yolculk 8 - Devrimci Gençlik

Transkript

yolculk 8 - Devrimci Gençlik
6 Kasım YÖK Süreci
Devrimci Gençlik
B
ir 6 Kasım sürecini daha geride bıraktık. Bildiğimiz üzere YÖK protestoları gençlik hareketinin en önemli gündemlerinden biridir. 12
Eylül darbesinden sonra, 6 Kasım 1981 yılında
kurulan YÖK, her yıl üniversite gençliği tarafından protesto edilir. Üniversitelerin MGK’sı gibi
işleyen YÖK, üniversitede bilimsel düşüncenin
gelişiminin önünde duran engellerin en büyüğüdür.
80 öncesi devrimci mücadeleyi yükselten üniversiteli gençlik üzerinde baskı kurma amacıyla kurulmuştur. Tüm üniversitelerin yetkilerini
tek elde toplayarak üniversitenin kendi içindeki özerkliğini bütünüyle yok etmiştir. Yine 12
Eylül’ün sebep olduğu 1402’likler diye anılan bilim insanlarının kıyımına YÖK’le birlikte devam
edilmiştir. 12 Eylül’ün postalı YÖK aracılığıyla
üniversiteye taşınmıştır.
Medya, polis ve idare işbirliğiyle gençliğin
haklı talepleri bastırılmaya çalışılmış, faşistler
devrimci gençliğin/üniversite gençliğinin üzerine salınmıştır. Yüksek harç ücretleri, gençliğin
tepkisini dile getirdiği ana gündemler arasında
yer almıştır. Haklı ve meşru olan; halk için parasız, demokratik, özerk, bilimsel üniversite talebi her daim yok sayılmış binlerce öğrenci bu
taleplerden ötürü soruşturmalara maruz kalmış,
üniversiteden uzaklaştırılmış, atılmış, işkence
görmüş, hapis yatmıştır. Sayısız genç bu uğurda
canlarını feda etmiştir. Bugün bile üniversitelerde belli oranda bir muhalefet varsa bu, bugüne
kadar bedel ödemekten çekinmeyen üniversite
gençliği sayesindedir.
90 sonrası YÖK’ün görevlerinin yanına üniversitelerde neoliberal dönüşümün sağlanması
eklenmiştir. Yüksek öğretimde eğitimin ticarileştirilmesi YÖK üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Bu nedenle YÖK üniversitelerin kaderini belirleyen kararların alındığı faşist bir kurumdur. 6
Kasım YÖK protestoları, emperyalizme ve işbirlikçisi faşizme karşı mücadelenin simgesi haline
gelmiştir.
YÖK 32 yıldır üniversitelerin üzerinde demokles kılıcını sallamaktadır. Üstelik bu yıl, Yeni
YÖK Kanun Taslağı’nın tartışmaya açıldığı da
düşünüldüğünde YÖK protestoları üniversite
gençliği nezdinde daha büyük bir öneme sahip
oldu. Üniversite alanını Bologna Süreci’ne uygun
hale getirmek ve üniversite ile sermayenin kaynaşmasını sağlamak için oluşturulan yeni yasa
taslağına geçit vermemek için üniversite gençliğinin tek yumruk olarak sesini haykırması büyük
önem taşımaktaydı. Bu nedenle gençliğin, faşizmin üniversite alanında amaçladığı neo-liberal
uygulamalara karşı aydınlatılması ve haklarına
sahip çıkması sağlanmalıydı. Ancak yine devrimci öğrenci yapıları arasında, içeriği ıskalayıp
biçime yönelen tartışmalar ve çizilen parçalı eylemlilik çizgisi, YÖK protestolarına üniversite
gençliğinin katılımını azalttı. Yürüyen biçimsel
tartışmalar asıl yapılması gerekenin (yerellerde
öğrenci kitlesiyle kurulması gereken bağın ve
YÖK teşhirinin) önüne geçti.
Açıkçası yapılan eyleme kitle katılımını, YÖK
protestosunun “devrimci demokrat öğrenciler”
mi yoksa “üniversite öğrencileri” adıyla mı organize edildiği çok da etkilememektedir. Eğer flama ve döviz kullanımı parçalı bir görüntü sergiler deniliyorsa bu da bir çeşit yanılsamadır. Emin
olalım ki, 6 Kasım protestosuna gelen öğrenciler
bu protestoda sistemle karşı karşıya geldiklerini
iyi bilmektedir. Protestoya katılanlar orada açılacak flama ve dövizden rahatsız olacak bir kitle
değildir. Parçalı görüntüye veya genel anlamda
gençlik hareketindeki dağınıklığa gelince bu sorun sadece bu yıl ki 6 Kasım’ın ya da gençliğin
sorunu değildir. Ülke tahlilinden gelişen gündemi değerlendirmeye kadar bir dizi olguyla ilintilidir. Ayrıca alanlarda çalışma yapan kadrolardaki küçük burjuva alışkanlıklar, birlikte ortak
isimle çalışma yapılsa dahi bütünlüklü görüntü
sergilemenin önündeki temel engeldir.
1
Politika / Gündem
En Büyük Sanat Yaşama Sanatıdır
Umut KARADENİZ
İ.Ü Hukuk Fakültesi
S
kullandıkları yoldan gidip gelirlermiş. Fil avcıları
da fillerin geçeceği yolu derince kazarlar üzerini
ince bir tabakayla örterler ve en önde yürüyen filin
o kazılan çukura düşmesini sağlarlarmış. Fil avcıları siyah elbiseler içerisinde, yüzleri kapalı olarak
gelir, çukurda çırpınan fili kırbaçla dövmeye başlarmış. Birkaç gün yiyecek vermezlermiş. Birkaç
gün sonra aynı avcılar, beyaz elbiseler içinde filin
sevdiği yiyeceklerle gelirler filin karnını doyururlar hortumunu, yüzünü, gözünü okşarlarmış. Avcılar, fili kendilerine alıştırdıktan sonra çukurun
önünü kazarak fili oradan çıkarırlar ve filin hortumundan tutarak kendi fil damlarına götürürler
ve ölünceye kadar fili işlerinde kullanırlarmış.”
Veya
“Kutuplarda ayı avcıları, ayı avlamak için buzlaşmış karların içine jilet
gibi keskin baltayı yerleştirir, keskin tarafın üzerine kan sürerlermiş. Ayı
gelip kanı yalarken kendi
dili de kesilirmiş ama kanın tadından dilinin acısını fark etmezmiş. Kendi
kanını yalamaya başlarmış. Damarlarındaki kan
tükenince olduğu yere
yığılıp kalırmış. Avcı da
gelip derisini yüzermiş.
Kurşunla vurursa ayının
postu delindiğinden fazla para etmediği için bu
yolu denermiş.”
Bu örnekler insanlaşmaya giden yol üzerine
kurulmuş olan engelleyici tuzaklardan, öz itibariyle pek farklı değildir.
Hiçbir canlıya şans olmayan düzeyde bedensel
ve ruhsal zenginliklerle donanmış olan insanın,
sonsuz sayıda basamağı tırmanma olasılığı, bir
avuç tekelin kar hırsı nedeniyle önlenmekte ve
bütün insanlık, adeta bir yok oluşa sürüklenmektedir. Her şeyin ardında “tekellerin hain emellerinin” olduğunu söylemek, kimi arkadaşlarıımıza
ermayenin, ilk birikim ve artı değerle, yani
Marks’ın deyimiyle doğrudan ve dolaylı hırsızlıkla oluşması ve düzenini daha çok verim
daha az ücret üzerine oturtması; hiçbir etik kuralı tanımamayı ve her şeyi meta olarak görüp
pazara sürmeyi beraberinde getirir. Marks, “insana ilişkin ne varsa kabulüm” der. Aynı Marks’ın,
kapitalizmi “insanlık öncesi son toplum biçimi”
olarak değerlendirdiği bilinir. Erdeme, duyguya,
kanaate, bilgi ve bilince bir fiyat biçen ve ticaret konusu yapan sistemin gelişmesinin sonuna
geldiği ve tüm hücrelerine kadar çürüdüğü bu
emperyalist dönemde; insandışılaşma da en üst
boyuta ulaşmıştır.
Kapitalizmin bu evresinde sürecin sömürüye
dayalı karakteri öz olarak değişmezken; artan çelişkilerin ve çürüme alametlerinin gizlenmesine
dönük çabalar yoğunlaştırılır. İnsan, emperyalist
kültürün aşındırıcı etkisine maruz bırakılarak;
düşünmeyen, soru sormayan, hak aramayan,
kendine güvensiz ve gelecek düşü kurmayan bir
insan tipinin oluşması
amaçlanır. Bu insandan
asıl olarak, plan yapma
yeteneği çalınır veya bu
niteliğin oluşmadan kötürümleşmesi sağlanır.
Yorumlayan, seçen ve uygulayan insan yerine,
adeta şartlı reflekslerle hareket eden insan tipinin
sistem tarafından tercih edildiği ve bu konuda
küçümsenemez mesafelerin alındığı bilinmektedir. İnsanların, hayvanları etkisiz kılıp, sonra da
doğal zeminlerinin dışına çıkararak kendi çıkarı
için kullanması sırasında başvurduğu yöntemlere benzer yöntemlerle, insanın sadece bedeni
değil, beyni de teslim alınmakta ve bütünüyle bir
kukla tiyatrosunun figüranına çevrilmektedir.
“Filler çok geniş vadilerde yaşasalar bile her gün
Politika / Gündem
2
1. Sayfanın Devamı
Bu nedenle herkesin kendi adıyla katıldığı, kendi düşüncesini ifade ettiği, küçük burjuva zaaflardan
arınmış bir çalışmada devrimciler, bütünlüklü görüntü sergileyip öğrenci kitlesini daha çok etkileyecektir. Ancak bunun için her devrimci yapının kendini sorgulaması ve devrimci yapıların birbirine
örgütlenecek kitleden daha yakın olduğunun farkına varması gerekmektedir.
6 Kasım gibi bir gündemde bile, birkaç tane protestonun ortaya çıkmasının arkasında, ben merkezci küçük burjuva bakış açısı yatmaktadır. Bu da bütün solun eksikliğidir. Birleşik , kitlesel bir 6 Kasım, sürecin ihtiyacıyken ve üniversite alanındaki ticarileşme hepimizin gündemiyken tüm devrimci
gençlik yapılarının birlikte kitlesel bir protestoyu tartışamaması büyük eksikliktir.
Gençlik çalışmalarında bir başka eksiklik ise, yapıların kendi gündemini gençliğin sorunlarının
önüne geçirmesidir. Eğitimin ticarileşmesi, gericileşmesi vb. gibi kendisini birebirde ilgilendiren gündemlere bile duyarsız kalan bir kitleyi tali gündemler üzerinden harekete geçirme şansı pek fazla
değildir. Bu nedenle kitleyi doğrudan ilgilendiren gündemler üzerinden çalışma yürütmek enerjimizi
verimli kullanmak için gereklidir.
Tüm bu nedenlerden ötürü bu yıl ki 6 Kasım’da istediğimizi gerçekleştirememiş olsak da gelecek 6
Kasım’ları kazanmak, halk için parasız, özerk, bilimsel, demokratik üniversite talebimizi gerçekleştirmek için eksikliklerimizden öğrenerek geleceğe yürümeye devam edeceğiz.
Yök, Polis, Medya
Bu Abluka Dağıtılacak!
Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek!
fabrikalardaki sendikal hareketin bitirilmesi amacıyla, sendika liderlerinin yanı sıra fabrika işçileri
de tehdit ediliyor.” (Evrensel Gazetesi)
Ben kimseye, sakın ha Cola içmeyin veya Mc
Donalds hamburgeri yemeyin demiyorum. Keşke mesele bu denli basit olsa. Etik açıdan bunların yapılmasının bir anlamı olacaktır. Ne var ki
fil örneğinde olduğu gibi uysallaştırmanın: ayı
örneğinde olduğu gibi tuzaklara, uyuşturucularla
veya zehirli şekerlerle öldürmenin önü bu denli
kolay alınmıyor.
İdeolojik hegemonya araçlarını dünya ölçeğinde bütünlüklü bir sektör haline getiren emperyalizm; gıda sektöründen eğlence sektörüne,
iletişim araçlarından eğitime kadar her şeyi biçimlendirirken; insanı da o mıknatısların çekebileceği nesne haline getirmektedir.
Kapitalizm denen bela, öylesine yok edicidir
ki, ona savunmasız biçimde maruz kalan insanların ruhundan, alevlenmeye yeltenen tüm yangınların söndürüldükten sonra ; geriye, kılını kıpırdatmayan bir ruh, yani ruhsuzluk kalır.
Kişi, kendini kapitalizmin suyuna bıraktığında, denizin yüzeyindeki tahta parçası gibi, dalgaların yönüne göre, sıfır direnme kuvvetiyle
sallanır. Onun tercihleri yoktur. Suyun tercihleri
vardır. O, suyun tercihlerine göre batacak, çıka-
uzak veya soğuk olarak gelebilir.
Tekellerin, dünyayı aralarında paylaşan ve hemen her şeye karar veren uluslar arası kapitalist
birlikler olduğunu hatırlatmak ve hepimizin bildiği, McDonald’s’ın veya Coca-Cola’nın marifetlerinden bir iki örnek vermek istiyorum. Hepimizin televizyondan öfkeyle ve bir çeşit iç kanamayla izlediği Filistin halkının tüm değerleri ile
beraber imhasını amaçlayan saldırılar sürerken,
basında bir haber çıktı. Haberde, McDonald’s’ın
Amerika’daki yüzlerce şubesinin bir günlük hasılatını İsrail’e, “Filistin terörüne karşı kullanılmak
üzere” bağışladığı yazılıyordu. Coca-Cola’ya gelince, haberden bir bölümünü, olduğu gibi aktarıyorum.
“Amerikalı Coca-Cola tekelini sendikalaşmaya
karşı ‘savunan’ kontralar, Kolombiyalı işçilere yönelik kanlı saldırılarına devam ediyor. Sinaltrainal
adlı gıda endüstrisi işçileri sendikasının yerel lideri
Adolfo de Cesus Munera, Coca-Cola aleyhine açtığı davanın Kolombiya Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edildiğini öğrenmesinden kısa süre
sonra öldürüldü.(…) Munera, şirkete bağlı çalışan
kontra grupların hedef aldığı ilk sendika lideri değil. Daha önce Kolombiya’daki Coca-Cola fabrikalarında çalışan yedi sendika lideri öldürülmüş, bir
çoğu işkenceye maruz kalmış veya kaçırılmıştı. Bu
3
Politika / Gündem
cak; bazen hareket edecek, bazen de yerinde sayacaktır. İnsanı kendi türüyle karşı karşıya getiren; kişiyi, başkasının ve dolayısıyla kendinin de
kurdu yapan, kendi insanlığını kemirir duruma
düşüren kapitalizm; gerçekte aydınlığa eğilimli
insanı, karanlığa bu denli razı edebiliyorken, elbette ki normal yöntemler kullanmaz.
“Kula kulluk” etmenin yapacağı olumsuz çağrışımı yumuşatmak için, türlü hileler ve renkler
kullanan ve kapitalizmi şirin gösterebilecek araçlar seçen, düzenin ideoloji bekçileri, “ar damarı
çatlamış” bir ölçüsüzlükle hizmet sunarlar. Böyle
bir hizmetin toplumda sebep olacağı aşınma oldukça boyutludur ve çeşitlidir. Bu aşınma, sistem
tarafından “uzman” ellerle gerçekleştirilirken;
kişi, bazen de kendi duruşuyla bunu hızlandırır.
Ne var ki, kişisel erozyonun etkisini arttırıcı özel
duruşlar da kaynağını kapitalizmden alır. Kapitalizm, insanlığın o kadar şeyini çalar ki, her
yaz sonunda, güneşe yeterli vakit ayıramamış
olmanın hüznüyle sonbahara girerken, gelecek
yaz böyle olmaması temennisiyle yetinilir. Bu,
kanaatkârlıktır; bu edilgenliktir; bu, kaderine
rıza göstermektir. İnsanların içindeki ateşleyici
dinamikleri sakatlayarak kendini güvenceye alan
kapitalizm ile baş edebilmenin yolu ise, toplumsal dönüşümü sağlayacak olan dinamikte gizlidir.
Gelecek dünyanın özneleri, imkânsızı isteyerek yola çıktıkları için; pek çok “hayır”a, “olmaz”a,
yokluğa başkaldırmış olurlar. Hedefe, “imkânsız”
diye tanımlanan olgular konularak yola çıkıldığında; bilime ters düşmeden, ama bilimsel öner-
Politika / Gündem
melerin esneyebilme olasılıkları hafife alınmadan
ilerlenmelidir. “Buzlanmada var olan bir görüngü
(fenomen) vardır. Su, sıfır derecede buza dönüşür
ve kimi zaman, soğuk sırasında havada öyle bir
hareketsizlik baş gösterir ki, su buz tutmayı unutur. Eksi beşe dek inebilir. Ve buz tutar.” (Marquerite Duras, Somut Yaşam, s:28)
İşte insanlığı özgürlüğe taşıyacak olan özneler,
çıktıkları yolda, suyun sıfır derecenin üstünde
veya altında donabilme olasılıklarını hesaba katan bir kapsayıcılıkla ilerlemelidir. Diğer bir ifadeyle, suyun sıfır derecede donmayı “unutma”
olasılığı, bir yanılgı sebebi değil, hareket kabiliyetini arttırıcı bir çap büyümesi olarak işlev görmelidir.
Bilinir ki beğeni, eğitilebilir bir niteliktir. Zevk
ve mutlanmada öyle… Mide açlığı yiyecekle giderilirken; ruhsal açlıkları doyurmak çok daha
zor oluyor. Hele ki, bu açlık kökleşerek bilinçaltına da yerleşmişse; çarpıklıklar ve uçlaşmalar
önlenemez hale geliyor.
Bedensel ve ruhsal gelişim, sağlıklı biçimde
tamamlanmamış, eksikler ve ıskalamalar yönlendirici bir hal almışsa; insanın yemeği mide fesadına uğrayıncaya kadar yemesi, içkiyi kendini
zehirlercesine içmesi, bir çeşit gürültü kirliliğini
başka kirlilikler eşliğinde müzik yerine koyması
anlaşılır bir sonuç olur.
İnsanın kötü bir kokudan, bayat bir yemekten,
pasaklı bir evden rahatsız olması gibi; tek yanlılıktan, sıradanlıktan, inceliksiz ürün ve fiillerden
rahatsız olması da mümkündür. Yalnız ikinci
saydıklarım bir çeşit gelişme/evrilme sonucu olmaktadır. İnsanın sonsuz bir ufka ve sınırsız güzelliklere ulaşma potansiyeli vardır; ancak bunun
potansiyel olarak kalma, yani gerçekleşmeme ihtimali de vardır. Bu, büyük ölçüde kişinin yaşam
merdivenini doğru basamaklardan tırmanması
ile ilintilidir. Yani bunlar, doğuştan sahip olunan
“Allah vergisi” nitelikler değildir; müzik gıdası almamış bir kişinin müziği anlamaması gibi;
eğitim doğru bir kılavuz eşliğinde gerçekleştiği
oranda kazanımların çapı büyür.
Vischer’in Aesthetik’inden “Güzellikten tat
almanın dolaysız oluşu ve aynı zamanda eğitim
gerektirişi çelişiyor gibi görünür. Ama insan ancak eğitim yoluyla insan olur ve gerçek yaratılışını bulur.”, soyutlamasını yapan Marks, 1844 El
Yazmaları’nda “sanatın tadına varmak istiyor-
4
sanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız” der.
Buna ek olarak, Lunaçarski’nin “En büyük sanat,
yaşama sanatıdır.”, sözünü hatırlarsak; yaşama
müdahalenin, etken ve değiştirici olmanın önemini yakalar; biz de yakışık görülen yoksunluklar
karşısında itirazımızı büyütürüz.
İnsanın yaşam kalitesini arttıran seçicilikte,
akla ve yöreye yerleşen aydınlatıcı meşaleler kadar, uyarıcı çuvaldızların da rolü vardır. Yaşamın
kaygan platformlarında tercih zorlanmasına ve
kimi olguların mıknatıs etkisine karşı direnir ve
doğruyu seçerken, birikmiş değerlerin içselleşme
ölçüsü önemli yer tutar.
Kendi haline bırakılmış bir bahçede, ayrık otlarının üreme imkânı bulması veya oluşan biçimsizlik veya ürün kıtlığına benzer bir durum; insanın kendi haline bırakılmış kafasında da gündeme gelir. Sık sık kendi iç evrenine çekilmek, dizili
taşların duruşunu ve niteliğini incelemek; ortamı
çapalamak ve en son yakalanan duruşa güçlendirici bir etki yapacak şekilde düzenlemek; kişinin kendi önünü açabilme imkânlarını çoğaltır.
Moral yapıcı faktörleri canlı kılar. Ve çok daha
önemlisi, özgürleşme için gerekli olan özgüven
artar.
Marks, insanlaşmayla özgürleşmeyi özdeş tutar. İnsan dışılaşma aşıldığı ölçüde, özgürleşmenin engelleyicisi kelepçeler de tek tek kırılmış
olacak ve insan, sonsuz bir ufka doğru yol alacaktır. Özgürlük mayınlı bir tarlada serbestçe
yürüyebilmek değil; öncelikle mayınları temizlemektir. Aksi takdirde yokluğa mahkûm edilen
ve kölelik koşullarında çalışma şansı tanınan bir
insana “çalışıp çalışmamakta özgürsün” diyerek
tanınan özgür kölelik durumuna benzeyen bir
konum ortaya çıkar. Bu nedenle özgürlük; dayatılan sınırlar içinde senaryosu yazılmış oyunları
oynamak değil; oyunu da sınırları da yadsıyarak
geleceğini eline alabilmektedir.
Özgürlük umudumuzun
Söküklerini diken
Sevdalı eller oldukça
Koşu yolumuza döşeli
Dikenli tellere taktığımız umutlar
Sevdalı umuda dönüşecektir.
5
Politika / Gündem
Üniversiteler Bizimdir
Eğitim iki yönlüdür. Devrimci Gençlik öğretirken öğrenmeye de çalışır.
Haklılığına ve meşruluğuna güvenen bir irade yenilmez. Taşıdığı
kimliğin gereklerini yerine getiren hiçbir devrimcinin emeği, çabası
boşa gitmez. Devrimcilerin uzattığı el mutlaka gençlik tarafından
sıkılacaktır.
Devrimci Gençlik
rak gördü. Direniş içinde çelikleşti. Bildiklerini
zor koşullarda sınadı. İnancı ve kararlılığı yaşam
içinde sınanarak pekişti. Kararsız kişiler ve yanlış
fikirler bu zor koşullarda elendi. Yenilgi ortamında devrimcilerin fiziken yok edilmesinin yanında, büyük bedeller ödenerek yaratılan değerler,
ölçek ve normlar da erozyona uğramış; devrimci
kişilik algısındaki bütünlük belli oranda parçalanmıştır. İşte bu koşullarda 68 kuşağı ve devrimci
kişilik hakkında bütünlüklü bir kavrayış, (yaşam
biçimi) yerini kişiler ve kesitler üzerinden yapılan değerlendirmelere bırakmıştır. Böylece parça
bütünün önüne geçmiştir. Pragmatist bir bakış
açısıyla devrimci gençliğin önderlerinin yalnızca
bazı yönlerinin öne çıkarılması ya da dönemin
semboller üzerinden açıklanmaya çalışılması,
genç kuşağın öğrenme-yapma sürecine de yanlış
etkilerde bulunmuştur. İşte bu yüzden devrimci
yaşamlarıyla değil de Deniz’i parka, İbrahim’i
kasketle anmak veya anlatmak onlara yapılan
en büyük haksızlık olmuştur.
G
ençlik, toplumun en dinamik kesimidir. Tarih boyunca toplumu gericileştiren yerleşmiş/kökleşmiş gelenekler, alışkanlıklar ve davranışlar hep gençliğin cesaretiyle yıkılmıştır. Eski
çağlardan bu yana gençlik, egemenler tarafından
hep asi, saygısız, haylaz vb. ile damgalanmış ve
boyun eğmesi istenmiştir. Genç olmak, yaşamda tecrübe eksikliğini de beraberinde getirir.
Bu durum gençler için bir zaaf olarak gösterilmeye çalışılsa da özünde hesapsız, pazarlıksız,
hissettiği gibi davranması sayesinde, gençlik
kalıpları kırmayı, çemberin dışına çıkmayı
sürekli başarmıştır. Gençliğin, beyni, duyguları henüz egemenler tarafından bütünüyle teslim
alınamadığı için, özgürlük, eşitlik ve demokrasi
mücadelesinin en ön safında yer alması tesadüf
değildir.
Türkiye’de 68 hareketiyle gençlik, emperyalizme ve faşizme karşı ayağa kalktığında, halkın
üzerine serpilmiş ölü toprağını da söküp attı. 68
gençliği bunu nasıl başardı? Bu sadece çağrılarla,
mitinglerle, bildirilerle vb. ile mi yapıldı? Tabii
ki hayır. 68 Gençliği halkla birlikte yaparak öğrendi. Öğrendikçe her defasında daha fazlasını
yaptı. Gençlik sadece okullarda örgütlenmekle
sınırlı kalmadı, köylere de gitti. Köylünün sorunlarını öğrendi. Köylüyle beraber toprak işgallerine katıldı; fındık, tütün vb. mitinglere öncülük
etti. Fabrika’da işçilerle kaynaştı. İşçi sınıfının
grev, direniş, boykot çalışmalarına katıldı. Kavel
Direnişi’nden 15-16 Haziran’a kadar pek çok direnişte gençlik, hep en ön saflarda yer aldı.
68 Gençliği, devrimciliği bir yaşam biçimi ola-
Politika / Gündem
EYLEMLE SÖYLEMİN BİRLİĞİ
BAŞARI İÇİN ŞARTTIR
Devrimciler çalışma yaptıkları alanın özelliklerini göz önünde bulundururlar. Ulaşmak istedikleri kesimlerin yaşamına dahil olmaya çalışırlar. Afiş, bildiri, duvar yazıları, broşür vb. tabii ki
önemsiz değildir; ancak hitap ettiğimiz kesime
dokunmayan, onu tam olarak ifade etmeyen,
kısacası, duygularına tercüman olmayan hiçbir
aracın başarı şansı yoktur.
İşçi sınıfı içinde çalışma yapan devrimciler
6
tarihi incelendiğinde örgütlenme
faaliyetleri salt öğrencilerle sınırlı
tutulmamış; mücadele hattı öğretim
üyelerinden velilere kadar geniş bir
zemine taşınmıştır.
DENİZDE BALIK OLMAK
12 Eylül’ün yarattığı ağır tahribat, öğrenim gençliğini de olumsuz
etkilemiş; okullar kışlaya çevrilmiştir.
Sistem tarafından asker gibi görülen
öğrenciler talim ve terbiye edilmeye
çalışılmış; YÖK aracılığıyla üniversiteler açık cezaevine dönüştürülmüştür. Bugün 1000’in üzerinde
üniversite öğrencisinin cezaevlerine
kapatılması, YÖK’ün okuldan atma,
uzaklaştırma, kınama vb. yollarla öğrencilere
ceza yağdırması; kamera sistemiyle öğrencilerin
fişlenmesi; özel güvenlik elemanlarıyla korku salınması gibi uygulamalar ile üniversiteler karakollara çevrilmiş durumda. Devlet tüm kurum ve
kuruluşlarıyla gençlik üzerindeki baskı, şiddet ve
işkenceyi görülmemiş boyutlara tırmandırdı.
Bu durum önümüzdeki süreçte daha da boyutlanacak ve giderek artacak gibi görünmektedir. İşte bu nedenle gençliğin içinde bulunduğu
kaderci, bireyci, edilgen havayı dağıtmak, onları
kendi kaderlerini ellerine alması için mücadeleye katmak, önümüzdeki en önemli görevlerden
biri olarak duruyor. Bu ise adeta denizde bir balık
olmak gibi onlarla aynı havayı soluyarak ve dertlerine çözüm üreterek ortak talepler üzerinden
örgütlenmeyi zorunlu kılıyor. Bu imkansız değildir. Bunun birçok yolu dün olduğu gibi bugün de
mevcuttur.
Devrimci Gençlik tarihinde öğrencilerin barındığı yurtlar önemli bir mevzi olarak görülmüş; fişleme, baskı, tehdit, dayak hatta ölüm
pahasına savunulmuştur. Devrimci Gençlik önderlerinin faşist saldırıları püskürtmek uğruna
kavgadan kaçmadıkları bilinir. Hatta aranır durumdayken bile eve çıkmak (saklanmak) yerine
yurtlarda kalma riskini bile göze almış olmaları bu yerlere verilen önemi gösterir. Devrimci
Gençlik hiçbir zaman eve çıkıp baskılardan kurtulmayı, “rahat etmeyi” düşünmediği gibi fiilen
okula sokulmadığı durumlarda bile “eğitim hakkımız engellenemez” sloganıyla kavgayı göze al-
işçilerin yaşadığı zorlukları, sıkıntıları, acıları
ve sevinçleri kısaca hayatı paylaşmaya çalışırlar.
En etkili çalışma yüz yüze olandır. Söz, yaşamdaki karşılığı kadar etkilidir. İşçi sınıfı içinde
yapılacak çalışmanın merkezinde fabrika, atölye
ve mahalle yer alır.
Köylülerin temel sorunlarını bilmeyen/anlamayan hiçbir çalışmanın toprağa kök salması
düşünülemez. Mazot, gübre, kredi, taban fiyatı,
tarımsal ilaçlar, tohumlar, zirai araçlar vb. hakkında asgari bir bilgiye sahip olmayan devrimcinin faaliyetleri köylüler tarafından yalnızca alaya alınır. Kuru ajitasyon yerine yoksulluğunun
kaynağı; basit, sade bir biçimde gösterildiğinde
ve örgütlü mücadele etmesi için destek olunduğunda, köylü geçmişteki başkaldırı günlerine geri
dönecektir. Köylüler içinde yapılacak çalışmanın merkezinde ise tarla ve köy yer alır.
Devrimcilerin faaliyet alanlarından birisi de
kamu çalışanları ve öğrenim gençliğidir. TÖS’den
(Türkiye Öğretmenler Sendikası) TÖB-DER’e
(Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) oradan EĞİTİM-SEN’e neredeyse kesintisiz
süren onlarca yıllık mücadelede bugün yaşanan
kan kaybının nedenlerinden birisi de çalışma
tarzında ortaya çıkan farklılıktır. TÖS ve TÖBDER örgütlenmesi sadece meslektaşlar arasında değil; öğrenciden veliye kadar uzanan geniş bir kesim içinde sürdürülmüştü. Geçmişle
kıyaslandığında, egemenlerin, eğitim sisteminin
temeline dönük saldırıları artarak sürerken
adeta yaprak kıpırdamamasının altında böyle bir
farkın olduğu unutulmamalı. Devrimci Gençlik
7
Politika / Gündem
lir: tembellik. Yurtta, derste ve kantinde birlikte
olmadığımız öğrencilerle ortak hangi noktamız
olabilir ki?
Tek tip insan yetiştirmeye çalışmıyoruz. Her
insan bir zenginliktir. Ancak en küçük bir işin
yapılabilmesi için bile gerekli, zorunlu bir temele ihtiyaç vardır. Çivi, çekiçle çakılır derken ifade
etmek istediğimiz tam da bu durumdur. Gençlik içinde yapılan çalışmaların temelini yaşam
alanları oluşturur. Hangi gerekçeyle olursa olsun
amfi, yurt, kantin, kulüp vb. yerlerde olmayan
devrimciler baştan kaybetmiş demektir. Siyasal
faaliyetlerle sosyal, kültürel faaliyetler birbirinin
yerine ya da karşısına konulamaz. Bunlar birbirini besleyen/güçlendiren alanlardır. Gençliğin sorunlarını küçümsemeden veya karşı karşıya getirmeden, faaliyet yürütülen alanın özgünlükleri
de göz önünde bulundurularak öncelik ve aciliyet
belirlenmelidir. Devrimcilerin gücünü nicelikten
ziyade nitelikte aramak gerekir. Bahsettiğimiz
nitelik gençliğin sorunlarını kavrayan ve doğru
bir yöntem eşliğinde planlama, organizasyon
ve eylem örgütleyebilme becerisidir. Kısacası
kitleleri seferber edebilen bir kişiliktir. Siyasal
mücadelenin ya da birikimin az olduğu yerlerde
gençliğin diğer ihtiyaçları ve sorunları öne çıkabilir. Ülkemizde gençliğin yemek, kantin, ulaşım,
yurt, ders vb. sorunları üzerinden yapılan bir
çalışmaya, hitap edilen kitlenin tamamına yakınının katılım gösterdiği defalarca kanıtlanmıştır.
Bazen izletilen bir tiyatro, sinema, konser, kıpırdanmaya yol açabilir. Sportif ya da kültürel bir
faaliyet iyi anlatıldığında ve organize edildiğinde
sistemin gençlik üzerinde yarattığı boğucu atmosfer biraz olsun dağıtılmış, nefes alma kanalı
açılmış olur.
Eğitim iki yönlüdür. Devrimci Gençlik öğretirken öğrenmeye de çalışır. Haklılığına ve meşruluğuna güvenen bir irade yenilmez. Taşıdığı kimliğin gereklerini yerine getiren hiçbir devrimcinin
emeği, çabası boşa gitmez. Devrimcilerin uzattığı
el mutlaka gençlik tarafından sıkılacaktır.
mış, direnmiş ve faşist işgali kırmayı başarmıştır.
Yurtlar, öğrencilerin bir arada bulunduğu ortak
mekânlar olmalarının dışında, günün yirmi dört
saatinin birlikte geçirildiği, acıların, sevinçlerin
hep beraber göğüslendiği, paylaşıldığı yerler olmuştur. Yurttan atılmadığı sürece hiçbir devrimcinin bulunduğu mevziiyi terk etme, arkadaşlarını/yoldaşlarını yüzüstü bırakma lüksü
yoktur. Evde kalmayı “meşru”laştırmak adına,
rahat kitap okunabildiği, toplantı yapılabildiği
hatta boş durmayıp kaldığı mekânın çevresinde
de çalışma yürütüldüğü biçiminde öne sürülen
gerekçeler iyi incelendiğinde bahaneden öte bir
anlamı olmadığı rahatlıkla görülür. Ekonomik
durumu iyi olmasa bile evi tercih eden bir öğrenci yurtta kalanlar tarafından misafir, yabancı
olarak görülür. Mekânsal farklılık duygudaşlık
kurmayı zorlaştırır.
Sistemi eleştirirken kolay anlaşılması için başvurulan kimi tanımlar aşırı basitleştirildiğinde
yanlış sonuçlar çıkar. Okul, aile, medya vb. sistemi ayakta tutan ideolojik aygıtlardır derken,
onları toptan reddedeceğimiz anlamını çıkarmak
böyle bir duruma örnektir. Toptan reddiye anarşizme götürür. Bir devrimci annesini, babasını ya
da kardeşlerini reddedebilir mi? Okuma-yazma
öğrenmeye karşı çıkabilir mi? Gazete, dergi vb.
çıkarmaktan vazgeçebilir mi? Kolaylıkla görülebileceği gibi, bize doğrudan zarar veren şeylerin
reddedilmesiyle potansiyel olarak zarar verebilecek şeyleri birbirinden ayırmak gerekir. Yanlış ve
zararlı olan; okula ve derslere abartılı anlamlar
yüklemek, onları yaşamın merkezine koymaktır.
Aile için de aynı şey geçerlidir. Akrabalık ilişkilerini kesmek yerine doğru yere oturtmak gerekir. Ailenin dayatmalarına karşı çıkarken; onları
kazanmaya çalışmak gerekir. Bir elimizle onların
geri yanlarıyla mücadele ederken diğer elimizle
onları kucaklamasını bilmeliyiz.
Devrimci gençliğin düştüğü hatalardan birisi
de okula gitmemektir. Derslere girmemek, devamsızlık vb. neticesinde sürekli zayıf not almak,
diğer öğrencilerin devrimcilere uzak durmasında, olumsuz bir kanaat oluşmasında etkili olmuştur. 68 gençliğinin okulun en çalışkan öğrencileri
olduğu iddiasında değiliz. Bu yargı çok doğru
da değildir, ancak makul bir gerekçe olmadığı
halde (görev, hapis, uzaklaştırma vb.) keyfi bir
şekilde devamsızlığın tek bir açıklaması olabi-
Politika / Gündem
Üniversiteler Bizimdir!
Asla Terk Etmeyeceğiz!
Faşist Baskıları Örgütlenerek Dağıtacağız!
Gençlik Bizimle Özgürleşecek!
Yolumuz Cesaret, Kararlılık
Ve Fedakârlıkla Aydınlanacak!
8
AKP’nin “Parasız Eğitim”inin Şifreleri
ve Gerçekliğin Matematiği
Bir taraftan harcı kaldırdığını davul zurna eşliğinde ilan etmek diğer
taraftan parasız-bilimsel eğitim isteyen öğrencilere saldırmak ve
tutuklamak ise; AKP’nin çelişkisi değil gerçekliğidir.
Suna Akçay
AKP’nin “dörtdörtlük”, piyasa menzilli eğitimi,
dar ufuklu, kaderci ve uysal bir kuşak amaçlıyor.
Ve gerçekte “dinci-tinerci” tartışması buna hizmet
ediyor.
İşin aslında, gerçek boyutuyla ne harçlar kalkıyor,
ne de ücretsiz bilimsel eğitim gerçekleşiyor.
Bu atraksiyon, daha önce açılım ve çalıştay
trafiğinde amaçlanan
illüzyona benziyor.
Artık, yalnızca bir kesimden değil, bütün bir
toplumdan,
ehlileşme-robotlaşma ve itaat isteniyor.
Teknoloji de inanç da eğitim ve silah da
bu amaçla kullanılıyor…
adım olmayan adımlarla görüntüyü kurtarmaya
çalışması ve daha da önemlisi, Kürdü Türkleştirmeyi Kürde alkışlatmaya çalışması AKP’nin söz
konusu siyaset tarzına dair örneklerden sadece
birkaçıdır. Alevi çalıştayları, bu tarzın bir başka
örneğidir; bugün gelinen aşamada, Türkleştirilemeyen, Kürt nasıl her türlü şiddetin boy hedefi
haline getirildiyse; sünnileştirilemeyen Aleviye
de Cemevi bile hak görülmeyerek, gerçek niyetin
açığa vurulduğu aşamaya gelinmiştir.
AKP’nin gündemini (gerçekte hedefine) aldığı
konulardan biri de eğitimdir. Hemen her şeyin
metalaştırıldığı; sistemin ve piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirildiği AKP’li süreçte, egemenler gerçekte sorunu çözmenin değil
sömürmenin derdinde.
Bu müdahalelerin hemen hepsi, aynı zamanda
algıya müdahale eşliğinde yapılıyor. “Piyasadan
şunu anla, parasız eğitimden bunu anla” dercesine telkin edilen norm ve kavramlar olgunun
doğru anlaşılmasını değil alkışlanmasını ve ye-
AKP’nin reform adı altında, baskı yasalarını
çıkartması, torba yasa yöntemiyle onlarca zehirli
maddeyi, yanına eklediği 1-2 şeker eşliğinde halka benimsetmeye çalışması; 12 Eylül’ü yargılar
gibi yapması, ama uygulamalarıyla bilinen tüm
darbelere rahmet okutması; bir duruşun, bir siyaset tarzının ifadesidir. Bu duruşun
bir yanı, halkın dillendirdiği hemen
her türlü hakkın-talebin ve muhalif
dinamiğin tasfiyesi ise, diğer yanı popülizm ve pragmatizmdir.
Kendisinden önceki hükümetlerden farklı olarak AKP, kabaret yerine
inceltilmiş inkarı, yapar gibi görünerek gönülleri çelmelemeyi ve hakkın
tasfiyesini, hakkın sahibine yaptırmayı önüne yeni bir siyaset tarzı olarak koymuştur. Bir taraftan Kürtleri
hapishanelere doldururken, diğer
taraftan “kanal 6, seçmeli ders” gibi
9
Politika / Gündem
deklenmeyi amaçlıyor. Zaten “4+4+4” ile eğitim
bir bütün halinde piyasacı ve gerici bir niteliğe
kavuşturulmuş ve “bilimsel, parasız eğitim” şansı bırakılmamışken; yüksek öğretim özel/vakıf
üniversitelerinin alanı haline getirilmişken; yani
sistem özelleşmiş ve paralılaşmışken; giderek
eğitim kalitesi de, imkanları da gelecek vaadi de
zayıf düşürülen devlet üniversitelerinde harçları
(ikinci öğretim; vaktinde mezun olamayanlar, vb.
hariç tutularak) kaldırmak; üniversitelerin birer
A.Ş.’ye dönmüş olduğu gerçekliğini örtmeye çalışmaktan başka nedir?
Bu adım; barınma, ulaşım, geçim kalemleri
aynı iktidar tarafından büyütülmüş bir öğrenciye
ne ifade edebilir ki? Bir taraftan harcı kaldırdığını davul zurna eşliğinde ilan etmek diğer taraftan
parasız-bilimsel eğitim isteyen öğrencilere saldırmak ve tutuklamak ise; AKP’nin çelişkisi değil
gerçekliğidir.
12 Eylül’den beslenen AKP, çeşitlendirdiği illüzyonlarda başarılı olduğu oranda 12 Eylül karşıtlığını da sömürüyor. “Yetmez ama evet” tuzağında, sol aklı öğütebildiği oranda, toplumun ilgi
ve beklentilerini çelmeleme şansı buluyor.
Bir taraftan henüz yaş olan ağacı (6 yaşından
itibaren çocukları) imam-hatip istikametinde
zorlarken, diğer taraftan okumayan çocukların
düşürüldüğü duruma ‘şans, fırsat’ diyerek güzelleme yapılıyor. Örneğin, ilk dört yılı tamamlayan
yoksul aile çocuklarının eğitime mali yetersizlikler nedeniyle devam edemeyip, sermayenin
sömürü çarkına emeğini kaptırması, “mesleki
yönlendirme” adı altında ‘şans’ olarak sunuluyor.
Politika / Gündem
Bütün bunların yanında AKP, anadilde eğitime izin vermeyerek, örgütlemekte olduğu dinci ve piyasacı
eğitime ırkçı niteliği de ekliyor.
Bugün AKP ile beraber eğitimin
mali yükü öylesine büyümüş ki harçların kalkıp kalkmaması, sorunun
özünü değiştirmemektedir. Piyasa
ve üniversitenin şirket, öğrencinin
müşteri olması olgusu, sürecin bütününe yayılmış/içerilmiş durumdadır.
4+4+4 kesintili eğitim uygulaması,
bir yanıyla da sürecin piyasalaşma
temelinde koordine edilmesi olgusunu, ilkokula dek indirilmesidir.
Ekonomik imkanlara göre (gerçekte
sınıfsal) ayrışma ve saflaşma sürecine ilkokul da dahil edilmiştir. Tabi burada mesele
salt “ekonomik” değildir. Ücretsiz eğitim, alternatif eğitimin kıstaslarından sadece biridir. 4+4+4
ile bir taraftan ekonomik imkanlara göre saflaşma erken yaşta başlamakta, diğer yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu iş gücüne ve sistemin
ihtiyaç duyduğu bilince (gerçekte bilinçsizliğe)
uygun bir yönlendirme/zorlama yapılmaktadır.
Böylece, esnek ve güvencesiz çalışma ortamı, görünür bir zora başvurulmadan, “doğal” bir seyir
içerisinde “eleman”ına kavuşacaktır.
Kısacası mesele tek başına, ne T. Erdoğan’ın
kişisel hırsı ne de başkanlık menzili hesap ve tasarılarıdır. Elbette bunların da, uygulanan politikalarda rolü/payı vardır. Ancak gerçekte AKP,
ajandası büyük oranda emperyalizm (ABD) tarafından yazılan, bölgesel ve uzun vadeli politikaların uygulayıcısıdır.
Bu bağlamda, ne harç meselesi, ne “4+4+4”
tercihi, ne de Suriye’de ve Kürt coğrafyasındaki
yönelimler, değerlendirilirken bütünden koparılmamalı (öyle gibi gösterilse de) bir parti genel
başkanının duygusal salınımlarına, reflekslerine
veya kişisel hesaplarına bağlı, keyfi/güncel meseleler sınırlılığında ele alınmamalıdır. Bunun için,
öncelikli ihtiyaç, bütünlüklü bir düşünsel yapı ve
sorgulayıcı/eleştirel bir duruştur. Mevcut eğitim
sisteminin boy hedefi yaptığı ve adım adım aşındırarak yok etmeye çalıştığı temel olgu da budur.
Bu, aynı zamanda, sisteme karşı nerede ve nasıl
durulması gerektiğinin de ipucudur.
10
Müşteri Değil Öğrenciyiz
Yemekhane Zamlarına Hayır!
İ
stanbul Üniversitesi’nde okulun açılmasıyla
beraber 1 Ekim 2012 tarihinde öğrencilere hiç
duyurmadan sessiz sedasız, yemekhane zammı ile yemeklere %85 zam yapıldı. Her fırsatta
harçları kaldırdığı için övünen kimselerin, çeşitli
zamlarla gerçekte üniversiteyi rant kapısı olarak
gördükleri bir kez daha gözler önüne serildi. Yemekhaneye %85’lik zamla birlikte kahvaltı 1 liradan 1.65, öğle yemeği 1 liradan 1.85’e ve akşam
yemeği 1.25’ten 2 liraya çıkarıldı.
Bu duruma karşı İstanbul Üniversite’sinde yemekhane boykotu, imza kampanyası, turnikeden
atlama eylemleri ve ses çıkarma eylemleri yapıldı.
Rektör Yunus Söylet’in, “Dışarıda daha ucuzunu
buluyorsanız orada yiyebilirsiniz. Üniversite yemek yeme yeri değil” gibi öğrenciyi hiçe sayan ve
adeta dalga geçen açıklamalarına karşın 9
Ekim Salı günü
yapılan kitlesel yemekhane
boykotu %90
başarıya ulaştı
ve yemekhaneler boş kaldı.
Ö ğ re n c i l e r i n
kitlesel eylemiyle beraber Rektör Yardımcısı
Prof. Dr. Ayşe Ayçiçeği, yemekhane önünde kurulan ortak sofralaya gelerek görüşme talebinde bulundu. Görüşmede bir şirket CEO’sundan
farklı tavır takınmadan bir dizi bürokratik engeli de kalkan ederek öğrencilerin bu fiyata razı
gelmesi gerektiğini ifade etti. Ancak bu söylem
kabul görmedi ve nitelikli, parasız beslenme talebinden taviz verilmeyeceği söylenerek görüşme
son buldu. Ardından 12 Ekim Cuma günü tekrar
görüşme yapılması kararlaştırıldı.
Aynı gün Merkez Kampüs önünde yapılan
basın açıklamasıyla, birinci ve örgün eğitimde
harçların kaldırılmasıyla “Parasız eğitim gerçek
oldu” yalanı İstanbul Üniversitesi’nde bir kez
daha teşhir edildi. Okunan basın açıklamasında
“Günlerdir Çapa ve Avcılarda süren boykot, bugün Beyazıt’ta yapılan boykotlar ile sürdürüldü.
İÜ’den Devrimci Arkadaşlar
Günlerdir yemekhanelerde ses çıkarma eylemleri
yapan, bütün kampüslerde imzalar toplayan bizler, bu zammı yemeyeceğimizin altını çiziyoruz.
Rektörlük bizi muhatap alana kadar, zamlar geri
alınana kadar, okulun altyapı sorunları düzeltilene kadar da sesimizi çıkarmaya devam edeceğiz.
Herkes için sağlıklı, nitelikli, ulaşılabilir, parasız
beslenme bir haktır. Yemekhaneye yapılan zamlar bu yüzden geri çekilmeli, her öğrencini okul
yemekhanesindeki yemeklere ulaşımı kolayca
sağlanmalıdır.” dendi. Basın açıklamasına sendikalar da destek verirken, Eğitim-Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi adına Levent Dölek söz aldı. Konuşmasında öğrencilerin mücadelesinin yanında
olduklarını vurguladı. Öğrenci, öğretim üyeleri
ve üniversitede çalışan taşeron işçilerinin yemek
yeme hakkı olduğunu belirterek ucuz yemek
lütuf değildir.
Ucuz değil, ücretsiz
yemek
herkesin hakkıdır dedi.
Cuma günü
öğrenciler ile
Prof. Dr. Ayşe
Ayçiçeği arasında yapılan görüşmelerde de çeşitli laf kalabalıklarıyla yönetim tarafından öğrencilerin söylemleri dikkate alınmaksızın, neden
yemekhane zamlarına razı olunması gerektiği
anlatılmaya çalışıldı. Taleplerin kabul görmemesi
üzerine geniş bir forum örme kararı alındı ve 19
Ekim’de Merkez kampüste bir forum gerçekleştirildi. Yemekhane zammına ilişkin taleplerin ve
üniversite yönetiminin tavrı konusunda tartışıldı
ve talepler karşılanana dek çeşitli yöntemlerle eylemliliklerin devam etmesi kararı alındı.
Bizler üniversitelerin birer rant aracı olarak
görülmesini, biz öğrencilerin müşteri olarak görülmesini istemiyoruz! Bu nedenle eşit, parasız,
bilimsel, anadilde eğitim talebimizi hep birlikte
yükseltelim.
11
Politika / Gündem
Silivri’ye Gönderilmek İstemiyoruz!
Bir taraftan harcı kaldırdığını davul zurna eşliğinde ilan etmek diğer
taraftan parasız-bilimsel eğitim isteyen öğrencilere saldırmak ve
tutuklamak ise; AKP’nin çelişkisi değil gerçekliğidir.
İ.Ü. Sosyal Hizmet Öğrencileri
B
u yıl İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Fakültesi’ni kazanan öğrenciler, kayıt tarihinde okullarına gittiklerinde büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Eğitim binası Çapa’da bulunan Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü öğrencileri
Bakırköy Yerleşkesine gönderilirken Bakırköy’de
bulunan Sosyal Hizmet Bölümü öğrencileri de
Silivri’ye bağlı Celaliye Köyü’ne gönderilmek isteniyor. Tercih döneminde ve sonrasında hiçbir
açıklama yapmayan yönetim haberi resmi olmayan ağızlardan duyurdu. ÖSYS sonuç belgelerinde
Bakırköy Yerleşkesi yazmasına rağmen Silivri’ye
sürülen öğrenciler uygulamaya tepki gösterdi.
2010 yılında Beyazıt’taki Su Ürünleri
Fakültesi’nde bulundukları binanın tarihi olduğu
gerekçesiyle Celaliye’ye taşınmak istenmiş ancak öğrencilerin eylemleriyle Beyazıt’ta kalmayı
başarmışlardır. Bu kez
taşıma işleminin aksamaması için çalışmaları gizli tutan yönetim
apar topar bir şekilde
öğrencileri gönderme
telaşında. Rektörlük görüşme taleplerini geri
çevirirken sosyal medyada konuşmayı seven
rektör Yunus Söylet
öğrencilerin
internet
üzerinden sordukları
sorulara cevap vermeyip; “Çapa ve Cerrahpaşa
kampüslerinin
yeniden yapılandırılması tüm sağlık bilim-
Politika / Gündem
lerini birkaç yıl etkileyecek” diyerek geçiştirdi.
Celaliye şehrin dışında olup ulaşım sıkıntısı öğrencileri zorlamaktadır. Akbilin geçmediği Silivri
otobüsleri belli saatlerde çalışıyor ve son zamlarla birlikte bir öğrencinin günlük 9 lira ödemesini
zorunlu kılıyor.
Binayı görmeye giden ve fotoğraflarını çeken
öğrenciler: “Celaliye’de bulunan bina 49 yıllığına kiralanmış. 10 senelik kirası peşin verilmiş.
Bu da ‘geçici’ denen sürenin ne kadar uzayacağını gösteriyor. Ayrıca binanın sınıf adı altında
eğitime açılan bölümleri mahzenden farksız.
Böyle bir ortamda derslerden verim alınması
imkânsız. Binanın etüt çalışması yapılıp yapılmadığı belli değil. Bu kadar öğrencinin bilinmezliğe itilmesine artık dur denmeli” dediler.
5 Eylül’de Beyazıt’ta toplanan Sosyal Hizmet Bö-
12
lümü öğrencileri konuyla
ilgili basın açıklamasının ardından «Manzara
değil eğitim istiyoruz»,
«Eğitim hakkımız engellenemez» sloganları attı.
Aynı gün dağıtılan bildiride öğrenciler gitmeme
nedenlerini şöyle açıklamışlardı: Tercih süresi
boyunca hiçbir bildirimde bulunmayan yönetim,
sosyal hizmet bölümünün Silivri’ye bağlı Celaliye köyüne gönderileceğini kayıt tarihinden
birkaç gün önce resmi olmayan yollarla duyurdu.
SİLİVRİ’YE GÖNDERİLMEK İSTEMİYORUZ
Çünkü
- Silivri şehrin merkezinden çok uzaktadır.
Ulaşım hem zor hem de pahalıdır. Şu an bulunduğu Bakırköy’den 65 km uzaktadır. Ulaşım
Yenibosna’dan kalkan araçlarla sağlanmaktadır. Tam 6, öğrenci 3.5 lira olan ücretlendirme,
Yenibosna’ya geliş de dahil edildiğinde bir öğrencinin aylık ulaşım gideri 200-250 lirayı bulmaktadır.
Bu da yaşayacağımız varsayılan öğrenim bursu/
kredisine denk gelmektedir.
- Celaliye’de öğrenciler için yurt bulunmamaktadır. Evler ise hem sayıca az hem de bir öğrenci
için yüksek maliyetlidir. - Celaliye’deki belediyeye ait bina sosyal hizmet
eğitimine elverişli değildir. Sosyal hizmet uygulamaya yönelik bir çalışma alanıdır. Eğitim süreci
boyunca staj zorunluluğu bulunmaktadır. Bu nedenle sağlık kurumlarıyla ve diğer sosyal kurumlarla iç içe olmalıdır. Bulunduğu Bakırköy yerleşkesi buna uygundur.
- Celaliye‘de eğitim vermeye hazırlanan bina
üniversite öğrencisinin sosyal ve kültürel anlamda
gelişmesini sağlayacak hiçbir unsuru barındırmamaktadır. Boş ve tarlalarla kaplı bir arazi yapının
en yakın bakkal markete bile uzaklığı 20-25 dakikadır.
- 2010 yılında Su Ürünleri Fakültesi haklı olarak Celaliye’ye gitmemek için hukuki işlem başlatmış ve eski yerleşkelerinde kalmayı başarmışlardır.
- 80 binlik kontenjanıyla şehir üniversitesi olma
misyonuyla hareket ettiğini söyleyen İstanbul Üniversitesi 114 kişiye hiçbir kampüste yer bulamamış
ve bölüm öğrencilerini şehrin dışına itmiştir.
- İstanbul üniversitesi sosyal hizmet yeni açılan ve öğrenci sayısı az olan bir bölüm olduğu için hedef gösterilmiştir. Ama bizler İ.Ü. öğrencileri olarak bu tecridi kabullenmeyeceğiz.
Haklı mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz!
İ.Ü. Sosyal Hizmet Öğrencileri
Bölüm öğrencilerinden Yasin Yıldız Celaliye’nin
Bakırköy’e 63 kilometre uzaklıkta bulunduğunu
belirterek, şunları söylüyor: “Günlük gidiş-geliş
126 kilometre ve 4 saatimiz yolda geçecek. Kışın
İstanbul trafiğinin nasıl olduğunu bütün Türkiye
biliyor, bizler kışın bu zorlu yolu nasıl gelip gideceğiz? Celaliye Köyü’nde barınma sorunu had safhada, köyde evler kışın boş duruyor. Çünkü soğuk evlerin ısınması maliyetli. Çoğumuzun aileleri asgari ücretle çalışmakta ve biz geçinme paralarımızı
yola vermek istemiyoruz. Yeni kazanan arkadaşlarımızın ÖSYM sonuç belgesinde Bakırköy Yerleşkesi yazmaktadır. Hangi kuruma itibar edeceğiz?”
Samsun’dan gelen ve kızının bu sene Sosyal Hizmet Bölümü’nü kazandığını söyleyen baba Hasan Poyrazoğlu ise şunları kaydetti: “Kızım tercih
yaparken, okulun Bakırköy Yerleşkesi’nde olduğu
söylendiği için tercih yaptık. Biz kayda geldiğimizde okulun Silivri Celaliye’ye taşınacağı söylendi.
Kız kardeşim Bakırköy’de olduğu için tercihimizi
bu yönde yapmıştık. Böyle bir şeyi duyunca şoke ol-
13
Politika / Gündem
duk. Biz bunun bir öğrenci yanıltması, öğrenci velisi yanıltması olduğunu düşünüyoruz.”
Sosyal Hizmet Bölümü’nün
sürekli insanlarla iletişim içerisinde olunmasını gerektiren
bir bölüm olmasından dolayı Silivri’nin eğitime uygun
olmadığını söyleyen öğrencilerden Tansu Can, “Eğitimimiz gereği çocuklarla iç içe
olmalıyız Bakırköy’de bu durum çok elverişli. Silivri’de ise
yerleşik bir hayat yok burada
ki 117 kişiyi yollayıp orada
eğitim görmemiz bekleniyor”
diye konuştu. Silivri’de yalnızca teorik anlamda eğitim görecek olmalarının kendilerini
geliştirmeyeceğini söyleyen Can, “İnsan ilişkileri
iyi olmayan bir eğitimcinin topluma hayırlı olmasını nasıl bekliyorlar, İstanbul Üniversitesi bunun hesabını nasıl verecek?” diye tepki gösterdi.
Celaliye’deki eğitim binasıyla ilgili mahkeme tarafından atanan bilirkişinin hazırladığı rapordan birkaç madde şöyle:
* Terastaki kalebodur yalıtımı sağlıklı yapılmadığından, her yağmurda aşağıya su sızmakta ve su, yine zemin katta birikmektedir.
* Binadaki hiçbir tuvaletin çalışmaması, tesisat imalatının komple kusurlu yapıldığını akla
getirmektedir. Bina, Belediye Başkanlığı binası olarak yapıldığından, üniversite eğitimi
sürdürülmesine hiçbir şekilde uygun değildir.
* Binanın onarımdan geçirilmesi için yapılacak bir tadilat ise binaya yeni ve daha büyük zararlar verecek olması eğitimin güvenilir olmayan yerde yapılacak olmasını gösterir.
Öğrencileri farklı yollarla ikna etmeye çalışan dekanlık ücretli servisler koyarak göz boyamaya çalışıyor. Sadece sabahları tek bir araç
sağlama sözü veren dekan, ders saatleri uymayan öğrencilere “Bilgisayarınızı, tavlanızı, oyun
kartlarınız alın oturun bekleyin” diyerek öğrencilerle açıkça dalga geçiyor. Sosyal Hizmet
Bölümü’nün uygulamalı bir eğitim içerdiği, bu
yüzden de sağlık kurumlarıyla ve diğer kurumlarla bir arada olması gerektiği söylendiğinde
dekan, “ gerekirse uygulamaları kaldırırım” di-
Politika / Gündem
yerek akademik eğitim anlayışını göstermiştir.
Öğrenciler tarafından yürütmenin durdurulması istemiyle dava açıldı ancak mahkeme kararını
beklemeyen yönetim bir hafta içinde öğrencilerin
Silivri’ye gitmesi için baskı yapıyor. Dekanlık tarafından sınıfta bırakılmakla ve okuldan atılmakla tehdit edilen öğrenciler üç haftadır Silivri’ye
değil Bakırköy’e giderek rektörlüğün oyununa boyun eğmemekte kararlı olduklarını gösteriyorlar.
Eğitim binası belediyeye ait eski bir bina olup İstanbul Üniversitesine ücretsiz verilmiştir. Öğrencilerin görüşme taleplerini kabul etmeyen Rektör, Belediye Başkanıyla sık sık görüşerek çeşitli
anlaşmalara varıyor. Silivri’nin birçok alanda yatırıma açık olduğunu ifade eden Silivri Belediye
Başkanı Özcan Işıklar, “Silivri turizmin en önemli cennet köşelerinden birisidir. Ciddi anlamda
tarımın da yapıldığı önemli merkezlerdendir. Fakat bundan sonra eğitimin başkenti olarak anılmasını istiyoruz. Tüm iş adamlarımızı her alanda
İstanbul’un en ideal ilçesi olan Silivri’ye yatırıma
bekliyoruz.” diyerek öğrencilerin gönderilmesindeki esas nedeni açıklıyor. Kısacası öğrencileri
bölgeyi kalkındırmak için kullanıyorlar, öğrencileri öğrenci olarak değil bir rant kapısı olarak
görüyorlar. Bizler öğrencileriz ve kimsenin rant
kapısı olmayacağız. Eşit ve bilimsel bir eğitim istiyoruz.
ÜNİVERSİTELER TİCARETHANE,
ÖĞRENCİLER MÜŞTERİ DEĞİLDİR!
14
Üniversitelerde Alternatif Çalışma,
Öğrenci Kulüpleri
Şimdi DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE şiarımızı haykırmanın tam zamanıdır.
Bunun için her Dev-Genç’linin okulunda eğitim politikalarına dönük
kampanyalar organize etmesi, öğrenci kitlesi ile kaynaşarak onları
ortak talepler üzerinden harekete geçirme zamanıdır. Okullarda,
amfilerde, geleceğimizi karartmaya çalışanlardan hesap sormanın
zamanıdır. Dahası şimdi, yaşamın her alanında ve bulunduğumuz,
faaliyet yürüttüğümüz her yerde Mahir olma zamanıdır.
Ü
Sırrı MISIRLI
Marmara Üni.
niversiteler yalnızca yüksek öğrenim alanları değil aynı zamanda insanları hayata hazırlama alanlarıdır. Bu durum sebebiyle üniversite süreci gençliğin içinde bulunabileceği, aktif
olarak yer alabileceği ve sürece yön verebileceği
bir yapıya sahip olmalıdır. Ancak kapitalist eğitim koşullarında mevcut sistemden böyle bir
beklentiye kapılmak süreç içerisinde alınabilecek yanlış tutumlardan birisi olacaktır. Zira sistem gençliğin mümkün olduğunca apolitik, ülke
gündeminden bihaber ve hayatın içinde rol alan
değil seyirci olan bir yerde kalmalarını sağlamayı
amaçlamaktadır. Dolayısıyla birçok alanda olduğu gibi eğitim ve üniversite alanında da sistemle
çelişkileri örten, barışık bir çaba içerisine giren,
kırıntılardan doyan bir görünüm sergileyen tavırlar, gençliğin ve öğrenci hareketinin ileri değil,
geriye gitmesini sağlayacaktır.
Gelmiş olduğumuz süreçte kapitalizm; siyasetten çalışma yaşamına, eğitimden sağlığa, kısacası yaşamımızın her alanıyla entegrasyonunu
sağlamıştır. Ve bu uyum halini daha üst boyutlara ulaştırmak için elinden geleni yapmaktadır.
Ancak yaşamımıza kasteden bu kirli sistemde
sorunlar ve çelişkiler de derinleşmektedir. Bu
yüzden sorunun olduğu yerde çözüm, kirlinin
olduğu yerde temiz de olacaktır. İşte devrimci
öğrenci hareketi bu süreç içerisinde en sağlam
noktada duran çözüm odağı olmalıdır. Gençlik
tarihten bugüne sinerjisi yüksek ve değiştirebilme kapasitesini içinde barındıran bir alternatif
olmuştur. Bugün bu durum tarihte olduğundan
farklı değildir. Sorunlar ve sıkıntılar gençlikten
bağımsız değildir, olmamalıdır. Gençliğin yaşam
alanı olan üniversiteler tam da bu noktada alternatif yaşamın örgütlenmesi gereken alanlar olmalıdır. Bunun en iyi örneği “1968” hareketidir.
Bu yıldan itibaren Türkiye devrimci gençliği adeta eylemlerle yatıp, eylemlerle kalkmıştır. Devrimci gençlik emperyalist Amerikan hedeflerine
yönelik doğrudan eyleme bu dönemde geçmiştir. 6. Filo’nun Dolmabahçe’de denize dökülmesi emperyalizme karşı direnişin simgesi haline
gelmiştir. Keza 1968’in Haziran ayında devrimci
gençler İstanbul Üniversitesi’nde Deniz Gezmiş
önderliğinde demokratik üniversite talebiyle harekete geçmiş ve okulu işgal etmişlerdir.
Bu türden eylem ve örgütlülüklerin ortaya çıkmasını sağlayan sebepler, bugün ortadan kalkmış
değildir. Bugün hala apolitik bir gençliği, antidemokratik bir üniversiteyi savunan, doğası gereği
emperyalizm ile barışık bir sistem ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla özellikle yaşam alanı olan
üniversitelerimizde devrimci gençliğin örgütlenmemesi için sistem dışında hiçbir karşıt duruş
bulunmamaktadır. Örgütlenme ve siyasal-politik
çalışma yürütmenin düne göre daha zor olduğu
bir gerçektir. Ancak devrimci gençlik için her zaman alternatifler vardır, var olmalıdır. Hepimizin
yaşadığı ve gözlemlediği üzere üniversitelerdeki
eğitim tamamen ezberci ve rekabetçi bir mantığa dayanmaktadır. Sistem, gençlik arasında bir
rekabet ve kızışma yaratmakta ve gençliğin ortaklaşabilme potansiyelini zora sokmaktadır. Bu
15
Politika / Gündem
koşullarda gençliğin kendisini daha rahat ifade
edebildiği; bireyin değil, kolektif emeğin değerli
görüldüğü öğrenci kulüpleri gençlik için önemli
bir çalışma alanıdır. Öğrenci kulüpleri; ezberci ve
basmakalıp üniversite eğitimine karşı alternatiflerin ifade edilebileceği, siyasal fikir ve görüşlerin
açıklanıp tartışılabileceği fikir ve çalışma alanlarıdır. Gençliğin yaşamında birçok şeyde olduğu
gibi zora ki değil, gönüllülük temelinde yer alacağından kulüp ortamları daha nitelikli insanların
yer alacağı alanlardır. Tüm bu unsurlardan ötürü
öğrenci kulüpleri devrimcilerin çalışma yapabileceği, yeni insanlarla tanışabileceği ve devrimci gençlik hareketini yükseltebileceği yerlerdir.
Kulüpçülük faaliyetlerine katılan öğrenci kitlesi
genellikle demokrat, devrimci ve solcu öğrencilerden oluşmaktadır. Bu yönüyle de biz devrimci
gençliğin kendisini ifade edebilmesi, alternatifini
anlatabilmesi, okul sorunlarına ve bunun üzerinden yapılabilecek siyasal çalışmalara değinebilmesi açısından diğer alanlara oranla daha rahat
çalışma yapabileceğimiz ve insanları kazanabileceğimiz alanlardır. Bu yüzden üniversitelerde
çalışma yürütebileceğimiz alanlar küçümsenmemeli ve bir fırsat olarak görülmelidir. “68”
hareketinde Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in
Politika / Gündem
Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) olduğu
unutulmamalıdır. Keza FKF’nin süreç içerisinde
DEV-GENÇ’e evrildiği de unutulmamalıdır. Bu
durum, gençliğin anti-emperyalist ve demokratik
nitelikte buluşabildiği her alanın egemenler tarafından denetlenmesini ve dağıtılmasını beraberinde getirmektedir. Sistem tarafından devrimci
çalışmalarımıza müdahale anlamında çeşitli saldırılarla karşılaşabiliriz. Bu saldırıların bir örneği
polise verdiği arama yetkisiyle de tepki toplayan
İstanbul Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Yunus
Söylet tarafından 200’ün üzerinde kulübün bağlı
olduğu Öğrenci Kültür Merkezi’nin (ÖKM) kapatılmasıdır. Yapılan protestolar neticesinde geri
adım atılması ve kulüplerin yeniden kurulması
sağlanmıştır. Ancak bu kez de kulüplere katılacak
öğrencilerin herhangi bir disiplin cezası almamış
ve eyleme katılmamış olması gerekiyor gibi niyeti
apaçık ortada trajikomik bir madde konulmuştur.
Bu ve buna benzer saldırılar, faşist uygulamalar
devrimci gençliği yıldırmayacak, çalışmalarını
engelleyemeyecektir. Devrimci Gençlik güçlenmeye Umuda YOLCULUK büyümeye devam
edecektir. Dev-Genç’te Birleş Umudu Örgütle!!!
16
Dev-Genç Görev Başına
“68” hareketinde Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in Fikir Kulüpleri
Federasyonu’nda (FKF) olduğu unutulmamalıdır. Keza FKF’nin süreç
içerisinde DEV-GENÇ’e evrildiği de unutulmamalıdır.
B
ilim ve felsefe yaratıcı ve eleştirel aklın sentezidir. Doğruyu araştırıp bulma ve ileriye
dönük gelişimi yaratma teorisi ve eylemleridir.
Eleştireldir. Dogmatik ve durağan değil, sürekli
bir akışı ifade etmektir.
Bilim ve bilimsel faaliyet ilkel çağlardan günümüze kadar insanlık için en önemli eylemlerden
biri olagelmiştir. Astronominin en ilkel hali dahi
üretimin geliştirilmesi, dolayısıyla insanın ihtiyaçları çerçevesinde gelişen bir bilim alanı olarak
ortaya çıkmıştır. Mevsimlerin değişimi, yağışlar,
kuraklıklar, zaman algısı vb. ilkel dönemlerde
dahi azımsanmayacak ölçülerde geleceğe katkıda
bulunmuştur. Tarımın gelişimi vb. ise buna bağlı
olarak gelişimini/değişimini daha hızlı tamamlama sürecine girmiştir.
Bilimin ve felsefenin en ideal tanımlaması ise
pratiğe dayalı olarak (ki her bilim dalı pratiğin
süzgecinden geçerek olgunlaşmıştır) aklın insanlık için kullanılmasıdır. Bu kavram diğer burjuva
tanımlamalardan uzaktır. Zira burjuva bilim çevreleri ve dergileri gerek bilimi gerekse felsefeyi
elit bir düzeyde tutma anlayışındadır ve bilinemez kılmaktadır.
Bugün birçok burjuva kavram, temel bilimleri ve onların disiplinlerini karmaşık göstermeye
çalışır. Onlar için bilimden sanata, felsefeden
ekonomiye kadar tüm kavramlar halktan yalıtık
bilinmezlikler olarak ifade edilir. Oysaki tüm bu
kavramlar entelektüel bir faaliyetten çok ötededir. Onların anlamlı oluşu ise insanlığın yararı ve
geleceğine hizmet ediyor olmasıdır.
Ancak bugün her olgu gibi neredeyse tüm
bilim alanı ve disiplinleri burjuvazi tarafından
ele geçirilmiş ve kendi ihtiyaçları çerçevesinde
şekillendirilmiştir. Bunda kapitalizmin ürünü
olan Postmodernizm’in de etkisi oldukça fazladır. Örneğin bilgisayar teknolojisinin salt kişisel
iletişim aracı olarak algılanması, mühendislik ve
mimarlık gibi alanların rantsal dönüşümle anı-
Devrimci Gençlik
lır olması, gıda, ziraat ve gen teknolojisinin ise
yüksek gelir getirecek şekilde insan sağlığını hiçe
sayar bir alana dönüşmesi gibi birçok alanın, kapitalistlerin karlarına yeni karlar getiren bir işleve dönüştüğü görülmektedir.
Öz itibariyle değerlendirildiğinde eski
Yunan’dan günümüze dek önemli bir birikimi
ifade eden Bilim ve felsefe için daha insanca bir
yaşamın kaygısıdır demek yanlış olmayacaktır.
Bugün gerek felsefe ve gerekse bilim alanında sınıfsal bir kopuş yaşanıyorsa bu durum söz konusu alanların ne kadar işlevsel olduğunun ifadesidir. İşlevselliği ise bilinemezciliğe karşı önemli
birer alan olmasından kaynaklıdır.
Peki bilim neden insanlığın refahı için kullanılmıyor?
Bunun nedeni felsefenin sorgulayan, düşündüren ve harekete geçişi sağlayan bir niteliği olmasıdır. Bilim ise yine felsefi bakışa göre şekillenir. Salt bu yüzden her iki alanda da egemen
ve statükocu anlayışın yaygınlaştırılmaya çalışılması, insanlığın geleceği, özgürlüğü ve insanlığın
kendi kaderini ellerine almanın önünde engel
oluşturma amacı gütmektedir. Tıpkı düşünmeyen sorgulamayan toplumun yaratılması ve bilimin de salt egemenlerin ihtiyacına uygun olarak
kullanılması gibi.
EĞİTİM
Bugün tıpkı bilim, felsefe ve diğer alanlarda
olduğu gibi akademik eğitim konusunda da yanılgılarla malul duruşların prim yaptığına tanık
olmaktayız. Öyle ki; başta üniversite öğrenimi
olmak üzere eğitimin her alanı bireysel çıkarı
gözeten, toplumsallıktan uzak bir niteliğe dönüşüyor.
Bilindiği gibi egemenler kendi sömürülerini
kalıcı hale getirmek için devlet biçiminde örgütlenmiş imkanlardan yararlanarak her aracı
kendi çıkarlarına tahvil eder. Eğitimsiz bırakarak
cahilliği/bilinçsizliği yaygınlaştırmaktan eğitimli
17
Politika / Gündem
cahilliği yaygınlaştırmaya kadar bir dizi faaliyet
yürütür. Bunun için elinde bulundurduğu tüm
araçları devreye sokar. Medya, eğitim kurumları
vb. gibi her alanı bir silah haline getirerek manipülatif yöntemlerle algıyı da/tepkiyi de kendi
kontrolü altına almaya çalışır.
Eğitim toplumun ileriye dönük yapı taşlarının
en belirleyici unsurlarındandır. Geleceği temsil
eder. Bir üst yapı kurumu olan eğitim, sınıflı toplumda egemen sınıfın ideolojisini yansıtan/içeren bir nitelik taşır. Bu tıpkı hukuk, sanat vb. gibi
diğer üstyapı kurumlarının da içinde bulunduğu
ortak özelliktir. Ve devlet temsil ettiği sınıfın çıkarı gereği bu üst yapı kurumlarını ezilenlere/
karşıt sınıfa karşı biçimlendirir.
Sosyalizm öncesi toplum biçimlerinde, eğitime yüklenen işlev; bireyi var olan iş bölümü
çerçevesinde istihdam edebilmek üzere hazırlama ve ideolojik yönlendirme sonucu uyumlulaştırmadır. Bu kaygı, sömürü sistemlerinde her
zaman için insan olgusunu geri plana atmış, insanı ufuk açıcı yöntemlerden uzak tutmanın sebebi olmuştur. Kitleselleşen üretim, kitleselleşen
eğitimi koşullamış; ihtiyaç duyulan iş bölümüne,
uzmanlaşmaya göre biçimlenmiş bir insan tipi
amaçlanmıştır. İnsanlar birer nesne, birer dişli,
birer araç olarak görülmüş ve eğitim; bu ihtiyaca cevap veren tarzda düzenlenmiştir. Öznenin;
irade kullanan, üreten, yön veren özelliği her zaman tehlikeli görülmüş; eğitimsiz olanından çok,
eğitilerek ehlileştirilmiş insan tercih edilmiştir.
Eğitimi zorunlu tutan kapitalizm; çalışmayı da
zorunlu tutmuş ve güdüleni (vasıfsız) de, güdeni
de yaratarak “uygun” bir düzeneğin taşlarını dizmiştir. Bu bağlamda üniversite öğrenimine yönelik alınan her karar egemen sınıfın niteliğinin
belirleyicisidir demek mümkündür.
Politika / Gündem
Bilindiği gibi üniversitelerin işlevi
özgürce bilim yapmaktır. Özgürce bilim yapabilmenin olmazsa olmazı ise
demokratik ve özgür bir zeminin var
olmasıdır. Bu gereklilik onun bağımsız bir işlev taşımasından kaynaklıdır.
Zira özgürlüğün olmadığı bir alanda
ne yaratıcı fikirlerin ne de sorgulayan
akılların yetişmesi imkânsızdır.
Bu örneğe ülkemizde birebir tanığız. Yıllardır devletin çizdiği sınırlara
hapsolan, tartışma ortamlarını ortadan kaldıran, sorgulayan beyinleri adeta hapseden bir süreçten geçildiği biliniyor. Ve bugün
ülkemizde eğitim anlamında yaşanan durum neredeyse cumhuriyetin ilk yıllarını dahi aratacak
düzeyde gerilemiş bulunuyor. Ezberci, bireyci,
kaderci dahası bilimsellikten uzak ne varsa bugün eğitimin içinde barınıyor.
Geçtiğimiz yıllarda bir bilim dergisinin üniversitelerde yaptığı anketle kaderciliğin ve bilimdışlığın ne seviyede olduğu ortaya çıktı. “Safsata
Anketi” olarak kamuoyuna sunulan bir araştırmada sorulan sorular ve yanıtları adeta ilkokul
öğrencilerini dahi şaşırtacak bir nitelik taşımaktaydı. Beş üniversitede yapılan anketler biyoloji bölümlerinde evrim karşıtlığının boyutlarını
gözler önüne serdi. Tıp, biyoloji, fizik, kimya, astronomi, jeoloji gibi doğa bilimleriyle doğrudan
ilintili alanlarda okuyan, 1. ve 4. sınıf öğrencilerine, bir dizi bilimsel olarak test edilmesi olanaklı
olmayan metafora (türbe, yatır, melek, cin, nazar,
kader, vb.) inanıp inanmadıkları sorulmuş, verilen yanıtlar ise öğrencilerin söz konusu metaforlara yüksek bir oranda inandıklarını göstermiştir.
Evrimsel yaklaşımla ilgili olarak, “insan soyunun
Adem ve Havva’dan geldiği” görüşüne inanıp
inanmadıkları sorusuna ise öğrencilerin % 75’inden fazlası “evet” yanıtı verirken, bu oran 1. sınıftan son sınıfa doğru yükselmiştir. Öte yandan yanıtı “hayır” olanların oranı % 10’larda kalmıştır.
Bugün eğitim alanında çıkarılan her yasa esas
itibariyle toplumun kader algısını geri bir düzeye çeken bir rol oynuyor. Ve bu durum çıkarılan
4+4+4 vb. gibi yasalarla “ağaç yaş iken eğilir”
mantığıyla ele alınarak eğitimin/öğrenimin en alt
basamaklarından başlayarak inşa ediliyor. Toplum gerici bir anlayışla şekillendiriliyor. Dolayısıyla yüksek öğrenime doğru izleyen seyir tama-
18
men egemenlerin isteği/çıkarı doğrultusunda ele
alınıyor.
Üniversitelerde ise bu durum daha vahim boyutlara varıyor. Bilim üretmesi gereken kurumlar
adeta kaderciliği yaygınlaştıran bir araca dönüşürken, kapitalizmi destekleyen bir işlevsellik de
taşır hale geliyor. Tarih bölümlerinin neredeyse
tamamı sosyolojiden ve onun temel prensiplerinden uzak bir uygulama yürütüyor. Irkçılığı
benimseten bir işlev yürütüyor. Bunun yanında
fen bilimleri alanında neredeyse hiçbir önemli
gelişmeye imza atabilecek bir süreç yaşanmıyor.
Hatta birçok öğretim üyesi gerici anlayışı demokratikleşme olarak addediyor. Ülkenin en saygın
üniversitelerinden biri olarak kabul edilen İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji bölüm başkanının
Arapça eğitimi bu okula ben kazandırdım diyerek böbürlenmesi ise durumun vahametini yetirince açığa çıkarır niteliktedir. Bunu bir özgürlük
olarak gören öğretim üyelerinin türban konusundaki tavrı nedeniyle iki yıl hapis cezası alan
Ege Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri
Bölüm Başkanı Renan Pekünlü hakkında ise bir
tavır sergilememesi ise özgürlükten ne anladıklarını ortaya koyan bir nitelik taşımaktadır.
Üniversitelerde gericiliğin ve faşist uygulamaların boyutu günden güne artıyor. Üniversitelerde aydınlanmacı, demokrat ve yurtsever niteliklere sahip birçok öğretim üyesinin çeşitli nedenlerle tasfiye edilmiş olmaları ya da ileriye dönük
çalışmalarının yine YÖK ve üniversite yönetimleri tarafından engellenmesi de okullardaki demokratik havanın ortadan kaldırılması anlamında önemli bir rol oynuyor. Bu durumla
birlikte üniversite kapıları, gerici, faşist
kadroların ellerine geçerken üniversiteler feodalizmin kilise okullarını andıran işleve dönüşür hale geliyor. Örneğin
İstanbul’da Marmara Üniversitesinde
kerameti kendinden menkul bir grubun
ellerinde bulundurduğu sahte fosillerle ve ABD’de kiliseler ve devlet kurumları tarafından finanse edilen grupların
temsilcileriyle birlikte Evrim karşıtı bir
sempozyum düzenlemesi ve bu sempozyuma muhalif hiçbir kimsenin rektörlük
kararı ile alınmaması üniversitelerdeki
anti-demokratik uygulamaları yeterince gözler önüne seriyor. Bunun yanında
öğrencilerin kendi aralarındaki iletişim aygıtları
yine okul yönetimleri tarafından ya engelleniyor
ya da ortadan kaldırılıyor. Öğrenci kulüplerinin
yasaklanması ve açılması konusunda ortaya konulan engeller ise bunun en somut göstergelerinden biridir. Bu uygulamalarla birlikte öğrenci
gençliğin örgütlenmesi ve ortak talepler etrafında örgütlenmesinin önü kesilmiş oluyor. Toplantı
salonları devrimci, demokrat öğrencilere kapatılarak herhangi bir etkinlik düzenlemesi imkânsız
hale geliyor. Ancak bunun yanında gerici ve faşist unsurlara tüm olanaklar açılıyor. Okul yönetimleriyle el ele vererek düzenlenen tasarlanmış
tartışmalar ya da paneller ise lise münazaralarını
andırır bir seviyede sürdürülüyor.
Okullarda özellikle sivil ve resmi polis baskısının giderek arttığına, buna birde özel güvenlik terörünün eklendiğini unutmamak gerekir.
Neredeyse öğrenci gençlerin her hareketi, söz
konusu güçler tarafından denetlenmekte ve baskı altına alınmaktadır. Polis ve özel güvenlik raporlarına dayanarak okuldan atmalara ve soruşturma açılmasına ve soruşturma sayısının her
geçen gün artmasına zaten tanığız. Öğrencilerin
demokratik talepler etrafında şekillenen protestoları sonucunda ya da salt basın açıklamasına
katıldığı gerekçesiyle soruşturmalar açılıyor. Bu
durum Türkiye’de muhalefeti zapt-u rapt altına
almaya çalışan uygulamaların öğrenci gençlik
üzerindeki yansımasından başka bir şey değildir.
Özellikle “artık üniversitelerde siyaset engellenmeyecek” söylemlerinin ise bir kandırmacadan öteye gitmediğini bilmek gerekiyor. Dolayısıyla bu
19
Kültür / Sanat
söylemlerin yaratacağı bir özgürlük varsa o da
egemen siyasete, AKP’nin, gericilerin ve ülkücü
çetelerin siyasetine dokunmayan türden bir özgürlük olacağını bilmemek ise ahmaklık anlamına geliyor.
“Okulda Polis istemiyoruz” diyen öğrencilere
güldüğünü ifade eden İstanbul Üniversitesi Rektörü “Prof ” Yunus Söylet ise üniversitede özgürlüğün ne anlama geldiğini şöyle ifade ediyor.
”Burada bin tane polis olsa ve de herkes adam
gibi öğrenimini yapsa, polisin kime ne zararı var?
Sivil polis, batıyor mu bana, ya da öğrenciye bir
şey mi yapıyor? Kurallara uyana, okuyana, yazana, oynayana, sevişene laf mı edilmiş? Edilmedi,
edilmeyecek de. Burada yüz tane polis olsa ne yazar, bin tane olsa ne yazar? Kime ne? Ne kadar çok
olsa, onlar her şeyin normal akışını sağlasa, bizim
onlara teşekkür etmemiz gerekmiyor mu? Sivil polisler katillerden mi seçiliyor? Biz, sivil ya da resmi görev yapan polise çok şey borçluyuz. Niye böyle bir algı
var? Bizim görevimiz burada öğrencileri okutmak
değil mi?
Özgürlükten yalnızca oyun oynamayı ve sevişmeyi anlayan rektörün bu ifadesi ise egemenlerin
özgürlüğe nasıl baktığının özetidir. Yunus Söylet
faşizmin okullardaki direktörlüğünü vazife edinmiş ve bunu da Prof ünvanı ile yerine getirmektedir.
ŞİMDİ BASKILARA
GÖĞÜS GERME ZAMANIDIR!
Tüm bu uygulamaların yanında öğrenci gençliği giderek artan yeni bir saldırı dalgası bekliyor.
Yeni bir eğitim/öğrenim dönemine girerken yanılgılarla malul bir sürecin tohumları da ortaya
saçılmış oldu. AKP’nin “harçları kaldırıyoruz”
söylemleriyle birlikte başta medya da yaşanan
olumluluk eğilimi, uygulamanın ayrıntıları ortaya çıktıkça gerçek niyetin esasını da günyüzüne çıkardı. Salt harçlar üzerinden yürütülmeyen
manipülasyonlar “üniversitede siyaseti engellemeyeceğiz” ve “dershaneler kapatılacak” vb. gibi söylemler etrafında adeta kapsamlı bir revizyonun
gerçekleştiği izlenimi yarattı. Ancak başlangıçta
satır aralarında dillendirilen bu gelişmelerin kamuoyunda tartışıldıkça ve yeni açıklamalar yapıldıkça eğitim ve öğrenimde saldırganlığın azami
boyutlara ulaşacağı sinyallerini de verdi. Kısa bir
zaman içerisinde ele alınan yeni uygulamaların
cafcaflı söylemlerle dillendirilmeye başlaması ise
Politika / Gündem
kapitalizme kan taşımanın aciliyetini yansıtıyor.
Popülist söylemlerle iktidara geldiği günden
bu yana imajını tazelemeyi başaran AKP’nin sık
sık yeni yıkım yasalarını uygulamaya koymadan
önce pembe tablolar çizdiği biliniyor. Bu nedenle Erdoğan’ın yıllardır harçlara yönelik yapılan
muhalif protestoları kastederek “hak verilecekse
biz veririz. Size ne oluyor” gibi bir çıkışla sahnedeki yerini alması ise akıllara Genel Sağlık
Sigortası’nın ve kentsel dönüşüm üzerine verilen
vaatleri getirmeyi sağlıyor.
Üniversiteler açıldı. Ancak görünen o ki eğitimde adeta atılım olarak görülen uygulamaların birer birer fiyaskoyla sonuçlandığını görmek
ise şimdiden mümkün. Egemenlerin giderek
yoğunlaştırdığı saldırı politikaları ise önümüzdeki dönemde öğrenci gençlik üzerindeki koşulların olumsuz etkisinin giderek artacağının
ifadesi anlamına geliyor. Yeni YÖK Disiplin
Yönetmeliği’nden, okulların talan edilerek özelleştirilmesine dönük hamlelere kadar tüm olguların öğrenciler üzerinde giderek ağırlaşacak
olan bir sürecin izlerini taşıdığı çok açık. Harçlar
kaldırıldı müjdesinin arka planını ise eğitimin
özelleştirmesi hamlesi olarak okumak mümkün.
Kaldı ki bu durum açık öğretim fakülteleri üzerinde herhangi bir değişikliğe neden olmadığı
gibi İkinci öğretimler içinse sömürünün devam
edeceği bir biçimle uygulamaya konuldu. İkinci
öğretimlerde harç uygulaması konusundaki sorulara ilişkin pişkinlikle yanıtlar veren Erdoğan
ise “onu kaldırmak mümkün değil” ifadesinde
bulunarak bunun yasal engelleri olduğunu ve
öğrencilerden alınan ücretin katkı payı olarak
düşünülmesi gerektiğini ifade etti. İşte tamda bu
ifadeyle birlikte örgün eğitim dışındaki eğitim
alanlarının parasız olamayacağı gerçeği de ortaya çıkmış oldu. Bunun yanında kısa bir süre önce
dershanelerin kapatılmasına ilişkin çalışmalar
sürdürdüklerini söyleyen egemenler, dershanecilere ise birleşin çağrısında bulunarak “özel okullar açın bizde size kaynak aktaralım” diyerek önümüzdeki süreçte eğitim ve öğrenimin tamamıyla
özelleştirileceğini ifade etmiş oldular. Bilindiği
gibi dershane sektörü yüksek kar getiren alanlardan biri. Ve bu sektörün cirosunun 10 milyar
dolar olduğu söyleniyor. Bu ise egemenler için
önemli bir gelir kapısı olarak görülüyor. Peki bu
sektörün dağıtılması ya da ortadan kaldırılması,
20
dahası kapitalizme kan taşıyan böyle bir sektörün
lağvedilmesi kapitalistler için büyük zararlara
neden olmayacak mıdır? Bu yüzden bu durumu
farklı güvencelerle tamamlamak egemenler için
anlam kazanıyor. Zaten egemenlerin kar getiren
alanlardan yeni karlar sağlayacak durum yaratmadan vazgeçmeyeceği bilinen bir olgudur. Bir
süredir kulislerde dillendirilen bu konu bugün
net bir şekilde ifade edilmeye başlandı. Ve Başbakan Erdoğan’ın 9 Eylül’de AKP il başkanları
toplantısında yaptığı konuşmada konunun tekrar
gündeme gelmesiyle durum daha da somutlaştı.
Açıklamada Erdoğan “Dershanecilik olayını kaldıracağız. Bundan kim
gücenirse gücensin. Kusura bakmasınlar. Bu
benim halkımın, vatandaşımın ortak talebidir.
Eğitim öğretime hizmet
verecekseniz, okullaşın,
okullar kurun. Biz de
sizden hizmet alımı yapalım ve sizin sınıflarınızı öğrencilerimizle biz
dolduralım. Bedeli neyse
biz verelim. Sizi açıkta
bırakacak değiliz. Biz
yatırımdan kurtulmuş
oluruz, siz de hizmetinize aynen devam edersiniz. Bakıyorsunuz bu güzel bir teklif demiyorlar.
Niye, öbür taraf çok daha tatlı da onun için.” dedi.
Yapılmak istenen değişiklik ise [2007-2013]
9. Kalkınma Programında “Eğitim sisteminin
geliştirilmesi’ başlığında şöyle yer almıştı: “599.
Ortaöğretim ve yükseköğretime hazırlık dershanelerinin özel okullara dönüştürülmesine yönelik
teşvikler sağlanacaktır.”
Böylesi bir uygulamanın tamamıyla paralı eğitim modeline doğru bir seyir izleyeceğini görmemek sanırız körlük anlamına gelecektir. Zira
üniversite giriş sınavlarının dahi bu tür uygulamalarla ortadan kalkacağı biliniyor. Ve önümüzdeki süreçte egemenlerin ÖSS’yi kaldırıyoruz gibi
açıklamalarla kamuoyunu yanıltacağı, devletin
büyük oranda üniversitelerden elini çekeceği ve
gençliği adeta özel okul kıskacına sokacağını öngörmek şimdiden mümkün. Kaldı ki son uygulamalarla birlikte okul yönetimlerinin mütevelli
heyetlerine bırakılması ise okul yönetimlerinin
bir şirket statüsü kazanmasına kapı aralıyor. Devlet okullarının mütevelli heyetlerine teslim edilmesi konusunda düzenlemelere başlayan iktidar
böylelikle devlet okullarının özel/ticari bir şirkete
dönüşmesine de zemin hazırlamış oluyorlar. Zira
bir süredir sermaye sözcülerinin okullardaki
mütevelli heyetlerine kendi temsilcilerini sokmak için çabalar harcadıkları malum. zaten belli
bir süredir bunu destekleyen bir yapılanma inşa
edilmeye başlandı. Başta Okan ve Işık üniversiteleri olmak üzere mantar gibi çoğalan Özel meslek
yüksek okulları para karşılığında meslek öğretme/kalifiye eleman yaratma anlayışıyla faaliyetlerini sürdürüyor.
Merdiven altı üniversiteler diyebileceğimiz
bu okulların esas amacının sermayeye ucuz
işgücü sağlamak anlamına geldiği biliniyor.
Kapitalizmin krizi
ile birlikte yoğunlaşan
işsizlik yüksek öğrenim gençliği içinde
oldukça yaygınlaştı.
Atanması yapılmayan
öğretmenlerden, genç
eczacılara, düşük ücretlerle çalıştırılan genç hukukçulardan mühendislere kadar hemen her kesim bu durumdan
oldukça mağdur. İşte bu nedenle özel okulların
tercih edildiği bir zeminde inşa edilmiş oluyor.
Dolayısıyla ne bilim ne de demokrasi anlamında
öğrenci gençlik içerisinde tavır koyabilecek bir
ortam filizlenmiyor.
Bununla birlikte kendine muhalif kesimleri adeta hitler vari yöntemlerle zapturapt altına
almaya çalışan egemenler, soruşturmalardan tutuklamalara kadar bir dizi uygulamayla gençliğin
yükselen sesini kesmeye çalışıyor. Bugün binin
üzerinde öğrencinin tutuklu olması bunun en
büyük kanıtıdır. Ve bu durum emperyalist denklemlerde kendine yer edinmeye çalışan Türkiye
egemenlerinin işbirlikçi rolünü giderek artırırken muhalif hiçbir reflekse izin vermeyen bir pozisyon takınmasına neden oluyor.
İşte tamda bu nokta da öğrencisinden öğ-
21
Politika / Gündem
retim üyesine kadar tüm demokrat-devrimci
kesimlerin demokratik anlamda bir mücadele
başlatmasının gerekliliği de kendini yakıcı bir
biçimde hissettiriyor. Zira tek başına muhalif
görünmek ya da salt yakınmayla malul duruşlarla böylesi bir ortamdan çıkılması/sıyrılınması olanaklı görünmüyor.
Öğretim üyelerinin oluşturduğu ve muhalefet
yaratma anlamında örgütlenen birçok çalışma ise
(Kongreler, sempozyumlar, seminerler vb. gibi)
yaz aylarına endeksli tatil aktivitelerine dönüşür
hale gelmiş durumda. Muhalefet olarak kongreler toplamak ve sonuç bildirgeleri yayınlamak ise
kendinden menkul faaliyetler haline gelmiş durumda. Bunun panzehiri ise yapılan çalışmaların
salt entelektüel faaliyetlere dönüşmesini engellemek ve yapılan çalışmaları tüm toplum kesimlerini
kapsayacak bir nitelik taşıyacak potansiyele erişmesini sağlamaktır. Gerek TKP’nin başını
çektiği Üniversite
Konseyleri, gerekse bazı entelektüel
aydın ve akademisyenlerin örgütlediği Karaburun
Bilim Kongresi
gibi çalışmaların
başarısızlığı
bu
duruma verilecek en iyi örneklerdir. Bu tür çalışmaların bütün bir yıla yayılmasını sağlamak
ve öğrenci kitlesiyle örgütlemek ise sonuç alma
bakımından daha başarılı olacaktır. Zira yaşanan
sorunlar somuttur ve bunlara karşı somut kazanımlar elde etmek, somut çalışmalarla anlam kazanacaktır. Öğrencisine sahip çıkmayan, öğretim
üyesine sahip çıkmayan ve onların sorunlarıyla
yakından ilgilenmeyen bir örgütlenme ne kadar
kitlesel çalışmalar örgütlerse örgütlesin, kazanımı lafazanlıktan öteye geçmeyecektir.
Bilinirki tek başına ne eğitim ne de akademik
unvanlar toplumun bilinçlenmesi anlamında bir
şey ifade etmez. Burada Marks’ın o meşhur 11.
Tezini hatırlamakta fayda var. Salt kürsüsüne sabit kalan/bırakılan ya da laboratuarına kapatılan
Politika / Gündem
bir bilim insanının toplumla iç içe geçecek araçlara sahip olmaması doğal olarak akademik camia
denilen dar bir halka içerisinde yalıtılmış halde
kalıyor. Ne toplumun önünü açacak bir gelişmeye adım atılabiliyor ne de aydının toplumu yönlendirebilecek nitelikleri ön plana çıkmış oluyor.
Demek ki üniversitede okumak, kendi dalında
yıllarca bilimsel eğitim almak “aydınlanma”ya ya
da tersten söylersek toplumun aydınlanmasına
yetmiyor. Demek ki bilim insanlarının mesleki
eğitim vermeleri, hatta dergi çıkarıp kitap yazmaları bile aydınlatmaya yetmiyor.
Aydınlanmayı bilimin toplumsallaştırılması
ve bilimsel düşünce refleksinin toplumun hücrelerine kadar edinilmesi olarak anlamak gerekir. Dersini verip derslikten çıkan öğretim üyesi,
makalesini yazıp
laboratuarına çekilen bilim insanı
-bırakın toplumun bilim ile hiç
temasa gelmemiş
kesimlerini- kendi öğrencilerini
ve okurlarını dahi
aydınlattığını
sanmasın. Bunu
aşabilmenin en
birincil yolu tüm
bilim alanlarında
demokratik bir
tartışma ve çalışma koşullarının
yaratılmasıdır. Bu ise başta akademik çalışma yürütülen alanlarda böyle bir mücadelenin verilmesi ile söz konusu olacaktır.
Bu bağlamda önümüzdeki dönemde hak gasplarına ve demokratikleşmeye dönük muhalif
hareketlerin daha da baskı altına alınacağını ve
pervasızca uygulamalarla engellenmeye çalışılacağını söylemek mümkün. Bu durum okullarda
özel güvenlik terörünün doruğa ulaşmasıyla birlikte soruşturmalara kadar bir dizi baskı politikasını düne göre daha da artıracaktır. Ve bugüne
kadar sürdürüle gelen öğrenci gençliğin demokratik talepler etrafında örgütlenmesinin önü engellenecek ve var olan örgütlenmelerin (kulüpler,
öğrenci dernekleri) kaldırılması sağlanacaktır.
Tutuklama furyası daha da artacak ve adeta öğ-
22
renci gençlik üzerinde bir korku heyulası oluşturulacaktır. Bilimsel anlamda yapılan çalışmalar
engellenecek ve bunun tan tersi anti- bilimsel ve
piyasacı bir sürecin önü açılacaktır. Öğrenciler
ucuz işgücü anlamında sistemin kurtarıcısı olarak rol almaya zorlanacak ve çok düşük ücretlerle
çalıştırılacaktır.
İşte böylesi bir baskı ortamında devrimcilerin
görevi daha da zorlu olacaktır. Zira egemenlerin
liberal ve postmodern uygulamaları neticesinde
gençlik üzerinde oluşturmuş olduğu zehirli iklim yine gençlik üzerinde büyük tahribatlara yol
açmıştır. Ve bu doğrultuda gençlik özgürlükten,
demokrasiye toplumsal kurtuluştan bireyselliğe
kadar birçok kavramı egemen politikalara denk
düşecek değerlendirmelerle algıladığı/tanımladığı bir süreç yaratılmıştır. Hatta sol muhalefet üzerinde dahi bu etkileri görebilmek mümkün.
Bu nedenle böylesi zorlu bir görevi göğüsleyebilecek en önemli güç devrimci gençliktir. Baskılara göğüs germekte, ona karşı muhalif bir zemin
yaratmak da devrimci gençliğin üzerine düşen en
önemli görevlerden biridir.
BU ABLUKA DAĞITILACAK
Emperyalist denklemler içerisinde pay
kapma ve emperyalizmin yolunu dikensiz gül
bahçesi haline getirmeye çalışan işbirlikçilerin
giderek yoğunlaşan saldırıları tüm toplum kesimlerini sarsmakta ve yıkıma uğratmaktadır.
Tarım politikalarından, kıdem tazminatlarına,
kentsel dönüşümden, işsizliğe ve uluslar arası
politikaya kadar inşa edilen uygulamalar derin
bir kaosa neden olmaktadır. Yüzde 60’lık oy potansiyeline sırtını dayayan AKP’nin bu nedenle
daha pervasızca saldırdığı ve adeta örgütlü muhalefetin olmamasından kaynaklı bir rahatlık
içerisinde hedeflerine doğru yol aldığı görülüyor.
Ancak toplumun hemen her tür uygulamaya tepki verdiği gerçekliğini de görmek gerekir. Ancak
tepkinin örgütlü bir nitelik kazanamaması onun
edilgenliğini ve atıllığını da ön plana çıkaran bir
rol oynuyor. Dolayısıyla çıkan her yıkım yasası
sessiz sedasız inşa edilebiliyor. Bunda en önemli
faktör ise devrimcilerin gündem belirleyecek bir
niteliğe henüz sahip olamaması ve sübjektif koşullar diyebileceğimiz halkın örgütlülük düzeyinin yeterli seviyede olmamasıyla ilintilidir. Genel
olarak gençliğin durumu da Türkiye’nin özetini
yansıtmaktadır. Zira gençlik içerisindeki örgütlülük ve bilinç seviyesi henüz güçlü bir muhalefet
odağı yaratmaya yeterli değildir. Polisiyle, mahkemesiyle, YÖK’üyle, medyasıyla ve cemaatiyle
bir bütün oluşturan sistem gençliği adeta esir almış durumda. Bu yönüyle baktığımızda gençlik
de genel itibariyle sömürü sisteminden muaf bir
karakter taşımamakta ve her gün yeni bir sömürü
politikasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu durum
onun muhalif bir karakter kazanmasına da vesile
olmaktadır. Ancak gençlik içerisindeki örgütsüzlük, onların tepkilerini örgütleme konusunda da
bir atıllaşmaya ve tepkisizliğe zemin hazırlıyor.
Ve bu durumdan etkilenen kimi muhalif çevrelerde bu durumu aşmak için ya liberal düzeyde
eylemliliklerle bilinç taşımaya ya da radikal söylemlerle günü kurtarmaya çalışıyor. Aslolanın
gençliğin tepkilerini ve isteklerini dile getirecek
bir muhalefet hareketinin yaratılması konusu ya
görülmüyor ya da es geçiliyor.
Bu nedenle devrimci gençliğin önündeki en
büyük hedef somut duruma uygun projelerle
örgütlülük zeminlerini yaratma şeklinde ortaya
çıkıyor. Bugün öğrenci kulüplerinin açılması ve
işlevsel bir nitelik kazanması, öğrenci temsilcilikleri, kampanyalar, sempozyumlar ve eylemliliklerle birlikte birçok araç değerlendirilerek
örgütlenmenin yollarını/kanallarını yaratmak
temel hedef haline getirilmelidir. Daha da önemlisi böylesi karanlık bir iklimi aydınlığa çıkarmak
için cüretli ve ısrarlı olmak gerekiyor. Bilinir ki
devrimcilerin cüreti karşısında egemenlerin cüreti ve cesaretinin esamesi bile okunamaz. Buna
yaşanmış geçmiş pratiklerden tanığız. DevGenç’ten, THKP’C den, Mahirlerden, Denizlerden, İbolar’dan tanığız.
Şimdi DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE şiarımızı haykırmanın tam zamanıdır. Bunun için
her Dev-Genç’linin okulunda eğitim politikalarına dönük kampanyalar organize etmesi,
öğrenci kitlesi ile kaynaşarak onları ortak talepler üzerinden harekete geçirme zamanıdır.
Okullarda, amfilerde, geleceğimizi karartmaya
çalışanlardan hesap sormanın zamanıdır. Dahası şimdi, yaşamın her alanında ve bulunduğumuz, faaliyet yürüttüğümüz her yerde Mahir
olma zamanıdır.
23
DEV-GENÇ GÖREV BAŞINA!
Politika / Gündem
Yök ve 6 Kasım
Bu noktada biz öğrenciler üzerimize sorumluluk alarak görevlerimizi
belirlemeliyiz. Toplumumuzun uyuyan kesimlerinden biri olan gençliği
hareketlendirmek ve bilinçlendirmek bu noktada çok önemlidir. Kaldı
ki mücadeleci bir gençlik oluşturmak istiyorsak öğrendiklerimizi/
deneyimlerimizi bizden sonraki kuşaklara da aktarmalı ve hareketi
genişletmeliyiz.
B
iz üniversite öğrencisi olmak için, hayal ettiğimiz bölümü okumak için, kendimizi en
çok istediğimiz okullarda görebilmek için çok
emek verdik. Nihayetinde rahatlığa veya tatlı bir
yorgunluğa erişeceğimizi (!) düşünüyorduk. Ne
kadar büyük bir yanılsama! Peki sonra ne oldu?
Binbir hayalle geldiğimiz üniversite kapısından
hayallerimizi kaybederek ayrıldık. Niçin mi?
Öncelikle üniversitenin hayatı anlamlandırmamıza, yeni bilgiler ve bilimler öğrenmemize katkısı yadsınamaz ve tabi ki kültürel ve toplumsal
hayatımızda büyük yer kaplıyor. İşte bunu bile
oligarşik devlet erki gençliğin dinamiğini ve gücünü kendine zarar vermeyecek yönde kullanmak istedi. Elbette kendi sınıf çıkarları gereğince! Bunun sonucunda üniversiteleri denetleyen
ve ‘özerkliğini’ kötüye kullanmasını engelleyecek
olan (veya kendi istediği yönde kullandırmak isteyen) bir kurum oluşturdu. Y.Ö.K. Bakalım bu
özerk tiranlık nasıl oluşmuş.
Y.Ö.K, 6 Kasım 1981’de 2547 sayılı yükseköğretim kanunu ile İhsan Doğramacı’nın başkanlığında kuruldu. Bu tarihten sonra söz konusu
kanun hükümleri ve anayasanın 130. ve 131.
maddeleriyle derebeylik etkinliklerine ortam
buldu. Çünkü devlet içinde devlet gibi davranmaya başlayan Y.Ö.K, kendi otoritesini tüm üniversitelerde ve ona bağlı kurumlarda cumhurbaşkanı atardı. Dekanlar ise rektörlerin önerdiği
3 aday arasından yine aynı kurum tarafından
gerçekleştirilirdi. ‘92 den sonra öğretim üyelerine 6 rektör adayı belirleme hakkı tanındı. Y.Ö.K.
Genel Kurulu’nda adaylar 3’e indirilerek cumhurbaşkanına sunuldu. Bu seçimlerde Yök her
daim en çok oyu alan adayları cumhurbaşkanına
sunmadı. Yök’ün kendine en yakın hissettiği (te-
Politika / Gündem
Taha CAN
Mimarsinan Üni.
orik ve pratik anlamda) adayları listelere alması
demokrasinin bu kurum için ne kadar eskimiş
(!) olduğunu gösteriyor. Halbuki Yök’ün kuruluş
misyonlarından birisi de üniversiteler ve bağlı birimlerde demokrasi kültürünü yaygınlaştırmaktır. Ne yaman çelişki!
Verdiği kararlarla ‘81’den bugüne birçok olaya ortam hazırlayan Yök için en unutulmaz gün
elbette kuruluş günü olan 6 Kasım’dır.Çünkü her
yıldönümünde bu saygıya muhtaç kurumlar protestolar eşliğinde yuhalanır. Anlayacağınız çok
güzel bir yaş günü armağanı! Bu tarih aslında
tüm üniversite öğrencileri için gelenekselleşmiş
bir eylem tarihidir. Okullarda öğrencileri fişleyen, gözaltına alma gibi olaylarda polisle işbirliği
yapan yandaş kurum seçtiği en gerici-faşist akademisyenleri de yürütme kuruluna veya rektörlüklere atayarak kendi egemenliğini pekiştirir.
Bu noktada biz öğrenciler üzerimize sorumluluk alarak görevlerimizi belirlemeliyiz. Toplumumuzun uyuyan kesimlerinden biri olan
gençliği hareketlendirmek ve bilinçlendirmek bu
noktada çok önemlidir. Kaldı ki mücadeleci bir
gençlik oluşturmak istiyorsak öğrendiklerimizi/
deneyimlerimizi bizden sonraki kuşaklara da
aktarmalı ve hareketi genişletmeliyiz. İşte tam
da bu sebeplerle 6 Kasım’da alanlarda safları sıklaştırmalı, tepkimizi dile getirmeliyiz. Daha önce
bahsettiğim gibi bu yalnızca şimdiki öğrencileri
ilgilendiren bir durum değil, gelecek kuşakların
ve eğitim-öğretim sürecine dahil olan tüm insanların sorunudur.
Sermayeci düzene karşı alanları dolduralım!
Geleceğimiz kendi elimize alalım!
24
YAŞASIN DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE!
Kentsel Dönüşümün İki Yüzü
Bugüne kadar kazanılan tüm haklar unutulmamalıdır ki mücadeleler
sonucu kazanılmıştır. Ve unutulmaması gereken bir diğer olguda
barınma-konut sorununu ortaya çıkartan temel olgu, kapitalist sistemin
işleyişinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist sistem var oldukça bu sorun
başka biçimlere bürünerek varlığını sürdürecektir
B
Selma BADEM
arınma ve konut hakkının insanın en doğal
haklarından birisi olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak bugün yaşamış olduğumuz süreçte bırakın devletin insanların konut ihtiyacını
karşılamayı, tersine insanların var olan evlerini
dahi dönüştürerek rant alanlarına teslim etmeyi
amaçlamaktadır.
1970’li yıllarda Türkiye’de tarım alanında bir
tasfiye-yıkım gerçekleştirilmiş ve
bu dönemde ülke
nüfusunun %40’ı
köylerinden, topraklarından adeta
sürgün edilmiştir.
Bu sürgün döneminde devlet
hiçbir şekilde insanlara ev sunmamış, yaşam alanı
göstermemiştir.
Ekmeğini kazanmanın
peşinde
olan halk, barınma sorununu çözme amaçlı elektriği, suyu olmayan kenar mahallelere yönelmiş, ancak burada
da mafyalar ve devlet güçleriyle karşılaşmıştır.
Tam da bu noktada emekçiler devrimcilerle tanışmış ve “herkese ev kampanyası” ile “hazine
arazileri halkındır” gibi söylemleri yükselterek
faşist unsurlarla mücadeleyi ve insanların barınma sorunlarının çözümünü birlikte örgütlemişlerdir. Sistemin bu mahallelerde yaşayan yoksul
insanlardan alacağı elektrik, su faturasına ve
fabrikalarda çok ucuza çalıştıracaklarından kaynaklı işgücüne ihtiyacı vardı. Dolayısıyla elektrik
getirdiler, su getirdiler, yol yaptılar, otobüs verdiler ve bunları “halka hizmet” başlığıyla yaptılar.Bugün gelinen süreçte özellikle İstanbul gibi
büyük şehirlerde yoksul mahalleleri konum olarak büyük önem taşıyan, ve kapitalizmin iştahını
kabartan bir rant-dönüşüm alanı haline geldi. 16
Mayıs 2012 tarihinde ismi “ Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki kanun”
olan bir yasa çıkarıldı. Ve çıkarılan
bu yasa ile birlikte
hem başbakanın
“neye mal olursa olsun, iktidarı
kaybetme pahasına bu yasayı çıkaracağız” sözü askıda kalmamış hem
de tek yetkili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
ve ona bağlı olarak
TOKİ belirlenmiş
oldu. Eğer TOKİ,
gerçekten afet riskini düşünen bir kurum olsaydı
Samsun’daki konutları sel altında kalmaz ve onlarca insanın ölümüne sebep olmazdı. Ve devlet
yetkilileri gerçekten halkı düşünseydi, deprem
vergilerinin akıbeti sorulduğunda Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “o paralar yol, su, elektrik ve
duble yollar olarak geri döndü.”demezdi. Devletin zihniyeti açıkça ortadır, amaç halka sağlıklı
konutlar kazandırmak değil değer kazanan bölgeleri rant alanına çevirip yoksulları evsiz bırakmaktır. Zira bizler bunun örneğini Sulukule’de,
Ayazma’da yapılan dönüşümlerde gördük. İn-
25
Politika / Gündem
sanlar evlerini belirli bir peşinat ile verdiler ve
yerleştirildikleri yeni yerlerde borçlandırılarak,
uzun vadeli kredilerin-borçların batağına saplandılar. Sonuç olarak evli iken evsiz durumuna
düşürüldüler.Bu yasanın detaylarına baktığımızda bakanlığın adeta sınırsız yetkilerle donatıldığını ve istediği yeri yıkabileceğini görüyoruz. Bakanlık riskli bölgeleri ilan etmeye, kimi bölgeleri
imara açmaya, kimi bölgeleri imara kapatmaya
yetkili kılınmıştır. Ayrıca bakanlığın aldığı kararlara hukuksal itirazlarında yolu kapatılmıştır.
Çünkü yürütmeyi durdurma amaçlı dava açılamayacak ve bu arada yıkım ve inşaat süreci bitecektir. TOKİ bu yasa ile birlikte kamu ihalelerini
düzenleyen yasadan muaf tutulmuştur. Bunun
anlamı şudur; TOKİ’nin el koyduğu alanlar, denetime ve belli usullere uymaksızın istediği şirkete ihale edilebilecektir. Bu durum yapılacak olan
rantın kanıtı niteliğindedir. Çıkartılan yasaya
göre TOKİ’nin “riskli alan” olarak ilan ettiği ve
sağlamlığı tescil edilen binalar dahi, “uygulama
bütünlüğü” gerekçesiyle yıkılacak ve yeniden yapılacak. Dolayısıyla hiç kimsenin konut güvenliği kalmamıştır. Böylesi bir düzenleme, güvenli,
risk taşımayan yapılarda oturan kişilerin hukuksal güvencelerini, barınma haklarını, konut
Politika / Gündem
dokunulmazlığını, belirsizlik taşıyan “uygulama
bütünlüğü” kavramına dayanarak ortadan kaldıracaktır. Afet Yasası ile birlikte; ülkemizin doğal
ve kültürel alanları talana açılacak, mera alanları
şirketlere sunulacak, halka ait olan kamu binaları
sermayeye peşkeş çekilecek ve sağlıksız yapılaşmanın bulunduğu bölge toplu konuta uygunsa
TOKİ istimlâk edecektir.
Bugüne kadar kazanılan tüm haklar unutulmamalıdır ki mücadeleler sonucu kazanılmıştır.
Ve unutulmaması gereken bir diğer olguda barınma-konut sorununu ortaya çıkartan temel olgu,
kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist sistem var oldukça bu sorun başka
biçimlere bürünerek varlığını sürdürecektir. Halkın kaynakları ve emeği sermayeye peşkeş çekildiği sürece yoksullar evsiz kalmaya devam edecektir. Oysa halkın iktidarında, kamu kaynakları
ve emeğin yarattığı değerler halka geri döneceği
için öncelikle konut sorunu çözülecektir. Eşitlikçi ve paylaşımcı bir düzende herkes eşit barınma
hakkına kavuşacaktır. Biz üniversiteli devrimci,
ilerici gençler olarak halkın sorunlarından kendimizi bağımsız tutmamalı ve yarının dünyasını
sosyalizmi hep birlikte omuzlamalıyız.
26
Godot’yu Beklemek Üzerine
S
amuel Beckett’ın 2 perdelik trajikomedisi
Godot’yu Beklerken’in yıllarca beklenen ama
asla teşrif etmeyen karakteri Godot kimdir? Necidir? Nereden gelmiş ve neden beklenmektedir?
Neden bir yol hazırlığı bu kadar uzun sürer? Godot imgesini ve eseri irdeleyelim biraz…
Samuel Beckett’ın 1948 yılında yazdığı ve
1953’te sahneye koyduğu, bilinç akışı tekniğiyle
yazılmış, İki perdelik bir trajikomedidir. Eserde sürrealist bir dil kullanılmış. Soyut diyaloglar,
günlük yaşamda neredeyse hiç rastlanmayacak
türde derin ve karanlık bir konuşma dili görüyoruz. Tıpkı bir ritüel gibi sürekli aynı şeyleri tekrarlayan, yaşamı tekrarlar dizisinden ibaret olan insanların bu rutini kırmak yaşamı daha katlanabilir kılmak ve sıradanlıklarından kısa bir süre için
de olsa kurtulabilmek amacıyla uydurdukları bir
oyundur Godot’yu beklemek. Aslında Godot’yu
bekleyenler Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki Disconnectus erectus diye tanımladığı
canlı türüyle aynı familyadan gelmektedir. Her tutunamayan, potansiyel bir Godot’yu bekleyendir.
Gitmek ve Godot’yu beklemekten vazgeçmek, bu
lanetli alışkanlıktan kurtulmak isterler. Ama her
yol hazırlığı yeni bir vazgeçişe gebedir. Tüm gitme
girişimlerine karşın ait oldukları kara parçasından
bir adım bile uzaklaşamazlar. Çünkü her uzaklaşma teşebbüsü ruhlarında koca ve yama yapılmayacak kadar derin yaralar açabilme ihtimalinin
korkutucu gölgesidir, Godot’yu bekleyenler bunu
iyi bilir. Godot’yu bekledikleri sürece dış dünyanın korkutuculuğundan, bilinmeyenin ve yabancı olanın ürkütücü tedirginliğinden uzaktadırlar.
Korkuları yüzünden yıllarca kımıldamadan tüm
durağanlıklarıyla sinir bozucu bir umut endişe ve
saflıkla Godot’yu beklemeye devam ederler. Belki
de bay Godot’yu beklemekten başka, yaşamlarını
daha değerli ya da renkli kılabilecek hiçbir şeyleri yoktur ellerinde. Her bekleyiş bir tükeniş ve
ruhu tecrit etme çabasıdır onlar için. Eylemsizliklerinin kılıfıdır Godot’yu beklemek. Asla gelmeyeceğini bildikleri halde kör topal ve acıklı bir
şekilde Godot’yu beklerler. Ahmakça, körelten ve
kanırtan bir bekleyiş, yaşamdan vazgeçiş münzevi
olana tutunma çabası, izole edilmişlik anlamları-
Yeşim Zuhal ŞEN
na da gelir kanımca Godot’yu bekleme anlayışı.
Açık alan Oblomov’lardır Godot’yu bekleyenler.
Onlar için beklenenlerin varış noktasına ulaşması değildir mucizevî olan, asıl hüner beklemenin
kendisinin durağanlığını yadsıyıp, onun bir iş
bir oluş olduğuna kişinin tüm yüreğiyle kendini
inandırmasıdır. Hangi bekleyiş sonsuza dek sürer?
Bunu bilir Godot’yu bekleyenler ama var olan en
kafa dağıtıcı ve hiç çaba gerektirmeyen en yüzde
yüz risksiz ve hiç yorucu olmayan tek eylemdir.
Beklemek hiç çaba gerektirmez, düşük enerjili ve
inançsız insanlar için ideal bir aktivitedir. Yorgun,
güçsüz ve hayalperestler için gerçek bir mağaradır.
Eserin iki ana karakteri Vladımır ve Estragon
tüm bu saplantılı ve ölümcül bekleyişte birbirilerini asla yalnız bırakmazlar çünkü ikisi de eşit
ölçüde korkmuş, ürkütülmüş ve hasara uğramış
karakterlerdir. Beklemek sancılıdır, bekleyenler
yakınında bir yol arkadaşının varlığını duyumsamak isterler, kendilerine refakat edecek ve bu eylemsizliklerine ortak olacak ikinci bir kişi ararlar
Vladımır ve Estragon. Birbirlerinin çelik yeleği,
hava yastığı, ilk yardım çantası olmuştur, birbirlerine yoldaşlık ederler, bazı zamanlar biri diğerine tahammül edemez bir başka gün öbürü diğeri
için katlanılmaz olur. Yaptıkları tek şey gevezelik
etmek, zaman öldürmek ve Godot denen bir adamı beklemektir. Bekleyişleri döngüsel bir hal alır,
bekleyişlerini bitimsiz kılan korkularının yarattığı
sınırlardır. Her korku ve kaygı nöbetinin bizi hareketsiz bırakışı yüzünden, ertelediğimiz şeylerin
listesidir beklenilen adam Godot, bir gün bir yerlerden çıkıp gelse bile yinede hiçbir yere kımıldayamayacağını bilir Estragon ve Vladımır ve sonsuza dek erteledikleri şeyin asıl nedeninin Godot’yu
beklemek değil de bilinmezliğin korkutuculuğu
olduğunu bilirler. Bir gün inançsızlığımızı ve korkularımızı yakıp ruhlarımızın en gizli kalmış yerlerindeki Vladımır ve Estragon’a bay Godot diye
birinin hiç olmadığını fısıldar ya da haykırırsak
insanlığın Godot’yu bekleme çılgınlığı sona erer
belki de işte o günü Godot’yu bekler gibi bekliyorum…
27
Kültür / Sanat
O Diğeri Ve Bir Başkası
Mahmut KARA
Y
aklaşık yarım saattir uyumuyordu ama oda
öylesine karanlıktı ki uyandığını kendi göz
kırpmalarından anlayabilmişti.
Saatine baktı, 02:10’du.
‘’Bu kadar mı?’’ dedi ‘’ yalnızca üç saat mi
uyumuşum’’ Yarım saattir uyanık olduğunu
bilmiyordu ama fazla oluyordu artık bu
uyanmalar. Gecelerce gördüğü kabuslar, kabus
göreceği korkusuyla uykusundan ediyordu onu.
Önceki gece gördüğü kabus en kötülerindendi.
Uyandığında hapishane hücresindeydi ve yanı
başında giyinmesi için bırakılmış beyaz bütün
bir elbise duruyordu. Tuhaf bir şekilde bunun ne
anlama geldiğini biliyordu.Beyaz bütün elbiseyi
giyindi seyrek saçlarını ve gözü gibi baktığı,
kişiliğinin simgesi saydığı gür ve uzun sakallarını
taradı, nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde
şimdi orta yaşlı spor giyimli iki adam tarafından
dışarıya çıkarılıyordu. Avluya çıkarıldığında
onlarca kamera ve fotoğraf makinesini görünce
şaşkına döndü, en fenası ise avlunun tam
ortasında, darağacının sağında elinde ‘Bilim ve
Teknik’ dergisiyle duran uzun saçlı bir gençti
ve bir o kadar fena olan, gence ‘’orası benim
yerim’’ diyecekken gördüğü darağacının solunda
dizlerine kadar bembeyaz bir elbise giyinmiş,
saçları omuzlarına düşen güzeller güzeli bir
kızdı.’
Kendi çığlığıyla uyanmıştı…
Aynı saatlerde ‘’diğeri’’, kendisine her gün
her gün öleceğini düşündüren rüyadan kendi
çığlığıyla da olsa uyanmayı diliyordu.
Küçük tabure ve masaları kapının önüne
dizilmiş bir kahvehanenin önünden geçiyordu.
Çay içmek geldi içinden, çay içip dinlenmek.
Oturmak üzereydi ki nereden geldiği bilinmeyen
bir ayak, altındaki tabureyi çekerek devirdi.
Tabureyi doğrultup henüz oturmuştu ki yan
tarafta taburelerde oturan iki genç –az önce orada
olmadıklarından adı gibi emindi- arkalarına
dönüp ellerini üzerine koyduğu masayı önünden
Kültür / Sanat
çektiler, neler olduğunu anlamadan üzerine
oturduğu tabure de çekildi altından. Sessizce
küfrederek ki çok severdi sessizce küfretmeyi
kahvehaneden uzaklaştı. İnsan çoğu zaman
gideceği yerin daha kötü olacağını bilmeden, bilse
de umursamadan uzaklaşırdı kötü bir yerden.
Öyle olmuştu, şimdi yolda yürüyordu başı önüne
eğikti ve ilk dikkatini çeken ayakları ve bacakları
oldu. Ayaklarında kendisinin olmayan beyaz ince
ayakkabılar ve üzerinde görmeye alışık olmadığı
için gözlerini kamaştıran bembeyaz bütün bir
kıyafet vardı. Göreceği manzarayı tahmin ederek
başını kaldırdı ve göreceğini bildiği halde dehşete
düştü, yollarda yürüyen insanlar kocaman siyah
gözleriyle ona bakıyor ve ellerinde yağlı olup
olmadıkları fark etmez ilmek tutuyorlardı,
boşlukta sallanan insanların soluksuz kalıp –
çoğu zaman boyunlarını da kırarak – ölmelerine
neden olan düğümlenmiş halatlardan.
Yolda henüz birkaç adım atmıştı ki anne
karnında soluk almadan yaşayan ve ilk soluğunu
alıp katı haldeki akciğerini havayla doldurarak
yakan yeni doğmuş bebek gibi ağlayarak uyandı.
‘’Bir başkası’’ ise sıcak bir banyo yapıp rahat
girmesine rağmen yatağına, nedenini bilmediği
halde huzursuzdu. Birkaç dakika sonra,
uyandığında hiç uyanmasaydım diyeceği uykuya
daldı.
Saçı başta olmak üzere vücudunun çoğu yeri
dayanılmaz bir şekilde kaşınıyordu. ‘’Bit’’ dedi
tiksinerek, kendi sesini bu kadar yıpranmış
duymak ta çok tuhaf gelmişti. Emin olmak
için banyoya, aynanın karşısına gitti. Gördüğü
yüzün, saçın kendisine ait olduğundan bitten
olduğu kadar emin değildi. Üzerini çıkardı. Her
yeri inanılmaz kaşınıyordu ama hiçbir yeri cinsel
organının çevresindeki kadar acı vermiyordu.
İstem dışı bir hareketle iç çamaşırını indirdi,
çürük ve yanıkları görmenin yarattığı dehşet
kaşıntılar yüzünden uzun sürmedi. Üzerini
giyinip soluğu hamamda aldı.
28
Yıkanıp rahatlamıştı ki yorgun olduğu geldi
aklına. Az sonra sıcak bir taşın üzerinde yüz üstü
yatmıştı ve masajın keyfine varıyordu. masajı
yapanın dokunuşları birden sertleşti, aldırmadı.
Sonra birkaç el birden vuruyormuş gibi hissetti,
kalkmaya çalıştı yapamadı. Dokunuşlar çoktan
acıtan vuruşlara dönüşmüştü, ani bir hareketle
yüzünü döndü ve bayılmadan aynı zamanda
uyanmadan önce ki son görüntüyü gördü. Birkaç
tanıdık kıyafet giyinen adam ellerinde joplarla
vuruyorladı…
Uyandı.
Saatler sonra olmaz dedikleri sabah olmuştu.
‘’o, diğeri ve bir başkası’’ sabahın erken saatlerinde
işlerine –meslektaş sayılırlar- gitmek üzere
yataklarından kalktılar.
Onlardan çok uzakta bir bebek annesinin
gülen yüzünü görüp belli belirsiz gülümseyerek
uyumaya devam ediyordu.
Etiketsiz Komutan Marcos
Yüzünü kimse görmemişti,
ama bütün dünya tanıyordu Marcos’u.
İster Kızılderili, ister yerli,
ister Zapatista, ister lanetli olarak
tanımlayalım onu;
ezilmenin tüm tanımlarına
yakışıyordu duruşu
1993’ün 31 Aralık’ında,
sermayenin neoliberal bir programla
yeni yılı kutlamaya hazırlandığı
bir tarihsel anda, Chiapas’ta
duyurdu adını.
Binlerce yoldaşıyla ele geçirdi
kamu binalarını ve ezilenlerin tarihinde
yeni bir sayfa açtı.
Mücadeleyi, her noktasında başlayan, ama asla bitmeyen
bir çembere benzetti.
Sadece yüzünü örtmedi; sıralamada da önceliği Che’ye verdi.
O Subcommandante Marcos’tu,
bütün bir halkıyla beraber mütevaziydi.
Görüntüleri küçük, kalpleri ve davaları büyüktü;
komünalite doğalarında vardı.
İktidarı almayı değil, yıkmayı seviyorlardı.
Onlar, “meta”l kuşatmaya rağmen hala bozulmamış halklardandı.
Aralarında bir alt-üst ilişkisi, bir sıralama yoktu.
Marcos, bu toplam içinde komutandı ama sıradandı.
Kendini “sıfırıncı delege” olarak tanımlamıştı.
Patriarka da uğramazdı onların çadırlarına ve ormanlarına.
Yoldaşlık, ten gibi yakıştığı için varlıklarına,
daha şimdiden kavuşmuş sayılırlar
sınıfsızlıkla tanımlanan yarına…
29
Kültür / Sanat
Yılmaz Güney’in Cabbarı
ve Umuda Yolculuk
Umuda yolculuk, anın geleceğe gebeliğidir.
Yoktaki varı, sabrın doğurganlığını
ve emeğin kaderle imtihanını anlatır.
Ezilenler,
Sürekli güçlüye, aza ve hatta ölüme mahkum edildiği için;
umut, tutunma noktası, dayanma için gerekli gücün kaynağı
ve her şeye rağmen yaşayabilme olasılığı olmuştur.
Bu nedenle ezen için bir tehdit,
bastırılması gereken bir potansiyeldir.
Halkın önderleri, umudun hem aşısı hem kendisidir.
Egemen için, ortadan kaldırılmaları önceliklidir.
Gerçekse yaşanan,
umudu kazama ile kırma mücadelesidir.
Eski Roma’da arenada egemenleri eğlendirmek için dövüştürülürken
Zincirleri koparıp atan Spartaküs ucunda ölüm de olsa,
umudu yitirmemenin köle nezdindeki işaretidir.
Öyle ki bugün hala,
dünyanın dört bir yanında,
ondan alınan közle tutuşturulur özgürlük meşalesi.
Bu nedenle umut,
yalnızca kazanılan değil,
geleceğe ekilendir.
Spartaküs anda yenilir,
ama geleceği daha ilk hamlede kazanmıştır.
Ektiği umut,
ezilenlerin yaşadığı tüm coğrafyalara serpilir.
Ve Bedreddin diye, Münzer diye;
Pir Sultan, Mahir diye dirilir.
Mitolojiye göre kötülüklerin kaynağı Pandora’nın Kutusu’ndan
son çıkanda “umut” olmuştur.
70’li yıllarda Yılmaz Güney,
At Arabacısı Cabbar üzerinden anlatır,
hem umudun doğrusunu hem de boş olanını.
Kendisinin ve atının emeğiyle ailesini geçindiren
geçindiren bir emekçidir Cabbar.
Tek güvencesi gibi görünen atının yanına
bir de piyango bileti ekler.
Yaşam o haliyle zor zanaattır;
geçim kıt kanaatır.
Ama Cabbar “ya tutarsa” diye biletle yaşatır umudunu.
Yaşatılan, gerçekte kişinin sisteme karşı öfkesini
ve harekete geçme olasılığını frenleyen, törpüleyen
“boş umut”tur.
Kültür / Sanat
30
Bu, bazen piyango, toto, bazen de define vb. olur.
Bir çeşit kaderciliktir.
Mücadelenin yerine geçer ve kişiyi uyuşturur.
Gerçek umut ise,
hiç kimse tarafından hazır halde bahşedilmez.
Bilinçle oluşturulur, inançla yoğrulur ve mücadele içinde
gerçek kılınır.
“Umuda Yolculuk”un toplamda anlattığı budur.
Sizin İçin İnsan Kardeşlerim
Aylin SARI
En kısa ceza,
Ömür-boyu olandır
Kimse bilmediğinden…
Özdemir Asaf
Şu geceleri hiç sevmiyordu. Korkutuyordu
onu, yalnızlığı duyumsuyordu. Onun yine böyle
bir gece yarısı gittiği günden beri ürküyordu bu
havalardan. Hatırlıyordu. İçi cız etmişti, göğsünü
sanki o geceye teslim etmiş, bir iple boşluğa doğru çekiyordu.Ona sarıldığında usul usul yanağından süzülen yaşlarla birlikte koca bir tav yüreğini
dövüyormuş gibi içi acımaya başladı. Babası ona
kardeşini emanet ettiği günden beri onun üstüne
titriyordu. Küçükken de böyle olmuştu hep. Bir
keresinde aşağı mahallenin çocukları kardeşini
kıstırıp gözünü morarttığında eline aldığı gibi
evin önündeki eski bir sandalyenin iki bacağını
aşağı mahalleye koşmuştu. Önüne çıkan bütün
çocukları haşemat etmişti. Sonra çocuklardan
birisinin babası aşağı indiğinde bunun yanaklarını kıpkırmızı yapmıştı. Ama öcünü almıştı. O
dayaktan sonra kardeşinin yanına gelip sarılıp
birlikte ağlamışlardı. Ne zaman oturup da konu
eskilerden açılsa buna derin derin kahkahalar
atarak gözleri yaşarıncaya kadar gülerlerdi.
Tam lise döneminde bir kızdan bahsediyordu. Tez canlı bir şekilde deli gibi ondan bahsediyordu. Bazen öylesine sıkılıyordu ki: “Tamam,
evet, demek öyle...” gibi geçiştirmeceli cevaplar verince o: “Abi sen beni dinlemiyor musun!
Önemli bir şey anlatıyorum burada!” diye çıkı-
31
Kültür / Sanat
şırdı abisine. Sonra onu delice dinlemek isterdi.
Onun bir parçası gibiydi, o sevince kendisi seviyordu. O üzülünce kendisi üzülüyordu: “Ee anlatsana hadi. Kim bu kız?” diye yanına giderdi.
O da tekrar hiç sorgulamadan “Bu neden geldi?”
diye başlardı anlatmaya: “Abi öyle güzel ki saçları böyle upuzun. Hani bana küçükken anlattığın
Rapunzel varya hani uzun saçları böyle işte onun
ki gibi. Gözleri nasıl yeşil... Bizim köydeki dere
varya işte onun kadar yeşil, berrak... Sonra bir
güzel konuşuyor. Hatta dün bak geldi yanıma...”
Böyle devam ederdi sıkılmadan.
Yine aynı dönem bir olay oldu. Ağlaya zırlaya
abisinin yanına geldi, sanayi de çalıştığı dükkana.
Ustadan bir saat izin alıp, işyerinin yakınındaki
bir çay bahçesine gittiler. Neymiş efendim kıza
şiir yazmış, kız hiç oralı olmamış. Oralı olmadığı
gibi şiirin yazılı olduğu kağıdı buruşturup kardeşinin suratına atmış. Ağlayası gelmişti onu öyle
görünce. Merak edip, istemsiz sormuştu:
-Şiir nerde?
Soru o kadar yersiz olmuştu ki kardeşi:
-Abi ne şiiri ya! Kız buruşturdu attı suratıma,
sen şiir diyorsun! Ulan ben de senin gibi kızın
ta...”
-Şşş tamam dur orda! Olur böyle şeyler. Sen
sinirden ne dediğini bilmiyorsun. Şiiri attın mı?
-Of abi ya, of!
-Nereye be oğlum!
Kalkıp eve gitmişti. O dönem ilk defa böyle
üzüldüğü dönemdi. O gece eve gelip abisine sarılıp doya doya ağlayıp, gülmüştü. Abisi:
-Oğlum kız kağıdı buruşturmuş, bir de suratına atmış. Artık ne yazdıysan.
Gülüyordu.
-Dalga geçme abi iki dakka, seninle de konuşulmuyor ha!
Kardeşinin buralardan gitme isteğini anımsıyordu. Onu özlüyordu belki bu sebepten. Zaman
zaman ona hak veriyordu. O da biliyordu bu şehrin sokaklarının, neresinden tutsan dökülür insanlığını. Kardeşi “Buralarda yaşanmaz! Ben gideceğim varsın yansın şehir” dediği anda suratındaki nefreti gözünün önüne geliyordu. Haksız da
değildi hani. İnsanlar birbirlerini görmüyorlardı,
duymuyorlardı, sevmiyorlardı. Aralarındaki bağ
bu yüzden ona öylesine yaşadığını hatırlatıyordu
ki ondan ayrılmak ona ölümden beterdi. Sen insanın gözüne bakarsın, onu hissedersin, gözbebeğinde kendini görürsün, bakışlarındaki acıyı, öfkeyi, şefkati paylaşırsın. İnsan ki paylaşmaz hiçbir
Kültür / Sanat
şeyini sevgisini paylaştığı kadar. Bazen onu bile
paylaşmaz öylesine bencilleşir. Kardeşi o cümleyi
çok severdi: “Dünya dönüyorsa sevgidendir.”
Bir süredir bıkkındı. “Olmuyor işte abi. Anlamıyor bu insanlar. Gülümsüyorsun, işine bak der
gibi arkasını dönüp gidiyor karşındaki. En azından gülümsediğim andaki emeğime acı be...” diye
sitem etti abisine.
Gülümsedi.
-İnsanları umursama dediğim günleri unut.
Onları her şeyden fazla ciddiye al. Onları ancak
sen düzeltebilirsin. Sen onlara insanlıklarını hatırlatacaksın.
Gece boyu düşündü bunları. İşte zaten bunları
düşündükten sonra gitme isteği kesinleşti. Yazacağı her şey onlar içindi. Belki ayrı kalırsa bir şeyler değişirdi. Dilini bilmediği insanların yanında
konuşmasına da gerek kalmazdı. Yalnız abim...
Gittikten sonra o bir boşluğa düştü. İçinden
konuşmaya bile cesaret edemiyordu artık. Onu
öylesine özlüyordu. Bir gün kapı çaldı. Kargo gelmişti, imzayı attı pakedi aldı. Pakedi açınca öylesine sevindi ki içindeki boşluk toz duman oldu,
tebessüm kapladı suratını. Kardeşinin ilk romanı
ellerinde duruyordu. Bir şairin mısralarını kapağa basmıştı: “Sizin İçin İnsan Kardeşlerim.”
Kitabın üzerine bir mektup iliştirmişti: “Abi
işte sözünü dinledim. Birbirimize karşılıksız sevmeyi öğrettik. Şimdi sıra insanlarda. Ha bu arada aklıma geldi. Hani lisede kızın birisine bir şiir
yazmıştım. Kız da buruşturup kağıdı suratıma
atmıştı. Bende sana o şiiri çöpe attğımı söylemiştim. Aslında o şiiri çöpe atmadım. Sakladım. Sen
de çok merak etmiştin. Al işte onu da gönderdim.
Seni çok seven kardeşin. Not: Şiir bana ait değildi. Nazım’ı sen öğretmiştin bana. Nerden bileyim
ben kız biliyormuş şiiri. O yüzden suratıma fırlattı. Keşke kıza ben yazdım demeseydim. Her neyse ben de yazar olacağıma inat ettim. İşte biraz da
o sayede elinde bu kitap duruyor. Hoşçakal.
32
Ağır ağır şiiri okudu:
“Hasretini, yokluğunu, sensizliği
Bir ateş yanığı gibi
öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
Gitgide çoğalarak, gitgide derinden işleyerek,
Öyle dayanılmaz oldu ki bu
Seni boğabilirdim senden kurtulmak için
Çünkü seni o kadar seviyorum.”
İzmir’de Gençlik
6 Kasım’da Alanlardaydı
Gençlik kitleleri yapılan her saldırıya ve aldatmaca girişimine karşı
daha uyanık ve daha ileri bir mücadele yürütecektir. Bizler devrimci
demokrat yurtsever öğrenciler olarak buradan onurlu bir gelecek ve
özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde
eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını ilan ediyoruz.
Y
ÖK’ün kuruluşunun 32. yılında yine alanlardayız. Öğrenci gençlik YÖK’e ve düzenin
eğitim sistemine karşı mücadeleye devam ediyor. Bizleri faşist saldırılarla, tutuklamalarla yıldıramayanlar YÖK’ü, 12 Eylül faşist darbesinin
ürünü bu kurumu yeni bir biçimde organize ederek bizleri durdurabileceklerini zannediyorlar.
YÖK’ü kuran zihniyet üniversitelerde akademik,
demokratik mücadelenin içinde yer alan, gençliği politik mücadelenin bir öznesi haline getirmeye çalışan devrimci demokrat kesimleri ezmek
ve onları baskı ve soruşturmalarla yıldırmak istiyordu. YÖK dünden bugüne egemenlerin bu
tarihsel amacı uğruna varlığını sürdürüyor ve
hala okullarımızda yer alan polis ve güvenlik saldırılarından görüyoruz ki hala aynı amaç uğruna
çalışmaya devam ediyor.
Düzenin emekçi kesimlere yönelik saldırıları hız kesmeden sürüyor. Suriye’ye dönük savaş
hazırlıkları devam ederken diğer taraftan da geri
çekilmiş gibi görünse de kıdem tazminatına yönelik planlar, toplu iş görüşmeleri yasası, kiralık
işçi büroları tartışmaları gibi ekonomik ve sosyal
hak gaspları söz konusu. Ve bir yandan da Kürt
halkına, Alevi emekçilere, devrimci demokrat
kesimlere yönelik faşist baskı, terör ve tutuklamalar süregitmekte. Örneği yanı başımızda; Alevi emekçilere yönelik ev işaretlemeleri ve katliam
girişimleri, Kürt halkına yönelik KCK davaları
vs…
Egemenler yaşadıkları “yüzyılın bunalım”dan
çıkış çaresi olarak dünya halklarına yönelik savaş
ve saldırganlığı görüyor. Uzun süredir hem kendi
içlerinde kavgaya tutuşmuş durumdalar hem de
emekçi sınıflara ve ezilenlere yönelik saldırganlıkları artarak devam ediyor. Dolayısıyla onlara
göre engelleyemedikleri yıkımı geciktirmenin
yolu dünyanın her yerini savaş alanına çevirmek,
kendi geleceğine sahip çıkan halkları da faşist
saldırılarla baskı altına almaktır. Çünkü emperyalistler yaşadıkları yıkımı yeni pazarlar yaratarak ve ülkeleri yıkarak aşacaklarını düşünüyorlar. Bunu en yakıcı olarak Suriye’de görüyoruz.
Emperyalist-kapitalist dünyanın bekası için bir
savaş hazırlanmakta. Türkiye egemenleri de hem
kendi çıkarları için hem de dünya gericiliğinin
çıkarları için Suriye’yi kana bulamak istiyorlar.
Bizleri de bu haksız savaşın bir parçası haline getirmek istiyorlar. Bu savaşta biz gençler egemenlerin gerici çıkarları ve kar hırsı uğruna ölenler
olacağız. Emekçiler de bu savaşın yükünü zamlar
ve vergilerle ödeyenler olacaklar.
Bologna süreciyle birlikte üniversiteleri ticarethane haline getiren, bizlerin değil sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda eğitimi düzenleyen egemenler küçük yaşlardan itibaren gençliği
sömürü düzeninin bir parçası haline getiriyor.
Eğitimi ekonomik boyutunun ağırlığıyla emekçi çocuklarına kapatmaya çalışan sermaye bunu
4+4+4 düzenlemesiyle meşru hale getirmeye çalışıyor. 10 yaşından itibaren çocukları staj adı altında çalıştırarak ekonomik krize yönelik çözüm
arayışlarına gitmiş durumdalar. Oysa işçi sınıfı
mücadelesi sayesinde 16 yaş altı çocukların çalışması yasaklanmış durumdadır; AKP hükümeti
ve sermaye bunun olanağını yaratmak için yasal
33
Haber
düzenlemeler yapmaktadır.
Egemenler halkları ve emekçileri baskı altına
almak için dinci-gericiliği yaygınlaştırıyor. Her
yerde dinci bir eğitim için müfredata Kur’an dersi, Hz. Muhammed’in hayatı gibi dersler koyuyor.
Cemaatleşmeyi yaymak için çok ciddi paralar
döküyor. Artık “tek din” talebini bile başbakan
açıktan ifade etti.
Öğrenci hareketi açısından en temel
konulardan biri de Anadilde Eğitim mevzusudur.
Özellikle Kürt gençliği ve Kürt halkı açısından
temel öneme sahip bu konu AKP hükümeti ve
egemenler tarafından “Seçmeli Kürtçe Dersi”
gibi bir kandırmacayla geçiştirilmeye çalışılıyor.
Anadilde eğitim talebi bu kadar kısıtlı bir biçimde
karşılanamayacak kadar can yakıcı bir sorundur.
Anadilde eğitim resmi dil zorunluluğunun
kaldırılması olmadan, her alanda Kürtçe rahatça
kullanılmadan çözülemez.
Düzenin gençliği ucuz işgücü olarak gördüğü
ve bizlere bir gelecek vaat etmediği yetmezmiş
gibi buna karşı çıkan, geleceğine ve onuruna
sahip çıkan devrimci demokrat ve yurtsever
gençlik de faşizmden nasibini alıyor. İster
üniversitelerde silahla, satırla saldırıya uğrasın,
ister soruşturmalarla okullardan çeşitli cezalar
alsın isterse de tutuklama terörüne maruz kalsın,
bunların hiçbir bizleri engelleyemeyecektir. Bugün 700’e yakın üniversiteli arkadaşımız tutsak.
Yakın zamanda pek çok arkadaşımız bu faşist saldırılarda ya yaralandı ya okuldan uzaklaştırma
cezası aldı. Egemenler bizleri bu şekilde yıldıramayacaktır.
Son zamanlarda İzmir yerelinde yaşanan Ege
Üniversitesi öğrencilerinin formasyon hakkı için
yapmış oldukları eylemlere, hem KYK Bornova
yurdunda hem üniversitenin kendi yemekhanesinde gerçekleşen yemekhane eylemlerine ve
üniversitede yapılmak istenen eylemlere ve bunlara yönelik güvenlik güçlerinin müdahalesine de
değinmek istiyoruz.
Öğrencilerin hem formasyon hakkı konusunda hem de yemekhane fiyatları ve yemeklerin
niteliğine yönelik eylemleri, AKP nezdinde egemenlerin gençliğe nasıl bir yaşamı reva gördüklerinin ve gençliğin bunları kabul etmediğinin
ve etmeyeceğinin açık göstergesidir. Bu noktada
“üniversite harçlarını kaldırdık” açıklamalarının
aslında içinin ne kadar boş ve aslında bir aldat-
Haber
maca olduğunu buradan görüyoruz. Öğrenci
gençliğin daha rahat bir yaşam ve daha iyi gelecek mücadelesinin gerçekliği karşımızda durmaktadır. Tüm emekçilerin de sahiplenmesi gereken “Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim”
çığlığının can yakıcılığı ortadadır.
Yakın zamanlarda zindanlarda direnişe başlayan Kürt siyasi tutsakların onurlu mücadelesine
değinmeden geçmek istemiyoruz. Mücadele tarihimizde önemli bir yer alan açlık grevleri ve zindan direnişleri biliyoruz ki biz gençliğin de sorunudur. Kürt halkının bu onurlu mücadelesi bizler
açısından sahiplenilmesi gereken bir konudur.
Zindanlarda dün itibariyle on bin tutsak direnişe
geçmiş durumdadır. Buradan onların kararlı tavrını selamlıyoruz ve yanlarında olmaya da devam
edeceğiz.
Son olarak da şunları belirtmek istiyoruz. Egemenlerin gençliğe yönelik baskı ve saldırıları bizlere şaşırtıcı gelmemektedir. AKP hükümeti bir
çıkışsızlık içerisindedir. Temsil ettiği egemenler
ve emperyalist dünyadan farksız durumda değildir. Türkiye’nin her yerinde mücadele edenlere
yönelik saldırıların kaynağında bunlar yatmaktadır. Yaptığınız hiçbir saldırı ve baskıyla sonuç
alamayacaksınız. Gençlik kitleleri yapılan her
saldırıya ve aldatmaca girişimine karşı daha uyanık ve daha ileri bir mücadele yürütecektir. Bizler
devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak
buradan onurlu ve özgür bir gelecek isteğiyle
haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını
ilan ediyoruz. Suriye’de katledilmek istenen sınıf
kardeşlerimizi ve kardeş halkların katledilmesine
müsaade etmeyeceğiz. Tüm gençliği ve halkları
da bu talepler uğruna mücadele etmeye çağırıyoruz.
34
EŞİT, PARASIZ BİLİMSEL, ANADİLDE
EĞİTİM İÇİN YÖK’E HAYIR!
SURİYE’DE EMPERYALİST SAVAŞA VE
İŞGALE HAYIR!
Devrimci Gençlik, Demokratik Gençlik
Hareketi, Devrimci İşçi Partisi, Devrimci
Öğrenci Birliği, Ekim Gençliği, Gençlik
Cephesi, Halkların Demokratik Kongresi
Gençlik Meclisi
Tutuklamalar, Gözaltılar Baskılar
Bizi Yıldıramaz!
, “Bizler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak, onurlu ve
özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde
eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını ilan ediyoruz”
Y
ÖK’ün kuruluş yıldönümü nedeniyle Ege
Üniversitesinde gündüz yapılan protesto esnasında polisin uyguladığı şiddet ile 26 öğrencinin gözaltına alınmaları ve YÖK’ü protesto eden
gençlik örgütlenmeleri, Basmane Meydanı’ndan
Konak’a bir yürüyüş gerçekleştirdi.
Devrimci Gençlik, Demokratik Gençlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi, Devrimci Öğrenci Birliği, Ekim Gençliği,
Gençlik Cephesi,
Halkların Demokratik Kongresi İzmir Gençlik Meclisi çağrısıyla Basmane meydanında
toplanan
öğrenciler, Konak Eski
Sümerbank önüne
kadar sloganlar ile
yürüdüler. Polisin
çok yoğun güvenlik önlemi aldığı
yürüyüş boyunca
öğrenciler sık sık “Katil Polis Üniversiteden Defol ,YÖK- Polis-Medya Bu Abluka Dağıtılacak,
Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim” sloganlarını
attılar.
Konak Meydanı’nda KESK üyelerin gerçekleştirdiği açlık grevlerine dikkat çekmek için yapılan basın açıklamasına katılan gençler, daha sonra kendi basın açıklamalarını okudular.
Yapılan açıklamada, “YÖK’ün kuruluşunun
32. yılında yine alanlardayız. Öğrenci gençliği
YÖK’e ve düzenin eğitim sistemine karşı mücadeleye devam ediyor” ifadeleri kullanıldı.
YÖK’ü kuran zihniyetin üniversitelerde akademik, demokratik mücadelenin içinde yer alan
İzmir Devrimci Gençlik
gençliği, politik mücadelenin bir öznesi haline
getirmeye çalışan devrimci demokrat kesimleri
ezmek ve onları baskı ve soruşturmalarla yıldırmak istediğine işaret edildi.
Açıklamada, düzenin emekçi kesimlere saldırılarının hız kesmeden sürdüğüne, Kürt halkına,
Alevi toplumuna faşist baskı ve terör ile tutuklamaların sürdüğüne değinildi. Egemenlerin, savaş
ve emperyalist politikalarının dünyanın her alanını
savaş alanına çevirdiğine, halkları
ve emekçileri baskı
altına almak için
dinci-gericiliği yaygınlaştırdığına vurgu yapıldı. Ayrıca
Kürt siyasi tutsakların yürüttüğü açlık grevleriyle yürüttükleri direnişi
de selamladılar.
Öğrencilerin açıklamasında, Bologna süreciyle
birlikte, üniversiteleri ticarethane haline getiren,
eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda
sürekli yeniden düzenlendiğine işaret edildikten
sonra, Ege üniversitesi öğrencilerinin formasyon
hakkına, yurtlarda, yemekhanelerde ve üniversitelerde yapılan eylemlerdeki polis müdahalesine
tepki gösterildi.
Açıklama, “Bizler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak, onurlu ve özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel,
anadilde eğitim mücadelemizin asla bitmeden
yayılacağını ilan ediyoruz” ifadeleriyle sona erdi.
35
Haber
Dokuz Eylül’de Yök Karşıtı Yürüyüş
İzmir Devrimci Gençlik
İ
zmir yerelinde 6 Kasım süreci Dokuz Eylül
Üniversitesi’nde politik gençlik örgütlerinin,
öğrenci kulüp ve topluluklarının ortaklaşarak ördüğü kitlesel öğrenci yürüyüşü ile başladı. YÖK
KARŞITI ÖĞRENCİLER imzasıyla düzenlenen
yürüyüşün gündemini yeni YÖK yasa tasarısı, Bologna süreci ve Suriye’de gerçekleştirilmek
istenen emperyalist savaş ve işgal oluşturdu. Eylemde “Eşit parasız bilimsel anadilde eğitim için
YÖK’e hayır” ve “Suriye de emperyalist savaş ve
işgale hayır” sloganlarının yazıldığı iki pankart
taşındı.
Hukuk fakültesi önünde toplanan kitle, fakülte
önünde gerçekleştirilen ajitasyon konuşmasının
ardından yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca gerçekleştirilen ajitasyon konuşmalarında YÖK’ün
ve yeni yasa tasarısının teşhiri, öğrencilere uygulanan gözaltı ve tutuklama terörü, Suriye ye
yönelik emperyalist planlar ve anadilde eğitim
hakkının önemi işlendi.
“Eşit Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim”, “YÖK
Kalkacak Polis Gidecek Üniversiteler Bizimle
Özgürleşecek” “ YÖK, Polis, Medya Bu Abluka
Dağıtılacak!”, “Üniversiteler Bizimdir, Bizimle Özgürleşecek!”, “Katil Polis Hesap Verecek!”,
“Katil Polis Üniversiteden Defol!”, “Tutuklamalar, Gözaltılar, Baskılar Bizi Yıldıramaz!”, “Öğrenci Tutsaklar, Onurumuzdur!”, “Emperyalistler
İşbirlikçiler, 6. Filo’yu Unutmayın!”, “Emperyalizm Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak!”,
“Katil ABD Ortadoğu’dan Defol!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği, Bijî bıratiyagelan!”,“ Be Zımanjiyannabe”, “Zindan Direnişleri Onurumuzdur!”,
“Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük!”, “İçerde Dışarıda Hücreleri Parçala!” sloganları ile yürüyen kitle daha sonra yabancı diller fakültesinin
önüne geldi ve burada basın açıklaması gerçekleştirdi. Eğitimin ticarileştirilmesi, sistemin eğitim alanındaki yeni yönelimlerinin ve Bologna
sürecinin ağırlıkla işlendiği basın açıklaması 6
Kasım’da gerçekleştirilecek büyük kitlesel yürüyüşe yapılan çağrı ile noktalandı. Basın açıklamasının ardından İzmir Hareket Tiyatrosu’ndan
dostlarımızın hazırladığı sokak oyunu ile eylem
sonlandırıldı.
Ege Üniversitesi Yök Eylemi
İ
İzmir Devrimci Gençlik
zmir yerelindeki 6 kasım süreci Ege üniversitesi eylemiyle devam etti. Ege Üniversitesinde gerçekleştirilen YÖK protestosunu ‘’YÖK
Karşıtı Öğrenciler’’ adı altında pek çok politik
gençlik örgütlenmesi ve öğrenci kulüpleri birlikte örgütledi. Aynı zamanda çağrı yapılmasına rağmen aynı gün ve saate TKP’li Öğrenciler, Gençlik Muhalefeti, Genç-Sen, Öğrenci
Kolektifleri ayrı bir eylem koydu. Dolayısıyla
aynı üniversitede aynı saatte iki farklı yürüyüş
gerçekleştirdi.
YÖK Karşıtı Öğrenciler imzasıyla ‘’Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim İçin YÖK’e
Haber
Hayır’’ ve ‘’ Suriye’de Emperyalist Savaş ve İşgale Hayır’’ olmak üzere iki pankart açıldı.
Yürüyüş Edebiyat Fakültesi önünden başladı.
Güzergâh Edebiyat Fakültesi, Yabancı diller
fakültesi, Gıda Mühendisliği fakültesi, KYK
Yurdu, Öğrenci Çarşısı olarak belirlendi. Öğrenci Çarşısından tekrar Edebiyat fakültesine
dönülecek, edebiyat fakültesi önünde tiyatro
gösterimi yapılacak ve üniversiteliler gündemi
tartışıyor isimli bir forumla eylem sonlandırılacaktı.
Yürüyüş esnasında “Eşit Parasız Bilimsel
Anadilde Eğitim”, “YÖK Kalkacak Polis Gi-
36
decek Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek”, “
YÖK, Polis, Medya Bu Abluka Dağıtılacak!”,
“Üniversiteler Bizimdir, Bizimle Özgürleşecek!”, “Katil Polis Hesap Verecek!”, “Katil Polis
Üniversiteden Defol!”, “Tutuklamalar, Gözaltılar, Baskılar Bizi Yıldıramaz!”, “Öğrenci Tutsaklar, Onurumuzdur!”, “Emperyalistler İşbirlikçiler, 6. Filo’yu Unutmayın!”, “Emperyalizm
Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak!”, “Katil
ABD Ortadoğu’dan Defol!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği, bijî bıratiya gelan!” sloganları
atıldı. Edebiyat Fakültesi ve Yabancı Diller Fakültesi önünde eylem çağrısı niteliğinde süreci
anlatan ajitasyon konuşmaları yapıldı. Gıda M.
Fakültesi yolu üzerinde Mühendislikler tarafında polis öğrencilerin önünü kesti. Edebiyat
Fakültesine dönülerek eylemin bitirilmesini
aksi takdirde saldıracağını söyledi. Buna karşı
öğrenciler e-kafe önüne gidip basın
açıklaması yaptıktan sonra Edebiyat Fakültesine dönüp eylemlerine tiyatro gösterimi ve bir forumla
son vereceklerini söylediler. Polisin bunu kabul etmemesi üzerine
öğrenciler kararlılıklarından taviz
vermediler. Bunun üzerine polis biber gazını öğrencilerin üzerine fütursuzca sıktı. İlk saldırı öğrenciler
tarafında püskürtüldü fakat diğer
eylemin bitmesiyle orada görevli
polislerde saldırılara destek vermek
için mühendislikler tarafına geldiler ve öğrencileri ortada bırakacak
şekilde iki grup oluşturdular. Polis sayısının
artması ve saldırıların şiddetlenmesi üzerine
öğrenciler iki gruba ayrıldı. Bir grup edebiyat
fakültesini, bir grupta ziraat fakültesini işgal
etti. Çatışmalar edebiyat fakültesinde iyice kızıştı. Polis içeriye plastik mermiyle kesintisiz
ateş etti ve ona yakın gaz bombasını fakülteden
içeri attı. Bu durumda ziraat fakültesinegiden
öğrencilerEdebiyat Fakültesine destek vermek
için geri döndüler. Ziraat fakültesinden edebiyat fakültesine gelmek isteyen öğrencilerin bir
bölümünü polis gözaltına aldı. Akademisyenler bu duruma kayıtsız kalmadılar, bu hukuksuz durum karşısında imza topladılar ve polisi
kampüsten gönderdiler. Olaylar sırasında 26
öğrenci gözaltına alındı ve birçok öğrenci sıkılan biber gazından etkilenerek hastaneye kaldırıldı.
37
Haber
Ege Üniversitesi Öğrencilerinden
Yök Açıklaması
Y
ÖK’ün kuruluşunun 30. Yılında yine alanlardayız. Öğrenci gençlik YÖK’e ve düzenin
eğitim sistemine karşı mücadeleye devam ediyor.
Gençliğin dinamizmini sermayeye ucuz iş gücü
olarak peşkeş çekenler, gençliğin sisteme olan
öfkesini baskılama aracı olarak YÖK’ü yeniden
organize ediyorlar.
BOP olarak bildiğimiz Ortadoğu’nun emperyalist talana açılması projesi 2012 yılı ile birlikte
daha da belirginleşti. Bugün ülkemizde Suriye’ye
dönük savaş hazırlıkları devam ederken işçi ve
emekçilerin tüm sosyal ve ekonomik hakları
gasp edilmeye çalışılıyor. Emperyalistlerin Ortadoğu konsolosluğu görevini sürdüren Türkiye
egemenleri tüm kazanılmış hakları ortadan kaldırarak sistem için “dikensiz gül bahçesi” yaratma çabasında. Toplumun tüm örgütlü kesimlerine yönelik faşist baskı, terör ve tutuklamalar
süregitmekte.
Egemenlerin en ufak bir hak arama talebine
dahi tahammülleri yok! Emperyalist-Kapitalist
sistemin yaşamakta olduğu “yüzyılın bunalımı”
olarak lanse edilen krizden çıkış olarak Ortadoğu kaynaklarını gören egemenler halklara ise zülüm, kan ve gözyaşını reva görüyorlar.
Egemenler yaşanan sektörel daralmayı yeni
sektörler geliştirmekle aşmayı önlerine koymuş
durumdalar. Savaşlar çıkararak silah, ilaç sektörünü canlandıran egemenler, temel insan hakkı
olan sağlık, eğitim gibi alanları da sektörleştirmekteler. Sağlıkta dönüşüm olarak karşımıza çıkan bir cümle sömürü uygulamaları eğitim alanında da kendini 4+4+4, yeni yök yasa tasarısı ve
Bologna süreci olarak gösteriyor.
Üniversitelerde bugün yaşananları egemenlerin ihtiyaçları etrafında değerlendirmek, eğitim
politikasını şekillendirenlerin yönelimlerini de
dikkate almak gereklidir. Bugün ilk ve orta öğrenimi şekillendiren 4+4+4 şeklindeki sistemin
arkasında sermayenin ucuz teknik eleman ihtiyacı yatmaktadır. Meslek liselerinin orta bölüm-
Haber
leri açılarak milyonlarca öğrenci 8 yıl boyunca
asgari ücretin 3 te 1 i kadar bir fiyata staj adı altında çalıştrılabilecek. Ki bu ücretler çoğu zaman
öğrencilere ödenmiyor bile. Bu tasarı ile çocuk
yaşta toplumdaki sınıf ayrımı keskinleşecek, milyonlarca halk çocuğu sömürü çarkının içine itilecektir.
Ayrıca eğitim sistemindeki bu şekillenmenin
ideolojik yönünü de imam hatiplerin orta bölümlerinin açılması, müfredat içerisinde kalan
bilim kırıntılarının yerini tamamen hurafelerin
alması oluşturacaktır.
Eğitim modelinin getirilmek istendiği yeri
değerlendirdikten sonra şu tespiti yapmak daha
anlam kazanıyor: Üniversiteler sermaye için olmazsa olmaz alanların başında gelmektedir.
Üniversiteler toplumun en dinamik, en ilerici
kesimini içinde barındıran dolayısıyla sistemin
en fazla korktuğu alanların başında gelmektedir.
Bu nedenle üniversitelerde sıkı bir kontrol mekanizması hakimdir. 12 Eylül sonrası YÖK’ün
kurulmasının başlıca nedenlerinden biri budur.
Yükseköğretim, 1981’de çıkarılan 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu ile akademik, kurumsal ve idari yönden yeniden yapılanma sürecine
girmiştir. Bu kanunla ülkemizdeki tüm yükseköğretim kurumları Yükseköğretim Kurulu
(YÖK) çatısı altında toplanmış, akademiler üniversitelere, eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine
dönüştürülmüş ve konservatuvarlar ile meslek
yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır. Türk
yükseköğretim sistemi 1982 Anayasası itibarıyla yirmiyedi üniversite ile bunlara bağlı fakülte,
enstitü, yüksekokul ve konservatuvardan oluşan
birleşik bir yapıya dönüştürülmüştür.
Ayrıca gene aynı yasada o dönem için satır
arası denilebilecek bir madde de yer almaktadır.
: “Anayasa’da yer alan hükümlere uygun olarak
getirilen yeni yasal düzenleme ile kar amacı gütmeyen vakıflar özel yükseköğretim kurumlarına
imkan sağlama yetkisine sahiptir.. Bu madde özel
38
okulların oluşturulmasının ve devlet kaynaklarından aktarımlar yapılmasının da önünü açmıştır. Bu madde ile görüyoruz ki YÖK’ün kurulmasındaki bir diğer neden ise neoliberal(yada özelleştirme diyebiliriz) tezlerin üniversite alanında
uygulanmasıdır.
Üniversite denince akla halk için, her türlü
baskıdan bağımsız, özerk bir şekilde, bilim üreten
yerler gelmektedir. Üniversiteli kimliği ise toplumun lokomotifi olan, sorgulayan, itiraz eden, bağımsız düşünebilen, bilimsel bakabilen, demokrat aydın tipi oluşturmaktadır. Ancak gerçekte ise
durum hiç de böyle değildir. Üniversitenin nispi
demokratik ve özerk yapısı 12 Martta sakatlanmış 12 Eylül ve onun eğitim kurumu olan YÖK
ile yok olmuştur.
Bugün üniversiteler tamamıyle sistemin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen kurumlardır.
2000’li yılların başında Avrupa Yükseköğretim
Alanı adı altında oluşturulan birliktelik üniversite alanının ticarileştirilmesi ve bütünüyle sektörel
talepleri karşılayacak bir form alması için çeşitli
girişimlerde bulundu. 1999 yılında Bologna kentinde toplanan 29 ülkenin eğitim bakanları Bologna adıyla anılan ticarileşme ve sermaye ile bütünleşme sürecine aktif katılım sağlayacaklarını
beyan ettiler. Türkiye’de 2001 yılında sürece dahil
oldu.
Bologna Süreci sektörün krizle birlikte tıkanıklığını, eğitim alanında giderebilecek , sermaye
grupları açısından çok özel bir projedir. Bologna Süreci ile birlikte yükseköğrenim alanındaki
engellerin kaldırılması ve üniversitenin serbest
piyasa kurallarına göre şekillenmesi öngörülmektedir. Ayrıca Tüsiad vb. sermaye çevreleri bu
sürecin doğrudan takipçisi ve bileşenidir.
Bologna sürecinin hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi için bir yandan vakıf üniversitesi adı
altında sermaye üniversitesi açılırken diğer yandan sayıları her geçen gün artan devlet üniversitelerine eğitimden pay ayrılmayarak üniversite
sermayenin kucağına bırakılmakta ve böylelikle
üniversite-sermaye işbirliği oluşmaktadır. Ar-Ge
adı altında sermaye için çalışmalar yapılır hale
gelmekte, öğrencilerin kullanması gereken imkan ve alanlar kiralanarak kaynak bulunmaya
çalışılmaktadır.
Üniversite için kar getirmeyen bölümler kapatılmakta bunların yerine sermayenin ihtiya-
cı olan alanlara öncelik verilmektedir. Örneğin
, Bologna sürecinin üniversitelerde yaratacağı
tahribatı ortaya çıkaracak bir araştırmayı bugün
hiçbir üniversite finanse etmez. Kabaca söylemek
gerekirse bilimsel özerkliğin cenazesi şimdiden
kokmaya başlamıştır.
Üniversitelerin yönetim yapısında da değişimi
gerekli kılan düzenlemelere gidilecektir. Bugün
bile üniversiteler kendi yönetim kademelerini
seçemezken , daha ileriye gidilerek sermaye ile
bütünleşmeyi kolaylaştırıcı vakıf üniversitelerinde olduğu gibi “mütevelli heyetleriyle” tüm üniversiteler yönetilmek istenmektedir. Bu mütevelli
heyetlerinde sermayedarlar, işletmeciler, muhasebeciler, sanayi ve ticaret odalarından unsurlar
vb.’nin yer alması öngörülmektedir. Hatta bu
heyet rektörlük seçimlerinde aday çıkarta bilir,
akademisyenlerle aday da uzlaşamazsa ikinci bir
rektör dahi çıkartabilme “özerkliğine” sahiptir.
Bugüne kadar kamuoyunda yer almış bu bilgiye
de en örgütlü tepkinin Antalya kasaplar odasından gelmesi ayrıca gençlik açısından düşündürücü olmalıdır.
Yukarıda saydığımız Bologna Süreci ile birlikte gelecek olan tüm uygulamalar, Yeni YÖK
Yasa Taslağında güvence altına alınmış durumda.
geçmişte ve kuruluş amacında olduğu gibi YÖK
bugünde sermayedarlığın uşaklığını yapmakta,
bilimin ve demokratik eğitimin karşısında bir
kurum olarak varlığını sürdürmektedir. Bugün
gelinen noktada öğrenciler için daha niteliksiz
eğitimi pahalıya alacakları bir süreç yaşanacaktır.
Sürekli yanındaki sıra arkadaşıyla yarışması öğrenciye dayatılacaktır. Kariyer yapması ve bukalemum gibi istenilen şekle girmesi istenilecektir.
Bu süreçte sermaye karına kar katarken ,işsizliğin
sebebi yeteri kadar kariyer yapmamış “yetersiz”
öğrenciler olacaktır.
Gene Yeni YÖK Yasa Taslağında özel güvenlik birimlerinin değişen ve artan yetkileri de söz
konusu. Özel Güvenlik Birimleri artık doğrudan
rektöre bağlı ve sınırsız haklara sahip. Ayrıca
üniversite de güvenliği sağlayabilme adına polisin okula alınması önündeki engellerde gene yasa
taslağında ortadan kaldırılmış durumda. Kısacası
bu süreci ilerletmek için, muhalif öğrencilere dönük uzaklaştırmadan, okuldan atmaya, polis ve
ögb terörüne kadar ellerinden gelen yapılacaktır.
Ege üniversitesinde bu sürecin yansıması ola-
39
Haber
rak ortaya çıkan formasyon hakkı için yapılan yürüyüş, öğrenci yemekhanesinde ve kyk yurdundaki
yemekhaneye yapılan zamları protesto etmek için yürüyen arkadaşlarımıza ögb ve polis şiddet uygulamış, okul içerisinde gözaltılar yaşanmış, edebiyat fakültesi ve eğitim fakültesi çevik kuvvet polisleri
tarafından kuşatılmıştır. Etrafı polislerle çevrilmiş bir binada ders yapmanın sağlıklılığı düşündürücüdür. Bu gelişmelere öğrenci kitlesinin duyarsız kalmaması, en tabii haklarına sahip çıkması gerekmektedir.
Bugün hala 700’e yakın öğrenci arkadaşımız tutsak. Akademik-demokratik haklarını talep ettikleri için sistemin gözü dönmüşlüğünden paylarını almış arkadaşlarımızı sahiplenmek, onlara destek
olmak üniversite öğrencileri olarak bizlerin görevidir. Bilimsel eğitim alabileceğimiz parasız bir üniversite için çevremizde ve okulumuzda yaşananlara gözlerimizi yummamalıyız arkadaşlar.
Son olarak bilimsel bir eğitim anadilde olan eğitimdir. Tüm halkların anadilinde eğitim görmek
en demokratik isteklerin başında gelmektedir. Sistemin ırkçı ve faşizan söylemlerine kulak tıkamalı,
yaşasın halkların kardeşliği diye haykırarak, anadilde eğitim alsak bile bu haktan mahrum bırakılmış
arkadaşlarımızın yanında biz de bu hakkın savunucusu olmalıyız.
EŞİT, PARASIZ, BİLİMSEL, DENOKRATİK ANADİLDE EĞİTİM İÇİN YÖK’E HAYIR!
BİZİM DE DAĞLARIMIZ VAR
CHE GUEVERA
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi
duruyorsa
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler
barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir hiç tüfek
patlamıyorsa
Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp
yatmağa
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevara
Yokluklardan biyol kopup gelmiş
Üç zeytin üç ekmek üniversitelerde
Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur
Öfkeli dolanır caddelerde
Ve başkaldırırlar akılları suya erende
Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı
Kongo hepimizin Kongo’su
Bir kere özsu yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
Unutulmuş uzak tarlalar yalazında
Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun
Bütün ulusların halkları gibi
Ve yalnız büyük fırtınalarda kımıldayan
Bizim de halkımız vardır Che Guevara
Metin DEMİRTAŞ
Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevara
Sağ çıkmış güneşsiz taş odalarda
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş, demir kapılardan
Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevara
Haber
40
Alman Nazizmi -I-
A
Kazım ÖZÜPEK
lman nasyonal sosyalizmi, İtalyan faşizmden daha sonra ortaya çıkmış, ama her bakımdan faşizmin bu ilk örneğini aşmıştır. Kuramsal açıdan, genel olarak ‘’faşizm’’ diye nitelenen olgunun, Almanya’daki örneği olan alman
nasyonal sosyalizminin kökenini alman toplumunun geçmişinde aramak gerekir. Nazizm de
İtalyan örneği gibi mali sermayenin en gerici, en
ırkçı, en emperyalist unsurlarının kurulduğu,
şiddete dayalı açık bir diktatörlük oldu.
Almanya’da nazizmi yeşerten karmaşık ortamın
tarihsel kökenleri, belki de, 1500’lerdeki Luther’cilik akımına kadar indirilebilir. Almanya tarihinde boyutları açısından tek olan köylü ayaklanmaları gerçekleşti. Protestanlığın kurucusu
olan Luther, bu ayaklanmalar sırasında köylülere
karşı prensleri destekledi. Luther’in kendisine
büyük bir esin kaynağı
olan köylü ayaklanmalarında prensleri desteklemesi ve siyasette
otokrasiden yana olması, kırlarda feodalitenin
yeniden yerleşmesinde
sebep olmuş, alman
halkının bu yüzden büyük bir çoğunluğu yoksulluğa gömülmüş ve
köle durumuna düşürmüştü. Bu durumun dışında hanedanlar ve alman halkı içindeki siyasal gruplar arasında da
ayrılıkların yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum Almanya’nın birleşmesini yüzyıllarca engellemiştir. Otuz Yıl Savaşları ve savaşın sonunda
yapılan 1648 Westphalia Barış Antlaşması
Almanya’nın altından kalkamayacağı büyük bir
darbe indirdi. Avrupa’nın büyük din savaşlarının
sonucuydu bu. Ama savaş bitmeden önce bu çatışmalar bir Protestan - Katolik çatışması olmaktan çıkmış, bir yandan Avusturyalı Katolik
Habsburg’lar, öte yanda Fransa’nın Katolik Bourbon’ları ve Protestan İsveç hanedanı arasında
karmaşık bir taht kavgasına dönüp yozlaşmıştır.
Bu çatışmalar sırasında Almanya’da kentler ve
köyler boşaldı; halk kırıldı. Westphalia barışı, Almanya için savaş kadar büyük bir yıkım oldu.
Fransa ile İsveç’i tutan Alman prenslerinin, ellerinde bulunan küçük toprak sahipleri oldukları
onaylandı. Bu prensliklerin sayısı 350 kadardı.
İmparator, yalnızca bir korkuluktu. Almanya’yı
saran ‘’reform’’ ve uyanış dalgası böylece boğuldu. Bu dönemde büyük özgür kentler, gerçek bir
bağımsızlık kazanmıştı. Derebeyler kovulmuş,
sanat ve ticaret gelişti. XVI.yüzyılın başında Almanya, gerçekten Avrupa uygarlığının önemli
kaynaklarından biri durumuna gelmişti. Ama
Westphalia barışından
sonra Serf ’lik (toprak
köleliği) yeniden kuruldu. Kentler bağımsızlıklarını yitirdiler. Köylüler, işçiler, orta sınıf
burjuvaları prenslerin
baskısı altında birer
uşak durumuna geldiler. Martin Luther, hem
koyu bir Yahudi düşmanıydı, hem de siyasal
yönetime bağlılığın en
ateşli
yandaşıydı.
Almanya’nın ‘’yahudilerden kurtulmasını’’ istiyordu. Üstelik Yahudiler ülkeden kovulurken
‘’bütün paralarına, mücevherlerine, gümüşlerine
ve altınlarına’’ el konulmalıydı. Luther, ‘’Sinagoglarıyla, okulları ateşe vermeli, evleri yıkılmalı…
ve çingeneler gibi çergilere yada ahırlara tıkılmalıdırlar… bu sefalet içinde durmadan ağlayıp sızlayarak bizi Tanrı’ya şikayet etsinler’’ diyordu.
Alman tarihinin, belki de tek halk ayaklanması
olan 1525 halk ayaklanması sırasında Luther,
‘’kudurmuş köpekler’’ dediği ‘’pis ve bayağı’’ köy-
41
Araştırma
lülere karşı, prenslere en şiddetli tedbirleri almaları öğüdünü veriyordu. Luther, Yahudiler üzerinde yazdığı yazılarda alman tarihinde o güne
kadar işitilmemiş ölçüde kaba ve sert bir dil kullanmaktaydı. Almanya’nın bu siyasal bölünmüşlüğü, Napolyon savaşlarını izleyen 1815 Viyana
Anlaşması’ndan sonra da değişmedi. Bu kez irili
ufaklı 36 devlete bölünmüştü Almanya.
Avusturya’yı saymazsak, Almanya’nın tek siyasal
gücü Prusya krallığıydı. Prusya Elbe nehrinin
doğusundaydı. XIX. Yüzyılda Frankfurt’ta bir çeşit demokratik, birleşmiş Almanya yaratmak
amacıyla kalkıştıkları girişimin 1848 – 49’da başarısızlığa uğramasından sonra, yüzyılın sonuna
doğru Prusya, Almanya’nın geleceğini eline aldı.
Prusya’nın sınırlarına XII. yüzyıldan sonra, yavaş
yavaş, slavlar yayılmıştı. Serüvenci askerlerden
başka bir şey olmayan Brandenburg prensleri
(Hohenzollern’ler), çoğu Polonyalı olan slavları
yavaş yavaş Baltık kıyılarına sürdüler. Karşı koyanlar ya yok edildiler, topraksız birer ‘’serf ’’ oldular. Alman İmparatorluk yasası, prenslerin
krala ait unvanları almaları yasaklandığı halde
İmparator, Prusya’da Königsberg’de Seçici Prens
Frederick III’ün kral olarak taç giymesini kabul
etti. Prusya o günden sonra Avrupa’nın büyük
militarist devletlerinden biri olmaya başladı. Başkalarında olan kaynaklar onda yoktu. Toprağı çoraktı ve medenden de yoksundu; nüfusu azdı;
büyük kentler, sanayi yoktu; kültürü dardı. Soylular bile yoksuldu. Topraksız köylü hayvan gibi
yaşıyordu. Ama gene de, Hohenzollern’ler askeri
bir devlet yaratmayı başardılar. Prusya’nın yetişmiş ordusu büyük zaferler kazandı. Güçlü devletlerle ittifaklar kurarak topraklarına yeni topraklar kattı. Böylece, ‘’ yayılma’’dan başka bir güce,
hiçbir halk gücüne, hiçbir düşünceye dayanmayan, baştakinin mutlak iktidarıyla onun verdiği
emri körükörüne yerine getiren darkafalı bir bürokrasinin ve acımasız disiplinli bir ordunun zoruyla temellenmiş, çok yapay bir devlet çıktı ortaya. Devletin yıllık gelirinin üçte ikisi ve bazen de
altıda beşi orduya harcanıyordu. Ordu devletin
kendisiydi. Mirabeau, ‘’Prusya’’, demiştir, ‘’ ordusu olan bir devlet değil, devleti olan bir ordudur.’’
Halk ise bu makinenin dişlilerinden başka bir şey
değildi. Yunker’ler de Prusya’nın garip bir ürünüydüler. Toprağı slavların elinden alan, bu topraklar üzerinde batıda yaşayan köylülerden bütü-
Araştırma
nüyle farklı bir sınıfsal niteliğe sahip slavları çalıştıran, çiftçilik yapan onlardı. Bütün Avrupa’yı
saran 1848 Devrimleri, Almanya’da da başgösterdi. Köylüler topraklara el koydu; kentlerde halk
ayaklanmaları başladı ve başarıya ulaştı. Ama
Almanya’nın siyasal bölünmüşlüğü ve liberal
burjuvazinin, önderliği üstlenmede gösterdiği
korkaklık, bu halk eylemlerinin birer birer ezilmesine yol açtı. Ama 1848 Devrimi alman birliği
sorununu gündeme getirmeyi başarmıştı. Bu
gündemi uygulayan ise, halk eyleminin yenilmesi sonucunda, Almanya’nın biricik örgütlü gücü,
Prusya oldu. Almanya’da halk eylemi, 1500’lerin
büyük köylü savaşından sonra, ikinci kez 1848’de
büyük bir şiddet kullanılarak eziliyordu. Böylece
alman birliği sağlanmış oluyor, ama burjuva demokrasisi alman siyasal geleneğine nüfuz edebilme olanağını bulamıyordu. Bismarck 1862’de
Prusya başbakanı olurken şöyle demişti: ‘’ günün
büyük sorunları kararlar ve çoğunluk oylarıyla
çözülemeyecektir. 1848 ve 1849’dakiler bu hataya
düşmüşlerdi. Büyük sorunlar ancak kan ve demirle çözülür.’’ Gerçekten de Bismarck, bütün
sorunları böyle çözmeye başladı. Bismarck’ın
amacı liberalizmi yıkmak, tutuculuğu -yani Yunker’leri, orduyu ve tahtı desteklemek ve Avusturya yerine Prusya’yı sadece almanlar arasında değil, Avrupa’da da egemen bir güç yapmaktı.
Bismarck’ın en büyük başarısı olan ikinci Alman
İmparatorluğu, 18 Ocak 1871 tarihinde Prusya
kralı I. Wilhelm’in Almanya İmparatoru olmasıyla başlar. Almanya, Prusya’nın silah zoruyla birleştirilmiş, Avrupa’nın en büyük devleti olmuştu.
Reichstag’ın (imparatorluk meclisi) kurulmasıyla
demokratik bir maske takmasına rağmen Alman
İmparatorluğu, gerçekte, Prusya kralının egemen
olduğu askeri bir otokrasiydi. Reichstag’ın pek az
yetkisi vardı. Milletvekilleri orada ya içlerini dökerler, yada temsil ettikleri sınıfların günlük çıkarları üzerinde pazarlığa girişirlerdi. Bütün iktidar kralın elindeydi. 1910’da bile II. Wilhelm,
krallık tacının kendisine Tanrı tarafından verilmiş olduğunu söylemişti. Parlamento da kendisine zorluk çıkarmadı. Atadığı şansölye (Başbakan), Reichstag’a karşı değil, krala karşı sorumluydu. Görülüyor ki demokrasi, halk egemenliği,
parlamentonun üstünlüğü düşüncesi, yirminci
yüzyıl başladıktan sonra bile Almanya’da henüz
yerleşmemişti. Gerçi sosyal demokratlar, 1912’de
42
Reichstag’ın tek büyük partisi olmuşlardı ve parlamenter bir demokrasinin kurulmasını durmadan istiyorlardı, ama aslında etkin bir güç değillerdi. Bismarck, sosyalizm ile savaşmak için 1883
ile 1889 yılları arasında bir ‘’ sosyal güvenlik
programı uygulandı. İşçileri ihtiyarlığa, hastalığa,
kazaya, sakatlığa karşı sigortaladı. Bu örgüt devlet tarafından kurulduğu halde, parasını işçiler ve
işverenler ödüyordu. İşçiler, yavaş yavaş, siyasal
özgürlükten çok, sosyal güvenliğe önem vermeye
ve ne kadar tutucu olursa olsun devleti bir iyiliksever, bir koruyucu olarak görmeye başladılar.
Alman Birliği’nin kurulmasıyla birlikte alman
kapitalizminin gelişmesinde hızlı adımlar atıldı.
Geçte olsa Almanya, sömürgelerin paylaşılmasına katılıyor. Afrika’da birkaç sömürgeyi en barbar
yöntemlerle ele geçiriyordu. Bu arada Almanya’da
dev şirketler doğmuş, sermaye ihracı başlamıştı.
1200’lerdeki töton şövalyelerinden bu yana doğudaki slav toprakları almanların iştahını kabartmaktaydı. Bu toprakların ve buralardaki üretim
ve ticaret işlerinin ele geçirilmesinde alman Yahudiler büyük rol oynamışlardır. Tekelci evreye
varan alman kapitalizmi, 1900’lerle birlikte, sömürgelerin yeniden paylaştırılması amacıyla, İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında kavga vermeye başladı. Sonuç olarak, insanlık tarihinin yaşadığı bu en inanılmaz barbarlığı kökeninde, alman
kapitalizminin gelişmesindeki çarpıcılık yer alıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan
Almanya’da yenilginin öfkesini duyan bir halk
yığını Versailles anlaşmasının imzalanmasıyla
daha da huzursuzlaşırken, ekonomik bunalımlar
birbirini izlemiş, düzenli bir siyasal yapı kurulamamıştır. Ekonomik çöküntü, işsizlik,
sol güçleri geliştirirken, yenilginin onur kırıcılığının yarattığı şovenizm ve işçi eylemlerinin gelişmesinden doğan tedirginlik,
sağcı tepkiyi yaratmıştı. Ordu da, genellikle,
sağcı eylemin yanında yer aldı. Bir yandan
30 ekim 1918’de, Kiel’deki sosyalist ayaklanmasıyla, Liebknecht’in sosyalist ‘’Spartakistler Birliği’’, Rusya’daki gibi ‘’ Sovyet
Cumhuriyeti’’ kurulmasına yönelirken, öte
yandan Luttwitz, 1920 yılının mart ayında,
bir ‘’sağcı darbe’’ girişiminde bulunacaktı.
Sosyalist bir devrim, sosyal demokratların
yan çizmesiyle başarısızlığa uğrarken, sağcı
darbeler ordunun desteğini görmekte ve
ancak işçi sınıfının genel grevi, sağcı darbenin
başarısızlığına yol açmaktaydı. Savaş sonrası, genel çizgisi ile, sol güçlerin gelişimine paralel bir
sağcı örgütlenme ve saldırganlık ortaya çıkmıştı.
Sık sık gerçekleşen görevler ve işçi ayaklanmaları,
gittikçe sağın toplanmasına ve küçük burjuvazinin yeni bir kurtarıcı aramasına yol açıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası şansölye Friedrich
Ebert’in başkanlığındaki sosyal demokrat ileri
gelenleri, Rusya’da Bolşevik devrimine toplumun
onayını sağlayan ‘’sovyetler’’i Almanya’da da kurma denemesi kanla boğuldu. Bir denizci isyanı
bastırıldıktan sonra sol kanattaki sosyal demokratlar hükümetten ayrıldı ve bir ulusal meclis
toplanmasını istedi. 1919 Ocak’ında, Berlinli işçilerin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in
Spartaküsçü Örgütü’nce desteklenen ayaklanması, sosyal demokrat savunma bakanı Noske tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı. Luxemburg ve
Liebknecht yakalanıp bir grup sağcı subay ve astsubay tarafından barbarca öldürüldü. Aynı yılın
şubatında Ulusal Meclis açıldı. Sosyal demokratlardan, demokratlardan ve Katoliklerden oluşan
hükümetin başına Philip Scheideman bulunuyor,
adına ise ‘’Weimar Koalisyonu’’ deniyordu. Versailles barış antlaşmasının onaylanmasından doğan çatışmalar aşıldıktan sonra 11 ağustos
1919’da, Weimar Anayasası onaylanıp kamuoyuna açıklandı. Almanya artık parlamentoya dayalı,
federal yönetimli bir ‘’demokratik cumhuriyet’’
olmuştu. Her yedi yılda bir doğrudan oylamayla
seçilen cumhurbaşkanı, yürütme gücüne başkanlık eden başbakanı görevlendirecekti. Seçimlerde
43
Araştırma
başa getirilen ilk cumhurbaşkanı Friedrich Ebert
oldu. İşçi kesimi de ekim devrimden örnek aldıkları ‘’bağımsız işçi konseyleri’’nin kurulması yolundan vazgeçmiyorlardı. Öte yandan, yeni kurulan cumhuriyet kendini, milliyetçiler ve askerden korumak zorundaydı. Dışişleri bakanı Walther Rathemann’in öldürülüşü özellikle yankı
yapmıştı; Rathemann, Freikorpsta (gönüllü alaylar) vuruşan aşırı sağcıların düşmanlığını kazanmıştı; çünkü hem yahudiydi, hem de Versailles
antlaşmasının bazı koşullarını yerine getirme yolunda içtenlikle çalışıyordu. Birinci Dünya
Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan alman toplumunun,
içine yuvarlandığı büyük bunalım açıklamadan,
Adolf Hitler’in başarısının nedenlerini kavramak
mümkün değildir. Savaş sonrasının kargaşası en
fazla orta sınıfların sırtına yüklenmiştir, onları
ezip paramparça etmekteydi. Kredilerin kısıtlanmasıyla geniş bir toplum sınıfının değerleri ölümün eşiğine sürüklenmiştir. İtilaf devletleri ile
Almanya 28 Haziran 1919’da barış antlaşması
imzalandı. Bu antlaşmayla Almanya, Alsas – Loren topraklarını ve Saar havzasındaki maden yataklarının on beş yıllık işletme hakkını Fransa’ya
bırakıyordu; Eupen ve Malmedy bölgeleri
Belçika’nın,
Schleswig’in
bir
bölümü
Danimarka’nın, Silezya’nın
bir kesimi
Çekoslovakya’nın eline geçiyordu. Yeniden kurulan Polonya devleti ise, Poznan eyaleti ile bu yeni
ulusun , ‘’serbestçe ve güvenlik içinde denize açılmasını’’ sağlayacak olan ve adına ‘’Polonya koridoru’’ denilen kesimi alıyordu. Alman kamuoyu
bu olanları öfkeyle izlemekteydi. 1922’de markın
değeri düşünce, ekonomik bunalım başladı. Alacaklı devletlerde alman ekonomisinin acılı serüvenlerini kaygıyla izliyorlardı. Büyük sermaye
çevreleri de, Fransızların ve Belçikalıların alacaklarını güvence altına almak üzere havzayı işgal
etmeleri için baskı yapmaktaydı. Savaş sonrası
onbaşı Adolf Hitler kabına sığamıyordu: Versailles barış antlaşmasını ülkesinin çöküşü olarak
görüyordu. Nasyonal – sosyalist eyleme bir başlangıç tarihi saptanabilir: 1919 Eylülü… Hitler,
bu tarihte Alman İşçi Partisi adlı küçük bir siyasal gruba katılmıştı ve bu partinin yedinci üyesiydi. Eğer Hitler ortaya çıkmasaydı, belki de, etkisiz
bir tartışma grubu olarak kalacak olan bu eylem,
Hitlerin işe karışmasıyla, Bavyera’nın başkentinde zaten hazır bekleyen bunalımdan yararlanarak
Araştırma
gelişti. Bu sırada Hitler ordudan maaş ve tayin
almaya devam ediyordu. Çünkü, sosyalist ve komünist askerleri ele vermek ve milliyetçi fikirler
yaymakla görevli ordu propaganda servisinde çalışıyordu. Hitler ilk konuşmasını da 1919 ekiminde Münih’in ünlü birahanesinde 111 kişilik bir
kalabalık önünde yaptı. 1920 başlarında ise partisinin propaganda işini üstüne almıştı. İlk kitle
toplantısı 24 şubat 1920’de gene Münih’te yapıldı:
aşağı yukarı iki bin kişi önünde Hitler, milliyetçi
ve ırkçı programının yirmi beş maddesini okudu.
1920 nisanında Hitler partiye yeni, daha tam ve
daha belirgin bir ad seçti: Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi. Kısacası Nazi partisi… Zengin
sermayecilerin desteği ile Hitler partiyi ele geçirdi. Hitler’in iş adamlarıyla ilgisini kuran Wather
Funk’tur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Almanya’da terhis edilen eski subaylar sayesinde
işçi düşmanı birliklerin çoğaldığı görüldü. Ocak
1919 Berlin Komünü’nün, nisan 1919’da Münih
Komünü’nün ezilmesine yardımcı olan, 1919 yazında Pomeranya tarım işçilerini, 1920 baharında da Ruhr işçilerini yıldıran işte bu mücadele’’
mücadele birlikleri’’ydi. Birçok solcu siyaset adamının ölümüne yol açan suikastleri düzenleyenler de, gene bunlardı. İlk başta bu birlikten olan
Nazi partisi daha sonra bütün birlikleri kendi
içinde toplayabildi. Aşağı yukarı Mussolini’nin
‘’kara gömlekliler’’inin işçi yığınlarına saldırmaya başladıkları bir dönemde, Hitler de bir ‘’dövüş
birliği’’ kurmuştu. ‘’düzen kolları’’ denilen bu birliği, rakiplerin düzenlediği açık toplantılarda karışıklık çıkarmak için kullanılmaktaydı. Hitler’in
de taktiği, tıpkı ‘’kara gömlekliler’’inki gibi, temel
olarak, saldırıya dayalı bir taktikti. Daha sonra
‘’düzen birlikleri’’nin adı ‘hücum birlikleri’ diye
değiştirildi. Kısaca S.A’lar… 1923 ağustosunda
Hitler, özel muhafız birliği kurdu. Bunlar,
Hitler’in ‘’dövüş birlikleri’’ydi. ‘’Muhafız birlikleri’’ yada S.S’ler, bu dövüş birliğinin çekirdeğinden doğacaklardı. Sosyalistlerin elinde ise,
1924’ten beri, sayıca önemli bir güç ifade eden
antifaşist bir milis vardı; Reichsbanner. Bu milisi
büyük geçit törenlerinde gösterişli üniformalar
giydirerek yürütüyorlar; ancak, eyleme sokmaktan sistemli olarak kaçınıyorlardı. Savaş dönemi
ve savaş ertesi dönem, bütün Avrupa’da kapitalist
üretimin birikim ve süreçle bağlantılı olarak orta
sınıfların zayıflamalarına, onların bunalımın ilk
44
kurbanları olmalarına yol açmıştı. Orta sınıfın
proleterleşmesi özellikle yenik düşen ülkelerde ve
en fazlada Almanya’da göze çarpan bir olgudur.
XX. yüzyıl Almanya’sı gibi güçlü bir sanayi ülkesinde toplumsal çatışma, patron oligarşisi ile geniş işçi kitlelerinin gücünü eyleme sokan işçi sendikaları arasında beliriyordu. Orta sınıflar bu iki
karşıt güç arasında ezilip gittiklerini görüyorlardı. Orta sınıfta parasal ayarlama politikasının yükünü çeken, az varlıklı öteki sınıflarla birlikte küçük burjuvazi oluyordu. Almanya’da da kapitalizmin evrimi, orta sınıfları boğmaya yönelmişti;
üstelik liberal gelenekler evrime, başka yerlerden,
çok daha az direniyordu; bu gelenekler, sadece
aydınlar arasında ve sosyal – demokrasinin yaygın olduğu yerlerde görülüyordu çünkü… Aslında işçiler ve köylüler Weimar Cumhuriyeti içinde
önemli siyasal ve ekonomik haklar elde etmişlerdi; kadınlara oy hakkı tanınması, 8 saatlik iş
günü, toplu sözleşmelerin genelleştirilmesi, işsizlik sigortası ‘işyeri konseyleri’nin’ seçimle oluşturulması v.b. doğunun büyük toprak sahiplerinin
hizmetinde çalışan gündelik köylüler de, örgütlenme hakkını elde ederek, kitleler halinde sendikalaşmışlardı. Ama alman kapitalist çevreleri bu
durumdan hiç memnun değillerdi. Doğu Elbe’deki büyük toprak sahiplerinin düşüncesi daha beterdi. İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da eski
aristokrasi hep toprak sahibi kalmış, otoritesini,
bir ortaçağ anlayışıyla sürdürmüştür. Karın tokluğuna çalışan köylülere bir serf gibi davranmaya
alışmışlardı. Öyle ki, bu köleler efendisinin verdiği partiye oy vermek yada gitmek zorundaydı.
Alman sosyal demokrasisi, köylünün desteğini
almakta yetersiz kaldılar. Birinci Dünya Savaşı
sonrasında sosyalizm, alman köylülüğünü kendi
saflarına çekebilir, en azından bunları tarafsızlaştırabilirdi. Ocak 1919’da, köylülerin büyük bir
kesimi sosyal demokrasiye oy veriyor, ‘’işçi ve asker konseyleri ‘’ tipinde ‘’köylü konseyleri’’ kuruluyordu. Başlıca talepleri İtalya’daki gibi büyük
toprakların paylaştırılması idi. Ama sosyal demokrasi, toprak sahiplerine karşı gelmekten kaçındı. Tutucular ne Versailles Antlaşması’nı, ne
de bu antlaşmayı onaylayan cumhuriyeti benimsemiyordu. Sanayi, büyük malikaneler ve ülkedeki sermayelerin çoğu onlarındı. Bundan böyle
zenginliklerini, cumhuriyeti yok etmek için kullanacak benimsedikleri siyasal parti ve başını bu
amaçla besleyeceklerdi. Ordu, eski Prusya geleneğini sürdürmekle kalmıyor, aynı zamanda,
yeni Almanya’da siyasal gücün merkezi anlamına
da geliyordu. Ordu kadrosu hiçbir zaman kralcı
ve cumhuriyet düşmanı tavrından vazgeçmedi.
Birkaç sosyalist önder ordunun demokratlaştırılmasını istediler. Ama bu görüşte onlara yalnız
generaller değil, başta savunma bakanı Noske olmak üzere, “sosyalist arkadaşları” da karşı koydular. Adalet mekanizmasını arındırılması büyük
bir yanlışlıktı. Adalet yöneticileri daha sonra,
karşı devrimin ele başları olmuşlar ve adaleti siyasal amaçlar için kullanmışlardır. Kapp
Darbesi’nden sonra hükümet 705 kişiyi vatana
ihanet suçuyla mahkemeye göndermiştir. Bunların içinde yalnız biri ceza aldı: Berlin polis müdürü… Hem de beş yıl ‘’onur kırmayan göz hapsine’’ çarptırıldı. Prusya hükümeti mahkumun
emekli olma hakkının kaldırdığı halde, Yüksek
Mahkeme bu hakkı müdüre geri verdi.
Ama cumhuriyeti destekleyenlere yasaklar acımasızca uygulanıyordu. Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerse özgürce geziyorlar ya da küçük cezalara çarptırılıyorlardı. Almanya’nın Fransa’ya karşı
yükümlerini yerine getirmemesi Fransız
birliklerinin 1923 yılı başlarında Ruhr
havzasını işgal etmesine yol açtı.
Almanya’nın elindeki kömür ve çeliğin
dörtte üçünü sağlayan bu can alıcı bölge,
Almanya’nın elinden çıkmış oldu. Alman ekonomisine indirilen bu darbe,
halkı bir araya getirdi. Ruhr işçileri genel
greve gittiler; pasıl direniş kampanyası
45
Araştırma
açan Berlin hükümetinden para yardımı gördüler. Ordunun yardımıyla sabotaj ve çete savaşları
düzenlendi. Fransız hükümeti bu eyleme tutuklamalar, sürgünler hatta ölüm cezalarıyla karşılık
verdi ama bir değişikli olmadı. Alman ekonomisi
bu kadar sıkışık duruma girince markın düşüşü
de hızlandı. 1923 yılı ocak ayında, Ruhr’un işgalinde bir dolar, 18 000 marka yükselmişti. Haziranda 160 000 marka, ağustosta 1milyon marka
yükseldi. Mark; sterlin, dolar ve frank karşısında
giderek, değer kaybediyordu. Bankalar, özellikler
de büyük bankalar, devlet hazinesinden çekmeye
devam ediyorlar, böylelikle kendilerine bağlı bir
yığın büyük endüstri kuruluşunu ayakta tutabiliyorlardı; ama bankalara bağlı olmayan orta ve
küçük ölçüdeki kuruluşların durumu umutsuzdu. Hükümet, halk kitlelerinin düşeceği yoksulluğu göz önünde tutmadan, büyük sanayicilerin
kışkırtmasıyla, kamu borçlarından kurtulmak,
savaşa ilişkin onarım borçlarını ödemekten kaçmak ve Fransızları Ruhr’da sabote etmek amacıyla markın düşmesini bile bile göz yumdu. Barış
antlaşmasının yasağından kaçmak için o sırada
Truppenamt (Asker Bürosu) adı altında gizlenen
Genelkurmay, Almanya’nın böylelikle savaş borçlarından kurtulacağını ve Almanya’yı mali bakımdan yeni bir savaşa hazırlayacağını umuyordu. Hem kaybettikleri pazarları yeniden ele geçirmek, hem de kendilerini önemli bir kar kaynağından yoksun bırakan silahsızlanma koşulu,
maliyetlerini etkileyen ve karlarını düşüren savaş
tazminatı yükünden kurtulmak isteyen ağır sanayiciler ise, Almanya’yı saldırgan ve milliyetçi
bir dış siyasete sürüklediler. 1919 haziranında
‘’Baltikum’’ adında 50.000 kişilik paralı asker ordusu kurarak, bunları Sovyet ordularına karşı savaşmak üzere Letonya’ya saldılar. Bunun dışında
Fransız işgalinde karşı ‘’başıbozuk kolu’’ ve ‘’mücadele birliğinden’’ de yararlandılar. 25 eylül
1923’te bütün bu mücadele birlikleri bir örgüt
halinde birleştiler ve başlarına da Adolf Hitler
geçti. Almanya 1923’te büyük bir bunalım içindeydi. Bu dönemde Hitler Münih’teydi ve bu bunalımdan yararlanmak istiyordu. Aslında amaçladığı Berlin üzerine yürüyüşü gerçekleştirmekti.
Ama Hitler’in bu yürüyüş girişini, bir polis mangası önleyecekti. Hitler, nasyonal sosyalist karşı
devriminin başladığını ilan etti. General Ludendorff ile birlikte, ayaklanmacıların başında yürü-
Araştırma
dü ama general tutuklanınca Hitler kaçacak delik
aradı. Polisin açtığı ateş sonucunda on altı nazi
öldü. Bu sırada Hitler yakalanmıştı. Nazi partisi
kapatılacak, mallarına el konacaktı ama Hitler
Avusturya vatandaşı olduğu halde sınır dışı edilmedi, yapılan duruşma sonucunda beş yıl hapse
çarptırılıyor. Almanya’da da faşist eylemler, daha
savaş sonrasının ilk yıllarında olmuş, enflasyon
döneminde güçlenmiştir. Ruhr savaşı, milliyetçi
duyguları körüklediğinde, paranın değerini büsbütün yitirmesi halk kitlelerini yoksullaştırdığında ve askeri birlikler Bavyera’nın kuzey sınırlarından yürüyüşe geçip Berlin üzerine de yürüme
tehdidini savurduklarında, Almanya, faşizmin
eline düşme tehlikesine çoktan girmiş bulunuyordu. Ne var ki, burjuva demokrasisi, faşizmin
saldırısını uzun süre püskürtebildi. Almanya
markı güçlendirebilmek, savaş tazminatlarında
ılımlı bir anlaşmaya varabilmek ve özellikle alman işletmelerinin yeniden kurulabilmesi için
gerekli kredileri elde edebilmek için, sermayesi
güçlü batılı devletlerin yardımına muhtaçtı. Bu
yüzden milliyetçilik – faşist serüveni göze alacak
durumda değildi. Markın güçlenmesinden, alman mallarının fiyatlarındaki süratli artıştan ve
dış kredilerin dalga dalga akışından sonra faşist
akım büsbütün duruldu. Almanya’da faşizm, burjuvazi ve devletçe korunup desteklendi.
Yunker’ler, Baltık’tan ve Kuzey Silezya’dan dönen
gönüllüleri çiftliklerinde barındırdılar. Ağır sanayi, ‘’hücum kıtaları’’nı (Sturm Abteilung) besledi; devlet de bunlardan ‘’Kara Reich Ordusu’’nu
oluşturdu. Gel gelelim, sermaye ile faşizm arasındaki bu birleşme, Ruhr savaşının sona ermesiyle
kesilecektir. Alman burjuvazisi Ruhr savaşının
bitmesinden sonra geniş dış kredilere ve bu yüzden de uzlaştırıcı bir politikaya muhtaçtı. Bu yüzden de, faşist eylemden desteğini çekiverdi. Ancak 1929 büyük ekonomik bunalımından sonradır ki, yeniden faşizme yaklaşmaya başlayacaktır.
Hükümet çevrelerinde Hitler’i tutanlar, onun
Landsberg Kalesi’nde rahatça sekiz ay geçirmesini sağladılar; daha sonra da serbest bıraktılar. Bunalımdan bıkan ve yeni bir yaşam biçimini kurmaya, gittikçe daha çok yönelen işçi kesiminden
ürkmüş olan sanayiciler ordu içinde okullarda ve
üniversitelerde dallanıp budaklanan nazi eylemini paraca destekliyorlardı.
Devam edecek...
46
Yoldaşlık Devrimciliğin Kimyasıdır
Dün, devrimciliği ve dolayısıyla yoldaşlığı doğru kavramayanlar; bugün,
ya sisteme yakışıksız biçimlerde geri dönmüş, ya da kendi ihtiyacı olan
bir örgütlenme yaratarak, sistemi sola taşımıştır.
K
endini ifade etme ihtiyacı, tüm insanlarda
bir ortak paydadır. Repertuar zenginliği,
kendini ifade etmede farklı seçeneklere imkan
verirken, repertuar darlığı tekrarı getirir. Kişinin
kendisine ait yetenek ve başarıların zayıflığı, dışsal yeteneklerle (bir futbolcuyla, bir sanatçıyla,
oğlunun bir başarısıyla, vb.) özdeşleşme gayretini kuvvetlendirir. İlişkilerde sekterlik, kendini
dayatmak, farklılıklara tahammülsüzlük; bireyci
kişilik yapısıyla ilintili olsa da, genellikle başarı
yoksunluğunun, gizli kalmış zayıflıkların, ruhsal
doyumsuzluğun ürünü olarak dışavurur.
Hemen her şeyin bir yarış/rekabet ortamında değerlendirildiği, ilkokulda çocukların çeşitli
sınavlarla birbiri ile yarıştırıldığı, kimi ödüllendirilirken kiminin ağlatıldığı; paylaşımın değil,
kişisel başarı ve hırsın kamçılandığı bir gelişim
grafiğinden geçen çocukların; doğru ve geliştirici olana değil, renkli ve kısa vadede sonuç verici
olana yönelmesi bir tesadüf değildir. Kısa yoldan
başarıya ulaşma beklentisi giderek zorlu yollardan ve uzun erimli hesaplardan kaçınmayı besler.
Kişiliğin biçimlenmesi ve yönalması sürecinde
bu tür sakatlanmalara uğramış olan insanların
spor yapmak yerine sporcuların başarıları ile
yetindiği, emek harcayarak bir ürün ortaya
koymak yerine, hazır ürünleri tercih ettiği, şans
oyunlarına meraklı olduğu görülür.
Amaçladığı insan ilişkileri ile adeta zıt koşullarda çalışma yapmak durumunda olan devrimciler, kendilerinin de halen belirli oranlarda taşımakta oldukları zaaflarla/sorunlarla mücadele
etmek durumunda kalırlar. Böyle bir durumda,
mayalayıcı niteliğini korumak, kitlelere benzemek yerine kitleleri kendine benzetebilmek, zordur; ustalıklı bir çaba gerektirir. Buradaki “kendine benzetmek” asimilasyona varmamalıdır.
Kitleler, bağrında taşıdığı pek çok niteliği, kültü-
Ahmet PEHLİVAN
rel öğeyi koruyarak güzelleşebilir; mücadelemizin bileşeni haline gelebilir; yoldaşlaşabilirler.
İnsanları kendi örgütsel zeminine çekmek/
kazanmak elbette ki önemlidir. Ancak bu,
mutlak bir amaç haline getirilir, “kazanmak”
tek ölçü olursa; ilişkilerde dargörüşlülük/sekterlik kaçınılmaz hale gelir. Rekabet, yabancılaşmayı büyütür; sevgiyi, dayanışmayı, ortaklaşma refleksini aşındırır. Böyle bir duruşla da
varlık göstermek mümkündür; ortaya siyasal bir
yapılanma da çıkar; ama sevgisiz, dayanışmasız
devrim yapmak mümkün değildir.
Devrimcilik ciddi bir iştir. Yoldaşlık, devrimciliğin kimyasıdır; bağları güçlü kurulduğunda
kopması olanaksızdır. Bugüne dek kopan tüm
bağlar zayıftır. İlmik ilmik dokunan bir ilişki, her
zaman için, aceleye getirilmiş ilişkiden daha güçlüdür. Eğer, her türlü testi başarıyla geçecek denli
sağlam dokunmuş ilişkiler amaçlıyorsak; dokuma işini hafife alma lüksümüz yok demektir.
Türkiye solundaki örgütlenmelerin hemen
hepsinin 12 Eylül sürecinde dağılması; sorgu ve
tutsaklık süreçlerinden güçlenerek değil, büyük
kayıplarla çıkması; devrimciliği bir yaşam biçimi
olarak içselleştirememiş olmanın göstergesidir.
Demek ki, düşman bilinci gibi yoldaşlık bilinci,
değerlere bağlılık ve bedel ödeyebilme olgunluğu
gelişmemiş; kimyasal süreç tamamlanmamıştır.
Böyle bir süreçten çıkarılması gereken sonuçlar,
tekrarını önlemeye yönelik olmalıdır. Kendini
bu yenilginin dışında görmek, kendi dışında
kabahatli aramak, “devrimciler içinde en
devrimci” olduğunu kanıtlama gayretine
boğulmak; dost yapılarla mesafeyi açmakla kalmaz, kendi içinde de zorlu süreçlere göğüs gerebilecek yoldaşlık ilişkilerinin gelişimini köstekler.
47
Devrimci Kişilik
nosunda ismimiz yer
almasa dahi, gönüllere
yerleşmemiz daha kolay ve daha kalıcı olacaktır.
Dün, devrimciliği ve dolayısıyla yoldaşlığı
doğru kavramayanlar; bugün, ya sisteme yakışıksız biçimlerde geri dönmüş, ya da kendi ihtiyacı olan bir örgütlenme yaratarak, sistemi sola
taşımıştır.
Sol/devrimci yapıların zayıf düşmesi, yara alması normaldir. Tabanından siyasal kültür eksikliğinin yansıması da anlaşılır bir durumdur.
Ne var ki; zayıflamanın, küçülmenin, rekabet
ve didişmenin izlerine siyaset yapıcı mekanizmalarda da rastlamak normal değildir ve hatta
kaygı vericidir. Tüm benzerliklerine ve “kader
ortaklaşması”na rağmen sol bileşenlerin, mevcut
çalışma alanlarını bir yarış pistine çevirmesi, geniş çaplı yoldaşlık tanımına giren dostlarını aynı
alanın tamamlayıcısı olarak görebilme olgunluğuna ulaşamamış olması, sadece güçleri bölmeye
değil, tek tek yapıların gelişimini sekteye uğratmaya da sebep olmaktadır.
Bir grup PTT çalışanının başlattığı grevle ilgili
yapılanlara, yazılanlara ve söylenenlere bakılırsa;
istisnalar hariç, yansıyan genel eğilimin; çalışanlara hakkını kazandırmak değil, çalışanın ilgisini
çekmek, mümkünse onu taraftar olarak kazanmak yönünde olduğu görülür. Ve ne yazık ki bu
tarzla, ne emekçiye hak kazandırılabiliyor ne de
emekçinin gönlü kazanılabiliyor. Bizim, yoldaşlarımızdan beklediğimiz tutum, gittikleri yerlerde
kuru propaganda yapmak, sembol ve sloganlarla
iş görmek değil; sorunun özüne ilişkin çözümde
rol almaktır. Bu yapıldığı takdirde, reklam pa-
Devrimci Kişilik
Devrimciliğin özüne değil şekline yapılan yatırımlar, kısa yol
hesapları ve kolaycılık
Türkiye solunu bir dönüm noktasına getirmiştir. Artık bu yolda
benmerkezcilikle, sekterlikle, salt reklamla
ilerlenemeyeceği çeşitli
göstergelerle ve acı deneyimlerle ortaya çıkmıştır. Tabii bunun çözümü “dümeni sola kırmak” kadar kolay değildir.
Devrimciliğin özü, vaktinde şu veya bu oranda
ıskalanmış ve her şey böyle bir harçla bina edilmişse geriye dönüp binayı sağlamlaştırmak da
kolay değildir. Bu nedenle biz ille de yoldaşlık ille
de gelişmiş özgür kişilik diyoruz. Bu bizim her
koşulda güvencemiz olacaktır.
Sistemi yeniden kendi içimizde yaratmak, taşıdığımız zaafları gizlemek veya taşımakta ısrar
etmek bize yakışmaz. Birbirimizi sevmek için
çokça nedenimiz var. Ortaya koyduğumuz tablo, hepimizi kaplıyor; bu nedenle güzellikler de
“günah”lar da hepimize ait ve hepimizin ürünüdür. Yoldaşlardan yoldaş beğenmek, eski alışkanlıklarla kişisel ilişkiler geliştirmek; o kişisel
yakınlıkları örgütsel yakınlığın üstüne çıkarıp
paylaşımda daralmak; bizlerin amaçladığı kardeşleşme karşısında bir dirençtir ve en azından
geciktiricidir.
Kendi iç ilişkilerimizde oluşturduğumuz pozitif atmosfer, dışa kapanmayı dost ilişkilerde sekterleşmeyi değil, aynı pozitif elektriği o ilişkilere
de taşımayı gerektirir. Unutulmamalıdır ki dostuna (ki o da bir çeşit yoldaşlıktır) karşı sekterleşen, daralıp bencilleşen; koşullarının oluşması
halinde yoldaşına karşı da daralıp sekterleşebilir.
Çünkü taşınan öz, ne kadar bastırılırsa bastırılsın
mutlaka biçimde yansır. Bunu önlemenin yolu,
özü bastırmak değil, değiştirmektir.
48

Benzer belgeler

liseli dev-genç`ten

liseli dev-genç`ten anladığımız demokrasiyi uygulayıp, sistemin demokrasi yalanını açığa çıkarırken diğer yandan hedeflediğimiz demokrasinin ön biçimlerini şimdiden mücadele alanlarında yaratabiliriz. Bu yaz geçen yıl...

Detaylı

1 - Devrimci Gençlik

1 - Devrimci Gençlik Türkiye’de 68 hareketiyle gençlik, emperyalizme ve faşizme karşı ayağa kalktığında, halkın üzerine serpilmiş ölü toprağını da söküp attı. 68 gençliği bunu nasıl başardı? Bu sadece çağrılarla, mitin...

Detaylı