Eylül 2013 Yıl: 10 | Sayı

Transkript

Eylül 2013 Yıl: 10 | Sayı
15 Eylül 2013 Pazar YIL: 10 SAYI: 115
VATAN Gazetesi’nin ücretsiz ayl›k kitap eki
VATAN K‹TAP
Hatıralardaki
okumalar!
Fotoğraf: DİLAN BOZYEL
10’uncu yılımızı Türk edebiyatının görkemli kalemleri ve VatanKitap
dostlarıyla kutluyoruz. Yazarlar, unutamadıkları, dönüp dönüp
hatırladıkları okumalarını kaleme aldı. Fotoğraf sanatçıları da bu çok özel
metinleri okuyup, zihinlerinde uyanan imgeyi fotoğrafladı.
editörden...
Buket AŞÇI
[email protected]
Teşekkürler
ocukluğumun hatırı sayılır bir
kısmı Kastamonu’nun Küre
İlçesi’nde geçti. Çocukluğu
taşrada geçenler bir kitaba
ulaşmanın ne denli zor
olduğunu bilir. Bizim kırtasiyeye
İstanbul’da ne varsa gelirdi.
Ama kitap yoktu. Daha doğrusu
kırtasiyeye yeni bir kitabın
gelmesi mucizeydi.
Düşünüyorum da gazeteci
olmamın, dahası Türk basınında
yaygın olmayan bir alanda
uzmanlaşmamın nedeni her
hafta ısrarla kırtasiyeye “kitap
geldi mi?” diye soran o küçük
kızdır, onun kitaba olan açlığı,
sevgisi... Bu yüzden 10’uncu yıl
özel sayısında önce o “küçük
kıza” teşekkür etmek isterim.
Onun ısrarına...
Çünkü onun bu inatçı
huyuyla yoğrulan VatanKitap’ın
en büyük amacı ülkenin tüm
küçük kızları ve beylerinin yeni
çıkan tüm kitapları yakından
takip edebilmesini sağlamak
oldu. Sanırım bunu başardık da.
Çünkü 10 yıl önce
yayımlanmaya başladığımızda,
“Ulusal bir gazetenin kitap eki
olmaz, yaşamaz” denmişti.
Bakın 10 yıl olmuş. Dahası
bizim başarımız görüldükçe tüm
gazeteler kitap eki yayımlamaya
başladı.
Şimdi bir küçük espri:
Hazır şu sıralar “Oscar
Edebiyat Ödülleri” verilmişken,
ben de 10’uncu yıl özel
sayımızın bu bölümünde Oscar
Ödülleri’ne yakışır bir
teşekkürde bulunmak isterim:
→ İlk teşekkür elbette
VatanKitap yazarlarına. Hamdi
Koç, Ahmet Ümit, Sinan
Genim, Levent Tülek, Ömer
Özgüner, Sevil Atasoy, Fügen
Ünal Şen, Tekin Budakoğlu,
Özlem Kumrular, Müge İplikçi,
Özlem Akalan ve ne zaman yazı
istesem beni kırmayan tüm
değerli yazar dostlara,
→ En sinirli halimi
göğüsleyen derviş sabırlı
VatanKitap ekibine... Yani,
elinizde tuttuğunuz dergiyi bir
görsel şölene çeviren Görsel
Yayın Yönetmeni’m Murat
Çiçek’e, sağ ve sol kolum İpek
Ceylan Ünalan ve Ersin Şenel’e,
→ Her daim desteklerini
esirgemeyen Demirören
ailesine ve Yayın Yönetmenim
İsmail Yuvacan’a,
→ Manevi desteğini daima
hissettiren Okay Gönensin’e,
→ VatanKitap’ın marka
egemenliğine hep destek veren
Reklam Grup Başkanı Savaş
Yılmazer’e... Kitap ekimizin “Bir
numara” olmasına büyük katkısı
olan ve 10 yıldır birlikte
çalıştığım reklam direktörümüz
Cengiz Eken’e,
→ Tabii ki, kitap eki çıktığı
gün soluğu bakkalda alan
anneme, en sıkı okurumuz
babama, kardeşime, dostlarıma
ve sevdiğime çok teşekkürler:)
VATANK‹TAP, 15 Eylül 2013 Pazar Y›l: 10 Say›: 115
Yayın Sahibi
VATAN GAZETECİLİK A.Ş
Genel Yay›n Müdürü:
‹smail Turgut YUVACAN
VATANKİTAP
Genel Yayın Yönetmeni:
Buket AŞÇI
Görsel Yönetmen: Murat ÇİÇEK
Yay›n Dan›şman›: Okay GÖNENS‹N
Reklam Grup Başkanı: Savaş YILMAZER
Reklam Grup Başkan Yrd.: Aygül ERÖZÜ
Reklam Direktörü: Cengiz EKEN
Reklam Müdürü: Doruk DAĞDELEN
Reklam Rezervasyon Direktörü: Güven ÖNEMLİ
Tüzel Kişi Temsilcisi: İsmail ERALP
Sorumlu Yaz›işleri Müdürü: Ali Naz›m ONARAN
Adres: İzzet Paşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162
ÇAĞLAYAN 34387 ŞİŞLİ İSTANBUL TEL (0212) 337 99 99
Rezervasyon: (0212) 337 97 32-14
Bas›ld›ğ› Yer: DPC Doğan Medya Tesisleri 34850
Esenyurt, ‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00
Yerel Süreli Yay›n
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
4
Benim üniversitelerim
On yedi yaşındaydım, bir gün Arif Dino’yla karşılaştık “sana hayatının en
güzel hediyesini veriyorum. Git kitapçıdan al, hepsini oku.” Koşarak
kitapçıya gittim, paketten beş tane “Don Kişot” çıktı.
eni ilk etkileyen kitap “Don Kişot” oldu.
Onu okuyunca yeni bir dünya buldum,
önce bir karanlığa düştüm, sonra da
içimde bir aydınlanma, yücelme oldu. Bu
kitabı bugünlerde bile okumalıyım.
On yedi yaşındaydım, bir gün Arif Dino’yla
karşılaştık “Hadi gel, bir çay içelim,” dedi.
Gittik oturduk. “Kemal oğlum,” dedi, “sana
hayatının en güzel hediyesini veriyorum.
Git kitapçıdan al, hepsini oku.”
Kitapçıya gittim önüme yüzden fazla kitap
koydu. “Çiftlikten biraz para gelmiş,
bunları sana aldı,” dedi. Koştum kahveye
girdim, teşekkür ettim. “Haydi köye mi
gideceksin, kasabaya mı? Git bu kitapları
oku,” dedi.
Kitaplarımı alıp Kadirli’ye gittim.
Okumaya başladım ki, aralarından beş
tane “Don Kişot” çıktı. Adana’ya gittiğimde
dördünü alıp Arif Beye gittim. “Kitapçı
yanlışlıkla bunları fazla vermiş. Gidip başka
kitaplarla değiştireceğim,” dedim.
“Yok, yok. Ben özellikle koydum. Bu
kitabı ömür boyu tekrar tekrar okuman
için,” dedi.
Kısa bir süre sonra Kozan’da
hapishaneye girmiştim. Çantamda bir
tane “Don Kişot” kalmış. Tekrar tekrar
okumaya o zaman başladım.
Bana klasikleri ve “Don Kişot”u tanıtan
Arif Dino, Abidin Dino’nun ağabeyi,
edebiyat ve resim dünyasının büyüğüydü.
Siyasal sürgünlükleri Arif Dino’nun
Kayseri’nin Develi kazasında, Abidin
Dino’nun ise Çorum’da. başlamıştı. Arif
Bey’in Cenevre’den sınıf arkadaşı Şükrü
Saracoğlu başbakandı. Sürgün yerlerini
bir zamanlar büyükbabalarının valilik
yaptığı Adana’ya çevirmişti. Onların
Adana’ya gelmesi de benim büyük şansım
olmuştur.
Arif ve Abidin Dino’larla tanışmadan
önce de şiirler yazıyor, birçok dergide
yayımlıyor, folklor derlemeleri yapıyordum.
Büyük bilimsel kitaplar yazma hayallerim
vardı. Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde
çalışırken onların da önerilerini alarak
durmadan okuyordum.
Bu iki insan da çağımızın belki de en
ince, en zevkli insanlarıydılar. Arif Bey
benimle ve yeteneklerine inandığı pek çok
gençle uğraştı, klasikleri, resmi, sanatı
tartıştı. Arif Dino bir gün tutturdu,
“çağımızın romancıları tek tipten
korkuyorlar” diye , “örneğin bunların
içinden “Don Kişot” gibi bir tipi yazmaya
yüreklilik gösterecek bir kimse çıkamaz”.
Ona göre dünya romanı, “Don Kişot” gibi,
tek tipin romanıydı. “İlyada”da Akhilleus’la
Hektor’un romanıydı.
Daha sonra Arif Bey bütün şiirlerini
ezbere bildiği Rimbaud’nun “Sarhoş
Gemi”sini birlikte çevirelim, dedi. Altı ay
boyunca birlikte bu şiiri çevirdik. Bir tek
şiir bile insana çok yardım ediyor.
Avrupa’ya gittiğimde hangi üniversitede
okudun diye soranlar oluyor. Benim tek
cevabım var: Benim üniversitem Arif Dino
ve Ramazanoğlu.
www.vatankitap.com.tr
Don Quijote (2 Cilt)
Miguel de Cervantes Saavedra
Çe v: Roza Hakmen, Ahmet Güntan
Yapı Kredi Yayınları
50 TL
Yaşar KEMAL
Türkçe edebiyatın yaşayan
en büyük yazarı.
Kendisine asla “Yaşar Bey” denmesini
sevmeyen, “Bey deme, Yaşar! İlla
yaşın büyük diyeceksen de Yaşar Abi
de!” diyen güzel insan. Dünyayı bir
bahçeye, halkları da o bahçedeki
çiçeklere benzeten demokrat.
O bahçeden bir çiçek koparılırsa
“bahçenin tüm renkleri değişir”
değişir diyen barış elçisi. Eşkıyalığa
iade-i itibarda bulunan
“İnce Memed”in
efsane yazarı.
Sayısız ödül aldı, sayısız dile çevrildi,
sayılamayacak kadar çok sattı.
Öyle ki, hesabı yapılamıyor.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
5
Fotoğraf: DİLAN BOZYEL
“Yaşar Kemal için çektiğim bu kareyi kendisi gibi kalbe gömülecek kadar
sade anlatmak için parmak uçlarımı jiletleyebilirim. Değerli Yaşar Kemal
bu anıyı yazmamış, adeta karşımda oturup anlatmış. Bir masada
görmüşüm sanki onu ve heyecanla karışık çekingenliğimle üç adım ileri
beş adım geri gide gide yanınıza varmış.”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
6
Ben bu konuda bir
kitap yazmıştım
Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü
öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan gövdemin kopup uzaklaştığını sandım.
ayatta pek çok kitabı okuduktan sonra
unutamadım. Onları yeniden yeniden
okudum. Her seferinde yeni şeyler
keşfederek. Bir kitabın etkisi üzerimizde
güçlüyse onu nasıl okuduğumuzu, nerede
okuduğumuzu, okurken oturduğumuz
masayı, sandalyeyi, odayı, lambayı ya da
ışık gelen pencereyi de hatırlarız. Hatta
ben bu konuda bir kitap da yazmıstım.
Bu yüzden buradan sonra “Yeni
Hayat”ın başındaki “Bir gün bir kitap
okudum” diye başlayan paragraflardan
alıntı yapabilir:
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün
hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken
bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki
içimde, oturduğum masadan ve
sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını
sandım. Ama gövdemin benden kopup
uzaklaştığını sanmama ragmen, sanki
bütün varlığım ve her şeyimle her
zamankinden daha çok sandalyede ve
masanın başındaydım ve kitap bütün
etkisini yalnız ruhumda değil beni ben
yapan her şeyde gösteriyordu. Öyle güçlü
bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın
sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor
sandım: Aynı anda hem bütün aklımı
körleştiren, hem de onu peril peril
parlatan bir ışık. Bu ışıkla yoldan
çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra
tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın
gölgelerini hissettim. Masada oturuyor,
oturduğumu aklımın bir köşesiyle biliyor,
sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım
değişirken ben yeni kelimeleri ve sayfaları
okuyordum. Bir sure sonra, başıma
gelecek şeylere karşı kendimi o kadar
hazırlıksız ve çaresiz hissettim ki, kitaptan
fışkıran güçten korunmak ister gibi bir an
içgüdüyle yüzümü sayfalardan
uzaklaştırdım. Çevremdeki dünyanın
baştan aşağıya değiştiğini o zaman
korkuyla fark ettim ve şimdiye kadar hiç
duymadığım bir yalnızlık duygusuna
kapıldım. Sanki dilini, alışkanlıklarını,
coğrafyasını bilmediğim bir ülkede
yapayalnız bulmuştum.
Bu yalnızlık duygusunun verdiği
çaresizlik bir anda beni kitaba daha sıkı
sıkıya bağladı. İçine düştüğüm yeni ülkede
yapmam gereken şeyleri, inanmak
istediklerimi, görebileceklerimi, hayatımın
alacağı yolu bana bu kitap gösterecekti.
Sayfaları tek tek çevirirken kitabı şimdi
bana vahşi ve yabancı ülkedeçyol
gösterecek bir rehber gibi okuyordum.
Yardım et bana, demek geliyordu içimden,
yardım et ki kazaya belaya uğramadan
yeni hayatı bulayım. Bu hayatın da, ama,
rehberinin kelimeleriyle yapıldığını
biliyordum. Kelimeleri tek tek okurken, bir
yandan yolumu bulmaya çalışıyor, bir
yandan da yolumu büsbütün kaybettirecek
hayal harikalarını hayretle tek tek
kuruyordum.”
www.vatankitap.com.tr
Yeni Hayat
Orhan Pamuk
İletişim Yayınları
22.5 TL
Orhan PAMUK
Türkçe Edebiyatın Nobelli yazarı.
“Boğazın suları çekilirse” diye
düşünen bir hayalperest. Pencereden
bakmaktan hiç bıkmayan bir çocuk.
İğneyle kuyu kazacak kadar sabırlı ve
“yaza yaza yazar oldum” diyecek
kadar inatçı bir yazar. Benzersiz bir
tarihi roman olan “Sessiz Ev”in, okurla
oyun oynayan “Kara Kitap”ın,
nakkaşların büyülü dünyasını
resmettiği “Benim Adım Kırmızı”nın
ve “Hayatımın en mutlu anıymış,
bilmiyordum” ilk cümlesinin yazarı.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
Fotoğraf: MEHMET TURGUT
“Bir sanat disiplinine başka bir sanat dalıyla pencere açmaya çalışmak
o sanatsal eylemi gerçekleştirmekten kat ve kat daha zor geldi bana...
Okuduğum yazıların bendeki görsel karşılıkları umarım yeterli olmuştur.”
7
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
8
Amca gazeteyi
okuyabilir miyim?
Trendeki adama, öğretmenimin üçüncü sınıftayken “İleride yazar olacaksın” demesinden,
görmeyen enişteye gazete, çini kızlarına roman okuma serüvenlerime kadar her şeyi anlattım.
İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş. O
dönemler doğum yerim olan Emet’e yakın
bir köyde (aslında burası bucak ama köy
gibi yaşıyoruz) savaşın etkileri hâlâ
sürüyor. Yokluk, kıtlık, kol geziyor. Kırk
kişilik sınıfta beş alfabe var. Okumayı
sökünce ölçüsüz bir istekle okuyacak bir
şeyler arıyorum. Ama yok. Köy yerinde
kesekâğıdı bile yok. Alışverişte sepet,
zembil, kova, mendil, bohça vb. kullanıyor
yükleri taşımak için.
Ben de alfabe okuma sıram geldiğinde,
baştan sona, sondan başa, aşağıdan
yukarıya... Kitabı yalayıp yutuyorum. Ama
doymuyorum.
Gerçekten ancak açlıkla eşdeğerde bu
durumum. Sınıfın camlarından biri kırıldı.
Köyde camcı yok. Öğretmen, evinden
yastık getirip pencereye tıkıştırdı. Çünkü o
dönemin kışları korkunç. Saçaklardan
adam boyu buzlar sarkıyor... Yastığa çok
gülmüştük sınıfça. Ne var ki, kısa bir süre
sonra, her nasıl olduysa, bizim evin de
camı kırıldı. Zaten çatlaktı ya!
Anneme yastık çözümünü önerdim. Ele
güne karşı ayıp oldur diyerek, el
ovuşturdu.
Bucak müdürünün eşi hemşerimiz.
Annem onlara sıkça giderdi. Evde müdür
beye gelen resmi gazete yığınını görmüş.
Hemen oraya gidip birkaç gazeteyle geri
döndü. Kırık camın yerine, hamurla
gazeteleri yapıştırdı. Görme engelli bir
evimiz oldu. Zaten küçük iki pencere var.
Birinin gözü kapandı.
Bir gün okuldan eve döndüm. Bir
şeyler okuma isteğim doruklarda ya!
Hemen penceredeki gazetelere yöneldim.
Ne var ki, okuma yazma bilmeyen
anacığım, onları ters yapıştırmış. Tahta
iskemleyi alıp üstüne çıktım. Lale gibi
boynumu eğip yazıları okumaya yeltendim.
Olmadı, iskemlenin üstüne yastık koyup,
yazılara daha rahat erişmeyi denedim.
Yine olmadı. Üstelik boynumu eğince, az
kalsın tepe taklak, baş aşağı
yuvarlanacaktım. O sevdadan vazgeçmek
zorunda kaldım.
Köyden Kütahya’ya göç ettik. Köyde
pek kimsemiz yoktu. Ama Kütahya’da
akrabalarımız var. Gidip gelmeler beni
mutlu ediyordu. Görme engelli bir
eniştemiz var. Şeker hastalığı nedeniyle
sonradan göremez olmuştu. İki de bir
beni çağırtır, kendisine gazete okumamı
isterdi. Önce bu işi yadırgadım. Çünkü
bizim eve ne gazete, ne de kitap giriyordu.
Sanırım ilk okuduğum gazete, eniştemizin,
“Oku” diye elime tutuşturduğu MARKO
PAŞA oldu. Bu gazeteyi son satırına kadar
okurdum. Tam kurtuldum derken, enişte
okunmamış gazeteleri de sürerdi önüme.
Öyle bir sıkılırdım ki! Çünkü gazetede
yazılanları hiç anlamıyorum. Politik
taşlamalardı bunlar. Yıllar sonra bilincine
vardım durumun... Üstelik enişte yanlış
okuduğum sözcükleri, özellikle özel isimleri
düzelttirirdi. Yanlışlar sıklaşınca, sesini
yükselttiği olurdu.
Rüzgar Gibi Geçti
Margaret Mitchell
Çev: Yeliz Üslü
Artemis Yayınları
28 TL
Gülten DAYIOĞLU
Çocuk edebiyatı denilince ilk akla
gelen isim. 80’e yakın kitaba imza
attı. İlk kitabı “Bahçıvanın Oğlundan”
beri okurlarının kalbinde ölçüsüz bir
sevinç. Sadece çocukların değil
büyümeye direnenlerin de yazarı.
Çocukken yatılan tatlı bir öğle uykusu
sıcaklığı... Sıcak ve sevecen
cümlelerin anlatıcısı.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
İşçi kızlar evin
birinde toplaşarak
sabahlara kadar
çini çizerlerdi. Bu
iş pek zor değildi.
Bu işler gaz
lambaları altında
yapılırdı. Ve elbette
genç kızlar çok
sıkılırdı. Ben de
onlara kitap
okurdum.
10
Örneğin: Şemsettin Günaltay. Dönemin
başbakanı. Nedense bu adı hep
“Şemşettin” şeklinde okurdum. Enişte bir
gün, “Dilini eşek arısı soksun emi,
Şemşettin dediğin adam, koskoca
başbakan”...
“Siz adam olacaksınız da biz
göreceğiz!” diye kükredi. Ben de küstüm.
Epey bir zaman “Ödevim var” diyerek, bu
okuma işkencelerine gitmedim...
Sonradan bayramda el öpmeye
gittiğimizde, enişte gönlümü aldı. Arada
bir gazete okumaya gider oldum.
Enişteye sabırla gazete okumamdan
konu komşu, hısımlar pek etkilenmişlerdi.
Beni yeri geldikçe övüp duruyorlardı. Bir
gün komşulardan biri: “Gülten bizim kızlar
seni çağırıyorlar, dersin bitince bize gel”
dedi. Komşunun bizim kızlar dediği, “Çini
Kızlarıydı.” Kütahya’daki çini işlikleri,
bisküvi denilen ham çinilerin ilk çizimlerini,
parça başı hesabıyla, geçici işçilere
yaptırırdı. Çokluk bu işi, çeyiz parası
biriktiren genç kızlar, karşıdan kaparlardı.
Çünkü işe gitmek yerine iş onların ayağına
gelirdi. Küfeler dolusu tabak çanak,
fincan, vazo vb. ham halde evlere
taşınırdı. İşçi kızlar, evin birinde
toplaşarak, sabahlara kadar çini
çizerlerdi. Bu iş pek zor değildi. Çini
bezekleri, yağlı kâğıda çizilirdi. Bu çizgiler
iğne ile delinir, bu kâğıt, çini yüzeye
konulur, üzerine kömür tozu serpilirdi.
Motifler soluk da olsa çiniye çıkardı. Kızlar
bu kez, özel bir kalemle motifleri
belirginleştirirlerdi. Bu işler gaz lambaları
altında yapılırdı. Ve elbette genç kızlar çok
sıkılırlardı. Bizim komşu kızlar bu sıkıntıyı
kitap okuyarak gidermeyi keşfetmişler.
Okumayı kendileri yapmıyordu. Birileri
kitapları onlar için okuyordu. Bu iş daha
çok çocuklara yükleniyordu.
Sonunda sıra bana da geldi. Her
akşam, bir iki saatliğine, çini kızlarına
kitap okumaya başladım. “Yeşil Yunus
Sokağı”, “Rüzgâr Gibi Geçti”, “Saratoga
Güzeli”, “Hayber Kalesi”, “Sinekli Bakkal”,
“Çalıkuşu” vb. kitapları okuduğumu
anımsıyorum.
Doğrusu ya, bu roman okuma geceleri
beni çok zenginleştirdi. Ve kitap okuma
alışkanlığımın kökleşmesini sağladı. Arada
bir, sesi güzel kızlardan dinlediğim
şarkılar, türküler de cabası...
Bir gün Eskişehir’de yaşayan
akrabamız hastalanmış. Kütahya’da
yaşayan ablası onu görmeye gidecek.
Ancak eşi onun tek başına tren yolcuğu
yapmasını istemiyor. Kendisi de işini
bırakıp gidemiyor. Aile içinde hazır kuvvet
benim ya! Abla, kendisiyle Eskişehir’e
gitmem için, anneme yalvarıyor. Annem
de akrabayı kıracak değil ya! “Günübirlik
gidiver kızım” diye, oldu bittiye getiriyor.
Sıkıcı bir yolculuk ve iç karartıcı bir hasta
ziyareti...
Dönüş yolunda, can sıkıntım doruğa
erişti. Kompartıman dolu ama yolcuların
hemen hepsi kadın ve çocuk. Sadece bir
erkek yolcu var. Abla dediğim elli
yaşlarında alabildiğine tutucu bir akraba.
Altında şalvar, üstünde damalı bir yerel
örtü. Yüzünü bu örtüyle gözleri ve burnu
görünecek şekilde kapatıp duruyor. Üstelik
adama olabildiğince sırtını dönüyor. Oysa
adam bize dönüp bakmıyor bile. Elindeki
gazeteye gömülmüş. Ben adamın yanında
oturuyorum. Gazetedeki resimler ve
başlıklar, baştan çıkarıcı. İki de bir
gözlerim oraya kayıyor. O yıl ilkokulu
bitirmişim. Epey gözüm açılmış. Ben
boynumu uzatıp hırsızlama gazete
okumaya çalışırken, birden abla, baldırıma
bir çimdik attı. Acıyla irkildim. Kulağıma
eğilerek: “Sen ne arsız kızsın böyle!
Adamın ağzının içine giriyorsun. Ayıp değil
mi?” diye homurdandı. Hiç sesimi
çıkarmadım. Adam gazeteyi bitirdi. Tam
cebine koyuyordu ki,
“Amca, dedim, gazeteyi okuyabilir
miyim?” Adam gazeteyi bana uzatırken,
abla böğrümü öyle bir dirsekledi ki! Adeta
bir an soluğum kesildi. Yine ses
çıkarmadım. Gazeteyi okumaya giriştim.
Adam bu olup bitenleri görüyor, işitiyor.
Bir ara: “Kızım sen bu gazete okuma
merakını nasıl edindin? Yaşın daha pek
küçük” dedi. Ben hemen makineli tüfek
gibi konuşmaya başladım...
Öğretmenimin, daha üçüncü
sınıftayken, yazarlık yeteneğimi
keşfetmesinden, “Sen ileride yazar
olacaksın” demesinden, beni kütüphaneye
götürüp kitap okumamı sağlamasından
tutup, görmeyen enişteye gazete, çini
kızlarına roman okuma serüvenlerime
kadar her şeyi anlattım. Ben konuşurken,
abla tümüyle sırtını bize dönmüştü.
Sanırım utanmıştı benden. Adama “Ben
büyüyünce yazar olacağım. Şimdiden
öyküler yazmaya başladım bile” deyince,
adam: “Ben Afyon’da gazeteciyim.
Öykülerinden birini gönderirsen, belki
gazetemizde yayınlarız” demesin mi?
Hemen gazetenin kenarına adresi yazdı.
“Gazete sende kalsın. Hikâyeyi daktilo
ile yazman gerek. İki sayfayı geçmesin
emi!” dedi.
Dünyalar benim oldu. Abla beni
anneme şikayet etti. Annem pek bunalıp
üzüldü. Ama doğrusu ya, sadece
azarlamak ve ahlak öğütleri vermekle
yetindi. Birkaç gün sonra öykülerimden
birini alıp, avukat tutamayan insanlara,
parayla, yasalara uygun dilekçe yazıveren,
arzuhalciye götürdüm. Öyküyü ben
okudum, o daktilo ile yazdı. İki lira istedi.
Sevinerek verdim. Öyküm, 1950 yılı Mayıs
ayında, Afyon İkaz Matbaası’nda basılan
Kudret gazetesinde yayınlandı. Trende
tanıştığımız bey Cüneyt Mollaoğlu.
Şimdilerde doksan yaşına ulaştı sanırım.
Ama şükür ki hâlâ hayatta. Seyrek de olsa
haberleşiyoruz. Öykümü içeren birkaç
gazete, aynı yıl, Kütahya’dan İstanbul’a
göç ederken, yük treninde bazı eşyalarla
birlikte yok oldu. O öykünün belgeliğimde
yer alması için, çalmadığım kapı kalmadı.
Ama o gazeteyi bulamadım.
www.vatankitap.com.tr
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
11
Fotoğraf: DİLAN BOZYEL
“Korkularımı dile getirmek için daha fazla cesaretimi toplayacağım bir
an olamaz herhalde. Sayın Gülten Dayıoğlu’nun hatırasını okurken ilk
kanadığım yere tutundum; “Görme engelli bir evimiz oldu.”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
12
Işığı kapatıp uzun uzun
yıldızları seyrettim
Aradığım kitabı bir sahafta bulmak hayatımdaki mutlu anlardan birisiydi. Attığım sevinç
çığlığı sahafı şaşırtmış, kitapta ne bulduğumu soran bakışlarla bir süre beni süzmüştü.
utlaka her iyi kitabın ilginç bir bulunma,
okunma serüveni vardır. Birkaç örnek
vermek gerekirse, okuduğum zamanı,
üzerimde yarattığı etkileri hiç
unutamadığım kitaplardan ilki, Jean de la
Hire’in “İki Çocuğun Devrialemi”... Bu 10
ciltlik, Jano ile Yanik adlı 15 ve 13
yaşında iki çocukla, köpekleri Sultan’ın
maceralarını anlatan kitapları unutmam
mümkün değil. Serinin 10 kitabını bir yıl
içinde tek tek bularak okumuştum. Her
birinin ayrı bir ele geçirme serüveni vardı.
Bir cildin bitip, ötekini bulmak için
araştırmaya başlamak, bazılarını
kitapçılarda, bazılarını kitap kiraya veren
sahaflardan bulmak...
“İki Çocuğun Devrialemi” bende iki önemli
etki yaratmış, hem okuma hem de
çoğrafya merakı uyandırmıştı. Ciltleri,
atlaslarla birlikte okuduğumu hatırlıyorum.
Coğrafya merakı bir anlamda da serüven
merakıdır... Unutamadığım diğer kitap ise
Conrad’ın “Karanlığın Yüreği”dir. Bu kitabı
denizde okumuştum. Conrad’ın öykü
anlatan kaptanlarıyla ilk kez orada
karşılaşmıştım. Üçüncü önemli kitapsa
Romain Gary’nin “Cennetin Kökleri”dir. Bu
kitabın varlığını Attila İlhan’dan duymuş ve
uzun süre İngilizce’sini, “Roots of Heaven”ı
aramıştım. Kitabı sonunda Sıhhiye’de,
Zafer Pasajı‘ndaki sahaflardan birinde
bulmak hayatımdaki mutlu anlardan
birisiydi. Attığım sevinç çığlığı sahafı
şaşırtmış ve elimde tuttuğum kapağı
buruşuk bu kitapta ne bulduğumu soran
bakışlarla bir süre beni süzmüştü. Ve
denizin kenarında bitirdiğim “Hadrianusun
Anıları”... Yourcenar’ın son 15 sayfasını
büyüsünü, ona gelen ilhamı hissederek
adeta içerek okumuş, sonra da ışığı
kapatıp uzun uzun yıldızları seyretmiştim...
www.vatankitap.com.tr
Mehmet EROĞLU
“Issızlığın Ortası”ndan yazan yazar.
“Fay Kırıkları”ile kırıldığımız hassas
yerlere dokundu, dokunuyor.
Saksafon çalar, bu sayede sigarayı
bırakmıştır. Solcudur, Anti-Kapitalist
Müslüman İhsan Eliaçık’ın Türkiye
için anlamını herkesten önce gördü ve
son romanına kahraman yaptı.
Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN
“Bir kitabın peşinden koşmak,
kapağını kapattıktan sonra yıldızları
seyretmek ve sonra yazar olmak. Kök
salmak böyle bir şey mi? “
İki Çocuğu n Devrialem i (10 Cilt)
Jean De La Hire
Çev: Gülten İldeniz
Can Yayınları
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
14
Çekip gitmeyenlerin izi...
Bende izi kalan eserlerin çoğu ana kahramanlarından ötürü. Çünkü hemen
hepsi bir dönemin ve mekânların içindeki toplumsal hayatların simgesi olmuş.
klıma ilk gelen şöyle bir şey oldu: Oscar
Wilde’in “Dorian Grey’in Portresi” romanının
önsözünü yazan Andre Gide’in buradaki ilk
cümlesi mesela: “İnsan ne kadar yaşarsa o
kadar ölür.”
Taa lise yıllarımdaki Tolstoy’un “Savaş ve
Barış”ından, Çehov’un hemen bütün sahne
oyunları ve hayat hikâyesinden, hele hele
Jean- Jacques Rousseau’nun ilk gençlik
yıllarını döktürdüğü pek eğitici üç ciltlik
“İtiraflar”ından başlama şansına kavuşup da
bizim Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Utanmaz
Adam”ından tutun Halide Edip’in “Sinekli
Bakkal”ından sıçrayarak Peyami Safa’nın
“Fatih Harbiye”sinde elim çenemde kalakalıp
Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”una
kadar uçmuşumdur. Derken Memduh
Şevket Esendal’ın “Ayaşlı ve Kiracıları...” Ne
de olsa serde bürokratlar kenti Ankara var
ve babası esnaf olan bendeniz ondan oraya,
şundan buna doğru bir çekime uğramışlık
içindedir; kitaplar ise birbirini çağırmakta...
İleri bir yaşa gelene kadar öyle adlar,
şanlar, ünlü kahramanlarıyla haşır neşir
olunmuş romanlar, şiir ve inceleme kitaplar
zenginliğiyle boğulabilmiş olunuyor ki insan
kendini “ilk aklınıza gelen hangisi” benzeri bir
soruyla karşılaşınca, tam da Gide’in dediği
gibi çoktan yok olup gitmişsiniz hissine
kapılabiliyor...
Şöyle bir silkiniyor ve bakıyorum ki bende
izi kalan eserlerin çoğu ana
kahramanlarından ötürü. Çünkü bunların
hemen hepsi bir dönemin ve mekânların
içindeki toplumsal hayatların birer simgesi
olabilmişler. İlk aklıma düşen Cervantes’in
“Don Kişot”u desem, Shakespeare’in
“Hamlet”i yanı başına düşüveriyor. İkisi de din
hakimiyeti yanı sıra güçlü aristokrasinin
sorgulanarak yıkılışının 1505’ler ve
devamının kahramanları.
Yeni aranışlar... 16’ıncı yüzyılda
Avrupa’da ilim ve sanatın yenilenişi:
Rönesans. Der demez aklım 18. yüzyıla
sıçramakta... Ve sahiden de zihnime ilk
düşenler yine roman kahramanları
oluveriyor. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında
yazar ilk defa kitabına tarihi bir figürü,
Napolyon’u katmış olmakla kalmayıp insanı
ezip biçen geleneklerle hesaplaşırken
toplumsal ilişkileri tam damarından
vurmakta: “Anna Karenina!” Ardından
hemen, hani sanki 1812’lerde “Savaş ve
Barış”a bir cevapmış gibi, Gonçarov’un
“Oblomov”u çıkageliyor. Miskin, mızmız,
ağırkanlı, toplumda olup bitenleri umursamaz
toprak sahibi Rus halkının hâli pür meâli.
Hele şu her şeye ‘peki efendim’ deyip
duran uşağı Zahar? Bakın onu hiç
unutmadım. Sorgusuz sualsiz bir baş eğiş.
Oblomov’un karşısına enerjik, atılımcı, Stoliç’i
bir şamar oğlanı gibi çıkarmakla ne demeye
getiriyor Gonçarov? Toprak köleliği bitti,
“fabrikasyon imalat” başlamakta da ondan
herhalde. Ben bu meseleyi ancak romanı
ikinci okuyuşumda çözebilmiştim; yaşım
ermişti, memlekette de nerdeyse 50- 100
yıl sonra böyle bir takım itiş kakışlar başlar
gibiydi de heralde ondan... Meraklı okurların
Dostoyevski’yi yeniden yeniden okumalarıyla
edindikleri yeni anlamlar da bundan olmalı.
Dedim ya, ileri yaştaki okur/ yazarların
torbasını açtırmayacaksınız. Biteceği yok.
Sustum. Yine de şu anda içimi dışa
vurmadan edemeyeceğim: Son yıllarda,
dışarıdan içeriye doğru çıkıp/ gelen modern
sonrası mı, post modern mi neyse, benim
bunlardan merakla alıp okuduklarım zihnimde
hiç iz bırakmadan çekip gidiyorlar genellikle.
Neden acaba?
Adalet AĞAOĞLU
Kahramanı Tezel’e “Bir Düğün
Gecesi” romanının ilk cümlesinde
“Madem intihar etmiyoruz o halde
içelim” dedirten modern Türkçe
edebiyatın büyük yazarı. “Dar
Zamanlar” üçlemesiyle Türkçe roman
sanatının yerel damarlarını
sonsuzluğa açan yenilikçi ve güçlü
ses. 1980’e kadar ki Cumhuriyet
serüvenimizi “bağımsız bir iç
konuşma”yla bireyin ve kadının
dilinden anlatan entelektüel.
Haksızlıklara ve baskılara her daim
karşı çıkan yazılı bir adalet dilekçesi.
www.vatankitap.com.tr
Dorian Gray‘in Portesi
Oscar Wilde
Çev: Nihal Yeğinobalı
Can Yayınları
1 9 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
15
Fotoğraf: DİLAN BOZYEL
“Hiroşima diye fısıldadım kendime. Üst üste kolajlanmış onlarca
imaj belirdi gözümde. Kalkıp bir bardak soğuk suyu diktim
kafama. Su kulaklarımdan, burun deliklerimden, göz
pınarlarımdan ve hatta dizlerimden süzülerek taşsın diye bir
süre genzimi yukarıya doğrulttum bir kuş gibi.”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
18
Çocuk Balıkçı
Çocukken “Yaşlı Adam ve Deniz”ini okumuş ve o kadar etkilemiştim ki, bir
gece çok az bir parayla otobüse binip Eskihisar’a vardım.
ocukluktan gençliğe adım attığım yıllarda
beni en çok etkileyen, elimden
düşürmediğim roman Ernest
Hemingway’in Türkçeye ‘’İhtiyar Balıkçı’’
diye çevrilen ‘’Yaşlı Adam ve Deniz’’iydi.
Ankara’da Bahçelievler semtindeki
evimizde odamın duvarları Ernest
Hemingway’in resimleriyle kaplıydı. Her
cumartesi Amerikan kitaplığına gidiyor,
yeni çıkan dergilerde Hemingway’le ilgili ne
varsa gizlice keserek eve getiriyor,
dosyalıyordum. Masamın üstünde
Hemingway’in kitaplarının İngilizce ve
Türkçe baskıları duruyordu. Kardeşi
Leicester Hemingway’inki de dahil olmak
üzere, onun hakkında yazılmış her
biyografi kitabını satır satır okumuştum.
Hemingway bana bir özgürlük duygusu
veriyordu. Önümdeki uçsuz bucaksız ömrü
onun gibi yaşamak istediğimi
hissediyordum. Normal ve herkesinkine
benzeyen bir yaşam sürmeyecektim, adım
gibi biliyordum bunu. Hemingway
tutkunluğu, beni birtakım çılgın deneylere
sürükledi.
Bir gün evden birkaç parça eşya ve
bir-iki kitap aldım yanıma. Harçlığımdan
biriktirdiğim çok az parayı da cebime
koyup dışarı çıktım. Kimseye haber
vermeden elbette.
Otobüs garajına gittiğimde hava
kararmak üzereydi. İstanbul’a giden
Gazanfer Bilge otobüsünün en arka
sırasında yer buldum. Bir arkadaşımdan,
Eskihisar ve Darıca diye iki kıyı kasabasının
övgüsünü dinlemiştim. Oralarda denizin
tuzuyla yıkanan yaşam beni çok çekiyordu.
Özellikle “Yaşlı Adam ve Deniz”den sonra,
balıktan, denizden ve maceradan başka
bir şey düşünemez olmuştum. Aklını
kitaplarla bozup yollara düşen Mancha’lı
ihtiyarın çocuk versiyonu gibiydim.
Sabaha karşı Ankara-İstanbul karayolu
üzerinde bir benzincide indim otobüsten.
Karanlıktı, benzin istasyonu ve iki yol üstü
kahvesi dışında hiçbir şey görünmüyordu.
O kahvelerden birine girdim. Şoförler ve
kahvede bulunan sabahçılar arasında çay
içtim. Bir yandan da ben yaşlardaki
sarışın garsona Eskihisar’ı soruyordum.
Garson çocuk, kahvenin arka tarafını
işaret etti; oradan aşağı, denize inen bir
orman yolu varmış, beş kilometrelik bir
yolmuş bu. “Birazdan orman bekçileri
gelir,” dedi. “Ben seni onlarla gönderirim.”
Şafak sökerken iki orman bekçisi geldi,
çaylarını içtikten sonra Eskihisar’a doğru
yola koyulduk. Çok yoğun, sağlıklı bir çam
ormanı içinden iniyorduk. Ben bütün
soruları, kamp yapmaya çıkmış bir
öğrenci olduğumu söyleyerek
karşılıyordum.
Aklı kitaplarla karışmış kaçak bir
çocuk olduğumu söyleyecek halim yoktu
ya! Zorlu bir yürüyüşten sonra Hanibal’in
mezarının olduğu yerlere, Eskihisar adlı
küçük balıkçı kasabasına ulaştık. Hakkında
onca şey okuduğum Hanibal’e böylesine
yakın olmak müthiş heyecanlandırmıştı
beni.
Ayrıca Eskihisar da Karayip
Denizi’ndeki o ünlü balıkçı köyünü
andırıyordu. Mutluluktan ağlamak
üzereydim, Hemingway’in romanının içine
girmiştim, ömrüm boyunca yaşayacağım
yeri bulmuş gibiydim.
Girişteki büyük çınarın altında çok hoş
bir kahve vardı. Orman bekçileriyle birlikte
ilk mekânımız orası oldu. Yol boyunca
sohbet ede ede geldiğimiz orman bekçileri
beni kahvenin sahibi Hasan’a tanıttılar:
“Ankara’dan gelen bir öğrenci, tatile
çıkmış, kalacak yer arıyor.”
O andan itibaren, birçok kez hayatımı
kurtaracak olan Anadolu insanının yardım
geleneği işlemeye başladı. Tanrı misafiri
olduğum için herkes bana yardım etmeye
çalışıyordu. Ne de olsa gariptim.
Hasan bir yerlere haber gönderdi,
sonra tepede ihtiyar bir kadının evinde
kalabileceğimi söyledi. Evi de uzaktan
gösterdiler. Kasabanın diğer evlerinden
apayrı bir yerde, tepede tek başına duran
köhne, ahşap bir yapıydı.
Zülfü LİVANELİ
Müzisyen, yönetmen, yazar...
Çok yönlü bir kişilik. Thomas
Moore’un “Ütopyası” ile George
Orwell’ın “1984”ü arasındaki bir
darbelik mesafenin yani “Son Ada”nın
yazarı... “Kardeşimin Hikayesi”nde
“Mutluluk”un tarifini resimle değil de
bir “Seranad“la anlatan düşünce
insanı. Bono’ya “Yiğidim Aslanım”ımı
söyleten uluslararası kültür insanı.
Yaşlı Ada m ve Deniz
Ernest Hemingway
Çev: Orhan Azizoğlu
Bilgi Yayınevi
1 2 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
20
Hemen kendimi kumsala attım, ıssız
bir yere çekilip akşama kadar Hemingway
okuyup denizin, özgürlüğün tadını
çıkardım. Akşam Hasan’ın kahvesinde
çıtır çıtır kızartılan taze balıkları yerken,
omuzlarım ve sırtım müthiş yanıyordu
ama keyfim yerindeydi.
Gecenin bir vaktinde kalacağım eve
doğru yola çıktım. Tepeyi tırmanmaya
başladım. Evler bitti. Ay ışığında iyice
ürkütücü görünen kara, ahşap eve doğru
yürürken birden mezarlığın içine düştüm.
Bir macera filminden korku filmine
geçmiş gibi duyuyordum kendimi. Garip
bir ürpertiyle ahşap eve vardım. Kapı
açıktı, itip içeri girdim. Evde çıt yoktu.
Ayaklarımın altında gıcırdayan tahta
döşemede yürüyerek kimse olup
olmadığını sordum. Arka odalardan bir
inilti geldi, oraya doğru yürüdüm. Bir
odadan içeri girince, pencereden vuran
ay ışığında çok garip görünen yaşlı bir
kadınla karşılaştım. Sonradan yatalak
olduğunu öğrendiğim kadın hiçbir şey
söylemeden bana bakıyor, arada inliyordu.
Oradan üst kata çıktım. İlk bulduğum
yatağa attım kendimi, sabaha kadar
karabasanlarla, garip düşlerle bölünen
tedirgin bir uykuya gömüldüm.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte evden
çıkıp gittim; Hasan’a o evde
kalamayacağımı söyledim. Bir yandan da
çalışmak, balıkçılık öğrenmek istiyordum.
Hasan bir balıkçıyla konuştu, bana iş
buldu. Çavuş diye anılan usta balıkçının
teknesinde ağları toplayacak, tekneyi
temizleyecek, balıkta ona yardım
edecektim. Büyük bir sevinçle işe
başladım, sonra Çavuş’tan teknede
yatmak için izin aldım. Sabah kör hayırda
açılıyor, parakete ve ağları çekiyorduk.
Çavuş bana balık yataklarını, ağ çekmeyi,
ağ sermeyi, tanımadığım deniz
yaratıklarını öğretiyor, kimi zaman da
deniz dibinde zıpkınla balık vurmayı
gösteriyordu. Denizden çektiğimiz ağları
temizleyip işe yarayanları tekneye,
yaramayanları denize atmayı öğretirken
hep başımda duruyordu. Bir gün ağda
gri, kalkana benzeyen, garip bir yaratık
belirdi. Tutacak yeri yok gibiydi, yalnız bir
delik görünüyordu. Tam elimi o deliğe
atıyordum ki Çavuş telaşla elimi yakaladı.
O deliğe parmağımı sokarsam, balık elimi
koparırmış.
Geceleri teknede, açık havada yatıyor,
yıldızları seyrederek denize, tuza,
yakamoza bulanmış maceramın tadını
çıkarıyordum. Ömrüm boyunca
Eskihisar’da kalmaya, balıkçılık yapmaya
ve kitap yazmaya karar vermiştim. Başka
bir yaşam istemiyordum. Beni üzen tek
şey, aileme yaptığım kötülüktü. O yaşlarda
serüven tutkusuyla çok fazla farkına
varamadığım bu kötülük, az da olsa içimi
sıkıyor, suçluluk duygusuyla kıvranmama
neden oluyordu.
Zaten Hemingway macerası da iki ay
sonra bitti.
www.vatankitap.com.tr
Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN
“Yaşlı Adam ve Deniz”i okuyup bir gece yarısı evden, sahil kasabasına
kaçak küçük çocuk. Belki bu yaşlı adam ve sohbet ettiği köpeği sana o
günlerden bir şarkı mırıldanır.“
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
22
Sevgiyi arayan kadın
Aşk ona gelmeyince o aşka gidiyor. Aşk uzağa gittikçe o arkasından gidiyor.
Sonunda etrafının saygısını kaybediyor ve galiba kendine olan saygısını da
kaybediyor. Ama ben hala biliyorum...
okuz yüz yetmiş dokuz ya da seksen yazı
olmalı, Faulkner’ın “Ses ve Öfke” adlı
romanını karşıma dişli bir metin
çıkacağını, bir kez okumayla nüfuz
edilemeyeceğini bilerek, ve kendimi baştan
teselli ederek okumaya başladım. O
yaşıma, yani 17 filan, kadar beni derinden
etkileyen birkaç büyük roman olmuştu
ama bana insan ruhunun ölümcül
çıkmazlarından birine dair sıkıntılı, hatta
çözümsüz bir soru ödünç veren bir roman
okumamıştım. Hakiki, kalbi ve hayati bir
soru: Sevgi ihtiyacı ve ahlaki doğruluk.
Compson ailesinin tek kızı Candace
(Caddy) bir okur olarak içimde açılan ilk
büyük yaradır. Bir roman kahramanına,
hele de Candace kadar kusurlu bir kadın
kahramana aşık olunabileceğini o soruyla
birlikte “Ses ve Öfke”yi okurken gördüm.
Hikayenin acı bir yol çizeceği,
kahramanları trajik sonların beklediği
baştan hissedilen bir şeydi. Sevgisizliğin
hüküm sürdüğü, kaybeden ve kaybolmaya
mahkum bir aile... Herkesin kendi öfkesini
dinlediği o ailenin sevgisizlik içinde
savrulan kızı. Bir süre sonra bir tür kibar
fahişe oluşu. Yalnızlığını anladığım, sevgi
ararken kendini büyük bir düşüşe mahkum
etmesini dehşet içinde izlediğim, ama
masumiyet ve sevecenliğinden şüphe
etmediğim bir genç kadın. Bir yara.
Düşüş, dedim ve diyorum, ahlaki
çizgiler tuzağına düştüğümü bile bile. O
yıllardan beri aklıma takılıp kalmış çıkmaz
da bu. Tastamam bu. Sevgiyi ararken
unutuşu bulmak, huzuru ararken
savruluşu bulmak. Adının “orospu”ya
çıkması. Tek akıllı kardeş Jason kendi
bölümünü anlatmaya o ünlü cümleyle
başlıyor: “Once a whore always a whore”
(“İnsan bir kere yoldan çıkmayagörsün,”
diye çevirmiş Rasih Güran, ama asıl
anlamı daha sert; belki “insan orospuluk
yapmaya bir kez başlamayagörsün,” diye
çevirmek daha doğru olur, daha az şık
olsa da.) Kastettiği Candace. Acı, değil
mi. Vicdan sahibi bir okur olarak
Candace’ı Jason’dan daha iyi tanıyorum ve
ona ne büyük haksızlık ettiğini biliyorum.
Ama hayat böyle. Kimse sevgiyi biraz
dikkatsizce arayan bir kadın için bir türlü
gönlüne göre birini bulamadı türünden bir
teselli, bir anlayış, bir hoşgörü ifadesi
kullanmaz da bir “düşüş” ifadesi kullanır.
Aşk ona gelmeyince o aşka gidiyor.
Aşk uzağa gittikçe o arkasından gidiyor.
Sonunda etrafının saygısını kaybediyor ve
galiba kendine olan saygısını da
kaybediyor. Ama ben hala biliyorum,
Candace, özürlü kardeşine gösterdiği
sevgiden belli, hala masum, hala sevgi
dolu. Tüm ailenin en “insan” olanı. Ve belki
o yüzden, en kolay kandırılanı.
Bir kadının kendine değer vermesiyle
yerleşik ahlaka değer vermesi arasında
nasıl bir ilişki var? Hayatını dikkatli
yaşamak ve ruhunun ihtiyaçlarına cevap
aramak aynı anda mümkün mü? Ne
istediğini bilmek, hatta, ve ne yapıyor
olduğunu bilmek her zaman mümkün mü?
İçindeki fırtınayı susturup, acı dolu bir
isteği içinde boğup oturup beklemek
mümkün mü? Denemeye ve kaybetmeye
değer mi, değmez mi?
En sonunda denek taşımız, elbette, o
kadından “mutlu musun?” ya da “pişman
mısın?” sorularına alacağımız karşılıktır.
Romanda bunu yapma şansımız yok.
Büyük roman size kolay kolay cevap
vermeyecek romandır. Sonunda Candace
görebildiğimiz kadarıyla mutlu değil. Hiç
olmazsa benim on yedi yaşındaki
gözlerime mutlu gelmedi. Ama o yaşımda
ben de bilmiyordum bir kadının ya da
hatta bir erkeğin- mutlu olmasının sadece
kendi elinde olmadığını. Son romanım
“Çıplak ve Yalnız”da arka kapak yazısı olan
düşünce, “Hayatın adil davrandığı bir kadın
veya erkeğe henüz rastlamadım. İstediğini
almak kalbin kaderi değil” ta o
yaşlarımdan, Candace için duyduğum
kederden gelir.
www.vatankitap.com.tr
Hamdi KOÇ
“Melekler Erkek Olur”, “Çiçeklerin
Tanrısı”, “Bir Eski Kocanın Öğleden
Sonrası” ve “Çıplak ve Yalnız”ın
yazarı. Elbette başka romanların da.
İnsanın içine işleyen kağıt kesiği gibi
cümlelerin yazarı. Kalın çizgilerin
değil, detayların gözlemcisi. Küçük bir
gülümsemenin ya da ani bir hüznün
derinlere çöken ağırlığının yazarı.
Joyce’un “Ulysses”ini çevireceğini
söylediğinden beri gözlerimizi yollara
düşüren harika çevirmen.
Ses ve Öfke
William Faulkner
Çev: Rasih Güran
YKY
1 3 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
Fotoğraf: MEHMET TURGUT
“Yazıları okuduktan sonra bu fotoğraflara baktığında okuyucunun tepkisi
bende yeni bir merak konusu ve heyecanlı, sabırsız bir bekleyiş artık...“
23
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
24
Ve umutla aktı hayat
“Ve Durgun Akardı Don” bende insan sevgisi, iyimserlik ve umut bırakmıştı.
Umutla dolmuştum. Devrim denen şey işte buydu yani bugündü.
ıl 1984, 12 Eylül Askeri Darbesi olmuş.
Bir örgüt evindeyim, kızım 3 yaşında.
Üniversite gençliği sorumlusuyum. Adım
Ali. Örgütten bir arkadaşı içeri almışlar,
gerçek adımı bilmediği için bana
ulaşmaları zor. Zaten işkence yapsalar da
adımı söylemez. Söylememiş de yani
bildiği adımı...
Moralim bozuk. Çok bozuk. Nasıl oldu,
nereden aldım, hatırlamıyorum ama
Şolohov’un “Ve Durgun Akardı Don”
kitabını okumaya başladım. Çok sevdim bu
kitabı, o kadar ki bana o zor günlerde
moral oldu. Ve yıllar sonra yeni bir umutla
karşılaştığımızı o romanla anladım.
Bu kitabı neden bu kadar sevdim ya da
hayatımı neden bu derece derinden
sarstı?
Şöyle anlatayım. Aslında Mihail
Şolohov, pek çok Rus yazar gibi çok eser
vermiş bir yazar değil. “Don Kıyısında
Hasat”, “Vatan İçin Dövüştüler” isimli
kitaplarını da önceden okumuştum. İyi bir
yazardı, etkileyiciydi ama o kadar. Yani bir
Tolstoy, Dostoyevski değildi. Ama “Ve
Durgun Akardı Don”un yeri ayrı. Daha
okuduğumda şok geçirdim. Dört ciltlik bir
kitaptı. Ekim Devrimi’ni anlatıyordu ve çok
iyi anlatıyordu.
Romanda Rus Kazaklar vardır yani
Çar’ın devrimci isyanlarını bastırmak için
kullandığı askerler. Romanın kahramanı
Gregor da hem bir Kazak hem de Türk.
İşte Şolohov bize onun gözünden devrimin
iki tarafını da anlatıyordu. Yani devrimcileri
de Çarlık tarafını da. Zaman zaman
kızıllara, zaman zaman beyazlara hak
veren biriydi bu yüzden Gregor. Çünkü
dayandığı yer insanlıktı. Böylece bizlere
devrimin hem o büyük umutlarını
anlatırken hem de hayatları nasıl alt üst
ettiğini de anlatabiliyordu. Yani haklılıklarını
ve yarattığı sancıları.
O yıllar, biz de bir şeylerin yanlış
olduğunu biliyorduk, çünkü şartlar çok
zordu. 250 kişilik bir örgütü
yönetiyordum. Görüştüğüm 6 çocuk vardı,
üniversite sorumluları... Yakalanırsan ve
işkencede ölmezsen ya da sakat
kalmazsan en az 5 yıl ceza alıyordun. İşte
“Ve Durgun Akardı Don”da da bu tür
insani durumlara da yer verilmişti. Sadece
şanlı devrim hikayelerine değil! Bu yüzden
Şolohov’u Yaşar Kemal’in karşılığı olarak
görebiliriz. Yaşar Kemal, nasıl Çukurova
Destanı‘nı “İnce Memed” serisinde
anlatmışsa Şolohov da bu dört ciltte
aynısını yapmıştı. Bu yüzden de “Dr.
Jivago”dan çok daha iyi anlatır Ekim
Devrimi’ni ve izlerini; “Ve Durgun Akardı
Don”...
O yüzden o dört cilt bende insan
sevgisi, iyimserlik ve umut bırakmıştı.
Umutla dolmuştum. Devrim denen şey
işte buydu yani bugündü. Zaten bir
ideolojinin gereklerini yerine getirmek için
devrim yapmaya çalışıyorsan kötü bir
devrimciydin. Devrim önce senin içinde
olmalıydı. Devrimciyi soyduğunda içinden
insan çıkmıyorsa ondan iyi insanların yanı
sıra diktatör ve katil çıkıyordu.”Ve Durgun
Akardı Don” da bu vicdanla yazılmıştı. Bir
Beyaz Ordu neferinin ölümünü de Kızıl
Ordu neferinin ölümü gibi anlatıyordu.
Taraf tutmadan, insani yönleriyle...
Benden olmayan ölsün demiyordu. Tıpkı
bizim Gezi Ruhu’nun demediği gibi. O
yüzden yıllar sonra Gezi Hareketi’nin
yaşandığı bu günlerde durup durup
hatırıma geliyor bu roman, umut
doluyorum.
Ahmet ÜMİT
“Polisiye ucuz edebiyattır”
önyargısını “Sis ve Gece”, “Kar
Kokusu”, “Patasana”, “Bab-ı Esrar”,
“Sultanı Öldürmek” ve diğer
romanlarıyla kıran yazar. Sadece
romanlarından ötürü değil delikanlı
kişiliğiyle de okurların kalbini
keşfeden “Beyoğlu’nun Güzel Abi”si.
“Yaşadığın şehir özgür değilse sen de
özgür değilsin” diyen bir özgürlük
savaşçısı, güzel bir Ümit.
www.vatankitap.com.tr
Ve Du rgun Akardı Don
Mihail Aleksandroviç Şolohov
Çe v: Tektaş Ağaoğlu
Evrensel Basım Yayın
58 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
Fotoğraf: MEHMET TURGUT
“Ne mutlu ki bana bunun bir parçası oldum...“
25
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
26
Eve gelen bir sandık
dolusu kitabın sihri
Bu yazı benim hikâyem, sakın ola “yahu adam ne çok kitap okuduğunu anlatmaya çalışmış”
demeyin. Okuduğum kitapları değil, hayatımı anlatmak istedim, biraz size ama çoğu bana.
kumaya 1951 yılının ilk aylarında
başladığımı hatırlıyorum. Kısa zamanda
okumak benim için büyük bir tutkuya
dönüştü. Elime ne geçerse okuyordum;
gazete, mecmua, kitap... Hatırladığım
kadarıyla önceleri yüksek sesle okumaya
çalışırdım; sanırım insanın kendi sesini
duymasının bazı yeteneklerinin
gelişmesinde önemi var. Her gün birkaç
gazete alınan bir evde büyüdüm. Evin
büyükleri muntazaman gazete okur, eğer
o gün herhangi bir şekilde eve gazete
gelmemiş ise meraklanılır, tanıdık birisini
Kuzguncuk iskelesine göndererek günlük
gazetenin alınması sağlanırdı.
Bir süre sonra okuma merakım
herkesin dikkatini çekmeye başladı.
Yaşıtlarımın nerede ise tümü oyun
oynarken, ben bir köşeye çekilir elime
geçeni okurdum. Bu tutkum benim için
alınan kitaplar ile gelişti. Daha ilkokul
öğrencisi iken kitap almaya başladım.
Günün birinde Kuzguncuk İcadiye Caddesi
üzerinde, Rum Kilisesi’nin hemen
karşısındaki Evro Efendi’nin bakkal
dükkânında aynı zamanda kitap da
satıldığını gördüm ve müdavimi oldum.
Daha okula gitmeden tanıdığım Evro
Efendi beni çok sever, ona uğradığımda
renkli küçük kâğıtlara sarılmış karamelalar
ikram ederdi. Biraz büyüyünce bana kitap
da hediye etmeye başladı. Daha önce
okunmuş veya uzun müddet satılmamış,
dükkanda kalmış kitaplar; Mayk Hammer
veya Çağlayan Kitabevi’nin bilimkurgu
romanları. Mayk Hammer’lara ne oldu
hatırlamıyorum, ama Çağlayan Kitabevi’nin
yayımladığı bilimkurgu kitaplarının büyük
bir bölümü hâlâ kütüphanemde duruyor.
Ortaokul birinci sınıfta Türkçe
öğretmenimiz Sedad Bey cumartesi
günleri son iki saatte bize kitap okumaya
başladı. İlk olarak Cervantes’in “Don
Kişot”unu okudu. O güne kadar
okuduklarımdan farklı bir kitapla
karşılaşmıştım, merakım giderek artmıştı.
Yaz tatilinde okuduğum Memduh Şevket
Esendal ve Ömer Seyfettin’in hikâyeleri,
Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul hayatına
dair denemeleri beni, tabiri caizse,
okumanın esiri yaptı.
Biraz büyünce “pembe dizi” denilen
hafif duygusal romanlara merak sardım.
Emily Bronte ile tanışmam bu sıradadır;
“Uğultulu Tepeler” (Rüzgârlı Bayır) romanı
beni çok etkilemişti. Heyecanlı polisiye
romanlarından klasik edebiyata geçtim ve
John Steinbeck ile karşılaştım; “Sardalye
Sokağı” peşinden “Tatlı Perşembe.” Benim
dünyamın dışında neler oluyordu,
tanıdıklarımın dışında ne kadar farklı
insanlar vardı? Dünya nasıl bir yerdi, çok
çok uzaklarda bizim yaşantımızdan farklı
insanlar da zaman zaman tıpkı bizim gibi
düşünüyor, bizim gibi yaşıyorlardı.
Aramızda büyük farklılıklar, mesafeler
olmasına karşın kendimi onların arasında
dolaşıyor, onlar gibi düşünüyor
buluyordum.
Bir gün kendimi Jack London’un
“Güneş Çocuğu”nu okurken buldum.
Ahmet Cemil’in Remzi Kitabevi tarafından
yayımlanan 1938 tarihli tercümesi.
Aniden evden çok uzaklara Pasifik
Okyanusu’nun adalarına gittim; sakın
yanılmayın gitmiş gibi olmadım, hakikaten
gittim. Sanki David Grief’in bir kopyası
gibiydim. Willi-Waw yelkenlisinin
güvertesinde dalgaların esintisinde
günlerce yol aldım. Aloysius Pankburn’un
alkolizmin getirdiği aşağılanmadan nasıl
kurtulduğunu yaşadım. Rattler yelkenlisi
ile Fuatino adasına yolculuk yaptım.
Pasifik’in ıssız bir adasında Swinthin Hall’e
ait kütüphanenin varlığını öğrendim.
Yanılmıyorsam ortaokulda okuduğum
yıllarda bir gün Kuzguncuk’taki evimize iki
sandık dolusu kitap geldi. Uzaktan
akrabamız olan ve uzun yıllar Anadolu
liselerinde edebiyat öğretmenliği yapan
İsmail Bey, emekli olmuş ve ailece
İstanbul’a dönmüşlerdi. Ancak bu iki koca
sandık evlerine sığmamış ve bizim eve
getirmek mecburiyetinde kalmıştı.
Sinan GENİM
Eşi Rennan Hanım tarafından Nâzım
Hikmet’in akrabasıdır. Çocukluğu
Nazım Hikmet ve Necip Fazıl başta
olmak üzere Türkçe edebiyatın
görkemli kalemlerinin hikayeleriyle
geçmiştir ama kolay kolay bunları
kimseye anlatmaz. Doğma büyüme
Kuzguncuklu’dur. Mimardır. Pera
Müzesi, Tophane Saat Kulesi,
Topkapı Sarayı’nın bazı bölümleri ile
Aya İrini’nin restorasyonu ona aittir
ve İstanbul’un görkemli pek çok
binasının da mimarıdır. Sıkı bir
entelektüel ve bir İstanbul
beyefendisidir.
Ölü Canlar
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Çev: Erol Güney, Melih Cevdet Anday
Everest Yayınları
15TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
İsmail Bey’in bize
emanet ettiği
sandıklara
ailesinden talip
çıkmadı. Kaç kere
“Gelin kitaplarınızı
alın” dendiyse de
gelen olmadı.
Böylece o kitaplar
sandıktan
kütüphane doğru
taşınmaya başladı.
28
İsmail Bey, müthiş üzgündü, sanki bir
parçasını bizde bırakmışçasına ağır ağır
müsaade istedi ve gitti. Onun gidişinden
sonra bana sıkı sıkıya tembih ettiler,
“Aman sakın bu sandıkları karıştırma,
onların içinde İsmail Bey’in kitapları var!”.
İki sandık dolusu kitap, nasıl dokunmam!
Kısa bir süre sonra evde kimselerin
olmadığı zamanlarda sandıkları açıp,
karıştırmaya başladım; Milli Eğitim
Bakanlığı’nın klasikleri, Remzi Kitabevi’nin
yayınları, neler neler yoktu ki? İsmail Bey
ise bizim eve bir daha gelmedi, gelmedi
mi, gelemedi mi, hala çözemedim.
Bir süre sonra vefat ettiğini duyduk,
sanırım bizim eve bırakmak
mecburiyetinde kaldığı kitapların yanı sıra,
İsmail Bey yaşamından da bazı şeyleri bize
terk etmişti, bu üzüntü onun erken
ölümüne neden oldu diye düşündüğümü
hatırlıyorum...
İsmail Bey’in bize emanet ettiği
sandıklara ailesinden talip çıkmadı. Kaç
kere “Gelin kitaplarınızı alın” dendiyse de,
gelen olmadı. Lise yıllarımın sonlarına
doğru yavaş yavaş sandıklardaki kitapları
kendi kütüphaneme taşımaya başladım.
İsmail Bey, bu kitapların hepsini
okumuştu, bazı cümle ve kelimelerin altını
çizmiş veya yanlarına notlar almıştı. Bu
kitapları okurken bu notlardan çok
faydalandım. Allah rahmet eylesin, kitap
okuma alışkanlığımın pekişmesinde onun
çok önemli katkısı vardır.
Lise eğitimimi aldığım Haydarpaşa
Lisesi’nde bir kitaplık kolu kurmuştuk. Her
hafta aramızda birer lira toplayıp kitap
alıyor, daha sonra dönüşümlü olarak bu
kitapları okuyup tartışıyorduk. Ne demek
istiyor, ne anlatıyor, niçin yazıyor,
hikâyenin akışı, cümle kuruluşları,
kullanılan kelimeler...
Şimdi elimde o dönemden kalmış bazı
kitaplar var. Üzerinde “1962-63 Ders Yılı
Kitaplık Kolu” notu bulunan bu kitaplardan
birisi Gogol’un “Ölü Canlar”ı. Vedat Gülşen
Üretürk tarafından dilimize çevrilmiş.
David Grief’in bazı zamanlar dalgalı,
bazıları sakin, güneş ışığı altında parlayan
denizlerinden, Rusya’nın buzlu topraklarını
ziyaret etmeye başladım. Gogol, Rus
köylülerini, “Ölü Canlar” olarak anlatıyordu.
Yaşama tutunmak için yapabileceği çok az
şey olan ve umutsuzca hayatta kalmak
için çabalayan insanlar...
Uçsuz bucaksız bir bozkırda yaşam
savaşı veren, var olduğunu unutmamaya
çalışan insanlar. Bu yıllarda Rus
edebiyatına ilgim artı, Puşkin,
Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki,
Turgenyev, Gladkov ve diğerleri. Daha
sonra İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” ve
“Uğursuz Avlu”sunu okudum, şimdi bizim
coğrafyamızı öğreniyordum. Anılarımda
yer almış kitaplardan biri de Can Yücel’in
çevirisini yapmış olduğu F. Scott
Fitzgerald’ın “Muhteşem Gatsby”sidir.
Daha başlangıcında büyük bir öğütle
başlıyordu roman. “Ne zaman birini
tenkite davranacak olursan, hatırından
çıkartma, herkes senin imkanlarında
gelmemiştir dünyaya.” Ne kadar ders
aldım bu öğütten bilmiyorum, ama zaman
zaman aklıma gelir ve kendi kendime
söylenirim, “Yine unuttun, kırk yıl önce ne
okumuştun, şimdi ne yapıyorsun” diye...
Kitabın girişinde, Can Yücel’in
muhteşem çevirisi ile Thomas Parke
D’Invilliers’in bir dizesi yer alır;
“Gönlü olacaksa, var sırma kaftanlar
kuşan;
Ve istiyorsa yüksel yükselebildiğin
kadar,
Ta ki ‘Sultanım benim, sırma
kaftanlım!’ diye
Koşsun sana nazlı yar.”
Kitaplar insanları etkiler, hatta bazen
büyüler; hiçbir zaman gidemeyeceğiniz
yerlere götürür sizi, hiç
karşılaşmayacağınız, karşılaşsanız bile
konuşup anlayamayacağınız insanlar ile
tanışırsınız. Kitap, gerçek hayattır.
Lise son sınıfta ise başka kitaplarla
tanıştık; Rabelais’in “Gargantua”sı,
Erasmus’un “Deliliğe Methiye”si elimizden
düşmez oldu. Sanırım erken bir okuma
içine girmiştik. Okuyor fakat anlam
vermekte, satır aralarında söylenmek
istenenlerle bağlantı kurmakta
zorlanıyorduk.
Okuduklarımız için arkadaşlar arasında
sık sık tartışmalar yaşadığımızı
hatırlıyorum. Ama şimdi düşündükçe, ne
mutlu bir çocukluk ve gençlik yaşamışım,
herhangi bir kırgınlık yaşamaksızın
okuduklarımı anlamama neden olan
tartışmalara girebileceğim arkadaşlarım
vardı. Tam o sıralarda Çağdaş Fransız
Edebiyatı gündemimize düştü, gençliğin
getirdiği heyecan ve varoluşçuluk felsefesi.
Jean Paul Sartre’ın “Özgürlüğün Yolları”,
“Bulantı”, “Gizli Oturum” ve
diğerleri...1969 yılında mimarlık diploması
aldım, okuma hızım oldukça yavaşlamıştı,
bir de kızım olunca hayat yükünü taşımak
giderek zorlaşıyordu.
Mimarlık oldukça emek isteyen bir
iştir. İnsanın düşündüklerini ve
tasarladıklarını çizgi ile ifade etmesi, hele
hele bizim dönemimizde olduğu gibi grafos
ve rapido gibi kullanımı oldukça zor
kalemlerle uzun geceler boyu proje çizen
insanlar için okumaya vakit bulmak, ancak
ailesinden çaldığı saatler ile sınırlıdır. Bir
süre eski hızımı kaybettim. Birkaç sene
sonra doktora çalışmalarına başlayınca bu
kez karşıma okumam gereken bilimsel
yayımlar da çıktı.
Üstelik rahmetli hocam Prof. Behçet
Ünsal ile birlikte mimarlık tarihi derslerine
girmeye başlamıştım. Hızlı bir tempo ile
bilimsel yayınları takip etmeye başladım.
Kısa süre sonra okuma alışkanlığımı
tekrar kazandım, üstelik artık okurken not
alma gibi bir mecburiyet vardı.
Başlangıçta oldukça zorlandım, çeşitli
defterlere aldığım notları bulmakta,
karşılaştırmakta güçlük çekiyordum.
O sırada elime “Bilimsel Araştırma El
Kitabı” adıyla bir yayın geçti ve not
almanın usul ve esaslarını öğrendim.
Mimarlık eğitiminde kendimizi yazı ile
ifade etme konusunda herhangi bir
yönlendirme yapılmaz.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
Kısalan ömrün
içinde giderek
“benden sonra bu
kitaplara ne olacak”
diye düşünmeye
başladım. Sanırım
ömrümüzü birlikte
tamamlayacağız,
Allah bana İsmail
Bey’in yaşadığı acıyı
tattırmasın,
şimdilerde onun
kitaplarını terk
ederken neler
yaşadığını daha iyi
anlayabiliyorum.
30
Hoş şimdilerde lisansüstü çalışmaları
sırasında tez yazma zorunluluğu varsa da,
bunu pek çoğumuz ilk ve orta öğrenim
sırasında aldığımız eğitim ile başarmaya
çalışırız. O yüzden genelde teknik eğitim
alan insanların çoğu düşüncelerini yazı ile
ifade etmekte güçlük çeker. Bir dönem
ben de aynı sıkıntıları yaşadım. Üstelik
hem çiziyor, hem de yazmaya
çalışıyordum. Ancak çalışmanın getirdiği
kazanç bu olsa gerek, zaman içinde her
ikisinde de bir şeyler yapar oldum.
1974 yılında asistan olarak Devlet
Güzel Sanatlar Akademisi’nden İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geçtim.
Bu arada Topkapı Sarayı’nı Sevenler
Derneği’nin üyesi olmuştum. Beni Yönetim
Kurulu’na seçtiler. Birden arkadaş
çevrem Hayrullah Örs, Orhan Şaik Gökyay
gibi isimlere terfi etti. Sevgili hocam
Nurhan Atasoy ve Mazhar Şevket
İpşiroğlu, rahmetli Ünsal Yücel, doktora
hocam rahmetli Oktay Arslanapa... Bu
birbirinden değerli insanlarla uzun
sohbetler etmeye, aralarındaki
konuşmalara ve tartışmalara katılmaya
başladım. Bu yıllar hızla Montaigne’nin
“Denemeleri”ni, Descartes’in “Metot
Üzerine Konuşmaları”nı, Thomas More’un
“Ütopya”sını, Campanelle’nın “Güneş
Ülkesi”ni okuduğum bir dönem oldu.
Hızımı alamadım, doğu klasiklerini
okumaya başladım Nizamülmülk’ün
“Siyasetname”si ve elbette İbn Haldun’un
“Mukaddime”si... Bir kaç yıl sonra ise
hayatımın en güzel kitabını okudum.
Francis Bacon’un “Denemeleri.” Sevgili
dostum, rahmetli Akşit Göktürk, Bacon’u
bile kıskandıracak bir akıcılıkta herkesin
birkaç kere okuması gereken bu kitabı
dilimize kazandırmıştı. Okudum, bir kere
daha okudum, kitap elimde eskidi,
ciltledim tekrar tekrar okudum, hala
senede birkaç kere okurum. Sevdiğim
kitaplardan biri de Paul Lafargue’nin
“Tembellik Hakkı”dır. Zaman zaman tekrar
okur, günümüz koşullarında ütopik de olsa
insanların tembellik haklarına imrenirim.
Zaman zaman vakit yaratıp macera ve
bilimkurgu romanları da okurum. Bu tarz
benim dikkatimi toplar ve can sıkıntısından
uzaklaştırır, hoşça vakit geçirir ve
dinlenirim. Hayranlık duyduğum
yazarlardan biri de Isaac Asimov’dur;
Mehmet Harmancı ve Gönül Suveren’in
dilimize kazandırdığı ve “İmparatorluk”
adıyla bilinen bir dizi roman... Kanımca
Isaac Asimov, kitaplarında Doğu
yazarlarını taklit etmiştir. Eğer
düşündüklerini felsefi açıdan açıklamaya
çalışsa idi, sanırım bu dünya ona dar
getirilirdi. Hâlbuki Asimov düşüncelerini
günümüzden on bin, yüz bin yüzyıl sonra
gerçekleşen bir hikâye kurgusu içinde
anlattığı için dikkat çekmedi. Bilimkurgu
yazarı diye insanlar, yazdıklarını
eleştirmediler ya da dikkate almadılar. O
da istediğini dilediği gibi söyleme imkânına
sahip oldu. Kitaplarını binlerce insan
okudu, ama çokça ciddiye almadı, hâlbuki
günümüz insanının Isaac Asimov’u
fazlasıyla ciddiye alması ve dikkatli bir
şekilde okuması gerekiyor, o yalnız bir
serüveni anlatmakla kalmayan, satır
aralarına çok şeyler saklamış bir yazardır.
Son yıllarda sevdiğim romancılardan
biri de açık ara, Amin Maalouf’dur.
Çoğunlukla bizim hikâyelerimizi anlatır
Maalouf, özellikle de Esin Talu Çelikkan’ın
tercümeleri muhteşemdir. Sanki Amin
Maalouf Türkçe yazmış gibi, Ömer
Hayyam’ın hikayesini anlatan “Semerkant”
kitabındaki rubailerin çevrimi bence
dilimizdeki en başarılı Ömer Hayyam
tercümeleridir. Hele hele “Tanios’un
Kayası”ndaki, “şeyhin elini gördüm”
benzetmesi bize çok şeyler anlatır.
Çocukluğumdan bugüne çok kitap
okudum, halen de okumaya devam
ederim. Masamda, yatağımın başucunda,
oturduğum koltuğun yanında üst üste
kitaplar durur, keyfim o gün hangisini
çeker ise onu okurum. Bilimsel
okumalarımın yanı sıra her gün düzenli
olarak okumaya vakit ayırırım, kitap
okumadan uyuyamam. Bu arada günlük
gazeteleri ve çeşitli dergileri de takip
ederim. Tercüme kitapları okurken aklıma
hep Hilmi Ziya Ülken’in “Uyanış
Devirlerinde Tercümenin Önemi” isimli
kitabında söyledikleri gelir. Gerçekten
tercüme bir kitabı ya okutur ya da
okutmaz, kitap ne kadar özgün olursa
tercüme eylemi de bir o kadar zordur.
Hele hele konuya yabancı insanlar
tarafından yapılan tercümeler genelde
ziyandır, tabiri caizse katur kuturdur. İşin
kötü tarafı hiç bir yayınevi talebi az olan
bir kitabı yeniden tercüme etmek ve
yayımlamak istemez. Can Yücel’in
Shakespeare’in 66. Sonesi için yaptığı
tercüme okuduklarım arasında bir doruk
noktasıdır. “Değil mi ki kötüler kadı olmuş
Yemen’e...” Sanırım Shakespeare eğer bu
deyimi bilse idi, bu satırda mutlaka
kullanırdı. Tercüme, büyük bir kültür
birikimi gerektiriyor. Son zamanlarda
sıkça gördüğüm bu tercümedeki incelik
konusuna bir kere daha değinmek istedim
Bu yazı benim hikâyem, sakın ola “yahu
adam ne çok kitap okuduğunu anlatmaya
çalışmış” demeyin. Ben okuduğum
kitapları değil, hayatımı anlatmak istedim,
biraz size, çoğu ise bana. Bu vesile ile
hayatımı bir kere daha gözden geçirmek
nasip oldu. Çocukluğumda Eflatun Cem
Güney cumartesi günleri radyoda masal
anlatırdı ve sonunda mutlaka “gökten üç
elma düştü, biri bu masalı yazana, biri
size, biri de bana” diye bitirirdi. Benim
hikâyem de işte öylesi bir hikâye.
Son olarak: Kısalan ömrüm içinde
giderek “benden sonra bu kitaplara ne
olacak” diye düşünmeye başladım.
Sanırım ömrümüzü birlikte
tamamlayacağız, Allah bana İsmail Bey’in
yaşadığı acıyı tattırmasın, şimdilerde onun
kitaplarını terk ederken neler yaşadığını
daha iyi anlayabiliyorum.
www.vatankitap.com.tr
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
31
Fotoğraf: DİLAN BOZYEL
“Gün batımında çakalların sesi duyulan bir vadi”de değil
yelkenlerin rüzgarlarla sonsuz bir ahenkle salındığı bir hayat
okyanusunda sıralanacak kitaplarınız.“
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
32
Bir tefekkür odasına
kapanır gibiydi...
1976 senesinin yazı. Aşığım... Üstelik çok sancılı bir aşk bu. O yaz kendime çekilmeliyim
diyorum. Dedemlerin Şişli’deki evindeyim. Erenköy, deniz, yazın kıpırtısı bana çok uzak.
er ‘yazı’nın yazarı için bir zamanı vardır.
Bir başka deyişle her kitap vaktini bazen
de farkettirmeden bekler. Yazıyı bu
nedenle sık sık, küçük bir kelime oyununun
verdiği güce dayanarak, alınyazısıyla
ilintilendirmek istemişimdir.
Aynı hal okuma zaman(lar)ı için de
geçerli midir? Hayat tecrübem bu soruyu
biraz da buruk bir sevinçle cevaplamama
yol açıyor. Buruk dememe bakmayın
aslında. Şimdi gittiğim yer, bana bir
geleceğin kapısının da nasıl yavaş yavaş
açıldığını gösteriyor. Resme biraz daha
yakından bakalım mı? Sene 1976...
Üniversite’nin ilk yılı bir fırtınayla bitmiş.
Belki de fırtına daha yeni başlamış demem
daha doğru. Fransız Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nde okuyorum. Kendi ‘yazı’mın
yoluna çıkmışım. Ürkek adımlarla tabii,
tereddütlerle. İlk hikâyelerimi yazıyor, daha
doğrusu çiziktiriyorum. Sorular soruyorum
elbette kendime. Cevapların çok uzun
yıllar sonra geleceğini henüz bilmeden.
Ama fırtına dediğim ne bu tereddütlerden,
ne korkularımdan, ne de yazmakla ilgili
yetersizlik duygumdan kaynaklanıyor.
Aşığım... Üstelik çok sancılı bir aşk bu.
Hayal edildiğince yaşanamayan ve hiçbir
zaman yaşanamayacak bir aşk. Yazmak
için en elverişli zemin kendiliğinden inşa
edilmiş ama henüz bu hakikatin de
farkında değilim. Yetersizlik duygusu
kendisini hayatın başka köşelerinde de
hissettiriyor. Ne yapacağım? Aniden bir
karar alıyorum. Bu yaz kendime
çekilmeliyim diyorum. Dedemle
anneannemin Şişli’deki evindeyim.
Erenköy, deniz, yazın kıpırtısı bana çok
uzak görünüyor. Odama kapanmaya daha
hazır hissediyorum kendimi. Kendimi
odama kilitlemeye... Bir çeşit hayata
bağlanma çabasıydı bu aslında, şimdi
daha iyi anlıyorum. Ne var ki o günlerde
duygum farklı. Bir neden de aramıyorum
aslında. Tek bir bildiğim var. Kendimi
kapattığım odamda tüm kaybettiklerimi,
okuyarak ve okuduklarımdan aldıklarımla
bir nebze de olsa telafi edebileceğim. Bu
ihtimal beni içimdeki bir deniz yolculuğuna
taşıyor. Kendimi geliştirmek, her anlamda
geliştirmek için okumaya çok ihtiyaç
duyduğumun farkındayım. Harçlıklarımın
büyük bölümünü ayırdığım kitaplar
karşımda. Odam bir tefekkür hücresine
dönüşüyor...
1976 senesinin yazı böyle bir yazdı.
Yaklaşık üç aylık dönemde kaç kitap
okudum? Cevabını vermem mümkün
değil. Tek söyleyebileceğim günde
ortalama on saat okuduğum. Nerdeyse
hiçbir yere çıkmadan. Yazın, denizin, o
akşam laciverdinin, kösnüllüğün, birbirine
kavuşabilen çıplak bedenlerin
sarhoşluğunun başka yerlerde, başkaları
için aktığını mümkün olduğunca
hatırlamamaya çalışarak. Çok uzağında
kaldığım sevgilimi düşünmeden
edemeden...
Suç ve Ceza
Fyodor Dostoyevski
Çev: Mazlum Beyhan
İş Bankası Kültür Yayınları
2 0 TL
Mario LEVİ
Nefis bir İstanbul Türkçesi ile
tane tane konuşur. “İstanbul Bir
Masaldı”, “Bir Şehre Gidememek”,
“İçimdeki İstanbul Fotoğrafları”
kitaplarının yazarı... Kahramanlarının
her bir hareketi, ışığın gün içindeki
değişimleri kelime kelime dökülür
romanlarına... En genel anlatımı bile
bir detaydan hareket eder, bu yüzden
kurgudan çok hikaye yüzeye çıkar
eserlerinde...
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
33
Fotoğraf: ERCAN ARSLAN
“Yazarların hayal dünyasından akan yazılara, fotoğrafçı gözüyle
bakmaya gayret ettim. Gördüklerimi görsel olarak kendi adıma
yorumlamaya çalıştım. Okurların da bu fotoğraflara bakarak görünenin
dışında görünmeyeni görmelerini istedim. “
Ne keşiş hayatıydı... Ama bir hayata
dönüş adımıymış da o odaya attığım.
İleride bana ışık tutacak birçok satır o
karanlıktan geçmişti. Dostoyevski, Çehov,
Tolstoy, Kafka, Proust, Camus, Woolf...
Kim bilir başka kimler de vardı.Bu okuma
deneyimini başka hiçbir yaz yaşamadım.
Başka hiçbir yaz bu kadar çok kitap
okumadım. Sonbaharın ilk yağmurları
yağmaya başladığında kendimi başka bir
insanmış gibi hissediyordum.
Başkalaşmanın hep devam edeceğini,
yaşadığımın giderek önemsizleşeceğini
nerden bilecektim. Özgüvenimi yeniden
tesis etmeye o kadar muhtaçtım ki...
Aşk acısı dediğiniz nelere kadirmiş
meğer. Zaman her acının er ya da geç
aşılacağını, günü geldiğinde de anlatılabilir,
hatta yazılabilir olduğunu da söyletecekti.
Önce okumak, okurken de sormak, kendini
başkalarının satırlarından geçerek deşmek
varmış. Aynılarını yazarken de yapacaktım.
Hâlâ da yapmaya devam ediyorum. Küçük
bir farkla. Okumayı artık bir çeşit
soluklanma gibi görerek. Yazma çilesini
taşımak için bu durağa tabii ki ihtiyacım
var. Başka satırlarda başka sorulara yol
alma ihtimalinin verebildiğim tüm cevaplara
rağmen gizlenmeye devam ettiğini
biliyorum çünkü. Soruların cevaplardan
daha büyük bir önem taşıdığını da. Kim ne
derse desin, bu okuma yolculuğum
başkalarına değil, öncelikle içime yaptığım
bir yolculuktu.
www.vatankitap.com.tr
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
34
Hayat denilen nehirde
“Don Quijote”yi okurken, Salamanca’da doktor olmaya karar verdim ve üniversitenin
kapısında beliriverdim. Onlar da “Bir deli gelmiş” diyerek beni geri göndermediler.
ki Don sevdim hayatta: Don Quijote ve Don
Camillo. Birisini diğerinden biraz daha fazla.
Bir hamur gibi yoğurup şekil verdi bana Don
Quijote. Hayatımın akışını düzenledi, kendi
istediği şekilde ve debide akmasını sağladı.
Kitapların üzerimde hükmünün geçmesine
izin verecek bir yaştaydım. Boğaziçi
Üniversitesi’nde Jale Parla’dan aldığım
anlatım teknikleri dersinde sadece ve sadece
“Don Quijote” okumaları yapıyorduk. Eğitimi
ve bilgeliği temsil eden bir kahramanı vardır
Avrupa’nın ilk romanı olarak bilinen eserin:
Sansûn Carrasco. İspanya’nın en eski,
Bologna ve Paris’ten sonra Avrupa’nın ise
3’üncü en eski üniversitesi olan Salamanca
Üniversitesi’nde okumuştur. İşte ben de
Okullu Carrasco’nun okuduğu, İspanyol
Altınçağı’nın parlak simalarının diplomasını
taşıdığı üniversitede doktor olmaya karar
verdim, “Don Quijote”yi okurken. O denli
kararlıydım ki, bavulumu alıp üniversitenin
kapısında beliriverdim. Onlar da “Türkiye’den
bir deli gelmiş” diyerek beni geri
göndermediler.
Kimler geçmemişti ki bu sıralardan?
Meksika fatihi ve kıyıma uğrayan Aztekler’in
hafızalarında hiç de hoş bir yer etmeyen
Hernán Cortés, daha üniversitenin rektörlük
koltuğuna da oturacak olan büyük düşünür
ve yazar Miguel de Unamuno, büyük
astronom, astrolog ve matematikçi Sefarat
Abrajam Zakuto, Quevedo’nun kendisiyle
sürekli bir yarış içinde olduğu için “buruna
yapışık bir adam” olarak satirize ettiği şanlı
saray şairi Luis de Gûngora’yla başlayan ve
uzayan bir liste...
Bir de kocaman hayalim vardı
Salamanca’ya giderken: Osmanlı tarihini
değiştirecek belgeler bulmak. Öyle de oldu.
Hep zafer gibi gösterilen, Kanuni’nin dönüşte
beş gün beş gece kutlama yaptığı Alaman
Seferi’nin aslında büyük bir hezimet olduğunu
gösterdi belgeler. Kanuni dönemine ait
binlerce belgeyi bavullarla taşıyıp eve yığdım.
İspanyollar düzenli arşivlemeyi bizden
yüzyıllarca önce öğrenmişlerdi çünkü. Şehre
1 saat uzaklıktaki Simancas Arşivi yarım
milenyumdur tüm gelen belgelerin saklandığı
bir şato olarak sık sık ziyaret ettiğim bir
mekân haline gelmişti.
Okullu Sansûn Carrasco tam anlamıyla
hayatımı değiştirmişti. Uçsuz bucaksız
hayallerin orta yeri olan bana bile bir hayat
planı çıkarmış oldu. Baştan aşağı aynı
kehribar sarısı taştan örülmüş, gerçek bir
şeker kent olan Salamanca’da hiç uyanmak
istemediğim bir rüyada yaşadım.
Carrasco’nun Salamanca’sı da en az benimki
kadar renkli olmalıydı. Bugün demografik
olarak 35 kişiye 1 barın düştüğü şehirde,
16. yüzyılda öğrencilerin yerleri süpüren kara
pelerinleriyle şehri türlü yaramazlıklarla
şenlendiriyorlardı. Sakal Günü’nde sakal traşı
olup bütün gün eğleniyorlar, taverna’larda
yiyip içiyorlar ve eğleniyorlardı. Salamanca’ya
çocuklarını okumaya gönderen aileler o
dönemde de şehrin sadece bilim değil, bir
eğlence yuvası olduğundan bittabi
haberdarlardı.
Salamanca aslında sizin de evinizde. Bir
köşeye astığınız ve “miladi takvim” adını
verdiğiniz takvimin doğum yeri çünkü! Bugün
kullandığımız bu Gregoryen takvimin tarihi ise
gerçekten bir yılan hikâyesidir. 1515’te
Salamanca Üniversitesi’nde matematikçiler
ve astronomlar tarafından yapılan ölçümlerle
geliştirilen takvim Papalığa sunulur. Papalık
ise 63 yıl sonra “kendileri tarafından
geliştirildiğini” iddia ettikleri takvimi
onaylanması ise Salamancalı bilginlere
sunarlar. Şaka gibi değil mi? Dolayısıyla
takvim tarihe XIII. Gregory’nin adıyla
“Gregoryen” olarak geçerken gerçek
bilimadamlarının adı da, Salamanca da
unutulup gider. Siz gününüzü belirleyen
Salamancalı bilim adamlarını unutmayın.
Küçük bir not daha. Belki biraz konu dışı
ama büyük önem arz eden... llk cildi 1605
yılında çıkan “Don Quijote” Avrupa’nın ilk
romanı kabul edilir. Tabii ki 1554 yılında
basılan pikaresk roman “Lazarillo de
Tormes”, roman sayılmazsa. Oysa 1536
yılında Petar Zoranié’in kaleminden çıkıp
Hırvat okura ulaşan “Planine” (Dağlar)
aslında Avrupa’nın ilk romanıdır. Bilinsin
yeter.
www.vatankitap.com.tr
Özlem KUMRULAR
Beşi anadili gibi olmak üzere dokuz
dil bilen, on sekiz kitaba imza atmış
arada on iki kitap çevirmiş ve bu
arada sadece 38 yaşında olan yazar.
Yemek tarihi uzmanı. Doçent.
Profesörlük için gerekli olan 120 YÖK
puanını 860 puan fazlayla çoktan
geçmiş durumda. Kısaca profesörlüğü
için kıdem sayıyor. Fakat şu ana kadar
onu çalışırken gören daha
kimse olmadı.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
35
Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI
“Okuduğu kitapta bir hayale
düşen ve bunun peşinden giden
modern bir Don Kişot... Elbet
satırlarda bulacaktı kendini.”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
36
Eşitlik ve özgürlük için
kardeşlik gerekliydi
Bu hatıramı anımsadıkça, içimi bir şüphe kaplar. Şiirselliğinden ötürü yaşadığım anın gerçekliğinden şüphe ederim.
Ama gerçek. Hatta iddiaya girebilirim çünkü o yazdan beri, kanepeye uzanıp ayaklarımı duvara dikerek kitap okurum.
ıcaktı.
1993 yazına dair ilk hatırladığım bu. Bir
odadan diğerine geçmek bile zordu ya da
ben o kadar çok sıkılıyordum ve bu sıkıntıyı
sıcakla o kadar çok içselleştirmiştim ki, böyle
hatırlıyorum. Zira, o yıllar Eyüp’te,
Otakçılar’da, Onur Sitesi’nde oturuyorduk. Ve
tuhaf bir şekilde İstanbul sıcaktan terlerken
hiç budanmadığı için bodur kalmış bir
palmiye ağacına bakan iki balkonlu evimizde
hep tatlı bir serinlik olurdu. Öyle ki, o eve dair
en belirgin anılarımdan biri uzun, beyaz
uçuşan tüllerdir.
Ama o yaz, farklı olmalı... Çünkü kendimi
sürekli kanepeye uzanmış, ayaklarımı
yaslanma yerlerine dikmiş tavanı
seyrederken anımsıyorum. Terlememek için
olabildiğince az hareket ediyordum. Sırtım
kaşınmışsa bile önce geçmesini bekliyordum.
Öyle bir miskinlik, öyle zamansızlık
halindeydim... Elbette bir süre sonra
sıkıldım. Bir süreden kastım bir hafta falandı.
Aslında o yaz çok sıkılıyordum. Çünkü
üniversitede birinci yıl bitmiş, hareketli günler
geçirmiş ama içimdeki boşlukta azalma
olmamıştı. Arayan soran arkadaşım
neredeyse yok gibiydi, olanlarla
görüştüğümüzde de birlikte sıkılıyorduk.
Özetle günlerim şöyleydi; uyanıyordum
daha doğrusu gözlerimi açıyordum, açlık
iyice kendini belli ettiğinde ya da mesanemin
son kapasitesine geldiğimde kalkıyor, bir
şeyler yiyor, tv’ye bakıyor, sıkılıyor, balkona
çıkıp palmiyeyi seyredip tekrar kanepeme
yığılıyordum. Ayaklarımı duvara dikerek..
Bir gün, bakkala gitmek için evden çıktım.
Sitenin merdivenlerinden miskin miskin
tırmandım. Selçuk abi sahibi olduğu Çağdaş
Kırtasiye’nin önünde oturuyordu. İki sandalye
koymuştu dükkânın önüne, araya da bir
sehpa. Sehpanın üstüne bir dolu kitap
koymuştu. Belli ki kitaplar, yeni gelmişti,
raflara dizmeden önce kendisi bir göz
gezdiriyordu. Sanki her zaman
yapıyormuşum gibi, yani kanepeye uzanıp
ayaklarımı duvara diker gibi oturdum
sandalyeye ve sehpadan bir kitap alıp
okumaya başladım. Sanırım yarım saat
kadar okudum ve sonra kitabı alıp eve gittim.
Ve elbette gider gitmez de kanepeye
çöktüm, ayaklarımı duvara dikip...
Bu anımı anımsadıkça, içimi bir şüphe
kaplar... Şiirselliğinden ötürü yaşadığım anın
gerçekliğinden şüphe ederim. Ama yine de
gerçekliği için iddiaya girebilirim çünkü elimde
büyük bir kanıt var; o yaz mevsiminden beri,
ne zaman evde kitap okusam, okumaya önce
sandalyede başlar sonra ayaklarımı duvara
diker ve okumayı öyle sürdürüp
sonlandırırım. O yaz Selçuk Abi’den alıp
okuduğum o kitap, sadece okuma
pozisyonumu değiştirmekle sınırlı kalmamış,
dünyayla, insanlarla nasıl bir ilişki kurmak
istediğimi anlamamı da sağlamıştı.
Bir çırpıda okuyup bitirdiğim, sonra
tekrar okuduğum bu kitap Steinckbeck’in
“Sardalye Sokağı”ydı. Bir sokağın hikayesiydi
bu. Bir biyolog vardı; Doc. Sonra mahallenin
serserileri... Yani Max ve arkadaşları. Yapımı
asla bitmeyen bir sandal yapan, denizden
korkan bir denizci ve bir de kerhane... Doc,
mahallenin aklı başında olanıydı. Max ve
arkadaşları başlı başına bir hikayeydi. Mesela
benzin almak için çıkıp 4-5 ay sonra eve
(Sefalet Palas) dönen “serseriler”den oluşan
bir grup. Geceleri orospulara giden,
gündüzleri de onlarla arkadaşlık etmeyi
sürdüren. Kimse mesleğinden ya da yaptığı
işten ötürü ikinci ya da birinci sınıf değildi bu
sokakta: Eşitti. Sadece haklar olarak değil
ahlaki ve kişilik olarak da...
Çok sevmiştim bu sokağı. Hani boş bir
daire bulsam hemen kiralardım. Boş ev
yoktu gerçi ama devamı olan “Tatlı
Perşembe” vardı. Sırf o kitap için kanepeden
kalkıp Beyazıt’a kitapçılara gittiğimi
anımsıyorum. Böylece o sıcak yaz
mevsiminde, “Sardalye Sokağı”ndan
çıkmamak ve hayat denilen o tekdüze
dünyaya karışmamak için ikinci bir şans daha
elde etmiştim. Bu roman da ilki gibi eğlenceli
ve keyifliydi. Üstelik bu kez işin içine aşk da
karışmıştı. Doc, mahalleye yeni gelen
orospuya aşık olmuştu. Kadın da ona... Ama
Buket AŞÇI
Kitap hayatımızın “inatçı” prensesi.
Güleryüzlü olmak ve arkadaşlarına
enerji zerketmek için doğmuş, iyilik
için yaşıyor. Koca bir kitap ekini
yoktan var edip 10 yaşına getirdi.
Sadece iyi edebiyatın, dürüst kalbin
sözcüsü değil, kronik sağlık
sorunlarımızın da çare arayıcısı oldu.
Kendini hiç saklamadı.
Buket Aşçı bir cömertliktir.
(Hamdi Koç)
Sardalye So kağı
John Steinbeck
Çev: Ayşegül Çetin Tekçe
Remzi Kitabevi
12.5 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
işte gelin görün ki, tuhaf kaprisler, kişilik
özellikleri devreye girmiş ilişki bitme
noktasına gelmişti. Kadın mahalleden gitmek
üzereydi ve Doc’un onu durduracak cesareti
yoktu. Tam burada devreye Max ve
arkadaşlarının en aptalı sanılanı girmişti.
Şöyle düşünmüştü: “Doc’un perşembe sabah
erkenden denize gitmesi gerek çünkü
inceleyeceği deniz kabukluları o gün karaya
vuracak. Ama bir sorunu olur ve arabayı tek
başına kullanamaz ve kimse ona yardım
etmezse o da onu çağırırsa o zaman yolda
konuşmak zorunda kalırlar ve ilişkileri de
yoluna girer.” Peki bu nasıl olacaktı? İşte akıllı
arkadaşımız bunun üzerine fark ettirmeden,
karanlıkta Doc’un bacağını kırıverdi. Ve tüm
dedikleri de oldu.
O yaz bu bacak kırma meselesi üzerine
çok düşündüm. Düşünsenize bir arkadaşınız
gece karanlıkta geliyor ve küt bacağınızı kırıp
kaçıyor. Neymiş, aşkınızın geleceği içinmiş?
Adama “Sana ne benim aşkımdan” denir
değil mi? Hem de o kırık bacak acısıyla daha
neler denir... Üstelik, söz konusu mahalle
kimsenin kimseye karışmadığı, kimliğini,
yaşam biçimini tanımlamadığı bir yerken
birinin hayatına böylesi “sert” bir müdahalede
bulunmak... Bunu nasıl yorumlamak
gerekirdi? O yaz, ayaklarımı duvara dikerek
pek çok kitap okudum. Vasconcelos’un
“Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz”i gibi...
Ben de kahramanı gibi kendimi geceleri bir
güvertede uzanmış yıldızlara bakarken
buldum. Gemi direğini bir bilardo sopası
olarak hayal edip yıldızları kara deliklere
yolladım. Ama en zor atışlarımı
37
gerçekleştirirken bile bu kırık bacak meselesi
aklımı kurcalayıp durdu.
Bir gün balkonda her zamanki gibi
palmiyeyi seyrediyordum. Ne hazin bir hali
vardı, kimse yapraklarını kesmediği için
bodur kalmıştı. Büyüyemediği için tohum da
atamamıştı. “Keşke” derken buldum birden
kendimi; “Keşke biri müdahale etseydi,
çoğalabilseydi...” O an, şiirselliğinden ötürü
gerçekliğinden şüphe edeceğim anlardan bir
diğerini daha yaşadım ve ilişkilerimizi hep bir
bencillik üzerine kurduğumuzu fark ettim.
Kimseyi kaybetmemek adına onun mutluluğu
yakalaması için bile gerekli müdahaleyi
yapmadan yaşadığımızı... Buna “bireye saygı”
dediğimizi... Birbirimizin sınırlarına müdahale
etmemek adına git gide sterilleşip birbirine
dokunamayan bir memeli türüne
dönüştüğümüzü. Kimse gelip yapraklarımızı
kesmediği için bodurlaşıyorduk.
Düşünüyordum da, ayaklarımı duvara
dikip kimseyle görüşmeden kitap okuduğum
o yaz, eşitliğin ve özgürlüğün kardeşlikten
ayrı olamayacağını, bizi birey kılan şeyin
sadece amaçlarımız değil aynı zamanda
dayanışma ve dostluk olduğunu böyle
anlamıştım. Ve ne yazık ki, o yaz, bir tek
arkadaşım eve gelip “Senin neyin var, neden
kendini kapattın, çık ve aramıza katıl” deyip
beni kolumdan tutarak dışarı çıkarmamıştı.
Çünkü dostlarıma, kendi Sardalye Sokağı’ma
taşınmam için daha çok zaman vardı. Elbette
o zaman bunu bilmiyordum, ama yine de sanırım içgüdüsel olarak- palmiyenin kuruyan
yapraklarını ellerimi kesme pahasına
budamaya başladım.
Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN
“İnzivaya çekilmiş, rüzgarın
sürüklediği bulutlarda kendi sokağının
sesini dinleyen bir ruh... Özgürlüğün
sesini kardeşlikte arayan, kendine eşit
duran... Büyümek için kendini
budayan, dostlarını bekleyen bir
gülümseme... “
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
40
Annem mutfaktaydı,
babam içeriki odada
Şişhane’deki eski apartmanın bir köşesinde okuyordum kitabı. Güvercin gurultuları kitabın
beynimde yarattığı görüntülere eşlik ediyor; beni akıl almaz hayallere sürüklüyordu.
ocukluktan gençliğe geçiş yıllarım... Bir
akşam babam elinde iki ciltlik bir kitapla
geldi. Bana armağan getirmişti. Kitabın
adı “Monte Kristo Kontu” idi. Yeşil ciltli
kapağın üstünde hapishanedeki yaşlı
Rahip Farya’nın belleğime kazınmış beyaz
dağınık saçlı resmi vardı.
Bu iki cilt hala kütüphanemde durur,
onları İstanbul’dan Ankara’ya büyük bir
özenle getirmiştim.
İstanbul’da, odamın derinliklerine
çekilip o eşsiz serüven kitabının sayfaları
arasına daldığım zamanlar, saatlerin nasıl
geçtiğini anlayamaz, kitabın o tuhaf
gizemli dünyasından bir türlü ayrılmak
istemezdim. Ne tuhaf şey, büyüyünce
okuduğum onca kitap belki de beni bu
kadar etkileyemedi hiçbir zaman.
Şişhane Yokuşu’ndaki eski apartmanın
bir köşesinde okuyordum kitabı. Güvercin
gurultuları kitabın beynimde yarattığı
görüntülere eşlik ediyor; o yılların
görsellikten kısır dünyasında bir
akşamüstü ışığında eski mahalleden sızan
seslerin arasında okuduğum “Monte
Kristo Kontu”, beni akıl almaz hayallere
sürüklüyordu. İçerideki odada oturan
babamın sesi hala kulağımda, annem
mutfakta bir şeyler hazırlıyor. Belki ertesi
gün için okul ödevlerimi yapmam gerek
ama ben “Monte Kristo Kontu”na yapışıp
kalıyorum sanki.
Neydi beni bu kitapta bu kadar
cezbeden? Bilmiyorum. Belki de kitaplar
dünyasına attığım ilk adımlardan birini
oluşturduğu için önümde sonsuz bir ekran
açmıştı bu yeşil ciltli kitap. İçinde tek tük
çizimler de vardı. İncelerdim onları. Kitabı
ya bir ilkbahar ya da bir sonbaharda
okuduğumu tahmin ediyorum. Geçmiş
zaman...
Şimdi bile düşündüğümde bu kitap
bana tuhaf bir mutluluk veriyor. Çünkü o
küçük apartman dairesinde o zamanlar
annem ve babamın varlığı beni her şeyden
koruyordu. Elimi uzatsam içerideydiler.
Yıllar sonra yazdığım “Monte Kristo”
öyküsü bir anda çok ünlü oldu. Bütün
antolojilere alındı. Şu anda da dokuz yıldır
İtalya’da Floransa’da kapalı gişe oynayan
bir oyun.
Neydi benim Monte Kristo’m?
Ev kadını Nebile’nin mutsuz olduğu ve
adeta bir hapishaneye dönüşmüş olan
evlilik hayatından ve evinden, gizlice yan
duvarı kazarak başka bir odaya; yan
dairedeki Selahattin Bey’in karanlık
odasına geçişini ve hayatının geri kalan
kısmını bu karanlık odada onun metresi
olarak yaşadığını anlatır bu hikaye.
Şimdi size Monte Kristo Kontu’nun asıl
hikayesini veriyorum:
“(Le Comte de Monte-Cristo)
Alexandre Dumas PËre’in romanı (1844).
Romandaki olaylar 1815-1840 yılları
arasında Fransa ve İtalya’da geçer.
Genç bir denizci olan Edmond DantËs,
güzelliğiyle tanınan MercÈdËs ile evlenmek
istemektedir. Düşmanlarının ve kendisini
kıskananların iftirasına uğrar; NapolÈon’un
ajanı olmakla suçlanır ve İf Şatosu’nda bir
hücreye kapatılır; 14 yıl hapis yatar.
Hapisteyken yine kendisi gibi tutuklu
olan İtalyan rahip Faria ile ilişki kurmayı
başarır.
Faria, hükümete, Monte Kristo
Adası’nda büyük bir hazinenin gömülü
olduğunu bildirmiş, ancak deli
zannedilerek hapse atılmıştır. Faria
ölürken sırrını Edmond’a açıklar.
Edmond rahibin yerine tabuta girerek
hapisten kaçar. Monte Kristo Adası’ndaki
hazineyi ele geçirerek ülkesine geri döner.
Kendisine iftira eden hasımlarıyla kıyasıya
bir mücadeleye girişir ve başarıya ulaşır.
Bu romanda da A. Dumas PËre’in öteki
romanlarındaki gibi masal ve efsane
ögeleri oldukça boldur.”
Kitabı unutmuşum ama kitabın
ruhumdaki etkisi hiç azalmamış. Taptaze,
coşku ve heyecan dolu, bu güne kadar
gelmiş benimle.
www.vatankitap.com.tr
Nazlı ERAY
Tuhaf ve mistik hikayelerin sadece
yazarı değil yaşayanıdır. Evden çıkıp
köşedeki pastaneye kadar
yazıldığında insanı şaşırtacak en az
üç hikaye yaşar. “Aşk Artık Burada
Oturmuyor”, “Aşkı Giyinen Adam”,
“Yoldan Geçen Öyküler” kitaplarının
ve daha pek çoğunun yazarıdır.
Öyküleri de romanları da bir düşten
kopup hayata konmuş gibidir ya da
onun dünyasında hayat bir düşe
konar. Kızıl saçlı ve çok renkli
bir kişiliktir.
Monte Cristo Kontu
Alexandre Dumas
Çev: Aysen Altınel
İthaki Yayınları
4 9 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
42
Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN
“Binalar eskir. Pencedeleri, duvarları... Ama hatıradaki sesler, kokular
hep dün gibi. Her an tekrarlanacakmış hatta sokağın başından az sonra
görünecekmiş gibi. “
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
44
Büyümek istemeyen
bir “Küçük Prens”
“Küçük Prens”le aslında çocukluğumun donup kaldığını ve hiçbir zaman çözülemeyeceğini
o an anlamıştım. Ve bütün dünyanın da öyle olmasını diledim...
özümün değdiği, kulağımın duyduğu
ellerimin dokunduğu her şeyden haz
aldığım, etkilendiğim, her gelincik açışına
şaşırdığım ve hemencecik soluşuna
üzüldüğüm, güneşi ve yıldızları birbirilerini
kıskanmasınlar diye farklı farklı sevdiğim,
içinde yaşadığım dünyanın, evimin,
sokağımın, bakkalın, arkadaşların, yolların,
plastik topların ve tabi ki birbirinden
değerli kitaplarımın yaşamımı ve düş
gücümü zenginleştirdiği yıllardı. Her şeyi
okuyordum. Varlık Yayınları’nın “Çin
Masalları” veya Reşat Nuri’nin “Araba
Sevdası”... Hiç fark etmiyordu. Okula
gitmek, sokakta oynamak, bisiklete
binmek, demiryolu boyunca yürümenin
arasına sıkıştırdığım ve çocukça törensel
anlar yaratarak pötibör bisküviyi çaya
batırarak bir yandan da bitmemesini umut
ederek kitapları iştahla tükettiğim taze
zamanlardı.
Nereden elime geçti anımsamıyorum ama
bir göktaşının üzerinde elleri cebinde
ayakta duran sarı saçlı bir çocuğun
bulunduğu davetkar kapağıyla bir kitabın
daha ilk satırlarını okuduğumda oburca
sevdiğim bisküvi-çay muhabbetini
unutuvermiş, çayın soğumasına,
bisküvinin çayın içinde eriyip hamur
olmasına aldanmadan büyülenivermiştim.
Bir pilot uçağıyla çöle düşüveriyor ve
birden hayvanların dile geldiği fantastik bir
dünyada saf, iyi yürekli ve pırıltılı bilgelikte
bir çocukla, Küçük Prens’le yani benimle
karşılaşıyordu. Ve inanılmaz güzellikte
anlatımı, diyalogları ve betimlemeleri ile
(ve de çizimleri) benim bayrak kitabım
oluvermişti.
Gerçekte de pilot olan SaintExupery’nin “Küçük Prensi”ni okuduğum
andaki coşkuyu ve hazzı bir daha
yaşayamam gibi geldi bana yıllarca.
Aslında o hazzı ilk gençliğimin coşkusuyla
daha bir köpürtmüştüm belki de. Belki de
bu kadar abartılı değildi okuduğum ve
etkilendiğim kitap. O an dünyam zaten
öyleydi. Çocuksu umutlarım, sevinçlerim,
ideal bir dünya özlemim Küçük Prens’le
örtüşüvermişti. Ama öyle olmadığını 1987
yılında Can Yayınlarının kitabı yeniden
basması ile daha iyi anladım. Üstelik bu
kez kitabı bir efsane ikili, Tomris Uyar ve
Cemal Süreya birlikte çevirmişlerdi.
Maalesef daha önce hangi yayıneviydi, kim
çevirmişti anımsamıyordum. O çeviri
bende ilkinden daha büyük bir deprem
yaratıvermişti.
Taksim Sıraselviler’de, Haldun Taner’in
yarattığı Devekuşu Kabare’nin salonunu
Ali Poyrazoğlu devralmıştı. Muhteşem bir
ekiple muhteşem oyunlar oynuyor,
turnelere gidiyor, dostlar ediniyor, kitaplar
okuyor, şairlerle, ressamlarla, yazarlarla
tanışılıyor, efsane oyuncularla sahnede
karşılıklı oynuyor, kısaca ayaklarımız yere
basmadan, bulutların üzerini mesken
tutmuş aşağılara inmiyorduk. İşte Küçük
Prens’in bu yeni edisyonu elime geçtiğinde
ilk gençliğimi anımsayıvermiştim. Kitabın
sayfalarını karıştırdığımda sanırım Ege’de
bir yerlerde turnedeydik.
Penceresi yabancı bir şehrin çarşısına
bakan bir otel odasında Küçük Prens’i
okurken bir ‘an’ dışarı bakıverdim. O
şehrin adı, coğrafyası, kimliği önemli
değildi. Orası benim için “Büyük Çöl”’dü.
Ben tiyatroyla o şehre düşmüş Küçük
Prens’tim. Akşam sahne alacağımız
tiyatro, oynayacağımız oyun, replikler,
şakalar, alkışlar hepsi çöldeki canlılar gibi
hayatımın çok önemli parçalarıydılar. (Pilot
Ali Poyrazoğlu’ydu o zaman) Aradan
geçen on yıl sonra “Küçük Prens”le
aslında çocukluğumun donup kaldığını ve
hiçbir zaman çözülemeyeceğini anladım.
Ve bütün dünyanın öyle olmasını diledim.
Kötülüğü, aptallığı, savaşları, kötümserliği
affettim. Gezegenimize olan sevgim ve
saygım daha bir coştu. Bu çocukça
dilekleri sıradan bir optimist olmaya
yeğledim. Ve VatanKitap’ın 10. Yılı için
yazdığım bu yazıda tekrar sayfalarını
karıştırdığım bu şahane kitap hatırına
yine diliyorum.
Levent TÜLEK
Üzerine bir ceket seçip sonra da bir
çırpıda giyer gibi karakter giyinen bir
tiyatrocu. Varoş haikuları yazan tuhaf
bir şair. Sokakların sesini dinleyen bir
sözlük yazarı. “Lümpen Sözlüğü” ve
“Klişeler Sözlüğü”ne imza atan bir
çılgın. Romanları didik didik okuyan,
belki de giyinecek yeni karakterler
arayan tutkulu bir okur. Kitapların
satıraralarındaki fısıltıları yakalayan
yazar.
Küçük Prens
Antoine de Saint-Exupery
Çev: Fatih Erdoğan
Mavi Bulut
1 7 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
46
Şairin dediği gibi “ne içindeydim zamanın/
ne de büsbütün dışında...” “Yekpare
geniş bir an”ı yaşıyorum hala. Her
izlediğim oyunda, her baktığım resimde,
her filmde, her dinlediğim müzikte ve her
okuduğum kitapta o “an”ı arıyor ve buldu
mu bırakmıyorum. Bu yaşımda okuduğum
ve iler ki yaşlarda tekrar okumaktan keyif
alacağımı adım gibi bildiğim bu kitabı
tekrar çocukluğuna dönmesini umut
ettiğim bu dünyaya bağışlayacağım. Her
kitap okuyucunun geçici ıssız adasıdır. O
kitapla kendisi baş başadır ve fıkradaki gibi
başka yanına alacağı üç şeye de pek
ihtiyacı yoktur. Onun yoldaşlığı ve besin
zenginliği bedenimizin içini de dışını da
kurtarmaya yeter. Hayatın anlamı
“an”lardaki mutluluğu tüm zamana ve
mekana yaymaksa eğer, işte “Küçük
Prens” bunun için biçilmiş bir kaftandır.
Bir çok genç arkadaşım bana sorar “abi,
ne okuyalım?” diye. Benim önerdiğim ilk
iki, üç kitaptan biridir “Küçük Prens.”
Onun dışında “Martı”, “Şeker Portakalı”
veya “Küçük Kara Balık” öneririm.
Çocuğun yaşı ne olursa olsun... İster on
ister yetmiş... Onların meraklı gözleri ve
heyecanlarını kendi “an”larımla
paylaşabileceğim yeni yoldaşlar edinmiş
olurum böylece. Bu gezegen için, diğer
gezegenler için, kendi küçük
gezegenlerimiz, evimiz, şehrimiz, ülkemiz
için umudum artar...
“... Çiçeklerin milyonlarca yıldır
dikenleri var. Yine de milyonlarca yıldır
koyunlar onları yer. Şimdi, çiçeklerin
bunca güçlüğe göğüs gerip hiçbir işe
yaramayacak dikenleri neden
büyüttüklerini anlamaya çalışmak önemli
değil mi sence?... Koyunlarla çiçekler
arasındaki savaş önemli değil mi? Kızarık
suratlı şişko bir bayın toplama
işlemlerinden daha mı az önemli? Ya ben
kendi gezegenimden başka hiçbir yerde
yetişmeyen, eşine rastlanmadık bir çiçek
tanıyorsam ve günün birinde ne yaptığını
bilmeyen bir koyun onu bir lokmada
yutuverirse, sence önemli değil mi bu?...
Sevdiğiniz çiçek milyonlarca yıldızdan yalnız
birinde bile bulunsa, yıldızlara bakmak
mutluluğumuz için yeterlidir. “Çiçeğim işte
şunlardan birinde” deriz kendimize. Ama
bir de koyunun çiçeği yediğini düşün,
bütün yıldızlar bir anda kararmış gibi gelir.
Bu mu önemli değil?...”
Kendini çocukça sorularla mı yoksa
derin bir felsefi metinle mi baş başa
olduğunu anlamana fırsat vermeden
aslında kabul ettirir tüm tezlerini,
doğrularını Küçük Prens. Okuyucu olarak
siz pilotun yerine koyarsınız kendinizi. Tıpkı
kendi çocuklarınıza, başka insanlara,
dünyaya kabul ettirmek ister gibi çocukça
öğütler vermeye çalışırsınız içinizden ama
hep yeni sorular yeni hesaplar çıkagelir...
Hem de hep çalışmadığınız yerlerden...
Tıpkı saf, dünyaya geleli birkaç yıl olmuş
küçük bir çocuk merakıyla sorulan sorular
gibi. Bu dünyanın içine bu kadar
ettiğinizden, kirlettiğinizden,
savaştığınızdan, kininizden, öfkenizden ve
nefretinizden utanırsınız ya... İşte
çalışmadığınız, uğraşmadığınız,
beceremediğiniz, çuvalladığınız,
barışamadığınız, affedemediğiniz,
sevemediğiniz, sevişemediğiniz yerler
bunlardır. Yo, sizi köşeye sıkıştırmaktan
zevk almaz Küçük Prens’ler... Onların
derdi dünyevi “an”ların dışındadır. Onlar
bembeyaz bir evreni renkli kalemle
boyamak isterler.
www.vatankitap.com.tr
Fotoğraf: ERCAN ARSLAN
“Onların derd dünyevi “an”ların
dışındadır. Onlar bembeyaz bir evreni
renkli kalemle boyamak isterler.”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
48
Kitap ayracım kum
taneleriydi o yıllar...
Liseliydim. Tutku vardı hayatımızda. Aşkta da kavgada da tutku. Kahramanca severdik,
kahramanca ölürdük. O zamanların sığınağı Suat Taşer’in “Gönderilmeyen Mektuplar”ydı.
epi topu bir karış. Sayfaları sapsarı.
Sanırım hiç beyaz olmamış, fiyatı “500
kuruş.” Zor okunan bir aceleci el yazısıyla
yazılmış mektuplardan seçilmiş satırlar
serpiştirilmiş pembe beyaz kapağa.
Üstünde kitabın adı ve yazarı: Suat
Taşer... Gönderilmeyen Mektuplar.
Durup durup okuduğum, okuyup okuyup
durduğum kitaplardandır “Gönderilmemiş
Mektuplar“. Kitabı bilenler o mektupların
“G”ye yazıldığına şahittir ama ben bana
yazıldığından çok eminim. O ki yazıldığı
yıllarda henüz bebekmişim ne farkeder,
bozmayınız.
Canım Buket “Vatan Kitap’ın 10. Yılı’nı”
bahane edip, “unutulmayan okumaların”
peşine düşmüş, ve demiş ki, “ Her okurun
o sihirli ‘okuma anı’ vardır ya...
Unutulmayan bir okumadır bu... Belki
günlerce odadan dışarı çıkılmayan, belki
sabahlara kadar süren kapalı bir mekanda
ya da bir hamakta...
Ama her okuduğunuz kitapla tekrar
tekrar o okuma anına dönmek
istediğiniz...”
İşte tam da böyle söylemiş. Ve
eklemiş, “Hadi o anı anlatın. O okumayı, o
heyecanı, telaşı...”
Ne vakit Buket’in yazdıklarını okudum,
yüzümde kırık bir gülümseme dolaştı,
yüreğimde bir korku... O sözünü ettiği
kitabı da biliyordum, mekanı da... İkisi de
burnumun dibindeydi. Bir dokunuşla kitaba
ulaşabilirdim, birkaç dakikada mekana.
Kitap “Gönderilmemiş Mektuplar” idi,
mekan ise Suadiye Çay Bahçesi... Ama bu
çok tehlikeli bir geri dönüş, çok savurucu
bir kavuşma olacaktı, hissediyordum.
“O ana dönmek...”
Ne güzel bir dilek bu. Ama bu dilek
beni bir anaforun içine fırlatıyor, 80’li
yıllara emanet ettiğim genç kız yüreğimi
bugünün hoyrat duvarlarına vuruyor bir
yandan da... Ne yapmalıyım?
O anın peşine düşmek dilendiği kadar
eğlenceli olmayabilir. O günlerin kavgası
bugünün huzurunu da yerlebir edebilir? Ya
da tam tersi, o günlerin pırıltılı günleri şu
anın yapış yapış karalığını yüzüme de
vurabilir.
Ah Buket ah...
Tılsımlı okuma anlarını didiklemek güzel
ama; aması var işte...
Neyse yine de yapacağım Buket’in
istediğini, “Gönderilmeyen Mektuplar“ı
çantama koyup Suadiye sahiline ineceğim,
kim bilir belki paslı bir çivide, kırık bir
midye kabuğunda, Ada’dan kopup gelen
ılık bir dalgada ya da topyekün hayatta
bulurum gençlik yıllarımı... Sonrası Allah
kerim.
(Bundan sonraki satırları Suadiye Çay
Bahçesi’nde, önümde “Gönderilmemiş
Mektuplar“, zihnimde bir kesif dumanla
yazacağım.)
İşte sevgili okur, yazıma, neredeyse bir
saat ara verdikten sonra devam
ediyorum.
Geldim, Suadiye Çay Bahçesi’deyim.
Elbette o zamanlar geldiğim değil. Eski
Suadiye Çay Bahçesi’nin üzerinden
Dalan’ın sahil yolu geçiyor şimdi. Bir
balıkçı barınağından dönüştürülmüş bu
mekan, ama hatıralar havada uçuşuyor ya
gerisini boşverin...
Hava puslu. Etraf kalabalık. Plastik
masanın beyazı çoktan griye dönmüş,
plastik koltukların ayakları kamyonlarla
™ile’den getirilip sahile boşaltılan kuma
saplanmış. Bir de ben oturunca iyice
gömüldü, masa yüksekte kaldı.
“Abla ne verelim” diyen çocuğun
üstünden deniz akıyor, sırılsıklam.
“Kurulan da bir çay getir” diyorum. Çay
anında masada, çocuk anında denizde.
İhtimal bir sonraki müşteri gelene ya da
benim bardak boşalana kadar suda
kalacak.
Ve “şu müziği biraz kısabilir
misiniz?”diyeceğim kimse yok ortada şu
an.
Bakıyorum da çoğunluk nescafe içiyor.
Ama o zaman.
70’lerin sonu yani...Masalar tahtaydı.
Fügen ÜNAL ŞEN
Klasik bir biyografi onun için;
gazeteci-yazar diyecektir. Evet,
yıllarca pek çok gazetede kalem
oynatmış, farklı departmanlarında
çalışmıştır. “Kuzey yanım
Ayazım”,”Kuytuda Bir Hayat”, “Bir
Avuç Mazi” kitaplarını yazmıştır. Ama
o tüm bunların yanı sıra o eski
İstanbul terbiyesini modern hayatta
yaşayan nostaljik ve zarif bir kişiliktir.
Gönderilmeyen Mektuplar
Suat Taşer
Yeditepe Yayınları
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
50
Rengini pek hatırlamıyorum nedense,
koyu kahve olabilirmiş gibi geliyor ve
elbette sandalyeler de... Yine kuma
basardık da kum halis mulis Suadiye’nin
kumuydu, çakılı da vardı... Kitap ayracım
kum taneleriydi o zamanlar, hala yosun
kokar kimi sayfalar.Unutmam, unutamam,
1977 idi yıl. Liseliydik. Dersleri boykot
ederdik. Okul bahçesinde toplanıp forumlar
düzenler, vatanı kurtarır, slogan atardık o
yıllar. Tutku vardı hayatımızda. Aşkta da
kavgada da tutku.Kahramanca severdik,
kahramanca ölürdük. Dedim ya liseliydik...
Suadiye Çay Bahçesi sığınağımdı. Ulu
dut ve ıhlamur ağaçlarının göğün mavisini
sakladığı, bozuk parke taşlar döşeli dar
sokaklardan kıvrıla kıvrıla denize doğru
inerdim. Bahçesinde sandalların dinlendiği
köşkler ve elbette en yükseği dört katlı
apartmanlar arasından... Her defasında
başka sokaklardan geçip, Atlantik
Sineması’nın dibinden yokuş aşağı, yosun
kokusuna doğru gittim mi, tam
karşımdaydı işte. Henüz deniz mevsimi
açılmamışken giderdim. Sessiz ve ıssız
olurdu. Denize en yakın masayı kapmak
isterdim. Zaten kaç masa vardı ki, durun
hatırlamaya çalışayım... Yedi mi, sekiz mi?
Önemli mi ki? Mutlaka ince belli cam
bardakta çay getirirdi çaycının çırağı. O
zaman da ismini bilmez miydim,
hatırlayamadım şimdi, ne ayıp. Sonra
gelsin “Gönderilmeyen Mektuplar”, Suvat
Bey, Azem Dayı, Saksağan ve elbette “G”.
“Saksağan... Devam ediyor budalalık.
Otlar ve ihanetler büyümeye devam ediyor.
Şimdi bakıyorum da neredeyse tüm
satırların altını çizmişim. Henüz 0.5 ya da
0.7 hayatımızda yokken, ucu kalınlaşmış
bir kurşun kelemle.Tahta sandalyeler
elbette rahatsızdı ama saatlerce
otururdum. Bir bardak çayı minik
yudumlarla içerdim, buz gibi olurdu ama
bardak önümde hep dolu dururdu. Öğrenci
harçlığı vardı cebimde kolay mı?
“İnsan etten ve ihanetten... Acıkınca
inançlarını bile yiyen.” Okur dururdum,
düşünür dururdum.Başımı kaldırıp Adalar’ı
seyreder, durulurdum. Kargalar bu kadar
çok değildi o zamanlar, minik kırmızı gagalı
martılar yüzerdi. Balıkçılar pancar motorlu
ahşap tekneleriyle, livarları istavritle,
izmaritle dolu dönerdi.“Kendini
kurtarmanın tek yolu, başkaları için
çabalamaktır” der N. Kazancakis. Suat
Taşer ise “Gönderilmemiş Mektuplar”ın
son satırlarında, “Zamanın dipsiz kuyusuna
attıklarımız. Sevinçler, kederler, anılarımız.
Anıların içimi sızlatanını seviyorum.
Pişmanlıklarımı da seviyorum. Sen benim
pişmanlığımsın. Seviyorum.”
Ah be sevgili okur... Eski zamanların en
neşeli anıları bile yüreğini sızlatıyor insanın.
Havadaki pus, yüreğime yapıştı sanki.
Allah’tan Adalar hala yerinde ve ne vakit
gelsem demli çay elbette...
www.vatankitap.com.tr
Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI
“Çocukluğumu hatırladım.
Suadiye Çay Bahçesi’nde benim
de çok çay içmişliğim vardır.
O yüzden bu fotoğrafı çektikten
sonra keyfime diyecek yoktu.“
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
52
Bir yaz günü Sartre
ile bir Paris kafesinde
2011 yılının 26 Haziran günü... Beş saatten fazladır buradayım ve Sartre okumaktan
çok, Sartre düşünmekte ve yazmaktayım. Yanımdaki sandalye boş görünüyor.
eine Nehri kıyısından yürüyerek geldim
buraya. Sıradan bir kahve burası,
turistlerden çok Parisliler’in geldiği. Pazar
günü yalnız olan Parisliler’in.
Eiffel’in çıplak demir çubuklarla örülü
gövdesinin ortası görünüyor oturduğum
yerden. Altını ağaçlar kaplamış, tepesini
ise tam önümdeki otobüs durağı kesiyor.
Kule yine de orada işte. Tüm kente
egemen. Parisliler ona aldırmasa da,
hatta çoğu zaman görmezden gelse de,
orada o ve onsuz olamıyor sevdiğim bu
yer. 19’uncu yüzyılın sonlarındaki inşaatı
sırasında çıkan tartışmalar bugün yalnızca
sanat tarihçileri tarafından anımsanıyor
belki. Tek başına çirkin olduğu muhakkak.
Ama bu şehrin pek önemli bir parçası
işte, çoktandır.
İki ötemdeki masada oturan yaşlıca,
kırçıllaşmış saçlı ve yakışıklı adamın
yakışıklı olduğunu içeri girer girmez fark
etmişim! Beni dikkatle süzüyor, kahveye
adımımı attığımdan beri. Bakışlarını sol
omzumda duyumsuyorum neredeyse.
Paris kahvelerinin sıkışık masa geleneği...
Adam beni kafasında nereye koyacağını
kestiremiyor, elimde bilgisayarımla biraz
yabancıyım, diğer elimde tuttuğum kitabın
kapağında Jean-Paul Sartre adı okunuyor
ama kitabın başlığı adamın tanımadığı bir
dilden, öte yandan jambonlu kiş ve roze
şarap ısmarlıyorum, “Cote du Provence”,
menüye bakıp garsona danışmadan, bu
beni bir parça Parisli yapıyor onun
gözünde galiba. Bilgisayarımı açıyorum,
kahvenin internet şifresini sorup
bağlanıyorum, sonra da kendime
kızıyorum, bugün olsun e-postalarıma
bakmayacağım, sadece okuyacağım ve
yazacağım. Yan masadaki gençler
şampanya ısmarlamış, birer kadeh.
O anda yalnız içilemeyecek tek içkinin
şampanya olduğunu farkediyorum.
Geçmişte içtiğim şampanyaları
düşünüyorum... Adam iri bir parça
bonfileyle bolca patates kızartmasından ve
birkaç kadeh kırmızı şaraptan oluşan
yemeğini bitiriyor, ama masadan
kalkmaya niyeti yok. Jilet gibi ütülü mavi
gömleğini düzeltiyor, bana bakarak.
Hemen yanımdaki masada oturan platine
saçlı geçkince kadın karşısındaki
sandalyeye beyaz tüy yumağı köpeğini
oturtuyor. O da uslu uslu oturuyor, buna
alışkın olduğu belli, anlaşılan başka
refakatçileri olmuyor pek. Kadın kendine
mükellef bir Pazar yemeği olarak horoz
kızartması ısmarlıyor. Yandaki adama
davetkarca baksa da, adam hiç aldırmıyor
ona. O adam Sartre olsa... Nereden geldi
bu düşünce şimdi? Evet, adamın gözlüğü
var, hatta ünlü yazarın gözlüğünün çok
benzeri. Ama yüzü yazarınkinden çok daha
çekici hatlara sahip. Sartre yaşasaydı kaç
yaşında olurdu? Yalnızca birazdan
okumaya hazırlandığım kitap mı bana
bunları düşündürten? Arkamı dönünce
adamla göz göze geliyoruz, o sırada
garson onun ısmarladığı çilekli ve romlu
rumbaba tatlısını getiriyor. Ben de mi
ısmarlasam ondan? Hiç niyetim yoktu
oysa. Sabah otelden çıkarken masamdaki
boş sandalyeye belki Monet gelip oturur
diye bir hayal kurmuştum, her zamanki o
kendime sakladığım tuhaflıklardan, ola ki
geçenlerde tekrar gittiğim müzede onun
tabloları karşısında geçirdiğim sevinçli
anlardan esinlenerek. Ama Monet burayı
sevmez. Işık yeterince girmiyor her yana.
İlginç gölgeler de yok.
Hem onun çevresinden ressamların
müdavimi olduğu yerlere benzemiyor
burası. Monet’i bir başka sefere, başka
mekana bırakacağım mecburen.Akasyaya
benzer ağaçlar var bu caddede. Ve yeni
binaların yanında eskiler.Mükemmel Paris
avenülerinden değil burası. Sadece
otelime yakın ve ben iki haftadır aralıksız
süren toplantılar nedeniyle yorgunum ve o
toplantılardan tanıdık kimseye rastlamak
istemiyorum ve laptopu taşımak buraya
kadar kolay ve belki de kahvenin ismi beni
çekti içten içe: Cafe des Ondes, Yayılan
Dalgalar Kahvesi.
Gül İREPOĞLU
“Sultan Çiçeği” ve “Cariye” isimli
tarihi romanların yazarı olan değerli
sanat tarihçisi, profesör. “Osmanlı
Saray Mücevherleri” kitabı ile tarihin
saklı odalarında kalan bir tarihi
günışığına çıkarmıştır. çünkü o
zamana kadar Osmanlı kumaşları
bilinse de mücevherleri üzerine
çalışma yoktu, Gül İrepoğlu ile
sarayın mücevher sanatı dünya
literatüründe kendine yer bulmuştur.
Toplu Oyunlar
Jean Paul Sartre
Çev: Işık M. Noyan
İthaki Yayınları
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
54
Adam kalktı sonunda, elinde bir eski
evrak çantası, boş olduğu belli. “İşe
yaradığı” günlerden kalan bu hatırayı
yanından ayırmıyor anlaşılan. Bej ceketinin
ütüsü bozulmuş. Gömleklerini çamaşırcıya
verip ütülü giyiyor, ama evinde ceketini
ütüleyecek biri yok. Hafif kamburlaşmış
sırtıyla taksi durağında bekliyor. Son aşkı
kimdi acaba onun? Hayatta ilk aşkların
değil, son aşkların önemini anlayacak yaşa
gelince diğerleri... Nereye gidiyor? Dönüp
bana bakıyor, veda eder gibi, ben de
gülümsüyorum ona. İnsan hayatta bir
daha hiç görmeyeceği ne çok insanla
karşılaşıyor. Adam taksi sırasını genç bir
kadına veriyor, nazik bir jestle, neredeyse
bir reverans bu, ama abartılı değil,
bedenini hafifce eğerek ve ellerini iki yana
açarak. Böylesi bir reveransı opera
dışında görmemiştim hiç. Benim onu
izlediğimi biliyor. Onu masama davet
etmeliydim. Ne olurdu sanki? Neredeyse
yerimden kalkıp yanına gideceğim ve
“Mösyö, sizinle biraz sohbet edelim mi?”
diyeceğim. Demiyorum. Adam hala
bekliyor. Dalgalı gri saçları ensesine doğru
uzamış biraz. Gözlük camları kalınca. Bir
taksi geliyor sonunda, biniyor, ağır kapıyı
çekmekte zorlanarak. Bana bakıyor son
defa. Taksi eski köprüye doğru dönüyor.
Ben bilgisayarımın ekranına doğru
dönüyorum.
Şarabımdan bir yudum alıp ince
kitabımın kapağını okşuyorum önce,
gençliğimin kitabı, bir piyes. Ne kadar
etkilenmiştim... Çevirideki ismi de
vurucuydu: “İş İşten Geçti“. Okuduğum ilk
Sartre yapıtı. Sartre ile tanışmak için iyi
bir seçimmiş. Paris’in çalkantılı günlerinde
ihanete uğrayıp aynı gün öldürüldükten
sonra tanışan ve birbirine âşık olan Eve ile
Pierre’in öyküsünü yeniden okumaya
başlarken lise birinci sınıfın masumiyetine
gidiveriyorum birden. Yazarın o yalın
betimlemeleriyle olan bitene eskiden
olduğu şekilde öfkelenip, eskiden olduğu
şekilde heyecana kapılıyorum. Sınıf
farklarını bir kenara bırakıp birbirlerine
koşan bir kadınla bir erkek.
Eve ile Pierre’in aşkını izliyorum sanki
tiyatro sahnesinde. Onlara bir şans daha
tanındığında değerlendirebilecekler mi
bunu? Ölüler dünyasından dünyaya geri
dönerek bir tüm gün boyunca aşklarını
herşeyden üstün tutabilecekler mi?
Tekrar yaşama hakkını ancak böyle elde
edebilecekler, ama bunun bedeli
sevdiklerini koruma olanağına kayıtsız
kalmak... Sonunda aynı soru beliriyor
kafamda, onca yıl sonra, yine en saf
haliyle: “Peki ben ne yapardım?”
Bilgisayarım açık önümde, kitabı bırakıp
zihnime akanları yazmaya başlıyorum hızlı
hızlı. Masamın yanında birinin belirmiş
olduğunu fark etmemişim, sesini
duyduğumda başımı kaldırıyorum ve
nedense hiç şaşırmıyorum. Kurduğum
hayallerin canlanışı ilk kez gelmiyor
başıma. Önce o adamın geri geldiğini
sanıyorum, sonra onun fotoğraflarından
çok iyi tanıdığım birine dönüştüğünü
görüyorum. Jean-Paul ince yüzündeki
alaycı gülümsemesiyle kemik gözlüklerinin
ardından bakıyor bana.
-İzin verir misiniz, oturabilir miyim
Madame?
-Elbette, buyurun.
-Bu roze şarabı da nereden buldunuz
Madame? Şarap dediğiniz kırmızıdır.
Ona itiraz etmek aklımdan geçmez.
Zarif bir hareketle garsonu çağırıp bir
şişe Bordeaux ısmarlıyor. Etraftaki
konuşmalar duyulmaz oluyor.
Sartre kadehinden büyük bir yudum
alıyor, gözlerimin içine bakıyor.
-Demek yazıyorsunuz.
-Evet, hayatımdaki en önemli şeyin
yazmak olduğunu anladığımdan beri.
-Peki onlar sizi anlıyor mu, yazdıklarınızı
okuyanlar? Anlam katmanlarını
ayırabiliyorlar mı? Yoksa sadece... Neyse,
boşver, düşünmeyin siz bunları! Kendiniz
için yazın.
Karanfil satan yaşlı kadına gözü
takılınca bir süre etraftaki insanlar
üzerinde geziniyor bakışları, izliyor onları,
bunu fırsat buldukça yaptığı belli, belki de
“çağrıldıkça” diyorum kendi kendime, olan
biteni hiç de mantık dışı bulmayarak.
Dikkatini tekrar bana yönelterek masada
duran kitabı eline alıyor.
-Les Jeux Sont Faits, ha?
O çok sevdiğim kitabı yıllar sonra bir de
öykünün geçtiği Paris’te okumak üzere
yanımda getirdiğimi, aslında piyesi henüz
onbeş yaşındayken ödev konusu olarak
seçtiğimi ve yazdıklarının içine girdikçe
nasıl etkilenmiş olduğunu anlatıyorum
ona. Yüzündeki ifadeden pek memnun
olduğunu anlıyorum.
-Nereden bilebilirdim o zamanlar bana
uzak bir hayal olan şehirde, İstanbul’da bir
genç kızın o dramının ardında yatanları
yakalayacağını? Boşuna gelmemişim
masanıza. Oradaki Pierre karakterine ben
de acımışımdır hep. Biliyorum içiniz
paralandı ona, sizden de bu beklenirdi!
Ama onun elinde değildi yandaşlarını
korumamak, anlamalısınız. Bu seçim
hayatının aşkını bir yana bırakma pahasına
da olsa... Demek siz de taa içinizde
duydunuz o ızdırabı. Ve değiştirdiniz
kitabın sonunu hayalinizde! Eh, belliymiş
ilerde yazacağınız. Var olmanın çeşitli
yolları var. Neyse. Şu kadarını söyleleyim
size, bu derece yufka yürekli olmayınız
Madame, hayat öyle değil ki! Simone’a da
hep söylemişimdir bunu. Gerçi beni pek
dinlemez, her konuda kendi bakış açısını
üstün görmeyi sürdürür. Belki de ona aşık
oluşum bundandır. Size de aşık
olabilirdim. Akıllı kadınları çekici bulurum,
bir kenara çekilip durmaktansa
düşüncelerini kabul ettirmek için
mücadele verenleri. Elbette yüzüne bakılır
gibi olmalı bir de. Kızardığımı, öte yandan
bu iltifatın hoşuma gittiğini fark
etmemesini diliyorum, ama onun
gözünden kaçar mı? Gülümsemesi yüzüne
yayılıyor.
- Fazla açık sözlü mü buldunuz beni
chere Madame? Olabilir. Siz erkekleri
tanır mısınız sahiden? Ah, tanıdığınızı
sanırsınız ancak. Doğrusu ben kadınları
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
56
tanıdığımı söyleyemem. Evet, birçok
maceram oldu ve birçok sevdiğim ve bir
aşkım. Hepsi yeni birşeyler öğretti bana,
şaşırttı beni, hatta kendimi gerçek bir
aptal gibi hissetmeme yol açtı. Neyse, bu
konu asla bitmez, beni anlar gibi görünen
sizin gibi bir kadınla bu konuyu daha onra
uzun uzun tartışmak isterim. Zaten
kadınları kadın oldukları için severim ben,
biz erkeklerden çok daha derin bakarlar
yaşama..
Ne zaman içip bitirdik Bordeaux’yu?
Fikrimi almadan bir şişe daha ısmarlıyor,
garson getirene kadar epey zaman
geçecek her zamanki gibi, bu arada
sandalyesini benimkine yaklaştırıp kitabı
inceliyor, “Güzel!” diyor. Peki ama, nasıl
anlaşıyoruz, nece konuşuyoruz biz bunca
lafı? Ben Fransızca bilmem ki! Sartre’ı ise
İngilizce konuşurken düşünemiyorum.
Garson şarabı getirip açıyor, kadehlere
doldurma işiniyse yazar üstleniyor.
-Bu kentin insanları hızlı değildir
Madame. Zorluklara karşın yaşamanın
tadını çıkarırlar, en azından benim
zamanımda böyleydi. Çok şey değişti
biliyorum, ama bir o kadar da değişmez
kaldı yaşam. Aşksa hep aynı. Birileri
hayatı hep yeni baştan öğreniyor, her
aşkta, acı çekerek. Haksızlık mı bu? Hayır.
Aşk sahici zenginliktir. Benim böyle
konuştuğumu duysalar... Ah! Kimsenin ne
düşündüğünü gerçekten bilemezsiniz.
Benim de! Şu geniş caddelerdeki sıra
sıra ağaçlara bakın, onların nelere tanıklık
etmiş olduklarını bir düşünün. Onların
altından kimlerin geçtiğini.. Ya da onları
kimin diktiğini.
Bir an başımı çeviriyorum ağaçlara
bakmak için, tekrar döndüğümde o yok.
Kitabın son sayfasına ne zaman geldim
ben? İçeri giren tatlı rüzgarla havanın
biraz serinlemiş olduğunu farkediyorum.
Gökyüzünde akşam ışığının hazırlığı.
Yalnızlığın en şiddetli duyumsandığı anlar,
özlemlerin de. Az ötedeki masaya kayıyor
gözüm o anda. Kadın özenle lokmayı
hazırlıyor ve adamın ağzına uzatıyor, adam
adeta paçalarından akan bir erotik iştahla
lokmayı alıp çiğniyor, kadının gözlerine
bakarak. Etrafı umursamıyorlar. Biz de
böyle manzaralar vermiş olmalıyız onunla,
bir zamanlar. Aman Allahım. O sırada
neler düşündü çevremizdekiler? Az önce
yataktan kalkmış olduğumuzu, sevişmenin
o benzersiz ihtişamdaki duygularını hala
yaşadığımızı, birbirimizi her an
arzuladığımızı. Bunların hepsi tek bir
harekette gizli, çok basit ve çok karmaşık.
Eve ile Pierre böyle anlar yaşayamadılar
basit bir Paris kahvesinde. Benim
hayalimde yaşıyorlar ama.
2011 yılının 26 Haziran günü akşama
erecek neredeyse, beş saatten fazladır
buradayım ve Sartre okumaktan çok,
Sartre düşünmekte ve yazmaktayım.
Yanımdaki sandalye boş görünüyor.
www.vatankitap.com.tr
Fotoğraf: ERCAN ARSLAN
“Bir an başımı çeviriyorum ağaçlara
bakmak için, tekrar döndüğümde o
yok. Kitabın son sayfasına ne
zaman geldim ben?”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
58
Bir kadın ve çocuğun
düşündüren dostluğu
Bir hafta sonu elime aldım, birkaç sayfa sonra kitap beni kendi büyüsüyle kuşatmıştı.
Başka bir kitapta, içimde bu kadar çok duygu bir araya gelmemişti.
nca Yoksulluk Varken‘i Emile Ajar takma
adıyla yazan Romain Gary, 1980 yılında
intihar ederek yaşamına son verdiğinde
Fransa’nın en önemli edebiyat
ödüllerinden olan Goncourt’u iki kez
kazanmıştı, ne var ki iki ödülü, iki farkla
adla kazanmıştı. Bu romanı Goncourt’a
değer bulan jüri, Ajar’ın aslında Romain
Gary olduğunu bilmiyordu ve yazar ölene
kadar da bu ikisinin aynı kişi olduğunu
kimse öğrenemedi.
90’lı yılların başlarıydı. Yazarın
kitaplarını okumamıştım, ancak kitabın adı
beni kendine çekmişti. Yarım kalmış bir
cümleydi ve ne çok imge barındırıyordu.
Cümleyi herkes kendine göre
tamamlayabilirdi. “Onca yoksulluk varken
aşka yer yok” denebilirdi, örneğin. Ya da
“Onca yoksulluk varken, özgürlük daha
güzel” , “Onca yoksulluk varken acılar
hissedilmez” de olabilirdi cümlenin gerisi.
Daha onlarca şekilde tamamlanabilirdi.
Kitabı elime alıp kapağına uzun uzun
baktığımı, kapaktaki resimle kitabın adını
bağdaştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Olmadı, pek bir bağ kuramadım. Sonra
çoğunlukla yaptığım gibi, kitabı okumaya
başlamadan önce yazar ve kitap hakkında
biraz bilgi edindim, Emile Ajar’ı tanımaya
çalıştım. İntiharı seçen yazarlardandı;
Sylvia Plath, Virginia Woolf, Klaus Mann,
Cesare Pavese, Primo Levi, Stefan Zweig
gibi. Yaratıcılık, pek çok yazarı olduğu gibi
sonunda onu da bu noktaya götürmüştü.
İnce sayılacak bir kitaptı, bir hafta
sonu elime aldım, birkaç sayfa sonra kitap
beni kendi büyüsüyle kuşatmıştı, elimden
bırakamıyordum, bırakılacak gibi değildi.
Başka bir kitapta, içimde bu kadar çok
duygunun bir araya geldiğine tanık
olmamıştım. Kâh gülüyor, kâh
hüzünleniyordum. Cümlelerin altını
çiziyordum, yazarın ustalığı her sayfada
yeniden şaşırtıyordu beni. Ödülü boşuna
vermemişlerdi. Son sayfaya geldiğimde
kitabı kapattım, boğazımda bir yumruyla,
buruk, garip bir duyguyla kalakaldım.
Önümde bilmediğim dünyalar açmıştı,
tanımadığım âlemlere gitmiştim.
Kullanılan dil, betimlemeler, hayat
hikâyeleri ve onca yoksulluk... Vivet
Kanetti’nin olağanüstü çevirisini ve yazarın
kullandığı sokak dilini, argoları ustalıkla
uyguladığını anmazsam haksızlık etmiş
olurum.
“Onca Yoksulluk Varken”, Arap asıllı
Müslüman küçük Momo ile Hitler’in
zulmünden kurtulmuş yaşlı bir Yahudi olan
Madam Rosa’nın sıra dışı, grotesk, yürek
burkan hikâyesi. Birbirine sevgiyle,
dostlukla ve vefayla bağlı bu iki dostu,
Paris’in, yoksulların yaşadığı bir arka
mahallesinde bir araya getiren neden hiç
de alışıldık değil. Madam Rosa, yetmişine
yaklaşmış eski bir fahişe. Ellili yaşlardan
sonra mesleğini bırakır ve bu yoksul
mahalledeki kira evinde kendisi gibi
fahişelik yapan, babaları çoğunlukla belli
olmayan çocuklar doğuran kadınlara
yardımcı olmak için bir bakımevi açar,
para karşılığında bu çocukların bakımını
üstlenir. Her milletten, her yaştan çocuk
kalır o evde. Bunlardan biri de Madam
Rosa’nın Arap olduğunu söylediği on
yaşındaki Momo’dur. Momo, Madam
Rosa’nın gözdesidir, ama ne kadar ısrar
etse de annesinin ve babasının kim
olduğunu öğrenemez ondan. Hatta,
“Madam Rosa’nın sadece ay sonunda
gelen bir havale için bana baktığını
önceleri bilmiyordum. Bunu öğrendiğim
zaman artık altı ya da yedi yaşımı
doldurmuştum, parayla bakıldığımı bilmek
beni iyice sarstı. Madam Rosa’nın beni
bedavaya sevdiğini, birbirimiz için bir
anlam taşıdığımızı sanıyordum. Bütün bir
gece ağladım; ilk büyük kederimdi bu,” der
Momo. Yine de çok bağlanır ona. Ancak
Madam Rosa hastadır ve ölümü yakındır.
Çocukla kadın arasındaki inanılmaz
dostluk çok etkilemişti beni. Çocuk onun
için neler yapmıyordu ki. Kiloları yüzünden
yerinden zor kalktığı için besliyor, daha
güzel görünsün diye yüzüne makyaj
İlknur ÖZDEMİR
Türkiye yayın dünyasının efsane yayın
yönetmeni. Can Yayınları, Yapı Kredi,
Turkuvaz Kitap‘ı (Merkez Kitap)
yönetti. Şimdi bayrağı Kırmızı Kedi
Yayınları’nda taşıyor. Titiz mi titiz bir
çevirmen. Paul Auster’ın kitaplarını ve
son olarak Virginia Woolf’un
“Kendine Ait Bir Oda”sını sırf o
çevirdiği için tekrar okuyabilirsiniz.
Onca Yoksulluk Varken
Emile Ajar
Çev: Vivet Kanetti
Agora Kitaplığı
20 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
60
yapıyor, altı kat merdiveni indirip
çıkartıyor; mutlu etmek için ona yalanlar
söylüyor; tabii bütün bunlar naif ve dünyayı
sadece yaşadığı mahallenin sınırlarının
içinde, oradaki insanların bakış açısından
tanıyan, fahişelerin, kadın satıcılarının,
işsiz-güçsüzlerin, Afrikalı göçmenlerin
arasında yaşayan, onların diliyle konuşan
on yaşındaki bir çocuğun ağzından
anlatılınca ortaya trajikomik bir şey
çıkmıştı. Fahişelerin yaptığı işi ‘kendini
savunmak’, ötenaziyi ‘kürtaj olmak’, eroini
şeker hastalığından kurtulmak için
kullanılan ‘bir ilaç’ diye bilen, yani nasıl
duyuyorsa ona inanan bir çocuktu
sonunda. Bulunduğu ortamı,
çevresindekilerin yaşamlarını doğal kabul
ediyor, büyüklerle arkadaşlık ediyordu.
Gerçekleri şöyle kabulleniyordu ve itiraz
etmek aklından geçmiyordu: “Uzun zaman
Arap olduğumu bilmedim, çünkü kimse
beni aşağılamıyordu.” Ya da: “Önceleri
annem olmadığını, hatta bir annem olması
gerektiğini bile bilmiyordum.” Hayaller
kurar, düşler görür, King Kong’u görebilir
isteyince, Frankenstein’ı bile, bir tek
annesini göremez, “çünkü bu konuda
yeterince imgeye sahip değilim,” der
tevekkülle. Madam Rosa ona aslında on
değil de on dört yaşında olduğunu da
söylemez, çünkü Momo’nun büyümesini,
kendinden kopmasını istemez. Ta ki bir
gün babası çıkıp gelene kadar. O zaman
gerçek yaşını öğrenir Momo ve bir günde
dört yaş birden büyüdüğüne inanır, ona
uygun düşünmeye, davranmaya başlar.
Bu kabulleniş sırasında kurduğu cümleler
inanılmaz güzel.
Farkına varmaktan vazgeçtiğimiz küçük
ayrıntıları, ya da üzerinde düşünmediğimiz
pek çok şeyi Momo’nun kendi naif bakış
açısıyla ortaya koyması, olaylara normal
insandan daha farklı bir açıdan bakması,
“Onca Yoksulluk Varken”in kendini bana
sevdiren bir başka yanı. “Doktor Katz
beyaz giysiler içinde içeri girip de saçımı
okşayınca kendimi daha iyi hissediyordum,
işte bu yüzden tıp diye bir şey vardır,”
diyor bir yerinde. Momo tıbbı, insanların
kendisini iyi hissetmesi için var olan bir
şey sanıyor, ona bu duyguyu veriyor
doktor. Bunu hangimiz düşünürüz ki.
Madam Rosa kanserden korktuğu için,
öleceğini bilmesine rağmen doktorun her
gelişinden sonra Momo’nun kadını,
“Merak etmeyin kanser değilsiniz, demek
ki korkacak bir şey yok,” diye avutmasına
ne demeli. Ne zaman Madam Rosa’dan
uzaklaşıp başka bir yerde hoş vakit
geçirse vicdan azabı duyar Momo,
böylesine garip bir bağ vardır aralarında.
“Mutluluk, özellikle yokluğuyla tanınan bir
merettir,” der Momo. Doğru. Küçük bir
filozoftur, “İnsanlar, serseri olacak yaşa
varmamış bir çocuk gördükleri zaman
kendilerini hep güven altında hissederler,”
deyince hak veririz ona. Bıçkındır,
batakhane denecek bir ortamda
yaşamaktadır, oranın kurallarını
benimsemiştir, ama çok saf, çok iyi
yüreklidir.
“Onca Yoksulluk Varken”, unutulmaz
bir roman kahramanı olan küçük
Momo’nun, kendisine sahip çıkan yaşlı
Madam Rosa’yla olan dostluğunu
anlatırken küçük hayat dersleri de
vermişti bana.
www.vatankitap.com.tr
Fotoğraf: ERCAN ARSLAN
“Farkına varmaktan vazgeçtiğimiz
küçücük ayrıntılar ya da üzerine
düşünmediğimiz pek çok şey...”
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
62
Bir eski fotoğrafın
hüzün veren hikayesi
Tekrar tekrar baktım o fotoğrafa. Sonra birden buldum! Bu halin bir diğer adı John
Berger’in “O Ana Adanmış“ isimli kitabıydı... Ya da onu yeniden bir yorumlayış.
er okurun okur olduğu bir an vardır. Kendi
okurluğumu ‘hatırlamak’ olarak yaşadığımı
itiraf etmeliyim. Kitabı okumuşumdur,
etkilenmişimdir. Kapağını kapatır, yaşama
devam ederim. Sonra aynı yaşamın
içerisinde bir ‘an’ bana çarpar. İşte o
çarpan an çok kıymetlidir. Orada okumuş
olduğum kitabın gerçek okuru olmaya hak
kazanmışımdır. Benim açımdan okumak,
gerçekten de yaşamaktır zaman zaman.
Alın size bir örnek. John Berger’in “O
Ana Adanmış“ı. O kitap benim gözümde
bir ilk kitap değil ama onun sayesinde
geçmişi okumayı yeniden öğrendiğim için
de herşeyin ilklerinden sayılabilir.
Biraz anlatmaya çalışayım. Elimde bir
fotoğraf var. Onun için yazdığım bir yazı
da. Yakınlarda yazdım onu. Size hiç olur
mu bilmiyorum. O fotoğrafa bakma anımla
o fotoğrafla ilgili yazıyı yazma anım
arasında yaklaşık otuz yılın geçtiğini ama
her nasıl olduysa, yazıyı bitirdikten sonra
oluyor bu, ‘hep aynı fotoğrafa’ bakmış
olduğumu fark ettim. Oysa yaşamın
değişkenliğini düşündüğünüzde bu pek de
mümkün değildi. Her şey değişirdi.
Yaşamlar, binalar, duygular, hücreler...
Ne tuhaf ki aradaki otuz yıl duygularımda
hiçbir şeyi değiştirmemişti. Üstelik bu
‘eski sevgili’ fotoğrafı falan da değildi. Hepi
topu dört liseli kız çocuğunun kendi
halindeki bir fotoğrafıydı. Bir ikindi vakti
Moda sahilinde çekilmişti ve sonrasında
bir çekmecede unutulmuştu.Birazını
paylaşayım sizinle:
O fotoğraf. Söylememe gerek var mı
bilmiyorum, eski. Eski olanın bütün
masrafı, külfeti ve sırrı birikmiş üzerinde.
Dört kız çocuğu, genç kız, güneşin
kendini bir ilkyaz ikindisine bıraktığı anda
kameraya gülümsemişiz. Sanki hiç
yaşlanmayacakmışız gibi nazlı bir eda var
üzerimizde. Fena değil, neşeliyiz. Besbelli
rüyaların tekil görülmediği zamanlardan
bir zamandayız. Ayrı ayrı görülse de o
rüyalar; kahramanları, ana fikirleri, olay
örgüleri farklı olsa da, ölüme, bitişe değil,
yaşamaya ve sonsuzu masumca
anlamaya örülmüş sanki. Ortaklığı burada!
Kimseyle cebelleşmeye gerek
duymaksızın, sadece yeryüzünü anlamaya
niyetlenmiş rüyalar oldukları için. Bizleri
varlığın sınırsızlığına taşıyacak rüyalar
gördüğümüz günler o günler kısacası.
Hayal edilebilecek her şeyi hayal etmek,
bu sayede ruhlarımızı aşıp kendiliğinden
başka yerlere gittiğimiz zamanlar.
Ama bu fotoğraf biraz flu olduğu için
mi bu kadar hüzünlü? Gülüşlerimiz bu
yüzden mi yarım kalmış?
Fotoğraf ‘ikindi’ demiş. En azından
yüzümüzdeki ışık böyle bir halde.
Moda’dayız. Arkadaki ağaçlar yeni çiçeğe
yatmış. Bahar geldi gelecek. A.’nın
üzerinde bir deri ceket var, saçından bir
teli kulak arkası etmiş. Uzun yıllar birçok
şeyi kulak arkası etti, ne kadar da iyi etti.
Benim elimde balıksırtı ceketim,
omzumda komik bir çanta. N.’nin üzerinde
bildik gri hırkası, F.’nin gülüşü yine
gamzelerini ortaya çıkarmış, güzel.
Fotoğrafı Y. çekti. ‘Buraya bakın bakayım’
cümlesi, cümleye sinmiş cıvıltı hâlâ
kulaklarımda.
Çok değil bir yıl sonra çocukluğun
esrarının saklı olduğu bir lise duvarından
atlayıp bir bilinmeze bırakacağız kendimizi.
Çok değil, pek kısa bir süre sonra
aynalara bakıp ‘bu ben miyim’ diyeceğiz.
Üstelik bunu büyük bir karamsarlıkla ya da
olmak-olamamak hesabına dayalı bir açık
uçlu bilinmezin mağlubu olarak da
yapmayacağız. Henüz yaşlılık denklemi
üzerimize paldır küldür inmemiş. Bilinmez
kentlerin bilinmez sokaklarında kendimizin
binbir suretteki izini sürmemişiz daha.
‘Hayallerin peşinden koş ve istediğini
gerçekleştir’ gibisinden rengârenk reklam
sloganlarını andıran nahoş ufuklara
takmamışız kafayı. Daha çok var onlara
çok . Bankada birikecek makul bir ana
paraya, o paraya hiç dokunmaksızın
faiziyle bir dünya seyahatine çıkmaya,
ne bileyim, sonrasında bu seyahat
Müge İPLİKÇİ
“Edebiyat ışıltılı, gerçeküstü bir
serüvendir. Hayatın içerisinde
bulamadığım bir sürü mucizeyi orada
buldum ve bu bakış açısıyla hayatın
kendisinin de bir mucize olabileceğine
inandım. Hayatla kendi benliğim
arasında bir köprüydü edebiyat ve
müthişti” diyen, ilmik ilmik dokunan
metinlerin, kitapların yazarı...
Kadınların ve onların dertlerinin ulağı,
alzheimer’ın sildiği anıları yakalamaya
çalışan bir hafıza işçisi. “Kafdağı”nın
ardındakine, “Transit Yolcular”la eşlik
eden bir gezgin. “Uçan Salı” ve “Bir
Deniz Yolculuğu” isimli kitapların
çocuk kalbi.
O Ana Adanmış
John Berger
Çev: Müge Gürsoy Sökmen ve
Yurdanur Salman
Metis Yayınları
14.5 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
64
yüzünden mi, bu seyahat sayesinde mi,
dünyanın çok küçük olduğunu anlamaya,
bunu anlamanınsa artık hiçbir şeyi
değiştiremeyeceğini keşfetmeye, daha çok
var.
O halde nedir bu hüzün?
O fotoğrafla hemen sonraki zaman
arasında bir şeylerin değişeceğini ortak
rüyalarımızda görmüş olmamız mı? Artık
o bizin ‘o biz’ olmayacağını sezmiş
olmamız mı? Artık ortak düşler
görmeyeceğimizi mi? O rüyalardaki her
şey aynı olsa bile bir şeylerin bizlere yeni
bir senaryo yazdığını anlamış olmamız mı?
Adına olgunluk, rüyasızlık denilen o
kum fırtınasına girmemize ramak kaldığını
hissetmiş olabilir miyiz bu fotoğrafta?’’
O fotoğrafı farklı bir çekmece algısıyla
otuz yıl üzerine buldum. Hüznü de.
Gerçekten de otuz yıl boyunca bu
fotoğraftaki hislerimde değişmeyen ne
olabilirdi? Hemen hepimiz başka başka
yerlere savrulmuştuk, izlerimizi kaybetmiş,
belki de özellikle kaybettirmiştik. Tahmin
edebileceğiniz öyküler işte. O fotoğrafta
gördüğümü düşünüp taşınırken zihnimde
başka başka sözcüklerin oynaşmaya
başladığını fark ettim. İlki Melih Cevdet
Anday’ın Fotoğraf adlı şiiriydi. Bu fotoğrafı
çektirdiğimiz sırada rastladığım ve
duyduğum hüznün evsahibi olan o şiir.
Bilirsiniz o şiiri ama yine de yazayım:
“Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay’ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman Efendi’yi tanımamış.
Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.“
O fotoğrafa orta yaşlarındaki bir
insanın haliyle bakmıştım. Şiir bana yol
göstermiş olmalıydı ama yine de bir şeyler
daha vardı sanki. Fikret Kızılok’un ‘insanın
kendine geç kalışları’ndan bahsettiği bir
şarkısı vardır ya öyle bir şeyler... Ben de
kendime erken ve onu anlamaya ise geç
kalmıştım galiba. Tekrar tekrar baktım o
fotoğrafa. Sonra birden buldum! Bu halin
bir diğer adı John Berger’in ‘O Ana
Adanmış’ adlı kitabıydı. Berger’in kitabını
fotoğraftan da, Melih Cevdet’in şiirinden
de bağımsız okumuş, hayran kalmış,
notlarımı almıştım. Kitaptaki yazılarında
fotoğraf ve fotoğrafın çekildiği anla
bütünleşenleri bize anlatmıştı Berger.
Fotoğrafa baktığımızda o anı mı, şimdiki
zamanı mı hatırlıyorduk? Ya da hangi
zamanın içindeydik aslında? Zaman
sadece bir hatırlayış olabilir miydi? Ya da
onu yeniden bir yorumlayış?
“Hayat, dümdüz bir tarlanın bir
ucundan bir ucuna yapılan bir yürüyüş
değildir“ demişti Berger.
Sanırım Berger’ın kitabının okuru
olmayı da böylece başardım...Dahası
birçok kitabın (ve anının) da .
Bugüne kadar bizleri nice kitapla
buluşturan Vatankitap’a, Buket Aşçı ve
değerli ekibine teşekkürler...
www.vatankitap.com.tr
Fotoğraf: ERCAN ARSLAN
“Adına olgunluk, rüyasızlık denilen o
kum fırtınasına girmemize ramak
kaldığını hissetmiş olabilir miyiz?“
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
66
Kahramanlara
selam olsun!
Jules Verne’nin “Michel Strogoff”u Fatih’in
fedaisi Kara Murat ile Jedi Şövalyesi
Obi-Wan Kenobi’nin karışımıydı ve yıllar
sonra bile hatırlayacağım kadar süperdi!
evat Çapan’ın “Doğal Tarih” adlı bir şiiri
vardır. “Michel Strogoff’un gözüne mil
çekildiğinde ben sekiz yaşındaydım” diye
başlayan.O şiiri severim çünkü Michel
Strogoff’un gözüne mil çekildiğinde ben de
sekiz yaşındaydım. Babamın elinden
tutmuş, Eskişehir’deki “Bizim Kitabevi”ne
gidiyordum. Daha önce Jules Verne’in
eserinin Milliyet Çocuk’ta çıkan çizgi
romanını okumuş, bayılmıştım. Ama
kitapçıda gördüğüm kitabın kapağındaki atlı,
çizgi romandakine benzemiyordu pek. Farklı
bir çizimdi. Neyse ki o da beni Sibirya
steplerinde, Volga Irmağında müthiş
maceralara çağırıyordu! Çarın mesajını
onunla beraber taşıyacak, Tatar
isyancılardan onun yanında kaçacak,
gözlerine mil çekilirken annesini
gördüğünde, onunla beraber gözyaşı
dökecektim.Eve döner dönmez başladım
okumaya. Uzun zaman elimden
bırakamadım. Süper bir aksiyon
kahramanıydı Michel Strogoff! Fatih’in
fedaisi Kara Murat ile Jedi Şövalyesi ObiWan Kenobi’nin karışımı gibi bir şeydi.
Görev bilinci, vatan aşkı, merhamet,
cesaret gibi değerlerin ete kemiğe
bürünmüş haliydi resmen. Aynı zamanda
bir yol hikâyesiydi ve okuduğum çocuk kitabı
Tuna KİREMİTÇİ
Onunla ilk röportajı Buket Aşçı yapmıştır.
Öyle ki, “Git Kendini Çok Sevdirmeden” henüz
çok satan bir roman bile değildi. “Bu İşte Bir
Yalnızlık Var”, “Selanik’te Sonbahar”,”Gönül
Meselesi”nin yazarı Kiremitçi aynı zamanda
“Kumdan Kaleler” müzik grubunun
solisti ve gitaristidir.
gibi olmayan ilk kitaptı. Aslında sıradan bir
avantür olabilecekken Jules Verne’in dehası
sayesinde klasik mertebesine yükselmişti.
Ama o zaman bunları bu şekilde ifade
edemezdim. Çünkü sekiz yaşındaydım. Ben
sekiz yaşındayken, dünya 1981 yılını
yaşıyordu. Türkiye bir kırılma noktasındaydı.
Tam 32 yıl sonra, o yıl yaşananların gerçek
anlamını biraz olsun kavradığımız, hakkında
sakin kafayla düşünebildiğimiz bugünlerde
bile, Jules Verne’in kitabın girişine astığı o
cümle aydınlatıyor hâlâ karanlığı: “Bak,
bütün gözlerinle bak.”
Başta Strogoff olmak üzere, bana hem
akıl hem de gönül gözüyle bakmayı öğreten
bütün kahramanlara, selam olsun!
www.vatankitap.com.tr
Mişel Strogof
Jules Verne
Çev: Nihal Özyıldırım
İthaki Yayınları
1 0 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
68
Büyüyü bozmamak
için tekrar okumam
Bakire ve Çingene
David Herbert Lawrence
Çev: Püren Özgören
Turkuvaz Kitap
Bir gün, güneşin kanepeye yumuşaklıkla vurduğu bir sabah
bir kitap çektim kütüphaneden; ” Çingene ve Bakire”.
nutamadığım okumalarımdan biri, on
dokuz yaşıma ait. Annemin ölümünün
üstünden bir yıl geçmiş. Annem, kardeşim
ve benim oluşturduğumuz üç kişilik hayat
üstümüze çökmüş ve kardeşimle hayatı
yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyoruz.
Hayatımızın en güzel günleri değil kısaca.
Bütün zor zamanlarımın hem kurtarıcısı
hem de yükü olan uyku üstümde kol
geziyor. Başımı kaldıramıyorum, evden
çıkamıyorum, çıktığımdamda paniğe kapılıp
ağlayarak eve dönüyorum. Sonunda teşhis
konuluyor: Depresyon. Bu bir de ilaçlarla
uyutulmak demek. Uykuya hapsedilmiş bir
zaman dilimi kısacası. Sonra bir gün,
güneşin kanepeye yumuşaklıkla vurduğu
bir sabah saatinde elim gitti bir kitap
çektim kütüphaneden,” Çingene ve
Bakire”, D.H. Lawrence. Kanepeye
uzandım ve okumaya başladım, okudum ve
bitirdim. Genç kızın tutkuyla birlikte olduğu
adamın adını bilmemesini, bunu bilmediğini
farketmemesini düşündüm. Yabancılığın
ağırlığını ve hafifliğini...
Sırma KÖKSAL
Türkiye yayın dünyasının değerli yayın
yönetmenlerinden. Everest Yayınları’ndan Can
Yayınları’na transfer oldu. Sanatçı bir ailenin
tüm özelliklerini taşır. Edebiyat sevgisi
derindir. Bir yazarın kitabını çok sevmişse, o
kitap yayın yönetmenliğini yaptığı
yayınevinden çıkamasa da hakkında yazar.
Annesi öykücü Ayhan Bozfırat, babası ressam
ve hukukçu Mehmet Köksal’dır.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
70
Karantina günlerimde
Kral hastalık suçiçeği sayesinde Ray Bradbury’yi
yakından tanıdım,fantastik edebiyatın büyülü dünyasında
nice gezintiye çıktım.
Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI
“Sisli gecelerde kırmızı-beyaz
yanıp sönen ışıklarına geceyi
yırtan bir sisin eşlik ettiği
deniz feneri...“
uçiçeği geçirdiniz mi? “Hatırlamıyorum”
diyorsanız geçirmemişsiniz demektir. Çünkü
suçiçeği öyle kolay kolay unutulacak bir
hastalık değildir. Benim gibi otuzlu yaşlarda
suçiçeği olduysanız bu hastalık daha da
unutulmazdır! Bulaşıcı hastalıkların kralıdır
bence suçiçeği. Çünkü sadece kaşındığınız
için iki hafta raporlusunuzdur! Kütüphaneyi
karıştırmaya başladım. “Fahrenheit 451”ini
okuduktan sonra hayran kaldığım ve bir
Amerika gezisi sonrası kütüphane raflarıma
dizip öylece bıraktığım Ray Bradbury’nin
öykü kitaplarından birine gitti elim;
“Bradbury - Classic Stories 1”. Sayfaları
çevirip ilk öyküyü okumaya başladım: “Fog
Horn - Sis Düdüğü”. Sekiz sayfalık, kısacık
gibi “görünen”, çok “büyük” bir öyküydü bu.
Bir deniz feneri vardır bu hikâyede. Sisli
gecelerde kırmızı-beyaz yanıp sönen
ışıklarına geceyi yırtan sis düdüğünün eşlik
ettiği. Her kasım ayında, yılın en sisli
günlerinde bir ziyaretçisi olur deniz
fenerinin. Okyanusun kilometrelerce
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
71
aşk
derinliklerinden, bir ada gibi büyük
cüssesi ve metrelerce uzunluktaki
boynuyla denizden süzülerek çıkan,
milyon yaşında bir dinazor. Tüm
dostlarını yitirmiş, tek başına, kötülüklerden
uzakta denizin derinlerinin derinlerinde
yaşayan. Sis düdükleri onu çağırır. Karşılıklı
konuşurlar; düdük çalar, yaratık cevap
verir. Düdük çalar, yaratık cevap verir.
Umutsuzca ve umutla ve elbette büyük bir
özlem ve aşkla.
Hikâyenin ardından kitabı kapattım; takip
eden öyküye geçmem uzun zaman aldı.
Ateşim çıktığını, halüsinasyon gördüğümü,
aslında böyle bir öykü okumuş
olamayacağımı düşündüm önce. “Acaba
her şeyi yanlış mı anladım” dedim sonra.
Bir kez daha okudum; gözümde her anı
canlandırarak. Deniz feneri oradaydı işte!
Dinozor da! Fanusunda yaşayıp türdeşlerini
arayan, yitirdiklerine ağlayan ne çok
kişiyizdir dünya üzerinde. Acılarımız ortaktır.
Yazarının da dediği gibi “Tıpkı sis
düdüğünün, onu duyan herkese
sonsuzluğun hüznünü ve hayatın kısalığını
hatırlatması gibi.”“Sis Düdüğü”nün
ardından, diğer öykülerine geldi sıra
Bradbury’nin. Her birinin ardından derin bir
iç çekip, okuduklarımı tekrar tekrar
canlandırdım gözümde.
“Benim babam Edgar Allen Poe” der
Bradbury her fırsatta. Sonra da ekler;
“Yıllar geçtikçe başka babalarım da oldu: L.
Frank Baum, H. G. Wells, Jules Verne.
Annelerim de öyle: Emily Dickinson, Willa
Cather ve Eudora Welty. Ve bir de
ebelerim: Shakespeare ve İncil.”
Biz de onun ve daha pek çok yazarın
çocuklarıyız aslında. Bradbury sayesinde
ben de H. G. Wells, Neil Gaiman, Kurt
Vonnegut, Frank Herbert, Margaret
Atwood ve daha niceleriyle tanıştım.
Ray Bradbury’yi dev bir ağaç gibi hayal
ediyorum şimdi; kökleri toprağın en derinine
inen. Her bir dalı farklı bir yazara uzanıyor;
her bir yaprağı bir başka okuru; bir başka
çocuğu. Kral hastalık suçiçeği sayesinde
Ray Bradbury’yi yakından tanıdım, fantastik
edebiyatın büyülü dünyasında nice gezintiye
çıktım. Aradan geçen yıllardan sonra,
bugün bile yeni bir fantastik romana
başlarken, Ray Bradbury’nin “Sis
Düdüğü”nü okurum önce. Yitip gidenleri,
belki de hiç kavuşulamayacak olanları tekrar
hatırlayarak. İçimde bir kasım akşamı hüznü
ama kitabı elime aldığımda keşfedeceğim
güzelliklerin umuduyla.
www.vatankitap.com.tr
Özlem AKALAN
Türk basınının efsane editörlerinden.
Sabah’ta, Aktüel’de, Vatan’da,
Akşam’da ve daha pek çok gazetede,
farklı alanlarda çalıştı. Ama en yoğun
tempoda bile fantastik romanlarını
ihmal etmedi. O yüzden de son olarak
VatanKitap’a demir attı.
Fahrenheit 451
George Orwell
Çev: Korkut ve Zerrin Kayalıoğlu
İthaki Yayınları
1 3 TL
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
72
Yaşamak için okumayı
öğreten kitap
Madame Bo vary
Gustave Flaubert
Çev: Samih Tiryakioğlu
İletişim Yayınları
23.5 TL
Aşk sarhoşluğuyla, sevgilisini görmek için herkes uyurken evden çıkıp taşlı-topraklı yolları
çamura bata çıka arşınlayan Emma Bovary ile okur olmanın zevkine ilk kez varıyordum.
alın bir kitapmış dediğimi hatırlıyorum elime
ilk aldığımda... Ortaokul yıllarıydı ve o yaz
babamın kütüphanesinde dizili duran
klasiklere el atmaya heves etmiştim.
Babamın sık sık edebiyat göndermeleri
yaptığı sohbetleri sayesinde ismini gayet iyi
biliyordum: “Madam Bovary”. Ama doğrusu
konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Adana’nın insanda hareket etme isteğini
sıfıra indiren boğucu yaz sıcağında, yapacak
daha iyi bir şey de olmadığından, bir öğle
sonrası romanı elime alıp baygın baygın
yatağa uzandığımda, sonraki 36 saat
boyunca Emma Bovary adlı bir kadının
hayatına ortak olacağımı, onun duygularını,
düşüncelerini, hırslarını, arzularını,
hayalkırıklıklarını, mutsuzluklarını,
tatminsizliklerini, ruhunun iniş ve çıkışlarını
tüm gerçekliğiyle, onunla birlikte
yaşayacağımı bilmiyordum. Romanın konusu
basitti, manastırda iyi bir eğitim alan sonra
“dizginlenmek ona göre olmadığı için” oradan
Mine Akverdi DENKTAŞ
Gazeteci. “Örümcek Adam“ tutkunu.
Bir çocuk annesi. Küçücük bir bilgiyi
kesinleştirmek için bile internete en az
on adrese bakan ve sonra kaybolan bir
sanal gezgin. 19’uncu yüzyıl
romanlarının aşığı. Her daim Modalı.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
ayrılıp babasının çiftliğine dönen genç ve
güzel Emma, babasını tedaviye gelen köy
doktoru Charles Bovary’nin teklifini kabul
edip onunla evleniyor ama hayalkırıklığına
uğruyordu ve mutluluğu başka yerlerde,
başka erkeklerde aramaya girişiyordu. Ama
bu basit hikayeyi bir başyapıta dönüştüren
başka bir şey vardı: Gustave Flaubert’in
olağanüstü anlatımıyla resmen hayat verdiği
tutkulu kahramanı Emma.
Emma’nın büyük hayalleri, büyük beklentileri
vardı. Manastırdayken gizli gizli okuduğu
romanlar “aşklar, sevgililer, ıssız köşklerde
çile dolduran hanımlar, her konaklamada
öldürülen seyisler, her sayfada gebertilen
atlar, karanlık ormanlar, coşkun yürekler,
yeminler, hıçkırıklar, gözyaşları, öpüşler, ay
ışığında sandallar, koruluklarda bülbüller,
aslanlar kadar yiğit, kuzular kadar yumuşak
başlı, görülmedik derecede erdemli, hep
güzel giyimli, mezar başlarında gözyaşı
döken beyefendiler” üstüneydi. Ve o bu
tutkulu aşkları, karizmatik aşıkları, şaşaalı ve
heyecan dolu hayatları, coşkuyu, sarhoşluğu
istiyordu. Oysa hayalleriyle gerçek hayatı
arasında büyük bir uçurum vardı, zira bir
umutla evlendiği kocası son derece ruhsuz,
heyecansız, sıkıcı bir adamdı ve bu haliyle
Emma’yı büyük bir hayalkırıklığına
sürüklemişti. “Charles’ın konuşması bir
sokak kaldırımı gibi dümdüzdü, bayağı kılıklar
içinde, bir heyecan, bir kahkaha, bir düş
uyandırmadan geçip giden, orta malı
düşüncelerle doluydu. (... ) Oysa bir erkeğin
her şeyi bilmesi, birçok alanlarda üstün
derecelere yükselmesi, insanı tutkunun
güçlerine, yaşamın inceliklerine alıştırması
gerekmez miydi? Ama nerde, hiçbir şey
öğretmiyordu bu adam, hiçbir şey bilmiyor,
hiçbir şey arzulamıyordu.”
Emma sıkıcı evliliğinin yanında taşra
hayatının sıradanlığı içinde de boğulacak gibi
hissediyordu: “Onun için hayat, penceresi
kuzeye bakan bir tavan arası kadar soğuktu
ve can sıkıntısı tıpkı bir örümcek gibi, gölgeli
ağını kalbinin her kuytusuna sessizce
örüyordu.”
Flaubert’in müthiş benzetmeleri, şiirsel dili,
detaylı ve çarpıcı tasvirleriyle karakterler,
sahneler, her şey neredeyse bir film gibi
gözümün önünde canlanırken ben de ağa
çoktan takılmıştım.
www.vatankitap.com.tr
73
Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI
“Bir Afgan kadının bakışındaki çaresizlik... Onun Küçük Hanım Emma gibi
hayal kuracak imkanı bile yok. Madame Bovary’nin aşk cesaretine bir de
buradan bakalım istedim. “
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
74
21 temmuz 1977 yılında Ankara’da
doğdu. İsmini aldığı dedesi Mehmet
Turgut’un mesleği olan fotoğrafçılık
kaderini belirledi. Uzun yıllardır teorik
fotoğrafçılık, baskı teknikleri, boyama, kara
kalem ve fotoğraf işleme üzerine
çalışmalar yaptı. İlerleyen zamanlarda
kendisini kurgusal fotoğraflar üretmeye
adadı. Photographic Society of America
PSA ve Austria Super Circuit başta olmak
üzere yurtiçi ve yurtdışında sayısız ödül
kazandı. Son dönem çalışmaları arasında;
Fransız şarkıcı Patricia Kaas’in “best of”
albümü “19” kapak fotoğrafları, Hollandalı
müzisyen Anneke Van Giersbergen’ın
konser albümü “Live In Europe” ve Ozzy
Osbourne’un single çalışması “Let It Die”
için kullanılan fotoğrafları dikkat
çekenlerden sadece birkaçı. 2009’da Türk
Sanat Kurumu tarafından yılın fotoğraf
sanatçısı seçilen Turgut, aynı zamanda,
Mart 2010’da yayımlanmaya başlanan 46
dergisinin sahibi ve yaratıcı yönetmeni.
Mustafa Seven
Mehmet Turgut
Yazarlar yazdı,
1974 yılında Sivas’da doğan Mustafa
Seven, 1995 yılında Sabah Gazetesi Dergi
Grubu’nda başladığı foto muhabirliğini
sırasıyla Hürriyet Dergi Grubu, Gazete
Pazar, Milliyet ve son olarak da fotograf
editörü olarak Akşam Gazetesi’nde
sürdürdü. Fotomuhabirliği yıllarından sonra
2006 yılında Güzel İşler Fotoğrafhanesini
kuran Seven çalışmalarını reklam alanında
ve özel projeler ile GİF çatısı altında
yürütüyor.
Mustafa Seven uzun yıllar fotoğrafın birçok
alanında üretim yapmış ve bunları farklı
mecralarda bizlere sunmuş bir fotografçı.
Mustafa Seven için fotoğraf karelerindeki
insanlar yerler, kurdukları ilişkiler onun
kendi için yarattığı yaşam alanının en
önemli parçaları. Asıl hayatın sokaklarda
olduğunu, fotograflarında gördüğümüz
kişilerle sohbet etmekten ve onların
fotoğraflarını çekmekten mutlu olduğunu
söyleyen Seven, aslında hayatın bir
yolculuktan ibaret olduğunu belirtiyor.
VatanKitap’ın 10’uncu yıl özel
sayısı için yazarlar “unutamadıkları
okumaları” yazdı, fotoğraf
sanatçısı dostlarımız da bizi
kırmayıp o metinleri okuduklarında
zihinlerinde uyanan imgeyi
fotoğrafladı.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
75
Çağrı Kılıççı
1967 Ankara doğumlu. 28 sene basında
foto muhabirliği yaptıktan sonra 2 yıldır
serbest fotoğrafçılık yapıyor. Güneş,
Milliyet gazetelerinde Nokta, Tempo ve
Fortune dergilerinde çalıştı. 1992 yılında
Cizre’deki olaylarda çektiği fotoğraflarla ve
sonraki yıllarda açlık grevlerinin bitişi ile
ilgili çektiği fotoğrafla İzzet Kezer Basın
Fotoğrafı Ödülünü aldı. Halen serbest
fotoğrafçı olarak çalışıyor.
1985 Temmuz’unda Diyarbakır’da Liceli bir
baba, Limasollu bir annenin ortanca kızı
olarak dünya ile tanışma görevini kabul etti.
İstanbul’da okuduğu üniversiteden ayrılarak
İngiltere’ye yerleşti. London College of
Communication’da reklamcılık ve sanat
yönetimi, London Academy of
Art&Media&TV’de ise fotoğrafçılık eğitimi
aldı. Londra’nın yanı sıra Türkiye’de
Mardin, Diyarbakır ve İstanbul başta olmak
üzere birçok şehirde sergi açtı. İstanbul
Modern Sanat Müzesi fotoğraf galerisinde
açılan “Yakın Menzil” isimli karma sergideki
eseri müze koleksiyonuna dâhil oldu.
Türkiye’ye geri döndüğünden beri doğulu
ilköğretim öncesi çocuklara, yine doğuda
ve batıda lise ve üniversite öğrencilerine
sanat ve bilinçaltının paralelliğinin
farkındalığını sağlayarak değerli hayatlar
kurmaları için algı eğitimleri vermektedir.
Ercan Aslan
Dilan Bozyel
onlar fotoğrafladı
1970 doğumlu Ercan Arslan, 1997 yılında
MSGSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf
Bölümünden mezun oldu.
1995 yılından beri Milliyet Gazetesi’nde
“foto muhabiri” olarak görev yapan Arslan,
MSGSÜ Fotoğraf Bölümü ve YTÜ Fotoğraf
ve Video Bölümünde “Basın Fotoğrafı”
dersi vermektedir.
2008 yılında 15. Adana Altın Koza Film
Festivali ve 2009 Adalar 6. Kısa Film
Festivali‘nde “Türk Sinemasından
Portreler”, 2009 yılında İstanbul CRR
Salonunda 5.Dünya Su Forumu
çerçevesinde “Su İle Gelen Kültür” sergisini
açtı, 2007 yılında İtalya’da ”Öteki İstanbul”
2012 Tarihinde Ara Güler ve İzzet Keribar
ile “Kadına Dair” sergisine katıldı. Arslan,
World Travel Channel da “Şimdi Fotoğraf
Zamanı” adlı 21 bölümlük bir televizyon
programı hazırlayıp sundu.
Ercan Arslan, 2011 yılı TGC yılın fotoğrafı
ödülünün, yanı sıra fotoğraf alanında çok
sayıda ödülün de sahibi.
EYLÜL 2013
VATAN KİTAP
76
Pervaneler, gömlekler
anlaşılmamış kadınlar
“Muhteşem Gatsby”yi ilk kez şimdi okusam, hiç savunmaya
geçmeden “Ben bu kadını seviyorum” der, kestirir atarım.
az geceleri boyunca
komşumun evinden çalgı
sesleri dinmek bilmedi.
Çimenliklerde erkekler,
kızlar; fısıltılar, şampanya
kadehleri ve yıldızlar
arasında pervaneler gibi
uçuştular.” Can Yücel’in
dokunuşuyla otantik ruhuna
neredeyse yaklaşan bu
cümleyle yıllar içerisinde
farklı yerlerde karşılaştım.
İçinden kopartıldığı romanı
anlatan bir dolu yazıda bu
cümle, oraya buraya
serpiştirilmiş haliyle beni
defalarca ergenlik yıllarıma
götürdü.
İngilizce okuduğum
zamanlar içim o cümledeki
“pervaneler” gibi pır pır etti.
Türkçesini okuduğumda
kendi kendime orijinalini
tekrarladım. Hem de tane
tane. Hızlı konuşan, hızlı
düşünen bir insan için
büyük bir şey bu.
Okuduğum kitaplardan çok
az cümleyi hatırlarım.
Hatırladıklarımın hemen
hepsi de beni lise yıllarıma,
okuduğum her sözcükten
hayatın nasıl bir şey
olduğuyla ilgili bir şeyler
yakaladığımı sandığım
ergenliğime götürür.
Ama hiçbir cümle Nick
Carraway’in uzaktan
hayranlıkla izlediği, adım
adım hayatının parçası
olduğu komşusunun
evindeki partileri anlattığı bu
cümle kadar derinden
etkilemedi beni. “Muhteşem
Gatsby”nin muhteşem
partileri o kadar doğru bir
yerden vurmuştu ki ergen
kalbimi. Bir de, “ne güzel
gömlekler!” diyerek
kendinden geçen Daisy
Buchanan.
www.vatankitap.com.tr
Emrah GÜLER
Sosyal medya ve popüler kültür
uzmanı. Dünya “Lost, Lost” diye
inlerken dizinin şifrelerini bir bir
çözüp sonra da kitaplaştıran
keyifli insan. Fantastik romanı
yakında çıkacak olan genç
yetenek...
Muhteşem Gatsby
F. Püren Özgören
Çev: Roza Hakmen
Everest Yayınları
12.5 TL

Benzer belgeler