelinebiliyordu. Halk arasında EGO espri konusuydu. Baş harflerinden yola çıkılarak Ankara Belediyesi"nin otobüs servisi „Erken Gelen Oturur" diye çözümleniyordu. Çünkü ağzına kadar yolcu dolduruluyordu, otobüs sayısı yetersizdi. Bu durumda boşluğu dolmuşlar dolduruyordu. Hemen Ulus"un yanı başında Bentderesi mevkinden veya Hacı Bayram Veli Camisi arkasından kalkan dolmuşlara binmek yeterliydi. Ayrıca KonyaSamsun yolu üzerinden Dışkapı/Ulus yönüne giden dolmuşlara binerek Etlik kavşağından önce Dışkapı"ya ulaşmak kolaydı. Buradan tekrar Etlik yönüne giden dolmuş ve otobüslere binerek GATA Hastanesi önünde iniliyordu. Trenle gelecek olursanız, tren garın önünden geçen Etlik-Sıhhiye dolmuşlarına binerek ulaşabilirdi. Ayrıca Kızılay veya Ulus istikametine giden otobüs veya dolmuşlara binip buradan tekrar Etlik yönüne giden dolmuş veya otobüslere binerek GATA Hastanesi yakınında veya önünde inmek gerekiyordu. Askeri okul sınavlarına gire gire mülakatda sorulan soruları artık ezberlemişti. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının isimleri mutlaka çıkıyordu. „ Neden asker olmak istiyorsun?" klasik bir soruydu. Babanızın asker olması aslında mülakatı geçmeniz için yeterli bir sebepti. Yazılı imtihan bu sefer mükemmel geçmişti. Nede olsa altı yazılı askeri okul sınavına girmişti ve sorular oldukca benzerdi. Postacıyı heyacanla ve merakla artık kapıda beklemiyordu. Zaten postacıda umudunu yitirmiş, fazla ümit vermeden, gülücük dağıtmadan mektubunu usulca kutuya atıyordu. Zarfı bu sefer isteksizce açtı, farkında olmadan avazı çıktığı kadar bağırdı. Birden duyduğu sevinç çığlığıyla irkilen postacı az kalsın kafası üstü yere kapaklanıyordu. Askeri lojmandaki tüm komşular kapıya çıkmıştı: Ne oluyordu? Ne oldu, kazandın mı? dedi postacı kekeleyerek... „Nihayet evet" dedi, ağzı kulaklarına varırken. „Hemde asil listeden, 32. olmuşum". „Kutlarım, sonunda muradına erdin. Eee, ne demişler sabreden muradına ermiş. " Derin düşüncelere daldı: Şimdi ne yapmalıyım, çok şükür talih bana da güldü. İyi bir asker olup vatanıma, milletime hizmet edeceğim. Hem sıhhiyeci olursam hasta anneme de bakarım. Postacı güngörmüş bir ihtiyardı, emekliliği için şafak sayıyordu. Ağzından şeker şerbet bal damlıyordu, son öğüdü suyun akıp yolunu bulması gibi hemencecik yerine, heyecanlı kalbe dökülüverdi: 11 „Hemen bir abdest al, aşağıda Odun Pazar "ındaki Ulu Cami"ye git. Hz. Hızır'ın oraya her sabah namazında geldiği rivayet olunur. Hem bugün cuma, Cuma namazında Allah"a şükret, dua et ki, seni orada doğru insanlarla karşılaştırsın..." Uzun zamandır unuttuğu namazı hatırladı Ferruh. 12 yaşında iken babası Orhan, günde bir simit parası vererek namaz kılmasını isterdi. Bu bir rüşvetti. Baba dindardı, pek çok dini kitap satın alır, okumaları için mükafatlar koyardı. Hepsini okumuştu, bir sene boyunca namazını aksatmadan kılmıştı. Abisi Örsan ve iki yaş küçük kardeşi Fehmi, simit parasını almak için namaz kılmadıkları halde yalan söylüyordu. Annesi Neslihan babaları onları dövmesin diye bu yalana şahitlik yapıyordu. Simit parası karşılığı namaza bir süre devam etmiş, daha sonra abisi ve kardeşinin oyununa kendiside katılmıştı. Namazı bırakmıştı. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama gider olmuştu. Aslında bu yalandan dolayı hacalet çekiyordu. Utancı zamanla kaybolmuştu, alışmıştı. 12 yaşında iken mahalle camisinde Kur"an"i Kerim okumayı eli sopalı hoca efendiden iki günde öğrenmişti. Abisi ve kardeşi ise yine kirişi kırmıştı. Ne olduysa ergenlik çağına girdiği 13 yaşında olmuş, babasının baskıcı, zorba kararlarına ters haraket etme psikolojisi, iç güdüsü bilinç altında oluşmuştu. Bunda Örsan"ın liseden alınarak sanayide ağır şartlarda çalışmaya zorlanmasının etkisi büyüktü. Ondan gizliden gizliye nefret ediyordu. Aynı zamanda çok seviyor ve saygı duyuyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Babası orduda yirmi yıldır beş vakit namazını aksatmadan kılan ender askerlerdendi. Nasıl hidayete erdiğini bir çok defa uzun uzun anlatmıştı. Zihninin derinliklerine kazınan hikayeyi babasından defalarca dinlediği halde ayrıntıda gizlenen şeytanı henüz göremiyordu. Orhan astsubay, üstçavuş rütbesinde iken Malatya"da Erhaç Hava Üssünde görev yapıyordu. Askeri lojmanlarda kalıyorlardı. Ferruh henüz üç yaşında olmalıydı. Yörenin tanınmış İslam alimi Muhammed Kutluğ"un sohbetlerinden birine, iş arkadaşı onu götürmüştü. O zamana kadar içki içen, eğlence partilerini kaçırmayan Orhan, bir sohbetde dine dönmüştü. Allah'a kulluk ve ibadet etmeden, yaratışının asıl gayesinden habersiz bu zamana kadar boş yere yaşamıştı. Annesi halen o günün şokunu atlatamamıştı. Babası heyecanla eve gelen kocasının yüzündeki değişikliği sezmişti. Orhan Üstçavuş hanım Neslihan"a emir askeri gibi emir etti: „Hanım, yarından tezi yok, hemen kapanacaksın. Ertesi gün hep beraber beş vakit namaza başlıyoruz" Artık her hafta bir İslami kitap bitiren ve arkadaşlarına brifing veren Orhan bey, üssün en sevilen astsubayı olmuştu. Bölük komutanı Özgür yüzbaşı ve tuğay komutanı Ali Er dahi beş vakit namaza başlamıştı. Üsse mescid yaptırılması için birlikteki er, erat, subay ve astsubaylar, gönül rızasıyla kendi maaşlarından kesinti yapılmasına razı olmuşlardı. Muhasebeye bakan Orhan astsubay, üssün gurur kaynağı olan mescidin yapımıyla bizzat ilgilenmiş, Cuma namazlarını 12 kıldırması için erlerden imam hatip mezunu bir imamda ayarlamıştı. Kur"an bilmeyenlere Kur"an öğretilmesi gibi hizmetlerle askeriye gerçek bir peygamber ocağına çevrilmişti. 1970"li yılların başıydı. O günlerde Kara Kuvvetleri komutanlığından cumhurbaşkanlığına geçmeye hazırlanan Faruk Gürler Paşa, görevi olmadığı halde ziyaret için geldiği Erhaç üssünü denetliyordu. „Bu da bizim mescidimiz" diye gururla takdim edilen askeri kurumun gayri resmi camisi, Faruk Paşayı gürletti: Ne mescid be adam! Ne işi var burada? Askere koğuş lazım. Hemen kapatın burayı, koğuş yapın. Bu mescidin yapılmasında kim rol oynadıysa hakkında hemen soruşturma açılsın. Tuğay ve bölük komutanı şok geçiriyordu. Kelle isteniyordu. Üzülselerde Orhan astsubayın kellesi altın tepside Faruk Gürler"e sunuldu. 28 gün katıksız hapis cezası alan astsubayın, ferdi haraket ettiği, arkasında herhangi bir örgüt olmadığına kanat getirildi. Bu raporu yazan 1. amiri Özgür yüzbaşı ile birlikte namaza başlamışlardı. Hapse atılan Orhan astsubayı, henüz hücre hapsinin ikinci gününde ziyaret eden tugay komutanı Ali Er, ordu adına gayri resmi sözlü özür diledi ve ekledi: „Sen kötü bir şey yapmadın. Seni günah keçisi yaptık, kusura bakma! Çık buradan evine git, benden 28 gün izinlisin. Hadi memleketine git, ortada dolaşma ki, seni hem üstlerimize hemde kaldığın lojmandaki çevrene hapiste gösterebilelim." Orhan Astsubay, Malatya"da daha fazla tutulmayarak Eskişehir"e gönderilmişti. Beş yıl süresince lojmana alınmadı. Sakıncalı görüldü. Orduda namaz kılanlar az sayıdaydı. İrticai bir tehdit olarak algılanmıyordu. Bu hikayeyi kaç defa babasından dinlediğini hatırlamıyordu.Neden uyardığını anlamamıştı.Yıldıztepe"den Odun Pazarı "na inerken tek düşüncesi, aklını başından alan cebindeki askeri okula kabul mektubuydu. Ulu Cami"nin manevi dinamikleri ve manevi atmosferi müthişti. O, dileğini, hülyasını aracısız sadece Rabbinin dikkatine sunacak, paylaşacak ve yardım isteyecekti. Ondan başkası yardım edemezdi. Odun Pazar"ındaki kitapçıları dolaştı, bir küçük dua kitabı satın aldı. Nasıl dua edeceğini bilmiyordu. Cuma namazının makbul saati sayılan eşref vaktini nasıl yakalayacağını da bilmiyordu. Kitapdan alel acele okuduğu, aklında kalan bir duayı yaptı. İhlaslı ve samimiydi, ancak takvalı olduğunu düşünmüyordu. Takvalı asker olmak için dua etti. Bilerek veya bilmeyerek işlediği hatalar ve günahlarını bağışlanması için yalvardı. Merhametlilerin en merhametlisinden merhamet diledi. Askeri okulda her türlü kötü şeylerin şerrinden koruması için Allah"a sığındı. Doğru yoldaki insanlarla beraber yol yürümeyi arzuladı. Gözünden iki damla yasş dökülürken kitapdaki en etkili bulduğu, ezberlediği cümleyi mırıldanıyordu: Allahım!"Kimsesiz kimse yok, herkesin var kimsesi,Kimsesiz kaldık medet ey, kimsesizler kimsesi" Odun Pazarı"ında yaptığı duanın kabul olduğundan habersiz, 1 Eylül 1983"de Ankara"ya doğru Eskişehir'den sabah 10 sularında kalkan Kurtuluş Gece Expresi ile yollandı. 13 İkinci Bölüm: Kader-Denk Noktası GATA"da tam tekamüllü sağlık kontrolünden geçip, 24 doktorun imzasıyla her taraflı sağlam raporu almak zorundaydı. GATA"yı askeri okul öğrenci adayları doldurmuştu, ana baba günüydü. Her poliklinikte en az iki saatlik sıra vardı. Hepsine teker teker uğruyor, askeri hekimleri hayranlıkla izliyordu. Babası Orhan, on beş gündür onun yanındaydı.Yoklanmadık vücud azası kalmamıştı. 24 imzalı raporu tamamlamak tam bir ay sürüyordu. Deniz Lisesi, Maltepe Lisesi ve Işıklar"da öğrenci adaylarının ve ailelerinin askeri yatakhanede kalmalarına izin veriliyordu. GATA"da bu lüks sunulmamıştı. Ankara"da akrabası bulunmayan bir Anadolu evladının başkentte otelde bir ay gecelemesi küçük bir servetti. Üstelik sağlık raporundan sağlam çıkmak mucizelere kalmıştı. Girenlerin yarısı eften püften bahanelerle eleniyordu. En fazla tenasül uzuvlarını yoklayan Bevliyeciden tırsmıştı Ferruh. Ona „Deli Hikmet" diyorlardı. Muayene odasına aldığı 12 askeri öğrenci adayını sıraya dizmişti. Bir külotla kalmışlardı. Sağlam bir küfür savurdu Hikmet, ardından noktayı koydu: „Lan soytarılar, çıkarın külotları, mallara bakacağız" Malın ne olduğunu hepsi anlamıştı. Utangaç utangaç indirdiler donları. Kimse birbirininkine bakamıyordu. Yüzleri kızarmıştı. Deli Hikmet kahkahayı patlattı: „Ulan bunlarınki kalkmamış. Hemşireler gelin buraya. Elleyin şunları, hepsini iki dakikada dimdik istiyorum" Yüzlerindeki kızarıklık morartıya dönüştü. Ferruh, cinsel organının ovuşturan hemşirenin yüzünü hiç hatırlamıyordu. Ancak gülüşleri kulağına geliyordu. Bir dakikada kalkanlara mükafat verdi Deli Hikmet: „ Aferin sınavı geçtiniz. Sizlerde sadece iki adet yuvarlak bilye var mı, onu yokluyacağım" İki dakika veya daha uzun sürede kalkanları ise başka testler bekliyordu. Belli ki, yarısı sakat raporu ile postalanacaktı. Sağlam mührünü ve imzayı alır almaz kapıya ter içinde koştu Ferruh. Kapıda bekleyen babası gülüyordu, içeride neyin yoklandığını biliyordu. Erkekliği olmayanlar askeri okula giremezdi. Öğrenci adaylarının en fazla çekindiği diğer iki poliklinik göz uzmanı ve dahiliyeydi. Girenlerin yarısı elenerek çıkıyordu. Bel açıklığı çekilen röntgen filminde tesbit ediliyordu. Omurilik disklerinde hafif bir kayma bile affedilmiyordu. Bu testide başarıyla geçen Ferruh"un göz polikliniğinde zorlu sınav bekliyordu. „Psikopat Ahmet" denilen askeri hekimin ünü adını geçmişti. Sanki göz muayanesi yapılmıyordu da, kıyamet günü Zebani tarafından ahiret soruları soruluyordu. Odasına aldığı bir düzine adayın 17 14 önce gözlerinin içine çıplak gözle bakarak tek tek süzen Psikopat Ahmet, henüz aletle muayene başlamadan en az üç kişiyi sakata çıkartıyordu. Gözden göze muayene uzmanıydı! Ferruh ve diğer adayların gözlerinin iyi görüp görmediği mevcut teknoloji ile yarım saatde yoklandı. En az üç ile beş kişiyi de bu aşamada eliyordu Psikopat Ahmet. Sakat raporu verecekleri ile sağlam raporu yazacakları iki farklı odaya alıyordu. Her 24 kişiye baktığında yarım saat mola vererek imzaları atıyordu. Ferruh, sakata ayrılanlar arasında olduğunu 6. Hissiyle hissetti. Daha doğrusu hekimin vücud dilindeki hareketlerden ve askeri hemşireye verdiği sert talimatdan sonuç çıkardı. Sağlam mührü basılacak adaylara Psikopat Ahmet, çok kibar davranıyordu, hemşireye bir beyefendi gibi emrediyordu: „ Lütfen, bu arkadaşımızı yan odaya alır mısınız?" Sakat raporu verilecekler mevzu bahis olduğu zaman hekim asabileşiyordu: „Hemşire! Götür bunu, al yan tarafa! " Psikopat Ahmet, tipini beğenmediklerine de geçit vermiyordu. Asker dediğin yakışıklı olmalı, gözleri çakmak çakmak bakmalıydı. Gözleri uyuşuk, mıymıntı bakanlara hiç acımıyordu. Ferruh, ikinci grubun bulunduğu odaya yönlendirildiğinde bir anda yıkıldı, hayal kırıklığına uğradı. „ Hayır, hayır, bu hikaye burada bitemez" diye kızgın kızgın söylendi. Sakin olmalıydı. Kısacak hayatı gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Gözleri bozuk değildi cam gibiydi, şahinlerden iyi görüyordu. Eleme oyununu bozmalıydı. Aksi taktirde, birazdan „askeri okula elverişsizdir" yazısı rapora basılacaktı. Bu kaderin denk noktası dendiğı yerdi, zamandı, andı. Kader feleğinin çarkı değişebilirdi, çünkü cüzi irade akıl saikiyle devreye giriyordu. Levhi mahfuzda kayıtlı anı değiştirmeye kadir olan Allah, kulların duası ve gayretiyle yazılımı yenileyebilirdi. İçinden kuvvetle bir „ Allah en güzel vekildir" çekti. Hemşire, onu kaybedenlerin odasına teslim ettiğinde tuvalete gitme bahanesiyle odaya hiç girmedi. Sağlam raporu yazılanların odasına kimseye hissettirmeden usulca geçti. Odada bekleyen on askeri öğrenci adayı vardı. Sayı 12"ye ulaşınca doktor gelip raporu imzalayacaktı. Nitekim geldi ve imzaladı. Adayların gözlük, lens kullanmasını gerektirecek bir görme bozukluğu yoktu. Ayrıca gözünde şaşılık, renk körlüğü gibi hastalık bulunmuyordu. 15 İmzaladıktan sonra içeridekileri saydı: 13. Halbuki 12 olmalıydı. Öbür odada 12 elenmiş aday göndermişti, burada sayı 13 olamazdı. Bir kere imzalamıştı, tükürdüğünü yalayamazdı. Öğrencileri sıraya dizip tek tek yeniden gözlerine baktı. Böğürerek konuşuyordu: „Arkadaşlar, içinizde bir uyanık var. Ben külyutmam. Kim olduğunu bilemiyorum ama helal olsun!!! " Ferruh, derin bir „oh" çekti. Demek ki, anlasada kulağından tutup yan odaya göndermeyecekti. Tahmininde yanılmamıştı, sakata ayrılanlar odasından çıkanlar ağlıyordu. Sırf emin olmak için kapıda beklemişti Ferruh. Haklı çıkmıştı, Psikopat Ahmet, boş yere milleti eliyordu. Kurban olmaktan son anda yırtmıştı! Raporu tamamlaması bir haftayı buldu. Sonuçta karar verilmişti: Vücut yapısı düzgündü. Her bakımdan sağlam ve fiziksel görünüşü kusursuzdu. Göğüs kafesinde şekil bozukluğu yoktu. Düz taban değildi. Vücudunun herhangi bir yerinde dikkati çekecek ve göz estetiğini bozucu yara, yanık, leke, kellik, frengi ve cilt hastalığından iz bulunmuyordu. Türkçe'yi kusursuz konuşuyordu. Dilinde kekemelik, pepemelik,pelteklik, tutukluk yoktu. Duymasında en ufak bir kusura rastlanmamıştı.Kalp, böbrek, karaciğer rahatsızlıkları ve tüberküloz geçirmemişti. En fazla Psikiyatri polikliniğindeki doktora şaşırmıştı. Doktor her gelene soruyordu: „ Oğlum akli dengende bir bozukluk var mı?! „ Yok komutanım! " „Aile efradında frengi gibi bir bulaşıcı hastalık veya akıl hastalığı var mı? „ Elbette de yok komutanım! " „Peki oğlum, ailende hiç intihar eden oldu mu?" „ Hayır, olmadı Komutanım!" „Geç, sağlam" Sonunda GATA"dan "Askeri Öğrenci Olur" kaydını içeren sağlık raporunu almıştı. İş bununla bitmiyordu. İki kefilin imzaldığı yüklenme senedi olmadan kesin kayıt yaptıramıyordu. Yüklenme senedinde yazan meblağ bir milyon beşyüz ben Türk Lirasıydı. Bu para ile taşrada rahatlıkla iki göz bir apartman dairesi alınabilirdi. Ferruh babasının elinden belgeyi kaparak çir çırpıda okudu: Silahlı Kuvvetler adına öğrenci olarak okulun giriş şartlarına uygun şekilde kayıt ve kabulüm yapıldığı takdirde, astsubay çıkıncaya kadar, yürürlükte bulunan veya öğrenim süresi içerisinde çıkacak kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve sair mevzuat hükümlerini kabul ettiğimi, bunlara 16 aynen uyacağımı, öğrencilik sıfatımın devamı süresince evlenmeyeceğimi, karı koca gibi yaşamayacağımı taahhüt ve beyan ederim. Taahhütlerime aykırı hareket etmem, beyanlarımın gerçek dışı olduğunun tespit edilmesi, herhangi bir nedenle öğrenimi kendiliğimden terk etmem, okul yönetmelik veya yönergelerine göre okul idaresine ibraz ettiğim belgelerden herhangi birinin gerçeğe aykırı olduğunun anlaşılması, derslerden başarı gösterememem, okul yönetmelik ve yönergelerine aykırı harekette bulunmam, yetkili merciler veya mahkemelerce hakkımda verilen herhangi bir ceza nedeniyle yetkili merci veya kurullarca ittihaz olunan karara istinaden okuldan çıkarılmam halinde, Silahlı Kuvvetler adına askeri öğrenci olarak öğrenime başladığım tarihten ilişiğimin kesilmesine kadar Milli Savunma Bakanlığınca zimmetime tahakkuk ettirilecek tazminatı (yiyecek [yemek pişirme ve su masrafları dahil], giyim, kuşam, öğrenci aylığı, kitap ve kırtasiye, vize, diploma, sınav ve benzeri harçlar, öğretim ve eğitimin gerektirdiği ulaşım hizmetleri, şahsım için yapılan ilaç ve tedavi giderleri, barındırma giderleri [aydınlatma, ısıtma, temizlik, yakıt, yatı masrafları ve benzeri masraflar], atış giderleri) sarf tarihinden tahsil tarihine kadar geçen süre için hesap edilecek kanuni faizi ile birlikte ayrıca hükme gerek kalmaksızın Hazine emrine ödeyeceğimi şimdiden kabul eyler, yüklenirim. Bu yüklenme senedinde yazılı bütün hususlar için meydana çıkacak ihtilaflardan dolayı, ANKARA Mahkemeleri ile icra dairelerinin salahiyetini kabul ve taahhüt ederim. Reşit ise Öğrencinin Değil ise Velisinin İmzası Açık Adresi Bu senedi babası Orhan imzalayacaktı. Zor kısım, ikinci sayfada yer alan kefalet senediydi. Babası parayı ödemezse onun yerine ödeyecek bir kefil gerekliydi.İki belgede noterden tasdikli yapılmalıydı. Kelafet senedini Ferruh bir solukta bitirdi: Askeri öğrenci olarak kayıt-kabul olunan Orhan oğlu Ferruh Kaplan"ın babası tarafından verilen yukarıda yazılı yüklenme senedindeki taahhütlerine aykırı hareket etmesi sebebi ile okulla ilişiğinin kesilmesi halinde, bu öğrenci adına tahakkuk edecek okul masraflarını sarf tarihinden itibaren tahsil tarihine kadar geçen süre içinde hesap edilecek kanuni faizi ile birlikte 1,501,000TL (Bir Milyon Beşyüzbirbin TL) "yi geçmemek üzere müteselsil kefil ve müşterek borçlu sıfatı ile ödeyeceğimi, çıkacak ihtilaflardan dolayı ANKARA Mahkemeleri ve İcra Dairelerinin salahiyeti olduğunu beyan, kabul ve taahhüt ederim. Müteselsil Kefil ve Borçlunun İmzası Açık adresi Ankara"da tek akrabaları Akdere"de oturan halası Rasime ve kocası Abdullah beydi. Babası Orhan, üvey kardeşini çok severdi. Astsubay okulundan ilk mezun olduğunda dört Ankara"da Etimegut"da Hava üssünde görev yapmıştı. Yeni evli iken Akdere"de aynı gecekonduyu 17 paylaşmışlardı. Çocuk sayısı artınca önce Cebeci, daha sonra ise Yeni Mahalle"de kirada oturmuştu. Eski günleri andılar iki kardeş. Aynı anadan doğma farklı babadan olmaydılar. Abdullah bey, „ Karaoğlan" dediği Bülent Ecevit"in aşığı sol görüşlü bir işçiydi. Babası Orhan ise 1970"lerde MSP Lideri Necmeddin Erbakan"a oy vermişti. 1983"de Turgut Özal"ın kurduğu ANAP"a oy vereceğini söylüyordu. Ecevit ve Erbakan"ın partileri 12 Eylül askeri darbesinden sonra kapatılmış, kendileri de siyasi yasaklıydılar. Babası ve Abdullah beyin siyasi kavgaları hiç bitmek bilmezdi. Orhan bey, Ecevit"den hiç hoşlanmazdı. Abdullah bey ise Erbakan"ı günahı kadar sevmezdi. Tek anlaştıkları konu Demokrat Parti"si kapatılan lider Süleyman Demirel"in ihtirasının ülkeyi uçuruma sürüklediğiydi. Demirel nefretinde birleşiyorlardı. Ferruh, konunun ne zaman kefalet meselesine geleceğini merak ediyor, bağrışmaya dönüşen siyasi tartışmayı endişe ile izliyordu. Sonunda, „askerlerin 12 Eylül ile ülkeyi kaostan kurtardığını" söyleyen Orhan Astsubay, taşı gediğine koydu: Akan kanlar durdu, yaşasın ordumuz! Abdullah beyin askere saygısı sonsuzdu. Sağ ve sol kavganın yok ettiği 1968 kuşağını kayıp nesil olarak görüyordu. 1982"de referanduma sunulan anayasaya bu nedenle „Evet" demişti. Askeri yönetimin sona ererek bir an önce demokratik seçimlerin yapılması arzusuydu. Darbe lideri Kenan Evren"in cumhurbaşkanı olmasına bu nedenle fazla aldırış etmiyordu. Zaten tüm cumhurbaşkanları asker kökenliydi. Ha bir fazla ha bir eksik! Önemli olan sivillerin tekrar ülkeyi yönetmesi, askerin kışlasına dönmesiydi.Belki Ecevit tekrar döner diye umut ediyordu. Orhan başçavuş lafı döndürüp dolaştırıp nihayet oğlunun gireceği askeri liseye ve kefil konusuna getirdi. Abdullah beyin ilk tepkisi halk arasında yaygın bir atasözüydü: „İşin yoksa şahit ol, paran çok ise kefil ol" Orhan astsubay, asker sözü vererek kesin konuştu: „Asıl kefil benim, merak etme eğer oğlum atılırsa sana kalmaz bu borç" Abdullah bey itiraz etmedi ve ertesi gün notere gidip imzayı verdi. Bir sorun daha çözülmüştü. Askeri okulun şartları bunlardan ibaret değildi. Aile üyelerini de araştırıyorlardı. Kendisi dışında anne, baba ve kardeşleri, tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, bölücü, ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya karışmamış olmalıydı.Toplumca ayıp sayılan ve toplumca uygun görülmeyen kazanç yollarında geçmişte ve halen çalışmamalıydı. Aile üyeleri, kusursuz bir ahlak ve karaktere sahip olmalıydı.Dürüst bir yaşam düzeyinde olmaları yeterli değildi.Yüz kızartıcı fiillerinin bulunmaması elzemdi.Yapılacak arşiv araştırması ve güvenlik soruşturma sonucunda şüpheli yada sakıncalı halleri bulunmamalıydı. 18 Kendisi, anne, baba ve kardeşleri dahil, taksirli suçlar hariç olmak üzere; affa veya zaman aşımına uğramış yahut para cezasına çevrilmiş veya ertelenmiş, hükümlülüklerine ilişkin kayıtları adli sicilden çıkartılmış olsa bile, bir cürümden hükümlü bulunmamak veya soruşturma altında olmamalıydı.Okuduğu okullardan ahlak ve disiplin sebepleri ile çıkarılması halinde askeri okula girmesi mümkün değildi. Üstüne üstlük, okula karşı uygun nitelikte, yani dürüst bir yaşam düzeyinde, yüz kızartıcı fiilleri bulunmayan sorumlu bir veli göstermek zorundaydı. Tüm engelleri aşılmıştı. Ferruh, 12 Eylül 1983"de askeri okulun nizamiyesinden içeri girdiğinde kendini dünyanın en şanslı, mutlu ve huzurlu ferdi olarak hissediyordu. 19 Üçüncü Bölüm: Beton Kemal! Nizamiyeden sivil kıyafetler ile girdiler içeri. 1983 devresi toplam 60 kişiydi. Akşam saat 8.00"e kadar teslim olmaları gerekiyordu. 12 Eylüldü. 1980 darbesinin 3. Yıldönümü. Öğleden sonra saat 4 civarıydı. Babası bu sefer gelmemişti. Annesinin gelmesine babası izin vermemişti. Tek başınaydı. Bir valiz temiz çamaşır koymuştu annesi. Babasının „herşeyi verecekler, hiç bir şey koyma" sözlerine aldırış etmemişti. Etrafına bir göz attı. İki, üç valizle gelen bile vardı. Çoğunun saçları uzundu. Kimse kestirmeye kıyamamıştı ama başlarına gelecekleri az çok tahmin ediyorlardı. Birazdan sivil hayata veda edeceklerdi. Uzun saçlara elveda! Hemde bir ömür boyu. Saçlar onbeş günde bir sıfıra yakın 3 numara tıraş edilecekti. Sivil kıyafetler depoda emanete kaldırılacak ve memleketlerine giderken iade edilecekti. Hemde bir daha getirmemek üzere. Sivil don bile giymek yasak olacaktı. Uzun yasak listesiyle henüz tanışmamışlardı. İlk onbeş dakikada olan olmuştu. Alındıkları bir küçük odada askeri berber onları bekliyordu. Makineyle sıfır tıraş edilen saçlar, kafaları kabak gibi ortaya çıkarmıştı. Çok komik bir manzaraydı. Sivil kıyafetler ve asker tıraşı kafalar. Ayna gibi parlamışlardı. İlk dostluklar kurulmaya başlamıştı. Aynı kaderi paylaşıyorlardı. Birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı. Ferruh, yanındaki sandalyede oturan Denizlili Ufuk"u pek sevmişti. Sürekli espiri yapıyordu. Kısa bir tanışma faslı yaşandı, memleketini sormuştu ona. Ferruh memur çocuğuydu. Diyar diyar gezmişti. Ankara doğumluydu. Babası ve annesi has Çorumluydu. Çocukluğu ilk okul 1. sınıfa kadar Malatya"da geçmişti. İlkokul 2. Sınıftan itibaren ortaokulu bitirene kadar ise Eskişehir"in üç ayrı mahallesinde yaşamıştı. Ülkü İlkokulu, Fatih Sultan Mehmet İlkokulu ve Cumhuriyet Lisesi"nin ortaokulunda geçen 9 yılı düşündü. Bu şehir iliklerine kadar işlemişti. „Babamın doğduğu veya benim doğduğum yer değil, doyduğum yer daha önemlidir" diye içinden geçirdi. Nereli olmak burada çok önemliydi. Dostluklar memleketlere göre şekillenirdi. Memleket muhabbeti nasıl başlarsa öyle devam edecekti. Kısa bir tahlilden sonra Ferruh, nihayet nereli olduğuna karar verdi: „Eskişehirliyim" „Ben Denizliliyim. Bu okulu asil listeden 1. olarak kazandım" „Memnun oldum. Bende asil liste 32. Sıradan girdim" Ferruh sol tarafında bulunan kızıl saçlı Tuncay"ya sordu: Ya sen! „Ben Kululuyum. Konya"ya bağlı olsada Ankara"ya daha yakındır. Yedek listeden 30. sıradan geldim buraya. Hiç umudum yoktu. Son anda çağırdılar." 20 Ferruh şaşırmıştı. Yedek listeden 30. sıradan gelen varsa, bu asil listeden 30 kişinin sağlık raporunda elenmesi anlamına geliyordu. GATA"yı hatırladı hemen: „ Vay Psikopat Ahmet vay! Gözden sakatladı milleti. Kimbilir kimlerin kanına girdi!" „Dikkat" diye yüksek sesle bağıran Ramazan astsubayın çığlığıyla hepsi ister istemez ayağa fırladı. Bir öğrenci halen sandalyede oturuyordu ki, astsubayın sesi yeniden duyuldu: „Kandıralı! Sende kalk!" Bu tabirin saftorikler için kullanıldığını henüz bilmiyorlardı. O arkadaşı gerçekten „Kandıralı" sanmışlardı. Bu beldenin nerede olduğu konusunda herhangi bir fikirleri yoktu. İçeri giren komutanın omzunda üç tane yıldız vardı. Heybetli duruşu ürkütücüydü. Geniş omuzları, iki metreyi bulan boyuyla dev bir cüssesi vardı. Hele o sert bakışları, zıpkın gibiydi. Kimdi bu subay? Niçin gelmişti? Ne konuşacaktı? Çok geçmeden konuşmaya başlayan yüzbaşı tok ve gür sesiyle kendisini tanıttı: „Benim adım Mustafa Kemal Akkarpart. Sizin devrenizin sınıf subayıyım. Saçı uzun kimseyi görmeyeceğim. Akşam yemeği saat 6.00"da yenecek. Saat 7.00"de herkesi gazinoda istiyorum." Kısa ve öz bir konuşmaydı. Hepsi tırsmıştı. Bu adam kaya gibi sertti. Hiç yontulmamıştı. Kafalarına balyoz gibi ineceği belliydi. Ses tonu taştanda ağırdı. Taviz vermez bir görüntüsü vardı. Dayak atmak için elini kaldırsa, kafa uçururdu. Duruşu bir heykeli andırıyordu. Mavi gözlü, sarışın güzeli, bembeyaz tenli Bursalı Nurullah Ünal, lakabı hemen yapıştırdı: „Beton Kemal! " Şaşkınlığı ve şoku üzerinden henüz atamamış 1983 devresi ilk toplu kahkahayı patlattı. Hepsi bu lakabı tutmuştu, sevmişti. Berber salonu bir anda tek bir sesle çınladı: „Beton Kemal! " Aceleyle içeri giren Ramazan astsubay asayişe hakim olmak ister bir edayla, üç defa tekrarlayan toplu sesi susturdu: „Neler oluyor burada? Duymamış olayım! " Ses tonu pek ciddi olmadığını gösteriyordu. Kemal yüzbaşıya takılan lakabı duymuştu, anlaşılan oda beğenmişti. Öğrenciler bir isim taktı mı, ondan kurtuluş yoktu, ilelebet kalırdı. Akşam saat 6.00"ya doğru berber salonunda saçı kırpılan ve gazinoda biriken öğrenci sayısı 50"yi geçmişti. Yemekhane"ye komşu olan gazinoda TRT 1"de „Kara Şimşek" dizisi oynuyordu. Üst sınıfların yeni eğitim ve öğretim dönemine başlayışı 13 Eylül olduğu için yeni öğrencilerden başka kimse gazinoda bulunmuyordu. Sivil kıyafetlerle son günlerini geçiren 1983 devresi, ast olmanın dayanılmaz ezikliğini henüz hissetmemişti. Okul ıssızdı. 24 21 Yemekhane"ye girip, tablotlardan gözlere yemekleri doldurmaya başladılar. Ferruh"un gözüne menünün yazılı olduğu kara tahtanın en altındaki ibare ilişti: 4500 Kalori. Yedikleri herşeyin kalorisi hesaplanıyordu. Kaç kalori alıp kaç kalori harcayacakları belliydi. Bol kepçeden koyan beyaz önlüklü sivil memur ahçılar, oldukca güleç yüzlüydü. Hele yaşı 60"larda olan bir tanesi her servisi yaptığında tek tek her öğrenciye hatırlatıyordu: „Çocuklar! Fazlası var. İkinciye gelip alabilirsiniz. Çekinmeyin sakın." Ferruh, ahçıları ve yemekleri çok sevmişti. Fırında tavuk, yoğurtlu ıspanak, tomates çorbası, pirinç pilavı ve tulumba tatlısı en sevdiği yemeklerdi. İkinci tur, hatta tulumba tatlısından üçüncü tur alışlarına, ahçılar gülümseyerek yanıt vermişti. „Bol kepçeli bir askeri okula düştük" düşüncesinde birleşen öğrencilerin sevinci görmeğe değerdi. Asker karanavasının kötü olduğuna dair askerliğini yapmış akrabalarından hepsi pek çok berbat hikayeler dinlemişlerdi. Yemeği fazla kaçırmışlardı, saat 7.00 olmak üzereydi. Ramazan astsubayın sesi ile irkildiler: „Haydi çocuklar hemen gazinoya! " Beton Kemal gelmeden gazinoya doluştular. Halen üç kişi eksikti. Ramazan astsubay bağırdı: „Dikkat!" Ayağa fırlayan öğrenciler henüz esas duruşta durmasını bilmiyordu. Kürsüye geçmeden önce tok bir sesle öğrencileri rahatlatan yüzbaşıydı:„Rahat! Oturun." Kemal Yüzbaşı, ağır ağır konuşmaya başladı: Aileleriniz size bizlere emanet etti ve vatana, millet faydalı bir asker olmanızı istediler. Dört yıl boyunca sizin 1. derecede amiriniz benim. Nasıl bir yola çıktığınızı anlatmak istiyorum. Sağlık Astsubayları, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yer alan sağlık sınıfının sıhhiye teknisyenleri grubunu oluşturuyor. Amacı, askeri öğrencilerine temel askerlik bilgileri yanında, temel meslek bilgilerini teorik ve pratik çalışmalarla pekiştirmektir. Bütün kuvvet komutanlıklarına bu alandan eleman yetiştirilmektedir. Hangi kuvvete dahil olacağınızı sınıf okulunda seçeceğiz.Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu"na ortaokul mezunu olarak katılmış bulunuyorsunuz. Sınavlardan geçerek geldiniz. Sağlık Astsubay Hazırlama Okulunda eğitim süresi 3 yıldır. Eğitimini tamamlayan öğrenciler Sağlık Astsubay Sınıf Okuluna sınavsız olarak geçiş yaparlar. 1 yıl eğitimlerini tamamladıktan sonra Sağlık Astsubayı olarak mezun olurlar. Mezunlar bütün kuvvet komutanlıklarına ihtiyaca göre dağıtım yapılırlar. Eğer bu askeri okuldan atılırsanız, veliniz veya kefiliniz masraflarınızı ödeyecektir. Başarısızlık, disiplinsizlik ve benzeri sebeplerle ayrılan öğrenciler için alınacak tazminatda "yiyecek, giyim, kuşam, öğrenci aylığı, kitap ve kırtasiye, vize, diploma, sınav ve benzeri harçlar, öğretim ve eğitimin gerektirdiği ulaşım hizmetleri, ilaç ve tedavi ve barındırma giderleri" gibi masraf kalemleri bulunur. Hepinizin 100 puan disiplin notu var. Yasakların listesi size dağıtılacak. Suç işleyen cezalandırılır. Affımız yoktur. Disiplin notu 30 puan düşen Yüksek Disiplin Kurulu"na çıkartılır. 20 puanda buradan verilirse, okulla ilişkiniz kesilir. Ailenizin yüzünü kızartmak istemiyorsanız kurallara uyun. Salondan çıt çıkmıyordu. Buz gibi hava esiyordu. Beton Kemal, öğrencileri sanki hipnotize etmişti. Kısa konuşmayı seven bir komutandı, ama üslubu çok etkili ve korkutucuydu. 22 Dördüncü Bölüm: Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati İlk gece zor geçmişti. Pek çoğu sabaha kadar uyuyamamıştı. Tek bir yatakhanede çift katlı ranzalarda yatıyorlardı. Sabahın köründe saat 6.00"da kalkmaya alışmamışlardı. Elinde palaska ile koğuşa giren nöbetçi astsubay çavuş Nuri bangır bangır bağırıyordu: „Uyuşuk tembeller! Kalkın! Burası asker ocağı, ananızın kucağı değil. Tavuklar sizi! " Ranzanın demirinde çıngıldayan palaska seslerini duyan yataktan hopluyordu. Beş dakika içinde yatağında kimse kalmamıştı. Soyundukları dolapların başında geçirdikleri beş dakikadan sonra ise alel acele koğuş dışına çıkarıldılar. Kahvaltı 6.30"da başlayıp saat 7.00"de sonlanıyordu. Yeni öğrencileri 6.15"de yemekhane başına diken yeni mezun astsubay Nuri, zafer kazanmış bir komutan edasıyla şiştikce şişmişti. Yemekhane kapılarını açana kadar 15 dakika süresince tek sıra halinde dışarıda bekleyen öğrenciler, Nuri astsubaya lakap takmakta gecikmediler: „Horoz ne olacak! " O günden sonra Nuri astsubay asla ismi ile anılmadı: Horoz geldi, horoz gitti. Aman dikkat çocuklar! Bu akşam horoz nöbetçi! Saat 7.00"de başlayan etüd için sınıfa giden 1983 devresi, 45 dakika sonra serbest kaldı. Dün akşam geç saatlerde 3 öğrenci daha devreye dahil olmuştu. 60 kişi tamamdı. Halen üstlerindeki sivilleri çıkartmamışlardı. İlk içtimaya saat 8.00"de çıkan öğrenciler, 8.30"a kadar Beton Kemal"in gelmesini heyecanla bekledi. Yarım saatdir devreyi en az üç defa sayan, boy uzunluğuna göre 15 kişi önde dörtlü sıraya dizen Ramazan astsubay, defalarca rahat, hazır ol eğitimi yaptırdı ama nafile çaba! Birdenbire sessiz sedasız bitiveren Beton Kemal"a ilk tekmilini, arkasında sanki eğitimli bir bölük varmış gibi verdi: „Rahat! Hazır ol! Dikkat! Ramazan Yıldız. Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu, 60 mevcudiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım! " Selamı alan yüzbaşı, „Rahat" demişti ama zaten herkes oldukca rahattaydı. Net konuştu: „ Bir hafta boyunca yanaşık düzen eğitiminden geçirileceksiniz. Hiç bir şey bilmediğiniz için bugünkü laubali halinizi cezalandırmıyorum. Yılışıklığı sevmem. Yanaşık düzen eğitiminde yılışanlar, bir hafta sonraki Kurban bayramında vereceğimiz dört günlük bayram tatilinde memleketine gidemez." Memleket izni sürpriz olmuştu. Bu kadar kısa sürede izin verileceği akılllarına gelmemişti. Kış sömestirine kadar bir daha anne ve babalarını görmeyi ummuyorlardı. Beton Kemal"in boru gibi yüksek olan sesiyle memleket hayallerinden uyandılar: 23 „Memleketi görmek isteyen yanaşık düzende yılışmaz! Boy uzunluğunuza göre bugün oluşturulan içtima düzenini esas alarak sizlere okul numaralarınızı vereceğim. Şimdi „sıra açıl" komutunu verdiğim zaman ilk sıra beş adım yürüyerek ileri çıkacak. İkinci sıra üç adım, üçüncü sıra bir adım yürüyecek, son sıra ise yerinde kalacak. Anlaşıldı mı?" Cılız bir ses duyuldu: „ Anlaşıldı. " Olmadı tekrar gür sesle söyleyin: „Anlaşıldı mı? Bu sefer yüksek bir ses okulu çınlattı: „Anlaşıldı" „Sıra açıl!" İlk denemede sıralar düzgün açılmıştı. Beton Kemal söylüyor, Ramazan Astsubay yazıyordu. „ 301. Adın ne oğlum? „Ahmet Süle." „Bundan sonra adın 301 Ahmet Süle" „302. Adın ne oğlum?" „Berhan Yüzbaşı" „Bundan sonra adın 302 Berhan Yüzbaşı" Sıradan giderek isimlere numara vermeye devam etti. 303 Ali Nar, 304 Mustafa Özdemir, 305 Levent Ataseven, 306 Uğur Sarıca, 307" diyen Beton Kemal aniden duraksadı. Birden duygulandığı görüldü. Sesi titriyordu. Ramazan astsubaya dönerek kararını verdi: „Bu numarayı atlayalım. Boş kalsın bu devrede." Numara atlandı ama herkesi bir meraktır sardı. Neden acaba? 307"in sırrı neydi? Numaralandırmaya devam edildi. 308 Hasan Kabasakal. 309 Tuncay Yıldırım, 310 Nurullah Ünal, 311 Ünal İpekçi, 312 Muammer Yıldırım, 313 Engin Taşcı, 314 Ferruh Kaplan. Beton Kemal, tekrar durdu ve 314 Ferruh"un gözlerinin içine baktı. Ramazan astsubaya dönerek yarı ciddi yara şakaya benzeyen bir espiri yaptı: „İnşallah, buda evvelki 314"e benzemez!" Al sana başka bir sır daha! Evvelki 314"den kasıt mezun olan 1983 devresindeki 314 olmalıydı. 24 Numaralandırma bitene kadar devam etti: 315 Ufuk Yılmaz, 316 Onur Şahin, Gazi Altun, 318 Halil Doğan, 319 Yıldırım Akıncı, 320 Arif Düğüm, 321 Hakan İnan, 322 Mustafa Dolu, 323 Mensur Irmaksever, 324 Hasan İpek, 325 Ercan Çetinkaya, 326 Şeref Yavuz, 327Aytekin Ürkmez, 328 Lokman Koçdoğan, 329 Levent Sevim, 330 Faruk Fikret Otuzoğlu, 331 Hayrettin Erkmen. İlk 30 kişi tamamlanmıştı ki, Beton Kemal"in sesi tekrar duyuldu: „Bunlar A sınıfı olsun. Uzunlar. Kalan 30 kişi B sınıfı. Kısalar." B sınıfının numaralandırılması da oracıkta bitirildi: 332 İlhan Ünalan, 333 İrfan Tüysüz (Şahin), 334 Galip Deniz, 335 Salih Özdemir, 336 Fikret Gündüz, 337 Ünal Bingül, 338 Hasan Keskin, 339 Mesut Sinoplu, 340 Halis Deniz, 341 Mahmut Uludoğan, 342 Muhammed Güngör, 343 Aykut Ağır, 344 Tayfun Genç, 345 Tayyup Doğan, 346 Tuncay Hacısomanoğlu, 347 Ömer Faruk Soydan, 348 Mesut Öztürk, 349 Turan Çiftçi, 350 Turgut Tarihçi, 351 Ekrem Eraslan, 352 Osman Kürşat Beşikçi, 353 Tayyar Mülazımoğlu, 354 İdris Kılınç, 355 Vahap Duru, 356 İsmail Kenan Boyacıoğlu, 357 Bülent Özçelik, 358 Bülent Altunbaş, 359 Sedat Özdemir, 360 İbrahim Şahiner, 501 Çetin Koçak. 502 Reverend Çinçin. Beton Kemal, emir komutunu bu sefer tersten verdi: „Geriye Dön. Sıra Kapan" Hiç beklemeden ne yapılacağını özetledi: „Şimdi Ankara'nın Abidinpaşa semtinde bulunan askeri dikim evine gideceğiz. Dahili ve harici olarak giyeceğiniz askeri elbiseler, kışlık ve yazlıklar, iç çamaşırlarınıza kadar size sayı ile teslim edilecek. Haydi, koşar adım otobüse marş marş. " Dikimevi"nde herkes vücud yapısına göre askeri elbiselerine kavuştu. Göz kararı ile karar veren uzman bir sivil memur, hangi numaralı elbise ve şapkanın öğrenciye uyacağını kestiriyordu. Yüzde 90 tahmini tutuyordu. A"dan Z"ye diş macunundan kışlık ve yazlık ayakkabıya kadar her türlü ihtiyaçları ile donatılmışlardı. Şapka numarası konusunda Ferruh sıkıntı çekiyordu. Kendisine uyan harici elbise şapkasını bulamamıştı. Beton Kemal duruma müdahale etti: „Oğlum, senin kafan sivri. En büyük numarayı alacaksın, yani 58." İç çamaşır ve külotların teslim alımında sağlam bir patırtı koptu. Dizlerin altına kadar inen uzun mu uzun albay donlarını gören kahkahayı kopartıyordu. Her öğrenciye 8 adet albay donu verildi. 25 Ancak kimsenin bu donları kullanmaya niyeti yoktu. Herkes aynı fikirdeydi. Bunu ilk dile getiren 304 Mustafa Özdemir oldu: „Albay donuymuş, istese general donu olsun giymem arkadaş. Soytarı mıyız biz?" Olay mahaline intikal eden Beton Kemal"in Osmanlı tokadı Mustafa"nın sol yanağında şakladı. İki seksen sırtı üstü yere kapaklanan zavallı Mustafa, ayağa kalkamadı. Gülüşmeler bir anda sonlandı, devre ciddiyete büründü. Buz gibi havada Beton Kemal"in soğuk sesi duyuldu: „Soytarılar sizi!. Size ne veriliyorsa giyeceksiniz. Her gün don kontrolü yapacağım. Hele bir giymeyen olursa. " Bu kısa tehdit devrenin sütliman olmasına yetmişti. Artık kimse espiri yapmıyor, sessizce ne verilirse onu alıp susuyordu. Üç saat süresince kendilerine verilen askeri valizi ağzına kadar doldurmuşlardı. Okula dönüşte de kimse ağzını açmadı. Konuşup iki çift laf ederlerse başlarına ne geleceği belli olmazdı. Korkmuş, tırsmışlardı. En önde bir karış suratla heykel gibi donuk oturan Beton Kemal, kendisine takılan lakabı sonuna kadar hak ediyordu. Simasında hiç bir mimik, küçücük bir insani haraket, duygularını yansıtan bir işaret yoktu. Şakası hiç yoktu. Yemekhanede yenen öğle yemeği bitmeye yakın „Dikkat" sesi duyuldu. Tüm öğrenciler ayağa kalktı. Beton Kemal içeri girmişti. Nöbetçi astsubay Horoz Nuri, yemek duasını yaptırdı: „Tanrımıza Hamd Olsun" Tüm öğrenciler gür sesle tekrarladı. „Milletimiz Var Olsun" Yemekhane tekrar çınladı. Beton Kemal tok sesiyle onayladı: „Afiyet Olsun! " „Sağol" Bu yemek duasını bundan sonra her yemekten sonra yapılacağını yeni öğreniyorlardı. Onlar Dikimevinde vakit geçirirken okulun diğer öğrencileri de gelmeye başlamıştı. Bu nedenle yemekhanenin yarısı dolmuştu. Saat akşam 7.00"ye kadar geri kalanıda yaz tatili izni bitimi nedeniyle teslim olacaktı. 2. ve 3. sınıfları ilk defa görüyorlardı. Sınıf okulu denen tek pırpırlı astsubay öğrencileri 4. sınıftı. Oldukca fiyakalıydılar. Bir yıl sonra mezun olacaklardı. Okulun toplam öğrenci sayısı 323 idi. 2. sınıflar 80 kişiydi. Üçüncü sınıflar 90, son sınıflar ise 97 kişiydi. 60 kişi olan 1. sınıflar en altta astlardı. Bunun ne demek olduğunu akşamleyin 8.00"de etüd saati sırasında 2. sınıflardan Hüsnü ve Necati isimli iki öğrenci içeri girince anladılar. 26 Hüsnü, kendisini hemen tanıttı: „Benim adım Psikopat Hüsnü. Bu lakaba neden layık görüldüğümü kısaca anlatayım. Astların üstlere saygısızlığını asla affetmem. Çarparım. İlk kural: Sizden üst bir sınıfın yanından geçerken esas duruşta olacaksınız ve önce siz selam vereceksiniz. 6 metre önceden hazırlığa başlıyacaksınız. Şapkanız kafanızda ise şapkayla, yoksa başınızla. Zaten dışarıda şapkasız dolaşını çarparım. Selam vermeyen, geç veren veya laubali davrananın ifadesini hemen alırım. İlk kuralın dehşetini henüz hazmedememiş iken Psikopat Hüsnü, son gazla devam etti. „İkinci kural: İki yakanızı birleştiren kopçalarınız her zaman ilikli olacak. Ayakkabılarınız boyalı ve parlak olacak.Her gün tıraş olacaksınız, her akşam dişlerinizi fırçalayıpta yatacaksınız. Saçı ve tıraşı uzun bir öğrenci görürsem, anında çarparım. Dişini fırçalamayının dişlerini dökerim. Sert ve dik bakışlı Necati söze karışarak, hem kim olduğunu söyledi, hemde karın ağrılarını: „Benim adım Çatlak Necati. Neden mi çatlağım? Çünkü kurallara uymayının başında çat diye biterim. Kafasını çatlatırım, patlatırım. 2. sınıflara komutanım diyeceksiniz. Abi mabi laflarıyla yılışanları hiç sevmem. Çarparım. Üst sınıfların koğuşuna, sınıfına, yanına yaklaşmayacaksınız. Psikopat Hüsnü, sözü gediğine koyarak son sözü söyledi: „Askerlikte mantık yoktur. Üst her zaman haklıdır. Haksız olduğu zamanda haklıdır. Siz astsınız ve üstleriniz ne diyorsa onu yapacaksınız.Eğer içinizden biriniz bizi sınıf subayınıza veya herhangi bir komutana şikayet ederse, bu okulu bitiremez. Çünkü her gün atacağım dayaklara dayanamaz. Sizin bu okulda ilk saygı göstereceğiniz üsttünüz, 2. sınıfdaki komutanlarınızdır. Üstün her zaman haklı olduğunu derilerine, belleklerine kazıdılar. Aksi halde şiddet usülleriyle kafalarını kırarak kazıyacaklar vardı. Şaka yapmadıkları açıktı. Dayanılmaz astlık başlamıştı. 27 Beşinci Bölüm: 307’in Sırrı Çevrilmiş bir binanın içerisinde, askerî eğitimin getirdiği çok alışık olmadığı emirler, tahkirler, şunu yap, bunu yapmalar, ana kuzusu delikanlılar için cehennem azabına dönüşüyordu. Annelerin merhametli elllerinde, „el bebek, gül bebek" büyütülmüşlerdi. Pek çoğunun babaları bir fiske bile vurmamış, sert bir emirle zorla bir iş yaptırmamıştı. Ferruh ve 1.sınıf öğrencilerinin yarısından çoğu daha ilk üç gün içinde canlarından bezmişti. Ruhlarına ağır gelen halleri saymakla tükenmezdi." Kimse görmesin" diye saklanacak kuytu bir köşe, bir delik, sığınacak bir kapı aranıyordu. Ama dört duvar açık hava hapishanesi gibi duran minnacık bu okul sınırları içinde sanki 24 saat gözetleniyorlardı. 2. sınıflar başlarında cehennem zebanileri gibi her yerde bitiveriyordu. Onlara çarpılma endişesiyle sınıfta ise sınıfta koğuşta ise koğuşta kalıyor, dışarıda gezmekten ödleri patlıyordu. En korkunç korku filmi bile daha az ürkütücüydü. Sınıftan veya koğuştan adımlarını dışarı attıklarında kendilerini dövmek için bahane arayan psikopat 2. sınıflar köşede saklanmış bekliyordu. „Selamı düzgün vermedin", „az saygı gösterdin", „bana yan baktın" gibi gerekçelerle bir köşeye çekip abanıyorlardı. Her akşam etüdlerden önce ve yatmadan önce en az 10 adet 1. sınıf öğrencisinin dayakla cezalandırılması mutat uygulamaydı. Okul, bir kabusa dönüşmüş, tam bir girdap haline gelmişti. Ferruh, bu durumda tutunacak bir dal arar hale geldi. 5 gün sonra baktı ki o yalnızlığın ortasında tutunacak tek bir dal var, o da Rabbine yönelmek. Mahalle ve ortaokul arkadaşlarından da yanında can yoldaşı olan birisi yoktu. Her gece bir „yat vakti" vardı. Saat 9.00 olduğunda hepsi tavuk gibi yatağa giriyorlardı. Nöbetçi subay dolaşır ve herkesin yattığından emin olur ve odasına çekilirdi. Işıklar söndürülür, herkes uykuya geçerdi. Ferruh, okuldaki 5. gün yatma vaktinden önce abdestini aldı ve yatağında yatar vaziyette beklemeye başladı. Ondan sonra nöbetçi subay gidince, kalktı ve yatağın örtüsünü/pikeyi serip o günkü namazlarının tamamını, yattığı koğuşun bir kenarında kaza namazı olarak kıldı. Öyle müthiş bir rahatlık yaşadı ki, anlatılamazdı. Namaz, onun için bir çıkış yolu olmuş oldu ve kendi kendine asker ve şeref sözü vermişti: „Ben akşamları bu şekilde namazlarımı ne olursa olsun kılacağım." Bu şekilde namazlarını kılmaya başladı. Ailesinden ne bir telefon nede bir mektup gelmişti. Zaten aileriyle görüşme izni sınırlıydı. Telefon yazdıracaksın, sıra bekleyeceksin... Ama öyle bir Zat var ki, ne zaman seccadeyi serseniz huzuruna ulaşmanız mümkündü. Bu çok büyük bir rahatlık verdi Ferruh"a. O ruh hali muhteşemdi... 28 Ferruh"u gören üç kişi daha kendi kendine,„namaz kılmak galiba yasak değil" düşüncesiyle namaza başlamıştı. Bu şekilde koğuşta veya koridorda namaz kılma devam ederken, koğuştan bir kaç arkadaşı daha onları görmüştü. 312 Muammer Yıldırım: “Sen namaz mı kılıyorsun?” diye sordu. Ferruh biraz endişe ile, “Hayrola, niçin soruyorsun?” dedi. Muammer Uşaklıydı. Anadolu çocuğuydu, öğrenciler arasındaki meşhur ifadeyle „köyden yarın" gelmişti. Heyecanla bir çırpıda kalbini, ruhunu döktü: “Ben de kılmak istiyorum, sen nasıl yapıyorsan, bana da söyle” Ferruh durumu anlattı. 312 Muammer, o gün o dakika namaza başladı. Bir tarafta aileden ayrılık, bir tarafta yabancı insanlarla bir arada olmak zordu. Her öğrencinin ruh hali aynı değildi. Eskişehir'den beraber geldiği Sivrihisar'ın köyünden 331 Hayrettin "in, Van"dan köyünden çıkmış gelmiş Mensurun, Sivas'ın Gürünlüsü Bülent'in havası bambaşkaydı. Bir an önce Ankaralılara benzemek ve Batılı değerlere sadık çakı gibi laik asker olmak hedefleriydi. Neticede böyle bir ortamda kendini yabancı hissetme, kendini oraya uygun bulamama hali yaşanıyordu. Gurbette olma hali Urfa biberinden daha acıydı... O yalnızlık içerisinde bir çıkış yolu pek çok Anadolu çocuğu tarafından aranıyordu. Daha muhafazakar bir aileden gelenleri namazı kılma noktasına getiren bir sorgulama, kulluk arayışına geçilmişti. Onun getirdiği bir suçluluk hali de vardı. Namazı kılamama Ferruh ve Muammer"de ciddî sıkıntıya sebep oluyordu. Zaman içerisinde üst sınıflarda diğer koğuşlarda bazı öğrencilerinde bir şekilde namaz kılmaya çalıştıklarını öğrenmişlerdi. Ferruh ve Muammer yalnız olmadıklarına sevindiler. Kısa sürede devrelerinden 356 Kenan Boyacıoğlu ve 329 Levent Sevim"de namaz kılanlar kafilesine katıldı. Meğer ikiside ortaokulda iken beş vakit namaz kılıyordu. İlk günlerde habire artan yasaklarınden tırsmıştılar. Ferruh ve Muammer cesaret alarak kafiliye katıldılar. Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati, her ne kadar içki, sigara, uyuşturucu, kumar, karı kız düşkünlüğü dahil bilumum günahları irtikap etselerde, namaz kılanlara saygı duyuyorlardı. Ferruh ve Muammer, 1. sınıflarda Hüsnü"den dayak yemeyen ender öğrencilerdi. Namaz, bu psikopatlardan tek kaçış yoluydu. Galiba şöyle düşünüyorlardı: ‘Namaz kılana dokunmayayım, yukarıdan çarpılırım' 29 Okula geldiklerinin beşinci günü, onları bir sürpriz bekliyordu. Beton Kemal, dahili değil harici elbiselerini giymelerini talep etmişti. Saat 8.30"da dahili üniformaları ile çıktıkları içtima alanından merasim erken bitmişti. Bir saat içinde içtima meydanında tekrar toplanacaklardı. Neler oluyordu? Kimse konuşmuyordu. Otobüse binerek GATA"ya yola düştüler. Zaten hemen yanı başlarındaydı. 10 dakika içinde GATA"nın tören meydanına ulaşmışlardı. GATA içindeki Tıp fakültesinde okuyan Harbiyeliler, Hemşire Yüksek Okulu"nda okuyanlar kızlar ve Hemşire kolejinde tahsil alan askeri hemşirelere adaylarıda aynı alana toplanmıştı. Het taraf bayraklarla doınatılmıştı. Bayram mı vardı, yoksa yas mı belli değildi. GATA komutanı Tüm general Necati Kölan, kırmızı halıların üzerinde yürüyerek kürsüye geldi. Duygu dolu bir konuşma yaparken, dört askeri jandarmanın taşıdığı ay yıldız bayrak sarılı tabut tören alanına getirildi. Bu bir şehit cenazesi olmalıydı. Genç bir astsubayın cenazesi. Sınıf okulundan bir öğrenci elinde çerçevelenmiş bir resim tutuyordu. Resmin altında ne yazdığını cenaze yanlarından geçerken Ferruh okuyabildi: ‘307 Hasan Kara. 1983 Mezunu Sağlık Astsubayı"’ İki pırpırlı şehit Hasan Astsubay Çavuş, henüz mezun olalı bir hafta geçmiş iken, cenazesi GATA"ya getirilmişti. İlk görev yeri olan Diyarbakır'a otobüsle giderken, yolculuk şehir girişine indirilmişti. Eli silahlı bir grup asker tıraşından tanıdığı Hasan Kara"yı bir kenara ayırmıştı. Yolcuların gözü önünde kurşuna dizilen Hasan"ın vücudunda tam 32 kurşun sayılmıştı. Hasan"ın niçin öldürüldüğünü o gün kimse anlayamadı. Kürt kelimesini hayatlarında hiç duymamışlardı. Dolayısıyla „Kürt ayrılıkcı" ifadesi sakıncalı olurdu, „Kürt kökenli terörist" tanımından ziyade „eşkiya" tarifi daha az baş ağrıtıcıydı. Nitekim GATA Komutanı Kölan, konuşmasında, „bir kaç çapulcu eşkiya" ifadesini kullanmıştı. Peki neden sorusuna cevap vermemişti. Körpecik Hasan"a sıkılan kurşun, bir intikam, bir nefret işareti değil miydi? Beton Kemal"in gözlerinden iki damla gözyaşı düştüğünü Ferruh gözlemlemişti. 308 Hasan Kara"ya dört sene boyunca amirlik yapmıştı. Henüz kıta hayatına başlamadan, askerlik vazifesinin ilk gününde kahpece katledilmesi, ona çok dokunmuştu. Cenazenin getirilmesi ve kaldırılması arasında üç gün geçmişti. İşte tam bu sırada onlara yaka numaraları verilmişti. Hasan, henüz adı duyurulmamış PKK terörünün adı medyaya duyurulmamış ilk şehidiydi. Resmi makamlar, 1984 Eruh baskınına kadar PKK"lı teröristlerin şehit ettiği askerleri basından gizleme yolunu tercih etmişti. Askeri mantığa göre yok sayınca sorunda yok oluyordu. Ülkede Kürt olduğu kabul edilmediği gibi etnik ayrımcı terör faaliyetlerine başlamış PKK"da görülmez geliniyordu. 307 Hasan Kara"nın sırrı anlaşılmıştı. O, PKK terörüne kurban verilen ilk masumdu, belki de ilk şehitrlerdendi. 1983 devresinde onun numarasını boş bırakan Beton Kemal, sessizce şehidi anıyordu. 30 Altıncı Bölüm: Tommiks Nurullah! Beton Kemal, 307 Hasan Kara"nın daha mesaisine başlamadan şehit edilmesinde kendisininde kusuru olduğunu düşünmüyor değildi. Sağlıkcı olacak diye bu astsubay adaylarını ciddi bir askeri eğitimden geçirmiyorlar, silah kullanmayı sınırlı öğretiyorlardı. Oysa karacılar hastane veya revirde görevlendirilmiyordu, kıtada diğer astsubaylar gibi asker eğitimi ile meşgul oluyorlardı. Dağda terörist avına gönderildiklerini yeni yeni duyuyordu. Topu topu hayatında sadece yaz kamplarında iki defa ellerine silah almışlardı. Birinci Dünya Savaşı"ndan kalmış M1 denilen Kırıkkale silahlarıyla üçer kurşun kullanmalarına izin verilmişti, o kadar. Okula geldikleri ilk ayda gördükleri intibak eğitimi dışında askeri eğitim almamışlardı. Beton Kemal, bu sefer askeri eğitimi sıkı tutmaya karar vermişti. Yanaşık düzen eğitimini veren Ramazan astsubaydan kısa sürede uygun ve tören adımında yürümeyi, düzgün selam vermeyi, oturmayı, kalkmayı, dönmeyi taze asker adaylarına öğretmişti. Beş gün sabahtan akşama kadar süren eğitim süreci sonucunda çakı gibi asker olmuşlardı. Günde beş defa içtima yapılmasından ve her defasında sayılmaktan artık gına gelmişti. Her akşam İstiklal Marşı okunarak gün sona eriyordu. Dahili elbiselerle yapılan eğitimde silah kullanmak hariç yanaşık düzenin her ince noktasını bellemişlerdi. Her sabah ve akşam içtimasından sonra tören yürüyüşü yaparak Beton Kemal"in önünden geçiyorlardı. Ciddiyetle selam duran Beton Kemal, tören yürüyüşünde bacaklarını sıkı çekmeyenlere bağırıyordu: ‘Kız gibi yürüme. Çek bacaklarını çek’ Kurban bayramı izni gelip çatmıştı. İlk defa harici elbiselerini giyeceklerdi.1. Sınıf olduklarını belirten tek şerit pırpırı becerenler kendi dikiyor, beceremeyenler terziye götürüyordu. Haftada bir gün çamaşır ve terziye iç ve dış çamaşır verme hakları vardı. Çamaşırlar karışmasın diye her birine Numara ve isimlerini yazmışlar veya iğne iplikle işlemişlerdi. Yine de her seferinde birilerinin mutlaka bir şeyleri kaybolurdu.Çamaşırhaneye verdiğiniz çamaşırları temiz ve tam olarak geri almak bir mucize sayılırdı.Çamaşırları daha kirli, eksik ve yün iç fanilayı küçülmüş olarak geri almak gayet normaldi. Büyük gün gelmişti. İzin günü izkarpinleri boyadılar, tıraş oldular, kravatlar bağlandı. Ellerine deri eldiveni aldılar. Bu saçma bir zorunluluktu. Sabahın 9.00"unda içtima meydanını tüm okul tam kadro doldurdu. Sınıf astsubayları ‘sıra açıl’ komutuyla öğrencileri yokluyordu. Sıra Ferruh’a geldiğinde az kalsın heyecandan kalbi duracaktı. Ramazan astsubay, hiç acımadı: ‘Oğlum, bıyıkların terlemiş. Seni bu halde izne çıkartamam. Git koğuşa hemen, kes gel’ Kulaklarına inanamıyordu. Aynada o kadar bakmıştı, zor zahmet bıyıklarını görebiliyordu. Eğer uzun olsaydı bu güne kadar 2 sınıflar kesin kestirir, bir tonda dayak atardı. Çaresiz koğuşun yolunu tuttu. Kafasını umutsuzca salladı, kara kara düşünüyordu: 31 „Emir demiri keser, anladık bunu! Nerede mantık var bu askerlikte zaten. Bu yaşta bıyık kesersem, yarın hergün sakal tıraşı keser olurum ki, işte alimallah o zaman yandım valla!" Bir koşuda gitti geldi. Permatik’in bıyıklara acımazıszca keskin ve sert vuruşuna aldırmadı. İlk defa tıraş yapıyordu acemiydi, dudak ucu hafif kanadı. Beton Kemal gelmeden içtima meydanında yerini aldı. Beton Kemal, tekmili aldıktan sonra, sıra açıl komutuyla bir kontrolü o yaptı. Boyalı olan ayakkabılar güneşte ışıldıyordu, parlaklıkları göz kamaştırıyordu. Ferruh’un sağ yanında duran Nurullah’a gelince duraksadı. Ağzından dökülen iki sözcük, bir lakabı daha doğruyordu: Sen Tommiks misin? Nurullah utancından kızarmıştı. Sıfır tıraştan sonra geçen bir haftada çıkan saçlarını alnının tam ortasında ikiye bölmüş, sağlı sollu iki kenara inek yalamış gibi yatırmıştı. Tay yayınevlerinin ünlü çizgi romanın kahramanı yüzbaşı Tommiks’te aynen saçlarını böyle ayırıyordu. Tüm devre gülmemek dişleriyle dudaklarını ısırıyordu. Gülmek demek ceza demekti. Ceza demek memleket iznini okulda tek başına geçirmek anlamına geliyordu. Nurulllah, ne diyeceğini bilemedi. Beton Kemal daha fazla üstelemedi ama Nurullah’ın adı değişmişti. Bundan sonra onu yakın arkadaşları ‘Tommiks’ diye anacaktı. Ona kızanlar ise ‘Topmiks’ diye çağıracaktı. Peki Beton Kemal, ‘Tommiks’i nereden biliyordu? Demek ki Teksas ve Tommiks türevi çizgi romanlarının hastasıydı. Bu romanları okuyan gençlik, aşırı duygusal ve romantik olurdu. Espiri anlayışları gelişirdi. Beton Kemal, neden çok ciddiydi? Bilmedikleri acaba ne sırları vardı!. Galiba tanıştıkları ilk haftada ilk defa espiri yapıyordu ama bunu dahi ciddiye almışlardı. İlk izne çıkış, arkasında gizemli bir sır ve ömür boyu kalacak bir lakap bırakmıştı. 32 Yedinci Bölüm: Asker çocuğu olmak Ferruh, asker çocuğu olmasının askeri okulda kendisine avantaj sağlayacağını sanmıştı. Fena yanılmıştı. Memleketin hasına ve tek birine sahip olmak esastı. Memleketin bu kadar önemli olduğunu, hemşericiliğin tavan yaptığını acı tecrübelerle öğrenmişti.Memleket bunalımına girmişti. „Nereliyim ben’ diye şakaklarını zorladı. Bulamadı. Babası gibi Çorumlumuydu, yoksa annesi gibi Amasyalı mı? Üç kardeşte farklı kentlerde doğmuşlardı. Ailenizdeki tüm bireylerin doğum yeri farklıydı. Ankara’dan Eskişehir’e 302 model eski bir otobüsle gelirken heyecanlıydı. Askeri üniforma ile arkadaşlarına hava atacaktı. Oysa arkadaşlarının hepsi asker çocuğuydu. Ömürleri askeri lojman, askeri üs, orduevi, askeri sinemada geçiren, hep askeri berbere tıraş olan asker çocukları. Asker çocuğu ne demekti! Memleketinin olmaması demekti. Nüfus cüzdanında yazılı kütük memleket miydi? Baba veya annenin memleketiydi orası. Doğum yeri memur çocuğu için hiçbir şey ifade etmezdi. O şehirden geçerken annesi evladına, "Bak yavrum sen şu hastanede doğdun" derdi, o kadar. Ferruh, aslında doğduğundan beri asker olduğunu yeni yeni farkediyordu. Asker çocuğu olmak, ailedeki herkesin asker gibi yaşaması demekti. Zira sizin yapacağınız bir hata "X şunu yapmış" şeklinde değil "Y komutanın çocuğu şunu yapmış" şeklinde konuşulacaktı. Babasının her gittiği şehirde bir önceki şehirle anılmışlardı.Ankara’da iken ‘Çorumlu çocuk’, Malatya’da iken ‘Ankaralı çocuk’, şimdide ‘Eskişehirli çocuk’tu. Okul değiştirme rekorları kırmıştı. Liseye gidene kadar 8 yıllık eğitim sürecinde 7 ayrı okulda okumuştu. Okulun ilk günlerinden hep nefret etmişti Herkes birbirini tanır iken, asker çocuğu„benim gibi yeni bir var mı? diye bakınıp ilk irtibatı onla kurmaya çabalardı. Muhtemelen ismi sınıf listesine yazılmamış olurdu. En alta kalemle eklerdi. İlk bir hafta böyle misafir sanatçı gibi okula gidip gelirdi. Babanız emekli olana kadar evinizin size ait olmaması, oturacağınız evi seçememeniz, poster yapıştırırken bile "Demirbaşa zarar vermeyelim" kaygısı taşımak demekti asker çocuğu olmak. Yaşıtlarınız gününü gün ederken, sizin babanızla Doğu’da şark hizmeti yapmaktı.Vatan sevgisini kitaplardan okuyarak değil, bizzat yaşayarak öğrenmekti. Tüm bunlara rağmen dışarıdan bakan gözler, sizing sadece kamplarda nasıl eğlendiğinizi görürdü. Ordu evlerinde nasıl ucuza kola içtiğinizi sorgulardı. Lojmanların devlete yük olduğundan dem vururdu. Askeri araçlardan bedava istifade ettiğinizi diline pelesenk ederdi. Babanız maaşının ne kadar yüksek olduğunun dedikodusunu yapardı. Askerlik zamanımız geldiğinde babamızın size torpil yapacağını konuşurlardı. Oysa geçici erlik değil ömürboyu askerlik hizmeti için ter döküyordu. Her şeye rağmen asker çocuğu, babasının mesleğiyle gurur duyardı. Mesai aracı lojmana girdiğinde, tek tip elbiseli insanlar arasından babanızı bulup, koşarak boynuna sarılmak isterdiniz. Ferruh, babasının kendisi üzerinde ne kadar emek sarf ettiğini daha yeni anlamıştı. 33 Namaz kılmayı bıraktığı için babası çok üzülürdü. Şimdi namaza yeniden hemde askeri okulda başladığını duyunca kimbilir ne kadar sevinecekti. Tam tersi oldu. Hem babası hem de çevredekiler “Orada namaz kılma, namaz kıldığın tesbit edilirse okuldan atılırsın” diye telkinlerde bulundular Ferruh’a. Hattı bazı dine uzak yakın çevre akrabalar, namaza nasıl başladığına pek anlam veremiyordu. Hocalardan, camiden pek haz etmeyen komşuları Sedat yüzbaşı, babasını uyarmıştı: “Yahu, bu çocuk nereden dine meyletti. Bıraksın namazı, niyazı. Bak sonra atarlar ha!” Böylesine mantıksız bir mantık hayatında duymamıştı Ferruh. Namaz kılıyor diye peygamber ocağından hiç insan atılır mıydı? Hem de hırsızları, soysuzları, hortumcuları, homosekseülleri duruyor iken. Babasının kulağına Sedat yüzbaşı karpuz kabuğu kaçırmıştı. Oysa Sedat yüzbaşıda lojmanda asker çocukları grubuyla birlikte Ramazanlarda teravihe giderdi. O dönemde 14 yaşının getirdiği bir sorgulama süreci vardı. Çevrede ölenlerin nereye gittiğini merak ediyordu Ferruh. Herkes bir şeyler söylüyordu... 12 Eylül öncesi sivil savaş yaşandığı ve binlerce”gencin yok yere birbirini öldürdüğü evlerinde sık sık konuşulurdu. Ancak asla askerler ve asker çocukları, 12 Eylül’e ve mimarlarına toz kondurmuyordu.Oysa ekonomi"den medyaya, sivilden akademik hayata kadar, toplum 12 Eylül postal darbesiyle yaralanmıştı. Ferruh, bir gün Teksas Tommik çizgi romanlarının satıldığı ikinci el dükkanda DEV SOL’a ait bir broşür buldu. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Elleri ile gözlerini oğuşturdu, ama inanamadı. Bilanço ağırdı: TBMM kapatıldı,Anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. 650 bin kişi gözaltına alındı.1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi.517 kişiye idam cezası verildi.Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. 18’i sol görüşlü, 8’i sağ görüşlü, 23’i adli suçluydu, 1’i Asala militanıydı.İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. Cezaevlerinde 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi.Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.14 kişi açlık grevinde öldü.16 kişi “kaçarken” vuruldu.95 kişi “çatışmada” öldü.73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi. Gözaltında ve cezaelerinde 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi.30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı.14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti. 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 34 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.31 gazeteci cezaevine girdi.300 gazeteci saldırıya uğradı.3 gazeteci silahla öldürüldü.Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.13 büyük gazete için 303 dava açıldı.39 ton gazete ve dergi imha edildi. 12 Eylül’e laf söyletmeyenlerden biride Ferruh’un babası Orhan astsubaydı. Kenan Evren’ı can siperane savunur, ‘ülkeyi terörden kurtardı’ der dururdu. Din bilinmeyen mefhumdu. 68 kuşağı dinsizlik girdabında anarşist olmuş, hıncını devletten, kendi insanından almıştı. Bu derdi gören Kenan Evren, din derslerini mekteplerde zorunlu kılarak dinden bir neslin daha uzak yetişmesini engellemek istemişti. Komünizmin ilacı din olabilirdi. Ara sıra gaflar yapsada, Evren inançsız değildi. Orhan astsubay, 15 yıldır sıkı bir Necmeddin Erbakan hastasıydı, ateşli bir Milli Selamet Partisi hayranıydı. Babasını ne olmuşsa Turgut Özal’ı sever hale gelmişti. Elinde dolmakalemle halk adamı gibi konuşan bu tombul adam çok sempatikti. 22Ekim"de MDP Lideri Turgut Sunalp, ANAP Lideri Turgut Özal ve HP Lideri Necdet Calp TRT'de açık oturuma katıldılar. Özal hepsini mars etti. 24 Ekim’de Diyarbakır eski Belediye Başkanlarından Mehdi Zana 24 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Günaydın ve Tan Gazeteleri kapatıldı. Kenan Evren’in ekranlara çıkarak asker kökenli paşa Necdet Calp’tan yana görüş bildirmesi, askere kızgın olan halkın teveccühünü daha fazla Özal’a yöneltmişti. Genel seçimler, 6 Kasım’da yapıldı. MGK'nın seçimlere katılmasına izin verdiği 3 partiden ANAP birinci parti, HP ikinci, MDP ise üçüncü parti oldu. Halkü Evren"in şahsında darbe yapan orduyu cezalandırdı. Seçimden hemen sonra Tan ve Günaydan Gazetelerinin yayınına izin verildi. 24 Kasım’da üç yıl aradan sonra TBBM açıldı. Başbakan Bülend Ulusu istifa etti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Hükümeti kurma görevini ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'a verdi. 2 Aralık"da Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ndeki yerini almak için, Genelkurmay Başkanı Org. Nurettin Ersin görevinden istifa etti. Org. Necdet Üruğ Genelkurmay Başkanı, Org. Haydar Saltuk Kara Kuvvetleri, Org. Halil Sözer Hava Kuvvetleri Komutanı oldular. 4 Aralık’ta ANAP'lı Necmettin Karaduman, TBMM Başkanlığı'na seçildi. 6 Aralık’ta 3 yıldır görev yapan Milli Güvenlik Konseyi, Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne dönüştü. Aralık ayı, baş döndürücü bir hızda politikanın seyrini değiştirmişti. 20 eski Bakan ve 80 eski parlamenter DYP'ye girdi. 12 Aralık’ta kapatılan Büyük Türkiye Partisi (BTP)'nin 18 kurucu üyesi DYP'ye girdi. 13 Aralık 1983’de Turgut Özal'ın kurduğu Kabine, Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı.18 Aralık’ta Erdal İnönü, yeniden SODEP Genel Başkanlığı'na seçildi. Artık kimlerin politika yapabileceği hem askerler hemde halk tarafından onaylanmıştı. Tüm bu hengamede 21 Aralık"ta Ankara'da bir arabaya yerleştirilen bombanın patlaması sonucu 100'den fazla binanın camları kırıldı. Olayı İslami Dava Örgütü üstlendi. Yapılan operasyonlarda 9 kişi yakalandı. Ankara ve İstanbul'da ele geçirilen militanların 'Hizbul Dava-i İslami' örgütü 35 üyesi oldukları ileri sürüldü. Bu irtica adlı gulyabaninin hortlatıldığı ilk sahte operasyondu. 24 Aralık’da Turgut Özal Hükümeti’nin TBMM'de güvenoyu almasına gönderilmiş bir gözdağıydı. Bu devrede askeri okulda hayat oldukca monoton ve kendi olağan seyrinde tekdüze çizgide geçiyordu. Bütün bunlar olurken, Ferruh kendini dini bir araştırmaya, namaz kılmaya ve kulluk yapma sürecine yönlendirmişti. Nihayetinde parti pırtı hepsi boştu. Ölüm her faniyi yakalayacaktı.Neticede bu dini kabul ediyorsak, gereklerini de yaşamamız gerektiği noktasında Ferruh, içsel süreç yaşıyordu. Ortaokul 1. sınıfta başlayan bu yolculukla askeri lisede 5 vakit namaz kılar hale gelmişti. Dört günlük tatilin ardından okula dönüşte babası ondan namazını mezun olduktan sonra kılmasını rica etti. Yalvardı sanki. Oysa daha geçen sene namaz kılsın diye yalvarıyordu. İnatçıydı Ferruh. İnandığı husustan asla geri dönmezdi. Kötü bir şey yapmıyordu ki, sadece inandığı dinin olmazsa olmazıydı, namaz. Önceki devrelerde namaz kılanlar yok denecek kadar azdı. 3. Sınıflardan Kadir, Mikail, Ali ve Osman abileri, 2. Sınıflardan İlyas ve Cavit abileri dışında namaz kılan neredeyse yoktu. Okulda o zamana kadar koğuşta namaz kılma gibi bir uygulama olmamıştı. Zaten herkes korkarak ve çekinerek geliyordu bu okula. Önemli bir kısmı zaten bu meselelerle alâkası olmayan insanlardı, öyle ailelerden gelmişlerdi. Bir gün namaz kılarken, İlyas ve Kadir, 'nöbetçi subay'a yakalandı. Mehmet Tıbıkoğlu adlı bodur boylu yüzbaşı kızarak kükredi: "Siz namaz kılmak için kimden izin aldınız?" Sesleri çıkmıyordu. Hemen yaka numaraları alındı ve savunmaları istendi. Gelen suç isnadı komikti: ‘Sınıfta olmanız gereken saatde koğuşta ne yapıyordunuz?’ Savunmada yazılan cevap soru kadar saçmaydı: ‘Sıcak sular akmıyordu, nöbetçi askeri aramaya gitmiştim’ Kimse ceza almadı. Galiba mantıksızlığa mantıksızca yanıt verilirse sorun bazen çıkmıyordu. Genellikle savunmalar ‘iş olsun’ diye alınır, mutlaka ceza verilirdi. Bir gün alıkoyma, iki gün haftasonu izne çıkma yasağı veya iki hafta katıksız izin iptali gibi formüller vardı. Namaz kılmaktan ceza vermek istemeyen Yüzbaşı Mehmet Tıbık, anlaşılan hassas davranmıştı. Bunun nedenini kendi kendilerine soruyorlardı. Ankara’nın Keskin ilçesinden olan İlyas Aslan ve Bursalı olan Kadir Bilmiş asker çocuklarıydılar. Mehmet Tıbık, asker çocuklarını çok severdi. Asker çocuğu olmak nihayet işe yaramıştı. 36 Sekizinci Bölüm: Eşekler Sınıfı’nın Lakapları 1983 devresinin uzunlar A sınıfı, kısa sürede yaramazlıkları ile ün yapmaya başladı. Türkiye’de sinemalarda Hababam Sınıfı filmlerinin kasırgası esiyordu. Roman olarak ilk defa 1950’de Dolmuş dergisinde basılan eser, önce tiyatrolarda, 1970 sonlarından itibaren beyaz perdede yerini almıştı. Eserin yazarı Rıfat Ilgaz öğretmen olduğu için kendisinden ve görev yaptığı okullardan,öğrencilerinden etkilenerek bu eseri yazmıştı. Romanda değişik şehirlerden gelen,değişik düşünceleri olan,uslanmaz,haylaz bir sınıfın öğrencileri ve onların başlarına gelen olaylar anlatılıyordu. 1983 devresinin Uzunlar A sınıfı, kendisine rol model olarak bu hayali veya gerçek sınıfın haşarı öğrencilerini almıştı. Öğrenciler birbirlerine lakap takıyordu. Her akşam ders çalışmak için etüd sonrası sınıfta kalan 336 Ünal Bingül, birde sabahın dördünde yatağından kalkıp ders çalışıyordu. İstanbul’un Kuzguncuk semtinden gelmişti, aslen Erzurum’un dadaşyiğit delikanlısıydı. Yetimdi. Asker çocuğuydu ama babası doğu hizmetini yaparken şehit olmuştu. Annesi saçını süpürge ederek onu büyütmüş, maddi durumu elvermediği için 14 yaşında askeri okula sokmuştu. Okulda başarı olmak zorundaydı. Bu anne vasiyeti idi. Kısalar B sınıfında yer alan Ünal’ın lakabı, Hababam Sınıfı filminden esinlenen Çinçin soyadı bulunan 502 Leverent tarafından konulmuştu: ‘İnekçi’ Teneffüslerde bahçeden ot kesip kitap ve defterlerinin arasına ot koymak sınıf arkadaşlarının en büyük keyfiydi. Sınıfa gelipte kitabında ot bulan Ünal’ın şaşkın halini görmek için sınıfın köşe ucunda bekleşen devredaşları, özellikle Uzunlar A sınıfı haytaları, el çırparak tempo tutuyordu: İnekçi, inekçi. Mööööö! Yüzü kızaran Ünal’ı biraz daha kızdırmak için tutulan tempo Kısalar B sınıfını da etkiliyordu. Tüm sınıf koro halinde saldırıyordu: İnek Şaban. İnekçi, ot ye, mööööööööö! Ünal, tüm eleştirilere aldırmadan herhangi bir imtihan olmadığı halde yine sınıfta geceliyordu. Kimse onu yatağında görmemişti. Sabahın köründe yine ders çalışmak için kalkan İnekçi Ünal, günde dört saatden fazla uyumuyordu. İnek Şaban tiplemesinin tam tersine saf salak değil çalışkandı. Dürüsttü, efendiydi, terbiyeliydi. Çok az konuşur, hiç gıybet yapmazdı. Okulda hayat kendi sisteminde akıp gidiyordu. Her gün sınıf okulundan biri okul nöbetçisi olurdu. Nöbetçi subay ve nöbetçi astsubayı da katacak olursanız, üç nöbetçi amir bulunurdu. Öğrenciler kendi koğuşlarda gece yat saati olan 9.00’dan birer saat aralıkla sabah kalk saati olan 6.00’ya kadar nöbet tutardı. Okulun nizamiye ve dış duvarlarını koruyan er ve erat ise iki saatde bir değişen devriye nöbeti tutuyordu. 37 Her sınıftan bazı öğrencileri sınıf temizliği ve mutfakta nöbetçi öğrenci olarak görevlendirmek Beton Kemal’in icadıydı. Mutfak’ta nöbetçi öğrenci iken vezirparmağı, gemici fasulye, dalyan köfte, kaşar çıkması, en şanlı ün sayılırdı. Çünkü nöbetçi öğrenciler depodan zulaya mal taşırdı. Yemeklerin fazlası kaçırılır ve gece 9.00’dan sonra gizlice yenir, iç edilirdi. Bu nedenle koğuşa fareler dadanmıştı. Dolaplarda yemek saklamak, yiyecek bulundurmak yasaktı. Bulunduğu taktirde bir hafta sonu izinsizlik cezası verilir, disiplin notundan 3 puan düşülürdü. Yemekhane nöbetçiliği bazen angarya olurdu.Mutfak nöbetçi öğrenci iken ıspanak, kapuska, üzüm hoşafı, kılçıklı fasulye çıkması, en sinir bozucu durumdu. Yemekhanede her sınıf kendi sınıfıyla otururdu. En gıcığı, ağzında demir dişlekler bulunan 317 Suat ile yemekte aynı masada oturmaktı.. Uzunlar A sınıfının lakap takıcı Tommiks Nurullah, Suatın lakabını okulun ilk ayı tamamlanmadan koymuştu bile. Tüm sınıfın onayından geçen lakap ‘Dişlek’ti... Dişlek’in sıra arkadaşı 316 Onur, yemeğin yarısını dağıtıp, tüm masayı kızağa çekerdi. Sıkça ‘fazlası var, bana gönderin’ der, masadakileri bıktırıp, kalan yemeği tek başına yerdi. Bu nedenle Uzunlar A Sınıfı lakap uzmanı Tommik Nurullah, adını hemen belirlemişti: ‘Obur’ Öğrenciler sadece koğuş nöbeti tutardı. Gece yatakhane nöbetinin 910 nöbeti olması, en kebabıydı. Çünkü zaten kimse 10’dan önce uyumadığı için nöbet tutanın yoklama vermek dışında işi olmazdı.Gece koğuş nöbetinin 3 - 4 nöbeti olması ise en berbatıydı. Geceliği çıkartıp elbise giyip, birde botları bağlamak tam bir işkenceydi. O saatde kalan bir daha uyuyamazdı. Elbiseyi çıkart gecelik giy desen tekrar giyinmeye az kalırdı. Saat 6.00’da kalk olduğu için gece baykuşu gibi kalır, tüm gün hortlak gibi esneyerek gezerdi. Sabahın 7.00’sinde hasta olanlar revire viziteye çıkardı. Muayene müracaat bölüğünde çarpılmadan günü sağ-salim bitirmek için işin uzmanı olmak gerekliydi. Doktor sırası üç saate ancak gelirdi. Çoğu numaradan hastaydı. Bu duruma vakıf olan Yüzbaşı Mehmet Tıbık, hasta adaylarını bir güzel çarpardı. Hem de 1 metre 50’lik kısacık boyuyla. Sabah sakal tıraşı olup, öğlen taburda sakaldan çarpılmak Vanlı 323 Mensur ile Çerkez kökenli 335 Salih’e mahsustu. İkisininde sabah kestiği sakal öğleye kadar uzuyordu. Mavi gözü çakmak çakmak bakardı. Anadolu’nun masum utangaç çocuğuydu. Mensur’un lakabı Van kedisine atıfla Leverent Çincin tarafından konulmuştu: ‘Sakallı’ Lakapsız öğrenci gittikce azalıyordu. Salih’in lakabı, dini konulardaki tavizsiz çıkışı ve ağır molla tavırları nedeniyle dört ayda oluştu. Namazı göstere göstere kılardı. Şeriatın Kur’an olduğunu net bir dille açıklardı. İslami konulara vakıftı, tarikat mensubuydu. 332 ‘Komik’ İlhan, Kısalar B sınıfının lakap koyucusuydu. ‘Komik’ lakabını sonuna kadar hak ediyordu. Tipi, görüntüsü, konuşması, duruşu, her şeyi komediydi. Şaka ve espirileri sınıfı gülmekten kırıp geçirirdi. Ağzını açtığı anda gülmeye başlarlardı. Çerkez Salih’in lakabını koyu dini tartışmaların yaşandığı bir sırada koyuvermişti: ‘Molla’ 38 Dokuzuncu Bölüm: Kıbrıs Fatihi 1983 devresinin Sınıf Astsubayı Ramazan Yılmaz denizci kıdemli kadameli başçavuştu. Astsubaya lakabı, Eşekler Sınıfı tarafından daha ilk haftada konulmuştu: ‘Kıbrıs Fatihi’ Çünkü kendisini böyle tanımlardı. 1974’de Kıbrıs savaşında katılmış, gazi olmuştu. Anlattığı kahramanlık hikayelerini son dört ayda yirmi defa dinlemiş, artık ezberlemişlerdi. Her seferinde hikayenin bir parçasını anlatır, pehlivan hikayeleri gibi „devamı yarın der, tam heyecanlı yerinde keser bırakırdı. İlk sömester tamamlanmış, karnelerini alıp evlerine, memleketlerine gideceklerdi. Son haftada ders olmazdı. Dersleri dolduran Ramazan astsubay nihayet hikayenin tamamını baştan sona bir defada o gün şöyle anlattı: 1974 Temmuzunda gemiler Deniz Kurdu tatbikatındaydı. Ben de ilk Türk muhribi TCG Berk gemisindeydim. Geminin personeli Gölcük Tersanesinde yapım aşamasından itibaren bulunduğundan tüm çekirdek personel olarak tanımladığımız arkadaşlarla Marmaris, sonra Kuşadası'na geldik. Oradan da çıkartma için hareket ettik. Fakat gemide Deniz Harp Okulu öğrencileri vardı. Onları Sığacık Limanı'na bıraktıktan sonra gece 01: 00 sırasında komutan gemi personelini toplayıp konuştu. "Bu tatbikat değildir, şimdi Taşucu'na gidip orada bekleyen çıkarma gemilerini de alarak Kıbrıs’a hareket edeceğiz. Gazânız mübarek olsun." Sadece üç kelime ile harekâta katılmış olduk. Hazırlıklıydık. O gün için yetiştirilmiştik... Taşucu’na gittik. Çıkarma gemileri, TCG Ertuğrul, Erkin, Donatan gibi büyük gemiler, sivil Truva gemisi vardı. Bizi bekliyordu. Onları da aldık ve Kıbrıs"a intikale başladık. Ortada çıkarma gemileri, etrafında Hisar Sınıfı gemiler, en dışta biz, komador gemisi, TCG Berk gemisi (Denizaltıya ve uçaklara karşı gemilerin etrafında daire çizerek ilerliyorduk.) Bir ara üstümüze bir F-5 pike yaptı. Geminin üstüne kadar geldi. Sonra yükseldi. İleriye kadar gittikten sonra tekrar dönüp pike yaptı. "Tamam, şimdi ateş edecek" dedim. Soğuk terler döktük.!. Biz kıç taraftan el salladık. Sonra uzaklaştı. 20 Temmuz sabahı Kıbrıs’a yaklaşırken, tepemizden onlarca uçak ve helikopter geçti. Girne"den içerlere ilerledi. Aynı anda Tepe Sınıfı muhripler, Beşparmak Dağlarını bombalamaya başladı. Ortalık duman ve sise büründü. Birçok kahramanlıklar yazıldı. Biz de boş durmadık. Kıbrıs'ın etrafı savaş sahası ilan edilmişti. Toplar havaya çevrili, eller tetikte, su bombaları, torpidolar hazır beklerken, sonarda yabancı denizaltı yakalandı. Denizaltı alarmı verildi. Su bombası değişik derinliklere ayarlanmış vaziyette 4 tane atıldı ve geminin altı hasar görmesin diye hızla uzaklaşıldı. 39 Tekrar dönüp geldiğimizde, su üstünde geniş yağ birikintileri görüldü. Bu, denizaltının yaralandığının veya battığının işaretiydi. Sonradan öğrendiğimize göre bir Rus denizaltısı ağır yaralı olarak, Boğazlardan geçerek, Rusya"ya doğru gitmişti. Daha sonra bir denizaltı alarmı daha verildi. İki adet su bombasının derinlik fünyesi hazırlandı. Diğerleri ayarlanmadı. Fakat denize atan buton başında Silah Subayı Üstğm Rüştü Sinanoğlu heyecanlanıp yanlışlıkla bütün su bombalarını (7 adet ) denize boşalttı. Bizim gemiyi denizaltılara karşı silahsız bıraktı. Sonradan duyduğumuza göre alttaki denizaltının da Türk denizaltısı Cerbe olduğu söyleniyordu. Çıkarma gemileri askerleri ve araçları sahile boşalttıktan sonra, biz çıkarma gemilerine refakat ederek tekrar Mersin"e geldik. Orada bekleyen çıkarma gemilerini alarak ve ikmal yaparak tekrar Kıbrıs"a hareket ettik. Yolda seyrederken Baf açıklarında TCG Kocatepe ve Mareşal Fevzi Çakmak gemisinin Türk uçaklarınca vurulduğunu öğrendik. Kıbrıs açıklarında bir adet de İngiliz muhribi gördük. Kendi personelini ve eşlerini almaya gelmişler. Gemilerimizin vurulduğunu telsizden duyuyorduk ve kahroluyorduk. Pilotlar kendi arasında konuşuyordu. 1. Pilot : -Bunlar Türk gemisi değil mi ? Baksana geminin burnunda, orta direkte ve kıç tarafta Türk bayrakları var. 2. Pilot : -Evet ama emir öyle, şaşırtma olabilir. Ateş. Aşağıdan gemi telsizinden gelen ses : Ateş etmeyin. Biz Türk gemisiyiz. (küfür sesleri) Daha sonrada sessizlik. TCG Kocatepe 21 Temmuz 1974 de battı. Elliye yakın şehit verildi. Elli senedir savaşa girmediğimiz için, muhabere hatalarından ve başka nedenlerden gemimizi ve arkadaşlarımızı kaybettik. Ruhları şâd olsun. Muharrem astsubay hikayenin bu kısmında derih bir iç geçirir, sonra ağır ağır kendi gemimizi batırışımızın nedenlerini sayardı: Deniz Kuvvetlerinin, gemilerin mevkilerini Harekât Şube ve Hava Kuvvetlerine bildirmemesi (Kocatepe ve M. Fevzi Çakmak gemilerini, (Ada'nın arkasına Baf Bölgesine, Yunan adalarından hücümbotlar geliyor) diyerek gönderiliyor. İki hücumbot yakalandı. Bunlar daha sonra, TCG Berk eşliğinde Türkiye’ye getirildi. Biri İstanbul Deniz Müzesi'ne sonra da Gölcük Donanma Komutanlığı önüne konuldu. 40 Tepe Sınıfı gemilerin uçaklara değil de sadece sahil bombardımanına elverişli silahları bulunması (daha sonra bunlar telafi edildi. Uçaksavarlar monte edildi. Her gemiye havacı irtibat subayı verildi ve gemilerin güvertesine uçakların görebileceği bez pano parola konuldu. Daha sonra Karakol Filotilla Komodoru Dz. Alb. Fikri Topsever, TCG. Kocatepe'nin personelini kurtarmayı teklif etti. Gitmek için izin istiyor, Genelkurmay izin vermiyordu. Karakol Filotilla Komodoru, kendi insiyatifiyle Kocatepe'yi aramak için karar verdi. Geminin direğine Kızılay bayrağı çekildi ve Baf açıklarına doğru hareket edildi. Yolda seyrederken, TCG Kocatepe’nin battığı haberini aldık. Bölgeye yaklaştıkça su yüzünde yüzen can yeleklerini gördükçe hüzünlendik. İlerledikçe can salları içinde personelleri gördük. Vasıta motorumuzu indirerek, arkadaşlarımızı kurtarmaya başladık. Vasıta motoruna üç kişi indik. Denizde ve güneşte kalmak personeli yıpratmış, derileri soyulmuş, kızarmışlardı. Kazazedeleri vasıta motoruna, oradan da gemiye çıkardık. Kocatepe gemisinin personelini kurtarma sırasında bir İngiliz gemisi de geldi. Helikopter ile iki vasıta motoru vardı. Onlar da bir taraftan kurtardı (daha sonra onları Kıbrıs’a hastanede bakımlarını yaptırıp biz Mersin"e intikal esnasında tekrar bizim gemiye taşıdılar.) İki Rus gemisi de harekât başından beri uzaktan bizleri izliyordu. Kurtarma çalışmalarına, cansalı - personel göstermek için, bir adet Türk pervaneli uçak ile bir adet Fransız yolcu uçağı da katıldı. Yolcu uçağı, duman kandili - işaret fişeği atarak, can sallarının bulunduğu yeri işaret fişeği ile işaretliyordu. Uzun müddet bize yardım etti. İngiliz helikopteri ve vasıta motorları, kazazedeleri topluyordu. İngiliz gemisi 70 kişi , biz TCG Berk 35 kişi toplamıştık. Personelin bir kısmı açığa sürüklenmiş, sivil gemiler kurtarmış. Tüm personeli kurtardıktan sonra Mersin"e geldik. İskeleye yanaştık. Yolda bir arkadaşımızı daha şehit verdik. Yaralıları ve şehidimizi gemiden, Pakistan"dan gelen askerler çıkardı. Akşam olunca alışveriş yapmak için Mersin"e çıktık. Hayat eskisi gibi devam ediyordu. Bütün eğlence yerleri açık, son model arabalar caddelerde tur atıyordu. Cebimize baktık, ay sonu olduğu için para kısıtlı, düşünceyle gemimize döndük. Ramazan astsubayın gözleri bunları anlatırken sık sık yaşardı. A sınıfının muziplik üstadı Tommiks, hemen bir beyaz mendil uzatıverdi. Gözyaşlarını silen astsubay, tongaya düştüğünü beş dakika sonra anladı. Birden ciddileşti: ‘Ulan dürziler! Yine beni ağlattınız. Bu mendilde nereden çıktı?’ Kopan kahkahanın gürültüsü Beton Kemal’i sınıfa getirmişti. Onu görür görmez hemen yüksek sesle bir ‘dikkat’ çekildi. Sınıftan çıt çıkmıyordu. Sert ve haşin bakışından bir nebze fırlattı ve fısıltıyla söylendi: ‘Astsubayım, sen bu serserilere uyma! Hepsi eşek bunların!’ 41 Daha Beton Kemal sınıfı yeni terketmişti ki, Ahmet Süle’nin ender çıkan sesi duyuldu: ‘Komutanım, tayininizin çıktığı doğru mu? ‘ Kızaran bozaran Kıbrıs Fatihi’nin en kızdığı soru buydu. 9 yıldır görev yaptığı bu okulu çok seviyordu. Kıbrıs Fatihi Ramazan’ın tayininin çıktığı söylentisi, günlük öğrenci asparagasıydı. Söylenti üstüne astsubayın sınıfın yarısını çarpıp, hafta sonu izinsiz bırakması, sıradan hale gelmişti. Ama bu sefer ceza vermedi ve sazanlık yapan Ahmet’in kulağını çekmekle yetindi. Bu sırda okula yeni gelen astteğmen Şakir Sırrı’nın kulakları pek büyüktü, kepçe gibiydi. 8 ay bu okulda kalacak ast teğmene lakabı, tanışma ziyaretinin ilk dakikasında kondu: ‘Kepçe’ ‘Kepçe’ sınıf asteğmenleriydi. Uzunlar A Sınıfı, adlarının dört ay içinde Eşekler sınıfına çıkmış olmasına aldırmıyordu. Koydukları lakaplardan kimse kurtulamıyor, herkes nasibini alıyordu. ‘Eşekler’ ismini sınıfa koyan bizzat Beton Kemaldi. Sınıf bir gün okula yeni atanmış genç, güzel, alımlı Güzin Hoca’yı dersten ağlayarak kaçırmıştı. Azgınlaşan sınıfın şehvetli bakışları karşısında kendisini çıplak hisseden zavallı Güzin Hoca, soluğu Beton Kemal’in yanında aldı. Sınıfa hışımla giren Beton Kemal’in Osmanlı tokadıyla ilk defa sıra dayağına çekilmişlerdi. O zamana kadar sadece heybetiyle korkutan yüzbaşı, elinin ağırlığını yüzlerine hissettirmişti.Hızını alamayan Beton Kemal sınıftan çıkarken gürledi. ‘Bu daha başlangıç. Terbiyesizler. Ben sizlere bunun hesabını soracağım, Eşekler Sınıfı...’ Beton Kemal, sınıftan süratle çıktı. Güzin Hoca’ya yaptıklarının cezası bu kadarla kalacaksa iyiydi. Sınıfın yaramazları beş dakika geçen derin sessizlikten sonra tempo tutarak amigoluk yapmaya başladı: ‘Yaşa var ol Eşekler’ Sınıfın 30 askeri öğrenciside hep birlikte tekrarladı: ‘Yaşşa Eşekler’ Koridorun sonunda bekleyen Beton Kemal, sesleri duymuştu. Hızlı adımlarla içeriye daldı. Eşekler Sınıfı’nın adını kesinleştirdi. Sakin sakin ama oldukca ciddi ve ağır konuştu: „ 15 günlük kış tatili iznine gidiyorsunuz. Size hak ettiğiniz cezayı dönüşte vereceğim. Eşekler Sınıfı olmanın bir bedeli vardır. Bu okula eşeğide bağlasanız mezun olur. Önemli olan insan olabilmektir. Eşeklik yapmaya devam ederseniz, ‘Eşekler Sınıfı’ olarak tarihe geçersiniz. 42 Onuncu Bölüm: Pabucumun Onbaşısı, Çavuşu, Üstçavuşu ve Başçavuşu Sömester tatili zehir olmuştu. Ferruh, takdir getirdiği için sınıfta ilk beşe girdiğini sanıyordu ama hiç sevinenemişti. Nasıl bir ceza ile karşılaşacaklarını bilemiyorlardı. Eğer toplu olarak Yüksek Disiplin Kurulu’na verilirlerse, toptan okuldan atılmaları bile mümkündü. Hayalet gibi Eskişehir sokaklarında dolaştı. Okul ve arkadaşları burnunda tütüyordu. Eskişehir ve lojmanlar artık ona pek yabani geliyordu. Dönüşte nizamiyede nöbetçi subay olarak onları Yüzbaşı Ahmet Coşkun karşıladı. Bu adamı oldum olası hiç sevememişti. Ruhsuz, donuk bir subaydı. Ertesi gün ilk derste ‘Eşekler Sınıfı’nın endişeli bekleyişi sonlandı. Güzin Hoca’ya yapılan terbiyesizliğin cezası olarak Eşekler Sınıfı’nı toplu olarak üç hafta sonu izinsizlik cezasına çarptırılmışlardı. Ayrıca herkes Cumartesi ve Pazar Ankara’da izin kullanırken, onlar normal ders varmış gibi sınıfta etüd yapacaklardı. Bunun nedeni Güzin Hoca’ya ‘Of yavrum, hepsi senin mi?’ diye derste laf atan 310 Tommiks Nurullah Ünal’ın ismini vermemeleriydi. Ayrıca ‘Yesinler Seni’ diyen ‘Mastürbasyon’ lakaplı 303 Ali Nar’da korunanlar arasındaydı. İki suçluyu teslim etmedikleri için toplu dayak yemeyi göze almışlardı, şimdi de toplu ceza çekiyorlardı. Eşekler Sınıfı, prensip olarak sınıfından kimseyi dışarı ispiyon etmezdi. Sır içerde kalırdı. Bu nedenle sınıf başkanları sık sık dayak yerdi. Sınıf başkanından hıncını alamayan subay, astsubay veya üst sınıf kolluk görevlisi, tüm sınıfı sıra dayağından geçirirdi Yinede tek kelime alamazdı. ‘İnekçi’ Ünal Bingül, beklendiği gibi okul birincisi olmuştu. Okul ikincisi 328 Lokman Koçdoğandı. Gece yarısı kalkıp uykuda uyuma hastalığı olduğu için ‘ Hortlak’ lakabı ona layık görülmüştü. Normalde askeri okula girememesi gerekirdi. Anlaşılan uykuda gezme rahatsızlığını söylememişti veya gözden kaçmıştı. Akşam altını ıslatanlar bile vardı. Sabahlayein kalktıklarında koğuşta ağır bir sidik kokusu duyarlardı. Dişlek Gazi, utancından sabah erkenden kalkar, sidikli çarşafı çıkardı, ama nafile çaba! Kokunun nereden geldiği belliydi. İlk yılın ikinci yarısında Gazi, nihayet altına ıslatmamayı başardı! Okul beşincisi Ferruh Kaplandı. İlk sömestirde okul başarıları belli olmadığı için Beton Kemal, rastgele sınıf başkanları seçmişti. Toplu ceza almamıza yol açan A sınıfı başkanı ‘Mastürbasyon Ali’ nöbet yazma görevini, yeni Koğuş kıdemlisi Ferruh’a istemeye istemeye teslim etti. Kolunun üstüne tek şerit çekilerek öğrenci onbaşısı rütbesi verildi. Devir teslim töreni sancılı geçti. Sınıfın en uslusu, utangacı, hiç konuşmayan asosyal ferdi başkan olamazdı. İki şerit alan Arif, sınıf başkanıydı. ‘Mastürbasyon Ali’ isyankar biçimde gürledi: ‘Pabucumun çavuşu, kim takar seni!’ Benzer sorun devre başkanlığı devrinde de yaşanıyordu. ‘İnek Şaban’ diye dalga geçilen, okul birincisi Ünaldı. Asosyal olan Ünal’ın dört ay boyunca hiç arkadaşı olmamıştı. Devre arkadaşları ile iki çift laf etmişliği yoktu. Her dersten 10 çektiği için kıskanılırdı. Yalnız dolaşırdı. 43 Lakap üstadı ‘Komik’ İlhan, öğrenci üstçavuşu rütbesini simgeleyen üç şerit ve kırmızı kolluğu verirken günün esprisini patlattı: ‘Pabucumun üst çavuşunun emir ve görüşlerine hazırım, tabi ağzını açarda emrederse’ B sınıfının çavuşluk görevi, beş zayıf dersi bulunan ‘Molla’ Salih’ten alınarak Ömer Faruk Soydan’a teslim edildi. Öğrenci onbaşısı rütbesi kola işlenen tek şeritti. İlk ona giren 6 kişi daha rütbeli hale geliyordu. Beton Kemal, üç tanesi A, üç tanesi B sınıfından 6 onbaşıya vizite onbaşısı, çamaşır onbaşısı, koğuş onbaşısı gibi görevler veriyordu. Öğrenci onbaşısı, çavuşu ve üstçavuşu, koğuş nöbetinden muaf tutuluyordu. Zaten kıdemli olmanın tek kazancıda nöbetten kurtulabilmekti. Her 6 günde bir gelen bir saatlik koğuş nöbeti can sıkıcıydı. Üstelik nöbette uyunduğu taktirde bir hafta sonu izinsizlik 3 disiplin notu kırılması cezası veriliyordu. Her gece nöbetçi subayı, nöbetçi astsubayı veya nöbetçi sınıf okulu öğrencisinden mutlaka birisi koğuşları denetlemeye gelirdi. Beton Kemal’e yeni kıdemlilerin öğrenciler arasında itibarsız görüldüğü iletilmişti. Buna hiddetlenen sınıf yüzbaşı, ilk sabah ki içtimada devreyi haşladı: ‘Derslerinde başarılı olan ve disiplin notu 15’den aşağıda bulunanlar kıdemli olabilir. Disiplin notu kötü olanlar derslerinde başarılı olsalar bile kıdemli yapılmayacaktır. Onbaşı, çavuş ve üstçavuş kıdemi verdiklerim bundan sonra komutanınızdır. Bana gösterdiğiniz saygıyı onlarada göstereceksiniz. En küçük bir şikayet alırsam, Ankara’nın yüzünü hiç biriniz göremezsiniz.’ ‘Mum olmuştu devre, hemde erimiş halde Beton Kemal’i dinliyordu. Devredeki öğrencilerden sırtıboz, asla uslanmaz tipler homurdanıyordu. Saf ve utangaç buldukları yeni kıdemlileri içlerine sindiremiyorlardı. Hazmedemezlerdi, tembel, asalak ve hasetlerdi. 304 Mustafa Kara, gözünü karartmıştı. ‘Şu sümsük Ferruh’a mı şimdi komutanım diyeceğim’ diye mırıldandı. Beton Kemal, Mustafa’nın itirazını nasıl duyduysa 12 metre uzaktan duymuştu. Tok ve sert bir sesle çağırdı: ‘303 Mustafa’ Koşarak yüzbaşının önünde duran Mustafa sertce elini şapkasının önüne götürdü ve fiyakalı bir selam verdi. Ancak bu sırada üç adım önündeki öğrenciye doğru ilerleyen Beton Kemal’in Osmanlı tokadı Mustafa’nın sağ yanağında yankılı biçimde şakladı: Şakkkkkkk... İki seksen yere uzanan Mustafa, ayağa kalkamadı. Beton Kemal, hışırdayarak bağırdı: ‘Şimdi anlaşıldı mı?’ 44 Onbirinci Bölüm: Everest Ferruh ve 314’ün Sırrı Okulun ikinci sömestirinin henüz ikinci gününde GATA’ya bir şehit cenazesi daha getirildi. Yeni mezunlardan bir Sağlık astsubayı daha kırsalda şehit olmuştu. Cenazede, 1983 mezunu devrenin 314 numara sahibi Ferruh’u buldu. Yeni 314’ü merak etmişti. Uzun boylu, yakışıklı, cıva gibi bir komandoydu. “Ben 1983’lü 314’üm. Devremiz Askeri Hababam sınıfıydı, ben de lideri Şabanım” diye kendini tanıttı. Ferruh, cevap veremeden ekledi: Kurala göre 314 numaralı öğrencinin yeni devrenin lideri olması gerekir. Bu 12 yıldır devam eden bir süreçtir. Şaban astsubay, Ferruh’u beğenmemişti. Sen pek sünepe, pısırık, içine kapanık ve zayıfsın. Senden Hababam Sınıfı lideri olmaz. Zaten sınıfımızın adı Hababam değil Eşekler Sınıfı. Bende koğuşun başkanı, yani eşekbaşıyım. Şaban, Eşekler sınıfı esprisine bayılmıştı ama yine de Ferruh’tan emin değildi: Senden eşekbaşı da olmaz. Çünkü pek eşeğe benzemiyorsun. Galiba biraz katırsın! A Sınıfı, resmen eşeklik bayrağını Şaban’ların 1983 devresinden devraldı. Kısa sürede yaptığı yaramazlıklarla adını Hababam değilsede Eşekler sınıfı olarak pekiştirdi. Ders ve disiplin notu nedeniyle Ferruh, birden koğuş kıdemlisi oluverdi. Esasen sınıfın gerçek lideri ‘Çinçin’ lakaplı cesur yürekti, sürekli dayak yiyen Ferruh’unda korumasıydı. Eşekler sınıfı neler yapmıyordu ki... Kuralları bozmak adetleriydi.. Ama hiçbir zaman suçluyu ele vermezdi. Kim yaptı denilince toplu olarak ayağa kalkardı, toplu ceza alırdı. Eşekler sınıfına başkan olmak Ferruh’a pahalıya mal olmuştu. Her akşam 2 adet 45 dakikalılık sabahleyinde bir adet 50 dakika süren etüd denilen serbest ders çalışma saatlerinde sınıfın sessizliğini sağlamak sınıf başkanının göreviydi. Gürültü edenlerin isimleri yazılmalı ve asayişi sağlayan nöbetçi subay, astsubay ve kolluk görevlisi öğrenci amirine verilmeliydi. Verilmese kabak başkanın başında patlardı. Toplu ceza talimlerine sebep olan hususlardan başlıcasıydı buydu. Devre arkadaşlarının suçunu ispiyon etmesi halinde bu sefer dayağı devrenin kabadayılarından yiyordu. Suçlu kim olursa olsun, ne yapmış bulunursa bulunsun dışarı karşı arkadaşları onları koruyorlardı. İsmi veren başkan suçlu sayılıyordu. İsmi vermeyen Ferruh veya Arif, her gün boş yere dayak yiyordu. Çünkü, Eşekler sınıfı hiç susmuyor, asla sessiz bir etüd yapmıyordu. Zaten toplu dayak yemeye alışmışlardı. Yüzler, deriler kösele gibi olmuş, kalınlaşmıştı. Atatürkçülük ve İnkilap Tarihi dersine giren bodur boylu Numan hanım ve onun Edebiyat dersi, tek dalga geçemedikleri öğretmen ve sınıftı. Çok sert üsluplu olan Numan Hoca, kadındı ama asker gibi söver, hatta döverdi. Haşarı öğrencilerin yaka numarasını alır, sınıf subayına verir, bu öğrencileri birde Beton Kemal döverdi. Üstelik hafta sonu izinsizlik veya alıkoyma cezasıda cabasıydı. 45 Numan Hoca, ideal Atatürkcü askerler yetiştirmek için haddinden fazla çabalardı. Ders kitaplarının satır satır ezberlenmesini istiyordu. Sınavlarda kitapda veya derste öğrettikleri kelime kelime yazılmazsa, geçerli not vermiyordu. Kopya çekmeye asla müsade etmezdi. Eşekler Sınıfı lakabını koynakta gecikmemişti. Götü yere yakın bir şeytandı bu kadın: ‘Güdek’ Ferruh, Numan Hoca’nın dersini harfiyen ezberlemişti. İlk sömester her sınavdan 100 çekmişti. Bu nedenle Numan Hoca sınıfa örnek Atatürkcü olarak hep Ferruh’u model gösterirdi. İkinci sömester’in ikinci sınavında çok zor sorular soran Numan Hoca’dan sadece üç kişi 100 almıştı. 30 kişilik sınıfın 20’si 4 almıştı, 7 kişi ise 60’ı zor kurtarmıştı. Bunlardan biride 301 Ahmet Süle’ydi. Devrenin en uzunu olan Süle’nin sulak arazide büyüdüğünü varsayan devre arkadaşları lakabını ‘Sırık’ olarak belirlemişti. Sırık Ahmet, son sınavda iki sıra önündeki sırada oturan Ferruh’tan kopya çekmişti. Daha doğrusu arka sırada oturan Tuncay’ın kağıdını olduğu gibi Ferruh yapmıştı, Hasan Kabasakal kopyalamıştı, Ahmet’de onlardan olduğu gibi kopyalamıştı. Bu durumda Tuncay, Hasan ve Ahmet’inde 100 alması gerekirdi, oysa 60’da kalmışlardı. Sırık Ahmet dilini tutamadı, Numan Hoca’ya sert bir dille bağırdı: Hoca, Ferruh ile benim kağıdım aynıydı. Sende adalet yok, haksızlık yapıyorsun. Numan Hoca kopyayı yakalamış olmanın sevinci ile fırçayı bastı: ‘Sus! Otur yerine terbiyesiz. Hem Ferruh’tan kopya çekiyor, hemde hak iddia ediyor. Üstelik kopya çekmeyide başaramıyor. Ferruh, Everest tepesi gibi ulaşılmaz bir dağ, tepe. Sen ise çukursun. Sen ona yetişebilir misin? İsterse boyun 3 metre olsun!’ Eşekler sınıfı gülmekten kopmuştu. İlk kahkahayı Tommiks Nurullah attı, Çincin onu takip etti, espri anlama özürlüsü Hortlak Lokman bile gülüyordu. Toplu olarak bir ses duyuldu: ‘Everest, Everest, Everest!’ Ferruh’un lakabı konmuştu. Zaten sivri ve düz kafalı olduğu için bazı devre arkadaşları ona 2. sömester başından beri ‘sivri zeka’ diyordu, ama Numan Hoca’nın tanımlaması ‘çuk’ diye oturmuştu. Bundan sonra Ferruh’a ismi ile hitap edilmedi, adı „’Everest’ olarak kaldı. Okulda hayat monotonlaşmaya başlamıştı. Her haftanın son günü olan cuma mektup günüydü. Ailelerden gelen mektuplar hasretle, gözyaşı ile beklenirdi. Sınıf subay ve astsubayı mektupları satır satır okur, uygun görmediklerini vermezdi, uygun görülen zarfın üzerinde zaten kırmızı bir mühür olurdu: Askeri öğrenci mektubudur. Uygun görülmüştür. 46 Ferruh gibi hiç mektup alamayıp, boynu bükük kalanlarda vardı. Ana kuzusu Bülent gibi her hafta en az üç mektup alıp, göstere göstere okuyan, hava atanlarda. Ferruh, dört aydır tek mektup ve telefon gelmeyince kendi kendine mektup yazmaya karar vermişti. Böylece arkadaşları arasında küçük düşmemiş olacaktı. Mektubu gelmek ailesi tarafından sevilmek anlamına da geliyordu. Mektup alamamak yetim olmakla eşdeğerdi. Evden para geldiğini duyuru panosundaki listede okuyan bir arkadaşın herkese haber vermesi, borç isteyenlerin sıraya girmesine yol açardı. Bazı öğrencilere her hafta ailelerinden para gelirdi. Parayı sınıf odasında alıp çıkarken, kapı önünde bekleyen bir düzine arkadaşın borç istemesinden kaçış yoktu. Bu arada 799 TL olan devletin verdiği aylık öğrenci maaşını, neden sürekli 700 TL olarak alındığını kimse merak etmezdi. Lavabolarda bulunmamasına karşın, öğrenci maaşından ayda 20 TL sabun parası kesilmesine Everest Ferruh bir anlam veremiyorlardı. Mantıksız bir meslek olan askerlikte mantık aramak abesle iştigaldi. Öğrencilerin en fazla nefes aldığı zaman hafta sonu tatiliydi. Ankara'da evci çıkacağı yakın bir akrabası olmak cumartesi akşamları okula dönmeden geceyi dışarıda geçirebilmek ve sivil kıyafet giyebilmek anlamına geliyordu. Tatile kalan günleri bir günde dört kez sayıp, zamanın yavaş geçtiğini düşünme, değişmez öğrenci psikolojisiydi. 1. sınıf öğrencilerinin Ankara"da her hafta gittikleri değişmez mekan Cebeci Askeri Sinemasıydı. Otobüs ve dolmuş parası vermemek için ta Dışkapı’dan Kızılay’a kadar yürümek zor gelmezdi. Ancak yolda elliden fazla üstte selam vermek zorlarına gider, keşke sivil olsaydık moduna girilirdi.Buna rağmen sinemaya mutlaka gidilirdi. Ankara’da sanki garnizon dışına kaçacakmış gibi bütün gün geberesiye gezen Ufuk ve Sırık Ahmet ile gezmemek elzemdi. Denizli şivesiyle konuşan Ufuk Yılnaz’ın garsona, ‘Abi beni köfte yap’ siparişine, ‘Abi benide yap’ demesi, günün komedisiydi. 315 Ufuk’un lakabını sıra arkadaşı 314 Ferruh tarafından hemen oracıkta vermişti: ‘Saftorik Horoz’ 10 Kasım’da Anıtkabir’e giderek taşı toprağı selamlamak ilginç bir deneyimdi. Okuldaki atamızın heykeli önünde ateş yakarak nöbet beklemek, öğrencilerin en nefret ettiği zaman dilimleriydi. 19 Mayıs’ta ise gençlerin hipodromda gösterilere götürüleceği aylar öncesinden duyurulmuştu. Beden Eğitimi öğretmeni Nihat Gülşen, Eşekler Sınıfını gösterilere hazırlıyordu. Eşeklerden birer basketbol ve futbol takımı çıkarmayı başarmıştı Gülşen Hoca. Birinci Futbol Ligi hakemi olan Nihat Hoca, sınıfı sırıksıklam terleyene kadar koştururdu. Sanki cambaz olacaklarmış gibi haraketler yaptırırdı. Sıkı palavracıydı. Fenerbahçe ile Ankara Gücü maçını satması için Fenerbahçe Kulubü’nden aldığı araba rüşvetini ballandıra ballandıra anlatırdı. Herkes arabanınn anahtarını aldığını acaba bu defa itiraf edecek mi diye heyecanla beklerken, asla inanamadıkları, yaptığı civanmertliği yüzüncü defa tekrarlardı: ‘Anahtarları Ali Şen’in yüzüne fırlattım. Ben bildiğiniz satılık hakemlerden değilim’ 47 Futbol federasyonundan verilen uçak bileti parasını iç edip, kendi arabasıyla maç yönetmeye giden bir hakem için bu kadar dürüstlük fazla lüks kaçıyordu. Tören ve merasimlerde soytarılık yapmamak için silahlı gösteri takımı, folklor, tiyatro ve boru trampet takımı dâhil hiçbir yere seçilmemek için azami derecde beceriksiz olmak gerekiyordu. Ferruh, tiyatroya yazılmak zorunda kalmıştı. Sabah kahvaltısında, azgınlığı bastırıcı ilâç (şap) var şayihasının doğru mu yoksa yalan mı olduğunu kimse bilmiyordu. Bu kadar erkeğin olduğu bir toplu yaşama mekanında erkeklik kabiliyetlerini törpülemenin zararı olmazdı. Sonra mazallah içimizde homolar türerdi! İşin doğrusu, her öğün yenen küçük ekmeklerin içine büyümeyi artıran ekstra vitaminler konduğuydu. Zira Feruh’un boyu ilk sömsterda birden bire 20 santimetre uzamıştı. Uzunlar daha uzun hale gelmiş, kısalar sınıfıda yeterince boy atmıştı. Bir senede yetişkin erkek olmuşlardı. Şap yalanına inanarak, aç karnına gösteri yapmak, öğle kumanyasıyla akşamı zor etmek, aşırı kuruntulu öğrencilerin şapşallığıydı. Sürekli kantinden yemek yemeğe kimsenin harçlığı dayanmazdı. ‘Karavanadan yemiyecem’ diye inat edenlerde sonunda yelkenleri suya indirirdi. Hafta sonu okula dönüşte sinemada seyredilen filmler anlatılır, Kızılay’da kızlara hava atan, asılan ve çarpılanlar ballandıra ballandıra çapkınlık maceralarını üçünün üstüne beş koyarak sallardı. Üst sınıfların en büyük heyecanı, sivillerle dolaşmaktı. İzinde sivil giyinmek yasak olduğu için bu yasağın nasıl çiğneneceğine dair yollar aranırdı. Üst sınıfa geçmenin göstergesi, askeri inzibatlara yakalanmadan Kızlay’da sivil olarak gezebilmekti. Yakalananların iki hafta sonu izinsizlik cezası alacağı kesin olmasına rağmen, üst devrelerin yüzde 90’ı sivil gezerdi. 1. sınıfların sivil gezmesi ise kesinlikle yasaktı, sivil gezen üstlere yakalanma riski yüksekti. Okulda her öğrenci sınıf geçmenin kolay, sınıfta kalmanın zor olduğunu bilirdi. Sınıfta kalanlar kesinlikle aptal olanlar veya zeka seviyelerinde kusur bulunanlardı. Buna karşın çok ders çalışmak ya da kopya çekmeye uğraşmak ayrıca aptallık olarak algılanırdı. Dört zayıfı olanların sömestre tatiline gönderilmeyeceği yalanı, her dönem sonu uydurulurdu. Kesinlikle doğru çıkmasada süslenip bezenerek yeniden fırına verilirdi. İnanan olduğu sürece dedikodu yayanlar, dalga geçmeye devam ederdi. Yalanı çıkaran arkadaşın akşamüstü (doğrudur) diye kendi de inanarak, diretmesi, tam bir komediydi. Yalancı yalanına sonunda kendiside inanırdı. Biyoloji laboratuarındaki iskeletin, kimsesiz bir öğretmenin iskeleti olduğu dedikodusu yayılırdı.Bunun yalan olduğunu bilindiği halde, hergün iskelete merhaba, ne haber denir, tokalaşmaya devam edilirdi. Derslerde başarı notu karnede en yüksek 100 ile gösterilirdi. Ahlâk notunun en yüksek 4 ile gösterilmesi anlaşılmaz bir durumdu. Kimse yakınlarını bunu izah edemez ve disiplinli olduğuna inandıramazdı. 48 Matematikci Haluk Hocadan tam not 100 almak imkansızdı. 90 almak bile mucize iken 100 alamadığı için 313 Laz Trabzonlu Engin Akay’ın itiraz etmesine kimse anlam veremezdi. Ayıp ettiğini söyleyince tahtaya kaldırılan Engin tüm soruları çözerdi. Enseye tam 10 tokat atarak seven veya döven Haldun Binbaşı’nın sözlüleri insanı gülme komasına sokardı. Sözlü notunu dört parçaya bölen Binbaşının dörte bir artı veya dörtde bir eksilerin nasıl topladığını ve dörte dördü bulduğunu çözebilen yoktu. Soruyu sözlüde çözende çözemeyende enseye 10 tokat yiyerek yerine otururdu. Coğrafya sınavına en az 80 alacak kadar iyi çalıştıkları halde en yüksek not her zaman 70 idi. Yüzbaşı Ahmet Hocanın kitaptaki resim altlarından soru sormasına herkes gıcıktı. 58 almak için gece gündüz ders çalışırlardı. Atilla Hocanın dersinde süt dökmüş kedi gibi sakin olmak zorunluydu. Çok sert bir asker olan yüzbaşıdan Eşekler Sınıfı bile tırsardı, yaramazlık biraz sıkardı. Saffet Hocanın dersinde sululuk yapmak ise serbestti. Herkesin ad ve soyadının Ramazan astsubayca ‘eşekoğlu eşek’ olarak değiştirilmesi gayet normaldi. Duydukları en hafif küfür veya iltifat buydu. Haftalık ders programındaki ‘Komutan Saati’nin boş geçmesi, Beton Kemal’in bir klasiğiydi. İç Hizmet Kanunu dersine de asla gelmezdi. İmtihanda sorulacak soruların tiyolarını verdiği bir dersten sonra ipucu verdiği soruları sorardı. Herkes yüksek notla geçerdi. Askeri okula artık alışmışlardı. Üst sınıfların veya nöbetçi amirin sabahın 6.00’sında koğuşta biterek "Ağalar ne len bu sizden çektiğimiz. Bu gün yatakhaneleri dolaştım, gördüklerim karşısında tek sizden rencide oldum. Yılan gibi kıvrılma, doğrul doğrul" diye bağır çığır olması ve ‘Pat Pat Pat...’ diye palaskayla ranzaları dövüp öğrencileri kaldırması, sıradandı, adiyattandı. 49 Onikinci Bölüm: Kalorifer Dairesi’nde Sigaralı Namaz Namaz kılmak, 2. sömester sonlarına doğru, Ramazan ayı başında 3. sınıfların öğrenci amiri Yüzbaşı Mehmet Tıbık ve 2. sınıfların sınıf komutanı Yüzbaşı Ahmet Coşkun tarafından yasaklanmıştı. Asıl yasağı koyanın Okul Komutanı Tuğggeneral Hıdır Dervişoğlu olduğu konuşuluyordu. Bu iddia öğrenciler arasında hızla yayılmıştı. Öğrenciler ayaklı gazete gibiydiler. Bir haber fısıltı gazetesinde manşet oldu mu, hiç kimse yayılmasını engelleyemezdi. Hiç bir yasakta çiğnenmediği taktirde baldan tatlı olmazdı. Namaz yasak ilan edilince namaz kılmaya ilgi son derece arttı. Hayatında namaz kılmayacak öğrenciler sırf yasağı delmek için namaz kılmaya başladılar. Namaz kılanlar, kaçak namaz kılacakları yeri keşfetmekte gecikmediler. Okulun ısıtıldığı kazan dairesi veya namı diğer kalorifer dairesi, yeni mescitleri oldu. Yasaklandığı için ayrı bir keyif veriyordu. Kaçak kaçak namaz kılmak kadar zevkli ne olabilirdi! Tabii ki kaçak kaçak sigara içmekLKomutanların hiç bilmediği, gizli Kalorifer dairesi köşesini ilk keşfedenler namaz kılanlar değil, kaçamak sigara içenlerdi. Artık aynı mekanı paylaşmak zorundaydılar. Nede olsa ikiside yasaktı. Duman altında namaz kılan öğrencilerden bazısı bir süre sonra sigaraya başlıyordu. Sigara içenlerden bazısı ise namaza... Karşı koğuşta bulunan 3. sınıftan ‘Fantom’ lakaplı İbrahim'den çifti elli beş kuruşa Bafra sigarası almak modaydı. Biraz parası olanlar Samsun ve Maltepe alırdı. Parası olmayanlar filtresiz Birinciye talim ederdi. 1. sınıflara sigara fahiş fiyatdan satılıyordu. Güya astların sigara içmesine asla müsade edilmiyordu. Elbette işin içinde rant vardı. Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati’nin en fazla sopa attığı 1. sınıf öğrenciler sigara içenlerdi. Halbuki ikiside koyu tiryakiydi. Aslında Bafrayı bırakın Birinci bile bulsa öğrenciler tavdı. Hüsnü ve Necati’den dayak yeme bahasına kaçak sigara içebilmek yiğitlikti. Samsun ve Maltepe lüks ve pahalı kategorisine giriyordu. Kaçakçılardan Marlboro bulan ve okula sokmayı başaran el üstünde tutulurdu. Bir kaç günlüğüne Gırgır’daki salak sakar çizgi roman kahramanı en kahraman Rıdvan kabul edilirdi. Sigara bitince kimse Marlboroluyu tanımazdı. Ancak satın aldığı sigaraları, koğuştan yirmi adım sonra ‘Öf Öf lakaplı lümpen Mehmet'e çarpılıp, kaptırmak içten bile değildi. 2. sınıfların külyutmaz uyanığıydı. ‘Öf Öf’, 1. sınıflardan arakladığı veya el koyduğu sigaraları beleşten içer, sigaraya beş kuruş para harcamazdı.İstanbul’un moda semtinden askeri okula düşmüş, hafif yumuşakcalardandı, hızlı sosyeteydi. Dayak yememe karşılığı kuzu kuzu sigaraları teslim ederdi en altdaki astlar ve garip 1. sınıflar. Oysa dayak atmaya kıyamazdı. Hüsnü’nün oluşturduğu azrail imajını kullanıyordu, o kadar. 1. sınıfların 2. sınıflardan ödü patlardı... Külot içinde gizlenen sigarayı üst sınıfa yakalatmadan kazan dairesi kapısından, lombar ağzından geçirebilmek beceri isterdi. İyi gizlediği için veya sigara yok deyip yakalattığı için bir de üstüne katmerli sopa yemek işin doğasında vardı. 50 Üst sınıfta kollayacak kabadayı bir hemşerisinin olması tek kurtuluş çaresiydi. Nereli olmak bu nedenle çok önem kazanıyordu. Eskişehirlilerden fazla kabadayı çıkmıyordu. Ferruh’u koruyan kimse yoktu. O’da kimsesizler kimsesi olan yaradanına sığınıyordu. Astlar, ilk köteği kimin attığını asla unutmazdı. Bir gün sivil hayatta köşeye sıkıştırıp Psikopat Hüsnü’yü eşekten su gelinceye kadar dövmek hepsinin hayaliydi. Aşırı haşarılar ve elebaşılar hergün düzenli olarak sopa yerdi. Kötek çetelesi tutmakta ısrar ederlerdi. En fazla sopa yiyenler, 2. sınıf olmayı dört gözle beklerdi. Gelecek sene 1. sınıflara kötek atma sırası onlara gelecekti. Her sınıfta elebaşı kimse gözdağı vermek için olmadık sebeplerden acımazsızca dövülürdü. Yiğitlik yapıp gıkını bile çıkarmazdı. Koridorlarda üst sınıfa denk gelmemek için köşe buca kaçıyorlardı. Aksi halde sudan bahanelerle çarpılırdı astlar. Üst sınıfı, arkadaşına benzetip, selam vermediği için çarpılmak en acı koyanıydı. Bazen güneşten veya gazinodaki ışıktan gözleri kamaştığı için üst sınıfı tanımadıkları oluyordu. Astlar gazinoda en arkada oturur, bir üst sınıf geldi mi kalkıp yer vermek zorundaydı. Aksi halde saygısızlıktan sopa yerdi. Dalgınlıkla selam vermeden yakınından geçilen üst sınıf tarafından çarpılmamak bir mucizeydi, lütufdu. Bazı üstler bu denli aşırı askerliği sevmez, astları sıkıştırmazdı. Kimin psikopat kimin efendi olduğunu anlamak için bir araba sopa yemek gerekiyordu. Kısa zamanda kimin neci olduğu fısıltı halinde yayılırdı. Uzunlar sınıfının kabadayısı hemen tespit edilmişti. Ankaralı 304 Mustafa, 316 Onur ve 329 Levent, her gün mutlaka sınıfta veya koğuşta 2. Sınıflar, enderde olsa 3. Sınıflar tarafından ya fırçalanır, ya küfür yer veya bayılıncaya kadar dövülürdü. Çatlak Necati, Ankara’nın Çinçin Bağlar’ından gelen 502 Leverent Çinçin’e kafayı takmıştı. Devrenşn en kısa boylusu ama en atiği, en sportif olanıydı. Kısa boyuyla kabadayı idi. Çingenelerin çoğunlukta olduğu bu semtin ahalisi belki çok fakirdi ama delikanlıları kabadayıydı. Leverent, karate ve güreşle meşgul olmuştu. Vurduğunu deviren, sözü özü bir, kanı deli akan bir koçtu. Böyle mert gençler, üst sınıflarca cezalandırılması, burnu sürtülmesi gereken başı dik, burnu büyük, sırtı sopaya dayanıklı olarak görülürdü. Psikopat Hüsnü’de Leverent’in üstünde güç denemesi yapardı. Bayılmadan uzun süre dayak yiyebilen sağlam bir delikanlıydı. Leverent’in adını soyadı nedeniyle ‘Çinçin’ olarak koymuşlardı. Zamanla devredeki arkadaşlarıda bu lakaba alıştı. Çinçin artık devrenin korkulan, dayak yiye yiye pişen, olgunlaşan, bileği bükülmez delikanlısıydı. Mustafa ve Onur’da yedikleri dayaklarla kaşarlanmıştı. Hüsnü, Çinçin’e asla güç yetiremez. En sonunda yorulur, kan ter içinde bırakırdı. Her akşam koğuşta Necati veya Hüsnü’nün çığlıkları duyulurdu: ‘Gel bakîm buraya lan Çinçin!’ Çinçin’i çarpan üst sınıfları tek durduracak daha bir üst sınıftı. 3. Sınıfın kabadayısı Tozkopran Kubilay, kurtarıcı melekti. 1. sınıfların koğuşuna girerek Çinçin’i ellerinden kurtarırdı. Hüsnü ve Necati, Kubilaydan tırsardı. İkisinide mum gibi yapar, dövmeden önce sağlam bir söverdi. Bu uyarı en fazla bir hafta işe yarardı. Sonrası, eski tas eski hamam... 51 Sopayı görmemek için kör olmak gerekirdi ama komutanlar hiç birşeyden haberleri yokmuş gibi davranırdı. Zaten kimse korkusundan onlara şikayet edemezdi. Ferruh, dayaktan önce sırtlarının sonra okulun cehenneme döndürülmesine artık dayanamıyordu. Çok çarpan üst sınıfları mezun olunca aynı birliğe düşerlerse yapacaklarını biliyor, diş biliyorlardı. Aynı gemiye düşersem denize atmazsam bana yuh desinler sözü yaygındı. Genellikle bu sözler mezun olduktan sonra unutulur, eski düşmanlar bazen dost olurdu. Öğrencilik yıllarındaki astlık ve üstlük ilişkisini ölene kadar sürdüren sadece karacılardı. Havacılar ve denizciler kin tutmazdı. Bir yıl boyunca yediği sopaları, gelecek Eylül dönemi başında gecikmeden alt sınıfa fazlasıyla pas etmek geleneksel bir uygulamaydı.Yemekten, sınıftan veya koğuştan çıkışta üst sınıftan birinin akşam beni yatakhane önünde gör demesi gelen dayağın habercisiydi. Gör demişse, görülecekti, kaçış yoktu. Akşamüstü yenilen sopanın nedenini sabaha kadar düşünsenizde, çoğu zaman bulmanız mümkün değildi. Çünkü bazen dayağın sebebi olmazdı. Sizin tipinizi, haraketinizi beğenmiyen üstün canı dayak atmak istemiş olabilirdi.Veya o gün sınıf subayından dayak yemiş, zayıf bir not almış olabilirdi. İntikamını, hıncını birinden almalıydı. Çok rastlanmamakla birlikte, üst sınıfın sopa atmadan astların kusuru için nasihat etmesi, üstün ali cenaplığındandı. 3. Sınıflarda Tozkoparan Kubilay, böyle abilerdendi. 2. sınıfta iken çok esmiş yağmıştı, şimdi ise 1. sınıflara dayaksız nasihat hocalığı yapıyordu. Öğrenciler arasında kavga sebebi genellikle aynı kıza aşık olmaktan kaynaklanırdı. GATA’da bulunan askeri hemşire okulu sevgili devşirilen yegane kaynaktı. Aynı ortamları paylaştıkları için sık sık birbirlerine aşık olurlardı. Hafta sonu izinlerde sinemaya veya pastaneye giderlerdi. Aşk mektupları iki okul arasında özel paralı ulaklar tarafından taşınırdı. İki okulda da Anatomi dersine giren Neriman hoca çöpçatanlık yapmaya bayılırdı. Mektupları para karşılığı taşırdı. Diğer ana kavga sebebi futboldu. Hafta sonu 1. ligde kaybeden dört büyük takım taraftarları önce ağız kavgası çıkardı, sonrasında taraflar kafa yumruk birbirine girerdi. Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı ve Trabzon Sporlular, maç muhabbetini birbirlerinin boğazına yapışarak sonuçlandırırdı. Böyle durumlara anında müdahale eden Kubilay, oldukca babacan davranırdı. Kız meselesinde çok net konuşurdu: ‘Bir kız için bugün devrenizdeki arkadaşını satan, yarın vatanını da satar!’ Futbol kavgasının galibi olmazdı. Taraftarlar gelecek hafta yeniden kavga etmek üzere zorla ayrılırdı. Kavgaya Psikopat Hüsnü veya Çatlak Necati müdahale ettiyse, kesin olarak tüm sınıfın sıra dayağından geçirilmesi adettendi. Suçlu tüm sınıftı. Tokatlıyarak yorulduğu için genellikle palaska kullanırdı. Bu dayak ders olmazdı, en uzağı iki hafta sonra toplu dayak merasimi yinelenirdi. Kısa boylu bir üst sınıfın sizi eğerek veya kendisi yükseğe çıkarak size sopa atması kadar insanı alçaltan bir durum olamazdı. 2. sınıflardan Atom Karınca Sülo, bu tür üstlerin en gıcığıydı. Sigara içenleri affetmezdi, birde namaz kılanları. Nede olsa ikiside suçtu. 52 Onüçüncü Bölüm: Cinlerin general tasfiyesi! 1984’ün 25 Mart’ında yapılan yerel seçimler, yeni bir Türkiye’nin doğuşunu haber veriyordu. ANAP %45'in üzerinde oy alarak yine birinci parti oldu. İstanbul Belediye Başkanlığı'nı ANAP'lı Bedrettin Dalan kazandı. Yurtdışından getirilen ithal mallar vitrinleri süslemeye başladı. Bu kritik dönemde iki önemli olay yaşanıyordu. Türkiye’nin en zengini Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı İşadamı Vehbi Koç, tüm işlerini oğlu Rahmi Koç'a devretti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, DYP'nin kapatılması için dava açtı. Askeri vesayet, kimin siyaset yapıp kimin yapmıyacağına karar veriyordu. Kenan Evren’in yurdun değişik kentlerinde yaptığı konuşmalarda dini mesajlar vermesi sayesinde askeri okullarda namaz kılmaya ve oruç tutmaya göz yumuluyordu. ‘Anadoluda bacılarımız saçlarını yemek içine tüyleri kaçmasın diye türbanla değil tülbentle saçlarının bir kısmını göstererek örterler’ sözleri problemliydi, ama olsun buna da şükürdü. Sağlık Astsubay Okul’unda Ramazan ayının girmesiyle ortaya iftar ve sahur problemleri çıkmıştı. Okullar Komutanı Hıdır Paşa, din karşıtı, aşırı laik bir paşaydı. Rakı sofrası kurulmadan öğle ve akşam yemeğine oturmadığı dedikodusu öğrenciler arasında yayılmıştı. Mayısın son haftasıydı ve on gün sonra yaz tatili iznine çıkılacaktı. Ramazan ayının ilk on günü okulda karşılanacaktı. Okul Komutanı Hıdır Paşa, hem namaz kılmayı hemde oruç tutmayı yasaklayan sözlü bir talimat verdi. Ortada yazılı bir emir yoktu, keyfi bir durumdu. Oruç tutanlar tespit ediliyor ve okuldan atılmakla tehdit ediliyordu. Buna rağmen öğrenciler, akşam yemeğini ekmek arası sandevice çevirerek yemekhane dışına kaçırıyor ve sahur yapıyordu. Kahvaltı ve öğle yemeklerinde de aynı usulle yedekleme yapılıyordu. Yasak oruç tutmayı durduramamış, tam tersine yasağa ilgi olduğu için oruç tutanları artırmıştı. Ancak namaz kılmaya taviz verilmedi. Namaz kılma mekanları komutanlar tarafından basıldı ve namaz kılmak imkansız hale geldi. Aynı yılın yazında, 26 Temmuz’da Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Nebahat Koru'nun derse başörtüsü ile girmesi, kıyafet kanunu tartışmalarını alevlendirdi. MDP İzmir Milletvekili Işılay Saygın ve bir grup kadın milletvekili Koru'yu eleştirdi. Bu yaşanan ilk başörtüsü kriziydi. 4 Eylül 1984’de Tercüman Gazetesi süresiz kapatıldı, 10 gün sonra tekrar açıldı.5 Eylül’de Uludağ Üniversitesi'nde bir grup kız öğrenci, başörtülerini çıkarmadıkları için Üniversiteden çıkarıldılar. 8 Kasım’da başörtüsünü çıkarmayan Doç. Nebahat Koru, Ege Üniversitesi'nden atıldı. Bu kamu oyuna yansıyan en önemli ve ilk başörtüsü kriziydi. 1984’ün son ayında büyük tartışmalara yol açan ve günlerce kamuoyunu meşgul eden Boğaziçi Köprüsü'nün satılması gerçekleşti. Köprü'nün 10 milyar liralık hisse senetleri bir saatte bitti. 15 Aralık’ta Yurtdışındaki kaçak solcular işbirliği yaparak eylemlerini sürdüreceklerini açıkladılar. PKK, TİP, TKEP, TKP, TKSP ve TSİP birlikte çalışacaklarını ilan ettiler. İsveç'te ele geçirilen bazı belgelerde, PKK'nın ASALA ile işbirliği yaptığı ortaya çıktı. Yasadışı DEV-SOL örgüt üyesi 9'u kadın 34 militan ve yasadışı MLSP/B örgüt üyesi 21 militan yakalandı. 12 Eylül, solun ve ülkücülerin tepesine binmişti, soluk aldırmıyordu. Aşırı solun temizlenmesine devam ediliyordu. Ordu bünyesinde kalan solcu subay ve astsubaylar, sessizliğe bürünmüş, takiye yapıyordu. Medya haberlerinin çoğu çakmaydı. 53 ASALA terör örgütünün TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile işbirliği yaptığı tespit edildi. Diplomatlarımıza yönelik saldırılarda ASALA terör örgütünün, uluslararası mafya örgütleriyle ortak çalıştığı ortaya çıktı. 19 Şubat’da 624 sanıklı PKK Mardin davası sonuçlandı. 22 kişi idama mahkum olurken, 25 kişide ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye’de olup bitenler Eşekler sınıfını hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Ferruh’un ise tek bir derdi vardı: Namazı ve orucu yasaklayan Okul Komutanı Hıdır Paşadan intikam almak. Bunu nasıl yapacaktı? Odun Pazar’ın gördüğü sahaflar çarsısı aklına geldi. Burada eski kitaplar satılırdı. Kitapçıya cinleri kontrol edebileceği kuvvetli duaların olduğu bir kitabın olup olmadığını sordu. Ferruh’a bön bön bakan kitapçı, hemen üç kitap buldu. ‘Al bunları oku. Muhyiddin Arabi’nin Gizli İlimler Hazinesi adlı kitabı 3 cilt halinde tercüme edilerek basılmıştı. Ama bu kitapları hiç bir yerde bulamazsın’ Ferruh, hazine bulmuş define meraklısı gibi sevindi. Hemen eve giderek üç kitabıda su içer gibi çabucak bitirdi. Aradığını bulmuştu. Müslüman cinleri kontrol altına almanın bir yolu vardı. Ancak cinler uzun yaşadığı için daha sonra cinler yaşlanan insanları kontrol altına almaya başlıyordu. Risk büyüktü. Formül şöyleydi: 7777 defa Ayetel Kürsi okunup bir bardağa üflenecekti. Daha sonra ayetleri dinlemeye gelen cinlere emir verilebilecekti. Bu kadar ayeti okumak tam üç gününü aldı. Cinin gelip gelmediğini bilmiyordu ama duasını yaptı: Allahım Hıdır Paşa’ya hidayet nasip et. Eğer ıslah olması mümkünse ıslah eyle. Eğer ıslah olması mümkün değilse müslüman cinlerinin onu biraz korkutmsına izin ver. Sonucu çok merak ediyordu. Okula döndüğünde din düşmanı paşayı görmek istemiyordu. Yaz tatilinin ortasında İzmit’in Karamürsel semtinde bulunan askeri öğrencilerin toplu yaz kampına çağrıldılar. Ankara tren garından haraket eden tren, 1. ve 2. Sınıf öğrencilerini kampa taşıdı. Konserve yol kumanyaları verilmişti. Çadırda kampetde yatıyorlardı. Burada kıdemli ayrımı yapılmadan herkes nöbet tutuyordu. Her iki günde bir gecede iki saat nöbet sırası geliyordu. Beş bin astsubay öğrencisinin toplandığı koca tugay deniz kenarına kurulmuştu. Tüm askeri liseli astsubay öğrencileri buradaydı. Sabah 6.00’da kalkılıyor ve sabah kahvaltısı saat 7’de başlıyordu. Saat 8.00’de kadar beş kilometre sabah koşusu vardı. Öğlene kadar güneş altında yapılan yanaşık düzen eğitiminden sonra öğleden sonra silah kullanma eğitimine geçiliyordu. Akşam saat 4 ile5 arasına ise denize grime molası konmuştu. Ancak deniz kirliliği ve deniz anası istilası bahaneleriyle denize girme işlemi bir hafta geç başlatıldı. Akşam yemeğinden sonra yapılan 3 kilometrelik akşam koşusundan sonra pestilleri çıkıyordu. Her hafta bir defa gece intikalı eğitimi yapılıyordu. Gecenin köründe kampetlerinden kaldırılan beş bin öğrenci iki saat yürütüldükten sonra çadırlarına dönüyordu. Gece 4.00’de dönülen çadırda artık uyumak mümkün değildi. Zaten gölün kenarı olduğu için etraf yılan kaynıyordu. Uyumaya alışamadıkları kampetlerin rahatsızlığı da çabasıydı. Haftada bir gün gün yemekhane nöbeti geliyor, tüm gün patates soyuyorlardı. 54 Tugay dışındaki meyve bahçelerine dalmaya giden askeri öğrencilerin ertesi gün cezalandırılması çok acımasızca olmuştu. Önce sıra dayağına çekilen beş öğrenci, üstlerinde kışlık palto ve 30 kilo ağırlığındaki eşya ve sırt çantasıyla silah omuza vaziyetinde sabahtan akşama kadar güneş altında bekletildi. Bayılana kadar bu işlem sürdürüldü. Bu kamp ortamında namaz kılmaya yer bulmak neredeyse imkansızdı veya namaz kılmaya derman kalmıyordu. Ferruh, bir haftadır namaz kılacak kuytu bir köşe arıyordu. Sonunda buldu. Çalıların kapattığı ormanda gizli bir mekan buldu. Mekana girmesi ile irkilmesi bir oldu. Başka biri daha buradaydı. İkisi birden sordu: Sen ne yapıyorsun burada? İkisi birden gülmeye başladı. Ve yeniden sordular birbirlerine. Namaz kılmak için yer mi arıyordun? Tekrar katıla katıla güldüler. Sıra tanışma faslına gelmişti: Ben Ahmet Vahdi Türker. Elektronik astsubay okulundan. Bende Ferruh Kaplan. Sağlık astsubay okulundan. Bu buluşma aslında veya belki de 40 yıl sürecek sağlam bir dostluğun ilk temasıydı. Aynı kaderi paylaşacak iki dostun, iki arkadaşın kaynaşma vesilesi namazla olmuştu. 55 Ondördüncü Bölüm: Orhan Asteğmen İkinci sınıfa başlamak için okuldan nizamiyye giren Ferruh’un merak ettiği tek husus vardı: Hıdır Paşa görevinde duruyor muydu? Nöbetçi askere hemen sorusunu yöneltti: Okul komutanı olan Hıdır Paşa okulda mı? Asker şaşkın şaşkın bakakaldı. Haberin yok mu? Neden? Paşa, haziran ayında kalp krizi geçirdi. Sizlere ömür. Ya! Peki nasıl olmuş? Kimse bilmiyor. Yatağında ölü bulunmuş. Ağzı kaymış, yamulmuş. Ağzından köpük çıkıyormuş. Önce zehirlendiğini sanmışlar ama resmi raporda kalp krizi yazıyormuş. Sen nereden biliyorsun? Tüm okul bunu konuşuyor. Cenazesi çoktan kaldırıldı. Okula da yeni bir paşa atandı. Ferruh, hem çok korkmuştu hemde azıcık sevinmişti. Kendi kendine düşündü: Müslüman cinler fazla korkuttu galiba! Okulda bahar havası vardı. Despot Paşa’nın zulmü ortadan kalkmış, herkes rahat bir nefes almıştı. Bu arada okula lakap takmaya utandıkları bir ast teğmen tayin olmuştu: Orhan Kıtay Asteğmen. Eşekler Sınıfı, ilk defa biriyle dalga geçmiyordu. Henüz 24 yaşındaki bu subayın yüzünden nur akıyordu. Alnında secde izni vardı. Sözleri tatlı ve yumuşak, sesi dokunaklı ve etkileyiciydi. Tarih dersine giriyordu. Sık sık ecdatın adaletini anlatırdı. Anekdot ve fıkralarla zengin hitabetini süslerdi. Tarih kitabının yüzünü açmayan Eşekler sınıfı, onun sayesinde tarihi sevdi. Bir gün bir soru sordu: Çocuklar biliyor musunuz, Osmanlı evlerinin dış duvarlarına neden “Ya Hafız!” levhaları asılırmış? Sınıf çıt çıkarmadan onun ağzından dökülecek baldan tatlı nağmeleri dinliyordu: “Ey büyük koruyucu!” manasını taşıyan bu levhalar ile evler ve içindekiler Allah’a emanet 56 edilirmişte ondan. Bir gün bu levhalardan birini gören ve şaşıran İngiliz Büyükelçisi, Keçecizade Fuat Paşa’ya sormuş: “Paşam bunlar nedir?” Fuat Paşa, İngiliz’in anlayacağı şekilde şöyle bir cevap vermiş: “O gördükleriniz, Osmanlı sigorta şirketlerinin levhalarıdır.” Sınıfta kahkaha tufanı koptu. Birden kapıdan içeri iren Beton Kemal’i son anda fark ettiler. Eşekler Sınıfı yine bir yaramazlık, eşeklik yapmış sanmıştı: Bu eşekler yine ne halt karıştırıyor? Komutanım, anlattığım espriye güldüler. Ben bu sınıftan çok memnunum. Beton Kemal, inanmaz tavırlarla kapıya yürüdü ve sertçe çarpıp çıktı. Orhan asteğmen, 1. sınıfların takım subayıydı. Tarih hocası bulunana kadar Eşekler Sınıfı’na geçici öğretmen tayin edilmişti. Bu sınıftan şikayet etmeyen tek hocaydı. İstanbul'un fethine mazhar olarak peygamberimizin iltifatını hak etmiş ve mucizesini doğrulatmış Fatih Sultan Mehmet, en sevdiği hükümdardı. Dersi işlemeye devam etti: Sultan Fatih, tarihçiler tarafından yalnızca Türk tarihinin değil, İslâm hatta, dünya tarihinin en büyük devlet adamlarından biri kabul edilir. Askerlikte ve siyasette, ilim ve kültürde, sanat ve edebiyattaki derinliğiyle, benzeri bugün bile çok azdır. Böylece Rönesans hükümdarlarının modeli olarak gösterilmiştir. Osmanlı Devleti’ni, gerek toprak ve gerekse teşkilat bakımından imparatorluk hâline getiren, O’dur. Osmanlılar, bir memleketi fethedince, bu memleket halkı, Osmanlı vatandaşı sayılırdı. Osmanlı hâkimiyetini tanıdığına ve hukukuna riâyet edeceğine dair söz vererek önceki hayatını devam ettirirdi. Osmanlı Devleti de, zimmî denilen bu gayrımüslim vatandaşların can ve mal emniyeti ile din hürriyetini teminat altına alırdı. Kanun önünde Müslüman vatandaş ile gayrimüslim vatandaş arasında bir fark yoktu. Bu husus, devletin veya hükümdarın gayrimüslim tebaya bir ihsanı vasfında olmadığı gibi; milletlerarası bir anlaşmanın gereği de değildi. Şer’î hukuka dayanan bir iç hukuk düzenlemesi idi. Bu bakımdan hiçbir hükûmet, bunu sınırlandıramaz veya kaldıramaz; gayrimüslimler de bu haklarından vazgeçemezdi. Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler azınlık değil, vatandaştır. Azınlık mefhumunun bize girişi XX. asırda ulus devlet telâkkisiyle olmuştur. Çünki modern dünyada azınlık çoğunlukla çatışır. Halbuki Osmanlılarda her millet, kendi kompartmanında yaşar; çalışma, yükselme faaliyetleri ve sosyal mobilite kendi kompartmanında yürür. Meselâ Ermeni bir gencin ideali, kendi milleti içindeki yönetici sınıfa girmektir. Kompartmanlar arasında geçiş ancak o dine giriş ile olur. Farklı millet mensuplarının, birbiriyle evlenmesi düşünülemez; aynı mahallede yaşaması nâdirdir; münasebetleri sınırlıdır. Dolayısıyla aralarında çatışma, didişme, kimlik isbatı, asimilasyon gibi problemler doğmaz. Doğarsa, hükûmet bunu önler. 57 Osmanlı Barışı“ böyle sağlanmıştır. Bunun adı hoşgörü değil, tesâmuhtur. Hoşgörüde tahammül etmek mânâsı olduğundan bir hafiflik vardır. Müsâmaha ise, toleranstaki iyi niyetli bir sabrı ifade etmeye daha elverişlidir. İstanbul"u fethettiğinde, gayrımüslimleri müslüman olmak veya şehri terketmek tercihiyle karşı karşıya bırakması teklifinde bulunanlara Fatih Sultan Mehmed’in verdiği tarihî bir cevap vardır: “Din-i mübîn-i İslâmı, Şâri teâlâdan daha ziyade himâyeye kalkışmak ne cüretkârlıktır” Yani dinin sahibi olan Allah dururken, İslâmiyet’i korumak size mi düştü? Halbuki O, bunu istememiştir. Buna benzer bir hadise de Balkanlarda yaşanmıştır. Sultan Fatih’in, Rumeli’deki fetihleri Sırp hududuna dayanınca, Ortodoks mezhebindeki Sırpların kralı Brankoviç, Katolik Macarlar ile Osmanlılar arasında kaldı. Bir elçi Sultan Fatih"e, bir elçi de Macar kralı Hunyad Yanoş’a gönderdi. Sırbistan, idarelerine terk edilirse, Sırp halkının dinlerine ne gibi muamele edeceklerini sordurdu. Macar kralı, bütün Ortodoks kiliselerini yıktırıp, yerine Katolik kiliseleri yaptıracağını söyledi. Sultan Fatih’in cevabı, her zamanki gibi emsalsizdi: “Her câminin yanı başında bir kilise inşa olunup, herkesin kendi dinine göre ibâdette bulunmasına müsaade ederim”. Böylece Sırbistan, Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Bir sonraki hafta derse gelirken Orhan Asteğmen, Sultan Fatih ile Patrik Gennadios’u tasvir eden bir gravürü sınıfa getirdi. Türkler İstanbul’u fethettiğinde, halk Katoliklerle birleşmek hususunda ikiye ayrılmıştı. Patrik II. Athanasios, buna karşı çıktığı için azledildiğinden makamı boştu. Bizans başvekili Notaras, “İstanbul’da kardinal külâhı (yani Katolik hâkimiyeti) görmektense, Türk sarığını (Müslüman hâkimiyetini) tercih ederim” diyordu. Sultan Fatih, Gennadios adında münzevi bir papazı hayat boyu Ekümenik Patrik (bütün Ortodoksların patriği) tayin edip kendisine vezir rütbesiyle protokolde yer verdi. Vazife tevdii esnâsında, Bizans’tan kalma ananevî merâsimler tatbik olundu. Padişah, patriği ayakta karşılayıp uğurladı. Kendisine âsâ ve has ahırdan at hediye edildi. Bu sebeple Sultan Fatih, ekseri tarihçilerce Patrikhânenin ikinci kurucusu ve Doğu Roma İmparatoru olarak görülür. Çünkü imparator, patriği tayine salâhiyetli tek makamdır. Artık imparatorun yerini padişah almıştı. Böylece Rusya dışındaki bütün Ortodokslar yeniden İstanbul Patriği’nin nüfuzu altına girmiş oldu. Önceleri Draman semtinde bulunan patriklik, 1587’de Fener’e taşındı. O zamandan beri Fener Patrikhânesi diye anıldı. Sultan Fatih’in patrikhâneyi himayesi, Osmanlılara Hıristiyan dünyasında büyük siyasî ve sosyal avantajlar sağladı. Bugün bile Amerika’nın Moskova patriğine karşı Fener patriğine teveccühünün arkasında bu politika yatar. Ecdadımız ilim adamlarına layık oldukları itibar ve hürmeti gösterirlerdi. Kendilerinin yetkili olmadıkları hususlarda daima ilim adamlarının görüş ve düşüncelerine göre hareket etmişlerdir. Aradan üç ay eçmişti. Orhan asteğmen Eşekler Sınıfı’nın sevgilisiydi. Bazıları ona ‘Molla’ lakabını takmakta gecikmemişti. Yine de onu can kulağıyla dinliyorlardı. 2. sınıfın ilk sömesteri sonlanmak üzereydi. Osmanlı fıkralarına bayılan sınıf, dersi kaynatmak için asteğmeni dolduruşa getirir ve dersi fıkra ile geçirirdi. 58 Lakabı Kanuni olan Sultan Süleyman ile ilgili anekdot talebini kıramazdı asteğmen Kıtay. Bu fıkrayı Orhan Kıtay, yine kutsal bir görev edasıyla anlattı: “Kanuni Sultan Süleyman vefatından kısa bir süre önce, yanında bulunan küçük bir çekmecenin de beraberinde gömülmesini vasiyet etmişti. Vefat ettiği zaman vasiyetin yerine getirilmesi için çekmece mezarın başına getirildi. Aralarında ünlü din bilgini Ebussuud Efendi’nin de bulunduğu, ulema, gömülürdü, gömülmezdi diyerek aralarında tartışmaya başladılar. Çünkü İslami geleneklerde ölünün eşyasının mezara gömülmesi yoktu. Bu arada nasıl oldu ise çekmece yere düştü ve kapağı açıldı. İçinden bir takım kağıtlar etrafa dağıldı. Baktılar ki bunlar Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatta iken devlet işleri ile ilgili manevi hükümlerin cevaplarını aldığı Ebussuud Efendi’nin fetvaları. Belli ki Kanuni mahşerde kendisinden hesap sorulduğu zaman “Ya Rabbim işte her şeyi şer’i şerifin fetvası ile yaptım” diyeceği anlamına geliyordu. Bunları gören Ebussuud Efendi’nin ağlamaya başladı ve şöyle dedi: “Ah Süleyman, sen kendini kurtarmışsın iş bize kalmış.” Tarih bilinci ile İslam bilinci at başı giden değerlerdi. Bugüne kadar okulda sadece Osmanlı’yı reddiye edebiyatı üzerine anlatılan inkilap tarihi menkibeleri dinlemişlerdi. Namazlarını hiç kaçırmayan Orhan asteğmenin sağlam duruşu, özgüveni hepsini etkilemişti. Bu subay, gökten yere inmiş bir melek olmalıydı, belki de ölümsüzlük şerbetini içmiş Hızır’dı! Kimbilir... Orhan asteğmen, hafta sonu izinlerinde vaktini kitap okuyarak değerlendirmek isteyenlerle teneffüste görüşüyordu. Yüzde 50’lik bir Anadolu kültürüyle yetişerek bu okula gelen kesim, namazdan, kitapdan korkuyordu. Orhan Kıtay, Eşekler Sınıfı’na kitap okumayı sevdiren ender subaylardandı. 59 Onbeşinci Bölüm: İhlas Kitap Evi! 2.sınıfta iken Ferruh’un dilindeki düğüm çözülmüştü.Yırtıcı, atılgan, sosyal biri haline gelmişti. Askeri okulun sosyalleştirme başarısı mükemmeldi. Babasının tabiriyle ' Kabak çiçeği gibi açılmıştı'. Zamanla Ferruh, Orhan asteğmenin etrafında oluşan takva sahibi devre arkadaşları ve 3. sınıftan namaz kılan arkadaşlarıyla irtibat kurmaya başladı. 3. sınıflardan Ankara’nın Keskin ilçesinden İlyas Aslan’ın sesi çok güzeldi. Teneffüslerde dindar 2. sınıfları toplar, bahçede onlara ilahi okurdu. Bir gün onlara hafta sonu nereye gittiklerini sordu. Cevapları beklemeden kendinden bahsetti: “Hacı Bayram’da kitap okuyan arkadaşlar var, güzel bir ortam var, ben oraya gidiyorum... Siz de gelin” Ferruh, hayatının yönünü değiştiren bir karar verdiğini bilemezdi. İlyas’ın bahsettiği yer Ulus’taki Hacı Bayram Cami’nin hemen yanı başında yıllardır faaliyet gösteren İhlas Kitap Evi idi. Buraya onu Orhan asteğmen, bir hafta sonu izninde getirmişti. Hafta sonu izne çıkınca Hacı Bayram’a gezmeye gidiliyor, İhlas Kitabevi uğrak yer yapılıyordu. 1. sınıflardan İsa Aydoğdu ile gezerken Ferruh, çok güzel hazırlanmış dinî konularda kitaplarla karşılaştılar. Dinimizi öğreniriz diye o kitaplardan aldılar. Kitapçı da ilgilendi. “Sizin okul komutanı tanıdıktır, o da bunları okur” dedi ve onlara başka kitaplar da verdi. İki poşet kitapla Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’na döndüler. Kapıda ‘Kepçe’ lakaplı asteğmen vardı, biraz cins fikirliydi. “Siz bunları nereden buldunuz?” diye sordu. Onlarda durumu olduğu gibi anlattı. “Siz bunları nasıl getirirsiniz? Sizi bölük komutanınıza bildireceğim ve büyük bir ihtimalle başınıza bir iş gelebilir, okuldan bile atılabilirsiniz!” dedi. Daha okula “Bismillah” demeden atılma tehlikesi olunca İsa çok şaşırdı. Gerçekten de komutana bildirdi. 1984 yılının sonbaharıydı. Ferruh’un ikinci senesinde ilk 4 ayı geride kalmıştı. Beton Kemal, kitaplara fazla aldırış etmedi ve ceza vermedi. Ferruh’un ve namaz kılan tüm arkadaşlarının dersleri gayet iyiydi. Gurbet psikolojisiyle kendilerini derse vermişlerdi. Komutanlarının ilgisini de çekiyorlardı, çünkü çalışkan ve disiplinli öğrencilerdi. 1. sınıfların sınıf subayı ve bölük komutanı Ahmet Coşkun İsa Aydoğdu’yu makamına çağırdı ve gürledi: 60 “Siz bu kitapları getirmişsiniz, ama bunlar bu okulda olmaz. Ben bunu üstlerime bildirsem başınıza büyük iş gelir. Ama ben bildirmeyeceğim. Ya bunları yakacağız, imha edeceğiz; ya da benim odamda duracak, giderken memleketinize götüreceksiniz” İsa, tıfıl boyu ve büyük kara gözleri ile dikkati çeken bir öğrenciydi. “Evimize götürürüz. Ben haftasonu evciye çıkınca götürürüm.” dedi. Ankara’da birinci dereceden akrabası bulunanlar Cumartesi günleri yatılı kalabiliyordu. Buna evci çıkmak deniyordu. Ancak Ahmet yüzbaşı kitapları vermedi ve komutanlık katında, orada kaldı. Ahmet yüzbaşının dine ters biri olduğunu bilmiyorlardı. Kitapları gözden geçiren yüzbaşı ertesi gün tüm okulu toplayarak konuşma yaptı. Şunları söyledi: ‘Araplar biz Türkleri sırtımızdan hançerledi. Laik cumhuriyetimiz din temellerini ret ederek kuruldu. Atatürk bize bu ülkeyi bağıiladı. Onu korumak ve kollamak bizim boynumuzun borcudur. Türk müslümanlığı Araplardan farklıdır. Ezanın Türkçe okunması daha iyidir. Dini yaşamak iyi olmakla birlikte bunu kalpten yaşamak gerekir. ‘ Sınıf yüzbaşıları bundan sonra dini konularda hiç konuşmamayı yeğlediler. Neyse ki, ilk dalgalanma bu şekilde atlatılmıştı. Yavaş yavaş 1. ve 2. sınıf koğuşlarındaki öğrenciler, Ferruh ve arkadaşlarının namaz kıldığını öğrenmeye başladı. 3. Sınıflardan Mikail ve Ali, radikal tarikatlara mensuptu. Siyasal İslam’ı savunuyor, Milli Görüş’ten Hasan El Benna’dan Ali Şeriati’den Muhammed Abduh’tan bahsediyorlardı. Türkiye’nın İslam ülkesi olmadığı için Darül Harb olduğunu, Cuma namazı kılınamayacağını savunuyorlardı. Aynı sınıftan Cavit ve İlyas’ın başını çektiği namaz kılanlar grubu daha ılımlıydı. 4. Sınıflarda namaz kılan ise sadece Osman ve Kadir adlı iki öğrenci vardı. Onlarda ılımlılar grubuna dahildi. Okulda kimse kimseye direkt bir kişinin namaz kılması gerektiği konusunda herhangi gibi bir telkinde bulunmuyordu. Ancak şöyle bir tablo vardı: Namaz kılanlar Millî Selâmet Partisi mensubu, kısaca da “Selâmetçi” olarak tanımlanırdı. Oysa Necmeddin Erbakan taraftarları azınlıktı ve pek sevilmiyorlardı. Açıkca İslam devleti kurmaktan bahsederdi. Onlara göre asıl mücahit onlardı ve okuldan atılma furyası başlasa ilk hedef de onlar olacaktı! Öğrenciler arasında radikal siyasi İslam ve ılımlı sufi İslam gruplaşmasını ılımlılar kazanmıştı. 1985’in sonuna doğru okuldaki 320 öğrenciden üçte biri namaz kılmaya başlamıştı. Bunlardan sadece altı tanesi siyasi İslam’ı reklam eden tiplerdi ve taraftar kazanamıyorlardı. Sık sık cihatdan bahseden bu tipler itici geliyordu. Bu arada namaz kılanlar çoğalıyordu. Çünkü namaz kılanlar derslerinde daha başarılıydılar. Namaz kılmak moda haline gelmişti. Derslerinde başarılı olmak isteyen öğrenciler, namaz kılanların cenahına koşuyor ve onları taklit ediyordu. Ferruh ve arkadaşları birazda bunun rahatlığını yaşıyordu. Artık dışarda, hafta sonu izne çıktıklarında da öğrenci kıyafetleriyle camilerde namaz kılmaya başladılar. Önceden çekiniyorlardı... 61 Bir hafta sonu izne çıkarken, üçüncü sınıf talebesi Keskinli İlyas, otobüste Ferruh, Muammer ve Ünal ile ilgilendi, sohbet etti. Normalde okulda sınıflar arasında da ast-üst ilişkileri vardı. Üstümüzde birisi, bizi adam yerine koyuyor, bizimle konuşuyor, diye çok sevindiler. Bu çok önemli bir hadiseydi. Normalde onları gördüklerinde selâm vermeleri gerekirdi. İlyas’ın dindar 2. sınıf öğrencileriyle ilgilendiğini duymuşlardı, ama hiç onların grubuna katılmamışlardı. Sokakta bir ast sınıf öğrencisi, daha üstteki öğrenciye selâm vermezse, okula döndüğünde başına işler gelebilirdi. Öyle haller vardı. Belki kanunî bir boyutu olmasa da, okulun yerleşmiş gelenekleri vardı. Otobüsten indiklerinde İlyas, “Nereye gideceksiniz?” diye sordu. Onlarda “ Ulus Çarşısına gideceğiz” dediler. İlyas, “İyi ben de oraya gidiyorum, beraber gidelim” dedi. Nereye giderlerse o da onlarla beraber dolaşıyordu. Namaz vakti geldi, onu atlatıp camiye gitmek istiyorlardı. Oysa onunda namaz kıldığını duymuşlardı. İlyas, her halde onların hallerinden dindar olduklarını anlamış, bırakmak istemiyordu. En sonunda her yeri dolaştılar, namaz vakti geçiyordu. Başka bir mazeret uyduramadılar ve “Namaz kılacağız” dediler. O da, “Ben de namaz kılıyorum” dedi. Bunu duyunca çok mutlu olmuşlardı. “Ama burada zor olur, benim dayım var, onun evine götüreyim orada kılalım. Orada abdest almanız daha kolay olur” dedi. Onlarda iyi dediler. Dayısının evi diye gittikleri yer, Demetevlerde 4. Cadde üzerinde Hilal Apartmanıydı. Öyle bir ortamda kendilerini buldular ki, sanki Rusya’da ezana hasret, Komünizm baskısı altında inleyen bir insan, ilk defa ezan sesi duyuyordu. Öyle bir hal yaşadılar ki, kelimelerle anlatılamazdı. Çok farklı dinî duyguların yaşandığı bir ortamdı. Akşama kadar dinî meselelerden bahsedildi. Risâle-i Nur okundu, Bediüzzaman’dan bahsedildi. İhlas Kitabevinde görüp tanıdıkları Hüseyin Hoca ve Nurettin beyde oradaydı. O zamana kadar Bediüzzaman ismini Ferruh duymuş ve kitaplarını kaçak kaçak park köşelerinde okumaya başlamıştı. Bu kitapları ona tavsiye eden Hüsyen Hocaydı. Ancak Muammer ve Ünal ilk defa duyuyorlardı. Duysalarda, hep olumsuz anlamda kırık dökük bilgiler elde etmişlerdi. Ferruh, babasının telkiniyle, Said Kürdî’nin devlete isyan edenlerden olduğunu sanıyordı. Ta ki İhlas Kitabevinde Hüseyin Hoca ile tanışana kadar. Gençlik Rehberi ve İhlas Risalesi ile kırmızı kaplı eserleri okumaya başlamıştı. Sedat yüzbaşı, Eskişehir’deki bir sohbetlerinde ondan ve takipçilerinden anarşist insanlar gibi bahsetmişti. Babası Orhan beye göre, Risalelere Kur’andan fazla önem veren Nurcular, Said Nursi’yi peygamberimizin üzerine çıkaran sapık insanlardı. Babası Tercüman gazetesi okur ve orada anlatılanları da Ferruh’a anlatırdı. Hatta, “Aman bu insanlara bulaşmayın” derdi. Nurculardan bahsedilince Ferruh’un arkadaşları önce tedirgin oldular, ama duyduklarıyla orada gördükleri arasında çok fark vardı. Melek gibi insanlardı... 62 Okula ilk geldiğindeki ötekilik duygusu ne kadar yabancı bir duygu ise, orada hissettiği duygu da o kadar huzur vericiydi. Candan ve samimiydi. Hakikaten içinde bulunmaktan mutlu olduğu bir ortamdı. Akıllarına gelen bütün soruları sordular. Onlar da güzel açıklamalarda bulundular. Akşama kadar kendilerini huzurlu hissettiler, namazlarını da kıldıkları bir ortam oldu orası. Okula dönüş vakti geldi, ama oradan ayrılmak o kadar zor geldi ki... Hüseyin Hoca, askeri okul öğrencisinin ev köşelerinde sohbete katılmasının yanlış anlaşılacağını söyledi ve onları İhlas Kitabevinin arkasındaki sohbet odasına davet etti. Beraber çay içtikleri bir ortamdan, çok kasvetli gelen bir ortama dönmek sıkıcıydı. Ferruh, yolda arkadaşlarına şöyle dedi: “Biz böyle bir şeye girdik, ama başımıza bir iş gelebilir.” Muammer cevaben dedi ki: ‘Ben burada kendimi öyle huzurlu hissettim ki, ne olursa olsun, devam edeceğim.’ Ünal ekledi: ‘Al benden de o kadar. Bende geleceğim.’ Ferruh, can arkadaşlarıyla aynı duyguları paylaştığı için sevinçten deliye döndü: “Madem birlikte başladık, ben de devam edeceğim. Her hafta sonu en az bir gün İhlas Kitabevine gidelim ve Hüseyin Hocayı dinleyelim. Gelen gelemeyenlere dinlediği sohbeti hafta içi anlatsın.” İlyas’ın ilahi okuma kabiliyetine ilk orada şahit olmuşlardı. İlyas, genelde hafta sonları Keskin’deki akrabasının evine gidiyordu. Sözü astlık üstlük meselesine getirdi: Çocuklar, ben sizinle birlikte gelemem. Birincisi ast ile üsttün arasındaki hiyerarşiyi yok sayarak sivilde sarmaş dolaş olmamız askeri disiplinle bağdaşmaz. Okulda sizinle böyle samimi dolaşamam. Bizi böyle görürlerse yanlış anlayabilirler. İkincisi benim hasta bir anam var, her hafta sonu benim yolumu gözler. Mesaj alınmıştı. Sonraki hafta, kimsenin çağırmasına ihtiyaç kalmadan kendileri gittiler oraya. Sağ olsunlar, oradaki ağabeyler de çok yakın alâkadar oluyorlardı. Daha sonra öğrendiler ki, neredeyse bir yıldır devredaşları İzmirli İsmail Kenan Boyacıoğlu’da buraya geliyordu. Aylardır onları ‘sadece kitap okuyorlar’ diyerek götürmek istediği yerdi. Ertesi hafta onunla da orada buluştular. Ve zaman içerisinde Sağlık Astsubay Hazırlama okulu 2.sınıftan 6 kişi oldular. Orada hem dinî anlayışları, hem de imanî konulara bakışları güçlendi, yenilendi. O güçlendikçe korkuları da azaldı. Bu defa, ilk etapta gece bütün namazları kaza etmek yetmemeye başladı, bunu yeterli görmediler. Arkadaşlarıyla Ferruh beraber ortak tavırlar geliştirmeye başladılar. Ceplerinde naylon seccadeler taşımaya başladılar ve buldukları boşluklarda namazları vaktinde kılmaya başladılar. Zaten sabah ve yatsıda problem yaşanmıyordu. Diğer vakitleri de okulun terzihanesinde, boş buldukları herhangi bir mekanda, spor salonunda, yemekhanede, 63 merdiven altlarında, namaz kılan sivil memurların odalarında, nerede boş vakit ve yer bulurlarsa namazlarını kılıyorlardı. Kısa sürede bütün namazlarım vaktinde kılan aynı sınıftan 6-7 kişi olmuşlardı. Hazırlama okulunun 3. sınıfına gelince bu durum, onlar için bir iman dâvâsına dönüştü. Devredeki arkadaşların yarısından çoğu dine sarıldı. Bir taraftan kendileri yaşarken, bir yandan da okul arkadaşlarına ‘bu hakikatleri nasıl anlatırız’ diye gayret göstermeye başladılar. Ve yavaş yavaş uygun olan arkadaşlarını yönlendirmeyi başardılar.. 2. senenin sonuna geldiklerinde öyle bir nokta oldu ki, bir Ramazan gününde teravih namazında 60 kişiyle cemaat yapıp, okulun yatakhanesinde namaz kıldıkları oluyordu. Atılmaktan korkmamalarının bir sebebi de sınıf subayları Beton Kemaldi. Taş gibi bir yüreğe sahip olduğu sanılan yüzbaşı aslında yufka yürekli biriydi. Ferruh, bir senedir Eşekler sınıfının ve tüm devrenin koğuş kıdemlisiydi. Her sabah saat 8.00’de içtimaya çıkılmadan önce komutana günlük nöbet defterini imzalatıyor ve tekmil veriyordu: 314 Ferruh Kaplan. Okulda vukuat yoktur. Devremiz emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım! 64 Onaltıncı Bölüm: 35. Madde Beton Kemal, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un damadıydı. Bu nedenle dokunulmazlığı vardı. Kara Harp Okulu’nda lakabı ‘Daşşaklı’ydı. 1970’lerin en kudretli iki generali vardı. Faruk Gürler ve Muhsin Batur. Her paşa gibi Batur’da siyaseti beceremedi. Halk Yakoben anlayışta tepeden inen asker politikacılardan nefret ediyordu. 11 Şubat 1986’da Muhsin Batur, SHP'den istifa ederek siyasi yaşama veda etti. Gürler de rezil olarak tarihe karıştı. 3. sınıfın başladığı 1985 sonbaharında ülke Kürt etnik terörü ensesinde hissetmeye başlamıştı. 1986’nın ilk gününde PKK örgütü üyesi 48 militan, güvenlik güçlerine teslim oldu. 7 Mart’da Lazkiye'de 4 kişinin saldırısına uğrayan ve yaylım ateşine tutulan PKK örgütü lideri Abdullah Öcalan, yaralı olarak kurtuldu. 12 Mart’da Hükümet, 12 Eylül öncesi yasaklı siyasetçilerin konuşma yasağını kaldırdı. 18 Mart’da solun önde gelen bazı isimlerinin ve PKK'dan kopan bazı kişilerin katılımıyla yurtdışında kurulan 'Sol Birlik' adı altındaki yeni örgüt, Türkiye'ye karşı eylem kararı aldı. Sol Birlik adlı örgütte, Behice Boran, Ahmet Kaçmaz, Kemal Burkay, Teslim Töre, Haydar Kutlu ve PKK lideri Abdullah Öcalan'ın eşi Kesire Öcalan yer alıyordu. Bu sırada Siirt'te düzenlenen bir operasyonla 12 PKK üyesi terörist yakalandı. Kürdistan Ulusal Cephesi (ERNK) lideri terörist Mahsun Korkmaz Siirt'te ölü olarak ele geçirildi. Mahsun Korkmaz, Öcalan'ın celladı olarak tanınıyordu. Irak ve Suriye, PKK terör örgütüne karşı olduklarını açıkladılar. 3 Nisan"da öldürülen ERNK lideri Mahsun Korkmaz'ın yerine Selahattin Çelik'in getirildi. 10 Ağustos 1986"da Türk Silahlı Kuvvetleri, karadan ve havadan yaptığı operasyonla Kuzey Irak'ta bulunan PKK'nın 22 kampını yerle bir etti. 300 teröristin öldürüldüğü açıklandı. Bugüne kadar yapılan en çaplı operasyondu. 4 Mayıs’ta MDP Olağanüstü Kongresi'nde fesih kararı alındı. Böylece, İhtilal'den sonra askerlerin desteğiyle kurulan MDP'nin ömrü bitmiş oldu. MDP'nin 93 Milletvekili bağımsız oldu. Siyasi Partiler, 93 bağımsız milletvekilini kapmak için büyük bir mücadeleye girdi. Milletvekili transferleri her gün gündemdeydi. 18 bağımsız milletvekili ANAP, 22 bağımsız milletvekili ise DYP'ye geçti. Askeri lisede hayat tekdüze devam ediyordu. Beton Kemal, İç Hizmet Kanunu ve Askeri Ceza Kanunu derslerine giriyordu. İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi üzerinde en az üç ders durdu. Sivillerin bu maddeyi çok tartıştığını bilmiyorlardı. Ülkeyi çeşitli evrelerden geçirten meşhur kanun maddesi olan 35. madde neydi? Öncelikle neyin ne olduğunu bilmek lazımdı. 4.1.1961 Kabul tarihli 211 sayılı kanun no su olan TSK İç Hizmet Kanunu’nun 1. Maddesi şöyle tanımlanmıştı: Türk silahlı kuvvetleri: Kara (Jandarma dâhil), Deniz, Hava kuvvetleri subay, askeri memur, astsubay, erbaş ve erler ile askeri öğrencilerden teşekkül eden ve seferde ihtiyatlarla ikmal edilen, kadro ve kuruluşlarla teşkilatı gösterilen silahlı devlet kuvvetidir. Bu maddeye başkomutanlık, genelkurmay başkanlığı vs diye görev ve yetkiler açıkça gösterilmiş ve 35 maddeye kadar askerlik, rütbeler, nizam,tüzükler, hizmet, vazife, emir, amir, üst tabiri, kıta, 65 disiplin, ast, amirin vazifeleri gibi çeşitli maddeleri işledikten sonra 35 maddeye gelinmişti. Ordunun umumi vazifeleri C bendinde açıkca yazılmıştı: Madde 35- Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini Korumak ve kollamaktır. Madde açıkçası kimseye gel memlekette ihtilal yap dememekle birlikte; İç hizmet yönetmeliğinin 1. maddesi - disiplin başlığı altında; Yurt ve Milletin saadet ve selametini ve istiklalini temin etmek ve Cumhuriyeti korumak ,ancak disiplini mükemmel olan Silahlı Kuvvetlerle kabildir, diyordu. Kanunun 85. maddesi ile 86. Maddelerinde, „Umumi vazifeler’ vuzuha kavuşturulmuştu: 1- Mesleğe karşı vazifeler ve vasıfları başlığın altında 85-Vazifesi;Türk Yurdu ve Cumhuriyeti içi ve dışa karşı lüzumunda silahla korumak olan Silahlı Kuvvetlerde her asker kendine düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarf ederek yapmaya mecburdur. 86-Asker, kendisinden beklenen vazifeleri hakkıyla yapabilmek için yüksek ahlak ve kuvvetli maneviyata sahip olmalıdır. Her askerde bulunması lazım gelen ahlaki ve manevi vasıflar ise,şu başlık altında toplanmıştır; a-Cumhuriyete Yurda ve Millete karşı sevgi ve bağlılık. b-İtaat. c-Sebat ve mukavemet. ç-İlgili kitap da (ç) harfi yoktur. d-Cesaret ve şecaat. e-Canını esirgememek. f-Harbe hazırlık. g-İyi geçinmek ğ-Bu maddede (ğ) harfi yoktur. h-İyi ahlak sahibi olmak.. ı- Bu maddede (ı) harfi yoktur. i-Sır saklamak. j-Emel ve fikir birliği. kBirbirine yardım. l-Tavır ve hareket. m-İntizam ve severlik. n-Diğer millet askerleriyle bir arada bulunduğunda iyi geçinmek..olarak toplanmış uzun açıklamalarıyla belirtilmiştir. Tekrar 35. maddeye dönecek olursak bu maddenin açıklamalarında şunlar dikkati çekiyordu: 69 66 Bu madde ile Silahlı Kuvvetlerin ana görevi belli edilmektedir. Silahlı kuvvetler Türk yurdunu (vatanını) ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini (Türkiye devletini) kollamak ve korumakla görevlidir. Türk yurdunun sınırları çeşitli anlaşmalarla saptanmış (iç hizmet kanunu madde -2), Türkiye cumhuriyetinin genel esasları ise Anayasa ile tayin edilmiştir. Türk kara, deniz ve hava sınırlarına vaki olacak bir tecavüz ve tehlike Türk silahlı kuvvetleri tarafından def edileceği gibi, Türkiye cumhuriyeti anayasasıyla tayin edilmiş olan devletin esas ve niteliklerini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya matuf hareketlerde yine silahlı kuvvetler tarafından bertaraf edilecektir. Türkiye cumhuriyeti hudutları dahilinde baş gösteren ayaklanma, vatan ve cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli (fiilli) bir kalkışma veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve dıştan tehlikeye düşüren veya anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri halinde ve bozulan kamu düzenini sağlamak ve genel güvenliği korumak için anayasanın 122. maddesi gereğince ilan edilen sıkıyönetimle birlikte Silahlı kuvvetlere görev verilebilir. Bu gibi ahvalde Türk Silahlı Kuvvetlerine düşen görevin nelerden ibaret olduğu 1402 sayılı sıkıyönetim kanununda gösterilmiştir. Bunun devamında ise sıkıyönetimi gerektiren haller ve askerin hangi hallerde kullanılacağı anlatılmaktaydı. Aslında bu maddeler, askere darbe yapın, muhtıra verin demiyordu. Ferruh ve arkadaşlarını kendilerini devletin sahibi gibi hissediyorlardı. Her Türk asker doğardı ve her Türk devletini asker yönetirdi. Bundan doğal ne vardı ki zaten. Türk ordusu peygamber ocağı olduğuna göre namaz kılmalarından doğal bir şey olmazdı. En azından devletin sahibi olarak öyle sanıyorlardı. Ya hem namaz kılmak hemde asker olmak isterlerse ne olacaktı? Dindar olmak ile Mehmetçik olmak paralel duygulardı. Her Türk erkek evladı asker ve şehit olmak için yaratılmıştı. O halde kimse namaz kılmalarını engelleyemezdi. Namaz kılma modası başlamıştı bir kere. Durdurmak kimin haddine. 67 Onyedinci Bölüm: Namaz Kılma Modası! Okulda mescit yoktu. Okulda namaz kılma modası engellenemez boyuta ulaşmıştı. Yasak olan şeye ilgi vardı. Devrelerindeki bir kısım arkadaşları “Bu kadar abartmayın. Çok abartırsanız bu iş de engellenir” gibi uyarılar alıyorlardı. Ferruh ve arkadaşları yavaş yavaş frene bastılar. Ama artık çok da okuldan atılırız korkusu kalmamıştı. Belki de bugüne kadar hiç sorgulanmış olmalarından dolayı rahattılar. Bir atılma riskiyle karşı karşıya olduklarını düşünmüyorlardı. Hiç konuşmayan, utangaç Ferruh, 3. sınıfta tam bir patlama yaşamıştı. Ferruh’un dilini asıl açan anahtar Said Nursi’nin Risale-i Nur’ları olmuştu. Bu mükemmel yapıtı bulduktan sonra diğer kitapları değersiz ve önemsiz görmeye başlamıştı. 130 parça, altıbin küsür sayfa bu eseri bir yıl içinde tam anlamadan okudu. Nursi, ‘Kim bu eseri bir yıl içinde okursa devrin İslam alimi olabilir veya münazara yapabilir.’ demişti. Alim olmamıştı, ama imanını taklididen tahkikiye çevirmişti. Artık neye inandığını biliyordu. Bu kitaplardaki üstün edebiyat sayesinde hitabeti gelişmişti, artık konuşmaktan, görüşlerini topluluk içinde dile getirmekten çekinmiyordu. Kırmızı kitaplar kaderini çizen eserlerdi. Artık konuşurken utangaçlıktan kıpkırmızı olan yanaklarında güller açıyor ve dudaklarından hikmetli sözler dökülüyordu. Bu kitaplarla ilk karşılaştığı yer olan İhlas Kitabevini hiç unutmuyordu. Üçüncü sınıfa geldiklerinde Risâleleri okuyan 7-8 kişi olmuşlardı. Haftasonu öğrendiklerini okulda namaz kılan diğer arkadaşlarına anlatıyorlardı, hepsine bu bilgiler ilginç geliyordu. 60 kişilik devrelerinden böylece toplam 30-40 kişi geldi o sohbetlerde bulundu. Kimi korkudan devam etmek istemedi, kimi devam etti. Artık üçüncü sınıfta okulda da kendi aralarında zaman zaman programlar yapıyor, alt sınıflara anlatabilmek için bazı metodlar geliştiriyorlardı. Bu arada da derslerine çok asılıyorlardı. Derslerinde zayıf olanları aralarına almıyorlardı. Onu da artık bu meseleye bir vesile olarak görüyorlardı. Diğer taraftan disiplin konusunda çok hassas davranıyorlardı. Belki diğerlerinin hassasiyetinden çok daha hassas davranıyorlardı ki, dâvâlarına zarar gelmesin. İş biraz daha şahsî meseleden dâvâ meselesine dönüşmüştü. Böyle bir ruh haliyle çekirdek bir ekip oluşmuştu. Dönemin şartları içerisinde okuldaki hocaları, öğretmenleri, dinden uzaktılar. Edebiyat öğretmenleri Nuran hanım ve Anatomi Hocaları Şermin Hanım, hemşire kolejinden kız arkadaşları edinmeyi ve dünyevî yaşantıyı telkin ediyordu. Orhan Kıtay asteğmenin görev süresi dolmuştu. Onun gibi vatanperver, millî değerlere sahip ve mukaddesatçı bir teğmen bir daha gelmedi. Zaten son 6 ayında bazı öğrencilerin şikayeti üzerine derslerden alınmış, planlama bölümünde kızağa çekilmişti ve öğrencilerle konuşması yasaklanmıştı. ‘Gözlük’ lakabını taktıkları bir de İlahiyatçı bir teğmen vardı. Hatta bir ara Din Dersi öğretmeni olarak ders veriyordu. Kalabalık öğretim topluluğu içerisinde bir kaç kişi sadece onlara manevî değerleri hatırlatır konumdaydı. 68 Namaz kılanlar derslerde çok iyiydi ve okulun örnek askerleri olarak lanse ediliyordu. Tüm devrelerin başarılı ilk on öğrencisinin hepsi namaz kılanlardı. Bu olumlu ortamda 3. sınıftaki ağabeyleri alt sınıflara çok yardımcı oluyordu. Onlarında çok sevdiği bir ortam oluşmuştu. Öyle bir noktaya gelinmişti ki, bazı astsubay ve subaylar haricinde, meselâ bölük komutanları artık namaz kıldıklarını biliyorlardı. Devre arkadaşları biliyorlardı, ama onlara çok da muhabbetleri vardı. Çünkü yeri geldiğinde onların derslerine yardım ediyorlardı, yeri geldiğinde onların işlerini görüyorlardı. Her eğitim sömestir başında “Okul Teşkilâtı” diye bir teşkilât seçilirdi. Derslerinde başarılı, disiplinli öğrencileri sınıf subayları ödüllendirirdi. Son sınıfta bu ekip oylama ile seçilirdi, ders ve disiplin durumu iyi olanlara oy verilirdi. “Okul teşkilâtı”na rütbeler verilirdi ve sınıf okulundan nöbeti devir teslimle resmen onlar devralırdı.. En üst rütbedeki başçavuş olur, onun altındaki üstçavuş, sonrası çavuş ve onbaşı kollukları takan yaklaşık 20 kişilik ekibi, bütün okulun sınıflarının başında amir konumunda onlar yönetirlerdi. Bu 20 kişilik grubun tamamının namaz kılanlar oluşması, komutanları rahatsız etmeye başlamıştı. Namaz kılanlar, artık alt sınıflarda onların çok alışık olmadığı, onların sorunlarını çözmeye çalışan, onlara tepeden bakmayan, ezmeye çalışmayan, biraz daha insanî davranmaya çalışan „üst sınıfta okuyan öğrencilerden oluşmuştu. Bu yapıdan dolayı namaz kılanları çok seviyorlardı. Öğrencilerin uhrevî hayatlarının kurtulması tek endişeleriydi. Risâle-i Nurun verdiği bir bakış açısıyla insanların ahiretinin kurtulması ve özellikle o baştan onlara çok kasvetli gelen ortamdan insanların kurtulması eksenli bir hayat tarzı oluşmaya başladı. Ferruh ve arkadaşlarının tamamı böyleydi. Artık başlarına gelecek herhangi bir şeyden de fazla bir korkuları kalmamıştı. Artık hafta sonları üç-dört yerde sohbetler düzenleniyordu. Bölük komutanları, sınıf subayları onlardan çok memnundu. Bazı aileler ise evlatlarının dindarlaştığını görerek hem sevinmiş hemde ürkmüştü. Ferruh, eve tatilde Risâle götürdüğünde babasının nasıl şiddetli karşı çıktığını hatırlıyordu. İlk defa 2. sınıfın yaz tatilinde hazırlık sınıfındayken götürmüştü risâleyi. Orhan astsubay, bu işe çok karşıydı. Bir defasında “Meyve Risâlesi”nin üstüne “Düşman Geliyor” diye bir kitabın kabını kaplayıp o şekilde eve götürmüştü. Babası evde yokken okuyordu. Bir gün abdest almaya giderken babası eve geldi ve gelir gelmez kitabı gördü, evirdi çevirdi. “Bunu sen nerden aldın?” diye sordu. Hangi üçkâğıtçı, sahtekâr sana bunu verdiyse onlar senin geleceğini karartıyorlar” diye kızdı. Manevî güzellikleri yaşatan insanlara öyle bir lâf söylemesi damarına dokunmuştu. İlk defa babasına biraz karşılık verdi. Aralarında ilk defa dini bir konuda bir çatışma oldu. Sonraki ilk izinde de bu sefer ortada artık ne kadar perde varsa yırtılsa iyidir diyerek Risâle-i Nur eserlerinden “Sözler”i çıkartıp masanın üzerine koydu. Artık gizlisi saklısı kalmadı. Ne zaman izne 15 gün gittiyse 15 gün odasında Risâle okuyordu. Babası geliyor, bakıyordu. İnatçı olduğunu biliyordu. Üzerine gidersem tersini yapar endişesini taşıyordu. Fazla ilişmemeye başladı. Bir gün yaz tatilindeyken Beton Kemal evi aradı. Babası çıktı telefona. Bölük komutanı Ferruh hakkında öyle güzel şeyler anlattı ki, kulak misafiri olan Ferruh kulaklarına inanamadı. Beton Kemal gibi kimseye iltifat etmeyen bir subay Ferruh’u anlatıyordu: 69 Dersleri mükemmel. Disiplin durumu çok iyi. Böyle bir evlât yetiştirdiğiniz için size teşekkür ediyorum... Orhan astsubay çok mutlu olmuştu. Böyle bir tebriki hiç beklemiyordu. O oğlunun başına bir iş gelecek diye düşünürken, böyle güzel bir haber duymanın getirdiği bir rahatlama ile kendinden geçti. Ondan sonra Ferruh biraz daha rahat ettik aile içerisinde. Okulla arası iyi, komutanla arası iyi, namazını düzgün kılan Ferruh ile ilk defa iftihar etti. 3. sınıfın son günlerinde bir Ramazan günü, Ahmet Coşkun adlı nöbetçi subayı Ferruh’u merdiven altında namaz kılarken yakaladı. Kimse buraya gelmez diye genelde burada namazını kılardı. Nöbetçi komutan namazın bitmesini bekledi. “Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?” dedi. Biraz sendeleyen Ferruh, toparlanarak sınıf subayı Beton Kemal’in arkasına sığınmayı denedi: “Bölük komutanımızın haberi var.” Beton Kemal pek dininde diyanetinde olmayan bir insandı, ama Ferruh’u çok severdi. Namaz kıldığını da bildiği halde önünü açar, mümkün mertebe de gayretli, çalışkan talebeler diye onun gibileri himaye etmeye çalışırdı. Nöbetçi subay, “Say bakalım Atatürk ilkelerini” dedi. Ferruh, normalde sabahtan akşama kadar Atatürk ilkelerini sayardı, ama o an sadece ikisi aklına geldi. Ondan sonrasını sayamadı. İsmini, numarasını bildiği halde, sorarak aldı: “Ben seni bölük komutanına bildireceğim, sana göstereceğim” diye tehdit etti. Neticede bölük komutanına bildirmişti. Sınıf komutanı meseleyi çok ciddiye almadı. Harp okulunda iken iki komutanın birbiriyle kavgalı olduğunu öğrenmişti. Beton Kemal, Ahmet Coşkun’dan daha hızlı terfi alınca okulda ondan daha kıdemli hale gelmişti. Biri önyüzbaşı biri kıdemli yüzbaşıydı. O gün iki yüzbaşının ağız kavgasına şahit oldu Ferruh. Beton Kemal, ağzını bozmuştu: Eşek herif! Ferruh, geçen kış tatilinde Uludağ kayak tatilini hak eden üç öğrenciden biriydi. Ben emri imzalamıştım. Yurt dışında olduğum sırada benim emrimi dinlemeyerek Ferruh’u listeden çıkartmışsın. Bu haksızlık, adaletsizlik. Çocuk namaz kılıyor diye mi ödülden mahrum ettin? Ahmet yüzbaşı itiraf etti: Evet. Namaz kılan yobazların Uludağda kayak kursunda ne işi var? Ben iptal ettim. Kendisine de giderken okul öğrenci komutanlığı vekaletimi bıraktığımı söyledim. Gönlünü aldım.Yuttu enayi! Beton Kemal, iyice kızmıştı: Dünya görüşünü işine karıştırmışsın. Bir daha benim öğrencilerime müdahale ettiğini görmeyeceğim. Kendi dini inançlarını veya inançsızlığını kendine sakla. Ferruh, şok olmuştu. Ahmet yüzbaşının katı bir din karşıtı olduğunu yeni öğrenmişti. 70 Bu süreç böylece devam etti. Artık kaşarlanmıştı. Hafta sonları Risâle okumaya gidiyordu. Her geçen gün aynı duygu düşüncedeki öğrencilerin sayısı artıyordu. Tabiî bir taraftan da risk artıyordu. Komutanlık katına her çıktığında ona düşman gözüyle bakan Ahmet Coşkun, sınıf komutanı olduğu 4. sınıftan namaz kılanları tek tek odasına çağırarak tehdit etti. Hepsi namazı terk etmek zorunda kaldılar. Ferruh, en çok kendisini ilk defa sohbete götüren Keskinli İlyas'ın namazı bırakmasına üzülmüştü. 71 Onsekizinci Bölüm: Kopya çetesi! 3. sınıf Eşekler Sınıfı’nın eşeklikte zirveye çıktığı sene olmuştu. En büyük keyifleri yataktan sabahları geç kalkmak ve sabah kahvaltısını geç yapmaktı. Sabahın 6.00’sında çalan kalk borusunun ardından koğuşa gelen nöbetçi astsubay, nöbetçi öğrenci, en sonda nöbetçi subay asla onları yataktan zamanında kaldıramazdı. Palaska ile ranzalar dövülür, onlar uyanmazdı. Saat 6.30’u geçince Eşekler Sınıfı’ndan beş kişi yataktan kalkar, 7’ye 10 kala ise kalanları. Saat 7’de biten kahvaltı, genelde aynı saatde başlayan etüd saatinde ekmek arasına konan kahvaltılıklarla yapılırdı. Bu mutat tembelliğin tek istisnası Beton Kemal’in nöbetçi amir olduğu günlerdi. Geç kalkanların numarası alınıp ceza verilmesine rağmen Eşekler Sınıfı, ceza alma kahramanlığı bahasına kaldırılamazdı. Bunu bilen subay ve astsubaylar, onların koğuşuna hiç girmeyip karizmayı çizdirmemeyi yeğlerdi. Eşekler Sınıfı, bir gece sınıf toplu biçimde okul duvarlarından atlayıp firar etmişti. Ankara’nın Dışkapı semtinde Rock konserini izlemeye giden sınıfın son yatış yoklamasını Cuma günü olduğu için gece 11.00’de verilecekti. Nöbetçi Komutan “sarhoş“ lakaplı Ayfer Yılmaz’dı. Kimse ne iş yaptığını bilmezdi, istihbaratçı olduğunu 3 senedir gizlemeyi başarıyordu. Bir şişe rakı ve meze aldın mı sabaha kadar içer, uyurdu. O nöbetçi iken kimse nöbet tutmazdı. Ama o akşam büyük kaçışı hissetmiş gibi erken yat yoklaması istedi. Ferruh, dışarıya iki tane adam salıp 30 kişilik Eşekler Sınıfı’nı konserden toplatırken, komutanı iki saat zor idare etmişti. Tam yoklama verince komutan şok olmuştu. 30kişilik sınıfın 20’si sınıfta çakma noktasına gelmişti. Bir çare bulunmalıydı. ‘Kara’ lakaplı 304 Mustafa ve ‘Obur’ lakaplı Onur, sınavlardan önce sınav sorularını öğretmenler odasından çalmayı önerdi. Ferruh, buna karşı çıktı. Lokman, Muammer, Ünal, Berhan, Halil ve Arif de, bu aptallığa karşı çıktılar. Hepsi namaz kılan, disiplinli ve başarılı öğrencilerdi. Kopya çekmeye ihtiyaçları yoktu. Ancak sınıfın gizli toplantısında çoğunluk soru hırsızlığından yana oy kullandı. Üç kişilik çalma ekibini, beş kişilik gözetleme heyeti koruyacaktı. Herkes uyudukta sonra her imtihan öncesi gece 1.00’de sorular çalınacaktı. Mikrobiyoloji, Patoloji, Fizyoloji, Halk Sağlığı herkesin belalı dersleriydi. Atatürkçülük ve edebiyat derslerinden zorlanmayan azdı. Matematik can sıkıyordu. Sorular sınavlardan önce ustalıkla çalındı. Öğretmenler odasının anahtarı kopyalanmıştı. Her hocanın dolabının açmak için maymuncuk kullanılıyordu. Eldiven kullanan usta hırsızlar, Mustafa, Onur ve Levent idi. İz bırakmıyorlardı. Levent, Güzin hocanın dolabındaki çikolataları yemese ruhları bile duymayacaktı. Ancak hocalar birbirinden kuşku duyuyordu. Kimsenin aklına öğrenciler gelmedi. Eşekler Sınıfı, 3. sınıfın 1. sömesterin sonunda tüm zayıfları düzeltmişti. Herkes 9 ile 10 çekiyordu. Kopya çekmeyi bile beceremeyen üç beş kişi ise 7 ile yetiniyordu. Sınıfın üstün ders başarısı hocaların 72 dikkatini çekiyordu. Sözlülerde halen zayıf olan öğrencilerin yazılılarda nasıl yüksek not aldığını hiçbiri çözemedi. Bazen soruları dolabına koymayan uyanık hocalarda çıkıyordu. Onunda çaresi bulunmuştu. Yazılıdan sonra kağıtlar gece yarısı sınıfa getiriliyor, başarılı öğrenciler soruların cevaplarını tahtaya yazıyor, kağıtlar düzeltiliyordu. Hocaların tam uyanmasın diye bazı çok zayıf öğrencilerin kağıtlarını tam düzeltmesine izin verilmiyordu. Bu sır, Eşekler Sınıfı’nın en büyük sırrıydı. Kimse dışarı sızdıramazdı. Sızdırsa sınıfın okuldan toptan atılması için Yüksek Disiplin Kurulu’na çıkartılacakları kesindi. Leverent Çinçin, bir defasında ileri gitmiş. Neriman hocanın dolabına işemişti. Beton Kemal, Eşekler Sınıfı’nın nasıl olupta okulun en başarılı sınıfı haline geldiğini çözemeyenlerdendi. Bir defasında Ferruh’u çok sıkıştırmış, ağzından laf alamamıştı. 2. sömesterde devam eden soru hırsızlığı, okuldan atılacağına kesin gözüyle bakılan bazı öğrencileri bile taktirlik hale getirmişti. Ancak sınıfın disiplin notunu kopya ile düzeltmek imkansızdı. Sınıfta 15 ceza puanı sınırında bulunmayan sadece beş öğrenci vardı: Ferruh, Lokman, Berhan, Halil, Arif ve Muammer. Bu nedenle sınıfın kıdemlileri oluyorlardı. 3. sınıfın sonunda öğretmenler odasının anahtarı gizli bir törenle altan gelen 2. sınıfın yaramaz 2 öğrencisine devredildi. Ancak bu öğrenciler daha ikinci soru hırsızlığında yakalandılar ve hemen okuldan atıldılar. Eşekler Sınıfı ise yakayı yine kurtarmayı başardı. Eşekler Sınıfı’nın öğretmenlere yaptığı terbiyesizlikler nedeniyle sık sık toplu halde hafta sonu izne çıkmama cezası alıyorlardı. Beton Kemal, sınıfın kaçmasını önlemek için hafta sonu ders yapar gibi etütler koymuştu. Ferruh’u da nöbetçi amirine kontrol defterini imzalatma görevi verilmişti. Eşekler, buna da çare bulmakta gecikmedi. Komutanların imzalarının sahte atılmasını yine Kara Mustafa üzerine aldı. Sınıf, hafta sonları hep kaçmayı başardı. Hele büyük takımların Ankara’da futbol maçı varsa sınıfı okulda tutmak imkansızdı. Sınıfta etüd saatlerinde sessizliği sağlamak imkansızdı. Nöbetçi subay ve öğretmenler gürültü yapanların isimlerini sınıf başkanlarından istediğinde başkan isim veremezdi. Verse kendi sınıf arkadaşlarından bir araba dayak yerdi veya yalnızlığa mahkum edilirdi. İsim vermeyince ya sadece başkan nöbetçi amirinden sopa yer veya tüm sınıf sıra dayağına çekilirdi. Sınıfın en çok dayak yiyen başkanları Arif, Lokman, Halil, Berhan ve Ferruh’tu. Beton Kemal, Eşekler Sınıfı’nı adam etmeyi başaramamıştı. Bir gün patladı: Bu okula eşeğide bağlasanız mezun oluyor. Okul tarihinin gördüğü en büyük eşeklersiniz!. 73 Ondokuzuncu Bölüm: Ilgaz Dağı Kampı 3. sınıfın yaz tatili uzundu. Karamürsel kampı 1. ve 2. sınıflar içindi. Geçen yılki yaz kampına ilk defa Harbiye öğrencileri getirildiği, astsubay öğrencilerini eğittiği için çok tartışmalı ve kavgalı geçmişti. Ağır komando eğitiminden geçirilmişler, dikenli arazide alçak sürünme ile süründürülmüşlerdi. Tuzlu denize vücutları dikenlerle yara bere içinde iken sokulmuşlardı. Tek güzel hatıra Gölcükte gittikleri Amerikan askeri üssünde gördükleriydi. Burası Türkiye’nin gelişmiş modern teknolojilerle donatılmış en mükemmel üssüydü. Ferruh ve arkadaşları hafta sonu izni vesilesiyle gittikleri Gölcük’te sandal sefası yapmıştı. Ancak bu sefa onlara pahalıya patlamıştı. Onları gören tüm askeri öğrenciler sandalla gezmeye kalkınca ortalık karışmıştı. Mehmet Tıbık yüzbaşı, sandal macerasını ilk kim başlattı soruşturmasını başlatınca tüm oklar Ferruh’u göstermişti. Güdek boylu Mehmet Tıbık’tan 35’şer tokat dayak yemişlerdi Ferruh ve arkadaşları. 1985 yaz kampından geride kalan hatıra, yedikleri dayaktı. Ferruh, İhlas Kitabevinden Hüseyin Hoca’ya 1986 yaz tatili için kendilerine kitap okuyacakları sessiz ve ıssız bir mekan ayarlamasını talep etti. Hüseyin Hoca’nın oğlu Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesine okuyordu. Yozgat’ın Yapraklı ilçesindendiler. Aklına yayladaki evleri geldi: Yapraklı’ya gidin. Orada bizim evde misafirimiz olursunuz. Sonra oğlum sizi yaylaya çıkartır. Ara sıra gelir size ekmek ve erzak getirir. Ayrıca Elektronik astsubaydan dört öğrencide kamp yapmak istiyor. Jandarma’dan da biri var. Ilgaz dağlarının büyüsü size bekliyor. Ferruh çok sevinmişti. Elektronik astsubay okulundan Ahmet Türker, Mustafa Pala, Ahmet Akar, Özgür Yorulmaz ve Jandarma astsubay okulundan Eyüp Gezer ile birlikte altı kişi olmuşlardı. Hepsi Hüseyin Hoca’nın sohbetlerinin müdavimiydiler. Ankara’dan önce Çankırı’ya giden otobüse bilet aldılar. Ancak hesaplamayı iyi yapamamışlardı. Öğle namazı geçmek üzereydi. Yollarda dinlenme tesisleri vardı ama mescitleri yoktu. 1986’nın yazı yaşanıyordu. Mustafa Pala, isyan bayrağını kaldırdı: Arkadaşlar! Namaz kılmamız lazım. Otobüs muavinine söyleyelim, yolda dursun bir yerde. Muavin, hepsi 15 ve 16 yaşlarında, asker tıraşlı gençlere uzaydan gelmişler gibi baktı: Ne namazı be kardeşim! Çişiniz geldiyse sabredin yarım saat sonra duracağız. Ahmet Türker sertleşti: Allah’ın emir namazı kılacağız. Vakti geçirmemiz haramdır. 74 Konuşmaları duyan şoför sıkı bir küfrü kalayı basmıştı: Ulan çoluk çocukla uğraşıyoruz. Durmuyorum. Mustafa Pala, kesin kararını vermişti. Şoför çek kenara, biz iniyoruz. İnerseniz, size burada bırakır, giderim. Gidiyorsan git be kardeşim! Otobüs acı bir frenle yolun kenarında durdu. Gençlerin çantalarını muavin yolun kenarına sertçe attı. Otobüs haraket ederken otobüs içindeki yolculukta çalkantı başlamıştı. 60 yaşlarında ak sakallı bir amca şoföre kızıyordu: Pırlanta gibi gençleri niye yolda bıraktın şoför. Hiç Allah’tan korkmuyor musun? Senden sadece namaz kılmak için beş dakika istediler. Tüm yolcular bağrışarak konuşmaya başladılar. Yaşlı bir nine son noktayı koydu: Şoför dur, bende namazımı kılmadım. Bu otobüs bu gençleri almadan giderse kaza yapar. Henüz bir kilometre bile gitmeyen otobüsün dönüş yaparak geri geldiğini gören altı genç, şaşırmıştı. Yolda kalmayı göze alarak bir risk almışlardı. Gözleri karaydı. Samimiydiler. Bu ihlaslı davranış otobüsü geri çevirmeye yetmişti. Aslında ceplerinde geriye dönecek kadar bile paraları yoktu. Yürüyerek Ankara’ya dönmeleri bir haftalarını alırdı. Zaten ceplerinde karınlarını doyuracak paraları da bulunmuyordu. Otobüsün geri gelmesine çölde devesini içinde su kırbasıyla kaybeden bedevinin gibi sevinmişlerdi. Namazlarını kılmalarını bekleyen otobüs yolcuları sanki hayatlarında ilk defa namaz kılan genç görüyorlardı. Çankırı"da onları Hüseyin Hoca’nın oğlu Yusuf karşıladı. Evlerine götürüp karınlarını doyurdu. Çankırı’da geziye çıktıklarında hiç bir yol ve sokakta asfalt olmadığını hayretle görmüşlerdi. Ahmet Türker merakla sordu: Neden Çankırı hiç gelişmemiş? Sadece şehir merkezinde Atatürk’ün büstüne giden daracık yolda asfalt var. Yusuf bey avukat olmak üzereydi. Belli ki bildiği pek çok şey vardı. Sessiz sedasız başını salladı: Çankırı’nın 50 yıllık gelişmeme cezası var. 75 Ne cezasıymış bu? Atatürk vermiş cezayı. Kente geldiğinde ağalar iyi karşılamamış paşayı. Kasten ne asfalt döşüyorlar nede herhangi bir yatırım yapılıyor. Çankırı Astsubay okulundan başka devletin ilimize yaptığı hiç bir yatırım yok. Bu saçmalığa akıl sır erdirememişlerdi. Öğleden sonra bir eşeğe yükledikleri kahvaltılık peynir, zeytin ve 10 ekmekle Ilgaz dağlarının tepesindeki yaylaya doğru yola koyuldular. Şehirde olmayan yol yaylada hiç yoktu. Toprak yolu bile açılmamıştı. Keçi patikalarından geçerek eşekleri ile birlikte yaylaya vardıklarında akşam olmuştu. Üç saat olmuştu halen yürüyorlardı. Ilgaz’ın uca dağları, çok havadardı. Konaklayacakları yayla evinde yatacakları yatak, yemek yapacakları tüp ve tava yoktu. Kaşık ve çatal bulunmuyordu. Boş tahta bir kulübeydi, o kadar. Yusuf, ‘size iyi akşamlar. Ben ara sıra uğrarım’ dedi ve gözden kayboldu. İyi ki yanlarında peynir ekmek getirmişlerdi. Karınlarını doyuracakları bir günlük erzakları vardı. Ya sonra? Bunu hiç düşünmemişlerdi. Ceplerindeki para ancak memleketlerine otobüs bileti almaya yeterdi. Ne yiyip içeceklerdi. Mustafa Pala karamsar değildi: Endişelenmeyin. Allah bizim rızkımızı gönderir. Yayladaki köylü ne yiyorsa bizde ondan yeriz. Ormanda gider mantar toplarız, yabani meyveler buluruz. Bu fikir hepsinin hoşuna gitmişti. Yanlarında İhlas Kitabevinden satın aldıkları Sözler, Mektubat, Lemalar, Tarihçeyi Hayat, Mesnevi Nuriye ve Şualardan başka kitap yoktu. Ferruh bunda bir hikmet var diye söylendi. Ahmet Akar tasdikledi: Ne güzel her birimize bir kitap düşüyor. Sırayla aramızda değişerek okuruz. Özgür destekledi: Diyorum ki, bir hafta içinde bu kitapların hepsini bitirelim. Güne bir kitap. Ne dersiniz? Eyüp onayladı: Ben varım arkadaşlar. Nöbetçi sistemi ile yemek hazırlayalım. Her gün biri ne yiyeceğimizi ormandan bulsun, getirsin. İkinci günde mantar yediler. Üçüncü gün ormanda buldukları dağ eriklerini. Üçüncü gün dağ elmalarını. Dördüncü gün, sabırları kalmadı. Mustafa Pala söylendi: 76 Yahu arkadaşlar. Dört gündür buradayız. Köylü bizi hiç sormaz. Ziyaretimize gelmez. Bir yufka getirmez. Bacalarından duman çıkıyor. Demek ki ocaklarında kazan kaynıyor. Bir şeyler yapmalıyız. Ferruh, çözüm önerdi: Kapılarını çalıp isteyelim. Ahmet Türk, bu öneriyi beğenmedi: Benim daha iyi bir fikrim var. İçimizden biri namaz vakitlerinde ezan okusun. Ezanda keramet vardır. Elbet sesimizi duyan köylü gelir, halimizi hatırımızı sorar. Kim okusun diye herkes birbirinin gözünün içine baktı. Ahmet Türk, sessizliği bozdu: Arkadaşlar. Ben aslında İmam Hatipliyim. Askeri okula girebilmek için düz ortaokulu dışarıdan bitirdim. Biliyorsunuz İmam Hatiplileri almıyorlar. Ezanı ben okurum, ama sırayla bir başkası olsun. Ahmet"in okuduğu ezan yaylanın derin sessizliğini bozdu. Birden bir köylü değil 10 köylü kaldıkları barakaya akın etti. Hal hatır hoş sohbetten sonra cemaate namaz kıldırdı gençler. Köylü namazı kıldıktan sonra evlerine dağıldı. Mustafa Pala, yine söylenmeye başladı: Anlaşılan ezanda işe yaramadı. Tam o sırada iki köylü ellerinde iki tencere yemek ufukta göründü. Yeni pişirilmiş saç yufkası ile yoğurtta getirmişlerdi. Altı genç, açlıktan midelerinin kuruduğunu hiç fark ettirmeden teşekkür ettiler. Yemeklere öyle bir yumuldular ki, sanki aylardır aç kalmışlardı. Yemekler ardı arkasına geliyordu. Sıraya koymuşlardı. Onlar ezan okuyor, yayla ahalisine namaz kıldırıyor, köylüde onları besliyordu. Artık kitap okumalarında verim artmıştı. Cuma günü olmuştu, ilçeye namaza gitmeye karar verdiler. En yakın ilçe Yapraklı, piyade yürüyüşüyle üç saat uzaklığındaydı. Sabah namazından sonra çıkarlarsa ancak öğlen vakti ilçede olurlardı. Gerçektende Yapraklı merkez camisinde Cuma namazına kılı kılına yetiştiler. Camide yaşlılardan başka cemaat yoktu. Topu topu 20 ihtiyar. Yaşları 60 yaşı üzerindeydi. İlçenin orta yaşlıları, gençleri, çocukları neredeydi? İmam bir yandan hutbeyi okuyor, bir yandan gözlerini altı genç adamdan çekemiyordu. Hepsinin üzerinde kırmızı renkte birer askeri tişört vardı ve saçlar asker tıraşıydı. Aslında kim oldukları kabak gibi meydandaydı. Namaz biter bitmez, daha cemaat yerinden kımıldamadan imam caminin kapısına koştu ve dev cüssesiyle kapıda dikildi: Durun gençler! Siz kimsiniz, nereden gelirsiniz, nereye gidersiniz? 77 Ahmet Türker, bir nefeste kim olduklarını ve yaylada ne yaptıklarını açıkladı. İmam çok memnun olmuştu. Kendisini tanıttı: Bana balcı Osman hoca derler. Evim aha şuracıkta. Sizi kesinlikle bir yere bırakmam Öğlen birlikte Allah ne verdiyse yiyelim. Sonra nereye gitmek isterseniz oraya gidersiniz. Zaten karınları zil çalıyordu. Bu teklifi geri çevirmek hiç birinin aklının ucundan bile geçmedi. İmamın eşi sanki geleceklerini biliyormuş gibi mükellef bir sofra hazırlamıştı. Şaşırma sırası gençlere gelmişti. Bu sofra bizim için mi? Balcı Osman başıını salladı: Sizin geleceğiniz dün akşam rüyamda bana bildirildi. Eşime öğlen misafirlerimiz olacak dedim, oda sabah namazından beri sizin için yemek yapıyor. Kim bildirdi, niye bildirdi gibi abuk sabuk sorular sormadılar. Allah onlara rızıklarını gönderiyordu. Yemek faslından sonra çay, daha sonra koyu bir dini sohbet başladı. İmamın kütüphanesindeki kırmızı risaleler gözlerinden kaçmamıştı. Demek ki bu ihtiyar imam, Nur talabesiydi. Ahmet Türker, meramını gidermek istedi. Balcı amcam! Neden caminizde hiç genç yok. İmamın yarasına parmak basılmıştı. Dertli dertli konuştu: Gençlerimizi 12 Eylül öncesi ya ülkücülere ya komünistlere kaptırdık. Bugün kimisi hapiste kimisi mezarda. Ülkemizde 1960’ta başlayan askeri darbeler zinciri, bir kaç nesli esir aldı. Yıllardır sizin gibi altın bir neslin gelmesini beklerim. Üstadımız geleceğinizi haber vermişti. Balcı Osman, gençleri evinin bahçesindeki bal peteklerine, arı kovanlarına götürdü. Bir bal peteğini çıkartıp sarmaladı ve gençlere uzattı. Benim tek mal varlığım bu. Alın afiyetle yiyin. Amca biz bunu alamayız. Lütfen, alın ve bana dua edin. Allah sizin gibi gençlerin sayısını artırsın. Siz bu devrin Ashabı Kehfisiniz. Şükür ki, 300 yıllık uyku sona erdi. Artık bundan sonra ölsemde gam yemem. Ilgaz kampı, unutulmaz hatıralarla sona ermişti. Balcı Osman ve aç kaldıklarında okudukları ezanın kerameti, hafızalarında hayatları boyunca unutamayacakları izler bıraktı. 78 Yirminci Bölüm: Darbe geleneği 1986 yaz tatilini geçirmek için Eskişehir’e gitmeden önce Ferruh, askeri darbelerle ilgili ne kadar kitap varsa Ankara’da kitapları dolaştı ve satın aldı. Okudukları karşısında dehşete kapılıyordu. Ülkede meğerse asker ve yargı vesayeti vardı ve bunun kaynağı ve mimarı 27 Mayıs 1960 darbesiydi. Askeri okulda onlara asla bunlardan bahsetmemişlerdi. 27 Mayıs darbesi sadece millete ve sivil iradeye karşı yapılmamış aynı zamanda Ordunun üst kademesini de tasfiye etmişti. Darbeyi yapanlar genç subaylar cuntasıydı. 38 kişilik Milli Birlik Komitesinde, 5 general, 8 albay, 8 yarbay, 11 binbaşı, 6 yüzbaşı bulunuyordu. Darbe ile birlikte, Devletin ve TSK’nın yönetimi Milli Birlik Komitesinin eline geçmişti. Bu durumdan rahatsız olan üst komuta kademesi ve generaller tarafında 06 Ocak 1961 tarihinde “Silahlı Kuvvetler Birliği” adı ile yeni cunta oluşturulmuş ve darbeciler arasında da bölünme ve mücadele başlamıştı. Milli Birlik Komitesinin bir kısım üyeleri Silahlı kuvvetlerin fiili iktidarının devam etmesini isterken; Silahlı kuvvetler Birliği mensupları iktidarın sivillere teslim edilmesi, ancak inkilaplarda etkili olamazlarsa fiili müdahale yapılmalıdır fikrini savunmuşlardı. Darbenin şekli konusundaki bu kutuplaşma 12 Mart 1971 tarihine kadar devam etmişti. 1960 ihtilalini takiben, Ağustos 1960-Şubat 1961 tarihleri arasında, darbeye destek vermeyen 235 general ile 5000 üst rütbeli subayın Silahlı Kuvvetlerle ilişiği kesilmişti. Yani, darbe taraftarı olmayanlar tasfiye edilmiş, geriye Devlet yönetiminde Silahlı Kuvvetlerin devamlı söz sahibi olmasını isteyenler kalmıştı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde darbe ve müdahalelere liderlik eden kadrolar, 1960 ihtilaline egemen olan zihniyeti benimseyen askerler olmuştu. Bu kadrolar hem birbirleri ile mücadele etmiş, hem de devletin yönetimine müdahale etmişlerdi. Cunta içi mücadelenin ilk belirtisi; 14'lerin tasfiyesi olarak askeri ve siyasi tarihimizde yerini almıştı. Reformlar yapılmadan önce iktidarın sivillere teslim edilmemesini savunan ve Başını Alparslan Türkeş, Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı’nın çektiği 14 subay, 13 Kasım 1960'ta emekliye sevk edilmişti. Cunta içi mücadelenin ikinci eylemi; 22 Şubat 1962 darbe girişimiydi. 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan millet vekili genel seçim sonuçlarını içine sindiremeyip Silahlı kuvvetlerin yönetime gelmesi için direndiklerinden dolayı aktif görevlerinden alınan Albay Talat Aydemir"in başını çektiği bir grup, atamalarının durdurulması ve taleplerinin yerine getirilmesi ve cunta karşıtlarının cezalandırılması için darbe girişiminde bulunmuştu. Bu girişimde 1962 Ağustosunda mezun olacak Kara Harp Okulu Subay sınıfının 600 mevcutlu subay taburu aktif rol almıştı. Başarısız kalmış olan bu girişim sonucunda girişimin içinde bulunan genç subaylar tart edildi. Liderler emekliye sevk edildi. Ceza kovuşturulması yapılmaması için 30 Nisan 1962 tarihinde kanun çıkarıldı. Cunta içi mücadelenin üçüncü eylemi; 20/21 Mayıs 1963 darbe girişimiydi. Gerekçe 22 Şubat darbe girişiminin aynıydı. Talat Aydemir, Bnb. Fethi Gürcan, Yb. Osman Deniz ve Ütgm. Erol 79 Dinçer liderliğinde yapılan girişim başlamadan bastırılmış, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiş, darbe girişiminde aktif rol alan 1459 Harbiyeli de Kara Harp Okulundan atılmıştı. Cunta içi mücadelenin dördüncü eylemi; 12 Mart Muhtırası ve devrimci solcu grubun Silahlı kuvvetlerden tasfiyesi olmuştu. 1969 yılında Demokrat Partililere iadei itibar için kanun teklifi hazırlanması ve akabinde de ekim 1969'da yapılan genel seçimlerde Adalet Partisinin tek başına iktidar olması nedeniyle, Ordu içindeki, 27 Mayıs darbesinin gerçek lideri E. Korg. Cemal Madanoğlu’nun liderliğinde “Milli Demokratik Devrimciler” olarak örgütlenen cunta, 1969 seçimlerinden sonra henüz hükümet kurulmadan darbe yapılması taraftarı idi. Cuntacılar yine iki gruba bölünmüştü, bir tarafta siyasi partilerin demokrasi anlayışının oyalamacadan ileri gidemeyeceğini ve çözümün “ulusalcı-devrimci yöntem” olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefetle mümkün olduğunu düşünen “Milli Demokratik Devrimciler”; diğer tarafta da Genelkurmay Başkanı ve 1. ordu Komutanının başını çektiği, sol bir devrimi engelleme girişimcileriydi. Milli Demokratik Devrimcilerin 9 Mart 1971 tarihinde darbe yapacağının açığa çıkması üzerine, Genelkurmay Başkanlığı, 10 Mart 1971 tarihinde bütün orgeneral ve korgeneralleri Ankara"da “Genişletilmiş Komuta Konseyi” adı verilen bir toplantıya davet edildi. Bu toplantıda durum müzakere edildi. Toplantı sonucunda, Milli demokratik Devrimcilerin liderlerinin ordudan ilişkileri kesildi. Hükümete de meşhur 12 Mart 1971 Muhtırası verildi. Muhtıranın altında, 1960 ihtilalinde tasfiye edilmeyen genç generallerden ve aktif albaylardan olan, Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur"un imzası vardı. Asker, Muhtıra ile, inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin kurulmasını istiyor; bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı olduğunu bildiriyordu. Sonuçta Demirel Hükümeti düşürüldü. Partiler üstü “Teknotratlar Hükümetleri” , koalisyonlar, 1980'lere uzanan siyasi istikrarsızlık, anarşi, kargaşa ve sıkıyönetimler süreci başlamış oldu. Artık, Türk Silahlı kuvvetlerinde siyasete müdahale Üst Komuta kademesi vasıtasıyla yapılıyordu. Genç subaylardan oluşan cuntalar TSK’nın yönetiminden uzaklaştırılmıştı. Yani Cuntanın başı Genelkurmay Başkanları olmuştu. Diğer bir ifadeyle, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin darbeci genç kadroları artık Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerini işgal edebilecek rütbelere ulaşmıştı. Ama, genç kadrolarda solculuk moda olmuş, TSK içinde sol ideoloji kökleşip gelişmeye başlamıştı. İkinci büyük Askeri Darbe emir komuta zinciri içinde, TSK’nın bütünün katılımı ile 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilmişti. Bu darbe, TSK’nin komuta kademesi tarafından planlı ve sitemli bir şekilde gerçekleştirilmişti. Sonucunda, TBMM’i fesih edildi. Hükümet görevden alındı. Partiler kapatıldı. Parti ileri gelenleri tutuklandı, arkasından yargılandı. 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı. Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşan “Milli Güvenlik Konseyi” yasama ve yürütme yetkisini bünyesinde topladı. Konseyin atadığı üyelerden Danışma Meclisi oluşturuldu. Yeni bir anayasa yapıldı. 07 Kasım 1982 tarihinde halkoyuna sunulan yeni Anayasa %92 evet oyu ile kabul edildi. Temel Kanunların tamamı değiştirldi. Sağdan, soldan 1980 öncesi terör ve anarşiye karışmış örgütlerin mensupları yargı önüne çıkarıldı. 650 bin kişi gözaltına alındı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi 80 yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi, 50'si infaz edildi. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 177 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten çıkarıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurt dışına gitti. 06 Ekim 1983 tarihinde genel seçimler yapıldı. Yönetim sivillere devredildi. Ancak Milli Güvenlik Kurulu vasıtasıyla milli ve siyasi irade sürekli kontrol altında bulunduruldu. 12 Eylül Cuntası Konsey üyeleri, 1960 darbesi yapıldığında albay ve yarbay rütbelerinde bulunan ve darbe karşıtı olmadığı için orduda kalan subaylardı. Yani darbeci geleneğin temsilcileri idiler. Her darbeden sonra olduğu gibi, TSK’nin içinde darbeci geleneği sürdürecek geleceğin komutanlarını örgütleyerek ve görevi onlara teslim ederek görevden ayrıldı. Daha doğrusu 1960'tan beri süre gelen ihtilal cuntasını pekiştirdi. Yeni cuntanın bariz zihniyeti, 1960'lı yıllarda varlığını hissettiren “Milli demokratik Devrim” taraflarından ordu içinde kalanlarla, 1970-1980 yılları arasında Silahlı kuvvetlerin içinde örgütlenip de 1980 darbesinden sonra tasfiyeden kendini korumuş seküler-sol-kavmiyetçi zihniyet sahipleri olmuştu. Bu cuntaların siyasete müdahalesi için gerekli yasal düzenlemeler yapılmıştı. Siyasî istikrarın sağlandığı dönemlerde, saman altından, Milli güvenlik kurulu vasıtasıyla etkisini sürdüren bu cuntalar, siyasî istikrarın bozulduğu dönemlerde aktif olarak yönetime müdahale ediyorlardı. 1986 yazı orduda yeni çalkantıların başladığını gösteren emareler vardı. Basının darbeci kalemleri orduyu kışkırtmaya çalışıyordu. Yine söylem irtica idi. Askeri okullarda namaz kılanların artması şişirtilmeye başlıyordu. 81 Yirmibirinci Bölüm: Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi? 3.sınıfın sonunda başlayan yaz tatilinde bol bol kitap okuyup kendini geliştiren Ferruh, Yıldıztepe Hava Lojmanlarındaki komşusu yüzbaşı Sedat ile sohbet etmeye bayılıyordu. İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük en sevdiği derslerdi. Osmanlı yıkılırken yaşananlar, yeni cumhuriyeti kuran kadrolar ve dış devletlerin Türkiye üzerindeki nüfuz mücadelesini hocaları pek anlatmıyordu. Türk ordusu üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan İngiliz, Amerikan, Fransız ve Almanların pozisyonunu çok merak ediyordu. Sedat Yüzbaşı, çok bilmiş istihbaratçı edasıyla sözü ele aldı: NATO sonrası ordumuz tamamı ile Amerikan merkezli İngiliz & Fransız yörüngesine girdi! Yan Washington ve Londra tarafından yönlendirilir olduk. Bu arada Fransız Büyük Mason Locasının askeriyede etkinliği nedeniyle Oyak & Renault üzerinden Fransız derin devleti Türkiye içine yerleşti. MİT üzerinden İngiliz & Fransız statükosu, "Yüksek Yargı" ve "Medya"ya hakim oldu. İngiliz ve Fransızlar, Türkiye içinde varlıklarını kalıcı kılmak amacı ile başta okul, sermaye ve medya, yayınevi yatırımlarına hız verdi. 1980"den sonra oluşan medya düzeninde tekelcilik oluşturuldu. İngiliz ve Fransızlar da kendi otoritelerini sorgulamayan "Atatürkçü" adı altında, beyaz yakalı "Frankofon" bir nesil yaratmayı başardı. Ferruh, 1. Dünya savaşı öncesi ve sırasında Almanya ile kurulan derin ilişkilerin nasıl bu denli kopartıldığnı merak ediyordu. Aklına geleni dilinden çıkardı: ‘Ya Almanlar’ 2. Dünya savaşından sonra Amerikalıların özel görevler verdiği Hitler’in Gestapo’su eski SS üyelerinin kurduğu bir örgüt olan ODESSA (Organisation Der Ehemaligen SS-Angehörügen) Murat Bayrak’ı Yugoslavya’dan Türkiye’ye kaçırdı. Gladyo eğitim kampları ve organizasyonunda etkin rol oynayan Nazi Generali Reinhard Gehlen ile irtibattaydı. Almanların BND"sini ve derin devletini 1952’de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladyoları örgütleyen en derin istihbaratçıydı. ‘12 Eylül öncesi ülkücüler Hitler artıklarının oyuncağı mı oldular yani?’ Ülkücüleri gaza getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye’deki tüm faaliyetlerini “Hançer Birliği” adına yürüttü. Bayrak, 12 Eylül darbesi sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi. Onun gibi serbest bırakılan diğer isimlerdi Özel Harpçiydi ve Gladyo’ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak aynı zamanda CIA ajanları ve Gladyo yapılanmasında kilit rol oynayan Paul Henze ile Frank Terpil ile de bağlantılı idi. Bayrak MHP’den önce Adalet Partisi’nde de milletvekilliği yapmıştı. 82 ‘Peki ya Alparslan Türkeş bu süreçte nerede konuşlandı?’ 2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş’in yakın dostu olacak olan Ruzi Nazar ABD’ye götürüldü. Türkeş’e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği üzerine ‘Ergenekon’ kod adı verildi. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi. Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliğine kadar yükseldi. Enver Altaylı gibi Özbek kökenlileri MİT’de kritik görevlere getirdi. Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerini yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi iç düşman görecek kodlarla robotlaştırdılar. ‘Almanlar ülkemizde nasıl çalışıyor?’ Alman istihbaratı ülkemizde dört vakfı, şirketleri ve diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla mükemmel çalışır. Bu vakıflar, Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) Kondrad Adenauer Vakfı, Sosyal Demokrat Parti"nin (SPD) Friedrich Ebert Vakfı, Özgürlükçü Libera Parti"nin ( FDP) Friedrich Naumann Vakfı ve Yeşiller Partisi’ne ait Henrich Bölll Vakfı. Kürt sorununun siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam’dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir hedefide Türklerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemektir. ‘Peki ya Alman BND’si, yani istihbaratı...’ 1970’den beri Almanya’da 42 bin 664 kişi, Alman derin devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman sayısı 9 bin 822’dir. Almanya’da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde kullandığı ajan sayısı onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan yapma kategorileri bulunuyor. Bayan kullanma, zenginleştirme ve kasetli şantaj en fazla kullandıkları yöntemler. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı dinliyor. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini biliyor. Türkiye’de kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod lakap isimler, “Baron”, “Kumarbaz” ve “Tilki”. ‘Üç askeri darbe sonrası tasfiye edilenler Almanların nüfuz ajanları mıydı?’ Türk Devleti içinde, ordu içinde ne kadar Osmanlı & Türk ya da Alman & Türk arka planlı bürokrat var ise hepsi değişik bahaneler öne sürülerek 27 Mayıs 1960 askeri darbesinde tasfiye edildi. Bunların bir kısmının sol görüşlü olduğu iddia edildi. Tam 243 general rütbeli, 7200 ise subay ve astsubay. Ferruh, Sedat yüzbaşının verdiği bu bilgide tuhaflık bulmuştu. Soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları içinde en güçlüleri Türkiye ve Almanya’da kurulmuştu. Tüm Gladyoların finansörü Rockfeller Grubu’ydu. Eğer Almanya gladyosu çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batabilir ve AT dağılırdı. Türk gladyosunu yöneten ve finanse eden Koç grubuda ülke 83 ekonomisinin yarısına sahipti. Uzun yıllar Alman Gladyo’suna Türk Gladyosunu kontrol ve idare görevi verilmişti. Bu nedenle ülkemizde en fazla ajana sahip ülke Almanya’ydı. O halde Almanların tasfiye edildiği doğru olamazdı. Ferruh, Sedat yüzbaşıyı köşeye sıkıştıran zorlu sorusunu bir nefeste sordu: ‘Ben NATO eğitimli subaylar darbe yapıyor biliyordum. İstihbarata Karşı Koyma dersimize giren Yarbay İhsan beyin anlattıklarına göre, 1953’de NATO’ya gönderilen Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp’inde içlerinde bulunduğu 17 subaydan 14 tanesi 1960’da darbenin planlamasında yer aldı.’ Sedat yüzbaşı kızmıştı, tane tane konuşmaya başladı: Eksik biliyorsun. Kore savaşında beş bin şehit verdikten sonra yeni süper üç ABD’nin güdümüne girmeye başladık. Askeri lojistikler artık oradan hibe geliyordu. ABD’nin eski yapıyı tasfiye ederek, kendi patronluğunu benimseyecek kadrolar kurmak istemesi normal görülebilir. Bu nedenle 1960 darbesi zorunluluktu. 1980 darbesi ise sağ ve sol iç savaşı nedeniyle kaçınılmazdı. Kenan Evren ile birlikte dönemin kuvvet komutanları Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun, Bedrettin Demirel ve Ali Haydar Saltık yönetime el koymaya mecburdu. ‘ Alman ekibin safdışı bırakıldığına emin misiniz?’ DP iktidarı döneminde de, asker darbe yapacak iddiası üzerinden birçok Türk & Alman arka planlı subay tasfiye edildi. Atatürk hayatta iken Alman arka planlı "ve arkadaşları" diye adları tarih kitaplarında geçen "milli mücadele"nin lider kadrosu zaten tasfiye edilmişti. Menderes, “Odunu diksem milletvekili yaparım” diye kükrediği günlerde, TSK içinde darbeci avına çıkıp, ordu içinde büyük bir tasfiye yaptı. Yanlış adamları attı. Darbeyle alakası olmayan komutanları, İngilizler & Fransızlar adına, sırf Osmanlı, Alman perde arkalı diye tasfiye etti, ama buna rağmen askeri bir darbe ile yıkılmaktan kurtulamadı. Yani korktuğu başına geldi. 27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında İngilizler, "ateşteki kestaneler"i toplamak için kullandıkları ve artık kendileri için de büyük sorun olmaya başlamış DP'yi tasfiye etmek için "Atatürk" adı üzerinden "ordu" ile uzlaştı. Yalnız bu defa da, hem Türk Devleti hem de ABD içindeki teşhis edilememiş Alman linki, İngilizler'in bu operasyonunu bozmak için 27 Mayıs'ı hızla sulandırdı. Darbeler tarihindeki çalkantı, evdeki hesabın çarşıya uymaması, devlet içindeki İngiliz - Alman rekabeti yüzündendir. 19602ta, darbeyi yapan ordunun itibarı ile oynayıp, Yassıada Mahkemeleri'ni "bebek, don" iddiaları üzerinden yıpratmaya çalıştılar. Hesapta Menderes ve arkadaşlarının asılması yok iken, astırarak Menderes'i mağdur, Menderes'i asanları ise sırf operasyonu İngilizler yaptı diye zalim göstermeye çalıştılar. 84 İngilizler de, Talat Aydemir ve arkadaşlarını bir askeri darbe ihtimali üzerinden provoke edip astırdıktan sonra, DP'nin devamı olan AP'den kendilerince Menderes ve arkadaşları için özür dilemiş oldular. Deniz Gezmiş ve arkadaşları da, NATO & İngiliz statükosunu tehdit ettikleri, yani operasyon "Alman arka planlı" olduğu için İngilizler tarafından asılarak cezalandırılmışlardır. Ki, bu da solcu cenah arasında NATO'ya ve İngilizler'e, İngiliz arka planlı ABD'ye olan öfkeyi daha da artırmıştır. DP Hükümeti, 15 general ve 150 albayı tasfiye ettiği tam da o günlerdi. Hem de TBMM’ye bile sorma ihtiyacı hissetmeden Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Netice: 706 şehit (neye göre şehit), 2 bin 111 yaralı, 219 tutsak ve 168 kayıpla Türkiye, Kore’de, BM gücünün en ağır kaybına uğrayan birliği oldu. Bu sayılar, Türk kuvvetlerinin Kore’deki mevcudunun yüzde 66’sını oluşturuyordu. Türkiye’nin, DP’nin oldu bittisi ile Kore Savaşı’na katılışının ödülü, 18 Şubat 1952’de geldi, NATO’ya girdik. Haliyle NATO da bizim içimize girdi. DP, TSK’yı amaca giden yolda taşeronlaştırmak istiyordu, akibeti idam sehpası oldu. Bu bağlamda basit bir soru: Menderes ve arkadaşları, askeri bir darbe ile devrilmemiş olsalardı, Yüce Divan’da yargılanmayacaklar mıydı?! Bir diğeri: İdam cezası uygulanmamış olsaydı, Menderes ve arkadaşları hapis yatmayıp, ellerini kollarını sallayıp ortalık yerde dolaşabilecekler miydi?! Ben sana söylüyeyim, Hayır. Yüce Divanda yargılanacaklardı. Ferruh, en fazla merak ettiği ve asla soramadığı soruyu sona saklamıştı: 85 Peki Mustafa Kemal, "İngilizlerin adamı mıydı?" Hiddetlenmeye, sakin olmaya çalışan Sedat yüzbaşı, ağır ağır kendinden emin bir tonla konuşuyordu: İşte bu; I. Dünya Savaşı'nı kaybeden ve "Enver Paşa" üzerinden Osmanlı'nın patronluğuna oynamış Almanların uydurduğu en büyük "kuyruklu yalan"dır! Neden mi?! Anlatayım: I. Dünya Savaşı sonrasında, "küre"nin "yönlendiren devlet" koltuğuna İngiliz ve Fransızlar oturdu. Neden? Almanlar'ın planlama hatası sonucu savaşı kaybettiğimiz için... Niçin? Almanlar detayda boğulup, ormanda kayboldukları için... Niye? Eşyanın tabiatı gereği işler böyle yürüdüğü için... İngilizler yerine Almanlar savaşı kazansa idi, tabeladaki isim dışında ne değişecekti?! Ne var ki, II. Dünya savaşı öncesinde ve sonrasında da Almanlar benzer hatalar yaptı. Samsun'a çıkılması kararını veren Mustafa Kemal değil, Türk & Alman ortak mutfağı idi. Vahdettin haindi / değildi tartışmaları bir kenara, İngilizler "İstanbul"u işgal etmeden önce Bab-ı Ali'yi "İttihat Terakki" ve Enver Paşa üzerinden Almanlar yönlendiriyordu. İngilizler işgal ettikten sonra Londra! Osmanlı iki yüzyıl önce çökmeye başlamıştı. Yani Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkması için karar veren, hayatı boyunca öldürülme korkusu yaşamış bir zavallı olan Vahdettin değil, o sırada Osmanlı'yı idare eden "Türk & Alman mutfağı" idi. O mutfak, çekirdek kadro karar aldı ve Vahdettin de o kararı "onaylamak zorunda olduğu için" onayladı. Sonra İngilizler, yakalama kararı aldı ve Vahdettin o kararı da onayladı. Çünkü noter" ya da "onay makamı"nda Vahdettin oturduğu ve o dönem işler öyle yürüdüğü için ve/veya öyle olması gerektiği için öyle oldu. Şimdi tam bu noktada cevabı aranması gerekli soru şu olmalıydı: I. Dünya Savaşı öncesi ya da sonrasında, Almanlar ile Türkler "milli mücadele" için ortak planlama yaptı diye Mustafa Kemal, Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra ne yapmalıydı; 'Cumhuriyet'i ilan etmek yerine, İngiliz ve Fransızlar ile çatışmayı derinleştirip, maceraya mı atılsaydı?! Ya da Almanlar yeniden ayağa kalkacak diye Hitler & Mussolini'nin peşine mi takılsaydı?! Yeni kurulan Cumhuriyet'in işletim programı "milli" değil "eklektik"tir, derseniz doğru! Dönemin şartları gereği Avrupa'dan yapılan "yönetsel nakiller"de "doku uyuşması" var mı yok 86 mu testleri yapılamamıştır. O nakillerden bir kısmını bünye reddetmiş, bugün de kullanımda değildir, kullanımda olanların bir kısmı da şu anda çalışmamaktadır. Filhakika, Almanlar, Mustafa Kemal'i İngilizler'in adamı olarak görüp, göstermeye çalışırken, Enver Paşa'yı "kendi adamları" olarak gördüğü için toz kondurmazlar. Kaldı ki, Enver Paşa da bir "Türk subayı"dır, aynen Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi! Yalnız Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasında her ikisinin de "asker" olmasının ötesinde "çok önemli" farklar vardır. Şöyle ki: 1- Mustafa Kemal, kendisine verilen her görevi başarı ile yerine getirmiştir. Geldiği her makama tırnakları ile kazıyarak gelmiştir. Enver Paşa ise saraya damat olup ve Almanlar'ın desteğini alarak paraşütle en tepeye getirilmiştir. Askerlikten ziyade siyaset ile ilgilidir. İyi bir asker değildir. 2- Mustafa Kemal'in arkasında Çanakkale Zaferi vardır, Enver Paşa'nın arkasında Sarıkamış Zaferi! 3- Mustafa Kemal "vatanı kurtarmak için konuşmak dışında bir şeyler yapılması gerektiğine, tam bağımsız Türkiye'ye inanır". Enver Paşa ise "Almanlar dışında bir çözüme kapalıdır". Osmanlı'ya "Enverland" denilmesinden mutludur. 4- Almanlar, I. Dünya Savaşı'nı kaybettikten sonra, Enver Paşa Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal ise "çağın ruhu"na hitap ederek, yeni bir devlet kurmuş ve başına da geçmiştir. Devlet ve devletler katında bitmek tükenmek bilmez "İngiliz & Alman rekabeti" üzerinden hadiseye bakacak olursak... Almanlar "Yüksek siyaset" liginde Atatürk'ün arka planında, "İngiliz & Fransız statükosu" olduğunu iddia ederler. "Yüksek siyaset ligi"nde "kafa karışıklığı"na yol açmamak için de Enver Paşa üzerinden kendilerini ifade ederler. Yalnız bu iddiaları da öncekiler gibi doğru değil, kasıtlı. Çünkü, Atatürk hayatta iken böylesi bir şehir efsanesi yok idi. İngiliz & Fransız statükosu "Atatürk" adını II. Dünya Savaşı sonrasında sahiplendi. Almanlar'ın Hitler üzerinden Avrupa'da yaptığı öküzce katliamların ardından Anadolu'da "Atatürk" adı özellikle öne çıkartıldı. "Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi?!" diye hala soran kaldı ise işte cevabım: "Tartışmasız Mustafa Kemal"! Türk olduğu, Atatürk olduğu için değil, hak ettiği için, gerçek yetenek sahibi olduğu için, "cesaret, feraset, adalet" timsali olduğu için... Onun için inatlaşmaya gerek yok, yiğidin hakkını yiğide teslim etmek adına "Mustafa Kemal" tek seçenek! Mehmed Akif'i de yanına koyduk mu, tablo tamamlanır. 87 "Yüzde 50" operasyonu biter, yüzde 100 başlar!- Bu bakımdan, daha önce de altını çizdiğim gibi Türkiye içinde "Neo Enver Paşalar" aramak ya da "Yeni Enver Paşalar" yaratmaya çalışmak doğru değil! Sonra bu yanlış adımlar beraberinde" Almanya içinde de benzer arayışları" gündeme getirir ki, doğru olmaz, yakışık almaz! Ki, İsmet Paşa da Almanlar'ın adamı olarak bilinir. Gazi'nin ölümü üzerine yerine TBMM'nin tam desteği ile seçilen İsmet Paşa, II. Dünya Savaşı'nda Türkiye'yi büyük bir maceradan korumuştur. Unutma oğlum! Hülasa, Atatürk Türkiyesi’nin, laik çağdaş Türkiye"nin bekçileri bizleriz! Ama Enver Paşa şehit oldu diyecekti diyemedi. Ama Osmanlıyı batıran İttihat ve Terakki’nin A takımıydı, Cumhuriyeti kuran ise B takımı. Yoktu birbirlerinden farkları. Ferruh, engin bilgisiyle kendisini aydınlatan Sedat yüzbaşının açıklamalarından büyük zevk alıyordu. Saatinin gece yarısını geçtiğini yeni farkettiler. Kapıyı çalan annesi Neslihandı. ‘Oğlum, geç oldu, eve gel artık’ ‘İyi geceler yüzbaşım’ 88 Yirmi İkinci Bölüm: CIA-Mossad Operasyonu 1986 yılı Ağustos ayının ilk iki haftası çok hızlı geçmişti. Ferruh, Sedat Yüzbaşı’yı dört dörtlük vatansever bir Türk subayı olarak bulurdu, ancak onda hoşuna gitmeyen bir yan vardı. Ateistti, yani dinsiz. Laik olduğunu söylüyordu ama sanki laiklik ile dinsizliği özdeşleştiriyordu. Milliyetçi, vatansever bir subay nasıl olurda Allah’a inanmazdı! Bunu çözümleyemiyordu. Ferruh, Ulu Cami’nde Cuma namazını kılarken, asker oldukların her hallerinden belli iki astsubay ile tanışmıştı: Halim Dağlar ve Necdet Öz. Kısa sohbet muhabbetten sonra onu Eskişehir’de Yunus Emre caddesinde bulunan bekar astsubay evlerine çağırdılar. Son on gününü çok ihlaslı ve samimi müslüman olarak bulduğu bu genç astsubaylarla geçirdi. İki ayrı evde dörder dörder kalıyorlardı. Birbirlerine olan saygıları ve sevgileri öz kardeşten öteydi. Said Nursi’nin yazdığı kırmızı kaplı Risalei Nurları okuyorlardı. Muhammed Dahhak Hocaefendi’nin vaaz kasetlerini dinliyorlardı. 15 Ağustos günkü yaptığı ziyaretde Halim beyin yüzü kireç gibiydi. Necdet beyin ağzını ise bıçak açmıyordu. Sehpanın üzerinde duran gazeteye gözü ilişti. Ne olduğunu anlamakta gecikmedi. Son iki gündür Hürriyet gazetesinde sanki düğmeye basılmış gibi iki yazı dizisi yayınlanmıştı. Birisi Said Nursi, diğeri Muhammed Dahhak Hocaefendi hakkında karalama kampanyasıydı. Dahhak Hoca’nın hiç bir yerde resmini bulamadıkları için Nisan 1986’da Büyük Çamlıca Kur’an Kursu’nda verdiği görüntülü vaazından bir resim almışlardı. Resim net değildi. Öcü bir imaj oluşturma telaşı gözlemleniyordu. Halim Dağlar, kısık bir sesle konuştu: İki hocayıda dört kadınla evli göstermişler. Halbuki ikiside Allah’ın rızasını kazanmak için İslami hizmetlerde bulunan bekar insanlar. Yalanın biri bin para. Çamur at izi kalsın anlayışı. Ferruh, Hürriyet’deki diziyi satır satır altını çizerek okudu. Elinde gazete evden içeri girdiğinde babası Orhan Astsubay ile Sedat yüzbaşının onu salonda beklediklerini gördü. Yüzleri asık ve ciddiydi. Babası Orhan, hiç olmadığı kadar durgun ve düşünceliydi. Söze tersten bir soru ile başladı: Bak oğlum, biz neden askeri lojmanda oturuyoruz, biliyor musun? Daha ucuz ve konforlu olduğu için. Hayır. 12 Eylül 1980 darbesinde Kenan Evren ve darbeci Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, sivilde yaşayan askeri personelin acillen askeri lojmanlara alınması için ek inşaatlar başlatılmasına karar verdiler. 89 Kısa sürede genişletilen Yıldıztepe Hava Lojmanları, otuz bin kişinin yaşadığı dev bir kente dönüştü. 12 Eylül bazılarını zengin etti. Bunlardan birincisi ve en başında Ortadoğu’nun en zengin generali ünvanına sahip olan Tahsin Şahinkaya’dır. Kaleseramik ve Kaleterasit"den sipariş verilen inşaat malzemeleri ile yapılan inşaatlar, olmadık periyodlarla sık yenilenen, her yıl müsrifce yeniden tamir edilen askeri binalar, lojmanlar, üslerin rantı hep Şahinkaya’nın cebine akar. Orhan Astsubay, Şahinkaya’yı şöyle tanımladı: Ayakkabı 38, şapka 58, boy 1.58. Tam korkulacak bir tip yani. Kim o baba? O tam bir bir numaradır. Siviller darbeci diye hep Kenan Evren’e söverler ama aslında deveyi hamuduyla götüren ve ülkeyi perde arkasından gizli cemiyetlerle yöneten Tahsin’dir. Ferruh, umursamadan omzunu silkti: Bana ne bundan şimdi! Ortadoğu’nun en zengin generalidir, tabii ülkemizinde en varlısı. Geçen yıl İsviçre’de Milliyet gazetesinin patron Aydın Doğan ile komşu olmuş, bir villa satın almıştı. Memur maaşıyla Karunlar gibi yaşıyor. Oğlu Londra’da dev bir malikane görmüş, İsviçre’deki villayı satıp bu saray yavrusunu satın almışlar. Nasıl bu kadar zengin oluyor bu general baba? F 16 savaş uçaklarının TAİ’deki yapım ihalesinde 23 milyon dolar rüşvet aldı. Kimisi sadece 2 milyon dolar diyor ama inanmıyorum. Ülkenin bütçesinin onda biri bu adamın cebine çalışıyor. Yıllarca Hava Kuvvetlerinin C 130 Yük Taşıma uçakları, bu adamın Kıbrıs’taki deposundan ülkeye kaçak mallar soktu. Düşünebiliyor musun, devletin uçağı ve benziniyle kaçakçılık yapıyor. Peki neden kimse yazmıyor, bağımsız yargıda savcılar uyuyor mu? Kış uykusundan beter ölüm uykusu bu. Dönemin Halkçı Parti Milletvekili Cüneyt Canver, yolsuzlukta Tahsin Şahinkaya’yı işaret eden kuşkular üzerine Meclis’e araştırma önergesi verdi. Bizde sevindik, nihayet yargılanacak sandık. Sonra ne oldu? 300 sayfalık dosyası arabasından çalındı Canver’in. Korkutular tabii. “Değerli bir Türk generalinin hakkındaki dedikoduların doğru olmadığı ortaya çıksın diye önerge verdim” dedi. Şahinkaya, kurulan araştırma komisyonunda, Anayasa’nın geçici 15’inci maddesindeki hüküm nedeniyle ANAP ve bağımsız milletvekillerinin oylarıyla aklandı. Sonraki yıllarda Şahinkaya, Time Dergisi’nin “dünyanın en zengin 50 generali” listesine girdi. Bunlar hiç hesap vermeyecek mi baba? 90 Bunun birde ahireti var, büyük mahkemesi var, ama inanmıyorlar ki. İnansalar tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemezlerdi. Beni biliyorsun, bedava verseler bile ordudan evime bir litre benzini haram diye getirmedim. Devir şerefsizlerin devri. Sisteme ya uyacaksın, ya gözlerini kapatacaksın. Başka ne gibi yolsuzlukları vardı bu generalin? F-16 uçaklarının alımında yolsuzluk yaptı. Hava Kuvvetleri Komutanı iken bu Kuvvetin ihale ve alımlarının belli şirketlere verilmesi için nüfus kullanıp çıkar sağlamaktan, haksız iktisap yoluyla çok sayıda taşınır ve taşınmaz mal edinilmiş olmaya, yurt dışında ve sırdaş hesaplarda parası olmaya kadar uzanıyor. Başka? Ayrıca birtakım holdinglerle kendisinin ve yakınlarının ortaklık ilişkisi içinde olduğu iddiaları vardır. Bu iddialara göre Şahinkaya’nın eşi ve çocukları, Kalebodur, Kaleterasit ve Bagfaş Şirketlerinin ortaklarındandır. Yine eşi daha sonra Bagfaş tarafından Denizcilik Bankasından satın alınan İş-Kur'un da kurucu ortağıdır. İleri sürülen iddialara karşı savunmaya geçen şirketlerden ilki (Kalebodur Şirketi) Şahinkaya ve yakınlarının ortak olduğu ikincisi ise (Kayalar Şirketi) Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın ihalelerini en çok alan şirkettir. Oğlum, ben dürüst bir askerim ama herkes benim gibi değil. Namussuzlara aldırma sen! Bilmem mi baba! Senin gibi dürüst askerleri görmesem asker olmak istemezdim. Askerin politika ile uğraşması demek ki kendi ceplerini doldurmak içinmiş. Sen sen ol, sakın siyasete bulaşma, paşa paşa okulunu oku, etliye sütlüye karışma. Oldu mu oğlum? Ferruh ağzını açmaya vakit bulamadan, babası lafı getirmek istediği noktaya çekti ve taşı gediğine koydu: Oğlum, aslında seninle başka bir konuyu konuşacağız. Namaz kılmanla ilgili. Bu sefer durum çok ciddi! Sedat bey MİT’den kendisine ulaşan bir rapor nedeniyle burada. Onu dikkatlice dinlemeni ve dediklerine harfiyen uymanı istiyorum. Çünkü Şahinkaya ve şürakası, sanıyorum işin içindeler. Ülkeyi onlar yönetiyor. 12 Eylül darbesinde kimseye acımadılar, yine acımazlar. Ferruh, elindeki gazeteyi masanın üstüne bıraktı. Sedat yüzbaşı, hiç olmadığı kadar ciddiydi: Gazetedeki haberi gördüğüne göre durumu izah etmem kolaylaşacak. Bu bir işaret fişeğidir. Hürriyet gazetesi, MİT’den gönderilen servis haberi sayfalarına koydu, o kadar. Bak, oğlum! Orduda namaz kılmanızı kesinlikle istemiyorlar. Büyük operasyon hazırlığı var. Kim emirlere uymazsa gözünün yaşına bakılmadan, rütbesi, başarısı, torpili, akrabası kim olursa olsun, atacaklar. Sistem harekete geçti mi, fil gibidir, önüne kim gelirse ezer geçer. Şaşırma sırası Ferruh’a gelmişti. Saf saf sordu: ‘Kim istemiyor namaz kılmamı. Bu benim ahiretimle ilgili bir ibadet. Kimse karışamaz.’ 91 Baban senin aşırı dikbaşlı ve çok inatçı olduğunu söylediği için ben konuşmaya karar verdim. Sana durumu tüm netliği ile izah etmeden sanırım ikna edemeyeceğim. ‘Allah’ın emri namazın Peygamber Ocağı’mız ordumuzda cezalandırılması kabul edilemez!’ Dikkatli dinle! CIA ve MOSSAD’ın yıkıcı ve bölücü örgütlerle ilgili uzmanları Türk ordusunda dinci bir yapılanmanın temellerinin atıldığını tespit etmiş. Türk istihbaratı şok yaşıyor. ‘Ne yani, yabancı istihbaratlar istiyor diye her namazı kılanı aşırı dinci diye mi damgalayacaklar?’ Sedat yüzbaşı daha açık konuşmaya başladı. Türk subayları bu endişeyi dile getirdi. Bende oradaydım. Aşırı ile ılımlıyı, tarikatçı ile tarikata bağlı olmayanı sınıflandırmamız gerekli. Ayrıca kimin zararlı ve yıkıcı olduğuna karar vermemiz için uzun soluklu istihbarat raporları hazırlanacak. Bu iş çocuk oyuncağı değil! ‘Halen anlayamadım. Neden biz yabancı istihbaratların uşaklığını yapıyoruz?’ Geçen günkü konuşmamızı hatırlıyorsun değil mi? Ülkemizde çeşitli istihbarat ve devletlerin nüfuz elde etme savaşı yaşanıyor. Amerikan, İngiliz ve Alman istihbarat servislerinin yaptıkları operasyonları "kamufle etmek" için genellikle MOSSAD ismi kullanılır. İsrail ve yahudiler günah keçisidir. Taşıma suyla iş gören CIA, MOSSAD"ın raporlarını dinler ama Türkiye üzerinden yönlendirilen işlerde faaliyetleri "gizli"dir. Her nedense yaptığı her şey ortada olan bir "servis"tir. Kısacası bu CIA ile MOSSAD’ın ortak operasyonu, icraata dökecek olanlar ise Türk istihbarat subayları. NATO üyesiyiz, gelen emirlere direnme gücümüz bulunmuyor. Alman Genelkurmay başkanlığı’ndan da benzer bir rapor geldi. Ordunuzu gerici unsurlardan temizleyin diyorlar. ‘ABD ve İsrail’in emelleri açık tamam, ama Almanları pekala neden halen takıyorsunuz?!’ Güzel soru. NATO üyesi ülkelerde CIA ve MOSSAD’ın ortak yapımı olan Gladyo örgütleri vardır. Özel Harp Daire’mizin özel yetiştirilmiş subayları özel operasyonlarda değerlendirilir. En teşkilatlı ve güçlü Gladyo İtalya, Türkiye ve Almanya’da kuruldu. ABD, en güçlü ve derin güç Alman Gladyosu üzerinden Türkiye’yi koordine ediyor. Çünkü Almanya’da üç milyondan fazla Türk vatandaşımız yaşıyor. Bunların çoğunluğu aşırı Kürt ve Alevi kökenli, pek çoğu ülkücü ve aşırı dinci. Bölücü ve yıkıcı örgütlere üye çok gurbetçi vatandaşımız bulunuyor. Alman istihbaratı, CIA ve MOSSAD üzerinden operasyon yapar. Aslında operasyonu yapan CIA’dir, yerli taşeronlar kullanır. Korkarım, kurunun yanında yaşta yanacak. ‘Koskoca Osmanlının torunları olarak biz neden kendi istihbaratımızı oluşturamıyoruz?’ ‘Ordumuz istihbaratının bir zafiyeti vardır. Kendi üretmediği analiz ve istihbarat ile yola çıkar!’ ‘Bana şunu söyler misiniz, bizi nasıl bir operasyon bekliyor? Çünkü namaz kılmaktan taviz vermeyeceğim. Bari hazırlıklı olalım.’ İstanbul’da geçen hafta Harp Akademileri Komutanlığı’nda tüm askeri okulların komutanları ve istihbaratçılarının katıldığı bir toplantı düzenlendi. CIA ve MOSSAD elemanları birer sunum yaptılar. Orduda ‘ Nurcu ve Dahhak Örgütü’ yapılanması varmış. Namaz kılanların çoğunluğu bu 92 illegal örgütden. Bireysel namaz kılanlara bir sözümüz yok, ama örgüt üyesi namaz kılanları temizleyeceğiz. Ferruh, ikisi arasında farkın ne olduğunu kavrayamamıştı. Kekeleyerek meramını iletmek istedi: ‘Tarikatlar bu ülkenin, milletin özünde, kökünde vardır. Gerçi Nurcular bu devrin tarikat devri olmadığını söyler ve tarikatcılığı keskin bir dille ret ederler ama! Şu Dahhak çakma geliyor bana!’ Aması maması yok, biz onların tarikatçı olduğuna karar verdik ise, öyleler! İtiraz kabul etmiyoruz! İç tehdit unsurları içinde yer alıyorlar. Milli Stratejik Konsept Belgesi’nde bu durum açıkca belirtiliyor. Genelkurmay’ın kurmay karargah kadrosu bu belgeyi hazırlar, Milli Güvenlik Kurulu üzerinden Bakanlar Kurulu’na tavsiye eder. Daha doğrusu dikta ile kabul ettirir. Peki onlar bu vatanın çocuğu değil mi? Bu ülkeye uzaydan gelmediler, milli servetlerini hortumlayan, soyup soğana çeviren hırsız, soysuz, düzenbaz da değiller. Hele hele ülkemizin başına tebelleş olmuş yabancı istihbaratlar, sömürgeci tufeyliler, eşkiyalarda değiller. Hem nasıl tespit edeceksiniz, alınlarında ‘Nurcu’ veya ‘Dahhakcı’ mı yazıyor? Offf oğlum of! Seninle işimiz var. Beni ikna edecek yeterli deliliniz var mı? Pekala daha açık konuşacağım ve son defa uyarıyorum. Önümüzdeki ay boyunca CIA ve MOSSAD elemanları, 400 kadar istihbaratçı subayımızı eğitecekler. Eylül ayı sonlarında tüm askeri okullarda sınıf subayları değiştirilecek ve dini örgütler ve tarikatlar konusunda uzmanlaşmış bu istihbarat elemanlarımız, öğrenciden sorumlu 1. amirler olacaklar. 6 ay sizleri, yani namaz kılanları izleyecekler. Hiç hissettirmeyecekler. Peşinize öğrenci ve sivil ajan takacaklar. Raporlar düzenli olarak tutulacak. Kış sömesterinden sonra operasyon başlıyacak. ‘Bunu nasıl anlıyacağım?’ Yazılı basında işaret fişeğini görürsün. Askeri okullarda irtica gündeme getirilecek. Halen anlayamadım. Diyelim ki, kendimi gizledim Namazı bıraktım. Bohem bir hayat yaşamaya başladım. 6 ay sonra beni tespit edemediler. Atılmayacak mıyım? Kimseyi bulamadılarsa, yok olanı nasıl var edecekler? Eskiden namaz kılıyor olmam suç unsuru oluşturmaya devam edecek mi? Namaz kılmak bildiğim kadariyle İç Hizmet Kanunu ve Askeri Ceza Kanunu'nda suç değil. Zurnanın zırt dediği yerde işte burası. Disiplin notunuzu kırarak size atacaklar. Minareyi çalan kılıfını uydurur. Peki nasıl tesbit edileceğiz? Anket yapılacak. Bu ankete bir kaç öğrenci doğru cevap yazsa, arkası çorap söküğü gibi gelir. Ne demek bu? Şu demek. Namaz kılan bir Dahhakcı, Nurcu veya tarikatcı, dini bir örgüte üye olduğunu ankete yazar. Niçin yazar? Atılmaktan korktuğu için yazar. Yazmazsa atılacağını anket öncesi komutanları söyler. Fakirse anlaşmayı kabul eder. Çünkü okul tazminatını ödeyemeyecek bir 93 aileye mensuptur. Veya atılmanın ailesi üzerinde yapacağı utancı kaldıramaz. Bundan sonra ihbarcının vereceği her isim örgütcü kabul edilir. Diyelim ki, böyle oldu. İtirafcının verdiği isimler direndi. Nasıl ispatlayacaklar? İşkence ile ifade alır, imzalatır ve ispatlarlar. Ama bu haksızlık, insafsızlık değil mi? Adalet bunun neresinde? „Oğlum, sen hangi yüzyılda, hangi orduda yaşıyorsun. Üst her zaman haklıdır, astın haklı olduğu durumlarda da üstün haklı olduğu ilkesi uygulanır." Ferruh, Sedat yüzbaşının ağzından mümkün olduğu kadar fazla laf kopartmaya çalışıyordu. Ketum sanılan istihbaratçıların boşboğaz olduğunu yeni öğreniyordu. Kendilerine olan aşırı özgüvenleri istihbaratçıların en büyük zafiyetiydi. Salağa yatarak sormayı sürdürdü: Anketde ne gibi sorular olacak? Açıkcası anketi gördüm. Namaz kılıp kılmadığını soruyorlar. Askeri okula hazırlanırken hangi özel dersleri, kimden aldığnız, bir eve veya dershaneye gitmediğiniz ve bunların kime ait olduğu soruluyor. Eğer herhangi bir vakfa üye bir dershane ise, sakın yazma. Çünkü irticacı dershane listesi epey uzun. Başka! Bazı öğrenciler ortaokulda İmam hatipde okur iken dışarıdan düz ortaokul imtşhanlarınıda veriyor. İki tane ortaokul veya lise diploması oluyor. İmam hatip mezunu olduğunu gizliyor. Biliyorsunuz, bu okulların mezunlarını askeri okullara almıyoruz. Bu resmen bizi aldatmak. Bunu tesbite yönelik bir soru olacak. İşi merkezinden araştırmak için zaten askerlik şubeleri görevlendirildi. Gerçekten inanılmaz şeyler bunlar. Dindar her öğrenci hedef demek ki. Başka metotlarda var mı? Elbette var. İçki içmeyen, kız arkadaşı olmayan, kumar oynamayan her askeri öğernci potansiyel tehdittir. Anlamadım niye veye neye karşı tehdit? Laik, sosyal ve hukuk devletine karşı virüstür. Batı anlayışında medenice yaşamayan asker haindir, sisteme uymaz. Doku uyuşmazlığı yaşamamak için kanser hücrelerin kesilmesi zaruridir. Ferruh, ‘Hırsızlık yapmayan, devleti talan etmeyen insan neden kanserl i olsun?’ diye içinden geçirdi ama dilini ısırdı, sustu. Tepkisini farklı bir soruyla verdi: Yine anlamadım ya, neyse... Son sorum: CIA’yı anlıyorum. ABD’ye gebeyiz. Peki neden MOSSAD? Hiç bozuntuya vermeyen Sedat yüzbaşı, akıl ve mantık dairesinde net bir yanıt sundu: MOSSAD, Filistin Kurtuluş Örgütü ve HAMAS’ı birbirine düşürme konusunda son derece başarılı oldu. Pek çok İslam ülkesinde MOSSAD’ın aşırı dinci örgütlenmelere karşı başarılı 94 olduğu taktikler uygulanıyor. Bizdeki ‘Nurcu Dahhak’ yapılanmasının HAMAS gibi olduğunu rapor ettiler. Çok tehlikelilermiş. Eğer durdurulmazlarsa 20 sene sonra devleti ele geçireceklerini rapor ettiler. Nasıl bir örgüt olduklarını bilmiyoruz, ama emin ol ortaya çıkartacağız. Ya böyle bir örgüt yoksa! Ya bu ütopik bir yalansa! Yalanlara inanmak zorundayız, öyle mi? Biz askeriz, verilen emri uygularız. İçi boşsa doldururuz. Dolu ise boşaltırız. Emri sorgulamayız. Ya emri verenler CIA ve MOSSAD’daki istibarat uzmanları İslam ve müslüman düşmanı ise ne olacak? Hımmm... Bunu hiç düşünmemişim. Herhalde büyüklerimiz düşünmüştür. Askerler hata yapmaz. Ayrıca Türk olmakla gurur duyarım ama bizi arkadan vuran çöl bedevisi Arapları sevmem. Müslümanlarda medeniyet yok, İslam ülkelerinin hepsi geri kalmış. Neden ? Müslüman oldukları için. Uzak olsunlar. Takunyalılar gericidir, asla da ilerici olamayacaklar. Amma yaptınız komutanım. Bu hamur çok su götürür, size saygım nedeniyle tartışmayacağım. Peki sizce ülkemizde CIA ve MOSSAD’daki dostlarınızın, stratejik müttefiklerimizin ülkemizde en fazla nefret ettiği veya sevmediği dini lider kim? Tabii ki, Said Nursi veya Kürdi denen köylü... Takipçilerine Nurcu diyorlar. Tarikatcılar. Ölüsü dirisinden daha tehlikeli hale geldi. Sessiz ve şiddetsiz bir direniş sergiliyorlar. Yoksa çoktan takipçilerini mezara postalamıştık. Peki Türk ordusu neden bu adama şiddetle karşı? Atatürk, saltanat ve halifelikle birlikte tüm tekke ve zaviyeleri kapattı, cumhuriyetin bir mollalar, hacı hocalar devleti olmasını engelledi. Bizde bu emanetin bekçileriyiz. Din Afyondur, uyuşturur. Bizi geri götürmüştür. Batılı olabilmek için dini toplumdan atmalıyız. Nurcular, laik cumhuriyetin en büyük baş belasıdır. Medeniyetimizi tehdit ediyorlar. Askeriyede dindar müslüman istemiyoruz. Hiyerarşiyi bozuyorlar. Şeyhine tapan adam komutanını dinlemez. Said Nurside bir şeyhdir, şeyhlere alerjimiz var. ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ diye bir söz duymuştum amma... Ne şeyhi, ne şeytanı oğlum! Komutanınız, Atatürk sizin tek rehberinizdir. ‘Öl dese’, öleceksiniz. Ölürsek şehit olur muyuz, pisi pisine Niyazi olmayalım da? Senin kafan sulanmış oğlum! Bu kafayı düzeltmezsen seni nizamiye önüne koyarlar, bilmiş ol! Ferruh, Said Nursi’yi ve Nurcuları az çok tanıyordu. Daha iyi öğrenmeye o gün karar verdi. CIA ve MOSSAD'ın nefret ettiği adam ve Nurcular, mutlaka iyi olmalıydı. Ters mantık böyle söylüyordu. Ferruh, en fazla merak ettiği soruyu sordu: İrtica operasyonunu yürütme görevi hangi paşaya tevdi edildi? Kara Kuvvetleri Komutanı Oreneral Necdet Öztorun, bizzat ilgileniyor. Şu NATO eğitimli meşhur paşamız mı? 95 ABD’nin Türk ordusundaki en kudretli paşasıdır. Bizim paşamız mı, onların mı? Ne farkeder, NATO üyesiyiz. Komutan gereken emirleri çok gizli notuyla tüm askeri okulların ve kıtaların ilgili makamlarına iletti. Ya diğer kuvvetler? Eşgüdümlü, koordine merkezi diğer kuvvetlerin istihbaratları ile bilgi paylaşımına gidecek. İrtica ne demek? Geriye gitmek ve çöl kanunu ile yönetilmek demektir! Çöl kanunu ne demek? Sende sıktın ama... Kur"an, şeriat devleti isteyenlerin kitabı yani. O kitap tüm müslümanların 14 asrı aydınlatan kitabı. Laik devletde Kur"an tanımayız. O halde irtica ile mücadele ile Kur"an ile savaş aynı kapıya çıkar. Siz Allah"a kafa tutuyorsunuz. Nihayet anladın... Peki ne yapmalıyım? Takiyye yapmalısın? Olduğun gibi görünmek tehlikeliyse olmadığın gibi görünmelisin. Ama bu münafıklık değil mi? Şii ve Alevi kültüründe hayatın ve inandığın değerler tehlikede ise takiyye yapmak caizdir. Ama biz sünniyiz. Olsun be oğlum! Ne yapmayacağını biliyorum: Kesinlikle namaz kılmayacaksın. Kendini hiç olmazsa önümüzdeki fırtınalı dönemde bir yıl gizlemeni tavsiye ederim. Ben olmadığım gibi olamam ki... Olacaksın. Hemen kendine hemşire kolejinden bir kız arkadaş edin. Mektuplaşın ve hafta sonu buluşun, gezin, tozun. Dolabında porno dergileri yakalat ve ceza al ki, kayıtlara dinci olmadığın işlensin. Farklı görüşten arkadaşlarla yakınlaş, diskolara, barlara git, eğlen. Onlar seninle ilgili medeni biri diye rapor verirse, yırtarsın. Sigara içmekten ceza al. Takip çizelgesinde sigara içenlerin Nurcu olamayacağı yazıyor. Buda ciddi bir gösterge. Ben bunları yaparsam doğru yoldan saparım. Senin yolda kalırsan fişlenirsin ve okuldan atılırsın. Tercih senin... 96 Yirmi Üçüncü Bölüm: Said Nursi ve Nur Akımı! Ferruh, Eskişehir’den Ankara’ya dönüşü hiç sevmiyordu. Bu sefer koşa koşa geldi. Sedat yüzbaşının yerin dibine batırdığı dindar müslümanları, Kur’an’ı, peygamberimizi ve kitaplarından pek çoğunu okuduğu Said Nursi’yi kime soracağını biliyordu: Hacı Bayram’daki İhlas Kitabevinin gediklisi Hüseyin Hoca’ya! Otobüs terminalinden iner inmez Ulus’a geçti. Hacı Bayram Veli Cami’inde öğle namazını kıldı. İhlas kitap evinin arka odasında yapılan Risale sohbetlerinde sık sık beyin fırtınası yaşanırdı. Her zaman olduğu gibi cami cemaatından on kişiye yakın bir topluluk birikmişti. Çaylarını yudumlarken, birbirlerine hal hatır soruyorlardı. Hoş beşten kısa süre sonra sohbet başlardı. Hüseyin Hoca, Said Nursi’yi görmüş erenlerden biriydi. Tam canan sohbetini başlatacaktı ki Ferruh ileri atıldı: Hocam! Bize Said Nursi’yi anlatır mısınız? Kırmızı kitapların yazarı gerçekte kimdir, kim değildir? Hüseyin Hoca, 17 yaşına henüz basmamış bu yağız delikanlıyı kırmadı. Belli ki, bu soruyu sınamak veya kınamak için değil, öğrenmek için soruyordu. Ağır ağır konuşmaya başladı: Onun kitapları sekizyüz küsur defa bu ülkede mahkemeye verildi. Hepsinden beraat etti. Çünkü siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçan üstad, İslam’ı elmas hakikatlarını asla cam parçaları ile değiştirmedi. Bin yıldır İslam’a hizmet eden Türk milletinin ve ordusunun bir gün tekrar aynı görevi ifa edeceğini hissi kablel vuku veya kerametiyle biliyordu. Bu nedenle asla bu millete ve ordusuna sövmedi, sövdürmedi. Said Nursî “çağın yetiştirdiği adam” değildir. Çağın bütün şartları aleyhinde olduğu halde dik durmuş, diri ve diriltici olmuştur. Ne iktidardan medet ummuştur ne de çoğunluk peşinde koşmuştur. Yazdıkları cezaevi hücrelerinde sigara kâğıtlarına gizlice yazılmış,okuma yazma bilmeyen köylüler tarafından da aşkla çoğaltılmış ve okunmuştur. “Çağa rağmen yetişmiş” ve “çağı yetiştiren” adamdır. Said Nursî “dindar” değildir. “Dindarlık” dine dışarıdan bakanların icat ettiği bir tanımdır. “Dinin emir ve gereklerini yerine getirmede başkalarına göre daha ileri giden”leri tanımlamak için kullanılır. Oysa “din” “Allah’a borçluluk bilinci”dir, “Alemlerin Rabbinin kendisine her an yapmakta olduğu sayısız iyiliklere şükürle karşılık verme aşkı”dır. Bu bilinç ve aşk dışarıdan gözlenemez; ölçülemez. Açığı ya da koyusu olmaz. Bu bilinçle ve bu aşkla yaşamak adam olmanın standardıdır. İyiliğe karşı nankörlük etmeyi, borcunu inkâr edecek denli duyarsız olmayı “adam”lık diye tarif edenlerin biraz daha “koyusu”, az daha sofusu değildir “dini yaşayanlar”; yani dindar değildirler. Said Nursî, “ben dindar bir cumhuriyetçiyim” sözünü mahkemede savunması sırasında söyledi. 97 Sözde cumhuriyetçilerin anlayacağı dil üzerinden konuştu, o kadar. Eserlerinde “dinimiz bunu gerektirir”, “nitekim dinimiz emreder ki..” yollu bir hitap ve üslup bulunmaz. Said Nursî “din adamı” değildir. “Din adamlığı” ruhbaniyetin bir şekilde uygulandığı, dini yaşamanın bir “iş” haline getirildiği toplumlarda vardır. Din adamlarının özel kıyafetleri, özel statüleri vardır ve özel bir sınıftan gelirler. Kilise ve havralarda rahip ve hahamlar özel kıyafetleriyle, İran"ın Kum şehrinde “molla”lar ancak kendilerinin giyebildiği siyah ya da beyaz sarıklar ve rüzgârda salınan pelerinleriyle bir “din adamı”dır. Diyanet İşleri Başkanlığı kıyafeti, imama özel cübbe ve sarık diye bir şey yoktu eskilerde. Peygamberimiz (asm) arkadaşları arasında bir ziyaretçinin “hanginiz Muhammed?” diye sormak zorunda kalacağı kadar “sıradan”dı. Ne özel postu vardı ne pelerini vs. Din, din adamlarının mesleğidir. Özel rütbeleri ve özel mekânları da vardır. Bir takım ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları olur. Ne özel kıyafetlidir Said Nursî ne özel bir sınıftan, soydan geldiğini vurgular. Hayatın ortasında acıkan, üşüyen, öfkelenen, seven, gerekirse savaşan bir “adam”dır sadece. “Din adamı” değil, “dinin adamı”dır. “Allah"a karşı borçluluk bilinci”ni iliklerine kadar hisseden bir “insan”dır sadece. “Namaz kılmak iyidir ama her gün beşer defa olduğundan bitmiyor, usanç veriyor” diyen bir adam için “empati” kuracak kadar kalenderdir. “Namaz farzdır, kılacaksın!” şeklindeki üstenci tutum ve tavrı hiçbir alanda göstermemiştir. Said Nursî “din âlimi” de değildir. “Din bilginliği” yenilerde türetilmiş seküler bir sınıflandırmadır. Dine göre yaşamayı hayatın özel bir alanına öteleyen, bazılarının özel hobisine indirgeyen bir tanımlamadır. Din yaşamak içindir.Yaşamak ise herkese düşer. Kur"ân"a muhatap olmak herkesin işidir. Vahyin iniş üssü haline getirilebilecek akıl herkeste vardır. Dinî konularda bazılara bazılarından daha çok şey bilebilir. Olsa olsa bu “din âlimliği” diye tarif edilebilir. Allah"a borçlu olarak yaşamak ise kimsenin uzmanlığına bırakılacak kadar karmaşık değildir. İyilik karşısında mahcup olmak özel bir ilgi alanı olacak kadar seçmeli bir iş değildir. Allah"a karşı borçlu olma sırrının farkına varmak, adamı “âlim” eyler, “bilgin” kılar. Said Nursî, işte bu yüzden “din âlimi” değil, “âlim”dir, “bilge”dir. Güllerin soluşuna üzülecek kadar, vahşi hayvanların sesine alışacak kadar hayatın içindedir. Kalbinin sonsuzluk sevdasını hissedip yazacak denli, ihtiyarlığın hüzünlerini ve hastaların acılarını görecek kadar özüne iner varlığın. Söyledikleri “dinî konular”la sınırlı değildir. Nefsi olan, kalbi olan, gökleri gören, ölüme üzülen, denizleri seven, güllere meftun herkese söyler sözünü. Söylediği ancak “din adamları”nın uzmanlık sahasına giren “dinî” detaylar değildir. Varlığın dilini çözer Said Nursî. Varoluşa dair konuşur. Said Nursî, bir “şeyh” değildir. Ömrü boyunca yanındaki herkese, her öğrencisine “kardeşim” diye hitap etmiştir. Hiçbir talebesiyle “şeyhmürid” ilişkisi içinde olmamıştır. Bu konuda “İhlas ve Uhuvvet Risalelerini meraklısı okuyabilir. 98 Said Nursî “milliyetçi” değildir. Bir insanın soyu üzerinden yüceltilmesini ya da yerilmesini her “akıl sahibi” olmak üzerine farz olan her “iman ehli” gibi esastan ve usûlden reddetmiştir. Türkiye"de Türk ırkı üzerinden üretilen ve sistematikleştirilen rejim ırkçılığına kendisi Kürt olduğu için değil mümin olduğu için karşı durmaktadır. Kürt olduğu için Türkçülüğe karşı çıkanlar, Kürt oldukları için Kürtçülük yapmayı hak görürler kendilerine... Said Nursî’nin “açılımcı görüşleri” Kürt halkı hatırına değil, Kur’ân’ın hatırınadır. Birilerinin sandığı gibi “müsbet milliyetçiliği” de önermiş değildir. Sadece bu zamanda milliyetçilik fikri üzerinden zevklenen ve nemalanan kişi ve grupların, soya yükledikleri yücelikten devşirdikleri lezzeti, Allah"a kul olma lezzetine şefkatli bir üslupla dönüştürmeyi hedefleyen bir dil kullanmıştır. Yani “müsbet milliyetçilik” Said Nursî’ye “terk edilen milliyetçilik”tir. En olumlu ırkçılık, öldürülen ırkçılıktır. Said Nursî, Said Nursî’ci değildir. Hatıraları ve menkıbeleriyle özlenecek, kerametleri ve kahramanlıkları ile anılacak bir tarihsel figüre indirgenemez. Said Nursî’nin hatıraları, en meraklısını bile tatmin edecek ayrıntılarıyla Risâle-i Nur’dadır. Bizzat kendisi tarafından yazılmıştır. Yakın tarihte yaşamış hiç kimsenin hayatı hem de kendi kaleminden içinin sesini yansıtacak berraklıkta, hüzünlerinin ve sevinçlerinin her kıpırtısını satırlara akıtacak şeffaflıkta yazılmış değildir. Dolayısıyla, Said Nursî bir arkeolojik kazı konusu yapılmayacak kadar orta yerde ve diridir. Son Şahitler gibi tarihsel çalışmalar da, ancak Said Nursî"nin kişiliğinin yansıdığı aynalar gözüyle okunabilir, okunmalı. Kerameti ve kahramanlığı üzerinden Said Nursî’cilik yapılmasına da ihtiyaç duymaz Said Nursî; hayatı hece hece herkesin elinin altındadır. Söylediklerinin ve söyleyeceklerinin hepsi hemen şimdi ve burada anlaşılır olarak okunabilir niteliktedir. Risale-i Nur’u okuyan herkes şimdi ve burada Said Nursî ile konuşabilir. Dolayısıyla, Risâle-i Nur ortada dururken, hiç kimse Said Nursî varisliğine, halifeliğine soyunamaz. Buna hiç gerek yoktur, hele de bunu Risale-i Nur’a rağmen, hele bir de Said Nursî’yi aşarak ya da yedeğine alarak yapmak kimseye düşmez. Said Nursî, devletten itibar ve mezar bekleyen biri değildir. Resmî iade-i itibarlara ihtiyacı yoktur. Mezarının yokluğu da kendi duası ve temennisidir. Hayatında istemediği türbeleşmeyi ölümünden sonra hiç istemez. Said Nursî’yi ziyaret etmek isteyen mezar taşına değil kitaplarının sayfalarına baksa yeter de artar bile. Zaten sağlığında da, kendisini kendisi için ziyarete gelenlere, kendi canlı bedenini her yıl biri ölmüş Said’lerin başında bekleyen bir mezar taşı olarak tarif eden Said Nursî, “mezar taşı”nı değil, “satır başı”nı göstermiştir. Gidin, Risâle okuyun kardeşim demiştir. Ve hâlâ demektedir. Said Nursî, Risale-i Nur takıntısı olan biri de değildir. Kendi yazdığı kitaplar Kur’ân’ı anlamak ve yaşamak içindir. Risale-i Nur’un hatırı Kitab’ı okutmaya kadardır. Eğer Risale-i Nur da, kendisinin de şikayetçi olduğu kimi “tefsirler” “ahkâm kitapları” Kur’ân’a pencere değil perde 99 oluyorsa okunmamalıdır. Risâle-i Nur’u okuyanların ilk anladığı ise Kur’ân’dır-kendileri bunun farkında olmasa bile. Said Nursî İslamcı değildir. İslamcılık Oryantalistlerin ürettiği bir terimdir. Her şartta, her zaman, her yerde “Müslümanlardan yana olmak” demektir. Kimi Batılılar kendi şablonları ancak bu kadarını taşıdığı için, Müslümanları İslam etiketi üzerinden taraftarlık yapacak, İslam"ın ırkçılığını üretecek içeriksizler olarak görmek istemiştir, görmüştür. İnsanın içine doğru derin ve zorlu bir yolculuk olan iman etme serüvenini sadece dışa vuran, sadece kalıpta kalan kuru bir tarafgirliğe hapsetmek istemişlerdir. Oysa İslam olmak insan olmaktan geçer. İnsan olmayı atlayarak Müslüman olursak, sadece “Müslümanlardan yana” olan bir politik kitleye dönüşürüz. Müslüman zulmün karşısındadır; zulmü yapan Müslüman da olsa. Müslüman mazlumdan yanadır, zulmedilen kâfir de olsa. Yani, mümin yaşama kodlarını dışarıdaki siyasal kalıplardan değil, vicdanının Rabbiyle sıcacık temasından alır. İşte bu yüzden Said Nursî"nin iman etmenin inceliğini yeni baştan inşa ettiği, yenilediği Risale-i Nur"da “biz Müslümanlar” söylemi yoktur. Risale-i Nur söylemi, “bil ey nefsim!”dir. Yani, nefsi olan herkes Risalei Nur’un rahlesine oturur. Ne cemaat şartı vardır, ne kıyafet şartı ne de siyasal taraftarlık şartı. Ferruh, ‘işte bu dedi’ içinden. Kalbi, ruhu, zihni tatmin olmuştu. Peki irtica ne demektir? Hüseyin Hoca, derin bir iç çekti: 31 Mart Vakası ile başlayan muhalefetin adıdır, oğlum! Ne olmuştu ki! 31 Mart ile 2. Abdulhamit devrildi, İttihat ve Terakki fiilen iktidara katıldı. İttihat ve Terakki karşıtı muhalefet dağıtıldı. Abdulhamit'e göre 31 Mart'ı tertipleyenler, İngilizci Kamil Paşa'nın oğlu Sait Paşa ve Prens Sabahattin yanlısı İsmail Kemal'dir. İsyanın elebaşısı Hamdi Çavuş'u kandıran onlardır. İttihatçılar tarafından 31 Mart'a karıştığı iddia edilen isimler arasında Ahrar Fırkası lideri Prens Sabahattin, Mevlanzade Rıfat, Rıza Nur, Dr. Nihat Reşat Belger, Said Nursi, Rasim Hoca, Ahrar Fırkası Sekreteri Ferruh Alkent gibi isimler de vardı. Hepsi Abdulhamit karşıtıdır, önceleri İttihatçılarla teşrik-i mesai içinde iken ters düştüler. Said Nursi ile ne alakası var? 31Mart Vakası sırasında Mevlanzade Rıfat ile Mısır'a firar eden Rıza Nur, Milli Mücadele'de Sinop Mebusluğu, Sağlık ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Lozan'da ikinci adamdı. 31 Mart davasında suçlu bulundu, ancak cezası kaldırıldı. İsyancıları yatıştırmak için büyük çaba harcadığı halde tutuklanan Said Nursi beraat etti. Sonraki yıllarda Enver ve Talat paşalarla dost kaldı.1908'de sürgünden döndüğünde Hürriyet kahramanı olarak karşılanan Rasim Hoca ise 31 Mart Davası'nda mahkum edildi. Prens Sabahattin'e yakındı. Ona göre 31 Mart, ne Meşrutiyete ne Meclise karşıdır, "Olsa olsa İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyet aleyhtarı tavırlarına karşı çıkmak, yani irtica sayılabilir. İrtica bu tarihten sonra ağızlara sakız oldu. 100 Biraz daha açar mısınız? Romanımızın en güçlü yazarlarından Peyami Safa, Türk Düşüncesi adıyla bir dergi neşrederdi. 1 Mayıs 1959'da neşredilen beşinci sayısı irtica sayısı olarak yayınlandı. "İrtica nedir" başlıklı ilk yazı Peyami Safa'nındı. Şöyle bir tarif yaptı Safa: İrtica, Fransızca "reaction" karşılığıdır. Kelimenin diğer Batı dillerindeki kökeni "reakt"tır. Yani, "tesire karşı, amele karşı" manasına gelmektedir. Buna, "aksülamel, aksi tesir, tepki" de deriz. Bunu sosyal hayata uygulayanlar, "gerilik" anlamını uygun görmüşlerdir. Türk Dil Kurumu bugün irticanın karşısına; "gericilik" yazmaktadır. Reaksiyon ise; "tepki"dir. Kelimenin reaksiyon karşılığındaki anlamı tamamen silinmiş, yerini gericilik almıştır. Siyasî ve sosyal hayatımızda bu denli önemli bir yer tutan, darbelerin ve daha pek çok siyasî, idarî ve askerî hareketin çıkış noktasını oluşturan bir kavramın böyle tek kelime ile anılması, karşılanması gerçekten hayrete şayandır. Devletin sözlüğündeki tek kelimelik ve tek anlamlı bir kelime bütün bir devlet hayatının da, millet hayatının da en sancılı konularından birini teşkil etmektedir. Türk Düşüncesi dergisinin yazar kadrosunda akl-ı selimi temsil eden önemli isimler yer almaktaydı. Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil'den, yine aynı unvanlı Hilmi Ziya Ülken'e, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'ndan, Bediüzzaman'ın avukatı Bekir Berk'e pek çok isim bu sayıda yazı yayınlamışlar ve hepsi; irtica yoktur, ancak böyle bir yaygara altında dine ve dindarlara hücum vardır, diye feryat etmişlerdi. İrtica bazen, böyle üst düzey karanlık eylemlerle, katillerle bazen de bir çocuğun elindeki bir dinî kitapla gündeme gelmektedir. Gündemin daima gizli veya açık önceliği bu kavrama mahsustur. Ancak siyasî ve idarî hayatımızdaki yerini henüz dolduracak bir kavram keşfedilmemiş, icat edilmemiştir. Elbette, bütün yaşanılanlardan ve yakın tarihimizdeki tecrübeden devletin, dine ve millete karşı bir önyargı içinde olduğu, dini dışladığı, dindarlara zarar verdiği anlamı çıkarılamaz. Zira bu vatanda Selçukluyu da, Osmanlı'yı da, Türkiye'yi de ayakta tutan, devleti devlet yapan asıl ve aslî unsur dindir, Müslümanlıktır. Devletin ve milletin çok şükür İslâm üzerine var olduğunun en önemli delili, "azınlık cemaatleri" kavramının Yahudileri, Ermenileri, Rumları, Süryanileri vs. diğer gayr-ı Müslim unsurları ifade ediyor olmasıdır. Buradaki mücadele ve muhalefet biçimi din ile devlet arasında cereyan etmemekte, tamamen siyasî görüşlerin, politik hesap ve çıkarların, siyasal ve toplumsal hedefleri olan kişilerin ve kurumların çok sert ve nihayet biraz da acımasız bir söylemi ve eylemi olarak vuku bulmaktadır. İrticanın gündemde en çok yer işgal etmesi, bilhassa siyasî yelpazenin sağında yer alan siyasî partilerin iktidarda olduğu dönemlere denk gelmektedir. Bunun önemli bir örneğini, Adnan Menderes'in iktidarı CHP'den alması ve CHP'nin bir daha iktidar yüzünü seçimler vasıtasıyla göremeyeceğinin anlaşılması üzerine vukua gelen olaylar 1 101 teşkil eder. Henüz ihtilâl gerçekleşmemiş, 27 Mayıs sabahı, bir bayram şenliğine dönmemiştir. Memleketin en önemli meselesi irticadır. Her yerde patlak veren olayların tek adı vardır. Nihayet bu irtica buhranının sona ermesi için, ağır darbenin iktidara, hükümete, başbakana, millete, devlete indirilmesi şart olmuştur. Ferruh, saf saf sordu: Neden irtica kelimesini kullanıyorlar? Haramzadelerin, kirli ve karanlık emeller besleyenlerin, dini kendi karanlık emellerine alet edenlerin yegâne ve en önemli muhalifi milletimizdir. Bu ülkede irtica ile anılan en doğru kelimeler yaygara ve paranoyadır. İrtica, işte bu vasıflara sahip güruhun tek silahıdır, onu hiç kaybetmek istemiyorlar. Kavramlar karmaşası yaşanıyordu. İrtica, laiklik ve dindarlık... Bir yerde yanlış giden bir şeyler vardı ama ne! 102 Yirmidördüncü Bölüm: Yanlış giden bir şey var ama ne! 1987 başında Cumhurbaşkanı Evren, 'kızların, başörtüyle okullara giremiyeceğini' söyledi. Hemen ardından YÖK, türban yasağının devam etmesi yönünde bir karar aldı. Adana'da Cumhurbaşkanı Evren'in de katıldığı Rektörler düzeyindeki toplantıda, türbanın kesinlikle yasaklanmasına dair karar alındı. 15 Üniversite yönetimi, YÖK'ün getirdiği türban yasağını uygulama kararı aldı. İran İslam Cumhuriyeti'nin Sesi Radyosu'nda yayınlanan Mollalar bildirisinde 'Türkiye'de türbanın yasaklanması' kınandı. Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin başını çektiği kara propaganda kampanyasında, Federal Almanya'nın Köln şehrinde Cemalettin Kaplan'ın (Kara ses) Türkler arasında irtica kampanyası sürdürdüğü ortaya atıldı. Ortam gerildi. 18 Ocak’da Konya Ereğlisi'nde türban yasağı ile ilgili olarak çıkan olaylarda 17 kişi gözlem altına alındı. Bu esnada Tahran'da yayın yapan bir radyo, Türkiye'deki müslümanları isyana çağırdı. 28 Şubat’da Türk Silahlı Kuvvetleri, Güneydoğu sınırında PKK militanlarına yönelik 'Bahar Harekatı'na başladı. 1 Mart’da İzmit'te DEV-SOL örgütüne yönelik yapılan operasyonda 15 militan yakalandı. Ordu zaman zaman imajını düzeltmek, din düşmanı olmadığını maskelemek için çakma haberler yaptırıyordu. Ferruh, medyada çıkan askeri okul ve ordu hakkındaki haber ve yazı dizilerini kaçırmaz, çıkan her kitabı heyecanla okurdu. "Evladım sen sorularını bırak, biz onlara güzel güzel cevap verir göndeririz, ta buralara kadar gelip de yorulma!" demişti İrfan Tınaz Paşa. Kime? Genç ve toy gazeteci Ahmet Tezcan’a. Askeri okulda hayatın nasıl geçtiğini anlatan bir yazı dizisi, işte böyle başlamıştı. Heybeliada'ya gitti. Deniz Harp Okulu henüz Tuzla'ya taşınmamıştı. İhtilal sonrasıydı. Gazeteciliğe başlayalı bir yıl bile olmamıştı. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek'in dudaklarının nemi, Konsey Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in elinin üzerinde kuramamıştı. Hâlâ gazeteler kapatılıyor, "Bir Bilen"den haber uçuran köşe yazarları hapse atılıyor, Türkiye halkın "Beşi Bir Yerde" dediği paşalar tarafından yönetiliyordu. Böyle bir ortamda gazete yönetimi Genelkurmay Başkanlığı'na başvurmuş, Harp Okulları'ndaki askeri eğitimle ilgili bir yazı dizisi için izin talep etmişti. İzin verilmişti. Gerçi gazetede Ergin Konuksever gibi cephe tecrübesi olan ustalar da vardı ama ne hikmetse bu röportajı askerliğini bile yapmamış Ahmet Tezcan gibi bir çaylağın yapması uygun görülmüştü. Elimde Genelkurmay izniyle makam odasına girdiğimde Deniz Harp Okulu Komutanı İrfan Tınaz Paşa böyle demişti işte: "Evladım sen sorularını bırak, biz onlara güzel güzel cevap verir göndeririz, ta buralara kadar gelip de yorulma!" Ödü patladı. İşi kaçırmamak için titreyen bacaklarımın üstünde diklendi. 103 "Ben buraya mülakat yapmaya gelmedim komutanım, röportaj yapmak istiyorum!" "Ne farkı var?" diye sordu. Anlattı. Bir subayın nasıl yetiştiğini gözlerimle görmek, onların arasında yaşamak, mümkünse onlar gibi giyinip eğitime çıkarak gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi aktarmak istediğini söyledi. "O kadar uzun boylu değil." dedi. "Tamam anladım, gel, gör, misafirimiz ol ama üniformayı unut!" Dinlenme tesislerindeki bir müstakil evi ona ayırdılar. "Emrine" bir çavuş verdiler, her sabah saat 05.00'te beni uyandırıp kahvaltı getirsin diye ve bir hafta misafir ettiler. Üç Harp Okulu'nda da birer hafta kaldı ve röportajlar yaptı Ahmet Tezcan. 30 günlük yazı dizisi hazırlayan Tezcan"a bir askeri piyango bana çıkmıştı işte. Yavuz zırhlısının gölgesinde bembeyaz bir haftayı Deniz Harp Okulu'nda yaşadı. Gözlerini sabaha boru sesiyle değil de Diana Ross'un o günlerde pek meşhur olan Endless Love şarkısıyla açan Hava Harp Okulu'nda gökyüzü kadar mavi günler geçirdi. Ankara'da sadece bir sınıfı Deniz ve Hava Harp Okulları'ndaki bütün öğrenci mevcudu kadar olan Kara Harp Okulu'nda toprağın rengine büründü. Unutulmaz anlar yaşadı ve 30 gün boyunca yazdı. Deniz Harp Okulu'nda "komutanım" yoktu, "efendim" vardı. Genelde sahil yörelerinden öğrenci geliyordu. Sadece NATO derslerine giremeyen Libyalı Arap öğrenciler, ailelerinden gelen yaklaşık 500 doları hafta sonlarında son kuruşuna kadar bizim çocuklarla harcıyorlardı. Hava Harp Okulu'nda teknolojinin ve çağdaşlığın her yeni versiyonu derhal öğrencilere aktarılıyordu. Okulun müzik odasından genel yayın yapılıyor, yerine göre Vivaldi'nin Dört Mevsimi, yerine göre Louis Armstrong'un Squeeze Me şarkısı çalınıyor, kardeş okul Florence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu ile birlikte halkoyunları ve modern dans gösterileri sahneleniyordu. Kara Harp Okulu'nda ise yine teknoloji hakimdi, yine "değişen dünya" öğrencilere aktarılıyordu ama diğerleri kadar rahat ve konforları yoktu. Her sınıfı diğer okulların mevcudu kadardı. Anadolu'nun her yöresinden gelmiş çocuklar vardı. Deniz ve Hava'daki çocuklara imrenmişti, Kara'dakileri ise hemen benimsemişti. Diğerlerinde olmayan bir şey vardı onlarda. Bir sabah okul komutanı çağırdı. Öğrencinin adeta taparca sevdiği ufak tefek bir adamdı. "Bana bak gasteci!" dedi elini omzuma koyarak: "Bugün seni camiye götürsünler, camimizin resmini çek ve yayınla. Yayınla ki bizi dinsiz gibi anlatan şom ağızlıların ağzı kapansın." Götürdüler. Çekti. Küçük ama muhteşem sevimli ve bakımlı bir camiydi. Okul komutanı ile konsey üyesi olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin bayram namazlarını bu camide öğrenciyle birlikte kılıyordu. Okulun kurmay başkanıyla cami üzerine yaptığı sohbette "Manevi destek olmadan maddi imkan hiçtir." demişti. Bu sözü başlığa çekerek yazdı o bölümü. Gerçi "Aman ne yaptın, keşke 104 yazmasaydın o sözümü" diye telaşlı bir telefon aldım kurmay başkanından ama, korktuğuna uğramadı, terfi alıp Paşa olduğunu öğrendi birkaç yıl sonra. Sonra, neler olduysa bir şeyler değişivermişti. O günlerde Deniz ve Hava Harp Okulu komutanı olanlar kuvvet komutanı da oldular. Deniz Harp Okulu Heybeli'den taşındı. Kara Harp Okulu'na uğramak nasip olmadı ya da çat kapı gidecek acemi cesaretim kalmadı. Kulaklarında Kara Harp Okulu kurmay başkanının sözü çın çın çınlıyordu: "Manevi destek olmadan maddi imkan hiçtir!" Yalanı yok, onun de içimde yanardağlar patlıyordu. Beynini kemiren soruyla baş başa kalıyordu. Bir yerde bir şeyler yanlış oluyor ama ne? Ne? Ne? Ne olduğunu 1986 ve 1987 yılında anlayacaklardı... Bu yıllar orduda tam bir kırılma noktasıydı. 105 Yirmibeşinci Bölüm: Takiye Dönemi! 1986 eylülünde sınıf okuluna başlayan Ferruh ve 1987 mezunu olacak devre, ilk adım olarak askerlik yemini edecekti. Bir eli silahta ve bir eli devre arkadaşının belinde yemin tekrarlanacaktı. Bu yemin askerliğe adım atan tüm öğrencilere son sınıf başında mutlaka yaptırılırdı. Beton Kemal, gözetiminde bir hafta süren yemin töreni provasından sonra okul komutanın katıldığı büyük törende askerlik yeminini ettiler. Artk Türk ordusuna resmen girmişlerdi. Bundan sonraki adım bağlı olacakları kuvvet komutanlığını kura ile çekmekti. Okulda başarı sırasına göre bir torbaya konan kuralar çekildi. 60 kişilik devrede, 11 havacı, 13 denizci, 11 jandarma ve 35 karacı sağlık astsubayı belirlenecekti. Herkes havacı olmak için dua ediyordu. Çünkü havacılar kesinlikle hastane ve revirde görev yapıyordu ve askeri saçmalıklar ve ast üst gerginliği en az seviyedeydi. Hepsi teknik elemandı ve karşılıklı saygı anlayışıyla işler yürüyordu. Denizciler gemide ve denizaltılarda görev yapıyordu. Onlarda da sıkı askerlik kuralları yoktu. Birbirlerine abi ve kardeş diye hitap ediyorlardı. Jandarma karacılarda durum karışıktı. Kıtaya gönderilen sağlık astsubayının sıhhiyeci olacağına garanti yoktu. Tugayın veya bölüğün ihtiyacına göre, asker eğitme görevide verilebilirdi, dağda terörist kovalama görevide. Askeri hiyerarşi en üst düzeyde uygulanıyordı. Ast ve üst ilişkileri manyaklık seviyesindeydi. Bir üst rütbedeki bir alt rütbedekine küfredebiliyor, hatta dövebiliyordu. Mecburi Şark hizmeti denizciler dışında hepsinde vardı. 15 yıllık mecburi hizmeti tamamlamadan istifa edemeyecekleri döneme girmişlerdi. Kurayı ilk çeken okul birincisi Ünal Bingül, havacı olunca şapkayı havaya fırlattı. Bu Ünal"dan beklenmeyen bir sevinç gösterisiydi. Lokman ve Arif, karacı kurası çekince moralleri sıfırın altına indi. Sıra Ferruh’a gelmişti. Havacı kurası çektiğine inanamadı, oda Ünal gibi kepi havaya fırlattı ve merdivenlerden aşağıya hopladı. Beton Kemal, kızmıştı: Arkadaşlar kontrollü sevinelim. Hiç bir kuvvetin diğerinden farkı yoktur. En yakın arkadaşları Muammer ve Ünal, denizci, Ömer Faruk jandarma, Çinçin Levent, Berhan, Halil, İrfan, Vahap, Muhammed, Kenan ve Salih karacı olmuşlardı. GATA"nın 24 kliniğinde yapacakları 15’er günlük sıhhıye stajı hızlı başlamıştı. Üçer kişilik gruplara ayrılan devre, her sabah otobüslerle GATA’ya bırakılır, akşam toplanıyordu. Everest Ferruh, Saftorik Ufuk ve Artist Onur ile aynı gruba düşmüştü. İlk klinikleri Ortapedi idi. Bu kliniğin müdürü Ömer Şarlak paşaydı. Kimseye taviz vermeyen, ağzı küfürlü, aksi bir adamdı. Notu çok düşüktü. 70’dan yukarıyı kimseyi layık görmezdi. 15 gün boyunca Şarlak’ın gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçıyorlardı. Her sabah doktorlar, tıp fakültsi, hemşire yüksek okulu, hemşire koleji ve sağlık astsubayı öğrencileriyle 106 hastaları tek tek dolaşan Şarlak, raporları dinliyor ve yorum yapıyordu. 25 kişilik heyetin en sonuna geçiyorlardı. Kafası sivri bir hastanın önünde duran Şarlak, tüm heyeti imtihan etmeye karar verdi. Kafatası uzmanıydı. Her kafatası yapısının içindeki beynin zekasını etkilediğine inanırdı. Bu hastanın kafa yapısını bana anlatın diye dayattı. Kimse bilemedi. Tam izah edecekti ki, Ferruh’u gördü: Oğlum, gel bakayım buraya! Esas duruşa geçen Ferruh, beyaz önlükler içinde tir tir titriyordu. Acaba bir suç mu işlemişti? Şarlak, heyete dönerek altın bulmuş gibi sordu: Şu kafayı görüyor musunuz? Görüyoruz hocam! Bana bu kafa yapısının özelliklerini ve içindeki beyni, zeka yapısını anlatın. Heyet sus pus olmuşlardı. Cevap yoktu. Tek tek sordu. Yine bir bilgi çıkmadı. Ferruh, heyecanla ne çıkacak diye bekliyordu. Şarlak, yanıt alamayacağını görünce kendi anlatmaya karar verdi. Önce hepsine ağır küfürlerle sövdü, saydı. Bu onun karakteriydi. Küfür etmek için bahane arardı. Anlatmaya başladı: Bu kafa milyonda bir bulunur. Adı Serapra Sefolika. Sivri yapısı ile beynin ve zekanın sivriliği birbiriyle örtüşür. Müthiş hafızaları vardır. Ezber kabiliyetleri mükemmeldir. Gördükleri ve duyduklarını asla unutmazlar. Ferruh"a dönerek sordu: Oğlum, sen ya okul birincisi veya ikincisi olmasın. Evet komutanım, ikinciyim. Ben size demedim mi? Ufuk ve Onur, duyduklarına inanamıyorlardı. Yıllardır Everest diye dalga geçtikleri Ferruh"un kafası ender bulunan cinstendi. Devrede günün espirisi idi: Şarlak Paşa onaylı Everest... Sıra not almaya gelmişti. Korkuyorlardı. Sözlü yapan Şarlak paşa epey terletirdi. Odasından içeri girdiler. Şarlak paşa üç delikanlıyı süzdü ve espiriyi yaptı: Bizim sivri kafa da burada. Bu kafaya soru sormaktan içtinap ederim. Zaten ne sorsam eminim hepsini bilecektir. Yanındakiler. Size de soru sormuyorum. Sivrinin yanında dolaşırsanız, bir şeyler öğrenirsiniz. Getirin bakayım, not defterlerini? Ferruh’a 100, Ufuk ve Onur’a 80 yazmıştı. Ferruh, yıllardır kafasıyla dalga geçen Onur’a takıldı: Kafam sayesinde 80 aldın, naber! 107 Dahiliye kliniğinde başlarından geçen hadise ibretlikti. Omuzunda iki yıldız bulunan üst düzey bir generali safra kesesi ameliyatı yapmışlardı ama kendine gelememiş, komada yatıyordu. Ferruh ve ekibinin görevi, her yarım saatde bir nabız ve tansiyon almaktı. Nöbet sırası Ferruh"a geldiğinde paşanın nabzı yavaşladı, tansiyonu üçe düştü. Yani hasta ölüyordu. Ferruh, hemen doktorlara haber vermesi için Ufuk ve Onur’u gönderdi. İşte tam bu sırada koma halinde bilinci olmayan hasta bağırmaya başladı: Nolur götürmeyin beni, gitmek istemiyorum. Cehennemde yanmak istemiyorum. Bir şans daha verin bana, geri döneyim. Söz, iyi bir müslüman olacağım. Anlaşılan Azrail odadaydı. Paşanın amel defteri, gayet açıkki solundan verilmişti ve gideceği ebedi durak olan cehnnem kendisine gösterilmişti. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Kıpkırmızıydı. Dehşet içindeydi. En az iki dakika çırpındı, durdu. Sonu kötü biten bir ölüme şahit olmuştu. Ferruh, nabız ve tansiyonun sıfıra indiğini defalarca ölçtü. Doktorlar geldiğinde kalbi durmuştu. Kalp masajı yaparak geri döndürmeye çalıştılar. Olmadı. Elektirikli şoka da cevap vermedi. En son çare olarak kalbinin üstüne adranalin iğnesi yapıldı. Çabalar yetmedi, vade dolmuştu. Okula dönen devreyi acı bir sürpriz bekliyordu. Sınıf komutanları Kemal Akkarpart’ın tayini çıkmıştı. Ahmet Coşkun dışında tüm öğrenci amiri yüzbaşılar değişmişti. Yeni komutanların görevine başlaması hızlı oldu. Tüm okul içtima alanında toplandı. Yeni gelen bir yüzbaşı konuşma yapacaktı. Kendini Tayfun Atmaca olarak tanıtan yüzbaşı, bir acayip konuştu: Ben, Kıbrıs fethine 1974’de teğmen rütbesinde katılmış bir fatihim. Bugüne kadar Kıbrıs’ta görev yapıyordum. Biliyorum, öğrenciler yeni gelenlere hemen bir lakap takarlar. Boş yere uğraşmayın, ben size lakabımı söyleyeyim. Beni lakabım Orospu Çocuğudur. Bana istediğiniz kadar küfredebilirsiniz, lakabımı da kullanabilirsiniz. Hiç gocunmam. Buraya özel gönderildim. Bu yıl sonunda bazı öğrenciler bu okulu bitiremeyecek, atılacaklar. Kimin hakkında konuştuğumu kendileri anlamıştır. Ayaklarını denk alsınlar, artık meydan boş değil, ben varım. Mesaj alınmıştı. Ferruh, Sedat yüzbaşının Eskişehir’deki lojman evlerinde kendisine söylediklerini hatırladı. Yeni gelen subaylar istihbarahat elemanıydı ve operasyon yapmaları için özel gönderilmişlerdi. Kendini tanıtan ikinci yüzbaşı Atilla Kaya, uzun boylu, dev gibi bir adamdı. Az konuştu, öz konuştu: Beni yakında zaten icraatlarımla tanıyacaksınız. Yeni öğrenci amirinizim. Üçüncü yüzbaşı sınıf okuluna subay olarak gönderilmişti. Kısa boylu, tankçı bir yüzbaşıydı. İsmi Serdar Sarı idi. Ferruh, ertesi sabah nöbet defterini imzalatırken maruzatını arz etti: Komutanım, siz yeni geldiniz, yeni insanlarla belki çalışmak istersiniz. Ben dört yıldır bu görevi yapıyorum Sizden müsade istiyorum. Bu görevi başkasına verin. Bende sıradan bir öğrenci olmak, nöbet tutmak istiyorum. 108 Hayır olmaz oğlum! Kemal yüzbaşı sana bunca yıldır güvenmişse bende güveniyorum. Görevinize aynen devam ediniz. Ferruh, arkadaşlarını toplayarak Sedat yüzbaşının önerdiği takiye yöntemleri konusunda istişare yapmak istedi. Bir çırpıda durumu özetledi: Yeni subaylar buraya özel bir görevle geldiler. Amaçları dindar müslümanları ordudan temizlemek. Bizi en az 6 ay izleyecekler. Bir anket yapacaklar ve kasıtlı sorular soracaklar. Toplantıya katılanlar içinde Elektronik Astsubay okulundan GATA’da Tıp Aletleri Teknisyenliği kursu için gelen Ahmet Türker de vardı. Öne atıldı: Durum çok ciddi gözüküyor. Arkadaşları Ahmet’i Karamürsel kampındaki doğal mescitlerinde görmüşlerdi ama tanımıyorlardı. Çinçin işkillendi: Kim bu arkadaş? Ferruh, Ahmet Vahdi’yi tanıttı. Ünal söze girdi: Takiye yapmak benim fıtratıma ters. Neysem oyum. Beğenmeyen atar mı, satar mı, bilemem. Berhan, Ferruh’u destekledi: Ben Ferruh ne derse onu derim, ne yaparsa onu yaparım. Muammer onayladı: Ferruh’un aldığı istihbarahat ile yeni yüzbaşıların daha ilk günden yaptığı konuşmalar örtüşüyor. Bizi zor günler bekliyor. Benim önerim, haftasonları bir daha asla İhlas Kitabevi ve sohbetlere gitmeyelim. Ömer Faruk tastikledi: Bende aynı fikirdeyim. Bizi takip ettireceklerdir. Üç yıldır okulda gizli namaz kılıyoruz, elbette isimlerimiz ellerindedir. Mustafa Dolu epey korkmuştu: Ben bundan sonra ne namaz kılarım nede sohbete giderim, bana eyvallah arkadaşlar. Mustafa kalktı, gitti ve bir daha da aralarına gelmeyecekti. Vahap şaşırmıştı: Biz kimiz ki bizi takip etsinler yahu! Sıradan namaz kılan gençleriz. Koskoca ordu bizden mi korkuyor şimdi? Güldürmeyin beni! 109 Çinçin, durumun vahametini anlamakta saflık yapanlara ders olacak bilgiyi vermek zorunda kaldı: Arkadaşlar bugüne kadar size söylemedim. Benim abim Polis Akademisi mezunu. Yeni kurulan Emniyet İstihbarat Terörle Mücadele bölümünde memur. Ferruh’un anlattığına benzer bilgi, onlarında elinde var. Ferruh, Sedat yüzbaşının verdiği bilgileri sonuna kadar paylaştı: Orduda yuvalanmış derin bir sol grup, CIA ve Mossad’ın desteğiyle dindar müslümanlara karşı gizli bir savaş yürütüyor. Bunlar Suriye’deki Baas yönetimi tarzı bir diktatörlük peşindeler. Bilmiyorsanız söylüyeyim. Suriye’de yüzde 12 oranında Nusayri Alevisi vardır, ülkenin yüzde 80 nüfusun sözü geçmez. Bunlar İslam dini düşmanıdır, bizdeki derviş Alevi müslümanlara benzemezler. Ülkede Nusayrilerin borusu öter. İktidar, ordu, polis ve istihbarat ellerindedir. Ülkenin tüm serveti onlara akar. Esad ailesi tam firavundur. Hapise düşen diri çıkmaz. Bizdeki Baascılarında Psikolojik savaş merkezleri var. Hücre yapılarına askeri okullardan eleman devşiriyorlar. Çinçin son kararını vermişti: Bundan sonra beni namaz kılarken göremeyeceksiniz. Sizlerle dostluğumu da kesiyorum. Eğer kız arkadaş edinirsem, barlara, diskolara gidersem hiç şaşırmayın. Hatta içki içsem bile... Ferruh aynı fikirde olmakla birlikte kararsızdı: Namaz kılmazsak, arkadaşları nasıl birarada tutabileceğiz, bilemiyorum. Namazları günlük kılmayalım, gece yarısı kalkıp hepsini kaza edelim. Berhan onayladı: Ben varım buna! Öneri Muammer’inda aklına yatmıştı: Zaten her akşam bir arkadaşımızın mutlaka gece koğuş nöbeti oluyor. Namazı bırakırsak kendimizi muhafaza edemeyiz. Ünal’da kervana katıldı: Bana uyar! Ömer Faruk ve Halil’de aynı görüşteydi, ancak Kenan’ın içinde bulunduğu diğer beş kişi namazı tamamen bırakmayı yeğledi. Hepsi sohbetlere gidilmemesi konusunda hemfikirdi. Çinçin tekrar ortaya atıldı: Bu önlemler yetmez. Namazı kesin bırakmazsanız bu hemen çakılır. Hepimiz yalandanda olsa kendimize hayali bir kız arkadaş bulalım. Aşk mektupları yazalım, yazışalım. Herkes bizim nasıl ehli dünya olduğumuzu görmeli. Ferruh senin kalemin iyi. Bence karşı cinsin cevabi aşk mektuplarını sen kaleme al. Dışarıdan postalarız, komutanlarda okur. Bende bizimkileri yazayım. Ferruh öneriyi beğenmişti: 110 Harika bir proje. Ama ileriye gitmeyelim. Çakma kız arkadaşlar gerçeğe dönüşmesin ve bizi zinaya sürüklemesin. Çinçin’in önerileri bitmemişti: Sigara içmeye başlayalım. İçmesenizde cebinizde Maltepe veya Samsun paket taşıyın. Ayrıca sigara içmekten ceza almak zorundasınız. Komutanlar başka türlü bize inanmaz. Ferruh, bu teklife de açıktı: Tamam cebimizde taşıyalım, tek tük içip gösteri yapalım, cezada alalım ama sakın tiryaki olmayalım. Muammer ve Ömer Faruk, sigara içmeyi aşırı tedbir olarak görüyordu. Onun dışındaki tüm arkadaşlar bundan sonra ceplerinde sigara taşıyacak, pasif olarak içeceklerdi. Takiye yöntemleri hemen uygulamaya konuldu. Ferruh, Şirine adlı hayali bir hemşire koleji ile aşk yaşıyordu. Herkesin bir aşığı vardı. Mektuplar arada gidip gelmeye başladıkca, herkes bu tiyatroya inanmıştı. Hatta Ferruh, aşk mektpları yazarı olarak ünlendi. Kara Mustafa’da, Artist Onur’da aşık oldukları hemşirelere aşk mektuplarını Ferruh’a yazdırıyordu. Sigara içmekten ceza almaya başlamışlardı. Kalorifer dairesinde tüm öğrenciler gizli sigara içerdi. Yakalanılması halinde cezası bir hafta sonu izinsizlik ve 3 ceza notunun kırılması idi. Atilla yüzbaşı, baskın yapmış ve sigara içenlerin sigaralarını ve yaka numaralarını almıştı. Ertesi gün hepsinden savunma istendi. Ferruh, bir gün iftiharla sigara içtiğini itiraf edeceğini rüyasında görse inanmazdı. Ancak yeni sınıf subayı Sedat yüzbaşı, buna inanmadı: Oğlum, sen üç yıldır sigara içmemişsin. Kayıtlarda yok. Sınıf arkadaşlarına özenti mi başladı? Sana ceza vermiyorum ki, siciline işlenmesin. Bembeyaz sicile sigara yakışmıyor. Ferruh, sigara içmekten ceza alamadığı için çok üzgündü. Bari dolabımda porno dergisi yakalatayım diye uğraştı ama Serdar yüzbaşı bunu da ceza verecek bir suç olarak görmedi. O günlerde annesi Neslihan hanım çok hastalanmış ve GATA’ya yatırılmıştı. Ferruh, her gün annesini ziyaret ediyor ve kazaya bıraktığı namazlarını ara sıra kaçamak yaparak GATA mescidinde kılıyordu. Hayatında yaptığı en büyük hataydı! İstihbarahat subayları, GATA’da yatan hasta görüntüsünde sürekli mescitteydi, öğrenci avlamaya çalışıyordu. Bunlardan biride üstteğmen Gürkandı. GATA'da tedavi gördüğünü söyleyen güya Tekirdağ'da görevli bir üstteğmen olan Gürkan, tecrübesiz bir Özel Harp subayı olduğunu belli ediyordu. Ferruh’un yanına mescitte yaklaşarak İBDAC adlı yeni kurdukları örgüte katılmasını istedi. 111 Ferruh, saflığa vurarak tüm projelerini öğrendi. Ordudan dindar olduğu için atılmak üzere olduğunu söylüyordu ama tipi, davranış tarzı, kullandığı jargon müslümanca değildi. Güya şeriat devleti kuracaklardı ve askeriyede yapılanıyorlardı. Komünist Troçki’nin öğreti ile Said Nursi’nin öğretileri birleştirilmişti.Gürkan, Nurculuk damarından girerek Ferruh’u avlamak istiyordu. Diğer Nurcu kardeşlerimizinde kendilerine katılmak zorunda olduğunu dile getirdi. Özel harbin subayları bu kadar aptal mıydı yoksa muhataplarını geri zekalı mı sanıyorlardı? En iyi müslüman onlardı. Ajan kardeşimiz dersini iyi çalışmamıştı; herhalde ilk göreviydi. O kadar çok açık verdi ki, Ferruh gülmemek için kendimi zor tuttu. En fazla herşeyi yazadığı not defterine gülmüştü. Şerait devleti kuracağını ve hedeflerini cebinde taşıyan kimseyi hayatımda görmemişti. Hemde kimse anlamasın diye Rusca! Özel Harp subayları, projelerini sahneye koyarak 1989'da Akdoğuş diye kaçak yayınlanan bir dergi çıkartacaktı. Tüm samimi müslüman ve kanat önderlerine savaş açacaklardı. Güya onlar koyun müslüman yetiştiriyordu, aksiyoner tepkici değillerdi, şiddete karşıydılar, sokaklara dökülmüyorlardı. Güya kendileri radikal müslümanlardı. Mehmet Kırkıncı'dan Mahmut Ustaoğlu'na kadar hepsi güya İslamın Türkiye'ye gelmesini istemeyenlerdi ve temizlenmeliydi. En başta da Fethullah Gülen. Müslümanı müslümana kırdırma taktiğiydi. Henüz 17 yaşında iken bu salakların planını anlayan Ferruh’u kandıramadılarda, basiret sahibi, iyi eğitimli ve bilinçli dindar müslümanları mı aldatacaklardı? Ancak Ferruh, Gürkan’ı küçümsemekle hata yapmıştı. Annesinin yattığı kliniğe giden Gürkan üsteğmen annesi Neslihan hanımdan oğlunun ne kadar dindar bir çocuk olduğunu öğrenmişti. Annesi oğlundan iftiharla bahsetmiş ve dindar oğlunun okuduğu kırmızı Risaleler ve gittiği sohbetler sayesinde bilinçli bir müslüman haline geldiğini anlatmıştı. Gürkan’ın yazıdğı rapor iğrençti: Annesi başörtülü bir gerici. Oğlunun koyu dindar müslüman olduğunu ve illegal örgütlerin sohbet adlı toplantılarında gittiğini onayladı. Annesi Neslihan, Ferruh’a Gürkan üstteğmene neler anlattığını söylediğinde, Ferruh’ın yüzü kızardı, morardı. Belli etmemeye çalıştı. Annesi, kendisini ordudan atmaya çalışan istihbaratçılara oğlunu kendi diliyle ihbar ettiğini öğrense çok üzülürdü. 112 Yirmialtıncı Bölüm: Son Kış Tatili Ferruh, Ocak 1987 başında kış tatili için memleketi Eskişehir’e gelmişti. Aylardır bir halı üzerinde namaz kılmamıştı. Hemen Odun Pazar’ındaki Ulu Cami"ye koştu. Yıldıztepe Hava lojmanlarında derin bir korku subay ve astsubaylara hakimdi. Ellerini Yaradanına açan Ferruh, derin düşüncelere daldı: Bir subayı çocuğunu elinden tutup camiye götüremiyordu. Götürmeye cesaret edenler, ancak terfilerinden vaz geçen, emekliliğini bekleyen ya da YAŞ kararlarıyla sessizce re’sen emekli edilmeyi göze alan astsubay ve subaylardı. Camiye giden veya çocuğunu götüren bir subay veya astsubay, TSK'da hemen ‘irticacı' damgasını yer, ordudan ihraç listesine yazılırdı. Ne ordu mensupları ne de devlet yöneticileri, kendi halkından korkmamalıydı. Onlar; halk için, halka hizmet için vardılar. Esasen onların varlık sebebi de halktı. Halkından kopuk bir devlet ve ordu, asla huzur bulamaz, başarılı olamazdı. Türkiye'nin sancısı buydu. Peki neden dinine düşmandı ordu. Neden Osmanlı mirasını ret ediyordu. Neden sahte yazıldığı her halinden belli. Lşme lşme dmkülen çakma bir inkilap tarihi ile toplum kandırılıyordu. Koskoca Türkiye neden cumhuriyet tarihine sıkıştırılıyordu. Zaten 1923 ile 1950 arasını araştırmakta yasaktı. Kişi bilmediğinin cahiliydi. Silahlı Kuvvetler mensuplarının yeterli din eğitimi alt yapısı olmadığı gibi din öğretimi konusunda da son derece zayıf yetiştikleri kesindi. Bu eğitim ve bilgi yetersizliği, onları inanç konusunda hata yapmaya ve yanlış icraatlarda bulunmaya sevk ediyordu. Neredeyse dini kitap okumak, dini konuları konuşmak, dini yaşamak, bir suç gibi algılanıyordu. Ne yazık ki, ordu içinde, dini ve dini yaşantıyı bir irtica gibi gören anlayış hakimdi. Bu algı ve anlayışın kalkması, irtica korkusundan ve kaygısından uzak, dini doğru öğrenmek, anlamak ve yaşamakla mümkündü. Ferruh"un kafası sorularla doluydu: Askeri okullarda okuyan öğrenciler, bu halkın çocukları değil miydi? Ordu bu halkın ordusu, asker bu halkın askeri ise, bu tecrid niyeydi? Ülkesine hizmet etmek üzere yetiştirilen bu subay ve astsubaylar, bu ülkenin insanlarıyla gönül gönüle, omuz omuza olduğu zaman daha iyi hizmet etmiş olmazlar mıydı? Dış mihraklara ve düşmanlara karşı elbirliği içinde, daha koordineli, güçlü ve güvenli hareket etmezler miydi? Halkına yabancı bir ordu düşünülebilir miydi? Bu ikilemi ortadan kaldırmak bu kadar zor muydu? 12 Eylül darbecileri Din ve Ahlak Kültürü adında bir dersi Milli Eğitim okullarına koymuştu. Buna Din eğitimi değil de din öğretimi demek daha doğru olurdu. 113 Genel liselerde bile „din kültürü ve ahlak bilgisi' dersi çok yetersizken TSK'de bu seviye daha da düşüktü. Zaten yeterli ve gerekli dini bilgiler verilseydi, ordu mensupları içinde din olgusu hala bir tehdit unsuru olmaz, bir irtica aracı olarak görülmezdi. Askeri okullarda, TSK mensupları arasında dini kitaplar satın almak, okumak, bulundurmak ve dini yaşamaya çalışmak son derece sakıncalı ve adeta bir suçmuş gibi telakki ediliyordu. Ailelerin devreye girip dini bilgileri takviye etmeleri, devlet ve özel okullarda mümkün ve normaldi. Ancak askeri okullarda böyle bir teşebbüs, öğrencinin okuldan ilişiğinin kesilmesine kadar giderdi. Zaten öğrenciler askeri okullara alınırken sıkı bir soruşturma geçirmekte, dindar olan, camiyle, cemaatle, İslami faaliyetlerle ilgisi bulunan ailelerin çocukları önceden elenmekteydi. Kasvetli düşüncelerle eve dönen Ferruh, komşuları Sedat yüzbaşı ile babası Orhan astsubayın tavla oynadıklarını gördü. Odasına çekilmek istedi. Sedat yüzbaşının homurtusunu duydu: Senin oğlan galiba yine camiden geliyor. Orhan astsubay gururla gerildi: Çok şükür, oğlum dindar ve ülkesini Allah'ı sever gibi seven bir genç. Astsubayım kendine gel. Senin oğlanı okuldan yakında atacaklar. Nereden biliyorsun? İstihbarat raporlarını okudum. Senin oğlanda listede. Ferruh, birden kulak kesildi. Ne oluyordu? Lütfen daha açık konuşur musunuz? Çantasından bir belge çıkartan Sedat yüzbaşı, ağır ağır içinden bir paragrafı okumaya başladı: Her yerde, özellikle askeri okullarda irtica var kampanyası başlatılsın. Sadece eşi kapalı olan, namaz kılan değil, sağcı, milliyetçi, yarın irticaya kaçması veya size engel olması muhtemel herkesi yazın, ilgili mercilere şikâyet edin, onların adına dinci dergiler, gazeteler gönderin, akrabalarının adını öğrenin, onların isimleriyle başlarını belaya sokacak mektuplar, kartlar gönderin. Bu saçmalık ama. Ben kendi halinde namaz kılan bir öğrenciyim. Devlete ne zararım var? Oğlum, anlamıyorsun. Orduda sizin gibi mensup istemiyor üst düzey komutanlar. Bak sana bir kaç cümle daha aktaryım: 114 ‘Okullarda namaz öğrencilere kız arkadaşlıklarını teşvik edin, yapabiliyorsanız, Osmanlı hayranlığını kırın. Cinsel konularda sınırları zorlayın, çünkü bu konu insan zaafının başında gelir.’ Buda ne demek şimdi? Emir yukarıdan geliyor. Ama çok gizli damgasıyla ve özel ulakla geldi. Yani resmi yoldan gelmedi, kayıtlarda yok. Kim bunlar komutanım? Sedat yüzbaşı, başka bir özel mektup açtı ve bir paragrafını okudu: “Arkadaşlar çok çalışsın bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim olacaktır, Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Bektaşiliği yaratmak zorundayız. Mason Bektaşiler Alevileri kullanmalıdır.” Mason Bektaşi veya Aleviler mi? Benim Alevilerle bir sorunum yok ki. Namaz kılan pek çok Alevi arkadaşımız var aramızda. Mason Bektaşileri tanımıyorum. Sorun bu işte! Yanlış adamları namaza alıştırmışsınız. Derin bir nasıra basmışsınız. Üst düzey komutanlarımızda dine alerjisi olan Mason Bektaşi çoğunluktadır. Bak sana bir kaç satır daha okuyayım, gerisini sen anla: ‘Mason Bektaşi olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin, dine soğuk olmayan herkesin anti laik olma ihtimali uzun vadede de olsa olabilir. Bektaşi olmayan birlik komutanlarını, yoksa laikleri sıkıştırın, çokça eğlence düzenleyin, dansöz ve içkiye zorlayın. Din ve milliyetçilik duygusunu zayıflatan yolların neler olduğu açık bularak kullanın ............................................................................... ’ Başka ne gibi saçmalıklar var bu emirlerde veya özel kararlarda? Sedat yüzbaşı okumayı sürdürdü: Türklerin üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın. Hanımlarınız dekolte giysin diğerlerinin hanımlarını açık giymeye teşvik etsin. Bunlar ordunun resmi görüşü olamaz. Değil zaten. V. K. ve Ç. D.’ın başını çektiği grubun toplantısında alınmış kararlar. Toplantıya sadece Alevi Bektaşi istihbaratçılar katıldı. Bende Aleviyim. Babanı severim. Sizde Çorumlusunuz, hemşeriyiz diye sana bunları söylüyorum. Lütfen hepsini okur musunuz? Bir kısmını daha aktarayım ama bunlar aramızda gizli kalacak. 115 Peki! Söz veriyorum. - Mason Bektaşiler bu ülkede bir gurur kaynağı olana kadar, yani memleketi avucumuza alana kadar herkes kendisini gizleyecek. - Muhittin Fisunoğlu, korgeneral iken, ‘ben karımı oynata zıplata bu noktaya geldim’ demişti. Bizim için de ölçü bu olmalıdır" - Deşifre olmuş Mason Bektaşiler ... Sevgi desinler insanlık desinler ama ülke için oynadığımızı belli etmesinler. - Bunu dışında hiç kimse ateist olsa bile güvenilmeyecek... - Hal hatır soranlara, "Allah’ a şükür" densin. Bizi dinci sansınlar... - PKK’ya karşı savaşanlara el altından şu mesajı gönderin, "sakın ha ölmeyin, bırakın Atatürkçü olsa da Anadolu köylüleri ölsün" - Herkes, çalıştığı yerde irtica var yaygarası koparsın... İrtica korkusu olan mektuplar iş adreslerine postalansın... Peki MİT bunları bimiyor mu? Bu resmen ayrımcılıki bölücülük, orduda ikilik demek! Biliyor. Elimde olan MİT raporuna göre: Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde illegal- etnik yapılanma vardı ve içerisinde kurmay subaylar, askeri öğrenciler ve sivil unsurlar ‘karargâh evleri’ adı verilen bir çatı altında hücre şeklinde örgütleniyor. Bunları neden tasfiye etmiyorlarda namaz kılanlarla uğraşıyorlar? Çok inatçı bir çocuksun. Sana yapıyı daha net anlatayım ama başka soru sorma: Evvela şunu peşinen biliyoruz: Hiç bir terör örgütü, istihbarat desteği almadan, yabancı istihbaratların kontrolüne girmeden ve kara ekonomiden nasiplenmeden yaşayamaz. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yapıyı kuran Milli Birlik Komitesi Konseyi, sol ve sağ örgütleri yeniden kurguladı. Davasına sadık Türk solu ve sağı işlerine gelmedi. Bu nedenle, “çakma derin” sol ve sağ yapılanmalar oluşturuldu. Türk ekonomisinin yüzde 70’i kara veya kaçak ekonomidir. Uyuşturucu, silah, insan ve bilumum mal kaçakçılığı, o yıllarda emniyet, asker, medya, yargı ve istihbaratın “kara koyunları” tarafından yürütülür, ‘mafya bozuntuları’ kullanılır. Kirli işler kirlenmiş kişilerle yapılır veya defosu olmayanlarda defo açılarak iş görülür. Türk İntikam Tuğayları’nda (TİT) heyecanlı ülkücüler devşirildi. Abdullah Çatlı. Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı gibi. Mafya babası Dündar Kılıç, Dev Sol ve DHKP-C"nin finansörüdür. İki koluda aslında yöneten aslında Özel Harbin istihbarat subaylarıdır. 116 Babalar operasyonu ile Kılıç’ın başı derde girdiğinde avukatlığını Tahsin Şahinkaya’nın avukatı ve akrabası Mümin Kavalalı yapmıştı. Banker Bako skandalında ülkeyi soyan elit grubu savunan avukat, Hüsameddin Cindoruk idi. Şahinkaya’ya, İsviçre’deki villasını neden silah kaçakçısı Avni Musullulu’ya aldırdı. Ermeni kökenli uyuşturucu kralları Behçet Cantürk ve halen ABD’de kaçak yaşayan İstanbul Emniyet eski Müdürü Şükrü Balcı ile derin ekonomik ilişkileri var. Bu paialarımızı sorgulamak, yargılamak anayasamızın 15. maddesine aykırıdır. Suçtur. Ancak kayıtlarımız sağlamdır. MİT’de saklı pek çok dinleme kasetlerimiz bulunuyor. Kozmik odada saklanıyor, yani artık devletin derin hafızasında duruyorlar. Bu bilgiler, çok gizli MİT raporlarında mevcuttur. İstihbaratçı Mehmet Eymür, gerekli araştırmayı yaptı ve tehlikenin boyutları konusunda gereken uyarıda bulundu. Ordudaki solcuları kontrol ve yönlendirmek için yeni bir sisteme ihtiyaç duyulduğunda paşalarımız, 1960 ve 70’li yıllarda olduğu gibi Doğu Perinçek ile anlaşma yaptı. Oysa Dev Gençciler, geçmşte Perinçek’i “işbirlikçi” ve “sahte devrimci” olmakla suçlamıştı Milletimizin hafızaları balık gibidir. Aptallar çoktur. Aynı yerden defalarca sokulur, yinede deliğe elini uzatır. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Perinçek’in ihtilalci örgütü ile ilişkisi tespit edilen subaylar, “Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü” ve “Şafak Subaylar grubu” davalarından yargılandı. Perinçek, 1980 öncesindeki yayınlarıyla Ordu’yu ve MİT’i hedef alıp, her iki kurumda oluşturduğu zaafiyetlerle Türkiye’nin 12 Eylül 1980’e gelmesine katkı sağladı. 1985’de hapisten çıkartılan Perinçek’e, sol örgütleri birbirine düşürme, parçalama ve provokasyonlar için “saftorik devşirme” görevi tekrar verildi. Hemde Atatürkçülük ve ilericilik söylemleriyle. Cibilli veya ideolojik din düşmanılar. Zaten bu yüzden seçildiler. PKK’yı kontrol için devşirilen subaylar, Perinçek’in hücre evlerinde yetiştirdiği ‘Marksist’ ve ‘Maocu’ subaylardan seçiliyor. Perinçek’in PKK ilgisi, elebaşısı Abdullah Öcalan’la farklı zeminlerde dostluğa dayanıyor. Perinçek’in “Faşist ordu” diye ordumuzu küçümsesine bakma. TSK’yı zaafa düşürecek her türlü yayını Perinçek’in 2000’e Doğru dergisinin sayfalarında görmek mümkündür. Karanlık yayınlarında Perinçek, tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi, yine kontrgerilla dizileri ve infaz haberleri yayınlıyor. Terör mücadelesindeki askerlerin motivasyonunu kırmıigibi gözüküyor. Oysa asıl hedef saf veya şartlanmış solcu beyin takımını avlamak. Bunları bu sayede etrafında toplamayı başardı. Perinçek’in kime çalıştığını, Özel Harp ve yabancı istihbaratlarla ilişkisini anlayan, yaptığı dezenformasyonlara dayanamayan onu terk ediyor. Bu adamlara sen sen ol kesinlikle bulaşma. Yabancı istihbaratlar, özellikle CIA ve Mossad ile ortak çalışıyorlar. Sedat yüzbaşı. Uzun ve derin konuşmasını bitirdiğinde Ferruh ve Orhan astsubayın ağzı açık kalmıştı. PKK demek ki ordu tarafından kullanılıyordu. Bu işi yapan Perinçek ve ekibine devlet gebeydi. Onlarda yabancı istihbaratlara gebeydi. Bu nasıl bir çarpık ilişkiydi böyle? Orhan Astsubay kararını vermişti ve sert bir dille bunu oğluna tebliğ etti: Oğlum, kesinlikle bir rekat bile gizli veya açık namaz kılmayacaksın. Mezun olduktan sonra ileride kılarsın. Ferruh’un Eskişehir’den Ankara’ya okula dönüşü hüzünlü olmuştu. Çok sevdiği okuluna bu sefer ayakları gitmiyordu. Nizamiyede uzun bir kuyruk olduğunu gördü. Sıraya geçti ve en arkadaki Çinçin’e sordu: 117 Neler oluyor burada, Çinçin? Atilla yüzbaşı arama yapıyor. Ne arıyormuş? Allah’tan belasını! Bu yorumu duyanlar toplu halde gülmeye başlayınca Atilla yüzbaşı işkillendi: Hey, en arkadakiler, kesin tıraşı! Ortama yeniden ölü sessizliği hakim oldu. Aranma sırası Ferruh’a geldiğinde Atilla yüzbaşı, öne atıldı ve sert konuştu: Bırak asker, onu ben arayacağım! Ferruh, kötü bir şeyler olacağını sezinliyordu. İki valizi darmadağan eden yüzbaşı, define bulmuş serseriler gibi sevindi. İşte buldum! Bulduğu astsubay çavuş pırpırları dikili havacıların yaz kıyafetiydi. Annesi Neslihan hanım, bu yaz Ağustos’da mezun olacağını bildiği için babasına her yıl verilen havacı kumaşından elbise dikmiiti. Nede olsa terziydi. Ferruh, acaba ne diyecek diye idamını bekleyen mahkumlar gibi boynunu büktü. Atilla yüzbaşı, önüne getirilen sanığı kafada peşinen mahkum eden taraflı hakimler gibi hükmünü verdi: Sen bu kıyafeti giyemeyeceksin. Hak etmiyorsun. Buna el koyuyorum. Ferruh, fırtanın ilk esintisini duymuştu. Anlaşılan idam fermanı imzalanmıştı. ‘Ağzımla kuş tutsam, bu murdar adam beni atacak’ diye içinden geçirdi. 118 Yirmiyedinci Bölüm: Operasyon Başlıyor! 1987’in Şubat ayının ilk haftası idi. Yüksek tirajlı Nokta dergisi kapak haberini ‘Askeri Okulda İrtica’ konusuna ayırmıştı. Tören adımı ile yürüyen bölükten başı ileri fırlayan karikatür molla tipi mide bulandırıcıydı. Kafasında take, kir bir sakal, seyrek dişler, elinde tesbih ile irticayı simgeliyordu. Haberde, Elektronik astsubay okulundan üç öğrencinin hafta sonu Ankara"nın Abidinpaşa semtinde gittikleri bir evin fotoğrafıda yer alıyordu. Öğrencilerin ad ve soyadlarının baş harfleri verilmişti. Ferruh, A.V.T baş harfli kamp arkadaşını hemen tanımıştı. Ilgaz dağında yaptıkları kampta tanıştığı diğer iki isim M.P ve E.T’de haberde geçen isimlerdi. Gittikleri evde güya İ.K ile buluşuyorlardı. Örgüt evi izlenimi verilen mekan, Dev Sol ve Dev Genç gibi sol tandaslı illegal yasadışı örgütlerin evlerine benzer bir tanımla anlatılıyordu. Güya burada devleti bölmek ve yıkmak amacıyla ideolojik eğitim veriliyordu. Nokta"nın askeri istihbaratdan aldığı belli servis haberi, yıldırım hızıyla basında alıntılandı. Artık gündem orduda irticaydı. Hürriyet ve Milliyet gazeteleri bir yerden işaret almış gibi ortak manşetler atmaya başladılar. “Yine bunların düğmesine basıldı” diye ifade edilecek şekilde yayın yapmaya başladılar. Gazeteler 1987’nin tüm Şubat ayı boyunca hemen hergün “Orduda irtica”, “Laiklik elden gidiyor”, “Laikliğin kalesi olan ordu elden gidiyor” şeklinde manşetler atmaya başladılar. Tam o günlerde Kenan Evren Adana’da bir konuşma yaptı: “Silâhlı Kuvvetler’de olan bitenin farkındayız ve bunun gereği yapılacaktır” Bu konuşma sanki bir işaret gibiydi. Ondan sonra Silâhlı Kuvvetler’de bütün birliklere Askerî İstihbarattan, Genelkurmaydan oluşturulmuş bir heyetti. “Yıkıcı ve bölücü faaliyetler” konulu konferanslar verilmeye başladı. Tüm askeri okullarda aynı şey yapıldı. Sabah saat 9’da başlanıyor, akşama kadar sürüyordu. İlk başta yarım saatliğine komünizm ile ilgili çalışmalardan bahsettikten sonra yıkıcı bölücü faaliyetler adı altında, irticai faaliyetler başlığı gündeme geliyordu. Akşama kadar o irticai faaliyetler adı altında Nakşibendiler, Süleymancılar, Nurcular anlatılıyordu. Hepsi iç düşmandı. GATA’nın en büyük salonunda Tıp Fakültesi, Hemşire Yüksek Okulu, Askeri Hemşire Koleji ve Sağlık Astsubay sınıf okulu öğrencileri toplandı. Ortapedi Kliniği Başdörektörü Prof. Dr. Tuğ general Ömer Şarlak paşa bir konuşma yaptı. Neden GATA Konutanı Tüm general Necati Kölan değilde Şarlak konuşuyordu? Şarlak Paşa, ‘ Deli Kafatascı’ lakabıyla meşhurdu. Herkesin kafa yapısına göre üstün veya üstün olmadığına bir bakışta karar verirdi. Konuşması daha ziyade bir takdimden ibaretti. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim Ağah Çubukcu’yu tanıttı: ‘Laik cumhuriyetimizin modern din aydını sizleri aydınlatacak’ Ferruh, salonun en arkasında uykuya dalmıştı. Konuşması yalan dolan dolu olan bir din profesörünü ilk defa örüyordu. Ayetleri ve hadisleri böylesine hoyratca çarpıtan birinin imanından şüphe edilirdi. 119 Bodur Mehmet Tıbık, arkada uyayanları görmüştü. Ferruh ensesine inen bir şaplak ile gözlerini dört açıverdi: ‘Kandıralı, sen bilhassa dinle! En öne geç bakayım!’ Ferruh, zoraki biçimde en ön sandalyeye oturunca Çubukçu’yu can kulağıyla dinlemeye başladı: Çocuklar! Sizin okumanız, vatanınız için nöbet beklemeniz, hastalara şifa dağıtmanız birer ibadettir. Bu nedenle namaz kılmanıza, oruç tutmanıza Allah"ın ihtiyacı yoktur. Bu ibadetler sizden düşer, muafsınız. Ferruh, içinden küfretmemek için dilini ısırdı. Namaz ve oruçla ilgili fetva veren Çubukcu, resmen bu kadar insanın vebalini üzerine alıyordu. Bu saçma fetvayla çocuk mu kandırıyordu. İç düşman brifinginde ayrıntılara geçildiğinde kürsüye Albay İrfan geçti. Tüm tarikatları ve cematleri irticai örgüt olarak anlattı. PKK ve ASALA ile Nurcuları aynı kefeye koydu. Kendilerine göre yaptıkları tasniflerle Nurcular başlığına gelindiğinde epey uzun bir süre bu konuyu işledi. Ferruh, Nurcuların Said Nursi"nin ölümünden sonra sekiz farklı cemaate, gruba ayrıldığını ilk defa duyuyordu. Yazıcılar, Okuyucular, Kurtoğlu cemaati, daha bilmem ne! Listede Dahhakcılar yoktu. Ertesi gün operasyonun en vurucu anı gelip çatmıştı. Sağlık Astsubay hazırlama ve Sınıf okulunun tamamı yemekhanede toplandı. Sıra CIA ve MOSSAD’ın sorularını hazırladığı ankete gelmişti. Atilla yüzbaşı anket yapılmadan önce sert konuştu: “İrticai faaliyetlerle uzaktan yakından ilgisi olan varsa bize bildirsin. Eğer bu şekilde bildirirseniz biz sizi affedeceğiz. Biri size yazarsa yandınız. Biz tesbit eder ve bu durumu ortaya çıkarırsak okuldan atacağız” Bu anketin yapılacağını Ferruh, 6 ay önce öğrenmişti. Kuleli Askerî Lisesinde, Deniz Astsubay Okulunda ve Deniz Lisesinde aynı anket, Kasım 1986’da yapılmıştı. Kendilerine sıra 1987’de Şubat’ın ikinci haftası gelmişti. Fırtınanın geldiği zaten aşikardı. Okulda 15 gün önce tüm izinleri iptal edilmişti, istihbarat ekibi okulda sürekli öğrenciler üzerinde bu çalışmayı yapıyordu. Fakir öğrenciler atılmaktan çok korkmuştu. Kimisi annem başörtülü, kimisi diyordu, kimisi ise dedem sakallı. Bir başkası, sanki suçmuş gibi ‘Babam namaz kılıyor’ diye ankete yazdı. Korktukları, aileleriyle ilgili neler varsa hepsini teker teker söylüyorlardı. Ankette dişe dokunur şekilde ihbarda bulunan öğrenciler ve velileri ile ilgili bir sorgulama sürecine başlamıştı. Ferruh, kendisi ve namaz kılan arkadaşları ile ilgili birşey çıkacağı noktasında ciddî endişeliydi, ama bir hafta geçmiş ses seda çıkmamıştı. Ferruh, tufanı atlattık diye sevinirken, artık birşey çıkacağı endişesi azalmışken bir gün nöbetçi öğrenci hiç alâkasız bir vakitte “Öğrenci Amiri seni çağırıyor” dedi. 120 ‘Dev Deli Dumrul’ lakaplı Atilla yüzbaşı, Bodur Mehmet Tıbık ve ‘Karamurat’ Ahmet Coşkun yüzbaşılar onu bekliyordu. Bodur Mehmet, çok sert bir ifadeyle: Sen ne yapmışsın be oğlum! Ferruh, kıpkırmızı olmuştu. Diyecek tek kelime bulamadı. O zaman Ferruh, anladı ki birşeyler olmuş. Bodur, insani yönü olan bir yüzbaşıydı. Krize giren Ferruh’u rahatlatmak istedi. Kısık sesle konuşuyordu: Ailenden yana filan kötü bir haber yok, merak etme! Okulda sana düşman olan öğrenci var mı? Ferruh, hızlı biçimde düşündü. 4 yıldır devresinin koğuş nöbetlerini yazıyordu ve sınıf başkanıydı. Elbette pek çok öğrenci ona ister istemez kin biliyordu. Tahminde bulundu: Komutanım, Eskişehirliler beni sevmez. Onlara en kötü nöbetleri yazdığımı düşünüyorlar. Kabul edersiniz bizim Eşekler sınıfını idare etmek kolay değil! Yok oğlum, bunu kast etmiyorum. Atilla yüzbaşı, bu kadar kibarlığa daha fazla dayanamadı ve baklayı ağzından çıkardı: “ Hergün okulda vukuat yoktur tekmili veren 314 Ferruh Kaplan! Okulda asıl vukuat sensin! ” Anlamadın komutanım. Anlayacaksın. Ahmet Coşkun, masasının üzerinde duran Nokta dergisinin Şubat’ın ilk haftasında çıkan irtica sayısını Ferruh’a fırlatır gibi uzattı: Göz at bakalım. Bu haber dosyasıyla senin bir ilgin var mı? Nokta dergisinin 11 Şubat 1987’de yayımladığı 5. Sayısında kapak dosya haberinin başlığı: Askeri Okulda İrtica’ydı. 3 dakika içinde gözden geçiren Ferruh, bir çırpıda cevabı yapıştırdı: Yok komutanım. Bu öğrenciler Elektronik astsubay okulundanmış... Atilla yüzbaşı, turnayı gözünden vuran avcı gibi çığlık kopardı: Bir tanesi değil. A.V.T. bir yıldır bizim okulda okuyan Ahmet Vahdi Türker mi? Bilmiyorum komutanım. Bodur Mehmet, 'gizli' ibareli bir evrakı sümenin altından çıkardı: “Burada sizin şimdiye kadar irtibat kurduğunuz kimseler, içinde bulunduğunuz faaliyetler, hepsi yazılı. Atılmanıza yetecek kadar bilgiye sahibiz, ancak ben sizleri kurtarmaya çalışacağım. Sen liseden itibaren neler yaşadığını, kimlerle görüştüğünü bize anlatacaksın.” Blöf yaptığı her halinden belliydi. Yalan söylemeyi beceremezdi. Ferruh, net konuştu: 121 “Neyi anlatmamı istediğinizi anlamadım.” Bodur, bu sefer biraz sertleşti: “Benim canımı sıkma, asabımı bozma, ben sizin için uğraşıyorum” Amerikan filmlerinde olduğu gibi iyi polis, kötü polis oynuyorlardı. Kötü polis konumundaki Atilla yüzbaşı, bir kâğıt uzattı: Geçmişinizi yazılı olarak anlatacaksın. Seni tekrar çağıracağız. Şimdi çıkabilirsin. ‘Emredersiniz komutanım’ Ferruh, başı ile selam verdikten sonra sert bir asker dönüşü yaptı. İçlerinde bir köstebek veya bir muhbir vardı. Veya anketdeki sorulara bazı öğrenciler ahmakca cevaplar vermiş olmalıydı. 122 Yirmisekizinci Bölüm: Köstebek, Muhbir ve Dost Kazıkları! Öğrenciler arasında bir veya birden fazla köstebek veya muhbirin olduğu kesindi. Namaz kılan öğrencilere tek tek operasyon yapılacağını anlatan Ferruh, anlaşılan 6 aydır boşuna konuşmuştu. Kısa bir soruşturmadan sonra bir köstebek birde muhbir bulundu. İki kişide atılmaktan korkarak abartılı bilgiler sunmuşlardı. Köstebek’in adı bir alt devreden 3. sınıftan Ufuktu. Parlak bir Bursalıydı. Kısa bir araştırmadan sonra köstebeklik sebebi bulundu. Tüm dersleri zayıf olan Ufuk, nedense okuldan atılmaktan yırtmıştı. 2. Sınıfın sonunda kapı önüne konması gereken Ufuk ile Atilla yüzbaşı anlaşılan gizli bir anlaşma yapmıştı. 1986 Eylül’ünde 3. Sınıfa başlayan Ufuk, nasıl olmuşsa 10 zayıf dersini yaz bütünleme sınavlarında başarıyla vermişti. Bu imkansızdı. Başarısızlıktan çoktan atılması gerekirdi. 3. sınıf başında birdenbire değişen Ufuk, 6 aydır güya namaz kılıyordu. Oysa gerçekten namaz kılanların namazı tamamen bıraktığını sağır sultan bile duymuştu. 3. sınıfın geçmişte namaz kılan uyanık Kayserilileri Musa ve Adem’i adım adım izlemişti. Düzenli olarak yüzbaşıya rapor vermişti. Günde kaç defa tuvalete gittikleri bile kaydedilmişti. Namaz kıldıklarını görmemişti ama raporunda eskiden namaz kılıyorlardı diye yazmıştı. Adem, son bir haftadır şüphelendiği Ufuk’u takip ediyordu. Bu defa roller değişmişti. Komutan katına sık sık çıktığını sivil bir memurdan öğrenmişti. O gün kendiside bir gölge gibi Ufuk’un peşine takıldı. 007 James Bond gibi sessizdi. Kapı aralığından gelen sesler karşısında irkildi. Duyduklarına, anahtar deliğinden gördüklerine inanamadı Adem. Ufuk ile Atilla yüzbaşı arasındaki ilişki iğrençti. Ufuk’un lakabı zaten ‘Top’du. Diğer sınıflardan toplarla buluştuğu biliniyordu. Az sayıda da olsa okulda gay öğrenci vardı. Kimse onları sevmezdi. Atilla yüzbaşı, durumdan vazife çıkararak top Ufuk’u epey kullanmıştı. Ufuk’un düzenli olarak Atilla yüzbaşının odasına uğradığı artık kesinleşmişti. Durumu Ferruh’a anlatan Adem ve Musa, bundan sonra ne yapacaklarını kestiremiyorlardı: Dövsünler mi, yoksa sövsünler miydi? Ferruh, sakin olmaya çağırıyordu. Ahmet Vahdi duruma el koydu ve kararını verdi: Onunla ben kibarca konuşacağım. Köstebekliğe son vermesini isteyeceğim. Dövmek, sövmek bizim yöntemimiz değil. Cezasını Allah versin. Kendi devrelerindeki muhbirin kim olduğunu anlamakta gecikmedi Ferruh. 1. sınıftan beri kendisine düşman olan bazı devre arkadaşları, devrede kimlerin namaz kıldığını rapor etmiş olmalıydı. Ferruh’u asıl yaralayan dost kazıklarıydı. 1. sınıftan beri namazlarını hiç aksatmayan Kenan Boyacıoğlu, anketde çözülenlerdendi. Lakabı ‘Kibarcık’ olan İzmirli İsmail Kenan, nazik konuşma stili ve kadife gibi ince sesiyle herkesin dostu, arkadaşıydı. Kırk yıl düşünce ondan zarar geleceğini tahmin edemezlerdi. Ahlak ve fazilet abidesiydi. Ağzına küfür aldığını işiten olmamıştı. Hem derslerinde 123 başarılı hem disiplinliydi. 6 ay önce kendilerine operasyon yapılacağını ilk onunla paylaşmış ve karşı strateji belirlemişlerdi. Kibar Kenan, yüzünden düşen bin parça biçimde Ferruh ile özel görüşmek istedi. Lafı uzatmadan, gevelemeden anketde ne yazdığını Ferruh’a söyledi: Ben bu okula İzmir’de özel bir dershanede hazırlanarak geldim. 2. sınıftan itibaren seninle beraber gittiğimiz İhlas Kitap Evi ve katıldığımız Risale sohbetlerini ankette yazdım. Çok pişmanım. Seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm dostum! Neden yaptın Kenan! Bana düzgün namaz kılmayı, kamil insan olmayı sen öğrettin! Benim ailem çok fakir Ferruh. Eve yüklü bir tazminat borcu ile yüzü yerde dönersem, annemin yüzüne bakamam. Bu utançla yaşayamam. Affet beni, hakkını da helal et! Nasıl olursa arkadaşlarını hiç düşünmezsin! Atilla yüzbaşı bana anlaşma teklif etti. Geçmiş yıllarda namaz kıldığımızı biliyorlar. Bana bir suçlu muamelesi yaptı. Bir asker çocuğu olarak şehit olan babamın yüzünü kara çıkartmamam gerektiğini vurguladı. Ne doğru ne yanlış düşünemedim. Lütfen beni affet! Kibar Kenan, bir eşeklik yapmıştı. Hemde Eşekler Sınıfına taş çıkartan cinsten bir eşeklik! Affedilmesi zordu. Kenan gibi bir arkadaş kırk bin defa hata yapsada affedilirdi... Ferruh, Kibar Kenan’ın içinde bulunduğu psikolojiyi anlamıştı. Ne diyebilirdi: Hakkım benden yana sana helal olsun! Başka kimsenin ismini verdin mi? Kırşehirli ‘Gevrek’ Halil ve Konyalı ‘Uzun’ Berhan Yüzbaşı’yı biliyorlar. Başka kaynaklardan amma. Nasıl kaynakmış bu? Sanırım 2. sınıflardan bir öğrenci bir kağıt imzalamış ve tüm namaz kılanların listesini vermiş. Sen nereden biliyorsun bunu? Atilla yüzbaşı, direncimi kırmak için bana gösterdi. Yelkenleri suya indirdim. Direnemezdim. Ferruh, namaz kılanları sızdıran ismi bulmakta ecikmedi. İkinci dost kazığı Denizlili Serhatden gelmişti. Hemde dev bir kazık. 2. sınıftaki öğrencilerden en güvendiği isimdi. Güvendiği dağlara karlar yağmıştı. Askeri okula girdiğinde namaz kılan Serhat, muhafazakar bir ailenin mensubuydu. Annesi ve babası Demokrat Parti’nin kurucularındandı. Aslen Aydınlıydılar. Adnan Menderes ile uzaktan akrabalıkları bile vardı. Atilla yüzbaşı ile anketden önce anlaşma yapanlardandı Serhat. Utancından artık selam dahi vermiyordu. Onun tarafından satıldıklarını anlamaları, bu nedenle kolay olmuştu. İki aydır ortalarda görünmüyordu. Namaz kılanlarla ilişkiyi koparmıştı. Atilla yüzbaşı, 2. sınıfların ve 1. sınıftan namaz kılanların tam listesini ondan almıştı. 3. sınıftan Adem ve Musa’nın ve namaz kılan diğer ekibin ve 4. sınıftan 124 ise Ferruh’un adını verdiği kesindi. Okulda geçen yıl namaz kılan 80 kişi vardı. Serhat, aşağı yukarı her namaz kılanı tanıyordu. Serhat için yapılabilecek bir şey yoktu. Konuşmayı dahi kabul etmiyordu. Kendisini kurtarmıştı, o kadar. Başkasının başına ne geleceği onu ilgilendirmiyordu. Atilla yüzbaşının hazırladığı belgeyi imzalamıştı. Bu belgede okulda bir örgüt kurulduğu yazılıydı: Namaz Kılanlar Örgütü. Hemde 80 kişilik bir örgüt. Atilla yüzbaşının postası, Ahmet Vahdi Ferruh’u derin düşüncelerden uyandırdı: Ahmet Vahdi Türker, seni yüzbaşım odasına çağırıyor. Ahmet, düzgün ve sesli bir topuk ve baş selamı ile odaya girdi. Ayakta duran ve arkası dönük olan yüzbaşı, birden bire döndü. Elinde beylik tabancası vardı. Hiç beklemeden silahı Ahmet’in alnına dayadı: Beni kızdırıyorsun. İşlerime karışıyorsun. Seni burada vururum. Ailene eğitim zayiatı olarak bildiririm. Bir daha benim muhbirlerimi tehdit etme! Ahmet, şok olmuştu. Hiç sesini çıkartamadı. Klasik bir cevap verdi: Emredersiniz komutanım! Ahmet yaşadıklarını hemen Ferruh’a anlattı ve noktayı koydu. Bundan sonra çok dikkatli olmalıyız. Bu adamlar bizi öldürür ve ailelerimize eğitim zayiatı olduğumuzu bildirir... Bundan sonra kartlar açık oynanacaktı. Silahlar, kılıçlar çekilmişti. ‘Yeni bir strateji belirlemezsek sonumuz geldi’ diye düşündü, Ferruh. Fırtına kasırgaya dönüşmek üzereydi. Önüne çıkanları yutmaya kadirdi. Ümitsizliğe düşmek için her türlü sebep vardı. Ferruh, bu gibi hallerde Said Nursi’nin ne yaptığını hatırladı ve onun yaptığı duayı tekrarladı: ‘Elhamdülillahi Ala Külli Hal’ Her türlü durumda sana şükreder, hamd ederim. 125 Yirmidokuzuncu Bölüm: Dayanılmaz İşkenceler! Nokta dergisinin 22 Şubat 1987’de yayımladığı 7. Sayı, Askeri Okullarda 2. İrtica Operasyonu başlığını taşıyordu. İlk operasyon 1986 sonbaharında Deniz Lisesi’nde yapılmış ve onlarca askeri öğrenci okuldan atılmıştı. İstihbaratçı subaylar, elde ettikleri tüm bilgileri kasıtlı olarak basına sızdırıyordu. Eşzamanlı olarak dindarlara yönelik iki koldan savaş açılmıştı. Bu ülkede eğitim almak isteyen başörtülü kızlara ve askeri okulda namaz kılanlara yaşama hakkı verilmemeliydi. Düğmeye bir yerlerden basılmıştı. Askeri okullarda fırtınanın kasırgaya dönüştüğü günlerde, üniversitelerde de başörtüsü dramı yaşanıyordu. Prof. Dr. İhsan Doğramacı YÖK’ün kurucusu ve efsanevi başkanıydı. Üniversitelerde başörtüsü yasağının uygulanmaya başladığı günlerdi. 1987'in 28 Şubat’ıydı. İstanbul Üniversitesi’nin muhteşem kapısının önünde, Beyazıt Meydanı’nda başörtüsü eylemi vardı. Prof. Doğramacı da oradaydı. Henüz yeni çıkmış Zaman Gazetesi"nin genç muhabiri Ahmet Ayhan, Doğramacı’nın yanına yaklaşarak sorusunu yöneltti: Muhabir: Efendim, niçin bu başörtüsü yasağı? Doğramacı: Çocuğum, söyle bakayım sen hangi gazetenin muhabirisin? Muhabir: Zaman efendim. Doğramacı: Zaman’ı tersinden oku bakayım çocuğum, ne çıkıyor? Muhabir: Namaz efendim. Doğramacı: Hah, sen git evinde namazını kıl çocuğum. Aynı günlerde Cumhuriyet gazetesine demeç veren siyasi yasaklı Süleyman Demirel, 'Atatürk laik bir cumhuriyet kurmamış' diyordu. Binbir suratttı. Maske takmış oy için halka şöyle göz kırpıyordu: "T.C. Devleti, kuruluşta dini olan bir devlettir. 1928'e kadar anayasa "devletin dini İslamdır" diyor. 1928'de 'dini islamdır' kısmı kaldırılıyor. 14 sene sonra 1937'de 'laiktir' tabiri geliyor. Din sözünün geçtiği yerde laik dinle idare edildiği gibi bir mana anlaşılacaksa, o anayasa laik değildir. T.C. Devleti laik değildir. Çünkü T.C. Devleti anayasanın 24. maddesinde din eğitimi mecburi yapılıyor." Basının hergün tartıştığı konu laiklikti. Özal’dan haz etmeyen askerler, başörtüsünü serbest kılmasına gıcık olmuşlardı. Sahneye yine yılların müsveddesi ‘Çoban Sülo’ sürülecekti. Parlatılması ve cahil aptal halkın aldatılması lazımdı. İyi bir demagog ve gözbağcısı olan Demirel, saflıkla ve eşeklikte zirve yapmış halkı, verdiği demeçle kandırmayı başarıyordu: "Şu laikliği tarif etmek lazım. Anayasanın hiçbir yerinde tarif edilmiyor. Laiklik sadece Ceza Kanunu'nun 163. maddesinde bir cümle ile geçiliyor" diyen Demirel, "Her askeri müdahale öncesinde irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır. 1980 dahil. 6 Eylül 1980 tarihinde yapılan Konya mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu yapılıyor? Dönüyorum geliyorum, bu miting 12 Eylül 1980'de çıkartılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak gösteriliyor. Suç sabit oluncaya kadar kimse suçlu değildir" Demirel, Türkiye'nin Derviş Vahdeti ve Derviş Mehmet korkusundan kurtulması gerektiğini belirtiyor, bir yerlere mesaj veriyordu: 126 "Dinin ve dindarlığın bir tehlike kaynağı olabileceği korkusundan kurtulmalıdır. Eğer din bir tehlike kaynağı ise, milletin yüzde 60'ı namaz kılıyor, yüzde 99'u da müslüman. Kendi milletinden korkan devlet olur mu?" Süleyman Demirel 1987'de Nurculara ait Köprü dergisinde 'irtica kampanyaları'nın bir sıtma nöbeti gibi tekrar ettiğini söylerken Nurcu geçiniyordu. Yeni Asya cemaatinden Mehmet Kutlular’a ‘en büyük Nurcu benim’ demişti. Cevşeni okumayı ihmal etmediğini ileri sürmüştü. Nursi’nin Risalelerinde bahsettiği kurtarıcının kendisi olduğuna saf Mehmet beyi inandırmıştı. Ağzı laf yapmayı biliyordu: "İrticanın da, laikliğin de, bunların sınırlarının da vuzuha kavuşturulması lazımdır. 'Vardır, yoktur'dan evvel, var olan nedir, olmayan nedir? Herkesin kendine göre bir laiklik anlayışı var. Bir kişi tabii olan haklarını kullanıyor veya fevkalade mantıklı şeyler söylüyor. 'Laiklik çiğneniyor' diyorsunuz. Bu kişiye göre değişiyor. Bunun da bir vuzuha kavuşması lazım. Bana göre, laiklik din ve vicdan hürriyetini sınırlamamalı. Din ve vicdan hürriyetini daraltamazsınız. 'Laiklik çiğneniyor' diye yapılan tartışmalar bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına alıyor. Bir hakkın kullanılmasına mani olunuyor. Bunları Türkiye ortadan kaldırabilmeli. Bu tartışmaları da hoş hoşgörüyle yapmalı. Herkes ne düşündüyse söylemeli." Süleyman Demirel, 1980'lerde çeşitli dergilere verdiği söyleşilerde ilginç açıklamalar yapmıştı. "Bugün Türkiye'yi birarada tutan en büyük bağ, millet bağı olarak söylüyorum. Müslümanlıktır. Allaha şükür müslümanız. Ve bizi millet yapan bağ olduğu için müslümanız değil. Müslümanlığımız bizi millet yapmıştır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır" demişti. Bu sırada gazeteler çıldırmış gibi dindar müslümanlara saldırıyordu. Bu basını yönlendiren Özel Harp Dairesi’nin Psikolojik Savaş birimi olmalıydı. Bir asırdır kullanılmakla tükenmeyen sermayeleri, yine irtica idi. Zaten, hep böyle olmuştu. 27 mayıs öncesi, 12 Mart ve 12 Eylül öncesi gazetelerde yer alan manşetler ve haberler, yapılan yorumlar, birbirinin fotokopisi gibiydi: Ankara’nın bazı semtlerinde irtica beyannameleri dağıtan kadınlar görüldü. Nurcuların faaliyet sahası genişliyor. Nurcubaşı yine gezilere başladı. Hazine, Şeriatçı çevrelere akıtılıyor. Ülkemizde 52.000 Kur’an kursu var. Çocukların ileri düşünce eğilimleri yok ediliyor. 2 din okulu basıldı. Süleymancılar, kiralık katillere adam vurduruyor. Nurcu imam, ‘gerdek gecesi karısını kesen Cennet’e gider’ diyerek, karısını kesti. Önce basın, dindar askeri öğrencilerin üzerine geldi. Manşetleri attı, haberleri yaptı. Bu durumu meydana çıkaran gazetelerle sorgulamayı yürütenler arasında bir bağ, birliktelik olduğu aşikardı. Manşetlerin ardından Kenan Evren, Adana'da meşhur konuşmasını yaptı: 'Ordudaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Bunun için önlemlerimizi alıyoruz.' 127 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren ise, şiddetli irtica (!) düşmanıydı. Ve o günlerde sık sık Cumhuriyet gazetesinin manşetindeydi. 9 Ocak 1987 Cuma günü, Cumhuriyet yine 8 sütuna manşet çekmişti: “Evren: irtica var” Darbeci Paşa yine dini konularda Kemalist gözlükle ve dahi sözlükle fetva vermekteydi: “Allah’la kul arasına kimse giremez. O hale geldi ki, sanki kadının Müslüman olması demek örtünmek demektir. Bütün öteki şartlar ortadan kalktı. Müslümanlığın şekilcilikle alakası yok. Onu anlatamamışız.” Ardından şer güçlerin başının ezileceğini söyledi. Aynı günkü Cumhuriyet’te 8 sütunluk Evren haberinin hemen altında tek sütunluk bir Demirel haberi yer aldı: “Demirel: Başörtüde ideoloji aramak yanlış, laiklik baş bağlanınca zedelenen bir şey değildir.”, diyordu. Ve Güneri Civaoğlu Sabah gazetesinde “Generaller irtica için Evren’e başvurdu” başlığı ile bir haber yayınladı. Ortalık yine irtica yaygarası ile bulandırılmıştı... Bu bombardıman altında Sağlık Astsubay Okul’unda inanılmaz ve dayanılmaz işkenceler dönemi başladı. ‘Dev’ lakaplı istihbaratçı Atilla yüzbaşı işi biliyordu. Önce en zayıf halkadan başladı. En altdaki ast öğrenciler üzerinde despotluk kurdu. Okulda ilk senesini geçiren 1. sınıflar henüz 14 veya 15 yaşlarında körpe tazelerdi. İçlerinde ergenlik çağına ermeyen sübyanlar bile vardı. Serhat’ın listesinde bulunan 1. sınıftan namaz kılanlar komutanlık katına çıkartıldı ve ayrı ayrı odalara alındılar. 80 kişilik devrede 10 kişi gizli namaz kılıyordu. Açıktan namaz kılan, Nakşibendi tarikatı mensubu beş kişi ise çağrılmadı. Sorulanmaya alınan 10 kişi, devrede en başarılı öğrencilerdi, ilk ondu. Model alınan öğrencilerdi. Çağrılmayan beş namaz kılan ise en başarısız, kırık notları fazla öğrencilerdi. Bu ilginç bir durumdu. Dayak sesleri koridorları çınlatıyordu. Kısa süre sonra çözülmeler yaşandı. Öğrenciler, artık önlerine ne gelirse imzalayacakları kıvama gelmişti. Hepsi çocuk yaştaydı. Balıkesirli Ahmet Akar’ın 1 metre 45 santimetre boyu vardı. Sadece 42 kiloydu. Atilla yüzbaşının bir tokadıyla adeta uçmuş, odanın öteki ucundaki duvara başını çarpmıştı. Kafası yarılmış, kaşı açılmıştı. Hayatı, gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Filmin her tarafında gözü önüne dedesi geldi Hem yetim hem öksüzdü. Anne ve babası kanserden genç yaşta arka arkaya vefat etmişti. Onu büyüten dedesinin köyünde sadece bir sarı ineği vardı. Okula girerken imzaladığı yüklenme senedini karşılayacak durumda değildi. Kırılan kafası için değil dedesi için gözyaşı döküyordu. Okuldan atılırsa dedesinin ne yapacağını biliyordu: ‘Tek geçim kaynağı sarı ineği satar zavallı’ Öylede yapacaktı... 128 Ahmet ve 9 arkadaşı, babalarından yemedikleri dayağı Atilla yüzbaşıdan yediler. Eşekten su gelinceye kadar dövüldüler. Namaz kılanların örgütüne dahil olduklarını itiraf ettiler. Hazırlanan ifadeleri okumadan imzaladılar. Atilla yüzbaşı, 2. sınıflardan hangi abilerinin kendileri ile ilgilendiğini sormuştu. Aldıkları cevaplar soruşturmanın büyümesini sağladı. Çorumlu Engin, Sinoplu Mehmet, Hataylı İsa ve Tokatlı Türker topun ağzındaydı. Atilla yüzbaşı, dört ismi derhal komutanlık katında kurulan nezaret hücrelerine aldırdı. Tuhaf olanı, Nakşibendi tarikatına mensup ve Süleyman Efendi’nin talabesi olduğunu bildikleri üç öğrenciyle komutanlar ilgilenmemişti. Oya çağrılan namazlarını göstermeden gizli kılıyor, tarikata bağlı arkadaşları açıkca göstere göstere kılıyorlardı. Sorguda sorulan sorular sertleşti: 'Sizler hangi hücredensiniz, kimlerle bir aradasınız, ne tip organize faaliyetler yürütüyorsunuz?' Hepsi şok olmuşlardı. Böyle bir soru beklemiyorlardı. Sus pus kalıp doyasıya dayak yediler. Çorumlu Engin, Sungurlu’dan meşhur bir Alevi dedesinin torunuydu. Peygamber soyundan geliyordu ama ata babaları sünni müslüman değildi. Okul birincisiydi. Kısa boyu, kızıla çalan sarışın saçları ile farklı bir tipolojiye sahipti. Devresinde efendiliği, disiplini ve kibarlığı ile herkesin kalbini kazanmıştı. Kalp ve gönül kıranın müslüman olamayacağına inanırdı. Atilla yüzbaşı ona vurmadı, başka yerden vurdu: ‘Hiç dedenden utanmadın mı? Sünnilerle Aleviler bir olur mu hiç! Dedenin yüzünü kara çıkardın. Bir Alevi hiç beş vakit namaz kılar mı? Sen aslına ihanet eden bir hainsin.’ Engin, Aleviliği hiç bilmiyordu. Dedesi ilkokul mezunuydu. Cahil bir Alevi dedesiydi. Babası laik bir müslümandı. Hayatında hiç oruç tutmamış, namaz kılmamıştı, bir defa olsun camiye veya cumaya gitmemişti. Namaz kılan öğrencilerin hep başarılı, temiz, dürüst, güvenilir, dost canlısı öğrencilerden oluşmasından etkilenmişti. Namaz kılanlar grubuna katılmasının tek sebebi iyi arkadaş çevresiydi. Artık o, Sünnilerle aynı örgütde bir Alevi torunuydu. Çakmak çakmak bakan büyük gözleriyle dikkati çeken Hataylı İsa’da çok zeki bir çocuktu. Okul 3.’süydü. Namaz kıldığını bilmeyen yoktu. Zaten hiç saklamamıştı. Babası cami imamıydı, dedesi ise müftü. Osmanlı döneminde de ata babaları hep benzer görevler yapmış bir sofu sülalesiydiler. İsa, namaz kılmanın neden suç olduğubu bir türlü anlayamamıştı. Diklendi: ‘Namaz kılanlarla uğraşırsanız, Allah’da sizle uğraşır.’ Bu cesur çıkışı yüzbaşı anlaşılan beklemiyordu. Arka arkaya patlayan 20 tokat sonununda İsa bayılmıştı. Kan revan içinde odadan dışarı çıkartılıp revirde tedaviye götürüldü. Sıra Tokatlı Türker Şahin’e gelmişti. Güreşci ve karateciydi. Okul beşincisiydi. Yapılı vücudundan zaten bunu anlamak mümkündü. Okulu temsilen katıldığı askeri okullar arasındaki güreş yarışmasında altın madalya getirmişti. Devrenin en çok sevilen öğrencisiydi. Atilla yüzbaşı, kabadayı görünümlü Türker’i iyi ezerse devrenin geri kalanının tırsacağını biliyordu. Burnunu kırmak için hususi gayret gösteriyordu. En azından burnunu yere yere 129 sürtmeli, onu inletmeli, yalvartmalıydı. Türker’e atılan dayak saatler sürdü. Vücudunda göğermemiş tek nokta bile kalmadı. Türker konuşmuyordu. Mertti. İnandığından taviz vermezdi. Atilla yüzbaşı, yorulmuştu. Odaya giren ‘O. Çocuğu’ lakaplı Tayfun yüzbaşı dayağa devam etti. Türker, burnuna aşırı darbe almıştı. Tayfun yüzbaşının burnuna attığı 20’den fazla sert tokattan sonra burnu nihayet kırıldı. Acilen GATA’ya götürülen Türker’in tedavisi yapıldı. Kulak Burun Boğaz polikliniğinde yapılan tedavide askeri doktorun sakat raporu yazmaması sağlanmalıydı. Tayfun yüzbaşı hastanın Türker’in başında bizzat giderek, rapora ‘merdivenden düştü’ yazdırdı. Türker, bu ahlaksız işbirliğini kulağıyla duymuştu. Kendisini ‘Kıbrıs kahramanı’ olarak satan Tayfun, üstteğmen rütbesindeki doktorun kulağına eğilerek durumu izah etmişti. Üstlüğünü kullanarak sahtekarlık yapıyordu. Yaptığı eşeklikte utanmadan şikayet etmeyi de ihmal etmedi: ‘Bu eşek, irticai örgüte bulaşmış. Konuşturmaya çalışıyoruz. Zaten atacağız.’ Türker, asla konuşmadı. Namaz kılan arkadaşlarının tam listesini isteyen yüzbaşılara acıyarak baktı. Kendisini dini bir örgüte yazmak isteyen savunma ve ifade tutanaklarını yırttı, attı. Komutanların hiç bir oyununa gelmedi. Tayfun yüzbaşı ile GATA’dan okula dönerken, son sözünü söyledi: ‘Ben ordumuzu Peygamber Ocağı sanıyordum. Anne ve babamı çağrın, bu okuldan kendi isteğimle çıkmak istiyorum. Sizin atmanızı bekleyemem.’ Yüzbaşı çark etti ve Türker’i attırmadı. Mert ve onurlu insanları severdi... Sinoplu Mehmet, diğer üç arkadaşı kadar sağlam çıkmamıştı. İlk üç tokatda ‘ yeter’ dedi. Ne istiyorlara yapmaya razıydı. Zaten tıfıl bir çocuktu. Okul 2.cisi olmasına herkes şaşırmıştı. Çok saf ve aptal görünüşlüydü, ama sivri zekaydı. Ezberleme kabiliyeti müthişti. Fotoğraflayan bir hafızaya sahipti. Bir defa okuduğunu olduğu gibi ezberlerdi. Devresinde namaz kılan diğer 12 öğrenciyi ihbar etti. 3. sınıflardan namaz kılan beş isim verdi. Bu girişimiyle kendini kurtardı. Atilla yüzbaşı anlaşma teklifinde bulunmuş, istediğini verirse onu atmayacağına dair asker sözü vermişti. Soruşturma her geçen gün büyüyordu. 3. sınıflardan ilk çağrılanlar Kayserili iki kafadar Musa ve Adem oldu. Onları Hüseyin, Özgür ve Burak izledi. Beş öğrencinin ortak özelliği gizli namaz kılmaları ve devrenin en başarılı ilk beşinde yer almalarıydı. Açıktan namaz kılan tarikat mensupları yine sorgulamaya çağrılmamıştı. Beş öğrencide ‘Nuh’ dedi ‘peygamber’ demedi. Üç gün süren dayak ve işkenceler para etmedi. Ağızlarından tek kelime alamadılar. Sağlık Astsubay Hazırlama okulunda tamamlanan ilk ön soruşturma sınıf okuluna sıçramıştı. 3. sınıflar konuşmuyorsa, 4. sınıftan konuşacak korkak öğrenciler bulanabilirdi. Komutanlar, üst sınıfların ast sınıflarla ilgilendiğini anlamakta gecikmemişti. Abi kardeş ilişkisi, bir süre sonra şeyh mürid ilişkisine dönüyor olmalıydı. Namaz kılanların süratle artışına başka açıklama bulamıyorlardı. Bunca yıldır nasılda uyumuşlardı. 130 Otuzuncu Bölüm: Yunus Peygamberin Duası 4. sınıf öğrencileri Ferruh, Ünal, Berhan, Ahmet ve Halil sıranın kendilerine geldiğini hisssediyorlardı. Atilla yüzbaşı, çok profesyonel çalışıyordu. Sınıf okulunda oldukları için sonbahar başında resmen askerlik yemini etmişlerdi. Bu nedenle Atilla yüzbaşının kendilerini atması öyle kolay değildi. Genelkurmay Kararı gerekliydi. Karargahı ikna edebilmesi için yeterli ve geçerli belge oluşturmalıydı. Sahte veya gerçek farketmezdi. Hazırlama okulundaki öğrencileri uzaklaştırmak veya okuldan çıkarmak için anne ve babalarını okula çağırması yetmişti. Ailelerini ikna etmesi zor olmamıştı. Elinde öğrencilere zorla imzalatılmış ifade tutanakları vardı. Atilla ve Tayfun yüzbaşı, eğer namaz kılan çocuklarını velileri kendi rızasıyla okuldan alırsa sicillerine bu suçlarının işlenmeyeceği ve ileride devlet memuru olabilecekleri kartını kullanıyorlardı. İrticai suç yok sayılacaktı. Öğrenci, disiplinsiz gerekçesiyle okuldan çıkarılacaktı Ancak ciddi bir sorun vardı. Atılmak istenen öğrencilerin tamamı hem çok başarılı hemde okulda bugüne kadar hiç bir suça bulaşmamış oldukları için disiplin notları süperdi. Devrelerinin ilk onunda yer alan öğrencilerin hepsi kıdemliydi. Disiplin notu 15 puan altı kırılanlar ancak kıdemli olabiliyordu. Namaz kılanlar içinde 15 notun üzerinde hiç bir öğrenci bulunmuyordu. Hepsi takdir ve teşekkür alanlardı. Bu öğrenciler kapı önüne konursa devreler, geri kalan displinsiz başarısız eşekler tarafından yönetilecekti. Ayrıca Yüksek Disiplin Kurulu’na çıkartılabilmeleri için disiplin notlarının en az 26 not kırılmış olması gerekiyordu. Bu kurul’a çıkartılmadan öğrencinin kırık disiplin notuna 20 puan eklenmesi kurallara aykırıydı. Hazırlama okulunda kırk kadar namaz kılan öğrenci tespit etmişlerdi. Bunlardan 21 tanesinin okulla ilişiklerini kesmek istiyorlardı. İkna operasyonu başarılı olmuştu. Velilerin yarısı ise direnmişti. İkna olanlar içinde Çorumlu Engin’in Alevi Dedesi Hıdır beyde vardı. Nasıl olupta torununun sünni irticai bir örgüte üye olduğunu pek anlayamamıştı. Muğla’nın Yatağan ilçesinden Özgür’ün babası koyu Atatürkçü ve laik bir lise öğretmeniydi. Oğlunu sıkı bir Atatürk hayranın olarak yetiştirmişti. Aile boyu CHP’ye oy verirlerdi. Oğlu irticacı olamazdı. Atilla yüzbaşı, en fazla durumu kabullenemeyen Özgür’ün babası Selami beyle uğraşmıştı. Hayal kırıklığına uğrayan babayı değişik bir noktadan vurdu: ‘ Oğlun aynı zamanda 3. sınıfların B sınıfı imamı. Yani elebaşı. Hiç kurtuluş şansı yok. Biz atacağız, en iyisi siz paşa paşa alın. Bizi yormayın lütfen. Siz aydın bir insansınız. Oğlunuz zehirlenmiş. Burada kalırsa onun kafasını yıkayanların elinde kalır!’ Yüzbaşı, can alıcı cümleyle Selami beyi nakavt yaptı: Oğlunun 'vatan haini' ilan edilmesini sanırım istemezsin. Eğer biz atarsak kimsenin yüzüne bakamazsın. 'Namaz kılmayı alışkanlık haline getiren oğlunla CHP’li çevrende hep utanacaksın. 131 Öğrenciler birbiri ile Okul Disiplin Kurulu’nda yüzleştiriliyordu. Hazırlama okulundaki 1., 2. ve 3. sınıf öğrencileri yüzleştirildiler. Atilla yüzbaşı, tüm öğrencilerden biribiri aleyhine ifadeler almıştı. “Bizi derslere götürdü, orada Said Nursî’nin kitapları okunuyordu” tarzında suçlamalardı bunlar. Sorgulama süreci okulda devam etti. Yaklaşık 45 gün. Bu sefer Okul Komutanın başkanlığında, büyük bir heyet, bir U masa etrafında öğrencileri tek tek sorguya geçti. Okulun tabur komutanları, bölük komutanları hepsi öğrencilerin etrafını çevirmişti. Bir albay soru soruyordu, diğerini yüzbaşı soruyordu... Öğrenciler, saçma sapan sorulara cevap veriyorlardı. Bu yetmedi, askerî istihbarattan elemanları çağırdılar. Oradan da birşey çıkmadı, MİT’ten elemanlar çağırdılar. Artık bu öğrenciler tecrite dilmiş, derslere girmiyor, sürekli sorgulanıyorlardı. “Siz hangi hücrenin içindesiniz, bir ihtilâl hazırlığınız var mı, silâhlı kuvvetlerde nasıl bir yapılanma içerisindesiniz?” diye sanki siyasî bir teşkilâtmışlar gibi tabi sorulan sorular onlara çok garip geliyordu. Çünkü yaşları 14 ile 17 yaş arasındaki astsubay okulu öğrencilerinin orduyu ele geçirme, insanları kontrol altına alma gibi girişimde bulunmaları komediydi. Böyle bir yaklaşım koskoca subaylara yakışmıyordu. İllegal örgütle mücadele odaklı sorgulama yaptılar. Bir hücre faaliyeti, bir teşkilâtlanma, ileriye dönük bir plan var mı diye hep bunların üzerinde durdular. Neler oluyordu? Ferruh’un ifadesi alınması için davet edilen en son öğrencilerdendi. Yüksek Disiplin Kurulu’na çağırıyorlardı. Hiç sorgulanmadan doğrudan mahkemeye çıkarıldı. Okul Komutanı başkanlık ediyordu. Tün subaylar tam kadro oradaydı. Ayakta duran Albay Ayfer Yılmaz’ın okulun istihbarat subayı olduğunu ilk defa orada öğrendi. Sarhoş lakaplı havacı albay, nöbetçi olduğunda kimsenin okulda nöbet tutmayıp uyuduğunu hatırladı. Meğerse hepsini uyutmuştu. Ayfer Albay, tatlı tatlı yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı: Okulun imamı bu adam. 52 öğrenciden aldığımız ifadelerde bu açıkca görülüyor. Lider yani. Tüm namaz kılanları organize ediyor, verdiği emirleri hepsi dinliyor. Esas duruşta bekleyen Ferruh, gülmek istedi gülemedi, ağlamak istedi ağlayamadı. Albay gayet ciddi biçimde iddialarını sıralamayı sürdürdü: Ankara’nın değişik semtlerinde bulunan örgütün 11 evini yönetiyor. Bunlar hücre evler. Kimse kimseyi tanımıyor ama bu adam herkesi tanıyor. Ferruh, kimden bahsedildiğini kavramaya çalışıyordu. Albayın hayal gücü çok kuvvetliydi. Okul komutanı sessizliği bozarak sorusunu sordu: Oğlum, bu iddialara ne diyorsun? Çok saçma. Ben Ankara’yı bilmem. 11 ev ve 11 semtden bahsetti Albay. Kızılay ve Akdere’den başka semt tanımam. Kızılay’daki sinemalara her hafta giderim, birde Akdere’de oturan halamın evine ziyarete. Bunun dışında söylenenleri duymadım, görmedim, bilmiyorum. İddialarını sahte belgelerle inanılır hale getiren ekibin başında sarhoş havacı albay Ayfer Yılmaz ve Atilla yüzbaşı vardı. İşkenceyle, dayakla istediği bilgiyi yaşı küçük öğrencilerden zorla kopartmışlardı. Ayfer Yılmaz köpürdü, Ferruh’u sorgularken açık konuştu: Oğlum, sana burada üç maymunu oynatmam. Ben 12 Eylülde nice komünistlere, ülkücü baba yiğitlere işkence yaptım, istersem sana Atatürk’ü öldürdüğünü bile söyletirim. Ferruh, ne diyeceğini bilemedi: Namaz kılmak suçsa, evet ben bu suçu işledim ama kimseye göstermeden kıldım. Namaz kılmanın reklamını yapmadım, öğrenmek isteyenlere elbette yardımcı oldum. 132 Ayfer Albay, daha da kızmıştı: İyi bir halt yemiş gibi anlatıyor. Şimdi seni burada öyle bir döverim ki, tüm kemiklerin kırılır. Okulun komutanı, net konuştu: “Yalan söylüyorsun” Ferruh elindeki tüm kartları oynamaya niyetliydi: Komutanım, ben bu devrede 4 yıl boyunca başkanlık ve koğuş kıdemliliği yaptım. Nöbetleri yazdım. Amirlerimin en güvendiği, en başarılı, en disiplinli asker ve öğrenci oldum. Bu zamana kadar bana inanan komutanlarım herhalde basiretsiz değildi. Atilla yüzbaşı sözü ele aldı ve taşı gediğine koydu: İşte bu yüzden çok tehlikelisin ya! Sınıfındaki diğer eşekler gibi aptal olsan daha iyiydi. Derecen var, söyledklerimizi anlamayacak kadar geri zekalı değilsin. Okul komutanının gözleri faltaşı gibi açıldı: Oğlum sen aynı zamanda iyi bir tiyatrocuymuşsun. İki defa başrol oynamışsın. Yaşar Kemal’in İnce Memed oyununda Memed ve Yelkovansız Saat oyununda aydın öğretmeni canlandırmışsın. Buda benim imzaladığım takdir belgesi. Bak burada tiyatro yok, gerçek hayattayız. Ferruh, sosyal çalışmalarındaki başarısının önüne bu şekilde gelmesini hiç beklemiyordu. Okul komutanı önündeki dosyayı fırlattı ve bağırdı: Bak seni kitap haline getirdik. Tam 52 sayfa. Bu öğrencilerin anlattıkları da mı sahte? Tek tek sayfaları çeviren Ferruh, beklemediği bir tabloyla karşılaşmamıştı. Namaz kılan her öğrenciden aleyhinde ifade almayı başaran Atilla yüzbaşı pis pis sırıtıyordu. Ferruh, hiç bozuntuya vermeden sakince tepkisini koydu: Bu ifadeler işkence ile alınmıştır ve geçersizdir. Ayfer Albay patladı: Seni öldüreceğim. Liderler konuşmaz bilirim. Arkadaşlarına hava atmak için konuşmuyorsun değil mi? Ferruh, albayın yüzüne manasız manasız baktı. Bu bakış albayı çıldırtmaya yetmişti, Ferruh’un boğazına sarıldı. Seni kesin burada öldüreceğim. Ferruh, esas duruşta ölüyordu. Kıravatından asılarak sıkan albay, 50 saniyede onu nefessiz bırakmıştı. 18 yaşına henüz basmamıştı, kısa hyatı gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Ölümü göze almıştı, inatçıydı, tek kelime etmeyecek, kimseyi satmayacaktı. En son gözünün önüne annesi Neslihan hanımın siması geldi. Ondanda geçti. Öbür tarafta buluşuruz kısmetse diye düşündü. Albay, Ferruh’taki kararlılığı gözünden okuyacak kadar tecrübeliydi. İkisinden biri pes edecekti. Ama kim? Birden aklında Yunus peygamberin (AS) balık karnında yaptığı dua geldi. La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin. İçinden Ayfer Albayın gözlerinin içine sertce bakarak 3 defa okudu. Son nefesini vermek üzereydi. Zalimler üzerinde etkili bir duaydı. Bu duayı samimi biçimde içselleştiren Ferruh, son çare olarak yapmıştı. Onu duyacak kimsesizler kimsesine sığınmıştı. Tüm şartların, sebeblerin sükut ettiği noktada sebeblerin Yaratıcısından başka onu kurtaracak kimse yoktu. Pes eden Ayfer Albay kıravatı gevşetti: Bu deli. Elimde kalacak ölecek. Aradan bir yıl geçecek, Alanya’da görüp tanıdığı Said Nursi’nin talabesi Abdurrahman Hoca’ya bu olayı Ferruh anlattığında ilginç bir yorumda bulunacaktı: ‘Oğlum sen şehit olmuşsun. Şu anda ikinci hayatını yaşıyorsun. Şehitler ölmez, ölmediklerini bilirler ama farklı hayat diliminde yaşadıklarını bilmezler’ Ferruh, okuldan atılacağını hissettiği için artık Ayfer albayın bağırmalarının altında kalmadı, kendini ezdirmedi. Onun bağırmasına karşılık aynı şekilde karşılık verdi ve “Hayır yalan 133 söylemiyoruz. Biz bu vatana hizmet için buradayız. Bizim için vatanın her yeri hizmet yeridir. Hizmet edeceksek, dışarıda da bu vatan için hizmet ederiz. Ama sizin bizi atıp, burada bıraktığınız insanların bir çoğu, bizim kadar bu millete, bu vatana hizmet edebilecek kişiler değildir. Biz burada kalmak için alçalmayız” dedi. Tabiî bu sefer o sert ifadelerin karşısında Ayfer Albay yumuşadı ve “Evlâdım, oğlum, biz öyle yapar mıyız? Sizi kurtarmak istiyoruz” demeye başladı. Sonradan da bunu ifadede yazıp, “Ben burada kalmak istemiyorum, dışarda vatana hizmet etmek istiyorum dedi” demek suretiyle Ferruh’un ifadelerini çarpıtmak istedi. Ferruh’u özel bir hücreye alıp ilgilenmeye başladı. Çocuk kandırır gibi konuşuyordu: Bak oğlum. Biz senle aynı kuvvetlerde Havacı olarak birlikte çalışacağız. Gel itiraf et. Tüm yapıyı bize anlat, isimleri ver. Bende seni kurtarayım. Ferruh, saatine baktı, öğle namazı geçiyordu. Abdesti vardı. Ayfer albaya döndü: Sen çık dışarı, beni biraz yalnız bırakta düşüneyim. Ayfer Albay, sevinçle dışarı fırladı. Sesi duyuluyordu. Ferruh konuşmayı kabul etti. Başardım... Öğle ve ikindi namazlarını birleştirerek kılan Ferruh, biraz sonra gelecek Ayfer Yılmaz ile dalga geçmeye karar verdi. Deli numarası yaparak adamı deli edecekti. Ayfer Albay, gururlu bir edayla içeri girdi ve sordu: Haydi konuş bakalım. Neyi? Dahhak örgütünü. Benim bir civcivim vardı, adını Dahhak koymuştum. Pazardam almıştım. Okulda saklıyorum. Şimdi büyüdü piliç oldu. Tüm arkadaşım sakladığım yere gelip ara sıra severler. Bizim böyle bir örgütümüz var ama inanın zararsızdır. Ulan sen benle dalga mı geçiyorsun? Yok komutanım. Konuşuyorum işte! Evladım. Sen zeki bir çocuksun, deli değilsin. Gel güzel güzel anlat. Peki. Pilicimi geçenlerde kestik, bir parti düzenledik mutfakta. Dahhak öldü komutanım. Anlaşıldı, sen konuşmayacaksın. O halde sana Mamak cezaevinde nasıl işkence yapacağımı anlatayım, belki bu dilini çözer. Anlatayım: Seni önce falakaya yatıracağım. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilir. Ayak tabanların ve el ayaların patlar, kaba yerlerin ezilir, morarır, sonrada tırnaklarını sökeriz. El ve ayaklarını kırarım, sakat kalırsın. Ferruh, bir kahkaha kopardı. Valla film gibi, anlat, anlat.. Başka ne yaparsın? Çırılçıplak soyarım seni, kurt köpeğini üzerine salalarım. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arasında penisin olur, hadım kalırsın. Çocuk sahibi olamazsın, homo olursun. Güldürmeyin komutanım, bu kadar zalim olamazsınız. Bunlar filmlerde olur. Cop sokarım götüne. Copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu senin makatına zorla sokarım. Sonra bu copu sana yalatırım. Götüne kola şişesi takar, kan alırım. Ferruh, zorla gülmeye çalışıyordu ama anlatılan işkenceler oldukca ürkütücüydü. Hiç bozuntuya vermemeye çalıştı: Yapamazsınız bunları komutanım. Siz manyak mısınız? Sus lan! Daha bitmedi. Çırılçıplak soyundururum seni ve erkeklik organına bir ip takarım. İpin diğer ucunu alıp hızla koşarım, sende acılar içinde zorunlu olarak peşimden koşarsın. İşte bu çok komik, gerçekten. Oyun oynamayı seviyorsunuz veya küçük iken babanız size oyuncak almamış, mahallede hiç ip atlamamışsınız. Ulan sana pisliğini yediririm. Yüzüne işerim, yağmur yağıyor sanırsın. Çok eğlenceli olur, sizinki bence çok küçüktür. 134 Öyle mi? Sana tecavüz edersem görürsün boyunu. Üzerinden tüm gardiyanları geçiririm, bir daha insan yüzüne çıkamazsın. Elbette Ferruh’un olmayan bir örgütü itiraf etmesi mümkün değildi. Yılmaz’ın gün boyunca anlattığı işkence yöntemlerini gülerek dinledi, adamı sinir etti. Ayfer Albay son sözünü söyledi: Ben seni yarın Mamak Cezaevindeki özel işkence odamda bülbüller gibi konuşturacağım... 12 Eylül darbesinden sonra pek çok sağ ve sol militanı ezdim ve ağızlarından istediğim ifadeyi aldım. Ferruh, dalgasını yeterince geçmişti, artık canı sıkılmaya başlamıştı. Kovma zamanı gelmişti: Yürü anca gidersin. Burası sözün bittiği yerdi. Ayfer albay, kapıyı sertce çarparak çıktı. Umudunu kesmişti. 135 Otuzbirinci Bölüm: Kolumu kır abi! İnsanî, insanların uhrevî hayatını düşünen, onlara o anlamda destek vermeye çalışan bir gayretin orduya yansıması, acımasızca hadım edilmişti. Sorgu içerisinde de neticede namaz kıldığında şüphe edilen bazı öğrenciler hakkında dişe dokunur bir suçlama ortaya çıkmadı. Listelerinde 58 öğrenci vardı. Bunlardan biride 3. Sınıfın en başarılı öğrencilerden devre 2.cisi Hüseyin Bilir idi. Bazılarının kaderini aleyhlerinde ifade veren 3 öğrencinin ifadesi belirledi. Hazırlama okulundan olanlara önce okuldan bir ay geçici uzaklaştırma kararı çıktı. Hazırlama okulundan 18 kişinin defteri hemen dürüldü. Tazminat ödememeleri karşılığında aileler evlatlarını okuldan kendi rızalarıyla geri çekmeyi kabul ettiler. Hepsine birer kağıt imzalatıldı. Asıl zor hayat sivil hayatda başlıyordu. En yakın dostları, akrabaları, mahalle arkadaiları bile onlara vebalı muamelesi yapıyordu. Gittikleri camilerde insanlar hep onları suçluyordu: “Namaz kılmasaydın kardeşim, ibadetini sonra yapardın, orada rütbeli olurdun başkalarının namaz kılmasına vesile olurdun, daha iyi değil miydi, hiç mi kafanız çalışmadı?” Sivil hayatda kimse onları sahiplenmedi. En fazla vefa bekledikleri, anlamaları gerektiğini düşündükleri mütedeyyin insanlardan acı sözler işittiler. Hatta, bazıları onlara yaptıklarının yanlışlığından bahsettiler. İçlerinde Hüseyin Bilir’in hikayesi en katı kalpleri bile sızlatmaya yeterdi. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Namaz kıldığını gören, duyan olmamıştı. Okul ikincisi olmak için gece gündüz çalışmıştı. Onu kıskanan devresindeki tembeller, onuda namaz kılanlar örgütüne dahil edip, sınıf yüzbaşıları Tayfun’a bildirmişlerdi. Ancak ciddi bir sorun vardı. İhbarcı öğrencilerin dışında hiç bir öğrenciden onun aleyhinde delil olabilecek bir ifade kopartamamışlardı. Çünkü Hüseyin herkese iyilik eden bir melekti. Tayfun yüzbaşı, komutanı olduğu devreyi topladı. Açıkca isim vererek tehdit savurdu: İçinizde bazıları kurtulduğunu sanıyor. Haklarında delil bulamadım ama ben onları yinede atacağım. Yataklarını dolaplarını bozacağım, disiplinsizlik cezası verip atacağım. İsim vereyim: Hüseyin Bilir. Hüseyin yıllardır bu komutana her sabah vukuat tekmili veren başarılı bir öğrenciydi. Devresindeki koğuş nöbetlerini yazıyordu. En küçük bir disiplin cezası dahi bugüne kadar almamıştı. Tayfun yüzbaşı, kendi lakabını kendisi koyan bir şerefsizdi: Lakabı Orospu çocuğuydu. Bunu daha sene başındaki ilk görüşmelerinde devreye ilan etmişti. Kendisine devrenin istediği kadar küfür etme özgürlüğü vermişti. Yani kulağıyla duysa tınmıyordu. Yapacağını yaptı. Ertesi gün Hüseyin’in yatak ve dolabını bozup ceza verdi. Oysa Hüseyin, her sabah yatağını gerdirir, üzerine bozuk para atar, zıplamadan ayrılmazdı. Çünkü Tayfun yüzbaşı yatak düzenini bozuk para atarak kontrol ederdi. Dolabı devrenin en düzenlisiydi. Ayakkabıları her zaman boyalı, saçı her zaman kısaydı. Tayfun yüzbaşı yediği haltı açıkca ifade etti. Tüm devre duydu: Yatağını ve dolabını ben bozdum ve ceza aldın. Sene sonuna kadar hergün bozacağım ve ceza alacaksın. Sene sonunda yatak bozukluğundan displin notun bozulacak ve disiplin kurulunda okuldan atılacaksın. Herkes buz kesmişti Böylesine orospu çocukluğu görülmemişti. Hüseyin çaresizdi. Gözünden yaş eksik olmuyordu. Onu gören herkes ağlıyordu. Bu nasıl komutandı? Bu saçmalıktan bir kurtuluş yolu olmalıydı. Hüseyin bu çareyi kendi buldu. Ama ne çare! Bulduğu yöntem şuydu: Kolunu kıracak ve bir ay hava değişimi alarak okulu terk edecekti. Peki kolunu kim ve nasıl kıracaktı? 136 Ferruh’a başvurdu ve yalvardı: Kolumu kır abi! Ferruh, kendinde olmayarak ağlamaya başladı. Göz yaşı ceyhunlar gibi akıyordu. Bu nasıl bir civanmertlikti? Ama nasıl kırabilirdi ki. Bu nasıl bir Kerbala idi. Yezitlerin kim olduğu belliydi ama Yezitliklerine kılıf uyduruyorlardı. Bakmaya kıyamadığı Hüseyin’in kolunu bırakın kırmayı, saçının bir tek teline dahi zarar gelmesine dayanamazdı. Öz kardeşinden daha fazla sevdiği, edep ve terbiye abidesi bir delikanlıydı. Gözü kara bir yiğitti. ‘Ne olur abi!’ dedi Hüseyin ve ekledi: Sen kırmazsan, kim yapar bunu? Koğuşa gittiler ve iki ranzayı yanyana getirip araya Hüseyin’in kolunu koydular. Ferruh, dolaptan botunu çıkardı ve gözlerini kapayarak sertce iki darbe indirdi. Kol morarmıştı ama kırılmamıştı. Hüseyin acıdan inliyordu, gözünden yağmur gibi yaş boşanıyordu. Gürültülere Muammer ve Çinçin koşup gelmişti. Çinçin, ortada tuhaf bir hal olduğunu hemen anlamıştı: Ne oluyor kuzum! Burada ne yapıyorsunuz? Ferruh durumu izah etti. Çinçin çok soğukkanlıydı: Olmaz ki böyle! Kol böyle kırılmaz. Siz bu işi bana bırakın! Bahçede büyük bir taş var, havuzun hemen yanında. Oraya gidelim, kolu taşa yatıralım ve başka bir taşla vurup bir defada kırayım. Botla çocuğa çok acı çektiriyorsun. Muammer şaşkındı: Bu bir cinnet hali ama! Göz göre göre kol mu kırılır? Manyak mı bu yüzbaşınız? Manyak ne kelime abi. Su katılmamış adinin biri. Bahçedeki taşın arasına konan Hüseyin’in kolunu gerçektende Çinçin bir vuruşta taşla kırdı. İşi başarmanın verdiği pişkinlikle bundan sonra ne yapacaklarını söyledi: Ferruh, sen ortadan toz ol. Seni görmesin nöbetçi amir, yoksa şüphelenir. Ciple GATA’ya acile kaldıracağız. Orada alçıya aldırır, gece geliriz. Nöbetçi amir numarayı yutmuştu. Hüseyin’in merdivenden düştüğü palavrasına inanmıştı. Üç saat sonra Hüseyin ve Çinçin aynı ciple döndüler. Ferruh ve Muammer heyecanla sonucu bekliyorlardı. Çinçin, sanki çok normal bir vakadan dönüyormuş gibi raporu verdi: Arkadaşlar. Haberler iyi. Kolu iyi kırmışım. Ön kol kemiğinin ikiside kırılmış. Gerçi biri kırılsa daha iyi olurdu ama ne yapalım, kader. Peki rapor ne oldu? İki ay hava değişimi aldı. Direkt eve gidiyor Hüseyin. Yarın Orospu Çocuğu Tayfun yüzbaşının yüz halini çok merak ediyorum. Şişecek şerefsiz! Ertesi gün Tayfun yüzbaşı Hüseyin’in yatağını ve dolabını yine bozmuştu ama faka basmıştı. Hüseyin revirde yatıyordu, koğuşa hiç gitmemişti. Sabah içtimada yoklama alırken, Hüseyin revirde diye rapor verilince uyandı. Ne oldu ona? Devre birincisi Engin cevapladı: Dün akşam kolu kırıldı komutanım. Acile kaldırıldı. Hava değişimi aldı, tam 2 ay. Eve gitmeye hazırlanıyor. Tayfun yüzbaşıda şafak atmıştı. Emir verdi: Hemen buraya çağırın onu, hemen şimdi. Kimse dağılmasın, konuşacağız. Hüseyin kolu alçılı biçimde geldi, başıyla selam verdi. Anlat bakalım, kolun nasıl kırıldı? Merdivenden düştüm komutanım! Onu sen benim külahıma anlat. Ben külyutmam. Kendin kırdın değil mi? Hüseyin sessiz kaldı, cevap vermedi. 137 Susmanı anlıyorum. Sen bir kahramansın. Hemde çok mertsin. Helal olsun sana. Okuldan atılmamak için kendi kolunu kıracak kadar cesaretlisin. Şimdi sana herkesin huzurunda bir teklifim olacak. Emredin komutanım! İstihrahatını iptal edeceğim, tabii senin rızanla. Derslerine kolun alçılı biçimde gireceksin. Geri kalmayacaksın. Sen bu okulu bitirmeyi hak ediyorsun. Seni okuldan atamam. Böylesine gözü kara bir öğrencim olduğu için gurur duyuyorum. Emredersiniz komutanım. Teklifinizi kabul ediyorum. Hüseyin derslere kolu alçılı olarak girdi ve mezun oldu. Onun yaptığı kahramanlık destana dönüştü. Orospu çocuğu Tayfun yüzbaşıyı dize getiren civanmert olarak herkes önünde saygıyla eğildi. Herkes Hüseyin kadar deli cesaretine sahip değildi. 23 öğrenci Yüksek Disiplin Kurulu’nda disiplin notlarının yükseltilerek okuldan atılmalarını için son defa çıkarıldı. Ferruh, komutan katında bekleyen öğrenciler içinden Yasin, Amme, Tebareke ve Esmaül Hüsna okudu. Daha sonra yanlarına giderek ellerini havaya kaldırmalarını söyledi ve onlara ortak bir beddua yaptırdı: Yarabbi! Sen kimsesizler kimsesisin. Biz garibiz, huzuruna geldik. Hakkımızda hayırlı olanı nasip eyle. Bize zulmedenleri ıslah olmaları mümkün değilse kahreyle. İki yakaları biraraya ne bu dünyada nede öbür dünyada gelmesin. Yaşasın zalimler için cehennem! Zalimleri Allahım sana havale ediyoruz. 23 kişi birden yüksek sesle amin dedi. Tayfun yüzbaşı merak ederek dışarı çıktı: Ne oluyor burada? Ne amini bu! Ortama yeniden sessizlik hakim oldu. Ölüm sessezliği veya fırtınadan önceki karanlık. Haftasonu izne çıkan Ferruh olayı İhlas Kitap Evi’nden Hüseyin Hoca’ya anlattı.. Teselli etti: “Kardeşim herşey takdir-i İlâhî, İnşallah daha hayırlı kapılar açılır önünüze... Bu Cenâb-ı Hakk"ın takdiridir, hiç endişe etmeyin. Bir kapıyı kapatan Cenâb-ı Hak, başka bir kapıyı açar.” Bu duyduğu destek mahiyetinde tek konuşma oldu. Müthiş bir rahatlama hissetti, dünyayı bağışlasalar bu kadar sevinmezdi. Kendi kendine söylendi: “Demek ki biz çok da anormal değilmişiz” Aksi sözler, “Bizde anormallik mi var?” sorularını akla getiriyordu. Asıl anormallik kendilerini sorgulayanlardaydı. Kol kırmak zorunda bırakanlardaydı. 138 Otuzikinci Bölüm: GATAkulli 1986 yılına kadar askeri okullarda namaz kılmaya müsade edilmişti. GATA’daki mescid ibadete açıktı. Ancak burada namaz kılanlar fişleniyordu. Ferruh, ordudan atılacağını anlayana kadar bu mescitte çok ender namaz kılmıştı. Askeri öğrencilerin GATA’ya hastalık numarasıyla kaçışları,’GATAkulli’ denilen kaçış yöntemi meşhurdu. Patenti GATA’da öğrenim görmüş eski öğrencilere aitti. Eşekler Sınıfının en büyük icadıydı bu GATA’ya hastalık numarasıyla kaçış. 4 sene içinde 9 kişi GATA’ya zor dönemlerde delilik numarasıyla kaçmış, hava değişimi veya rapor almıştı. Tıp bilgileri sağlam olduğu için doktorlar numaraları çakmıyordu. Çoğu sahte intihar girişimleri ile psikolojik travmadan rapor alır, okuldan atılmaktan yırtardı. Disiplin notu düşenleri kurtarmanın en kestirme yolu ‘GATAkulli’ydi. Beton Kemal, bu numaraları pek yutmazdı ama doktor raporlarını iptal etmezdi. Komünist Kara Mustafa’nın bir keresinde intihar girişimi süsüyle GATA raporu almasına çok kızmıştı. Çünkü Mustafa yanlış metotla intihar girişiminde bulunmuştu. Beton Kemal dalgasını geçmişti: Oğlum, sen intihar etmesini de bilmiyorsun. Eğer ölmek istiyorsan kolundaki damarları camla dikey değil, yatay keseceksin. Bunca yıldır sana anatomiyi öğretemediler. 15 Mart 1987’de GATA’ya Ferruh’ta hastalık bahanesiyle kaçtı. Necdet Öztorun, Kara Kuvvetleri Komutanı idi. Genelkurmay başkanı olmaya çantada keklik gözüyle bakıyordu, hatta davetiyeleri bile bastırmıştı. Rahmetli Özal’ın Cumhurbaşkanı Evren ile anlaşıp Öztorun’u tasfiye etmesine altı ay vardı. Öztorun, inanılması güç bir hukuksuzluğa imzasını attı. Tüm askeri okullarda ve orduda irticacı büyük bir örgüt kurulduğunu iddia ederek düğmeye bastı. Öztorun, NATO eğitimliydi ve derin yapının üst düzey yöneticisiydi. Düğmeye basmadan önce en son ABD ve İsrail’e uğramıştı. Emir milli değildi, dışarıdan geliyordu. Ferruh, GATA’daki hayali Dahhak örgütünin lideri olmakta suçlandı, hem de henüz 17 yaşında. 330 kişilik okulun yarısı güya ona itaat ediyordu, emir komuta zincirinde hiyerarşiyi bozmuştu. Halbuki 4 sene boyunca her sabah komutanlara ‘okulda vukuat vardır veya yoktur’ tekmili veriyordu. Sabahtan beri nezaretdeydi. Eşekler sınıfı, Ferruh’u nezaretten gece kurtarmaya karar vermişti. Ama istemedi. Kaçarsa suçlu durumuna düşerdi. Aklına ‘GATAkulli’ geldi. Normal viziteye çıkıp ‘deli numarası’ yapmaya karar verdi. O sabah, nasıl olduysa her zamanki doktor hastalanmış, yerine GATA Tıp’tan doktor adayı bir öğrenci gelmişti. Simasında göz kamaştırıcı bir nur vardı, parıldıyordu. Doğruları anlattı. Birden gürledi: ‘O şerefsiz Atilla yüzbaşı buraya da mı geldi? O mübarek doktor, Ferruh’u GATA’ya yatırması için Ömer Faruk adında bir doktora sevk etti. Sevk ettiği doktor da kendisi gibiydi. Acaba Hızırla mı karşılaşmıştı?. GATA’ya doktor onu askeri ciple gönderdi. Sabah 8.00 olupta mesai başlamadan, Ayfer albay onu ciple Mamak cezaevine götürmeden kapağı GATA psikiyatri kliniğine atmak zorundaydı. Saat 7.30’da gece nöbetini sonlandırmadan doktor Ömer Faruk’u buldu. Bir çırpıda olan biteni ayrıntılarıyla anlattı. Aralarında yaman bir pazarlık başladı: Lütfen bana Kataleptik şizofreni teşhisi koyunuz ki. Burada uzun süre kalabileyim. Olmaz Ferruh. Meslek hayatımı tehlikeye atamam. Bu dediğin hastalık çocuk yailarda başlar ve gelişir. Askeri okula bu hastalıkla girmen mümkün değil. Sana daha gerçekci bir teşhis yazayım. Nedir o? Akut Reaktif Deprasyon. 139 Yani! Gördüğün baskılar sonucu akut olark ortaya çıkmış olan geçici bunalım. Peki öyle olsun, hemen yatırıyor musun beni? Evet. Ama içeride iyi deli numarası yapman lazım. Doktorlar anlamasın. Pembe salona yatan Ferruh, kadın ve erkek karışık kalınan bu mekanda astsubay ve subaylar, eşleri v esker çocouklarından oluşan elli kişilik bir hasta topluluğu ile karşılaştı. Tek kişilik odaya yerleştirilmeden once ayakkabı bağcıkları ve kemerini hemşire istedi. Espiriyi patlattı: Korkmayın intihar etmem. Belli olmaz. Yemekler müthiş çıkıyordu. Üç öğün yemek, iki öğün snack. Jimlastik salonu, sauna, tenis kortu, spor salonu, resim atülyesiü televizyon salonu, yüzme havuzu ile burası adeta cennetti. Ferruh rahatlamıştı: Oh be deli olmak varmış! Farklı doktorların muayenesinden geçen Ferruh, deli numarasını mükemmel yapıyordu. Gülerken ağlamak, ağlarken gülmek, abuk sabuk konuşmak, bağırarak şarlı söylemek, birden susmak delilerin ortak haraket tarzıydı. Ortama uymuştu. Deliler içinde tek arkadaşı Van’daki teröristlerle çatışmadan gelen Selami yüzbaşıydı. Cesur insandı yüzbaşı defalarla çatışmaya girmişti: Van Çatak’ta bir çatışmada yaralanmıştı. Bir seferinde asker olan terörist, tipili bir gece de kendisini öldürmeyi planlamıştı. Asker kendisini fark eden astsubayı öldürmüş Yüzbaşıya ulaşamayacağını anlayınca da hemen gidip koğuşunda yatağına yatmıştı. Her şeye rağmen teröristi ortaya çıkarmayı başardı Selami Yüzbaşı. Çalışkandı, işine titizdi, işini iyi biliyordu. En sorunlu bölge olmasına rağmen nasılsa Selami yüzbaşı var diye Dargeçit’ten endişelenmiyorlardı ildeki Komutanları; ama Sakıncalı Yüzbaşı Selami namaz kılıyordu bunu hiç kimseden gizlemiyordu ama bağnaz bir insan değildi, asla suçlandığı türden art niyetleri yoktu. Eşi kapalıydı yüzbaşının, Boğaziçi üniversitesi mezunu hanımefendi bir kadındı. Kapalıydı ama herkesten daha çok sosyal ve moderndi. Her şeye rağmen sakıncalıydılar. İle gittikleri zaman orduevinde kalamıyorlardı, restoranında yemek yiyemiyorlardı. Peki ama Dargeçit Jandarma komutanı herhangi bir otelde kime neye ve niye güvenerek kalacaktı? Dananın kuyruğu PKK elebaşısı Abdullah Öcalanı 1 Mart 1987’de yakaladığı zaman kopmuştu. Eline kelepçeyi takmış, askeri helikoptere bindirmişti. Gururla enselediği elebaşısını Ankara’ya gönderiyordu. Ancak Genelkurmay’dan gelen telefonla irkilmişti. ‘Ne yaptın sen. Bizim adam o.Hemen serbest bırak. Helikopterle Suriye sınırına götür. Bırak gitsin.’ Yüzbaşının geçirdiği depresyon bununla sınırlı değildi. Ertesi günü Van kırsalında çıktıkları operasyonda timi pusuya düşürülmüştü. 11 askerinin hepsi şehit edilmişti. Kendisini de öldü diye bırakmışlardı. Teröristlerin konuşmalarına şahit olmuştu. Onları satan er kendi postasıydı. Asıl kuşkusu ise infaz emrinin bizzat Genelkurmay’dan gelme ihtimaliydi. Bu şüphe beynini kemirmiş, soluğu GATA Psikiyatride almıştı. Kime güveneceğini bilemiyordu. Selami ile Ferruh’un dostluğu doktorların gözünden kaçmamıştı. Pembe salonda aklı başında gözüken ikisi vardı. Doktorlar yanlarına geldiğinde konu değiştiriyorlardı. Haftada bir gün yapılan delilerle doktorların ortak toplantısında oyun sona erdi. Doktorlar delilere sorunu olan var mı diye soruyorlardı. Kimse parmak kaldırmayınca Ferruh, bir çıkıntılık yapmak istedi: TRT 2 yayınlarına yeni başladı ama burada çekmiyor. Acaba ayarlaya bilir misiniz? Tüm deliler katılasya gülmeye başladı. Gülme krizi doktorlara da sıçradı. Başhekin gülerek salonu yatıştırmaya çalıştı: Susun ama. Gayet normal bir istek bu. Ferruh o zaman anladı ki, ondan başka televizyon seyreden deli yoktu. 140 Birden başdeli ünvanlı 18 yaşındaki Yeşim ayağa fırladı. Genç yaşta Devsol akımı içine girmişti, dava arkadaşları komünist gençlerin tecavüzüne uğrayınca dengesini yitirmişti. Subay kızıydı. Abuk sabuk konuşur, ara sırada kafiyeli şiirler okurdu. Ferruh için bir şiir yazmıştı: Elem tere fiş Kem gözlere şiş Elimde var bir iş Sık sık gelen çiş Herkes hasta mafiş Şiir nasıl bitecek diye herkes heyecanla bekliyordu. Yeşim, Ferruh’u işaret ederek son noktayı koydu: Burada herkes deli, o değil. Ferruh morarmıştı. Doktorlar sustu, delilerin hepsi Ferruh’a bakıyordu. Başhekim toplantıdan sonra Ferruh’u odasına çağırdı. Bak oğlum. Senin hsta olmadığını biliyorum. Taburcu olma vaktin geldi. Ferruh, başından geçenleri saklamadan anlattı ve ekledi: Okula dönersem bana işkence yapacaklar ve okuldan atacaklar. Hayır yapmayacaklar ve atmayacaklar. Nereden biliyorsunuz? Bak sana bir mektup göstereceğim. Suçladığın Atilla yüzbaşı, yani öğrenci amiriniz yazmış. Ferruh gözlerine inanamıyordu. Okulun en başarılı, disiplinli ve örmek öğrencisidir yazıyordu. İnanmıyorum komutanım. Buda numara olmalı. Bana lütfen hava değişimi verin, memleketime gideyim. Olmaz. Seni mutlaka okula geri istiyorlar. O halde istihrahat verin. Peki. 21 gün yeter mi? Yeter. Ferruh, ‘GATAkulli’ sayesinde işkenceden kurtulmuştu. Okula dönüşünde arkadaşları tarafından kahraman gibi karşılandı. Deli olmayı sevmişti. Numaraya devam kararı aldı. Gazinoda istihrahatını dolduruyordu. Yakası bağırı açıktı, elinde sigarayla, tam psikopatlara benziyordu. Okul Komutanı, bir hafta sonu odasına çağırdı: Oğlum, gel istihrahatını iptal edelim. Derslerinden geri kalma. Olmaz komutanım. Dersler zaten neredeyse bitti ve tüm notlarım yüze yakın. Seni atmak istemiyoruz. Ama böyle kendini dağıtırsan olmaz. Topla artık kendini. Emredersiniz komutanım. Sonuçta, raporumun bittiği gün Genelkurmay Kararı ile okuldan ayrıldı Ferruh. O gün, 12 Nisandı yani doğum günü. Aynı zamanda Beraat kandiliydi, beraatı, kurtuluşu eline verilmişti. Bir aylık sürenin sonunda haklarında GATA’nın bağlı olduğu Genelkurmay Başkanlığı’nın onayıyla ve amirlerin kanaatine dayanarak namaz kılmayı alışkanlık haline getirmek, başkalarına dinî telkinde bulunmak ve Said Nursî’nin eserlerini okumayı alışkanlık haline getirme gerekçesiyle işlem yapıldı ve kesin ordudan ihraç kararı verildi. Koğuşta 12 rekat şükür namazı kıldı. 141 Otuzüçüncü Bölüm: Rambo Ferruh! Bir hafta önceden atılacağını anlamıştı Ferruh. Son haftasonu iznine Ankara’ya çıktığında Anafartalar çarşısından bir Amerikan kotu, mavi bir tişört birde kurşun kolye satın almıştı. Amerikan spor ayakkabısı takımı tamamlıyordu. Atilla yüzbaşının gözünü korkutacaktı. İlk Kan filmi modaydı. Bu filmde, kendini ölüme gönderen ve satan komutanından intikam almak isteyen Rambo, kurşun bir intikam kolyesi takıyordu. Amerikan askerlerini kurtarmak isterken ölen Vietnamlı kadının boynundaki kolyeydi bu. Ferruh, aynısından satın almıştı. Sivil kıyafetleri giyerek son defa Hüseyin Hoca’yı ziyaret etti. Ferruh’un ruh halini beğenmemişti: Oğlum, bir çılgınlık yapmayacaksın değil mi? Bunca zulme maruz kaldım. Yapmamam için mantıklı bir sebep gösterin. Bak oğlum. Said Nursi, 1925’de Mustafa Kemal’in askerleri dinsizliği yayıyor diye ayaklanan Şeyh Said ondan destek istediğinde hemen ‘Hayır’ cevabını verdi. Biliyor musun, neden? Hayır. Neden? Türk ordusuna silah çekilmez dedi. Çünkü Kur’anda bahsi geçen bir millet Allah’ı sever, Allah’ı severden kasıt Türk Milletidir. Bin yıldır İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Yine yapacaktır. Türk ordusu ne yaparsa yapsın ona lanet okumamış, beddua etmemiştir. Tam olarak ne demiş? Demiş ki, Gizli Fesad Cemiyeti bin sene boyunca İslamiyetin ve Kur’anın elinde şan ve şerefle şöhret bulan, şimşek gibi parlayan bir elmas kılınç olan Türk milleti ve Türkçülük düşüncesi ve Türk ordusunu, geçici bir dönem İslamiyetin bir kısım Şeairine (Ezan, Kur’an, İmam-Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine) karşı kullanmaya çalıştı. Fakat tam muvaffak olamadı. Sonunda geri çekilmeye mecbur kaldı. Çünkü, kahraman ordu, dizginini bu gurubunun elinden 21. yüzyıla girerken kurtarmayı başaracak. Ümitli olalım ama ne zaman kadar? Hüseyin Hoca, uzunca bir vaaz etti: Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da 50 yıl içinde yani materyalist, Darwinist ve ateist felsefelerin insanlar üzerindeki etkisinin 10 yıl gibi kısa bir süre içinde yok olacağına işaret etti. Bu tarihin başlangıncı ise Hicri 1421 yani 2001 yılına denk geliyor. Miladi 2008 yılında, Kuran ahlakının tam galibiyeti dönemi başlayacak. 2012 veya 2013 yılında kahraman Türk ordusu, fesat komitesinin boynuna taktığı kementi çıkaracak ve İslam’a yeniden hizmet edecek. Ferruh’un kafası iyice karışmıştı. Türk ordusunun boynunda kement olduğunu anlaması için 2008 yılına kadar beklemeli miydi? Boynundan kementi tamamen atacağı 2012 yılına kadar yaşayacağına kim garanti verebilirdi? Atilla yüzbaşıyı sadece korkutmak, kalbine korku salmak istiyordu. Eşyalarını hazırladı ve Nizamiyede bekleme odasına koydu. Sivil kıyafetleri ve kurşun kolyesiyle komutanlık katına çıktı. Atilla yüzbaşı görüşmek istemiyordu. Ferruh zorla girdi: Size veda etmeye geldim yüzbaşı! Bravo çok başarılı iş çıkardınız, eğer Allah ömür verirde yaşarsanız terfiler de alırsınız. Kısa kes. Müslümanlığını yaşa diye seni sivil hayata postaladım. Git nerede istersen orada İslam’ı yaşa ama burada orduda olmaz! Çok teşekkür ederim ama bunun hesabını elbet bir gün ödeyeceksiniz. Odada bulunan komutanın posta eri asker müdahale etti: 142 Komutanımıza karşı terbiyesizlik yapıyorsun. Esas duruşta bile değilsin, selam vermeden konuşman zaten kurallara aykırı. Ben artık asker değilim. Bu adamın karşısında esas duruştada durmam, selamda vermem. Defol çık git yav! Gidiyorum ama öbür tarafta dört elimde yakanızda olacak. Ferruh içini boşaltmış, biraz rahatlamıştı. Nizamiye gerisine bile bakmadan hızlı adımlarla yürüdü. Tam valizleri yüklenip kapıdan çıkıyordu ki, bir cip hızla yanında durdu. Atilla yüzbaşının postasıydı: Komutan seni istiyor. Ben artık sivilim, gelmem. Geleceksin, gerekirse silahımla seni zorla götürürüm. El mecburdu. Atilla yüzbaşı, Ferruh’u endişeli gözlerle ama sert bir yüz ifadesiyle karşıladı: Biraz önce ne demek istedin sen? Öbür tarafa inanıyorsanız Allah’ın sizden hesap soracağını söyledim. Onu demiyorum. Ötekini... Başka bir kastım yok. Peki boynundaki bu kurşun kolye nedir? Rambonun intikam kurşunu! Yani benden intikam mı alacaksın! Ferruh, sağlam bir kahkaha attı ve lafı gediğine koydu: Ne oldu, korktun mu komutan! Çık dışarı, defol git. Gözüm seni bir daha görmesin. Git nerede istiyorsun, müslümanlığını yaşa ama Türk ordusu laiktir, laik kalacak, burada olmaz! 143 Otuzdördüncü Bölüm: Genelkurmay’a dava! Ferruh, babası Orhan astsubayı okul nizamiyesinin çıkışında onu beklerken buldu. Hiç konuşmadılar. Doğruca Akdere’deki halası Rasime’nin evine yollanmak için önce Dışkapı ile Ulus arasındaki dolmuşa, sonrada Bentderesi’nden kalkan dolmuşa bindiler. Ferruh, Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı 18 yaşına girdiği gün mahkemeye veren az sayıda vatandaştan biriydi. Ünal Bingül ve Berhan Yüzbaşı’da dava etmişti. Askeri Savcılığın yetki sınırlarını, Yüksek Askeri İdari Mahkemesi’nde davaların nasıl görüldüğünü bilmiyorlardı. 15 günde dava açarlarsa yürütmeyi durdurma kararı aldırabilir ve okuluna geri dönebilirdi. Genelkurmay’a, Askeri Ceza Kanunu’nda olmayan ‘İrticai Faaliyetler’ adlı suç icat edilmişti. Hukukta usulsüzlük yapılıyordu. Ferruh, 20 Nisan 1987’de verdiği dava dilekçsinde, Askeri liseden disiplinsizlik iddiasıyla ayırmalarına hiç disiplin suçu olmaması nedeniyle itiraz ediyordu. Dört mesele daha vardı. Okuma hakları ellerinden alınmıştı. Bu anayasal bir suçtu ve insan haklarına aykırıydı. Memuriyet hakkı ellerinden alınıyordu. Dışarıda da birşeyler yapabilmelerinii engelleyecek uygulamalar ortaya konulmuştu. Fişlenmişlerdi, artık devlet memuru olmayı bırakın, sivil olduğunu sandıkları belediyelerde bile işe girmelerine engel olunuyordu. Diplomalarını vermemişler, dışarıda sağlık memuru olmalarının önüne geçmişlerdi. Bu şartlarda üniversite imtihanına bile girmeleri imkansızdı. Çünkü mezun oldukları lise, onlara yardımcı olmuyordu. Ferruh’un asker olan babası Orhan astsubay, Ankara’da 12 Eylül’ün intikamını alma peşindeki ülkücü avukatlara, ‘şov yapmaya gerek yok’ diyerek davayı vermedi. Görüşü ilginçti: ‘Biz hızlı ve dürüst solcu bir avukat bulalım’ Devre arkadaşı Ünal Bingül, tam bu sırada imdatına yetişti: ‘Benim tanıdığım bir avukat var. Uzaktan tanıdığımız olur. Evi Oran sitesinde. Yarın için randevu aldım, beraber gidelim’ Allah’tan halasının telefonunu Ünal’a vermişti. Akşamı Akdere’de halasında geçiren Ferruh ve Orhan astsubay, tam zamanında Çankaya’daki Oran sitesinde avukat ve hakim çiftin evlerini buldu. Kapının önüne atılmış gazete Feruh’un gözünden kaçmadı: ‘Bu avukat Cumhuriyet gazetesi okuru. Bunların çoğu din düşmanı olur’ ‘Önyargılı olma, oğlum! İnsanlığını kaybetmesin yeter. Sol görüşlü insanlarda adaletperestlik duygusu güçlüdür.’ Nitekim avukat Berrin Gözen, tıpkı babasının tariff ettiği gibi çıktı. Hikayelerini anlatan Ferruh ve Ünal’ı dikkatle dinleyen Berrin Hanım’ın gözleri yaşardı. Kocası Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nde askeri hakim Turgut Albaydı. Önce kocası konuştu: Sizi hangi yasadışı örgüte üye olmakla suçluyorlar? Ünal omzunu silkti: Hiç bilmiyorum. Hayatımda örgüt üyesi olmadım. Herhangi bir örgüte ait olan veya olmayan örgütsel bir bröşür dahi okumadım. Ferruh bir tahminde bulundu: Said Nursi’nin Nurcularından sayıyor olsalar tam Nurcu değiliz. Nursi’nin her kitabını okuyan Nurcu olmuyor. Atilla yüzbaşı Dahhakcı diye bir örgütden bahsetti. Ben böyle bir örgüte üye değilim. Dahhakcılar diye bir örgüt olduğunu da sanmıyorum. Ünal ekledi: 144 Ferruh ile ben, bu devrenin en başarılı, çalışkan, disiplinli, örnek Atatürkçü diye gösterilen öğrencileriyiz. Ben sadece bir hafta namaz kıldım, o kadar. Ferruh, suçunu itiraf etti: Ben daha uzun namaz kıldım. Dört yıl boyunca kıldım, ama gizli kıldım. Yanı başımdaki sıra arkadaşım Ufuk Yılmaz bile namaz kıldığımı bilmiyordu. Kimseye namaz reklamı yapmadım. Berrin Hanım, saflığı yüzlerine okunan iki genci pek sevmişti: Çocuklar namaz kılmak suç değil ki? Rahat olun. Turgut Albay’ın de kanı iki gence ısınmıştı: ‘MİT ve Genelkurmay’da araştırma yapacağım, eğer bir örgüt üyesi değilseniz davayı alırız’ Ertesi gün Ünal Bingül’den gelen telefon umut doluydu: Müjde Ferruh. Berrin hanım davayı aldı. MİT ve Genelkurmay’da Dahhak diye bir dini örgüt veya illegal yapılanma bilgisi yokmuş. Berrin ve Turgut Gözen çifti, inançsız olmalarına veya öyle gözükmelerine rağmen inanç hürriyetini samimi biçimde savunuyorlardı. Ferruh’un çok hoşuna gitmişti: Her kesimde iyi insanlarımız var. Allah bu ülke insanını eskiden olduğu gibi birlik etsin. Ferruh Alanya’ya, Ünal İstanbul’a yola çıktılar. Bir daha görüşemediler. O sürede mahkeme süreci oldu, tekrar okula alınmaları için uğraşanlar oldu. O sırada Ferruh, askerî hakimlikten emekli birine bu olayları anlatınca hüngür hüngür ağladı: “Ben bu olaya sahip çıkacağım” dedi. Daha sonradan da o hakim Askerî İdare Mahkemesinin görevlileriyle konuştu, orada da bu işe biraz sahip çıkan yapılar vardı. Daha sonra Alanya’da tanıştığı askeri bir hakim Ferruh’a “Biz bile namazlarımızı kapıları kilitleyip kılıyoruz. Size ne oldu, siz kendinizi ne zannediyorsunuz, orada nasıl namaz kılarsınız?” şeklinde fırça attı. Önceleri onlara sahip çıkacağını söyleyen şahıs, hadisenin Said Nursî bağlantısını öğrenince ürktü, sahip çıkmaktan vazgeçti. 15 gün içinde yürütmenin durdurulması için yaptıkları başvuru ret edilmişti. Mahkeme süreci uzayacaktı. GATA Komutanı Onur Noyan Paşa, Gözen çiftinin aile dostlarıydı. Karı koca bir gece komutana misafirliğe gitmişti. Berrin hanım lafı döndürüp dolaştırıp Ünal ve Ferruh’a getirdi: ‘Bu başarılı çocukları neden ordudan usülsüzce atıyorsunuz?’ Necati Kölan saklamadan net cevap verdi: Çok basit. Namaz kılanları orduda istemiyoruz. 20 Mart 1989’da Yüksek Asker İdari Mahkemesi’ne aktarılan Necati Kölan’ın bu sözleri olay oldu. GATA Psikiyatri Kliniği’ne Atilla yüzbaşının Ferruh Kaplan hakkında 20 Mart 1987’de gönderdiği resmi mektup, açık bir delildi. Bu mektupda Ferruh’u psikiyatri’den çıkartma telaşına düşen yüzbaşı şunları yazmıştı: ‘ Ferruh Kaplan. Okulumuzun en disiplinli, başarıü örnek bir askeri öğrencisidir. İçinde yaşadığı depresyonu aştığına inanıyorum.’ Muhsin Batur’un damadı Yüzbaşı Mustafa Kemal Akkarpart, 3 sene boyunca Ferruh ve Ünal’ın 1. amiriydi. Mahkemeye intikal eden mektubu okundu: ‘Faruk, Ünal, Halil, Berhan adam gibi öğrencilerdi. Bu sınıfta çok eşek vardı. Eğer bunları attılarsa, geriye kalan eşekleri mezun etmelerine gerek yoktu. Tam Eşekler Sınıfı’nı tarif eden bir mektupdu. ‘Taşşaklı Beton’ Kemal, yine sözünü esirgememişti. Beş hakimli, bir askeri savcılı mahkemenin Mart 1989’daki son duruşmasında Ferruh, savunma konuşmasını, ‘samimiyet testi’ üzerine kurmuştu. GATA’da bir hırsızlık şebekesi, bir cunta olduğunu, başında Atilla adlı homoseksüel bir yüzbaşı bulunduğunu söylediğinde tüm hakimler katılasıya gülmeye başladı. 145 Deli olduğunu düşünmüş olmalıydılar. Deliller, olaylar ve isimleri açıkladığında, hepsi buz kesti. Çünkü 4 yıl boyunca okul ikincisi olarak komutan vekiliydi ve tüm hadiselere vakıftı. Askeri Ceza Kanunu’nda ‘irticai faaliyet’ diye tanımlanan bir suç olmadığını kanun maddelerini ezberden okuyarak aktardı. Şaşkınlıkları arttı. Ferruh, bir konuşma metni hazırlamamıştı, aklına ne geliyorsa aktardı: “Namaz kılmak suçsa bu suçu işledim ama dört yıl yanımdaki sıra arkadaşımın namazımı gizli kıldığım için bu suçtan haberi olmadı.Ya hırsızları, PKK soruşturmasını örtbast edenleri, orduyu hortumlayıp yıpratan cuntacıları tercih edeceksiniz veya rüşvet yemeyen, hırsızlık yapmayan namuslu, başarılı, disiplinli asker olan benim gibileri seçeceksiniz. Hukukta usülsüzlük yapıyorsunuz, beni okuluma iade etmek mevcut kanun gereğidir.” Hakimler sus pus olmuşlar soru sormuyorlardı. Askeri Savcı ayağa kalkmasıyla oturması bir oldu. İki kelime kullandı: ‘Suçu sabit’ Ferruh, avukatına baktı. Yüksek sesle söylendi: ‘Genelkurmay’ı mahkemeye ben verdim, burada ben değil Genelkurmay’ın hukuksuzluğu yargılanmıyor mu?’ ‘Hakimlerin onbaşı kadar yetkileri yok mu acaba?’ diye içinden eseflendi, üzüldü. Bir Hakim sözü ele aldı: Oğlum üyesi olduğun Dahhak örgütünü anlat! Orduya sızmaya mı çalışıyordunuz? Bir defa böyle bir örgüt yok, hiç olmadı. İkincisi, ben öz be öz Anadolu çocuğuyum. Asker çocuğuyum. Bir insanın, kendi memleketindeki bazı müesseselere girmesine sızma denmez. Ordu kurumu bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten olmayanlar yaptılar. Ben milletin bir ferdiyim, kendi milletim için var olan orduya sızmadım; hakkımdı, girdim. Kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir. Hakimler ciddileşmişti, yorum yapmadılar. Konuşmasının buraya kadar olan kısmı etkili olmamıştı. Taktik değiştirip kendisinden sonra duruşmaya girecek okul birincisi devre arkadaşı Ünal Bingül’ü savundu: “Biraz sonra karşınıza gelecek arkadaşın lakabı ‘inekçi’dir. 4 yıl boyunca sabah dörtte yatağından kalktı, gece 12’de yattı, kimse onu yatağında görmedi. Askeri okullar tarihinde görülmemiş bir not ve disiplin ortalaması var. Hiç namaz kılmadı, benim arkadaşlarıma karışmadı, asosyaldi. Tek hatası başarılı olmaktır. Dindar öğrenciler üzerinde operasyon yapan homoseksüel istihbaratçı Atilla yüzbaşı, tüm namaz kılanlar en başarılı öğrenciler olduğu için onu da dindar sanmış olmalı. Başarısız öğrencileri muhbir olarak kullandı. Hadi ben suçluyum bari bu arkadaşımızın emeğini çöpe atmayın.” Avukat Berrin’in gözleri doldu, Ferruh’un gözlerinden öptü. Ferruh’un gönlünü almak için bir jest yaptı: ‘Bu davayı kazanamazsak avukatlığı bırakırım’ Dava kaybedilmişti. 15 ün sonra gelen yanıtta sunulan gerekçeyi avukatları kendilerine postalamadı. Ünal Bingül’de okuluna iade edilmedi. Liseyi dışarıdan bitirme imtihanlarına girdi ve bir yılda bitirdi. Bu süre zarfında TİMAŞ’ta çalıştı. İstanbul Hukuk’u 1990’da kazandı ve 1994’de birincilikte bitirdi. Daha sonra savcı ve hakim oldu. Demek ki inekçiliğe devam ediyordu. 146 Otuzbeşinci Bölüm: Kayserilinin Eşek şakası! "Pısırık, sessiz" Ferruh, nasıl olmuşta 4 yıl sonra okulun yarısının lideri olmak ve askeri hiyararşiyi bozarak disiplinsizliğe yol açmakla suçlanmıştı. 15 yaşına kadar hiç konuşmayan biriyken, haksızlığa susmayı sindiremeyen ve yüksek sesle düşünen biri haline gelmişti. Askeriyenin " mantıksızlığa itaat" dahil tüm kurallarına uymuştu. Kader, onun bu sınırlar içine hapsolmasına anlaşılan razı değildi. Bu nedenle aslında askeriyeden ayrıldığına hiç üzülmemişti. Buna rağmen her gece kabuslar görüyordu. Rüyasında hep askeriyeye geri döndüğünü hayal ediyordu. Anlaşılan bilinçaltı mantıksız ayrılışı asla kabullenememişti, hazmedememişti. 12 Nisan 1987'de yaşanan beraat kandili günü beraatını eline tutuşturmuşlardı. Çok sevdiği askeriyeden “İrtica “ diye bir suç Askeri Ceza Kanunu’nnda henüz bulunmadığı için “Disiplinsizlik” gerekçesiyle kapı önüne konmuştu. 18 yaşına girdiği günde bu bir şaka olmalıydı. Kader ağlarını onun için çoktan örmüştü. 14 yaşında, bıyıkları henüz terlememiş yeni yetme ergenliğe yeni girmiş bir delikanlı iken askeri liseye girmişti. Tek ideali ve gayesi vatanına hizmet etmekti. 4 yıl boyunca başarıdan başarıya koşmuş, komutanları onu 'en başarılı öğrenci, en örnek asker, model Atatürkcü' olarak lanse etmişti. Ne olmuşsa olmuş elinde küçük bir valiz baba ocağının yolunu tutmuştu. “Askeriyeden ancak namussuzlar, şerefsizler, hırsızlar ve vatan hainleri kovulur” düşüncsi topluma hakimdi. Masum olduğunu nasıl anlatacaktı? O, sadece Allah'a kulluk görevini yerine getirmek istemiş, babasının öğütlerini tutarak yalan söylememiş, hırsızlık yapmamış, askeriyenin kurallarını bozmamış, 4 yıl boyunca disiplin abidesi olarak gösterilmişti. Bunun neticesinde hep koğuş başkanı yapılmıştı. Bunca yıl komutanların sevgilisi ve el üstünde tutulan bir öğrenci olup, kapı dışarı atılan başka bir askeri öğrenci var mıydı acaba? Siyaset yapmamıştı, siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçmıştı; sadece dinini dindar olarak yaşamaya azimliydi. Nereden geldiği belli olmayan bir tufan onu çok sevdiği okulundan kopartıyor ve Türk Ordusuna hizmet etme şerefinden alıkoyuyordu. Utanıyordu, hacalet çekiyordu, ama başı dikti, kötü bir şey yapmamıştı. Annesi Neslihan oğlu Ferruh’u karşısınnda askeri değil sivil kıyafette boynu bükük görünce hem şaşırdı, hemde sevindi. Ancak bu neşesi uzun sürmedi. Babası Orhan, annesine hiç bir şey anlatmamıştı. Sert bir asker olmasına rağmen vicdanlı bir insandı. Orduda namazlarını 20 yıl boyunca hiç bir engellemeye maruz kalmadan kılmıştı. Ferruh, günlük tutmaya devam ediyordu. İki yüzlü hayatı bu kırmızı kaplı deftere ve tarihe not olarak düşüyordu: 1 Temmuz 1987’de Başbakan Özal ile ters düşen Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Necdet Öztorun istifa etti. Org. Necip Torumtay, KKK'na getirildi. Genelkurmay Başkanı olmayı bekleyen, kutlama gecesi davetiyelerini bile bastıran Öztorun, Sabah gazetesine verdiği demeçte Özal’ı sert bir dille eleştiriyordu: ‘Ordudan irticacıları temizledim diye benden intikam alıyor.’ 18 Mart 1989’da Ferruh, askeri okuldaki arkadaşı 3. sınıflardan Adem’den bir mektup aldı. Mektupta inanılmaz bir müjde vardı: Ferruh, hemen Sağlık Astsubay Okulu’na geri dön. Bizim masum olduğumuzu anlamışlar, geri çağırıyorlar. Ben önümüzdeki hafta gideceğim. Sende gel. Kısa ve öz olan mektuba en fazla sevinen Neslihan hanımdı. Orhan astsubay, emekli olalı az olmuştu ama askeriyede sabit bir görüşün bu kadar hızlı değişmiş olabileceğine inanamıyordu. Şüphesini dile getirdi: Hanım, daha geçenlerde senle Örsan’ın askerlik yaptığı Tandoğan Astsubay orduevinde gece kalmak istedik. Başörtülüsün diye seni içeri almadılar. 147 Olsun bey. Baksana arkadaşıda gidip teslim olacakmış. Sende oğlanı götür. Hiç gitmezseniz asla doğru mu yoksa yanlış bilgi mi öğrenemeyiz. İki elim yakanda olur iki taraftada. Oğlanı böyle mahzun bırakma! Çaresizdi Orhan bey. Gidecekti. İnanmasada, eşi ve oğlunun gönlü olsu diye gidecekti. Hemen hazırlandılar ve ertesi gün için otobüs bileti alıp soluğu 20 Mart’da Ankara’da aldılar. Ferruh, okulun nizamiyesinden içeri zafer kazanmış bir komutan edasıyla girdi. Komutan katına çıkıp ‘Deli Hikmet’ lakaplı Okul Komutanı Albayla görüşmek için sekterin yanında beklediler. Deli Hikmet, ikiliyi ayakta karşıladı. Ferruh’un verdiği baş selamını almadı. Küfürlü ağzı rahat durmadı: Oğlum sen gerçekten Eşeksin. Eşekler Sınıfı’nın ‘Eşekbaşı’sı olduğunu bir kez daha kanıtladın. Deli Hikmet babası Orhan astsubaya döndü: Ya sen! Bu orduda 25 yıl görev yaptın. Biz mevcut namaz kılanları atmaya çalışıyoruz. Buda gelmiş teslim olmaya. Götümle gülerim bu duruma. Defolun gidin gözümün önünden. Okulu hemen terk edin. Bu orduda sizin gibileri asla barındırmayacağız. Kaynar sular boşalmıştı başlarından. Orhan astsubay gıkını bile çıkartamamıştı. Adem’in mektubundan bahsedememişlerdi bile. Gerisin geri İzmir marşıyla döndüler, arkalarına bakmadan. Koridorda Ferruh’u gören Malatyalı Muharrem astsubay çok mutlu olmuştu: Hayrola Eşekbaşı! Sizin Eşekler Sınıfı’nı mezun ettik, sen hariç... Durumu iki cümlede izah eden Ferruh, Deli Hikmet’in sert tavrını üzüntü ile özetledi. Orhan astsubay, meslekdaşından bir ricada bulundu: Bizim Alanya’daki dükkana hırsız girdi. Oğlanın okuldan çıkarılma belgeside çalınanlar arasında. Yeniden çıkartmanız mümkün mü? Oğlan nerede okuduğunu dahi ispatlayamıyor. Muharrem’in gözleri doldu. Hemen müdahale etti. Deli Hikmet sizi burada görmesin. Siz aşağıda lobide bekleyin. Kısa bir dilekçe yazın. Ben hemen personel işlerinden alırım. Öğrenci amiri ve okul komutanınada imzalatırım, merak etme... Gerçektende bir saat içinde belge hazırdı. Muharrem astsubayı beklerken, okulda konuşulan konulara Ferruh vakıf olmuştu. Nöbetçi sınıf okulu öğrencisi Ferhat ile koyu bir muhabbete koyulmuşlardı. O. Çocuğu Tafun yüzbaşının açığa alındığını Ferruh duymuştu ama nedenini bilmiyordu. Ferhat olayı özetledi: 1. sınıftan bir öğrencinin yatak istihratını numara yapıyor diye iptal etti psikopat. Çocuk sancılar içinde derse girdi. 2. gün içinde öldü. Meğerse apandisi patlamış. Revirde yatsa doktor anlar, hastaneye anında kaldırırdı. İki gün içinde çocuğun tüm iç organlarına patlayan apandisin cerahatı yayılmış. Babası astsubaymış oğlanın. Tayfun yüzbaşıyı askeri mahkemeye verdi. Görevi ihmal ve kötüye kullanmaktan açığa alındı yüzbaşı. Herhalde hapis cesası alacak ve ordudan Yüksek Askeri Şura kararı ile uzaklaştırılacak. Ya Atilla yüzbaşı ne oldu? Onun hali daha beter. Ölümcül bir hastalığa yakalandı. Bağırsak kanseri GATA’da yatıyor. Doktorlar 6 ay ömür vermiş. Acılar içinde kıvranıyor. Büyük abdestini yapamıyorlarmış. Hemşireler boru ile yaptırıyor. Bağırsağını delmişler, oradan yani. Hiçbir şey yiyemiyor. Dev cüsseli adam eridi. Görsen tanıyamazsın. Anlayacağın boklar içinde yaşıyor. ( Not: Atilla yüzbaşı, kanserden kurtulmayı başardı. Balıkesirli Ahmet Akar, atıldıktan yıllar sonra askerlik görevini yaptığı birlikte kendini ordudan atan Atilla yüzbaşı ile aynı mekanda çalıştı. Onu tanımadı. Masterda yapan Ahmet Akar, TÜPRAŞ’ta halen Şube Müdürü olarak çalışıyor) Ferruh, Atilla’nın GATA’da çektiği acıları az bile bulmuştu. Şöyle düşündü: Hak etmişti ama. O kadar mazlum bedduası alan iflah mı alacaktı! 148 Valla zaten okulda herkes sizi konuşuyor. Çarpıldı diyorlar. Dememişler boş yere, ‘ alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye Bir de Ayfer Yılmaz vardı, hani şu sarhoş istihbaratçı albay... General olmayı beklerken emekli edildi geçen ağustosta. Hakkında soruşturma vardı. Okuldaki iaşe ve ibade ihalelerini yakın akrabalarına verdiriyormuş. Emekli oldu ama yargılanması sürüyor. Desene terfi bekleyenlerin hepsi Allah’tan cezalarını bulmuşlar. Ferruh, birden bedduanın sahiplerini hatırladı. Okuldan atılan 23 kişiye Yüksek Disiplin Kurulu önünde toplu beddua ettirmişti. Ama ne beddua! Önce Yasin, Amme ve Tebarake surelerini okumuş, sonra esmaül hüsnayı bağıra bağıra tekrarlamıştı. Bunları içinden okuyarak yapmamıştı, yüksek sesle okumuştu ki tüm zalimler duysunlar. Nasıl olsa atılmaları kesindi. İpleri koparmışlardı. Yapılan dualar sonrası 23 kişi ellerini toplu olarak kaldırmıştı. Ferruh, yaptıtdığı kısa ve öz duayı daha dün gibi hatırlıyordu: Rabbim, ıslah olmaları mümkünse ıslah eyle, eğer mümkün değilse kahreyle. Amin. Muharrem astsubay’ın tok sesle verdiği cevap Ferruh’u tekrar kendine getirdi. Belasını bulmakta ne kelime! Hepsi cin şeytan çarpmış gibi kahroldu. Deli Hikmet bu nedenle sinirli. Her gün başıma bir bela gelecek diye sinir krizleri eçiriyor. Bugün seni karşısında görünce cin çarpmış şeytana dönmüştür. Azap meleği geldi diye tırsmıştır. Ben ona ne yaptım ki! Son iki yıldır okula gelen her öğrenciye aylarca sizden bahsediyorlar. Kara listeye fena alınmışsınız. Sizle ilişki kuran direkt okuldan atılmakla tehdit ediliyor. Ferruh gülme krizine girmişti. Kopardığı kahkaha lobinin öteki ucundan duyuldu. Konuşmaları dinleyen Orhan astsubay lafı gediğine koydu: Oğlum, sende kalmış gelmişsin teslim olmaya... Baba, beni Kayserili Adem kandırdı. Sanırım şaka yaptı. Biraz şakacıdır da... Buna Eşek şakası derler Ben Eşekbaşıyım ya, eşek şakasından anlarım ancak... Oğlum, sen eşek oğlu eşeksin. Beni buaraya sürükledin ya bende eşeğin danıskasıyım. Alanya’ya dönüş yolunda hiç konuşmadılar. Orhan astsubay, bir daha bu konuyu açmamak üzere kapatmıştı. Alanya’ya indiklerinde tek cümle kurdu: Yaşadıklarımızı annene ben anlatacağım. Bu günden sonra askeri okula dönüş ile ilgili tek kelime duymak istemiyorum. Orhan astsubay, Alanya’da sevilen bir insandı. Tüm partilere eşit yakınlıkta durmaya çalışsada, Özalcı olarak tanınıyordu. Eski bir Milli Selametci olduğunu bilen pek yoktu. Üç ay önce Alanya’da gelen Necmeddin Erbakan, bir ev sohbetinde babasında Alanya belediye başkanlığı önerisinde bulunmuştu. Ancak babası ret etmişti. Ticaret yapıyordu ve ticaretinin Erbakancı yaftasıyla bozulmasını istemiyordu. Erbakan ısrarcıydı: Komutan sizi bari Belediye encümeni adayı yapsak... Orhan komutan, bu teklifede iltifat etmemişti. Yerel seçim atmosferine giren ülkede insanların kafası karışıktı. Son altı yıldır Özalcı olan babası, bu seçimde Refah partisini desteklemişti. Minibüslerini seçim gezisinde kullandırmıştı. Ferruh, her gün işlediği günlüğü kapattı. Türkiye’de en fazla yabancı gazetenin satıldığı 3. büyük gazete bayisi idiler. Türkçe gazeteler az satılıyordu, çünkü Türk müşteri azdı. Zaman gazetesine aboneydi. Her gün gazeteyi son kelimesine kadar okuyordu. Babası sinir olsa da. 149 Otuzaltıncı Bölüm: Oğlum, Orduna Kavuşacaksın! Alanya, cennetin dünyadaki numunesiydi. Ferruh, Alanya'ya şehir dışından otobüsle her girişinde varmadan önce bir Yasin okurdu. Ankara’da fiyaskoyla sonuçlanan okula dönme macerasından dönüşte adetini değiştirmedi. Bu kentin fitnelerinden kendisini koruması için Allah'a sığındı. Ziya Gökalp'ın görmeden ölmeyi talihsizlik olarak nitelendirdiği bu eşi benzeri bulunmayan nadide belde, dünyanın tüm cazibadar güzelliklerine sahipti. Rehavet, “Adanmış Ruh” için öldürücü bir zehirdi. Ferruh, bunun ne demek olduğunu yıllarca ifade edememiş ama iliklerine kadar hissetmişti. Okuduğu kitaplar, dinlediği vaazlarla beş vakit namaza nasıl başladığını daha dün gibi hatırlıyordu. İçine kapanık bir çocukluk dönemi yaşamıştı. 12 yaşında namaz kılması için babası para verirdi, parayı alır ama kılmazdı. 14 yaşında namazını düzenli kılmaya başladıktan sonra huzuru, mutluluğu yakalamıştı. Kimseye kul ve köle olmayıp sadece O'na iltica ettikten sonra dengesini kurmuş ve saadeti Allah'a kul olduğunu anladıktan sonra bulmuştu. Beş vakit namazı camide kıldığı için babası Orhan ismini “Cami Kuşu” koymuştu. Sivil hayatın cazibesi çabuk sönmüştü. İnsanlar kavgacı, küfürbaz, sahtekar ve bencildi. Orduda temiz insan sayısı yüzde 80’lerde iken, sivil hayatda iyi insan sayısı yüzde 20’lerdeydi. Herkes devleti soyuyor, birbirini aldatıyordu. Vergi veren yoktu. Kaçak ekonomi korkunç boyuttaydı. Babası iyi ki bir bakkal dükkkanı açmıştı, bir işi vardı. Sivilde müracaat edilen işyerleri askeri okuldan atılmış olduklarını öğrendiğinde vebalı muamelesi yapıyordu. Hatta dindar da olsa bahane hazırdı: “Kardeşim ben çok arzu ederdim, ama şartlar çok sıkıntılı, siz başka iş arasanız” Çaresiz ve zavallı bırakılmış öğrencilerin anarşiye, şiddete sürüklemek için elden gelen herşey yapılmıştı. Önleri tamamen tıkanmış, cemiyette artık onlara dindar insanlar dahi yabancı hale gelmişti. Ferruh, paradoksal durumu tahlil ederken neredeyse ağlayacaktı: ‘Risâle-i Nur’ların vermiş olduğu hakikatler olmasa insanın anarşiye bulaşmaması neredeyse imkânsız.’ Okuldan atılır atılmaz askerlik noktasında “yoklama kaçağı” konumuna düşürülmüşlerdi ve askerlik şubesinden aramaya başladılar. Tazminat ödenmesi gerektiği gerekçesiyle Maliye Bakanlığından insanlar kapılarına dikilmeye başladı. Mahkeme sonuçlanana kadar toplam 1.5 milyon olan okul yüklenme senedini ödemeye başlamamıştı. Mahkemeden sonuç kağıdı gelmeden GATA Saymanlığı’ndan tazminat talebi geldi. Uyarı mektubunda tamamı ödenirse faiz alınmayacağı belirtiliyordu. Taksitle ödenmesi durumunda fazi binecekti. Ülkede enflasyon yüzde 80, banka fazileri yüzde 90’dı. Her sene katlanarak büyüyecek tazminat, hayata başlamasına engel oluyordu. Orhan astsubay, net konuştu: Oğlum, bu parayı ben değil sen ödeyeceksin. Ayda 100 TL yatır veya 50 TL, anlaşma yap... Bütün okuma emeklerinin boşa gitti tablosunun yanında, bir taraftan GATA saymanlığı her ay gönderdiği mektupla sıkıştırıyordu. Ödemeye gücü yetmedi aylarda mahkemeye veririz mektubu alıyordu. İki ayda bir yatırdığı oluyordu. Böylelikle mahkemeye verilmekten kurtuluyordu. Bir taraftan Alanya Askerlik Şubesi, asker kaçağısın diye mektup yolladı. Bakaya kalmıştı. Akranları askeri okuldan okuduğu yıllarda henüz askere alınmamış olduğu için okuduğu 4 yıllık askeri okul yılları askerlikten sayılmamıştı. Kendi kendine soruyordu: Ne yani 4 yıl boyunca askeri lisede askercilik mi oynadık? Okuma hakkı elinden alınmıştı. Devlet memuru olamıyordu. Kimse iş vermiyordu. Hayatta başarılı olmak için önü tamamen kapatılmıştı. Yapacak hiçbir şeyin yok hali moral bozucuydu. 150 Kitaplar dünyasında yaşamını sürdürürken, bunları nasıl uygulayacağını düşünür, ama bir çare bulamazdı. Üniversite okumaya gitmek yerine esnaf olmayı seçtiği için kendini hiç affetmiyordu. Oysa okumak istiyordu. Üniversite hazırlık dersanelerine gidememişti. Liseyi dışarıdan bitirmek zorundaydı. Yeniden lise okumak çok ağır gelmişti. Oysa Ünal Bingül, Berhan Yüzbaşı ve Ahmet Türker bunu başarmıştı. Ünal, İstanbul Hukuk’a, Berhan’da Konya Tıp’a girmişti. Ahmet’te zoru seçenlerdendi. Hacettepe Üniversitesi’nde Psikoloji okuyordu. Ankara’nın Çincin semtinde bir gecekonduda kalıyordu. Akşamları ise Otobüs terminalinde tuvalet bekçiliği yaparak okul harçlığını çıkartıyordu. Ahmet’in ‘yanıma atla gel, sende oku’teklifini geri çevirmişti. Alanya'dan üniversiteye gitmek gençleri pek sarmıyordu. Alanya Lisesi birincisi bile üniversiteyi kazanamamıştı. Almanca, İngilizce ve Arapça kurslarına giderek hiç olmazsa dil öğrenerek kendini geliştirmek istemişti. Alanya'ya Alman ağırlıklı turist geldiği için Almancası üç senede mükemmel hale gelmişti. Müşterilerinin yüzde 90'ı Almandı ve pek çok Alman dostlara sahipti. Alman dostları, 18 yaşlarında bir gencin içki içmemesini, kız arkadaş sahibi olmamasını, sigara ve uyuşturucu kullanmamasını asla anlayamadı. Böyle bir gencin yeryüzünde var olabileceğine bile onu tanımadan önce inanmak istemiyorlardı. Akranları olan gençler nefsinin dilediklerini serbestce yaparken Ferruh’un saf duruşu, Almanları çok etkiliyordu. Hele namazlarını camide kıldığını ve hiç kaçırmadığını öğrendiklerinde pes ediyor ve hayranlıklarını gizlemiyorlardı. Babası Orhan, oğlunu tanıtırken, “Bir deli veya bir Veli” diye sunardı. Kendi aralarında konuşurlarken ise, “Alanya'ya işlediği günahlardan ötürü gökten taş yağmıyorsa senin gibi imanlı gençlerden dolayıdır” derdi. “Senin nefsini zabdetme iradene hayranım” diye eklerdi babası Orhan. Aklını başından alacak pek çok nimete sahipti. Daha genç yaşta eve, arabaya, işe kavuşmuştu. Rahatı yerinde genç bir esnaftı. Ancak para saymaktan bıkmıştı. Günde 20 saat çalışıyor, eve bile gidemeden, dükkanın önündeki kanapede kıvrılıp yatıyordu. Komşu restaurantda yaz akşamları her gece dansöz çıkartıldığı ve orkestra eşliğinde canlı müzik olduğu için uyuduğunu sandığı dört saatde de aslında tilki uykusuna yatıyordu. Yılın 8 ayı Alanya'da aktif turizmin yaşandığı ve gece sabahlara kadar hayatın durmadığı yıllardı. Oluk oluk para akıyordu ve zenginliği her geçen yıl artıyordu Ferruh ve ailesinin. Allah'ın yardımının kesintisiz akmasının sırrını Ferruh, Alllah yolunda infak ettiklerine bağlardı. O, Allah yolunda harcar, Allah'ta ona on mislini verirdi. Bu sırrı anlamayan babası ve kardeşlerinden yardım yaptığını gizleyen Ferruh, her tuttuklarının altın olmasına şaşıran babasının bu işi kendi zekasıyla izah etmesini kafasıyla onaylardı. Oysa veren O'ydu, yapan O'ydu. Beş vakit namazı 20 yaşından beri kılan babası, iş Allah yolunda harcamaya gelince biraz cimri davranırdı. Onu ayıplamıyordu. Yıllarca sadakanın sadece camiden çıkarken dilenciye verilen üç beş kuruş olduğu zihinlere kazınmıştı. Allah Rasulu ve sahabeleri, ömürlerini ve servetlerini bu yola sarfedip Kuran'da önerilen en hayırlı ticaretle O'nun merhametine mazhar olurken bugünün müslümanları dilencileri zengin etmekle bu ağır yükün kalkacağını sanıyordu. Ne Zekat veren vardı, ne de hakkıyla sadaka veren... Ferruh, Alanya İmam Hatip Lisesi'nde öğretmen olan Abdülkadir Şahin'le 1987'de tevafuken bir cami çıkışında tanıştı. Hemen birbirlerine ısınmışlardı. Alanya'da gençlere ve esnaflara yönelik bir sohbet grubu başlatmışlardı. Kış aylarında grubun sohbetlerine katılan Ferruh, bahar, yaz ve sonbahar aylarında dükkandan çıkamıyordu. Şahin Hoca, sürekli ziyaretine gelerek bu açığını kapatmaya çalışıyordu. 1988'de Alanya'nın köylerinden fakir öğrencilerin okutulması amacıyla kentte getirilmesi ve bu amaçla bir yurt binasının yapılmasına karar verdiklerinde sohbet gruplarına devam edenler işçi, memur gibi dar gelirli insanlardı. İçlerinde tek esnaf Ferruhtu. 151 Tek arabası olanda Ferruhtu. Hepsi samimiydiler. Postanede çalışan küçük bir memur bir maaşını ortaya koydu. İnşaatlarda çalışan su tesisati işçisi tesisat işlerini ücretsiz yapacağını söyledi. Bir başka işçi amele olarak ücret almadan gece gündüz çalılşacağını vaat etti. Boğazını zor doyuran küçük esnaf, memur ve bir kaç gençle yola çıkılmıştı. Koca yurt binasını nasıl yapacaklardı? Arsa Alanya'da pahalıydı. Şahin Hoca, Doktor Sabri adlı hayırsever bir Alanyalının annesi adına cami yaptırmak istediğini duymuştu. Oysa Alanya cami kaynıyordu. Süleyman Hilmi Tunahan'ın talabeleri ve devamcıları Alanya'nın her köyüne, köşesine onlarca cami yaptırmıştı. Üç bin kişilik Kestel köyünde 13 cami vardı. Kuran Kursu sayısı da çok fazlaydı. Ancak camilerde cemaat yoktu. Herkes ‘hayır olsun’ diye cami yaptırırken kimse camiyi nasıl cemaatle dolduracağını hesaplamamıştı. Şahin Hoca, defalarca Sabri beyin dişci ofisine giderek bunları konuşmuştu. Sabri bey, fakir öğrencileri okutmak için yurt yaptırmak fikrine sıcak bakmakla birlikte önceleri pek ikna olmadı. Şahin Hoca, Sabri beyin peşini bırakmadı. Fethullah Gülen Hocaefendinin İzmir ve İstanbul'daki vaazlarına götürüp getirdikce Sabri beyin fikri, cami yaptırmaktan yurt yaptırmaya kaydı. Kendi arsasını verdi. Ve inşaat başladı. İnşaatın ilerlemesi önceleri yavaştı. İnşaatın su, elektrik masrafları bile toplanan himmetden çıkmıyordu. Şahin Hoca, Mühendis Mehmet ve Mustafa beyleri ve bazı Hacı Turan abileride işin içine kattı. Birlikte ziyaret ettikleri bir Hacı abinin oğullarını Alanya'nın çirkef hayatına nasıl kaptırdığını ağlayarak anlatmasını Ferruh hiç bir zaman unutamayacaktı. Hacı abi, “oğullarımı yaşadıkları sefil hayatdan kurtarın tüm servetim sizin hayırlı işlerde harcansın” diye yalvarmış, adeta vasiyet etmişti. Ama oğullarını kurtarmak için çok geç kalmıştı. Herkesin bir el vermesiyle inşaatın kabası kısa sürede tamamlanmıştı. İnşaata tuğla geldiğini, yağmur yağacağı için hemen tuğlaları, kerpiçleri içeri almaları gerektiğini soluk soluğa dükkana gelerek Şahin Hoca Ferruh’a söylemişti. Arabaya atlayarak bir çırpıda inşaata vardılar. Tüm gece sabaha kadar üç kişi içeri tuğla taşıdılar. Yağmur gece yarısı başladığı için sırılsıklam olmuşlardı. Kötü haber sabaha karşı geldi. Şahin Hoca'nın 3 yaşındaki oğlu oturdukları apartmanın beşinci katından, balkondan aşağıya düşmüştü, hemen hastaneye kaldırmışlardı. Şahin Hoca, elini açıp ızdıraplı bir dua etti: “Rabbim senin rızan için yağmurun altında tuğla taşıdık, yavrumu bana bağışla” Ferruh, ‘amin’ dedi. Hastaneye vardıklarında doktorun allak bullak olmuş simasıyla karşılaştılar. Yerde kum birikintisi üzerine beşinci katdan aşağıya çakılan yavrunun burnu bile kanamamıştı, ne bir kırık vardı nede bir çıkık. Doktor, bunun fizik kurallarıyla açıklanamayacağını ısrarla söylüyordu. Şahin Hoca'ya dönerek, “yavrunuzu Allah ve melekleri korumuş olmalı.” dedi. Çocuk hemen taburcu edildi. Şahin Hoca ile Ferruh şaşkın bakışlarla birbirlerine baktılar. Yurt hizmetinin arkasında Allah'ın inayeti vardı ve onun rızası uğrunda çalışanları yüzüstü bırakmayacaktı. Sabri bey, bu olayı, İlahi bir işaret kabul edip işe sımsıkı sarıldı. Kaba inşaatdan sonra asıl masraflı işler başlıyordu. Hiç bir masraftan çekinmeyerek Türkiye'de yapılan yurtlar içinde en modern ve zevkli döşenmiş yurdunu Alanya'ya kazandırdı. Samimi niyetlerle başlayan yurt bitmişti, ama ortada talabe yoktu. İstanbul'dan yeni mezun olan ve yurda müdür olarak gelen Cuma Kılıç'la birlikte Alanya'nın köylerinde fakir öğrenci bulma seferleri böylece başladı. Ferruhtan başka esnafın arabası olmadığı için öğrenci arama turları Ferruh’un 1955 model Chevrolet'i ile yapılıyordu. Kısa sürede 1989 ile 1990 eğitim öğretim yılında Alanya'daki liselerde burslu okutulacak ve yurtda mesken masrafları himmetlerden karşılanacak 60 fakir öğrenci bulunmuştu. Cuma Hoca ve arkadaşları yurtda birer amele gibi çalışıyordu. Müdürde, hademede Cuma Hoca'ydı. Ferruh, 12 yurt öğrenciyi Chevrolet'ine bindirerek gece yarısı yaylada kampa gizlice götürdüğü günü asla unutamayacaktı. Gevrel Halil ve Ahmet Vahdi’de yanına çalışmaya 152 gelmişlerdi. Onların yardımı ve desteğiyle babası ve kardeşlerinden habersiz bir hizmet daha yapmıştı. Başka araba olmadığı için 12 öğrenciyi bir arabaya sıkıştırması trafik kuralı ihlaliydi. Üstelik henüz ehliyeti bile yoktu. 2 sene ehlliyetsiz araba kullandıktan sonra Ferruh ehliyet almıştı, Ancak ehliyet aldığı gün yine talabeleri yaylaya başka bir kampa çıkartırken emniyet kemeri takmadığı için ceza almıştı. Cuma Hoca, Ömer'in Alanya gibi müstehcenlik ve ahlaksızlığın dizboyu olduğu bir beldenin tam ortasında esnaflık yaparak kendisini harcamasını içine sindiremiyordu. Her fırsatta Ferruh’a bu düşüncesini söylüyor ve Alanya'dan kurtulmasını, hicret etmesini salık veriyordu. 1990 ile 1991 eğitim öğretim yılında yurt binasının Alanya Süper Lisesi yapılması için Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan'dan izin koparmışlardı, üstelik resmi açılışı bakan yapacaktı. Yaptıda. Hayatın hızlı akışı içinde Ferruh, askeriyeye ait gördüğü kabusa benzer rüyaları görmez olmuştu. Ancak Neslihan hanım, oğlunun 'namaz kıldığım için ayırdılar' gerekçesini asla kabullenemedi. Buna rağmen öfkesini gizleyerek ' Herşeyde bir hikmet vardır' demekle yetindi. Okulun ilk üç senesinde namazlarını kılması için teşvik eden Orhan beyin son sene okula giderken namaz kılmayı bu yıl bırakmasını tavsiye ettiği aklına geldi Ferruh'un. Babasının hissettiği bazı duyumlara aldırmamıştı. Babasını ilk defa dinlememişti. Allah'ın emri, babamın emrinin üstündedir' diye düşünmüştü. Babası ise mantıksızda olsa askeriyede itaatın şart olduğunu belirtmiş, yaklaşan tufanın oğlunu da telef etmesini önlemek istemişti. Tedbir almış bile olsa kaza kadere dönüşebilirdi. Kadere tam iman etmiş bir aileye mensuptu Ferruh. Babasını anlayışlı bulduğu için şükretti. Ancak annesi Neslihan, kadınlığın verdiği duygusallıkla aynı derecede hislerini gizleyememişti. Gözyaşı sel olup akmıştı. Oğlu için kurduğu tüm planları suya düşmüştü. Mezun olur olmaz yaşayacağı evden, evleneceği kıza kadar herşeyini oysa ayarlamıştı. İlk tayin yeri İzmir’de Askeri Çiğli Hastanesi olacaktı. Babasının 1980’den beri taksidini ödediği Balçova’daki kooperatif evinde kira ödemeden kalacaktı. Kader bu planları anlaşılan Ferruh için yazmamıştı. Alanya'da yaşadığı ilk iki yılda annesi üzerinden burukluğu atamadı. Yataklara düştü. Binbir emekle büyüttüğü ve vatana hizmete yolladığı oğlunun askeriyeden dışlanması onu çaresi bulunmaz bir hastalığa düçar etti. 2 yıl içinde Ferruh, annesinin gün gün erimesini gözyaşları içinde seyretti. Tedavi kabul etmiyordu bu hassas kadın. ' Olamaz, benim oğlumu ordudan atamazlar, bu zulümdür' diyordu başka bir şey demiyordu. Ferruh"un tesellesi yetmiyordu: 'Anne, hayat devam ediyor. Allah rızkımı nerede vermişse orada yerim. Demek ki hakkımda hayırlısı bu imiş' Bu sözleri ney dinler gibi dinleyen Neslihan hanım, umut doluydu: 'Döneceksin benim güzel mazlum, saf, masum oğlum, çok sevdiğin orduna geri döneceksin' Günler günleri kovaladı ve Neslihan hanım, yataktan kalkamaz hale geldi. kortizonlu ağır ilaçlar kullanıyordu. Üç aydır çamaşırlar birikmişti. Üç yetişkin oğlunun ev işlerini göremiyordu. İyileşmek için kortizonlu ilacından iki yerine beş tanesini birden attı. Zehirlenmişti Zehirlendiğini ona çğleden sonra yemek götüren Ferruh fark etti. Acilen Alanya Devlet Hastanesine kaldırıldı. Hamen midesi yıkandı. Ancak beş saat içinde can verdi. Son üç günde yemeyi içmeyi kesmişti. Aç karnına aldığı ilaçları yan etki yapmış ve zehirlenmişti. Son içtiği kortizonlu ilacın özü zaten zehirdi. Ölüm günü ve dakikalarına şuurunu kaybetmiş olarak giren Neslihan hanımın Ferruh"u son görüşü bir önceki akşamdı. Saçlarını okşamış ve onu yine teselli etmişti. Son 2 yıldır askeriye defterini Ferruh tamamen kapatmış, ama annesi kapatmamıştı. Annesi'nin son sözlerini hatırladı: Oğlum orduna döneceksin! 153 Ferruh, annesini kaybetmiş, işte şimdi öksüz ve yetim kalmıştı. 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar' diye boş yere söylememişlerdi. Hayatın tüm ağırlığını annesi öldükten sonra omuzunda hissetmeye başladı. Meğerse bu güne kadar bu yükü çeken, üzerine gelen sıkıntıları göğüsleyen annesiymişte, haberi yoktu. Babalar acımasız oluyordu. Veya böyle olmaları toplumda öngörülmüştü. Babalar ağlamazdı. Babası sert mizaçlı biriydi, asla sevdiğini belli etmezdi. Emrine itaat esasdı. Emekli olduktan sonrada adetlerini değiştirmemişti. Askerlik ruhuna işlemişti. Sabah 6'da evde herkes yatağından asker gibi kalkmalıydı, kalkmazsa zorla kaldırırdı.' Doğduğumdan beri askerim' diye düşündü ve yanaşık düzen eğitiminde sık sık tekrarladıkları ' her Türk asker doğar' yürüyüş nakaratını hatırladı. Mantıksızda olsa babasının emirlerini yerine getirmezse asker fırçası yerdi. Askeriyede hep namuslu ve dürüst insanlarla muhatap olmuş Orhan bey, sivil hayatda önceleri çok bocalamıştı. Aldatmayı, yalanı, üçkağıtçılığı, sahtekarlığı asla affetmezdi. Oysa sivil hayatda bunlar toplumun gündelik alışkanlıklarıydı. Ferruh, babasının bakkal dükkanında herkesi halen asker olarak görmesine içinden gülerdi. Ama asla terbiyesizlik yapmazdı. Bir keresinde dayanamamıştı, yarı şaka yollu sözünü söyledi: 'Baba müşterileri bari asker gibi fırçalama, adam isterse bizden almaz, eğer günlük fırça çekme ihtiyacın hasıl oluyorsa, fırçayı bana çek, ben kaldırırım' Kızdığı zaman babasının karşısında kaymakam olsa fırçayı yemesi Allah'ın emriydi. Alanya'da zaten Zabıta amirinden, emniyet müdürüne, kaymakama kadar asker fırçasını yemeyen kalmamıştı. Bu nedenle Orhan bey'in Alanya'daki ismi ' Komutan' olarak kalmıştı. Ferruh, kendisine Alanyalıların ismi yerine ' komutanın oğlu' diye hitap etmesine alışmıştı. 1990’ün Temmuz ayı yaşanıyordu. Bir gün dükkanlarına ürün satmak için çıkan kamyondan eski hava astsubayı Turgay Cüce çıktı. Orhan astsubay, bu genç astsubayın ordudan atıldığını hayretle öğrendi ve gerekçesini sordu. Ferruh"u tanımayan Turgay, yaşadıklarını sansürsüz anlattı: 1989’da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım. Gözlerim bağlandı ve hücre hapsine atıldım. Hücrede 28 gün işkence gördüm. Soğuk betonda yatırıldım. Lambalar gece gündüz açıktı. 28. Gün gözlerim bağlı olarak götürüldüğün işkence odasında tenasül uzvuma elektrik bağlandı. Bekardım. Kısır kalmaktan, hiç çocuğumun olmamasından korktum. Ne getirirlerse imzalayacaklarını söyledim. Boş kağıda imza attım. Ferruh, burada çıldırmıştı: Sen eşek misin, aptal mısın? Hiç boş kağıda imza atılır mı? Orhan astsubay, oğlu Ferruh’u Turgay’a tanıştırdı ve başından geçenleri bir çırpıda anlattı. Ferruh, sakinleşmemişti. Hiddetle sordu: Peki boş kağıdı nasıl doldurduklarını biliyor musun? Turgat Cüce, yapmış olduğu cüceliğin boyutlarını kestirememişti. Suçluluk duyusuyla başını salladı. Yaptığı eşekliğin onbinlerce insanı mağdur edebileceği hiç aklına elmemişti. Ağlayarak anlatıyıordu: Nasıl doldurduklarını atılma dosyamda gördüm. Oysa beni atmayacaklarına dair şeref sözü, asker sözü vermişlerdi. Türk ordusunda Dahhakcı bir yapılanma olduğunu kabul etmişim. İmamlık sistemi var demişim. Tarikatda üst mertebede olan astsubayların subaylara emir verdiğini vurgulamışım. Orduda askeri hiyerarşiyi yok eden disiplini bozan bir dinci yapılanmaymış bu. En kötüsü Dahhakcıların, yani tarikatın ilkokul mezunu lideri emir vermeden ordua kimsenin kılını kıpırdatmayacağı ileri sürülmüş. Hava Kuvvetlerinden hiç bir uçak kalkmayacak, Kara kuvvetleri tamkları yürütemeyecek, topçular topları kullanmayacakmış. Bu deli saçmalarına kim inanır değil mi? Sen su katılmamış bir eşeksin Turgay abi! Orhan astsubay dayanamamıştı: 154 Oğlum, sen benim oğlandan daha eşek mişsin! Benim oğlan hiç olmazsa susma hakkını kullanmış, susmuş. Başka ne sordular sana? Bana Eskişehir 1. Ana jet üssünde namaz kılan astsubayların isimlerini sordular Kimlerin ismini verdin? Sadece dört ikişinin. Halim Dağlar, Necdet Öz, Nedim Özüak ve İbrahim Aşık... İyi halt yemişsin, aferin!... Bundan sonra YAŞ kararı ile atılan tüm subay ve astsubayların dosyasının birinci sayfasına Turgay Cüce"nin ifadesi konacaktı. Boş kağıda atılmış bir imza ve içi insani şeytanlar tarafından doldurulmuş yalancı bir metinle binlerce insanın kanına girilecekti. Hiç bir askeri irade ve sivil politikacı bu saçmalığa direnemeyecekti. Öyle ya, orduda hiyerarşi düzenini bozan dini bir yapılanma vardı! İmam olan astsubayı subayların dinlemek zorunda olduğu gulyabani bir yapı. En baştaki imama göre uçak kaldıran, tank yürüten bir ordu mu olurdu? Ordu için bu felaketti. Tabii doğru olması şartıyla. Kurmay zekası ile övünen omuzu bol apoletli subaylarda akıl tutulması veya ideolojik körlük mü vardı? Kendilerini dalgaya alan bir ifadeye hemen hepsi koşulsuz iman ediyordu. Veya öylesi işlerine geliyordu. Oysa ortada koskoca bir yalan vardı ama kimse kalkışıp kral çıplak diyemiyordu. 155 Otuzyedinci Bölüm: Halim Dağlar’ın Mektubu 1986 ve 1987’de askeri okullarda başlayan irtica bahanesiyle ‘orduda temizlik’ operasyonu görevde olan astsubay ve subaylara sıçratılmıştı. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla nizamiye önüne konanlar disiplinsizlikle suçlanıyordu ama hiçbiri disiplinsiz değildi. Tasfiyenin gerçek sebebi, askerş personel kişilerin namaz kılması veya eşlerinin başlarının örtülü olmasıydı. Anayasanın 125. Maddesi YAŞ kararlarına yargı yolunu kapattığı için haklarını arama ve adil yargılanma şansları yoktu. Askeri öğrencilerin yalandanda olsa Yüksek Askeri İdari Mahkemesi’ne gitme şansları vardı. Ferruh, kendisi gibi dava açanlardan kazanan askeri öğrenci henüz duymamıştı. Oysa atılanların hemen hepsi en çalışkan, en disiplinli, vazifesine en çok bağlı, sağlam karakterli, Devletini ve Milletini seven, Cumhuriyetin temel ilkelerine bağlı personeldi. Emsallerine örnek gösterilebilecek, birliğin lokomotifi niteliğine sahip kişilerdi. Birlikleri disiplinli, eğitimli ve bakımlı idi. İşlerini takip ve kontrole ihtiyaç göstermeden yapan ve güvenilebilen kişilerdi. Çoğu başka amirleri tarafından da her görevinde örnek gösterilmiş, şahsî dosyaları taktir ve teşekkürle dolu kişilerdi. Hemen tamamının amirinden alınmış disiplin cezası dahi yoktu. Ortak yanları, iman ve ameli ile samimî birer Müslüman olmaları, bazılarının da eşlerinin, inançlarının gereği giyinmeleri idi. Bu nitelikleri de, alenen sergilendiği için değil, gayret edilirse ve yaşantıları mercek altına alındığı zaman anlaşılabilirdi. Mesele disiplinli - disiplinsiz meselesi değildi. Meselenin Milletimiz ve Devletimiz için daha değişik ve ciddi boyutu bulunmaktaydı. Yanlışı olanlar tasfiye edilenler değil, tasfiye edenlerdi. Savaş eğitimi görmüş, açık gizli muharebe ve mukavemet faaliyetlerini kuramsal ve fiili alanda meleke haline getirmiş, her kuvvetten, her sınıftan, her meslekten her rütbe ve yaştan binlerce insan, sadece kuşku duyulduğu için ordudan atılıyordu. Tasfiyeciler, kendi değer yargılarıyla tehlike olarak değerlendirdiği , potansiyel tehdit olarak vehmettiği , hiçbir yasada yazılı bir suç isnat edemedikleri halde, dindar ordu mensuplarını suçluymuş gibi görüp gösteriyorlardı. Kendilerini hem kanun koyucu, hem yargıç hem de icracı yerine koyarak, savunma ve hatta suçunun ne olduğunu öğrenme hakkı dahi vermeden; silahını-teçhizatını, unvanını- makamını, maaşını-özlük haklarını , kimliğini-itibarını, bir anda ve ansızın, derisini yüzer gibi üzerinden sıyırıp alarak nizamiyenin önüne koyuyorlardı. Bunca insanın hayallerini maddi ve manevî dünyasını alt üst ediyor, ailesi ve çoluk çocuğu ile bunalıma itiyorlardı. Ayrıca da özel resmî kurum ve kuruluşlarda istihdam edilmelerini de zecrî tedbirlerle önlüyorlardı. Halbuki, bu insanlar kötü ve gerçekten potansiyel tehdit unsuru olsalardı, yetenekleri itibariyle; şimdiye kadar en azından, her birinin neferliğini yaptığı bir tabur oluştururlardı; daha da beteri, PKK’nın 10 misli gücünde bir örgütle Devletin karşısına çıkarlardı. Bu insanlar gösterilmek istenildiği gibi Devlet ve Rejim için tehdit olsalardı ve isteselerdi; örtü mağduru olarak üniversitelere sokmadıkları öğrencileri, yeşil sermaye deyip batırmaya çalıştıkları müteşebbisleri, şeraitçi-tarikatçı damgası vurarak kapattırdıkları eğitim kurumlarındaki öğretmen ve öğrencileri, imam hatip liselileri, mürteci diye tanıttıkları dindar insanları ve kamu kurum ve kuruluşlarından tasfiye ettikleri memurları örgütleyebilirlerdi. Ve devlet içinden yeni bir devlet çıkarabilirlerdi. Ama onlar, yasal platformdan hiç ayrılmadan, adalet arıyorlardı. Yargılanmak istiyorlardı. Ordum, Milletim ve Devletim diyorlardı. Çabalıyorlar, durumlarını anlatmak için kitaplar yazıyorlar, derneksel faaliyetler yürütüyorlardı. Kendilerine bu muameleyi reva görenlere 156 hınç bile duymuyorlardı. “Vallahû azizün intikam” diyerek meselelerini yaratıcıya havale ediyorlardı. İrtica yaygarası koca bir yalandan ibaretti. Onlar, Milletin has evlâtlarıydılar, hepsi bşrer pırlantaydı. Onlar sadece kimseye zarar vermeden, inançlarını yaşamak isteyen, sağdansoldan gelen akımlara göre eğilip bükülmeden doğru bildikleri istikamette ilerlemek istiyorlardı. Onların üzerine atılan çamura değil çamur atanlara bakmaz elzemdi. Esas bu sıfat kanunsuz emir veren amirlere yaraşırdı. Örtüleri sebep gösterilerek üniversitelere ve İmam hatip Liselerine alınmayan öğrenciler, üniversitelere girişlerine engeller konulan Meslek Lisesiler, Kamu Kurumlarından ve hatta bazı özel kuruluşlardan çıkarılan memur ve hizmetliler gibi; YAŞ kararları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden tasfiye edilen subay ve astsubaylara haksızlık edilmişti. En tehlikelisi ise, TSK’daki kadrolaşmaydı. Dinî duyarlığı yüksek personeli, cımbızla çeker gibi alıp dışarıya koyunca dengeler alt üst olmuitu. Yeni alınan personeli mercek altına alıp, dinî eğitim aldığı konusunda en küçük bir şüphe duydukları ve hatta ailesinde bu özellikleri taşıyan fertlerin bulunduğunu tespit ettikleri kişileri bünyeye sokmuyorlardı. Her fırsatta yetkili yetkisiz ağızlardan irtica ile mücadele andı içiriyorlardı. Terfi ve tefeyyüz imkânını irtica ile en iyi mücadele ettiğini ispatlamak isteyenlere tanıyorlardı. Bu uygulamaları yıllarca devam ettirince meydan boş kalmıştı. Millete yabancı ideoloji ve felsefeler, İslâm dışı din ve inançlar, daha duyulmayan bilinmeyen nice sapkın fikir ve düşünceler, orduda kendilerine uygun ortam buluyor, bulacaktı. TSK personeline materyalist düşünce hakim olabilirdi, olacaktı. Milletin değer yargıları ve inancı ile TSK personelinin değer yargısı arasındaki makas orta vadede iyice açılıp, taban tabana zıt hale dönüşebilirdi. O zaman, yani 15-20 sene sonra TSK’nin muvazzaf kadroları Milletin çoğunun değerlerine yabancı hale gelip rejimin, Devletin ve Milletin tepesinde zapt edilmez bir güç haline dönüşebilirdi. Millet ile Bürokrasi arasında iktidar (saltanat) mücadelesi sürüp gidebilirdi. Bu gidişe dur denilmeliydi. Ordunun içinde, emir-komuta zinciri dışında ayrı bir teşkilâtlanma içine girenler hariç, inanç özgürlüğü tanınmalı ve inançlar korunmalıydı. TSK’nin ve bürokrasinin rejime ve devlet yönetimine müdahalesi kesin çizgilerle önlenmeliydi. TBMM ve Hükümet, TSK’de oluşmakta olan bu kadrolaşmayı mercek altına almalıydı. Millet tercihini seçtiği temsilcilerle belli etmeliydi. Meclis de Ordumuz dahil bütün icrayı kontrolü altında bulundurmalıydı. Devlet, Milletin tercihlerine göre yönetilmeliydi. Mağdurların hakkını aramayan ve TSK’deki kadrolaşmayı araştırıp engelleyici tedbirleri almayan Hükümet ve TBMM’nin tarih önünde sorumlu olacaktı. Zaman gazetesinde çıkan YAŞ mağduru hikayeleri hergün okuyan, bunları kesip dosyalayan Ferruh, mağdurların nasıl bir mücadele içşne girmesigerektiğinş kestiremiyordu. Bir çıkış yolu ararken, 12 Ağustos 1990’da Eskişehir’de tanıdığı havacı astsubay Halim Dağlar’dan bir mektup aldı. 1985 ve 1986 yaz aylarını Halim Dağlar ve Necdet Öz’ün kaldığı Yunus Emre Caddesin"deki iki bekar evinde geçirmişti. Yüksek Askeri Şura kararları ile ordudan her ikiside atılmıştı. Anayasanın 125. Maddesi gereği YAŞ kararları yargıya kapalı olduğu için mahkemeye verememişlerdi. Halim Dağlar mektubunda yaşadıklarını ayrıntılı biçimde yazmıştı: “1987 yılında, Silahlı Kuvvetler beni bin 200 kişi arasından seçerek, 16 arkadaşımla birlikte F16 projesi çerçevesinde Amerika"ya eğitime gönderdi. 1 yıl sonra döndüm ve F16 projesinin kurucuları arasına girdim. 1988"de evlendim, eşim başörtülüydü. 1989"da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım ama gözlerim bağlandı ve hücre hapsine atıldım. Hücrede 28 gün işkence gördüm. Ben işkence görürken eşim GATA’da doğum yapmış, bana baba olduğumu, eşime de hapiste olduğumu söylemediler. 1990 Yüksek Askeri Şura’da ordudan disiplinsizlik suçuyla atıldım ” Halim Dağlar ve arkadaşlarını namaz kıldıkları için ihbar eden Turgay Cüce adındaki meslektaşlarının ağır işkenceler altında boş kağıda imza attığından habersizdi. Turgat Cüce 157 adına doldurulan kağıt bundan sonra her YAŞ kararı dosyasının en üstüne konacaktı. Hiç bir Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanı, cumhurbaşkanı, başbakan veya bakanlar haklarını savumayacaktı. Cüce’nin imzasını taşıyan itirafnamede hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir suçlama vardı: Askeri hiyerarşiyi ihlal. Bir molla, komutanlardan daha üstün. İmamı dinliyor, komutanı dinlemiyorlar. Silahlı kuvvetlerin en parlak mensuplarından biriyken, en verimli döneminde YAŞ kararıyla ordudan atılmıştı Halim Dağlar. Eğer onun gibi örnek ve başarılı bir askeri attılarsa, orduda namaz kılan kimseyi bırakmayacaklardı. Ferruh, fırtanın bittiğini sanmıştı, oysa anlaşılan yeni başlıyordu. Halim Dağlar, onu İstanbul’a davet ediyor ve yeni kurulan Metin Tokcan ve Muharrem Menekşe başkanlığında kurulan Re’sen Emekliler Derneği’inde mücadele etmeye çağırıyordu. Halim beyin hikayesi yürekleri burkan cinstendi: 30 Ağustos 1980’de Gaziemir Hava Astsubay Okulu’ndan, uçak bakım motor teknisyeni olarak mezun olan Dağlar, Eskişehir, Malatya ve Ankara’da görev yaptı. 1986’da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en iddialı projelerinden F16 projesinde görev yapmak üzere seçildi. Bu proje için bin 200 aday vardı. Sonuçta 16 kişilik ekibin arasına girmeyi başardı. Uçak motor kursu için Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde 1 yıllık bir eğitim sürecinden geçti. Kursu başarıyla bitirip tekrar Türkiye"ye döndükten sonra F16 projesinin kurucuları arasında yer aldı. Ankara’da bulunan, eski adıyla Mürted, yeni adıyla Akıncılar F16 üssünde görev yapmaya başladı. Halim Dağlar’ı, F16 gibi çok kritik bir görevden, önce hücreye ardından da çok sevdiği mesleğinden atılmaya götüren süreç 1988 yılındaki evliliğinden sonra başladı. 1988’de evlenen Halim Bey’in eşi başörtülüydü. İlk başlarda her şey yolunda gibi görünürken, evlendikten bir yıl sonra, 28 Kasım 1989’da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev kaydıyla çağırıldı. Burada kendine verilecek görevi beklerken, gözleri bağlanarak hücreye atıldı. Hapse atıldığı gün, hamile eşinin doğum için GATA’ya gittiğinden haberi yoktu. Eşine de kocasının durumu haber verilmedi. Halim Bey’in eşi Nurten hanım sezeryanla doğum yaptı ancak eşinin görevinin bırakıp böylesine önemli bir günde yanına gelmemesine, hatta bir telefon bile etmemesine çok bozuldu! Oysa genç astsubayın eşinin durumundan haberi bile yoktu. Kendisine bir oğlunun olduğu ancak 10 gün sonra haber verildi. Halim Dağlar’ın 28 günlük hücre hapsi tam bir işkence sürecine çevrildi. Hücreye atıldığının ilk dört günü kimseyle görüştürülmedi, ne ile suçlandığını bile bilmiyordu. 4. günün sonunda, gözleri bağlanarak sorguya götürüldü. Eşinin neden başörtülü olduğunu ve nasıl bir irticai yapılanmanın içinde olduğunu sordular. Kendisinden kimlere bağlı çalıştığına dair isim isteniyordu. Kimseye bağlı olmadığını, mesleğinde başarılı olduğunu ve eşinin kendi tercihi ile başını örttüğünü söylediğinde ağır hakaretlerle sorgu odasından çıkarıldı. Sorgunun devamında yaşadıklarını Halim bey mektubunda şöyle anlatıyordu: “Bana 7 gün uykusuzluk cezası verdiler. Yatağımı hücreden aldılar. Bir sandalye ve soğuktan donmamam için bir battaniye verdiler. Çünkü kasım ayıydı ve Ankara’da kar yağıyordu. 7 gün boyunca gece gündüz 10 dakikada bir nöbetçi asker kapıyı açıp uyumayacaksınız diyordu. Uykusuzluğa bir de açlık ekleniyordu, çünkü hücrede verdikleri yemeği, içine ilaç koyup iradem dışında konuştururlar diye fazla yiyemiyordum. En çok ağrıma giden, başarılı bir astsubayken bir anda vatan haini muamelesi görmek oldu.” 7 gün sonunda uykusuzluk cezası kaldırıldı genç astsubayın. Hücrede kaldığı 28 gün boyunca odanın ışıkları 24 saat açık tutuldu, pencereler ise tahtalarla kapalıydı. Dışarısı ile hiçbir irtibat kurulmasına izin verilmedi. Halim Bey, tuvalete bile gözleri bağlı ve askerlerin kollarında gidip geldiğini anlatıyordu. Devam eden sorgularda ordudan atılacağı ve Mamak askeri cezaevine gönderileceği, eğer konuşmazsa orada yıllarca kalacağı söylenmişti. 158 O ise sürekli ülkesine hizmet etmek istediğini söylüyordu. Bunun üzerine sorgudaki subaylar, “Sen devlete hizmet etmek istiyorsan, senin gibilerin isimlerini ver yoksa F16 pilotu da olsan bizim gözümüzde bir hiçsin” demişlerdi. Bütün işkence ve hakaretlere rağmen Halim Dağlar, hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kendisiyle ilgili hazırlanan iddiaların tamamını reddetti. Sonuçta 28 günlük işkence ve hücre hapsinden sonuç çıkmade ve evine gönderildi. Evine geldiğinde onu, görevde zanneden ancak perişan halde karşısında bulan eşi karşıladı. Nurten Hanım’ın psikolojisi bozuldu. Halim Bey 29 günlük olan oğlu Yusuf’u da ilk kez görmüştü. Ağustos 1990’daki YAŞ toplantısında ordudan atılan Halim Bey bir süre iş bulamadı. Aldığı çok iyi eğitime rağmen bütün kapılar yüzüne kapandı. Zaman gazetesi ona Kadıköy temsilciliğini önermişti. Hiç gazetecilik tecrübesş yoktu ama iyi bir idareciydi. Aslında hayatında yaşadığı mağduriyetleri çok fazla dillendiren bir isim değildi. Gördüğü haksızlıklara rağmen devletine karşı bir küskünlüğü ve kırgınlığı yoktu. Sadece kendisinin değil kendi gibi pek çok başarılı astsubay arkadaşının, haksız yere hem işkence gördüğünü hem de ordudan atıldığını belirtiyordu. Halim bey mektubunu ilginç bir notla bitirmişti: Ferruh, Türkiye’nin ve Türk Ordusu’nun yıpranmasını istemiyorum. Silahlı kuvvetlere ve ülkeme bir sitemim yok. Benim tepkim ordunu içinde yuvalanmış cuntacılara, darbecilere karşıdır. Bu adamlardan ordumuzu kurtaramazsak, ülkemiz demokrasi yüzü göremeyecektir. Senin gibi başarılı bir öğrencinin okuması lazım. Alanya köşelerinde çok para kazansan ne olacak? Eğer okumaz isen, sana hakkımı helal etmiyorum. Bu mektup, Ferruh’u can evinden vurmuştu. İstanbul’a gitmeliydi. Ama nasıl? 159 Otuzsekizinci Bölüm: Yakazatan Ruhların Buluşması! Ferruh, annesi Neslihan’ı ahirete uğurladıktan sonra Alanya’da uzun süre kalmayı düşünmüyordu. Annesi hayatta iken Alanya’dan ayrılamazdı. Annesi onun yüzünden ölmüştü. Askeri okuldan ayrılışına dayanamamıştı. Babası Orhan komutan, annesinin kullandığı ilaç kutsundaki hapların hepsini bir defada yutarak intihar ettiğini ileri srürüyordu. Ferruh buna inanmıyordu. Annesi inançlı bir kadındı, intihar edenin cehenneme gideceğini bilirdi. Vicdan azabı içinde kavruluyordu Ferruh. Psikolojik bunalıma, depresyona girmişti. Annesinin kendi yüzünden intihar etmiş olabileceğini kabullenemiyordu. Annesinin ölümünün ardından 40 gün boyunca ruhu için Yasin, Tebareke, Amme surelerini ve esmaül hüsna okuyup dua etmişti. Son nefesinde hakkını helal ettirmeyi dileyemediği için içinde bir ukde kalmıştı. Bir nevi kendisini annesinin katili gibi hissediyordu. Annesi ordudan ayrılışını içinde sindiremediği için kendisini yiyip bitirmişti. Asil bir kadındı, haksızlığa asla tahammül edemezdi. Başını henüz genç kız iken örtmüş ve namazlarını, son 2 yıl hariç hiç kaçırmamıştı. Hastalıklara yakalandığından beri namazlarını ve orucunu ihmal etmişti. Ferruh, bundan dolayıda kendisini suçluyordu. Annesinin dengesini, okulundan ayrılması bozmuştu. Üstelik diplomasını vermedikleri için üniversiteye girme şansıda yoktu. Çocuklarına çok düşkün olan annesi, abisi ve kardeşinden okumadıkları halde fazla endişelenmezdi. Kendi üstüne neden bu kadar düştüğünü hiç anlayamamıştı. Çocukluğundan beri kendisine ayrı bir yakınlığı vardı. Abisi ve kardeşleri onu incittiği halde Ferruh bir defa bile annesine ' Öf dememişti. Annesine benzeyen özellikleri vardı. Duygusal, ince ruhlu ve merhametliydi. Kardeşleri ise babasına benzemişti. Ferruh, kardeşlerinin aksine saf ve zayıf bir çocuk olduğunu, sokaklarda hep dayak yiyerek eve geldiğini hatırladı. Kavgacılığı sevmezdi. Annesi, Ferruh"un kendisini koruyamayacak acziyetde olduğunu bildiği için annelik şefkatinin tüm kanatlarını üzerine germişti. Problemli bir çocuktu. Her yemeği yemezdi, annesi zorla yedirirdi. Aynı zamanda keçi gibi inatçıydı, karar verdiği husustan dünya alem birlik olsa dönmezdi. Onun nazını bir tek annesi çekerdi. Tam bir ana kuzusuydu. Babası bu muhabbete sinir olurdu. Zaten onu muhallebi çocukluğundan kurtarmak için askeri liseye vermiş ve annesinden koparmadan adam gibi yetişemeyeceğine inanmıştı. Neslihan hanım ile Ferruh arasındaki duygusal bağ çok güçlüydü, annesine bir şey olsa hisseder, eline bir diken batsa annesi aynı acıyı duyardı. Annesi ona acır, şefkat duyar; oda annesine acır, merhamet eder saygıda kusur etmezdi. Annesinin ruhuna bağışlanması için hediye ettiği dua ve Kuran'ların nasıl bir etki yaptığından habersizdi Ferruh. Annesinin intihar ettiği mahallede konuşuluyordu. Hatta babası Orhan astsubay ve abisi Örsan dahi aynı fikirdeydi. İntihar edip kendi canına kıyanların cehenneme gittiğini hadislerden okumuştu. Bunu kabullenemiyordu. Annesi inançlı bir kadındı. Asla kendini öldürecek bir müslüman değildi. Annesinin kendi durumuna üzüldüğü için intihar etmiş olabileceğinden endişe etmiyor değildi. Bu nedenle vicdan azabı çekiyordu. En önemlisi ölmeden önce annesinin hakkını helal edip etmediğini bilmiyordu. Ya helal etmediyse... Bu ihtimal, en büyük endişesiydi. Anne ve babasından helallik alamayanların feci sonları aklına geliyordu. Bu duygularla yatağa her akşam içli içli ağlayarak gidiyordu. O akşamın sabahı ezan okunmadan önce Alanya'daki evlerine bir nur indiğini rüyasında farketti. Gözlerini açtı, 160 bunun bir rüya olmadığını anladı. Ancak sanki yatağa çiviyle çakılmış gibi kalkamıyordu. Oysa o nur evlerinde, mutfaklarındaydı, ışığı gözlerini kamaştırıyordu. Ne olduğunu öğrenmek için büyük bir merak duyuyordu, ama her zaman fişek gibi kalktığı yatağından doğrulamıyordu. Bedeni kalkamasada ruhu vardı. İlk defa ruhunu bedeninden ayrı gördü. Ruhu bedenini terkederek dışarı çıktı. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı, bedeniyle ruhu artık iki parçaydı. Ruh olmadan beyni nasıl çalışıyordu, gözleri nasıl ruhunu izleyebiliyordu, anlayamadı Ferruh. Ama odasından çıktıktan sonra artık ruhu duruma hakim oldu. Artık ruh gözüyle görüyordu. Ruhlar aleminde farklı bir boyuta geçmişti. Oturma odasını geçen ruhu mutfakta duran nurdan ışığı görünce sendeledi. Bu ışık annesi Neslihan hanımın ruhuydu. ' Olmaz, ruhlar, ruhlar aleminde hapistir, Allah'ın izni olmadan dışarı çıkamaz. Sakın bu cin olmasın diye tedirgin oldu. Ruhu bu endişeleri içinden geçirirken annesi ona bakıp sadece tebessüm ediyordu. Yüzü ay parçası gibi berrak ve sevimliydi. Tebessüm ederken sanki simasında güller açıyordu. Başındaki başörtüsünden ayağına kadar bembeyaz, şeffaf bir suretteydi. Ferruh’un ruhu, halen tatmin olmamıştı. ‘Acaba Kur'an ruhlar hakkında ne diyor’ diye televizyonun üzerindeki Kuran'ı eline aldı ve sayfalarını karıştırmaya başladı. Bir yandanda mutfaktaki ruh halen duruyor mu diye kaşını kaldırıp bakıyordu. Hasan Basri Çantay'ın tercümeli Kuran'ında ruhlarla ilgili ayeti buldu. peygamberimize ruhtan sormuşlardı ve cevaben ruhlarla ilgili pek az bir ilmin verildiği söylenmişti. Annesinin ruhunun yanına gitmeye ruhu çekinirken annesinin ruhu iki elini açıp gel, korkma işareti yaptı. Yavaş adımlarla ilerledi ve annesinin eline yapışıp öptü, alnın üstüne koydu. Anne hakkını helal et, ölmeden önce bunu söyleyemediğim için ruhum daraldı, vicdan azabı çekiyordum dedi Ferruh’un ruhu. Annesinin ruhu ' biliyordum, bunun için geldim' der gibi başını salladı ve hakkını helal ettiğini gözleriyle bildirdi. Ferruh’un ruhu, annesine sarılırken sırtında biraz sertlik hissetti. Son yıllarda kılamadığı namazlarını eda ettiğini telepatik olarak hissettirdi. Annesinin ruhu onunla dünya kelamıyla konuşmuyor, ancak zihinler arası ifade etmeyi düşündükleri gidiyor, cevabı hemen geliyordu. Bir nevi ruhlar arası telepatik bir görüşme yaşanıyordu. Midesindeki sertliğin sebebini son yıllarda eksik tuttuğu Ramazan oruçlarının telafisi olarak izah etti annesi. Neden 40 gün sonra gelebildiğine ise, boynunu büküp, hesabın çok zorlu geçtiğini anlatmak istedi. Ferruh’unn ruhu heyecanla diğer odada yatan babası ve kardeşlerinide uyandırmak için teklifte bulundu. Annesinin ruhu ' Olmaz' diye şiddetle başını salladı. Onların bu görüşmeyi hak etmediğini dile getirdi. Fazla zamanları yoktu. Annesinin ruhu, Ferruh’un ruhuna namazlarını eksiksiz kılmasını, oruçlarını tutmasını, Allah'ı ve Rasulünü severek ve sadece Allah'ın rızasını tahsil etmek için yaşamasını istedi. Birde ona dua etmesini ve Kuran okumayı sürdürmesini diledi. Sabah ezanı okunmak üzereydi ve izinli olduğu süre bitmişti. Ana ve oğul tekrar birbirlerine sarıldılar. Annesinin nurdan ışık halesine gelmiş ruhu ezanın ' Allahu Ekber' sedasıyla kaybolurken, Ferruh’un ruhu hızla bedenine geri döndü. Ferruh, ruhuna kavuşur kavuşmaz kan ter içinde ayağa fırladı. Hızlı adımlarla mutfağa koştu. Annesinin ruhu gitmişti. Hemen temiz bir abdest alıp sabah namazını huşuyla kıldı, ardından tesbihatı yaptı ve annesine tekrar dua etti. Gördükleri rüya değildi. Yakazaten annesinin ruhuyla kendi ruhu görüşmüşlerdi. İçine büyük bir ferahlama hasıl oldu, inşirah doldu. Artık içindeki ukde yok olmuştu. Annesi iyi bir yere gitmişti, aksi halde ruhlar aleminden bu dünyaya gelmek için izin alamazdı. Allah, kendisine bu ihsanı, inayeti sunmuşsa bir hikmeti olmalıydı. Nail olduğu mazhariyeti nefsinin keramet olarak algılamaması, bir istidraç, yalancı bir iltifat olarak kabul etmesi için Allah'a sığındı. 161 Herşeyin hayırlısını bilen ve hakkında takdir eden Rabbi yine duasını kabul buyurmuş, hakkında hayırlı olanı istediği için tevekkülünü ve sabrını mükafatlandırmıştı. Ferruh, Alanya'ya hapsolacak bir ruh olmadığını hissediyordu. Buradan ayrılmasına tek engel annesi ve ona olan sevgisiydi. Annesi yaşasaydı, onu kırıp asla yanı başından ayrılamazdı. Annesi hangi ulvi gerekçe olursa olsun oğlunu yaban ellere bırakmazdı. Bu nedenle "annemin ölümü hakkımda hayırlı olanmış" diye düşündü Ferruh. 'Aynı zamanda onun hakkında da hayırlı olmalı ki ruhu nur saçıyordu' diye aklından geçirdi ve gülümsedi. Bundan sonra annesinin ölümünü hiç dert etmiyecekti. Peygamberimizde yetimdi, kimsesizdi. Ama O, kimsesizler kimsesine iltica ettiği için güçlüydü. 'Allah'ı bulan neyi kaybetmiştir, O'nu bulamayan neyi bulmuştur.' diye içinden geçirdi. Alllah'a teslim olup sadece O'na kulluk ettiği ve sadece O'ndan yardım istediği için yine O'na şükretti. Hüzünlü, çile ve zahmetlerle dolu uzun bir gurbete çıkacağı kalbine ilham olmuştu. Bu zorlu hicret içinde hicret için çok güçlü bir imana sahip olmalıydı,. Bu nedenlede şekerleme tarzında iltifata ihtiyacı vardı. Rabbi, ihtiyacını görmüş ve annesinin ruhunu ona göndererek mutmain olmasını dilemişti. Allah'ın inayet ve ihsanı ümitsizliğe düşmeden indiği için şanslıydı Annesinin son sözlerini hatırladı: Oğlum orduna döneceksin! Kudsiler ordusuna bir nefer olarak yazılmak istiyordu. Bu orduya nasıl yazılacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey vardı, bu ordu henüz Alanya'dan asker, alperen yazmıyordu. Ortada böyle bir orduda gözükmüyordu. 162 Otuzdokuzuncu Bölüm: Tokatlı Ünal’ın Mektubu Ferruh, okuldan ayrılan veya mezun olan tüm arkadaşlarına mektuplar yazmıştı. Kayserili Adem’in başına iş açan mektubunu saymazsa, sadece iki kişiden cevap gelmişti. Hepsini çok özlemişti. Mektuplardan birini yazan Muğla"dan Yatağanlı Özgürdü. Koyu Atatürkçü olan öğretmen babasının ona namazı yasakladığını, evden çıkmasına izin vermediğini yazıyordu. Babasına inat gizli gizli namaz kılmaya devam etmekle kalmamış, ablasına da namaz kılmayı öğretmişti. Elbette babası küplere binmişti. Ankara Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler bölümünü kazandığını sevinçle müjdeliyordu. Babası ablasının başörtüsü takması karşısında adeta çıldırmıştı. Ablasıda hemşirelik yüksek okulunu kazanmıştı. Babası onlara Ankara"da bir ev tutmuştu. Bacı kardeş artık rahat ve özgürce namazlarını kılabileceklerdi. En fazla bacısı başını örtebileck diye seviniyor ama üniversitelerde artan başörtüsü yasağından endişeleniyordu. İkinci gelen mektup, okuldan atılmayıp, mezun olan Tokatlı Ünal İpekçi’ye aitti. Komando lakaplı Ünal, okul yılları boyunca onu sürekli döven Komünistlere karşı korumuştu. Atletik yapılıydı, yakışıklıydı, güçlüydü. Kimse ona yan gözle bakamazdı. 16.01.1990, Salı tarihini taşıyan mektubu Ferruh on defa okumuş, her okuduğunda gözyaşlarını tutamamıştı. Mektup, Yunus Emre’nin iki ayrı dörtlüğü ile başlıyordu: Hakka Aşık olan kişi Akar gözlerinin yaşı Pür nur olur içi dışı Söyler Allah deyu deyu. Doğruya varmayınca Mürşide yetmeyince Hak nasip etmeyince Sen derviş olamazsın. Selamün aleyküm diye devam eden mektupda şunlar yazıyordu: Kutlu yolun yolcusu, sevgili dost! Bataklıklar içinde açan güzel kokulu bir gül. Yaratıcımızı bize hissettirip, karanlıklar ve bataklıklar içerisinden bizleri aydınlığa, güzele, refahlığa, saadete uzanan yolun kapısına Allah"ın rızasıyla ulaştıran, muhterem kardeşim! Bu ithamlar seni tarif için yetersiz kalıyor. Çilekeş kardeşim. Görünüşte uzun gibi görünsede gerçekte göz açıp kapanıncaya kadar geçen o kısa sürede, senden ayrı kaldığımız müddetde her ne kadar senle irtibat kuramassak bile sen bizim gönlümüzdeki yerini daima muhafaza ettin. Rabbimin izniyle bu günlere kadar geçen süre içinde kendimizi muhafaza ettik. Fakat sağımızdan ve solumuzdan gelen fırtınalar, nefsani ve şeytani arzular bizden bir şeyler aldı. Bir fırtınalı havada batan geminin enkaz parçalarına tutunan mürettabat gibi bizde çevremizde bulunan ‘dava adamı’ kardeşlerimizle irtibatı kesmemeye çalışarak ayakta kalmaya gayret ediyoruz. Tabii ki, Allah’ın izni ve inayetiyle... Sevgili kardeşim, bu geçen süre içerisinde yaptıklarımızı, gördüklerimizi anlatmak bu küçücük mektup sayfalarına sığmaz. Yalnız kısaca gördüğüm kardeilerden durumları hakkında senide haberdar etmek istiyorum. Muammer kardeşim denizaltıcılığa iyice alışamadıysa da, sabır edenlerden. O’da Gölcük’e annesini getirdi, bir ev tuttular beraberce oturuyorlar. Onun için ev bir huzur yuvası. Hizmetini daha iyi yapabilmekte. Hemde bekar olarak mücadele etmekte. Ercan kardeş evlendi, eşiyle birlikte Gölcük’e yerleşti. O’da Allah’ın izniyle düzelecek. Ömer kardeşim biliyorsun Ankara’da diş kursunda. Kursu Şubat’da bitiyor. 5 yıla yakın Zonguldak’ta olacağını söyledi. İki üç ayda bir onu görebiliyoruz. Muammer annesi ile 163 kaldığı için artık eskisi gibi seyahat edemiyor. Lokmanda evlendi, ancak henüz düğünü yapmadı. Onun ifadesine göre oda bu mart ayında Ankara’ya kursa gelecekmiş. Yada Doğu’ya tayin isteyecek. Bizim komando Levent’in göğsüne halen o iman ateşi yanmakta. Fakat çevreside ona destek olacak kimseyi bulamamaktan büyük bir yalnızlık ve üzüntü içinde. İnşallah Levent’de kursa gelecek. İrfan’da Levent’den farksız. Tüm kardeşler kıtaya gittiklerinden beri derin bir yalnızlık içerisindeler. O eski havasını teneffüs ettiğimiz birlik ve beraberlik duygusundan eser yok. İrfan iyice bunalmış, mücadele etmek için bir vesile, bir vasıta arıyor. Sarılığa yakalanmıştı, hastaneye yatmıştı ama şimdi iyi. Kursa gelmek için çalışıyordu. Ekrem kardeşte öyle. Anlayacağın görüştüğüm tüm kardeşlerin sana selamı var. Ekremde büyük bir uyanma var. İnanıyorum ki, o biraz daha istekli davranarak ortamı bulacak. En son görüştüğümüzde inançlı 3 kişiyle aynı evde kaldıklarını söyledi. Kenan’ın bir hemşire ile evlendiğini duydum. İnşallah, içinde bulunduğu suçluluk duygusundan kurtulur da eski günlerde olduğu gibi gerçek bir ‘dava adamı’ olur. Muhammet ise Kars’ta çile dolduruyor. Gelelim diğerlerine. Nurallah bir hemşire ile evlendi. Ağrı’ya tayin oldu. Ahmet Süle Bolu’da, bir öğretmen ile evlendiğini duydum. Mustafa Dolu, gemide. En son gördüğümde durumu pek iyi değildi. Ortam onu iyice sürüklemiş. Salih Özdemir bir Kur’an kursu hocası ile evlendi. Onun durumu çok iyi, mücadeleye devam ediyor. Birliği Konya’dan İstanbul’a taşındı. Şimdi İstanbul’da ailesi ile oturuyor. Mesut Öztürk, Tuncay Yıldırım ve İdris evlendiler. Tabii başka evlenenlerde var ama onları burada anlatmayı uygun bulmuyorum. Gelelim senle birlikte okuldan ayrılan Halil Doğan, Berhan Yüzbaşı ve Ünal Bingöl’e. Halil kardeş, askerliğini yaptıktan sonra Muammere bir mektup atmıştı. Kendisine göre bir iş arıyordu. Daha sonra ben Ömer’den öğrendim, bir inşaatda çalışmış ve hastalanmış. Hastanede yatmış, iyileşmiş ve memleketine dönmüş. Şu andaki durumu hakkında başka bilgim yok ama oda evlenecekti. Berhan’dan şöyle haberdar oldum. Vanlı Mensurla Ankara’da görüştük. Erzurum’da gezerken Mensur, Berhan’ı görmüş. Bir süre göz göze bakışmışlar. Berhan’ın yanında arkadaşları varmış, konuşmadan ayrılmışlar. Mensur, Berhan’ın Erzurum Üniversitesi Tıp fakültesinde okuduğunu söyledi. Ünal Bingöl ise, büyük bir mücadele, istek ve azimle en sonunda İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültsini kazandı. Şimdilerde manevi durumu iyi. Timaş Yayınevi’nde Hekimoğlu İsmail’in yanında çalışıyordu. Üniversiteye başlayınca devam etmedi. Derslerine çalışıyor. İnşallah sizin gibi kardeşlerimiz gün gelecek irtica çığırtganlığı yapan, ne olduğu belirsiz mahlukların boğazına, yakasına yapışıp hesap soracaksınız... Bu arada 08.01.1990’da gönderdiğin mektup 16.01.1990’de elime geçti. Hemen cevap yazmak istedim. Tabii, ne kadar mutlu olduğumu ifade edemem. Ama bu bir kaç satır mektuplada senin mutluluğunu tasavvur edebiliyorum. Mektup içine sana ait Zaman gazetesinde çıkan iki makalenin küpürlerini koyuyorum. Bu iki diğer arkadaşlarıma da gösterdim. Artık senden böyle haberdar olduk. Kardeşim gelelim benim durumuma. Bende bu gemide ayakta durmaya çalışıyorum. Biliyorsun kurada Deniz Kuvvetlerini çekmiştim. Gemideki subay ve astsubayların halini görsen, çıldırırsın. Buradaki insanların ömrü mutfakla tuvalet arasında geçiyor. Geminin salonu kahvehaneden beter. Kağıt, tavla, okey, kumar oynamak normal bir iş. Toplumda normaller anormel, anormeller normal gösterildiği için içki içenler, kumar oynayanlar, karı kızla fuhuş yapanlar ilerici ve medeni! Arada bir porno film oynatılıyor ve toplu seyrediliyor. Anlayacağın tam bir pislik yuvası. Ben buraya seyyar hapishane diyorum. İnşallah bu ortam bizim için ‘Medreseyi Yusufiye’miz olur. Tek tesellim gemide bir revirin olması. Revirde bir yatak, lavabo, buzdolabı, kitap raflığı ve çalışma masası var. Yani kendimş yetiştirmem için herşey hazır. Fakat bu imkanı tam anlamıyla değerlendiremiyorum. Herşeyden önce istemek lazım. İnşallah sizlerin duasıyla. Allah’ın izniyle daha iyi değerlendireceğiz. İman Allah’ı bildirir, aşk Allah’ı buldurur. 164 İnşallah bulacağız. Gerçek dava adamı, hizmetinden boş vakit bulursa özel işlerini yapar. Biz ise özel işlerimizden boş vakit kalırsa Allah’ın davasına hizmet ediyoruz. Gemideki diğer arkadaşların imkanları benim imkanlarımdan daha az ve kısıtlı. Çünkü bizim revirimiz var, onların hiç bir ieyleri yok. Namaz kılmak için fırsat kollayıp kimseye görünmeden namazlarını kılmaya çalışıyorlar. Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hesabını soracağı zaman herhalde imkanı olmayanlar imkanı olanlardan hesap soracaklardır. Satırlarıma son verirken, ailene selam eder, manevi desteğini ve duanı bizden esirgemeyip devam etmesini diliyorum. Selamlar, tekrar Selamün Aleyküm. Seni unutmayn kardeşin Ünal Ferruh artık Alanya’da kalamazdı. Ünal’ın mektubu beyninde şimşekler çaktırmıştı. Bu dünyaya para kazanıp, zengin olmak, lüks bir hayat yaşamak için gelmemişti. Onu bu kente bağlayan tek bağı olan annesi ölmüştü. Aklı hep annesinin yakazaten gördüğü rüyadaydı. Oğlum, orduna döneceksin demişti annesi Neslihan hanım. Ama nasıl? Ferruh’un ruhu bu orduya nasılsa intisap edeceğini hissediyordu. Kös kös Alanya’da beklemekle hayalini kurduğu aksiyon merkezli kutlu yola giremezdi. Derviş olamazdı. Bu nedenle bir gün aniden valizlerini topladı ve İstanbul'a bir otobüs bileti aldı. Babası Orhan, oğluna çok güveniyordu. Nereye ve niçin gittiğini sormadı. 'Okumak, ilim öğrenmek için yollar aramaya gidiyorum ve paraya ihtiyacım yok, Allah ilim peşinde koşanın rızkını verir' demişti sadece. Babası annesinin ölümünden beri Ferruh"un dengesini kaybettiğini, kaba ifadeyle delirdiğini sanıyordu. Bu nedenle ' İstanbul'a gider, biraz hava alır, sonra kendi ayakları üzerinde duramayacağını, hayat şartlarının çetin olduğunu anlayınca tıpış tıpış geri döner diye düşünüyordu. ‘Eğer okumanın yollarını bulursa, okur, aç kalırsa babam der ocağa döner’ dedi içinden Orhan bey. Oğullarının hepsi birbirinden inatçıydı ve üzerilerine gidince tam tersini yapmak gibi huyları vardı. Bu huy dedelerinde, babaannelerinde ve kendisinde de vardı. Bu nedenle serbest bırakıp, kendi kararlarını kendilerinin almasını teşvik ediyordu. Allah kimseyi rızıksız bırakmazdı. Ferruh’un İstanbul'da tanıdığı tek arkadaşı askeri okul yıllarından aynı kaderi paylaştıkları, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde okuyan Ahmet'ti. Hacettepe üniversitesinde aşık olduğu kız Halide onu terk ettikten sonra psikolojik bunalıma giren Ahmet, yatay geçişle İstanbul’a gelmişti. Bilinmezliğe yelken açan Ferruh, 'Hicretde keramet vardır' hadisini takip etmeye ve madem Türk ordusuna asker olmaya liyakatlı değil, kudsiler ordusu nerede ise bu orduyu bulup, yazılmaya ant içmişti. Bu sırada annesinin ' Oğlum orduna döneceksin!' sözleri aklından çıkmıyordu. Alanya’dan İstanbul’a doğru yol alan otobüs bir hicret garibini taşıyordu. Kaderin rüzgarına kendisini bırakan Ferruh’un yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Gülümsedi, gözleri daldı, sebeblerin yaratıcına hayatını bağlamıştı ve asla bu teslimiyetden pişmanlık duymuyordu. Hicretde keramet olduğuna inanırdı. Hiç bir sebep hikmetsiz değildi, her işte bir hayır vardı ve zincirleme reaksiyon gibi hayır hayırı takip ediyordu. Her şerde dahi bir hayır vardı. Yaratılan herşey ya doğrudan veya neticeleri itibariyle güzeldi. Önemli olan samimi niyet, yaptığını sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve merhametine mazhar olabilmek için yapmaktı. Bu saflığını kaybetmediği sürece Allah'ın ihsan ve inayetinin yetiştiğine kısa ömründe pek çok defa şahit olmuştu. İşte bu temiz duygularla 1990'nın Ağustos'unun ilk günlerinde elinde bir valiz Topkapı otobüs terminaline indiğinde koca İstanbul'da tanıdığı tek arkadaşı Ahmet Türker’i onu beklerken buldu. Ferruh, Alanya'dan hicret edip İstanbul’a geldiği için şükrediyordu. Alanya’dan İstanbul’a hicretin, hicret içinde hicretlerinden bir hicret olduğunu bilmiyordu. Hakkı kaldırmak için samimi bir hicret niyetiyle yola çıktığını biliyordu. Allah rızası odaklı yaşamak hicretinin merkezinde yer alıyordu. 165