14 - Dergi Bursa

Transkript

14 - Dergi Bursa
www.dergibursa.com.tr
Yıl:3 - Sayı:14 - Nisan 2013 - Fiyat›: ¨ 7
G E Z İ
-
F O T O Ğ R A F
-
K Ü L T Ü R
-
S A N A T
BURSA ÇARŞILARI
YAŞAM FOTOĞRAFLARI
ARAP ŞÜKRÜ SOKAĞI
LUNAPARK
PAZARDA YAŞAM
MICHAEL JORDAN
ASSOS
SUALTINA YOLCULUK
AYŞEGÜL İNCİ
DUBLIN
YAŞAM
1
arka plan
Yıl: 3 Sayı: 14 / Nisan 2013
ISSN: 2146 - 1457
Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
www.dergibursa.com.tr
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Yazarlar
Ayşegül Alkış,
Dilek Şen,
Emine Civanoğlu,
Gökay Öngör,
Özgür Çakır,
Özlem Şenkoyuncu,
Nazan Aşkalli,
Serkan Duru,
Sezai Evans
Yayıncı / Yapımcı / Yönetim
Yayın ve Reklam Koordinatörü
Emine Korku
[email protected]
Grafik Tasarım
Photo Graphica Creative
[email protected]
Çekirge Mah. Selvili Cad.
No:12 Çelebi 2 Apt.
D.1 Osmangazi / BURSA
T. (0224) 233 87 11
www.photographica.com.tr
Fotoğraf
Demet Argun Güngör, Engin Çakır,
Özgür Çakır, Sezai Evans
Çorbada Tuzu Olanlar
Enise Güleryüz, Korcan Karaoysal,
Op.Dr.Vasıf Soysal,
Op.Dr. Sena Kutucu,
Op.Dr. Servet Yetgin
Reklam İletişim
[email protected]
T. (0224) 233 87 11
Baskı
Dağıtım
Dijital Yayıncılık
www.dergibursa.com.tr
www.furkanofset.com.tr
www.seckurye.com.tr
Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve
konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
2
3
plan
plan
öneriler
Film, müzik, kitap, web ve mekan önerileri
8
tek karede bursa Bursa’dan yaşam kareleri
16
bursa dokusu
Bursa’nın çarşılarından yaşam izleri
22
yakın plan
İçi dışı “yaşayan” fasıl kutusu - Arap Şükrü Sokağı
38
odak noktası
Hayata “acemi” bir merhaba
46
sağlık
Uzman yazıları ile sağlık konuları
54
eğitimin psikolojisi
“Anne-baba ben nasıl oldum?” - Ayşegül Alkış
60
d. armağansın Yaşamın içinden bir “ses” - Serkan Duru
62
kitabi
“Bu şarkıyı da benim için çal” - Emine Civanoğlu
64
serbest yazı
İş yaşamında eğitim şart - Özlem Şenkoyuncu
66
havadan sudan
Nehrin kıyısında - Nazan Aşkalli
68
köşe
Yaşadıkça - Dilek Şen
70
çizgi üstü
Sınırlı bir yaşam - Gökay Öngör
72
teknoloji
Twitter eyaleti
74
gezi-yorum Yaşam iksiri dolu kadeh - Assos
76
detaylı bakış
Batı’ya en yakın Asya toprağı - Babakale
88
detaylı bakış Zeus’un seyir terası - Zeus Altarı - Adatepe Köyü
90
uzaktaki yakın
İrlanda yaşama çağırıyor / Dublin - Özgür Çakır
94
detay
Hayat; kırmızı, kocaman bir meyve - Emine Civanoğlu
110
foto öykü
Hareketli bir yaşam - Lunapark
120
foto öykü
İçi su dolu bir yaşam öyküsü - Manavgat / Karaburun
122
hayat hikayesi
“En iyisi” - Michael Jordan
130
evrensel sanat
Hala yaşayan ritim - The Doors
136
armoni
Zamanı tamir eden adamın kızı - Ayşegül İnci
140
film şeridi
Başroldeki “tatlı hayat” - Federico Fellini
146
g.zaman kipinde
Zamanın “tuş ettikleri” - Daktilolar
150
www.dergibursa.com.tr
4
5
editör notu
“Yaşamın kaynağındaki”
Yaşam ya da hayat. İster biyolojik
ister kimyasal reaksiyonlar veya bir
sonuç olarak bir dönüşüm sergileyen
bazı biyolojik süreçleri gösteren
tüm organizmaların ortak özelliği
yaşamaları... Yaşamın en önemli
özelliği ise gelişmeye ve üremeye yani
çoğalmaya müsait olması.
Tüm varlıkların yaşadıkları süre
boyunca kazandıkları deneyimler
ve yaşadıklarının bütünüdür aslında
yaşam. Canlı bilimi Biyoloji tüm
gezegeni kaplayan küresel boyuttan,
hücre ve molekülleri kapsayan
mikroskobik boyuta kadar canlıları
etkileyen önemli tüm dinamik olayları
masaya yatırıyor. Peki ya bu canlıların
yaşarken neler hissettiğini kim
düşünecek? Psikoloji dediğinizi duyar
gibiyim. Ancak benim demek istediğim
biraz daha farklı. Doğum ile ölüm
arasında geçen sürede etrafımızdaki
her şey ile bir iletişimimiz oluyor. Her
bir temasın insana ruhani ve fiziki
boyutlarda etkileri oluyor. İşin fiziki
yanını büyük oranda çözebilseler de
ruhani boyutta gelişebilecek herhangi
bir sonuç önceden kestirilemiyor.
Kimileri enerji ve maddenin işlenmesi,
vücudu oluşturan maddelerin
sentezlenmesi, yaraların iyileşmesi
ve tüm organizmanın çoğalması
gibi fiziki sonuçları çeşitli şekilde
tanımlayabiliyorlar. Ancak içimizde
kopan fırtınalar diye basitçe tarif
edebiliyoruz olanları. Kimisinin fırtınası
çabuk geçiyor kimisininki yıllar yıllar
sürüyor.
Hayatın gizli yanları, geçmişte tüm
insanoğlunu etkilediğinden; insanın
fiziksel yapısı, bitkiler ve hayvanlar
hakkındaki araştırmalar tüm toplumların
tarihlerinde yer buldu. Bu ilginin bir
kısmı, insanların hayata hükmetme
6
ve doğal kaynakları kullanma
isteğinden geliyordu bence. Ama
esas sorun “soruların peşinden
koşma” ile ilgiliydi. Hep denir ya
hayatın sırrını mı söyleyecek diye.
İşte tam o mesele. Bence sırrını
bulamasak da aramaya devam ediyor
olmamız bile bir gizem barındırıyor.
Gerçi karmaşık da olsa basit de
olsa herkes için cevap birbirinden
farklıdır. İnsanlara birçok sorunun
cevabını veren bu arayış yaşamın
sürmesini hem kolaylaştırdı hem
karmaşık psikolojilerimize iyi geldi
hem de yaşamın sırrına odaklandığımız
merakımızı perçinledi. Organizmaların
yapıları hakkında bilgi kazandık,
yaşam standartlarımız günden güne
yükseldi. Ama çözemediğimiz birçok
konu da varlığını sürdürüyor. Bence
bu arayışın temelinde doğayı kontrol
etme isteğinden çok, onu anlama isteği
yatıyordu. Arzumuz hep yaşam kaynağı
ile alakalı oldu.
Konunun çözümüne en yakın gördüğüm
nokta ise felsefe ve dini yaklaşımlar.
Kendi yaşamını anlamlandırmaya
çalışıp yaşam soyutlaması yapma
gayretinde olan felsefe ve dinler bile
işin “içimizdeki fırtınalar” boyutuna
çok da yaklaşamıyor bence. Yaşamı
farklı bakış açılarıyla tanımlamaya,
açıklamaya çalışan üzerine birçok
tartışma sürdüren o kadar çok insan
tanıdım ki. Diğer bir ifade ile onlar da
felsefe yapıyorlardı. Kimisi yaşamın
amacının ruhsal bir tekamül olduğunu
söylüyor, kimileri ise yaşamın bir
anlamı olması gerektiği konusunda
“kuşkuluyum” diyordu. Ama dedim ya
herkesin cevabı kendisine. Yaşamın
kaynağı, anlamı üzerine yeterince bilgi
sahibi olmadığımızı düşünüyorum. Bilgi
sahibi olmadan fikir sahibi olmanın da
çok bir anlamı bulunmadığına göre;
ironili bir şekilde ben de kendi fikrimi
söylemeliyim. Basitçe konuların özüne
bakmak gerekir diye düşünürüm hep.
Hiçbir şey ihtiyaç olmadan oluşmaz.
Bu birinci tespitim. İkinci tespitim ise
her şeye değişim sağlatan güneşin,
aradığımız cevaba oldukça yakın
olduğu. Işık hem üretimi sağlıyor hem
gelişimi. Aramızda bir bağ oluyor.
Görmemizi sağlıyor. Umutlarımızı bile
ışıkla tanımlıyoruz. Bu demek oluyor ki
işin ruhani yani “içimizdeki fırtınalar”
boyutuna da cevap veriyor. Karanlık
kötülüğü simgeliyor ama ışık iyiliği. Bu
tezimi besleyecek onlarca argüman
bulmak mümkün ama mutlak doğru
mudur, bunu söylemek imkansız. Ama
benim cevabım bu; sanıyorum biraz da
fotoğrafa aşık birisi olmamdan. Ben de
her fani gibi hayat hakkındaki arayışımı
ve bulduğum cevabı paylaştım sizlerle.
Ama ışığı hiç hissetmeyenler de var, bu
da benim tezimin boşluğu. Uzun lafın
kısası; hayat tanımlanamayacak kadar
belirsiz çünkü hakkında 6 milyar insan
bile doğru dürüst bir cevap bulamıyor.
Bize düşen bize sunduğu zaman
kadar onun tadını çıkarabilmek, bunun
yolu da paylaşmaktan geçiyor. Bu
sayıda sizin için “yaşamdan” sayfalar
hazırladık.
Keyifli okumalar.
https://twitter.com/#!/editornotu
ır
k
a
Ç
n
i
g
En
7
film önerileri
8
Hayat Güzeldir
Roberto Benigni
1997 - İtalya
Dram, Komedi, Romantik
Yedi Yaşam
Gabriele Muccino
2008 - ABD
Dram
127 Saat
Danny Boyle
2010 - ABD, İngiltere
Dram
İngiliz Hasta
Anthony Minghella
1996 - ABD, İngiltere
Dram, Romantik, Savaş
Patch Adams
Tom Shadyac
1998 - ABD
Biyografi, Dram, Komedi, Romantik, Tarih
Cinderella Man
Ron Howard
2005 - ABD
Dram, Spor
Bir Gün
Lone Scherfig
2011 - ABD, İngiltere
Dram, Romantik
Umudunu Kaybetme
Gabriele Muccino
2007 - ABD
Aile, Biyografi, Dram
Açlık Oyunları
Gary Ross
2012 - ABD
Aksiyon, Dram, Gerilim, Gizem, Romantik,
Schindler’in Listesi
Steven Spielberg
1993 - ABD
Biyografi, Dram, Tarih
Uyanışlar
Penny Marshall
1990 - ABD
Biyografi, Dram
mekan kaşifi
Dünya mutfaklarının en lezzetli ve sağlıklı olanı kuşkusuz
Uzak Doğu Mutfağı... 1997’den beri birbirinden lezzetli ve farklı
Uzak Doğu yemeklerinin en gözdelerini sunan SushiCo, şimdi de
23. şubesi ile Bursalıların hizmetinde.
Korupark AVM Sinema Katı T. 241 54 90 - 91
www.sushico.com.tr
Paket Servis: 444 78 74
9
albüm önerileri
10
Carole King
Her greatest hits
Göksel
Bende bi’aşk var
Adele
21
Yasmin Levy
Libertad
Mor ve Ötesi
Güneşi beklerken
Mabel Matiz
Yaşım çocuk
Cafe de Beyoğlu
Violins Piano
The Rolling Stones
Grrr!
Levent Yüksel
Topyekün
Ayşegül İnci
Zamanı tamir eden adam
Taylor Swift
Red
11
kitap önerileri
12
Yaşamın Özüne Dokunmak
Mine Kasman
Yaşama Yerleşmek
Üstün Dökmen
Bir Türk Ailesinin Öyküsü
İrfan Orga
Yaşam Tehlikelidir
Andy Mulligan
Yaşama Sanatı
R.Sibel Yolak
Gerçek Yaşam Öyküleri
Ayşe Şen
Yaşam Dönüşümdür
Victor Ananias
Yaşama Sanatı
Andre Maurois
Yaşamak Şart
Ayça Akın
Yaşamla Buluşmak
J. Krishnamurti
Yalınayak Yaşamak
Alan Pauls
13
web önerileri
www.binbirkunduz.com
www.hayatmelodisi.blogspot.com
www.gizliteras.com
www.cokabook.blogspot.com
14
www.2noktayanyana.blogspot.com
www.kirpininyeri.com
www.herbirenk.blogspot.com
15
tek karede bursa
Kıştan hatıra hayat dolu bir kare
16
Uludağ, Bursa - 15.03.2008
17
tek karede bursa
“Hoşgeldin” bahar
18
Reşat Oyal Kültürparkı, Bursa - 31.03.2012
19
tek karede bursa
Bursa’da yaşam “keyif” demektir
20
İznik Gölü kıyısı, Bursa - 17.03.2012
21
bursa dokusu
22
Bursa’nın
çarşılarından
“yaşam
izleri”
Çarşıların tarihi, Bursa’nın
tarihidir. Geçirdiği evreler,
yaşadığı depremler ve
yangınlar; Bursa’nın ve
Bursalıların geçmişidir.
En çok onlar etkilenmiştir
ve gelecekte yine onlar
etkilenecektir. Tarihi Çarşılar
ve Hanlar Bölgesi’nin
UNESCO Dünya Mirası
Listesi'ne aday olması,
“yeniden doğuş” sürecini de
beraberinde getiriyor.
Fotoğraflar:
Demet Argun Güngör, Engin Çakır
23
bursa dokusu
Bursa çarşılarını anlatırken söze
Bursa insanı ile bağlarından başlamak
gerekir. Alışverişini burada yapıp,
karnını burada doyurup, dininin
gereklerini burada yerine getirip belki
de hayatındaki pek çok duyguyu
burada yaşayan Bursa insanı için
Bursa çarşıları ve orada yaşananlar
fark ettiğimizden çok daha değerlidir.
Örneğin esnaf kültürünü burada
yaşayabilirler. Bir yudum çayın
etrafında günün tüm stresinden
uzaklaşabilirler. Her türlü ihtiyacını
Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nde
temin edebilirler… İpeklerin rengârenk
dokusunda İpek Yolu’na gidip geri
gelebilir, dükkân dükkan gezip
kendisine en yakışanı bulup giyebilirler.
Ulu Cami’nin mistik havasının ardında
ve etrafında şekillenen bu büyük çarşı,
Bursa’nın ve Bursa insanının hem
“toplanma” noktasıdır hem de birçok
şeyden “kaçış” noktası… Bu bölge;
yöre insanının ticaret kaynağı, kültürü,
geçmişi, ihtiyaçları, belleği ve “sahip
çıktığı”dır. Yangınlara ve depremlere
rağmen, yaşayan mirastır Bursa
çarşıları.
Osmanlı Beyliği Bursa’yı fethettiğinde,
Bursa’yı askeri üs olarak kullanmayı
planlamıştı. Ancak zamanla hanlar,
hamamlar ve Tahtakale’nin oluşumuyla
şehrin yeni aksi görünmeye
başlamıştı... Tahtakale’den aşağıya
doğru oluşan Uzun Çarşı zaman
içerisinde Kapalı Çarşı’nın temellerini
atmıştı. Yüzyıllar içerisinde büyük
depremler ve yangınlar geçiren tarihi
çarşılar tarihe yenik düşmemiş ve
bugünkü görünümünü sahip çıkmıştı.
Çarşılar tarih içerisinde birkaç kez
tamamen yanmış fakat küllerinden
tekrar hayat bulmuştu. 1958 yılında
yanan çarşının gazetelerde yer alış
şekli bile Bursa için önemini açık
bir şekilde gözler önüne seriyordu:
“Bursa’ya felaket çöktü.”
Tarihi çarşılardaki alışveriş kültürünün
ardında tarihi bir doku da saklı...
Her ara sokağından tarih kokan bu
yapılanma; Osmanlı çarşı kültürünü
iyi bir şekilde yansıtan, Bursa’nın
24
ticaret ve alışveriş vitrinlerinin baş
tacı denebilir... Öyle ki Osmanlı’nın
ünlü lonca yapılanmasına da örnek
teşkil ediyor. Birçok meslek yıllarca
çarşı dokusu içerisinde hayatta
kaldı... Tarihi Çarşılar ve Hanlar
Bölgesi’nin geçmişten taşıdıkları,
Bursa’yı anlatan bir kimlik adeta...
Sepetlerdeki el işi işlemeler, doğal
ipekten örtüler, eşarplar, kravatlar,
elbiseler; bedestenden işçiliğin kendini
gösterdiği gerdanlıklar, yüzükler ve göz
kamaştıran altın ya da gümüş takılar…
Bakır ya da gümüşten işlemeli kurnalar,
tepsiler, birbirinden değerli ayna
taçları; hala el emeğiyle hazırlanan
masa örtüleri, çeşit çeşit ayakkabılar,
mobilyalar, perdeler, hacı malzemeleri,
biblolar ve birbirinden güzel pek çok
kumaş tarihi çarşıların kapalı kutusunun
içinde sakladıklarından sadece bazıları.
Kısaca tanımlamak gerekirse bir
insanın ihtiyacı olan her şey, şehrin
atardamarında can buluyor.
Tarihi çarşıların farklı ve insanı
büyüleyen özelliklerinin başında ise
karmaşık görünümünün içerisinde
gizlediği düzendir… Yorgancıların
çarşısı bir yerdedir, ayakkabıcılarınki bir
yerde, kuyumcuların çarşısı Bedesten
bir yerde… Herhangi bir noktasından
içerisine girdiğinizde saatler sonra
Bursa’nın başka bir noktasında
bulursunuz kendinizi. Bursa’nın yeni
gelişen alafranga yapısının aksine,
alaturka bir kültüre ortak olur ve
çarşıların geçmişten taşıdıklarına
dokunursunuz…
Uzun Çarşı’nın ardından vücuda
gelen Kapalı Çarşı’nın devamı, zaman
içerisinde adım adım geldi. Orhan
Gazi zamanında hanların araları çatı
ile kapatıldı. Daha sonraki yıllarda
Sahaflar, Aktarlar, İvaz Paşa, Gelincik,
Sipahiler, Karacabey (Yorgancılar,
Sandıkçılar) ve Eski Bakırcılar çarşıları
eklendi. 1958 yılında tamamen yanan
Kapalı Çarşı yeniden inşa edildi.
İlk halinde olduğu gibi tek katlı
olarak değil; alttan zemin kat, sokak
seviyesinde ve yolların iki tarafında
dükkanlar ve dükkanların üst katları
olarak inşa edilmişti. Çarşının üstü
de modern bir şekilde kapatıldı. 1855
depreminde yıkıldıktan sonra üstü
açık kalan İvaz Paşa ve Eski Bakırcılar
çarşıları da 1960 yılında restore
edilerek üstleri kapatıldı. Günümüzde
içinde barındırdığı Kuyumcular
Bedesteni, Yorgancılar Çarşısı,
Ayakkabıcılar Çarşısı, Mobilyacılar
Çarşısı ile Kapalı Çarşı alışveriş ve
ticaretin yeniden nefes aldığı haline
geldi. Üst katta 50, alt katta 45 olmak
üzere toplam 95 odası bulunuyor. Üst
katta bulunan odaların tamamı ipek ve
ipek ürünleri satan dükkanlar olarak
kullanılıyor. Üst katta güneye açılan bir
kapısı ile alt katta Orhan Cami tarafına,
Tuz Pazarı’na açılan kapıları bulunuyor.
Kuzeye açılan büyük taş kapısı firuze
çinilerle süslü. Avlusunda altı şadırvan
olan kubbeli bir mescit bulunuyor.
Günümüzde Kozahan'ın iç avlusu
insanların dinlenebilecekleri kafeterya
ve çay bahçesi olarak düzenlenmiş
durumda. Elbette ki birçok han da
aynı işlevi üstlenmiş durumda. Orhan
Gazi’nin yaptırdığı ve ilk bedesten
olarak bilinen Emir Han’ın yetersiz
kalması üzerine, Yıldırım Bayezit
tarafından 14. yy’ın sonunda yapılan
100 dükkânlı Bedesten, günümüzde
Kapalı Çarşı’nın kalbini oluşturuyor.
Kentin merkezindeki Emir Han, Koza
Han, Geyve Han gibi hanların aralarının
zaman içinde çatı ile kapatılarak
oluşturulan Kapalı Çarşı; daha sonraları
Sahaflar, Aktarlar, Yorgancılar,
Sandıkçılar, Kuyumcular, Kavukçular,
İplikciler, Sipahiler ve Bakırcıların ilave
edilmesiyle genişletildi. Dükkanların
çoğu kuyumculuk ya da döviz üzerine
satış yapıyorlar.
Son dönemde Büyükşehir Belediyesi
tarafından açıklanan süreçler ise Bursa
ve Bursalıların “değerlisi” çarşılar
için oldukça umut verici. UNESCO
Dünya Mirası Listesi'ne aday olan
Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nin
tümüyle yenilenmesini öngören
projenin ihalesi yapıldı. Sonbahar
aylarında tamamlanacak çalışmalarla
çarşıların, Bursa’ya yepyeni bir vizyon
katması hedefleniyor. Her gün yerli ve
25
bursa dokusu
26
yabancı binlerce kişinin ziyaret ettiği
çarşılar tepeden tırnağa yenileniyor.
Diğer bir ifade ile bu çalışmalar tüm
çarşıları vizyon bölge haline getirecek.
1958’deki yangından bu yana topyekün
tadilat görmeyen çarşıların zaten ıslah
edilmesinin zorunluluk haline geldiği
de aşikar. Başta çatılar olmak üzere
cepheler, zemin, giriş ve çıkışlar
değişecek. Çatılar çini desenli olarak
hafif metalden özgün mimariye uygun
şekilde yapılacak. Cepheler traverten
taş kaplama ve vitrinlerle birlikte
tümüyle yenilenecek. Tabelalar tek tip
ve düzenli hale getirilecek. Çalışmalar
tamamlandığında, tarihi çarşılar
Bursa’ya yakışır hale gelecek. Atatürk,
İnönü ve Cumhuriyet caddelerindeki
cephe yenileme çalışmaları ve
düzenlemelerini de düşünürsek Bursa
merkezdeki çarşılar oldukça farklı bir
seviyeye ulaşmış olacak. Bir diğer
çarşı olan Tarihi Irgandı Köprüsü’nü
de beraberinde düşünürsek, birçok
otelin ve alışveriş merkezinin açıldığı
Bursa, turizmin Türkiye’deki atardamarı
haline gelecek. Bursa’nın çarşıları
saymakla bitmiyor ancak belli başlıları
şunlar: (Kaynak: www.btch.org.tr, Raif
Kaplanoğlu, www.bursa.bel.tr, Çarşının
Öyküsü-Bursa Kitaplığı)
Bakırcılar Çarşısı
“Yapılan araştırmalar, Anadolu’da
bakırcılığın gelişiminin çok eski tarihlere
dayandığını, bakır cevher yataklarının
eskiden beri işletildiğini doğrular.
Anadolu sanatında önemli bir yeri olan
bakır, süslemeye de çok elverişli bir
madendir. Ayrıca en çok kullanılan
maden de bakırdır. Kapı tokmakları
ve süslemelerinin, mutfak araçlarının,
takıların, müzik aletlerinin, hayvan
koşumlarının, tarım araçlarının ve
mimaride kullanılan araçların yapımında
kullanılır. Bursa’daki bakırcıların daha
çok güğüm ve mangalları karakteristik
özellikler gösterir. Bursa’daki bakırcılar,
bugün de aynı adla anılan Bakırcılar
Çarşısı’nda etkinlik göstermekteydi.
Kadı sicillerinde bu çarşı adına
sıklıkla rastlanıyor. 1760 yılında çıkan
yangında, çarşıdaki ev ve dükkanlar
tahrip olmuştu. Eskiden tüm torna
atölyeleri de bu çarşıda bulunurdu.
Çarşı, 1958 yılındaki yangında
yanmasına karşın, büyük ölçüde
aslına uygun biçimde onarıldı. Ancak
ahşap olan tonozları betondan yapıldı.
Özellikle doğudaki Taç Kapısı’nda,
oldukça güzel bir tuğla işçiliği
bulunuyor. Çarşının kuzey tarafında,
yuvarlak kemerli alt kat dükkanları
var. Geneli Konfeksiyon üzerine satış
yapıyor.”
Tahtakale Çarşısı
“Bursa'nın en eski çarşılarından biri
olan Tahtakale, kendi adıyla anılan
mahallenin can damarıdır. Eski Köylü
Pazarı’nın da kurulduğu Tahtakale,
Bursa'nın tarihî ve kültürel kimliği
açısından büyük öneme sahiptir.
Osmanlı’dan önce Bizans döneminde
Taht-El Kale olarak geçen bölge atların
bağlandığı yer olarak kullanılıyordu.
Aynı süreçte atlar için revir olarak
kullanılıyordu. Osmanlı dönemi ile
birlikte şehir kale dışına taşınmaya
başlandığında bu bölgede bir mahalle
ve çarşı ortaya çıktı. Taht-el-kale
isminden dönüşen Tahtakale ismi
Kale Altı anlamına gelir. Osmanlı
döneminde bölgede tenekeciler,
kasaplar, sakatatçılar, zahireciler vardı.
Babadan oğula esnaf anlayışı halen
devam etmekte olan bölgede 75-125
yıl arası aynı yerinde faaliyet gösteren
3 nesildir devam eden esnaflar halen
bulunur. 1855 Bursa depreminden
sonra Tarihi Tahtakale Hanı yapıldı.
Esnafın yoğun talebine istinaden
surların altıda dükkan olarak yapıldı.
2.Dünya Savaşı evveli Karacabey
ovasında leylekler ile kartalların
kavgası olmuş, buna istinaden halk
kıyamet mi kopacak diye düşünmüştür,
neticesi 2.Dünya Savaşı çıkmıştır.
Karacabey'de meydana gelen bu
olayda yaralanan leylekler Tahtakale'ye
getirilmiş, bölgede bir leylek hastanesi
kurulmuştur. Esnaf, leylekleri kendi
elleri ile beslemişlerdir. Bursa'nın en
iyi meyvesi, sebzesi, süt ürünleri, eti,
balı her zaman burada satılmaktaydı ve
buna istinaden Bursa'nın zengin kesimi
halk deyimi ile Bursa sosyetesi buradan
alışveriş yapardı. Merinos Fabrikası
açılışına gelen Atatürk'ün Mudanya'ya
demirleyen gemisine katırlarla buzlar
içinde etler buradan gitmişti. 1958
Kapalı Çarşı yangınından sonra Kapalı
Çarşı esnafı bölgeye rağbet etmiş
ve bölgenin değeri artmıştır. 1998
yılında Tahtakale Hanı’nda çıkan
yangın ile han tamamen yanmıştır. Bu
bölgede sancıları halen hissedilen bu
yangın, bölgeye rağbeti azaltmıştır.
Tahtakale’de hala aynı mütevazi
esnaf kimliği ile etin, peynirin, balın,
sebzenin, meyvenin ve birçok ürün
satılır.”
Uzun Çarşı
“Kapalı Çarşı’nın devamında, açık
olarak bulunan çarşılar vardır. Önceleri
Bursa çarşısı Kapalıçarşı’dan Tatarlara
kadar uzamaktaydı. Bugün de,
Batpazarı’na doğru uzanan çarşılara
Uzun Çarşı adı veriliyor. Bu çarşıda
sırasıyla elbiseciler, şekerciler,
ayakkabıcılar ve bıçakçılar vardı.
Bugün elbiseciler, ayakkabıcılar
ve bıçakçılar kısmen bulunurken,
şekerciler yoktur. 1927 yılında, İl Genel
Meclisi görüşmelerinde Uzun Çarşı’nın
üzerinin kapalı olduğu ve açılması
kararlaştırılır. Belgelere göre Uzun
Çarşı; Tahtakale’den Batpazarı ve
Yiğitköhne Cami’nin yanında bulunan
Galle Pazarı’na kadar uzamıştı.
Bu çarşı daha sonraki yıllarda Bursa’ya
yetmediğinden başka yerlerde de yeni
çarşılar kurulmuştur. İkinci önemli
çarşı da Atpazarı’nda bulunmaktaydı.
Dükkanların geneli giyim üzerine satış
yapıyor.”
Eski Aynalı Çarşı
“Orhan Külliyesi’nde bulunan bir
hamamdı. Koza Hanı’nın yanında,
ama ondan önce, 1339 yılında Orhan
Bey tarafından Tophane’deki Manastır
Medresesi’ne gelir sağlamak amacıyla
yaptırılmıştı. Çifte hamam sınıfından
olan hamamın duvarları kesme taş,
kubbe kasnakları üç sıra tuğla, bir sıra
kesme taş ile örülmüştür. Bir kenarı
on iki metre, kare planlı soyunmalık
bölümünden ılıklık bölümüne geçilir.
Soyunmalık bölümünün üzerinde bir
büyük kubbe vardır. Hamamda dört
27
bursa dokusu
eyvan ile dört halvet odası bulunur.
1584, 1678 ve 1962 yıllarında onarılan
hamam, son onarımdan sonra çarşıya
dönüştürülmüştür. Orhan, Bıçakçılar,
Kadınlar, Hallaçlar Hamamı adıyla
da anılmış olan hamam, bugün daha
çok antikacıların bulunduğu Aynacılar
veya Karagöz Çarşısı adıyla biliniyor.
Aynacılar Çarşısı denmesinin sebebi
son onarımdan sonra bu çarşıya
gelen bir tüccarın, çarşı duvarlarına
ayna astırmasıdır. Hamamın çarşıya
dönüştürülmesi sırasında bazı
değişiklikler olmuş, tümüyle hamam
özelliğini yitirmiştir. Kurnaları da
kaldırılmıştır.”
Okçular Çarşısı
“En eski çarşılardan biri olan Tarihi
Okçular Çarşısı İnönü Caddesi ile
Gümüşçeken Caddesi arasında
kalan yaklaşık 200 metrelik bir çarşı.
Alacamescit Mahallesi sınırları
içerisinde yer alan çarşının doğusunda
Kayhan Çarşısı, batısında Tuz
Pazarı bulunuyor. Nalıncılar Sok.
Kütahyalılar Sok. Hamam Sok. Gümrük
Sok. Bıçakcılar Sok. Okul Sok. ve
Okçular Sok. çarşının 7 ayrı kolu ve
kapısı konumunda. Tarihi Çarşılar
ve Hanlar Bölgesi’nin 1500 metrelik
ana aksı üzerinde yer alan çarşı,
Heykel önüne, Ulu Cami’ye, Kapalı
Çarşı’ya, metro istasyonlarına ve
Kocaahmet Otoparkı’na yakınlığı ile
alışverişe uygun konumda yer alıyor.
14.yüzyılın sonlarına doğru oluşan
çarşı ve Şerafeddin (Alacamescid)
Mahallesi günümüze kadar varlığını
sürdürebilmiştir. Özellikle Osmanlı
ordusunun ok, bıçak, kılıç ve postal
ihtiyacının çarşıdan karşılandığı tarihi
belgelere dayanır. (1516 yılında
250.000 ok siparişi) Yine çarşının
ismindeki ok yapımındaki ustalığından
geldiği rivayet edilir. Yüzlerce yıldır
varlığını sürdüren tarihi çarşıda onlarca
sivil mimari örneği yapının yanı sıra
1.Murat Hüdavendigar döneminden
Kütahya (Çukur) Han ve Şerafettin Paşa
Camisi (Okçular Camii) ve Nalıncılar
Hamamı ile Fatih döneminden
Karakadı Camisi bulunur. Son 25-30
yıl öncesine kadar çarşı ve civarında
28
her türlü ev, tarım ve kişisel ürünlerin
(özellikle bıçak ve ayakkabı) imalatı
ve satışları yapılırken bugün genellikle
kişisel ürünlerin ticareti ön planda...
Dükkanların geneli konfeksiyon ve
ayakkabı üzerine satış yapıyor.”
Tuz Pazarı
“Adından da anlaşılacağı gibi
tuz satılan pazarmış zamanında.
Çoğunluk gıda üzerinedir. Tavukçular,
sakatatçılar, peynirciler, zahireciler,
balcılar, cevizciler, kestaneciler vardır.
Önünde kurulan sürekli pazar yeri ile
Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesi’ndeki en
hareketli yerdir. Sebzenin, meyvenin,
balığın en tazesi, çerezin, bakliyatın,
süt ürünlerinin en iyisi bu pazarda
sergilenir.”
Gümüşçüler Çarşısı
“Ulu Cami’nin hemen karşısındadır.
Sultan Yıldırım Bayezıt döneminde,
Ulu Cami’ye vakfedilmek amacıyla
yaptırılmıştır. Bugün Kuyumcu Hamamı
olarak da anılır. Söylenceye göre,
hamamın yapımı sırasında taş taşıyan
işçilerden birinin sürekli olarak,
taşları camiye götürdükten sonra geri
getirmesi sultanın dikkatini çekmiş.
Sorunca da cenabet olduğu için
kutsal bir mekâna taşları koyamadığını
söyleyince, buraya hamam yapılmıştır.
Duvarları moloz taşından örülmüş olan
hamam, çeşitli felaketler nedeniyle
çok yıpranmıştır. Hamam küçük ve
tektir. 1707, 1551 ve 1718 yıllarında
esaslı onarım gören hamam, uzun
yıllar bakımsız bir durumda depo
olarak kullanılmıştır. Soğukluğun üzeri
7 metrelik bir kubbeyle örtülüdür.
Soğukluktan, sekiz dilimli bir göbek
taşının bulunduğu bölüme girilir.
Buradan da iki halvet odasına
girilir. Bugün şahıs malı olup, tamir
edilen hamam, halen işyeri olarak
kullanılıyor. Hamamın çok uzun yıllar
kahvehane olarak kullanıldığı eski
gravürlerden anlaşılıyor. Hamam,
yakın zamanlara kadar kahvehane
özelliğini sürdürmüştü. Şimdi daha
çok gümüşçülerin bulunduğu bir
işyeri olmuştur. 1976 yılındaki gazete
haberlerine göre Bekârlar Hamamı
olarak anılıyormuş.”
Kayhan Çarşısı
“Bursa’nın en önemli çarşılarından
Kayhan’da birçok kez yangın
çıkmıştır. Hatta Bursa yangınlarının
çoğu buradan çıkmaktaydı. Bunun
nedeni, bugün bile mahallede bulunan
demirci ve bıçakçıların ocaklarıydı.
Çarşının Selçuk Hatun vakfı olduğu
anlaşılıyor. Burada bazı günler
sebze pazarları da kurulurmuş.
Çevresinde ve Kapalı Çarşı’ya
doğru ise, Bursa’nın ünlü bıçakçıları
varmış. Bıçakçılar bugün halen aynı
yerde faaliyetlerini sürdürmekteler.
Evliya Çelebi bu çarşıda, yemiş
pazarcılarının dükkânlarını meyve
dalları ile süslediklerini yazar. Mevcut
11 pideli köfteci, 2 köfteci, 5 pideci, 3
kuruyemişçi, 3 lokanta, 2 ekmek fırını,
3 tatlıcı-börekçi, 3 kasap, helvacıbalıkçı- manav-bakkal ile gıda ağırlıklı
olmakla beraber 3 hırdavatçı, 8 bıçakçı,
5 nakliyeci, 3 konfeksiyoncu, 5 demirci,
3 marangoz, 6 tenekeci, 2 kömürcü,
2 inşaat malzemecisi ve 5 kahvehane
ile beraber muhtelif sanatkarları
barındırıyor.”
Bayathane
“Tuz Pazarı Çarşısı’nda başlayıp, Tuz
Pazarı Cami’nin yanında Cumhuriyet
Caddesi’ne kadar inen caddedir
Bayathane. İsminin nereden geldiğiyle
ilgili çeşitli rivayetler bulunur. En
kuvvetli olarak görünen Bayat
Pazarı’ndan geldiğidir. Eski Eşyaların
satıldığı, 2. el eşyaların satıldığı yerlere
bayatpazarı denilirdi. Bununla ilgili iki
pazar yeri vardı. Bir tanesi bugünkü
Bat Pazarı denilen yer. Zamanla Bat
Pazarı oldu. Diğeri de Bayathanedir.
O da Bayat Pazarı’ndan Bayathane
olarak değişti. Bir başka söylentiye
göre ise, ekmeğin karne ile satıldığı
İnönü zamanında burada bulunan bir
fırın daha ucuza ve özellikle fakirlere
bayat ekmek satarmış. Bayat ekmek
satılan yer zaman içerisinde Bayathane
olmuş...” 29
bursa dokusu
30
Batpazarı Çarşısı
“Eski ve kullanılmış eşyaların alınıp
satıldığı Bursa’daki tek çarşıdır.
Çarşının esas adı, Bayat Pazarı
olup, zamanla bu adı almıştır.
Batpazarı’ndaki hanı Davut Paşa, 1517
yılında yaptırmıştır. Hanın ortasında ise
mescit yaptırmıştır. Bu yapı yıkılınca,
Şiblizade adlı bir kişi tekrar yaptırmıştır.
Bu mescit, Tahtakale Mescidi olarak
da geçer. Çünkü bu bölge, Bursa’nın
ikinci Tahtakale’si idi. 1521 yılında ve
1765 yılında çıkan yangınlarda pazar
büyük zarar görmüştür. Günümüzde de
Batpazarı aynı işlevini sürdürüyor, eski
ve ikinci el eşyaların satışı yapılıyor.”
Bedesten Kuyumcular Çarşısı
“Bedesten adı Bazzazistan’dan galattır.
Anlamı bez satılan yer demektir. Bu
tarihte en değerli mal olan ipek ve
kumaşların satıldığı yer anlamına gelir.
Bu değerli ürünleri satan çarşı da, her
tarafı kapalı bir biçimde tasarlanmıştır.
Buna da her kentte Kapalı Çarşı
denilmiştir. Bursa’nın en önemli ticari
merkezidir. Eskiden bedesten olarak
Orhan Bey’in yaptırdığı Emir Hanı
kullanılıyormuş. Daha sonra bugün bile
aynı amaçla kullanılan Yıldırım Bayezid
yaptırdığı bedesten kullanılmaya
başlanmış... Bedesten, Bursa
Çarşısı’nın merkezinde yer alır. Diğer
çarşılar bunun çevresinde kurulmuştur.
Evliya Çelebi’ye göre, Bedesten’in
dört çevresi kuyumcular çarşısı imiş.
Bunun çevresinde Gazzazlar Çarşısı,
Kavukçular Çarşısı, Takkeciler Çarşısı,
İplikçiler Çarşısı, Bezzazlar/Bezciler
Çarşısı, Halat Çarşısı, Gelincik Çarşısı
ile Hallaçlar Çarşısı ile çevrili imiş.
Bu çarşıların üzeri, önceleri kurşun
örtülüydü. Bazı yerlerinde demir
pencereleri vardı. Yine Evliya Çelebi’ye
göre bu çarşının her köşesinde mutlaka
bir çeşme varmış. Ayrıca bugünkü
yeni Kapalı Çarşı’nın uzantısı olan;
Saraçhane Çarşısı varmış ki bu çarşıda
her türden esnaf varmış. Uzun Çarşı’da
Pirinç Hanı yanında ise Kebabçılar
Çarşısı varmış. Ayrıca bir de Bakkallar
Çarşısı... Burada bulunan hoşafçıların,
sadece Bursa’da bulunduğunu yazan
Çelebi, ipek çarşılarının da güzel
olduğunu yazar. Dükkanların çoğu
kuyumculuk üzerine satış yapıyor.”
Gelincik Çarşısı
“Dört kubbeli olan bu yapının hemen
yanında beş kubbeli Sipahi Çarşısı
bulunuyor. Bedesten’in kuzeyinde
kalır. Bu çarşıda Hallaçlar olduğu için
Hallaçlar Çarşısı olarak da anılır. Sipahi
Çarşısı’na paralel olarak uzanır. İshak
Paşa tarafından, 15. yüzyılda, Sultan
Çelebi Mehmet döneminde yaptırılmış.
Ayverdi ise Fatih devri yapıları içinde
görülür. Bu çarşı, vakfiyelerde geçen
Gelincik Sultan ile ilgili olmalıdır.
Ancak bazı kayıtlarda çarşı, Fatih’in
vezirlerinden Dayı Karaca Bey
tarafından, Karacabey’deki imaretine
gelir getirmesi için yaptırıldığı kayıtlıdır.
Aslında kırk dükkân olması gereken bu
handa bugün ancak yirmi bir dükkân
vardır. Duvarları, taş ve tuğla ile
örülmüş olan hanın üzeri dört kubbe ve
tonozlarla örtülmüştür. Sipahi Çarşısı
ise beş kubbelidir. Kubbeleri oldukça
yüksektir. 1958 yılındaki yangında
büyük hasar gören han onarılıp
yeniden hizmete açılmıştır. Kâzım
Baykal’a 1950 yılından önce kubbeleri
yıkık durumdaymış. Kubbeler 1970’li
yıllarda yapılmıştır. Bugün handa,
yorgancı ve diğer mobilyacı esnafları
bulunmaktadır. Bu biçimiyle, halen
çarşının Hallaçlar özelliği sürmektedir.
1618, 1645 yıllarında esaslı onarımlar
görmüştür. Bursa’da en özgün
biçimiyle günümüze gelmiş hanlardan
biridir.”
Sipahi Çarşısı
“Bursa’nın en ünlü çarşılarından biridir.
Kapalıçarşı ile Cumhuriyet Caddesi
arasındadır. Bedesten’in yanında
bulunan Sipahi Çarşısı, Karaca Bey
tarafından Sultan Çelebi Mehmet
döneminde yaptırılmıştır. Bu Karaca
Bey, Fatih’in vezirlerinden olan Dayı
Karaca Bey olmalıdır. Çünkü kayıtlarda
Karacabey’deki imaretine getirmesi
için Bursa Yorgancılar Çarşısı’nı
yaptırdığı kayıtlıdır. Duvarları taş ve
tuğla ile örülmüş olan çarşının üzeri,
beş büyük kubbe ve yuvarlak tonozlarla
örtülüdür. İki taraflı olarak yirmi dört
dükkân bulunan çarşıda eskiden
seksen yedi dükkân olduğu savunulur
ki bu doğru değildir. 1536, 1616, 1685,
1777 yıllarında yapılan onarımlarda
birçok değişikliğe uğrayan çarşı, 1958
yılında yapılan son onarımla aslına
uygun olarak yeniden yapılmıştır. Bu
çarşının kuzeyinde, çarşıya paralel
uzanan bir başka çarşı varmış.
Cumhuriyet/Hamidiye Caddesi’nin
açılması sırasında yıkılmıştır. Çarşıya
çeşitli dönemlerde Yorgancılar,
Sandıkçılar, Döşekçiler, Sipahi Pazarı
adları da verilmiştir. Bugün de çarşıda,
çoğunlukla yorgancı ve mobilyacı
esnafı bulunur.”
Demirciler Çarşısı
“Demirciler yüzyıllarca körüklerinin
başında kor yakıp; demir kızdırıp,
dövüp, keskinletip, su verip, çelikleyip;
ok bertip, kargı hazırlayıp, zırh yassıtıp
orduya silah yaptılar. Demirciler
Çarşısı’nda devamlı çekiç seslerinden
oluşan madeni musikî duyuluyordu.
"Dan Dun Dan, Çan Çun" sesleriyle
çarşı çınlardı. Bursa'nın demircileri:
"Alemde en sağlam, keskin bıçağı,
kılına yapıyoruz. Zaferlerde bizim
dövdüğümüz kılıçların, kargıların
büyük ehemmiyeti ve payı var" diye
söylerlerdi. Çoğunlukla Sivaslılardan
oluşurdu demirciler. Zaman içerisinde
çoğaldılar ve Sivasiler Mahallesi bu
şekilde ortaya çıktı. Şimdi ise çok azlar.
Hala aynı "Dan dun" sesi yankılanıyor.”
Demirciler Çarşısında 40 adet dükkan
bulunuyor, bu dükkanların geneli sıfır
ve ikinci el eşya alım satımı yapıyor.”
Yorgancılar Çarşısı
“Bursa'nın eski bir çarşısıdır. Kapalı
Çarşı’nın bir bölümünü oluşturur.
Bedesten’in hemen yanından, kuzeygüney istikametinde uzanan çarşı,
halen aynı adla anılır. Çarşının bir
ucu, Sipahiler ve Gelincik Çarşısı ile
Bedesten’e açılır.”
Çancılar Çarşısı
“Daha çok tahta eşyaların satıldığı bir
çarşıdır. Hayvanların çanlarının satıldığı
bir yer olduğu için bu adı almıştır.
Çarşıda hiçbir yerde bulamayacağınız
31
bursa dokusu
herhangi bir şeyi Çancılar’da
bulabilirsiniz. Hırdavatçılar, tahta
eşya satıcıları, evcil hayvan satıcıları
bulunur.”
Ertaş Havlucular Çarşısı
“Bursa denince akla ilk gelenler
arasındadır havlu. Havlucular ise yine
Bursa’nın simgesi Ulu Cami’nin hemen
yanındadır. Yeni restorasyonu ile üzeri
kapatılarak yaz kış rahat alışveriş
imkanı sağlar.
Eski Sahaflar ve Gelinlikçiler
“Ulu Cami kuzeyinde bulunan çarşı,
32
çarşı bölgesinde alışverişin ilk başladığı
yerlerdendir. Ulu Cami inşaatı sırasında
işçilere ekmek dağıtan Somuncu
Baba’nın ve Eskici Baba'nın bu çarşıda
dükkanları olduğu söylenir. Yarısından
fazlası vakıf malı olan 65 dükkan
bulunur. Ağırlıklı olarak Ulu Cami’ye
gelen turistlere yönelik hediyelik
ürünler ve dini yayınların satıldığı çarşı
aynı zamanda gelinlik ve damatlık
alacakların mutlaka uğradığı bir yerdir.
Ulu Cami kuzey kapısından caminin
bahçesine çıkıldığında 2 şadırvanın
arasından Eski Sahaflar ve Gelinlikçiler
Çarşısı’na inilir.”
Gümüşçeken
“Atatürk Caddesi’nde Tayyare Kültür
Merkezi’ni Doğu’ya doğru geçtikten
sonra aşağıya doğru inen cadde
Gümüşçeken Caddesi’dir. Tuzpazarı
Çarşısı’na kadar uzanır. Tarihi Çarşı
ve Hanlar Bölgesindeki oteller
burada bulunur. Aynı zamanda bu
caddede çarşının en büyük otoparkı
vardır. Gümüşçeken ismi isminden
de anlaşılacağı gibi gümüş çekmek
işinden gelir. O zamanın resmi
kıyafeti olan kaftanlar giyenin gücünü
sembolize ederdi. Bu yüzden zamanın
en kıymetli kumaşlarıyla yapılırdı. En
33
bursa dokusu
çok kullanılan kumaş, ipekten sık
dokunan, sert ve parlak bir kumaş olan
Atlas'tı. En değerli kumaş, "Seraser"
idi. Dokumasında saf veya ılım alaşımlı
gümüş tel kullanılırdı. İşte bu gümüş
teller, gümüş plakalardan bugünkü
Simkeş (Sırmakeş) Cami civarındaki
evlerde yapılırdı. Sim ya da sırma
gümüştür. Bu caminin adı buradan,
34
caddenin adı da bu camiden gelmiştir.”
İvaz Paşa Çarşısı
“Cumhuriyet Caddesi’nin güneyinde,
15. yüzyılın ikinci yarısında İvaz
Paşa tarafından yaptırılmıştır. Hanı,
Cumhuriyet Caddesi ile İvazpaşa
Mescidi arasındaydı. Bugün yoktur.
1958 Bursa Kapalı Çarşı yangınından
sonra tamamen yıkılmış olan yapıdan
sadece bazı ufak duvar kalıntıları
kalmıştır. Bu hanın kuzeydoğusunda
ise Karacabey Hanı, onun karşısında
da Kuşbazlar Hanı vardı. Bu hanların
hiçbiri bugün kalmamıştır. İvaz Paşa
Çarşısı’ndaki dükkanların geneli
mobilya ve aksesuar üzerine satış
yapar.”
35
bursa dokusu
Nilüfer Köylü Pazarı
“Çeyiz dükkânları, baharatçılar, taze
meyve ve sebze dükkânlarıyla çarşı
bölgesinin önemli pazarlarından
biri olan Nilüfer Köylü Pazarı her
zaman kalabalıktır. Nilüfer Köylü
pazarı içindeki Aşıklar Çayocağı'ndan
günün her saati bağlama sesi duyma
imkanınız vardır. Dükkanlar meyve
sebze, baharat ve çeyizlik üzerine satış
yapar. Özellikle el emeği çeyizliklerinin
en çok çeşidi buradadır.”
Kapalı Çarşı Alt Çarşısı
“Kapalı Çarşı'da meydana gelen
büyük yangından sonra yeni yapılan
36
Kapalı Çarşı inşaatında çarşının altı
sığınak olarak yapıldı. Daha sonra
1963 yılında zamanın valisi tarafından
çarşı civarındaki seyyarlara yaymacılar
yerleştirildi. 1966 senesinde de
dükkanlar açılarak alt kat çarşısına
dönüştürüldü. Her türlü giyim eşyası
mevcut.”
Ulu Cami Caddesi Çarşısı
“Ulu Cami Batı duvarından aşağıya
doğru uzanan cadde boyunca olan
çarşıdır. Bakırcılar, Kapalı Çarşı ve
Ulu Cami’nin ortak alanı olduğundan
çarşının en hareketli yerlerindendir.
Yiyecek içecek yerleri çoğunluktadır.
Bursa'nın pek çok meşhur tatları
buradan çıkmıştır. Dükkanların geneli
havlu ve çeyiz üzerine satış yapar.
Çiçekçiler Çarşısı
“Orhan Cami bahçesinden Orhan
Boğazı’na doğru çıktığınızda ya da
belediye binasından Tuz Pazarı’na
doğru inerken çiçek kokuları duyulur.
İşte orası Çiçekçiler Çarşısı’dır...
Toplamda sadece 8 tane dükkan olsa
da bütün çarşının çiçeği buradandır.
Taze kesme, saksı ve yapma çiçekleri
ile sabah erken saatlerden, geç
vakitlere kadar hizmet verirler.”
37
yakın plan
İçi dışı “yaşayan” fasıl kutusu
Fotoğraflar:
Korcan Karaoysal, Engin Çakır
Yerdeki sokak taşlarından, etraftaki tarihi evlerin insana huzur veren ruhani ortamına, her köşesinden
anlayabilirsiniz bu sokağın gizemli olduğunu… Tarih ve zamanın içerisinde üç büyük ilahi dinin
kutsallığını taşıyan Bursa’da, Yahudi sokağı olduğunu tebessüm ederek hatırlatan bir dosttur
Arap Şükrü Sokağı…
38
Arap Şükrü, Bursa gecelerinin sokağıdır. Bu gecelerde insanlar,
yudum yudum Bursa’yı demlenir, içtenliğin gezintisine çıkarlar.
Balıkçı Reşat bir başlangıcın resmidir
Bursa Altıparmak’ta. Sade ve uzun bir
caddeye paralel uzanan bambaşka bir
dünyanın habercisidir. Asılı ampuller ve
iri balıklarla bir cümbüşün başladığını
müjdeler. Kısaca arkasındaki dünyanın,
başka bir anlatımla rakı-balık ikilisinin
göze yansıyan ilk parçasıdır. Balıkçı
Reşat’la başlayan Arap Şükrü Sokağı,
eski ismiyle Yahudilik, balık yeme
kültürünü ve eğlence anlayışını en
güzel şekliyle yansıtan değerli bir
sokaktır. Gizem dolu bu köşe; içinde
balık lokantalarını, çorbacıları ve fasıllı
eğlence mekânlarını barındıran, trafiğe
kapatılmış tam bir eğlence kutusudur.
Sadece eğlence kültürüne değil
sanatçılara da sahip çıkan bir hüviyet
sahibidir aynı zamanda. Sokakta
yerlerde her 5 metrede bir üstünde
Bursalı ünlü sanatçıların isimlerinin
yazılı olduğu plakalar vardır. Bu
sayede kent kimliği de ayakta tutulur.
Bursa’da yaşamlarını sürdüren 50-60
hane Yahudi nüfusun ibadete açık olan
Geruş Sinagogu da bu sokaktadır.
Her köşesinde ise ayrı bir nağme
yükselir, meyhane kültürü en ince
ayrıntılarına kadar yaşanır. Arap
Şükrü Sokağı’nda, kanunun kemanla
olan dansı, darbukanın klarnetle olan
flörtüyle devam eder. Osmanlı'nın ilk
başkenti olması, birçok anıtsal cami
ve türbe barındırması nedeniyle,
adeta dinsel bir peyzaj sergileyen
Bursa'da, Osmanlı döneminden
miras bir ''kent kültürü'' geleneği
olarak meyhanelerin de kendine özgü
geleneksel mekânlarında yaşam şansı
bulup sürdürülebilir kılınması ise, bu
şehir insanları için tam bir uygarlık
gösterisidir...
39
yakın plan
Sokağı en renkli kılan
özelliği ise Balıkçı
Reşat ile Arap Şükrü
arasındaki eşsiz
hizmet yarışıdır.
Balıkçı Reşat deniz
ürünlerine verdiği
değerle, Arap Şükrü
ise salaş meyhane
mezeleri ile nam
salmış restoran
sahipleridir.
Arap Şükrü
Sokağı’ndaki
eski ama bakımlı
lokantalarda ve
doyumsuz sokak
masalarında
gerçekleşen
sohbetleri
zenginleştirebilecek
mezeler,
damağınızda uzun
süre kalabilecek bir
tatta…
40
Arap Şükrü Sokağı’nın mevcutta bir manzarası yoktur ancak tophanenin yamacında daracık bir sokak
olmasına rağmen kendi manzarasını kendisi yaratır. Özellikle mavi saatlerde ve geceleri o dar sokakta
oluşan ortam görülmeye değerdir.
41
yakın plan
Eskiden beri Bursa’da fasıl mekânı olmuş olan Yahudilik, yaz aylarında ağırlıkla turistleri ağırlayan
kimliğiyle Bursa’ya gelen herkes için mutlaka gidip zaman geçirilmesi gereken bir ortam.
42
43
yakın plan
Sanat Müziği’nde Fasıl
Fasıl denince akla bin bir türlü tanım
gelse de işin aslı Türk musikisinde
yatar. Bir bestekarın aynı makamda
bestelediği iki beste ile iki semaiye
verilen isimdir fasıl. Mesela Dede
Efendi’nin Sultân-ı Yegâh faslı demek,
bestekârın o makamda bestelediği
iki beste ile iki semai anlamına gelir.
Birinci beste ağır karakterli Darb-ı Fetih,
Ağır Çenber, Darbeyn gibi usullerle
bestelenir. İkinci beste daha hızlı, canlı
ve kısadır. Hafif ve Muhammes gibi
usullerle bestelenir.
Geniş manasıyla Fasıl, bir konser
programı anlamına geliyor. Eserler aynı
makamdan olmak şartıyla usullerine
göre sıralanarak icra ediliyor, Rast ya
da Mâhur Faslı gibi. Eski icralarda ise
bu sıra şöyle: herhangi bir sazla baş
taksimi, Peşrev, 1. Beste veya Kar, 2.
Beste, Ağır Semai, çeşitli şarkılar, Yürük
Semai, Saz Semai, istenirse bir de
oyun havası. Şarkıların aranağmelerle
birbirine bağlanmasından başka
aralarda saz ile taksim yapmak veya
söz ile gazel okumak da adetten
sayılıyor. Elbette ki bu işin hayat
bulduğu yerlerin birçoğunda, özellikle
de “malum” sokağımızda, “hariçten
gazel istemek, zabıtacen yasak” filan
değil.
44
Fasıl heyetlerinde bulunan sazlar,
zaman içinde değişimlere uğramış.
Santur, Rebab, Lavta gibi sazlar
unutulmuş, yerine yenileri gelmiş...
19. asırda sine kemanın yerine keman
geçmiş ve klarnet yayılmış... Viyola,
viyolonsel gibi Batı sazları görülmeye
başlamış... Eskilerde 40 hanende
(ses sanatçısı) ve 40 sazendeden
(saz sanatçısı) oluşan 80 kişilik fasıl
heyetleri konserler vermiş. “Ser-Hânen”
(Fasıl Şefi veya Yöneten) ise elindeki
def ile faslı idare edermiş... Hatta
eskiden kalabalık ses topluluğuna
eskiden “Küme Faslı” denirmiş... Bu
topluluklar musikimizin tek seslilik
yapısı içinde, geniş ve yüksek bir
ses hacmi sağlamak ve bunu geniş
dinleyici kitlesine duyurmak için
kurulmuş. Bir de İnce Saz/Kaba
Saz ayrımı vardır ki faslın geçmişine
ışık tutar. İnce Saz, Küme Faslı
gibi kalabalık saz ve ses topluluğu
değil... Şarkı Türkü ağırlıklı; saray,
köşk, konak ya da evlerde, tekke
meydanı gibi yerlerde, oda müziği
gibi az sayıda müzisyen tarafından
icra edilirdi. 8. yüzyılın Avrupalı
seyyahlarından Osmanlı edebiyat,
kültür ve müziğini iyi tanıyan Toderini,
İnce Saz - Kaba Saz ayırımını yapar.
Mehterhane ve savaş çalgılarının yer
aldığı kümeyi Kaba Saz, oda müziği
yapan diğer sazlardan oluşan kümeyi
de İnce Saz olarak anlatır. İkinci
Meşrutiyeti izleyen yıllarda İstanbul’da
ilk kez halka açık Türk Musikisi
konserleri verilmeye başlanır. Tanburi
Cemil Bey’in de katıldığı bu konserler
Tepebaşı Gazinosu’nda yapılır ve 15
kişilik topluluklardır. 3. Selim ( 1789 1807) yıllarında başlayan Batılılaşma
hareketleri sırasında Fasıl Müziği de
etkilenerek ikiye ayrılır. Batı çalgılarının
da yer aldığı Fasl-ı Cedid ve geleneksel
fasıl heyeti Fasl-ı Atik.
TRT Ankara, İstanbul ve İzmir
Radyolarında devam eden geleneksel
fasıl programlarının yapısı ise
çoğunlukla 30-40 ses ve 15-20 saz
sanatçısının birleşiminden oluşuyor
ve bir şefin yönetiminde yapılıyor.
1950′li yıllardan beri sadece makam
isimleriyle, Kürdili Hicazkar Faslı,
Mahur Faslı, Nihavend Faslı gibi
adlandırılıyor. Program içerikleri ise
şöyle: Peşrev, Ağır Aksak, Sengin
Semai, Devr-i Hindi, Türk Aksağı,
Aksak, Düyek, Curcuna, Yürük Semai,
Yürük Aksak ve Saz Semai’sinden
oluşuyor. Ara Taksimi ve Gazel ile akış
içinde renklendirilip icra ediliyor.
45
odak noktası
Hayata
acemi bir
“merhaba”
Yaşam temalı bu sayımızda
odak noktası köşemiz, bir
ailenin mutluluk sürecine
ortak oluyor. Doğum öncesi
ve doğum sonrası süreci
yansıtan bu fotoğraf öyküsü,
kendi hikayesini kendi
yazıyor. Adım adım yaklaşan
bir yaşamı ve yaşamın ilk
günlerini yansıtan bu kareler,
hepimizin hayatının tam
ortasından...
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör
Anne: Rana
Baba: Çağlar
Bebek: Berra
46
47
odak noktası
48
49
odak noktası
50
“Bunlar ilk nefeslerim.
Onca sensiz günün ardından
dünyaya geldim işte.
Ortak oldum yaşamınıza.
Muhtacım sevilmeye.
Annecim neredesin?
En çok sana geldim. Ellerimden
tut, sakın bırakma. Sıcaklığın
hep yanımda olsun, ayrılma.
Ancak senin yanında
güvendeyim.
Sesini duymalıyım, kokunu
almalıyım.
Beni nefessiz bırakma.”
51
odak noktası
52
53
kadın sağlığı
Vajinal
gevşeklikte
lazer
tedavisi
Op.Dr. Sena Kutucu
Intimalase; vajinal gevşeklik sendromunun tedavisinde kullanılan
bir lazer prosedürü... Intimalase aynı zamanda patentli, yeni
geliştirilmiş, invazif olmayan ve klinik araştırmalarının sonuna
gelmiş bir er: yag lazer tedavi yöntemi...
Kadın üreme organı; gebelik ve doğum,
yaş, hormonal etkenler, genetik
yapıdan kaynaklanan problemler ve
bunun gibi birçok etkenin rol oynaması
sebebiyle zamanla çap olarak genişler.
Artan çap ve kaybolan kıvrımlar
kadınların ve partnerlerinin cinsel
yaşantısını etkilemekte olup, sosyal ve
psikolojik olarak birçok travmaya yol
açabilir.
Intimalase artmış olan vajinal çapın
daralması için lazer gücünü kullanarak
erken dönemde dokudaki proteinlerin
kasılmasını, ilerleyen dönemlerde ise
yenilenmesini ve çoğalmasını uyarır.
Lazer bu konuda o kadar etkili olur
ki; henüz uygulama sonrasında dahi
vajinal çaptaki daralma %15’lere ulaşır
ve takip eden dönemde ise bu daralma
devam eder. Tedavinin sonunda,
54
intimalase ile yapılan tek seanslık
uygulama vajinal gevşeklik problemi
olan çoğu kadında yeterli daralmayı
sağlar.
Daralmadaki bu artış cinsel ilişki
sırasında oluşan sürtünmeyi, hastaların
ve partnerlerin cinsel zevkini yüksek
oranda artırır. Intimalase ile yapılan
klinik araştırmalar hastaların 95%’inde
hem hastalar ve hem partnerleri
tarafından orta ve güçlü derecede fark
edilen darlık artışı olduğunu gösteriyor.
Üstelik bu hastaların büyük kısmı tek
seanslık uygulamayı yeterli buluyor.
Sadece az sayıda hasta, ikinci bir
seansa ihtiyaç duyuyor.
Tedavi sonrası elde edilen sonuçlar
kalıcı mı? diye sorarsanız; evet kalıcı...
Şu ana kadar yapılan çalışmalarda
darlıklarında gerileme olan bir hasta
görülmedi. Yine de uzun dönemde
2 yılda bir seansların tekrarlanması
düşünülebilir.
Özetle intimalase; vajinal gevşeklik
sendromu için güvenli, çabuk, minimal
invazif ve kolay bir çözüm olmakla
beraber, cerrahi kesi, anestezi
gerektirmeyen mucizevi bir yöntem...
Hastalar tedavi sonrası günlük ve cinsel
aktivitelerine devam edebilirler. Başarı
oranı ve hasta memnuniyeti çok yüksek
olan intimalase ile az sayıda seansla
yüksek oranda başarı elde edilir.
Sağlıklı ve mutlu günler dileğiyle…
55
genel sağlık
Baş boyun
kanserlerinde
sigaranın rolü
Op.Dr. Vasıf Soysal
Doruk Sağlık Grubu
Baş boyun bölgesi kanserleri: cilt, dudak, ağız içerisi (oral kavite),
yutak (orofarenks, hipofarenks), gırtlak(Larinks), burun boşluğu,
paranazal sinüsler, nazofarinks, boyun, tükrük bezleri, tiroid bezi
kanserleri baş boyun bölgesi kanserlerinden oluşur.
Baş boyun bölgesi kanserleri tüm
vücut kanserlerinin % 9’unu, ölümlerin
% 4’ünü oluşturur, erkek - kadın
oranı ise 4-5/1’dir. Baş boyun bölgesi
kanserleri içerisinde en fazla gırtlak
kanserleri (% 45-50) görülür. Baş
boyun bölgesi kanserleri gelişiminde
ilk sırayı sigara alır, sigara ile birlikte
alkol de kullanılırsa kanser gelişme
riski artar, bunların dışında genetik
faktörler, beslenme, çevresel faktörler,
hijyenik faktörler, endüstriyel temaslar,
radyasyon ve bazı viral ajanlar rol
oynar. Sigara içme sürelerine, günlük
içilen sigara sayısına, sigaranın
özelliğine göre de kanser gelişim oranı
değişir. Filtreli ve düşük zift bulunduran
sigara içenlerle, pipo içenlerde risk
orta derecededir. Alkol baş boyun
kanserleri için bağımsız ve önemli bir
risk faktörüdür. Sigara ve alkolün ortak
tesiri, yalnız başına sigara veya alkole
göre kanser riskini % 75’in üzerinde
artırır.
Sigara dumanı, 4000’den fazla
farmokolojik olarak aktif, kanser
yapıcı bileşik içeren bir karışımdır.
Poliaromatik hidrokarbonlar,
heterosiklik hidrokarbonlar,
N-nitrozaminler, aromatik aminler,
aldehitler, uçucu karsinojenler,
inorganik bileşikler ve radyoaktif
elementler dahil 43 adet karsinojenik
madde sigara dumanında
56
tanımlanmıştır. Bu maddeler kanser
oluşumunda DNA’ya bağlanarak
onu hasara uğratırlar ve hücrelerde
kontrolsüz çoğalma başlar. Baş boyun
bölgesi kanseri olan hastalarda yapılan
çalışmalarda % 70 hastanın 20 yıl
üzerinde sigara içtiği, % 10 hastanın
10 yıl sigara içtiği tespit edilmiştir.
10 yıl sigara içmiş olanlar ile hiç
içmemiş olanlar arasında önemli fark
bulunamamıştır. 10 yıldan fazla sigara
içenlerde kanser gelişme riski 5-35 kat
fazladır.
Baş boyun bölgesi kanserlerinde
belirtiler: cilt, dudak, ağız içerisi
gibi görünen kısımlarda uzun süre
iyileşmeyen yara, burunda tıkanıklık,
kanama, yutma güçlüğü, ses kısıklığı,
boğaz ağrısı, ağızdan kan gelmesi
kanserin bulunduğu bölgelere göre
değişik şikayetler görülür. Baş boyun
bölgesi kanserleri içerisinde en fazla
gırtlak kanserleri görüldüğü için
gırtlak kanserleri ile ilgili önemli birkaç
noktaya değinmek gerekiyor. Gırtlak
kanserlerinin %70’i 40-60 yaşlarda
erkeklerde sık görülmekte fakat son
zamanlarda kadınlar arasında sigara
kullanımının artması ve sigara başlama
yaşındaki düşüşten dolayı daha
genç yaşlarda ve kadınlarda da sık
görülmeye başlamıştır.
Gırtlak kanseri tespit edilen hastaların
% 95-98’inde sigara kullanımı vardır.
40 yaş üzerinde, 20 yılı aşkın sigara
içen birisinde 2 haftayı geçen ses
kısıklığı varsa gırtlak kanseri olmadığını
ispat etmek gerekir. Gırtlak kanserleri
erken belirti verdiği ve kolay tanı
konduğu için sağ kalma süresi daha
uzundur. Sigarayı bıraktıktan 5-6 yıl
sonra kanser riski azalır, 15 yıl sonra
hiç içmeyenle aynı duruma gelinir.
Baş boyun bölgesi kanserlerinin tanısı,
fizik muayene, endoskobik muayene,
CT, MRI ve biopsi ile konur. Tedavisi
genellikle ameliyattır, bazı kanser
türlerinde kemoterapi ve radyoterapi
uygulanabilir.
Görüldüğü gibi sigara ile kanser
arasında pozitif bir ilişki vardır.
Sigara, özellikle alkol ile birlikte
kullanıldığında kansere yakalanma
riskini önemli ölçüde arttırır. Bugün
sigara ile alkol kullanma alışkanlığı
insan sağlığını sürekli tahrip ediyor ve
bu alışkanlıkların mutlaka bırakılması
gerekiyor, en önemlisi okullarımızda bu
kötülüklerin gençlerimize bulaşmasını
önlemek gerekiyor. Batı ülkelerinde
sigara içme oranı gittikçe azalırken
(%30), bizim ülkemizde bu oranın
% 50-70’lerde olması son derece
üzücüdür.
Sağlıklı bir ömür dilerim.
57
genel sağlık
Erken teşhis hayat kurtarır!
Kanserden meydana gelen
ölümlerde kalın bağırsak
(kolon) kanseri, ikinci sırada
yer alıyor. Fakat erken teşhis
ile tedavi mümkün... 50 yaşına
gelmiş herkesin Kolonoskopi
yaptırmasında büyük fayda var.
Op.Dr. Servet Yetgin
Esentepe Hastanesi
Kalın bağırsak kanseri ile ilgili bilinmesi
gerekenler dört önemli konunun
etrafında şekilleniyor. Çoğu kolon
kanserinin polip şeklinde başladığını
ifade edebiliriz. Polipler bağırsağın
iç yüzeyinden gelişen uzantılardır.
Poliplerin kansere dönüşebildiğini
de biliyoruz. Bu sebeple 50 yaşına
gelen herkesin kolonoskopi yaptırması
sayesinde bu polipler kansere
dönüşmeden saptanabilecek ve
çıkarılabilecektir. Bir bilimsel görüşe
göre 50 yaşa gelen herkes kolonoskopi
yaptırırsa, kolon rektum kanserinden 10
ölümden 6'sının önüne geçilebilecektir.
Kolonoskopide polip saptanmazsa, 10
yıl boyunca tekrar kolonoskopiye gerek
olmayacaktır. Ancak kolonoskopide
anormal bulgular varsa daha sık
kolonoskopik incelemelere ihtiyaç
olabilir.
Ailede kolon kanseri görülmesi
durumunda kolonoskopinin daha
genç yaşta yapılması gerekir. Genelde
58
bir polipin kansere dönüşmesi için
minimum 10 yıllık bir sürenin olması
gerekiyor. Kolonoskopi işlemi artık
zor bir işlem de değil. Kolonoskopi
işleminde doktor, ucunda kamera
ve ışık olan bükülebilir bir hortumu
anüsten girerek kalın bağırsağınızı
inceler. Hastaya genelde hafif anestezi
uygulanarak hiçbir şey hissetmemesi
sağlanır.
Kolonoskopi hazırlığı hastalar için kafa
karıştırıcı görünebilir. İşlem kısaca şu
şekilde özetlenebilir. İşlem sırasında
bağırsak içerisinin boş ve temiz olması
inceleme için mutlak gerekliliktir. Bunun
için bir gün önceden ağız yoluyla, sık
sık tuvalete gitmeye yönelik ilaçlar
içirilir. İşlem sabahı da anüsten içeri
lavman yapılır. Bazı insanlara bu zor
ve çileli bir iş gibi gelebilir. Buna çok
takılmamak gerekir.
Bu rahatsızlıkta utanma ve sıkılma
durumunun olmaması gerekiyor.
Barsak kanserinde belirti ve bulgular
arasında, dışkıda kan, bağırsak
alışkanlıklarında değişiklik, dışkıda
son birkaç aydır incelme, kilo kaybı
gibi belirti ve bulgular bulunur. Bu
yakınmalardan bir veya bir kaçının
ortaya çıkması durumunda utanma,
sıkılma gibi saçma sebeplerden
doktora gitmekten kaçınılmamalıdır.
Yaş faktörünün de büyük önemi var.
Kolon ve rektum kanserleri genellikle
50 yaşın üstündeki bireylerde
görülüyor. Daha küçük yaşlarda da
ortaya çıkabiliyor. Ailede bu kanserin
görülmüş olması diğer aile bireylerinde
de riski arttırıyor. Kırmızı etten
zengin, liften fakir beslenme, sigara,
alkol, egzersiz yapmama, şişmanlık
gibi durumlar da riski arttıran diğer
nedenler...
Sizlere sağlıklı bir yaşam dilerim.
59
eğitimin psikolojisi
Psk. Ayşegül Alkış
“Anne-baba ben nasıl oldum?”
Anne ve babaların en sıkıldıkları noktalardan biridir böyle bir soruyla karşılaşmak. “Ne desek, ne
yapsak, duymazdan mı gelsek yoksa her şeyi açık açık anlatsak mı?” diye sorular uçuşur aklımızda.
Kendi yaşamının başlangıcını arayan bu soru için cevabınız hazır mı?
Çocuk için ne büyük bir keşiftir, yaşam
nasıl başlıyor, ben nasıl oluştum diye
düşünmek. Çevresini gözlemlediğini,
kız-erkek olduğunu fark ettiğini,
anne-baba ve karı-koca ilişkisini
sorguladığını, iki kişiden nasıl üç kişiye
geçildiğini düşündüğünü gösterir bu
soru. Buradaki anlamı fark eder. Zaten
yaşam sorusunun ardında hemen bir
ölüm konusu da gelir. Anne sen ne
zaman öleceksin, ben ölecek miyim,
ölünce ne olur, cennet-cehennem nedir
gibi. Burada anne babaların üzerinde
durması gereken nokta çocuğun yaşı
ve sorunun içeriğidir.
3-4 yaştan itibaren, çocuk bebeklerin
nasıl olduğunu ve doğduğunu merak
edebilir. Burada yaşına uygun bir
yolla kısa açıklamalar yapılmalıdır.
Çocuğun sormadığı soru kesinlikle
cevaplanmamalıdır. “Anne ben nasıl
doğdum” gibi bir soruda hemen ilk
taktik “Sence nasıl doğdun” sorusudur.
Bu size çocuğunuzun bu konudaki
bilgisini ve yorumunu verir. “Benceeee
sen dua ettin, Allah da karnına bebek
koydu” diyebilir. Böylece bu cevap bizi
60
çocuğumuzun kafasını karıştırmaktan
kurtarır. Ama “bilmiyorum, sen
söyle” derse. “Babanla ya da
annenle (soruyu sorduğu kişiye bağlı
olarak) ben birbirimizi sevdik, sonra
çocuğumuz olsun istedik, sen oldun”
ilk temel cevaptır. Bu çocuğu biraz
sakinleştirecektir. Yine sorular devam
ederse “annenle-babanla çocuğumuz
olsun istedik, sonra sen karnımda
büyümeye başladın, sonra doktor
amca sen hazır olunca seni oradan
aldı” gibi net cevaplar iyi olacaktır.
Unutulmaması gereken nokta, çocuğu
cevapsız bırakmamaktır. En azından
cevap veremeyecek bile olursanız,
“dur ben düşüneyim akşama sana
cevap veririm” demek, o sırada
uygun cevabı bulmak gereklidir. Bir
diğer önemli nokta da çocuk soruyu
kime soruyorsa o kişinin bu soruyu
cevaplamasıdır. Evde anne veya
babaya bu soruyu yönelttiğinde
diğer ebeveyne göndermek çocuğun
kafasını karıştıracaktır. Çocuk zaten
evde diğer ebeveynin olduğunu bilerek
sizi tercih etmiş demektir, bu konuda
sizinle konuşmayı seçmiş demektir.
Bu nedenle bu seçime-karara göre
konuşmak önemlidir.
Yaşamın başlangıcını sorgulamak ve
bununla ilgili bilgi almak çocuğun anne
ve babasının çocuk sahibi olmayla ilgili
duygularını ilk gördüğü zamandır. “biz
seni çok istedik, karnımda çok güzel
büyüdün, baban da çok heyecanlıydı,
doğduğunda çok güzeldin” vb.
gibi cümleler çocuğun kendisini iyi
hissetmesini sağlayacaktır. “O dönem
çok kilo aldım, hep bulantım vardı,
karnımda bile rahat değildi, doğum çok
zor oldu” vb. gibi cümlelerin çocuğun
yanında söylenmesi de çocuğu
suçlu hissetmesine ve istenmediğini
düşünmesine sebep olabilir.
Yaptığım görüşmelerde bu bilgilerin
çok hassas ve dengeli verilmesi
gerektiğini deneyimledim. Zaman
zaman zor bir durumda kalınsa da
olabildiğince doğru cevabı vermek
ya da çocuğu doğru hissettirdiğine
inanmak gerekiyor. Yaşamınızın hep
güzel başlayıp, güzel devam etmesi
dileğiyle…
61
dünyaya armağansın
Yaşamın içinden bir “ses”
Her ilkbaharda şahit olduğuz ve olmaya devam edeceğiniz,
ancak hayatın hızından pek fark etmediğimiz bir doğa olayından,
doğanın sesinden bahsetmek istiyorum. Elbette ki sesin ne olduğu
konusunda yanılmış olabiliriz ama bir ses geldiği aşikar...
Yazı: Serkan Duru - Kendi kapısının önünü süpüren adam
Susanna Tamaro, yaşamla ilgili şunları
söylüyor: “Ne çok sağır insan, ne
çok kör insan yaşıyor çevremizde.
Ne çok insan yaşamak yerine rol
yapıyor? Bunun en çok kendilerine
dokunduğunu göre göre neden böyle
yapıyorlar? Çünkü belki de yaşamın
doluluğu kabul etme, bunun kaynağı
olan esrarı kabul etmekten geçiyordur.
Korku bilgisizlikten doğar: Yön duygusu
konusundaki bilgisizlik seçilecek yön
konusunda da bilgisizlik yaratır.
Yontucular, alçıları bir topuzla vurarak
kırarlar. Uyuyan insanların karşısında
da aynı şeyi yapmak, elleri çırpmak
ve bağırmak gerekir: ‘Uyanın. Yaşam
burada, şu anda ve senin. Kaçırma da
yakala.’” *
Birden bir ses duyarsınız. Sonra bir
ses daha duyarsınız. Bir ses daha.
Dikkat edince çam ağaçlarından
geldiği fark edersiniz. Bakarsınız.
Ağacın dalında bir kuş vardır. Önce,
62
sesleri kuşun çıkardığını sanırsınız.
Ses farklı bir sestir. Beyniniz size
yardımcı olmaya çalışır. Hafızanızdaki
ses dosyalarını açar. Bir papağanın
çekirdek yerken çıkardığı sese
benzetirsiniz duyduğunuz sesi. Çok da
anlam veremezsiniz. Çam ağacında
papağanın ne işi olabilir. Hem sizin
çam ağacının dalında gördüğünüz
bir papağan değil, küçük bir sığırcık
kuşudur. Kuşu ürkütmemek için,
yavaşça yürürsünüz. Sesi duymaya
devam edersiniz. Sesin küçük sığırcık
kuşundan gelmediğine artık ikna
olursunuz. Kuş aynı daldadır. Ancak
sesler hep farklı farklı yerlerden
gelmektedir. “Çıt, çıt,” sesleri bir
sağdan, bir soldan, bir üstten gelmeye
devam eder. Kimi zaman da birkaç
yerden aynı zamanda gelir. Uzun
uzun bakarsınız. Bir anlam vermeye
çalışırsınız. Nereden geliyor bu sesler
diye. Gözünün önündeki mucizeyi
görmek istemez ya insan, aynen
öyle göremezsiniz. Sonra bir şey fark
edersiniz. Bir çam kozalağı. Yarı yeşil,
hamlığını üzerinde atmaya çalışır. Uzun
süren kıştan sonra bahara merhaba
demek için, üstünden geçen turnalara,
leyleklere merhaba demek için “çıt,
çıt” diye ses çıkarmaya başlar. Bahar
gelince doğa uyanıyor, her şey bir
başka renkleniyor. İnsanların içindeki
enerji olumluya dönüyor. Bahar
yağmurları bereketiyle tüm toprak
anayı yıkıyor, rüzgârlar saçlarını tarıyor,
güneş tenini güzelleştiriyor. Ben de
size çok da fark etmediğimiz çam
kozalaklarının sesini duyurmak istedim.
Baharın hepimize bereketiyle bolluk
getirmesi dileğiyle…
* Susanna Tamaro. Sevgili Mathilda,
İnsanın Yürümesini Dört Gözle
Beklerken. Gendaş Yayınları, İstanbul
1999, 17. Baskı, s.151.
63
kitabi
Emine Civanoğlu
Ey sevgili yaşam,
bu şarkıyı da
benim için çal
Yaşam, herkese aynı davranmıyor.
Bazılarını, köklü bir sülalenin kısır
oğluna erkek evlat vermiş gelin gibi
kucaklayıp bağrına basarken, bazılarını
da çürümüş et gibi akbabaların önüne
atıyor. Tabii yaşamın planlarından
bağımsız olarak ve ona haddini
bildirircesine harekete geçip bindiğimiz
trenin uçuruma doğru olan yönünü
değiştirerek bizi kurtaran, adına herkes
tarafından ‘şans’ denilen ahbap
da her zaman yan gelip yapmıyor.
Yaşamın ayrımcılık yaptığı, kimilerini
yalılarda, kimilerini çalılarda yaşattığı
durumlarda ‘şans’ da her zaman
armut toplamıyor. Yazdığı her şeyi
güldüren, umutlandıran, inandıran,
cesaretlendiren bir büyü gibi üstümüze
üfleyen Ayfer Tunç, yaşamın ve şansın
aynı coğrafyada bir avuç insana neler
64
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış
Anlatılan Kısa Tarihi /
Ayfer Tunç
yapabileceğini, o insanların hayatlarının
nasıl arapsaçı gibi birbirine dolanıp
ama yine de su gibi hiç karışmadan
kalabileceğini anlatıyor.
Kimilerine olur, kitap orada öylece
durur ama içeride türlü türlü olaylar
cereyan eder ve sizin aklınız sürekli
kitaba gider; sanki okumadığınız
zamanlarda çok şey kaçıracakmışsınız
ve kahramanlar sizden habersiz çok
acayip şeyler yaşayacaklarmış gibi.
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan
Kısa Tarihi, kitap rafında öyle kitap
gibi durup duran kitaplardan değil.
İçinde yaşamları hakkında başlangıçta
fikir bile yürütemeyeceğiniz türden
garip, normal, kaçık, temizlik hastası,
saf, cahil, akıllı, fesat, iyi kalpliliği
tiksinti düzeyinde, oralı, buralı, ciğeri
“Böyle zamanlarda kadere
lanet eder, bağırır, çağırır,
rapor alıp evine çekilirdi. Evde
pijamalarını giyip içine kapanır,
raporlu olduğu süre boyunca
dışarıya çıkmaz, doğru dürüst
yemez içmez, hızla kilo verir,
teyp ve kaset devrine çoktan
geçildiği halde ısrarla kullandığı
portatif pikabındaki kırkbeşlik
plaktan sabah akşam ayını
şarkıyı dinlerdi; Seçil Heper’den
‘Nur saklımızın, gül ki bahar
bahtına yansın / Sen başka ziya,
başka hayal, başka zamansın.’
Bu şarkının içli sözlerinde,
gerçekleştiremediği kendisini
buluyor; kader gülmüş olsa
başka bir Ziya olacağına ama
ne yazık ki yaşamın ona en
beş para etmez, kalbi altın kadar
ışıltılı insanlar yaşıyor. Hemşireler,
başhekimler, bakan eşleri, esnaflar,
müteahhitler, gece bekçileri, ev
kadınları, üvey oğullar, taksiciler,
paşalar, emekli edebiyat öğretmenleri,
zabıtalar, muhasebeciler, kalburüstü
mahalle esnafı, kalburdan düşmüşler,
güzellik kraliçeleri, marangozlar, kaçak
domuz avcıları, zengin halalar, eltiler,
kayınpederler, serseri öğrenciler,
kız gibi erkekler, erkek gibi kızlar,
hanımlar, beyler… Hepsinin de ayrı
ayrı roman olacak türden olaylarla
dolu yaşamı, tek bir romanda hepsinin
ağırlayan akşam yemeğinin yendiği dev
masanın dantel örtüsü gibi örülmüş.
Bu acayip örgünün ilmekleri arasında,
kitabı elinize alıncaya kadar varlıklarının
esamesi okunmayan bunca insanın
ufacık bir mutluluğu bile çok
gördüğüne bütün varlığıyla
inanıyordu.”
“Aramayı bile reddettiği için
kedisine bir hayat arkadaşı
bulamamış olan yalnız ve
yorgun cerrah, ne zaman bu tür
geri dönüşsüz operasyonları
yapmak zorunda kalsa,
kadere lanet konulu periyodik
bunalımlarından birine girerdi.
Kapısında yazan koskoca
devlet ibaresine rağmen, devlet
tarafından sürekli ihmal edilen;
talepleri gerekçeli gerekçesiz
geri çevrilen hastanede yaşanan
araç, gereç, ilaç eksikliğinin
kendisini bu operasyonlara
çok sık mecbur ettiğini söylese
tuhaflıkları arasında, akıllılarla deliler
arasında kendinize bu kadar kolay, bu
kadar çabuk ve bu kadar muhabbet
dolu bir yer bulabildiğinize şaşırmayı
bile unutacaksınız.
Bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu
günümüzde geçen, zaman ve
mekan sınırları olmayan bir kitap bu.
Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
görmüşlüğünüz, içine girmişliğiniz,
içinde öyle ya da böyle herhangi
bir nedenle kalmışlığınız, öyle bir
yeri yakından tanımışlığınız var mı?
Böyle bir yerde akıl aramak pek
mantıklı olmayacaksa bile onca akıl
yoksununun bunca akıllıyı sulu götürüp
susuz getirecek türden garipliklerine
alışmanız sadece birkaç sayfa sürecek.
Bütün gün hastanede elinde kek
de sık sık girdiği bunalımlar ve
yaptığı ameliyatlar hakkında
rivayet muhtelifti. İyimserler,
cerrahın kurtarılabilecek
organları malzeme yokluğu
ve tıbbı donanım eksikliği
nedeniyle kurtaramadığı için
bunalıma girdiğini söylüyorlar;
kötümseler, ise cerrahın yine
bunalıma girdiği için kol, bacak
veya kulak kepçesini kestiğini,
bu organların çoğunun aslında
kurtarılabilecek durumda
olduğunu iddia ediyorlardı.”
“Karadeniz şehirlerinden
birinde, denize sırtını dönmüş
biçimde inşa edildiği için
görenlerin içinde anlamsız
bir küslük duygusu yaratan
tabağıyla gezen Nebahat Hanım’ın
neden böyle saçma davrandığını, Bedia
Hanım’ın üvey oğlu iken ikinci kocası
olan Erdem Bey’in esrarını, Vekil Bey’in
biricik oğlu yakışıklı damat Suphi’nin
kumarbazlığının nelere mâl olduğunu,
fotoğrafçı Karnik’in ününün nereden
geldiğini öğrenmeye giden satırlarda
başka başka ayrıntıların tatlı rayihasıyla
dalıp gideceksiniz.
Neler neler olacak siz okurken.
Yanınızdan kimler kimler geçecek.
Bazıları daha önce duymanıza imkan
bile olmayan küfürleriyle, bazıları
yağlı saçlarıyla, bazıları kendisinden
yirmi beş yaş büyük karısına olan
büyük aşklarıyla kalacak aklınızda.
Kitapta toplam kaç karakter olduğunu
yazarın kendisi bile pek kesin bilmiyor,
bir Ruh Sağlığı Hastanesinin
en üst katındaki konferans
salonunda, konuk konuşmacı
Ülkü Birinci, 14 Şubat Sevgililer
Günü nedeniyle, Aşk: Özveri
mi? Benliği Korumak mı?
Başlıklı bir konferans veriyordu.
Nietzsche’den aparttığı bir
cümleyi konu başlığı olarak
seçen Ülkü Bey, psikoloji
doçentiydi, İstanbul’da uyduruk
bir özel üniversitede görevliydi.
Çoğunluğu mankafa olan
öğrencilerine ders anlatırken
kullandığı yüksek tansiyonlu
üslubuyla konuşuyordu
kürsüde.”
zaten siz de çoğunu unuttuğunuzu
zannedeceksiniz kitap bitince. Öyle
olmayacak oysa; bir gün Etiler’de
bir restorana gideceksiniz ve daha
“Etiler’de bir restoran” derken,
kumarhaneci Reşat Özyılmazel’i
yani Mesarati Reşat’ı karşınızda
göreceksiniz. Onlar olur olmaz yerlerde
aklınıza gelip karşınıza çıktıklarında
bazen ‘deliriyor muyum acaba’ diye
düşüneceksiniz ama sıkıntıya gerek
yok. Her seferinde, orada anlatılanlar
gibi bir yaşamınız olmadığı için derin
bir oh çekeceksiniz.
65
serbest yazı
İş yaşamında eğitim şart
Özlem Şenkoyuncu
Eğitimle bir kişi bir kurumu, bir kurum bir toplumu, bir toplum bir ülkeyi bir ülke de belki dünyayı
değiştirebilir. Değişimi kendinizden başlatmaya ne dersiniz?
Global anlamda rekabetin çok fazla
yaşandığı, firmaların ayakta kalabilmek
için mücadele ettiği, ekonomik
çalkantıların ise sıkça yaşandığı bir
dönemdeyiz. Artık büyük balık küçük
balığı yutar anlayışından ziyade hızlı
balık büyük balığı yener dönemindeyiz.
Hızlı düşünen ve karar alan, hızlı
hareket eden ve hızlı değişime adepte
olabilen kişi ve kurumlar ayakta
kalıyor ve ilerliyor. Kurumları ayakta
tutan, onlara bu dinamizmi ve enerjiyi
kazandıran ise tabi ki çalışanlar. Artık
firmalarda en önemli yatırımın insana
yani çalışanına olması gerektiğinin
farkında. Eğer çalışanlar ne kadar
değerli bilgilerle donanırsa, ne kadar
yetkin ve tecrübeli olursa ve ne kadar
motivasyonu yüksek olursa o firma da
o kadar başarılı oluyor.
İş hayatında çalışanları motive eden
çalışma sistemlerinin başında da
gelişim ve pozitif değişim geliyor.
Çalışma sistemlerindeki pozitif değişim
ve gelişimi sağlayan en önemli
etmenlerin başında ise “eğitim” var.
Kişinin çok iyi bir eğitim alarak çok
iyi bir üniversiteye gitmesi burada
güzel bir eğitim alması iş dünyasında
beklenen verimliliği ve motivasyonu
göstermesi ve başarılı olması için
malesef yeterli olmuyor.
66
İş hayatı aslında en güzel öğrenme
sürecinin yaşandığı ortam. Hem
akademik bilgiyi, hem uygulamayı
hem de pratik yapma şansını aynı
anda bulabiliyorsunuz. Bu üçlü sac
ayağı sağlam olduğu zaman kişinin
gelişim trendi hep yükselişte oluyor. İş
dünyası çalışanlarına sürekli eğitimlerle
yeni bilgi kaynağı sunmalı, bunun
uygulamasını göstermeli ve pratiğini
yapması için imkan ve olanak yaratmalı.
İşte o zaman iş motivasyonu ve enerjisi
yüksek çalışanlara sahip olabilir.
Dünya hızla değişiyor. Her gün yeni
trendler, yeni bilgiler ve yeni sistemler
ortaya atılıyor, tartışılıyor. Değişmeyen
bir şey var ki o da değişime
ayak uydurabilmek için eğitimi iş
yaşantımızın bir parçası haline
getirmenin zorunluluğu. Hem mesleki
hem de kişisel gelişimi destekleyen
eğitim programları öncelikle kişinin
vizyonunu geliştirir sonra da bu
değişim firmanın gelişimini hızlandırır.
Kurumsallaşmış, global ölçekte
kendini ispatlamış, sektöründe başarılı
firmalara baktığımızda bu başarının
ardında muhakkak çalışanlarına verilen
eğitim ve gelişim programlarının
olduğunu görürüz. Kurumların eğitime
ayırdığı zaman ve paranın kısa vadede
önemli bir gelişim, uzun vadede de
büyük bir değişim yarattığını söylemek
yanlış olmaz. Kurumun hedeflerine
uygun, çalışanların kazanımına yönelik,
gelişim ve değişimi hızlandıracak
eğitim programlarının hazırlanması
ve bunun sürdürülebilir bir şekilde
devam ettirilmesi kısa zamanda
kurumsal farklılıkları hissettirecektir. Bu
farkı kurum önce kendi içinde sonra
müşteri ve tedarikçi firmalar ayağında
hissedecek bu olumlu değişim bir süre
sonra toplumda da fark edilir olacaktır.
Eğitim ilkokuldan başlayıp artık emekli
olana kadar bile değil, belki de ölene
kadar süren bir süreç. Birçok kişinin
emekli olduktan sonra bile kendisinin
manevi tatmini ve mutluluğu için
kişisel gelişim eğitimlerine devam
ettiğini biliyorum. Artık günümüzde en
önemli yatırımın kişinin kendine yaptığı
eğitim yatırımı olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Çalışanına yatırım yapan
kurumlar da en çok beğenilen ve
çalışılmak istenen kurumlar arasında
yer alıyor. Bu yüzden hem kendi
adımıza hem de kurumumuz adına
eğitim sürecine gereken önemi verelim.
Kişisel gelişimimiz için hem kendimizin
hem de kurumumuzun şartlarını
zorlayalım. Gerisi zaten gelecektir.
67
havadan sudan
Nazan Aşkalli
Nehrin kıyısında
Uçan bir kuş, sabah ayazı, dağılan sis bulutu, ağırlaşmış kirpiklerde
çiğ damlaları. Kuruyan boğazıma belki bir yudum çay. Günün
getirdikleri her neyse olduğu gibi karşılamak için uyanıyorum.
Çok uzakta, Doğu’da...
Varanasi, Uttar Pradesh, Hindistan
Gün ışığına dönmüş yüzünü, elindeki
bir avuç suyu serpiştirdi önce,
dakikalarca mırıldandı sonra. Ne
benim, ne objektifimin farkındaydı.
Kocaman gözlerini sabah güneşine
dikmiş minnetini sunuyordu.
Hindistan’ın Varanasi şehrinde bana
yeniden yaşamı düşündürdü bu ufak
tefek kadın. Fotoğraf çekecek, belki
biraz da öykü toplayacaktım.
Hızlıca tüketmeye alışmışken zamanı;
akşam olsun, sabah olsun, bir an
önce hafta sonu gelsin derken, ya da
aylarca yaz tatili planı ile uğraşıp belki
ilkbaharı kaçırırken sırası mı şimdi bu
sorgulamanın? Anlamını düşünmeden
yaşamak, alamadığımız kararların
bahanesini yaratmak, sonra buna
inanmak ne kadar kolay oysa.
Kuralı olmaz yaşamanın, olmamalı.
Çok basit sadece yaşamak için var
olduk, hayata nedenler aramak için
değil. Dilimizde hep aynı şeyler, ailem
için yaşıyorum, çocuklarım için ya
da mesleğim... Kendimiz için bile
yaşamayı becerebildik mi acaba?
Bedensel olarak belki bu soruya “evet”
diyebiliriz. Ama kaç kez bu maddeden
soyutlanmış Hintli kadın gibi gün
doğumunu karşılayarak, sadece yaşıyor
68
olmanın verdiği mutluluğa “teşekkür”
edebildik. Tüm çabası “güvenli” bir
yaşam için. Oysa yaşam güvenli
değil; belirsiz ama özgür. Bir yolda
olduğumuzu düşünüyorum. Kişilere
göre değişen doğrular, kişilere göre
değişen hayaller, bu hayaller uğruna
yaşanan yorgunluklar ve kırgınlıklar
barındıran ruhlar... İşte bu noktada
güzel olan suyun akışına göre bırakmak
lazım yaşamı. Direnip kürek çekmeye
çalışmak ya da taşlarla yönünü
değiştirmeye çalışmak faydasız.
Sürprizlerle dolu bir yol. Bu yolda
gelecek olanları olduğu gibi almak
gerektiğine inanıyorum. Yaşam bize ne
sunarsa sunsun, cesurca kabullenmek
mutlu olmak için önemli bir adım.
Aşktan örnek vereyim. Milyonlarca şiir,
hikaye, kitap var; herkes aşk hakkında
konuşuyor, tartışıyor. Peki kaçımız
gerçekten aşık olmayı tanıyor? Yaşam
için de aynı şey geçerli. Onun hakkında
uzun uzun tartışarak, konuşarak,
sebepler ya da sonuçlar çıkararak onu
yaşamayı unutuyoruz.
Nereden geldiği belli olmayan
standartlara sahibiz. Bir ev, bir araba,
belki yazlık bir ev daha. Liste uzar
gider. Bunlara ulaşmak için harcanan
enerji ile büyük, güzel ama ruhsuz
evlere sahip olup bir taraftan yaşamı
kaçırdığımıza üzülüyoruz. İzlediğim
Hintli kadına bakıyorum. Güneşle
buluşan yüzünde endişe yok, acele
yok, sorgulamalar yok, tanıdık gelen
bir ölü balık bakışı yok. Sadece o
“an”ı yaşadığını hissediyorum. Belki
Batı’daki sorunumuz, neye hizmet
ettiğimizin farkında olmamak. Aslında
sahip olduğumuz en değerli hazine
koruyamadığımız yaşam enerjimiz.
Madde elbette önemli ama inandığım
şey olabildiğince sadeleşmek,
sindirerek, farkında olarak, teşekkür
ederek yaşamak gerektiği...
Sonsuza dek olmayan bir nefes,
bilinmeyen zaman dilimi, sevgi,
özgürlük, enerji. Sahip olunan malzeme
bu. Ciddiyeti, sorunlarla beslenmeyi,
kararları nehir kıyısında suya bırakmalı.
Müzik duyunca içinden tempo tutmak
değil dansa kalkmalı, en berbat sesle
bile nakaratı haykırmalı. Sevmekten,
aşktan, ağlamaktan, zamanı
geldiğinde gitmekten korkmamalı, her
gündoğumunu ve günbatımını coşkuyla
kutlamalı, inançlı olmalı, hesapçı değil.
Yaşam, onun kucağında huzurla
gülümseyelim diye geldi. Nehir
sularında güneşe kollarını açıp
mırıldanan kadına teşekkürler.
69
köşe
Dilek Şen
Yaşadıkça
Bakacak, Uludağ - Engin Çakır / 16.05.2010
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var; yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi”
Ataol Behramoğlu
Yaşadıkça öğreniyoruz aslında hayatın
her anında bize yenilikler sunacağını.
Dün gitse de dünle, bugün yeni sözlerin
söyleneceği gibi yeni günün kendine
has yenilikler getirmesi de bundandır.
Zaman değişip dönüşürken yeni hallerine, yaşamı da şekillendirmekte ve
yön vermektedir akışına. Hangimiz
elimizi uzatıp kendi yollarımızı çizmek
istesek hayat bize gülümseyerek
kulaklarımıza fısıldıyor “siz planlarken
ben gerçekleşiyorum.” İşte böyle
zamanlarda durup bakıyoruz etrafa, ne
zaman neyi planlasak yaşadıklarımıza
hep biraz uzak kalmış. Yeterince
yoğunlaşamamışız belki isteklerimize, kendimize bile ifade edememişiz
neyi ne kadar çok isteyip nasıl hayal
ettiğimizi. Oysa hayat bize hayallerimizi veriyor her zaman, bilinçli olarak
kurduğumuz hayaller kadar bilinçsizce aklımızdan geçen görsellerle
yüzleşmemiz de bu yüzden.
70
Bilinçaltımız sürekli meşgul, hep bir
şeyler düşünüyor, hep bir devinim
halinde. Ve biz ona gereken ödevleri veremediğimiz zamanlarda onun
başıboş çalışmalarının meyvelerini
yiyoruz. Zihnimiz hayal ediyor zamanı,
bizim planladıklarımızın çoğu zaman
en olumsuz karşılığıyla resmediyor
kendine. Malum genlerimizde var
“sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına”
demiş ataların torunlarıyız. Karartırız
önümüzdeki sahneyi, bize rağmen
aydınlanabilirse kazanırız hayalimizi.
Ve bilmemenin en acı kaybıdır aslında
kendi hayallerimize açtığımız savaşlar.
Bu yüzdendir en olacağına inandığımız
hayallerimize zihnimizde kara lekeler serpmemiz ve gerçekleşmemesi
halinde bir yanımız üzgünken bir
yanımızla hayırlısı deyip kendimizi avutmamız. Yeterince yoğun
hissedemediğimiz hiçbir hayal bizim
gerçekliğimiz olmaz ve hiçbir olumsu-
zluk yeri doldurulmadıkça kaybolmaz.
Yaşadıkça öğreniyoruz neler sevip,
nelerden korktuğumuzu, öğrendikçe
şekilleniyor ve içinde yaşadığımız
topluluklara benziyoruz. Ne kadar
yoğun duygular varsa ait olduğumuz
toplumda o duyguların kullanıcıları
oluyoruz. Çünkü bireyler olarak bizler
birbirimizin hayallerini paylaşıyor, çoğu
zaman bizim hayallerimize benzemeyenlere ket vuruyoruz. Bizim gibi
düşünmeyenlerin hayallerine dahi
tahammül edemeyen hallerimizle insan
olmayı deniyoruz. Oysa büyük usta
Nazım Hikmet’in dediği gibi; “Yaşamak
bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman
gibi kardeşçesine…”
Biz farklarımızı yaşadıkça var
olduğumuzu öğrendiğimizde,
başaracağız birlikte ve olumlu bakış
açılarıyla yaşamanın güzelliğini. İşte
o zaman yoğunluğuna yaşayacağız
hayatı.
71
çizgi üstü
Yazı ve çizimler:
Gökay Öngör
Sınırlı bir yaşam
İnsan, yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan tek canlıydı. Diğer hiçbir canlı varlık, böyle bir bilgiye
sahip değildi. Demek ki, insandan kendisine verilen bu süreyi bir şeylerle doldurması isteniyordu.
Yoksa böyle bir hatırlatmaya gerek kalır mıydı?
Genç adam, kendisine verilen bu
yaşam ile ne yapması gerektiğini tam
olarak bilemiyordu. Birçok hayatlar
görüyordu etrafında. Hayatlar, telaş
içinde, bir duygudan diğerine geçişlerle
akıp gidiyordu. Hiçbir duyguda uzun
süre kalınamıyordu. Bir rüzgar hızıyla
kararlar alınıyor, bir fırtınayla geliyordu
pişmanlıklar. Aldığımız kararlar,
yalnızca “o an için doğru” oluyordu.
Bir heyecanla insanlar bir araya
geliyor, bir çaresizlik içinde yollar
ayrılıyordu. Bazı hayatlarsa tek başına
harcanıyordu. Tam olarak kendini ifade
edememiş benlikler, kimse onları tam
olarak tanıyamadan yok oluyorlardı.
72
Geride ne bıraktıklarını yalnızca Tanrı
biliyordu.
Birçok insan, gençlere tavsiyede
bulunuyordu. Kendi acı deneyimlerini
gençler de yaşamasın istiyorlardı.
Yalnız, kimse yaşamın tek bir yolunuyöntemini söyleyemiyordu. Doğaldı bu.
Çünkü yaşam, sizin önünüze getirdiği
şeyler ve sizin yapabildiklerinizle
sınırlıydı. Veya sınırları alabildiğine
genişliyordu bazen. Öyleyse ne
yapmalıydı? Genç adam, kendisi
olmak dışında bir hedefi olamayacağını
görüyordu. Kendisinden kopuk,
başkalarınca konmuş hedeflere,
rakamlara ulaşmaya gücü yoktu. Çünkü
sınırlılıklarını biliyordu. Akşam ile gece
arasında bir saatte, Nalbantoğlu’nda,
bir kafede oturmuş, geniş bir camın
arkasından sokağı seyrediyordu şimdi.
Sert bir rüzgar yağmuru savuruyordu
sokağa. Rüzgar ve yağmur, ayakkabı
mağazalarının önünden hızla geçiyorlar,
sokağın sonuna dek gidiyorlardı. Tek
tük insanlar da yürüyordu sokakta.
Hepsi sınırlı yaşamlarına bugün de
bir şeyler tıkıştırmışlar, ellerindeki
poşetlerle, çantalarla yürüyorlardı. Ne
genç adam ne de onlar bu biten güne
ne sığdırabildiklerini biliyorlardı.
73
teknoloji
Ahmet Yılmaz
Bilgisayar Programcısı
Twitter eyaleti
İnsan çoğu zaman dertlerini, anlatacaklarını kısa sürede en az kelime ile anlatmayı sever. İnsanın
en kısa halde içindekini yazıya dökme isteği üşengeçlik olarak sayılabildiği gibi pratiklik ve gereksiz
cümle curcunasından sakınma olarak da kabul edilebilir. Cep telefonlarının ilk yıllarında ki SMS
çılgınlığı bu rahat ve pratik iletişim kurma yönteminin cazibesinden dolayıdır. 2006 yılında Jack Dorsey "tvit"
kelimesinden şimdiki microblogların
babası diyebileceğimiz ve bizim birkaç
sene önce ülkece sıklıkla kullanmaya
başladığımız Twitter isimli bir site
yarattı ki "tvit" kelimesi anlamını yitirip
"twit"e dönüştü. Muhtemelendir ki
İngilizce konuşanlar için tvit deyince
akla gelen ilk şey "kuş cıvıltısı" yerine
"paylaşım"dır...
Şimdi şu gezegenin internet deryasında
bulunan Twitter eyaletinde birbirini
tanıyan veya tanımayan artık milyon
ile ifade edebileceğiniz sayıda kişi
saniye denilen zaman kavramında
bile dudak uçuklatacak kadar çok
twit’ler paylaşıyor. Twitter "gürce akan
bir nehir" edası ile hiç durmadan
akarken, sevgili sitenin serverlarında
bulunan ufacık bir harddisk üzerinde
saklanan kb seviyesinde olan bir
bilgi paylaşımının nasıl sınırsız bir
kişi yoğunluğuna ulaşabileceğini ve
74
aslında 140 karakter ile oldukça fazla
şey anlatılabileceğini biz kullanıcılarına
ispat etmeye devam ediyor. Twitter
günümüz internet insanları tarafından
birçok amaçla kullanılıyor; milyonlarca
blog yazarı her gün bloguna kısa
güncellemeler geçmek yerine
yazacakları ufak paylaşımları, linkleri,
fotoğrafları, videoları ve daha birçok
ayrıntıyı 140 karakter kalıbına sığdırıyor
ve yayınlayıp, bloglarına daha uzun
metinlerini saklıyorlar. Twitter'da sadece blog yazarları
paylaşımda bulunmuyor elbette
paylaşımı seven her insan evladının
sevdiği-seveceği bir mecra. Birçok
firma güncelleme kutusunu reklam
aracı olarak kullandığı gibi yazılı ve
görsel medya son dakika haberlerini
twit olarak geçerken aynı zamanda
takip ettikleri sosyal medya insanlarının
paylaşımlarından haberler yaratıyorlar.
Bazen gönderilen bir cümle o
kadar geniş kitleleri uyandırıyor,
meraklandırıyor, sevindiriyor ki insanın
şaşması elde değil. Her ne kadar az bir
rolü olduğunu düşünsem de Twitter'ın
Arap devrimi konusunda oynadığı rol
yadsınamayan bir örnek olarak da
öylece orada duruyor. Bir deprem
sırasında hiçbir haber kaynağında
depremin şiddeti ve yeri hakkında bilgi
alınamazken yine insanlar öğrendikleri
ilk bilgiyi Twitter üzerinden geçiyor. Elbette "şu an mutfakta yemek
yiyorum, otobüs çok kalabalık, yeni
saç şeklimi fotoğrafta paylaşıyorum,
babamla kavga ettik" gibi kişisel
hayat güncellemeleri de olmuyor
değil ki olmaması zaten garip olurdu
ve zaten paylaşım sınırı olmayan bir
nehirden geçecek olan balıkların
şekil ve boyutlarına da sizin karar
veremeyeceğiniz gibi başka nehirlere
gitme özgürlüğü de yine cebinizde
"bonus" olarak saklı duruyor...
75
gezi-yorum
Assos
Yaşam iksiri
dolu kadeh
Miladı antik çağlara dayanan
meşhur “taşlar diyarı” Assos,
geçmişin hala nefes aldığı bir
Kuzey Ege mücevheri gibi. Ne
yana dönseniz tarih göz kırpıyor
size. Sakin, huzurlu, doğa ve
tarihle baş başa bir tatil için
şimdiki ismiyle “Behramkale”
harika bir seçenek...
Yazı ve fotoğraflar: Engin Çakır
76
Anadolu’da eski medeniyetlerin izleri
her köşe başına serpilmiş olsa da,
Assos’ta çok daha fazlası var. Çünkü
Antik Çağ’dan derin ve gözle görülür
izler taşıyor. Yöreden çıkan taşlar
(andezit) Athena Tapınağı'nda da aynı,
köy evlerinde ya da otellerde de...
Zaman yolculuğuna çıkmış ve geçmişte
yaşıyor gibi hissediyorsunuz. Sanki
Tanrıça Athena hala o tepede ve sizi
seyrediyor. Limanda balıkçılar ağlarını
temizlerken antik limanın sütunlarını
görmek bile bu konudaki fikrinizi
derinleştiriyor. Midilli Adası ile koyun
koyuna denizi seyreylemesi, neredeyse
yüzerek komşuya gidip bir çay
içebilirim psikolojisi yaratıyor. Assos
etrafındaki koylar ise sanki sadece
oradakilerin haberi varmışçasına dingin
ve huzur dolu. Çoğu tatil yöresinde
alışılagelen hengameden izler görmeniz
pek mümkün değil. Denize koşturma
yaşamadan girmenin keyfi ise paha
biçilmez...
Assos – Bursa arası yaklaşık 300 km...
Edremit Körfezi ile Lesbos Adası’nın
(Midilli) karşısında, bir volkanın
eteğinde, andezit kayalıkları üzerinde
kurulmuş olan Assos Çanakkale'nin
87 km. güneyinde yer alıyor. Ayvacık
ilçesine bağlı oldukça küçük bir
köy. Fakat onu Anadolu’daki diğer
köylerden farklı kılan özelliği yerleşimin
antik çağlardan beri devam ediyor
olması. Köyün yerleşimi, Assos Antik
Kenti'nin 4 km. uzunluğunda ve 20
metre yüksekliğindeki surlarla çevrili.
Köyde çoğu manzaralı pansiyonlar,
butik oteller ve restoranlar bulunuyor.
Köyün en tepesinde, 238 metre
yükseklikte bulunan M.Ö. 6. yy'da inşa
edilmiş Athena Tapınağı, Anadolu'da
yapılan ilk ve tek Dor düzenindeki
tapınak... Zeus’un kızı ve 12 Olympos
tanrısından biri olan Athena,
Assos’un koruyucu tanrıçasıymış.
Bu tapınağın özellikle günbatımında
size sunduğu manzara uzun süre
aklınızdan çıkmayacak türden...
Sağlam sütunlardan çıkarılan örnek
kalıplarla dökülen yeni sütunlar ayakta.
Karşınızda Midilli adası, görkemli Ege
Denizi, yüzünüzü okşayan rüzgar,
özellikle gün batımında sizi antik
çağlara götürecek kadar etkileyici.
Tapınağın kutsal odasında bulunan
tanrıça heykeli 1800'lü yıllarda
Amerikalılar tarafından götürülmüş.
Sütunların üzerlerindeki frizlerin
(kabartmaların) bir kısmı Boston
Müzesi, Louvre Müzesi ve İstanbul
Arkeoloji Müzesi’nde saklanıyor.
Kabartmalarda Herakles ile ilgili bir
hikaye anlatılıyor.
80'li yıllarda sit alanı ilan edilen köyde
yapılaşma durunca surların dışına yeni
bir mahalle kurulmuş. Bölgede arkeoloji
çalışmalarına 1981'de başlanmış ve
hala devam ediyor. Antik surların içinde
tapınak dışında nekrapol, amfi tiyatro
ve agora gibi alanlar ortaya çıkarılmış.
Köy girişinde sizi bekleyen Aristo
heykeli ise sizi bekleyen düşünsel
maceranın bir ipucu gibi. Platon’un
öğrencilerinden Aristoteles 3 yıl
Behramkale'de yaşamış ve MÖ. 347344 yılları arasında bir felsefe okulu
kurmuş, bu da ikinci ipucunuz olsun.
77
gezi-yorum
Assos; Midilliler, Persler, İskender,
Roma ve Bizans'ın egemenliğinden
sonra 1330'da Osmanlı İmparatorluğu
egemenliğine girmiş. Köyün aşağısında
yer alan –çok dik ve virajlı bir yolla
inilen- Assos Limanı eski tarihlerden
beri liman olarak kullanılıyor.
Yazın araba girişine kapalı. Zaten
arabayla dolaşılacak bir yer de değil.
Limana 50 metre kala arabanızı
park edebileceğiniz bir park yeri
78
bulunuyor. 2000 yılında Kültür Bakanlığı
tarafından genişletilen mendirek,
birçok balıkçı teknesine barınak
olmuş. Akşamüstleri mendirekte
oturup günbatımı izlemek, balık tutmak
orada yaşayan ve tatil yapanların en
büyük keyifleri arasında. Antik limanın
kalıntıları hala seçilebiliyor. Mendireğin
kırmızı ve yeşil fenerleri antik kentin
sütunlarının üzerine konulmuş.
Assos daracık taş sokaklardan
oluşan, bir avuç yer aslında. Denize
sıfır tesislerin önünde, tahtadan
basit iskeleler yapılmış. Üzerlerine
şemsiye, şezlong ve yastıklar
konularak konforlu bir ortam
yaratılmış. İskelelerden atlayarak ya
da merdivenlerini kullanarak denize
rahatlıkla girebiliyorsunuz. Deniz suyu
havuz gibi, ancak dibi taşlık. Üstelik
antik limanın batık olan kısımlarının
üzerinde yüzüyor da olabilirsiniz.
Deniz suyu için her mevsim soğuk
diyebiliriz. Kıyı balık restoranları ile
dolu. Çay bahçeleri, dondurmacılar
ve hediyelik eşya dükkanları limanın
diğer detayları... Butik oteller ve balık
restoranları ile ünlü limandaki dev taş
binalar ise aslında eski meşe palamudu
depoları. Bir zamanlar Assos'un
etrafı meşe palamudu ormanlarıyla
çevriliymiş. Bölge sakinleri 1950'lere
kadar bu limandan meşe palamudu
ihracatı yapmışlar. Bu depoların
macerası butik otel ve restoran
olarak son bulmuş. Köy halkı esasen
zeytincilikle uğraşıyor, kendilerine
yetecek kadar sebze-meyve yetiştiriyor,
küçükbaş hayvan besliyor. Bu kadar
yakın olmalarına karşın sosyal ve ticari
anlamda deniz ile çok fazla bağları
yok. Öyle ki koskoca köyde balıkçılık
79
gezi-yorum
yapan aile sayısı yok denecek kadar
az. Turizm ise son 10-15 senedir
Assos halkının en önemli uğraşı...
Assos çevresinde kenti besleyecek
verimli toprakların olmayışından ötürü;
hayvancılık, meyve, şarap ve zeytincilik
gelişmiş. Bunun dışında demir ve
gümüşü işlemişler. Nitekim Akropol’ün
doğu yamaçlarında demir cevheri
bulunmuş. Liman hizmetleri ve gümrük
de bir diğer gelir kaynakları olmuş.
Antik Kenti gezmek için iki giriş kapısı
bulunuyor. Biri köyün içinden geçerek
ulaşacağınız, sizi en tepedeki Athena
Tapınağı'na götüren kapı. Diğeri
iskeleye inerken solda fark edeceğiniz
eski Batı kapısı. Buradan girerek
Gymnasion ve Agora kalıntılarını
görebilirsiniz. Doğu ve Batı kapılarının
önündeki alan Nekrapol (mezarlık)
olarak kullanılmış. Nekrapol’ün
dokuz yüzyıl boyunca mezarlık olarak
kullanıldığı tespit edilmiş. Birçok anıt ve
80
küp mezar ortaya çıkarılmış.
Behramkale, Assos Antik Kenti’nin
taşlarından inşa edilmiş. 80'li yıllarda
sit alanı ilan edildiği için artık yeni ev
yapılamıyor. Sadece mevcut taş evler
Assos taşı ile restore edilebiliyor.
Köyde yürüdüğünüz yollar taş kaplı.
Bahçe duvarı da taş, bahçe içindeki
ocak da, çeşme de... Evin duvarları
zaten taş... Ancak köy dışında
kalan mahalle için aynı cümleyi
kurmak mümkün değil. Nispeten
kötü bir görünüme sahip olduğu bile
söylenebilir. Fakat imarlı alanlar da
oldukça az. Köy için konulan yapılanma
yasakları kıyı için de geçerli. Kıyıda
yapılanma yasaklarının işlemesine
biraz da doğa yardım ediyor. Dik
yamaçlar, deniz ile arasına kimseleri
sokmuyor. Böyle olunca kıyıda
yapılanacak alanlar son derece kısıtlı
kalıyor. Kıyıdaki mevcut binalar, onarılıp
turizme dönük kullanılmaya başlanmış.
Turizm hareketinin bina yükünü hemen
yakındaki Kadırga Koyu yükleniyor.
Assos Taşı Andezit de altı çizilmesi
gerekenlerden... Bu taş pembe rengi ve
sağlam yapısıyla dikkat çekiyor. Eskiler
onun için insan yiyen taş diyorlarmış.
Köy, volkanik bir tepe üzerine kurulu
olduğu için “andezit” taşı etrafta
bolca bulunuyor. Zor işlenen ama çok
dayanıklı bir taş. Bu taştan yapılan
lahitler zamanında Assos'tan ihraç
edilen mallar arasındayken; Assos
Antik Kenti’nin de hammaddesi olan
bu taşın köyün dışına çıkarılması daha
sonraları yasaklanmış. Doğal bir kaya oyuğuna yapılmış,
tahmini 2500 kişilik olan amfi tiyatro da
Behramkale’de dikkat çeken bir diğer
tarihi doku... İskeleye inen yol üstünde,
solda yer alıyor. Yapım tekniği ve plan
özellikleri açısından bir Roma çağı
tiyatrosu. Yıkılan duvarları restorasyon
81
gezi-yorum
82
sonucunda yeniden örülmüş. Aslına
uygun oturma sıraları yeniden
dökülerek yapılmış ve şu anda tiyatro
1500 kişiyi ağırlama kapasitesinde ve
çeşitli festival ve konserlere ev sahipliği
yapabiliyor.
Assos Antik Kenti’nin tepedeki ören
yeri girişine taşla kaplı bir yokuşu
yürüyerek varılıyor. Bu kapıdan girince
Athena Tapınağı'na ulaşıyorsunuz.
Yokuş üzerinde, köylü kadınların evde
ürettikleri çeşitli malzemeleri sağlı
sollu sattıkları tezgahları göreceksiniz.
Assos etrafından toplanan otlar,
zeytinyağı, ev tarhanası ya da el işçiliği
danteller, şallar tezgahları süslüyor.
Tam bu noktada yörenin yaygın lezzeti
“Bıldırcın Kızartma”nın da altını çizmek
lazım.
Köy içinde 1. Murat Hüdavendigar
tarafından 14.yy 'da yaptırılmış bir cami
de bulunuyor. Tek kubbeli ve kare
planlı olarak inşa edilmiş. İçerisinde yer
alan kadırga resimleri Osmanlı cami
mimarisinde pek karşılaşılmayan bir
örnek oluşturuyor. Yine 14. yy'da 1.
Murat Hüdavendigar tarafından inşa
edilen bir diğer eser ise Hüdavendigar
Köprüsü. Tuzla Çayı üzerine kurulmuş
köprünün kemerleri hala orijinalliğini
koruyor.
Assos tarihi güzelliği kadar
yakınlarındaki plajlarıyla da biliniyor.
Tarihi bölgedeki kısıtlı denize girme
alanlarının yükünü başta Kadırga
Koyu olmak üzere Sivrice Burnu ve
Sokakağzı Koyu çekiyor. Kadırga Koyu,
Assos'a 2 km. uzaklıkta. Koya zeytin
ağaçlarıyla dolu bir yoldan inerek
ulaşıyorsunuz. Bütün koy tertemiz,
her bütçeye uygun otel ve kamping
alanlarıyla dolu. Geniş, uzun ve taşlık
bir plajı var. Denizi tertemiz ve berrak,
zaten mavi bayrak ödülü almış.
Akşamüstü başlayan imbat rüzgarları
sıcaktan bunalmanızı engelliyor. Her
tesisin önünde şemsiye ve şezlongları
bulunuyor. Ayrıca kıyı boyunca yemek
83
gezi-yorum
yenilebilecek birçok salaş restoran
bulunuyor. Assos'tan Babakale'ye
doğru giderken 9 km sonra Bektaş
Köyü çıkacak karşınıza. Bektaş
Köyü'nün içinden geçerek yaklaşık 3
km. denize doğru inerseniz karşınıza
Sivrice Burnu çıkacaktır. İndiğiniz
yerden yani Sivrice'den sağa doğru
ilerleyen uzun bir sahil yolu bulunuyor.
Yol sizi Sokakağzı'na götürecektir.
Sivrice yanındaki Sokakağzı'na oranla
turizmin yeni yeni gelişmeye başladığı
dolayısıyla daha tenha bir koy. Yine
84
Sivrice'ye göre daha geniş ve kumluk
bir plajı bulunuyor. Son yıllarda daha
çok köylülerin açtığı pansiyonlar ve
salaş balık restoranları bulunuyor.
Tahta masalı mütevazi restoranları
uygun fiyata balık yiyebileceğiniz yerler.
Sivrice'nin dar, taşlık bir plajı bulunuyor.
Denize rahat girilmesi için her tesisin
önüne tahta iskeleler yapılmış.
Türkiye’nin Midilli'ye en yakın noktası.
Sokakağzı ise, Koyunevi Köyü'nün sahil
kısmına verilen isim.
Assos’u diğer tüm tatil yörelerinden
farklı kılan onlarca not almak mümkün.
Tarih ile bağları bir yana dursun,
yüksek rakımı sayesinde kazandığı
ferahlığıyla ve eşsiz manzara keyfiyle
Behramkale, ziyaret edilmeyi fazlasıyla
hak ediyor. Felsefenin filizlendiği bu
tarihi mabedin sizi alıp geçmişin hangi
dönemine götüreceği ise tamamen size
kalmış...
85
gezi-yorum
Assos’un tarihi
Kesin olmamakla birlikte Tunç
Çağı’nda (M.Ö. 3000-1200) Assos’ta
yaşayanların olduğuna dair arkeolojik
kalıntılar bulunuyor. Homeros
ise Tiria’nın güneyinde Leleglerin
yaşadığını ve bunların Truva Savaşı’nda
bölgede denizcilik ve korsanlık
yaptıklarını belirtiyor. M.Ö. 7. yüzyılda,
Thrakia ve Mysialıların yerleştiği Güney
Troias, Lesbos(Midilli) üzerinden
gelen Aioller tarafından işgal edilmiş...
Bu dönemden söz eden Strabon da,
Methymnalı göçmenlerin Assos’a
yerleştiklerini ve Assos’un 20 km.
doğusunda yarı barbar bir kavim
olan Gargaralıların kenti Gargara’ya
değinmiş... M.Ö.560’da bütün bu
yöre Lidyalıların eline geçmiş ve Batı
Anadolu kentleri gibi Assos da onlara
bağlanmış ancak Salamis’te Perslerin
yenilmesi ve İskender’in Anadolu’ya
gelişi ile bağımsızlığına kavuşmuş...
MS.5. yüzyılda Atina’nın
güçlenmesi sonucunda Delos Deniz
Birliği(M.Ö.478) kurulmuş. Phokaia,
Samos, Teos, Pitane, Miletos, Lesbos
gibi İon ve Aiolia’nın güçlü kentleriyle
birlikte kurucu üye olarak Assos da
bu birliğe katılmış... M.Ö.412’de Pers
Kralı Dareios ile antlaşma uyarınca
Ispartalılar, onların Anadolu kıyılarında
yeniden güçlenmeleri için yardım
etmişler. Böylece Ispartalı Nauarkhos,
Lysandros’un yardımı ile Persler,
Atina donanmasını M.Ö.407’de
yenmiş, bunun ardından gelen Aigos
Potamos yenilgisi (M.Ö.405) ile
Batı Anadolu kıyılarında yaşayanlar
yeniden Perslerin egemenliğini
kabul etmek zorunda kalmışlar...
M.Ö.387 yılında yapılan Antalkidas
Barışı’ndan hemen sonra aslen
tüccar olan Eubolos kendisini Assos
Kralı ilan etmiş ancak, ölümünden
sonra hizmetkarlarından Hermesias
86
yönetimi ele geçirmiş... Hermesias’ın
bağımsızlığı M.Ö.345 yılına kadar
sürmüş, davetini kabul ettiği Pers
generallerinden Rodoslu Memnon
tarafından esir alınarak sorgulanmak
üzere Pers başkentine gönderilerek
çarmıha gerdirilmiş...
M.Ö.334’te İskender, Granikos
Çayı kenarında yaptığı savaşta
Persleri yenerek bölgeyi onların
egemenliğinden kurtarmış. İskender’in
ölümünden sonra ise Assos, onun
komutanları ile Seleukoslar arasında
pazarlık konusu olmuş. Assos yöresi
bir ara Troias’ı işgal eden Galyalıların
eline geçmiş. Bergama Krallığı’nın
güçlenmesi ve M.Ö.216’da Arisbe’de
yenilmeleri üzerine Galyalılar yöreden
çıkarılmış. Bundan sonra Assos,
Bergama Krallığı ile birleşmiş, bu
durum M.Ö.133’e Attalos’un Krallığı’nı
vasiyet yoluyla Roma İmparatorluğu’na
bırakmasına kadar sürmüş... Roma
döneminde Assos büyük gelişim
göstermiş. Assos’u ziyaret eden St.Paul
ve St.Lukos, kentin Hıristiyanlığı kabul
etmesinde etkili olmuş. Anadolu’da
Hıristiyanlığı en erken kabul eden
kentler arasında Assos da yer almış...
Haçlı Seferleri sırasında Federik
Barbarossa Çanakkale Boğazı’nı
geçtikten sonra Assos ve çevresini
tahrip etmişler. 4.Haçlı Seferi’nde
İmparator Balwin’in kardeşi Hendi
de Hainault kenti ele geçirmiş ve
bundan sonra Assos 20 yıl Frankların
yönetiminde kalmış. Bizanslı Komutan
Makhron yönetimindeki Assos en son,
14.yy başlarında Osmanlılar tarafından
ele geçirilmiş...
Aristo Felsefe Okulu’nun hikayesi
Assos Kentinin yönetimini eline
geçiren Banker Eubulos bağımsızlığını
ilan eder. Onun ölümünden sonra
yönetimi kölesi olan Hermenias el
alır. Eubulos zamanında felsefe
eğitimi için Platon'un Atina'daki okulu
Akademi'ye gitmiş olan Hermenias,
orada tanıştığı Aristo'yu Assos'a davet
eder. Hermenias, Platon'un ünlü
eseri Devlet'te anlattığı ideal devlet
yönetimini uygulama hevesindedir.
Aristo, hocası Platon'un ölümünden
sonra M.Ö. 347'de Assos kentine gider.
Burada Hermias'ın siyasi danışmanı ve
dostu olur. Aynı esnada, özgünlüğünü
daha o zamandan belli eden bir okul
kurar. Bu okuldaki girişimleri arasında
yaşam bilimi üzerine çalışmaları yer
alır. Hermenias'ın yeğeni Pythias ile
evlenir. Okulda geçirdiği 3 seneden
sonra M.Ö. 344 yılında, komşu Lesbos
(Midilli) Adası’nın doğu kıyısındaki
Mytilene (Midilli) kentine varır. Oğlu
İskender (Büyük İskender) için iyi bir
öğretmen arayan II. Philip, görevi,
Assos'taki okulun yöneticisi olan
Aristo'ya önerir ve o da bu öneriyi
seve seve kabul ederek, II.Philip'in
oturmakta olduğu Pella'ya gider.
Dostu Hermenias'ın Persler tarafından
çarmıha gerilerek öldürüldüğünü
Pella'da öğrenir ve M.Ö. 343'te onun
adına bir kaside yazar. Günümüzde
Assos felsefeciler için hala önemini
koruyor. Birçok toplantı ve felsefe
etkinliği Assos’un klasikleri arasında...
Assos'ta Felsefe ismiyle hazırlanan
etkinlik sayesinde; felsefe tutkunları
Assos'ta buluşarak, yapaylıktan uzak,
doğal bir tartışma ve diyalog, karşılıklı
etkileşim ortamı yakalıyor. Hem
uluslararası hem de ulusal çapta
olan toplantıların dili İngilizce. Athena
Tapınağı’nda gün batımında şarap
eşliğinde yapılan tanışma ile başlayan
toplantılar, akşam yemekleri, Truva
ziyareti ve klasik müzik konserleri gibi
etkinliklerle sürüyor.
87
detaylı bakış
88
Batı’ya en yakın Asya toprağı: Babakale
Babakale, Asya kıtasının en batı ucu. Ayrıca Marmara ve Ege bölgesini ayıran bir nokta. O kadar uç
noktada kalmış olmalı ki gözden uzak kaderini hala koruyor.
Antik çağdaki ismi Lektos olan
Babakale, Osmanlı'dan kalma şirin
bir balıkçı köyü. Geçmişi 1723 yılına
dek uzanıyor. Bir zamanlar Osmanlı
donanmalarının geçtiği ve korsanların
uğrak yeri olmuş bu uç noktaya, bir
deniz seyahati sırasında fırtınaya
yakalanarak sığınan Sultan III.Ahmet’in
verdiği buyrukla, korsanlardan bıkıp
usanan köylüleri korumak için bir kale
yaptırılmış. Kalenin yapımı için çıkarılan
fermanda, yurdun dört köşesindeki
mahkumların Babakale'deki
çalışmalarından sonra serbest
bırakılacakları vaat edilmiş. Mahkumlar
kaleyi yapmışlar, çeşmeye su getirmek
için beş kilometre öteden künk
döşemişler ve hatta liman inşaatına
başlamışlar.
Osmanlı'nın en son inşa ettiği kale
geçirdiği restorasyonların da gücüyle
tüm görkemiyle ayakta... Kale önceleri
“Tılsımlı Kale” olarak anılırken,
daha sonraları içerisinde Piri Reis'in
tayfalarından Latif Baba'nın Türbesi’nin
bulunması sebebiyle Babakale ismini
almış. Bulunduğu konum itibariyle
Babakale'de zengin balık çeşitlerini her
mevsim bulmak mümkün. Köyde 3-4
tane balık restoranı bulunuyor. Salaş
olanlar, ucuza balık yemek için çok
uygun, ayrıca balığınızı kendiniz alıp
pişirtmeniz de mümkün. Ayrıca köy
boynuz saplı el yapımı bıçaklarıyla ünlü.
Babakale muhtarlığı Asya kıtasının
bittiği son noktada olduğunuzu
belgeleyen bir sertifika da veriyor.
Tıpkı Avrupa'nın bittiği nokta olan
Portekiz’deki Capo da Roca'da
verdikleri gibi. Sertifikada şöyle
yazıyor: “Bu sertifika Babakale'yi
ziyaret ettiği için verilmiştir. Kendisi
gelişiyle bizi onurlandırdı, sevgi getirdi.
Burası, Asya'nın ve Türkiye'nin en
batı noktasıdır. Burada toprak biter
ve insanı tarihsel masallar ülkesine
götüren, denizler güzeli Ege başlar.
Asya'nın ucundaki fener sevgi
ve dostluk ışıklarını tüm dünyaya
göndermektedir. Konuğumuz ve biz
birbirimizi hiç unutmayacağız. Gittiği
her yere onunla selamlar yolluyor
ve herkesi sevgiyle Babakale'ye
çağırıyoruz.”
89
detaylı bakış
Adatepe / Zeus Altarı
90
Zeus’un seyir terası
Adatepe, Kaz Dağı köylerinin içinde farklı bir yere sahip. Köyün tarihi tıpkı Assos gibi antik çağlara
kadar dayanıyor ve bu oldukça dikkat çekici. Zeus ile Hera'nın Truva Savaşı’nı izledikleri antik
Gargaros tepesinin burası olduğu sanılıyor.
Homeros İlyada destanında tanrıların
İda Dağı’nda yaşadıklarından ve
Truva Savaşı’nı buradan izleyip
yönettiklerinden söz eder. Tanrılar
Tanrısı Zeus’un da burada yaşadığı
ve savaşı izleyip yönettiği yine bu
destanda yer alır. Bölgede çalışma
yapan araştırmacılar bu yüksek,
denize ve Edremit Körfezi’ne hakim
bir tepe üzerine inşa edilen mekanın
Zeus’a ait olduğunu düşünüyorlar.
Dede Tepe üzerinde bulunan Zeus
Altarı (altar:kurban kesilen özel
yüksek yer, sunak, kurban taşı) kaya
kütlesinin işlenmesiyle oluşturulmuş.
Bu kaya kütlesine yine kayaya oyuk
basamaklardan oluşan merdiven
ile çıkılıyor. Sunak nişleri, oturma
platformları ve içi oyularak oluşturulan,
üstü tonozla örülmüş sarnıcı da
bulunuyor. Ayrıca antik sunağın hemen
yanında yöre halkının inandığı bir adak
yatırı da yer alıyor. Bu haliyle Zeus
Altarı günümüzde hala kutsal mekan
kimliğini sürdürüyor.
Bir zamanlar liman olarak kullanılan
Küçükkuyu’dan 4 km. dağa doğru
çıktığınızda bir yol ayrımı ile
karşılaşıyorsunuz. Adatepe Köyü’ne
girişi ve Zeus Altarı’nın girişi yan
yana. Eğer ki tercihiniz Zeus Altarı ile
başlamak ise giriş kapısından yaklaşık
91
detaylı bakış
700 metre doğa ile iç içe bir yürüyüşe
hazır olun. Tepede Zeus Altarı’na
ulaşacaksınız ve manzarayı görünce
“iyi ki yürümüşüm” diyeceksiniz.
Burada bütün körfezi görebileceğiniz
gibi Zeus Altarı’ndan kalan kalıntıları da
görmeniz mümkün olacak. Ancak çok
büyük bir beklenti ile gitmemelisiniz
çünkü altardan geriye sadece
merdivenle üzerine çıkabildiğiniz bir
kaya parçası ve oyuntu kalmış. Fakat
başınızı döndürebilecek güzellikteki
panoramik manzara sizi fazlasıyla
tatmin edecek.
92
İlyada’da bahsedilen ve Cumhuriyet
öncesi Türk ve Rumların birlikte
yaşadığı Atatepe Köyü’nde ise
mübadeleden sonra Rum nüfusu
kaybolmuş. Zamanında zeytincilik ve
hayvancılıkla uğraşılırken günümüzde
sadece zeytincilik yapan az sayıda
köylü bulunuyor. 1989 yılında sit alanı
ilan edilerek eski taş evler koruma
altına alınmış. Evler civardaki küçük
taş ocaklarından çıkarılan taşlarla
yapılıyor. Taş işçiliği hala yaşayan bir
gelenek. Son yıllarda özelikle büyük
şehirlerden yerleşen yeni ev sahipleri
sayesinde evlerin çoğu restore ediliyor.
Köy meydanındaki 400 yaşındaki
dev çınar ağacının etrafındaki otantik
kahveler turistlere için bütün yıl açık.
Zeytincilikle uğraşılan köyde zeytinyağı
ve sabun alabileceğiniz dükkanlar da
bulunuyor. Türkiye’de türünün ilk örneği
sayılan Adatepe Zeytinyağı Müzesi
ise mutlaka görülmesi gerekenler
listesinde. Müzede eski zeytinyağı
presleri, zeytin toplama aletleri, taşıma
ve saklama kapları, çeşitli folklorik
objeler görülebiliyor. Aynı zamanda
geleneksel usulde zeytinyağı sabun
yapım tekniği de açıklamalı olarak
sergileniyor.
93
uzaktaki yakın
İrlanda “yaşama” çağırıyor
Özgür Çakır
94
Dublin
Dergi Bursa’nın ana teması yaşam olan bu sayısında, rotamızı hayat dolu bir şehre, Dublin’e
çeviriyoruz. Sıcak kanlı, dost canlısı ve misafirperver adalıların sloganları: “365 gün kutlama yapıyoruz,
gelin ve parçası olun!” Gerçekten de en meşhuru 14-18 Mart arasında kutlanan St. Patrick Festivali
olmak üzere ajandalarında takvimin neredeyse bütün haftaları bir etkinlikle dolu. Yazının sonuna
geldiğinizde zihninizde karıncalanmaya başlayacak olan seyahat planınızı hazırlarken ziyaret
etmenizde fayda var: www.thegatheringireland.com
95
uzaktaki yakın
Avrupa’nın kuzeybatısında, okyanus
kıyısında yer alan İrlanda, çok sayıda
irili ufaklı ada ile çevrili olan ve İrlanda
Denizi ile Britanya’dan ayrılan görece
küçük bir ada devleti. Ülkenin en
büyük kenti olan Dublin de Avrupa’nın
nüfusu en genç ve en hızlı büyüyen
kentlerinden biri. Bağrından dünyaca
ünlü edebiyatçılar ve müzisyenler
çıkaran bu şehir; tarihi dokusu, kültürü,
sunduğu eğlence alternatifleri ve doğal
güzellikleri ile cazibe merkezi. Bunca
nedenden, Dublin yılda yaklaşık beş
milyon turisti ağırlıyor. Bu özelliği ile
de Avrupa’nın Paris ve Londra’dan
sonra en çok ziyaret edilen başkenti
durumunda. Hal böyle olunca Türk
Hava Yolları’nın da her gün karşılıklı
sefer düzenlemesi sürpriz değil.
İrlanda, Avrupa Birliği üye ülkelerinden
biri. Para birimi Euro. Buna karşılık tıpkı
İngiltere gibi bir durum söz konusu;
96
Schengen Anlaşması’na dahil bir ülke
değil. Bu yüzden Dublin seyahati için
İrlanda vizesi alınmalı. Son birkaç yıldır
ekonomik gerekçelerle İngiltere vizesi
olan ve İngiltere’ye en az bir kez girişçıkış yapmış kişiler de vize süreleri
boyunca ülkeye kabul ediliyor. İngiltere
vizesi olanlar ve kanunun güncel hali
ile 2016 yılına kadar sürecek bu fırsatı
değerlendirmek isteyenler, Birleşik
Krallık ziyareti sonrası İrlanda’yı da
aradan çıkarabilirler.
Ülkenin iki resmi dili var: İrlanda
Keltçesi olan “Gaelic” yani İrlandaca ve
İngilizce. “Gaelic”, kırsal alan dışında
kullanılmayan ve unutulmaya yüz
tutmuş bir dil olsa da bütün tabelalarda
önce İrlandaca, altında da İngilizce
isimler yer alıyor ve bu iki dil gerçekten
birbirine hiç benzemiyor. Trafik tıpkı
İngiltere’de ve Kıbrıs’ta olduğu gibi
soldan akıyor. Turistler düşünülerek,
trafik ışıklarında ve yaya geçitlerinde
bakılması gereken yönler yerlerde
kocaman harflerle yazılmış; karşıdan
karşıya geçerken dikkatli olmakta fayda
var.
Dublin neredeyse hiç yokuşu olmayan,
gezilip görülecek yerlerin neredeyse
tamamına yakını yürüme mesafesinde,
tabir yerindeyse kutu gibi bir şehir.
İçinden nehir geçen her şehir gibi güzel
bir şehir. Konaklama için ister hostel
ister George Dönemi mimarisinde tarihi
bir bina ister modern bol yıldızlı bir
hotel seçin, dikkat etmeniz gereken en
öncelikli konu: barlardan uzak bir yer
tercih etmek. Aksi halde Avrupa’nın
eğlence başkentinin sabahlara kadar
süren hafta sonu eğlenceleri sırasında
siz de o şamatanın bir parçası olarak
barda değil de yatağınızdaysanız,
lokasyon seçiminiz sinir bozucu bir
uykusuzluk sebebi olabilir.
Dublin’de diğer Avrupa başkentlerinin
aksine metro yok. Söylediğim gibi şehir
düzayak ve görece küçük olduğu için
tabanvay marifeti ile gezmek en kolay
yöntem. Alternatif olarak tramvayı ya
da şehrin bütün caddelerinde vızır vızır
işlemekte olan otobüsleri de tercih
edebilirsiniz. “Romatizmalarım azdı,
yorulmadan gezeyim” diyenler için
tatmin edici bir rotası olan turistik tur
otobüsleri de mevcut.
Şehri gezerken mihenk taşımız pek
tabii Liffey Nehri olacak. Şehrin
ortasından geçen Liffey’in kuzeyi ve
güneyi arasında İstanbul’un AnadoluAvrupa, İzmir’in Göztepe-Karşıyaka
ayrımı gibi bir durum var. Daha önceleri
sınıfsal bir ayrımı da işaret eden
“yukarı” ve “aşağı” Dublin arasında,
ikisi yayalara ait olmak üzere toplam
on beş köprü yer alıyor. Bunların
en meşhuru ise “Ha’penny Bridge”.
1816 yılında açılan köprü, ismini ilk
yıllarda geçiş için talep edilen yarım
Penny’den alıyor. İkinci yaya köprüsü
ise 2000 yılında açılan Millenium
Köprüsü. İrlandalılar Millenium işini
fazla abartmış görünüyor. Çünkü kuzey
tarafındaki ana cadde olan O’Connell
Caddesi üzerinde de bir Millenium Anıtı
bulunuyor. Şehrin en yüksek yapısı
olan bu uzun bir iğne ya da bayrak
direği görünümündeki metal yapının
adı “The Spire Of Dublin”. Mimarına
bolca ödül kazandırmış olsa da
hemen karşısındaki olağanüstü mimari
güzellikteki Eski Posta İdaresi ve aynı
sırada dizili olduğu diğer heykeller
ile oldukça uyumsuz görünümdeki
bu modern sanat mamulü, sadece
benim değil, Dublinlilerin de pek
sempatisini kazanmış görünmüyor.
Halk arasında “spike” yani “sivri”
olarak isimlendirilmekte ve ismi
geçtiğinde duruma bir de burun kıvırma
hareketi eklenmekte. Yine de her
yerden görünebilir olması nedeniyle
yönünüzü bulmak için kullanmakta
ve gerektiğinde altında buluşmakta
sakınca yok elbette.
Şehrin kuzeyinde görülecek yerler
daha kısıtlı. Hazır “The Spire”dan
yola çıkmışken Kuzey Dublin turunu
tamamlayalım. Kuzey Dublin’in ana
bulvarı O’Connell Caddesi’ni kesen
Hanry ve Talbot caddeleri, alışveriş
meraklıları için doğru adres. Hanry
Caddesi’nin devamındaki Mary
Caddesi’nin sonunda yer alan ve
kiliseden dönüştürülmüş olan “The
Church Restaurant” da ilginizi çekebilir.
Aynı yönde daha ilerde ise meşhur
İrlanda viskisi “Jameson”un 1780’de
kurulmuş ve bugün bir müzeye
dönüştürülmüş olan eski fabrikası “The
Old Jameson Distillery” ateş suyu
meraklıları için ilginç bir durak. Turlara
97
uzaktaki yakın
katılıp viski yapım aşamalarını görebilir
ve tadım yapabilirsiniz. Birkaç blok
ileride ise Avrupa’nın en büyük şehir
içi parkı olan Phoenix Park yer alıyor.
Özellikle çocuklu aileler bu parktaki
hayvanat bahçesini kaçırmasınlar.
Edebiyata düşkün okurların ilgisini
çekmesi muhtemel “Yazarlar Müzesi”
de hemen yakınındaki James Joyce Evi
ile birlikte şehrin kuzeyinde, O’Connell
Caddesi’nin sonundaki Kuzey Georgian
bölgesinde yer alıyor. Başta James
Joyce, Bernard Shaw, Oscar Wilde ve
Jonathan Swift olmak üzere onlarcası
98
ile dünya edebiyatına damga vurmuş
olan İrlandalı yazarların hatırası sadece
müzelerde ya da kütüphanelerde değil,
aslında olması gerektiği gibi şehrin
sokaklarına da taşmış durumda. Heykel
ya da büstlerinden bahsetmiyorum
elbette. Kafelerde, restoranlarda,
duraklarda, graffitilerde, her köşe
başında ünlü bir İrlandalı yazara ait bir
özdeyiş veya aforizma ile karşılaşmanız
mümkün. Aynı durum, bu şehrin
tohumlarından filizlenen müzik grupları
ve müzisyenler için de geçerli. Başta
U2 ve Cranberries olmak üzere müzik
grupları ve Bob Geldof, Cris De Burgh,
Sinead O’Connor ve Eurovision fatihi
milli damadımız Johnny Logan gibi
ünlü simalar mutlaka bir yerlerden çıkıp
size göz kırpacak ya da melodileri ile
size eşlik ediyor olacaklar siz şehri
arşınlarken.
Kuzey Dublin turumuzu bitirdiğimize
göre asıl turistik mesaimizi yapacağımız
Güney Dublin’e geçmenin zamanıdır.
Nehir kıyısına ulaşın ve geleneklere
uygun olarak Ha’penny Köprüsü’nün
ortasında durup Liffey Nehri’nin ve
manzaranın tadını çıkarın. Doğu
yönünde göreceğiniz Beyaz Saray’ı
99
uzaktaki yakın
andıran ve önünde lunapark kurulu
olan bina, Dublin’deki en önemli mimari
yapı olarak kabul gören “Custom
House”. Ha’penny’den geçerken üç
yapraklı yonca ile sembolize edilen
İrlandalı şansı yani “Irish Luck” dilemek
için köprünün demir korkuluklarına
bir asmalı kilit de siz takın. Bu işler
size göre değilse de dünyanın bu
100
simge yapısında sizden de bir his ve
iz kalacağını düşünerek yapın bunu.
Ha’penny Köprüsü’nün güney ayağı
sizi doğrudan meşhur Temple Bar
bölgesine çıkaracak. Bölge, adını 1840
yılında açılmış olan “Temple Bar”dan
alıyor. Fazla turistik bulup burun
kıvırmayın ve siz de Dublin’de turist
olmanın keyfini çıkarmak, metrekareye
düşen elli turistten biri olmak üzere
içeriye kapağı atın. Canlı İrlanda müziği
ve Guinness birası eşliğinde eğlence
garantili. Araç trafiğine kapalı olan ve
tabelalarında trafik işaretlerinin yerini
“Gülümseyin” uyarıları alan Temple Bar
bölgesinde, sayıları şehrin genelinde
yaklaşık bini bulan “Irish pub”ların
yüzlercesi ve değişik alternatifler sunan
çok fazla kafe, restoran, sanat galerisi
ve mağaza bulunuyor. Özellikle hafta
sonları olmak üzere gece gündüz
tıklım tıklım haldeki bu bölge Dublin’i
Avrupa’nın eğlence başkenti olarak tarif
eden bütün sıfatların hakkını veriyor
doğrusu.
Temple Bar molası sonrası güney
Dublin turuna başlamak için en doğru
adres “Guinness Store House”.
Rekorlar kitabına da adını veren
Guinness markası, şehirdeki dev
bira üretim tesisini bir nevi müzeye
çevirmiş ve turizme kazandırmış.
Girişte konukları karşılayan eğlenceli
bandodan çıkıştaki son adımınıza kadar
son derecede iyi organize edilmiş
bir turistik atraksiyon sizi bekliyor.
Dış duvarlar dışında içyapıda ağırlıklı
metal ve cam kullanılarak restore
edilmiş fabrika binasında dünyaca
meşhur siyah Guinness birasının üretim
aşamalarını görüp tur boyunca sık
sık da tadım yapıyorsunuz. Markanın
gelişim süreci, en eski reklam afişleri ve
bütün materyallerin sergilendiği kısım
ile her kattaki görsel oyunlar ilgi çekici.
Binanın asıl sürprizi ise turun sonunda
ulaştığınız 7. kattaki “Gravity Bar”.
101
uzaktaki yakın
Bütün cepheleri cam ile çevrili bu şeffaf
teras barın sunduğu 360 derece Dublin
panoraması nefes kesici. Camlarda
yer alan ve baktığınız yöndeki önemli
yapıların isimleri ile ilgili kısa bilgiler
veren açıklamalar, şehre adapte
olmanızı kolaylaştıracak. İrlandalı siyahi
güzel Guinness’ler müessesenin ikramı.
Çıkışta zemin katta bulunan mağaza
102
da hediyelik eşya alışverişini aradan
çıkarmak için bire bir.
Sıradaki durağımız Dublin’in bulunduğu
semte de adını veren meşhur
üniversitesi “Trinity College”. Kraliçe
Elizabethlerin birincisi tarafından
1592 yılında Prostestan Anglo-İrlanda
Hanedanlığı’nın üyelerini yetiştirmek
için Cambridge ve Oxford Üniversiteleri
örnek alınarak yaptırılmış, son derece
prestijli ve popüler bir okul. 1970 yılına
kadar Katoliklerin eğitim göremediği bu
okulda, şimdi dünyanın her yerinden
ve her dine mensup gençler muhteşem
binalar barındıran bu tarihi kampüste
eğitim görüyorlar. Kampüste en ilginç
yer “Long Room” adı verilen ve adının
hakkını da ziyadesiyle veren upuzun
tarihi kütüphane. Kütüphanenin
uzunluğu 65 metre ve kitapların çoğu
1700’lerden kalma. En üst raftaki bir
kitaba ulaşabilmek için onlarca metre
uzunluğunda merdivenler kullanılıyor.
Çoğu orijinal ilk basım olan kitapların
hepsi çok değerli. Long Room’un
bulunduğu binanın girişindeki “Book
of Kells” sergisi de sunum ve içeriğiyle
mutlaka görülmeli. Bu sergideki
orijinal el yazmalarından oluşan ve
büyük bir titizlikle korunan kitaplar
Trinity Koleji’nin en önemli mirası
kabul ediliyor. Üniversitenin avlusunda
binaların kurşuni rengi ile yemyeşil
çimenlerin yarattığı kontrast, bahçe
düzenlemesi ve heykeller gerçekten
göz alıcı.
Üniversitenin bulunduğu ve ismini
verdiği semt, bir tarih, kültür ve sanat
bölgesi. Parlamento Binası, National
Museum gibi “görülmesi iyi olur”
yerlere yürüyerek ulaşabilirsiniz. Yolda
karşınıza çıkacak olan ve bir İrlanda
yerel halk şarkısının kahramanının vücut
bulduğu sepetlerle dolu bir el arabasını
taşıyan, derin dekolteli olduğu halde
kimselerin “tu kaka” demediği, üstüne
bir de hatıra fotoğrafları çektirdiği genç
kadını yani Molly Malone’nin heykelini
görünce Dublin’in İstiklal Caddesi’ne
geldiğinizi anlayabilirsiniz. Dublin’in
yayalara ayrılmış ve araç trafiğine
kapalı caddesinin ismi Grafton. Bu
caddede hemen hemen bütün büyük
mağazaları bulabileceğiniz gibi çok
sayıda kafe, restoran, kitapçı, ıvır
zıvırcı, galeri ve sokak çalgıcıları
ile Las Ramblas’ı da hatırlatan mim
sanatçıları arzı endam etmekte. Grafton
103
uzaktaki yakın
Caddesi’nde ve ara sokaklarında
uzun vakitler geçireceksiniz. Bu
bölgede bütün dünya mutfaklarını
tadabileceğiniz restoranlar mevcut.
Ancak İrlanda mutfağına ait bir şey
bulmak gerçekten güç. Geleneksel
bir şey yemek istediğinizde aldığınız
cevap İngiltere ile aynı: “Bizim
mutfağımız diye bir şey pek yok ama
104
Uzakdoğu, İtalyan ya da Fransız, ne
ararsanız hepsi var”. Kendilerine özgü
olan en meşhur yemek ise İrlanda
kahvaltısı. Kahvaltı tabağındakiler
ise şöyle: Yumurta, beyaz ve siyah
puding (ismine aldanmayın içinde
etin kanı da bulunan bir çeşit sosis),
domuz pastırması, sosis, fırınlanmış
patates, mantar ve bir çeşit salçalı kuru
fasulye. Lezzetli bir kombinasyon ama
kahvaltıdan çok öğle yemeği için uygun
sanki.
Grafton Caddesi’nin sonuna kadar
yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak
olan meydana bakan büyük arkın
arkasındaki park ise Güney Dublin’in
nefes aldığı St. Stephen’s Green.
Büyükçe bir gölet de bulunan bu
parkın tarihi 16. yüzyıla dek dayanıyor.
Çocuklu aileler, spor yapan Dublinliler,
güvercinler, ördekler ve martılar ile
capcanlı, hareketli, James Joyce gibi
ünlü simaların heykelleri ve anıtlarla
bezeli bir şehir parkı. 1845’te başlayan,
üç yıl süren ve bir milyon insanın
ölümü ve bir o kadar da insanın göç
etmesiyle sonuçlanan patates kıtlığı
ile açlık dönemini simgeleyen Famine
Anıtı bu parkta yer alıyor. Kemikleri
sayılan insan figürleri Green’in keyifli
havasında hüzün veriyor izleyene.
Dublin küçük, düzayak ve rahat bir
şehir, her yere tabanvay ile ulaşmak
mümkün dedik ama her an yağmura
yakalanmayı da göze almalısınız.
“Bir günde dört mevsim yaşamak”
klişesinin gerçekte hayat bulduğu yer
sanırım tam olarak Dublin. Aynı gün
içinde güneşin, dolunun, yağmurun,
hatta karın tadına bakmanız mümkün.
Yine de Gulf Stream’in etkisiyle hava
oldukça ılıman. Dondurucu bir soğuk
ihtimali neredeyse yok gibi. Kış
aylarında sıcaklık ortalaması 8°C iken
yaz aylarında 20°C civarında. Güneş
yüzünü göstermek konusunda nazlansa
da yemyeşil parkları, parklarda
rengarenk açan çiçekleri, tarihi yapılar
ve şehrin genel mimarisinde kullanılan
canlı renkler şehrin albenisini arttırıyor.
Gökyüzü bulutlu olsa da Dublin
rengarenk. Özellikle kapıların renkli
halleri dikkatinizden kaçmayacak. Soylu
birinin vefatı sonrası Kraliçe’nin bütün
kapıların siyaha boyanması emrine
bir tepki olarak o dönemde başlayan
gelenek bugün de halen sürdürülmekte
ve bu rengarenk kapılar Dublin’in
simgelerinden biri olmuş durumda.
Özellikle üç katlı kırmızı kiremit rengi
tuğla binalardaki kapılar ve tokmakları
görülmeye değer. Bu evlerin en güzel
örnekleri de St. Stephen’s Green
yakınlarındaki Merrion Meydanı’nda ve
çevresinde yer almakta.
Şehrin merkezinde iki büyük katedral
var. En eskisi Christ Chuch Cathedral
ve en meşhuru da St. Patrick’s
Cathedral. İkisi de Liffey’in güneyinde.
Dublin’in bir de kalesi var elbette.
“Dublin Castle” Anglo - Normanlar
tarafından 1204 yılında yapılmış.
Şu anda birkaç döneme ait farklı
mimari özellikte parçalarıyla eklektik
görünümdeki kale, Avrupa Birliği
toplantılarının yapıldığı büyük salonları
barındırıyor; bir de savunma ve kalenin
ihtiyaçlarının ikmali için yapılan yeraltı
mağaralarını. Kalenin bulunduğu bu
kompleks içindeki Chester Beatty
Kütüphanesi ise görülmeye değer.
İsmi kütüphane olsa da Alfred Chester
Beatty adında New Yorklu bir maden
mühendisi tarafından kurulmuş olan
modern bir müzeden bahsediyorum.
Çocukluğundan başlayarak bütün
yaşamını tarihi değer olan el yazmaları,
minyatürler ve buna benzer dini
materyal toplayarak geçirmiş olan zat-ı
105
uzaktaki yakın
muhterem, bu müzeyi de koleksiyonunu
sergileme amaçlı kurmuş. Parçalarının
pek çoğu eşsiz olan koleksiyona değer
biçilemiyor. Mistik bir atmosferi olan
ve çoğunluğu dini içerikli el yazmaları
bulunan bu müzede, İslam dinine
ayrılmış olan kısımda benzeri bir başka
İslam ülkesinde olmayan el yazması
Kur’anların olduğu bir koleksiyonun
sergilendiğini de belirtmeli.
Dublin’e ayırdığınız zamanın en
azından yarım gününü, mümkünse gün
batımına denk gelen bir kısmını küçük
bir şehir dışı turuna da ayırmalısınız.
Dublin merkezinden sadece 20 dakika
tren mesafesinde olan Howth’u
görmezseniz kaçırdığınız balık büyük
olur, benden söylemesi. Trenden
indiğinizde bambaşka bir dünyaya
106
ışınlanmış gibi olacaksınız. Her
yanınızı deniz ve balık kokusu saracak.
İneceğiniz tarihi istasyon, limanın
yanı başında. Limanda ise yan yana
balıkçılar ve elbette balık restoranları...
Marketlerdeki kocaman karideslere,
ıstakozlara ve adını bilmediğiniz çeşit
çeşit balıklara takılıp kalmamak zor
ama önce bunları hak etmelisiniz.
Balık ziyafetini dönüşe saklayın
çünkü yolumuz uzun. Howth’un deniz
fenerleri ünlü. Limandakinin adı “Howth
Harbour Lighthouse.” Bu fenerin
karşısında Ireland’s Eye ve Lembey
adaları manzarayı taçlandırıyor. Bu
manzaraya fazla takılıp kalmayın
çünkü sırada diğer uçta sizi bekleyen,
tepenin ardındaki ikinci deniz fenerini
görmek “ölmeden yapılacak on şey”
listesini zorlayacak bir deneyim.
Hani filmlerde içinde deniz feneri
olan bazı sahneler vardır; uçsuz
bucaksız deniz, puslu, fırtınalı, bulutlu
bir hava, yemyeşil bir tepe, arada
beliren güneş ve gün batımı ışığının
vurduğu uçurumun kenarında bir
deniz feneri. İşte bu fenerin ismi “Baily
Lighthouse.” Ulaşmak için bir hayli
yokuş tırmanmanız ve oldukça uzun
bir yol kat etmeniz gerekecek ama
izleyeceğiniz manzara her türlü eforu
hak edecek ve bütün yorgunluğunuzu
alacak cinsten. Fotoğraflarınızı çekip,
ufka dalıp zihninizi boşalttıktan sonra
dönüş yolunda kasabanın eski barına
uğramak ve Guinness içen, Keltçe
konuşan, kırmızı yanaklı amcalarla
birlikte rugby maçı izlemek, “Irish
pub”ın çakmasını değil orijinalini
yaşamak ise paha biçilemez.
107
uzaktaki yakın
Dublin’den instagram kareleri
108
109
detay
110
Hayat;
kırmızı,
kocaman
bir meyve
Yaşam; büyük, bol sulu,
dünyanın her yerinde taşı
değişen ve hepimize kendini
türlü çeşit tattıran güzel
bir meyve. Yaşam dolu bir
tabağınız olsun, tabağınızda
taze, sağlıklı, kocaman bir dilim
yaşam olsun istiyorsanız onu
pazarlarda bulabilirsiniz.
Yazı: Emine Civanoğlu Fotoğraflar: Korcan Karaoysal, Engin Çakır
111
detay
Yaşam bir kadın olsa, pazaryerleri de hayatın koluna takıp sallaya sallaya gezdirdiği kocaman bir
sepet olurdu. Her mevsimin meyvelerini, sebzelerini dalından toplar bu sepete koyardı yaşam. Bizim
hiç gitmediğimiz tepelerine çıkardı şehirlerin ve bizim hiç bilmediğimiz otlarını toplardı.
112
Büyük şehirlerde hayatın en güzel renklerini ve en taze tatlarını pazarlarda bulursunuz. Pazaryerlerinde
dolaşmak, bir Van Gogh tablosunun içine girip orada dolaşmak gibidir. Tekdüze market solgunluğuna
alıştığımız, rengi solmuş meyvelerinin cansızlığına artık hiç şaşırmadığımız şehirlerin en renkli yanıdır
pazaryerleri. Dünyanın bütün ülkelerinde pazaryerlerinin kendine has bir curcunası vardır ve daha gün
doğarken başlar bu hareketlilik. Limonlar, havuçlar tek tek dizilir sergilere ve işte o saatlerde başlar
ressam ‘pazaryeri tablosu’nu çizmeye.
113
detay
Burnunuza mis gibi şeftali kokusu gelir, bu koku aklınıza girer, oracıkta alıp yemek istersiniz. Eriğin,
kirazın, dalından yeni düşmüş mürdüm eriğinin tadına bakmak serbesttir. Taze kekikle, hardal otu ile
orada tanışırsınız. Küçük bir bahçeden az önce toplanıp gelmiş bir demet maydanoz sizi bekler bütün
gün. Şişe şişe dizilmiş zeytinyağları tam istediğiniz kıvamdadır... Bu mevsimde bakla olur güzel, onu
bir de başka bir tezgahtan aldığınız dereotuyla süsleyince nefis olur. Renk renk fularlar, çeşit çeşit
ipliklerden örülmüş şallar vardır pazarın bir başka yanında.
114
115
detay
Pazarın girişinde sizi pazarın sesleri ve kokusu karşılar. Semizotları satan genç kadının yüzündeki
neşe de sattığı otlar kadar körpeciktir. Nefis bir kabak çiçeği dolmasını kendi ellerinizle pişirdiniz mi
hiç? Kabak çiçekleri sabahın en erken vaktinde toplanmış ve meraklısı için pazara getirilmiştir. Herkes
sergisini en göz alıcı biçimde yerleştirir; uzun yılları pazaryerlerinde geçen bir ömür boyunca, artık
pazarcıların hepsi de bu konuda işin ustası olmuştur. İsimler takarlar sebzelerine, meyvelerine. Pazara
gelen karpuz da, erik de, kiraz da uzaklardan yollara düşüp gelmiştir. Kıpkırmızı çilekler daha gözünü
açar açmaz, koşa koşa pazarda almıştır soluğu. Herkesin hayatta en az birkaç kere mutlaka yemesi
gereken kırmızı pancar, pazarın mucizesidir; sağlığınıza sağlık katar.
116
Toprağın ve ağaçların meyvesini de bulursunuz pazarda, dantelin motifini gözü kapalı bile çıkaran
hünerli kadın elinin meyvesini de bulursunuz. Güzel ambalajlar yoktur pazaryerinde ama çok güzel
insanlar vardır; sohbetleri de tezgâhtaki meyveleri gibi tatlıdır. Pazarcılar kendi aralarında gün boyu
şakalar yaparlar, ayaküstü hikayeler yazarlar ve sizi de o kısacık anlarda bu eğlenceye ortak ederler.
Pazarı gezerken pazarın seslerini bir şarkı dinler gibi dinlersiniz. Çok sesli bir müzik vardır orada.
Kimisi tezgahın kenarına vurup tempo tutar, kimisi ıslık çalar, kimisi de sattığı tencere tavayla eşlik
eder bu pazaryeri müziğine.
117
detay
Zaman geçtikçe unutulmuştur belki ama dünyanın kuruluşundan beri yaşamın kalbinin attığı yerdir
pazar. Haftanın üç günü başka bir semtte hayat burada eğlenir, burada bekler ağzının tadını bilenleri.
Pazarı gezerken taze bir yufkanın kızarmış kokusunu duyarsınız, arasında peynir, biraz maydanoz...
Pazarın lezzetini o yufkaya sarar doya doya yersiniz.
118
119
foto öykü
Hareketli bir “yaşam”
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör
120
Bursa’dan yaşam dolu kareler ararken karşımıza
çıkan Lunapark, her haliyle yaşamın ta kendisiydi.
Fotoğraflara baktığımızda Bursa’nın bambaşka bir
halini gördük. Sizinle de paylaşalım istedik...
121
foto öykü
İçi su dolu bir yaşam öyküsü
Tüm kıyıları birer cennet olan ülkemizde giderek daha da ünlenen dalış sporu, suyun altındaki eşsiz
maceraları beraberinde getiriyor. Foto Öykü köşemiz sularımızdaki yüzlerce dalış noktasından birini
aktarıyor sizlere; Alanya-Karaburun… Turkuvaz bir yolculuk sizleri bekliyor…
Yazı: Alper Türkay Fotoğraflar: Engin Çakır
Söze kalkış noktamızdan bahsetmekle
başlamakta yarar var. Çünkü çıkış
noktamız Türkiye’nin akış hızı en
düzenli akarsuyu olan Manavgat
Nehri… Üzerinde iki tane baraj
olmasına rağmen (Oymapınar ve
Manavgat), tekne turlarının başlangıç
noktası olan bir yer. Manavgat ilçesinin
merkezinden denize kadar teknelerin
gezmesini engelleyebilecek herhangi
122
bir engel bulunmuyor. Tertemiz suyu ile
ünlü olan bu ırmak Türkiye’nin en büyük
ırmaklarından…
Temmuz’un ilk hafta başıydı ve tekne
turuna ya da dalışa katılacak olan
herkes çok heyecanlıydı. Turkuvaz bir
ırmaktan denize açılacağımızı bilmek
bile insana apayrı bir huzur veriyordu.
Nehirdeki kalkış noktamıza yaklaştıkça
heyecan daha da arttı. İlçe merkezinin
doğusunda alüvyonlarla dolu bir kıyıda
denizle buluşan Manavgat’ta, mavi
yolculuğumuza başladığımız 17m
ahşap bir tekne bizi bekliyordu.
Tekneye bindiğimiz ilk anlarda
herkeste bir çekingenlik hâkimdi.
Çünkü kimse kimseyi tanımıyordu.
Tabi bu durumun oluşmasında farklı
ülkelerden insanların bir araya gelmiş
olmasının da payı büyüktü. Ama henüz
birkaç dakika geçmişken konuşma
sesleri yükselmeye başladı… Teknede
ağırlıklı olarak Türkler, Ruslar ve
Norveçliler vardı. Bu gruplar mavi turun
ilk dakikalarında birbirlerine yabancı
gözlerle baksalar da dönüş yolunda
kahkahalarla eğleneceklerdi…
Nehir boyunca ilerleyen teknemiz bizi
doğanın tam kucağında gezdiriyordu.
İki tarafımıza sazlıklar ve ağaçlarla
çevrili bir manzara hâkimdi. Mavi
tura çıkan diğer tekneler kornalarıyla
bizi selamlıyordu. Diğer teknelerdeki
yolcular el sallıyor, bazılarında göbek
bile atıyorlardı… Animasyon ekipleriyle,
hem müziğin hem doğanın hem de
eğlencenin keyfiyle yol alan yolcular
kendilerinden geçmiş gibiydiler. Tabi
bunda alkolün etkisini de unutmamak
lazım. Fakat bizim teknemizde alkol
kullanılmıyordu. Çünkü dalışa gidecek
dalgıçların içmesi tehlikeli sonuçlara
neden olabilirdi…
Tam da grup neşesini bulmuşken
nehirdeki gezintinin sonuna gelmiştik.
Ama birdenbire hiç beklemediğimiz
bir şeyle karşılaştık. Suratlarda endişe
ifadeleri belirmişti. Fakat kaptanımız,
tekne miçolarının da desteğiyle, bizi
yaşadığımız bu endişeden hızlı bir
şekilde çıkarttı. Endişenin sebebi ise
teknenin kumulların üzerine oturmuş
olmasıydı. Daha sonradan öğrendik ki
deniz ve ırmağın birleşme noktasında
sürekli olarak yer değiştiren kumullar
oluyormuş. Kimi zaman da nehirden
denize çıkmaya çalışan tekneler bu
kumullara takılabiliyormuş. Biz de
bu durumdan nasibimizi aldıktan
sonra denize çıkmanın heyecanı ile
meraklı gözlerle etrafımızı seyretmeye
koyulduk… Şimdi istikamet Alanya
tarafındaki Karaburun mevkiiydi. Dalış
noktalarımız oradaki küçük adacıkların
civarında olacaktı…
Denize açıldıktan sonra dalış noktasına
varmadan yapılması gereken son
kontroller dalış eğitmenleri ve
tekne personeli tarafından dikkatle
gerçekleşti. Dalacak kişilerin
tecrübelerine göre eğitmen dalgıçlarla
eşleştirilmesi, dalış gruplarının
belirlenmesi, dalış elbise ve takımlarının
hazır hale getirilmesi herkesin daha da
heyecanlanmasına sebep oldu. Tüm
bunlar yaşanırken özellikle teknedeki
çocukların ilgisi bir anda suyun
üzerine odaklandı. Herkes şaşkınlıkla
123
foto öykü
suyun üzerinde giden dev bir Caretta
Caretta’dan bahsediyordu. Masmavi
suların üzerinde büyüklüğüyle gören
herkesi etkileyen bu kaplumbağa
yolcuların daha da kaynaşmasına
neden oldu.
Mavi sularda hızla ilerlerken teknenin
üst bölümünde güneşin keyfini
çıkartanların sayısı da hayli fazlaydı.
Özellikle güneşlenmek isteyen
bayanlar yukarıdaki minderlerin
üzerinde Akdeniz’in sıcaklığının
tadına bakıyorlardı. Çocukların
derdiyse teknede bir aşağı bir yukarı
koşturmaktı… Akdeniz’in büyüleyen
ışıltısı ve deniz havası teknedeki
herkesi adeta büyülemişti. Artık
124
çoktan tanışmış olan yolcular, artık
gerek ülkeleri gerekse dilleri hakkında
sohbetler etmeye çalışırken oldukça
zorlanıyorlardı. Çünkü yolcuların
birçoğu Rus’tu ve aralarında rehberleri
Natalie dışında Türkçe ya da
İngilizce bilen yoktu. Teknede sohbet
edebilenler genelde Norveçli misafirler
ile İngilizce bilenlerdi. Ama Rus turistler
de sohbete ortak olma konusunda
oldukça çabalıydılar. Bir yandan Türkçe
birkaç kelime öğrenmeye çalışırken
diğer yandan kendi dillerinden birkaç
kelimeyi biz Türklere ve Norveçlilere
öğretme çabasındaydılar…
Sonunda tüm yolculuk boyunca
beklediğimiz anlar yaklaşıyordu.
Dalış noktası görüş mesafesindeydi
artık. Dalışa geçecek ilk grup
çoktan hazırlanmıştı bile. Usta
bir ekiple başlayacaktı dalışlar…
Eğitmen dalgıçlar ve 3 yıldızlı
dalgıçlardan oluşan bu grubun ilk
dalışı gerçekleştiriyor olması, ilk
kez dalacak olan bizleri biraz olsun
rahatlattı doğrusu. Nasıl bir sırayla
dalışa geçiliyor olduğunu görmek
ilk kez suyun altında nefes alacak
olan ekibin aklındaki bazı sorulara
cevap olmuştu. İlk ekip yola çıkarken
kameralar ve fotoğraf makineleri ile
onların suya inişlerini görüntüleyen
yakınları da teknenin arka bölümünde
yer alan dalış platformuna toplandı.
Bir kısmı ise teknenin üst bölümünden
olan biteni izliyordu. Usta dalgıçlar ise
teknedekilerle biraz şakalaştıktan sonra
ok işaretlerini verip suyun derinliklerine
doğru yol almaya başladılar bile…
Teknede kalan ekip ilk önce suya giren
dalgıçların çıkarttıkları kabarcıkları
takip ediyordu ama sonrasında bu
ilgi azaldı ve herkes denizin keyfini
çıkartmaya başladı… Çocuklar soluğu
suda almışlardı bile. Çünkü ilk dalış
noktamız oldukça sığ bir bölgeydi ve
yüzmek için de oldukça elverişliydi.
Karaburun diye bilinen bu bölgede
küçük bir adacığın hemen yanındaydık.
Kimi yolcular tekneden inip küçük kara
parçasının üzerine çıkmıştı. Tabi etrafta
başka bölgelerden gelmiş gezi gemileri
ve başka dalış okulu tekneleri de vardı.
Küçük adanın üzeri oldukça kalabalık
olmuştu. Tıpkı bir sahil kadar renkli ve
insan doluydu.
Teknede kalanlardan dalışa katılacak
olanlar yavaş yavaş hazırlıklara
başlamıştı. İkinci grupta olmamın
vermiş olduğu telaş benim de içimi
kaplamıştı. Tam da bu sırada birinci
ekip dalıştan geldi. Sudan çıkıp dalış
takımlarını üzerlerinden çıkarttıkça
yüzlerindeki mutluluğu görmek
mümkündü. Çıkan herkes birbirleri
ile şakalaşıyor ve aşağıda yaşadıkları
ile ilgili espriler yapıyordu. Bu halleri
birazdan dalışa geçecek olan bizleri
daha da heyecanlandırdı. Tekne
personeli dalış takımlarını giymemizi
işaret etti. Dalış elbiselerini ilk kez
giymek bile içimi kıpır kıpır yapmaya
yetmişti. Biraz zor da olsa içine
girdiğimiz elbiselerden sonra, sıra
geldi yelekleri, paletleri ve ağırlıkları
giymeye… Dalış platformuna
oturduğumuzda ise maskeler ve
tüplerimiz miçoların da yardımlarıyla
üzerimizdeydi… Suya profesyonel
dalgıçlar gibi atlayamasak da yavaşça
bırakıldık.
Ekipmanlar ile birlikte suya girdiğimiz
ilk anları tarif etmek gerçekten de
çok zor ama kısaca şöyle denebilir;
etrafımızda keşfedilmeyi bekleyen
suların verdiği garip, endişe dolu birkaç
dakikanın merak duygusuna yenik
125
foto öykü
düşmesiydi yaşadığımız. Bir an önce
yapmamız gerekenleri öğrenip suyun
derinliklerine inmek istiyorduk… Ekibin
tamamen suya inmesini bekledikten
sonra, usta dalgıçlar ilk kez dalacak
olan dalgıçların yanlarındaydı.
Ellerimizden tuttular ve su altında
başımıza gelebilecek durumlara karşı
uyarılarda bulundular. Yavaş yavaş
suyun altına inmeye başlamıştık bile. İlk
etapta suyun altında düz durabilmeyi
öğrendikten sonra, paletlerimizi
kullanmaya başladık ve su altındaki ilk
turumuz başladı. Etraftaki kabarcıklar
ilk dikkatimizi çeken şeyler oldu. Etrafı
meraklı gözlerle izlerken eğitmen
dalgıçlarımızın dediklerini harfiyen
yerine getiriyorduk. Civarımızda irili
ufaklı balıkları görmeye başlamıştık
bile. Şanslıydık ki Akdeniz’in sakin bir
gününde suyun altındaydık ve görüş
126
mesafesi oldukça iyiydi. Kumluk bir
alandan yavaş yavaş kayalıkların
olduğu bir bölgeye doğru hareket
ettik. Etrafımızda çok renkli olmasa
da birçok mercan ve yosun kütleleri
vardı. İrili ufaklı deniz kabuklarını ve
yengeçleri görmekse apayrı bir keyifti.
Deniz minareleri ve gördüğümüz küçük
deniz balıkları yaşayan bir doğanın tam
ortasında olduğumuzu hatırlattı adeta.
Daldığımız bu bölgedeki balıklar
bizi bekliyormuş gibi bir tavır
sergiliyorlardı. Sayıları giderek
arttı balıkların. Etrafımızı tamamen
sarmışlardı. Tüm bunlar olurken sualtı
kameraları ile her yerin ve birbirimizin
fotoğraflarını çekiyor ve bu anları
ölümsüzleştiriyorduk…
Derken usta dalgıçların bize bir
sürprizi olduğunu fark ettik. Yanlarına
sakladıkları ekmekleri çıkarttılar ve
balıklara vermemiz için bize bıraktılar.
Elinizle balıkları beslemek aşağıda
olduğumuzu bile unutturmuştu.
Dakikalar nasıl geçiyordu anlamıyorduk
bile. Ama her güzel şey gibi bunun
da bir sonu vardı. Yavaş yavaş
tüplerimizdeki havalar bittiği için
dönüş yoluna çıkmamız gerekti.
Döndüğümüzde ise öğle yemeği vakti
gelmişti bile. Tavuk ve salatadan
oluşan menüye makarna eşlik ediyordu.
Çıkar çıkmaz dalış takımlarımızı astıktan
sonra tekne personelinin hazırlamış
olduğu bu ziyafetin tadını çıkarttık.
Daha sonra ise üçüncü grubun suya
dalışını izledik ve ilk dalış noktasındaki
vaktimiz dolmuş oldu.
Şimdi sıra ikinci dalış noktasında biraz
daha derin bir bölgeye dalmaktaydı.
Ama tam demir alıp ikinci noktaya
hareket etmeye başladığımızda kötü bir
sürprizle karşılaştık. Teknenin motoru
sualtındaki yüksek bir kayaya çarpmıştı
ve bu durum tekneyi epeyce sallamıştı.
Hepimiz teknenin başına bir şey geldiği
konusunda endişelenmiştik fakat durum
korkulduğu gibi değildi. Teknede
herhangi bir arıza oluşmamıştı. Hemen
suya atlayan usta dalgıçlar motor
istop ettikten sonra teknenin altını
kontrol etmişti. Bu tatsız olay biraz
endişelendirse de neşemizi kaçırmaya
yetmemiş, diğer dalış noktasına doğru
hareket etmiştik.
İkinci noktaya geldiğimizde ise hava
esmeye başladı ve en nihayetinde
dalga çıkmaya da başlamıştı. Bu
durum dalgıçların bir an önce suya
girmelerine sebep oldu ve ikinci dalışlar
biraz daha hızlı ve heyecan dolu
olacaktı. Birinci grup yine ilk kez suya
inerken yaşanan heyecanla birlikte
daldıktan sonra, biraz daha derin olan
bu bölgede yüzenlerin sayısı da az
oldu. Ama merak edilen havanın daha
da bozup bozmayacağıydı. Çünkü
teknedeki sallantı giderek artıyordu ve
dalıştan dönenleri bekleyen diğer tekne
yolcularını yavaş yavaş deniz tutuyordu.
Bu sadece tekne üzerindekilere değil
suya dalan dalgıçların görüş mesafesini
ve hareket kabiliyetini de etkiliyordu.
Neyse ki rüzgâr hızını biraz düşürdü
ve hem teknedekiler hem de dalgıçlar
rahat bir nefes aldı.
İlk gruptan sonra dalış sırası yine
bize gelmişti. Ekipmanlarımızı bir
öncekinden kazandığımız tecrübelerle
çok daha rahat giyebilmiş ve dalış
platformundaki yerimizi almıştık.
Sırasıyla suya indikten sonra tecrübeli
dalgıçlar da yanımızdaki yerleri aldılar
tekrar. Bu sefer heyecanımızı çok daha
erken yenmiştik fakat daha derin bir
noktada olduğumuz için merakımız ve
korkumuz da aynı derecede artmıştı.
Üstelik su oldukça dalgalı ve akıntılıydı.
Ama korktuğumuz gibi bir süreç
yaşamadık. Tek fark görüşün oldukça
zayıflamış olmasıydı. Buradaki balıkların
cinsi ve büyüklükleri de farklıydı. Hepsi
birbirinden güzel ve büyüleyiciydi. Ama
tıpkı diğeri gibi süremiz hızlıca bitmişti
ve tadı damağımızda bir şekilde dönüş
yolundaydık.
127
foto öykü
128
Tekneye döndüğümüzde etrafta
dalıştan yorulmuş olanların kestirdiğini
gördük. Bunun sebebini birazdan yolda
biz de anlayacaktık. Tüm dalgıçlar
tekneye çıktıktan sonra ekipmanlar
da yerleştirildi. Kaptan miçolara işaret
verdi ve demir alındı. Dönüş yolu
başlamıştı. Hepimiz turkuvaz mavisi bir
yolculuk sonrası sualtına hayran olmuş
bir şekilde geçiriyorduk dönüş yolunu.
Yorgunluğunu atanlar uyandıkça
sohbetler ve kahkahaların da sayısı
giderek arttı. Dönüş yolunda dalış
platformunun üzeri yine doluydu ama
bu sefer jakuzi keyfini yaşayabilmek
için. Delikli bir platform olduğu için
giderken alttan su fışkırtıyordu ve bir
jakuziden hiçbir farkı yoktu. Bunu
keşfedenlerse doğal jakuzideki
yerlerini çoktan almışlardı. Keyifli bir
mavi yolculuktan sonra yine Manavgat
nehrindeydik. Karpuzlar kesildi ve
aramızdan bazıları nehirde yüzmek
için suya atladı. Tekne personeli
suya birden atlanmaması konusunda
uyarılarda bulunuyordu. Çünkü nehir
sıfıra yakın bir derecede aktığı için
sıcak denizden çıkmış vücutlar için
tehlikeliydi. Felç bile olunabilirdi. Zaten
suya girenler uzun süre kalamadan
tekneye geri döndüler, su çok soğuktu.
Sıra gelmişti sertifikalarımızı almaya.
Herkes teknenin ortasında toplandı
ve sırayla isimler okundu. Zor bir şeyi
başarmanın mutluluğu yaşanıyordu.
Ama böylesine keyifli bir ekiple
yolculuğun sonuna gelmiş olmak,
buruk bir mutluluk yaşatıyordu. Dalış
turumuzdan geriye harika görüntüler
eşliğinde unutulmayacak hatıralar
kalmıştı. Manavgat’a ve suyun altına
hayran kalmamak elde değildi. Su
canlılarını ve özellikle de Caretta
Caretta’yı unutmak mümkün değildi.
Karaburun’da geçirilen bu gün bir
dalışın sadece dalmaktan ibaret
olmadığını bize kanıtlamıştı. Bir dalış;
hem eğlenmekti, hem sosyallik hem de
spor yapmak…
129
hayat hikayesi
“En iyisi”
Michael Jordan
1 numara, diğer bir ifade
ile 10 numara… Hafızalara
kazınan kendi formasıyla ise
23 numara… NBA tarihinde
kırılmamış rekor bırakmayan
Michael Jeffrey Jordan,
ismini altın harflerle yazdırdığı
basketbol tarihinde, tüm
zamanların en iyisiydi.
Hazırlayan: Engin Çakır
130
Mükemmel bir basketbol oyuncusu
yaratmaya kalkarsanız, olağanüstü
atletik özelliklere sahip birisini bulmanız
gerekir. Yetenekleriyle rakiplerini
ezecek birisini. Michael Jordan gerek
manen gerekse fizik olarak tüm bu
özelliklere sahipti. Giderek artan
başarıları onu mükemmel bir eğitim
sürecinin içerisinde de tutuyordu. Attığı
her adımda önünde başarabileceği
daha büyük bir sorumluluk buluyordu.
Jordan tüm zamanların en iyi
basketbolcusu unvanını kazanana
dek birçok kez zorluklarla karşılaştı
ama onun başarısı tüm bu zorlukların
üzerindeydi. Sempatik gülüşü ve
sahadaki olağanüstü kazanma hırsı
onu her geçen gün daha da popüler
hale getirdi. O sadece harika bir skorer
değildi aynı zamanda en iyi savunmacı,
ribaund oyuncusu ve blokçuydu…
Jordan kazandığı popülerliği ile NBA
ligine ve basketbol sporuna çok büyük
katkılarda bulundu. 1980 ve 1990’larda
tüm dünya çapında en popüler
sporlardan birisi Jordan sayesinde
basketbol oldu. Etkili bir pazarlama
başarısı da sergiledi. En büyük
markalar onunla reklam çekebilmek için
sıradaydı.
Jordan'ın kısa sürede yıldız olmasının
sebebi ise her zaman alçakgönüllü
ama bir o kadar da mücadeleci tavrını
hem sahaya hem de saha dışına
yansıtmayı başarmasıydı. Kameralarla
çok iyi geçinen Jordan ve oynadığı
reklam filmleri ve yer aldığı magazin
dergileri kapakları sayesinde dünyanın
dört bir yanında tanındı. Nike ile
yaptığı anlaşma ve ona özel üretilen
spor ayakkabılarıyla da bir ilke imza
atan Jordan, yasak reklam yapıyor
gerekçesiyle kanun değişene kadar
her maçta NBA Komisyonu’na ceza
ödemek zorunda kaldı. Ama Jordan'ın
ayakkabılarından vazgeçmemesi
ve Nike'nin bu cezaları seve seve
ödemesi Air Jordan'ın doğmasının en
büyük yardımcısı oldu. Jordan kısaca
dünyanın en önemli markalarından
biriydi. Dili dışarıdayken koşuşu ve
yaptığı smaçlarla NBA'ya ve basketbola
yeni bir stil getiren Jordan, her hareketi
ile moda yaratıyordu. Uzun şortlar
tercih etmesi ve kafasını kazıtması tıpkı
bir moda gibi her yerde yayıldı.
Jordan, “Basketbol macerama
başladığımda tek istediğim en
iyi basketbol oyuncusu olmaktı.”
diye anlatıyor kendi hikâyesinin
özetini… Çok büyük başarılara imza
atmasının sebebi de görünen o ki
bu cümlede saklı... Kazandığı onca
başarıyı disiplinli çalışmasına ve
iyi bir sporcu olmasına borçluydu.
İnsanüstü yeteneklerini hep bu
saygı çerçevesinde değerlendirdi ve
sorduklarında, “Kariyerim boyunca
basketbola olan saygım artarak devam
etti” dedi. Yetinmedi “Bu benim için
sadece bir oyun değil, hayat dersi
aldığım bir şey…” diyerek basketbolun
onun için ne anlam ifade ettiğini açıkça
ortaya koydu. Tüm dünya basketbolu
onunla birlikte daha çok sevdi. Gecenin
geç saatlerine kadar maçlarını izledi,
heyecan duydu. NBA spikerleri onu
anlatırken kelimeler birbirine girdi. Çok
gürültülü maçlardan unutulmayacak
sonuçlar çıkarmayı başardı. Tam 28
kez son saniye şutu ile takımına maç
kazandırarak vazgeçmemeyi, hırsı ve
inadı tüm dünyaya öğretti. Belki de asla
kırılamayacak rekorlara imza atarak
herkese yaptığı işi mükemmel yaptığını
kanıtladı. 85’te En İyi Çaylak Ödülü’nü
kazanarak işe başladı. 88’de yılın En İyi
Savunma Oyuncusu ödülünü kazandı.
2 kez Olimpiyat Şampiyonluğu(84,92)
yaşadı. Normal bir NBA sezonunda
30 kez 50 sayının üzerine çıkan tek
basketbolcu oldu.
131
hayat hikayesi
6 kez NBA şampiyonluğuna uzanırken,
NBA Finallerinin En Değerli Oyuncusu
(91, 92, 93, 96, 97, 98) unvanını da yine
6 kez kazandı. Bu serilerde en yüksek
sayı averajına ulaşan oyuncu (41,01993) oldu. Normal sezonda da 5 kez
(88, 91, 92, 96, 98) En Değerli Oyuncu
seçildi.
Jordan basket sahasında attığı
her adımla ismini en iyiler arasına
yazdırmayı başarıyordu. Tam 9 kez
NBA’nın En İyi Beşi’ne ve En İyi
Savunma Beşi’ne seçilmeyi başardı.
Bununla da yetinmedi 14 kez All
Star forması giydi. Bu formayla En
Skorer Oyuncu(20.2 averaj) unvanını
edindi. Üç kez de All Star’ın En
Değerli Oyuncusu oldu. Bu büyük
organizasyonda yapılan Smaç
Şampiyonluğu’nda 2 kez birinci
oldu. All-Star maçında Triple-Double
yapan tek oyuncu oldu. Jordan’a
hiçbir başarı yetmiyordu. Tam 28 kez
Triple-Double yaptı. Katıldığı Play-Off
maçlarında tabir yerindeyse fırtına gibi
esti. Tüm zamanların Play-Off sayı
rekorunu(63) kırdı. Play-Off’larda 8 kez
132
50 sayının üzerine çıkmayı başardı.
Tüm Zamanlarda Play-Off’un En Çok
Top Çalan Oyuncusu oldu. 33.4 sayı
ortalaması ile Play-Off’ların En Yüksek
Sayı Ortalaması’na sahip oyuncusuydu.
Jordan’ın ne yaptığını yakaladığı skor
averajı açıkça ortaya koyuyordu: tüm
zamanların en yüksek skor averajına
sahip olan Jordan baskete hiç
doymadı, sayı ortalaması; 30,12 oldu…
Üretken ve skorcu oyunu ile seyircileri
salona çeken Jordan sıçrama yeteneği
ve All Star Organizasyonu'ndaki Slam
Dunk yarışmasında faul çizgisinden
potaya smaç yapması sayesinde "Air
Jordan" ve "His Airness lakaplarını
kazandı. 1991 yılında Bulls ile ilk
NBA şampiyonluğunu kazandı. Daha
sonra iki sezon daha şampiyonluk
kazanan Air Jordan, "three-peat"
olarak adlandırılan, üç kez üst üste
şampiyonluk başarısı kazandı. Fakat
Jordan sürprizlerle doluydu. 199394 sezonu başlamak üzereyken,
beysbol kariyerine devam etme
amacıyla NBA'de basketbol oynamayı
bıraktı. Bu tüm dünyada şok etkisi
yaratmıştı. Tam 18 ay boyunca ikinci
ligde beysbol oynadı. Ona göre bu
dönemde kendisini dinlemişti. Dönüşü
ise 1995-96 sezonunda tekrar Bulls
ile oldu. Takımına 1996, 1997 ve
1998'de üç kez daha üst üste NBA
şampiyonluğu kazandırdı. 1995-96
sezonunda Chicago Bulls, normal
sezon içinde 72 maç kazanarak en
yüksek galibiyet oranına sahip olan
takım oldu. Pistons'a karşı alınan
Doğu Konferansı final mağlubiyetleri
soru işaretlerinin doğmasına neden
olduğunda bile gösterdiği kararlılık
Jordan'ın karakteristik özelliklerinin
en güzel örneğini sergiledi: en iyiyi
başarana kadar pes etmemek...
1999'da, ESPN tarafından 20. yüzyılda
Kuzey Amerika'nın En Büyük Sporcusu
ilan edildi. Fakat Jordan bir kez daha
sahalardan uzaklaşmak istiyordu.
Çünkü kendisi için kazanılacak her
şeyi kazandığını düşünüyordu. Ayrıca
olimpiyatlardan sonra, aynı yıl, idolü
ve kılavuzu olan babası, silahlı bir
soygun sırasında öldürülmüştü. 199899 sezonunda tekrar sebebi olana
133
hayat hikayesi
dek basketbolu bıraktı. İki sezon
sonra Washington Wizards takımının
üyesi olarak basketbola dönecekti.
Basketbola döndüğünü açıklarken
yaptığı basın açıklaması ise sadece iki
kelimeden oluşuyordu: "I'm back." yani,
"Geri döndüm."
Jordan, 2000 yılının başlarında,
Washington Wizards'ın hissedarı oldu
ve ardından da bu takımda Basketbol
Operasyonları Başkanı oldu. Wizards'la
oynadığı ikinci sezon ve kariyerinin son
sezonu olan 2002-03'te ise Jordan,
kırk yaşına girmesine rağmen hiç maç
kaçırmadı ve 20 sayı ortalamasıyla
oynamayı başardı. Aynı zamanda
bu sezonda kırk iki defa 20, dokuz
defa 30 ve üç defa 40 sayı barajını
geçerek 40 yaşında 40 sayı atmayı
başaran ilk basketbolcu oldu. Bu sezon
boyunca, Wizards'ın evinde oynadığı
tüm maçlarda tüm biletler satıldı ve
Wizards, yılın en fazla takip edilen
takımı oldu. 2003 All-Star maçında
Vince Carter, Jordan'a ilk beşteki
yerini verdi. Devre arasında, kendisi
adına bir tören düzenlendi. Jordan'ın
kariyerindeki son maç, Philadelphia
76ers'e karşı idi. Philadelphia'da
oynanan maçta seyircilerin "We Want
Mike!" (Mike'ı istiyoruz) tezahüratları
üzerine, oyuna son dakikalarda girdi ve
son sayılarını serbest atıştan bularak
kariyerine son noktayı koymuş oldu.
Michael Jordan basket topunu eline
aldığı tüm sahalarda rakiplerinin
korkulu rüyası oldu. Rakipleri Jordan’ı
yenmenin tek yolunun onun yüreğini
çıkartmak olduğunu düşünüyordu.
Basketbol için efsaneydi ve efsanelerin
ismi asla unutulmazdı. Jordan bunu
biliyordu ve hayatı boyunca ismi için
çabaladı. Forması 23 numaraydı ama
ismi her zaman bir numara oldu…
134
135
evrensel sanat
The Doors
Hazırlayan: Sezai Evans
Jim Morrison - Vokal, Robby Krieger - Gitar, Ray Manzarek - Piyano / klavye, John Densmore - Davul
Hala yaşayan ritim
Müziğinin sınırları olmadığını anlatmaya
çalışan Jim Morison, William Blake'ten
bir alıntıyla "Doors, bilinenle bilinmeyen
arasındaki kapı ve ben bu kapı olmak
istiyorum" diyordu. Önce algıların
kapılarını teker teker açıyor sonra sizi
kapıların eşiklerinde yalnız bırakıyordu,
diğer tarafa düşme tehlikesi hep
136
Nam-ı diğer “Kertenkele Kralı” Jim Morrison’un
karizması, insanı başka bir boyuta sürükleyen şarkı
sözleri, şiirleri ve grubun ritimlerdeki mükemmel uyumu
ile algının dar kapılarından gelen sonsuz ritim, Rock
müziğin efsane grubu The Doors…...
vardı. The Doors’un insanlara kendi
içinde yaşattıkları uzun süre etkisinden
kurtulamayacakları cinstendi. Hikâyeleri
başından sonuna kadar çarpıcıydı,
etkileyici ve toplumu sürükleyici...
İlk kez boy gösterdikleri televizyon
kanalının kapanmasına bile yol açtılar.
Birçok insana en depresif anlarında,
şarkılarını dinletebildiler. Onu bugün
dahi dinleyen hayranları ortak, garip bir
hüznü paylaşıyor.
Onların müziklerinde adeta Azrail’e
karşı çıkış vardı. Pek çok iniş çıkış
yaşayan ve sonunda sonsuz bir
inişe gömülmüş bir efsaneydi The
Doors. Müzik kavramını, bazen
çok kısa ve akorlara bağlı klavye
vuruşları, bazen 12 dakikalık dualar,
küfürler, lanetleyişler, özgürleşmeler
ve kendinden yeniden dogma gibi
kayda değer çabalarla yücelten bir
yapıya sahipti bu grup. Solistinin
Jim Morrison olduğu bir gruptan da
ancak böylesine derin ve şiirsel bir
anlatım beklenebilirdi. Hikâye 1965’te
başlamıştı ve 71’de Jim Morrison'un
ölümüyle sona erdi.
Etkileyici ve şiirsel şarkı sözleri, iyi
düzenlenmiş müziğiyle öne çıkmış
olan bu kıdemli Rock grubu, vokalisti
ve aynı zamanda şarkı sözlerinin de
yazarı Jim Morrison'ın seksi görünümü,
cazibesi ve sahne performansı ile
giderek akıllara kazındı. Sahnedeki
yüksek performansları, Morrison’un
sahnedeki ilgi çekici başarısı ve lirik
etkisi grubu her geçen gün ve her
dinlettiği kişide daha da kalıcı hale
getirdi. "Break on Through (to the
Other Side)", "L.A. Woman," "The End,"
"The Crystal Ship", "Light My Fire"
ve “People Are Stranger” şarkıları
birçok kişinin “en iyileri” arasında
yerini aldı. Özellikle yaklaşık 12 dakika
süren "The End", grubun en sarsıcı
parçalarından biri olarak kabul gördü.
"Light My Fire" için ise grubun güzel
fakat üstüne en yapışmış parçasıdır
demek yanlış olmaz. Doors grubunun
adı Aldous Huxley'in meskalin adlı
uyuşturucu maddeyle yaşadığı gerçek
deneyimlerini anlattığı Algı Kapıları
(Doors of Perception) isimli kitaptan
esinlenerek koyulmuştu. Grubun
başarısında ismi ile örtüşen müzik
anlayışı ve Morrison’un şarkı sözlerinin
bu kimliğe sağladığı uyumun da etkisi
çok büyüktü.
Jim Morrison’un tüm dünyayı peşinden
sürükleyen sözleri yazmasında çocuk
yaşta ailesiyle beraber bir seyahatte
yaşadığı bir kazanın etkisi çok büyüktü.
O kazada ölen Kızılderili şamanının
ruhunun kendi ruhuna karıştığını ve
çok küçük yaşta ölümü tanıdığını
söylüyordu. Kim bilir belki de haklıydı.
Jim yaşadığı olayı şöyle anlattı yıllar
sonra: "Kanayan Kızılderililer saçılmış
şafak vakti otoyola. Hayaletler sarıyor
küçük çocuğun nazik zihnini."
Jim Morrison hayranları için hem bir
ilah, hem bir şeytan, hem bir şair, hem
bir müzisyendi. Onu en iyi anlatan
ve de büyük ihtimalle en iyi anlayan
Ray Marzarek’e göre Jim çok daha
fazlasıydı: “Ben onu hep eski Yunan
ozanlarının çağımızdaki bir örneği
olarak gördüm. O belki de Dionysos.
Hislerin, anlık kararların, müziğin ve
dansın tanrısıydı o. Bir konserden
diğerine ne yapacağı belli değildi;
bazen bir şeytan, bazen bir iyilik
perisiydi...”
Doors grubu 1965 yılında Kaliforniya
Üniversitesi sinema öğrencileri Jim
Morrison ve Ray Manzarek tarafından
kurulduğunda Morrison, Moonlight
Drive adlı parçayı ilk kez bu sırada
Ray’e okudu ve bu parça grubun
kurulmasına vesile oldu. Jim'den
etkilenen Ray o sıralardaki grubu
"Rick and The Ravens"’tan ayrılmış;
Robby Krieger ve John Densmore
adında önceden tanıdığı arkadaşlarını
yanlarına katarak grubu kurmuştu.
Hayranları Jim Morrison'a daha sonra
Lizard King (kertenkele kral) ismini
taktı ve Morrison birçok konserinde
söylediği “I'm a lizard king I can
do anything” sözü ile özdeşleşti
(ben kertenkele kralım ve her şeyi
137
evrensel sanat
Albümleri
The Doors( Ocak 1966-67), Strange
Days (Ekim 1967), Waiting For
The Sun(1968), The Soft Parade
(1969), Morrison Hotel (1970), L.A.
Woman(Nisan 1971), Other Voices
(Ekim 1971), Full Circle(1972),
American Prayer(1978), The Doors
(1991), In Concert (1991), Kutu Seti
(1997), Bright Midnight: Live in America
(2002), Live in Hollywood(2002)
Legacy: the Absolute Best - Ağustos
2003
yapabilirim.) Kısaca onun benzersiz
ruhunu ilk fark eden Marzarek olmuştu.
Tuşlu çalgılar çalan Marzarek ile
Morisson iyi bir ikili oluşturmuşlardı.
Daha sonra bu ikiliye gitarda Krieger ve
davulda Densmore da katıldı.
Grubun giderek ünlenmesinde Jim
Morrison’un aykırı tutumları da etkili
oluyordu. New Haven’da konser
yapan grupta sahne arkasında bir
kadınla zorla ilişkiye girmek isteyen
Morrison polisin durumu duyması
üzerine sahnedeyken tutuklandı ve
hayranları ayaklanma başlattı. Kendisi
hiçbir zaman bu suçu kabul etmedi.
Miami’de ise konserdeyken hayranları
onu istemeyerek şarkı söylemesi ve bir
anda bağırmasından dolayı yuhalamaya
başladı. Jim Morrison konserden önce
138
aşırı düzeyde içki içmişti ve sarhoştu.
Seyircilere hakaret etmeye başladı
daha sonra seyircileri soyunmakla
tehdit etti. Ama soyunmadı. Polisler
sahneye çıkıp Morrison’u tekrar
tutukladı. The Doors’un 21 eyalette
sahneye çıkması yasaklandı. Jim 6 ay
hapis cezası istemiyle yargılandı ve
suçlu bulundu ama cezaya itiraz etti ve
itiraz davasını beklerken çok sevdiği
Paris’e gitti. Paris’te bir otel odasında
küvette ölü bulundu. Kalp krizi teşhisi
konuldu. Öldüğünde tıpkı Jimi Hendrix
ve Kurt Cobain gibi 27 yaşındaydı.
Uyuşturucudan öldüğü iddia edildi ama
vücudunda uyuşturucuya rastlanmadı.
Morrison olmadan çıkan The Doors
albümleri aynı başarıyı yakalayamadı.
Morrison’un The Doors’u ise
hafızalardan hiç çıkmadı…
45’likler
"Break on Through (To The Other
Side)"(Ocak 1967), "Light My
Fire"(Nisan 1967), "People Are
Strange"(Eylül 1967), "Love Me Two
Times" (Kasım 1967), "The Unknown
Soldier"(Mart 1968), "Hello I Love You"
(Haziran 1968), "Touch Me" (Aralık
1968), "Wishful Sinful" (Mart 1969), "Tell
All the People" (Mayıs 1969), "Running
Blue" (Ağustos 1969), "You Make Me
Real" / "Roadhouse Blues" (Mayıs
1970), "Love Her Madly" (Mayıs 1971),
"Riders on the Storm" (Haziran 1971),
"Tightrope Ride" (Kasım 1971), "Ships
with Sails" (Ocak 1972), "Get Up and
Dance" (Temmuz 1972), "The Mosquito"
(Ağustos 1972), "The Piano Bird"
(Kasım 1972)
139
armoni
Ayşegül İnci
140
“Zamanı tamir
eden adamın kızı”
“Zamanı Tamir Eden Adam benim babam. Yılların saat
ustasıdır babam ve bu albümle ona sesleniyorum.
Küçüklüğümden beri saatlerin ve saat parçalarının
arasındayım. Zaman kavramının şarkılarımı çok
etkilediğini fark ettim ve bu konseptte bir albüm
hazırlamak istedim.”
Röportaj ve konser fotoğrafları: Engin Çakır
Müzik yaşamındaki adımlarını
dikkatli ve sağlam bastıktan sonra ilk
albümüyle müzik dünyasında yeni bir
maceraya atılan Ayşegül İnci ile yeni
albümü “Zamanı tamir eden adam”,
kariyeri ve hedefleri üzerine keyifli
bir sohbet gerçekleştirdik. Besteleri,
içtenliği ve özenli duruşuyla dikkat
çeken Ayşegül’ün adını bundan sonra
sıkça duyacağız.
Ayşegül İnci kendini anlatsa nasıl ifade
ederdi? İlk sözümüz bu olsun.
Kendimi en iyi şarkılarımla ifade eden
bir müzisyenim, şarkılarımı dinleyin ve
beni öyle anlayın derim.
Müzikle bağın ilk olarak ne zaman
başladı? Kısaca müzikle olan
serüvenin nasıl gelişti?
Müziğe 13 yaşında gitarla başladım
ve devamında kendi şarkılarımı
besteledim. Lise yıllarında vokal
eğitimi, şarkı sözü yazarlığı ve beste
yapmak üzerine eğildim. Eskişehir'de
üniversite döneminde ise çalmadığım
mekan ve sahne kalmadı. Festivallere
katıldık, yarışmalarda dereceler elde
ettik. Tüm çabam albüme kadar giden
süreçte olabildiğince deneyim elde
etmekti. İstanbul'a geldiğim süreçte
Teoman ve Yalın gibi çok değerli
solistlere sahne gruplarında bas
gitaristlik ve back vokalistlik yaptım.
Devamında 2010 yılında prodüktörüm
Alen Konakoğlu ile beraber albüm
sürecine başladık. 2 yıl süren uzun
bir albüm hazırlık ve kayıt süreci
sonrasında, Zamanı Tamir Eden Adam'ı
Arpej Yapım etiketiyle yayınladık.
Bas gitar genellikle erkeklerin tercih
ettiği bir çalgı. Bas gitarla olan ilişkin
nasıl ilerledi?
Eskişehir'de okuduğum dönemde
kendi şarkılarımı söylemek için bir grup
kurmak istediğimde o dönem basçı
bulamadık. Ben de kendim çalarım
diye bas gitara başladım. Uzun yıllar
sahnede bas çalıp şarkı söyledim.
141
armoni
Müzik anlayışını nasıl tarif edersin?
Kaç tane besten var? Beste yaparken
yaşanmışlıkların payı ne oluyor?
14 yaşından bu yana günlük gibi
tuttuğum bir beste defterim var.
40'tan sonrasını saymadım, kaç tane
var diye bir sayı veremem o yüzden
:) Şarkı yazarken şu tarz yaparım
diye kendimi kısıtlamıyorum, sadece
içimden gelen melodileri döküyorum.
Ne hissediyorsam, neye üzülmüşsem
ya da neden etkilenmişsem bunları
yansıtıyorum. Zaman kavramı, geçmiş
ve yaşanmışlıklar beni oldukça etkiliyor.
142
Bugüne dek Teoman ve Yalın gibi ünlü
isimlerle birlikte müzik yaptın. Bas
gitar ve geri vokal olarak onlara destek
oldun. Bu sürecin müzik yaşamına ne
gibi etkileri oldu?
Kendimi geliştirmemde oldukça büyük
katkıları oldu bana. Hep iyi solistlerle
çalıştım ve onları gözlemleme şansım
oldu. Bu işin mutfağını bilmenin önemli
olduğunu düşünüyorum.
Ailende müzikle uğraşan başka birisi
var mı?
Ailemde profesyonel anlamda müzikle
uğraşan başka birisi yok. Genelde
hobi boyutunda ilgileri var. Büyük
ablam bir dönem davul çalmıştı, hatta
ilk grubumu onunla kurmuştum, diğer
ablamsa bir dönem gitarla ilgilenmişti.
Biraz da albümden bahsedelim. İsmi
oldukça dikkat çekici. “Zamanı Tamir
Eden Adam...” Nereden çıktı bu isim,
hikayesi nedir?
Zamanı Tamir Eden Adam benim
babam. Yılların saat ustasıdır babam
ve bu albümle ona sesleniyorum.
Küçüklüğümden beri saatlerin ve
saat parçalarının arasındayım. Zaman
kavramının şarkılarımı çok etkilediğini
Ayşegül ile “atış serbest”
Müzik – Vazgeçilmezim
Zaman – Takıntım
Bas gitar - Groove
Eskişehir - Öğrencilik
Baba – İlk aşk
“Bilmesen de” – Platonik aşk
Umut – Her şey
Yıldız – Parıltı
Rock – Yaşam tarzı
Saç –Kıvırcık
Sahne – Nefes almak
Başarı – Çalışmak
Işık - Sahne
143
armoni
fark ettim ve bu konseptte bir albüm
hazırlamak istedim.
Albümde birçok ünlü isim gerek
çalgılar gerek sesleri ile sana eşlik etti.
Biraz da bundan bahsedelim mi?
Alen Konakoğlu prodüktörlüğünde
çok değerli müzisyenler sağ olsunlar
bu albümde bana destek verdiler:
Can Şengün, Levent Candaş, Serdar
Barçın, Burhan Kulle, Gündem Yaylı
Grubu, Serkan Sönmezocak, Anıl
Çifter ve Mehmet Aksoy... Ayrıca
Kahır şarkısında Yüksek Sadakat'ten
tanıdığımız Kenan Vural sesiyle şarkıya
renk kattı.
Albümde Eskişehir’e yazılmış bir
şarkı da bulunuyor. Bu şarkının arka
planında neler yatıyor?
Birçok ilkleri yaşadığım çok özel
ve eşsiz bir şehir Eskişehir... İlk
profesyonel müzik hayatına atıldığım
ve müzikten asla kopamayacağımı
anladığım bir yer. Çok özlediğim bir
anda bu şarkıyı yazdım. Eskişehir'de
okumuş olan ve hala okuyan, orada
yaşayan herkese hediye ettiğim bir
şarkı oldu.
144
Dinleyiciler bu albümü niçin almalı?
Bu soruyu bana değil müzik
eleştirmenlerine ve dinleyicilere sormak
lazım. Ben, "niçin alırlar ya da ne
kadar satarım"ı düşünerek bu albümü
hazırlamadım çünkü. Sadece içimden
gelen şarkıları paylaşmak istedim.
Samimi olduğunu düşündüğüm bir ilk
albüm oldu.
Bursa ile aran nasıl? Bursalılar seni
sıkça dinleyebilecek mi?
Bursa ile aram hep iyi olmuştur.
Eskişehir'de okurken Bursa'ya çok sık
konsere gelirdim. En son da Teoman'la
çaldığım dönemde Suare'ye konsere
gelmiştik. Önümüzdeki aylarda
Bursa'da konserimiz olacak bunun da
müjdesini vermek isterim...
7 Mart'ta, Jolly Joker İstanbul'da,
albüm tanıtım konserin oldu. Tepkiler
nasıldı? Konserler nerelerde devam
edecek?
Çok keyifli ve özel bir konser oldu.
Tepkiler de çok güzel. Gelen ve
desteklerini esirgemeyen herkese
yürekten sevgilerimi iletmek isterim.
Konserlerimiz devam edecek. Nisan
ayından itibaren Eskişehir, Ankara
ve Bursa olmak üzere bir çok yerde
çalacağız. Bunların tarihleri şimdilik
net değil, beni www.facebook.com/
aysegulinci ve www.aysegulinci.com
'dan takip edebilirsiniz. İstanbul'da
tarihi belli olan bir konserim var, 1
Mayıs çarşamba günü Beyoğlu Hayal
Kahvesi'ndeyiz.
Bundan sonrası için planların ve
projelerin neler?
Bu albümde ilk klibimiz Hatırlıyor
musun'a geldi. İkinci klip Kahır'a
gelecek. Albümdeki şarkılara
çekebildiğim kadar klip çekmek
istiyorum. Uzun vadeli planım ise
yapabildiğim kadar çok albüm yapıp,
sayısız konser vermek istiyorum.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkürler...
Ben teşekkür ederim. Çok keyifliydi.
Bursalılarla zaten çok yakında
görüşeceğiz...
145
film şeridi
Başroldeki “tatlı hayat”
İtalyanların milli servet olarak gördüğü sinema yönetmeni "fefe...”
Metresini ve karısını aynı filmde oynatıp hatta filmdeki rollerini de
aynı tutabilecek kadar sıra dışı yaşamış bir isim. Ünlü filmi La Dolce
Vita(Tatlı Hayat) kadar sıcak ve sürükleyici bir isim. İtalyanların
efsanesi, yönetmen Fellini...
Federico Fellini
Doğum Tarihi: 20 Ocak 1920
Doğum Yeri: Rimini, Romagna, İtalya
Ölüm Tarihi: 31 Ekim 1993 Roma
Hazırlayan: Sezai Evans
Fellini’nin İtalyan ve dünya sinemasına
kattıkları, çoğu sanatçıya nasip
olmayacak kadar derin izler taşıyordu.
Yarattığı her türlü eserde kendi
yaşamını ve yaşadıklarını yansıtan
nam-ı diğer fefe, ortaya koyduğu
tiplemelerle büyük ilgi uyandırdı. İlahi
kalçalara sahip kadınlar, çocukluğu
ve gençliğini geçirdiği sisli Rimini’si,
net bir şekilde tanımlanabilecek
faşist palyaçoları, mutlaka yer verdiği
kerhaneleri, papaz tiplemeleri, mahşer
yeri gibi hazırladığı kumpanyaları,
146
büyü tarifleri yer alan reklam panoları,
birbirlerine aşık eşcinselleri, tıpkı
bir şölen gibi hazırlanmış sofraları
ve filmlerinde yer alan her türlü özel
ayrıntı…
İlkokul eğitimini San Vicenzo
rahibelerinden alan ve 10 yaşındayken
evden kaçıp sirkte çalışan Federico,
lise eğitiminden sonra 1938’de
üniversiteye kayıt oldu fakat okul yerine
mizah dergisi "420" ve resimli roman
dergisi "Avventuroso"da çalışmayı
tercih etti. 1939'da Roma'da karikatürist
olarak mesleğe ilk adımını attı. 19391940 yılları arasında radyo oyunları
ve filmler için skeçler düzenledi.
Radyo yaşamına derin bir iz de bıraktı.
Radyoda çalışırken tanıştığı oyuncu
Givlietta Masina ile 1943’te dünya evine
girdi.
Yaratıcıydı, detaylar onun için büyük
önem taşıyordu. 1954 yılında çekilen
Sonsuz Sokaklar filmi bu detaycılığın
bir sonucu olarak ona Akademi
Ödülü kazandırdı. Hemen ardından
Kalpazanlar Çetesi ve Cabiria'nın
Geceleri filmleri geldi. Ortak özelliklere
sahip bu üç filmi sonraki yıllarda
üçleme olarak sundu. Herkesin
kendinden bir parça bulduğu bu çılgın
yönetmenin filmlerinde; çocukluktan
gençliğe, orta yaştan yaşlılığa kadar
tüm dönemleri bulmak mümkün de
denebilir. Kimi zaman sahtekarlıkları,
kimi zaman yoksulluğu, kimi zaman da
aşkı anlatan Fellini bile, “Bir sanatçı
her zaman kendinden söz edermiş gibi
geliyor bana. Bir filme giren günlük
şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının
tanıklarıdır” der. Birçok eleştirmenin
deyimiyle ise Fellini yalancı bir
yönetmendi. Kendinden bahsetmeyi
sevmediği için röportaj da vermezdi.
Onun için röportaj zaman kaybıydı...
İlk senaryosunu Alleanza
Cinematografica Italiana'da bulunduğu
sürede yazan Fellini, bu sırada
Roberto Rossellini ve Ingrid Bergman
ile de tanıştı. Bu tanışmanın hemen
ardından Rossellini'ye çok sayıda
senaryo yazdı. 1944 yılında Roma'da
“The Funny Face Shop” ismini verdiği
bir dükkan açtı. Amacı çizimlerini
pazarlamaktı. Gerçekleri herkesin
kendisinin bulması gerektiğine
inanan yönetmen filmlerinde kendini
sembollerle anlatmayı tercih etti. Onun
için sembolize sinema, çok büyük
anlamlar taşıyordu. Sinema severleri
kendi gerçeklerine ortak etmekten
hoşlanıyordu. İç dünyasındaki
renkleri filmlerine yansıtırken, sinema
dünyasındaki emsalleri arasında “en
çılgın” olarak bilinen isimdi. 1969
yılında yaptığı Satyricon filminin bir
sahnesinde ortamı izleyiciye daha
gerçek sunmak için lenslere vazelin
sürerek görüntüyü bozdu ve bu
hareketi çokça konuşuldu. Hikayenin
gelişimine göre kullandığı bu detaylar,
kendi dehasının eseriydi. Fellini
filmlerini izlemek zeka gerektiriyordu
aslında... 1920’de Rimini’de başlayan
hikayesi, Ekim 1993'de Roma'da
kalp kriziyle sona erdi. Ardında
yönettiği 27 film ile birlikte, 7 kez aday
gösterilmesine rağmen aldığı 4 En iyi
Yabancı Film Akademi Ödülü ve yanı
sıra; Cannes, Moskova ve Venedik Film
Festivalleri’nde kazandığı ödüller kaldı.
Işık, filmin özüdür ve bu nedenle
sinema da ışık ideolojidir, duygudur,
renktir, tondur, derinliktir, havadır,
öyküdür.
Işık, bir yüzü oyar ya da parlatır,
olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zeka
pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık
bir yüzün zarafetini ortaya çıkarır, bir
manzarayı yüceltir, onu yok olmaktan
çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü
katar.
147
film şeridi
Kısa kısa...
* 73 yıllık hayatında hiç tatil yapmadı.
* Filmlerinde devamlı dublaj kullandı.
* 2.Dünya savaşı sırasında orduya
alınmamak için hasta numarası yaparak
psikiyatri kliniğine yattı.
* Tanınmasını sağlayan ilk çalışması
bir film afişiydi.
* İlham aldığı kaynak olarak hep
Goethe'yi gösterirdi.
* En çok tercih ettiği oyuncular
arasında Marcello Mastroianni, Alberto
Sordi ve Anita Ekberg bulunuyordu.
* Fellini Roberto Rosselini gibi büyük
bir üstadın asistanlığını yaparak
sinemaya başladı.
Federico Fellini’nin Dilinden …
* Sanatta tanımlamalar anlamsızdır.
Etiketler bavullara konur... Sanatta
bütün yolların geçerli olduğu
kanısındayım.
* Tek gerçeklik düşlerdir. Düşlerimiz
bizim gerçek yaşamlarımızdır.
“Kaliteli film eksiği olandır”
Filmografi
1950 - Luci del Varieta (Varyete Işıkları)
1952 - Lo Sceicco Bianco (Beyaz Şeyh)
1953 - I Vitelloni (Aylaklar)
1954 - La Strada (Sonsuz Sokaklar)
(Yabancı Film Akademi Ödülü)
1955 - Il Bidone (Kalpazanlar Çetesi)
1957 - Le Notti di Cabiria (Cabiria'nın
Geceleri)(Yabancı Film Oskar'ı)
1959 - La Dolce Vita
(Tatlı Hayat)(Akademi)
1962 - Boccacio 70
1963 - 8½ (Sekiz Buçuk)(Yabancı Film
ve Kostüm Akademi Ödülü)
1965 - Giulietta Degli Spiriti (Ruhların
Giulietta'sı) (İlk renkli filmi)
148
1969 - Satyricon
1970 - I Clowns (Palyaçolar)
1972 - Roma
1973 - Amarcord (Yabancı Film
Akademi Ödülü)
1976 - Il Casanova di Federico Fellini
1978 - Prova d'orchestra
(Orkestra Provası)
1980 - La Città delle Donne
(Kadınlar Şehri)
1984 - E la Nave Va (Ve Gemi Gidiyor)
1986 - Ginger e Fred (Ginger ve Fred)
1987 - Intervista (Görüşme)
1990 - La Voce della Luna (Ayın Sesi)
* Duyduğum tek sorumluluk duygusu;
cehalet ve aptallık tarafından üretilen
vasatlıktan kaçınmaktır.
* Gerçeği abartmaktan, süslemekten,
güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün
dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden
yalancı olduğumu söylüyor.
* Benim gibi düşlerin ve görüntülerin
dünyasında yaşayan birisi için gerçeğe
sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı bir
zorlama olabilir.
* Son yok. Başlangıç yok. Sadece
hayatın sonsuz tutkusu var.
* Sinema sirke çok benzer; eğer
sinema olmasaydı, pekala bir sirk
yöneticisi olabilirdim. Sirkte sinema
gibi katıksız bir teknik ve doğaçlama
karışımıdır.
149
geçmiş zaman kipinde
Zamanın “tuş ettikleri”
Yıllarca insanlara zaman
kazandırdı daktilolar…
Şimdilerde ise klavyeye teslim
olmuş, kazandırdıkları zamanın
içerisinde kayboluyorlar. Şaryo
seslerinin yankısında ritmik bir
hikâyeydi daktilonun yazısı. En
önemli satırları hep daktilolar
yazmıştı.
Hazırlayan: Sezai Evans
Şaryo sona gelir ve son harfle birlikte
zil sesi duyulur, bu size satır sonuna
geldiğinizi ve kol atmak zorunda
olduğunuzu anlatır. Elleriniz biraz
yorgun da olsa ritimli daktilo tuş
sesleri sizi masa başında alıkoyar.
Kalkıp gitmek istemezsiniz. Satırlara
doğru cümleleri koyana dek, anlatmak
istediklerinizi oraya dökene dek
vazgeçmezsiniz. Şerit sıkışır bazen,
eller biraz mürekkep oluverir. Her
yer sessizdir ve tek ses ondan çıkar
sanki. Kimi zaman serçe parmağınızla
uzanamadığınız büyük harf tuşu
yüzünden yazım hatası yaparsınız.
Kimi zamansa bunu telafi edebilmek
için kimseye hissettirmeden işaret
parmağınızla basarsınız büyük harf
tuşuna küçük bir hınzırlıkla. Asla
daktiloya bakılmaması gerekirken ara
sıra göz ucuyla baktığınız için kötü
hissedersiniz kendinizi. Fakat şunu
bilirsiniz, yazı yazmanın tadı daktilonun
sesinden ve mürekkebinden geçer…
Daktilolar tarih boyunca onca yükü
sırtında taşıdı. Çok çalıştılar; birçok
kitap onlar sayesinde ortaya çıktı.
Çok önemli anlaşmalar, sözleşmeler,
devlet sırları, yazışmalar, hepsi daktilo
tuşlarının kâğıda bıraktığı izlerle hayat
buldu. Birçok şair, yazar ya da kâtip
bu eski dostla anlattı tüm derdini.
Özellikle edebiyat ile her zaman
örtüştü daktilo. Kalem yazdı, karaladı;
daktilo ise tuşladı, rötuşladı… İlk
yapıldığı 1829 yılında elden daha yavaş
yazıyordu. İsmi ise Tipograf’tı. Daha
sonra gerçekleşen denemelerle giderek
hızlandı ve insanlara onlarca vakit
kazandırdı. 1868'de ilk pratik daktilo
yapıldı. 1878'de ise daktilo bir dikiş
makinesinin üzerine yerleştirilmişti.
Şaryo dikiş makinesinin pedalına
benzeyen bir pedalla döndürülüyordu.
Silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu
mahsurlarının yanında büyük ve pahalı
olması piyasaya sürülmesine engel
oldu.
Daktiloların yapımında görülen çeşitli
kusurları yavaş yavaş düzeltilerek
bugün kullanılan daktiloya benzeyen
makineler yapıldı. Hatta meşhur
150
151
geçmiş zaman kipinde
mucit Thomas Edison, daktiloların
elektrikle çalışabileceğini söyleyerek
üzerinde çalışmaya başladı. Edison,
çubuğun elektromıknatısla hareket
ettiği elektrikli daktilo makinesi yaparak
1872'de patentini aldı. Çeşitli deneme
ve üzerinde yapılan çalışmalardan
sonra 1930 yılında seri halde elektrikli
makinelerin satışına başlandı. Piyasada
tutunması, seri iş yapması bunun
üzerinde firmaların çalışmasını sağladı.
Daktilo tarih içinde devamlı bir gelişim
sergiledi. Körler için "Braille alfabesi"
ile kabartma yazı basan daktilolardan
günümüzdeki mekanik ve elektronik
daktilolara birçok modeli çıktı. Fakat
en yer edineni kuşkusuz mekanik
aksamlı, bol sesli(!) olanlardı…
Onlar elektriksizdi. Mekanik olarak
çalışıyordu. Kuvvetle tuşa basılınca,
kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu
harfi kaldırıyor ve şeride vuruyordu.
Şerit ise sarılı olan kâğıt üzerinde
o harfin izini bırakıyordu. Harfler
vuruldukça şaryo otomatik olarak
ilerliyor; yazının düzgün çıkması şeride,
vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp
basılmamasına bağlı oluyordu...
Elektrikli daktilolarda ise durum biraz
daha farklı…
İşleme prensibi mekanik ile aynı
olmasına rağmen tuşa basıldığında
harfin şeride, dolayısıyla kâğıda vurma
işlemi elektrikli olarak gerçekleşiyordu.
Elektrikli daktiloların kaset şeritli ve
silicili, çubuklu elektrikli daktilo, küreli
elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli
daktilo gibi çeşitleri de bulunuyordu.
Ama hiçbirisi daktiloların tarihten
taşıdığı hüzünlü görüntüsünü vermedi.
Yazı işlerini artık klavyelere teslim
eden daktilolar şu günlerde neredeyse
hiç değer görmüyor. Hatta antika
niyetiyle dekorasyonların bir parçası
ve zihinlerde birer anı oluyor. Artık
sesi çok duyulmuyor, kimsenin harfleri
sıkışmıyor, silik sayfalar olmuyor, on
parmağında on marifet olan daktilolar,
zamanın içerisinde unutulup gidiyor…
152

Benzer belgeler