Martı Ocak 2011 - Robert College

Transkript

Martı Ocak 2011 - Robert College
b o s p h o rus
c h r o n i c l e
The quarterly Robert College Newspaper
Martı
A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2011 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2011 ekidir.
Yayın Adı:
Bosphorus Chronicle’ın
Martı Ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler KAMER - T.C.
Sorumlu Öğretmenler:
Yıldız DÜZKÖYLÜ
Özgül AKGÜL CİNKARA
Yönetim Yeri:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Editör:
Ahmet Utku Akbıyık
Tasarım ve Sayfa Düzeni:
Ahmet Utku Akbıyık
Kulüp Yazarları:
Bekir Berke Artukoğlu
Ecegül Bayram
Aysın Kadirbeyoğlu
Z. Elçin Metin
Roza Oğurlu
İpek Betül Özçivit
T. Mert Saygın
1-28 sayfa kenarı şiiri: “Rüyamız”, Cahit Sıtkı Tarancı
Yayının Türü:
Yerel, Süreli
Yayının Dili:
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
4. Cad. No:122 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (212) 629 05 59 - 60
Basım Yılı:
Ocak 2011
Logo: Elif Alkaş
Kapak Tasarımı:
Aysın Kadirbeyoğlu
Arka Kapak Fotoğraf:
Özgüç Bertuğ Çapunaman
İÇİNDEKİLER
/KAYBETTİĞİMİZ SANATÇILAR
2
/ATTİLÂ İLHAN GEÇİP GİTTİ
ÖMRÜMÜZDEN
3
/ YAŞAMAYA DAİR
/ ON LIVING
4
/ FOTOĞRAF KUTUSU, ANNEM VE BEN
5
& BU GECE SON SÖZLERİN
/ KADİRAĞA SOKAK
6-7
/“GERÇEK” Mİ?
8
/ HAYDE
9
/ 4. BEYOĞLU SAHAF FESTİVALİ
10-11
/BEBEK DEĞİLİZ ARTIK
12
/O ADAM VE BEN
13
/CİNAYET SAATİ
14-15
/HANIMEFENDİ
16
/HİÇ İMKÂNSIZI DÜŞÜNDÜN MÜ? &
/ALIŞMAK
17
/İSTANBUL’U DİNLİYORUM
-1-
18
/KİTAPLAR
19
/GODARD’IN “SOSYALİZM”İ
20
/TÜYAP KİTAP FUARI
21
/BALIKÇI & /ÖLÜ ADAMIN YAKARIŞI
22
/ZAMANSIZ GİDENLER
23
/KEREM DEREN-PINAR BULUT SÖYLEŞİSİ
24-25
/DAKİKALAR...
26-27
/UZUN BOYLU ÇOCUK
28
Dışarıda güneş bile susmuş, damlaların gökten inişlerini dinlemekte. Bu sırada, Ahmet
Selçuk İlhan “gökyüzü ağlar; ama Şairler
Ağlamaz” dedi. “Duygu çağlayanları nasıl
ağlamaz?” dedim kendi kendime. Ardından,
Necip Fazıl “ah be Kaldırımlar” dedi. “Bu
yağmurda, şu boynu bükük gölgesiyle yürüyen
şair olsa gerek!” dedim. Ne zaman Attilâ
İlhan “Yağmur Kaçağı”ndan sohbet açtı;
damlalar yıllardır süregelen cam üzerindeki
yarışlarını hızlandırdılar. Hayatların akış
hızından pes ettiğimde yardımıma koşan
“3. Şahşın şiiri” ile yine Attilâ İlhan
oldu. Şairler ağlar; hem en yakın dostları
kaldırımların omzunda, hem yağmurdan kaçarken, hem de 3. Şahsın kıskançlığında…
Galiba haddimi aşarak biraz sesli mırıldanmışım ki başımı kaldırdığımda
Nâzım Hikmet’in tebessümü ile karşılaştım.
“Yaşamaya Dair” anılarını anlatmaya
başladı bana. “Yaşadım!” diyebilmem için
düşüncelerimden, hırsımdan vazgeçmemem
gerektiğini söyledi. Genç olmak, susmak
demek değil galiba, hata yapabileceğini
bile bile bir şeyler mırıldanmayı denemek.
Dışarı bir daha baktım, bulutlar dağılıyor.
Martıların vakti şu an. Gün uzun, belleğine
alabildiğin kadar erzağı okumalı…
Gün gelir de bu martılar çok okuyarak
tecrübe kaplarını doldurmuş olursa, umulur
ki kaplarından birkaç damla taşar
da ağlamayan şairler grubuna girerler.
Kalemi tutmaktan hiçbir zaman korkmamak
dileğiyle…
Yağmurdan kaçarken kaldırımlarda üçüncü
şahsın kıskançlığında ağlayabilecek kadar
yücelmek ümidiyle...
Sustuğumuzda dergimizin konuşmasının
yeterli olması inancıyla...
Ahmet Utku AKBIYIK
Martı /1~
Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz;
editörden
EKİM:
9 Ekim Yusuf Atılgan-Yazar (1921-1989)
11 Ekim Metin Eroğlu- Şair (1927-1985)
11 Ekim Fakir Baykurt- Yazar (1929-1999)
11 Ekim Attilâ İlhan-Şair&Yazar (1925-2005)
13 Ekim Cahit Sıtkı Tarancı- Şair (1910-1956)
13 Ekim Cevat Şakir Kabaağaçlı-Yazar (1886-1973)
15 Ekim Fazıl Hüsnü Dağlarca-Şair (1914-2008)
18 Ekim Hüseyin Cahit Yalçın- Yazar ( 1874-1957)
24 Ekim Behçet Kemal Çağlar- Yazar (1908-1969)
25 Ekim Ziya Gökalp-Yazar (1876-1924)
27 Ekim Semih Balcıoğlu-Karikatürist (1928-2007)
30 Ekim Ömer Asım Aksoy-Dil bilimci (1898-1993)
31 Ekim Berna Moran-Yazar (1921-1993)
KASIM:
1 Kasım Yahya Kemal Beyatlı-Şair (1884-1958)
4 Kasım Ümit Yaşar Oğuzcan-Şair (1926-1984)
5 Kasım İsmail Dümbüllü-Tiyatro&Sinema sanatçısı (1897-1973)
7 Kasım Sulhi Dölek-Yazar (1948-2006)
8 Kasım Faruk Nafiz Çamlıbel-Şair (1914-1950)
18 Kasım Melih Cevdet Anday-Şair, yazar (1915-2002)
22 Kasım Sevgi Soysal-Yazar (1938-1976)
23 Kasım Vasfi Rıza Zobu-Tiyatro sanatçısı&Yönetmen (1902-1992)
25 Kasım Mehmet Baydur-Yazar (1951-2001)
ARALIK:
7 Aralık Reşat Nuri Güntekin-Yazar (1889-1956)
7 Aralık Abidin Dino-Ressam (1913-1993)
7 Aralık Erhan Bener-Yazar (1929-2007)
13 Aralık Y. Kadri Karaosmanoğlu-Yazar (1889-1974)
13 Aralık Oğuz Atay-Yazar (1934-1977)
13 Aralık Behçet Necatigil-Şair (1916-1979)
17 Aralık Ali Taygun-Yönetmen, Tiyatro&Sinema sanatçısı (1934-2009)
23 Aralık Mehmet Rauf-Yazar (1875-1931)
27 Aralık Mehmet Akif Ersoy-Şair, Yazar (1873-1936)
OCAK:
9 Ocak Halide Edip Adıvar-Yazar (1884-1964)
9 Ocak Cemal Süreya-Şair (1931-1990)
13 Ocak Sabahattin Eyuboğlu-Yazar (1908-1973)
14 Ocak Mehmet Emin Yurdakul-Şair (1869-1944)
21 Ocak Kemal Bilbaşar-Yazar (1901-1962)
29 Ocak Ziya Osman Saba-Şair (1910-1957)
29 Ocak Özdemir Asaf-Şair (1923-1981)
Martı /2~
Kaynak: Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, 2011 Kültür Ajandası
AYLARA GÖRE KAYBETTİĞİMİZ SANATÇILAR
deneme
ATTİLÂ İLHAN GEÇİP GİTTİ ÖMRÜMÜZDEN
Z. Elçin Metin
Attilâ İlhan’ın kıyafetleri... Fotoğraf: Yıldız Düzköylü
Attilâ İlhan 15 Haziran 1925’te Menemen’de buluştu
dünyayla. Daha on altı yaşındayken arkadaşıyla bir Nâzım
Hikmet şiiri paylaşması sonucunda tutuklandı. Bunun üzerine
yaşamının üç haftasını gözaltında, iki ayını da hapiste geçirdi.
1944 yılında eğitim görme hakkını tekrar kazanıncaya dek,
Türkiye’de okuma hakkı elinden alındı. İstanbul Işık Lisesinde
ve İstanbul Hukuk Fakültesinde eğitimine devam ederken çeşitli
dergilerde şiirleri yayınlanmaya başlandı ve 1948 yılında da ilk
şiir kitabı Duvar’ı yayımladı.
İlerleyen yıllarda, Nâzım Hikmet’i kurtarmak için Paris’e
gitti, Türkiye’de yavaş yavaş ismini duyurmaya başladı ve polisle
başı sık sık derde girdi. Yıllarını Paris, İstanbul ve İzmir arasında
geçiren Attilâ İlhan sinema eleştirmenliğine de bu dönemde
başlayıp birçok senaryo yazdı. 1968’de yaptığı 15 sene devam eden evliliğiyle, şiir kitapları ve gazetecilikle dolu bir hayat
geçirdi. 11 Ekim 2005’te, 80 yaşındayken, sözcüklerinin zenginliğine, fikirlerine tanık olan beyni canlılığını kaybetti.
Attilâ İlhan yaşamı boyunca sözcüklerle oynadı, onları kendi fikirleriyle yoğurup anlamlandırdı.
Seçtiği sözcükler etkileyici olduğu kadar ona özgüydü. Yumuşak yarasaları, patlayan Samanyolu,
omuzlanmış gökyüzleri, öksüren sokak lambaları vardı onun. Yaratıcılığı ve sözcüklere hükmü
kısıtlanamazdı. “Ben sana mecburum, bilemezsin” ile yoğunluğunu hissettik Attilâ İlhan’ın. “Ne kadınlar
sevdim zaten yoktular” demesiyle anladık: içinde hayali kadınları, düşsel sevgilileri vardı. Onlardan biri
de Pia’ydı. Ellerini tutabilseydi Pia’nın, ölse eksiksiz ölürdü, keskince dile getirmişti bunu. Pia’yı, onun kim
olduğunu bilmeyi, çocuklardan Pia’nın geldiği haberini almayı çok beklemişti; fakat Pia, o bir şehre geldiği
vakit, başka bir şehre gidip durdu. Ona da umutları ve hayallerinden başka kalan olmadı.
Şiirlerinde duyguları kadar yaşadığı şehirleri de barındırdı; Paris’i, İstanbul’u, İzmir’i anlattı. Biraz
Paris’te, La Dona e Mobili’de Paris’e rastladık; Kirli Yüzlü Melekler’de, İstanbul Şehri Ağlıyor’da İstanbul’a.
Hepsi ayrı güzel, hepsi ayrı dolu, hepsi ayrı özeldi onun için, ayrıntılarından anladık.
Attilâ İlhan, şiire başladığı zamanlarda katı kuralları olduğunu; fakat Kaptan’la birlikte daha esnek
bir şiir anlayışını benimsediğini dile getirmişti. Şiirin adının neden Kaptan olduğu sorulduğunda ise ona
Paris’te sakallarından dolayı takılan lâkap olduğunu söylemişti.
“Ayazın avucunda unutmuştun ellerini
Önünden geçtiğim halde beni tanımadın
-3
Ben değiştim biliyorum
hem sakal bıraktım
Şiirlerim kül rengi kumrular gibi uçuyorlar” dizeleri Kaptan’a ait. Bu dört dizeden bile Attilâ
İlhan’ın sözcük seçiminden ve kendine özgülüğünden etkilenmek mümkün.
Belki o yine bizimle. Belki fikirleri hâlâ uçuşuyor, cümleleri hâlâ dolaşıyor aramızda. Belki sadece
biz tanıyamıyoruz onu zamanın etkilerinden. Belki yine vapurun üst katında denizi seyrederek henüz
bitmemiş şiirlerini tamamlamaya çalışıyor. Şu an bildiğimiz kadarıyla aramızda olmasa da, minnettar
olmalıyız bize hatırlattığı hisler, düşündürdüğü konular için. Sözcükleriyle çok zenginleştirdi o hepimizi,
bize düşsel sevgililerle aşkı yaşamanın mümkün olduğunu öğretti. O bir yazar, bir şairdi ve düşünceleri
binlerce kişi tarafından okunmaya devam ediyor her gün. O var oldu ve hâlâ var romanlarıyla, şiirleriyle.
O; geçip gitti ömrümüzden, belki tanıdık, belki tanımadık onu; ama bir şekilde, bir şeyler kattı hepimize.
Kaynakça:
Attilâ İlhan. Web. 11 Aralık 2010. <http://www.attilailhan.gen.tr/hayati.html>.
İlhan, Attilâ. Sisler Bulvarı. İstanbul: Kültür Yayınları, 2010. Basım.
“Böyle Bir Sevmek (Ne Kadınlar Sevdim).” Siraze. Web. 11 Aralık 2010.
<http://www.siraze.net/antoloji/attilailhan/boylebir.htm>.
Martı /3~
Bu su bizim gölgemiz,biziz şeffaf ve temiz.
şiir
YAŞAMAYA DAİR-ON LIVING
Nâzım Hikmet
(15.01.1902-03.06.1963)
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Living is no laughing matter:
you must live with great seriousness
like a squirrel, for example-I mean, without looking for something beyond and above living,
I mean living must be your whole occupation.
Living is no laughing matter:
you must take it seriously,
so much so and to such a degree
that, for example, your hands tied behind your back,
your back to the wall,
or else in a laboratory
in your white coat and safety glasses,
you can die for people—
even for people whose faces you've never seen,
even though you know living
is the most real, the most beautiful thing.
I mean, you must take living so seriously
that even at seventy, for example, you'll plant olive trees-
and not for your children, either,
but because although you fear death you don't believe it,
because living, I mean, weighs heavier.
Martı /4~
Kaynak: Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, 2011 Kültür Ajandası
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
şiir
FOTOĞRAF KUTUSU, ANNEM VE BEN
Ecegül Bayram
BU GECE SON SÖZLERİN
Laçin Edis
Titreşiyor bahçedeki çınarın yaprakları
Yapraklardan damlayan suların tınıları
Sessizliği yırtıyor yüreğimin feryadı
Kulağımda çınlıyor bu gece son sözlerin
Dolaşıyorum avluda, bakışlarım buz gibi
Buhranlı anılarım etrafımda ruh gibi
Bakıyorum semaya, ay değil karanlık var
Kulağımda çınlıyor bu gece son sözlerin
Duyulan tek ses benim düzensiz soluklarım
Ağlarken duvarlara keskin hıçkırıklarım
Sevdamın simasını dün gibi hatırlarım
Kulağımda çınlıyor bu gece son sözlerin
Şebnem düşmüş bembeyaz gül yapraklarına
Sabahın ilk ışıkları belli belirsiz ufukta
Rüyalarımda yine sen, yaşarken son anımda
Kulağımda çınlıyor bu gece son sözlerin
Fotoğraf: Roza Oğurlu
-5-
Martı /5~
Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz,
papatya kokan
bir kutu fotoğraf,
dolabın bir köşesinde
saklanmış.
unutulmuş.
bir fotoğraf,
arkasındaki rakamlar olmasa kimse bilmez;
ne zaman,
nerede.
annem ilkokula başlarken,
örülü saçları
benimkilerden güzel.
bir ip
bir piknik
gerçeklerden uzak, ağlamaklı, saf küçük kız.
sıcakmış belli,
rüzgârı beklerken ben.
saçlarımda papatyalar
ama unutulmamış.
Gecenin gölgeleri düşmüş ıslak çimenlere
Uçuşuyor beyaz tüller ılık güz melteminde
Açık kalmış pencereden yükseliyor bir fısıltı
Kulağımda çınlıyor bu gece son sözlerin
deneme
KADİRAĞA SOKAK
İpek Betül Özçivit
Oturmuşum beyaz panjurlu balkonumdaki bir taburenin üstüne, seyre dalmışım İstanbul’umun
en güzel sokaklarından birini. Yan apartmandan bir fısıltı halinde gelen Beethoven’in Moonlight Sonatı,
kulak vermişim taşların arasından sızan ilkbahar dinginliğine. Üç beş arabanın egzoz borusundan çıkan
gürültüler eşliğinde, yelkenlerim fora, başka düşlerin peşinde koşuyorum geleceğe.
Uzakta görünen liman “Geçmişler Limanı” ve sanki sokağımın 50’lerdeki İstanbul’u. Evet evet,
haklıyım, sokağımın o zamana has sarı, pembe, mor çatılı köşklerini tanıyabiliyorum. Onlara duyduğum
ailevî bir yakınlık şu anda da hâlâ varlığını koruyan karşı kaldırımımızdaki pembe köşkten geliyor
olmalı. O kadar yıl sanki hiç yaşanmamış gibi duruyor karşımda annemin zamanının İstanbul’u. Şu anki
betonarme apartmanların engellediği deniz kokusu burnuma çalıyor. İçime çekerken bu sessiz çığlığı,
görüyorum güzel insanları. Fötr şapkalı beylerin kolunda şık döpiyesli hanımlar; ellerinde deri çantalar,
başlarında renkli şapkalar. Selam veriyorum canım İstanbul’umun bu masum sokağının cana yakın
sakinlerine ve selam alıyorum geçmişe olan özlemimi giderircesine. Sokakta yürümeye devam ederken
insanların yaz mevsimini buradaki köşklerinde geçirdiklerini hatırlıyorum. Sonra bakıyorum uzakta sahil ve geç kaldığım hayat demir almak üzere, pek de istemeyerek ayaklarımın beni götürdüğü yere doğru
koşuyorum, neyse ki yetişiyorum. Sessizce ayrılırken “Geçmişler Limanı”ndan, gözümden geminin tahta
güvertesine bir damla yaş düşüyor. Islatıyor bu sevgi gözyaşı güvertenin tahtasını.
Fotoğraf: Irmak Aybartürk
Yeni bir sayfa açılırken hayatımda, geminin ilerlediği deniz üzerinde bir sonraki liman görülüyor.
Adına “Şimdiki Zaman Çıkmazı” diyor kaptan. Bakıyorum, sokağıma ilk geldiğim gündeyim. Daha her
yere yabancı, sokağın solundan gözüken parkın adını soğuk havaya döküyorum, bir bir havada asılı kalan
harfler “Göztepe Parkı” diyor. Karanlığı yenmeye çalışan bir iki sokak lambası altında hızlı hızlı evlerine
Martı /6~
yürümekte olan birkaç insan görüyorum. Benim kim olduğumu fark etmeyen, benim heyecanımı göremeyen, hayat mücadelesi içinde sönmüş bir iki çift gözle de karşılaşıyorum. Derken, gecenin ayazında
içimi ısıtan bir boza kokusu sarıyor etrafı ve sonra kulağıma “Booozaaa!” diye bağıran genç delikanlıların
sesi geliyor. Daha önceleri pek de hoşlanmadığım boza tadı, artık daha bir hoş gelmeye başlıyor bana ve
artık İstanbul’da geleneği tükenmiş olan mahalle satıcılarının burada olması gülümsetiyor beni. Bütün
bunlar olup biterken ben, yukarı çıkmak üzere annemin arabadan gelmesini beklemekteyim. Belki
de bebeğinin ilk kalp atışlarını duyan annenin heyecanıyla apartmanın kapısından içeri ilk adımımı
atıyorum. Bu adımımın beni gençliğimin güzel yıllarına taşıyacağına çocuk saflığımla inanıyorum. Gemimin beni çağıran düdüğü eşliğinde uzaklaşıyorum yeni gelen günden ve batan güneşin sakladığı geçmişe
dönüyorum arkamı.
Uzun ve zorlu bir yolculuk oldu bu sefer ve sonunda ufukta “Bir Gelecek Hatırası” isimli pek de
sıcak olmayan bir havada puslu bir liman çıkıyor önüme. İsmindeki beni çağıran büyü ile atlıyorum hemen gemiden limana. Yoksa kim bekleyecek hayatın biraz da uyuşukça yanaşmasını kıyıya? Daha sonra
hafif de korkarak attığım adımlarla tanımaya çalıştığım sokağım, benzetmeye çalıştığım iki üç apartman
ve kaldırım çıkıyor önüme. Derken üzerine basmaktan kaçındığım bir keçiboynuzu yaprağı duruyor
kaldırımın üzerinde. Bana artık uzakta kalan sabahları hatırlatıyor bu yaprak. Her sabah daha gün
aydınlanmadan bindiğim servisimin, her zaman sağ ön tekerine denk gelen bu yaprak sanki hâlâ aynı
yerde duruyor.
İçimden gelen son bir umutla başımı çok uzakta gözüken gökyüzüne kaldırıyorum. Ve sonunda
tanıdığım, bana eskiyi hatırlatan tek şeyi buluyorum yukarıda: bir keçiboynuzu ağacı. Yaprakları her
zamanki gibi zayıf kalmış, yabanî olduğu için duyduğu üzüntüden büyütemediği meyveleri yine yerlere
dökülmüş. Eğilip almak olsa da niyetim o yaprağı yerden, esen bir rüzgârın, apartmanlardaki klimaların
dışa verdiği sıcak havayı savuşturmasıyla yerden havalanan yaprak eşliğinde, benden uzaklaşıyor
hatıralarım… Ben peşinde koşmaya çalışırken o yaprağın, avuçlarımın içine düşen bir başka yaprak
eşliğinde gerçekleşen ümitlerim ve gemiye geri dönüşüm bir anda olup bitiveriyor.
İnce mi ince bir ayazın ıslığı uyandırıyor beni daldığım düşten. İçeriye girerken yüzüme
astığım muzur maskeyi bir tek karşı ağaçtaki beyaz martı görüyor. Balkonun panjuruna konan martıya
gördüklerini kimseye söylememesini tembihliyorum. Cevabı ise uzaklara doğru bir kanat çırpış oluyor.
-7-
Martı /7~
Açılan güller gibi suda gönüllerimiz.
deneme
deneme
“GERÇEK” Mİ?
Pınarnaz Eren
10 Kasımlarda sürekli haykırdığımız bir isim var. Onu hep kalbimizde yaşattığımızı söyleriz. Peki,
neden birçok insan Atatürkçülüğü sadece 10 Kasımlarda ağlamak zanneder? İnsanlar Mustafa Kemal’in
fikirlerini gerçekten anlasalardı acaba ağlanacak durumumuz veya Tanrıdan onu bize tekrar göndermesi
için yalvaran bu dualarımız olur muydu? Artık 10 Kasımlarda ağlamak yerine onun başardıklarını o
döneme göre değerlendirerek, sözlerinin arkasındaki duyguyu anlamaya çalışarak, ona “Merak etme biz
varız!” diyerek 10 Kasımları anmak çok daha anlamlı olmaz mıydı?
Atatürkçülük Mustafa Kemal’in Selanik’teki çocukluk yıllarında doğmuş ve yaşanan her günde
kendini sürekli geliştirmiştir. Şu an ise geçmişimizin, günümüzün ve geleceğimizin şekillendiricisi
sayılabilir. Mustafa Kemal’in Selanik gibi çok uluslu bir şehirde doğup orada diğer devletlerin kiliseleri kullanarak nasıl hakimiyet kurmaya çalıştıklarını görmesinden, mahalle mektebinde hocasının
ona verdiği cezaya kadar her türlü olay onun kafasında başlattığı düşünce sisteminin temellerinin üzerine bir şeyler eklemiştir. Dayısının tarlasında kargaları kovalarken dahi aklında bulunan “yurdu
düşmanlardan ayıklama” düşüncesi, geceleri uykularını kaçıran “Bu vatan nasıl kurtulacak?” sorusu,
onun gerçekleştireceklerinin sadece ilk basamağının göstergesidir. Uğruna nice canlar verilmiş Türk
yurdu, düşmandan kurtarıldıktan sonra her alanda çağdaş ve ileri bir Türkiye, insan ömrünü kısa bulanlara aslında yaşamın ne kadar dolu dolu geçirilebileceğinin kanıtıdır.
Atatürkçü olmak sözle bitecek bir iş değildir. Atatürkçülüğü özümüzde benimsemiş olmamış
gerekir. Sadece sözde Atatürkçüler aslında bizim için en büyük tehlikedir; çünkü sözde Atatürkçüler
yaptıklarıyla gerçek Atatürkçülerin imajını zedeler. Atatürkçülüğü gerçekten ruhuyla benimsemiş,
Mustafa Kemal’i görmek demenin sadece onun yüzünü görmek olmadığını bilenlerin varlığı her alanda gelişmiş, güçlü bir Türkiye’nin en büyük habercisidir. Çağları yıllara sığdırmış olan Türk halkı,
Atatürkçülüğü de kalplere aşılayabilecek güçtedir. Atatürkçülüğü kalplere aşılamak sadece bizim için
değil bütün dünya için önemlidir; çünkü unutmamak gerekir ki sömürge devletlere “en kötü” örneği
Türkiye teşkil etmiştir. Dünyaya barış getirebilecek en güçlü düşünce sistemlerinden birisi de Atatürkçü-
lüktür.
Mustafa Kemal’in en büyük mirası cumhuriyeti ve onun düşünce sistemini anlayabiliyorsak, bize
hedef gösterilen çağdaş uygarlıklar seviyesine ulaşmayı amaç edinmişsek niçin hâlâ “gelişmekte olan” ülkeyiz, niçin yurdumuzda “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalar düzenleniyor, ülkemizde düşünce
özgürlüğü varsa niçin gazetelerde yazdıkları yüzünden hapse giren gazetecilerle ilgili haberler okuyoruz,
en büyük meşalemiz bilimse doktorlar yerine üfürükçüler niye, kadınlar her türlü alanda etkin
olmalıyken niçin meclisimizdeki 550 milletvekilinden yalnızca 48’i kadın, silahlar için ayrılan bütçenin
eğitimden daha fazla olması sizce eğitimle ilgili her şeyin mükemmel olması ve yapılacak bir şeyin
kalmamasından mı, bilim en hakiki mürşitken ve devrimcilik sayesinde sürekli teknolojik alanda ve
diğer alanlarda kendimizi yenilememiz gerekirken neden Kore 4G’yi geçip 5G hakkında dünyaya bilgiler
dağıtırken bizde 3G’nin yaygınlığı artışılabilir durumda? Basitçe kaçımız Nutuk’u, en azından Gençliğe
Hitabe’yi gerçekten anlayarak okuduk? Mustafa Kemal’imizin bizim için değeri, mavi mavi bakan gözlerinin dahi soğuk renklerde olduğu heykeller mi?
Bu durumdayken herkesin kendisine sorması gereken ilk soruya dürüstçe cevap verin lütfen. Ulu
Önder’in de belirttiği gibi onun yaptıklarını ve düşüncelerini anlayarak onu görebilenlerden misiniz? Siz
“gerçekten” Atatürkçü müsünüz?
Martı /8~
öykü
HAYDE
Ders çıkışında aldı onu. Karlı ve soğuk bir Kadıköy gününde, istemsiz birleşiyordu elleri, kolları.
Bir süre yürüdüler böyle Rexx Sineması’ndan boğa heykeline doğru. Her ikisi de sıkıntılıydı o anda.
Çocuk, ne yapsa, ona söylemek istediğini söyleyemiyor, kız ise bazen ondan uzaklaşan davranışları
nedeniyle tedirgin duruyordu. Birlikte olmanın hazzını da başka hiçbir şeyde bulamıyorlardı ama. Kar
hızlandıkça hızlandı, sonra doluya döndü. Küçük buz parçaları yüzlerini yakmaya başlamıştı artık. Otobüs
durağına vardılar. Doludan neredeyse hiç korumayan bir ağacın altına girdiler. Sıkı sıkı sarıldılar
birbirlerine. Kafası onun kafasının altında kaldığı için yüzünü göremiyordu çocuk; sadece yanağını beresinin üzerinden kafasına dayıyor, soluk alıp verdikçe kokusunu çekiyordu içine.
Neler kopmuyordu ki o anda içinde? Tedirginlik mi, sinir mi, ağlamak mı yoksa korku mu? Hepsi
geçiyordu aslında. Bugün içindekileri dökemezse bu geceyi geçiremezdi. Gözünü yola dikmiş bakıyor,
otobüsün gelmemesi için dua ediyordu çocuk; ki ona daha çok sarılsın, zaman olsun söylemeye dertlerini.
Gelirken dinlediği şarkının sözlerini mırıldandı:
“İnsan sevduği yardan
Bu kadar utanur mi?”
Birden irkildi kız: “Aa, otobüsüm geldi!” Gelmesi gereken saatten 10 dakika erken gelmişti otobüs.
Aceleyle ilerlediler otobüse doğru. Çocuk, o gün de söyleyememiş olmanın kızgınlığını yaşıyordu. Otobüse
yürürken yüzündeki acı ifade, bir anda gevşedi. Otobüsün basamaklarına çıkan kızın arkasından
“Seni seviyorum!” diye seslenebildi. Onun için zaman durdu bir anda... Gelecek tepkiyi inanılmaz bir
dikkatle beklemeye başladı; ama arkasına bile bakmadı kız. Akbilini bastı ve otobüsün arkasına doğru
ilerlemeye başladı. Buğulu camın arkasında zar zor seçebildi kızı. Gözünü yüzünden ayırmıyor, yüzünde
oluşacak en küçük bir ifade değişikliğine karşı kendini hazırlamaya çalışıyordu.
Hiçbir tepki vermedi kız. Oturdu boş bir yere.
O anda içinde bir şeyler koptu çocuğun. Hızla koşmaya başladı, on metre sonra kayıp düştü; ama
kalktı ve koşmaya devam etti. Boğa heykelinden iskeleye doğru, insanlara çarpa çarpa koşuyor, göz bebekleri o anda sağında ve solunda hızla akan manifaturacıların ve penye dükkânlarının anlamsızlığında
kayboluyordu. Gördüğü ilk bakkala girdi ve gözüne ilişen sigara markasının adını söyledi bakkala. Ellerini
hissetmiyordu. İlk sigarasını yaktığında öksürmedi bile, o an bütün acılar birer hiçti onun için.
Neredeyse beş saniyede bir nefes çekiyor, akciğerlerini simsiyah bir dumanla dolduruyordu. Rüzgârın da
yardımıyla ilk sigarasının bittiğini eli yanınca anladı. Hemen ikincisini yaktı. Onu daha da hızlı içti.
Bu kadar hızlı-9iki tane üst üste içince başı dönmeye başladı. İskeleye giderken bir tokattan daha
sert çarpıyordu yüzüne rüzgâr. İskelenin önünde oturdu. Yüzünü ekşite ekşite bir sigara daha yaktı. Montu
ve botu ıslanmıştı; ama o, daha çok soyunmak istiyor, kendine işkence etmek için her yolu deniyordu.
Bekleme salonuna girdi. Boş bir yere oturdu. Kafası fena halde dönüyor, mide bulantısını bastırsın diye
aldığı gofreti anlamsızca elinde tutuyordu. Bir süre sonra gofretten bir ısırık aldı, çöpe fırlattı kalanını.
Birden, her âşık insanın aklına gelebilecek şeylerden biri geldi: “Belki duymamıştır?” Yüzüne
söyleyemediği şeyi, neredeyse donmak üzere olan eliyle yazıyordu telefonuna şimdi. Her kötü cevaba
hazırlamıştı kendini. Mide bulantısı ve baş dönmesi bütün bedenini ele geçirdi. Vapurda zaman geçmiyordu. Her saniye başında telefonu kontrol ediyor, mesaj gelip gelmediğine bakıyordu.
Neredeyse gözleri kapanmak üzereydi ki eli titreyince irkildi. Mesajı ilkin seçemedi. Gelen mesajda
“BEN DE” yazıyordu. Kusmak üzereydi artık. Üstelik koşarken düştüğü için poposu da hâlâ
ağrıyordu. Vapurdan iner inmez bir köşede boşalttı bütün yediklerini. Rahatladı biraz. Taksiye bindi. Telefonunu çıkardı. Gelen mesaja bir daha uzun uzun baktı. Sonra cebindeki sigara paketini çıkardı ve taksiciye verdi. “Al abi, bu sende kalsın, az önce bıraktım da!”
“Sevdaluk eyi şeydur,/Ben daha yeni başladum.”
Martı /9~
Ne vakitten beridir burada oturmuşuz?
T. Mert Saygın
festival
4. BEYOĞLU SAHAF FESTİVALİ’NDEN ESİNLE
Aysın Kadirbeyoğlu
“4.Beyoğlu Sahaf Festivali 14-28 Eylül 2010 tarihleri arasında İstanbul’un orta yeri Taksim Gezi
Parkı’nda gerçekleşti. Bu yıl dördüncüsü düzenlenen festivale, Kadıköy, Moda, Sarıyer, Ortaköy, Beyazıt,
Şişli ve Beyoğlu başta olmak üzere İstanbul’un birçok ilçesinden ve semtinden toplam 74 sahaf katıldı. Birbirinden değerli koleksiyonların, asırlık kitapların ve eserlerin Taksim Gezi Parkı’nda kurulan standlarda
yerini aldığı festivalde bu yıl bir de kitap müzayedesi gerçekleştirildi. 120 değerli kitabın müzayedesinin
yapıldığı festivalde, kitapseverler her gün saat 10.00-24.00 arası kitaplarla hemhal olma fırsatı bulabildi.”
Hürriyet’in Pazar ekiydi sanırım, “4. Sahaf Şenliği Taksim’deki yerini aldı” başlığını okuyorum.
Heyecanla tarihine bakıyorum şenliğin, bu sene kaçırmamalıyım. Ne olursa olsun ben de bulunmalıyım
bu güzel organizasyonda. Ve detaylıca bakınca habere, ne kadar şanslı olduğumu anlıyorum; bu, son hafta
sonu çünkü. Hemen giyinip hızla atıyorum kendimi evden.
4. Sahaf Şenliği her zamanki yerinde, Taksim Gezi Parkı’nda kurulmuştu. Başta yalnızca bir iki
standın göze çarptığı mekânın içine doğru yürüdükçe sanki uzayıp gidiyor, sizi derinliklerine çekiyordu
kitap kokulu tezgâhlar. Haberi okumanın verdiği heyecanla henüz sabahın köründe fırlamış olacağım
ki, yeni yeni görücüye çıkıyordu kitaplar sandıklardan. Kendimi tutamayıp ilk tezgâha yöneldim, Varlık
Yayınları Ekim 1968 Türk Yenilik Şiiri Antolojisi, bir sonrakinde yalnızca dergiler, Osmanlı döneminden
kalma, günlük basılan gazete yaprakları. Yaprak değil tarih âdetâ. Kimi Arap alfabesinde, kimi yeni Latin
harfleriyle basılmış, sol üst köşede yazan tarihin yaşlı birer tanıkları. Biraz ilerledikçe yerli yabancı birçok
ünlü eserin eski basımlarıyla, hat sanatının seçkin örnekleriyle, eski Yeşilçam klasiği filmlerin afişleriyle,
kasetlerle, mühürlerle, kartpostal ve kim bilir kimlerin resimleriyle dolu bir zaman yolculuğuna
çıkıyorum her adımda. Karıştırdığım kitaplardan birinin içinde Robert College Library etiketini görmek
keyiflendiriyor beni ve düşüncelere itiyor, kendimce hikâyeler yaratıyorum kitaplığıma karışmak üzere
çantama attığım her yeni, daha doğrusu eski kitap için.
Başımı kaldırıp saate baktığım anda büyü bozuluyor bir anda, gündelik hayatın telaşı sarıyor
etrafımı. Yapmam gereken işler, yetişmem gereken dershanem çağırıyor beni. Bense bırakıp gitmekten
nefret ediyorum şu manzarayı. İçime çektiğim saman yaprak kokusunun yerine egzoz dumanı solumak
istemiyorum. Rotamı Beşiktaş’a çevirip dershaneye yetişmem gerektiğini bilsem de asıl öğrenmem gereken her şeyin geride bırakacağım tüm bu sayfaların satırları arasından beni çağırdığını biliyorum. Ama
nafile… Yine de bitmesine ramak kalmış şenliğin, tezgâhların önünde boş yer kalmamacasına dolup
taştığını gördükçe mutlu oluyorum. Kitap okuma oranının acınası derecede düşük olduğu ülkemizde eski
kitaplara verilen değeri görmek, içimi rahatlatıyor biraz da olsa. Kıymetlileri, şenliktekilere emanet ediyorum utana sıkıla ve devam ediyorum yoluma.
Martı /10~
festival
“Ellerim öylesine büyük ki
Okşamak için nasırlarınızı
Gözlerim öylesine iri ki
Görmek için acılarınızı
Kulaklarım öylesine kocaman ki
Duymak için hüznünüzü
Yüreğim öylesine bitimsiz ki
Sevmek için tümünüzü” *
Fotoğraf: Yıldız Düzköylü
Aynı derginin 4. sayfası, Selahattin Batu’nun “Şiir Konusunda” adlı yazısından:
“Ayışığında Selviler’i de bir İstanbul dönüşü gene trende yazmıştım. Erenköy yakınlarından geçerken bir
selvi dalının bahçenin birinde yelpaze yelpaze sallandığını fark ettim. Ağır ağır sallanıyordu dal… Ve ‘ağır
ağır’ sözleri bir mısra oluverdi: Ağır ağır
Ayışığında sallanır
Kara yelpazeleri selvilerin,
Karanlık kımıldar, dalgalanır,
Yüzleri güler ölülerin…”
Keşfedilmemiş hazineler gibi mısralar dökülüyor çevirdikçe yapraklarından. Kitapların köşelerine
yazılmış telefon numaraları, arasam mı aramasam mı diye düşündürtüyor durmadan. Fuzûlî-Hayatı,
Sanatı, Şiirleri- isimli eseri alıyorum elime, Yusuf Savaş yazıyor ilk sayfasında. Su kasidesinin altına
çizmiş kurşun kalemle, aruzun açık ve kapalı hecelerini. Yardımıyla mest ediyor kendinden sonraki kitap
sahibini. İşte sahafları sevmemin sebebi tam da bu, diye düşünüyorum. Yalnızca eski kitapların satıldığı
küçük dükkânlar değil sahaflar, geçmişle gelecek arasında kurulan bir köprü, kuşaklar arasında bilgi
ve kültür aktı, birbirinden apayrı hayatların kesiştiği yoğun bir kavşak. İşte tüm bu sebeplerden, yırtık
birkaç sayfa uğruna Beyazıt’a gitmek vakit kaybı değil, İstanbul’u gerçek anlamda tanımak, anlamak
adına büyük bir kazanç;
-11- çünkü bu tarihi şehrin anlamı tarihi taşıyan yapraklarda saklı, birilerinin tutup
çıkarmasını bekliyor. Ve aklıma bir şiir geliyor, İstanbul’un nabzını tutan şairden, şöyle diyor Orhan Veli:
“Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam”
http://sanat.milliyet.com.tr/beyoglu-sahaf-festivali-basliyor-/
Martı /11~
Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz.
*Ülkü, Hüseyin. “ki”. Varlık. 666, Mart 1966: 7.
öykü
BEBEK DEĞİLİZ ARTIK
Zeynep Ayda İnan
Bloklar yere düştü. Oysa onun açık kahverengi gözlerinde hiçbir pişmanlık yoktu. Kızıl saçlarını
öcünü almışçasına geriye savurdu. Nasıl bu kadar zalim olabilirdi? Beni hiç mi düşünmüyordu? Bu
blokları ne kadar önemsediğimi biliyordu; yine de onları düşürdü.
Evet, biliyorum geçen hafta sonu annesiyle bize geldiğinde tartışmıştık. Sanırım onu üzecek bir
şey söylemiştim. Bana: “Benden özür dilemelisin Yıldız. Yoksa seninle bir daha konuşmam!” demiş
ve küsmüştü. Ben hatamı anlayamamıştım; ama yine de ona çikolata alarak özrümü ifade etmiştim.
Aramızın düzeldiğini sanmıştım. Ne kadar aptalmışım! Tanıdığım erkeklerden farklı olduğunu
düşünmüştüm, ki sadece iki erkek tanıyordum bu koca dünyada: Babam ve Yunus. Şimdi karşımda
bana ışıldayan ve zafer dolu gözlerle bakıyordu. Buna dayanamadım ve tam bana bir şey söyleyecekken
suratına pek sert olmayan bir tokat indirdim. Yanağı kızardı ve gözleri doldu; ama ağlamadı. Bana, soran
gözlerle bakarak: “Neden bunu yaptın?” diye ciyakladı. “Neden benim bloklarımı yere düşürdün? Senden
nefret ediyorum!” diyerek bağırdım. Yunus ise “İsteyerek düşürmedim ki! Tam özür dileyecekken bana
tokat attın.”
Her şeyi yanlış anlamıştım. O zalim değildi, zaten onun gibi biri nasıl bu kadar kötü olabilirdi ki?
Gözleri de zaferden parıldamamıştı, bunu ben uydurmuştum. Kızarak: “Her kız gibi sen de dinlemeden
saldırıyorsun. Neden bir barbi bebek bulup onu dövmeyi denemiyorsun ki?” dedi ve bu beni çileden
çıkardı. Üstüne atıldım. O benim saçımı çekiyor, ben de onun kolunu ısırıyordum.
Sonunda annem geldi ve bizi ayırdı. İkimize de suçlayıcı gözlerle bakarak “Bloklar için mi kavga
ediyorsunuz?” diye sordu ve blokları toplayıp yeniden dizdi. Sonra bize döndü ve “Bebek değilsiniz artık.
5 yaşınıza girdiniz, kocaman oldunuz.” dedi ve sımsıcak gülümseyerek sordu: “Ee, kim dondurma ister?”
İşte, o an Yunus da, ben de bütün sorunlarımızı unutmuştuk.
Fotoğraf: Ulaş Aktok
Martı /12~
öykü
O ADAM VE BEN
Bir kitap yazıyorum: Hayatını kaybetmek üzereyken son bir umutla bu dünyaya tutunmuş bir
adamın hikâyesini. Ben mi? Mutluyum. En azından mutlu olduğuma inanıyorum. Daha mutlu olabilir
miyim? Yaşamadan nereden bilebilirim! Büyük bir evim var, ’69 model Corvette’im, dostlarım ve
param… Bunlar mutluluk için yeterli mi? Şu anda yetiyor.
Kitabımda epey ilerledim. Gözleri önünde katledilen ailesinin dramını yaşayan karakterim
artık kendini topladı. Bir işe girip kendi düzenini kurmaya başladı. Bir sevgilisi var; ama eksiklikten.
Çocuklarına ihanet ettiğine inanıyor. Eşinin sevgisini, çocuklarının kokusunu hâlâ alıyor. Yeni evinde
çocuklarına bir oda yapmış; kimseyi içeri sokmuyor. Bir duvar örmüş bilincinde, en çok sevgi göstereni
bile sınırlarına sokmuyor. Kanında, ona zarar vermeye çalışırken ailesini yok eden Rus gangsterden intikam alma ateşi var. Sanki patlamak için anlık bir kıvılcımı bekliyor.
...
Kitabımın son sayfasına geldim. Her özel günü ailesinin kabrinde geçiren bu adam artık
hayatındaki değişimlere ayak uydurdu ve olanları kabullendi. Bütün acılara ve kayıplara gerçeklikle
yaklaşıyor. Belki de oğlunun kokusunu hatırlamayacak kadar derine gömdü anılarını.
Bütün hikâyeyi baştan okuyorum. Çalışma odamın camından bakıyorum, kırmızı ’69 Corvette’im
evimin önünde. Masanın üstüne bakıyorum, elimde altın Cross kalem, odanın duvarlarında milyon
dolarlar verdiğim sanat eserleri var. Bunlar gerçek mi? Biri bana söylesin! Gerçekle hayal arasında kapana
kısılıyorum. Kurtarın beni! Alnım, saçlarım terliyor. Gözlerim kanlanmış, titriyorum. Çalışma odamdan
dışarı atıyorum kendimi, gerçeklikten kaçarcasına. Salona giden koridorun duvarlarında resimler asılı.
1994, “Pizzacı Adam”. Oğlumun ilk “çöpten adamı”. 1998, bir kadın ve yanında bir kız. Eşim ve kızım.
Unutmak mı istiyorum?
Oğlumun resmine tekrar bakıyorum. “Çöpten Adam”. Çöp. Kabullenemediğim gerçeği gömmeye
çalıştım; ama olmuyor. Unutamıyorum. Damarlarım şişiyor. Gömleğim sırılsıklam olmuş. Koşuyorum salona doğru. Rahatlamak umuduyla. Evin bir odası kapalı. Kapıda duvara çizilmiş çizgiler var. Hapishane
mahkûmlarının çizdiklerinden. Oğlum sekizinci yaş gününe kadar geçen günleri sayıyor. Hapishane.
Yazdığım kitabı anımsıyorum. O adam bir düzen kurmuştu, anılarının baskısından kurtulmuştu, değil
mi? O adam ben miyim? Hayır, olamam. O adam bir hayaldi, ben gerçekliğim. Ben yaşıyorum, o adam
yaşamıyor. Yoksa, o adam mı yaşamalı? Kayboluyorum. Kendi evimde, odaların içinde, cümlelerde, kelimelerde, anılarda kayboluyorum. Ben neredeyim?
O adam olmak
istiyorum. Param var, evet; mutlu değilim. Sadece görünüyorum. Hayalimin
-13arabası var. Anahtarı masamda. Anılarımı geri verin, arabam sizin olsun! Ben nerede yaşıyorum? Hayallerimde yaşıyorum. O adam benim. Ben kendimi anlatıyorum. Kendimle barışık olmalı mıyım? Evet.
Kabullenmeli miyim olanları? Evet. Hayır. Kabullenmemeliyim!
Yayınevine kitabı vermeliyim. Bu akşam. Kendimi işledim ben o kitaba. Onlar ne bekliyordu, ben
ne yazdım. Sevgilimi de ararım, sonra. Aramamalı mıyım? Oğlum ne düşünür? İhanet mi ediyorum?
Beni gökyüzünden görüyorlar mı? Arabamı alayım ve gideyim. Anıların en uzak olduğu yere. Öyle bir
yer var mı? Orası gerçek mi, yoksa hayal mi? Aklım bana oyun oynuyor. Ben neredeyim?
Martı /13~
Yaşamanın en güzel noktasında durmuşuz,
Semihcan Göksu
öykü
CİNAYET SAATİ
Hilal Temel
Kırmızı boyalı duvar kâğıtları yer yer sökülmüş köhne bir salon ve bu salonda, kimseyle
paylaşamadıkları dertleri, kaygıları ve endişelerini bir anda silip atmaya, yepyeni bir hayata başlamaya
cesurca, belki de biraz korkakça, karar vermiş insanlar... Kiminin yüzünde hâlâ ikircikli bir ifade, gözleri
boşluğa takılmış kalmış, tıpkı geçmişin tüm yükünden arınmak için ruhlarında yaratmaya çalıştıkları boşluk
gibi. On dakikada bir saatin kaç olduğunu soran yaşlı, şapkalı bir adamdan başka kimsenin ağzını bıçak
açmıyor. Kimsenin aklından bu yaşlı adamın sorusunu yanıtlamak da geçmiyor; çünkü bu salonda zaman
geçerliliğini yitirmiş, geçen dakikaları saymak için ruhunun uyuşukluğundan sıyrılamıyor kimse.
Salonun kapısı açılıyor. Yaşlı ve şapkalı adam kapının, yıllardır yağlanmadığı için çıkardığı gıcırtıyla
irkiliyor ve sonunda zamanı öğrenebileceği birinin gelmiş olması umuduyla kapıya dikiyor bakışlarını:
Yirmi yaşlarında bir kız kendinden emin bir tavırla insan kalabalığının ortasına doğru yürüyor. O kadar
korkusuzca ilerliyor ki yaşlı adam alışkın olmadığı bu tutum karşısında ürperiyor. Kız, simsiyah gözlerini
yaşlı adam üzerinde gezdiriyor meydan
okurcasına. Adam ikinci bir ürpermeyle
bakışlarını kaçırıyor. Kız, kapıya yakın
bir sandalyeye oturuyor sonra. Etrafına
aldırmadan bir sigara yakıyor, öteden beri
onu rahatlatan tek şey bu zehri içine çekmek.
Kalbini zehirlediği düşüncesi hoşuna gidiyor;
kalbindeki saklanmışlıkları... Yaşlı adam
kıza tekrar bakacak cesareti topladığında
üzülüyor, kızın da er geç onu içine çekecek
uyuşukluğa karşı koyamayacağına üzülüyor.
Kaşlarını çatıyor; ama kız ona bakmıyor
artık. Besbelli karanlık düşünceler kalbini
ve aklını zorluyor; zaman onu da yutmaya
hazırlanıyor.
Fotoğraf: Irmak Aybartürk
Martı /14~
Cinayet saati. Çaresiz bir vapur. Dört kişi. Kız, zihninin sivrilttiği ince kalemle kalbindeki dizeleri
resmediyor tek tek. Şairin hayal dünyasında geziniyor sanki; fakat kendine ait düşlerle, hayallerle kuruyor
bu dünyayı. Vapurun kırmızı olduğunu düşlüyor mesela. Vakit gece. Gökte dağılan yeşil ayı bir türlü dahil
edemiyor çizimine, vazgeçiyor ondan. Siyahlar giyinmiş dört adam çiziyor, dört de bıçak. Yok oluşuna
tanıklık edecek vapurun elinden hiçbir şey gelmiyor, onu demirleyenlere küfrediyor belki, bu kadere terk
edip gidenlere. Dört keskin bıçak gecenin simsiyah karanlığında vapurun gövdesine değiyor. Vapur ağlıyor,
on üç damla gözyaşı süzülüyor mezarı olacak denizin derinliklerine doğru.
Kız birden ürperiyor. Bir çocuk ağlaması duyduğuna emin; ama etrafta çocuk olmadığına da emin.
Salondaki herkese bakıyor, bir tepki bekliyor; ama gözleri uzaklara dikilmiş bu insanlara güvenmediğini
anlıyor. Vapurun hıçkırıklarının henüz doğmamış, belki de hiç doğmayacak bebeğinin ağlamasına
dönüştüğünü kanıksıyor sonra. Ağlayan bir bebek, çaresiz, onu terk edenlere öfkeli, kaderine on üç damla
gözyaşıyla boyun eğiyor. Kız bir sigara daha yakıyor, öyle bir çekiyor ki içine zehri, yaşlı adam şaşkınlıkla
seyretmeye başlıyor kızın bir bir ortaya dökülen gizlerini. Sonra göz göze geliyorlar, o kadar suskunlar ki
artık zihinleri bile susuyor ve bu an zaman algısının dışına taşıyor. İkisi de bakışlarını kaçırmıyorlar. İkisi
de farklı olduklarını anlıyorlar. Onları tüm çaresizliklerden, eli kolu bağlanmışlıklardan sakınan bir güç
olduğunu hissediyorlar. Bir tebessüme bile izin veriyor bu mucizevi kanıksayış ânı.
Uzaklardan bir ses geliyor: “Kapılar açılmıştır. Yaşlılara ve hamile bayanlara öncelik veriniz lütfen.”
İkisi de irkiliyorlar. Salonda kıpırdayan olmuyor; adam ayrılık vaktinin geldiğine üzülürken kız, zihinde bir
dize daha resmediyor: Sıkılan bir kurşun. Sessizliği delip geçemeyen, zamanın dışındaki bu anda sıkışıp
kalan bir kurşun. Resmini bitirdiğinde yaşlı adamın kapıya doğru gittiğini görüyor. Çizdiği çaresiz vapuru,
doğmamış çocuğunu düşünüyor. Yaşlı ve şapkalı adamın şaşkın bakışlarına aldırmadan kapıya yöneldiğinde
bir eli doğmamış çocuğuna uzanıyor. İkisi de kapı eşiğindeler artık, bir adım daha atmaya hazırlanıyorlar.
Yaşlı adam kızın neden farklı olduğunu anladığında elini kızın omzuna götürüyor. Kız artık yalnız
olmadığını anlıyor. Cinayet saati çizimini bu kez kalbinin sivrilttiği kalemle karalıyor. Önce dört keskin
bıçağı, sonra dört adamı, en son da vapurun çaresizliğini karalıyor. Yaşlı adama daha da sokuluyor sonra,
zihninde resmettiği dizelerin sahibi bu adama, nedensiz bir sevgi duyduğunu fark ediyor.
-15-
Fotoğraf: Ecegül Bayram
Martı /15~
Bir huzur ahengine dalmış gönüllerimiz.
öykü
öykü
HANIMEFENDİ
Melda Şener
Sabahın erken saatlerinde, garip bir şekilde, fazla gecikmek istemezcesine, koşar adımlarla
hastanın odasına ilerledi. Bu eski ve kocaman evde, ki bir zamanlar ne kadar dolu ve cıvıl cıvıldı, şimdi
sadece onun ayak sesleri duyuluyordu. Gıcırdayan kapıyı olabildiğince sessiz açmaya uğraşırken dünkü
görüşmede kulağına fısıldananlar şimdi kafasının etrafında durmaksızın hareket eden toz zerrecikleri
gibiydi. Görmek istemese de durumu kabul etmekten başka çare kalmamıştı.
İnsanlardan çok evlerin hikâyelerini sever, asıl onlar anlatsa neler dinleriz, diye düşünürdü hep.
Ailesinin yerlisi olduğu şehirde, pek çok eski evde bulunmuştu küçük bir çocukken. Kimse görmeden
yıllardır kullanılmayan odalara gizlice girer, bir şeyleri kırma korkusuyla hiç dokunmadan yaşlı eşyaları,
tabloları, kitapları seyrederdi hikâyelerini duyma umuduyla.
Şimdi Başkent’te, eski bir sokağın eski bir evinde, artık hikâyeleri duymaktan, tekrar tekrar
yaşamaktan çok yorulmuş bir kadını dinlemeye gönüllü tek kişiydi.
Çok da büyük olmayan oda yalnızca bir yatak, bir şifonyer ve duvardaki bir tablodan ibaretti.
Hanımefendi yatağında hareketsiz yatıyordu, gözleri haftalardır olduğu gibi yine kapalıydı. “Belki hoşuna
gider.” diye düşündü Ali Bey ve tül perdeleri aralayarak odaya hayat dolu aydınlığı davet etti.
Işık önce tabloya vurdu “Günaydın!” dercesine..
Artık bulunması pek mümkün olmayan, renkli, işlemeli bir atlıkarıncanın tablosuydu
Hanımefendi’nin tam karşısında asılı duran. Ali Bey’in kendisi de bu tabloyu pek severdi; halasına
duyduğu sevgi ve hayranlıkla atlıkarıncanın uğuruna da inanmıştı. Büyük özenle hazırladığı düğünü
için aynı böyle bir atlıkarınca bulmuş; ama evlilik umduğundan çok uzak çıkmıştı. Çalkantılı üç senenin
ardından şimdi sadece hafta sonları küçük kızı Füsun’u görebiliyordu.
Güneş, Hanımefendi’nin gözlerini açmamıştı.
Ali Bey artık elleri kolları bağlı bekliyordu; günlerdir süren uğraşını düşündü. Öylesine telaşa
kapılmıştı ki halası kendini tüm dış dünyaya kapatınca.
Denemediği yol, aramadığı eş dost, doktor kalmamıştı; ama şimdi daha iyi anlıyordu, sadece
hastalık değil 60 yıldır yaşadıkları onu böylesine yıpratmış, ağırlaştırmıştı. Anılar onu hayattan her gün
biraz daha çekip alıyordu.
Şu an acı çekiyor muydu? Bilinmez; ne sorabilirsin ne cevap alabilirsin.
Konuşsan duyar mı? Belki; ama ya sesler canını acıtıyorsa.. Risk almanın vakti değil şu an...
Artık sayamıyordu bile kadıncağızın ilaçlarının kaç kere değiştiğini, doktorlar hep aralarında
konuşurlardı ya da kimseye bilgi vermezlerdi.
Küçük Füsun pek severdi büyük halasını; ama onu böyle yatakta görmeye alışkın değildi ki...
Hanımefendi onunla ilgilenir, oynardı; beraber fıstık ayıklayıp yaşlı papağanları Yakup’u beslerlerdi.
Yemekler hazırlar, bütün aileyi özenle misafir eder, herkesle ayrı ilgilenirdi. Oysa şimdi yapayalnız,
hastalığının akıbetine bırakılan bu yaşlı kadının hâlâ o eski hayat dolu Hanımefendi olması için neler vermezdi Ali Bey! Geriye sadece birkaç resim kalmıştı; kim bilir hangi şehrin, hangi evinin, hangi odasında
küçük kutular içinde diğerleriyle beraber tarihe karışıyordu.
Ah atlıkarınca, ne kadar inandılar sana, sen ne uğur getirdin bu yaşlı yorgun eve?
Ali Bey düşünceli düşünceli iç geçirdi; artık zorla da olsa kahvaltı vaktiydi.
Kızarmış ekmek, ev yapımı reçel, peynir ve demleme çay... Tam da Hanımefendi’nin sevdiği gibi...
Martı /16~
şiir-öykü
HİÇ İMKÂNSIZI DÜŞÜNDÜN MÜ?
Hiç imkânsızı düşündün mü?
Sahip olamayacağın bir şeyi
Kaçmak istediğinde ayaklarının tutmadığı
Bağırmak istediğinde sesinin çıkmadığı
Öyle bir an yaşandı mı hiç?
Kalbinin durduğunu
Hissettiğin kadar korktun mu?
Kalbinin yerinden çıkacağını
Hissettiğin kadar heyecanlandın mı hiç?
Uçabilmek için kuş mu olmak
Sevebilmek için sevilmek mi lâzım?
Herkesin içinde mi yalnızdır insan
Tek başına kalabildiğinde mi?
Tek gülüş ile mutlu olmak mı,
Bir gözyaşına tutsak olmak mı daha iyi?
Korkarak kaçarak saklanarak mı mutlu olur insan
Bağırarak haykırarak isyan ederek mi?
Mutluluğu yakalamak mı,
Hak etmek mi daha önemli?
Amacımız yaşamak mı,
Hayatta kalabilmek mi?
ALIŞMAK
Didem Kaya
Tam yirmi üç yıl iki ay sekiz gün olmuştu, ayın on dokuzunda bir salı sabahının serinine
bıraktıklarında onu. Yirmi üç yıl önce bu kapıdan girmek ne kadar da korkutucu idi. Sanki diri diri
mezara girmiş, yerin altında sıkışıp kalmıştı. Renkler yoktu burada. Güneş parlamazdı. Hep kara bulutlarla kaplıydı sanki gökyüzü buradan bakınca. İlk geldiğinde çok korkmuştu. Bir ranza verdiler
ona, yayları bozuk bir de yatak. Bir zamanlar muhtemelen beyaz olan eski de bir çarşaf atmışlardı
üstüne. Yastık yoktu. O zamanlar günler, saatler uzadıkça uzar, geçmek bilmezdi. Şimdi ise… Tam da
-17alışmışken…
Yemekler de bir başkaydı. Geldiği ilk ay on kilo kaybetmişti. Artık yayları bozuk yatak bile
gıcırdamaz olmuştu hafifliğinden. İlk zamanlarda buranın değil yemeği, havası bile midesini bulandırırdı.
Avluya çıkardı da derin derin nefes alsa bile daralır, bunalırdı. Oysa şimdi, tam da alışmışken…
O kapıdan çıkar çıkmaz, o ilk günü anımsadı. Anlayamadı neden! Ciğerlerini havayla
dolduramadı, kafasını kaldırmaya yeltendi; ama bakamadı güneşe. Parlaklığı gözlerini kamaştırdı.
Arkasını döndü. Kapılar bir kez daha yüzüne kapanmıştı. Şimdi diğer tarafındaydı uzun kara kapıların.
Artık özgürdü. Tam da alışmışken… Yirmi üç yıl, kim bilir nasıl değiştirmişti dünyayı. Şu küçük, köhne,
renksiz yere alışmak yirmi üç yılını almışken acaba ömrünün kalanı, geldiği dünyaya alışmaya yetebilecek
miydi?
Alışmak insanın sonu idi. Yaşam çizgisinin asıl son noktasıydı o. Ölümün kardeşi idi âdetâ. İnsan
alıştıkça kaybederdi hislerini. Göz alıştıkça güzele, kör olurdu ona yavaş yavaş. Kulak alıştıkça tatlı söze,
onu duymaz olurdu bir müddet sonra. Kazanda kaynayan kurbağaları da ölümlerine götüren alışmak
değil miydi? Ama o tüm bunları düşünemedi. Gözünde büyüdü evine giden yol. O alışmaya çalışana dek
hiçbir şeyin tadı olmayacaktı. O alışadursun, kazanı kaynamaktaydı.
Martı /17~
Uyanabilir miyiz sanki böyle rüyadan?
Julide Erdöl
öykü
İSTANBUL’U DİNLİYORUM*
Roza Oğurlu
Günaydın! Gurbette bir gün daha… Kaç yıl oldu bilmiyorum, saymıyorum da yılları. Başlarda
sayardım; ama artık ne bende sabır kaldı ne de takvimlerde yaprak. Mektup da yazmıyorum artık,
kimim kimsem kalmadı memlekette. Kalanlar da iktidara karşı yazılarımdan sürgün olduğumu bildikleri
için benimle irtibata geçmek istemiyorlar. Gurbetteyim, özlüyorum tabii. Neyi özlüyorsun derseniz,
İstanbul’u. Ah, deniz kokan şehir! Ölmeden önce seni son bir kez görebilecek miyim? Kapalı Çarşı’nın
serinliğini hissedip Mahmutpaşa’da kalabalığa karışabilecek miyim? Yapacağım. Yapacağım. Yapacağım.
Birden kara bulutlar kaplıyor mutluluğumu, ya yapamazsam? Ya ömrüm yetmezse, ya sürgün bitmezse?
İşte, böyle durumlarda “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Önce, hafiften bir rüzgâr esiyor.
Yavaş yavaş sallanıyor yapraklar ağaçlarda. Loş kayıkhanelerinde bir yalı; dinmiş lodosların uğultusu
içinde.” İstanbul’a binlerce kilometre uzakta olsam bile sanki bunların hepsi kapımın önünde oluyor da
hepsini duyuyorum. Sanki biri bağırıyor oradan: “Boza, boza” diye, kestanelerin tatlı hışırtıları duyuluyor,
şirin bir kız kâğıt helvasından bir ısırık daha alıyor. Sanki ben burada sadece bir kabuğum da ruhum,
beynim, kalbim şu an Rumeli Hisarı’nın yanında bir bankta oturup gemilerin geçişini izliyor ve gülümsüyor. Ah! Yine kaptırdım kendimi değil mi? Yine hayal dünyasına daldım da gerçeği unuttum.
Balkona çıkıyorum, daha az önce hayal ettiğim, duyduğum seslerin hepsi yok oluyor. Lâleme
bakıyorum, bu memleketin soğuğunda zar zor yetiştirdiğim lâleme. Zorlukla nefes alıyor, bana acıyor
belki de. Tek arkadaşım o zaten. Aslında ona da haksızlık ettim. O da benim gibi sürgün, o da benim
gibi nefes alamıyor, o da özlüyor İstanbul’unu. Tam balkondan eve girerken bir şeyler oluyor. Yüzüm mü
ıslak? Niye her yer siyah? Bir ses duyuyorum:
-Nâzım, yine mi derin rüyalardasın? Uyan artık!
-Ah! Tamam, bir saniye.
Her şey rüyaymış... Aslında her şey değil; yazılarım nedeniyle hapisteyim, sürgünde değil. Binlerce kez şükrediyorum. Hapisteyim; ama en azından İstanbul’dayım. Evet, hiçbir yeri göremiyorum; ama
en azından: “İstanbul’u dinliyorum.”
*Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirinden esinlenerek yazılmıştır.
Fotoğraf: Julide Erdöl
Martı /18~
öykü
KİTAPLAR
Aylar olmuştu…
Nazife Anne’nin bu duruma dayanmaya tâkâti kalmamıştı. Önce Arif, şimdi ise Mahmut…
Mehmet’i aklından bile geçirmiyordu, ne de olsa her şeyin başı oydu. Çocuklar da kime çekecek, tabii ki
babalarına! Neden böyle oluyordu, bu alın yazısını hak edecek ne yapmıştı ki?
Bu sıcak yaz aylarında üşümek de neyin nesiydi? Kemiklerine kadar üşümüş, zihni de dudakları
gibi gergin bir hal almıştı. Sanki Bodrum’da çayhanede değil de Edirne’deki o meşhur ayazın en çok
hissedildiği Buçuktepe’deydi. Aynı ölüm sessizliği buraya da hâkimdi. Mehmet için bu iki apayrı mekânın
bir farkı yoktu. Buçuktepe’de ölüler yatıyordu, Bodrum’daki çayhanede ise yaşayan ölüler… Kimsenin
ağzını bıçak açmıyordu. Herkesin bir derdi, herkesin ayrıldığı bir sevgilisi vardı. Mehmet de evden
kaçtığından beri buraya gelir olmuştu. Çayhanedeki hiç bozulmayan kadroya o da dahil olmuştu. Bir
kişinin bile sevdiği geri dönmemiş, efkâr hep bâki kalmıştı. Artık umut denen, insanlara yaşama sevincini
veren, en çaresiz anlarında onları tekrar yaşatan duygu kalmamıştı. Bu gencecik fidanlar ölümü bekleyen
yaşlılar gibi zamanlarını öldürüyorlardı. Günler, aylar, hâtta seneler geçmiş, o beklenen, o istenen kişi
hâlâ geri dönmemişti hiçbiri için. Mehmet de babasının ve ağabeyinin izinden gitmenin bedelini ödüyordu; günden güne eriyor, bunun neden olduğunu bilmiyordu. Annesini çok seviyor olsa da yeni bir
sayfa açmak onun için şarttı. Ancak o, bu sayfayı açarken kitabındaki sayfaları bir arada tutacak olan
kapağının olmadığını görememişti. İşte, o kapak bıraktığı yerde, evde duruyordu. Kendisi sayfa sayfa
dağılırken Nazife Anne’nin kitabının da dağılmasına neden olmuştu.
Arif, Mahmut, Mehmet… Nazife Anne cilt cilt dağılmış, toparlanmaya başladıkça tekrar
dağılmıştı. Zaman geçiyor, dönen olmuyordu. Dağılmış kitaplar maalesef bir türlü eski haline getirilemiyordu.
-19-
Fotoğraf: Ecegül Bayram
Martı /19~
Asırlar kadar uzun,müphem ve tatlı bir an,
Berke Zıpkınkurt
festival
GODARD’IN “SOSYALİZM”İ
Ecegül Bayram
Dokuzuncusu düzenlenen Filmekimi, birçok insanın
kafasında biletlerinin bulunamamasıyla kaldı. Bu yıl Emek
Sineması’nın kapanması ve gösterimlerin başka salonlarda yapılması
birçok sinemaseveri üzmüştü; fakat bu hiçbir şekilde bilet satışlarını
engellememişti. Biletler, Lale Kart üyelerine özel, günler öncesinden
satışa çıkmış ve böylece birçok sinemasever daha gişelerde sıraya
giremeden biletler tükenmişti. Bilet bulamayanlara mı acımalı, yoksa
gişede altı saat bekleyip iki biletle eve dönenlere mi? Haftalar öncesinden çevremdeki insanların elinde gösterim programının çıktısını,
altları çizilmiş film adlarını görmeye başlamıştım. Aralarında Ken
Loach, Sofia Coppola, Jean-Luc Godard, Gregg Araki gibi birçok ünlü
yönetmenin festivallerde ödül kazanan filmlerinin bulunduğu gösterim programı gerçekten heyecan veriyordu insana.
Hayranı olduğum Jean-Luc Godard’ın bu son filmini,
“Sosyalizm”i izleme şansını kaçıramazdım; ama ne internetten bilet
alacak bir kartım vardı ne de gişede saatlerce beklemeye sabrım...
-İşte, bu gibi durumlarda arkadaşlarımı ne kadar çok sevdiğimi
hatırlıyorum.- Şanslılardandım sanırım; bir arkadaşım sayesinde, o
bulunmayan, tükenen bileti bulmuştum ve istediğim filme gidiyordum. Patti Smith’in filmde bir rolü
olduğunu öğrenip de gitmemek olmazdı zaten. Arkadaşımla filmden çıkarken de aynı coşkuyu duyabilseydik keşke! Belki daha önce izlediğim Godard filmlerinin bunun kadar ağır olmamasından,
belki de filmin belirli bir kurguya sahip olmamasındandır, filmin bizde bıraktığı etki kafa karışıklığıydı.
İkimiz de derin düşünceleri olan insanlarızdır; gittiğimiz filmin ne hakkında olduğunu bilerek gittik
ve Godard’ı ikimiz de çok severiz; ama filmin sonunda vardığımız kanı, bu filmin sinemada izlenecek
bir film olmamasıydı. İlk olarak film Fransızca olduğundan filmi altyazıları takip ederek izledik ve üzülerek söylüyorum ki salondaki zamanımı, film boyunca kafamı kaldırıp birçok insan kafasının arasından
altyazıları okuma çabası içerisinde Godard’ın yönetmenlik becerilerini sergilediği sahneleri kaçırarak
geçirdim. Dahası biz okuduğumuzu yorumlayıp, repliklerin bağlantılarını düşünürken yorumlanması
gereken bir başka sahnenin gelmesiyle kafamda oluşan karışıklık bir başka hayal kırıklığıydı. “Sosyalizm”,
yapımı zor; ama açık sözlü bir film. Bir oturuşta izlemiş olmak için izleyebileceğiniz bir film hiç değil.
Filmi üç bölüme ayırabiliriz: İlk bölüm bir yolcu gemisinde geçiyor; yemek yiyen, havuza giren insanlar
ve çocuklar görüyorsunuz. İnsanların takıntılarının eleştirildiği ve parça parça konuşmalardan, görüntülerden oluşan bu bölüm buram buram Godard kokuyor. İkinci bölümde, bir ailenin özgürlük, eşitlik ve
kardeşlik kavramlarını sorgulayışını izliyorsunuz. On dakikalık üçüncü bölümde ise Godard dışındaki
yönetmenlerin dünyanın dört bir yanından çektiği kısa görüntülerle o ana kadar anlatılanlara anlam
kazandırılıyor.
İzleyicilerin birçoğu bir bütünlük beklentisiyle gelmiş olmalıydı ki filmin yarısında pes edip
gitmeye başladılar; oysa biz bu filmi birçok kere daha izlemeye hazırız. Godard’ın bütünlük endişesi
yok. “Fikirler bizi ayırır, hayaller birleştirir.” özdeyişinden yola çıkan film, “sosyalizm”i kendi kendinize
tanımlamak için görülmesi gereken bir film değil; Godard, bu filmiyle önceki bilgilerinizi genişletiyor.
Resim kaynağı: http://laboca.co.uk/blog/wp-content/uploads/2009/05/socialismposters2.jpg
Martı /20~
festival
KİTAP TUTKUNLARINI BULUŞTURAN ETKİNLİK: TÜYAP KİTAP FUARI
Deniz Şahintürk
Düşünün bir... Devasa bir salondasınız. Dört bir yanınız
kitaplarla çevrili. Salon, kitap satın almak veya incelemek, merak
ettiği bu etkinliği kendi gözleriyle görmek isteyen insanlarla dolu.
Standlar arasında gezinen, birbiriyle sohbet eden, yer yer durup
kitapları inceleyen, standlardaki görevlilere bir şeyler soran
bir insan seli, devamlı hareket halinde. Bu sele kapılıp gidebilir;
saatlerce, her şeyi unutup bu güzel ortamın tadını çıkarabilirsiniz.
Bunu yapmak için çok uzağa gitmenize gerek yok, gelecek yıl
gerçekleşecek Tüyap Kitap Fuarı’na uğramanız yeterli. Pişman
olmayacağınızı garanti edebilirim.
Şans eseri iki yıl önce ilk kez gittiğim, beni büyülemeyi
başardığı için o tarihten sonra her yıl heyecanla beklediğim bu
etkinliği sizlerle paylaşmak istedim. Tüyap Kitap Fuarı, Tüyap Tüm
Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile, bu yıl
yirmi dokuzuncusu düzenlenen bir etkinlik. 30 Ekim-7 Kasım 2010
tarihleri arasında düzenlendi. TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi
Beylikdüzü’nde gerçekleşen etkinliğin bu yılki programı oldukça
güzeldi. Dünyanın dört bir yanından kırk beş yazar, şair, çevirmen
ve çizer etkinliğe konuk oldu. Bu katılımcıların arasında dikkatleri
üzerlerine çeken birçok ünlü isim de bulunuyordu. Örneğin, Zagor çizgi romanının yaratıcısı, efsane
çizer Gallione Ferri. Bu, Ferri’nin Türkiye’deki okurları ile ilk buluşmasıydı. İtalya’dan birçok çizerin
de Ferri’ye eşlik ettiği bu etkinlik, 6 Kasım 2010 Cumartesi günü gerçekleşti. Birçok Zagor hayranı için
unutulmaz bir deneyim olduğundan eminim. Programın diğer “highlight”ları ise kitaplarını raflarda
görmeye alışık olduğumuz J.C. Grangé ve “Limon Ağacı” kitabının yazarı Sandy Tollan’dı. Grangé fuarda
Türk okurları ile söyleşti ve kitaplarını imzaladı. Bu yıl gerçekleşen fuarın teması “İstanbul’u Yazmak”tı.
Bu tema için İstanbul’a kâğıt üzerinde tekrar hayat vermiş birçok yazar fuara davet edildi. Bu yazarlara
örnek olarak John ve Maureen Freely örnek verilebilir. Bu isimler dışında birçok yazar ile İstanbul’a
hiç düşünmediğimiz bir yönden bakmak, hiç duymadığımız bir şekilde şehrimizi dinlemek fırsatını
yakaladık. Fuar bu yıl önemli bir etkinlik olan Uluslararası Yayıncılar Birliği Yayınlama Özgürlüğü Ödül
Töreni’ne ev sahipliği-21yaptı. Bu ödül 2005 yılından beri yayınlama özgürlüğünü teşvik eden kurum
veya kişilere verilmekte. Fuarın bu yılki onur konuğu ise İspanya idi. Bu nedenle serginin ilk üç günü
İspanya’dan konuk yazarların katılımıyla söyleşiler, sergiler, açılış-kapanış konserleri gerçekleştirildi.
Fuarın ev sahipliği yaptığı bir diğer etkinlik de “Balkanlar’dan İstanbul’a Edebî Bir Yolculuk” oldu. Bu
proje kapsamında genç şairler, fuarda buluştu. Fuar bu yıl da kalabalık ve hareketli geçti. Birkaç salonda
birden gerçekleşen bu etkinliklerde genelde yoğun ilgi ikinci ve üçüncü salonlar üzerindeydi. Bunun
nedeni diğer salonlarda popüler yayınevlerinin pek bulunmaması olabilir.
Fuar oldukça kalabalıktı; ama bu kalabalık sizi asla rahatsız etmeyen, aksine hoşunuza giden bir
kalabalık, en azından benim için... Hareketli bir ortamda olmak, her çeşit insana rastlamak gerçekten hoş
oluyor. Kitapları çok seviyorum; bu nedenle de her fırsatta kitaplarla beraber olabileceğim ortamlarda bulunmaya çalışıyorum; ama bu fuar dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir kütüphaneden çok daha
cazip görünüyor gözüme. Siz de benim gibiyseniz gelecek yıl bu fuarı ziyaret etmenizi öneririm.
Resim kaynağı: http://www.cicicee.com/cocuk-haber.aspx?sayfaId=14641
Martı /21~
Biz o kadar sarhoşuz, o kadar sarhoşuz biz!
öykü-şiir
BALIKÇI
Alperen Elibol
Fotoğraf: Özgüç Bertuğ Çapunaman
Denizin dibinde son nefesini verirken düşündü ihtiyar
balıkçı. Dalga yemişti küçük teknesi ve o, baş edememişti bununla.
Düşündü ihtiyar balıkçı. Sonra unuttu ne düşündüğünü.
Dalga yemişti. Sert ve büyük bir dalgaydı, nereden geldiğini
kendisi bile anlayamamıştı. 10 metre boyundaydı ve çarptığında iş
işten geçmişti. Zaten dalgayla birlikte adam yere yığılmış, kafasını
vurmuştu. Gözlerini açtığında suyun içindeydi. Düşündü balıkçı.
Son üç yıldır neredeyse hiç balık yakalayamamıştı. Bugün
içinde bir umut vardı. Yakalayacağını düşünüyordu balıkçı.
Ölürken de bunu düşündü. Yakalamak. Bir gece için aç yatmamak.
Unuttu sonra. Niye düşünsün ki zaten aç yatmayı. Artık yemeğe
ihtiyaç duymayacaktı. Ne de olsa ölmüştü.
Hiç evlenmemişti balıkçı. Ölürken de hiç evlenmediği karısını
düşündü. Hiç âşık olmadığı karısını. Unuttu sonra.
Kapadı gözlerini ve tekrar düşündü. Geride bıraktıklarını
düşündü. Bir tane evi vardı. Tek bir odası, odasında bir soba ve
saman bir yatak... Birkaç tenceresi ve bardağı vardı. Bir de teknesi.
Artık o da yoktu. Sonra unuttu.
Kapadı gözlerini.
ÖLÜ ADAMIN YAKARIŞI
Alperen Elibol
Yalvarıyor, yakarıyor Ölü Adam
Uzanmış mezarında.
Yardım bekliyor umutsuzca,
Üstü kapalı tabutunda…
Yapacak bir şeyi yok,
Hapsollmuş karanlığa.
Yardım edebilsem keşke;
Ama benim ondan farkım ne?
Artık başlıyordu hissetmeye;
Sevgiyi, acıyı, korkuyu, soğuğu, sevinci…
Hissedebiliyordu bunları Ölü Adam,
Karanlığın içinde.
Gidiyor artık karanlığın içinden sonsuzluğa...
Belki unutacak duygularını,
O sevgiyi, o acıyı, o soğuğu…
Kim bilir belki karanlığı bile…
Martı /22~
şiir
ZAMANSIZ GİDENLER
Kaan Ertek
İşte gözlerimizde bu suyun derinliği,
Saat gecenin üçü.
Yatmak için geç bir vakit
Kalkmak içinse çok erken
Kimisi ak sakallı dedeyle toplantıda
Kimisiyse gulyabanilerden kaçmakta
Herkes bir meşguliyet içinde.
Yer kabuğu da öyle.
Saat gecenin üçü.
İki kardeş uyumakta beş senelik ranzada.
Öylesine derin bir uyku ki,
Duymuyorlar olanı biteni.
Minik, kaygılı gözler, işte aralandı!
Fakat nedir bu sallantı?
Şefkati içinden taşan bir anne
Ranzayı beşikmişçesine sallayan.
Tatlı tatlı uykuya çağıran
Öylesine derin bir uyku...
Saat gecenin üçü.
Kaçmak için geç bir vakit,
Ölmek içinse çok erken.
-23-
Fotoğraf: Ecegül Bayram
Martı /23~
söyleşi
KEREM DEREN VE PINAR BULUT İLE RÖPORTAJ
Bekir Berker Artukoğlu
Kemerburgaz’ın serin ama tertemiz havasını içime çekiyorum. İşte varış noktam da biraz ilerideki
k Kemerburgaz’ın serin ama tertemiz havasını içime çekiyorum. İşte, varış noktam da biraz ilerideki kafe.
Biraz heyecanlıyım; çünkü içeride Türk televizyonculuğunu bir sonraki seviyeye taşıdığına inandığım
Ezel dizisinin senaristleri Kerem Deren ve Pınar Bulut oturuyor. Kafeye giriyorum, işte oradalar.
Selamlaşma faslından sonra benim de heyecanım geçiyor. Zaten çok sıcakkanlı insanlar.
-Televizyonumuzdaki birçok dizi melodrama tadında, duyguların yapmacık ve aşırı sergilendiği
yapımlar. Ezel’de ise duyguların ön planda olduğu sahneler inandırıcı ve etkileyici olmayı başarıyor. Bunu
nasıl sağlıyorsunuz?
Kerem Deren: Bu sahneleri çok dramatik, duygunun ön plana çıkmadığı sahnelerden farklı bir
şekilde yazmıyoruz. O yüzden herhangi bir sahneyi nasıl yazıyoruz sorusuna cevap vermek mümkün.
Burada da iki şeyi söylemek gerekir: Bir tanesi matematik. Her ne kadar işiniz duyguyla ilgili olsa da
matematiğini doğru kurmaktan geçiyor. İşin nereden başladığını ve nereye gittiğini bilmekten geçiyor. O
matematiği doğru kurmaya çalışıyoruz. Bir de bakış açısı var, kişinin bakış açısından yazmak... Birinin
başından bir şey geçiyorsa onun içinden, onu nasıl görüyor, diye sahneyi yazmak...
-Sizce bir sanatçı toplumunun sorunlarıyla ne kadar ilgili olmalıdır? Sizin Ezel’de bu tür bir
farkındalığı ortaya koymak gibi bir amacınız var mı?
K.D.: Hiç yok.
Pınar Bulut: Güzel bir hikâye anlatmaya çalışıyoruz, tek amacımız bu.
K.D.: Sanatçının toplum duyarlılığına sahip olma gerekliliği tartışmaya çok açık; çünkü oradan
başladığımızda sanatçıya birçok ahlaki görev vermiş oluyoruz. İşte, sanatçının, doğrusu, ahlaklısı, vesairesi... Ama aslında sanatçı bunların hiçbiri olmak zorunda değil. Sanatçı sadece yazdığı şeyle ciddi, fırtınalı
bir ilişkiye girmek durumunda. Tek yapması gereken şey o. Bu da tam tersi anlamına geliyor çoğu zaman.
-Ezel, önemli karakterlerini öldürebilen nadir dizilerden biri. Bunun getirileri ya da götürüleri
oluyor mu?
P.B.: Zorluğu da var, kolaylığı da. Zorluğu şurada: Siz bir evren kuruyorsunuz hikâye anlatmak
için ve bütün karakterleriniz evrende bir köşeyi tutuyor. Siz bir karakteri öldürdüğünüz zaman evrende
o köşe boşalmış oluyor. Ya orayı bir şeyle doldurmak zorundasınız, yeni bir karakterle ya da onun görevini başkaları üstlenmek zorunda. Ya da en kötü seçenek o rol boş kalmak durumunda. Bu yüzden
matematiğin dengesini bozan bir durum oluyor. İyi tarafı da, çok tercih edilen bir şey olmamakla birlikte,
ölüm veya doğum hikâyenizin içinde varsa elbette ki onların üstünden gidersiniz. Yoksa, böyle şeyler
malzeme olarak kullanabilecek şeyler değil. Çok kuvvetliler.
-İki hafta önce SENDER, Taksim’de, Türkiye’de dizilerin doksan dakika olmasını protesto etti. Siz
bu konuda neler düşünüyorsunuz?
K.D.: Türkiye’de olamaz, imkansız diyeceğin şeyler oluyor. Bu da onlardan biri. Yani
konuşulabilecek bir şey bile değil aslında. Mümkün değil öyle bir şey yapmak; ama yapıyoruz. Şimdi de
yavaş yavaş karşı çıkılıyor, değişecektir bir iki sene içinde.
P.B.: Çok net, standart düşüren bir şey. En azından standart zorlayan bir şey. İki üç sene bir hikâyeyi her hafta doksan dakika anlatmak, yok böyle bir şey.
-Yazmayı çok sevdiğiniz bir favori karakteriniz var mı?
K.D.: Benim var. Mesela bu ara Kenan’ı yazmayı çok seviyorum. Kenan karakteri...
P.B.: Ben Tevfik’i yazmayı seviyorum.
K.D.: Hepsini, tabii, seviyor insan. Bazılarını daha çok, kimine bayılıyor yani. Dönem dönem
değişiyor ama. İlk sezonun başında mesela, Eyşan benim için yazması keyifli bir karakterdi.
P.B.: Ali. Benim ilk sezonda favori karakterim Ali’ydi.
Martı /24~
-Ezel’den sonra yapmayı planladığınız projeler var mı?
K.D.: Fiilen planlıyoruz gerçekten! Bir sinema filmi de yazdık. Niyet, televizyon dizilerinden çıkıp
sinema sektörüne geçmek, orada mesleğimize devam etmek.
-Robert Kolej, öğrencilerin sanata yöneldiği liselerden biri. Siz bu sektörün Türkiye’de nasıl
yürüdüğünü bilen kişiler olarak öğrencilere ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?
K.D.: Öğrenciler Bankacılık gibi işlere yöneliyorlar, keşke dediğin gibi olsa. Lisenin içinde değil
tabi, lisedeyken herkes çok ilgili de... Var birkaç diyeceğimiz şey: Robert’in eşsiz bir imkânı var. O da
zanaati öğrenme imkanı. Yurtdışına gitmek olsun, içinde kendini alıştırmak olsun, kitap okuyabilmek
olsun, edebiyatı, tarihi, kültürü takip etmek olsun... Önce “o”nu iyi yapmak, diyorum. İkincisi de ödün
vermeden bu işi yapıyor olmak, diyorum. Kendimden örnek vereyim: Ben üç sene dışarıda politika
okudum, geldim bu sefer Türkiye’de politika okudum, başka şeyler yaptım. Tiyatroyu bir türlü tam olarak
seçmedim ki lise hayatım tiyatroyla geçti. Keşke baştan tiyatroyu seçseydim, on sene kazanmış olurdum
yaptığım işte.
Ben son bir şey söyleyeyim: Biz senaryo işine emek verecek, alttan çalışacak insan arıyoruz. Tüm
Robertlilere buradan duyuru: Çıktıklarında senaryo yazmakla ilgili bir dertleri varsa; staj, öğreti, birlikte
çalışma, hemen bu günden başlayabilecekleri bir yerleri var!
-25-
* http://www.tavnewsport.com/Ezel-Kerem-Deren_300/kerem-deren
Martı /25~
İçimizdedir işte bu suyun serinliği;
söyleşi
öykü
DAKİKALAR...
Ebrar Bahçivan
Bana eşlik etmek istercesine şiddetle boşanmış yağmurun soğukluğu ve nefesimin anlamsız
sıcaklığının buğuladığı metro camından bakıyorum. Ancak yarım yamalak görebiliyorum dışarısını.
Paltomun koluyla camdaki buğuyu siliyorum ve tekrar bakıyorum. Bu seferse dışarıdaki hiçliği andıran
zifiri karanlıktan dolayı hiçbir şey göremiyorum. Her şeyin üstüne bir de hiçbir şeyi görememek eklenince boğazımdaki düğümü daha fazla tutamıyorum orada, sensiz geçen dakikaları tutamadığım gibi.
Artık umurumda değil insanların görmesi. Gözlerimi kapatıyorum ve izin veriyorum süzülmesine
gözyaşlarımın, yelkovanın hızında.
Sabah geç kalmandan anlamıştım o gün bir şeylerin ters gideceğini. Seninle anlaştığım gibi koridorun sonundaki büyük camın önüne gittim sabah. Yemyeşil manzarayı içime çekmek istercesine
derin bir nefes aldım. Önce beş dakika geçti. O kadar da önemli olmadığını düşündüm; çünkü hep
geç kalırdın. Sonra diğer bir beş dakika daha… Elimde sana aldığım hediyenin paketiyle huzursuzca
oynamaya başladım. Ondan sonraki her dakika bir öncekinden beş dakika daha uzun gelmeye başladı.
Bekledikçe sinirlenmeye, sana daha fazla kızmaya başladım. Nasıl olurdu da hiçbir haber vermeden
öylece bırakabilirdin beni orada, elimde sana aldığım hediyeyle… Vermeyecektim işte sana, bana bir
saat gibi gelen bir beş dakikadan sonra buna karar verdim. Hak etmiyordun; çünkü ben senin için orada
beklerken sen umursamazca haber vermemiştin gelmeyeceğini bana. Yanımdan gülüşen bir grup öğrenci
geçti ve içlerinden biri bana ve elimdeki, koridorun sonundan bile parlaklığıyla göz kamaştırabilecek
masmavi pakete baktı küçümsercesine. O sinirin verdiği hırsla paketi çantama sertçe tıkıştırdım. Hızla
birkaç adım attım. Sonra, hâlâ gelme ihtimalin olan bir beş dakika daha olduğunu fark edip suçlulukla
büyük, beyaz ahşap çerçeveli camlara baktım. Ayakta dikildiğim iki saniye, iki saatten daha uzun geldi
bana. İçime çektiğim yemyeşil manzaradan biraz da sana bırakmak için tekrar camdan dışarı baktım.
Sabah mahmurluğunu insanların üzerinden almaya çalışan mütevazı güneşin önünden çekilen bulutlar,
manzaranın aydınlanmasına izin verdi. O an sana çok kızgındım, belki nedensiz belki nedenli bilmiyorum; ama o an, benim için, o manzarayı hak etmiyordun.
Sen çağırmıştın, anlatacaklarım var, demiştin; neredeyse bir haftadır görüşemiyorduk tatilde
olduğundan; ama gelmemiştin o büyük, beyaz ahşap çerçeveli camın önüne. Normalde seni arar,
merakımı giderirdim; ama bugün öyle bir günümde değildim. Sen arayacaktın, sen gelip bulacaktın
beni. Sabah seni beklerken geçmeyen zaman, bütün gün sırf senden haber alamamanın verdiği huzursuzlukla daha da yavaşladı. Saatin bir tık daha ileri gittiğini duymak, minnettarlığımı arttırmamı sağlıyor,
bir yandan da senden haber alamadığım bir dakikanın daha geçmesinin verdiği ağır hüzünle dolmama
neden oluyordu. Büyük camları olan koridorda hiç dersim yoktu bugün, o yüzden gidemedim bir kez
daha, göremedim sana bıraktığım manzarayı içine çekebilmiş misin sonuna kadar. İlerleyen birkaç saat
sonra sabah sana aldığım hediyeye yaptığım saygısızlıktan duyduğum pişmanlıkla çantamdan çıkardım
kusursuz mavilikteki paketi. Özenle düzelttim paketin kenarlarını. Ne kadar da mutluydum bu sabah,
güneş benim için parlıyordu, kuşlar şarkı söylüyordu. Gördüğüm her an tabloluktu sanki. Sonra ne mi
oldu? Bilmiyorum; ama en iyi arkadaşım tarafından habersizce, öylece bırakılmak her şey için yeterli bir
sebepti bence. Ya da değildi, bilmiyorum! Normalde bu kadar alınacağımı pek sanmam; ama o gün çok
güzel başlamıştı ve sen devam ettirecektin bu güzelliği benim için, eğer orada olsaydın.
Martı /26~
öykü
Dayanamadım, sınıfına kadar gittim en sonunda. Sınıfın kapısı aralıktı. İçeri girip senin orada
olmadığını fark edecek kadar cesur değildim. Sadece içeriden gelen sesleri dinledim ve içlerinden birinin
senin sesin olmasını hem diledim hem de bütün kalbimle reddettim bu dileği. Yoktun orada, bununla
yüzleşmem çok zaman almadı. Daha da sinirlendim sana. Gelmeyeceğin zaman haber verirdin hep,
ne oldu da haber vermedin ki şimdi. Sinirim kendini endişeye bırakmaya başladı yavaş yavaş… Sinirle
kanatlanıp hızla uçup giden zaman, endişeyle kaplumbağalaşmaya geri döndü. Sayende kötü başlayan
günüm, anlam veremediğim bir şekilde kendimi daha da kötü hissettiriyordu. İşte, tam o an, içime bir şey
oturdu. İçimdeki grimsi bulutlar kararıverdi birden. Neden olduğunu bilmiyorum, anlam veremedim o
an. Yanımda Elif vardı, ne olduğunu sordu. “Hiç,” dedim “hiçbir şey, sadece garip hissettim bir an…”
Bu gün hayatımda geçirdiğim en yavaş gündü belki de. Son derse nasıl gelmeyi başardım, akreple
yelkovan buna nasıl izin verdi, bilmiyorum; ama aklıma koymuştum, okuldan sonra size gidip seni
bulacaktım. Bu sırada Can bir şeyler söyleyerek bütün bu düşüncelerimden kopardı beni. Kafamı kaldırıp
anlamamışçasına bakınca tekrarladı sözlerini. Rehber öğretmenimiz benimle konuşmak istiyormuş.
Neden olduğuna anlam veremedim; çünkü ben hiçbir zaman rehberlik tarafından görüşülmek istenen
bir öğrenci değildim. Büyük bir merakla gittim rehber öğretmenin yanına. Önce nasıl olduğumu sordu,
bense klasik cevabı verdim: “İyiyim!” Daha beni neden çağırdığını soramadan, bana hayattan bahsetmeye
başladı: sevdiklerimiz, arkadaşlarımız, doğanın dengeleri, doğum, ölüm… Sonrasındaysa saatin ibresi
benim için o kadar hızlı döndü ki, hatırladığım üç şey var sadece: senin adın, uçak kazası ve yokluğun…
Rehber öğretmenim sustu; bütün dünya, hatta evren sustu. O an yelkovanı sadece bir tık geriye
alabilmek için her şeyi verirdim. Senin hâlâ bir yerlerde olduğuna inanmaya devam edebilmek için her
şeyi verirdim. Güneşin aydınlattığı manzarayı içine çekebilmen, parlak mavi paketin beyaz kurdelesini
açabilmen, hatta beni yine büyük, beyaz ahşap çerçeveli camın önünde yalnız bırakman için bile bir tık
geriye gitmeyi isterdim. Sadece tek bir tık, çünkü biliyorum bütün umutlar geri gelecek o tıklamayla
bana. Bütün bu düşüncelerimle hapsettiğim yelkovanı, öğretmenim, “Seni anlıyorum…” demesiyle
serbest bıraktı. Konuşamadım; çünkü biliyordum konuşursam fırtınanın habercisi kapkara bulutlar
kendini daha fazla tutamayıp ağlayacaklardı. Hiçbir şey söylemeden odadan çıktım. Zil çoktan çalmış,
herkes gitmişti… Çantamı alıp hızla çıktım okuldan. Gün boyunca geçmek bilmeyen beş dakikalar, o an
intikam almak istercesine onar onar atlıyordu. Geçen her dakika boğazımı bir kez daha düğümleyip daha
da dibe vuruyordu beni. Engel olamıyordum, durduramıyordum sen yokken yerinde durmak istemeyen
yelkovanı…
-27
Kendimi nasıl metro istasyonuna attım bilmiyorum, her zaman bir yerlere gitmek için
buluştuğumuz metro istasyonuna… Gelmek bilmeyen metroyla her beş dakika, sanki sadece bir
dakikacıkmış gibi hızla geçtikçe ayakta durmam daha da zorlaştı. Soğuğa rağmen ellerim durmaksızın
terliyor, yanaklarım her dakika daha da alevleniyordu. Metroya nasıl bindiğimi hatırlamıyorum. Bana
eşlik etmek istercesine şiddetle boşanmış yağmurun soğukluğu ve nefesimin anlamsız sıcaklığının
buğuladığı metro camından bakıyorum. Ancak yarım yamalak görebiliyorum dışarısını. Paltomun koluyla camdaki buğuyu siliyorum ve tekrar bakıyorum. Bu seferse dışarıdaki hiçliği andıran zifiri karanlıktan
dolayı hiçbir şey göremiyorum. Her şeyin üstüne bir de hiçbir şeyi görememek eklenince boğazımdaki
düğümü daha fazla tutamıyorum orada, sensiz geçen dakikaları tutamadığım gibi. Artık umurumda değil
insanların görmesi. Gözlerimi kapatıyorum ve izin veriyorum süzülmesine gözyaşlarımın, yelkovanın
hızında. Affet beni…
Martı /27~
Biz o kadar, o kadar birbirimiziniz.
öyküsel anlatım
UZUN BOYLU ÇOCUK
Ahmet Utku Akbıyık
Uzun boylu birisi daha var, çoğumuzun bilip de göz ardı ettiği.
Belli ki çok kitap okumuş bu çocuk. İçinde öyle cevherler, öyle hikâyeler yaşıyor ki bu yaşa
sığdırılacak kadar basit değiller. Neden kitap okur insan? Diğer yaşamlara da şahit olmak için... Hiçbir
zaman Buddha’nın yaşamını tadamayacağımız gibi, hiçbir zaman Raskolnikov gibi bir suçluluk
psikolojisini de tam olarak hissedemeyeceğiz. Dünyadaki her farklılığı tatmaya fazla vaktimiz olmadığı
için kitap okuyarak âdetâ farklı yaşam tarzlarından bir parmak bal çalıyoruz benliğimize. Her şeyi denemek istiyoruz; ama bunu 60 yıla sığdırmak gibi bir şansımız olmadığı için her şeyi dinleyerek, hayal
ederek yaşamayı tercih ediyoruz. Bu çocuğun o kirli yüzünün derinliklerine saklanmış öyle bakışları var
ki, her türlü insanla yaşam oyununu oynamış, her bir yaşamdan birkaç sayfa okumuş gibi.
Öyle pek de konuşkan değil aslında. Arada denize anlatır derdini, arada da boyu boyuna
erişenlerin kulağına. Çocuklar arasında hep en çok üşüyen, hep en çok ıslanan o olur. Görünüşünün
iriliğinde kimse bilmez nasıl bir kalbe sahip olduğunu. İnsanlar genelde onun hikâyelerini dinlemek yerine kendileri hikâye yazarlar üzerine. Annesinin onu çok küçükken şehrin dışarılarında terk ettiğinden
bahsedenler vardır. Hiç annesinin olmadığını söyleyenler de… Sorsanız, o hiç bilmez kendisini kimin
diktiğini buraya. Sadece durur olduğu yerde ve gelen geçenlerin hikâyelerini okur. Okuduklarını anlatacak olsa kim bilir neler dökülecektir dilinden: Ara sokaklardaki aşklardan, karanlık sokaklardaki
fahişelere, kapkaççılardan terk edilmişlere kadar… Ama açmaz ağzını. Kalbi o büyük vücudunda öyle
derinlere saklanmıştır ki kimsenin onu bulup dokunabileceğine inanmaz. O büyük bedenindeki küçük
yüreğinde bildikleri saklıdır. Ancak Yağmurlu gecelerde gözyaşlarını içine sızdırdığında iyice yoğurup
harmanlayabilir, tüm hikâyeleri.
Bu uzun boylu, her türlü türküden haberdardır. Kimi gelir aşk türküleri söyler, kimi gelir devrim
türküleri. Son zamanlarda pop, jazz kültürü repertuarını da epey geliştirdiği söylenir. Gelen geçen binlerce farklı insandan derdi olan, atar elini bu çocuğun omzuna. Çocuk bir şey demez, susar sadece;
başlarlar anlatmaya. Kiminin bankası batmıştır, kiminin hayali, kiminin de ocağı... Hiç ayrım yapmadan
dinler hepsini. Bu suskun çocuğun omuzlarında insanlar içlerini rahatlatır. Bu çocuğun yamacına gelenler hava kararıp artık gecenin bu omuzlara çökme vakti geldiğinde bir türkü tutturup dağılırlar.
Uzun boylu, suskun, iri çocuk karanlığın ortasında tek başına kalakalır. Çaresizlikten sabahı beklemeye
koyulur. Pek fark ettirmek istemese de o sever aslında yamacına gelip duygularını paylaşanları. Yalnızlık
kötü şeydir, şu binlerce insanın olduğu dünyada.
Herkes bu kadar derdi dinleyip de sabredebilen bu gencin sırrı ne, diye düşünür. Hiç kimse
kendi derdine dayanamazken bu çocuk yıllardan beri herkesin derdini dinlemeye nasıl sabredebilir?
Her yağmurda üşüyüp de nasıl terk etmez dikilip kaldığı noktayı? Herkesin gözü önünde olup kimseden
yardım alamayanlar, asıl yardımı yine kendileri gibi gözler önünde olup da fark edilmeyenlerden alırlar.
Bu garibanların kardeşçe yardımlaşmasını ne duyan olur ne de bilen. Sadece onlar arasındadır bu omuz
omuza verme. Öyle bir dayanışmadır ki bu, dünyanın derdi gelse deviremez. Gecenin karanlığında fark
edilmeyenler olarak bir bu çocuk vardır meydanlarda, bir de ay. Ay ile sohbetini denizin kıskandığını
bilse de çocuk, denizin duymayacağı şekilde günün hikâyelerini aya fısıldar. Ay tüm berraklığıyla dinler.
Ondan daha iyi sırdaş mı olurmuş? Güneşin herkesi karanlığa bıraktığı vakitte çıkar ortalığa ve günün
acılarını dinler. Kim onunla konuşursa teselli bulur diğer güne başlamak için. Bunu az insanın bilmesi ne
kadar da üzücü! Belki de değil… Eğer herkes bunun farkında olsaydı, biz elbette bir şekilde ayı da kirletirdik. Güneş, ben geldim, diyerek tanı ağartırken; ay, sabret, deyip güç vererek ayrılır çocuğun yanından.
Yeni günde yeni insanlar, yeni hikâyeler, yeni hayatlarla buluşmayı bekler çocuk. Adını sorarsanız
bu çocuğun, “Galata” demezler size; çünkü herkes ona “Ah be kule!” diye başlayıp yakınmaya alışmıştır.
Martı /28~
MARTI 2010-2011- 1. Sayı
Yüksekten uçmanın tehlikesine rağmen
kulağımıza bir şeyler fısıldamak uğruna
bir kez daha yükseldi MARTI...