2008, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi
Transkript
2008, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ SAHİBİ / PROPRIETOR: Prof. Dr. Cuma BAYAT (Beykent Üniversitesi adına/ On The Behalf of Beykent University) BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES YAYIN KURULU PUBLISHING BOARD: GENEL YAYIN YÖNETMEN YARDIMCILARI VICE EDITORS: Prof. Dr. Erol EREN Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK Prof. Dr. Ünsal OSKAY Prof. Dr. Mümin ERTÜRK Prof. Dr. Mustafa DELİCAN Doç Dr. Ertan EFEGİL Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ Yrd.Doç.Dr. Muzaffer ÜREKLİ Yrd.Doç.Dr. Gonca BAYRAKTAR Yrd.Doç. Dr. Hatice Övgü TÜZÜN Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Çağdaş GÜVEN Ahmet Gürkan ATAY DANIŞMA KURULU ADVISOR COMITTEE: GENEL YAYIN YÖNETMENİ EDITOR -IN-CHIEF: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ YAYIN SEKRETERİ PUBLISHING SECRETARY Özlem SAĞAT Prof. Dr. Tuncer ÇELİK Prof. Dr. Erol MANİSALI Prof. Dr. İ.Erdal KEREY Prof. Dr. Can İKİZLER Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN Prof. Dr. Selahattin SARI Prof. Dr. Tayyar ARI Prof. Dr. Muhittin KARABULUT Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Prof. Dr. Tamer İNAL E.Org. Şener ERUYGUR E.Tuğa. İlker GÜVEN Her hakkı saklıdır. Stratejik Araştırmalar Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem kurulu olan bir yayındır. Stratejik Araştırmalar Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Stratejik Araştırmalar Dergisinin veya Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Stratejik Araştırmalar Dergisine gönderilen makaleler iade edilmez. ISSN: 1307- 6108 Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıraselviler Cad. No: 111 PK:34437 Taksim/ İSTANBUL Tel: 0212 867 55 82- 71- 91 Faks: 0212 867 55 77 www.beykent.edu.tr ISSN: 1307- 6108 BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES Sayı/ Volume : 1 Numara/ Number : 1 Yıl- Bahar/ Year- Spring : 2008 Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi üniversitemizin 3. Bilimsel Dergisi olarak bilimsel yayın literatürüne katılmaktadır. Üniversitemiz bir kent üniversitesinden bir dünya üniversitesi olma yolundaki vizyonu ve misyonu ile bu temel amacı doğrultusunda yürümektedir. Ülkemizin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gücünü yetiştirmenin yanı sıra, üstün nitelikli bilim adamları ile de dünya bilimine katkılar sağlamakta, bilimsel bilgiyi üretmekte ve bunları çağdaş dünya ile paylaşmaktadır. Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından yayına hazırlanan Stratejik Araştırmalar Dergisi’nin, üniversitemizin diğer bilimsel yayınları ile birlikte akademik yayın zenginliğimize önemli katkılar sağlayacağına eminim. Stratejik Araştırmalar Dergisi hakemli, ulusal ve uluslararası nitelikli bir dergi olarak yılda iki kez yayınlanacaktır. Stratejik Araştırmalar Dergisi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara da yer vermektedir. Derginin yer verdiği makalelerin gerçek bir bilimsel temele oturması ve yaygın başvurulan kaynak eser olması için özellikle hakemlerin seçiminde alanında uzman olan kişilere başvurulmakta ve yayına hazır hale gelene kadar uzun bir hazırlık döneminden geçmektedir. Dergi sadece uluslararası ilişkiler alanındaki ulusal ve uluslararası düzeyde akademik çevrelere değil, bilim dünyasının ayrılmaz parçaları olan başta dışişleri bakanlığı olmak üzere uluslararası ilişkiler alanındaki ilgili devlet kurumlarına, iş ve medya çevrelerine, bağımsız araştırmacılara ve alana ilgi duyan tüm entelektüellere hitap etmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla, sadece doğru ve bilimsel bilgiyi aktaran değil, olayların ve olguların doğru anlaşılması ve analiz edilmesi yanında isabetli politikalar üretilmesine ilişkin gerekli bilimsel verileri sağlayan bir kaynak olmayı hedeflemektedir. Bir bilimsel derginin uluslararası bilim endekslerinde yer alması çok önemlidir. Bu amaçla ilk aşamada, beş yıl süreyle düzenli yayın yapmak suretiyle SSCI kapsamında izlenmeye girmeyi hedeflemekteyiz. Beykent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Sayın Adem ÇELİK’in maddi ve manevi destekleriyle bu hedefi gerçekleştireceğimizden emin olarak yola devam edeceğiz. Kısa sürede dergiye yayınlanmak üzere pek çok makale gönderilmiş olması ve almış olduğumuz olumlu tepkiler yayın hayatında önemli bir boşluğu doldurduğumuz konusunda ki inancımızı takviye etmektedir. Stratejik Araştırmalar Dergisi’nin bu ilk sayısına makale gönderen araştırmacı ve akademisyenlere, ayrıca çok kıymetli değerlendirmeleri ile gönderilen makalelerin bilimsel olarak yeterli seviyeye gelmesinde katkıda bulunan hakemlerimize teşekkürü bir borç biliyoruz. Dergimizin bundan sonraki sayılarına makale gönderecek değerli araştırmacıların çalışmalarını bekliyoruz. Saygı ve Sevgilerimle, Prof. Dr. Cuma BAYAT Rektör The Beykent University Journal of Strategic Research is being added to scientific publications literature as our university’s third scientific journal. Our university is taking steps towards its main goal of progressing from an urban university to a world university. Besides meeting our country’s need for quality human resources, Beykent University contributes to science at the global level via its extraordinary scientists who produce scientific knowledge and share it with the modern world. I am confident that, like our university’s other scientific publications, the Strategic Research Journal of the Beykent University Strategic Research Center will be a valuable contribution to academic publications. The Strategic Research Journal will be published twice a year as a refereed, national and international journal. The Strategic Research Journal aims at publishing original studies in the fields of international relations, foreign politics, and national and international security. The Journal will also include interdisciplinary studies. To ensure that the constituting articles rest on sound scientific foundations and to render the Journal a resource of frequent resort the referees are chosen from among the experts in their fields, and the journal goes through a lengthy preparation process before it’s ready to be published. The target group of the journal is not only the national and international academic communities in the field of international relations but also the pertinent state institutions - above all, the Ministry of Foreign Affairs - the business and media circles, the independent researchers, and all the intellectuals that are interested in the field. To this end, the Journal intends not only to transmit correct and scientific information but also to be a resource providing the necessary scientific data for the thorough understanding and analysis of events and phenomena, and facilitating the production of apt policies. It is vital for a scientific journal to be incorporated in international scientific indexes. Thus, as the first step, we aim to be included in the surveillance process within the framework of the SSCI by publishing regularly for five straight years. With the financial and moral support of Adem ÇELİK, the President of the Board of Trustees of Beykent University, we will confidently proceed to achieve this goal. We believe that we fill a significant gap in scientific publications. Our belief is justified by the many articles sent within a short period of time to the Journal for publication and by the positive feedback we received. We owe a debt of gratitude to the researchers and academics who sent their articles to this first issue of the Strategic Research Journal, and to the referees who contributed to the quality of the articles with their valuable comments. We look forward to receiving further studies from esteemed researchers for the upcoming issues of our journal. Prof. Dr. Cuma BAYAT Rector Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi ulusal ve uluslararası bilimsel literatüre önemli katkılar sağlamak üzere yayın hayatına başlamaktadır. Dergimizin ilk sayısında gerek olgusal gerek coğrafi olarak uluslararası ilişkiler alanında ancak disiplinlerarası nitelikte, değişik konularda seçilmiş makalelere yer verilmiştir. Rıza Sam, Türkiye'nin tarihsel süreç içerisinde konjonktürel dalgalanmalara bağlı olarak birbirinden farklı güç dengelerinde yer alışı ve politik açmazlarını ele almakta ve yeni dünya düzeni içindeki yerini sorgulamaktadır. Sait Yılmaz ise 21. Yüzyıl güvenlik ortamındaki güçler ve güç dengesinin teoriden pratiğe nasıl bir değişim izlediğinden yola çıkarak, bu trendlerin ulusal güç ve güç politikalarına etkilerini incelemektedir. Gökhan Akyan, uluslararası bir sorun karşısında analizciler ve karar vericilerin aksiyon stratejileri ve karar alternatifleri ile ilgili analitik yaklaşımlar ortaya koymaktadır. NATO, Türkiye ve AGSP ilişkilerini ele alan Mirelle Sadege, Türkiye’nin dış politika önceliği açısından ABD ve AB arasındaki tercih çelişkilerini sorgulamaktadır. Kültürel emperyalizmin yeni uluslararası düzendeki konumunu inceleyen Suat Sungur ise küreselleşme, iletişim alanındaki teknolojik gelişmeler ve iletişimin küreselleşmesi konularını irdelemektedir. Engin Akgün, Çarlık Rusyası’nın Türk haklarına uyguladığı baskı ve yaptırımlara yer verdiği makalesinde bu dönem ile ilgili önemli bir tarih sayfasını aralamaktadır. Hazar Bölgesi enerji kaynakları üzerinde oynanan oyunları inceleyen Çağrı Kürşat Yüce ise bölgede sürdürülen güç mücadelesinin sadece enerji yataklarından alınacak payları değil, bu havzada üretilecek enerjiyi dünya pazarlarına taşıyacak güzergâhlar üzerine de olduğunu söylemektedir. Ersin Özmen ise Sudan’daki Darfur sorununa geçmişten bugüne dış güçlerin müdahalelerine de yer vererek geniş bir yelpaze ile yaklaşmakta ve Türkiye’nin Sudan Darfur konusunda izleyebileceği dış politikaları değerlendirmektedir. Mesut Taştekin, AB Güvenlik Stratejisi Dokümanı’nı analiz ederken bir yandan AB’nin küresel bir aktör olma niyetini sorgulamakta diğer yandan Türkiye’nin Avrupa güvenliğine yapabileceği katkılara değinmektedir. Sinan Çaya ise Türk Ordusu’nun bütünleştirici rolünü ortaya koyarken farklı bölgelerden bireylerin sosyalleşmesi ve kişisel gelişmelerinde de önemli bir işlev edindiğini ifade etmektedir. Derginin akademik yayın hayatına kazandırılmasına destek olan başta Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Adem ÇELİK ve Sayın Rektörümüz Prof.Dr. Cuma BAYAT olmak üzere üniversitemizin tüm akademik ve idari personeline teşekkür ederiz. Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Genel Yayın Yönetmeni The Beykent University Strategic Research Journal started its publication life to make significant contributions to the national and international scientific literature. The first issue of our journal includes articles of several topics in the field of international relations with an interdisciplinary approach. Rıza Sam examines the locus of Turkey in various balances of power, depending on conjunctural fluctuations, as well as the political impasses of the country, and probes Turkey’s place in the new world order. Taking as his point of departure the shift from theory to practice of the powers and the balance of power within the context of the 21st century security, Sait Yılmaz investigates the effects of these trends on national power and power politics. Gökhan Akyan introduces analytic approaches pertaining to the action strategies and decision alternatives of analysts and decision makers in the face of an international problem. Discussing NATO, Turkey and ESDP relations, Mirelle Sadege questions Turkey’s dilemmas of preference between USA and EU with respect to the country’s foreign policy priorities. Focusing on cultural imperialism in the new international order, Suat Sungur examines globalization, the technological developments in the field of communications, and the globalization of communication. In his article on the pressures and sanctions Tsarist Russia put on the Turkic people, Engin Akgün sheds critical light on that historical period. Çağrı Kürşat Yüce studies the games played over the energy sources of the Caspian Region, and argues that the ongoing power struggle in the region concerns not only the shares to be gained from the energy deposits, but also the routes along which the energy to be produced in this basin would be transported to world markets. Ersin Özmen’s expansive analysis of the Darfur problem in Sudan includes a look at the historical interventions of external forces, and assesses the possible foreign policies Turkey can adopt with respect to the Darfur problem. In his analysis of the EU Security Strategy Document, Mesut Taştekin examines the intention of the EU to become a global actor and discusses the contributions Turkey can make to the European security. Asserting the unifying role of the Turkish Army, Sinan Çaya points out the critical function the Army serves with respect to the socialization and personal development of individuals from different regions. We thank all the academic and administrative personnel of our university, foremost Adem ÇELİK, the President of the Board of Trustees, and Prof. Dr. Cuma BAYAT, our Rector, for supporting us in bringing our journal into the world of academic publications. Assistant Prof. Sait YILMAZ Editor in Chief BU SAYININ HAKEMLERİ (REFREES OF THIS ISSUE) , Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN ........Kırıkkale Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Erol EREN ............................Beykent Üniv. İİBF (İktisat) Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI..................Uludağ Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Muhittin KARABULUT .......Beykent Üniv. IIBF Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU................Galatasaray Üniv.(Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Mustafa DELİCAN ...............Beykent Üniv. (Uluslararası İlişk.) Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK ................Gazi Üniv. (Uluslararası İlişk.) Prof. Dr. Ünsal OSKAY ......................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV Prof. Dr. İlter TURAN .........................Bilgi Üniv. (Uluslararası İlişk) Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN.............Beykent Üniv. (Matematik) Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL..................Mimar Sinan Üniv.Fen-Edeb. (Tarih) Prof. Dr. Esat ARSLAN.......................Çağ Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Doç. Dr. Hasan ÜNAL.........................Bilkent Üniv. (Uluslararası İlişk.) Doç. Dr. Veysel KILIÇ ........................Beykent Üniv. (İngiliz Dili Edebiyatı) Doç. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN .............Yeditepe Üniv. (Uluslararası İlişkiler ) Doç. Dr. Ertan EFEGİL .......................Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler ) Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ................Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Gonca BAYRAKTAR ..Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Neziha MUSAOĞLU....Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ ........Beykent Üniv. (Uluslararası İlişkiler) İÇİNDEKİLER/ CONTENTS Sayfa No Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları Rıza SAM………………..………………………………………………………....1 - 26 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi Sait YILMAZ…………………………………………………………………..…27 - 65 Teorik Karar Alternatifleri ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım Gökhan AYKAN..…………………………………………………………...........66 - 81 Türkiye, NATO ve AGSP Mireille SADÈGE……………………………..……………………………..…...82 – 93 Kültürel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme, İletişim ve Yeni Uluslararası Düzen Suat SUNGUR …………………………………………………………...……...94 - 138 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar Engin AKGÜN…………………………………………………..……………..139 – 157 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun Çağrı Kürşat YÜCE…………………………………………………...………..158 - 183 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu Ersin ÖZMEN……. …………………………………………………………...184 - 212 On The Strategy Document Of The EU And Turkey Mesut TAŞTEKİN……………………………………………………………..213 - 236 The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey Sinan ÇAYA………………...…………………………………………….……237 - 247 KAPSAM/ SUBJECTS Uluslararası İlişkiler/International Relations ● Ulusal Güvenlik / National Security ● Uluslararası Güvenlik / International Security ● Güvenlik Bilimleri / Security Sciencies ● Terör / Terror ● İstihbarat / Intelligence ● Uluslararası Kuruluşlar / International Institutions ● Teknoloji / Technology ● Uluslararası İlişkiler Teorileri / Int. Relations Theories ● Orta Doğu / Middle East ● A.B.D. / U.S.A. ● AB ve Avrupa / EU and Europe ● Afrika / Africa ● Avrasya / Euroasia - Kafkasya / Caucasus - Orta Asya / Central Asia - Rusya / Russia ● Asya- Pasifik / Asia-Pasific ● Latin Amerika / Latin America ● Kıbrıs / Cyprus ● Diaspora / Diaspora ● Teoloji ve Sosyo-Kültürel Konular / Teology and Socio-Cultural Issues ● Lojistik / Logistics Ekonomi Politik/Political Economy ● Ekonomi Politik /Political Economy ● Küreselleşme / Globalization ● Lojistik / Logistics ● Enerji ve Su Konuları / Energy and Water matters ● Kurumlar ve Bölgesel Çalışmalar / Instutions and Regional Studies Uluslararası Hukuk/International Law ● Uluslararası Çatışma Konuları / Int. Conflict Issues ● Uluslararası Adalet / International Justice ● Uluslararası Sorun Çözme / Int. Dispute Settlement Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research ● Strateji ve Karar Vermede Matematiksel Yaklaşım / Math Approach to Staretgy and Decision Making ● Uluslararası Sorunların Analizi / Analysis of International Affairs ● Harekat Araştırması / Operational Resarch Vak’a Analizleri/Case Analysis Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 1-26 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY YENİ DÜNYA DÜZENİNDE DENGE ARAYIŞLARI, ÇATIŞAN DENGELER VE TÜRKİYE’NİN POLİTİK AÇMAZLARI Rıza Sam∗ ÖZET Günümüzde her ülke, birbirinden farklı güç merkezlerinin yoğun rekabeti nedeniyle periferide kalmamak için güç istenciyle hareket etmektedir. Bu istenç, çoğu kez kendini bir refleks olarak ortaya koymaktadır. Kendini koruma arzusunun ön planda olduğu böyle bir refleksin süreç içerisinde beklenilmeyen sonuçlarıyla da karşılaşılmaktadır. Güç istenciyle hareket eden her ülkenin böyle beklenilmeyen bir sonuçla karşı karşıya kalmasında, kısaca çoğu kez kötü ve daha kötü bir tercihte bulunmasında “riske girmenin riskleri ve riske girmemenin risklerinin” farkındalığının baskı ve basıncı büyük rol oynamaktadır. Bu çalışmada Türkiye'nin tarihsel süreç içerisinde konjonktürel dalgalanmalara bağlı olarak birbirinden farklı güç dengelerinde yer alışı ve politik açmazları ele alınmaktadır. Anahtar Kelimeler: Batılılaşma- Siyaset, Güç Dengeleri, Denge Açmazları, Güç İstenci. ABSTRACT In the present era marked by intensive competition between different power centres, every country acts with ‘will to power’ in order not to stay in the periphery. This ‘will to power’ is often manifested as a reflex. Unexpected consequences of such a reflex in which the desire of self-protection is foregrounded, may unfold in the process. The pressure and strain that stem from the realization of “the risks of taking risks and the risks of not taking risks” lead every country (acting with the will to power) face an unexpected consequence that often compels it to choose between bad and worse. This study aims to examine Turkey’s changing situatedness within various power groups and its political impasses due to conjunctural fluctuations throughout history. Keywords: Westernization- Politics, Power Balances, Balance Impasses, Will of Power. 1.GİRİŞ Günümüzde pek çok aktör tarafından birbirinden farklı düzeylerde resmi veya gayri resmi olarak koalisyonlara, ekonomik işbirliğine ve savunmaya yönelik ∗ Yrd. Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, [email protected] Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları girişimlerde bulunulmaktadır. Böyle bir girişimde, bazı ülkeler, bir taraftan, hem ekonomik refahlarını hem de savunmalarını arttıracak organizasyonlarda yer almak suretiyle, rakipleriyle yarışta üstün bir konuma gelmekte; diğer taraftan da, dokunulamaz bir zırha bürünebilmektedirler. Bu bağlam içerisinde meydana gelen oluşumlar, bir süre sonra, güç eşitsizliğinin de önemli tetikleyicileri haline gelmektedir. Doğal olarak, oluşan bu güç dengeleri karşısında güçsüzlüğünü yaşamak istemeyen her ülke, konjonktürel dalgalanmalara bağlı olarak umduğu faydayı temin etmek üzere, istese de istemese de bir oluşum içinde bulunmaya kendini zorunlu hissetmektedir. Bu anlamda, günümüzde birbirinden farklı güç merkezlerinden ve bu güç merkezlerinin birbirleriyle çok değişkenli rekabetinden bahsedilebilir. Deyim yerindeyse dünya, adeta güç dengelerinin doğurduğu dengesizlikleri aşmak ve yeni bir denge tesis etmek isteyenler için birbirinden farklı kamplara bölünmüştür. Özellikle Weimar Üçgeni, Şanghay Altılısı, Asya Kaplanları, Avrasya Balkanları, Avrupa Birliği vb. oluşumlar, bu farklı kamplara ya da kutuplara bölünmüşlüğün bir ifadesi olarak örnek gösterilebilirler. Anılan oluşumlar, içinde yer alanlara belli kazanımlar sağlamakla birlikte, zaman zaman kaybettirdikleriyle de dikkat çekmektedirler. Örneğin böyle bir birliktelikte umulan fayda temin edilemediğinde veya birliğin yapısının genişlemesi söz konusu olduğunda, hiç arzu edilemeyen durumlara da “zımni evet” demek zorunda kalınabilmektedir. Bu durum, istenilmeyen bir karara baskı ve basınç altında imza atmak zorunda kalındığında, tarihsel, coğrafi ve kültürel bir geçmişin ve birlikteliğin bulunduğu soydaşların, akrabaların ya da yakınların küstürülmesi tehlikesini de potansiyel olarak bünyesinde barındırmaktadır. Bunun yanı sıra, bazen de konjonktür değiştiğinde, birliğin ya da oluşumun var olma nedeni ortadan kalkmaktadır. İşte o zaman da birlik içindeki herkesin, birbirlerine yük olduklarını haykırmaya ve geçimsiz bir tavra bürünmeye başlamaları suretiyle hiçbir sakınca görülmeksizin, ya yeni bir oluşumu yapılandırmaya ya da 2 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam kendilerini daha huzurlu hissedebilecekleri başka bir organizasyona yönelebilmeleri söz konusudur. Elbette, bunu yaparken, yönelmek istedikleri organizasyonlara kendilerinin ne denli gerekli olduklarının zeminini tercih edilebilme gerekçesi olarak önceden planlanmış birlik inşası faaliyetine girmiş bulunmaktadırlar. Kısaca, her oluşum ya da birliktelik “dikensiz bir gül bahçesi” vaat etmemektedir. Bu çalışmada, gerek Osmanlı dönemi gerekse Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinden günümüze gelinceye kadar geçen süre içerisinde dünyadaki güç dengelerinin doğurduğu güç eşitsizlikleri ve dengesizliklerinin aşılması için denge arayışları ve her denge arayışının kendi içerisindeki açmazları ortaya konulmaya çalışılacaktır. 2. BATILILAŞMA SİYASETİNİN FARKLI GÜÇ MERKEZLERİ ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLMESİ Denilebilir ki, Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıktığı andan itibaren ilk siyasi yenilgisini alıncaya kadar geçen süre içerisinde, kendi içine kapanan ve kendisiyle yoğun bir hesaplaşmaya giren Batı’yı ve Batı’da meydana gelen yenilik ve değişmeleri şaşkınlık içerisinde karşılamaktan uzak bir tavır sergiliyordu. Güç dengeleri tersine dönünce, Osmanlı Devleti, Batı’daki yenilik ve değişmelerin boyutunu ciddi bir biçimde fark etti ve Batı karşısında yitirdiği gücünü tekrar toparlayabilmek için, dünya dengeleri içerisindeki yerini koruyabilmek üzere, kendini güçlü kılabileceğini düşündüğü, askeri alanda birtakım tedbirler alma yoluna gitti. Batı’nın üstün olduğunun zoraki onayı, 1596 “Eğri Seferi”nde Avrupa’daki yeni ateşli silahlar devriminin tüfekleriyle karşılaşmada şaşkınlık içerisinde kalınması sırasındadır, denilebilir. Anılan tarih, Osmanlı maliyesinin ve devlet ekonomisinin çöktüğü, askeri teknolojinin ve sanayideki gelişmelerin izlenememesi nedeniyle Osmanlı’nın savaş sanayisi ile birlikte askerlik alanında gerilediği bir tarihi işaret etmektedir (Berkes, 2002: 76-77). 3 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları Osmanlı Devleti’nin sürekli gerilemesinin ve çözülmesinin bir türlü durdurulamaması, onun, Batı’nın gelişen ezici üstünlüğü karşısında tutunamamasına ve Batı ile girişeceği güç ilişkilerinde çok zor anlar yaşamasına neden olmuştur. Bu bağlamda, Batı’nın askeri alanda ezici üstünlüğünü hissettirdiği 1683 Viyana bozgunu, bu zor anların bir başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Bu tarihten sonra 26 Ocak 1699’da imzalanan “Karlofça Barış Antlaşması” ile Osmanlı Devleti için bir devrin bittiği ileri sürülebilir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu ilk kez, açıkça kesin bir savaşta yenilmiş bir devlet olarak barış imzalamış ve uzun süredir Osmanlı idaresinde bulunan ve Dar-ül İslam’ın bir parçası sayılan geniş toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Bunun yanı sıra, 1718 “Pasarofça Antlaşması”yla Osmanlı Devleti kendi denetiminde olan ve yapılandırmış olduğu daha başka toprakları da yitirmiştir. Nitekim, Karlofça ve Pasarofça Antlaşmalarını izleyen diğer antlaşmaların hemen sonrasında merkezi hükümetin hem taşra üzerindeki otoritesi gittikçe zayıflamış hem de İmparatorluğa bağlı eyaletler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamıştır. İşte tam bu sırada “Büyük Petro” idaresindeki Rusya, Osmanlı Devletinin önünde enerjik bir Batılılaşma ve Modernleşme programının bütün zafiyetlerden sıyrılabilme ve tekrar rakipleri ile mücadelede denk bir güç olarak kendi dinamikleri ve yeteneklerini ortaya koyabileceği (Lewis,1993:3846) örnek bir ülke olarak durmaktadır. Böylelikle, Osmanlı Devleti, tekrar güçlü günlerine dönebilme ümidiyle Batılılaşma serüvenine, Batı Avrupa karşısında geri kalmışlığını yoğun olarak eksikliğine bağladığı askeri-teknik reformlarla kapatmaya çalışmakla adım atmış oluyordu (Ortaylı, 2001: 18). Ancak Batılılaşma yolunda atılan bu adımlar, farklı güç dengelerinin birbirleri üzerindeki hiyerarşik güç eşitsizliklerinin stratejik önemi dikkate alınarak gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma hareketlerine, Batı içinde farklı çıkar merkezlerinin bulunması nedeniyle, bu merkezler arasındaki çıkar 4 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam ayrılıklarını değerlendirerek ve bunları birbirine karşı kullanarak girdiği söylenebilir. Nitekim farklı zaman dilimlerinde birbirinin aynı olmayan Batılı ülkelerin yanında Osmanlı Devleti’nin yer alması, Batılılaşma siyasetinin farklı güç merkezlerinin (Gevgilili, 1990: 69) egemen konumuna gelmelerine göre gerçekleştirildiğini doğrulamaktadır. Bu bağlamda birbirinden farklı anlamda ve doğrultuda Batılılaşma’dan bahsedilebilir. İlk önceleri toprak yitimiyle başlayan güç kaybını durdurabilmek amacıyla askeri ve teknik alanda yapılmaya çalışılan yenilikler, zamanla boyut değiştirerek, Batı’daki güç merkezlerinin amaçlarına hizmet eden bir araç konumuna getirilmiştir. Özellikle zaman zaman ortaya çıkan veya suni olarak yaratılan krizlerde, krizlerin başarıyla yönetilememesi durumunun yaşanılması, beraberinde birinin diğerine karşı denge amacıyla kullanılan farklı güç merkezlerine ciddi tavizler verilmesine yol açmıştır. Bunun nedeni Batı’daki hızlı değişime ayak uyduramaması ve yenilikleri, kendi kültür dinamiklerine bağlı olarak gerçekleştiremeyişinden ileri gelmektedir. Sonuç itibariyle, her denge arayışı, siyasi yapının her geçen gün önüne geçilemeyen bir güç yitimiyle daha da dengesizliğe bürünmüştür. Yaşanılan bu durum, siyasi arenada iktidar eyleyenleri, dışlanmamak için Avrupalılık ve Batılılık aidiyet duygularını yüklenebilen sembollere yönelmeye ve onlara bel bağlamaya fazlasıyla motive etmiştir. 3. BATILILAŞMA SİYASETİNİN MODERN İMAJLARLA DESTEKLENMESİ Batılı devletlerin önlenemeyen yükselişi, beraberinde, onlara dünya egemenliği ve zenginliğini getirmiştir. Dolayısıyla böyle bir güç karşısında güçsüzlüğünü yoğun olarak yaşayan ülkeler, semboller üzerinden, ne derece Batılı olduklarını ispat edebilmek için birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Bu sayede, yaşanılan güçsüzlüğün modern imajların kullanılmasıyla kapatılması söz konusudur. Bu bağlamda birbirinden farklı dönemlerde siyasi arenada hükümet 5 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları eyleyen iktidar sahiplerinin farklı bir modern imajla sahneye çıkması, bir anlamda, Batıdaki güç dengelerinin değişimine yönelik uygulanan bir strateji olarak düşünülebilir. Örneğin Lale devrinde İbrahim Müteferrika’ya matbaanın kurdurulması ve üç yüzyıl geriden de olsa Avrupa’daki yayınların basılarak ve çevrilerek takibine çalışılması ile, bir bakıma, Batı zihniyetinin aktarımının sağlanılmak istendiği söylenebilir. Bunun yanı sıra Batı’ya elçiliklerin açılması ve oraya, yenilikleri takip etmesi için elçilerin gönderilmesiyle de (Ülken, 1999: 25-26), Batı’nın gözünde onun zihni takipçiliğinin yapıldığı, modern imajlarla pekiştirilmek ve bir izlenim uyandırılmak istenmiştir. Ayrıca, Batı’ya ve Batılı yaşantıya duyulan özlem ve hayranlığın doruklarda seyretmesiyle, bu dönemde, adeta “Nedim’in şiirlerinde anlattığı biçimde yaşamaya büyük bir çaba sarf edilmiştir” (Küçükömer, 1989: 50-51). Daha sonraları izleyen dönemlerde de gazetecilikle birlikte “Tercüme Odaları”ndan yetişen ve geleceğin ilk Avrupa dilini öğrenen ve kendini yetiştiren aydınlar sayesinde, Avrupa edebiyatı ve fikir dünyası ile tanışılmıştır (Berkes, 2002: 199). Gerçi her girişim kendini güvence altına alabilmek amacıyla yapılsa da, sonuçta Batı’dan alınan her unsuru, hiç sorgulamadan bir üstünlük edasıyla ve teslimiyetçi bir tavırla insanların kendi bireysel ve kültürel özlerini köreltme pahasına kullanmaları ve bunda bir sakınca görmemeleri, hem kendine hem de kültürüne yabancı bir yığın kimliğin baskın bir konuma gelmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Fakat bütün olumsuzluklara ve sorun yaratıcılığına rağmen, Batının her defasında yaşanan açmazların aşılmasında daha da güçlenmiş bir şekilde kendini gösterdiğine tanık olunmaktadır. Bu durum, Batının kendi içinde çelişkiler yaşadığı dönemlerde de değişmemiştir. Örneğin, Batı’da Fransız ihtilali ve onun getirdiği hürriyet, kardeşlik ve eşitlik vb. kavramların tarihsel ve kültürel doku ile ilişkisi kurulmadan, temelsiz, sloganvari kullanımlarından kaynaklanan olumsuzlukların dahi yine Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye’nin açılmasıyla ve bu okullar aracılığıyla modern Batılı düşüncenin Türk 6 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam toplumuna girişinin sağlanılmasında (Davison, 1963: 59-80) bir an bile tereddüt edilmediği fark edilebilir. Hatta Tanzimat dönemi ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde, yapılan merkeziyetçi düzenlemelerin açık bir şekilde Fransız devlet sistemi kopya edilerek gerçekleştirildiği (Arai, 1992: 2), rahatlıkla görülebilir. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde özellikle geçmişi bir saplantı konusu haline getirebilecek her türlü eğilimin radikal olarak karşısında durulmuş ve geçmişe dönük özlemlerden tamamen bağımsız bir gelecek kavrayışına geçilmiştir. Gerçekleştirilmesi istenen en temel ideal ise, saplantısız, açık bir kültür sahibi (fikri ve vicdanı hür) ve etkin yurttaşlardan oluşan modern bir toplum inşa etmektir. Doğal olarak, kurulacak böyle bir politik toplum, herhangi bir kök saplantısı üzerine inşa edilemezdi (Öğün, 2000: 132-134). Bu anlamda, “Kurtuluş Savaşı”ndaki siyasal rejim tartışmaları içinde bir şekilde biçimlenmeye başlayan, ancak 1930’larda kesin formülasyonunu kazanan Kemalizmin, topyekün ve ödünsüz bir Batılılaşma programını bünyesinde barındırdığı söylenebilir (Köker, 2000: 234). Bu durum, Cumhuriyetin kendisinin Batılılaşma projesinin resmileşmesindeki son noktayı oluşturmasından (Tachau, 1962: 176) ileri gelmektedir. Böyle bir düşünüş tarzı ve yapılanma içerisinde de toplum hayatında yenilikler aracılığı ile meydana getirilmek istenen değişimlerin yoğun bir muhalefetle karşılaşmaları ve değişim ajanlarının tutucu güçlerin hedefi olmaları engellenmeye çalışılmış ve her fırsatta tutucu muhalefetin karşısına farklı bir argümanla çıkılmıştır. Bütün bu girişimler, yoğun muhalefetin ve geleneğin etkisini kırma amacına yöneliktir. Özellikle, 1929 yılında “Cumhuriyet Gazetesi”nin düzenlediği “Miss Turkey” yarışması, bu yönde atılan önemli bir adımdır, denilebilir. Türkiye’de ve çoğunluğu İslam olan bir toplumda ilk kez böyle bir yarışma düzenlenmesinin anlamı, ticari olmaktan ziyade siyasal bir olaydı; bir bakıma yenilik getirmenin Avrupa’ya ve uygar dünyaya benzemenin bir başka yoluydu. İlki 1932’de 7 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları ikincisi 1952’de yarışmaya katılan “Miss Turkey”ler “Dünya Güzellik Kraliçesi” unvanını elde etmişlerdir. Burada güzellik yarışmalarıyla gerçekleştirilmesi düşünülen şey, kısmen de olsa kent alt-orta sınıfının iffet taslamasını zayıflatmak ve bu sınıftan kadınlar arasında bir güven duygusu yaratmaktır. Bununla birlikte, 1932, 1934 ve 1935’te kadınlara tanınan bir takım haklarla da onların politik arenada yer almaları sağlanmıştır. Ayrıca, sanayi teşvik konusu ile devlet, yerli kapitalistler yaratmaya koyulmuştur. Memleketin tam anlamıyla Avrupalı hayat tarzına alıştırılması yönünde yoğun çaba harcanmıştır. Öyle ki; opera ve bale grupları oluşturulmuş ve bunlar, Avrupa’dan getirilen yönetmenlerce yönetilmiştir. Bu arada melodileri kederli olan Türk Müziğinin dinamik ve devrimci Türkiye için yetersiz kaldığı düşünülmüştür. Bu amaçla, söz konusu eksikliği giderebilmesi için Ankara Radyosu’na “Klasik Batı Müziği” yayını yapması (Ahmad, 1995: 126-139) ısrarlı bir şekilde önerilmiştir. Ancak, Batı kültürüne aşina olunması yönünde alınan bu tedbirler, geniş halk kesimlerine hitap etmiyordu. Dolayısıyla yenilik yolunda yapılan her atılım ve adım, beklentileri boşa çıkarıyordu. Gerçi, moda ve tüketim maddeleri üzerinden bir aşinalık sağlanıyordu; ama bu giyilen elbisenin sırıtışına engel olmuyor ve onu kullananı gülünç olmaktan kurtarmıyordu. Bu bağlamda, yenilik ve değişmelerin planlandığı şekliyle seyri, sadece batıcılar ve modernleştiriciler için söz konusudur, denilebilir. Aslında buradaki en önemli sorun, modern imajların modern fikirlerden daha önemli olmasından kaynaklanmaktadır. Yaşanan sorun, imajlar aracılığı ile gündeme gelen modern kimliklerin esasında aşırı gerçekçi mahiyette; yani sahici gibi görünen, ancak sahteciliği ve inşa edilmişliği barındıran kimlikler (Kadıoğlu, 1999: 31-32) olmasından ileri gelmektedir. Göz önünde bulundurulmayan şey ise, Batı Avrupa tarzı modernleşme ve ulus devlet oluşumunda, burjuvazinin yani kapitalizmin gelişimi ile ilintili olduğudur (Zolberg, 1987: 54). Dolayısıyla gerçek temeller üzerine kurulmayan, 8 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam yukarıdan aşağıya bir dayatma ile inşa edilen kimliklerin yaşama şansı bulunmamaktadır. 4. DÜNYA SAVAŞI SONRASI GÜÇ DENGELERİNDE ATLANTİK PAKTI’NDA YER ALINMASI II. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler, Türkiye açısından bir yandan ciddi tehlikeler oluştururken, diğer taraftan tehdit olarak algıladığı unsurlara karşı koyabileceği fırsatları da beraberinde getirmiştir. Özellikle hiçbir yükümlülüğü yok iken Kore’deki savaşın durdurulabilmesi için asker gönderilmesiyle belli bir Batılı oluşum içerisinde bulunabilmenin gerekli alt yapısı oluşturulmuştur. Bilindiği üzere Avrupa’da Sovyet emperyalizmi ve üstünlüğü belirmeye başladığı andan itibaren, Avrupa’nın Sovyetlerce yutulması tehlikesi gündeme gelmiştir. Özellikle Sovyetlerin İran’a yerleşme çabaları, Türkiye’yi tehdit edişi, Avrupa’da Sosyalist Blokun kuruluşu, Fin-Sovyet İttifakı, Yunanistan üzerinde baskılar kurulması vb. gelişmeler, ABD’nin Avrupa’dan çekilmek yerine, ona daha da kuvvetli sarılmasına neden olmuştur. Bundan dolayı ABD, 1947 Mart’ında Truman Doktrinini, 1947 Haziran’ında da Marshall Planını ortaya atmıştır. Truman Doktrini, Amerika’nın Sovyet tehdidine maruz kalan ülkeleri destekleme kararını ve Marshall Planı da hür Avrupa’yı ekonomik bakımdan kalkındırma ve güçlendirme kararını ifade ediyordu (Armaoğlu, 1993: 423-436). İşte bu noktada Sovyet tehdidine karşı Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO) Varşova Paktı güçlendirilmesi karşısında sağlanıyordu. Amerika’nın Türkiye’nin da bu katkıları süreçte ve desteğiyle Kore’ye asker göndermekle yapmış olduğu diplomatik manevra da, bir süre sonra bütün itirazlara rağmen İtalya ve ABD’nin önderliğinde ve ikna ediciliğinde, NATO vizesiyle, fedakarlığının bir karşılığı olarak ödüllendiriliyordu. Bir anda Türkiye, Batı’nın en önemli müttefiki haline gelmiştir. Çünkü Sovyet tehdidine karşı en önemli kalkan konumundadır. 9 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları Türkiye’nin NATO üyeliğine, biri akılcı diğeri duygusal olmak üzere iki açıdan yaklaşılabilir. Akılcı açıdan NATO, Türkiye’nin Sovyet saldırmacılığına karşı bir güvence olarak görülmüştür. Ayrıca bu sayede Batı’dan Türkiye’nin modernleşmesini mümkün kılacak yardımı ve borç para akışını sağlama bağladığı da düşünülmekteydi. Duygusal açıdan ise, Türkiye’nin nihayet Batılı uluslar tarafından eşit koşullarda kabul gördüğünün bir işareti olarak yorumlanmıştır (Zürcher, 2002: 342). NATO’nun ABD’nin desteği ile kurulduğu ve bu güvenlik birliğine Türkiye’nin kabulünde ABD katkıları düşünüldüğünde, Demokrat Parti’nin önde gelenlerinin sloganlarını ABD’ye endeksli olarak dillendirme çabaları da, oldukça anlamlı hale gelmektedir. Özellikle Türkiye’de bir kuşak içinde ve her mahallede bir milyoner yaratılacağı vaat edilerek, ülkenin “Küçük Bir Amerika” yapılacağı vurgulanmaktadır. Neden “Büyük Bir Türkiye” değil de “Küçük Bir Amerika” yaratılmak istenmesinin altında ise, rotanın Batılılaşma serüveninde ABD’ye çevrilmesi bulunmaktadır. Yani bundan sonra Batı Avrupa’da umduğunu bulamayan Türkiye’nin Batı olarak Amerika’yı hedeflemesi ve yeni dünya düzenindeki dengeler içerisinde Amerika’ya yaslanarak ve bu arada “Küçük Bir Amerika” olarak yer alma isteği söz konusudur. Böylelikle, bir zamanlar Batı Avrupa’ya neden olabileceği hoşnutsuzluk ihtimaline maruz kalmamak için gösterilen sempati, bu kez ABD’ye hem de onun uydusu olarak gösterilmektedir. Bu sempatinin, genelde Batı’nın, özelde ise petrol şirketlerinin çıkarlarına hizmet ettiği söylenebilir. Çünkü 1952’de NATO’ya kabul edildiği tarihten itibaren, Türkiye’nin adeta mümkün olan her yerde, Batı davasının savunuculuğunu yaparak, Batılı gibi görünme ve değerlendirilme beklentileri, bir anlamda, yerini bizim Batılı olup-olmamamızdan çok, Batı’nın bizden ne kadar fazla kazanç elde edebileceği bir oluşuma terk etmiştir. Nitekim bir Pentagon uzmanı olan Wolfowitz raporunda şöyle demektedir: “Türkiye’ye yeniden bir müttefik olarak davranmamız gerekmektedir. Çünkü, düşmanımızın 10 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam geleneksel düşmanı dostumuzdur” (Ahmad, 1995: 232-288). Bu anlayış çerçevesinde Türkiye, ABD’nin düşmanlarının geleneksel düşmanı olmadığı sürece, onun dostluğunu sağlama alma şansını elde edemeyecektir. Kuşkusuz Türkiye, kendisine ABD’nin Atlantik Paktı’nda sağladığı destekle güvenli bir yer elde ederek, birçok avantaja sahip olmuştur. Ancak Türkiye, uzun süreli olarak, bu avantajlarının rahatlığını yaşayamamıştır. Çünkü ABD, 1952 tarihi dikkate alındığında, Ortadoğu’da bölgesel bir ittifak kurmayı düşünmekte ve bu amaçla hem Türkiye’yi hem de Mısır’ı bir araya getirmeyi istemektedir. Ancak böyle bir teklif karşısında, her iki ülke de çok az isteklidir. Fakat bir tercihte de bulunulması gerekmektedir. Türkiye’nin İsrail-Filistin çatışması sırasında tercih ettiği tavır dikkate alındığında, bunun Arap ülkeleri açısından hiç de memnuniyetle karşılanmadığı söylenmelidir (Zürcher, 2002: 342). Kısaca ABD, Atlantik Paktı’nda destek vererek Türkiye’nin dikkatini kendi üzerine çekmekle birlikte yapmış olduğu yardımın karşılığında beklentilerinin bir an önce gerçekleşmesini isteyen bir ülkedir. Bu yardımların bedelini Türkiye, Arap ülkeleri ve zaman zaman komşularıyla ilişkilerinin tehlikeye girmesi veya zedelenmesi ile fazlasıyla ödemek zorunda kalmıştır. Özellikle SSCB’nin dağılması ile birlikte bir denge unsuru olan Varşova Paktı’nın da önemini yitirmesiyle, bir anlamda NATO’nun varlık nedeni ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, bu gelişmeler karşısında, bir zamanlar Sovyet tehdidine karşı bir kalkan olarak görülen Türkiye, artık, tehlikenin ortadan kalkmış olması sebebiyle birliğin içinde yalnız kalma veya birliğin yeni dünya dengelerinde daha da işlevsel kılınabilmesi için genişletilmesinin sıkıntılarını yaşamaya başlamıştır. Yaşanılan bu durum, Türkiye’nin yeni dünya dengeleri içerisinde yer alabilmek ve elindeki kozları güçlendirebilmesi için, birliğin dışında yeni arayışlara girmesi anlamına gelmektedir. Bu amaçla, her fırsat, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel kazançlara dönüştürülerek değerlendirilmek istenmektedir. Nitekim Karadeniz Ekonomik İşbirliği 11 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları Bölgesi’nin tercih edilmesi de böyle zorunlu bir arayışın sonucunda ortaya çıkmıştır. 5. BİR DENGE OLARAK KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ BÖLGESİ’NİN TERCİH EDİLMESİ Türkiye’nin stratejik duyarlılığını arttırabilmek için zaman zaman sorunlu veya ihtiyaç duyulan bölgelere derhal asker göndermeyi istemesinin altında belli bir gücün pazarlık konusu yapılabilmesi yatmaktadır. Ancak böyle bir anlayış tarzında, bazen arzu edilen beklentilerin bütünüyle gerçekleşmemesi de mümkündür. Örneğin, tıpkı Kore savaşında olduğu gibi Körfez savaşında da ABD’nin desteğinde AT’ye alınabilme beklentisine girilmiştir. Ancak bu beklenti gerçekleşmemiştir. Bu hayal kırıklığı, Özal dönemi Türkiye’sini yeni bir arayışa sevk etmiştir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi, bu anlamda yeni dünya dengelerinde güçlü bir şekilde yer alabilme isteğinin bir ürünüdür, denilebilir. Böyle bir planın içinde Müslümanlar kadar Hıristiyan unsurlara da yer verilmekteydi. Hem SSCB, hem de Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile bağlar güçlendirilmek istenmiştir. Özellikle Gorbaçov’un başlattığı dışa açılma döneminde, Türkiye ile SSCB’nin 1987-1990 yılları arasında ekonomik alandaki ilişkileri hızla gelişmiş ve bu yıllarda birbirinden farklı 30 anlaşma yapılmıştır. Bunun dışında, Orta Asya’da kendisi de faal olan İran İslam Cumhuriyeti ile olan rekabette, Türkiye’nin ABD desteğiyle kendisini örnek alınabilecek bir ülke olarak sunma isteği söz konusudur. Bu süreçte, Balkanlardaki 1989-1992 yılları arasındaki manzara da Türkiye’nin lehine bir seyir izlemiştir. Özellikle Bulgaristan’da komünist rejimin yıkılışından sonra iktidara gelen hükümet, burada yaşayan Türkleri temsil eden partinin desteğiyle iktidar olmuştur. Bu, Türk-Bulgar ilişkilerinde bir iyileşme, Yunan-Bulgar ilişkilerinde ise, bir gerilim demekti (Zürcher, 2002: 442-445). Konjonktür 12 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam dikkate alındığında, bu yolla Türkiye’nin Karadeniz, Arap dünyası ve Yakın Doğu’nun içlerine kadar ilerleyip bir ticaret ve sanayi merkezi olarak kendisini inşa etmesinin önü açılmış bulunmaktadır. Ancak SSCB’nin dağılması, ciddi bir güç boşluğu ortaya çıkarmıştır ve bu boşluk, muktedirlerin buraya olan ilgilerini motive etmiştir. Aslında burada asıl ilginin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi’nde olmadığı söylenmelidir. Çünkü, anılan bölgede yüklenilen misyonlar üzerinden başka bir güce fikir verilmektedir ve bir izlenim oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin fırsat buldukça ve uygun koşullar sağlandığında Kafkaslara ve Orta Asya’ya yönelmesini ateşleyen etkenlerin arka planında, sadece Türk soylu uluslardan oluşan topluluklara liderlik etmek değil, aynı zamanda, İran ve Suudi Arabistan’ın bu bölgede arttırdığı etkilerine ve İslami köktendinciliği destekleme çabalarına karşı koymak yer almaktadır. Ayrıca Türkiye’nin bu bölgede Rus etkisini sınırlandırması da söz konusudur. Türkiye’nin bu yolla yapmak istediği, aslında, hem Rusya hem de İslam’a bir alternatif sunarak Avrupa Birliği’inden destek görmeyi ve en sonunda AB’ye tam üye olmayı hak ettiği iddiasını güçlendirmekten başka bir şey değildir. Fakat Özal’ın ölümünden sonra bu hamlelerin gerisi getirilememiştir (Huntington, 2004: 210-211). Çünkü Özal sonrası Türkiye’de bir taraftan siyasi istikrarsızlık durmak bir yana her geçen gün artmış, diğer taraftan da Türkiye’nin yöneldiği bölge ve ticari alanlara Rusya’dan büyük bir baskı gelmiştir. Bu yüzden, Türkiye’yi asıl hedefine ve beklentilerine ulaştırabilecek diplomatik manevraları sonuçsuz kalmıştır. 6. AB’NİN REFAH VE İSTİKRAR KAYNAĞI OLARAK GÖRÜLMESİ Çağdaşlığın, uygarlığın ve komplekslerimizden sıyrılmanın güçlü çağrışımlarını bünyesinde barındıran bir kompleks olarak, Batı Avrupa kendi içinde birtakım çelişkileri taşısa da, albenisini geçmişte olduğu gibi bugün de devam ettirmektedir. Avrupa Birliği’nin tercih edilmesinde ekonomik ve 13 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları siyasal faktörler önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle serbest geçiş hakkı tanınması ve buna bağlı olarak yaratılan yeni istihdam alanları; refah artışının ve siyasi istikrarın kaynağı olarak görülmektedir. Nitekim, Birliğin genişlemesiyle bu sürece yeni dahil edilenlerin somut kazanımlarına odaklanılması, belli bir fikir edinilmesi için yeterlidir, denilebilir. Türkiye’nin de bu süreçte güçlü ve ısrarlı bir şekilde yer alma isteği bulunmaktadır. Ancak, Avrupa Birliği’nin Türkiye söz konusu olduğunda hazmetme problemi de bir anda depreşmektedir. Bunun nedeni, Türkiye’nin hem olanakları ve sorunlarının diğer ülkelerden farklı olması hem Gümrük Birliği’ni gerçekleştirebilecek olanakları ve ekonomik gücü elinde bulundurması hem de dengeleri değiştirebilecek bir ülke olmasıdır. Kuşkusuz böyle bir hazmetme probleminde Hıristiyan Batı dünyası ile uzun yıllar savaş halinde bulunulmasının payı azımsanamaz. Bunun yanı sıra Belçika eski başbakanı Martens’in “Türkiye’nin hiçbir zaman AB’ye alınmayacağını, zira, AB’nin bir uygarlık projesi” olduğu yolundaki açıklamaları da dışlanmanın altında dini nedenlerin bulunduğunu güçlendirmektedir (Baştaymaz-Dülgeroğlu, 2003: 29-31). Almanya Başbakanı Merkel’in Mart 2007’de yazılı ve görsel basında yapmış olduğu açıklamalarında da, benzer biçimde bu husus üzerinde durulmuştur ve şöyle denilmiştir: “Kökenlerimiz itibariyle önce Hıristiyan sonra Yahudi’yiz. Kökenlerimize sahip çıkmalıyız ve bunu Birliğin içinde tartışma konusu yapmalıyız”. Birliğin 50. yıl kutlamalarına Türkiye’nin çağrılmaması ve hassasiyetlerinin göz ardı edilmesi de yine bu zihniyet çerçevesinde düşünülebilir. Türkiye’nin tam üye yapılmamasının arka planında 12’lerden ayrılan bir ülke olması yer almaktadır. Aslında buna daha 1989’da karar verilmişti. Çünkü tam üyelik başvurusu reddedilmişti. Her ne kadar Türkiye’nin önüne birtakım kriterler konulup oyalanması sağlanıyor ve “kendinizi değiştirmeniz gerekiyor” deniyorsa da, 1995 senesinde “Essen Zirvesi’nde” AB’nin içine 14 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam almaya karar verdiği ülkelerin isimleri sıralanmakta ve bu sıralamada üye ve aday ülkelerle birlikte toplam 26 ülkenin yer aldığı görülür. Ancak bu ülkelerden bazıları ne Kopenhag kriterlerine uyuyor ne de yöneticileri seçimle gelmiş ülkelerden oluşuyordu. Örneğin Slovakya, bu konumda olan ülkelerden biridir (Manisalı, 2003: 164-165). O halde böyle bir çifte standardın bulunduğu bir yerde öne çıkarılan kriterlerin uygulamadaki objektifliğinden hiçbir şekilde bahsedilemez. Eğer bir kural varsa ve bu harfiyen uygulanacaksa, her ülke için güvenirliliği ve geçerliliğinden şüphe edilmemelidir. Burada Türkiye, tek taraflı olarak Birliğe dahil edilmek istenmektedir. Bu istek, Aralık 2004’te Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi’nde yer alan ve Türkiye’yi kapsayan “genişleme” bölümünün 23. maddesinde de dile getirilmektedir. Bu maddede müzakerelerin yalnız Türkiye ile değil, diğer devletlerle de yapılabileceği vurgulanmaktadır. Özetle müzakereler sırasında, Türkiye birkaç devlete bölünürse, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılabileceği söylenmektedir. Bu husus, “alt kimliklerin, etnik ve mezhepsel farklılıkların yerel ağırlıklı bir demokraside öne çıkarılarak” (Baştaymaz-Dülgeroğlu, 2003: 34), Türkiye’nin parçalanmasının hızlandırılması anlamına gelmektedir. Burada asıl önemli olan ise, Birliğin ağır topları olan Fransa, Almanya ve İngiltere’nin birbirlerine karşı olumsuz bir tavır alarak Birliğin geleceğini tehlikeye atmalarıdır. Bu husus, güven arayışında olan Türkiye’nin önemli bir açmazıdır. Örneğin Fransa’nın ABD’den ayrılan, onun desteğine ihtiyaç duymayan kendi jeostratejik Avrupa kavramı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra bir taraftan Rusya’yı ABD’ye, İngiltere’yi Almanya’ya karşı oynatmaya yönelmekte, diğer taraftan da kendi zayıflığını ve zaaflarını ortadan kaldırmak için Fransız-Alman ittifakına güvenmektedir. Almanya da kendini birliğin ekonomik lokomotifi ve yükselen değeri olarak görmektedir. İngiltere ise, kaderini Avrupa ile birlikte tanımlamaya karşı istekli görünmemektedir. Nitekim Ocak 1999’da Euro Grubu’unda bulunması 15 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları hedeflenen ekonomik ve parasal birliktelikte yer almaması, bu isteksizliğinin bir kanıtı olarak düşünülmelidir. İngiltere daha çok ticarete dayalı ekonomik birleşmeyi desteklemekte; güvenlik ve savunma koordinasyonlarını bu çerçevenin dışında tutmaktadır (Brzezinski, 2005: 65-68). Özetle, Birliğin güçlü oyuncularının Birliğin geleceğini tehlikeye atma potansiyelleri mevcuttur. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen, iyimser bir bakışla Türkiye’nin AB’ye dahil olmasıyla hem bölgesel hem de bölgedeki istikrar kaynağının temelini oluşturacağı düşünülmektedir. Bu yolla Türkiye’nin tarihi ve coğrafi ilgi ve etki alanlarıyla daha aktif ve kalıcı politikalarla nüfuz edebileceği üzerinde durulmaktadır. Bu etki alanları, kabaca, Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkanlar şeklinde sıralanmaktadır. Türkiye’nin bu coğrafyalara Avrupa üzerinden ulaşabileceği vurgulanmaktadır (Aktar, 2001: 101). Böyle bir iyimser bakışta, Türkiye’nin dünya barışını tehlikeye sokacak oluşumlara itilemeyeceği, dolayısıyla da hiçbir şekilde yalnız bırakılmaması gerektiği caydırıcı bir unsur olarak dikkate alınmaktadır. İngiltere bu söylemi, hem Fransa’yı hem de Almanya’yı suçlamak suretiyle desteklemektedir. Ancak 2005 yılında Türkiye’nin AB’nin muharebe gruplarında yer almasını sağlayan bir anlaşmanın varlığı, onun, karar mekanizmalarında bulunmasını engellediğinden bütün iyimserlikleri boşa çıkarsa da, terör konusunda, sık sık “kendini savunma hakkı’nın” vurgulanması, gerginleşen ilişkilerin iyileştirilmesi açısından önemli bir yaklaşım olarak düşünülmelidir. 7. BİR SEÇENEK OLARAK AVRASYA KARTININ KULLANILMASI Türkiye’nin Avrasya seçeneğini kullanabilmesinde, bu bölgede fazlasıyla motive olmuş bir şekilde bulunmak isteyen jeostratejik oyuncular, jeopolitik eksenler ve bu eksenlerden jeostratejik oyunculuğa geçme potansiyeli taşıyanların aralarındaki ilişkilerin niteliği ile Türkiye’nin bu ilişkiler ağı içerisinde nasıl algılandığı ya da algılanmak istendiği belirleyici olacaktır. 16 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam Bugün Avrupa birliği içerisinde yer alanların bile, Birliğin dağılma tehlikesini dikkate alarak, gözlerini bu coğrafya’ya çevirdikleri gözlenmektedir. Hiçbir ülke, enerji ile ilgili bir sıkıntı yaşamak istememektedir. Nitekim yapılan enerji anlaşmaları ve ortak projeler çerçevesinde oluşturulan dünyanın “yeni enerji haritası”, bu iddiayı doğrulamaktadır. Bu yeni hatların nereden başlayıp nerelere uzandığını daha da ayrıntılı görebilmek için dünya haritasına bakmak yeterli olacaktır. Clinton dönemi ABD enerji bakanı olan Bill Richardson, 1996’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Hazar Havzası enerji kaynaklarının Orta Doğu petrollerine olan bağımlılığımızı ortadan kaldıracağını umut ediyorum” (Manning, 2000: 15-16). Benzer görüşler Çinli ve Japon analizcilerce de sıklıkla dile getirilmiştir. Burası dünya enerji kaynaklarının ¾’üne sahip bulunmaktadır. Doğal olarak bölgeye egemen olana dünya hakimiyetini getirecektir. Bu bağlamda, ABD’nin Avrasya stratejisi, jeostratejik açıdan dinamik devletlerin amaca yönelik yönetimini ve jeopolitik olarak katalizör devletlerin dikkatle el altında tutulmasını içermektedir. Başka bir ifade ile, gizli anlaşmaları önlemek, güdümlü devletlerin güvenlik açısından bağımlılıklarını devam ettirmek, teba’ları itaatkar kılmak, onları koruma altında tutmak ve tehdit oluşturabilecek unsurların bir araya gelmesini önlemektir (Brzezinski, 2005: 62-63). Örneğin ABD’nin bugün gerek Orta Doğu’da gerekse Avrasya’da deniz aşırı bulunuşu, buralarını yapılandırmak isteğinden kaynaklanmaktadır. Bir anlamda Irak’a yapmış olduğu saldırılarla da, olası Rusya, Çin ve İran’ın zengin enerji kaynaklarını bir boru hattıyla birbirlerine aktarmalarının önüne geçme amacını taşıdığı söylenebilir. Çünkü dünyanın hakimiyetini getirecek alanların etrafı Çin, Rusya ve İran tarafından sarılmış durumdadır. Özellikle Rusya’nın İran’a Aralık 2007’de nükleer yakıt göndereceğini ilan etmesi, yine bu tarihlerde Türkmen Gazı’nın hem Çin’e hem de Rusya’ya pazarlanması ve Rusya-Yunanistan-Bulgaristan arasında imzalanan Burgaz- 17 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları Dedeağaç Petrol Boru Hattı, bir anlamda, buralarını yapılandırmak isteyenlere karşı verilmiş bir yanıt olarak düşünülebilir. Doğal olarak, ABD’nin bu coğrafyaya yakın olan yerlerde istikrarsızlığı istemesi ve hemen akabinde durumdan kendine vazife çıkarabilecek bir adalet dağıtıcısı olarak askeri hümanizmini kullanmaya başlaması oldukça anlamlıdır. ABD’nin kendi coğrafyası dışında bulunan ülkelere karşı izlediği politikalarının arka planında, yeni yönelimlerle birlikte, yerel ve global alandaki değişimler yer almaktadır. Bu değişimler, bir anlamda güç odaklarının ve dengelerinin değiştiğinin bir göstergesidir, denilebilir. Güç odakları ve dengelerin değişimini, ABD’nin yönetiminde iktidar eyleyenler, askeri yapıda tek taraflı bir politika izlemeyi tercih etmektedirler (Block, 2003: 439-456). Ancak ABD’nin sergilediği bu politikaların gittikçe derinleşen global bir krizin semptomları olarak (Robinson,2001:167-168) değerlendirilmesi gereği vardır. Çünkü yabancılara yönelik tatbik edilen politikaların kendi içinde iki çelişkili içerimi bulunmaktadır. İlki, denizaşırı ülkelerle yeni ekonomik olanaklara kavuşarak global bir ekonomik yapının, diğerinde ise yerel ihtiyaç ve olanaklar üzerine odaklanmış içsel bir ekonomik ve toplumsal yapının temel ilkelerinin keskinleştirmesine neden olmuştur (Arriggi-Silver, 2003: 3-31). Denilebilir ki, global ve bölgesel alanlarda güvenlik sorunu, ABD’nin devam eden tek kutupluluk anlayışı etrafında biçimlenmekte ve bir anlamda, çok taraflı sözleşme formunda olan AB ile daha da kuvvetlendirilmektedir. Anılan bölgenin stratejik özelliği gereği, buralarda öbeklenen süper güçlerin her biri kendi politikalarını yerine göre baskı, yerine göre de teşvik ile kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Daha küçük ülkeler ise, hiyerarşik güç yapısına ya itaat etmekte ya da buna zorlanmaktadır. Deyim yerindeyse, yeni dünya düzeninde barış, uluslararası düzenin kurallarına ve istikrarına tabi kılınmıştır (Yi, 2004: 497-503). 18 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam İşte bu teşkilatlanma ağı ve ilişkileri içerisinde, Türkiye’nin Avrasya seçeneğini kullanmak istemesi, bir anlamda jeostratejik bir oyuncu konumuna yükselerek güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu durum, burada kurulan veya gelecekte kurulması düşünülen oluşumların dengesinin bozulması demektir. “ABD’nin süper bir güç olarak, global toplumdaki sorunların çözümünde ve diğer birçok konuda kilit bir konumda bulunması dolayısıyla da veto (dışlama) hakkını kullanmayı isteyip istememesinin büyük bir önemi bulunmaktadır” (Nye, 2005: 65-82). Bunda ise, ABD’nin dünyada birbirinden farklı ağlar üzerinden elde ettiği güç kazanımlarının getirdiği üstünlüklere rakip olarak gördüğü ülkelerin zayıflatıcı veya destekleyici etkisinin olup olmaması belirleyici bir rol oynamaktadır. O halde, ABD, veto hakkına sahip bir güç olarak, sorunların daha etkin bir biçimde karara bağlanmasını diğer güçlerle işbirliği içinde bulunarak çözmek isterse, Türkiye’nin Avrasya’da bulunabileceği sonucu çıkarılabilir. Bu bağlamda, Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerine bakılarak, Avrasya’da gerçekten istenip istenmediği hakkında bir fikir edinmek mümkündür. Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerinde stratejik ortaklığa yönelik işbirliği, daha çok askeri alandadır. Bu askeri ilişki ise, ABD’nin bir başka yere yönelik politikasının bir fonksiyonu olarak gerçekleşmektedir. Bu yer ise, 1991’e kadar SSCB ve Orta Doğu’dur. SSCB’nin çöküşünden sonra da Orta Doğu ve Kafkaslar olmuştur. Kısaca, ABD’nin hiçbir zaman bütünleşmiş bir Türkiye politikası olmamıştır. Bu nedenle, ABD’nin siyasi egemenleri, her zaman Türkiye’yi salt jeostratejik önemiyle bir bağımlı değişken olarak değerlendirmişlerdir. Bir anlamda, Türkiye’nin bölgesel liderlik değerleriyle ilgilenmek yerine, gerçek ya da potansiyel sorun noktalarına yakınlığından hareket etmişlerdir. SSCB’nin yıkılmasıyla, Türkiye’nin stratejik önemi, ABD açısından da azalmıştır. NATO kapsamında kullanılan İncirlik Üssü’nün de bu anlamda bir önemi kalmamıştır. Çünkü, ABD’nin Irak’ta yeni askeri üsler kurması söz 19 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları konusudur (Aslanoğlu, 2003: 58-65). Bir süper güç olarak ABD’nin Türkiye’ye bakış tarzını özetlemesi bakımından bir başka örnek Büyük Orta Doğu Projesini anlatan ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın yaptığı tanımdan çıkarılabilir. Bu Projeyi anlatan bakan Türkiye’yi Irak, Pakistan ve diğer İslam Cumhuriyetleri gibi bir İslam Cumhuriyeti olarak tanımlamıştır. Bunun bir dil sürçmesi mi yoksa İslam ülkelerinin karmaşık durumlarına daha sonra bir adalet getirme istemiyle mi söylendiğini ise zaman gösterecektir. Gerçi bugün için ABD ile Türkiye arasında bir istihbarat paylaşımı ile iki ülke arasındaki gerginlikler aşılmış gibi görünse de, zaman içinde ne olacağı hala bir muammadır, denilebilir. 8. TÜRKİYE’NİN DENGE AÇMAZLARI 1990’lı yıllardan sonra, eşitsizliklerin bir güç dengesi düzleminde genişlemesi ve bunun yaygınlık kazanması, önemli hale gelmeye başlamıştır. Başka bir ifade ile makro bölgesel bir eşitsizlik sürecinin derinleşmesi söz konusudur. Doğal olarak güç dengelerinin değişimine bağlı olarak, dengeler farklı yörüngelerde seyretmektedir. Her bölge, bu anlamda, eşitlik ve eşitsizlik yapılarına göre bir derecelendirmeye tabi tutulmaktadır (Mann-Riley, 2007: 81-83). Bu bağlamda, her ülkenin daha eşitler arasında yer alabilmek için yoğun gayretleri olduğu kadar, bu çabalardan rahatsızlık duyanların da bir tür savunma yapmak suretiyle karşı atağa geçmeleri, dolayısıyla denge kurmaları söz konusudur. Bu dengeler, bazen güçsüz bırakılarak negatif bir propagandayla, bazen de ilginin tamamen bir başka yöne çekilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin karşısına zaman zaman yapmış olduğu bir girişiminden rahatsızlık duyulduğu ve asıl ilgisinden uzaklaştırmak söz konusu olduğunda aleyhte propagandalara girişilmektedir. Bunların eş zamanlı gerçekleştirilmiş olmalarında bir tesadüfîlik bulunmamaktadır. Ülkelerin çıkarları söz konusu olduğunda, amaca uygun her fırsat değerlendirilmektedir. Örneğin ülkemizde, geçmişte olduğu gibi, bugün de 20 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam jeostratejik oyuncular veya bu oyuncuların ideolojilerine hizmet eden jeopolitik eksenler Türkiye’yi güçsüz bırakacak arayışlara girişerek, kendilerini sağlama almaktadırlar. Tehdit unsuru olarak, genellikle, ya o zamana kadar adı sanı duyulmayan bir tampon devleti öne çıkarmakta ya da Ermeni meselesinde olduğu gibi güçlü lobicilik faaliyetlerine girişilerek baskı ve basınç oluşturmaktadırlar (Evans, 2003: 283-286). Bunun dışında, bir başka tehdit unsuru olarak, rahatsızlık duyulan ülkenin başına terörün musallat ettirilmesidir. Böylece terör aracığı ile bir ülkenin frenlenmesi sağlanmakta ve o ülke asıl ilgi alanlarından uzaklaştırılmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin Sincan-Uygur bölgesi ve Çeçenistan’a yönelik yardım faaliyetlerinde bulunmaya başladığı tarihler ile bu coğrafyalar üzerinden terör örgütlerine yönelik desteklerin artışının eş zamanlı olmasında, bir rastlantısallık bulunmamaktadır. Çünkü bu, yapılan hamleden duyulan rahatsızlığın bir dışavurumu olarak düşünülmelidir. Denilebilir ki Türkiye, bu anlamda attığı her adımda ve yer aldığı her oluşumda, hiçbir zaman rahat bırakılmamıştır. Bu nedenle, caydırıcı özelliği olan ve üzerindeki ambargoyu kaldıracak oluşumlarda bulunmaya yönelmiştir. Bu amaçla, “Çin ve Pakistan ile füze ve diğer alanlarda işbirliği içerisindedir” (Manisalı, 2003: 194). Çünkü kendine güvensizlik duygusunu hissettirebilecek sayısız örnek etrafında bulunmaktadır. Öyle ki; kendisini emniyete almak amacıyla hem aktif hem de savunma amaçlı güvenlik politikaları bile Türkiye’nin yakın bölgelerindeki istikrarsızlığı arttırdığı gerekçesiyle eleştiri konusu yapılarak, TSK’nın hiçbir şekilde güçlenmesinden memnun olunmamaktadır. Bu da, hiç de dostça bir tavır değildir. SONUÇ Türkiye’nin yeni dünya düzeninde denge arayışlarına dikkat edildiğinde, her ne kadar çatışan dengelerle karşı karşıya kaldığı ve politik açmazlarının bulunduğu görülse de, bunlar üstesinden gelinemeyecek şeyler değildir. Çünkü 21 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları Türkiye, konumu, tarihi, kültür mirası ve dokusu itibariyle bünyesinde barındırdığı çeşitlilikleri ve onların birikimlerini sinerji yoluyla zenginliğe dönüştürerek kullanabilecek bir ülkedir. Bu yönüyle Türkiye, hem jeostratejik oyuncuların hem de konjonktürlere bağlı olarak jeopolitik eksenden jeostratejik oyunculuğa terfi beklentisi içerisinde olanların beklentilerini boşa çıkartarak ezber bozmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin denge arayışlarına yönelik birbirinden farklı girişimlerinden elde ettiği sonuçları, “ne pak ne de mat” olarak görülmelidir. O halde bugün bekleme evresinde olan Türkiye’nin hiçbir komplekse girmeden, yeni dünya dengeleri arasındaki yerini alabilmesi ve geleceğine karamsarlığa kapılmadan, umutla bakabilmesinde, hayati öneme sahip güdüleyicilerin eşzamanlı koordinasyonunun sağlanarak eyleme geçirilmesi gerekmektedir. Doğal olarak, böyle bir eyleme geçilirken takip edilecek hatların önem derecesi, bir fayda maliyet analizi yapılarak ortaya konulmalı ve bu hatların neden olabileceği tehditleri veya Türkiye’nin elindeki kozları zayıflatabilecek hususlara yönelik açmazları aşabilecek fırsatlar yaratılmalıdır. Yaratılacak her fırsatın Türkiye’nin bir koz olarak kullanabileceği ve gücüne güç katabileceği düşünülmelidir. Örneğin, bugün, çok sayıda ülke, alternatif ve temiz enerji kaynaklarına yönelik teknolojiler geliştirmeye yönelmektedir. Bu bağlamda Türkiye, temiz enerji kaynaklarına sahip olan ve doku itibariyle uyuştuğu ülkelerle ilişkilerini daha da derinleştirmelidir. Özellikle Türkiye, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını destekleyecek projeleri işlevsel kılmalıdır. Trans-Hazar, Şah Deniz, Doğu Kaşağan, Tengiz, Kepez, Güneşli-Çırağan-Azeri sahalarına yönelik projeler ile Rusya kaynaklı Mavi Akım projeleri üzerinden Türkiye’nin hem kendi ihtiyacını karşılaması hem de enerji fazlasını Avrupa ve Akdeniz’e dağıtması dikkate alınmalıdır. Bu sayede Türkiye, temiz enerji kaynaklarının dağıtımının yapıldığı bir geçiş merkezi olabilir. 22 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam Nasıl ki Rusya, bugün Hazar Denizi’nin statü belirsizliğinden çözümsüzlükler üreterek yararlanıyor, Türkmenistan gazını Kazakistan üzerinden alıyor ve Kazakistan’ı da Doğu Kaşağan’da çıkardığı petrolden dolayı kendi kıyılarındaki petrolü azalttığı gerekçesi ile pay almaya hak kazanarak bir enerji üssü oluyorsa, Türkiye de bu bağlamda tarihi ve kültürel bir geçmişe sahip olduğu akraba ve kuzenlerini Hazar’ın içine hapsolmaktan kurtarabilecek öncü bir rol oynayabilir. Bu amaçla Türkiye, tarihi ve kültürel dokusu ile uyum gösterdiği ülkelerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda arabulucu olmalı ve Hazar’a yönelik herkesin üzerinde mutabık olduğu çözümler üretmelidir. Bu husus, anılan ülkeleri farklı arayışlara yönelerek açık denizlere çıkmak zorunda bırakmamış olacaktır. Bütün bunlar yapılırken, diğer taraftan da Türkiye’nin sahip olduğu yeraltındaki madenler, örneğin bor ve toryum, uzay teknolojisinin gereklerine uygun olabilecek bilimsel projelerle desteklenmeli ve işletilmelidir. Bunun dışında, Türkiye’nin Avrupa’da ve İskandinavya ülkelerindeki tarihi ve kültür izleri araştırılmalıdır. Örneğin buralardaki halk destanları ile “Runik Alfabesi ve Yazı Sistemi” ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Yine İtalya’daki Etrüskler ve onların Fransa üzerindeki etkileri üzerinde durulmalıdır. Özellikle bilimsel antropolojik incelemeler yapılmalıdır. Bu sayede, Türkiye’nin negatif olarak algılandığı imajı pozitif yönde düzeltilebilir. Eğer bunlar bir sorumluluk duygusu ile hareket edilip hayata geçirilebilirse, Türkiye’nin hem daha önce kabul görmediği yerlerde kabul görmesi hem de dış güçler olarak adlandırılan güçlerin Türkiye’de sorun yaratıcı etkilerinin devre dışı bırakılması sağlanmış olur. Bu nedenle Türkiye’nin doğru zamanda ve yerde diplomatik ilişkilerini de kullanarak, gerektiğinde içinde yer aldığı güvenlik anlaşmalarında veto etme hakkını kullanabilmesi ve gerektiğinde de ikili ticari ilişkilerini yeniden gözden geçirmek üzere askıya alma kararlılığını göstermesi gerekmektedir. Bu, Türkiye’yi vesayetten kurtaracak bir savunma 23 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları hattı olduğu kadar, aynı zaman da yeni dengeler içinde kendine aktif olarak bir yer açması anlamına gelmektedir. KAYNAKÇA 1. AHMAD FEROZ, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”, (Çev: Yavuz Alogan), Sarmal Yayınevi İstanbul, 1995 2. AKTAR CENGİZ, “Avrupa’nın Yol Ayrımında Türkiye”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001 3. ARAİ MASAMİ, “Turkish Nationalism in the Young Turk Era”, Brill, 1992 4. ARMAOĞLU FAHİR, “20. yy. Siyasi Tarihi: 1914-1990”, cilt 1:1914-1980 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993 5. ARRİGHİ G. SİLVER B. AND BREWER B. D.”Industrial Convergence, Globalization and The Persistence of The North-South Divide, Studies in Comparative International Development” ,vol.38 i.1, 2003 6. ASLANOĞLU Değerlendirme”, MEHMET, Bilimin “Türkiye Işığında ABD Aydınlanma İlişkileri Üzerine Seminerleri, Bir Uludağ Üniversitesi Yayınları, Bursa, 2003 7. BAŞTAYMAZ TAHİR, DÜLGEROĞLU ERCAN, “Türkiye’nin Jeopolitik ve Jeoekonomik Önemi” Bilimin Işığında Aydınlanma Seminerleri, Uludağ Üniversitesi Yayınları, Bursa, 2003 8. BERKES NİYAZİ, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002 9. BLOCK FRED, The Global Economy in The Bush Era, Socio-Economic Rewiew, vol. 1 April, 2003 10. BRZEZİNSKİ ZBİGNİEW, “Büyük Satranç Tahtası (Çev. Yelda Türedi)”, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2005 11. DAVİSON RODERİC, “Reform in The Ottoman Empire: 1856-1876”, Princeton: Princeton Univ. Pres, 1963 24 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Rıza Sam 12. EVANS LAWRANCE, “Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikaları: (1914-1924”, (Çev.T. Alaya, N. Uğurlu) Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003 13. GEVGİLİLİ ALİ, “Türkiye’de Yenileşme Düşüncesi – Sivil Toplum”, Basın ve Atatürk, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1990 14. HUNTİNGTON SAMUEL P., “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması (Çev. Mehmet Turhan, Y. Z.Soydemir)”, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, 2004 15. KADIOĞLU AYŞE, “Cumhuriyet İdaresi Demokrasi Muhakemesi”, Metis Yayınları, İstanbul, 1999. 16. KÖKER LEVENT, “Modernleşme, Kemalizm, Demokrasi, İletişim Yayınları”, İstanbul, 2000. 17. KÜÇÜKÖMER İDRİS, “Düzenin Yabancılaşması”, Alan Yayınları, İstanbul, 1989. 18. LEWİS BERNARD, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, (Çev: Metin Kıratlı), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993. 19. MANN MİCHAEL AND RİLEY DYLAN, “Explaning Macro-regional Trends in Gloabal Income, Socio-Economic Review”, vol.5 , June 24, 2007 20. MANİSALI EROL, “Kapitalizmin Temel İçgüdüsü”, Derin Yayınları, İstanbul 2003 21. MANNİNG ROBERT, A.“The Myth of The Caspian Great Game and The New Persion Gulf” The Brown Journal of World Affairs, vol. VII i.2, summerfall,2000 22. NYE S. JOSEPH, “US Power Strategy after Iraq”, Foreign Affairs, 82 (4), 2005 23. ORTAYLI İLBER, “Gelenekten Geleceğe”, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2001. 24. ÖĞÜN SÜLEYMAN SEYFİ, “Mukayeseli Sosyal Teori ve Tarih Bağlamında Milliyetçilik” AlfaYayınları, İstanbul, 2000. 25. ROBİNSON I, “Social Theory and Globalization: The Rise of a Transnational State, Theory and Society”, vol.30, 2001 25 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,1-26 Yeni Dünya Düzeninde Denge Arayışları, Çatışan Dengeler Ve Türkiye’nin Politik Açmazları 26. TACHAU FRANK, “The Search for National Identity among the Turks, Die Welt des Islams”, VIII,1962-1963 27. ÜLKEN HİLMİ ZİYA, “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi”, Ülken Yayınları, İstanbul, 1999. 28. Yİ-HUA KAN FRANCİS, “East Asia In A Unipolar International Order And Europe’s Role In The Region”, Asia Europe Journa , 2, 2004 29. ZOLBERG A.R., “Beyond The Nation State:Comparative Politics in Global Perspective” der. J. Berting & W. Blockmans, Beyond Progress and Development: Macro Political and Macro Societal Change, Avebury, Aldershot, 1987 30. ZÜRCHER JAN ERİK, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, (Çev. Yasemin Saner Gönen) İletişim Yayınları, İstanbul, 2002 26 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,1-26 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 27-65 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE GÜÇ VE GÜÇ DENGESİNİN EVRİMİ Sait Yılmaz∗ ÖZET Uluslararası ilişkiler alanında yaşanan her tür gelişme çeşitli güçlerin varlığı ve bunların güç dengesi içindeki konumlarına uygun politika ve eylemleri ile yakından ilgilidir. Bununla beraber yapılan pek çok analizde, güvenlik ortamındaki güçler ve güç dengesinin nasıl bir değişim izlediği ve bu alandaki teoriden pratiğe değişen trendler göz ardı edilmektedir. Özellikle küreselleşme, modern ve post-modern jeopolitiğin ulusal güç ve güç politikalarına etkileri önemli bir inceleme konusudur. Öte yandan son yıllarda ulusal gücün sert güç, yumuşak güç ve ekonomik güç şeklinde gruplandırılması, bu alandaki tartışmalarda kapsamlı bir yer edinmektedir. Üzerinde durulması gereken önemli bir olgu da 21. yüzyılın hegemonya ve güç politikalarının hedefi olan ulus-devlet yapıları içinde en çok ulusal güç yapılarının ve güç uygulama kabiliyetlerinin erozyona uğratıldığının anlaşılması ihtiyacıdır. Anahtar Kelimeler: Ulusal Güç, Güç Dengesi, Yumuşak Güç, Hegemonya, Küreselleşme. ABSTRACT All developments experienced in international relations arena are pertaining to existence of various powers, politics and actions of them according to their position in balance of power. However, in many analysis, it is undermined to reconsider the transformation of those powers and balance of power, and the trends changing from theory to practice. Particularly, effects of globalization, modern, and post-modern geopolitics to national power and power policies are subject to exclusive research studies. On the other hand, classification of National power as hard, soft, and economic power in recent years occupies a comprehensive coverage within the discussions of that area. Another crucial phenomen to touch upon is that we are in need of understand that the structure of national power and capabilities in power use are suffered to erosion more than the others in nation-state structure targeted by 21 st century hegemony and power policies. Key Words: National Power, Balance of Power, Soft Power, Hegemony, Globalization. ∗ Yrd. Doç. Dr., Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü. saityilmaz @beykent.edu.tr Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi GİRİŞ 21. yüzyılda bizi nasıl bir geleceğin beklediği sorusu pek çok ülkede “futurist” denilen akademik çalışma gruplarının arayışlarına temel teşkil etmektedir. Bu tür çalışmalar öncelikle kavramsal düzeyde Realizm, Liberalizm gibi uluslararası ilişkiler alanındaki teorilerden yola çıkarak küreselleşme, modern ve post-modern jeopolitik yaklaşımların muhtemel trendleri çerçevesinde, kendine özgü çözümlemeler geliştirmeye çalışmaktadır. Bu tür kavramsal çalışmaların arkasında yatan temel neden ise uluslararası ilişkileri açıklamaya yönelik güç, güç dengesi ve hegemonya ilişkilerinin gelişim ve evrimine ışık tutmaktır. Ancak uluslararası güç dengelerinin pratikte nasıl bir yörüngeye oturacağı ise daha çok aktör düzeyinde bir çalışma gerektirmektedir. Bu makalenin amacı ise güç ve güç dengelerinin evrimi ve içeriğindeki değişimleri inceleyerek ulus-devlet güç yapısının ve 21. yüzyılda güç kategorileri ve güç dengelerinin izlemekte oldukları trendler hakkında özellikle ulusal güvenlik boyutunda öngörüler ortaya koymaktır. 1. GÜÇ VE GÜÇ DENGESİNE KURAMSAL YAKLAŞIMLAR Uluslararası İlişkiler Kuramlarında Güç Uluslararası ilişkiler teorileri, gücün evrimi ve güç ilişkilerini anlamamıza önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Uluslararası politika alanındaki teorilerin en önemlisi olan ‘Realizme göre uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi yatmaktadır (Baylis, Smith, 2005: 273). Realizm, temel olarak uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu ilişkilerin de güçler arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir güç dengesi içinde gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır. Realist yaklaşıma göre, her biri mevcut statükoyu sürdürmek veya yıkmak arzusunda olan devletlerin güç kazanmak istemelerinden dolayı, zorunlu olarak güç dengesi denen bir durum 28 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz ve buna uygun politikalar ortaya çıkmaktadır (Arı, 1997: 256). Realizmde dünya sahnesinin ana aktörleri ulus-devletlerdir ve onların egemenliğine meydan okuyacak -belirli kolektif yollar dışında bir güç yoktur. Liberaller ise savaşı uluslararası ilişkilerin doğal bir gereği olarak gören realistlere karşıdırlar. Liberaller için de askeri güç kullanımı önemlidir; ancak realistler kadar ön planda değildir. Liberaller, uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında ulus-devletin yanında, çokuluslu şirketler ve ulusaşan aktörleri de aktör listesine dâhil etmektedir. Bu kapsamda, ulus-devlet; ulusal çıkar peşinde koşan kendi içerisinde bir bütün veya birleşmiş bir aktör değil, ona yön veren kendi çıkarları peşindeki bürokratik organizasyonların toplamıdır. Liberallere göre uluslararası ilişkiler sadece güç dengesine değil; karşılıklı etkileşim içerisindeki uluslararası düzeydeki yönetişim düzenlemeleri, uzlaşılmış hukuk kuralları, kabul edilmiş normlar, uluslararası rejimler ve kurumsal kurallar içerisinde yürütülmektedir. Realist görüşün bir yansıması olan güç dengesi ile ilgili analize başlamadan önce, bu alanda uzun vadeli sistem dönüşümlerini konu alan Güç Geçişi (power transition), Hegemonik İstikrar (hegemonic stability) ve Uzun Döngü (long cycle) gibi kuramların da güç ve güç dengesi devinimi ile ilgili çalışmalara önemli katkılar sağladığını not etmeliyiz. Güç Dengesi Uluslararası ilişkiler alanındaki sistemci yazarlar kendilerine göre bir takım sistem modelleri ve sistem türleri (hiyerarşik sistemler, güç dengesi sistemi, evrensel sistem, gevşek iki kutuplu sistem vb.) ortaya koymuşlardır. Bunlardan biri olan A. Morton Kaplan, güç dengesi sistemini esas olarak onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’da yaşan klasik güç dengesi sisteminden yola çıkarak geliştirmiştir. (Arı, 1997: 101). Kaplan’a göre güç dengesi sisteminin başlıca davranış kuralları arasında şu varsayımlar bulunmaktadır; (1) Kapasiteyi artırma güdüsüyle hareket ederken savaş yerine görüşmeyi tercih 29 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi etmek. (2) Sistem içinde başat duruma geçmeye çalışan devlet ve koalisyonlara karşı çıkmak. (Kaplan, 1968: 391). Uluslararası güç dengesi sisteminin özellikleri, gerçek anlamda onsekizinci yüzyılda görülmeye başlamıştır. Güç dengesi sisteminin oluşumunda 17891945 yılları arasındaki tarihi oluşumlar etkili olmuştur. Bunlar arasında ulusçuluğun gelişimi ile uluslararası sistemde devlet sayısının artması, diplomatik ve askeri yöntemlerin gelişmesi, bilimsel ve teknolojik buluşların savaşlara uygulanması, ideolojiler ve devlet dışı aktörlerin ortaya çıkışı ile birlikte uluslararası sistemin sınırlarının genişlemesi sayılabilir. Çağdaş sistem ise siyasi ve askeri güç yanında ekonomik gücün öne çıkışı, asimetrik güç dengesi, karşılıklı bağımlılık, etnik ve dini kimliklerin tekrar öne çıkışı, ulusüstü yapılar ve ulus-devlet yapısının erozyonu gibi daha çok Küreselleşme, Modernizm ve Post-modernizm’in ivme verdiği akımlar ile evrilmektedir. Küreselleşme, Modernizm ve Post-Modernizm Soğuk Savaş’ın 1989 yılında sona ermesinin ardından küreselleşme Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olma konumunu tamamlayan teorik bir boşluğu doldurdu ve küresel hegemonyanın doğal öğretisi oldu (Brzezinski, 2004: 178). Küreselleşme uluslararası arenaya üç yeni aktörü takdim etmektedir: küresel sermaye pazarları, uluslararası organizasyonlar ve küresel sivil toplum (Drezner, 2004: 271-272). Devletin sınırları bu arenada küreselleşmenin yaptığı bütünleşmeyi yavaşlatan bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme ile uluslararası ve ulusüstü yapıların gelişmesi, ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir. Ekonomi ulusal gücün lokomotifi olarak ortaya çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin (çokuluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.) ulusal ekonominin gelişmesindeki belirleyici rolü, ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli güvenlik parametresi haline getirmektedir. 30 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz Modernizm, insanı merkeze koyan ve Rönesans, reform, aydınlanma süreçleriyle el ele giden bir süreçtir. Modernizm; aklın, aydınlanmanın, modern bilimin ve Batı’nın bir ürünüdür. Modernist kuram ABD’nin Realist uluslararası ilişkiler anlayışındaki etkinliğini korumaktadır (Bostanoğlu, 1999:123). Modernizmin pratikteki işlevi; dünya arenasında rol almak isteyen küçük ve güçsüz devletler için anahtar parametrelerin çoğunun dışarıdan belirlenmesine imkan veren bir kuramsal çatı teşkil etmektir. Politik gelişmenin önerdiği sosyal düzenin oluşturulması ABD müdahale anlayışını geliştiren; devlet-yapma (state-building), ülke-inşası/ulus-yapıcılık (nationbuilding), kurum-yapma, bürokrasi-yapma gibi rollerin doğmasına yol açtı (Kesselman, 973: 139-154). Post-modern düşünce devlet-merkezci modeli sorgulayarak toplumu birçok güç ağının kesişmesi olarak görür (Keyman, 2000: 101). Sivil toplum yapısı içerisinde devlet bağımlı değişken olarak kabul edilir. Post-modernizm, devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerdeki rollerine ağırlık atfederek, egemen devletin alanını sınırlamaktadır. Post-modern sistem dengeye dayalı değildir. Anlaşmazlıkları sona erdirme yolu olarak güç reddedilmiştir. Azınlık anlaşmazlıkları ortak kurallar ya da mahkeme kararıyla çözüme bağlanacaktır. Post-modernler, ulus-devletin iç egemenliğini “yönetişim” kavramı ile aşmaya çalışmaktadır. Yönetişim yapısı üç eşit ortaktan oluşmaktadır (Gaudin, 1998: 47-55): devlet, özel sektör ve sivil toplum örgütleri. Ulus-devlet artık “yöneten” bir güç olarak değil, yönetişim biçimlerinin önerildiği, meşrulaştırıldığı ve kontrol edildiği bir konumda görülmektedir (Hirst, Thompson, 2000: 225). 2. 21. YÜZYILDA GÜVENLİK VE GÜÇ İLİŞKİLERİ Bugüne kadar geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramları genel olarak, uluslararası politikayı üç anahtar kavram ile açıklamaya çalışmıştır: güç, yapı ve hegemonya. Bugünkü uluslararası düzeni anlama ve güç ilişkilerini analiz 31 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi etmede, hegemonya kavramı bize önemli bir katkı sağlamaktadır. Bu katkıda gücü sadece zorlamaya değil, ‘rızaya da dayalı olduğunu ortaya koyan Gramsci’nin payı büyüktür. Gramsci’ye göre hegemonya uluslararası sistemdeki en kuvvetli devletin veya belirli bir bölgedeki hâkim devletin konumunu tanımlıyordu (Barrett, 1997: 239). Gramsci’nin çalışmasını takip eden Kanadalı bilim adamı Robert W.Cox, Gramscian anlayışı diğer uluslararası ilişkiler teorilerinin eleştirilmesinde kullandı. Cox’a göre realizm ve neo-realizm gibi teoriler –bilinçli ya da bilinçsiz olarak zengin batının hâkim devletlerinin ve elit tabakasının çıkarlarına hizmet eden statükoyu koruması için hazırlanmıştı (Cox, 1981: 126-155). Bu tür teoriler uluslararası düzeni doğal ve değişmez yapmak amacına yönelikti. Hegemonya hâkim devletin moral, politik ve kültürel değerlerinin topluma ve alt gruplara yayılmasına imkân veriyordu. Bütün bunlar ise sivil toplum kurumları ile olmaktaydı. Sivil toplum, devletten kısmen otonom olan kurumlar ve pratiklerin ağını oluşturmaktaydı. Hegemonya, hedef aldığı toplumlara uygulamak için sosyal ve politik sistemler üretmekteydi. Cox’a göre tarihsel olarak iki hegemon gücün (ABD ve İngiltere) temel olarak kullandığı düşünce “serbest ticaret” idi. Serbest ticaret ise hegemona diğer çevrelere ve pazarlara nüfuz etmek için gerekli yolu açacaktı. ABD, bu anlayış çerçevesinde neoliberalizm ile hegemonya üretmekteydi. Keohane’ye göre hegemonya siyasi bir üst yapıya sahip olmaksızın çeşitli mekanizmalarla ilişkileri yönlendirirken, emperyalizm de imparatorluklar siyasi bir üst yapı ile egemenlik kurmakta idi (Keahone, 1991: 435-439). Ancak imparatorlukta sürekli bir genişleme ve yeni alanları imparatorluğun egemenlik alanına dahil etme yaklaşımı vardır. Duncan Snidal ise; ikna ile uygulanan hegemonya, lütufkar; ancak zorla uygulanan hegemonya ve zora dayalı sömürgeci hegemonya olmak üzere hegemonyayı üçe ayırmaktadır (Sindal, 1986: 579-614). 32 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz Hegemonya ve hakimiyet (dominance) arasındaki fark Machiavelli, Gramsci ve Nye gibi pek çok düşünür tarafından tartışılmış bir konudur. Machiavelli, Gramsci ve Nye’e göre büyük bir güç hakimiyete, zorlamaya ve sert güce dayanmaz. Machiavelli’ye göre büyük güce itaatin nedeni saygı olmalıdır (Wright, 2004). Gramsci ise büyük gücün, gönüllülüğe ve düşünmeksizin işbirliğine ittiğini söylemektedir (Cox, 1993: 49-66). Nye’e göre ise hakim güç iş birliği ikna ederek hegemonik güç olur. Bu ikna düzeyi ise yumuşak güçle çıkarları ortak imiş gibi göstererek sağlanır. Ancak hegemonik istikrar teorisine göre büyük güçler, kendi pozisyonlarını sürekli müsaade almaksızın tek taraflılık ve sert güçle sağlarlar. Frankfurt Okulu olarak adlandırılan bilim adamları tarafından geliştirilen Eleştirel Kuram’a göre gücün üç boyutu vardı (Gill, Law, 1988: 73-74); (1). Açıkça, bir diğer devletin davranışını istenen yönde etkilemek için uygulanan aktif “üzerinde güç”, boyutlardan birisidir. (2) İkinci boyut, güçlü tarafın gündemleri belirlediği, göze açıkça çarpmadan uygulanan; daha edilgen ve fakat örgütleyici bir yönü olan “gizli (covert) güç”tür. Gizli güç, belli siyasal sınırlarını çizerek, bazı konuları gündem dışı bırakmak yolu ile uygulanır. (3) Üçüncü boyut, “yapısal güç”tür; maddi ve normatif yönleri ile belirli özendirme ve sınırlandırma sistemleri oluşturarak, tarafların ilişkilerini yapısal güç koşullandırır. Hegemonya, uluslararası sistemin kuralları ve normlarını kendi motivasyon ve isteklerine göre değiştirme yeteneğine ve gücüne sahip olma konumudur (Volgy vd., 2005: 1-2). Eğer global olayları bir yol haritasına göre etkileme gücünüz yoksa bu tehlikeli bir illüzyon olacaktır. Hegemon gücün özellikleri ile ilgili bazı genel belirlemeler yapılmıştır; para biriminin uluslararası alanda geçerli olması, dünyanın her yerinde üsler ve müttefikler bulundurması, bölgesel kriz ve çatışmalara liderlik etmesi, nükleer silahlara sahip olması, diğer ülkeler üzerinde ikna gücünün olması, kültürel olarak kendi yaşam biçimini ve değerlerini tüm dünyaya yayarak konumunu meşrulaştırması gibi 33 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi (Uzgel, 2003: 31)… Brezinski’ye göre para, üretim kapasitesi ve askeri güç, hegemonyanın üç sacayağıdır (Brzezinski, 2004: 87). Susan Strange, Amerikan hegemonik gücünü, uluslararası politik ekonomideki güvenlik, üretim, finans ve bilgi yapılarından kaynaklanan, bölgeselliği aşan yapısal gücünün sağladığını ifade etmektedir (Strange, 1987: 565). Yumuşak güç kavramını ortaya atan Joseph S. Nye ise 21. yüzyılda hegemonyanın güç kaynaklarını şu şekilde sıralamaktadır (Nye, 2003: 30): (1) Teknolojik liderlik, (2) Askeri ve ekonomik büyüklük, (3) Yumuşak güç, (4) Uluslar üstü iletişim ağının düğüm noktalarını kontrol etmek. Nye’e göre bilgi çağında yumuşak güce sahip olacak ülkeler aşağıdaki hususları sağlamış olmalılar (Nye, 2003: 30): (1) Küresel normlara (liberalizm, çoğulculuk, otonomi) hakim olmaya yakın kültür ve fikirler. (2) Etki ve gündem oluşturacak küresel iletişim kanalları. (3) Ülke içi ve uluslararası performansı ile küresel saygınlık uyandırmak. 3. SOĞUK SAVAŞ SONRASI GÜVENLİK ORTAMI VE GÜÇ DENGESİ 21. yüzyıla girerken dünya politikalarındaki hızlı değişmeler, bugüne kadar yerleşmiş dengeleri alt üst etti. Sınırların değiştiği, düzenleyici ve denetleyici güçlerin belirsizleştiği, çeşitli grupların geleneksel ulus-devlet yapısını zorladığı, bölgesel istikrarsızlık ve çatışmaların hakim olduğu bir güvenlik ortamı meydana geldi. Güvenlik alanında sivil ve askeri faaliyetlerin kapsam alanı genişlemeye devam ederken siyasi, ekonomik, toplumsal ve teknolojik gelişmelerin güvenlik stratejilerine katkıları önem kazandı. 21. yüzyıl dünyasında devlet dışı aktörler güvenlik ortamını daha da kaotik ve bulanık hale getirirken, bu tür aktörlerin yarattığı güvenlik sorunları ile başa çıkmak için bölgesel ve küresel düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır. Soğuk Savaş sonrası ulusal gücün kapsamı daha karmaşık ve bu gücün diğer ülkelere tatbiki daha zor hale gelmiştir. Karşılıklı bağımlılığın manipüle 34 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz edilmesi gibi gücün yumuşak şekillerinin kullanılması daha önemli hale gelmiştir. Ülkenin uzun dönemli ekonomik güçlülüğü, ulusal gücün sert ve yumuşak şekillerinin kullanımı için temel teşkil etmektedir (Nye, 1991: 3654). Ulus-devlete duyulan gereksinime karşın, küreselleşme ile birlikte yaşanan değişim, ulus-devleti hedef almakta ve onun amacını, niteliğini, kapsamını, sınırlarını yeniden belirlemektedir. Ulus-devlet, ulusal ekonomi üzerindeki müdahalesini en üst düzeye çıkarmak, denetimi dışındaki gelişmeleri yakından izleyerek etkilerinden korumak için önlemler almak zorunda kalacaktır. Ancak, 21. yüzyıl, kendinden önceki dönemde de olduğu gibi, uluslararası arenada ulus-devletlerin değişmez aktör olarak kalacakları bir süreci içinde barındırmaya devam edecektir. Tablo 1: Güvenlik Ortamının Değişimi Soğuk Savaş Bugün * Devlet merkezli uluslararası düzen * Küreselleşme / ulusaşan aktörler * İki kutupluluk * Güç: askeri, ekonomik ve ulusaşan * Ulusal güvenlik endeksli * Çıkar endeksli * Ulusal savunma * Güvenliğin geniş boyutu * Tehlikeyi caydırmak ve savunmak * Çatışma kapsamının genişlemesi * Çatışma kaynakları belirgin * Çoğu çatışma kaynakları belirsiz Kaynak: Peter R. FABER: NATO’s Military Transfomation Past, Present, Future, NATO Defence College Occasional Paper: After İstanbul, (Rome, 2004), 33. Buzan’a göre ise Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamında üç teorik perspektif öne çıkmaktadır: neo-realist, küreselci ve bölgeselci (Buzan, Waever, 2003: 13). Neo-realist yaklaşım, realizmin önerdiği gibi hala devlet merkezlidir ve uluslararası düzende güç dağılımı, yani güç dengesinin tek kutuplu ile çok kutuplu olmak arasında sıkıştığını öngörmektedir. Küreselci yaklaşım ise neorealizmin anti tezi olarak kültürel, ulusaşan ve uluslararası politik ekonomi yaklaşımlarını da birleştirerek devlet dışı aktörlerin (şirketler, NGO’lar, hükümetlerarası ve sivil toplum kuruluşları) küresel sistemdeki yapısal rolüne odaklanmakta, bu aktörlerin sermaye-teknoloji-bilgi ve örgütleri kontrol 35 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi ettiğini, devletin bu global ağın bir oyuncusu olduğunu ifade etmektedir. Bölgeselci yaklaşım ise iki kutupluluğun kalkması ile dikkatlerin küresel konulardan çok bölgesel konulara yöneldiğini, süper güç karşısındaki zayıf güçlerin kendi iç sorunları ve yakın çevrelerine öncelik vermelerinin, bölgeselci yaklaşımları artırdığını savunmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemin yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Gidiş, çok kutupluluğa doğrudur ve uluslararası ortam gittikçe daha kaotik bir hal almaktadır. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir: (1) Denetleyici ve düzenleyici güçler etkisiz ve yetersizdir. (2) Küresel ısınma gibi çevre sorunları gittikçe felakete yakın konular ile gündeme gelirken; su, petrol ve doğal gaz gibi stratejik kaynaklar birer siyasi ve güvenlik sorununa dönüşmektedir. (3) Süper ve büyük güç olmanın kaderi enerji kaynaklarının kontrolü üzerinde devam eden mücadelelerin sonucu ile şekillenecektir. (4) Etnik ve kültürel konular, demokrasi, insan hakları, terör gibi konular gittikçe daha fazla istismar edilmektedir. (5) Küreselleşme ülkeler ve bölgeler arasında dengesizliği beslemektedir. 11 Eylül 2001 saldırıları güvenlik ve güç politikaları tarihi için önemli bir dönemeç oldu. Terör, asimetrik güç dengesi içerisinde bir yandan zayıf olanın güç kullanma yöntemi olarak ortaya çıkarken Amerikan dış politikasını tekrar askerileştirdi. Bu dönem Rusya’nın batıya yönelişini hızlandırdı ve diğer yandan Amerika ile Avrupa arasındaki çatlakları artırdı. George W.Bush, ABD dış politikası için yeni bir kavram tanımladı: terörizmle savaş sırasında küresel hegemonya (Ikenberry 2001: 21). 2002 yılında ABD Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından açıklanan güvenlik politikası; hem Amerika’nın diğer bir rakip güç üzerindeki askeri üstünlüğünü sürdürmekteki kararlığını hem de askeri faaliyetlerle tehditleri ortadan kaldırma konusundaki özel hak iddiasını ifade etmekteydi. 36 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz 4. GÜÇ VE ULUSAL GÜCÜN EVRİMİ Uluslararası ilişkilerde güç, bir devletin başka bir devlete karşı uyguladığı ve normal şartlar altında o devletin yapmak istemeyeceği bir şeyi yapmasını sağlamaya yönelik etkidir (Tezkan, 2005: 137). Bir devletin uluslararası ilişkilerde uyguladığı politikanın yegane vasıtası güçtür. Bu vasıtaya sahip olmak devletin amaçlarından biridir. Siyasetin bir vasıtası olarak kullanılmayan veya kullanılma becerisi gösterilmeyen yeteneğin güç olma niteliği yoktur. Kısaca, güç ancak kullanılabilirse güçtür. Ulusal güç, ulusal güvenlik politikalarının ve uygulamalarının ana kaynağıdır (Bayat, 1982: VII). Ulusal güç bir milletin ulusal hedeflerine ulaşma yolunda ulusal çıkarlarını sağlamak maksadıyla sahip olduğu ve kullanacağı siyasi, askeri, coğrafi, demografik, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve ekonomik kapasitelerinin bir araya gelmesi ile oluşan genel yetenektir (Tezkan, 2005: 148). Bir ulusdevlet ancak güç politikası uygularsa, güç kullanmaya istekli olur ve bu uğurda kayıp vermeye razı olursa, küçük düşürülmeyi reddederse ve saygı uyandırırsa büyük bir güç olur (De Rivero, 2003: 34-35). Ulusal güç unsurlarının sınıflandırılması ile pek çok görüş olmakla birlikte doğal (coğrafya, nüfus, doğal kaynaklar) ve sosyal (ekonomik, askeri, politik, psiko-sosyal, bilgi) etmenler olarak iki başlıkta gruplandırabiliriz (Jablonsky, 2006: 130-137). Ulusal gücün tüm unsurlarının birbirleri ile ilişkili olması nedeni ile gruplandırılması kadar ölçülmesi de oldukça zordur. Unsurların her birinin olduğu kadar, bunların birbirine olan etkileri de analiz edilmelidir. Bununla beraber bazı değerler hem dinamik hem de görecelidir. Bu nedenle yapılan değerlendirmeler kısa sürede güncelliğini yitirir. Maharet, bilimsel verilerden çok sezgisel öngörülerin öne çıktığı bir ustalık gerektirir. Bununla beraber ulusal gücün hesaplanmasında pek çok formül arayışı da olmuştur. Bu tür formüller genellikle bir savaşı göze almada ilgili ülkenin tahmin edilen ulusal gücünü ortaya koyma amacına yöneliktir. 37 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi Bu formüllerden biri tahmin edilen ulusal gücü (Pp) şu şekilde formüle etmektedir (Cline, 1980: 13): Pp = (C + E + M) X (S + W) Bu formül içinde; C = Kitle; Nüfus ve Toprak E = Ekonomik Yetenek M = Askeri Yetenek S = Stratejik Maksat W = Ulusal Stratejiyi Uygulama Azmi Bu formül içinde, daha elle tutulur olan (C,E,M) sayılabilir değerlere sahip olmakla beraber gene de sübjektif değerlendirme dereceleri ile ortaya çıkmaktadır. Örneğin, toprağın büyük bir bölümü işlevsiz olabilir ya da nüfusun eğitimsiz ve niteliksiz oranı bu derecelendirmeye nasıl yansıyacaktır? Ya da sizin, askeri unsurda bulunan bilimsel ve teknolojik üstünlüğünüz karşı tarafın liderlik ve moral üstünlüğü karşısında değerini yitirebilir. Bununla beraber ulusal gücün hesaplanmasında manalı olan unsurların tek tek toplanmasından ziyade, bunların ortaya koyacağı ürün ya da sonuçtur. ABD’nin Vietnam’daki C, E ve M üstünlüğünün karşı tarafın ölçülemez değerleri olan S ve W karşısında etkisiz kaldığı unutulmamalıdır (Jablonsky, 2006: 138). Ulusal güvenlik politikalarının başarılı bir şekilde uygulanması ile ülkenin sahip olduğu ulusal güç ve bu gücü etkin olarak kullanma kabiliyeti arasında doğrudan bir ilişki vardır (Sarkesian, 1995: 25). Ulusal gücün sürekli geliştirilmesi, devleti yönetenler ile birlikte, öncelikle topluma düşen toplumun bilinçlendirilmesine yönelik bir yükümlülüktür. Ülkelerin güç politikalarının yavaş yavaş yok olması, en güçlü temsilcilerinin de dâhil olduğu ulus-devlet sisteminin değişmekte olduğunun önemli ve açık bir kanıtıdır. Ulus-devletin gerileyişinin bir temel faktörü de onun egemenliğini sınırlayan veya yerini 38 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz almaya çalışan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. Bu çalışmada gücün; askeri, ekonomik ve yumuşak şekli üzerindeki güncel tartışmalara odaklanılacaktır. Sert Güç Yakın zamana kadar, bir ülkenin ulusal gücü denilince akla sadece Silahlı Kuvvetler gelirdi. Bugün de ülke güvenliğinin temel dayanağı Silahlı Kuvvetlerdir. Silahlı Kuvvetler varlığı ile barış döneminde ülkenin güvenliği ve daha geniş kapsamda çıkarlarını korumak için rakip ülkeler üzerinde caydırıcılık sağlar. Gerektiğinde sınırlı savaştan topyekun savaşa kadar bir seri askeri operasyon içerisinde belirlenen hedefleri ele geçirmek veya yok etmek üzere kullanılarak rakip ülkeye boyun eğdirilir. Bu yüzden barıştan itibaren güçlü ve kullanılmaya hazır bir Silahlı Kuvvetlere sahip olmak bütün ülke yöneticilerinin öncelikli görevidir. Tablo 2: 2000 Yılında Tam Zamanlı Personel Sayısı Bakımından Dünyadaki Silahlı Kuvvetler Sıra Devlet Personel Sayısı 1. Çin 2.81 Milyon 2. Rusya 1.52 Milyon 3. ABD 1.37 Milyon 4. Hindistan 1.3 Milyon 5. Güney Kore 680 Bin 6. Pakistan 610 Bin 7. Türkiye 610 Bin 8. İran 510 Bin 9. Vietnam 480 Bin 10. Mısır 450 Bin Kaynak: ISSS: The Military Balance (2001), International Institute for Strategic Studies, Oxford University Press, (Oxford, 2001). Bir devletin, ulusal güvenlik çıkarlarının zorunlu kıldığı hallerde kuvvete başvurmaktan çekinmeyeceğini inandırıcı biçimde ortaya koyması çoğu zaman etkili olur. Tabii, bunun için o ülkenin yeterli güce ve gücü kullanacak siyasi idareye sahip olması gerekmektedir (Öymen, 2003: 165). Savunma gücünün barış zamanında en etkili biçimde kullanılması için diplomasi ile silahlı 39 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi kuvvetlerin çok yakın bir uyum ve iş birliği içinde olmaları gereklidir. Askeri gücün dış politikada etkin bir unsur olabilmesi, büyük ölçüde silahlı kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli bir rol oynamak isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara sahip olmaya önem vermiştir. Tablo 2’de ülkelerin silahlı kuvvetlerin büyüklük sıralaması, asker sayısına dayalı olarak verilmiştir. Ancak yaklaşık son onbeş yıldır yapılan uluslararası güvenlik müdahaleleri ve çokuluslu harekat örnekleri silahlı kuvvetlerin üstünlüğü ile ilgili önemli dersler ortaya çıkarmıştır. Bir ülkenin askeri gücünün uluslararası düzeyde etkinliğini belirleyen faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz: (1) Nükleer silahlara sahip olma. (2) Dış ülkelerde askeri varlık bulundurma, güç projeksiyonu (üsler, denizaşırı varlıklar vb.), stratejik kuvvet kaydırma (ulaştırma) ve takviye yeteneği. (3) Stratejik ve taktik haberleşme kabiliyetleri. (4) Modern teknolojinin keskin uçlarını kullanan, çevik ve etkili (isabetli ve tahrip gücü yüksek) ateş desteği ile takviye edilmiş manevra kabiliyetleri. (5) Küresel ve bölgesel coğrafyalarda süratli, zamanında ve emniyetli bir şekilde kuvvetlerinin lojistik desteğini, barınma ve idamesini sağlayacak kabiliyetler. Tablo 3: Dünyadaki Nükleer Güçler S.No. Devlet Silah Sayısı 1. ABD 10.640 2. Rusya 8.600 3. Çin 400 4. Fransa 350 5. İngiltere 200 6. İsrail 100 7. Hindistan 30 8. Pakistan 24 9. Kuzey Kore ? 10. İran ? Kaynak: NRDC (2002): Nuclear Database, Natural Resources Defense Council, www.nrdc.org/nuclear/nudb/datab.asp (12 Sep., 2003). 40 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz Silahlı Kuvvetler dışında da askeri işlevleri olan zorlayıcı güç unsurları da bulunmaktadır. Bunların başında, özellikle Irak Savaşı ile gündeme çok daha fazla oturan özel askeri şirketler gelmektedir. Paralı askerlerden farklı olarak, özel askeri şirketler yasal bir yapıya sahiptirler (Yeoman vd., 2004: 30). Dünyada 90’a yakın özel askeri şirket bulunmakta ve bunlar 110 ülkede faaliyet göstermektedir (ICIJ, 2007). Özel askeri şirketler, devletlerin özel jandarmalığından, örtülü operasyonlarına, bir devletin başka topraklardaki faaliyetlerine, ticari şirketlerin çıkarlarının muhafızlığından mafya ve terör örgütleriyle dirsek temasına kadar, geniş bir yelpazede faaliyette bulunmaktadırlar (Talu, 2001). Yumuşak Güç Kavramın yaratıcısı Joseph S. Nye’e göre yumuşak güç, zorlama veya paradan ziyade cazibenizle istediğinizi sağlama kabiliyetidir. İstediğinizi başkaları da istediği zaman, başkalarını kendi istikametinize sokmak için havuç ve sopalara harcama yapma ihtiyacı duymazsınız. Nye’e göre; sert güç, ülkenin askeri ve ekonomik gücünden kaynaklanan zorlama kabiliyetidir. Yumuşak güç, bir ülkenin kültürü ve politik fikirlerinin çekiciliğinden gelir. Eğer diğer ülkeler sizin politikalarınızı meşru görüyorsa yumuşak gücünüz fazladır (Nye, 2004: 256). Çünkü yumuşak güç, siyasi gündemi, diğer insanların önceliklerini şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bir ülke, kendi amaçlarının ve değerlerinin başka ülkeler tarafından benimsenmesini sağlayabilirse askeri güç ve ekonomik gücünün ağırlıkta olduğu sert gücünü (hard power) daha az kullanmak zorunda kalır. Nye’in yumuşak ve sert güç şeklindeki sınıflandırması, bazı bilim adamlarınca geçerli bulunmamaktadır. Bu kapsamdaki bir görüşe göre yumuşak güç tanımlaması, gelişen demokrasilerin bulunduğu, eğitim ve yeni bilgi teknolojilerinin girişine müsait, küresel haberlere ve medyaya açık ülkeler için geçerli olabilir. Ayrıca, gücü bu derece kesin sınıflandırmak coğrafya, bilim ve teknoloji, insan gücü gibi diğer 41 güç kaynaklarının yeterince Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi değerlendirilmemesi gibi bir sonuç doğurabilir. Diğer yandan yumuşak güç gereğinde ekonomik ve askeri kapsamda da olabilir. Silahlı Kuvvetleri tek başına sert güç olarak görmek de mümkün değildir. Örneğin, insani yardım amaçlı olarak askeri güç kullanımı bu tür amaca hizmet edebilir (Noya, 2005: 16). Tablo 4: Joseph S. Nye’e Göre Güç Çeşitleri Güç Çeşitleri Askeri güç Davranışlar Temel Araçlar * Zorlama * Tehdit Hükümet Politikaları * Zorlayıcı Diplomasi * Caydırma * Kuvvet * Savaş * Koruma Ekonomik Güç Yumuşak Güç * İttifak * Teşvik * Para Verme * Yardım * Zorlama * Yatırım * Rüşvet *Hayranlık * Değerler, Kültür *Kamu Diplomasisi Uyandırma * Politikalar *İki Taraflı ve Çok * Gündem Yaratma * Kurumlar Taraflı Diplomasi Kaynak: Joseph S. NYE: Yumuşak Güç, Çev.: Ri. Aydın, Elips Kitapları, (İstanbul, Ekim 2005), 37. Pek çok düşünürün kabul ettiği gibi yumuşak ve sert güç arasında kollanması gereken optimal bir denge vardır. Sert gücün şu anda ABD'nin yaptığı gibi aşırı kullanılması, yumuşak gücün kullanılma şansını da yok edebilir. Diğer bir deyişle yüksek askeri güç sizi, kaba kuvvet kullanmaya sevk ettiği ölçüde, gerçek toplumsal imkanları seferber etmek zorlaşmaktadır. Sert ve yumuşak gücü birleştirme becerisi 'akıllı güç'tür (Nye, 2006: 2). Günümüz dünyası karşılıklı konuşmayı ve ‘ikna’yı gündeme bir zorunluluk olarak getirmektedir. Baskı ve zor kullanarak alınan neticelerin kalıcı olma şansı olmadığı gibi, aynı şiddetle geri tepen siyasetleri meşrulaştırmaktadır. Dahası, herhangi bir alanda baskı ve zor kullanan bir devletin, diğer alanlarda 'yumuşak' davranmasının da pek inandırıcılığı kalmamaktadır. 42 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz Ekonomik Güç Ekonomik güç, bir ülkenin refahı, mutluluğu, güvenliği ve gelişmesi için kullanılan bütün kaynakların toplam kapasitesi ve bu maksatlar için ürettiği değerlerin meydana getirdiği toplam hasıla olarak tanımlanmaktadır (Tezkan, 2005: 181). Bir ülkenin ekonomik gücünün ölçülmesinde; sahip doğal kaynaklar, ekonomik düzeni genel yapısı, sektörlerin (tarım, sanayi) dağılımı ve kapasitesi, iş gücü, dışarıdan hammaddelere olan bağımlılığı, kendi kendine yeterliliği, parasının değeri, uluslararası ekonomik ve finans örgütleri ile ilişkisi, kredi notu, şirketleri, uluslararası tanınmış markaları, Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH), teknolojik kapasitesi, ulaştırma ver haberleşme ağı gibi faktörler göz önüne alınabilir. Tablo 5: Dünya Ticaret Oranları (2001) Ülke % Çin 7.0 Hindistan 0.8 Japonya 5.8 Rusya 1.3 ABD 15.1 Fransa 5.0 Almanya 8.4 İngiltere 4.8 Avrupa Birliği 35.4 Kaynak: International Monetary Fund: Direction of Trade Statistics Yearbook 2002, (Washington D.C.). Küresel ekonomiye, dünya ticaretindeki payı yönünden bakıldığında (Tablo 5) hegemon gücün ABD’de olduğu görülmektedir. ABD ekonomisinin ancak %25’i ticaretten etkilenir ve bunun çok azı Avrupa ülkeleri ile yapılmaktadır. Tablo 6’da yer alan ülkelerin tek başlarına ekonomi büyüklükleri dikkate alındığında, bu ülkelerin biri hariç (İngiltere), diğerlerinin hepsi tek başlarına ABD’nin küresel yönlendirme gücüne karşıdır. Ancak, ne tek başlarına ne de oluşturmakta oldukları kıt’asal, bölgesel, birleşik veya sınırlı jeopolitik güç 43 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi merkezleri (Denk, 2000: 23-24) aracılığıyla tek küresel güç merkezi olan ABD’ye karşı koyabilmektedirler. Çünkü küresel güç olmak, sadece ekonomik güç ile dünya piyasasını belirlemek şeklinde ortaya çıkmamakta, ekonomik gücün güvenliğini sağlamak veya yeni ekonomik pazarları kontrol altına almak ve gerektiğinde ele geçirmek üzere hazır, kullanılabilir bir askeri güce sahip olmakla mümkün olabilmektedir. Tablo 6: Dünyanın İlk Onları Toprak Nüfus GSMH Askeri Büyüklüğü Güç Enerji (Sayısal) Rusya Çin ABD Çin B.A.E. Çin Hindistan Çin ABD Kuveyt Kanada ABD Japonya Rusya ABD ABD Endonezya Almanya Hindistan Kanada Brezilya Brezilya Hindistan Kuzey Kore Singapur Avustralya Rusya Fransa Hindistan Pakistan İngiltere Güney Kore Finlandiya Arjantin Japonya İtalya Pakistan Norveç Kazakistan Bangladeş Brezilya Vietnam Tobago Cezayir Nijerya Meksika Fransa Avustralya Türkiye İsveç Kaynak: Harp Akademileri Komutanlığı: Geçmişte ve 21. Yüzyılda Savaşlar, Stratejiler, Harp Akademileri Basımevi, (İstanbul, 2002), 336. Günümüzün dünyasında, ulusal gücün en önemli belirleyicisi ekonomidir (Ulagay, 2006). Ancak, tutarlı bir ulusal strateji çizip insan kaynaklarını geliştirebilen ve ekonomisini güçlendirebilen ülkeler, ulusal gücünü büyük ya da küresel güç olmaya yakın bir kategoriye terfi ettirme şansını elde edebilir. Bunu sağlamanın önemli önkoşulu ise dünya sahnesinde dışlayıcı ve saldırgan bir ülke olarak değil, bütünleştirici ve uzlaştırıcı bir ülke olarak görünebilmek; iyi yetişmiş insanı, teknolojiyi ve sermayeyi ülkeye çekebilmek. Bunların ötesinde, ülkenin büyüklüğü ve nüfus potansiyeli de dikkate alınması gereken faktörlerdir. 44 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz 5. GLOBAL GÜÇ DENGESİ Güç dengesi, ya ağır tarafı hafifleterek ya da hafif tarafa ağırlık kazandırarak uygulanır. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem, bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiş ya da birden fazla birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Hegemon güç kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, diğer hegemon güç adaylarını ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmiştir. Ancak tarih boyunca yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişmiş eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezinde olduğu yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Tablo 7: 19’ ncu Yüzyıldan Günümüze Hegemonya ve Güç Dengesi Dönem Süpergüç 19. yüzyıl I. Dünya Sonrası Soğuk Savaş Savaşı Soğuk Savaş Sonrası Büyük Güç İngiltere (H), Fransa, Rusya Japonya, Almanya, ABD İngiltere (H), ABD, Sovyetler Birliği ABD (H), Sovyetler Birliği Japonya, Almanya, Fransa Japonya, Almanya, Çin ABD (H) Çin, Japonya, Rusya, AB (Alm.İng.-Fr.) Kaynak: Tablonun hazırlanmasında Çetin ÖNGÜN (Amerikan Gücüne Tarihsel Bir Yaklaşım, 2007) ve Barry BUZAN, Ole WAEVER (Regions and Powers, The Structure of International Security, 2003) faydalanılmıştır. Uluslararası güç dengesi sıralaması 1900’de sırasıyla, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve ABD şeklindeydi. 1945’de liderlik ABD ve Rusya (SSCB)’ya kaydı. II. Dünya Savaşı sonunda İngiltere hegemonyayı ABD’ye devretmiştir. Bu yıllarda Japonya, Çin ve İngiltere çok geride kaldı. Soğuk Savaş’ın 2 + 3 (ABD – Sovyetler Birliği + Çin – Japonya - Almanya) dengesinin yerini son 15 yıldır Rusya’nın bir alt kademeye düşmesi ile 1 + 4 (ABD + Rusya – AB – Japonya – Rusya) almıştır (Buzan, Waever, 2003: 3). 2000’li yıllarda ABD tek başına tepededir; Çin, Almanya, Japonya ve Rusya onu izlemektedir (Brzezinski, 2004: 279). 45 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi Soğuk Savaş sonrası sistemin tanımını yapmaya çalışan Charles Krauthammer, yeni sistemin “tek kutuplu (unipolar)” bir hegemonya olduğunu söylemişti (Krauthammer, 1992: 195-206). Bu düzende, hegemonyanın en üst düzeydeki gücü ve lideri doğal olarak ABD idi. Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün yaptığı başka bir güç dengesi tanımı “asimetrik güç dengesi”ni ortaya koydu (INSS, 1997: i-xi). Buna göre ABD, tek süper güç olarak yeni düzende güç prizmasının en üstünde yerini alırken, onu “büyük güçler (major powers)” olarak adlandırılan Rusya Federasyonu, Çin, Japonya ve AB izlemekteydi. Büyük güçlerin altında ise bölgesel güç olma yarışında olan Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler başka bir kategoriyi oluşturmaktaydı. Bu yüzyıl boyunca, uluslararası güç ilişkilerinin nasıl gelişeceği ve güç dengelerinin nasıl bir yörüngeye oturacağı daha çok aktör düzeyinde çalışmalara konu olmaktadır. Bu kapsamda: ABD ve AB’nin geleceği, Çin’in ABD’ye ne oranda rakip olabileceği, Rusya Federasyonu’nun gittikçe çok kutuplu bir hal alan dünya düzeninde nasıl bir konum edineceği, Japonya’nın artan daha bağımsız güvenlik arayışları yanında Hindistan, Brezilya ya da İran gibi bölgesel güçlerin daha yukarıya ne kadar terfi edebilecekleri ile ilgili çalışmalara yer verilmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye itmiştir. Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte iki kutuplu dünyadaki ideolojik ve stratejik temel tehditler ortadan kalkmıştır. 19. yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21. yüzyılda da küresel güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin, dünyanın jeopolitik dengelerini değiştireceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyeceği tahmin edilmektedir. 46 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz 6. GÜÇ KATEGORİLERİ Güç kategorisinin belirlenmesinde Buzan’ın yukarıdan aşağıya; süper güç – büyük güç – bölgesel güç sıralaması bugün için geçerli bir yaklaşım sağlamaktadır. Buzan’a göre süper güç; sahip olduğu birinci sınıf askeri-politik kabiliyetler ve bunları destekleyen ekonomisi ile uluslararası güvenliğin aktif oyuncusu, her istediği bölgede tehdit, garantör, müttefik veya müdahaleci konumundadır. Bu yönünün dışında, uluslararası toplumu kendi yanına çekecek evrensel değerleri sahiplenmiştir. Büyük (great/major) güç ise bütün sektörlerde süper güç ile yarışacak kabiliyetlere sahip değildir ve global ile karşı karşıya gelme riski olduğunda, güç kullanımı ve isteklerinde orantılı olmak zorundadır. Şekil 1: 21. Yüzyılda Güç Dengesi Piramidi (Yılmaz, 2007: 16-17) Bölgesel güçler ise kabiliyetleri ancak belirli bir bölge için etkili olan, küresel gelişmelerin pek çoğuna katılamayan güçlerdir. Bu güçlerin konumları ve ne istedikleri küresel hesaplamaların dışında tutulur. Örneğin, Soğuk Savaş 47 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi döneminin Vietnam, Kore ve Mısır’ı böyle bir konuma sahipti. Ancak, bölgesel güç olma konumunda olmayan ülkeler içinde sınırlı da olsa bölgesinde etkili olan ülkeler için ‘alt bölgesel güç’ diyebiliriz. Buzan, böyle bir kategoriye yer vermemekte ve bu ülkeleri bölge içi (domestic) ülkeler olarak adlandırmaktadır. Buzan, ayrıca bazı ülkeleri bir kaç bölgenin güçlerini ayırması nedeni ile tampon (buffer) ya da birkaç bölgeye ait olmakla birlikte, tecrit edici (insulator) olarak tanımlamakta ve Türkiye’yi bölgesel güç olmamakla beraber tecrit edici kategorisine koymaktadır (Buzan, Waever, 2003: 393-394). Güç dengesi piramidinin en üstünde, askeri-politik konular ile ilgili askeri gücü temsil eden tek bir kutup ve bu tabakada hegemon olan ABD bulunmaktadır. Ancak, Amerika hegemonyayı ekonomik boyutta, orta tabakadaki Avrupa ile paylaşmaktadır. Bölgesel güçlerin büyük güç ve hatta sınırlı küresel güç olma şansı vardır. Ulusaşan konuların yer aldığı en alt tabakada ise gücün dağılımında kaotik bir durum söz konusudur. Burada, gücünü kullanma kabiliyetini kaybetmiş güçsüz güçler şeklindeki devletler ve devlet dışı aktörlerin yer aldığı kaotik bir güvenlik ortamı söz konusudur. Öte yandan gücü kontrol altına alınmış (/güçsüz güç) devletler ve devlet dışlı aktörlerin bulunduğu kaotik ortamdaki El-Kaide ağı (en alttaki) ulusaşan tabakadaki oyunu kazanma kabiliyetini artırmaktadır (Nye, 2004: 263). 7. GÜÇ MERKEZLERİ VE GÜVENLİK BÖLGELERİ 21. yüzyılda güç merkezi veya egemenlik bölgesinde hegemonya olma şartları değişerek gelişmiş; parayı kontrol etmek, gündemi belirlemek, düğüm noktalarında askeri güç bulundurmak, cazibe merkezi olmak gibi stratejik ve politik etmenler gücün olmazsa olmazları içine girmişlerdir. Bu bağlamda güç merkezi olma şartlarını, her alanda diğerlerine göre fazlasıyla sağlayan, hatta diğerlerini kendine mecbur eden, muhtaç eden, bağımlı hale getiren aktör bölgesel hakimiyetini ilan edecek, bu şartları dünya çapında sağlayabilirse küresel bir güç merkezi haline gelecektir. 48 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz Bazı kaynaklara göre güç merkezi olabilmek için, bir ülkenin aşağıdaki yedi genel kuralı sağlamış olması gerekmektedir (Denk, 1988: 24); (1) Ekonomik Alan (Yeteri kadar ekonomik kapasitesi olmak). (2) Teknolojik Alan (Enerji ve iletişim alanındaki gelişmelere hakim olmak). (3) Parasal Alan (Uluslararası alanda itibarı olan ve tasarruf edilebilir olarak değerlendirilen bir paraya sahip olmak.) (4) Askeri Alan (Nükleer silahlara ve deniz aşırı kullanılabilecek düzeyde 10 kadar Piyade Tümenine sahip olmak). (5) Coğrafi Alan (Hayati bir müttefiki, esas deniz ulaştırma yollarını, içilebilir su rezervlerini ve enerji kaynaklarını ülke sınırları dışında koruyabilecek pozisyona sahip olmak). (6) Kültürel Alan (Ulusal ya da dinsel boyutta, diğerlerinin menfaatleri ile işbirliği yapmaya müsait ve eserleri ile diğerlerini kendisine çeken evrensel bir kültüre sahip olmak). (7) Diplomatik Alan ( Emperyalist bir dış politikayı tasarlayan ve uygulamaya koyan, uyumlu ve yeteri kadar kuvvetli bir devlete sahip olmak.) Şekil 2: 21. Yüzyılın Başında Güvenlik Bölgeleri∗ Güç merkezleri ile ilgili çeşitli kategorik (jeopolitik, ekonomik vb.) veya coğrafi (global, kıtasal vb.) sınıflandırmalar yapılmaktadır. Jeopolitik güç ∗ Şeklin hazırlanmasında Barry BUZAN ve Ole WAEVER: Regions and Powers, (2003) adlı kitabında yer alan şekil ve açıklamalar esas alınmıştır. Buzan, Avrupa ve Karadeniz güvenlik bölgeleri içine dahil etmemekle birlikte; Türkiye, bu bölgelerin doğal ve merkez ülkesi olarak kabul edilmiştir 49 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi merkezleri; “Kendi coğrafyası içerisinde ve dışında sahip olduğu ve kontrolü altında bulundurduğu güç kaynaklarını, diğer ülkelere oranla geliştirerek bu kaynakları kendi lehine etkileyebilen devletler veya devletler topluluğu” (Levent, 1997: 2) olarak tanımlanmaktadır. Bu kapsamda jeopolitik güç merkezleri aşağıdaki gibi tasnif edilmektedir (Denk, 1998: 24): (1) Küresel (ABD), (2) Kıtasal (Çin, Rusya Federasyonu), (3) Bölgesel (Hindistan, Brezilya, İran, Japonya), (4) Birleşik (NATO, Şangay İşbirliği Örgütü), (5) Sınırlı (Kanada, Meksika, Türkiye, İsrail, G.Kore). Ekonomik güç merkezleri arasında ise AB, NAFTA ve APEC’e yer verilmektedir. Güvenlik bölgeleri de kendi güç merkezlerine ve güç dengelerine, yani kutupluluk çeşidine sahip olabilirler. Güney Afrika, tek kutuplu; Güney Asya, iki kutuplu; Orta Doğu, Güney Amerika ve Güney Doğu Asya ise çok kutupludur. Güvenlik bölgeleri standart (birden çok bölgesel gücün bulunduğu) veya tek merkezli bölgeler olarak ikiye ayrılmaktadır. Buzan’ın güç dengelerine göre güvenlik bölgesi yapısı analizi, aşağıdaki tabloda verilmiştir. Bazen yapısız güvenlik bölgeleri de meydana gelebilir. Bunun nedeni bölgedeki güçlerin yetersiz kabiliyetleri ve diğer bölge dışı güçlerin isteksizliği olabileceği gibi, güçlü bir uluslararası düzenlemenin bölgedeki güçlerin işlevlerini engellemesi de olabilir. Mevcut aktörlerden ABD; sert, yumuşak ve askeri güç açısından en üst seviyededir. Ancak yapısı çatırdamaktadır. ABD gibi hegemon bir gücün uluslararası ilişkilerdeki etkisinin artması ve politikalarını uygulamasının daha az maliyetli olması, yumuşak gücünü sert gücü kadar etkili kullanabilme yeteneğine bağlıdır. Irak savaşı ve ardından yaşanan gelişmeler ABD'nin diğer ülkelerle kıyaslandığında çok ileri olan yumuşak gücünü özellikle Orta Doğu'da kullanamadığını ve üstelik kontrolsüz bir şekilde kullanılan sert gücünün, yumuşak gücüne zarar verdiğini göstermektedir. Oysa yumuşak gücün kaynakları olan kültür ve politik değerler açısından ABD büyük bir çekim gücüne sahiptir. ABD kendisini zorlayan takipçilerine rağmen 50 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz yapısındaki gerekli onarım ve geliştirmeleri yaparak yerini korumaya devam etmektedir. Tablo 8: Güvenlik Bölgeleri; Güçler ve Trendler Güvenlik Bölgesi Avrupa Alt Güvenlik Bölgeleri (1) AB Merkez (2) Baltık (3) Doğu Avrupa (4) Balkanlar Süpergüç/ Büyük Güçler * AB * ABD * Rusya Fed. Bölgesel Güçler * Ukrayna Muhtemel Trendler * ABD ile birlikte diğer bölgeleri yumuşak gücü ile şekillendirmekte. * Rusya’yı da yanına çekerek ABD’ye rakip olabilir. (1) Rusya * Rusya Fed. * İran * Çin-Rus-İran ittifakı BDT (2) Orta Asya * ABD - AB Japonya ile tüm Asya’yı (3) Kafkasya* Çin kontrol altına alabilir. Karadeniz * Kafkasya ve Ukrayna’yı ABD ve AB’ye kaptırabilir. (1) Kuzeydoğu * Çin * Avustralya * Çin’e karşı ABDDoğu Asya * ABD Japonya güç dengesi Asya (2) Güneydoğu * Japonya statükoyu korur. Asya * Devam eden dönüşüm dengeleri değiştirebilir. * Çin, * Hindistan * Çin önderliğinde süper Güney * ABD karışımlı bir bölge olabilir Asya * ABD-Hindistan dengeleyebilir (1) Magrep * ABD * İran * Batı tarafından Orta (2) Merkez * AB dönüştürülmekte. Doğu (3) Körfez ve * Çin-Rusya * Mısır, S. Arabistan, Irak, İran ve Türkiye’nin Doğu geleceği belirleyici olacaktır. (1) Güney * AB * Zayıf devlet yapıları Afrika Afrika * ABD bölgesel güç çıkması (2) Batı Afrika * Çin engeldir. (3) Afrika * Batı tarafından Boynuzu dönüştürülmekte ve sömürülmektedir. * ABD NAFTA ve Pan-American Kuzey FTAA’ya göre Amerika şekillenmesi beklenmektedir. (1) Güney Koni * ABD * Brezilya * Brezilya ve Arjantin Güney (2) Andean * Arjantin Mercosour’la güçlerini Amerika Ülkeleri artırabilir. * Andean ülkeleri uyuşturucu ve iç karışıklılarla meşgul olabilir. Kaynak: Tablonun hazırlanmasında Barry BUZAN ve Ole WAEVER: Regions and Powers, (2003) adlı kitabında yer alan açıklamalar esas alınmıştır. 51 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin değildir. Avrupa, Japonya ve belki de Rusya’nın, yaşlanan nüfuslarının etkilerine rağmen, güçlerinde herhangi bir değişim olmayacaktır. ABD’nin en yakın rakibi AB’dir, ancak AB’nin de bu yüzyılın ilk çeyreğinde, mevcut problemlerini, askeri ve siyasi alanlardaki eksikliklerini gidererek ABD’nin karşısına bir süper güç olarak çıkması pek mümkün gözükmemektedir. Avrupa’nın ABD’nin rakibi olabilecek bir siyasi güç için gerekli bütünlüğe ulaşması çok zaman alacaktır. Eski ana Avrupa güçleri İngiltere, Almanya ve Fransa; ABD ile aradaki güç boşluğunu kapatamayacak kadar zayıftırlar. Şekil 3: ABD, Japonya ve Çin’in Tahmini Güç Hareketleri (Öngün, 2007: 133) 21. yüzyılda tek başına sıçrama yapma şansı olan ülkeler arasında dört ülkenin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar dünya imalat sanayinin en büyük gücü olma yolunda ilerleyen Çin, yazılım alanında başlattığı atılımı, ekonomik büyümesiyle hızlandıran Hindistan ile atılım yapmaları halinde bu ülkelere katılma potansiyeli olan Rusya ve Brezilya’dır. Brezilya ve Rusya; Çin ve Hindistan gibi benzer politik etkiler yaratacak olmamalarına rağmen, ekonomik gelişimlerini sağlayacaklardır (NIC, 2004: 51). Brezilya, Güney 52 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz Afrika, Endonezya ve hatta Rusya’nın Çin ve Hindistan’ın yükselen rolünü destekleyecekleri öngörülmektedir. 8. 21. YÜZYILDA ULUSAL GÜCÜ BEKLEYEN TEHLİKELER Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye itmiştir. 19. yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21. yüzyılda da küresel güç olma yolunda ilerleyen ABD hegemonya kurgusunun jeopolitik dengeleri değiştireceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyeceği tahmin edilmektedir. Modernizm kökenli ABD hegemonya kurgusunun post-modern AB ile birlikte iş birliği gerçekte bu ülkelerin demokratikleşmesini veya ekonomik kalkınmasını değil, ulusal güçlerini tehdit etmektedir. Amerikan Hegemonya Kurgusu Dünya ABD tarafından temel kuralları belirlenen bir çeşit modern düzene doğru yavaş yavaş evrilmektedir. Hegemonik güçler, hiç bir zaman natılı ve modern olma yarışında hep geriden gelecek, ulusal gücü ve egemenliği önemli ölçüde erozyona uğramış, küreselleşme ve modern bilgi toplumu anlayışı içinde ekonomilerini ve bilgi sistemlerini dışarıya bağlamış, kısaca güç tatbik kabiliyeti olmayan her biri “güçsüz güç” olarak tanımlanabilecek ulusdevletlerden oluşan ikinci sınıf devletler topluluğu yaratmayı hedeflemektedir. Tarih boyunca, klasik güç politikası ‘böl ve yönet’ olagelmiştir. ABD hegemonyasının dayandığı güç politikası ‘dönüştür-böl-eklemle-yönet’ ve stratejisi ise çifte yapılı dünya olarak tanımlanan ‘ağ stratejisi’dir. Amerikan hegemonyası temel olarak iki yöntemle işlemektedir: yumuşak gücün kullanıldığı rejim restorasyonu (Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan’daki renkli devrimler ve diğer içten içe kurgulamalar) ve Irak örneğinde olduğu gibi sert gücün kullanıldığı ülke inşası (nation-building). Eğer hedef olarak seçilen 53 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi ülkeler siyasi, ekonomik ve kültürel olarak içine sızılmaya ve ağ örülmeye müsait ise yumuşak güç unsurları vasıtası ile ülkedeki rejimin batılı düzene uygun bir yönetime kavuşturulması için rejim restorasyonu metodu kullanılmaktadır. Şekil 4: ABD ve AB Hegemonya Kurgusu (Yılmaz, 2007: 70) AB’nin Hegemonya Kurgusundaki Rolü Demokrasi, kalkınma ve kültürler arası diyalog kapsamındaki projeler kapsamında seçilen aktör, yöntem ve programlar ile hedef ülkenin sivil toplumuna nüfuz edilmekte ve ulusal aktörler kısa devre edilmektedir. NGOvakıf-enstitü-sivil toplum örgütü gibi kurumlar aracılığıyla, hedef ülkedeki iktidar ve kitlelerle doğrudan ilişkiye geçilerek ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren kurumsal ve bireysel bir ağ oluşturarak, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmaktadır. Kurulan global hegemonya kurgusunun dört temel fonksiyonu bulunmaktadır (Yılmaz, 2006: 120): 54 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz a. Daha çok gözetleme, dinleme ve insan istihbaratına dayanan küresel bir istihbarat üretim ağı, b. Yönlendirilmiş medya, gündem oluşturan uluslararası kuruluşlar, dezenformasyon (katkılı bilgi) üreten düşünce kuruluşları, etki ajanları vb. unsurların yer aldığı global propaganda ve etki ağı, c. Ulus-yapma, rejimi restore etme gibi ülke senaryolarını destekleyen temin edilmiş; militer güç, kişi, demokrasi vakfı, çağdaş sivil toplum örgütü, kalkınma ajansı gibi örtülü istihbarat fonksiyonu olan operatif kurum, kaynak ve vasıtalar, d. Tüm bu örtülü yapı ve faaliyetlerin gizliliğini ve güvenliğini sağlayacak koruyucu güvenlik sistemleri. Yeni hegemonyanın ekonomik modeli olan “serbest piyasa ekonomisi” kendi siyasal düzenlemelerini de beraberinde getirmektedir. Bu değişimin merkezinde “devlet” olma anlayışında yaşanacak değişimler bulunmaktadır. Barış ortamı savunma harcamalarını asgariye indirecek, uluslararası barış “kontrol altında tutmak” (containment) ve “caydırıcılık” gibi saldırgan olmayan daha ucuz, yumuşak güç yöntemleri ile korunacaktır. Bütün bu gelişmeler, yavaş yavaş devletlerin içinde merkezî yer tutan askeri bürokrasinin önemini azaltacaktır. Piyasa ekonomisi kendi kendini düzenleyeceği için devletin ekonomideki rolü asgariye inecek; bu da sivil bürokrasinin merkezî önemini azaltacaktır. Ayrıca, yeni hegemonyanın önerdiği toplumsal model 'orta sınıfın' var olması ve mümkünse genişlemesi üzerine kurulu olduğundan, “demokrasi" yaygınlaştırılacak ve böylece devlete hakim (bürokrasi gibi) odakların gücü erozyona uğrayacaktır. Post-modern düzen, otoriter ve ulusalcı yaklaşımları reddeden, buna karşılık bireyci ve tüm insanların mümkün olduğu kadar bir arada refahı ve gelişimini öngören bir ideal dünya düzeni öngörmektedir. Ancak bunun ne AB içinde başat rolüne soyunan ülkeleri, ne de başta ABD olmak üzere dünyanın geri kalanındaki ülkeleri kendi ulusal çıkarlarının peşinde koşmaktan ve kendi 55 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi uluslarının önceliklerini gözetmekten ve bu kapsamda gerekirse güç kullanmaktan alıkoymayacağı aşikardır. Sistemin temeli, küçük devletlerin bir arada tutulması ve yönlendirilmesi için sözde post-modern birer kavram gibi sunulan karşılıklı bağımlılık ve paylaşım anlayışı içerisinde ülkelerin iç yapılarının geçirgen hale getirilmesi, diğer yandan bu ülkelerin dış politikalarının ulusaşan organizasyonlar vasıtası ile ipoteğe alınarak ağın tamamlanmasıdır. Post-modern anlayışın ekonomik güvenlik fonksiyonu; küreselleşme ile birlikte, ulus-devletlerin güçlü merkez sermayeler yörüngesinde ve denetiminde ufak adacıklar halinde sömürü merkezleri haline getirilmesi, dünya kaynaklarının paylaşılmasında, merkezin beslenmesine yönelik olarak ve merkezin hâkimiyetine uygun bir dünya sistemi ortaya çıkarma riski taşımaktadır (Barnett, 2005: 7-8). Post-modern güvenlik arayışları hegemonya anlayışının aktör, yöntem ve vasıtaları ile çerçevesinin yeniden kurgulanmasıdır. Yeni hegemonyayı temsil eden uluslararası sermaye sadece liberalizm karşıtlarına değil, ulusalcılara da karşıdır (Cochran: 1995, 242). Yapısı gereği, uluslararasıcı olan yeni hegemonya düzeni hem ekonomik hem de siyasal-toplumsal uluslararası “düzenleyici” kurumlardan yanadır. Dünya düzeninde ‘hukuksal düzenlemeleri’, ‘serbest piyasa ekonomisi’ ile bire bir ilişkilendirilen ‘demokrasi’ ve demokrasi kültürüyle gelişen “insan hakları”nı savunmaktadır. AB Taslak Strateji dokümanında, ABD tanımlaması olan “serseri devletler”in yerine “kırılgan” veya “başarısız olmakta olan ülkeler” ifadesi kullanılmakta ve ABD’nin aksine bu tür ülkeler için “rejim değişikliği” yerine “iyi yönetimin geliştirilmesi” önerilmektedir (Haine, 2004: 44). Avrupa Güvenlik Stratejisi (ESS) ‘kırılgan devlet’lere karşı; “diplomatik, politik ve askeri vasıtaların tamamının uyumlu ve etkili bir şekilde kullanılması”nı önermektedir. Kırılgan devlet ise; halkının çoğunluğu için güvenlik, yönetim ve kamu hizmetleri gibi temel fonksiyonlarını yerine getiremeyen devlet olarak 56 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz tanımlanmaktadır. Milenyum Kalkınma Hedeflerini başaramayacağı düşünülen 59 ülke, global barış ve güvenlik için bir engel olarak görülmekte ve kırılgan devlet statüsüne alınmaktadır (UNDP, 2004). AB’ye göre kırılgan devletler ‘iyi yönetilen devletler’e dönüştürülecektir (DFID, 2005). AB’nin kırılgan ülkelerde demokrasi inşası Bosna, Kosova, Cezayir ve Gazze, Nijerya, Uganda, Sierra Leone, Nepal, Afganistan ve Gürcistan gibi ülkelerde test edilmiştir. 2004 yılında EIHDR sadece kırılgan devletler için 124 milyon Avro bütçe almıştır. EIHDR programı, 2002-2004 döneminde 29 olan kırılgan ülke miktarını daha sonra 32‘ye çıkarmıştır. Bu ülkeler arasında Endonezya, Kamboçya, Meksika, Bosna, Türkiye, Rusya, Cezayir, Sudan, Kongo, Kolombiya gibi ülkeler bulunmaktadır (Saferworld, 2005: 36). 2005-2006’da ise listedeki dönüştürülecek kırılgan ülke sayısı 68’e ulaşmış olup çoğu Orta Doğu ve Orta Asya ülkesidir. AB Üyesi Ülke Olarak Güçlü Bir Ülke Olunabilir mi? AB post-modern sisteminin en gelişmiş örneğidir. AB post-modern bir varlıktır; dünyadaki ağırlıklarını ve etkilerini artırmak maksadıyla egemenliklerini birleştirmeyi ve ortak yasalara uymayı gönüllü olarak kabul eden bir devletler topluluğudur (Rehn, 2007: 73). Güç, artık bir seçenek olmadığından, bir tür hukuk, pazarlık ve hakemlik karışımı gereklidir. Ancak, AB henüz, Avrupa çıkarının değil, ulusal çıkarların daha etkin biçimde peşine düşen bir örgüt konumundadır. Avrupa Birliği’ni politika ve güvenlik konularında bir blok olarak görmek mümkün değildir. Burada ayrışımı sağlayan tek tek ulusların çıkarlarıdır. AB anlayışı içerisinde ulusal çıkarlar tanımlanırken milliyetçiliğin nasıl reddedileceği olgusu cevabı hala araştırılan bir sorudur. AB içerisinde güçlü konumda olmak ve ulusal çıkarların korunması ancak bazı ekonomik, sosyal ve politik egemenlik unsurlarının elde bulundurulmasına bağlıdır. Bunun için özellikle ekonomik vasıtalara dayanan uygun bir strateji gereklidir. Halbuki AB’nin yeni üyeleri katılım sürecinde farklı stratejiler 57 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi izlemiş olsalar da çoğu ekonominin tamamını liberal hale getirirken şok terapiler uygulamışlar ve en iyi ekonomik birimlerini (blue chips) ve hatta doğal kaynaklarını AB’nin hakim ülkelerine ve daha az oranda ABD’ye satmak zorunda kalmışlardır (Stiblar, 2005: 4). Reformcu, liberal veya değişimci olmasına bakılmaksızın yeni üyelerin yöneticileri ekonomik vasıtalarını ellerinde tutamamışlar ve büyüyen AB’nin alt tabakasına doğru yol almışlardır. Başat ülkeler dışındaki diğer ülkelerin AB içinde etkin konuma gelebilmesi, ancak kendi şirketlerini yönetebilmeleri ve uluslararası alanda karar verici konumlarının etkinliği, diğer yandan bazı AB kurumlarını kendi ülkelerinde konuşlanması ile mümkün olabilir (Stiblar, 2005: 22-23). Ülkenin iç kuvvetleri ülke dışında da etkin olacak güce sahip olmalıdır. Ülkenin karar vericileri, kurumsal yetkilileri ve özel yapısı (şirketler, bankalar vb.) ülkenin kendi stratejileri ve hedefleri konusunda iş birliği yapmalıdır. Bu stratejiler küreselleşme ve bölgeselleşme süreci içerisinde ülkeyi merkez ülkeler konumuna taşımalı ve daimi vatandaşlarının diğer üye ülke vatandaşları ile eşit refah ve haklara sahip olmasını hedeflemelidir. Bunu sağlamanın en temel vasıtası ise daha AB’ye katılım safhasında yapılacak müzakerelerde bazı egemenlik haklarının korunmasıdır. Böyle bir stratejik imkan ülkenin faaliyetleri, kararları, beyanatları ve reaksiyonları ile ilgili önemli bir vasıta yelpazesi sağlayacak ve kendi vatandaşlarına da imkanlar sunarken körü körüne AB merkezine bağımlılığı önleyecektir. Özetle söylemek gerekirse, Brüksel ve Frankfurt’tan dayatılan makro politikalara teslim olmamak, içeride kuvvetli mikro vasıtalara sahip olmayı gerektirmektedir. Bu ise, ancak güçlü bir finansal sektör, daimi vatandaşların mülkiyet haklarının korunması ve ulusal çıkarların sağlanmasında hükümet ve diğer iç yapılar arasında sıkı bir iş birliği ile mümkündür. Ekonomik kaynaklar dışında korunması gereken; ekoloji, sağlık ve sosyal koruma, bilginin dağıtımı, eğitim ve teknoloji alanında ilerleme, sanat ve kültürün gelişimi, dilin 58 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz korunması, ulusal mirasın muhafazası gibi ulusal çıkarlar için uygun bir strateji geliştirilmelidir. AB üyesi ülkeler ya kendi yarattıkları güç ve cazibe ile birlik içinde bir refah ve gelişme merkezi olarak kimlik ve egemenliklerini bir ölçüde koruyacaklar ya da diğerlerinin yarattığı cazibe tuzağı içinde devletler üstü yönetime teslim olup zamanla kimliklerini ve egemenliklerini kaybedeceklerdir. SONUÇ 21. yüzyılda uluslararası ilişkilerde güç; sert, yumuşak ve ekonomik güç şeklinde ayrışmaya yol açan gelişmeler ile evrimleşirken bu gelişimin temelinde devlet dışı aktörlerin baskın konumlarının artmasının etkili olduğu görülmektedir. Bununla beraber, bu aktörler hegemonik güçlerin askeri güç dışındaki yeni politika yöntemlerine başvurmaları ile güvenlik ortamında belirgin hale gelmektedirler. Yeni hegemonik güç paradoksunun hedefi ise hedef ülkelerin ulusal güçlerinin zayıflatılması ve güç politikası kullanamayacak şekilde güvenlik kurgularının işlemez hale getirilmesi için etki ve kontrol altına alınmasıdır. Bir ulus-devlet, ancak bir güç politikası uygulayabilirse; dostça olmayan davranışları caydırır, kendi ulusal çıkarlarını ve bağımsız iradesini koruyabilir. 21. yüzyıl hegemonik güç projeksiyonlarının hedefi ulus-devlet yapılarının yok edilmesi ve ağ stratejisi ile kontrol altında tutulmasıdır. Yürütülen örtülü metotların hedefi, ulus-devlet elindeki güç unsurlarının elinden alınması, egemenliklerin iç ve dış ağlara transferidir. Nitekim demokrasisi restore edilen, rejimi ve kimliği yeniden tanımlanarak sözde batılı ve modern dünyaya kazandırılan ülke örneği gittikçe artmaktadır. Güç politikalarının hedefi ise seçilen ülkelerin ulus-devlet yapısı ve ulusal güçleridir. Günümüz hegemonya kurgusunun temelinde, ülkelerin içeriden ve dışarıdan ağ stratejisi ile kuşatılarak ülke etki ve kontrol altına alınması, güç kullanamaz hale getirilmesi yatmaktadır. 59 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi KAYNAKÇA 1. ARI, TAYYAR. (1997), “Uluslararası İlişkiler”, ALFA Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. 2. BARNETT, THOMAS P.M. (2005), “Pentagon’un Yeni Haritası, 21 nci Yüzyılda Savaş ve Barış”, Çev Cem KÜÇÜK, 1001 Kitap Yayınları, İstanbul. 3. BARRETT, MİCHELE. (1997), “Ideology, Politics, Hegemony: from Gramsci to Laciau and Mouffe, Mapping Ideology”, Ed. Stavoj ZIZEK, Verso, London. 4. BARRY, TOM. (2004), “Toward A New Grand Strategy For U.S. Policy”, IRC Strategic Dialogue No.3. 5. BAYAT, MERT. (1982), “Milli Güç ve Devlet, Belge Yayınları”, İstanbul. 6. BAYLİS, JOHN AND SMİTH, STEVE. (2005), “The Globalization of World Politics, An Introduction to International Studies”, Oxford University Press, New York. 7. BRZEZİNSKİ, ZBİGNİEW. (2004), “Tercih”, İnkıkap Kitapevi, İstanbul. 8. BUZAN, BARRY AND WAEVER, OLE. (2003), “Regions and Powers, The Structure of International Security”, Cambridge University Press, Cambridge. 9. CHOMSKY, NOAM. (1993), “Medya Gerçeği”, (Çev. A. YILMAZ), Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul. 10. CLARCK, WESLEY. (2004), “Modern Savaşları Kazanmak”, (Çev. A. Berkeoğlu, İstanbul. 11. CLİNE, RAY S. (1980), “World Power Trends and U.S. Foreign Policy for the 1980s”, Westview Press, Boulder CO. 12. COCHRAN, MOLLLY. (1995), “Postmodernism, Ethics and International Theory”, Review of International Studies, C.21. 13. COOPER, ROBERT. (2005), “Ulus Devletin Çöküşü”, Güncel Yayıncılık, İstanbul. 14. Council on Hemispheric Affairs/Resource Center (CHA/RC). (1997), “National Endowement For Democracy”, Washington D.C. 60 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz 15. COX, ROBERT W. (1981), Social Forces, “States and World Orders: Beyond International Relations Theory”, Millenium Journal of International Studies, 10 (2), (1981). 16. COX, ROBERT. (1993), “Gramsci, Hegemony and International Relations”: An essay in method, in Stephen GILL, Ed., Gramsci, Historical Materialism and International Relations Cambridge University Press, Cambridge. 17. DE RİVERO, OSWALDO. (2003). “Kalkınma Efsanesi”, Çitlembik Yayınları, Çev.: Ömer Karakurt, İstanbul. 18. DENK, NEVZAT. (2000), “21 nci Yüzyıla Girerken Türkiye’nin Jeopolitik Durumu ve Jeostratejik Öneminin Yeniden Belirlenmesi”, H.A.K. Yayını, İstanbul. 19. DONELLY, THOMAS. (2005). “The Military We Need, Defense Requirements of the Bush Doctrine”, American Enterprise Institute, AEI Press, Washington D.C. 20. FLOURNEY, MİCHELE E. AND BRİMLEY, SHAWN W. (2006), “Strategic Planning For U.S. National Security: A National Solarium For The 21 st Century”, Strategic Studies Institute, Washington D.C., 2006. 21. GAUDİN, JEAN-PİERRE. (1998), “Modern Governance, Yesterday And Today : Some Clarifications To Be Gained From French Goverment Policies”, International Social Science Journal, No.155. 22. GİLL, STEPHEN AND LAW, DAVİD (1988), “Global Political Economy, Perspectives, Problems and Policies”, Harvester-Whesatsheaf,-Hertfordshire. 23. HAİNE, JEAN-YVES. (2004), Union Inaugural Address, Edit. Jess Pilegard, The Politics of European Secutity, Danish Institute For International Studies, Copenhagen. 24. Harp Akademileri Komutanlığı, (2002), “Geçmişte ve 21. Yüzyılda Savaşlar, Stratejiler”, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul. 61 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi 25. HİRST, PAUL AND THOMPSON, GRAHAME. (2000), “Küreselleşme Sorgulanıyor”, Gözde Kılıç YAŞIN: Devlet Yöneten Olmaktan Çıkıyor, Cumhuriyet Strateji, (31 Ocak 2005). 26. IKENBERRY, JOHN : “American Grand Strategy in the Age of Terror”, Survival, Vol.: 43, Issue: 4, (Febuary 4 th, 2001), p. 19-34. 27. Institution For Strategic Studies (ISS). (1997), Strategic Assesment, 1997, INSS Publications, Washington D.C. 28. JABLONSKY, DAVİD. (2006), “Why is the Strategy Difficult?”, (Edt. B. Bartholomees Jr.), U.S. Army War College, Washington D.C. 29. KAPLAN, MORTON. (1968), “New Approaches to International Relations”, St. MaMartin’s Pres, New York. 30. KEHAONE, ROBERT O. (1991), “The United States and the Postwar Order: Empire or Hegemony?”, International Peace Research Institute, Journal of Peace Research, Vol. 28, No. 4, Oslo. 31. KEYMAN, E. FUAT. (2000), “Küreselleşme, Devlet, Kimilk/Farklılık: Uluslararası İlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek”, Alfa Yayınevi, İstanbul. 32. KRAUTHAMMER, CHARLES. (1992), “The Unipolar Moment, in Rethinkig America’Security”, Allison and Treverton, New York. 33. LEVENT, UFUK. (1997), “21 nci Yüzyılın Eşiğinde Türkiye”, H.A.K. Yayınları, İstanbul. 34. MELİA, THOMAS O. (2005), “The Democracy Bureaucracy, Infrastructure of Amerikan Democracy Promotion”, Georgetown University. 35. MORALI, TURAN. (2003), Genkur. Bşk.lığı Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyum Bildirileri, Genkur. As. Tarih ve Stratejik Etüt Bşk.lığı Ankara. 36. National Intelligence Council (NIC). (2004), Mapping the Glolbal Future, Government Printing Office, Washington D.C. 37. NOYA, JAVİER. (2005), “The Symbolic Power of Nations” Real Instituto Elcano, Working Paper (WP) 35/2005. 62 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz 38. NYE, JOSEPH S.JR. (2003), Amerikan Gücünün Paradoksu, (Çev.: Gürol KOCA), Literatür Yayınları, İstanbul. 39. NYE, JOSEPH S. (2004), “Soft Power and American Foreign Policy”, Political Science Quarterly; 119, Research Library Core. 40. NYE, JOSEPH S. (2005), Yumuşak Güç, (Çev.: R. Aydın), Elips Kitapları, İstanbul. 41. NYE, JOSEPH S. (6 Eylül 2006), “Daha Çok Yumuşak Güce Başvurmalıyız”, The DailyStar, (Çev. Radikal Gazetesi, 08 Eylül 2006). 42. ODOM, WİLLİAM E. (2002), “Modernizing Intelligence: Structure and Change for the 21 st Century”, National Institute for Public Policy, VA. 43. Office of Director of National Intelligence, (2007). DNI Handbook, Office of DNI ODNI), Washington D.C. 44. ÖNGÜN, ÇETİN. (2007), “Amerikan Gücüne Tarihsel Bir Yaklaşım”, Asil Yayın Dağıtım, Ankara. 45. ÖYMEN, ONUR. (2003), “Ulusal Çıkarlar, Küreselleşme Çağında UlusDevleti Korumak”, Remzi Kitabevi, İstanbul. 46. ÖZKUL, HALİD. (2001), “Gizli Ordular-CIA”, Sorun Yayınları, İstanbul. 47. ÖZTÜRK, OSMAN METİN. (2007), “Amerika Çökerken”, Fark Yayınları, Ankara. 48. REHN, OLLİ. (2007), “Avrupa’nın Gelecek Sınırları”, Çev. O. Şen, H.Kaya, 1001 Kitap Yayınları, İstanbul. 49. RUGMAN, ALAN. (2004), “Globalleşmenin Sonu”, MediaCat Kitapları, İstanbul. 50. Saferworld-International Alert. (2005), Developing an EU Strategy to Address Fragile States: Priorities for the UK Presidency of the EU in 2005, London. 51. SARKESİAN, SAM C. (1995), U.S. National Security: Policy Makers, Processes, and Politics, Sec.Ed., Lynne Rienner Publishes, Colorado. 63 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi 52. SNİDAL, DUNCAN. (1986), “The Limits of Hegemonic Stability Theory”, MIT Press, International Organization, Cooperation and Conflict, XXI, Vol.: 39. 52. STİBLAR, FRANJO. (2005), “Preservation of National Identity and Interests in the Enlarged EU”, Center for European Integration Studies, Discussion Paper C146, Bonn. 53. STRANGE, SUSAN. (1987), “The Persisting Myth of Lost Hegemony”, International Organisation, C.41, No.4. 54. TALU, UMUR. (31 Ocak 2001), “Yeni Lejyonerler (2)”, Milliyet Gazetesi. 55. TEZKAN, YILMAZ. (2005), Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul. 56. TRAYNOR, IAN. (10 th Dec, 2003). “The Privatization of War”, The Guardian. 57. UZGEL, İLHAN. (2003), “Hegemon Güç Kutusu”, (Ed. Baskın Oran), Türk Dış Politikası, Cilt I, İletişim Yayınları, İstanbul. 58. VOLGY, THOMAS J. – KANTHAK, KRİSTİN – FRAİZER, DERRİCK – INGERSOLL, ROBERT S. (2005), “Resistance to Hegemony within the Core”, Matthew B. Ridgway Center for International Security Studies, University of Pitsburgh. 59. WOODWARD, BOB. (1991), “The Commanders”, Simon & Schuster, New York. 60. YEOMAN, BARRY – SCHERER, MİCHAEL – NEAVER, LOUİS: (2004), “Dirty Warriors”, Mother Jones, Vol. 29 Issue 6. 61. YILMAZ, SAİT. (1998), “Modern Orduların Yeniden Yapılanma Faaliyetleri Işığında TSK.lerinin 21 nci Yüzyıla Yönelik Konsept ve Kuvvet Yapısı Nasıl Olmalıdır?”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı : 358, Ankara. 62. YILMAZ, SAİT. (26 Mayıs 2007), “Küresel, Bölgesel ve Ulusal Düzeyde Türkiye için Yeni Bir Yaklaşım”, Cumhuriyet Strateji Dergisi Yıl :3, Sayı :152, Ankara. 64 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 27-65 Sait Yılmaz 63. YILMAZ, SAİT. (2006), “21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat”, ALFA Yayınları, İstanbul. 2. Baskı Milenyum Yayınları (2007). Web Siteleri: ABD Savunma Bakanlığı Web Sitesi: http://www.defenselink.mil/specials/unifiedcommand/ (Access: 24 Eylül 2007). DFID, (2005). Why We Need to Work More Effectively in Fragile States, http://www.dfid.gov.uk/pubs/files/fragilestatespaper.pdf Prime Minister’s Strategy Unit, UK Cabinet Office: Investing in Prevention: an International. Strategy to Manage Risks of Instability and Improve Crisis Response, (February 2005), http://www.strategy.gov.uk/output/Page5426.asp. Motherjones: www.motherjones.com/news/feature/2003/05/ma_365_01.html, (3 Mayıs 2005). NRDC (2002): Nuclear Database, Natural Resources Defense Council, www.nrdc.org/nuclear/nudb/datab.asp, (12 Eylül 2007). The Progressive Policy Institute. (2003), Progressive Internationalism: A Democratic National Security Strategy, www.ndol.org/documents/Progressive_Internationalism_1003.pdf, Ulagay, Osman.(13 Şubat 2006). 21. Yüzyılda 'Ulusal Güç' Olmanın Yolları, Milliyet Gazetesi, http://www.milliyet.com/2006/02/13/yazar/ulagay.html Wright, Robert. (3 Agu, 2004) Robert WRIGHT: U.S. and Manhood: Leadership is About Respect, not Just Fear, New York Times, in International Herald Tribune, www.iht.com/articles/532228.html. (15 Eylül 2007). 65 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 27-65 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 66-81 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TEORİK KARAR ALTERNATİFLERİ VE AKSİYON STRATEJİLERİNE MATEMATİKSEL YAKLAŞIM Gökhan Aykan∗ ÖZET Uluslararası bir sorun karşısında analizciler karar vericilere aksiyon stratejilerini önermeden önce, analitik olarak o stratejilerin avantajlarını ve dezavantajlarını ortaya koyabilirler. Karar vericiler, hazırlanmış olan karar alternatifleri arasından bir seçim yapabilecekleri gibi bunların dışında da karar verebilirler. Analizciler bir sorunu veya hipotezi analitik olarak incelediğinde, matematiksel olarak mutlak üstünlüğü olan stratejileri tespit edebilir, sınıflandırabilir ve değerlendirebilirler. Hatta bunlardan birkaç tanesini karar vericilere önerebilirler. Karar vericiler çekingenlik eğilimi eğrisinin etkisi altına girdiklerinde, seçtikleri stratejilerde politik ayarlamalar yapmaları her zaman mümkündür. Anahtar Kelimeler: Karar verici, Strateji, aksiyon, analitik, olasılık, altenatif, karar ABSTRACT Analysts should may present the advantages and disadvantages of action strategies before advising decision makers. Decision makers can either choose from a variety of already prepared altervatives or they can make a completely different decision. When analysts examine a problem or hypothesis analytically, they can identify strategies that have absolute superiority, classify and evaluate them. They can even recommend some of these strategies to decision makers. When decision makers fall under the influence of the shyness affinity curve, political adjustments in their chosen strategies can always be made. Keywords: Decision maker, strategy, action, analytic, probability, alternative, decision GİRİŞ Karar vericilere (Decision maker) bir öneri olarak sunulmak üzere, analizciler tarafından matematik bilimi (analitik istatistik, olasılık, kombinasyon vs.) kullanılarak hazırlanacak aksiyon stratejileri alternatifleri üzerinde duracağız. Matematik ∗ biliminin sosyal bilimlerde kullanılması, geçmiş çağlara (Ph.D.) (E.) Deniz Harp Okulu Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı, BÜSAM ABD ve Türk Diasporası Araştırma Masaları Uzmanı. [email protected] Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım dayanmaktadır. Sosyal Bilimlerde kullanılan matematik, uygulamalı matematik kapsamındadır (King, 2004: 72). Aksiyon stratejileri açısından matematiksel süreç, stratejilerin permütasyon şeklinde ortaya konulmasını, karar vericiye sunulacak kesin üstünlük arz eden stratejilerin hesaplanması ve değerlendirilmesini kapsar. Şüphesiz karar verici, aksiyon stratejilerinin seçilmesi aşamasından başlayarak, uygulamanın kesin sonuca ulaşmasındaki süreç boyunca politik ayarlamalar yapacaktır (Ergin, 1987: 52). Ancak analizciler tarafından kendisine sunulacak mutlak üstünlük arz eden stratejileri dikkate alması da gerekecektir. Karar vericiler, aksiyonu gerçekleştirme anı yaklaştıkça psikolojik baskı altına girerler (Şekil 1). Bu durumu, bir model şeklinde Neal E. Miller∗ incelemiştir. Miller bu modeli Yale Üniversitesi’nde geliştirmiştir (Ergin, 1987: 53). A Çekingenli k eğiliminin üstünlük C alanı Eşitlik noktası E D Yaklaşım eğiliminin üstünlük alanı B O Dikey: Yaklaşım ve çekingenlik eğilimlerinin değerleri Yatay: Aksiyonu gerçekleştirme anının uzaklığı gösterilmektedir CD: Yaklaşım eğilimi eğrisi Şekil 1. Çekingenlik ve Yaklaşım Eğilimleri Üstünlük Alanı (Ergin, 1987: 52) ∗ Yale Üniversitesi, psikolog 67 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan Şekil 2. Çekingenlik Eğilimini Üstünlük Şekil 3. Yaklaşım Eğiliminin Üstünlük Alanı Neal E. Miller’in şeklini yakından incelediğimizde, esasında üst üste bindirilmiş iki (Şekil 2, Şekil 3) eğilim olduğunu görebiliriz. Aksiyon anı yaklaştıkça, yani karar vericiler çekingenlik eğilimi üstünlük alanına girdikten sonra, beklenmeyen durumlar, öngörülmeyen krizler, dış müdahaleler, hükümetler arası kuruluşlar, baskı grupları ve diğer değişkenler nedeniyle seçtikleri stratejilerde politik ayarlamalar yapabileceklerdir. (Sönmezoğlu, 2005: 209-249), (Ergin, 1987: 52). TEORİK KARAR ALTERNATİFLERİ VE AKSİYON STRATEJİLERİNE MATEMATİKSEL YAKLAŞIM Herman CHERNOFF∗ (Chernoff, Moses, 1963, New Publisher 1987: 71)’un teorik modelinden ve ERGİN∗∗’in (Ergin, 1987: 53-60) aksiyon stratejisi ∗ Harvard üniversitesi matematikçi, ulusal bilim akademisi üyesi ∗∗ İstanbul Üniversitesi, politika stratejileri uzmanı, iktisatçı, Avrupa Parlamentosu ilk Türk parlamenteri 68 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım örneğinden faydalanarak karar alternatiflerini ve aksiyon stratejilerini bir hipotez ile inceleyelim. Hipotez: TR ve GR devletlerinin kıyıları iki binin üzerinde ada, adacık ve kayalıktan oluşan Adalar Denizi ile çevrelenmiştir. TR ve GR, savuma amaçlı bir süpernasyonel kuruluşun ortak üyesidir. Her iki devlet de süper devletin müttefiki ve diplomatik etki alanı içerisindedir. Aynı zamanda, iki devletin birbirlerine eşdeğer güce sahip olduğu düşünülmektedir. GR: Kıta sahanlığı içerisinde kaldığını iddia ettiği TR’ye yakın olan iki kayalıktan birine sınırlı sayıda özel birlik askeri çıkarma aşamasındadır. Ayrıca kıta sahanlığını 12 mil olarak genişletmek ve sualtı kaynaklarını işletmek eğilimindedir. TR : GR’nin kıta sahanlığı alanının 12 mile çıkarma düşüncesini kabul etmemekte, GR’nin anılan bölgeyi kendi egemenlik alanı içerisine sokma eğiliminde olduğunu düşünmektedir. P1 : Anılan bölgenin ele geçirilmesi, verimli su altı kaynaklarının bulunması ve işletilmesi, P2 : TR’nin engellemesi yüzünden girişimin sonuç vermemesi veya sualtı kaynaklarını aramanın sonuç vermemesini ifade etmektedir. GR’nin hayata geçirebileceği aksiyonlar: a1 Gerektiği kadar kuvvet kullanma, su altı ve üstü kaynakların işletilmesini de öngören aksiyonlar, a2 Müzakereler, mevcut menfaatlerin paylaşılması, karşılıklı ödünler vererek bir antlaşma imzalamayı hedefleyen aksiyonlar, a3 Kıta sahanlığının 12 mile çıkması ve sualtı kaynaklarının işletilmesi hedefinden vazgeçerek pasif bir tutumda bekleme politikasıdır. P1 ve P2 durumlarına göre; a1, a2 ve a3 aksiyonlarından beklenen sonucun rakamsal değeri Tablo 1 de olduğu gibidir; 69 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan Tablo 1. Aksiyonlar (Ergin, 1987: 54) a1 a2 a3 P1 0 2 5 P2 4 3 2 a1 aksiyonu tercih edilirse bölge ele geçirilir, su üstü ve altı kaynakları işletilirse, GR istediğine ulaşmış olacaktır(P1). Bu beklenen en iyi sonuçtur; her hangi bir kayba uğramadığı için kaybın rakamsal değeri 0 olarak alınmıştır. a1 aksiyonu tercih edilir, ancak P2 durumu ile karşılaşılırsa, GR boş yere harekete geçmiş olacaktır. Bu aksiyonun rakamsal değeri 4 olarak alınmıştır. GR açısından en başarısız sonuç P1 durumunda a3 politikasının uygulanmasıdır. Bu durumda kaybedilen verimli sualtı kaynaklarına artı olarak TR’nin politikası başarıya ulaşmış olacaktır; GR hesabına rakamsal değer 5’dir. a3 aksiyonu benimsendiği, ancak sualtı kaynaklarını aramanın sonuç vermemesi ve bölgenin kontrolünün TR’ye geçmesi olan P2 durumunda GR’nin politikasının zayıflığı ortaya çıktığından GR hesabına bir kayıp söz konusudur; rakamsal değeri 2’dir P1 ve P2 durumlarında a2 aksiyonunun kaybın rakamsal değerleri ise; bir taviz söz konusu olduğundan her ikisinde de, sınırlı olacaktır Analizci Tablo 1’e dayanarak ihtimallerin gerçekleşme olanağını da ortaya koymak durumundadır Analizci. Tablo 1’e göre; aksiyonların ağırlık oranları şu şekilde tespit etmiştir; Tablo 2. P ¹ ve P ² durumlarında data’ya dayanarak tespit edilen z1, z2 ve z3 sonuç olasılıkları (Ergin, 1987: 54) z1 z2 z3 P1 0.6 0.3 0.1 P2 0.2 0.3 0.5 70 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım a. Aksiyon Stratejileri Karşılaştırmalı olarak stratejiler tablosu Stanford üniversitesinde geliştirilmiştir (Ergin, 1987: 55). Permütasyon yolu ile oluşturacağımız stratejiler S= (S1,………….Sn) olarak gösterilebilir (Gırshıck, 04.12.2007: 30). Tespit edeceğimiz örneğin üç strateji; a1, a2 ve a3 permütasyon yolu ile 3 x 3 x 3 = 27 aksiyon stratejisi olarak hesaplanacaktır. Tablo 3. Aksiyon Stratejileri (Ergin, 1987: 55) S1 S2 S3 S4 S5 S6 S7 S8 S9 S10 S11 S12 S13 S14 S15 S16 S17 z1 a1 a1 a1 a1 a1 a1 a1 a1 a1 a2 a2 a2 a2 a2 a2 a2 a2 z2 a1 a1 a1 a2 a2 a2 a3 a3 a3 a1 a1 a1 a2 a2 a2 a3 a3 z3 a1 a2 a3 a1 a2 a3 a1 a2 a3 a1 a2 a3 a1 a2 a3 a1 a2 S18 S19 S20 S21 S22 S23 S24 S25 S26 S27 z1 a2 a3 a3 a3 a3 a3 a3 a3 a3 a3 z2 a3 a1 a1 a1 a2 a2 a2 a3 a3 a3 z3 a3 a1 a2 a3 a1 a2 a3 a1 a2 a3 Analizcilerin karar vericiye (decision maker) Tablo 3’te gösterilen S2 stratejisini önerdiklerini varsayalım. Mayer Girshick∗’in kayıp değerlendirmesini ( Ergin, 1987: 55) Tablo1 ve 2’ye göre yapalım. P1 durumu öngörüldüğünde karar verici a1 0 kayıplı çözümü 0.6 ihtimalle deneyecektir. Başarılı olmazsa 2 nci sıraya a1 0 kayıplı çözüme 0.3 ihtimalle deneyecektir ve 3 ncü sırada ise a2 2 kayıplı çözümü 0.1 ihtimalle deneyecektir. Girshick’e göre kayıp değerlendirmesi; ∗ Stanford Üniversitesi, matematikçi 71 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan P1’ e göre; (0.6)0+(0.3)0+(0.1)2= 0.2 P2’ e göre; (0.2)4+(0.3)4+(0.5)3=3.5 bu işlemlere göre kayıp değerlendirmesi denklemini şu şekilde gösterebiliriz; P1 hali öngörüldüğünde (0.6)aı +(0.3)aj+( 0.1)ak, 1≤ i, j, k≤ 3 P2 hali öngörüldüğünde (0.2)aı +(0.3)aj+( 0.5)ak, 1≤ i, j, k ≤ 3 Tablo 4. Stratejiler ve beklenen kayıp değerlendirmesi P1 P2 S1 0.0 4.0 S2 0.2 3.5 S3 0.5 3.0 S4 0.6 3.7 S5 0.8 3.2 S6 1.1 2.7 S7 1.5 3.4 S8 1.7 2.9 S9 2.0 2.4 S10 1.2 3.8 S11 1.4 3.3 S12 1.7 2.8 S13 1.8 3.5 P1 P2 S14 2.0 3.0 S15 2.3 2.5 S16 2.7 3.7 S17 2.9 2.7 S18 3.2 2.2 S19 3.0 3.6 S20 3.2 3.1 S21 3.5 2.6 S22 3.6 3.3 S23 3.8 2.8 S24 4.1 2.3 S25 4.5 3.0 S26 4.7 2.5 P1 P2 S27 4.5 2.0 Her bir stratejinin yukarıdaki denklemi kullanarak, P1 ve P2 durumu için kayıp değerlerini hesaplayarak (Şekil No 5) grafiğe yerleştirebiliriz. Kullanılacak grafiği Chernoff’un grafiğinden faydalanarak şu şekilde gösterebiliriz (Chernoff, Moses, 1963, New Publisher 1987: 21); 72 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım 1 P1 durumunda beklenen kayıp (L1 ) L1 -2 -1 0 1 2 P2 durumunda beklenen kayıp (L2 ) -2 L2 Şekil 4. Strateji Grafiği L2 5 S1 4 S10 S19 S2 3 S3 S25 S6 S26 S9 S18 2 S27 1 L1 0 L 0 1 2 3 4 5 Şekil 5. Stratejiler Grafiği Stratejileri P1 ve P2 durumlarına göre hesaplanan kayıp değerlerini grafiğe yerleştirdiğimizde bazı stratejilerin mutlak üstünlüğü ortaya çıkar. Üstünlük 73 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan arz eden stratejiler sol alt yanları boş olanlardır. Bu stratejilerin özelliği “P1 ve P2 durumlarından yalnız birinin beklenen kayıp tutarında veya her iki durumu da kapsayan kayıp değerlendirmesinde daha iyi sonuç göstermeleridir (Ergin, 1987: 56).” Üstünlük arz eden stratejilerin birbirlerine oranla hem avantajları hem de sakıncaları söz konusudur. Örneğin S6 stratejisinde beklenen kayıp P1 halinde 1.1 ve P2 halinde 2.7’dir. Oysaki S1 stratejisinde beklenen kayıp P1 halinde 0 ve P2 halinde 4’dür. Analizcilerin üstünlük arzeden stratejileri doğru tespit etmesi, başarıya giden yolda önemli bir aşamadır. Analizciler, karar vericilere birden fazla strateji sunabilirler. Karar vericiler, çekingenlik alanının üstünlük alanına girdiklerinde, (Şekil 1) stratejileri az çok ayarlama ihtiyacı ile karşılaştıkları görülmüştür (Ergin 1987: 57). b. Stratejiyi Seçme Kriterleri Stratejiyi seçme kriterleri, karar verici tarafından tespit edilir, analizciler tarafından anılan kriter esas alınarak hazırlanan stratejiler karar vericilere sunulur. Bu aşamada, dikkat edilmesi gereken bir konuda; gerekirse güç kullanmayı gerektiren aksiyon seçilmiş ve aksiyonlar arası geçiş yapmaya yönelik stratejiyi uygulamak amaç edinilmiş ise, ölçülü ve orantılı güç kullanmak gerekecektir. Nitekim duruma göre, birden fazla aksiyonlar arası geçişlerin olduğu, anılan stratejilerin ölçülü ve orantılı bir şekilde uygulanması, aynı zamanda pazarlığa ve yeni aksiyonlar kullanmaya açığım anlamı da taşıyacaktır. Bu durumda, karar verici, tüm elindekileri masaya sürmemiş olacaktır. Çünkü tüm elindekileri masaya sürer de kaybederse, artık pazarlık veya yeni bir strateji uygulamaya fırsatı kalmayabilecektir. Analitik düşünce ışığında, analizcilerin değerlendirmelerinde esas tuttukları stratejiyi karar vericiye sunulmak üzere seçme kriterlerini şu şekilde sınıflandırabiliriz. 74 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım 5 4 S1 S10 S19 S2 3 S3 S25 S6 S26 S9 S18 2 S27 ¼ L1 + ¾ L2 =0 1 L1 + L2 =0 L1 = L 2 0 L1 0 1 2 3 4 5 ¼ L1 + ¾ L2 =0 L1 + L2 =0 L2 Şekil 6. Stratejiler Ve Beklenen Sonuçları 1. Minimaks Kriteri Uygulama Alanı İçinde Kalan Strateji (Ergin, 1987: 57) Özellikle iyi niyetli olmayan aktörlere karşı anlaşma zemini bulunmakta zorluk çekilen durumlarda kullanılması önerilmektedir. Tarafların birbirlerine denk güce sahip oldukları ve ağır kayıplarla sonuçlanma ihtimali olan anlaşmazlıklarda hedefleri ve riskleri azaltmak için uygulanır. Kayıplar arasındaki açıklığın asgariye indirildiği stratejilerdir. Abraham Wald tarafından karar vericilere önerilen bir kriterdir (Ergin, 1987: 57-58). 75 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan L1 = L2 koşullarına (Chernoff, Moses, 1963, New Publisher 1987: 147) göre; minimax tespit edilir. L1 ve L2’e rakamsal bir değer verdiğimizde 1=1 olarak 0 noktasından başlatılacak 45 derecelik doğrunun geçerli stratejilerle kesiştiği yer minimax kriteri karşılayacaktır. Hipotez durumuna göre en yakın strateji S9 olarak gözükmektedir. S9 P1 2.0 a1 P2 2.4 a3 Tespit edilen 0.4 a3 MiniMax 0 Şekil 7. Minimax’a en yakın strateji S9. 1. L1 . . . -3 -2 -1 0 0 45o . . . 1 2 3 -1. -2. L2 Şekil 8. L1 = L2 Minimax Kriter Hipotezde verilen duruma göre süper devletin etkisi de dikkate alındığında, karşı karşıya kalan iki devletin minimax kritere sürüklenme ihtimali yüksektir. Özellikle ayna siyaseti (Ayman, 2001: 547) olarak yorumlanan bu durum sonucunda, taraflar, riskleri azaltmak için benzer aksiyonları ölçülü ve orantı olarak uygulayacaklardır. TR, GR’nin asker çıkardığı kayalığın karşısındaki 76 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım kayalığa benzer bir güç getirecek, daha sonra, her iki taraf da karşılıklı paylaşımı sağlayan bir antlaşma yapmadan geri çekileceklerdir. 2. Kayıp Değerlerin Toplamının En Küçüğü Olan Strateji R. Dunca Luce ve Howard Raiffa tarafından karar vericilere önerilen bir stratejidir. Bu stratejiye göre P1 ve P2 eşit derecede gerçekleşme ihtimali vardır, L1 + L2 = 0 olarak gösterilen bu duruma göre iki durumun kayıp değerlerinin toplamı en küçük değer taşıdığı çözümdür (Ergin, 1987: 58). S3 P1 0.5 a1 P2 3.0 a1 Toplam 3.5 a3 Şekil 9. Kayıp değerlerinin toplamı en küçük değer taşıdığı çözüm Kayıpların ortalamasını düşürmek istenen durumda uygulanan stratejidir. L1 ve L2’ e rakamsal bir değer verdiğimizde (+1) + (-1) = 0 (Şekil 6) çizilen doğruyu yukarı kaydırdığımızda en yakın strateji S3 olduğu görülür (Şekil 10) 1 0 L1 -2 -1 0 1 2 3 -1 L2 L1 + L2 =0 Şekil 10. L1 + L2 =0 77 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan 3. Psiko-Politik Nedenlerle Farklı Ön Yargıları Değerlendiren Strateji Psikolojik ve politik nedenlerin çok sık yaşandığı adeta bir soğuk savaş stratejisidir. Karmaşık bir yapı içerisinde P1 ve P2 durumu için ince ayarlamalar gerektiren stratejidir. R. Duncan Luce ve Howard Raiffa’nın karar vericilere önerdikleri stratejidir (Ergin, 1987: 57). Soğuk Savaş gibi birden fazla politik aksiyonun uygulandığı süreçte güç odaklarının uyguladıkları bir stratejidir. Örneğin karar vericiler P1 için ¼, P2 için ¾ tercihle çözüm aramak kararını vermişlerdir. ¼ L1 + ¾ L2=0 koşullarında kayıpları düşürmeye çalışacaklardır. L1 =3 olarak kabul edersek 1/4 .3+3/4. L2 =0 3/4 +3x/4 =0 3X/4= -3/4 3X=-3 X= -1 L2 = -1 dir. 1 L1 -2 -1 0 0 1 2 3 -1 ¼ L1 + ¾ L2 =0 L2 Şekil 11. ¼ L1 + ¾ L2 =0 Çizilen doğruyu (Şekil 11) yukarı kaydırdığımızda en yakın strateji S6 olduğu görülür (Şekil 6) 78 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım Tablo 7. S6 Stratejisi Kayıp Değerlendirmesi S6 P1 0.5 a1 P2 3.0 a2 a3 4. Tek Aksiyonlu Stratejiler Analizciler mevcut durumu uygun görürlerse, tek aksiyonlu stratejiyi de seçebilirler. Bu durumda tek aksiyonlu stratejiler incelenir. Örneğin; S1, S11, S27. Tablo 8. Tek Aksiyonlu Stratejiler S1 a1 a1 a1 P1 P2 0.0 4.0 S14 a2 a2 a2 P1 P2 2.0 3.0 S27 a3 a3 a3 P1 P2 4.5 2.0 Beklenen en iyi sonuca ulaşmayı hedeflemiş tek aksiyonlu strateji S1 dir. S1 stratejisi güç odağının kullanmayı tercih ettiği hedefe süratli bir şekilde ulaştıran ve ciddi bir kaybı da göze alan stratejidir. Gerçek güce dayanmayan S1 stratejisi politikaları ise zincirleme blöf niteliğindedir (Ergin, 1987: 59). SONUÇ Sadece davranışsal olarak değil, aynı zamanda analitik düşünce doğrultusunda teorik karar alternatifleri ve aksiyon stratejilerini incelediğimizde, bazı stratejiler diğerlerine oranla üstünlük arz etmektedirler. Üstünlük arz eden stratejiler, analizciler tarafından mevcut duruma göre tespit edilip karar vericilere seçmesi için sunulabilir. Karar vericiler ise, çekingenlik eğiliminin üstünlük alanına girdiklerinde gelişen yeni durumlara göre, uyguladıkları stratejilerde ölçülü ve orantılı bir şekilde ayarlamalar/düzenlemeler yapmak 79 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Gökhan Aykan durumunda kalabileceklerdir. Karar vericilerin amacı, riskleri azaltmak ve ağır kayıplarla sonuçlanma ihtimali yüksek aksiyonları önlemek olabilir. Minimaks Stratejinin, iyi niyetli olduğu şüpheli olan süper gücün diplomatik etki alanı içinde bulunan ve eşdeğer bir güce sahip aktörlerin anlaşma zemini bulmakta zorlandıkları sorunların çözümünde kullanılması önerilmektedir. Aynı zamanda, minimax kriteri, kısa sürede sorunlara çözüm bulmak ihtimali düşük olan durumlarda ve ortaya çıkan krizler karşısında riski azaltmak amacıyla da uygulanabilir. Karar vericiler, kötümser ve ihtiyatlı bir yaklaşım olan minimax stratejiyi (S9) tercih ederek, kalıcı bir çözüme ulaşamayacaklardır. Ancak, kriz anı gerginliklerini dindirmiş ve yeni bir sayfa açmış olacaklardır. Psikolojik ve politik nedenlerin yoğun yaşandığı dönemlerde, örneğin soğuk savaş dönemlerinde, güç odaklarının uyguladıkları stratejiler, örneğin S6 stratejisi, gerektiğinde aksiyonlar arası hızlı geçişi hedefleyen aksiyonlar arası geçişlerde ölçü ve orantının diğer aksiyonun uygulanabilir olması için önemli olduğu stratejilerdir. Anılan strateji uygulanırken yeni psikolojik ve politik şartlara göre aksiyonlar arası ince ayarlamalar yapmak gerekecektir. Tek aksiyonlu örneğin S1 stratejisi, genellikle güç odaklarının tercih ettiği, hedefe süratle ulaşmaya yönelen stratejidir. Karşı tarafın çözümü geciktirecek davranışlara yönelmemesi de bu şekilde engellenmiş olacaktır. Ancak, güç odakları veya güç odakları dışındaki aktörler tarafından uygulanmadan önce, varsa kaybedilmiş değerler ile kaybedilme ihtimali olan değerlerin muhasebesi iyi yapılmalıdır. S1 stratejisinin muhasebesi iyi yapılmadan uygulanması durumunda, ağır kayıplar ve risklerle karşılaşmak ihtimali yüksek olacaktır. Nitekim karar vericiler tarafından uzun dönemli istikrar sağlayabilecek ve gerginlikleri işbirliğine dönüştürebilecek bir tutumu, günün avantajlarına tercih etmek imkan dahilindedir. Mağlup edilen düşmanın bir dost ve müttefik durumuna dönüştürülmesi bir örnek teşkil edebilir. Bu örneklerin çeşitli 80 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 66-81 Teorik Karar Alternatifleri Ve Aksiyon Stratejilerine Matematiksel Yaklaşım aktörlerin uluslararası ilişkileri dikkate alınarak daha da geliştirilebilmesi ve analitik olarak ortaya konulabilmesi mümkün görülmektedir. KAYNAKÇA 1. CHERNOFF Herman, MOSES E. Lincoln: Elementary Decision Theory, Printed USA, NewYork, 1963,(New Publisher 1987) 2. ERGİN Feridun, Uluslararası Politika Stratejileri, Güryay Matbaası, (İstanbul, 1987) 3. SÖNMEZOĞLU Faruk, Uluslararası Politika ve Dış politika Analizi, Filiz yayını, (İstanbul, 2005) 4. KING Jerry P., Matematik Sanatı, TÜBİTAK Yayınları, Çev. Nermin ARIK, (Ankara, 2004) 5. SULLIVAN R. Gordon, HARPER V. Michael, Umut Bir Yöntem Olamaz, BH yayını, (İstanbul, 1998) Elektronik Kitaplar: 1. GIRSHICK Meyer, BLACKWELL Abraham David, Theory of Games and Statistical Decisions http://books.google.com/books?id=1F2B8ap4wwC&pg=PP1&dq=Girshick+ Theory+of+games+and+statistical+decisions&hl=tr&sig=s3VTEvehvUr_Se8 1kZRQItjl9p4#PPP1,M1 (04.12.2007) Makale 1. S. Güldan AYMAN, “Türk-Yunan İlişkilerinde Güç ve Tehdit”, Türk Dış Politika Analizi,(Derleyen; Faruk SÖNMEZOĞLU), Krd. Matbaası, İstanbul, 2001 81 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 66-81 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 82-93 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRKİYE, NATO ve AGSP Mireille Sadége ∗ ÖZET NATO üyesi ve ABD’nin sadık müttefiki Türkiye aynı zamanda Avrupa’nın güvenliğinin vazgeçilmez bir aktörüdür. Türkiye Batı’ya bağlanma konusunda yüzyıllık iradesi kendisini bir yandan ABD ile stratejik ortaklığa ve diğer taraftan Avrupa Birliği üyelik kavşağına getirmiştir. Türkiye günümüzde bu iki savunma kutbuyla eşit mesafede bulunmaktadır. Bu konum Türkiye için avantajlı olabilir çünkü Türkiye diğer ülkelerle güç ilişkilerinde ağırlığını artırmaya olanak sağlayabilecektir. Bu seçenek hangi koşulda öngörülebilir? Türk Hükümeti’nin 2003 yılından beri giriştiği şey bu mudur? Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği bu oyuna girmeye hazır mı? İlk bölümde, bir taraftan Türkiye ve NATO arasındaki ilişkiler çerçevesini diğer taraftan Türkiye ve Avrupa Birliği arasında AGSP çerçevesinde özellikle güvenlik ve savunma politikasını inceleyeceğiz. İkinci bölümde, Türkiye için bu iki kutbun her biriyle yapılan bir yakınlaşmanın avantaj olduğu kadar taviz bakımından ne içerdiği konusunda kıyaslamalı bir inceleme yapacağız. Anahtar Kelimeler: NATO - AGSP - AB - Avrupa savunma politikasi - Savunma Dis politika - Soguk savas - Güvenlik - Atlantik Paktı – ABD – ABSTRACT Besides being a NATO member and a loyal ally of the USA, Turkey is also an indispensable to Europe’s security. Turkey’s century old desire and will to become a part of the West has led it to develop strategic partnership ties with the USA and increased its determination to become a member of European Union. Today, Turkey occupies a ground of equal distance vis-a-vis these two defense poles. This position can be advantageous for Turkey because it may have enable Turkey to increase its weight in power relations with the other countries. Under which conditions can this choice be assumed? Has the Turkish Government been trying to realize this policy since 2003? Are United States of America and European Union ready to enter this game ? In the first section, we will examine the framework of relations between Turkey and NATO and security and defense policy relations between Turkey and European Union in the framework of AGSP. In the second section, we will examine the advantages and disadvantages that may emerge if Turkey develops closer relationships with one or the other of the two poles. Key Words: NATO, ESDP, EU, Security, USA. ∗ Dr., Sarbonne Nouvelle Paris III Üniversitesi, Aujourd’hui La Turquie Gazetesi Yazı işleri Müdürü, [email protected] Türkiye, NATO ve AGSP GİRİŞ Türkiye pek çok kez dış politikasının gerçekleri ile yüzleşmek durumunda kaldı. Bu gerçek onun bir yandan Avrupa’ya ait olma konusundaki şiddetli arzusu yanında temel ikili ilişkilerinin Avrupa ile değil Amerika ile daha yakın olmasıdır. Irak Savaşı sebebiyle 2003 yılından bu yana Birleşik Devletlerle arasının biraz açılmış olması ve Avrupa Birliği ile üyelik görüşmelerine girmiş olması dolayısıyla – ki bu süreç uzun ve zor gözüküyor, Batı ile ilişkileri istikrarlı olmaktan uzaktır. Türkiye, stratejik ortaklık çerçevesinde bir yere kavuşmak için bu iki batılı kutup ile ilişkilerinde sesinin ve kendi çıkarlarının daha fazla dikkate alınması için nasıl davranmalıdır? İlk bölümde, bir taraftan Türkiye ve NATO arasındaki ilişkiler çerçevesini diğer taraftan Türkiye ve Avrupa Birliği arasında AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası) çerçevesindeki etkileşimleri inceleyeceğiz. İkinci bölümde, Türkiye için bu iki kutbun her biriyle yapılan bir yakınlaşmanın avantaj olduğu kadar verilebilecek tavizler bakımından neler içerdiği konusunda kıyaslamalı bir inceleme yapacağız. 1. TÜRKİYE NATO VE AGSP İLİŞKİLERİ Türkiye ve NATO Türkiye, Batıya bağlı olmayı arzulamaktadır. Bu nedenle de, Şubat 1952’den itibaren NATO üyesi olmuştur. Böylelikle, Sovyet tehdidine karşı Atlantik Paktı’nın güney kanadının bekçisi olarak, Soğuk Savaş esnasında, Batının güvenliğine ve savunmasına aktif olarak katkıda bulunmuştur. Bu şekilde açılan işbirliği dönemine, Türk askeri kapasitelerinin artırılması ve modernizasyonu için ve Ankara ile Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki siyasi diyaloga derinlik kazandırılması için çabalar eşlik etmiştir (Sadege, 2005: 89). Türk yöneticiler için, NATO, Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya yarayan bir ittifaktan fazlasıydı ve Türkiye ile ABD arasındaki askeri ve ekonomik ilişkilerin biçimleneceği çerçeveyi oluşturmaktaydı. Dolayısıyla, ABD’nin 83 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93 Mireille Sadége NATO bünyesindeki yadsınamaz liderliği yüzünden, kısa sürede, NATO ile ABD eşanlamlı olarak ele alınmıştır (Sander, 1979: 83). ABD’nin tamamen takip edildiği bir dönemden ve Amerikan yanlısı koşulsuz bir politikadan sonra, özellikle 1963’teki Kıbrıs krizi esnasında olmak üzere, Türkiye, İttifakın getirdiği güçlüklerin bilincine varacaktır. Türk yöneticilerin bu bilinçlenmesi kademeli olarak gerçekleşmiştir fakat Batı bloğuna dâhil olma sorgulanmayacaktır. Türkiye için, Soğuk Savaş sonrası, her iki ülkenin çıkarları bu noktada kesiştiği için, NATO’nun, Amerikan liderliği altında güçlü bir müttefik olarak mevcudiyetini sürdürmesi gerekmektedir. Türkiye ve AGSP Soğuk Savaş’ın sona erdiği bir ortamda, bazı Avrupalı yöneticiler ve özellikle Fransızlarda, Avrupa’ya stratejik seviyede tam ve eksiksiz bir rol verme ve Avrupa ile Amerika arasındaki ilişkide reformlar yapma arzusu canlanmıştır. Ancak, Washington bu stratejik Avrupa vizyonunu iyi bir gözle görmemektedir çünkü her ne kadar çok uzun vadede olsa bile, bu, NATO’nun varlığına bile zarar verebilecektir (Vedrine, 1996: 731). Bu alanda ilk zemini Maastricht anlaşması oluşturur fakat daha yapacak pek çok şey vardır. Fakat “AB’nin potansiyel silahlı kolu BAB” veya NATO bünyesinde bir “Avrupa kutbunun” oluşturulması gibi çözümler tatmin edici bulunmaz (Quiles, 1999: 34). Dolayısıyla, Avrupalılar, Avrupa Birliği çerçevesinde siyasi ve askeri enstrümanlar geliştireceklerdir. 1998-1999’daki Kosova krizi, bir mutabakat sağlamaya ve bir Avrupa güvenlik ve savunma politikası (AGSP) geliştirebilecek siyasi iradeyi sağlamaya imkan verecektir. Aralık 1998’de Saint-Malo’da yapılan Fransaİngiltere zirvesi, AB’nin özellikle “bağımsız askeri kapasitelere” sahip olarak, uluslararası alandaki rolünü tam manasıyla oynayabilmesi için Fransızların ve İngilizlerin iradesine işaret etmektedir. Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan Avrupa Konseyi, hedefi, NATO’nun taahhüt altına girmediği zamanlarda 84 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93 Türkiye, NATO ve AGSP AB’nin, Petersberg1 olarak adlandırılan görevleri yürütmesine imkan vermek olan AGSP çerçevesinde yürürlüğe konulacak kurumlar ve operasyon imkanları üzerine bir anlaşma oluşturmuştur. AGSP’nin eylem alanı, NATO’nunkinden farklı olarak kriz yönetimi olacak ve müşterek güvenlik, Washington Anlaşmasının 5. maddesine tabi olmaya devam edecektir. Böylece, “bir organ olarak BAB, 2000 yılının sonunda görevini yerine getirmiş olacaktır” (Le Monde, 5 Haziran 1999). Amerikalıların rahatsızlıklarını ifade etmesine rağmen, 90’lı yılların sonlarına doğru AB, kendi ordusunu oluşturma çalışmalarına hız vermiş ve NATO eski genel sekreteri Javier Solana’yı, AGSP Yüksek Temsilcisi görevine atamıştır. Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan Avrupa Zirvesi, altı haftada sevk edilebilir ve bir yıllık bir özerkliğe sahip, 60.000 kişiden oluşan bir Hızlı Tepki Gücünü (Rapid Reaction Force) 2003 yılına kadar oluşturma ve AGSP Yüksek Temsilcisi nezdinde Brüksel’de sürekli görev yapacak bir Politika ve Güvenlik Komitesini (PGK) oluşturma, bir askeri komite ve BAB’ınkinden geniş ölçüde katkı alacak bir genel kurmay oluşturma hedefini tanımlamıştı (Allain, 2002: 119). Türkiye, AB’ne yakınlaşmak istemektedir ve savunma, hem en az itirazla karşılaşacağı, hem de gereksinimlerine en fazla cevap verebilecek alan olarak gözükmektedir. Bu çerçevede, Aralık 1991’de, AB üyesi olmayan diğer NATO ülkeleri gibi, Batı Avrupa Birliğine (BAB) katılmaya davet edilmişti. Maastricht Anlaşması çerçevesinde önerilmiş bu ortaklık, 6 Mart 1995’te gerçekleşti. Bu şekilde, Türkler, daha özel biçimde Avrupalı olacak bir savunma anlayışının geliştirilmesine yakından katılmış olacaktı. Yalnızca NATO üyesi olarak ve AB üyesi değilken, Avrupa savunmasındaki bu özel yerin Türkiye için ortaya koyacağı problemleri birlikte göreceğiz. 1 Petersberg olarak adlandırılan görevler, insani görevler, kriz yönetimi görevleri ve barışın sürdürülmesi görevleridir. 85 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93 Mireille Sadége Ankara ile AB arasındaki ilişkiler hassas gözükmektedir, fakat Avrupa savunması konu olduğunda, Türkiye’nin jeopolitik önemini kimse tartışmamakta ve herkes bu gerçeği kabul etmektedir. Türkiye, siyasal ve stratejik alanlarda bir katılımı, hatta bir işbirliğini arzulamakta ve basit bir noktasal konsültasyon mekanizması ile yetinmeyi reddetmektedir. Avrupa savunmasına etkileyici bir katkı ile dahil olmak isteyen Türkiye, Avrupalılara kendi önemini vurgulamak istemektedir. Öte yandan her ne kadar, dış politikasının temelini, ABD ile olan ilişkileri oluştursa da, Türkiye, artık uluslararası arenada özerk bir stratejik oyuncu olmayı arzulamaktadır. 2003’teki Irak harekatından beri ABD ile biraz mesafeli olan ve AB’ne tam üye olmak için müzakereler sürecine –ki bu sürecin uzun ve zor olması beklenmektedir– başlamış olan Türkiye, halen, bu her iki savunma kutbuna eşit mesafede bulunmaktadır. Bu konum, Türkiye için avantajlı olabilir çünkü diğer ülkelerle olan güç dengelerinde ağırlığını artırmasına imkan verme ihtimali bulunmaktadır. 2. TÜRKİYE’NİN NATO VE AGSP İLE İLİŞKİLERİ Türkiye ve NATO İlişkilerinin Perspektifi NATO, bugün, Türkiye’yi Batıya bağlayan tek fiili bağı ve Batı güvenlik ve savunma politikalarının tanımlanmasına katılımı için tek imkanı oluşturmaktadır. NATO Anlaşmasının 5. maddesi, saldırıya uğrayan üye Devlet için müşterek bir destek garantisi sağlamaktadır. Böylece, Türkiye’ye düşman Devletler için ABD gibi müttefiklerden gelecek mukabelelerin garantisi, güçlü bir caydırıcı unsurdur ve Türkiye’nin topraklarının güvenliği için olmazsa olmaz bir korumadır. Ancak, Türk yöneticiler, bunlarla çatışma halinde ittifakın onları yeterince desteklememesinden ve 1963’te olduğu gibi kendi çıkarlarını Türkiye’ninkilerin önüne çıkarmalarından endişe etmektedirler. 86 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93 Türkiye, NATO ve AGSP 11 Eylül, bu alanda özellikle bir dönüm noktası olmuş ve Türkiye için özellikle ABD nezdinde ilginin artmasına neden olmuştur. Terörizme karşı mücadelede Türkiye ile işbirliği, ABD önceliklerinden biri haline gelmiştir. Afganistan’daki savaş, Türkiye’nin koalisyon güçleri bünyesinde önemli bir rol oynamasına imkan vermiş ve Türkiye, bir taraftan, uluslararası güvenlik güçlerinin başında İngiltere’nin yerini alırken, diğer taraftan, Kabil’de barışın sürdürülmesi için bir operasyon çerçevesinde birlikler sağlamıştır. Bununla beraber Irak, ABD’nin Türkiye’ye karşı olan ilgisinin başlıca nedeni olmayı sürdürmektedir. Türkiye, 1 Mart 2003’te, ABD’ye ümit ettiği askeri desteği sağlamayacağını göstermiş ve böylelikle Washington’u hazırlıksız yakalamıştır. Gerçekten de, Türkiye, o ana kadar “sağlam müttefik” konumunu seçmişti ve bu konum sayesinde ABD’ye yakınlaşıyordu ve dolayısıyla NATO’nun kendisi üzerindeki etkisini artırıyordu. Fakat Mart 2003’ten beri, her iki tarafta da, güvenlik alanındaki görüş ve çıkar farklılıklarının mevcut olması dolayısıyla bir bilinçlenme görülmekte ve Türk yöneticiler, en önemli müttefiklerine karşı bir özerkleşme iradesi sergilemekteler (Parmentier, 1995 :131). İki Devlet arasındaki başlıca uzlaşmazlık noktası, Kuzey Irak’ta yaşayan Kürt toplulukları sorunu ile ilgili olarak karşıt ulusal çıkarların mevcut olmasıdır. Bu bölgede istikrarın kaybolması ve istikrarsızlığın kendi topraklarının güneydoğusuna bulaşarak kendi iç güvenliğini tehlikeye sokması konusundaki Türkiye’nin kaygısı, iki ülke arasındaki anlaşmazlığın başlıca çıkış noktasını oluşturuyor. ABD, çatışmalar sonrası yönetim konusunda ve ülkenin kuzeyinde aktif olan Iraklı PKK topluluklarının kontrolü konusunda güçlükler yaşıyor. Türkiye ise bunların yok edilmesini istiyor ve bu hususlar, aslında hiçbir zaman olmadığı kadar yoğun olan Türk-Amerikan ilişkilerini bozmaya devam ediyor. Ancak, Türk-Amerikan ilişkilerinin halen içinde bulunduğu kriz, uzun vadede Türkiye için yararlı olabilir. Gerçekten de, ABD, tek yanlı askeri ve stratejik 87 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93 Mireille Sadége eyleminin sınırlarının bilincine kısa süre önce vardı. Hedeflediği güvenlik hedeflerini etkin bir şekilde sürdürebilmek için çok yönlülüğe başvurulması gerekli olduğunu öğrendi. Dolayısıyla, Washington tarafından tayin edilmiş düşmanlara karşı mücadeleye katılmaya müttefiklerini ikna etmek üzere bir tavır değişikliği içine girmeleri beklenmektedir. Bunun için, ABD’nin, Türkiye’nin spesifik çıkarlarını göz önüne almayı öğrenmesi gereklidir. Ulusal güvenlik ve savunma hedeflerinin sürdürülmesi alanındaki destek, karşılıklı hale gelmelidir. Mart 2003’e kadar, Türkiye, karşılık almaksızın, ABD’nin kontrolü altında sürdürülen bütün operasyonlara koşulsuz destek verdi. Örnek olarak, Türkiye’nin birinci Körfez Savaşı esnasındaki tavrı gösterilebilir. Türkiye’nin burada oynadığı çok önemli rol yadsınamaz. Irak’a uygulanan ambargo ile ilgili eylemi, Türkiye için çok önemli ticari fedakarlıklara mal oldu. Bu nedenle, Türkiye, Batıya vermiş olduğunu düşündüğü hizmetler için artık ödüllendirilmeye başlanmasını istiyor. Bazı jestler yapmış olduğunu düşünüyor ve bunlara karşı bir kadirşinaslık görmek istiyor (Billion, 1995: 134). Bu durum insan gücü ve silah olarak Atlantik Paktına katkı payı için de söz konudur. NATO bünyesinde ABD’den sonra ikinci büyük askeri güç olan Türkiye’nin savunma alanındaki harcamaları, diğer üye Devletler tarafından sağlanan katkıya göre orantılı olarak yüksektir. Bu onu, İttifakın başlıca mali katkı sağlayıcılarından biri ve önem sırasıyla ikinci asker, silah ve askeri altyapı tedarikçisi yapıyor. Öyle gözüküyor ki, Türkiye, Atlantik Paktının üstlendiği görevlerin yürürlüğe konulmasındaki önemli katkısının, organizasyon bünyesinde daha büyük bir etkiye sahip olmasını ve kendi stratejik çıkarlarının daha iyi göz önüne alınmasını beraberinde getirmesi gerektiğini düşünüyor. Böylece, 2003’ten beri Türkiye, ABD karşısında gücünü tartıyor. 88 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93 Türkiye, NATO ve AGSP Söz konusu olan, ABD ile olan ilişkilerinin ve NATO bünyesindeki konumunun birbirinden ayrılmasıdır. Bu yaklaşıma yardımcı olabilmesi ve Washington’dan gelebilecek büyük bir diplomatik baskıdan kaçınabilmek için, Ankara, on yıldan fazla bir süreden beri Atlantik Paktının yapısının üzerine çıkmadan buna oranla bağımsız entegre bir savunma kutbu oluşturmaya çalışan Avrupalı müttefiklerine yakınlaşabilir. Böylece Türkiye, AB üyeleriyle bir ortak iradede buluşuyor: şu anki Atlantik ötesi ilişkilerin etkin ve adil bir ortaklığa dönüşmesi. AGSP ve Türkiye İlişkilerinin Perspektifi Avrupalılar ve özellikle Fransa için, özerk bir Avrupa savunmasının yürürlüğe konması için tek olası çözüm, AB bünyesinde bir Avrupa askeri kapasitesinin yürürlüğe konmasında yatıyordu (Buffotot, 2005: 23). 12 Aralık 2003’te Brüksel’de yapılan Avrupa Konseyi, “Avrupa güvenlik stratejisini” kabul etti. Böylece, tamamlayıcı üç eylem seviyesi belirleniyordu ama aynı güvenlik beklentilerine cevap vermiyordu. NATO, müşterek bir savunmayı sağlamakla yükümlü oluyorken AGSP, askeri operasyonlara başvurulmasına kadar gidebilen, diplomatik enstrümanlar, barışçı düzenlemeler ve komşu toprakların güvenli kılınması yoluyla, önleyici olarak, Devletlerin kendi güvenliklerini sağlamasını hedefliyordu. “Berlin Artı” anlaşmaları tarafından oluşturulan üçüncü opsiyon, AB tarafından yürütülen operasyonlarda NATO’nun lojistik desteğiyle örtüşmekte idi. Bu anlaşmalar, kriz yönetimi alanında NATO-AB arasındaki stratejik ortaklığın yer aldığı çerçeveyi tespit etmektedir. 31 Mart 2003’ten başlayarak, Concordia ve Proxima operasyonları çerçevesinde, AB, İttifakın ve özellikle Türkiye’nin desteğinden yararlanarak (ki bu işbirliği, Berlin Artı anlaşmaları çerçevesinde yer almakta) NATO güçlerinden nöbeti devralıyor ve Eski Makedonya Yugoslav Cumhuriyetinin istikrara kavuşması için eyleme geçiyordu (Foster, 2005: 213). EUFOR-Althéa operasyonu çerçevesinde Bosna Hersek’te AB güçleri tarafından 7 Aralık 2004’ten başlayarak yürütülen operasyona Türkiye de katılıyor ve böylece, 89 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93 Mireille Sadége NATO tarafından yürütülen operasyonların devamı sağlanıyordu. Bu operasyon çerçevesinde Türkiye’nin katılımı, AB üyesi olmayan ülkeler arasından en önemli katılımı temsil etmekteydi. AB’nin, müşterek güvenlik ve savunma politikasının inşa sürecinde aşması gereken bir sonraki etap, 17 ve 18 Haziran 2004 tarihinde Brüksel’de toplanan Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmiş, Avrupa için Anayasa Anlaşması projesinin kabul edilmesi idi. Anayasa Anlaşması, AGSP’nin NATO’ya karşı rakip olarak değil de tamamlayıcı olarak geliştirilmesi gerektiğini ileri sürüyor fakat bununla birlikte, AB Devletlerinin, NATO’nun eylemine oranla özerkleşme iradelerini de reddetmiyordu. Türkiye’nin, AGSP’nin gelişmesi için yaptığı işbirliği ve müşterek NATO ve AB kontrolü altında yürütülen operasyonlara katılımı, 25’ler ve Türkiye arasındaki askeri ve savunma ortaklığının geleceğini olumlu olarak öngörmeye imkan vermektedir. Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nden beri AGSP’nin en çok tartışılan yönlerinden biri, Türkiye’nin de dahil olduğu, AB üyesi olmayan Avrupalı Müttefiklerin, bu politikada nasıl bir statüde görüleceğidir. Türkiye, daha derinlemesine “tartışma ve karar sürecine” bütün yönleriyle ortak olmak istemektedir. Gerçekte, Türk hükümeti, AGSP’nin, AB tarafından, NATO’nunkine paralel ve rakip bir yapı çerçevesinde yürürlüğe konduğunu ve NATO’nun, Avrupa’nın savunması ve güvenliği alanındaki temel rolünü tehlikeye soktuğunu düşünmektedir. Ayrıca Türkler, kendilerinin görüşü sorulmadan AB’nin NATO’nun imkanlarını kullanmasını kabul edilemez bir durum olarak görmektedirler. Özetle, Türkiye, AB’nin, İttifakın planlama kapasitelerine garanti edilmiş erişiminden endişe duymaktadır. Türkiye ve AB arasında blokaj yaratan ve bugün hala süren olgu, Türkiye’nin AB’nin, NATO’nun planlamasına, bilgilerine ve lojistik kapasitelerine erişimine imkan tanımaya her durumda onay vermeye gönüllü olmamasıdır. Böylece Türkiye’nin AB ülkeleri ile bir bilek güreşi başlatmış olduğunu gözlemliyoruz. Ankara, Türkiye’ye AGSP çerçevesinde sürekli bir yer 90 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93 Türkiye, NATO ve AGSP tanınmadığı sürece AB’nin talebine cevap vermeyi reddediyor. Dolayısıyla Türkiye, AB güvenlik siyasi komitesi bünyesinde kendisine yer verilmesini, ya da AGSP çerçevesinde yürütülen operasyonlar dahilinde verdiği hizmetlerin göz önüne alınarak AB üyesi Devletler tarafından kendisine karşı uygulanan katılım kurallarının yumuşatılmasını ya da, AB’ye katılım sürecinde Avrupalı Devletlerin bir desteğini talep ediyor. İster NATO, ister AB kontrolü altında yürütülen operasyonlar çerçevesinde olsun, Türkiye, genel eylemlere payına düşenden fazlasıyla katılıyor fakat karar alma mekanizmaları seviyesinde ikinci plana itiliyor. Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak katılması, AB’ye çok sayıda avantaj sağlayacaktır. Türkiye, bugüne kadar, Kongo Demokratik Cumhuriyetinde yapılan operasyon haricinde, AB kontrolü altında yürütülen bütün görevlere katıldı. Uzun vadede, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kalitesinin boyutları, Avrupa savunma politikası için çok önemli bir artı oluşturabilir. Türkiye, ABD tarafından Irak’a karşı yürütülen koalisyona katılmayı reddederek, bir taraftan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bir kararı olmaksızın bir savaşın başlatılmasına karşı çıkan Fransız-Alman pozisyonuna bağlılığını ve diğer taraftan ABD’ye oranla bir özerklik arayışını ortaya koydu (Abramovitz, 2005: 43). Öyle görünüyor ki, Ankara ve Brüksel, yavaş yavaş Washington’un etki alanından çıkmaya ve savunma ve güvenlik politikaları seviyesinde belirli bir özerkliği geri kazanmaya çalışırken, başlıca müttefikleri ile ipleri koparmamaya da gayret ediyorlar. SONUÇ Son yıllardaki gelişmeler – ki bu gelişmeler, 3 Ekim 2005’te ucu ucuna gelen katılım müzakerelerinin açılışına kadar gitti, öyle gösteriyor ki, Ankara, öncelikli olarak, AB ile yakınlaşma kartını oynamayı seçmiştir. Bu karar, birçok neden ile açıklanabilir: Türk kamuoyu nezdinde Amerikan karşıtı belirli bir duygunun artması ve Türk diplomatik stilinin Avrupalılaşarak, askeri 91 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93 Mireille Sadége eylem yerine siyasal ve ekonomik enstrümanlara öncelik tanımaya başlaması bunlar arasında sayılabilir (Grant, 2005: 45). Tam üyelik, Türkiye’nin Batı bloğuna kalıcı olarak demir atması için en iyi yol olmakla birlikte, hem jeostratejik, hem de askeri seviyede, Türkiye ile güçlü bir ittifakın yaratacağı önemli kozu da küçümsememek gerekir. Dolayısıyla, Türkiye, bu alandaki öneminin bilincinde olarak, kendi ulusal çıkarlarını öne sürmesine imkan veren belirli bir eylem alanı bulmaktadır. Fakat bu eylem alanı oldukça sınırlı çünkü ABD ve daha da önemlisi AB, tam üyelik sürecinin başarısızlığa uğramasının Türkiye’nin Batı ile ipleri koparmasına yol açmayacağına ve Ankara’nın Washington ile ve Avrupalı Devletler ile bağlarının sona erdirilemeyecek kadar güçlü olduğuna inanıyor. KAYNAKÇA 1. ABRAMOWITZ Morton, (2005), The United States and Turkey. (ABD ve Türkiye), Allies in Need. 2. ALLAIN Jean-Claude, (2002), «L'UEO met fin officiellement à son existence», Les Cahiers Européens de la Sorbonne Nouvelle, n° 3 «De l'Europe divisée à la Grande Europe» sous la dir. élisabeth du Réau. 3. BILLION Didier, (1995), Le rôle géostratégique de la Turquie, (Türkiye’nin jeostratejik rolü), Iris. 4. BUFFOTOT Patrick, (2005), Europe des armées ou Europe désarmée ?, (Orduların Avrupası veya silahsızlanmış Avrupa mı ?), Paris, Michalon Yayınları. 5. Le Monde, 5 Haziran 1999. 6. FOSTER Anthony, (2005), Armed forces and society in Europe, (Avrupa’da silahlı kuvvetler ve toplum), New York, Palgrave Macmilla. 7. GRANT Charles, (2005), Turkey and EU foreign policy (Türkiye ve AB dış politikası), BARYSCH Katinka, EVERT Steven ve GRABBE Heather, Why 92 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,82-93 Türkiye, NATO ve AGSP Europe should embrace Turkey, (Avrupa Türkiye’yi Niçin Kucaklamalı), Londra, Avrupa Reform merkezi. 8. PARMENTIER Guillaume, (2005), La Turquie au sein de l’OTAN et ses relations avec les Etats-Unis (NATO bünyesinde Türkiye ve ABD ile olan ilişkileri) - SADÈGE Mireille, La France et la Turquie dans l’Alliance atlantique (Atlantik Paktında Fransa ve Türkiye), Les Editions CVMag, Paris. 9. SANDER Oral, (1979), Türk-Amerikan iliskileri 1947-1964, SBF Yayınları, Ankara. 10. QUILES Paule, (1999), “L’OTAN, quel avenir ?” (NATO, Hangi Gelecek ?) Bilgilendirme raporu, Ulusal Meclis, n° 1495. 11. VÉDRİNE Hubert, (1996), Les Mondes de François Mitterrand à l’Elysée 1981-1995, (1981-1995 Elysée’de François Mitterand’ın Dünyaları) Fayard. 93 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 82-93 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008, 94-138 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KÜLTÜREL EMPERYALİZMİN ÖTESİ: KÜRESELLEŞME, İLETİŞİM VE YENİ ULUSLARARASI DÜZEN Suat Sungur∗ ÖZET Günümüz dünyasının temel niteliğini yansıtan küreselleşme olgusu, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda son dönemlerde yaşanan hızlı bütünleşme ve benzeşme sürecini ifade etmektedir. Her alanda köklü bir değişimi beraberinde getiren bu süreçte ulus devletin geleneksel politika araçları giderek zayıflamakta, özellikle küreselleşmenin dinamiğini oluşturan teknolojik devrim, kurulu devlet hiyerarşileri, örgütsel yapıları, yönetim süreçleri ve hizmet sunma biçimleri üzerinde büyük baskılar oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra iletişim teknolojisindeki hızlı ilerlemelere bağlı olarak toplumların sosyal ve kültürel yapılarının da bir biçimde dönüşüme uğradıkları görülmektedir. Kitle iletişim araçlarının faaliyetlerinin küresel çapta yaygınlaşması ve dünyayı daha küçük birimlere bölen sınırların öneminin azalması ile birlikte küreselleşmeye olumluluk ya da olumsuzluk atfedilmesinin pratik bir yararı bulunmadığı görülmüştür. Bu nedenle bu çalışmada çok farklı etkenlerin iç içe geçerek giriftleştirdiği küreselleşme sürecinin çok yönlü analitik yaklaşımlarla çözümlenmesi ve taşıdığı tehdit ve olumsuzlukların bilincinde olarak, sunduğu fırsatlardan azami ölçüde yararlanılmaya çalışılması gerektiği düşüncesiyle kültürel emperyalizm iddiaları, küreselleşme, iletişim alanındaki teknolojik gelişmeler ve iletişimin küreselleşmesi irdelenmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Kültürel Emperyalizm, Küreselleşme, İletişim, Enformasyon Toplumu. ABSTRACT Globalization reflects the today’s world’s one of the basic characteristics and brings radical changes in political, social and cultural areas. By weakening political means, globalization and especially technological revolutions form very big pressure on state hierarchy, organizational structure, administration process and shape of puting forward service. Furthermore related with the taking progress of communication technology there are important changes can be seen in every society’s social and cultural structure. In fact there is no practical benefit in attributing positive or negative view on globalization. That’s why in this article we are going to try to analyze globalization with many different analytical approaches by using the terms of cultural imperialism Yrd. Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi, Radyo Televizyon Programcılığı Bölümü, [email protected] ∗ Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen assertions, globalization, the technological developments in communication area and globalization of communication. Keywords: Cultural Imperializm, Globalization, Communication, Information Society. 1.GİRİŞ: Ekonomik, politik ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle kitle iletişim araçları üzerindeki devlet denetiminin azalması, bu araçların ticari amaçlarla çok geniş alanlara ulaşmalarını kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla küresel kitle iletişiminin bir sonucu olarak da, yerel kültürlerin evrensel bir kültüre doğru dönüşüme uğramaları kaçınılmaz olmaktadır. İngilizcenin yaygınlığı ve ABD ve İngiltere’nin teknolojik üstünlüğü, yerel kültürlerin dönüşümü üzerinde AngloSakson ağırlıklı bir etkileşim yaratmaktadır. Bu etkileşim yalnız Batılı olmayan kültürlerde değil, kıta Avrupa’sında da tepki görmekte, kültür emperyalizmine neden olduğu iddiasıyla eleştirilmektedir. Son yıllarda küreselleşme üzerine yapılan ve oldukça geniş bir alana dağılan değerlendirmelerin önemli bir bölümünde, ideolojik ya da başka endişelerle bir taraf oluş ya da karşı duruş tavrı sergilenmektedir. ‘Kültürel emperyalizm’ terimi 1960’lı yıllardan bu yana neredeyse yirminci yüzyılın ikinci yarısının genel entelektüel düşüncesinin bir parçası olarak karşımıza çıkar. Bu model, modernleşme kuramıyla yüceltilen Amerikan yardım programlarına, serbest bilgi akışı politikalarına Amerikan medyasıyla eklemlenen medya endüstrilerinin egemenliğine getirilen eleştirel bir yaklaşımdır. Kültür emperyalizmi tezine göre, gelişmiş kapitalist toplumlarda üretilen ve yayılan kültürel ürünlerde, medyanın doğasında var olan ideolojik kültürel bir çerçeve kurulur ve kitle kültürü ürünleri aracılığıyla tüm dünyaya yayılır. Dolayısıyla, uluslararası iletişim, gelişmiş ülkelerin uluslararası çıkarlarına ve güçlerini arttırmalarına ve özellikle ABD’nin küresel, askeri, ekonomik, politik üstünlüğüne hizmet eden bir araç olarak görülür. Kültürel emperyalizm 1960-1970’li yıllarda geçerli olan modernleşme teorilerini hedef alması nedeniyle, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak İkinci Dünya Savaşı 95 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur öncesi kolonileri kontrol eden gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan, az gelişmiş ülkeler arasında kurulan bağlılık ilişkileri temel inceleme alanı olarak görür. Tomlinson’a (1999: 14) göre, kültürel emperyalizm, son derece karmaşık ve sorunlu olan iki sözcüğü bir araya getirir ve gayet geniş bir yelpazeye yayılan olayları kapsamaya çalışır. Mattelart (1992: 57) ise, emperyalizm sorununa ve özellikle kültürel emperyalizme ihtiyatla yaklaşır ve bu kavramı çoğu zaman olumsuz bir anlamla kullanır. Mattelart’ın dolaylı olarak belirttiği üzere sorun kısmen, ‘kültürel emperyalizm’ teriminin genel bir kavram olması ve genel hatlarıyla birbirine benzeyen olgulara atıfta bulunması nedeniyle herhangi bir tanımının bütün anlamları içermesinin mümkün olmamasıdır. Burada sorun, bu tanımın sadece kısmi olması değil, aynı zamanda empoze edilebileceğidir. Böyle bir perspektiften bakıldığında, kültürel emperyalizmin özü itibari ile alışkanlık ve değerlerin yayılması ile ilgili olduğu düşünülebilir. Fontana Modern Düşünce Sözlüğü’nünde (The Fontana Dictionary of Modern Thought) kültürel emperyalizm üzerine yazılanların pek çoğu, ekonomik uygulamalara merkezi bir rol verir. Buradan da, bu konuda esas sorunun ekonomik uygulamalar olduğu ve kültürel öğelerin, ekonomik-siyasi hakimiyetin sürdürülmesi için bir araç olduğu sonucuna varılabilir. Martin Barker’a (1989: 292) göre, ‘kültürel emperyalizm’ teriminin kesin bir tanımı yoktur. Terim, emperyalist denetim sürecinin, destekleyici özellikte kültür biçimlerinin ithal edilmesiyle takviye edilip kolaylaştırıldığı anlamda kullanılır. Tanımlardaki bu farklılık –kültürel hakimiyetin hizmetindeki ekonomik güç ya da bunun tersi- çok daha derinlerdeki entelektüel ve siyasi bölünmelere işaret eder. “Kültürel emperyalizm” terimini tartışma yaratmayacak biçimde tanımlamak için hem “kültür” hem de “emperyalizm” terimlerinin yaygınca kabul edilmiş bir tarifini yapmak gerekir. Williams, emperyalizm teriminin ortaya çıkışında özellikle iki akımdan bahseder: Bunlardan biri daha çok siyasi bir sisteme, diğeri ise ekonomik bir sisteme atıfta bulunur. Williams’a göre 96 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen terimdeki belirsizlik, bunlardan hangisinin vurgulandığına bağlıdır (siyasi sisteme olan atıf, on dokuzuncu yüzyıl İngilizcesinde sömürgecilikle ilgili olarak kullanımından doğar; ekonomik sisteme olan atıf ise yirminci yüzyıl başlarında modern kapitalizmin gelişim aşamalarının Marksist analizinden kaynaklanır). Williams’a göre, bu terim bugün Amerika’yı tanımlamak için de kullanılmaktadır. Gerçi “Amerikan emperyalizmi” sömürgeciliğin siyasi biçimi anlamını taşımayıp, esas olarak kapitalizmin ekonomik hakimiyeti ile ilgilidir. Böylece Williams şu sonuca varır ki, emperyalizmin “... temel özellikteki toplumsal ve siyasi çelişmelere atıfta bulunan diğer bütün kelimeler gibi, semantik olarak tek bir anlama indirgenebilmesi mümkün değildir. Onun önemli tarihsel ve çağdaş anlamları, başlı başına incelenmesi gereken gerçek süreçlere işaret eder” (Williams, 1985: 160). Bu durum, kültür sözcüğüne geldiğimizde, Williams’ın da uyardığı üzere daha karmaşık bir hal alır, çünkü kültür kelimesi İngiliz dilinin en karmaşık birkaç kelimesinden biridir (Williams, 1985: 160). Durumun karmaşıklığını, bu kelimeyi tanımlamak için yapılan girişimlere bakarak anlamak yerinde olacaktır. 1950’li yıllarda yapılan bir çalışmada iki antropolog, A.L. Kroeber ile Clyde Kluckholn, İngiliz ve Amerikan kaynaklarından yüz ellinin üzerinde tanım derlerler (Aktaran: Tomlinson, 1999: 16). Buna göre, bu alanda ya epey bir belirsizlik mevcuttur, ya da “kültür” o kadar geniş ve kapsamlı bir kavramdır ki, bu tanımların hepsine uymaktadır. Aslında en genel anlamıyla “kültür”, toplumun “yaşam tarzını” tanımlamakta işe yarayan bir kavramdır. Kültürün bu anlamı, kültür politikaları üzerine bir UNESCO konferansına katılan delegelerin konularını tanımlama girişimlerinde de ortaya çıkar. Söz konusu konferansta kaleme alınan rapor bazı tanımlama çabalarını kaydettikten sonra, “Diğer delegelerin gözünde kültür, bütün toplumsal yapıya nüfuz etmişti ve oynadığı rol o kadar büyük ve belirleyici idi ki, onu yaşamın kendisiyle karıştırmak işten bile değildi” diye belirtir (http://unesdoc.unesco.org, 2006). 97 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur Melez bir terim olan kültürel emperyalizmin “kültürel” kısmında tartışma konusu olan şey, bu anlamlar manzumesi ve onların getirdiği iddiadır. Çünkü burada önümüze çıkan terim, sadece bir akademik disiplinde teknik olarak kullanılan bir terim olmayıp çeşitli söylemlerde de karşımıza çıkmaktadır. Bu söylemlerde kullanım biçimleri birbiriyle çakışmaktadır ve bu çalışmanın amacı da kullanımdaki nüansların altında yatan derin anlamları kavramak ve anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktır. Modernliğin radikalleştiği ve küreselleştiğine dair söylemlerin yaygınlık kazandığı günümüzde, toplumlararası ve küresel ölçekteki toplumsal ilişkilerin çözümlenmesinin sadece ‘uluslararası ilişkiler’ disiplinine, toplumsal ölçekteki ilişkilerin çözümlenmesinin ise yalnızca ‘sosyolojiye’ bırakılması yönündeki geleneksel eğilim sorunları ele almak ve çözüm yolları üretmede yeterli değildir. Küreselleşme sürecindeki hızlı ve önemli gelişmelerle birlikte, ‘toplum içi’ ilişkilerin ve ‘toplumlararası’ ilişkilerin bağımsız alanlar gibi algılanması zorlaşmış; kitle iletişim araçları sayesinde iç ve dış olayların incelenmesi arasındaki engeller yıkılmış ve toplum bilimciler kendilerini küresel ve toplumlararası ölçekte gerçekleşen sosyal oluşum ve sosyal sorunlarla karşı karşıya bulmuştur. Batı kültürü ile yerel kültürlerin etkileşimini sağlayan bu sürecin sonucunda hangi kültürlerin kazançlı çıkacağı şimdiden kestirilemese de, başlangıç için iletişim olanaklarından sonuna kadar yararlanabilen Batı kültürünün diğer kültürler karşısındaki başat konumunu güçlendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Özü itibariyle imleyici bir sistem olarak kültür anlayışı, kültürel emperyalizm söylemini, çağdaş toplumların en önemli imleyici araçları olan kitle iletişim araçlarına yöneltir. Günümüzde kültürel emperyalizm üzerine ortaya konan pek çok tartışmayı anlayabilmek için kültürün yoğun bir piyasa mekanizması içerisinde tüketim alışkanlıkları içerdiğinin kabul edilmesi gerekir. 98 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen Söz konusu kültür emperyalizmi tartışmalarında kitle iletişim araçları bir kültürün diğer kültür üzerinde uyguladığı güç ilişkileri merkezi bir konuma yerleştirilir. Bu noktada Tomlinson, küresel dünya vatandaşlığı bilincinin oluşmasında ‘televizyon’un oynadığı rolü kavramsallaştırır. İletişim araçları içeriklerinin dünyaya yayılmasının, farklı kültürlerde bir dünyalılık biçiminin oluşmasına imkan sağlayacağını ileri sürer. Böylece küreselleşme teriminin içerdiği varsayılan “tüm dünyanın tek bir mekan olarak bütünleşmesi”, “küresel insanlık durumu” ve “dünya bilinci” gibi ifadeler kendiliğinden meşrulaştığını ifade eder. Bu noktada bir diğer açıdan meşrulaşan ise “dünya kültürü” anlayışıdır (Tomlinson, 1999: 40-47). 2. YÜKSELEN BİR DEĞER OLARAK KÜRESELLEŞME VE İLETİŞİMİN KÜRESELLEŞMESİ Küreselleşmenin Tanımlanamayan Tanımı Günümüzde çok ciddi anlamda popülerlik kazanmış olan “küreselleşme” kavramı, yalnızca egemen kavramsal ve siyasal söylemlerde değil, aynı zamanda gündelik dilde de anahtar bir sözcüktür. Küreselleşme konusunda var olan oldukça geniş ve gün geçtikçe büyüyen literatüre rağmen, ne ikna edici bir küreselleşme teorisi, ne de belli başlı özelliklerinin sistematik bir analizi vardır. ‘Küreselleşme’ sözcüğü büyük dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı bir dönemi anlatırken farklı çağrışımlara ve karşıt yorumlara yol açar. Bu sözcükle yaygın ve derin etkileri olan bir olayın neden olduğu büyük bir değişim ifade edilmeye çalışılır ancak küreselleşme taraftarları ve karşıtları arasında kavramın tam olarak ne anlama geldiği konusunda ‘kesin’ bir uzlaşma yoktur. Bu durum kavramın biraz da herkesin kendi dünya görüşüne uygun bir tanımı benimsemek istemesinden kaynaklanmaktadır. Tartışmaya katılan bazı gruplara göre (Cevizoğlu, 2007) küreselleşme bir “Amerikan tezgahı” ya da “emperyalizmin yeni adı” iken, kimilerine göre de kapitalizmin reel sosyalizmi çökertmesiyle ivme kazanan ve kaçınılmaz olarak 99 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur tek bir dünya pazarının, hatta belki de teknolojik atılımlarla beslenen küresel bir toplumun oluşmasıyla sonuçlanacak olan bir olgudur. Held ve arkadaşları (2006: 163) küreselleşmeyi, başlangıçta çağdaş toplumsal yaşamın tüm yönlerinde, siyasi, ekonomi, askeri ve kültürel alanlarda dünya çapında bağımlılığın hızlanması, artması, derinleşmesi ve genişlemesi olarak düşünür. Kimileri de (Beck, 2006: 221) bu terimi iktidarın, yönelimlerin, kimliklerin ve ağların görünümünü değiştirerek ulus-ötesi aktörlerin egemen ulus-devletlerin altlarını oydukları ve bu devletlerin krizle karşılaştıkları süreç olarak tanımlar. Bazıları için (David vd., 1999: 21-22) küreselleşme, Batı medeniyetinin tüm dünyaya yayılmasıyken, bazıları ise bunun tersine Batılılaşma ile küreselleşme arasında kesin bir ayrım yapar ve ikincinin birinci ile eş anlamlı olduğu fikrini reddeder. Aslında küreselleşme (‘dünya genelindeki birbirine bağımlı ağların artması’ anlamında) insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Burada yeni olan, ağların daha belirgin ve karmaşık bir görünüm arz etmesi, çeşitli bölgelerden ve toplumsal sınıflardan daha çok insanı kapsaması olduğu söylenebilir. Genel ve kapsayıcı bir tanım ile küreselleşme, ekonomik ve teknolojik güçlerin paylaşılan sosyal alan olarak dünyanın bir bölgesindeki gelişmelerin kürenin diğer tarafındaki bireylerin ve toplulukların yaşamlarında büyük ve derin sonuçlar yaratacağı yaygın görüşünü yansıtır (Held vd., 2006: 161). Terim, günümüzdeki uluslararası faaliyetlerde, özellikle de uluslararası ekonomik akımlarda meydana gelen büyük artışları açıklamak için yaygın bir şekilde kullanılır. Pek çoğu için, küreselleşme siyasi kadercilik ve çağdaş ekonomik ve toplumsal değişmelerin tüm ölçüsünde ulusal devletlerin veya vatandaşların bu değişimi kontrol, itiraz etme veya karşı koyma kapasitesinden üstün görünen kronik güvensizlik ile de ilişkilendirilebilir. Bir diğer deyişle, ulusal politikaların sınırları küreselleşme tarafından zorlama ile önerilir (Held vd., 2006: 161-162). Kapitalist üretim ve tüketim tarzının yaygınlaşması anlamında küreselleşme, bir yandan mübadelelerin, yatırımların, sermaye akışlarının adı olurken, diğer 100 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen yandan bu akışlar çerçevesinde gerçekleşen dünya ekonomisindeki uluslararası rekabeti dile getirir. Dolayısıyla bu bağlamda küreselleşme, ulus devletlerin uluslararası ilişkileri olarak değil, kapitalist sistemin uluslararası hareketi olarak görülmelidir. Küreselleşme tanımlamak kavramının için çağdaş kullanılması, toplumların küreselleşmenin karşılıklı toplumsal bağımlılığını sistemlerin doğasından bağımsız, engellenemez bir olgu olduğu yanılsaması yaratır. Bu bağlamda küreselleşme günümüzün egemen bir gerçeği haline gelir. Toplumlar artık enformasyon ve iletişim ağlarıyla bağlanmış durumdadır ve ağlar gerçeği açıklamaktan çok gizlerler (Alemdar - Erdoğan, 2002: 509). Bu durumu Luhmann (1990: 178) ise şöyle belirtir: “Dünya çapında iletişimsel sistem tüm olasılıkları kapsayacak şekilde bir dünya kurmuştur.” Luhmann’a dayanarak tanımlanan küresel toplumun içini Castells somut olarak doldurur. Castells (2004: 115-117), Luhmann’ın sosyal sistem olarak tanımladığı modern toplumu, birbirine bağlı ama merkezsiz bir düğümler kümesi temelinde enformasyon ağlarından oluşmuş bir sosyal yapı olarak ifade eder. Ortaya çıkan bu “yeni dünya düzeni”ni, politikadan ideolojiye, maliyeden kültür ve sanata kadar her alanda “tek düşünce” olarak dayatılmaya çalışılmasında, en az para piyasaları kadar etkili bir silah da “küresel medya”dır. Küresel medya, tek bir cümleyle, yeni dünya düzeninin, yani siyasi alanda yeni sağın, ekonomik alanda neoliberalizmin, ideolojik alanda de tek düşüncenin dünya çapında yaygınlaştırmaya çalıştığı medya sistemi ve anlayışı olarak tanımlanabilir (Duran, 2001: 8). Küreselleşme hem ‘dünyanın küçülmesi’ hem de “bir bütün olarak dünya bilinci”nin güçlenmesi (Robertson, 1999: 21), daha öz bir ifade ile “bir dünya süreci” (Hall, 1998: 38) olarak tanımlanır. Bauman (1999: 69), küreselleşme fikrinden çıkan en derin anlamın, “dünya meselelerinin belirsiz, kuralsız ve tek başına buyruk doğası” olduğunu söyleyerek, küreselleşmenin “bir merkezinin, bir kontrol masasının, bir yönetim kurulunun, bir idari bürosunun” olmadığını 101 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur söyler. Küreselleşme, yeryüzü çapında birbirleri ile ilişkilendirilmiş farklı sosyal bağlamlar ve bölgeler arasındaki ilişki biçimleri kadar bir gerilme sürecine de işaret ederken, uzak yerleşimleri birbirine, yerel oluşumların kilometrelerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak görmek de mümkündür. Christopher W. Huges (2006: 323), küreselleşmenin en yaygın anlamının, devletlerin ve piyasalarının arasındaki birbirine bağımlı ilişkileri ve onların artan yoğunluklarını içeren veya daha doğru bir şekilde çoğu bölgelerdeki devlet yönetimi ve onların milliyetçi yurttaşlarının ve bağımsız devletlerin aralarındaki ahenksizliği olarak tanımlanabilecek olan ‘uluslararasılaşma’ olduğunu ileri sürer. Hardt ve Negri’ye (2001) göre küreselleşme, tüm dünyayı etkisi altına almış olması, sınırları etkisiz hale getirmiş olması ve belli bir merkezinin bulunmayışından dolayı bir ‘imparatorluk’ olarak adlandırılabilir. Nitekim Soğuk Savaş sonrasında ABD’deki imparatorluk tartışmalarının esas boyutu küreselleşme süreci ile ilgili olması bunun bir göstergesi olarak öne sürülebilir. İletişimin Küreselleşmesi Kapitalizmin genişlemesine ise son iki yüz yıldır iletişim ağlarının ve akışlarının dünyanın sınırlarını durmaksızın geriye itmesi eşlik eder. Dünyaekonomisi ve dünya-toplumu gibi terimlere ayırt edilemez bir şekilde bağlı olan dünya-iletişimi kavramı iletişim sektöründeki üretimin ve ticarileşmenin uzamının dünya-ekonomisi uzamına eklemlenmesine işaret eder. Bu noktaları kapsayacak biçimde kullanılan dünya-iletişimi kavramı Mattelart’ın İletişimin Dünyasallaşması adlı eseri dünya-iletişimi kavramını eleştirel bir perspektife açıkça yerleştirir. Chase-Dunn’a (1999: 191) göre de, küreselleşmenin anlamlarından biri olan iletişimin küreselleşmesi, yeni bir dönem olan bilişim ve enformasyon teknolojisi ile bağıntılıdır. 102 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen Modernleşme ve sanayileşme başlangıcında olduğu gibi, bilim ve teknoloji yenilikleri birbiri ardından gelmektedir. Ancak şu anki evrenin önceki evrelerden farkı enformasyon ve bilişim teknolojilerinin gelişimidir. Sanayileşme sonrası enformasyon teknolojileri olarak ortaya çıkan bu dönemin üretim biçimi özellikleri ele alındığında karşımıza otomasyon, bilgisayar ve telekomünikasyon gibi belli başlı kavramlar çıkar. Genel kanıya göre küresel pazarı yaratan unsur, birbirinden ayrılmış olan milli pazarlar değil, enformasyon teknolojisidir; çünkü ekonomik rekabet için uygun bir ortam oluşturmaktadır (Chase-Dunn, 1999: 189). Hatta enformasyon teknolojisinin "zamanı-mekanı sıkıştırması" (Harvey, 2006) devrimci teknolojik bir gelişmede olduğu gibi yayılma ve ivme kazanma yoludur denebilir (ChaseDunn, 1999: 192). Mattelart, “iletişim sistemlerinin ve ekonomilerinin bütünleşmesi ülkeler ve bölgeler arasında olduğu gibi toplumsal gruplar arasında da yeni ayrımlarıneşitsizliklerin oluşmasına neden olur” diyerek, dünya-iletişimi kavramını iletişim alanındaki çözümlemelerde “bu dışlama mantıklarını” (2001: 99-100) dikkate alacak bir kavram olarak tanımlar. Böylece kavram, öncelikle dünyanın eşitlikçi ve küreselci temsiline karşı bir konumlamayı beraberinde getirir; dünyasallaşmakta olan sistemi fetişleştirmekten kaçınır; bu sistemin tarihsel somutluğu dikkate alınarak çözümlenmesine olanak tanır. Fernand Braudel’in kavramı, dünya-ekonomisi “uluslararası kavramından işbölümüyle içiçe esinlenilmiş geçmiş dünya-iletişimi ağların uzamı hiyerarşikleştirdiğini ve merkez(ler) ile çevre(ler) arasında her gün biraz daha büyüyen bir kutuplaşmaya yol açtığını hatırlatma” (Mattelart, 2001: 100) rolünü üstlenir. İletişimin küreselliğini Harvey’in (2006: 270) ‘zaman-mekan sıkışması’ ve McLuhan’ın (2001: 44-48) ‘küresel köy’ kavramaları da çarpıcı bir biçimde ifade eder. ‘Zaman-mekan sıkışması’, telekomünikasyonun sınırları kaldırarak bir içe çöküş meydana getirdiğine işaret eder. Harvey bu kavramı, iletişimin 103 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur küreselleşmesinin yanı sıra, ekonomik ve ekolojik karşılıklı bağımlılığı da içeren genel küreselleşmeyi tanımlamak için de kullanır. McLuhan’ın ‘küresel köy’ kavramı ise kültürel bir kaybı ifade eder. Elektronik iletişim araçlarının gelişiminin dünyayı görsel bir yönelimden işitsel bir yönelime kaydırdığı, insanları kültür anlamında tembelliğe ittiği ifade edilerek, okur-yazarlığın gerileyeceği, ilkelliğe doğru bir dönüşün yaşanacağı endişesi dile getirilir. İletişim alanının elektronikleşmesinin tüm dünyada bir eş zamanlılığı meydana getirmesi, dünyanın bir köy topluluğuna dönüştüğü düşüncesini doğurur ve bu durum, kültürel açıdan bir kayıp olarak değerlendirilir. Morley ve Robins’e göre küreselleşme, “küresel uzam bir akışlar uzamıdır, elektronik bir uzamdır, merkezi yoktur, sınırların ve cephelerin nüfuz edilebilir olduğu bir uzamdır” (Morley&Robins, 1997: 181). İletişim alanında yaşanan gelişmeler değerlendirildiğinde, küreselleşme dünya üzerindeki sınırların kalktığı, anlam mekanlarının sabitliklerini kaybettiği ve her şeyin sadece akış halinde olduğu bir mekan/mekansızlık olarak değerlendirilir. Rodrik, (2006: 64) ulaşım ve iletişim sektörlerindeki teknolojik ilerlemelerin, ulusal sınırları her zaman olduğundan daha çok yabancı rekabete geçişken hale getirdiğini ve şiddetli hükümet sınırlamaları hariç hiçbir şeyin bunu geri döndüremeyeceğini ifade eder. Öte yandan iletişim ve ulaşım araçlarındaki gelişmelerin sonucu olarak, küresel ölçekte gerçekleşen iletişim ağlarının, sosyal ilişki biçimlerine yeni bir boyut kazandırdığı gözlemlenir. Tarihin hiçbir döneminde yaşanmayan sanal ilişkiler, günümüzde sanal ortamlarda gerçekleşmekte ve bu arada sanal toplumlar ya da topluluklar meydana gelmektedir (Morley&Robins, 1997: 181; Bauman, 1999: 25). İletişim araçları ve kültürel öğelerin hem gelişmiş ülkeler arasında hem de üçüncü dünyaya olan akışı, bu kültürleri üreten ülkeleri, diğerleri üzerinde baskın bir konuma getirmektedir. Günümüzde iletişim ve taşımacılık sistemleri geçmişte olduğundan çok daha ucuz olması nedeniyle coğrafi uzaklıkların önemi ortadan kalkmakta, iletişim teknolojileri ve kültürel 104 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen malların sağladığı bilgi alt yapısı ise üretici konumda olan ülkelerin hegemonya yeteneklerini arttırmaktadır. Bu noktada “kültür emperyalizmi” kavramı, kültürel alandaki bağımlılıkla, “ekonomik” alandaki bağımlılık arasında doğru orantılı bir ilişkilendirme yapmaktadır. Kültür emperyalizmi tezi, teknoloji ihracatı, kapitalizmin ihracatı ve içeriğin ihracatı olmak üzere üç düzeyde işler. Buna göre, yeni teknolojiler Üçüncü Dünyaya çoğunlukla kapitalist Batı tarafından getirilmesi nedeniyle bu teknolojiye bağımlı olan ülkeler, uluslararası kapitalizmin mali ve örgütsel yapılarına da dolaysız bir şekilde dahil olurlar. Bir başka deyişle ulus ötesi medya şirketlerinin büyümesi ve büyümenin özellikle bağımlı ülkelere doğru ve onları kapsayacak biçimde olması, Batı sermayesinin ve bilgi birikiminin bu ülkelerde kullanılması sonucunu da beraberinde getirir. Nihayet Batı’da üretilen televizyon programlarının, sinema filmlerinin bu ülkelerde yoğun olarak gösterilmesiyle ideolojik mesajların ve bu düşüncelerin bu ülkelere taşınması, kültürel emperyalizmin son ve içeriksel düzeyi olarak vurgulanır. Özellikle televizyon gibi belli bir düzeyde ekonomik ve teknolojik alt yapı ile bu yapıyı işletecek bir bilgi birikimi gerektiren iletişim araçlarında, kültür emperyalizmi tezini savunanların iddiaları için çok sayıda destek bulabilmeleri mümkündür. Teknoloji ve bilgi zengini ülkelerin özellikle uluslararası televizyon akışı alanında bu düzeyde olmayan ülkelere tek yönlü program sağladıkları bilinen bir gerçektir. Ancak gelişmekte olan ülkeler açısından bu mesele sadece programların ithalatı meselesi değil, ithal olmayan program içeriklerinde de televizyon formatlarının kopyalanması ya da dolaylı olarak benimsenmesi olayıdır. Schiller (1992), uluslararası medyanın, ideolojik bir bilgi alt yapısı kurarak yaygınlaşmakta olduğunu ve bu sürecin reklam ajanslarının pazar araştırmalarıyla desteklendiğini ileri sürer. Benzer görüşü paylaşan Mattelart ise kültür emperyalizmini ulusal ve uluslararası güçler arasındaki birleşme ve birbirine uygun hale gelme süreci olduğunu, ancak bu bir araya gelişte bir 105 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur yönlendirme, örtülü bir anlaşma, kültürel yeniden üretimden çok propagandası yapılan kültür karşısında diğerinin rolünün düşerek gerilemek durumunda olduğunu belirtir (Aktaran: Önür, 2002: 161). Medya, toplumdaki güçlü sınıfların kontrolünde olduğundan, bu yolla yaygınlaştırılan iletiler sınıf sistemini yeniden üretir ve toplumun güç yapısı da medya sahipliği yoluyla korunur.∗ Bu konuyla ilgili olarak Edward Said “ABD’den gelen çeşitli kültürel denetim biçimlerinin fiilen karşı konmaksızın yayılmasıyla, yalnızca Amerika içindeki grupları değil, zayıf ve küçük kültürleri de boyunduruk altına almaya ve kendine çekmeye yönelik, yeni bir özümseme ve bağımlılık mekanizması yaratıldığını” ifade eder. Said iddiasını ‘eleştiri kuramcılarınca yapılan çalışmalardan bazıları –özellikle Herbert Marcuse’un ‘tek boyutlu toplum’, Adorno ve Enzensberger’in ‘bilinç sanayii’ kavramları- Batı toplumlarında toplumsal uzlaştırma aracı olarak kullanılan baskı ve hoşgörü karışımının niteliğini netleştirir. McBride komisyonunun bulguları, Batılı ve özellikle Amerikan medya emperyalizminin dünyanın geri kalan bölümü üstündeki etkileri kadar, Herbert Schiller ve Armand Mattelart’ın “imge, haber ve tasavvur üretim ve dolaşım araçlarının mülkiyeti konusundaki son derece önemli bulgularıyla da güç kazandığını” öne sürerek destekler (Said, 2004: 428). Boyd Barrett’e göre (Aktaran: Reeves, 1993: 56-57) bir ülkedeki medyanın yapısı (medya mülkiyeti, dağılımı ve içeriği) diğer ülkelere göre eşitsiz bir Marksist ideolojiye göre egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda egemen sınıfa bağımlıdır... (Egemen sınıflar) öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridirler. Bu önerme dikkatle incelendiğinde üç önemli vurgu içerdiği görülür: (1) Düşüncenin üretimi ve dağıtımı üzerindeki kontrol, üretime hakim olan kapitalistlerin ellerinde yoğunlaşır. (2) Bu kontrolün sonucu olarak, hakim sınıfın dünya görüşleri bağımlı grupların düşünceleri üzerinde tahakküm kurmaya başlar. (3) Bu ideolojik tahakküm, sınıfsal eşitsizliğin sürdürülmesinde anahtar rol oynar. ∗ 106 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen dağılım gösterebilir. Bu eşitsizliğin ise dört boyutu vardır: Bu sürecin birinci boyutu; bir iletişim aracının bir ülkede düzenli faaliyette bulunmasıdır. ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde olduğu gibi iletişim araçlarının teknolojik olarak erken bulunması ve endüstrileşmesiyle ülkelerin ulusal pazarlarının oluşmasını sağlar. Bu araçlar merkez endüstrileşmiş ülkelerden endüstrileşmemiş ülkelere ihraç edilir. Medya ürünleri tüketici kültürlere ihraç edildikten sonra, o ülkeyi uluslararası kapitalizmin bir parçası haline getirir. Kurulan medya sistemi ile birlikte kullanılması gereken teknolojileri, programları kendileri üretemediklerinden merkez ülkelere bağımlı hale gelir.∗ İkinci boyut, endüstriyel düzenlemelerle gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra organizasyon ve finans bakımından yetersizliklerine rağmen bu ülkeler, toplumsal gelişmelerinde medyaya yer verirler. Medyanın bu ülkelerde kurulup gelişebilmesi için teknik donanım ve personel gereksinimleri merkez ülkelerin endüstrilerini bu ülkelere ihraç etmeleri biçiminde bir süreç yaşanır. Üçüncü ve dördüncü boyutlarında ise medyanın uygulamada profesyonelliği, objektifliği ve tarafsızlığı ele alınır. Medyanın işleyişinin gelişmiş ülkelerdeki yapıya olan benzerliği, içeriğinin pazar ilişkilerine etkisinin olup olmadığı konularının karşılaştırması yapılır. Daha sonra medya emperyalizminin çok ∗ Bu tür kültürleri “tüketci kültürler” olarak adlandıran Ersal İlal’e göre televizyonun Türkiye’ye girişindeki gelişmeler bunun açık bir örneğidir: “Devlet Planlama Teşkilatı’nın yatırım öncelikleri arasında yer almayan ve ekonomik büyümede olumsuz etkileri nedeniyle birinci ve ikinci kalkınma planlarına alınmayan televizyonun en erken 1973 yılında Türkiye’ye girebilmesi gerekirken, 1968 yılında yayınlara başlanır. Bu erken başlangıcın nedeni başka gelişmesi engellenmiş bölgelerde de görülen bir ‘dış yardım’dır. Almanya 1966 yılında yaptığı bir öneriyle, ileride ‘kaçınılmaz biçimde’ alınacak televizyon teknolojisinde eğitim amacıyla bir stüdyo hibe eder, ayrıca Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun 10 elemanını teknik eğitim için Almanya’ya çağırır. Almanların bu iyiliksever davranışı Türkiye’de Pazar kapmak için bekleyen Fransız, İngiliz ve ABD şirketlerinin elenmesine yol açar. Eğitim amaçlı kapalı devre yayın yapan stüdyo ise ani bir kararla 31 Ocak 1968 tarihinde halka yayına başlar. Bir hibe, Almanya’ya büyük kar sağlayacak ve bir tüketici kültür olarak Türkiye’ye pahalıya patlar. Daha ilk yıllarda Almanya’da çalışan Türk vatandaşlarının dönüşlerinde getirdikleri televizyon alıcıları karşılığı Almanya’nın geliri 10 yılda 30 milyar liraya varır. Bir küçük hibe büyük bir teknolojik bağımlılık getirir. Daha sonra Türkiye’ye ‘teknoloji aktarımı’ yapılınca, montaj ve üretim hep Alman sistemine bağımlı kalır, dolayısıyla tüp, ekran vb. yedek parçalarda bağımlılık sürer. Almanlar daha sonra renkli televizyon için de bir eğitim stüdyosu hibe ederler ama buna gerek bile kalmadan, Alman PAL renkli sistemi Türkiye’de nitelikleri ve yararları yeterince tartışılmadan, bir oldu bittiyle kabul olunur.” Daha detaylı bilgi için bkz: Ersan İlal, İletişim, Yığınsal İletim Araçları ve Toplum, Der Yayınları, İstanbul, 1991, s. 66-67. 107 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur çarpıcı bir görüntüsü olan televizyon programlarının ithal edilmesi ya da benzer formatlarda üretilmeye çalışıldığı görülür. Boyd Barrett, medya emperyalizminin dört biçiminden söz ederken Üçüncü Dünya ülkelerinin bir takım planlama güçlükleri içinde olduklarını da belirtir. Söz konusu güçlüklerin giderilmesinde bu ülkeler, kendi ulus devletleri aracılığıyla bir takım önlemler alırlar. Ancak yine de merkez ülkelerden teknoloji seçimi, finans, medya politikaları ve içerikleri yönüyle farklılaşırlar. Zamanla merkezden farklılıkları azalsa bile, yerelliklerin aşılarak ortak bir kültürün gelişimi, diğer bir deyişle ulus kültürün bilincinin oluşturulmasında sistemin gelişmesiyle paralellikler vardır. Öncelikle haber medyasının kurulmasıyla birlikte meydana gelen gelişmelerle haber, eğlence ve reklamla karışmış orta düzey bir pazar oluşturma süreci yaşanır. Kurulan medya modelleri yoluyla bu toplumlar hem Batı’nın güçlü devletlerine ideolojik olarak bağlanmakta, hem de modernleşmektedir (1987: 117-135). Medyanın küreselleşmesi insanların üzerinde de küreselleştirici duygular doğurur. Bu etki ilk olarak kitlelere yönelik gazetelerin yayınlanmaya başlaması ile ortaya çıkar (Giddens, 1998: 77). İletişim araçlarından yararlanabilen herkes, kendi yaşam alanının sınırlarının çok ötesindeki olaylardan, savaşlardan, sevinçlerden, dramlardan ve değişimlerden haberdar olur. Uzakların kitle iletişim araçları ile insanların yakınına gelmesi olgusu, yüz yüze konuşma, görüşme gibi geleneksel bilgilenme kanallarında gerilemeyi; dolayısıyla ‘yakın olanın uzaklaşması’ olgusunu ortaya çıkarır. İnsan hayatına anlam atfeden odaklar ve referans çevresi genişleyerek tüm dünyaya yayılır. Bu durum, aile ve komşuluk ilişkilerinin bir ölçüde parçalanması anlamına gelir. Radyo, televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçları aracılığı ile kitleler kendilerinden binlerce kilometre uzaklıkta gerçekleşen bir olayı okuyarak, duyarak, izleyerek haberdar olabilirken, yakın çevrelerinde gelişen daha dramatik bir olaydan –iletişim ortamlarına yansımamışsa- günlerce sonra 108 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen haberdar olmakta ya da hiç olmamaktadır. İletişim ve ulaşım araçları, bir taraftan yerelliğin ve akrabalığın çözülmesine yol açarken, diğer taraftan uzak olan ‘yakın’ akrabalara ulaşmayı kolaylaştırarak veya onlarla iletişim ortamlarında eşzamanlı olarak görüşme imkanı vererek ‘yeniden yerleştirme’ için olanak sağlar (Giddens, 1998: 137). İnternet toplulukları gibi yeni toplumsallık formlarını ortaya çıkararak, birbiriyle hiç karşılaşmamış, coğrafi olarak uzak mesafelerdeki bireyler arasında düşünsel ve duygusal ‘yakın’ ilişkilere ortam hazırlayarak bireyi modernliğin soyutlanmışlığından kurtarıp tekrar özne durumuna getirir. Elektronik ve telsiz sistemleriyle yapılan iletişim ise kültürel sınırların bölgesel özelliğini ortadan kaldırır (Abu-Lughod, 1998: 172). Bir başka deyişle imge akışı sınırlardan duraksamadan geçer. Bu akışın yönü büyük ölçüde merkezden çevreye doğru olduğu için emperyalizmin çöktüğü 1960’lı yıllarda ‘yeni emperyalizm’den veya ‘kültür emperyalizmi’nden söz edilmeye başlanır (Tomlinson, 1999). Günümüzde çokuluslu bir yapıya sahip olan ama merkezlerinin çoğu Amerika’da bulunan dev medya firmalarının küresel medya piyasası üzerindeki hakimiyeti bir gerçektir. Uluslararası televizyon akışlarında ABD, hiç şüphesiz dünyada bir numaralı televizyon program ihracatçısıdır (Postman&Powers, 1996: 98). “1970’lerin başında Büyük Britanya ve Fransa yılda 20 bin saatlik televizyon programı ihraç ederken, ABD’de bu rakam 150 bin saati bulur. 1980’lerin başında denizaşırı pazarın yüzde 60’ını ABD programları içerir. 1980’lerin ortalarında ABD’nin payı yüzde 80’i bulur.” (İnceoğlu, 2004: 105). ABD, dünyanın bütün ülkelerinin ihraç ettiğinden çok daha fazla program ihraç etmeye devam etmektedir ve bu arada ithal ettiği programlar, yayınladığı televizyon programlarının yüzde bir ya da ikisini geçmez. Bu programların çoğunluğunu da İngiltere’den ithal ettiği belgesel içerikli programlar oluşturur. Küresel ekonomi ve politik değişimlerle kendilerini biçimlendiren küresel medya devlerinin strateji ve politikaları 1990’lardan beri yeni eğilimler 109 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur göstermektedir: ‘Amerikan medya firmalarının çoğu ABD merkezli üretim ve uluslararası dağıtım modelinden uzaklaşarak ulus aşırı üretim ve dağıtım modeline yönelirler. Bu stratejiler, çeşitli yöntemler kullanılarak çokuluslu üretimle bağlantılı küçük bağımlı yerel ekonomiler yaratma yoluna gider. Bu durum medya ürünlerinin akışında içeriğin ‘yerelleştirilmesi’ne olanak verirken, medya devlerinin daha geniş uluslararası platforma yayılmalarını sağlar. Dolayısıyla bu bağlamda küresel kitle kültürünün her yerde Amerikalılığın mini versiyonlarını üretmeye kalkışmadan, farklılıkları özümseyerek daha büyük, her şeyi kapsayan ve aslında Amerikan tarzı bir anlayışı olan çerçevenin içine yerleştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Bir başka deyişle küresel konumunu korumak için sermaye (egemen kültür endüstrileri), karşı karşıya kaldığı ve bastırmaya çalıştığı farklılıklarla müzakere etmek, onları kısmen içine almak∗, kendi kavram ve anlam oluşumlarını yerel söyleme yerleştirmek zorunda olduğunun farkındadır (Gezgin, 2005: 11). Yeni teknolojilerin icadının hızla arttığı, iletişim devriminin sınırlar ötesi etkisinin hissedildiği bir dönemde gücü, dünya ölçeğindeki şirketler temsil etmeye başlar. Medya dünyasındaki görkemli evlilikler -Amerikan Online (AOL) ile Time Warner, Viacom Paramount ile CBS gibi- ve hızla büyüyen Murdoch’s News Corporation gibi medya devleri, enformasyon çağında enformasyonun metabolizmasını etkileyebilecek boyutlara ve güce ulaşır. “Bugün küresel medya pazarı esas olarak 7 çokuluslu şirketin hakimiyetindedir: Disney, AOL-Time, Warner, Sony, News Corporation, Viacom, Vivendi ve Bertelsman. Bu şirketlerin hiçbiri pazara bir medya şirketi ∗ Kısmen içine almak ve yansıtmanın ilk sonucu, CNN’in bölgeselleşme projesiyle bağlantılı olarak 1998 yılında Avrupalı, Asyalı ve Güney Amerikalı izleyicilerine yönelik programlar yapmaya başlaması olur. CNN programlarını bölgesel tikellikleri dikkate alarak bu bölgelerin izleyicilerine adapte etmekle de yetinmez, aynı zamanda ülkelerinde egemen konumda bulunan medya şirketleri ile yerel ortaklıklar imzalar. Bu, CNN’in adını taşıyan haber kanallarının dünyadaki farklı ülkelerde kendi dillerinde CNN’in programlarını yayınlamaları anlamına gelir. 27 Ocak 1996’da CNN Plus Madrid’ten İspanyolca yayın yapmaya başlar. CNN Türk ise Türk kökenli izleyicilere seslenmek üzere 12 Ekim 1999 yılında kurulur. 110 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen olarak girmemiştir; medya piyasasına girişlerinin tarihi ise aşağı yukarı on beş yıl öncesine dayanır. Hepsi de 2001 yılının, dünyanın en büyük 300 finansalolmayan şirketler listesinde yer almaktadır ve esas faaliyetleri ABD’de olmakla birlikte, yalnızca üçü gerçek anlamda ABD kökenlidir. ABD’deki film stüdyoları, televizyon şebekeleri ile küresel müzik pazarının yüzde 80-85’i bu yedi şirketin kontrolü altındadır. Bunların yanı sıra dünya çapındaki uydu yayıncılığı, kitap ve dergi yayıncılığı, kablolu televizyon yayıncılığı ile Avrupa’daki konvansiyonel yayıncılık pazarı da bu şirketlerin kontrolündedir. Söz konusu yoğunlaşmanın özünü, 1960’lı ve 1970’li yıllarda ivme kazanan yeni iletişim teknolojilerine yapılan yatırımlarla açığa çıkan ‘hız’ oluşturur” (Adaklı, 2006: 38). Amerika’nın önde gelen iletişim uzmanlarından Ben H. Bagdikian’a göre; “Televizyon kanallarından film stüdyolarına kadar geniş spektrumlu etki alanına sahip olan dev medya şirketleri tarihte hiçbir diktatöre sahip olmamış bir iletişim gücünü ele geçirdiler” (Bagdikian, 2004: 36). Bu görüş bir bakıma jeoekonominin kurmaylarının yeni dünyada etkili olmak için habere, bilgiye, enformasyona hakim olmak gerektiğini anlamalarını da açıklar niteliktedir. Gelişen Enformasyon Teknolojileri Ve Ortaya Çıkardığı Sorunlar 1990’lı yıllardan itibaren toplumun hemen her alanında küreselleşme ve ‘sonrası’ ekiyle anılan endüstri sonrası, sömürgecilik sonrası, emperyalizm sonrası gibi nitelemeler yaygınlaşır. Bu tür nitelemelerin toplumsal gündeme oturmasında ise enformasyon teknolojilerinin gelişmesi ve enformasyon toplumunun kurulduğu tezleri etkili olur (Alemdar&Erdoğan, 2003: 489). Söz konusu bu yeni iletişim teknolojileri, ‘akışları’ maddi olarak imkanlı kılan unsurlar olarak ele alır. Dolayısıyla, küreselleşmenin teknolojik yeniliklerden ayrı düşünülemeyeceği vurgulandığında, teknoloji kendinde bir taşıyıcılıkaracılık-bağlantı işlevi ile donatılır. 111 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur Örneğin toplumlar arasında toplumsal ve kültürel mübadelelerin artışının temel nedeni olarak teknolojik yenilikler gösterilir: “Teknolojik gelişmeler malların ve hizmetlerin üretiminin uluslararasılaşmasını hızlandırır ve buna engel olmak mümkün değildir. 1980’li yıllardan itibaren iletişim sistemleri ve enformasyon işleme sistemleri altyapısı telefon görüşmelerini ucuzlaştıracak ve buna bağlı olarak da dünyadaki mübadelelerin yoğunluğunu arttıracak şekilde gelişir. Bu teknolojik gelişmelerden biri olan internet de, ekonomik ve bilimsel mübadeleleri hızlandırır ve kolaylaştırır. Bilgisayarların verileri işlemesi konusundaki gelişmeler, fiber optik ve uydu yayıncılığı alanındaki gelişmeler mesafelerin kısalmasıyla de-lokalisazyon politikalarının uygulanmasını kolaylaştırır ve böylece ekonomik etkinliklerin dünyaya yayılması söz konusu olur. Enformasyon teknolojileri, internet ve elektronik ticaret sanayi devriminin yarattığı kadar önemli değişikliklere yol açmaktadır ve bunu çok kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir. Bu gelişmeler genişleyen bir biçimde küresel bir nüfusun yaşam tarzını ve çalışma biçimini etkilemektedir” (Aktaran: Tutal, 2006: 39). Yukarıda ana hatları sunulan görüşler dünya ölçeğinde yayılırken, küreselleşme ile birlikte malların, sermayenin, hizmetlerin ve enformasyonun tek tip düzenleme ile dünya çapında dolaşımı sağlanmaya çalışılır (Geray, 1995: 33) ve dünyanın tek bir mekan haline dönüşme süreci yaşanır (King, 1998: 17). Uluslararası ekonominin yeniden yapılandırıldığı bu dönemle birlikte ekonomik üstünlüğün sürdürülebilmesi için enformasyona olan ihtiyaç da artar. Enformasyonun rol ve öneminin arttığı günümüzde, enformasyon aktarımının en hızlı ve en etkili yolunun kitle iletişim araçları kanalıyla iletişim teknolojilerini kullanmaktan geçtiği göz önüne alındığında, kitle iletişim araçları olmadan küreselleşmenin de olmayacağı gerçeği karşımıza çıkar (Işık, 2001: 38). Zaman ve mekan gibi kavramların yeni içerikler kazanması ile birlikte, insanlar arası ilişkileri ve bilgi birikimini mekansal yakınlığın değil, kitle 112 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen iletişim araçlarına erişebilirlik derecesinin belirlediği günümüzde (Akçan, 1995: 64), uydu teknolojileri aracılığıyla uluslararası bağlamda yayınlar gerçekleştiren medya kuruluşları kurguladıkları gerçeklikleri tüm dünyaya sunar. Bir başka deyişle yeni iletişim teknolojileri hem yeni bir dünyanın gerçekleşmesini sağlayan somutluklar hem de yeni bir işlerliğe kavuşan dünyanın geçireceği dönüşümlerin motor gücü olarak işlev görür. Böylesi bir çerçeveden küreselleşmeye yaklaşanlar açısından ‘bilgi’ verimliliğin- üretkenliğin önemli kaynaklarından biri olarak nitelenir. Çağımızın ekonomisi bu çerçevede ‘bilgi ekonomisi’ olarak adlandırılır. Bir başka deyişle günümüzde artık ‘bilgi’ satılık bir meta haline gelmiştir ve bilgi ve iletişim endüstrilerinin çağdaş ekonomik kalkınmanın dinamosu olduğu bir duruma doğru ilerlemektedir. “İnsanlık tarihi alışıldık olarak insanlığın geçirdiği gelişme aşamalarını yansıtan adlarla betimlenir: taş çağı, bronz çağı, demir çağı ve ardından modern toplumumuzun temellerini atan endüstri çağına ulaşılır. Bugün yeni bir çağa girmiş olduğumuz genel olarak herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu endüstri-sonrası çağda enformasyon kullanma kapasitesi yalnızca malların üretimi için değil, aynı zamanda yaşam kalitesini yükseltmeyi amaçlayan çabalar için de can alıcı önemdedir. Bu yeni çağ artık yaygın bir şekilde enformasyon çağı olarak adlandırılmaktadır” (Aktaran: Mattelart, 1992: 18). Yukarıdaki betimlemeden de anlaşıldığı gibi bu noktada enformasyon kullanımının bir çağın temel belirleyeni olduğu fikriyle birlikte teknolojinin değişimci-ilerleme sağlayıcı unsur olarak tanımlanmasıyla karşı karşıya kalırız. Bu noktada eğer her teknolojinin oynayacağı bir rol olduğunu kabul edersek, televizyonun çok uluslu şirketlerin küresel bakış açısının oluşturduğu imgelemi yaygınlaştırma rolünü üstlendiğini söylemek yanlış olmaz. İletişim kuramcıları yeni iletişim teknolojilerinin ortaya çıktıkları her dönemde aslında birbirine benzer işlevler üstlendiklerini 113 belirtir ancak günümüzde Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur küreselleşmeye şüpheyle yaklaşılmasına neden olan şey kültürel bir türdeşleşmeye yol açacağı kaygısıdır. Bu kaygının biraz evhamlı bir kaygı olduğunu düşünenler, türdeşleşme tehlikesinin bertaraf edilmesinde içeriklerin alımlanması sorununu gündeme getirip, Coca Cola ya da Walt Disney imgesinden yola çıkarak dünyanın kültürel anlamda türdeşleştiğini düşünenlerin, kültürün analizi ile ekonomik olanın analizini birbirine karıştırdığı fikrini ileri sürerler. Bu çerçevede iletişim araçlarının keşfedildikleri her tarihsel uğrakta, ekonomik alanla işlevsel işbirliği yapmış olduğunu anımsamakta yarar vardır. Örneğin küreselleşen ilk iletişim araç olan telgraf haber ajanslarının temel başvuru aracı haline gelir ama bu haberler öncelikle borsanın işine yarar (Mattelart, 2001: 21). Nitekim tarihçi Peter Burke (2000: 150), günümüzde ‘enformasyon toplumunda yaşıyoruz’ önermesinin, eğer bu önermeyi ‘uzun perspektifine yerleştirmeyi başarırsak’ erimli değişimler cümlesiyle birlikte kullanıldığında daha anlamlı olacağını ifade eder. “Asıl güç, sahip olduğu gücü kullanmamayı becerebilmektir” deyişi ile birlikte “toplumsal fayda” anahtar kelimesinden hareketle, “İçinde bulunduğumuz çağın sağladığı olanaklar, son analizde aslında kim(ler)e hizmet etmektedir?” ve “Bilim ve teknolojideki ilerleme, kim(ler)in menfaati doğrultusunda yönlendirilmelidir?” sorularıyla başlayabileceğimiz bu değerlendirme, başlı başına bir çalışma konusu olacak denli geniş, çok boyutlu ve tartışmalıdır. 19. yüzyılın pozitivizmi ve 20. yüzyılın modernizminin arkasından “Herşey gider! (Anything goes !)” sloganıyla gelen post-modern düzende sesini duyurma olanakları artan birey ve kitleler, diğer taraftan, çokseslilikten kaynaklanan bilgi kirlenmesine de yol açabilen bu karmaşık ortamda etkin olmakta zorlanmaktadırlar. Bunun da ötesinde, kredi kartı harcamalarından, gelir transferine, parmak izinden işlediği suçlara, kütüphane kayıtlarından internette ziyaret ettiği web sitelerine, telefon görüşmelerine ve en uçta genetik şifrelerine kadar tam 114 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen anlamıyla erişilebilir, dolayısıyla etkilenebilir, saldırılara maruz kalabilir ve gözetlenebilir konuma gelmiştir. Bu bağlamda ilk akla gelen eserlerden biri olan George Orwell’in ‘1984’ isimli romanında öngördüğü “Büyük Birader”in gözetimi altında sürdürülen bir yaşam, belki de, birçoklarınca yorumlandığı gibi özellikle Stalin dönemi olmak üzere Sovyet komünist düzeni ve onun toplumuna değil de, Amerikalıların deyimiyle “Yeni Dünya Düzeni” ve bu çalışmanın konusu olan bilgi toplumuna özgüdür. Yeni bilim ve teknolojilerde sağlanan ilerleme çok sayıda etik soruna gebedir, örnek vermek gerekirse, genetik mühendisliğindeki gelişmelerin sosyo-kültürel etkileri bir tarafa, siyasal bakımdan çok tehlikeli olumsuz sonuçlara neden olabileceğini tahmin etmek hiç de güç değildir. İşte bu noktada, bilim ve teknolojinin toplumsal faydası ve aslında kime hizmet etmesi gerektiği bağlamında sorduğumuz sorularla bağlantılı olarak, bu alanlardaki gelişmenin bireylerin yararına yönlendirilmesi bakımından siyasi kesimlere çok önemli görevler düşmektedir. Gelinen nokta ile ilgili olarak genel bir değerlendirme yapacak olursak, içinde yaşadığımız çağda, bilgi toplumuna dönüşüm tartışmalarında iyimser araştırmacıların aksine, özellikle toplum bilimciler arasında, kapitalizmin yeniden yapılanması sürecinde emperyalizmin, ‘elektronik sömürgecilik’, ‘yeni-sömürgecilik’ gibi kavramlar çerçevesinde kuzey ve güney arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini öne sürenlerin sayısı hiç de az değildir. Söz konusu bu durum bilgi yoksulu ülkeler arasında ‘küreselleşme’ olgusunun ‘yeni bir koloni düzeni’ olarak algılanmasına neden olmakta ve ‘sözde’ gelişmiş dünyanın ‘eşitlik’ adına hiçbir çaba göstermediğinin altını çizmektedir. Bir başka deyişle kendini bilim ve teknolojinin gelişimine adamış kuzey yarımküre, insan kopyalamaktan tutun, gen haritasının çıkarılarak ölümsüzlüğe kavuşulması için çaba gösterirken, dünyanın pek çok yerinde yetersiz beslenme nedeniyle ölen bebek ve çocukların sayısı her geçen gün artmaktadır. Dolayısıyla insanoğlunun geleceği ‘bilgi’nin ‘güç’ anlamında 115 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur hangi aktörler tarafından, ne yönde ve nasıl kullanılacağı ya da kullanılmayacağına bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Küreselleşmeye Giden Yolda Enformasyon Toplumu Efsanesi Tıpkı “ağ toplumu” gibi içinde yaşadığımız çağı tanımlamada kullanılan kavramlardan biri de “enformasyon toplumu”dur. Enformasyon toplumu önermesinin bir mit olup olmadığı konusundaki tartışmalar bir yana, önermenin tartışılmasının bile çağımızın önemli ve çarpıcı gelişmelerinden biri olduğunu söylemek mümkündür (Işık, 2004: 5). “Enformasyon toplumu” kavramının iletişim teknolojisindeki gelişmenin, dijitalleşme teknolojisinin genelleşmesinin ve enformasyon ile bilginin modern ekonomilerdeki stratejik öneminden kaynaklanan toplum türünü betimlemek üzere ortaya atılmış olduğunu belirten Trembley (1995: 461-482), bu kavramın ilerlemeciliğinin abartılı bir şekilde gündeme getirdiğini öne sürer. Ona göre bu kavram işe yaramayacak kadar belirsizdir. Enformasyon kavramı güncel olaylardan, bilimsel buluşlara ve eğlence ürünlerine kadar geniş bir konu alanını kapsar. Trembley, bu nedenle bir enformasyon toplumundan söz etmeyi bir ekonomik toplumdan, bir siyasal toplumdan veya bir toplumbilimsel toplumdan söz etmek kadar anlamsız görür. O’na göre günümüzde tüm toplumlar enformasyon toplumlarıdır ve hali hazırdaki dönüşümler kapitalizmin yeni bir evresi, tecimsel ve endüstriyel mantığın daha önce kendisini bu mantıktan kurtarabilmiş olan kesimleri kapsayacak şekilde genişlemesi olarak görülmelidir. Yaşamakta olduğumuz geçiş dönemi, bir “sanayi-sonrası toplum” olmaktan çok, bir endüstriyel örgütlenme tarzından başka bir örgütlenme tarzına, isim babası Henry Ford olan Fordizmden, isim babası Bill Gates olan Gatesizm’e yönelik bir değişmeden ibarettir. Radikal bir değişme olarak enformasyon toplumunun ortaya çıkışını öne süren iddia özünde iki düşünceye dayanır: (a) Enformasyonun işlenmesi ve 116 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen iletilmesindeki aşırı hızlı gelişmeler, (b) insan etkinlikleri alanında enformasyon ve bilginin artan stratejik önemi. Küresel toplumu oluşturan sürecin temel unsurlarından biri olarak nitelenen enformasyon toplumu önermesinin küreselleşme ile ilişkisini anlayabilmek için bu olgunun tarihsel arka planının irdelenmesinde yarar vardır. Dolayısıyla enformasyon toplumu önermesini anlayabilmek için geleneksel-tarım toplumları ile sanayi toplumu olgularını kısaca değerlendirmek gerekir. Geleneksel toplumdan sanayi toplumuna geçişle birlikte yaşanan değişim ve dönüşümlerin benzeri, sanayi toplumundan enformasyon toplumuna geçişte de yaşanır. Değer ve üretim biçimlerinin köklü dönüşüm geçirdiği enformasyon toplumlarında, enformasyonun işlenmesinin ülkenin ekonomik gelişimine katkı sağlayan temel faktörlerden biri olduğu ileri sürülür (Hamelink, 1991: 12). Denizaltı iletişim kabloları ile başlayıp, iletişim uyduları ve nihayet bilgisayarların devreye girmesiyle devam eden enformasyon toplumuna geçiş süreci toplumsal yapılanmada da önemli değişimler yaşanmasına neden olur. Temelini bilgisayar ve elektronik teknolojisindeki gelişmelerin oluşturduğu bu süreci aslında önceki iki evrenin mantıksal sonucu olarak düşünmek gerekir. Nasıl ki geleneksel toplumdan sanayi toplumuna geçişte fiziksel güce dayalı üretim teknikleri yerini makineye dayalı üretim tekniklerine bırakmışsa; sanayi toplumundan enformasyon toplumuna geçişte de makineye dayalı üretim teknikleri yerini enformasyona dayalı üretim tekniklerine bırakır. Dolayısıyla artık sanayi ürünlerinin üretim ve dağıtım aşamalarında bile enformasyon tekniklerinin kullanımının yaygınlaşması ülkeler arası güç hiyerarşisinin de ‘bilgiye sahip olma’ ekseninde şekillenmesine neden olur. Enformasyon toplumu anlayışı 1950’li yıllardan bu yana Üçüncü Dünya ülkelerinin egemen dünya sistemine kazandırılması yönündeki çabalara ivme kazandırır. Enformasyon toplumu modeli de bu gelişmemiş ülkeleri 117 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur kalkındırma politikaları gibi modernleşme kuramlarına dayanır.∗ 1960’lı yıllarda modernleşme kuramı yandaşları kitle iletişim araçlarını, dünyanın geri kalanının Amerika’da yaşamın nasıl olduğunu hayal etmesine imkan verecek araçlar olarak görürler. Bu dönemin yaratılması planlanan uluslararası kültürü, örnek olarak Amerikan kültürünü alır. Amerikan yaşam tarzının yaygınlaştırılmasında ve tüketim toplumu anlayışının benimsetilmesinde, günümüzden farklı olarak ulusal kültürden yararlanır. Bir başka deyişle 1980’li yıllara kadar Üçüncü Dünya ülkelerinin liberal piyasa ekonomisine katılmalarını sağlamada ve Batılı tüketim toplumu anlayışını benimsemelerini kolaylaştırmada ulusal bilincin ve kimliğin önemi vurgulanır. Bu bağlamda dünya ölçeğinde enformasyon aktarımının teknik anlamda gelişmiş kapitalist ülkelerden, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelere doğru nicelik ve nitelik açısından tek yönlü olarak gerçekleşmesi enformasyon dağılımındaki dengesizlikleri de gündeme getirir (Tokgöz, 1994: 85). 1980’li yıllara doğru modernleşme kuramlarının Batı merkezciliğine işaret etmek üzere kültür emperyalizmi ya da medya emperyalizmi gibi kavramlar Batı bilim söylemine dahil olur. Bu kavramlar ana hatlarıyla ABD’nin merkezi olduğu bir yapının tek yönlü yanlarıyla çevre ülkeleri nasıl egemenliği altına aldığına işaret eder. Uluslararası iletişimin eşitsiz bir mübadeleye konu olduğu tezine dayanan bu kavramlaştırmalar, program akışının tek yönlü olmasını ifade ederken, bu programların bireycilik, elitizm, kapitalizm gibi ideolojilerin taşıyıcılığını yaptıklarını vurgular. Bu kavramlarla uluslararası iletişim sistemine yöneltilen eleştiriler, liberal serbest enformasyon akışı kuramına ∗ Modernleşme kuramı, kitle iletişim araçlarının etkileri, içerikleri ve gelişme ile ilişkileri üzerine kurulmuş öneriler ve düşüncelere dayanır. Bu paradigma epistemolojik ve felsefi olarak John Locke, Thomas Hobbes, Thomas Jefferson ve Jean-Jacques Rousseau’ya; klasik ekonomistlerden Adam Smith, David Ricardo ve John Maynard Keynes’in düşüncelerine dayanır. İletişim kuramları alanında ise Şikago Okulu’nun ampirik yöneliminden, Harold Laswell’in kitle iletişiminin ikna etmede etkisi üzerine yaptığı araştırmalardan etkilenir. Modernleşme paradigmasının eleştirmenleri Marksist bir perspektife dayanarak Batı’nın iletişim alanındaki egemenliğini bu egemenliğin değişen boyutlarını dikkate alarak eleştirir. Aslında bu düşünürlerin uluslararası iletişim çözümlemelerini Batı-merkezciliğin iletişim alanındaki eleştirisi olarak da okumak mümkündür. 118 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen dayanılarak ileri sürülen olumlu ideolojilerin geçersiz olduğunu gözler önüne serer. ‘Serbest enformasyon akışı’nı∗ eleştirenler kültürel kimlik, ulusal kimlik ve ulusal kültür gibi kavramlarla kültür emperyalizmi olarak adlandırdıkları olguya karşı kültürel, ekonomik ve politik ulusal mekanların önemini vurgularlar. Ancak, ulus-devlet anlayışıyla bağlantılı bu kavramlar, 1970’li yıllara doğru eleştirel Batılı entelektüeller tarafından ulus-devletin antidemokratik ve baskıcı uygulamaları karşısında savunulması güç kavramlar olarak nitelenir. Enformasyon ve ağ toplumu kuramcıları gibi liberal dünya görüşünü savunanların artık yerel ve küresel gerçekliği tanımlamadıklarını düşündükleri ulusal kültür, ulusal kimlik ve ulus-devlet gibi kavramlar liberal küresel sisteme karşı çıkan düşünürler tarafından da terk edilir.∗∗ ∗ Günümüzde serbest enformasyon akışı kavramı da artık pek kullanılmamaktadır. Onun yerini kuralsızlaştırma terimi alır. Kuralsızlaştırma eğilimi önce telekomünikasyon alanında ortaya çıkar. ABD’li kuralsızlaştırma iletişim medyasındaki büyük tekellerin kırılması için uygulanırken, Avrupa’da kamusal yayıncılık ilkesinin yok edilmesine hizmet etmiştir. Bu farklılığa rağmen her iki kıtada da ortak olan nokta neo-liberal söylemin egemen söylem haline gelmesidir. Bu söylem, piyasanın kuralsızlaştırma ilkesinin vazgeçilemez bir ilke olarak kabul görmesini sağlamıştır. Bu bağlamda, kuralsızlaştırma serbest enformasyon akışı anlayışının biraz yumuşatılmış ama daha etkili bir biçimini temsil eder. Kuralsızlaştırma, serbest haber akışından daha etkilidir, çünkü oluşturulan stratejinin politik ve ideolojik boyutunu öne çıkarmamakta, hukuki, teknik ve endüstriyel prosedürleri vurgulamaktadır. Böylece kuralsızlaştırma ya da özelleştirme Batı ekonomilerinin yeniden yapılanmasında izlenecek temel yöntem olarak uygulanabilmektedir. 1980’li yıllardan itibaren hız kazanan kuralsızlaştırma politikaları hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde çok uluslu şirketlere önemli yatırım olanakları açar. Çok uluslu şirketler iletişim etkinliklerinin yeniden yapılanması ve sermayenin yeniden değerlendirilmesi kaygısıyla Üçüncü Dünya piyasalarına yatırım yapmaya başlarlar. Kültürel mekanların özelleştirilmesi anlamına gelen kuralsızlaştırma politikaları ulusal kültürleri egemen ülkelerin iletişim içeriklerinin egemenliği altına sokma riski taşır. ∗∗ Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Herbert Schiller ve Dallas Smythe’in iletişim yaklaşımı bir adaletsizlik duygusundan yola çıkar. Onlar iletişim sisteminin daha geniş ve antidemokratik ekonomik bir sistemin parçası olduğunu ve bu sistemin bireylerin sömürüsüne dayandığı fikrini savunurlar. Her ikisi de kitle iletişim araçlarının ulusal çaptaki çözümlemelerinin yanı sıra ve öncelikli olarak iktidarın yayılması ve ulus aşırı iletişim endüstrilerinin dünya üzerindeki etkisini araştırır. Her ikisinin çalışmaları da hegemonyayı elinde tutan kitle iletişim araçlarına karşı mücadeleyi esas alır. Bu hegemonyaya karşı çözümler üretmeyi amaçlar. Armand Mattelard ise bağımlılık kuramı, Batı Marksizmi ve evrensel ulusal bağımsızlık deneyimi gibi geleneksel referansları yeniden gündeme taşır. Bunlardan yararlanarak iletişimi iktidara karşı direnişin en temel kaynaklarından biri olarak yorumlar. Sınıf mücadelesinin yanı sıra, iletişimin küresel ölçekli ekonomi politiğinin yarattığı dönüşümlerle birlikte filizlenen farklı mücadele biçimlerinin izlerini sürer. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz: K. Alemdar, İ. Erdoğan, Öteki Kuram: Kitle İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Erk Yayınları, Ankara, 2002. 119 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur Kültürün Küreselleşmesi Ve Neden Olduğu Sancılar 1950-1990 yılları arasında tüm dünya toplumlarında ekonomik, toplumsal ve kültürel alanda hızlı değişmeler yaşanır, çünkü bu alanlar köklü değişmelerle küresel bütünleşmeye ve kültürel izolasyonların azalmasına doğru yönelim kazanır. Kültürel grupların diğer gruplarla olan etkileşimleri ile geleneğin bütünleştirici rahatlığı, bireylerin kendi kültürel kimliklerinin farkına varmaları dolayısıyla daha duyarlı hale gelmeleri kültürel kimlik bilincini yükseltir. Diğer endüstriyel ve kapitalist gelişmelerle birlikte sosyal hareketlilik ve karşılıklı etkileşimin oluşumunda medyanın yaygın bir rolü söz konusudur. Dolayısıyla medyanın kültürel çoğulculuğun oluşumunda yaygın bir rolünün olduğunu söylemek yanlış olmaz (Mowlana, 1997: 217). Kültürlerarası etkileşim sürecinin hızlanması ile küresel düzlemde kültürler de değişim sürecine girerler. Söz konusu kültürlerin medya yoluyla zamanı ve mekanı yeniden tanımlanır, sınırları esnetilir. Küreselleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan bölgeselleşmeler medyaya da yansır. Programcılıktaki uluslararasılaşmaya bir panzehir ve küresel ağların yol açtığı düşünülen standartlaşma ve kimlik kaybına karşı telafi olarak, Avrupa’da, küreselleşme mantığının tahrip ettiği duygusal aidiyet ve yerel anlamlara hitap eden bir bölgecilik görülür. Bu yeni bölgecilik, Avrupa’daki kimliklerin farklılıklarına ve çeşitliliğine değer verir ve kültürel, bölgesel, ulusal mirastaki bu çeşitliliği korumaya ve sürdürmeye çalışılmasında (Morley - Robins, 1997: 38) yayıncılık önemli bir kaynak olarak görülür. Bu noktada küresel-yerel bağlantısı göze çarpar, ancak burada “yerel” kavramı ile kastedilen, bölgesel ve yerel toplulukların ayırt edici kimlik ve çıkarlarıdır. Günümüzde yaşanmakta bölgeselleştirmek” olan küresel (re-territorialise) çağda isteyenler, medyayı “tekrar medyanın yersiz yurtsuzlaştırma (de-territorialisation) ve homojenleştirme tehdidine karşı, yerel ve bölgesel kültürlerin bütünlüğüne ve farklılığına katkıda bulunması gerektiğinde ısrar ederler. Bu bağlamda küreselleşme süreçlerinin yarattığı 120 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen korku ve endişe, genellikle Amerikan kültürü ve Amerikanlaşma tehdidi ile ilişkilendirilir. Amerikan kitle kültürü ve Hollywood’un kültürel hakimiyeti, Avrupa kültürünü aşındıran, tahrip eden bir güç olarak görülür. Ulus devletin giderek aşındığını varsayan görüşler temel alındığında çeşitli ulus kültürler içindeki alt kültürler etnik canlanma olarak tanımlanabilecek bir kültürel taleple kendilerine sistem içinde yeni bir statü arama sürecine girerler. Oysa değişen dünya koşulları içinde ilkel toplumların dışında hemen her toplumda var olan farklı kültürler iç içe yaşamakta, medya ve pazar ilişkileriyle küresel alana açılmaktadır. Bu iç içelik bazı kültürleri daha güçlü kılarken, bazılarını da zayıflatarak “öteki”leştirmektedir. Günümüzde etnik kültürler pazar ilişkileri ve endüstriyel gelişmelere karşı bireylerine ortak değerler, inançlar, gelenekler, adetler, alışkanlıklar, deneyimler kazandırarak ulus kültürün içinde onlara ayrı bir kimlik yükleyerek aralarında dayanışma bağlarının yaratılmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla aynı kültüre ait bireyler duygusal olarak da birbirlerine bağlanmakta ve ortak simgeleri, değerleri inançları içselleştirerek gündelik yaşamlarında kullanmaktadır. Küresel iletişim alanı içinde ulus devletlerin yapısal olarak modernleşme sürecinde kat ettiği evrimsel değişmeler oldukça önemlidir. Gelişmekte olan ülkelerde genelde ulus devletlerin gelişmesi ve uluslaşma sürecinde, çok dilli, çok kültürlü, çok dinli farklılıkların tanınması süreci sancılı olabilmektedir. İç çatışmaların ve çekişmelerin önlenmesi için, “başat kültüre” öncelik tanınarak tekleştirici politikalar sürdürülürken, küreselleşmenin aşındırdığı ulus devletler, yaşayan kültürlere farklı kimlik ve iletişim hakkı vermede zorlanmaktadır. Nitekim ulusal medya araçlarının bu alt yerel kültürleri çoklukla görmezden gelmekte ya da eşit temsil etme şansını sunamamakta olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla enformasyon toplumunun bugünkü alt yapısıyla genişleyen dünya içinde söz konusu kültürlerin sesini duyuracak ya da küresel alanda temsil edecek medya olanakları yeterli değildir. Görüldüğü üzere; 121 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur küresel alanda çok kültürlülüğün yaşaması için medyanın yarattığı olanaklar önemlidir. Toplumların demokratik düzenlemeler içinde çeşitli yasalar ve politikalarla etnik kültürlere medyada temsil edilme olanağını yaratmaları gerekir. Kültürel çoğulculuğun varlığı, çağdaş küresel durumun koşullarını oluşturan öğelerden biri olduğu unutulmamalıdır. “Dünyanın Amerikanlaşması”; Kültürün Küreselleşmesi Kültürel üretimi küresel boyutlarda düşündüğümüzde, ‘kültürü kim üretiyor’ sorusunun yanıtlarının ne kadar karmaşık olduğunu görürüz, çünkü 90’lardan bu yana ekonominin daha fazla uluslararasılaşması yönündeki eğilim, medyayı da kapsayan çok uluslu şirketler aracılığı ile bütün dünyaya yayılmaktadır. Adorno’nun deyişiyle kültürel üretimin önemli bir parçası haline gelen ‘kültür endüstrileri’ yani televizyon, müzik, film endüstrisi, yazılı basın gibi sektörler, kendi içlerinde veya medya dışı sektörlerle birleşip genişleyerek, ulus aşırı medya holdinglerinin üretim ve yayılma politikaları kültürel üretim ve tüketimin küresel boyutlarının ‘belirleyici etkenleri’ haline gelirler. Bu noktada günümüzün en temel ve inkar edilemez gerçeklerinden biri kitle iletişim araçlarından tüm dünyaya yayılan içeriğin büyük oranda Amerikan orijinli olmasıdır. Son zamanlarda Amerikan medyası sadece film alanında değil, televizyon ve iletişim alanlarında da hakim durumdadır ancak bu çağdaş tahakkümün derin tarihsel kökleri vardır. 1920’li yıllarda Ticaret Kurulu Başkanı olarak Herbert Hoover, Amerikan tüketim mallarının ve “Amerikan yaşam tarzının” ihracata dayalı bir tür reklamı olarak Amerikan film endüstrisinin potansiyelini fark eder ve buna bağlı olarak Amerikan hükümeti en başından beri Amerikan filmlerinin ihracını teşvik ve sübvanse eder. Dolayısıyla ABD günümüzde üst kültürün ve bilimsel çalışmaların olduğu kadar popüler kültürün ve eğlence kültürünün göndergelerinin de egemen uzamını oluşturmakta kalmamakta, ayrıca bunların esinlendiği kaynak olarak da işlev görmektedir. Dolayısıyla dünyada egemen olan kültürün, Amerikan yapısı olmasa bile en azından Amerikan kapitalist kültürünün doğasını taşıdığı, 122 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen Amerikan güdümlü ve kopyası üretim biçiminden esinlendiği ve bu nedenle, kültür sorununun aynı zamanda kültürel emperyalizm sorunu içinde yer alması gerekmektedir. Kültürün küreselleşmesinin dünyanın Amerikanlaştırılması olarak nitelenebileceği dile getirildiğinde, Immanuel Wallerstein’ın küreselleşme hakkında yaptığı saptama öne çıkar: Wallerstein’a (1983: 100-134) göre tahakküm, büyük güçler arasındaki bir dengesizlik olarak tanımlanabilir. Tahakküm, bu güçlerden birine ekonomik, politik, askeri, diplomatik ve hatta kültürel arenalarda kendi kurallarını ve isteklerini ‘dayatma’ imkanıdır. Bir ülkenin kültürünün evrenselliği ve uluslararası faaliyet alanlarını yöneten uygun kural ve kurumları oluşturma kabiliyeti, son derece önemli güç kaynağıdır. Bugün Amerikan kültürü, Hollywood’un etkisiyle özgürlük, bireycilik, daha yüksek toplumsal düzeylere ulaşmak, açıklık ve değişimi (aynı zamanda cinsellik ve şiddeti de) ifade eden bu değerler birçok alanda Amerikan gücüne katkıda bulunur. Genel olarak, Amerikan kültürünün dünya çapında erişime sahip olması Amerika’nın yumuşak gücünün (Nye, 2003: ix) -kültürel ve ideolojik etkisininartmasına yardımcı olur. Nye’ye (1990) göre, ‘yumuşak güç’, istediğin şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya yarar. Yumuşak güç, insanları zorlamak yerine onlarla işbirliği yapar, siyasi gündemi diğer insanların önceliklerini şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bu güç aynı zamanda iknadan ve insanları tartışarak harekete geçirmekten de farklıdır. O, ayartma ve cezbetme kabiliyetidir. Cezbetme çoğu zaman karşındakini gönüllü itaatkarlığa veya taklide sevk eder (Nye, 1990, 11). Alman gazeteci Josef Joffe’ye (2001: 43) göre Amerika’nın yumuşak gücü “ekonomik ve askeri varlıklarından daha büyüktür. Alt ya da üst Amerikan kültürü en son Roma İmparatorluğu zamanında görülmüş bir güçle, ancak yeni bir özellikle tüm dünyayı kapsar. Roma İmparatorluğu’nun ve Sovyetler 123 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur Birliği’nin kültürel etkisi bu ülkelerin askeri sınırlarında sona eriyordu, oysa Amerika’nın yumuşak gücü güneşin batmadığı bir imparatorluğa hükmeder.” Sinema filmleri her kültür mekanında farklı yorumlanıyor olsa bile, bugün Amerikan filmlerinin izlenme oranının tüm dünyada yüksek olması, Amerikan kültürünün küresel akışkanlığının boyutlarını gösterir. Bu filmlerin izlenmiş olduğu bir Orta Afrika ülkesinin kültürünün küresel kültürel durum içindeki konumu yorumlayıcı/okuyucu olmaktan ileri gidemez. Bu tek yönlü kültürel akış devam ettiği sürece izleyici toplumların yorumlama gücünde bir zayıflama ve merkez ülke lehine bir kültürlenme gerçekleşir. Bu duruma, herhangi bir Orta Afrika ülkesinin kültürel küreselleşme süreci içinde aktif olarak (müzik gibi) yer aldığı alanlar örnek gösterilerek karşı çıkılabilir. Ancak burada da Afrika müziğinin merkezin otantiklik anlayışı çerçevesinde yeniden biçimlenerek modernize edilmesi gibi bir sonuçla karşılaşılır. Kültürel modernizasyon ise, küresel kültür ortamında tikelliklerin –değişerek de olsavarlıklarını devam ettirmelerinin bir yolu olarak görülür. Appaduari’nin (1990: 295) de belirttiği gibi, günümüz küresel karşılıklı ilişkileri içinde temel sorunlardan biri “kültürel homojenlik ile kültürel heterojenlik arasındaki gerilim”dir. Kültürün küreselleşmesi tam olarak kültürün homojenleşmesi anlamına gelmemesine rağmen, küreselleşmenin reklamcılık teknikleri, dil hegemonyası ve giyim tarzı gibi homojenleştirici araçları da içerdiğini dikkate almak gerekir. (Appadurai, 1990: 305). Friedman’a (2000: 35) göre küreselleşmenin kendine özgü bir demografik kalıbı vardır. Bunlar, kırsal alanlardan ve tarımsal yaşam biçimlerinden küresel giyim, yiyecek, alışveriş, eğlence yönelimleriyle daha sıkı bağlantılı kentsel alanlara ve kentsel yaşam biçimlerine doğru hızlı bir akış olarak sayılabilir. Küreselleşme süreci hem kültürel homojenleşme hem de kültürel farklılaşma süreçlerini içerir. Bu iki küreselleşme sürecinin birlikte yaşanması şu karşıtlıkları ortaya çıkarır: “Kültür emperyalizmi-kültürel gezegenleşme; kültürel bağımlılık-kültürel karşılıklı bağımlılık; kültürel hegemonya-kültürel 124 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen içerme; otonomi-sentez, melezlik; Batılılaşma-küresel karışım; kültürel eşzamanlılık-melezleşme; dünya medeniyeti-küresel birlik” (Pieterse, 1995: 62). Günümüzde hemen her şeyin metaya dönüştürüldüğüne dikkati çeken Latouche’a (1993: 16) göre ise artık küreselleşme teknolojik ve kültürel bir olguya dönüşmektedir ve dünyanın ekonomikleşmesi zihniyetlerin dönüşümü de beraberinde getirir. Bir başka deyişle “günümüzde düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için gerekse kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir” (Horkheimer, 1998: 64). Bu bağlamda kültürel küreselleşmenin görünümlerine değinirsek; bu, imgelerin dünya ölçeğinde dolaşımını; kitle tüketim malları aracılığıyla yaşam tarzlarının standartlaşmasını; üretim araçları, üretim teknikleri ve üretim ilişkilerinin tüm dünyada rasyonelleşmesini; yerelliğin ve nostaljinin yeniden üretimini; uluslar-üstü bir seçkinler sınıfının ortaya çıkışını, bunların arasında bir dünya dilinin oluşmasını, bunların sınırlardan kolayca geçişini; eğlence ve turizm mekanlarının egzotikleştirilmesini; eğitim ve bilimin standartlaşmasını içerir. Buraya kadar resmedilen çerçevede, kültürel olgu olarak küreselleşme iki oluşumu içeren bir süreç olarak algılanabilir: Birinci oluşum, Batılı merkez ülkelerin kültür kodlarının dayatıldığı türdeşleşmeyi yansıtır. İkinci oluşum ise, kültürler arası farklılaşmayı, parçalanma düzeyinde gerçekleştirirken, çevre ülkelerin kendilerini yeniden tanımalarına ve tanımlamalarına dair bir imkan sunar. Bununla beraber konuya dünyadaki mevcut fiili durum açısından yaklaşıldığında çevre ülkelerin içine itilmiş görünen kıskaç, küreselleşmenin kazanımlarına dair iyimserliği ortadan kaldırıcı mahiyettedir, çünkü söz konusu kıskacın bir ağzı çevre ülkelerin ‘kendi kendilerini oryantalize etmelerini’ simgeler. Bu simgeleme, küresel kültür kodlarının aslında kendi “yerli” kaynaklarında var olduğunu ifade eder, dolayısıyla onları yeniden üretir ve kabul edilmelerine meşru bir zemin sağlar. Bu sayede toplum kendini 125 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur hakim olan kültürel dünyanın parçası olarak algılamaya yönelir. Kıskacın diğer ağzı dünya pazar ekonomisinin alternatifsiz hakimiyetini ifade eder. Bazıları bu hakimiyetin nihai olarak ‘bir dünya devleti inşa edici yeni bir milliyetçilik formu olduğunu’ söylemektedirler ki, bu da çevre ülkelerin karşıt bir kültür milliyetçiliği doğrultusunda politik olarak kışkırtılmalarına yol açmaktadır. 3. SONUÇ Küreselleşme kavramına farklı yaklaşımlar, olguların ve sorunların farklı biçimde çözümlenmesine neden olduğu için, küreselleşme ile ilgili çalışmalarda, kavrama hangi anlamın yüklendiğinin açıklanması önemlidir. Küreselleşme, kimilerine göre güçlü devletlerin ve zenginlerin dünya ölçeğinde geliştirmiş olduğu sömürü ilişkisini ifade ederken kimilerine göre ise Doğu Bloğu’nun yıkılmasından sonra oluşan, ABD merkezli tek kutuplu, siyasal, askeri ve ekonomik düzeni (‘Yeni Dünya Düzeni’) meşrulaştırmak için ortaya atılan bir söylemdir. Küreselleşmeyi tüm dünyanın kültür, eğitim, bilim, teknoloji, hukuk, estetik ve yaşam tarzları açısından başta ABD olmak üzere daha çok Batı merkezli bir etkiye açık olması biçiminde yorumlayanlar da bulunmaktadır. Her üç yaklaşım da, küreselleşmenin Marksist ideolojide öne sürülen ‘sömürü ilişkilerini’ içerdiğini varsayar. Bir başka deyişle söz konusu bu üç yaklaşım da küreselleşme ile çıkarları örtüşen ve çelişen tarafların bulunduğunu vurgulayarak, küreselleşmenin ekonomi-politiğini, jeo-politiğini ve jeo-kültürünü çözümlemeyi ön plana çıkarır. Küreselleşmenin asıl belirleyicisi, iletişim ve ulaşımdaki teknolojik yeniliklerdir. Teknolojinin hızla yenilendiği bütün dönemlerde olduğu gibi, son zamanlarda da toplumsal değişme normatif değişmenin önünde gitmektedir. Küresel düzensizliğin, başıboşluğun ve belirsizliğin temelinde, değişimi düzenleyecek kurumların ve kuralların yetersizliği bulunmaktadır. Küresel sömürü ilişkileri de, bu yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Örneğin, küreselleşme sürecinde askeri, ekonomik ve kültürel olarak kendilerine 126 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen yetmeyen veya bu alanlarda küresel rekabete etkin bir biçimde katılamayan zayıf devletler ya “kimlik savaşlarından faydalanarak ve modası geçmiş kabile içgüdülerine yönelerek” kapalı bir toplum/topluluk haline gelmek ya da küresel ekonomik düzenin sürdürülebilmesi için, “üzerlerine düşen minimum düzeni sağlayan fakat küresel şirketlerin özgürlüklerini frenleyemeyen yerel karakollara”a dönüşmek seçeneklerinden birine zorlanmaktadır. Böyle bir durumda birinci durum uygarlıktan, diyalogdan ve demokrasiden kopmak anlamına gelirken, ikinci durum ise küresel sömürü ilişkilerine açık olmayı ve teslimiyetçiliği ifade etmektedir. Ancak küresel çıkar ilişkileri ve uluslararası norm eksikliğinden hareketle, küreselleşmeyi sömürü ilişkileri ile açıklamaya çalışmak, yaşanan değişimlerin önemli boyutlarının ancak birine işaret etmek olacaktır. Bu bağlamda iletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişmelerin toplumsal ilişki biçimlerini ve toplumsal yapıyı dönüştüren bir içeriğe sahip olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Matbaanın icadı ile belli yazı dillerinin yayılması, gazete ve roman formlarında kitle iletişimin başlaması, kamusallığı geliştirerek, ulusal toplumsallık biçimlerini doğurmuştur. Zamanla ulus-toplum tek meşru toplumsallık biçimi ve kimlik kaynağı haline gelmiştir. Ancak günümüzde iletişim teknolojisi tarafından meşrulaştırılmış ulus-toplum formunun, yine iletişim teknolojisindeki son zamanlardaki yeniliklerle aşındırıldığı veya dönüşüme uğratıldığı gözlemlenmektedir. Küreselleşme sürecinde sınır ötesi iletişim, uluslararası siyasi baskılar ve göç gibi olgular, yaşanılan yerin insanların kendilerine ait olmadığı düşüncesini vererek kimlikleri hem kırılganlaştırmakta hem de yerelleştirmektedir. Bir zamanlar hâkim olan, siyasal kimliklerin tekliği (ulusal kimlik) ve tekkültürlülük yönündeki anlayış, yerini çokkimliklik ve çokkültürlülüğe bırakmaktadır. Bir başka deyişle küreselleşme, bireylerin dünyayı algılayış biçimini değiştirerek, mekana bağımlı ve mekandan bağımsız kimlikler yarattığını söylemek yanlış değildir. 127 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur Küreselleşme sürecinde kimlik durumunu tek bir cümle ile veya yargı ile ifade etmek mümkün değildir. Konu üzerinde yüzeysel olarak yapılan incelemelerde süreç içinde kimlikle ilgili değişimler ya tamamen mahkum edilmekte ya da tamamen onaylanmaktadır. Bu toptancı yaklaşımdan uzaklaşıp belirsizlikleri, çelişkileri ortaya koymak, olumlu gelişmeler ile olumsuz gelişmeleri birbirinden ayırmak gerekir. Bu noktada küresel olumsuzluklara karşı koymanın en iyi yolu, küresel bir bilinç ve küresel çapta örgütlenmekten geçmektedir. Bu da, küresel ölçekte genişleme imkanı bulmuş olan toplumsal ilişkilerin normatif biçimde düzenlenmesini gerektirir. Bu normatif düzenin sağlanması, günümüzün siyasal aktörleri olan ulusdevletlerin küresel yönetişim ve küresel demokrasi imkanını geliştirmesi ile mümkündür. Ayrıca küreselleşmeyi farklı dillerin, farklı kültürlerin zenginleştirdiği bir dünya toplumuna doğru yönlendirebilecek bir süreç haline dönüştürecek politikalar üretmek, bu politikaların dünya toplumu tarafından paylaşılmasını sağlayıcı girişimlerde bulunmak ve bunları uygulamaya koymak gerekir. Kısacası gelişmeler karşısında içi boş, sırf slogan düzeyinde kalan “tepkisel” tavırlar ve eleştiriler yerine, tutarlılığı öne çıkaran, çözümleyici bir düşünsel çabayla nitelenen eleştiriler üretmek oldukça önemlidir. Geçmişte Amerikan medya-kültürel gücü bugün tamamen değilse de büyük ölçüde uluslarötesi şirketlerin yetkesine baş eğmek zorunda kalmıştır. Böylece Amerikan ulusal gücü, kültür hakimiyetinin en belirleyici unsuru olma özelliğini uluslarötesi ticari şirketlerin kültürel hakimiyetine devrettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle bugünkü dünya piyasa ekonomisinin “kökeni itibarıyla Amerikan tarzı olup” onun evrilmesiyle ortaya çıktığı ve bunda ulusal tabanlı uluslarötesi şirketlerin Amerikan kökenli iletişim ve kültür uygulamalarının görüldüğü küresel bir sistemin varlığından söz edilebilir. Bu bağlamda televizyon ticarileşme baskısına fazlasıyla açık kalırken, artık sadece içeriklerin Amerika’dan ihracı konusuna odaklanmak, 128 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen içeriklerdeki türdeşlemeden söz etmek de yetersiz kalmaktadır, çünkü günümüzde dünya televizyonları ABD’nin örgütlenme tarzını esas almaktadır. Bir başka deyişle günümüzde ABD’nin modelini oluşturduğu medyaların ticari örgütlenişi hemen her yerde kabul görmektedir. Ancak bu durum, iletişim düzeninin Amerikan egemenliğinde olduğu şeklindeki klasik önermenin hala geçerli olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla Amerikan emperyalizminin ölmediğini, ama artık küresel kültürel durumu uygun bir şekilde betimlediğini, Amerika yerine ulus ötesi kurumsal kültürlerin temel belirleyici gücü olarak görmek daha uygundur. Yalnızca Amerikalıların taşıyıcısı olmadığı bu kültür yine de kitle iletişim araçlarının yapılanmasında Amerikalı bilme ve yapma biçiminin örnek alınmasına dayanır. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde eleştirel düşüncenin kimi çekincelerle kullandığı ‘kültür emperyalizmi’ ve Batı’nın diğer kültürler üzerine kurduğu tahakküm kavramlarının yerini günümüzde iletişim bilimlerinin keşfedip, küreselleşme yanlılarının kendi yararlarına çevirdiği ‘enformasyon toplumu’, ‘ağ toplumu’, ‘akışlar toplumu’ gibi ‘muallâk’ kavramlar alır. Dolayısıyla küreselleşme ve modernleşmenin tüm dünyaya yayılmış ve geri döndürülemez etkilerinin olması, bu noktadan sonra kültür emperyalizmi yerine modernliğin yaygınlaşmasının sonuçlarından söz etmeyi gerektirir. Bu bağlamda kültürel bir uygulamanın zorlayıcı olmayan bir süreçte nasıl dayatılabildiği sorusuna yanıt aranmalıdır. Bu yanıt, kültürün ‘artık metaların akışı ve pazarda el değiştirmesi olarak değil, ‘insanların bireysel ve toplumsal anlam ve amaç anlatıları üretmekte kullandıkları bir kaynak’ olarak tanımlanmasında gizlidir. Bu kaynak ise ‘kitle iletişim araçları’ tarafından tasarlanmakta, üretilmekte ve ‘kitle kültürü’ halinde tüm dünyada hizmete sunulmaktadır. Teknoloji, gereğince kullanılıp cömertçe dağıtıldığında, sadece coğrafi sınırları değil, insani sınırları da ortadan kaldırma gücüne sahiptir. İletişim teknolojisindeki gelişmelerin ortak yaşam alanlarını genişlettiği ortamda gündeme gelen küreselleşme olgusu, yerel alışkanlıkları kırarak ve ulusal 129 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur sınırları aşarak insanları birçok bakımdan ortak bir yaşam tarzına doğru yönlendirir. Küreselleşme deyince akla ilk önce ‘ekonomi’ gelir ama etkilerini, ekonomi ve finans alanlarının çok ötesine taşıyan bir olgudur. Öyle ki, günümüz insanı birlikte yaşadığı bireylere, topluma hatta dünyaya ait görüşlerini, değer yargılarını başta televizyon olmak üzere kitle iletişim araçları aracılığı ile edinir ve davranışlarını bunlara bakarak ayarlar. Günümüzdeki ve gelecekteki küreselleşme sürecinin özgünlüğü, görgül olarak, toplumsal alanlarda ve kültürel, siyasal, ekonomik ve askeri düzeylerdeki imaj-akışlarında olduğu gibi, bölgesel küresel ilişki ağlarının tespit edilebilir ölçü, yoğunluk ve sürekliliğinde ve bunların kitle iletişim araçları aracılığı ile kendilerini tanımlayışlarında yatar. Dünya toplumu bütün toplumları, kendi bünyesinde barındıran ve onları çözen mega-ulusal bir toplum değildir, ancak iletişimde ve eylemde üretildiği ve sürdürüldüğünde, çokluk hali ile tasvir edilen bir dünya vizyonudur. Dolayısıyla küresel iletişim düzenin daha adil işleyebilmesi ve yararlarının daha yaygın paylaşılması için her şeyden önce sistemin işleyişindeki asimetrinin giderilmesi gerekir. Yalnızca sermayenin dolaşımının serbest olduğu ve bu dolaşımın sermayeye sahip olanların tek başlarına belirlediği kurallara göre gerçekleştiği bir düzenin tüm taraflara yarar sağlayacak biçimde işlemesi olanaksızdır. Yürürlükte bulunan iletişim araçlarında köklü değişiklikler yapılmasını beklemek de gerçekçilikten uzaktır. Bu noktada yapılması gereken insanları kitle iletişim araçlarından uzaklaştırmak değil, bu araçların nasıl kullanılması gerektiğini göstermek, onlara medya okuryazarlığını öğretmek ve var olan düzendeki araçların haberler, politik tartışmalar, toplumsal yaşam vb. ile ilgili bakışımızı nasıl yeniden yaratarak düzeysizleştirdiğini göstermeyi amaçlayan programlar hazırlamaktır. Medyanın uluslararası düzeyde kurduğu ilişkiler ağı ve yarattığı egemen söylemle ulusal ve yerel kültürler üzerinde aşındırıcı bir etki bırakmakta 130 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen olduğu açıktır. Bir başka deyişle günümüz kültürleri, yalıtılmış alanlar olarak medya kültürü tarafından kuşatılmıştır. ‘Medya kültürü’ ise etkinlik ve izlenme yoğunluğunun derecesine bağlı olarak toplumun kültürel yapısını sürekli bir dönüşüme uğratmaktadır. Modern kültürün en önemli özelliklerinden birisi, medyanın kültürel yaşam üzerindeki bu açık ve dönüştürücü etkisidir. Bu bağlamda, medyanın kültür emperyalizminin oluşmasına önemli ölçüde yardımcı olduğu söylenebilir. Belli bir azınlığın kültürü popülerleştirilerek, evrensel ve çoğulcu gösterilerek çoğunluğa has yerel kültürlerin yalıtılmasına ve marjinalleşmesine yol açabilmektedir. Bir başka deyişle, bu süreçte yerel ve ulusal kültürler çoğulcu demokrasi ve kültür adına değişmekte ve bozulmakta; yerine tek düze, monoton, tek sesli, dünyanın her yerinde birbirine benzeyen bir özelliğe sahip olan medya kültürü geçmektedir. Medyanın aracılık yaptığı kültür emperyalizminin olumsuz yönlerini kapatmak için günümüzde değişik ‘ideolojik’ gerekçeler ileri sürülmektedir. Bunlardan ilki, yayılan enformasyonun ‘çoğulcu’ olduğu iddiasıdır. Oysa kaliteli, seviyeli ve kamusal çıkarları dikkate alan kültürel ürünler yerine reytingi yükseltmek için şiddet, cinsellik ve boş zaman tüketimine dönük, insanları yönlendirme etkisi güçlü olan dürtülere yönelik ürünle ağırlık kazanmakta, içerik belirlemede daha çok ticarilik öne çıkmaktadır. Ticarileşme kaygısı, içerikte belli birkaç temanın egemen olmasına yol açmakta ve farklılığa fırsat vermemektedir. Bir başka gerekçe de egemen enformasyon akışının ‘kültürel alışveriş olarak’ sunulmasıdır. Gerçekte uluslararası iletişim düzeni tersi bir durumu göstermektedir. Oysa ki ortada eşit koşulların olmadığı ‘dengesiz’ ve büyük ölçüde ‘tek yönlü’ bir kültür ve enformasyon akışı vardır. Çok uluslu birkaç medya holdinginin ürettiği kültürel ürünlerin, tüketici konumunda olan azgelişmiş ülkelerde yayılımı söz konusudur ve mevcut yapı ‘kültürel alışverişten’ çok ‘güçlüler lehine’ bir bağımlılık olduğunu göstermektedir. Bu bağımlılığın beraberinde getirdiği kültür emperyalizmi, ülkeler arasında var olan ekonomik, askeri, siyasal ve kültürel ilişkiler 131 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur düzenini destekleme yönünde hizmet gören bir süreçtir. Medya bu süreçte ideolojik bir işlev görmektedir. Dolayısıyla belli bir kamuoyu oluşturup, belli davranış kalıplarını yayan çok uluslu medya işletmeleri, medya kültürünün yaşam alanı bulmasına ortam hazırlamakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kısacası günümüzde bütün dünyada hâkim olan medya kültürü ulus ötesidir. Küresel bakış açısı ile işlemekte, ulus ötesi holdingler tarafından üretilmektedir. Bu nedenle kültürel alışveriş, kültürel kaynaşma, ‘halkın talebi’ gibi gerekçelerle var olan dengesiz, eşit olmayan iletişim durumu meşrulaştırılmaya çalışılması mazur görülemez. Genellikle belli biçimlerde formatlanmış, geliştirilmiş, kurgulanmış iletişim ürünlerinin teknoloji ve reklamcılık yoluyla kitleleri yönlendirme, ikna ve manipüle etme amaçlarına dönük, egemen gücün tek yönlü enformasyonu şeklinde işleyen bu süreç, ulusötesi medya holdinglerinin oluşturdukları uluslararası medya hakimiyeti sayesinde kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyu gündemini yaratarak yönlendirmekte, sahip oldukları medya mülkiyeti ve ekonomik güç sayesinde daha ucuza ürettikleri haber, program, reklam filmleriyle küresel çapta kendine özgü özellikleri olan bütün kültürel kimlikleri hakimiyeti altına almaktadır. Dünya genelinde Batı lehine ‘kültürlenmenin’ temel sebebi, bütün kitle iletişim ortamlarının Batı üretimi ve öykünmeli haber ve programlarla dolu olmasıyla ilgilidir. Kütle kültürü, kitle iletişim araçları tarafından üretilip kitlesel olarak yayılan kolektif davranış, mit ya da tasarımların tümü olduğundan hareketle ‘kültür emperyalizmi’ kavramının tek başına eksik olduğu ancak kültür emperyalizmi ve medya emperyalizminin birbirini besleyen kavramlar olduğu söylenebilir. Kültürel yayılmanın önemli argümanlarından birisi, bunun daha çok ‘modernleşme’ ve ‘kalkınma’ adına yapıldığı şeklindedir. Bu görüşe göre kitle iletişim araçları, gelişmiş kapitalist ülkelerin kültürel değerlerini geri kalmış ülkelere aktarma aracı olarak görülerek kültür uçurumunun kapatılmasında bir 132 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen rol üstlendiği öne sürülür. Ancak uluslararası iletişimin düzenine bakıldığında sadece modernleşme yönlü teknoloji transferi değil, yayın içerikleri de ihraç edilerek yerel kültürü zenginleştirmek yerine zayıflamasına yol açtığı söylenebilir. Bu süreçte kitle iletişim araçları üretilmiş imajları ‘kitle bilincine’ akıtarak, endüstriyel üretim sistemi için gerekli davranış ve tüketim kalıplarının standartlaşmasına yardımcı olur. Bir başka deyişle tüketim kültürü şeklinde ortaya çıkan bu ürünlerin ‘yaşam biçimi’ haline gelmesi, kültürel emperyalizmin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. KAYNAKÇA: 1. ABU-LUGHOD, J. (1998). “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Ed. Anthony D. King, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, G. Seçkin, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları. 2. ADAKLI, G. (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi: Neoliberalizm Çağında Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri, Ankara, Ütopya Yayınları. 3. AKÇAN, E. (1995). “İletişim ve Tüketim Toplumunda Mekansal Farklılıklara Ait Çelişkiler”, Toplum ve Bilim, Sayı: 64. 4. ALEMDAR, K., Erdoğan, İ.(2002). Öteki Kuram: Kitle İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Ankara, Erk Yayınları. 5. APPADURAI, A. (1990). "Disjuncture and Difference in the Global Cultural Economy", Theory, Culture and Society, Londra, Sage, s. 295-310. 6. BAGDIKIAN, B. H. (2004). The New Monopoly, Boston, Beacon Press. 7. BARKER, M. (1989). Comics: Ideology, Power and the Critics, Manchester, Manchester Univsersity Press. 133 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur 8. BAUMAN, Z. (1999). Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 9. BECK, U.(2006). “Küreselleşme Nedir?”, Küreselleşme Okumaları, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yay. 10. BOYD-BARRETT, J.O. (1987). “Media Imperialism: Towards an International Framework for the Analysis of Media Systems”, Mass Communication and Society, Ed. James Curran, Michael Gurevitch, Janet Wolllacott, Londra, Sage, s. 117-135. 11. BURKE, P. (2000). Gutenberg’den Diderot’ya Bilginin Toplumsal Tarihi, Çev. Mete Tunçay, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 12. CASTELLS, M. (2004). “Ağda Küreselleşme, Kimlik ve Toplum”, Küresel Kuşatma Karşısında İnsan, Çev.Şehabettin Yalçın, İstanbul, Ufuk Kitapları. 13. CEVİZOĞLU, Hulki. “Eğitimde Küreselleşme Tehlikesi”, (Çevrimiçi), http://66.102.9.104/search?q=cache:sC7UKTJKvl8J:www.sinanoglu.net/mod ules.php%3Fname%3DNews%26file%3Dprint%26sid%3D688+%22k%C3% BCreselle%C5%9Fme%22+%22emperyalizmin+yeni+ad%C4%B1%22&hl=t r&ct=clnk&cd=6&gl=tr, 10.04.2007. 14. CHASE-DUNN, C. (1999). "Globalization: A World-Systems Perspective." Journal of World-Systems Research, 5 (2): 187-217. 15. DURAN, R. (2001). “Burası Dünya Polis Radyosu!” Global Medya Eleştirileri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. 16. FRIEDMAN, T. (2000). “Küreselleşmenin Geleceği/ Lexus ve Zeytin” Ağacı, Çev. Elif Özsayar, İstanbul, Boyner Holding Yayınları. 17. GERAY, H. (1995). “Küreselleşme ve Masa Üstü Sömürgecilik”, Mürekkep, Kış-Bahar Sayısı. 18. GEZGİN, S. (2005). “Küreselleşmenin Medya ve Toplum Üzerindeki Etkileri - Bölüm 2”, İ.Ü. İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı: 22, s. 9-12. 19. GIDDENS, A. (1998). Modernliğin Sonuçları, Çev. Ersin Kuşdil, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 134 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen 20. HALL, S. (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Ed. A. D. King, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Gülcan Seçkin, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 33–61. 21. HAMELINK, J. C. (1991). “Enformasyon Devriminden Sonra Yaşam Sürecek mi?”, Enformasyon Devrimi Efsanesi, Der. Yusuf Kaplan, Kayseri, Rey Yayınları, s. 11–32. 22. HARDT, M., NEGRI A., (2001). İmparatorluk, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 23. HARVEY, D. (2006). Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları. 24. HELD, D. (1999). Global Transformations: Politics, Economics and Culture, Standford, Standford University Press. 25. HELD, D., McGREW, A., GOLDBLATT, D., PERRATON, J.: “Küresel Dönüşümler, Siyaset, Ekonomi ve Kültür”, Küreselleşme Okumaları, Çev. İsmail Aktar, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yayınları, 2006, s. 161-207. 26. HORKHEIMER, M. (1998). Akıl Tutulması, Çev. Orhan Koçak, İstanbul, Metis Yayınları. 27. HUGHES, C. W. (2006). “Küreselleşme, Güvenlik ve 9/11 Üzerine Düşünceler”, Küreselleşme Okumaları, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yayınları, s. 319-341. 28. IŞIK, M. (2001). “Globalleşme-Yerelleşme ve Medya”, Selçuk İletişim Dergisi, Konya, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, Cilt 1, Sayı 4, s. 38-43. 29. IŞIK, M. (2004). Medyada Yeni Yaklaşımlar, Konya, Eğitim Kitabevi Yayınları, 2004. 30. İLAL, E. (1991). İletişim, Yığınsal İletim Araçları ve Toplum, İstanbul, Der Yayınları. 31. İNCEOĞLU, Y. (2004). ABD’de Medya, İstanbul, Der Yayınları. 135 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur 32. JOFFE, J. (2001). “Who is Afraid of Mr. Big?”, The National Interest, Yaz. 33. KING, A. D.: “Kültür Mekanları, Bilgi Mekanları”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Gülcan Seçkin, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1998, s. 17-31. 34. LATOUCHE, S. (1993). Dünyanın Batılılaşması, Çev. Temel Keşoğlu, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 35. LUHMANN, N. (1990). Essays on Self-Reference, New York, Columbia University Press. 36. MATTELART, A. (1992). Communication and Class Struggle: New Historical Subjects, USA, Intl General. 37. MATTELERT, A. (2001). İletişimin Dünyasallaşması, Çev. Halime Yücel, İstanbul, İletişim Yayınları. 38. MATTELART, A. (2005). Gezegensel Ütopya Tarihi, Çev. Şule Çiltaş, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 39. McLUHAN, M. (2001). Global Köy: 21. Yüzyılda Yeryüzü Yaşamında ve Medyada Meydana Gelecek Dönüşümler, Çev. Bahar Öcal Düzgören, İstanbul, Scala Yayınları. 40. MORLEY, D., Robins, K. (1997). Kimlik Mekanları Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, Çev. Emrehan Zeybekoğlu, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 41. MOWLANA, H. (1997). Global Information and World Communication: New Frontiers in International Relations, Londra, Sage. 42. NYE, J. S. (1990). Bound to Lead: The Changing Nature of American Power, New York, Basic Books. 43. NYE, J. S. (2003). Amerikan Gücünün Paradoksu, Çev. Gürol Koca, İstanbul, Literatür Yayıncılık. 44. ÖNÜR, N. (2002). Küreselleşen Dünyada İletişim ve Toplum, Ankara, Alp Yayıncılık. 136 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Küresel Emperyalizmin Ötesi: Küreselleşme İletişim ve Yeni Uluslar Arası Düzen 45. PIETERSE, J. N. (1995). “Globalization as Hybridization”, Global Modernities, Ed. M. Featherstone, S. Lash, R. Robertson, Londra, Sage, s. 4568 46. POSTMAN, N., Powers S. (1996). Televizyon Haberlerini İzlemek, Çev. Aslı Tunç, İstanbul, Kavram Yay. 47. SAID, E. (2004). Kültür ve Emperyalizm, Çev. Necmiye Alpay, İstanbul, Hil Yayınları. 48. SCHILLER, H. I. (1992). Mass Communications and American Empire: Critical Studies in Communication and in the Cultural Industries, New York, Westview Press. 49. REEVES, G. (1993). Communication and Third World, New York, Routledge. 50. ROBERTSON, R. (1999). Küreselleşme: Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları. 51. RODRIK, D. (2006). “Küreselleşme Sınırı Aştı mı?”, Küreselleşme Okumaları, Ed. Kudret Bülbül, Ankara, Kadim Yayınları, s. 57-85. 52. The Fontana Dictionary of Modern Thought (2000). Der. Alan Bullock, Oliver Stallybrass, Stephen Trombley Londra, Fontana Books. 53. TOKGÖZ, O. (1994). Temel Gazetecilik, Ankara, İmge Kitapevi Yayınları. 54. TOMLINSON, J. (1999). Kültürel Emperyalizm, Çev. Emrehan Zeybekoğlu, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 55. TREMBLEY, G. (1995). “The Information Society: From Fordism to Gatesism”, Canadian Journal of Communication, 20 (4), s. 461-482. 56. TUTAL, N. (2006). Küreselleşme, İletişim ve Kültürlerarasılık, İstanbul, Kırmızı Yayıncılık. 57. “UNESCO Final Report of World Conferance on Cultural Policies”, http://unesdoc.unesco.org/images/0012/001223/122341e.pdf, (Çevrimiçi) 12.09.2006. 137 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 94-138 Suat Sungur 58. WALLERSTEIN, I. (1983). “The Three Instances of Hegemony in the History of the Capitalist World- Economy”, International Journal of Comparative Sociology, Vol. 24, Sayı: 1-2, s. 100-134. 59. WILLIAMS, R. (1985). Keywords: A Vocabulary of Culture and Society, USA, Oxford University Press. 138 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 94-138 Stratejik Araştırmalar Dergisi /Journal of Strategic Studies 1 (1), 2008,139-157 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ÇARLIK RUSYASI’NIN TÜRK HALKLARINA YÖNELİK POLİTİKASI VE BU BAĞLAMDA UYGULAMAYA KOYDUĞU YAPTIRIMLAR Engin Akgün∗ ÖZET Çarlık Rusyası’nın Orta Asya’da yürüttüğü işgâl siyasetine, işgâllerin sebepleri ile işgâl sonrası (XIX. Y.Y.da) kurduğu yeni düzende Türk halklarının durumuna değinilerek, Çar Hükümetinin işgâl sonrası başlattığı dini sömürü siyaseti ele alınmıştır. Çarlık Rusyası amaçlarına ulaşmak için önce kaleler inşa etti. Daha sonra da Türkistan halkının arazilerini müsadere yoluyla ellerinden aldı. Altay’da Çarlık Rusya’nın yapmak istediği; Altay halkını çok tanrılı dinden, tek tanrılı dine geçişlerini sağlamaktı ve başardı. Çar Hükümeti, getirdiği göçmenleri Altay’ın en verimli alanlarına yerleştirerek Altay Türklerini sefalete mahkûm etti. Bu makalede Çar Hükümetinin, Türk haklarına yaptırımlarına ayrıntılı olarak değinilmiştir. Ayrıca, Basmacı isyanları ve Burhanist hareket konusuyla ilgili çıkarımlarda da bulunulmuştur. Anahtar Kelimeler: İslam, Baskı, Siyaset, Burhanizm, Misyonerler. ABSTRACT The distraction politics of Russian Czardom on Middle Asia, the reasons of the distractions and the status of Turkish Publics in the new arrangement after the distraction. (XIX Century) and the politics of religious exploitation, after distraction, by Russian Government are discussed. Russian Czardom has firstly built castles to achieve its goals and then. seized Turkistan’s territory. Russia aimed to ensure that change of Altay people’s religion from multi-god basis to one-god and achieved. Russian Czardom caused the Altay People misery by settling the migrants into the the mots productive areas. In this article, from this point of view, the details of Russian Government’s sanctions on Turkish People are elobarated comprehensively. In addition, the inferences which are related the issue of Burhanist movement and Basmacı Riot are also mentioned. Keywords : Islam, Pressure, Politics, Burhanism, Missionary. 1.GİRİŞ Türkistan’ın tamamen Rus istilası altına girmesiyle birlikte, Çarlık idare sisteminin Orta Asya Türklüğüne uyguladığı idare ve eğitim sistemi, Türk ∗ Ahmet Yesevi Uluslararası Türk- Kazak Üniversitesi Doktora Öğrencisi. Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar topluluklarını ruhani yönden birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, aynı zamanda aralarına derin uçurumlarda koydu. Zaten, Türkistan’da uygulanan Rus kültür politikasının asıl amacı, yerli halkın düşüncesini, şuurunu ve hayat biçimini Ruslara yaklaştırmak ve Türkistan halkını parçalayarak onları ayrı ayrı milletler haline getirmekti. Zamanımızda Çarlık Rusya’nın Türkistan’ı işgali ve bu bölgede uyguladığı sosyal, ekonomik ve siyasi politikaların ilmi açıdan araştırılması ve tutarlı bir takım sonuçlara ulaşılmasının gerekliliği günümüzde de önemini büyük ölçüde korumaktadır. Bu araştırma çalışmasında yukarıda sözü edilen amaç doğrultusunda önce Çarlık Rusya’nın Orta Asya politikası tartışılacak, daha sonra Çarlık Rusya’nın Altay Türklerine yönelik uyguladığı politika bu bağlamda değerlendirilecektir. 2. ÇARLIK RUSYA’NIN ORTA ASYA POLİTİKASI XVIII. asrın ilk çeyreğinde Rusya; Baltık Denizi ve Karadeniz vasıtasıyla Avrupa’ya açılıp, Sibirya’yı işgal ederek, Doğu devletleriyle ticaret yapma yollarını araştırmaktaydı. Tabi ki; amacına ulaşabilmesi için öncelikle Kazak steplerinde kontrolü sağlaması gerekiyordu. Kazak sahrasını Asya’nın anahtarı olarak gören I. Petro, Kazak yurdu için: “Kazak Ordaları bütün Asya memleketlerinin anahtarı ve kapısıdır. Bu yüzden, bu ordaları kendimize bağımlı hale getirmeliyiz” (Ataov, 1999: 27) demekte ve Rusya’nın gelecekteki politikasını da bu sözleriyle belirlemiş olmaktaydı. Rus idarecileri, Kazak topraklarının Rusya’nın eline geçmesinden elde edilecek olan kazançlarını şöyle sıralıyordu: “1. Rusya İmparatorluğu (bir damla kan dökmeden) birkaç yüz bin nüfusu kendine katacak; 2. Kazakların teslim olmaları güney-doğu ülkelerinin güvenliğini sağlayacak; 3. Bu dönemde Cungarlar hâlâ kuvvetli idiler ve Büyük Petro da en çok onlardan çekiniyordu. Kazakların itaati sağlandıktan sonra, Kazakları kullanarak Cungarlar’a karşı harekete geçmek ve onların kuvvetlerini zayıflatmak 140 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün mümkün olacak; 4. Kazaklar, devamlı isyan ederek hükümeti rahatsız eden Başkurtlara, Karakalpaklar’a ve Büyük Petro zamanında Rusya’ya büyük tehlike yaratan Hive hanlığına karşı kullanılabilecekti” (Levşin, 1832: 70) Tabi böylelikle de onları durdurmak mümkün olacaktı. Kazak cüzleri bu dönemde, Rus ve Çin imparatorlukları arasında sıkışmış bir vaziyet arz etmekteydi. 1722 yılında Çar I. Petro, “Kırgız (Kazak) Cüzleri Rus himayesi altına alınmalı ki; bunlar vasıtasıyla diğer bütün Asya memleketleriyle irtibat kurulabilsin ve Rusya için faydalı ve uygun tedbirler alınabilsin” (Hayit, 1995: 45 - 46) diyerek bölgenin önemini de dile getirmişti. Kazak toprakları üzerinde bir kale inşaatı, İvan Krilov idaresinde yürütülüyordu. Çar’ın, Krilov’a buyruğu: “Başkurtlara ve Kırgızlara (Kazaklara) güvenmeyiniz. Bu milletlerden biri Rusya’ya karşı ayaklandığı takdirde diğerini ona karşı kışkırtınız. Fakat bunun için taraflardan hiç birine silah vermeyiniz. Rusya’ya komşu olan diğer bütün devletler hakkında bilgi toplayınız. Cungarlar’ın hareketlerini gözetleyiniz ve Hive hanlığıyla savaşta Küçük Cüze yardım ediniz” (Yelagin, 1991: 92) şeklindedir. Böylece Türk toplulukları ve Kazak Cüzleri arasına fitneler sokan Ruslar, bu anlaşmazlıklardan yararlanarak elverişli bölgelere Rus Kazaklarını yerleştirmiş ve 1821 yılına doğru, bölgedeki Hanlıkların çoğunu istila etmişti. Ruslar’ın güney’e inmeleri de fazla uzun zaman almadı ve XIX. asrın sonlarına kadar işgaller tamamlandı. Çarlık Rusya, Kazak topraklarında başlattığı sömürü politikasının ilk yıllarında, yerel halkın “dinine özgürlük” tanıma siyasetini başarıyla gerçekleştirdi. Böylece yerel grupların güvenini kazanarak sömürü siyasetini daha da derinleştirdi. Dolayısıyla Çar Hükümeti, Kazak bozkırlarında mescit ve medreseler yapıp, İslam Dini’ne karşı gelmeyeceğini, tam tersine ona destek vereceğini göstermeye çalıştı. Bu durumu, Kazak topraklarında İslam Dini’nin genel durumuyla özel olarak ilgilenen memurların idari kurumlarına 141 verdiği raporlardan anlamak Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar mümkündür. İşte bu bahsi geçen raporların birinde Çarlık Rusya, izlemiş oldukları politikanın amacını: “Han ve sultanlar ile bozkırlardaki etkili insanları kendi tarafımıza çekebilmek” şeklinde açıklamaktadır. Çar Hükümetinin bozkırlardaki hâkimiyetlerinin ilk dönemlerindeki politikalarını şu cümleler ifade etmektedir; “(Rusya), Kırgızlara ve tüm Orta Asyalı halklara, onların dinine karışılmayacağı yönünde güven verdi. İslam’a karşı sadece sabırlı olmakla kalmadı, İslam Dini’ni koruma görevini de üstlendi” (Jolseyitova, 2004: 8 – 10). Elbette, Çar Hükümeti’nin İslam Dini’ne karşı yürütmüş olduğu bu koruyucu siyaset fazla uzun sürmedi. Önce Türkistan’ın ilk genel valisi Fon Kaufmann Bozkırda, İslam misyonerlerinin faaliyetlerine karşı çıktı. (Yakovlev, 1911: 115). Kaufmann’ın 6 Şubat 1876 tarihinde eğitim bakanı D.A.Tolstoy’a gönderdiği mektubunda: “Bana güvenilerek verilen genel valiliğin sınırlarında, Kazan Tatarlarının çeşitli Müslüman dini eserleri satarak ticaret yaptıklarına dair bilgiler elime ulaşmaktadır. Bu türden dini yayımlar, ucuz olması dolayısıyla sadece bölgedeki zenginlere değil, tüm göçebelere ulaşabilmektedir. Müslüman propagandasının dini yayımlar aracılığıyla yapılıyor olması, Orta Asya’daki Rus menfaatine, aynı zamanda eğitim bakanlığının taşra bölgelerindeki vazifelerine zararlı olduğu kanısındayım. Yıl geçtikçe İslam Dini, Kırgızlar arasında Kazan Tatarlarının Müslüman dini eserleri satması nedeniyle pekişmektedir. Sizden ricam: İç İşleri Bakanlığıyla irtibata geçmeniz ve Müslüman eserlerin yayımlanmasına sınırlama getirme konusunda gereken önlemleri almanızdır” (Jolseyitova, 2004: 10) diyerek konuyla ilgili olarak endişelerini açıklamıştır. Kazak âlimi aynı zamanda eğitimci ve seyyah olan Şokan Valihanov kendisinin “Bozkırdaki Müslümanlık Hakkında” adlı eserinde: “Müslümanlık şimdilik bizim kemiğimize ve kanımıza sinmedi (...) Tatar mollalarının, Orta Asyalı işanlar’ın propagandası, halkımızın arasında gün geçtikçe Müslümanlığın yayılımını hızlandırmaktadır” (Velihanov, 1985: 560) sözü 142 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün Türkistan’ın ilk genel valisi Fon Kaufmann’ın endişelerini tasdik eder niteliktedir. Çar Hükümeti’nin, eğitim alanında izlediği Ruslaştırma siyasetinde en yakın destekçisi’nin Ortodoks kilisesi ve onun misyonerleri olduğu bilinmektedir. Doğu halklarını vaftiz etme, Ruslaştırmaya ilişkin 1842 yılında Kazan Şehri’nde açılan dini akademi, hükümetin en güvenilir kurumu durumundaydı. 1854 yılında Kazan dini akademisine bağlı olarak özel misyoner bölümü açıldı. Onun başkanı olarak Kazan şehrinin başpiskoposu Grigorii (Postnikov), üyeleri olarak da Kazan Üniversitesi’nin Profesörü A.Kazembek ve dini akademinin öğretim üyeleri G.Sablukkov ve Nikolay İlminskiy tayin edildi. Bu kişiler Arap, Fars ve Türk dillerini bilen iyi yetişmiş misyonerlerdi (Omarov, 1997: 16 – 17). O günleri yaşamış olan Kazak âlimlerinden Ibıray Altınsarin, bahsi geçen Kazan dini akademisiyle ilgili olarak şunları söylemektedir; “2 Haziran 1847 tarihinde Çar Hükümeti’nin izniyle Kazan dini akademisine bağlı olarak (Tercümanlar komitesi) kuruldu. Onun başına Nikolay İlminskiy geçirildi. Tercümanlar komitesinde E. Malov, Zolotnitskiy, V.Trofimov, İ.Yakovlev, Nikolay Petroviç Ostroumov, N. N. Bobrovnikov, V.Katarinskiy gibi Müslüman halklarının dilini, dinini, örf - âdetlerini, yaşam tarzı ve koşullarını iyi bilen kişiler görev aldı. Tercümanlar komitesinin esas amacı; Ortodoks kilisesinin dini kitaplarını doğu halklarının diline aktararak onları vaftiz etme, Hıristiyan dinine geçirmekti. Bu amaçlar doğrultusunda çalışan görevliler, üç yüz yedi kitabı, Rus olmayan halkların diline çevirip yayımladı. Çevirisi yapılarak yayımlanan (307) kitabın iki yüz seksen sekizi dini içerikli kitaplardı.” (Komisyon, 1991: 107). Çarlık Rusya’nın egemenliği altında bulundurduğu halklar için dini kitapların çevirimine büyük önem vermesinin bir sebebi, Tatar Türklerinin etkisini bu coğrafyada kırmak olsa da diğer sebebi; XIX. asrın ortalarındaki Kazak toplumunda Özbek, Tatar gibi Türk halklarına kıyasla İslam dininin henüz tam 143 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar olarak benimsenmiş olmamasıydı. Kazak Türklerinin arasında Şamanist inanç, örf ve geleneklere bağlılık söz konusuydu. Kazak halkının dini inancındaki bu özelliğini hisseden Çar Hükümeti’nin misyoner âlimleri de elbette ki kendi amaçlarınca yararlanmak istedi (Ulfet Jurnalı, 1906). Örneğin, 1860’lı yıllarda N.İ. İlminskiy: “Kazaklar, Müslüman değil Şamandır. Dolayısıyla onları Ortodoks Hıristiyan dinine geçirmek kolay olacaktır” diyerek hükümeti inandırmaya çalışmıştır (Ulfet Jurnalı, 1906). Türkistan bölgesinde özellikle eğitim konusunda yaptığı faaliyetleriyle tanınan N.P.Ostroumov Ortodoks Misyonerler Birliği’nin “21. Yüzyıl Yıl Arifesinde: Göçebe Halklar Hıristiyan Dini ve Kültürünü Kabul Etmekte İstekli mi?” konulu panelinde, misyonerlerin asıl dikkatini Kazak bozkırları ve Türkistan Bölgesine çekmiş ve “Rusya’ya bağlı Asyalı göçebelerin, insani ve kültürel açıdan gelişmesi ve Ortodoks Hıristiyan Rus halkıyla birleşebilmesi için Hıristiyanlığı kabul etmekten başka yolu yoktur. Eğer Asyalı göçebeler, Hıristiyanlığı kabul etmezlerse, gelişemeyip Müslümanlığı kabul edecekler ve devletimizin doğal gelişmesini yavaşlatıp, siyasi bütünlüğünü ve üstünlüğünü de tehlikeye atacaktır” (Ostroumov, 1886: 15 – 17) demiştir. N.İ.İlminskiy ve N.P.Ostroumov gibi misyonerlerin gayretleriyle Kazaklara ve Orta Asya Türklüğüne karşı misyonerlerin şiddetle üzerinde durdukları konu, Türk halklarının kullandığı alfabenin değiştirilmesi gerekliliğiydi. N.İ.İlminskiy ve N.P.Ostroumov’un düşüncelerine göre: “…Alfabe her zaman din ile birlikte kabul edilmiştir. Örnek olarak, Batı Avrupa; Latin Alfabesini Latin Kilisesi, Ruslar; Kril Alfabesini Slavyan Kilisesi aracılığıyla kabullendi. Tatarlar, Kazaklar ve diğer Türk halkları da Müslüman ülkeler gibi, Arapçayı Müslümanlıkla birlikte kabul etmişlerdir. Arapça, Türk halklarını, Müslümanlığa yaklaştıran oldukça önemli bir faktördür. Bundan dolayı, Türk halklarının yazısını yürürlükten kaldırır ve yerine Kril Alfabesini koyarsak hem Hıristiyanlığa geçişleri sağlanır hem de Müslümanlıktan uzaklaşmış olurlar. Böylelikle bir taşla iki kuş vurulmuş olur” (Jolseyitova, 2004: 11) 144 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün diyerek görüş bildirmişlerdi. O zamanlarda böyle bir şey yapılmadı belki; ama bu fikirlerin unutulmadığı çok geçmeden belli oldu. İ. Stalin zamanında, 1930–1937 yılları arasında yaşanan katliam ve sürgünlerden sonra diğer bir deyişle halk aydınlarının büyük kısmının ortadan kaldırılışıyla, Latin Alfabesinin yerine Kril Alfabesi yürürlüğe konuldu (Mekemtas, 1993: 110 – 111). Çarlık Rusyası’nda, okul ve medrese açmak için izin, ancak açılacak olan okul veya medresede Rus dili öğretmenleri mevcutsa verilirdi. Türkiye’de, Buhara’da ve diğer doğu ülkelerinde eğitim alanların imparatorluktaki okul ve medreselerde öğretmenlik yapması yasaktı. Ancak Müslüman okullarında çocuklarının eğitim almalarını isteyen velilerin okul müdüriyetinden izin alındığına dair ellerinde belge olmalıydı. Çocuklarını Müslüman okullarında okumaları için belge almayı kabul etmeyip, çocuklarını okul ve medreselere göndermeye kalkan veliler hakkında kanuni işlem yapılırdı. Çarlık Hükümeti’nin emirlerine karşı gelen velilere; ilk seferde para cezası, aynı suçun ikinci kez tekrarlanması halinde hapis cezası verilirdi. Eğer veli, kurallara uymamakta ısrar ederse, çocuğun Müslüman okullarında eğitim almasına kesin olarak yasak getirilirdi (Jolseyitova, 2004: 14). 1875 yılında hükümet; Türkistan Bölgesindeki tüm Müslüman okullarının bölge okul idaresinin denetimine verilmesine ilişkin genelge yayınladı. Eğitim Bakanlığı da 1879 yılında halk okulları müfettişlerine yerel okulları nasıl teftiş etmeleri gerektiği konusunda birtakım talimatlar verdi. Ancak, o sıralarda Türkistan genel valisi olan Kaufmann, bu konuda yönetimden biraz daha farklı düşünmekteydi. Kaufmann’a göre Müslüman okullarına müdahale gereksizdi. Çünkü hükümetin maddi yardımı olmadan bu okulların ayakta kalabilmesi mümkün değildi. Bu nedenle okul ve medrese konularına Rus memurların karışmasını uygun bulmuyordu. Kaufmann, hizmete girmiş olan Rus okulları sayesinde bölgede Müslümanlığın âdeta direği haline gelen okul ve medreseleri, günlük hayattan barış yoluyla çıkarmaya büyük önem veriyordu (Jolseyitova, 2004: 14). 145 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar 1884 yılında Türkistan Bölgesi’nin genel valiliğine tayin edilen Rozenbah daha görevine başlar başlamaz verdiği ilk talimat: “Göçebeler arasında Müslüman propagandasını denetleyecek bir komisyonun kurulması” olmuştur. Bu komisyona, Sırderya Eyaleti’nin askeri valisi Grodekov önderlik yapacaktı. Komisyon, kısa zaman içerisinde gerekli araştırmalarını tamamlayarak sonucu genel valiye bildirecekti. Komisyon, göçebeler arasındaki Müslümanlığa engel koyma faaliyetlerini düzenlemekten daha çok Müslümanlık geleneğinin koruyucuları olan okul ve medreselere önem verilmesini ve kesinlikle Müslüman okullarını, Rus devletinin kontrolü altına girmesi gerektiği savundu (Jolseyitova, 2004: 14). Çarlık Rusyası’nda, imparatorlukta yaşayan millet ve halkların Çar Hükümeti’nin siyasetine itirazını dizginlemek amacıyla da çeşitli faaliyetler yürütülmüştür. Özellikle Kırgızları (Kazak), Tatarların manevi etkisinden uzaklaştırmaya, Kırgızların Tatar halkıyla kaynaşmasının önüne geçilmesine yönelik faaliyetleri, Çarlığın asimilasyon politikasında sonuç veren başarılı girişimlerindendir. Müslüman çocukların beraberce aynı okulda eğitim almasına karşı çıkan Çarlık Rusya, Tatar okullarında eğitim almakta olan Kırgız (Kazak) çocukları okuldan çıkartmakta bir an bile tereddüt etmemiştir (Arşiv belgesi). Türkistan Bölgesi’nin genel – valisi olan Rozenbah ile İslam Dini’ne yönelik mücadelenin değişen seyri, Türkistan Bölgesi genel valisi Duhovskiy’in yönetime gelmesiyle beraber çok daha farklı bir boyut kazandı. Duhovskiy, Türkistan Bölgesi genel valiliği görevinde kaldığı sürece, İslam dinine karşı daha kalıcı ve sonuç verici tedbirlere ağırlık verdi. Duhovskiy, İslam dini ve Çarlık yönetiminin egemenliği altında yaşayan halkları Ruslaştırma konusundaki görüşlerini, 1899 yılında Çar Hükümeti’ne gönderdiği “Türkistan’daki İslam” adlı raporunda açıklamıştır. Raporda, üzerinde durulan meseleler ise, sert çözüm yollarından kaçınılıp halkın iç dünyasını, şuurunu ele geçirmeye yönelik faaliyetlerin gerekliliği vurgulanmıştır. Ayrıca, özellikle tıbbi hizmetlerin genişletip diğer halkları 146 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün kendilerine bağlama, karışık nikâhları (Rus ve diğer halklar arasındaki) desteklemek, tercümanların rolünü zayıflatmak, resmi evrakların tamamını Rus diline geçirmek gibi önemli uyarı ve önerilerde (Jolseyitova, 2004: 16) bulunmuştur. Türkistan genel valisi Duhovskiy’in 1898 yılında Askeri Bakan’a bölgedeki tüm Müslüman okullarının kaydının yapılması gerektiğine ilişkin teklifte bulunmuştur. Bu şekilde Müslüman okullarını, bölgesel idarenin emrine vermek mümkün olacaktı. Amaç, yerel halka Rus kimliğinin benimsetilebilmesidir. Genel vali, Rus devletinin kuvvet ve kudretinin sembolü olarak okul ve medreselerde imparator portresinin asılmasına yönelik denetimlerin üzerinde de hassasiyetle durmuş ve görevin icra edilmesinde tüm sorumluluğu halk okullarının müfettişlerine vermiştir (Jolseyitova, 2004: 16 – 17). Ne var ki, imparatorun portresinin okullarda asılmasını yerel halk pek desteklememiştir. Müslüman halkları bu durumu, dinlerine karışmak olarak algılamışlardır. Sonuç olarak, 1898 yılında Andican∗’da dini nitelikte ve Rus yönetimini hedef alan isyan çıkmıştır. İsyanı bastıran Çar Hükümeti, konunun üzerine büyük bir kararlılıkla gitmiş ve okul ve medreselerin hizmetlerine yönelik denetimleri arttırmıştır (Jolseyitova, 2004: 17). Çar Hükümetinin Orta Asya Türk halklarına, eğitim alanında uygulamış olduğu bu siyasetin esas amacını, Çarlık Rusya’nın eğitim bakanı Tolstoy 1870 yılında: “Ülkemizdeki Rus olmayan diğer tüm unsurları eğitmemizdeki asıl amacın onları Ruslaştırmak ve Ruslarla kaynaşmasını sağlamak olduğundan hiçbir zaman şüphe edilmemelidir” (Omarov, 1997: 16) sözleriyle izah etmiştir. Çarlık Rusyası politikaları, tüm emperyalist iktidarlar tarafından halkların eğitim ve öğretimi üzerine neden bu kadar düşüldüğünün önemli bir örneğini teşkil etmektedir. ∗ Günümüz Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yerleşim birimi. 147 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar 3. ÇARLIK RUSYA’NIN ALTAY TÜRKLERİNE YÖNELİK UYGULADIĞI POLİTİKA Altay’da da Çarlık Rusya’nın baskısı hissedilebiliyordu ve Orta Asya’daki Rus siyaseti bu coğrafyada da yürürlüğe konmuştu. Konuyla ilgili olarak D.V. Katsyuba, 1828 yılında kabul edilen Altay Ruhani Misyonu vasıtası ile 100 yıl boyunca Teleut, Şors, Altay ve Doğu Sibirya’nın diğer Türk halklarına, Ortodoks Hıristiyanlığını öğretmeye çalıştı. Misyonerlerin yaptıkları bunlarla da sınırlı kalmadı. Misyonerler, Kilisede söylenen ve diğer okunan edebi eserleri Altay diline çevirip, diğer yandan da yerlilerin içinden papaz yetiştirme çabalarına girişti. 1858 yılında misyoner V.İ.Verbitskiy, Altay misyonerlerinin parasıyla ağaçtan bir kilise ve yabancılar için de küçük bir okul kurdu. Bu okulun adı “Biylerin Akait Lisesi” ve “Kazan Ruhban Mektebi”dir. Bu okullarda misyoner ve din adamları yetiştirildi. “İsimlerini verdiğimiz misyoner okullarına Altay’ın en başarılı öğrencileri gönderilmiştir” (Katsyuba, 1993: 95 - 96) diyerek, Rusya’nın asimile etme çabalarını da gözler önüne sermiştir. Çarlık Rusya’nın sömürü politikası, sadece bununla bitmedi. Rus göçmenlerin Altay’ın verimli topraklarına yerleştirilmesi sonucu, Altay halkı sefalete terk edildi. Böylece Çarlık düzeninin yöneticilerine tüccar ve ruhanilerine bağımlı olan ve doğa olaylarına karşı sigortalanmamış, ekonominin ilkel usulleriyle yaşamaya çalışan Altay halkı, Ruslar tarafından ücra yerlerde yaşamaya mecbur edildi. Modern dünya ile aralarında tarifi mümkün olmayan uçurumlar ortaya çıktı. Altay halkı, ekmek yapacak ve hatta ekmek pişirecek ocağı dâhi olmayan, hayvancılıkla geçimlerini sağlayan yarı yabani kabilelere benzedi. Bunun sonucunda da, şiddetli tabiatla baş başa kaldılar ve kendilerinin küçük ve korkunç tanrılarını (Şamanizm inancındaki tanrılar) sayıp, onlara inandılar (Pavloviç, 1994: 41). Şamanlar ise, zaten kötü olan Altay halkının ekonomisini daha da kötüleştirdi. 148 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün Konuyla ilgili olarak L.P. Potapov; “…Şamanizm, dar gelirli insanlardan, hayvan kurban etmesini isteyerek, onları zor duruma düşürmekteydi. Hatta onları iflas ettirmekteydi. Ayrıca; şaman, kurban edilen hayvanın etinden aslan payını almasının yanında, kazancı bununla bitmemekte ve yaptığı âyin için de para alarak servetine servet katmaktaydı” (Potopov, 1953:309 - 310) demektedir. Bu baskı, şiddet ve beraberinde gelen yoksulluk nedeniyle, XX. Yüzyılın hemen başlarında Altaylar’da tarihe, etnografyaya ve edebiyata Burhanizm adıyla giren hareket ortaya çıktı. Bu harekete katılanlar, ilk başta, Altay’da Şaman (kam) ve kurban törenlerini kabul etmedi (Maydurova, 1995: 101 – 103). Burhanizm, Şamanizm’e karşı tutumluluğuyla ve daha iyi hayat sürmeye çağırarak (Yaş ormanı kesmeyin, genç hayvanı öldürmeyin vs. gibi söylemler ile) karşı çıktı. Bundan dolayı Burhanizm, Altaylıların ekonomisine ve ilgisine son derece uygundu (Pavloviç, 1994: 42 – 44). Fakat halkın öfkesi sadece Şamanizm’e ve Şamanlara değil bütün sömürücülere karşı olduğundan, Burhanist hareket, kısa zamanda anti–Rus bir görünüşe büründü ve Hıristiyanlığa, ruhani misyonerlere karşı da tavır aldı (Pavloviç, 1994: 42 – 44). Koydukları kurallarını korumakta son derece katı bir tutum sergileyen Çarlık Rusyası, Burhanistler olarak nitelendirdiği bu ayaklanmacıların ekonomik ve siyasi özgürlüklerine kavuşmak uğruna mücadele eden bir gurup vatansever olduğu gerçeğini gizleyerek, Burhanistler olarak addedilen grubun üyelerini yeni bir dinin temsilcileri olarak lanse edip, Altay halkının onlara destek vermesine engel oldu. Bu ayaklanmanın bir benzeri, Çarlık Rusyası’ndan hemen sonra yönetimi ele geçiren Sovyetler Birliği zamanında da görülmüştür. Olayın çıkışı kısaca şöyle olmuştur: 1917 Ekim devrimine ve devrimle birlikte gelen görüşlere dayanıyordu. Rusya Halklarının Hakları Bildirisi’nde: “Rus Çarlığı hakimiyeti altında yaşayan halklara eşitlik, muhtariyet, hatta bağımsız memleketler teşekkülüne kadar varan haklar verecektir” (Tursunov, 1962:158) 149 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar şeklindeki açıklamalara rağmen, Sovyetler Birliğinin kurduğu sömürü düzeni Çarlık rejimini arattı. Orta Asya Türklüğü 16- 21 Nisan 1917 tarihleri arasında (Muhtariyet) fikrini tartışıyordu. Kongre “Şuray-ı İslamiye” tarafından organize edilmişti. Bu kongrede Mustafa Şokay, Rusya’nın vereceği ziyanı önceden fark etmiş olmalı ki, muhtariyeti ilan etmek Rusya’ya savaş ilan etmekle aynı anlama gelir (Komisyon, 1998: 125) şeklinde görüş bildirmişti. Mustafa Şokay’a göre: “Acele etmek durumumuzu daha da ağırlaştırır. Bizde yetişmiş adam yok, tecrübe yok, imkân yok, ordu yok! Bağımsızlığımızı ilan etmek kolay, bizim içinde bulunduğumuz şartlarda bağımsızlığımızı muhafaza etmek zordur. Gelecek hakkında düşünüyor musunuz?” (Çokayeva, 2000: 76) sözleriyle halkına endişelerini aktarmıştır. Mustafa Şokay gibi düşünenler, eğitim ve kültür alanında muhtariyet almak taraftarıydı. Çoğunluk, maalesef Şokay gibi düşünmedi ve 27 Kasım 1917 gecesi IV. Türkistan Müslümanları Kongresi’nde toprak muhtariyetini ilan etti (Kara, 2002: 128). Türkistan Muhtariyeti tarihte Hokand Muhtariyeti olarak ta anılır. 19 Şubat 1918 yılında Hokand Devrim Savaş Komitesi, özerk hükümetin kendi kendisini fesh etmesini istedi. Hükümet başkanı Mustafa Şokay bu ültimatomu reddetti. Kızıl Müfreze ve Ermeni Daşnaksutyan Birlikleri 20 Şubat 1918’de saldırı düzenledi. Saldırının sonucu özerk hükümet dağıtılarak, 9 gün boyunca yağmalandı (Hayit, 1997:33 - 34). Kurtulabilenler, Fergana dağlarına kaçarak 1928 yılına kadar Sovyetlerin (Basmacı) olarak nitelendirdikleri gerilla savaşını devam ettirdiler (Çokayeva, 2000: 64). Halk, Basmacıları, Sovyetlerin sömürü, katliam ve aşağılayıcı tutumlarına karşı durabilecek tek güç olarak görüyordu. Bundan dolayı Basmacılar, çok geçmeden geniş halk kitlelerinin desteğini aldı (Kongratbayev, 1994: 82). Sovyet tarihçilerinden A.İ.Zevelev, Basmacıların halkın desteğini almasıyla ilgili olarak “Halk, bu savaşın ümmet-i İslam’ın hür yaşaması için yapıldığını din adamlarının gayretleri sonucu anlamıştı” (Zevelev, 1956: 103) sözleriyle Basmacılara verilen desteği izaha çalışmıştır. Napolyon Bonapart’ın: 150 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün “Feodaliteyi top öldürdü, modern dünyayı da mürekkep öldürecek”1 (Uçar, 1996: 276) sözünü kendilerine düstur edinmiş olan Sovyetler, Basmacılara karşı hem askeri güç kullanarak hem de basından yaptığı çok yönlü bir karalama politikasıyla “Türkistan Türklerinin Özgürlük Mücadelesini” baltalamıştır. Çarlık Rusyası ise, Burhanistlerle mücadelesini abartarak, Burhanistlerin geniş halk kitlelerinin desteğini almasının önüne geçmiştir. Konuyla ilgili olarak A.G.Danilin: “Altay halkının, Çarlık Rusya’nın sömürü siyasetine karşı başlattığı ayaklanmanın (1904 yılında meydana gelmiştir) bastırılmasında, o gün için elde bulunan bilgilerin sınırlı olması, Çet Çelpanov’un rolünün abartılmasına yol açtığını” söylemekte ve konuya devamla 1931 yılında Burhanizm’in sosyal – ekonomik tanımlanmasının gerçeği yansıtmadığını ve araştırmacıların Burhanizm hareketinin yorumunu “Milli Kurtuluş Hareketi” olarak açıklarken ileri gittiklerini ve Burhanist hareketi, dini hareket olarak betimlediklerini (Danilin, 1993: 35) söylemiştir. Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Burhanist hareket ve Basmacı hareketi özünde aynıdır. Her iki harekette, sömürü düzenine karşı ezilen halkın yönetime karşı tutumunu sergilemektedir. Çarlık Rusya ve Sovyetler, her iki ayaklanmayı da aynı şekilde, aynı yöntemlerle bastırmıştır. Fakat Burhan hareketini gerçekleştiren kesimin yeni bir dini kabul etmiş olabileceği ihtimali de yok değildir. Burhanist olarak adlandırılan ayaklanmacıların hangi dine mensup oldukları konusu şu an için aydınlığa kavuşmamış olmakla birlikte, kaynaklarda bu konularda sınırlıda olsa bazı bilgiler bulunmaktadır. Şimdi bu bilgilere kısaca değinelim. N.İ.İlminskiy’nin önderliğindeki misyonerlerin, Altay’a ticaret için Tatarların geldiğine ilişkin raporları dolayısıyla İlminskiy, Tomsk piskoposu Makri’ye gönderdiği mektubunda: “Tatarlar, ne zamandan beri, kimin izniyle ve hangi nedenle sizin Altay’a geliyor? Eyalet valisi aracılığıyla Müslümanların ve 1 Not: Yanlı enformasyon ile gerçeklerin halktan saklanması kastedilmiştir. 151 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar Budistlerin Altay’a ve hatta sınır şehirlerine bile girmesini yasaklayacak bir sistem oluşturamaz mısınız? (...) Ben, Tatarlarla ilgili konuyu yukarıya açmak istiyorum ve onların Altay’dan tamamen çıkarılması yönünde girişimde bulunmalarını rica edeceğim” (Danilin, 1993: 35) demiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere N.İ.İlminskiy’in Altay’a İslam Dininin girmesi konusunda endişeleri vardı. Araştırmacı yazar Maydurova ise Lamaizm’den alınan “Sume” kelimesiyle izah edilen suda yıkanma, abdest almanın da Burhanistlerin âdetlerine girdiğini ve “kurban sunakları”, “muska” ve özellikle Moğollara benzer kurban sungusunun da Burhanizm’in Lamaizm’den etkilendiğinin ispatı niteliğinde olduğunu belirtmektedir (Maydurova, 1995: 101 – 103). Burada önem arz eden konu; Moğollara benzer kurban sungusu (Kurbanın bir damla kanı yere akmamalı, kurban boğazlanmaz, başına sert bir cisimle vurulur veya boğulur. Kanı, bağırsaklara doldurularak pişirilir ve tüketilir) vurgusudur. Burhanizm, yılda bir defa ak kuzu kurbanına müsaade ederek bu geleneğe uymak zorunda kalmıştır. (İnan, 1995: 202 – 203 ) Kısaca kanlı kurbanlar Burhanistlerde de yer almaktadır. Yine Burhanistlerin, Budizm-Lamaizm’den aldığı ibadetlerle ilgili olarak: “…Ay için törenler yapmak (bu törenler ay’ın 8. ve 15. günlerinde yapılmaktadır.)” (Maydurova, 1995: 101 – 103) açıklamaları yer almaktadır. Burhanistlerin dinleriyle ilgili olarak Rus âlimlerinin özellikle üstünde durduğu da Budizm-Lamaizm olmakla birlikte, Lamaizm’den alındığı iddia edilen birtakım âdetlerin Şamanizm ile benzerliği, Burhanistlerin, Şamanizm’e karşı geldiği düşünülerek, Rus âlimleri tarafından göz ardı edilmiştir. Fakat Altay’da ayaklanmaya katılanların sömürü düzenine baş kaldırdığı düşünüldüğünde, ayaklanmacıların Şamanizm’e değil kendilerini aldatan Şamanlara karşı olduğu fikri çıkarılabilir. Oyrat Han’ın gelişi hakkında (mesihvâri beklentiler) bilgi verdiği söylenen “Sudur” adlı kutsal kitabın Moğolca olmayıp Rusça yazıldığı ve Oyrat 152 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün Han’ın gelişi konusunda bilgi içermediği (Danilin, 1993: 142 – 144) de düşünülürse, Burhanist olarak nitelendirilen kişilerin ateist olma ihtimalleri de vardır. Yine Burhanistlerin dinleriyle ilgili olarak misyoner N.İ.İlminskiy’i telaşlandıran Tatar Türklerinin Altay’daki faaliyetleri ve İslam’ı yayma konusundaki çabalarıdır. İslam Dinine yönelik uygulanan yaptırımlar çerçevesinde yazılan bu makalede Altay Türklerine değinmemizin asıl nedeni de budur. Altay’da oluşan bu yeni durum bir misyoner olan N.İ.İlminskiy’i oldukça endişelendirmiştir. Endişelenmesi, aynı zamanda N.İ.İlminskiy’in aşağıda açılımını yapacağımız Çarlık Rusya’nın kirli politikalarını da bildiği anlamına da gelmesi bakımından önemlidir. Aslında konu bir sır olmamakla birlikte, ilk defa Burhanizm’in vaizi olan Çet adlı kişinin avukatlığını yapan D.A Klemens’in dudaklarından dökülmüş ve mahkeme tutanağına girmiştir. D.A.Klemens mahkemede: Çet adlı kişiyi, “tek tanrılı bir dini Altay’da yaymaya gayret eden reformcu” olarak göstermiştir (Danilin, 1993: 29). Avukat D.A.Klemens’in bu ifadelerinden çıkacak sonuç şudur: Çarlık Rusyası, Altay’da insanı dehşete düşürecek bir oyunu sahneye koymuştur. Burada amaç, Türk halklarını, Şamanizm gibi çok tanrılı dinden uzaklaştırarak kültürlerini yozlaştırmaktı. Böylelikle Altay Türklerinin, tek tanrılı bir din olan Hıristiyanlığa bir adım daha yaklaştırılması sağlanacaktı. Müslüman Tatarlar, Altay’da sahneye koyulan bu oyunu zamanında fark etmekle birlikte, hem yeterli destek alamayışları hem de N.İ.İlminskiy gibi tecrübeli bir misyonerin duruma zamanında el koyması bu mücadelede başarısız olmuşlardır. 4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Türkistan’ın istila edilmesinin önemli sebeplerinden birisi, Rusların, Türkistan ekonomisine hakim olma isteği, yani bu bölgenin iktisadi zenginliklerinden (yeraltı servetleri, ziraat ve hayvancılık vb.) istifade etmekti. Türkistan, Rus sanayisine ucuz hammadde kaynağı ve endüstri 153 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar mahsulleri için emin bir pazar yeri olarak sömürülecekti. Çarlık Rusyası amaçlarına ulaşmak için önce kaleler inşa etti. Daha sonra da Türkistan halkının arazilerini müsadere yoluyla ellerinden aldı. Uyguladıkları sömürü politikasının başarılı olmasını sağlamak için Türkistanlıların çocukları ile Rus çocuklarının aynı okullarda ders görmeleri mecburiyetinin yanı sıra, okullarda Türk lehçelerinin Rus harfleriyle öğretilmesine, müspet ilimlerden ziyade el sanatlarının öğretimine önem verildi. Elbette ki, Çarlık Rusya, Türklerde yeni dünya görüşünün oluşmasına katkıda bulunacağına inandığı fen ve kültür bilimlerinin gelişmesini sağlayacak yeni usul (usulü cedit) okullarının gelişmesine de mâni oldu. Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, Çarlık Rusya işgâl ve emperyalist emelleri için en büyük tehdit olarak gördüğü İslam dininin üzerine tam bir kararlılıkla gitti. Kazan Ruhban okulunun ve bu okulun önemli misyoner Türkologlarının yanında Çar Hükümetinin genel valilerinin de bu süreçte yaptıkları başarılı çalışmalar sayesinde Çarlık Rusya durumu lehine çevirmeyi bildi. Altay Coğrafyasında ise; Çarlık Rusya’nın, Türk halkının Ortodoks Hıristiyanlığı kabullenmesinde farklı bir tehdit algılaması vardı. Bu tehdit de çok tanrılı bir dinden geliyordu. Bundan dolayı; Çar Hükümeti, getirdiği göçmenleri Altay’ın en verimli alanlarına yerleştirerek Altay Türklerini sefalete mahkûm etti. Altay halkını kendi inançlarının yani, Şamanizm’in gereklerini yapamayacak hale getirdi. Böylelikle Altay Türkleri önce Şaman tanrılarına kurban sunumunun gereksizliğine inandı. Daha sonra, kötü durumda olan ekonomilerine en uygun çıkış yolunu aradı. Böylece Altay Türkleri kendileri için uygun olan bu çıkış yolunun Burhanizm olduğunu sandı. Burhanist olarak nitelendirilen Altay halkı, yüzyıllarca kendilerini sömüren din adamlarından (Kam) şaman, sonrasında ise sömürünün geldiği asıl merkez olan Ruslara yani Ortodoks Hıristiyanlara karşı harekete geçti ve intikam almaya çalıştı. Maalesef, Altay Halkı kendilerini 154 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün yüzyıllarca sömürmüş ve kandırmış olan büyük oyun kuranların yine oyununa gelmişti. Altay’da Çarlık Rusya’nın yapmak istediği; Altay halkını çok tanrılı dinden, tek tanrılı dine geçişlerini sağlamaktı ve başardı. Burhanizm’in ortaya çıkışının Moğolların, Budist Lamalarından kaynaklandığı yönünde yapılan tüm spekülasyonlarla önce Budist Lamaların ülkeye girişleri sıkı bir denetime alındı. Elbette ki Çar Hükümeti, tek tanrılı inanca yaklaştırdığı Altay Türklerini Lamaizm’in kucağına atamazdı. Yine aynı şekilde Müslüman Tatarların Altay’a girişlerini yasaklayarak İslam Dininin de kucağına atmadı. Çarlık Rusyası’nın egemenliğindeki Türk halklarına uyguladığı asimile siyasetinin, Türk halklarının kültür özelliklerine göre farklılıkları olması doğal olarak konunun açıklanması ve ortaya konmasını haliyle çok daha güçleştirmektedir. Bu konular üzerinde daha derinliğine çalışma ve araştırmalara devam gerekmektedir. KAYNAKÇA 1. ÇOKAEVA, M. J., (2000). “Mustafa Çokay’ın Hatıraları”, İstanbul. S.64,76. 2. DANİLİN, A.G., (1993). “Burhanizm (İz İstorii Natsionalno – Osvoboditelnogo Dvijeniya v Gornom Altae)”, “Ak Çeçek” Gorno-Altaysk. s.29,35,142-144. 3. EVLİA-ATAOV, D., (1999). “Tauelsidik jane sayasi sana”, Almatı.s.27. 4. HAYİT, B., (1995). “Türkistan Devletlerinin Milli Mücadele Tarihi”, Ankara.s.45-46. 5. HAYİT,B., (1997). “Basmacılar”, Ankara.s.33-34. 6. İNAN, A., (1995). “Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar”, 4.Baskı, T.T.K, Ankara.202-203. 7. JOLSEYİTOVA, M., (2004). “Kazakistanda İslami Bilim Beru Tarihınan (XIX. gasrın II. jartısı XX.gasrın bası)”, “Aziyat”, Almatı.s.8,17. 8. KOMİSYON., (1991). “Ibıray Altınsarin Tağlımı”, Almatı.s.107. 155 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Çarlık Rusyası’nın Türk Halklarına Yönelik Politikası Ve Bu Bağlamda Uygulamaya Koyduğu Yaptırımlar 9. KAZAKİSTAN CUMHURİYETİ DEVLET ARŞİVİ., Tanif No:44, Bölüm No: 1, Dosya No: 32721. 10. KATSYUBA,D.V., (1993). “Duhovnaya Kultura Teleutov, Kemerova” .s.95-96. 11. KOMİSYON., (1998). “Mustafa Şokay”, Almata.s.125. 12. KARA, A., (2002). “Türkistan Ateşi (Mustafa Çokay’ın Hayatı ve Mücadelesi)”, İstanbul.s.128. 13. KONGRATBAYEV O., (1994). “Turar Rıskılov- Kogamdık Sayasi Jane Memlekettik Kızmetteri”, Almatı.s.82. 14. LEVŞİN, A., (1832). “Opisanie Kırgız-Kazaçik ili Kırgız-Kaysatskih Orde i” Stepey,St.Peterburg.s.70. 15. MAYDUROVA,N.A., (1995). “О Buddiyskii zaimctvovaniyah v Burhanizme (Po materialom Altayskoy duhovnoy missi)”, Altay i Mongolskii Mir (Tezi i Stati), Gorno- Altayskii İnstitut Gumanitarnıh İssledovanii, GornoAltaysk.s.101-103. 16. MEKEMTAS, M., (1993). Kazak Kalay Orıstandırıldı, “Atamura”, Almatı. s.110-111. 17. OSTROUMOv, N., (1886). Sposobnı Li Koçevıe Narodı Azii k Usvoeniyu Hristianskoy Verı i Hristianskoy Kulturı, Moskva.s.15-17. 18. OMAROV, A., (1997). Kazakistandağı Agartu İsi Jane Patşa Ökimetinin Otarlık Sayasatı, Almatı.s.16-17. 19. PAVLOVİÇ, M. L., (1994). Oyratiya, “Ak-Çeçek”, Gorno- Altaysk.s.41,44. 20. POTAPOV,L.P., (1953). Oçerki Po İstorii Altaytsev, Akademiya Nauk SSSR,Leniningrad.s.309-310. 21. TURSUNOV, H., (1962). Vosstanie 1916 g. v. Sredney Azii i Kazahstane, Taşkent.s.158. 22. UÇAR, ŞAHİN., (1996). Tarih Felsefesi Sohbetleri, İstanbul.s.276. 23. ULFET., (1906). No:12-13 Akpan (Şubat) 156 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,139-157 Engin Akgün 24. UELİHANOV,Ş., (1985). Tandamalı, Almatı.s.560. 25. YELAGİN A., (1991). “Kazaktar Kaşan Kelgen”, Kazakistan Komunisi, sayı 3.s.92. 26. YAKOVLEV, A.İ.,PANARİN, S.A., (1911). Protivoreçie Reform:Opıt Aravii I Turkistana // Vostok., Afro-Aziatskie Obşestva: İstoriya i Sovremennost.. No:5,s.115. 27. ZEVELEV, A.İ., (1956). İz İstorii Grajdanskoy Voynı v Uzbekistane, Taşkent.s.103. 157 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,139-157 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1(1),2008, 158-183 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY HAZAR ENERJİ KAYNAKLARININ TÜRK CUMHURİYETLERİ İÇİN ÖNEMİ VE BÖLGEDEKİ YENİ BÜYÜK OYUN Çağrı Kürşat YÜCE∗ ÖZET Geçen yüzyılda olduğu gibi, 21. yüzyılda da dünya devletlerinin üzerinde hassasiyetle duracakları en önemli konulardan biri enerji olacaktır. Gelişen teknoloji ve artan nüfus ülkeleri enerjiye bağımlı hale getirmektedir. Enerji kaynakları içerisinde günümüzde en çok petrol ve doğal gaz kullanılmaktadır. Zengin hidrokarbon kaynakları ve yeni jeopolitik konumu ile Hazar Havzası, Avrasya coğrafyasının en önemli bölgesi konumundadır. Bu sebeple Hazar Bölgesi, nüfuz mücadelesinin en sert geçtiği bölgelerin başında gelmektedir. Hazar Bölgesi’nde sürdürülen güç mücadelesi, sadece enerji yataklarından alınacak payları değil, bu havzada üretilecek enerjiyi dünya pazarlarına taşımanın hangi güzergâhlar vasıtasıyla yapılacağını da içermektedir. Hazar Denizi’ne kıyısı olan Azerbaycan, Kazakistan, Rusya Federasyonu, İran ve Türkmenistan ile bölge hinterlandında yer alan Özbekistan, bölgedeki temel enerji üreticisi ülkeleridir. Bu ülkelerin bağımsızlıklarının ve ekonomilerinin geleceği açısından mevcut enerji kaynakları çok büyük bir önem taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: Türk Cumhuriyetleri, Kafkasya, Orta Asya, Petrol, Doğal Gaz, Büyük Oyun ABSTRACT As it was in the previous century, one of the most important subjects that countries will consider with utmost sensitivity will be energy in the 21st century. Developments in technology and increasing population are the main reasons why countries are becoming more dependent on energy. Among energy resources, petroleum and natural gas are now the most desired ones. The Caspian Region, with its rich hydrocarbon resources and its enhanced geopolitical significance, is arguably the most important region of Eurasia. Consequently, this is also a region where power struggles have become most intense.The power struggle in the Caspian Region is not only about the sharing of energy resources but also about alternative routes of transportation that will carry produced energy to world markets. Azerbaijan, Kazakhstan, Russian Federation, Iran and Turkmenistan that border the Caspian Sea and Uzbekistan in the hinterland of the region, are the main producers of energy. The present energy resources are of vital importance for these countries’ independence and their economy in the future. Keywords: Turkic Republics, The Caucasus, Central Asia, Oil, Natural Gas, Great Game ∗ Taşkent İlköğretim Okulu Seyhan/ADANA [email protected] Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun 1.GİRİŞ Günümüz dünyasında sanayileşmenin hızla ilerlemesi ve nüfusun artması sonucunda, petrol ve doğal gaz tüketiminde ciddi artışlar meydana gelmiştir. Ayrıca alternatif enerji kaynaklarının henüz bulunamamış olması, bu enerji kaynaklarının önemini daha da artırmıştır. Dünyadaki enerji kaynakları içinde belki de en önemli yeri işgal eden petrol, gelişmekte olan teknolojilerin motor görevini üstlenmiştir. Günümüzde petrol, dünya ekonomisinin işleyişindeki önemini koruyor ve petrolü kontrol eden ülkeler ise önemli ve stratejik bir gücü ellerinde tutmaya devam ediyorlar. Bu enerji kaynağının da, 2000'li yıllarda da, çoğu devletin stratejik hedeflerini, ekonomik yapılarını, politik tercihlerini ve jeopolitik konumlarını yakından ilgilendirdiği görülmektedir. Bir enerji kaynağı olarak petrolün uluslararası ilişkilerde bir siyasi güç olarak kullanımı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Doğal gaz ise, 30 yıldır yaygın olarak kullanılmaya başlanmış ve son yıllarda tüketimi hızla artmıştır. Bu bağlamda, bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri’nin bulunduğu coğrafya incelendiğinde, bu bölgelerin zengin enerji yataklarına sahip oldukları gözlenmektedir. Yani, Hazar Havzası, 21. yüzyılda dünyanın en önemli enerji üretim ve dağıtım alanlarından birisini oluşturmaktadır. Özellikle de Hazar Havzası ülkelerinden olan Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan, yeni yüzyılda da dünya ekonomisini derinden etkileyecek, petrol ve doğal gaz zenginliklerine sahiptirler. SSCB'nin dağılmasıyla birlikte uluslararası politikada yaşanan değişiklikler, Avrasya bölgesinde de önemli gelişmelere yol açmıştır. Yıllarca SSCB egemenliği altında bulunan Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetlerinin, mevcut zenginlikleri ile bağımsızlıklarını kazanmaları, bölgede enerji kontrolüne yönelik güç mücadelesinin yaşanmasına neden olmaktadır. Sürdürülen enerji mücadelesi günümüzde de tüm hızıyla devam etmektedir. Süper güçler ve dev şirketler, Kafkasya ve Orta Asya bölgesindeki hidrokarbon rezervleri ile boru hatları güzergâhlarına egemen olma yarışındadır. Bu kapsamda önce “Büyük 159 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce Oyun” terimi, enerjinin önemi ve Hazar Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının kısa geçmişi üzerinde durmak gereklidir. 2. “BÜYÜK OYUN” TERİMİ Zengin hidrokarbon yataklarına sahip bölgeler, dünyanın güçlü devletlerinin her zaman ilgisini çekmiştir. Dolayısıyla bu gibi enerji zengini yerler, güçlü devletler tarafından her zaman kontrol altına alınmak istenmiştir. 19. yüzyılın sonunda İngiltere ile Rusya, Orta Asya ve Afganistan'ı kendi nüfuz alanlarına katmak için büyük bir rekabete girmişlerdi. Orta Asya’yı işgal eden Rusların, kendi egemenliği altındaki Hindistan'a ilerlemesini engellemek isteyen İngiltere'nin, Afganistan'ı işgal etmeye çalışması ile bu iki ülkenin Afganistan üzerinde süren mücadelesi, tarihe “Büyük Oyun” (Great Game) olarak geçmiştir (Kleveman, 2004: 21-22). Enerji alanında dev petrol şirketlerinin ve süper güçlerin 20. yüzyılda vermiş oldukları bu acımasız mücadele sonucunda; “Büyük Oyun” terimi dünya literatürüne de girmiştir. Bu terim, ilk kez, 19. Yüzyılda İngiliz yüzbaşısı Arthur CONOLY tarafından bir arkadaşına yazılan mektupta kullanılmıştır (Kılıçbeyli - Emrahov, 2004: 115). Daha sonra bu nitelemeyi, 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan İngiliz yazar Rudyard KIPLING “Kim” adlı eserinde kullanmıştır. Böylece bu terim, ölümsüzleşmiş ve çok sık kullanılır olmuştur. Ayrıca araştırmacı Lutz Kleveman, Rudyard Kipling'in “Kim” isimli romanında ölümsüzleştirdiği "Büyük Oyun" kavramını kullanarak, bölgede, Büyük Britanya ve Çarlık Rusyası'nın 19. yüzyılda giriştikleri emperyalist mücadelenin modern bir versiyonu olan bir “Yeni Büyük Oyun”un oynandığını iddia etmiştir (Kılıçbeyli - Emrahov, 2004: 22). Yüz yıl kadar önce Orta Asya’da, İngilizler ve Ruslar, Kipling’in büyük oyununun oyuncularıydı. Günümüzde bu karmaşık ve acımasız oyunun oyuncu sayısında bir artış gözlenmektedir. Dünyada oynanan bu zorlu oyunun oyuncularını da şu şekilde sıralamak mümkündür: 160 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun - Devletler: ABD, İngiltere, Rusya Federasyonu, Almanya, Çin, Hindistan, Japonya, İran, Türkiye vb. - Şirketler: Exxon-Mobil, Chevron, Shell, BP-Amaco, Lukoil, Socar, Sinopec, Yukos, Unocal, Total, Pennzoil, Gazprom, British Gaz, Statoil, TPAO, Kazakoil vb. Yukarıda belirtilenlere finans kuruluşlarını ve çok uluslu bankaları da eklememiz mümkündür. Adı verilen dev şirketlerin bazıları, son yıllarda birleşmiş ve adı geçen bu güçlü oyuncuların yanına yenileri de eklenmiştir. Bilindiği üzere, enerjinin paylaşım savaşını veren petrol şirketleri, bulundukları devletlerin dış politikalarında çok etkili oldukları gibi, dünya siyasetine de ekonomisine de az veya çok yön verebilmektedirler. Günümüzde Yeni Büyük Oyun; Rusya’nın Hazar Havzası’nda etkisinin azaltılması, Çin’in bölgeye girişinin engellenmesi, ABD destekli yönetimlerin oluşturulması, ABD’nin askeri gücü ve şirketleri ile bölgede etkinliğini artırması şeklinde bir dizi politikalar ve buna uygun stratejiler ile devam etmektedir. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’dan sonra, son olarak, Orta Asya’nın kontrolü için önemli olan Fergana Vadisi’nde olaylar yaşanmaya başlamıştır. Bu yaşanan olayların da devam edeceği uzmanlar tarafından sürekli dile getirilmektedir (Yüce, 2006: 107) Hazar Havzası’ndaki Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve diğer bölge ülkelerinin petrol ve doğal gaz kaynaklarını ele geçirmek, boru hatlarını kontrol etmek için; başta ABD ile Rusya Federasyonu olmak üzere, Çin, AB, İran ve Türkiye arasında büyük bir rekabet sürmektedir. Bu doğrultuda, dünyanın seçkin ekonomi dergilerinde ve gazetelerinde, Hazar Bölgesi’nde bulunan yabancı şirketlerin mücadeleleri konusunda her gün onlarca haber yayınlanmaktadır. Yeni büyük oyunda hedef; trilyonlarca dolarlık (200 milyar varil petrol ve 18 trilyon m3 muhtemel doğal gaz) Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğal gazının üretiminde üstünlük sağlamak, taşınmasında geçiş ücretinden 161 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce faydalanmak, diğer güçlere göre, enerjiyi kontrol ederek fiyatlara hakim olmak ve stratejik üstünlük sağlamaktır (Üşümezsoy - Şen, 2003: 28). Özetle, son yıllarda “yeni büyük oyun” olarak adlandırılan uluslararası mücadelenin arka planında, geçen yüzyılda olduğu gibi günümüzde de enerji kaynaklarının kullanımı, elde edilmesi veya nakli ile ilgili çıkar çatışmalarının olduğu görülmektedir. 3. ENERJİNİN ÖNEMİ VE DÜNYADA BİTMEYEN ENERJİ MÜCADELESİ Enerji, üretim işlemlerinde kullanılması zorunlu bir girdi ve toplumların refah düzeylerinin yükseltilmesi için gerekli bir hizmet aracıdır. Bu nedenle enerji, ekonomik ve sosyal kalkınmanın temel taşlarından biridir. Ekonomiye, yeterli ve güvenilir bir enerjinin zamanında ve düşük maliyetle sağlanması da aynı derecede önemlidir. Dünya nüfusu arttıkça petrol ve doğal gaza olan gereksinim de artmaya devam edecektir. Bu nedenle dünyadaki petrol ve doğal gaz kaynakları tükenene kadar veya bu enerji kaynaklarının cazibesini gölgeleyecek yeni enerji türleri bulununcaya kadar, petrol ve doğal gaz önemini koruyacak ve bu enerji kaynakları üzerinde yapılan mücadeleler de devam edecektir. Ülkelerin enerji güvenlikleriyle ulusal güvenlikleri arasında doğrudan ve güçlü bir ilişki vardır. Yani; ucuz, kesintisiz ve temin yolları açısından çeşitlendirilmiş enerji politikası, her ülke için ulusal güvenliğin vazgeçilmez köşe taşıdır. Dünyadaki süper güçlerin, küresel güç olma mücadelesinin en önemli gerekçelerinden biri, enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Ayrıca bu devletler için enerjinin naklini ve ticaretini kontrol etme düşüncesi de bir o kadar önemlidir. 17 Mayıs 2001 tarihinde ABD Başkanı Bush’un söylediği gibi; “enerji kaynaklarında çeşitlilik Amerika için önemlidir, sadece enerji güvenliği için değil, ulusal güvenlik açısından da büyük değer taşımaktadır” (Demiral, 2006: 2). 162 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun Orta Doğu’da yıllardır süren soğuk ve sıcak savaşların temelinde, enerji kaynaklarına ve enerji nakil hatlarına hakim olma mücadelesinin olduğu herkesçe bilinmektedir. Son yıllarda gerçekleşen Irak ve Afganistan işgalleri de bu doğrultuda yapılan operasyonlardandır. Zaten ABD’yi küresel güç yapan, enerji kaynaklarına hükmetmesidir. Diğer süper güçlerin ABD’yi yakalayamamasının nedeni de, enerji kaynaklarına yeterince sahip olamayışlarıdır. Her geçen gün önemi artan Avrasya enerji kaynakları üzerinde, birçok ülkenin doğal olarak çıkarları çatışmaktadır. Bölgedeki enerji pastası önemini koruduğu sürece de buralarda gerginlik ve mücadele bitmeyecektir. Yani 20. yüzyılın sonunda tekrar başlatılan ve 21. yüzyılda da şiddetle sürdürülen enerji rekabeti, son yıllarda bölgeyi iyice germiştir ve bu durumun da uzun yıllar devam edeceği öngörülmektedir. Görünen o ki, 21. yüzyılın mücadelesi Z. Brzezinski’nin öngördüğü gibi, Avrasya satranç tahtasında oynanacaktır (Brzezinski, 1998: 72). Bu mücadelenin merkezinde, her zaman olduğu gibi, enerji kaynaklarının öncelikli rolü yer alacaktır. Coğrafi anlamdaki merkezlerden birisi de Hazar Havzası olacaktır. Bu bağlamda, 21. Yüzyılda Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Şener ÜŞÜMEZSOY’un “Turan Petrolleri” (Üşümezsoy, 2007: 146) olarak adlandırdığı ve giderek önemi artan Hazar Havzası enerji kaynakları, 21. Yüzyılın süper gücünün kim olacağını da belirleyecek öncelikli faktörlerden biri olacaktır. 4. HAZAR HAVZASI ENERJİ KAYNAKLARINA KISA TARİHSEL BAKIŞ Hazar Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının keşfi ve bölge halkı tarafından kullanımının tarihçesi, milattan önceki devirlere rastlasa da, denizden petrol, ilk defa XVI. Yüzyılda çıkarılmıştır. Yani bölgedeki enerji kaynaklarının varlığı, çağlar öncesinden beri bilinmekte ve kullanılmaktadır. 163 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce Bakü'de 2600 yıldır insanların yanan suyun değerini bildikleri ve insan yaşamının olmadığı Hazar Bölgesi’nde elde edilen petrolle ateşler yakıldığı belirtilmektedir. Hatta petrol, Arapların kullandığı meşhur Rum ateşinin elementlerinden birisiydi (İşler, 1999: 55-56). Bakû’nün yerleşik bulunduğu Abşeron Yarımadası’ndaki petrol çıkarımına ilişkin olarak, ilk gerçekçi bilgiler, 7. ve 8. yüzyıla kadar dayanmaktadır. Bu dönemde petrolün, çok ilkel ve doğal yollarla elde edildiği kaynaklarda belirtilmektedir (Nevruzov, 2003: 13). Marco POLO, “Seyahatler” adlı kitabında, 1271–1273 tarihlerinde ziyaret ettiği Kuzey İran’ı anlatırken, neftin, Bakü’de o zamanın koşullarına göre ticarî olarak işletilmekte olduğundan bahsetmiş ve Bakü’deki bu ticaretin büyüklüğünden ne kadar etkilenmiş olduğunu kayda geçmiştir (İşler, 1999: 56). Bakü’de üretilen petrol, doğal olarak ticari gelişimi de beraberinde getirmiş ve doğudan batıya, kuzeyden güneye Bakü’nün çevresine kadar uzanmıştı. Büyük kaplarla yüklü deve kervanları, Bakü'de elde edilen petrolü uzun yıllar diğer ülkelere taşıdılar. Talebin artışı ile birlikte yeni petrol arama sahaları açılmıştır. O dönemde, kuyuların en eskileri elle kazılmıştır. Tarihi bilgilere göre, Abşeron'da 1594 yılında 35 metre derinliği olan birinci basit kuyu kazılmıştır. 1806 yılında Abşeron Yarımadası’nda 50 tane olan petrol kuyusu sayısı 1821 yılında 120 olmuştur. 19. Yüzyılın sonunda Bakü’nün adı, dünya çapında siyah altın başkenti olarak yayılmıştı. Bu bölgede ilk petrol kuyusu 1847'de Bibi Eybat petrol bölgesinde, Rus mühendis Semenov tarafından sondajdanmıştır (Nevruzov, 2003: 13). Azerbaycan sahillerinde petrolün aktif bir şekilde üretilmesi ve dünya piyasalarına sürülmesiyle 19. Yüzyılda Batılı petrolcülerinin akınına uğrayan bölge, 1900’lü yılların başında tek başına dünya petrol tüketiminin yarısını karşılamaktaydı. Hazar Denizi’nin Sovyetler Birliği’nin işgaline uğramasından sonra, ilk petrol 1922’de Azerbaycan kıyılarında Bibi Heybet bölgesindeki İliç Körfezinde çıkarıldı. Ancak Hazar’da asıl petrol macerası, 7 Kasım 1949’da, 164 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun Azerbaycan’ın “neft taşları” yatağının işletime açılmasıyla başladı (Gouliev, 1997: 37). Yeni keşfedilen bu yataklarla Hazar’da en büyük üretici konumunda olan Azerbaycan, 1986 yılına kadar SSCB’nin ürettiği petrolün % 60’ını tek başına karşılamıştır (Ogan, 2004: 2 ve Aras, 2001: 21). Son zamanlarda Rusya Federasyonu, İran, Kazakistan ve Türkmenistan’ın kendi ulusal sektörlerinde petrol ve doğal gaz arama çalışmalarına hız verdikleri gözlenmektedir. 5. KAFKASYA VE ORTA ASYA’NIN ARTAN JEOPOLİTİK ÖNEMİ 1980’lerin sonlarında, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan yapısal ve ideolojik bunalımlar, bölgede komünizm ve ona bağlı güç ilişkilerinin çökmesine neden olmuş ve birkaç yıl içerisinde bölgedeki jeopolitik görünüm köklü biçimde değişmiştir. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan Soğuk Savaş dönemi sona ermiş, Avrasya’daki tehditler, yerini belirsizliklere dayalı potansiyel risklere bırakmıştır. Bu durum, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinin jeopolitik önemlerinin günümüzde daha da artmasına yol açmıştır. Tarih boyunca Avrasya’nın değişik bölgelerine yapılan kavim göçlerinin en önemli kavşak noktalarından birini oluşturan Kafkaslar, Anadolu-Akdeniz ve Step-Karadeniz nitelikli siyasi güçler arasındaki en önemli rekabet alanlarından birini oluşturmuştur. Osmanlıların Karadeniz’in kuzey bölgelerine sarktığı dönemlerde iç alanlardaki dağınıklığa rağmen istikrarlı bir bütünlük arz eden bu bölge, Rusların kuzey-güney istikametinde Karadeniz’e ulaşan su yollarını denetim altına almasından sonra, 200 yıl kadar süren bir hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur (Berkok, 1958: 12). Kafkasya, 18. ve 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya’sı ve İran’ın nüfuz mücadelelerine sahne oldu. Osmanlıların 1877–78 savaşını kaybederek bölgeden çekilmesinin ardından, bu mücadele, Hindistan yolunu kesmek isteyen Rusya ile bu yolu açık tutmaya çalışan İngiltere arasında devam etti. SSCB’nin dağılmasından sonra, bu durum, çok taraflı bir rekabet 165 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce alanına dönüştü. Bugün bu rekabet içerisinde yer alan bölge devletleri arasında Türkiye, Rusya ve İran’ın yanında, bölgede çıkarları olan ABD ve AB de yer almaktadır. Kafkasya, özellikle dört nedenden ötürü jeopolitik açıdan büyük önem taşımaktadır (Berkok, 1958: 332). Bunlar şu şekilde sıralanabilir; 1. Jeostratejik anlamda Orta Asya’ya giriş kapısıdır. 2. Orta Asya bakımından bölge, dosdoğru Batı pazarına açılan bir geçittir. 3. Orta Asya ile bir bütün olarak ele alındığında bölge önemli miktarda petrol ve doğal gaz potansiyellerine sahiptir. 4. Bir Orta Doğu devleti olma niteliğini kaybeden Rusya Federasyonu açısından, Akdeniz ve Basra’ya uzanan jeopolitik bağlantı hattıdır. Kafkasya, zengin enerji kaynaklarına sahip Hazar Havzası ile Batı’yı birbirine bağlayan Doğu-Batı Koridoru özelliğindedir. Bugün, Kafkaslar üzerindeki mücadelenin asıl nedeni de bölgenin kendine has bu jeopolitik konumudur. Kafkaslar, Akdeniz’e açılan birçok kapıya sahiptir. Orta Asya’nın ticari zenginliğinin taşınması bakımından Avrupa ile Asya arasında Anadolu’ya ulaşan bir köprü niteliğindedir (Berkok, 1958: 12). Ayrıca, Basra’yı kontrol eden stratejik konuma da sahiptir. Öte yandan Kafkasya Hazar enerji kaynaklarının batıya ulaştırılmasında düşünülen muhtemel boru hatlarının üzerinde yer alması sebebiyle paha biçilmez değerdedir. Zira bölgede, petrol rafinerilerinin ve petrokimya tesislerinin yer alması stratejik ve ekonomik açıdan çok önem taşımaktadır (Tavkul, 2005: 3). Kafkasya gibi Orta Asya da, çok iyi incelenmesi gereken bir jeopolitik olgudur. Orta Asya, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, günümüzde de etrafına karşı tehdit oluşturan bir bölge değil, tehdit altında ve henüz istikrarını bulamamış bir bölgedir. Ayrıca Orta Asya, Rusya ve Batı güç odakları için Çin tehdidine karşı bir tampon bölgedir. Orta Asya, jeopolitik ve jeostratejik açıdan önemli bir bölgedir. Strateji Uzmanı Erol MÜTERCİMLER, Orta Asya’nın jeopolitik önemini şu cümleler ile anlatmaktadır: “Asya Kıtası içinde, 166 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun Türkistan’ı dikkate almayan politika düşünülemez. Türkistan, Asya’nın tamamını ilgilendiren politikalarda öncelikle dikkate alınması gereken bölgelerden birisidir” (Mütercimler, 1997: 63). Orta Asya, 19. Yüzyılda Rusya ve İngiltere arasında süren zorlu rekabetin ayırım hattı olduğu gibi, 20. Yüzyılın ikinci yarısına egemen olan ABD-SSCB Soğuk Savaş rekabetinin ayrım hattını da oluşturmaktadır. Bu bölgenin, güney kuşağı üzerinde bulunması, bölgenin coğrafi özelliklerinden kaynaklanan jeopolitik önemini sürekli gündemde tutmuştur (Gubayduline, 2000 : 80). SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya jeopolitiğinin önem kazanmasının ve bu bölge üzerinde küresel rekabet yaşanmasının başlıca nedeni, bölgenin zengin enerji kaynaklarına sahip olmasıdır (Ogan, 2004: 2). Özellikle petrol ve doğal gaz rezervlerinin çok fazla olması, bölge ve dünya devletlerinin dikkatini kısa zamanda bölgeye çekmiştir (Yüce, 2001: 24). Bölgede bulunan enerji kaynakları ile ilgili olarak, değerli araştırmacı Haktan BİRSEL ise şu tespiti yapmaktadır: “Dünyanın en iyi stratejistlerinin, teorilerini oluştururken, birinci hedef olarak Orta Asya’yı göz önüne almalarının en büyük sebebi, bu bölgenin sahip olduğu zengin enerji kaynaklarıdır” (Birsel, 2005: 19).Bölgenin, ulaşım ve iletişim ağlarının kesişme noktasında bulunması da belirtilen önemini pekiştirmektedir. Çünkü Orta Asya’nın petrol ve doğal gaz taşınan bölgelerinden güney ve doğu yönlerinde boru hatlarının inşası, kaçınılmaz olarak, ciddi jeoekonomik ve jeostratejik sonuçlara yol açacaktır. Hazar Havzası’nın petrol ve doğal gaz boru hattı güzergâhları, 21. Yüzyılın jeopolitiğini belirleyecektir (Ogan, 2004: 1-2). Özetle, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinin coğrafî konumları, geçmişten bugüne siyasi oluşumlara ve gelişmelere, tarihin akışına çok etkili olmuştur. Tarih boyunca önemlerini her devirde koruyan Kafkasya ve Orta Asya, jeopolitik ve jeostratejik önemlerini günümüzde de devam ettirmektedirler. Ayrıca Kafkasya’da ve Orta Asya’da küresel ve bölgesel dengelerin iç içe 167 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce geçtiği ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilediği son derece hareketli jeopolitik bir yeniden yapılanma süreci söz konusudur. Bu süreç, çok hızlı bir şekilde bugün de devam etmektedir. 6. HAZAR BÖLGESİ’NİN PETROL VE DOĞAL GAZ REZERVLERİ Hazar Havzası’nda yer alan Türk Cumhuriyetleri’ndeki enerji rezervlerinin miktarı ile ilgili tartışmalar hala sürmektedir. Değişik kaynaklarda farklı değerler ile karşılaşmamız mümkündür. Farklı değerlerin yanında, bazı araştırmacılar, bölgenin enerji potansiyelinin abartıldığını da ifade etmektedirler. Ancak bölgedeki arama çalışmalarının sürmesi ile enerji rezervlerinin sürekli değişeceği de unutulmamalıdır. Bölgedeki enerji kaynaklarının rezerv miktarlarının farklı kaynaklarda değişik oranlarda öne sürülmesinin bazı nedenleri vardır. Şöyle ki, rezervler konusunda farklı beklentisi olan oyuncuların, rezervleri, olduğundan yüksek ya da düşük gösterme çabaları, herkes tarafından bilinmektedir. Örneğin, ülkesine yabancı yatırımcı şirketleri çekebilmek ya da imzalanacak anlaşmalarda daha iyi şartlar sağlamak isteyen üretici ülkeler, sahalardaki rezervleri olduğundan çok daha yüksek gösterebilmektedirler. Bu durumun aksine, yatırımcı şirketler de, yine bu anlaşmalardan elde edebilecekleri karları maksimize edebilmek için rezervleri düşük gösterme ve yatırım gereksinimlerini çok yüksek çıkarma çabasına girebilmektedirler. Bölgedeki enerji potansiyelleri hakkında çok çeşitli referans kaynakları olmasına rağmen, bir fikir vermesi açısından, araştırmamızda güvenilir olan kaynaklara yer verilecektir. Bu kaynakların istatistikî verilerine genel olarak göz atacak olursak, karşımıza önemsenecek potansiyeller çıkacaktır. Şimdi bu kaynaklardan bazılarını vermeye çalışalım. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, Orta Asya ve Trans-Kafkasya’da yer alan Türk devletlerinin ispatlanmış petrol rezervleri 17–50 milyar varil arasındadır. Olası rezervler ise 186 milyar varildir (Tablo 1) (EIA, 2006: 112). Bu rakamlar, ABD Ulusal Güvenlik (eski) Danışmanları’ndan Rosemarie 168 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun Forsythe’ın çalışmasında, olası ve ispatlanmış petrol rezervleri toplamı olarak belirttiği 200 milyar varil rakamı ile iyimser tahmin aralığında paralellik arz etmektedir (Pamir, 2000: 2). 2006 yılında Uluslararası Enerji Ajansı tarafından yayınlanan bölge ile ilgili rapora göre, Hazar Bölgesi’nde toplam (ispatlanmış+muhtemel) petrol rezervleri 200 milyar varilden fazladır (Tablo 1). Aynı kaynağa göre, Hazar Bölgesi’ndeki doğal gaz rezervlerinin toplam (ispatlanmış+muhtemel) 560 trilyon m3 civarında olduğu belirtilmektedir (Tablo 3) (EIA, 2006: 112). TABLO 1: Türk Cumhuriyetleri’nin İspatlanmış, Olası ve Toplam Petrol Rezervleri İspatlanmış Rezervler PETROL ÜLKELER Rezervler (milyar varil) Üretim (bin varil/gün) Yüksek 7 40 1,7 0,59 Toplam Olası Rezervler Azerbaycan Kazakistan Türkmenistan Özbekistan Düşük 7 9 0,55 0,3 Toplam ÜLKELER 17,2 1992 49,7 2000 186 2005 Azerbaycan Kazakistan Türkmenistan Özbekistan 222 529 110 66 309 718 157 152 440 1.293 196 125 32 92 38 2 Düşük 39 101 38,55 2,3 Yüksek 39 132 39,7 2,59 203,2 2010 (düşük) 900 1.900 165 150 235,7 2010 (yüksek) 1290 2400 450 260 Toplam 927 1.336 2.054 3.315 4.600 Kaynak: EIA, Energy İnformation Administration, Caspian Sea Region: Key Oil and Gas Statistics, July-2006 AIOC’nin ilk Başkanı olan Terrence (Terry) Adams ise, Azerbaycan ve Kazakistan’ın (Hazar civarındaki) ispatlanmış rezervler toplamını 27,5 milyar varil, olası rezervler toplamını 40–60 milyar varil olarak belirtmektedir (Pamir, 2000: 2). BP’nin 2005 yılı verilerine göre, Kazakistan’ın petrol rezervinin 39,6 milyar varil, Azerbaycan’ın petrol rezervlerinin 7 milyar varil olduğu; Kazakistan’ın doğal gaz rezervinin 3 trilyon m3, Türkmenistan’ın doğal gaz rezervinin 2,90 trilyon m3 ve Özbekistan’ın doğal gaz rezervinin ise 1,86 169 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce trilyon m3 olduğu göz önüne alınırsa, bölgenin cazibesinin boyutları kendiliğinde ortaya çıkacaktır (Tablo 2) (BP, 2005: 78). TABLO 2: ABD Enerji Bakanlığı ve BP Verilerine Göre Türk Cumhuriyetleri’nin Petrol Rezervleri ÜLKELER (Milyar varil) AZERBAYCAN KAZAKİSTAN ABD ENERJİ BAKANLIĞI VERİLERİ(2005) Düşük Yüksek 7 13 BP VERİLERİ(2005) 7 9 29 39,6 TÜRKMENİSTAN 0,5 1,7 0,5 ÖZBEKİSTAN 0,3 0,5 0,6 TOPLAM 16,8 44,2 47,7 Kaynak: ABD Enerji Bakanlığı; Caspian Sea Region Key Oil and Gas Statistics, Ağustos–2005BP: Statistical Review of World Energy Haziran–2005 ( 1 ton=7,33 varil ) ABD Enerji Bakanlığı’nın 2005 yılı verilerine göre ise, “Hazar Dörtlüsü” olarak da bilinen Türk devletlerinin toplam petrol rezervleri, 17–44 milyar varil arasındadır. Gaz rezervlerinin ise toplam 6,57 trilyon m3 ile 8,97 trilyon m3 arasında olduğu belirtilmiştir (Tablo 2-4) (BP, 2005: 79). ABD Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, Hazar'da henüz keşfedilmemiş en az 163 milyar varil daha petrol var. Toplamı 179 milyar varili buluyor. Beklentiler, 200 milyar varile ulaşılması yönündedir (Arslan, 2005: 3). Ayrıca, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton'un Hazar Havzası Enerji Danışmanı John Wolf, Washington'ın politikalarında etkin bir yeri olan Stratejik ve Uluslararası Etüdler Merkezi'nin (CSIS), Hazar Bölgesi için hazırladığı “olumsuz raporu” eleştirerek şunları söylemiştir: "Hazar, petrol zenginidir. Bu kurum (CSIS), geçtiğimiz yıllarda da aynı raporları yayımladı ve yanıldığı ortaya çıktı. Yeni bulunan Kuzey Kashagan petrol yataklarının büyüklüğü, bu iddiaları geçersiz kılmaya yeter” (Yüce, 2006: 151-152). 170 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun TABLO 3: Türk Cumhuriyetleri’nin İspatlanmış, Olası ve Toplam Doğal Gaz Rezervleri İspatlanmış ÜLKELER Rezervler Olası Rezervler Toplam Rezervler Azerbaycan 30 35 65 Kazakistan 65 88 153 Türkmenistan 71 159 230 Özbekistan 66,2 35 101 Toplam 232 328 560 DOĞAL GAZ ÜLKELER 1992 2000 2005 2010 0,28 0,20 0,18 0,7 Üretim (trilyon Azerbaycan metre küp/yıl) Kazakistan 0,29 0,31 0,84 1,24 Türkmenistan 2,02 1,89 2,08 3,50 Özbekistan 1,51 1,99 1,97 3,20 Toplam 4,10 4,39 5,07 8,64 Kaynak: EIA, Energy İnformation Administration, Caspian Sea Region: Key Oil and Gas Statistics, July 2006 DOĞAL GAZ Rezervler (trilyon metre küp) Hazar’a kıyısı olan ülkelerinin sahip olduğu ham petrol rezervlerinin toplam 95,7 milyar ton olduğu hesaplanmıştır. Bu rezervlerin büyük bir kısmı, Kazakistan (60 milyar ton) ve Türkmenistan’ın (16,5 milyar ton) payına düşmektedir. Rusya’nın payı 2,2–5 milyar ton iken, İran’ın payı 2 milyar ton civarındadır. Azerbaycan’ın payı ise 5–12 milyar ton kadardır (Kaliaskarova, 2007: 7). Aşağıdaki tabloda ABD Enerji Bakanlığı ve BP verilerine göre Türk Cumhuriyetleri’nin doğal gaz rezervleri verilmiştir (Tablo 4). TABLO 4: ABD Enerji Bakanlığı ve BP Verilerine Göre Türk Cumhuriyetleri’nin Doğal Gaz Rezervleri ÜLKELER (Tcf) (1 m3 =35,31kübik fit) AZERBAYCAN ABD ENERJİ BAKANLIĞI VERİLERİ(2005) İspatlanmış (tcf) Potansiyel (tcf) BP VERİLERİ(2005) Trilyon m3 30 35 1,37 KAZAKİSTAN 65 88 3 TÜRKMENİSTAN 71 159 2,90 66 35 1,86 ÖZBEKİSTAN 317 tcf=8,97 trilyon 9,13 trilyon m3 m3 Kaynak: ABD Enerji Bakanlığı; Caspian Sea Region Key Oil and Gas Statistics, Ağustos–2005, BP: Statistical Review of World Energy Haziran–2005 NOT: Tcf (Trilyon Kübik Fit) Doğal Gaz Sektöründe Kullanılan Bir Birimdir. TOPLAM 232 tcf=6,57 trilyon m3 171 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce Diğer bazı kaynaklarda ise, Hazar Bölgesi’nde tahminen 40 milyar varil bir petrol rezervi vardır. Ancak önümüzdeki yıllarda sürdürülecek araştırmalar sonucunda keşfedilecek yeni enerji yatakları ile bu rakamın 100 ile 200 milyar varil civarında bir seviyeye çıkması beklenmektedir (Ogan, 2001: 155-Binay, 2003: 2). Bölgedeki devletlerin petrol ve doğal gaz rezervlerinin büyük kısmı henüz geliştirilememiş ve bölgenin önemli bir kısmında dahi rezerv tespiti halen yapılmamıştır. Hazar Havzası’ndaki tahmini petrol rezervlerini, bazı ülkelerin zengin petrol rezervleri ile karşılaştıracak olursak, önemli sonuçlara ulaşabiliriz. Şöyle ki, Hazar’daki petrol rezervi, Irak'taki belirlenmiş petrol rezervinden 100 milyar varil daha fazladır. Dünyanın bilinen en büyük petrol yatağına sahip Suudi Arabistan’ın 261 milyar varillik petrol rezervinin üçte ikisi civarındadır (EİA, 2006: 119). Hazar Bölgesi’nin kaynakları konusunda araştırmacılar tarafından telaffuz edilen en düşük rakam bile, ABD topraklarındaki (22 milyar varil) ve Kuzey Denizi’ndeki (17 milyar varil) ispatlanmış petrol rezervlerinin büyüklüğü ile yarışabilir. Başka bir ifadeyle, Hazar’ın petrol rezervlerinin Basra Körfezi bölgesindeki rezervlerin dörtte birine eşdeğer olduğu bilinmektedir (Kaliaskarova, 2007: 5 - Parlar, 2003: 619). Ayrıca, Hazar Bölgesi’nin enerji kaynakları, bu bölgenin, 21. Yüzyılda ikinci bir Basra Körfezi olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunun nedeni, bölgedeki eski rezervlere ek olarak, zengin yeni hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesidir. Bazı kaynaklarda ise, bu bölgede bulunan enerji rezervlerinin dünyada üçüncü sırada yer alacak potansiyele sahip olduğu belirtilmektedir (Borombaeva, 2002: 14). Şekil 1’de Hazar Havzası’nda bulunan enerji yataklarındaki bazı rezervlerin dünyadaki başka yatakların rezervleri ile kıyaslanması verilmiştir. Öte yandan, Hazar Denizi'nin büyük oranda keşfedilmemiş enerji rezervleri, uluslararası yatırımlara açılmış durumdadır. Ancak bölgedeki zengin enerji kaynakları, milyarlarca dolarlık geliştirme ve bunun ardından da taşıma 172 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun yatırımlarının sonrasında gerçek anlamda bir değer ifade edecektir. Bölgedeki mevcut yatırımların sürdürülmesi, kesintisiz ihraç olanaklarının sağlanması gibi varsayımların gerçekleşmesi halinde; Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın petrol üretimleri toplamının 2010 yılında 194 milyon tona, ihracatının ise 117 milyon tona ulaşması beklenmektedir (Pamir, 2006: 2). (milyar varil petrol eşdeğeri) K ir ku k Fo rt ie s K up ar uk S ou tP ar s Te ng K ar iz ac ha ga na P k ru dh oe B ay S D K as ha ga n A C G 20 18 16 14 12 10 8 6 4 2 0 Şekil 1: Hazar Havzası Rezervlerinin Dünyanın Büyük Rezervleri İle Kıyaslanması Kaynak: DİMİTROF, Thomas: “The İmplications of BTC”, İEA Roundtable on Caspian Oil and Gaz Scenarios, http://www.iea.doe.gov, 14.04.2003 Başka bir kaynakta ise, bu durum, şu şekilde ifade edilmektedir. 2015 yılı itibariyle dünya petrol tüketiminin 4 milyar ton olacağı tahmin edilmektedir. 2015 yılı itibariyle Hazar Bölgesi’nden dünya piyasalarına her gün ortalama 4.12 milyon varil petrol arz edilebileceği ve günlük üretim hacminin ise 4,7 milyon varil olabileceği öngörülmektedir. Batılı uzmanların görüşlerine göre 2015 yılında Hazar Denizi’nden üretilecek petrol miktarı, 1990’ların sonunda Kuzey Denizi’nden üretilen petrol miktarına ulaşacaktır. Dolayısıyla Hazar, gelecekte büyük petrol üretim merkezlerinden birisi olacaktır (Kaliaskarova, 2007: 6). 173 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce Doğal gaz üretimi açısından bakıldığında, söz konusu 4 ülkenin 2010 yılı üretimlerinin (iyimser senaryo) 201 milyar m3, ihraç potansiyellerinin ise 84 milyar m3 olduğu tahmin edilmektedir. Kötümser senaryoda 2010 yılı ihraç değeri 71,6 milyar m3’tür. 2020 yılı için iyimser senaryoda 120 milyar m3, kötümser senaryoda ise 115,9 milyar m3 ihraç potansiyeli öngörülmektedir (Pamir, 2006: 2). Öte yandan, büyük güçlerin yanı sıra finans çevrelerinin de rol aldığı bölgedeki enerji rekabetinde, gerek kaynakların işletilmesinde ve gerekse taşınmasında kendi projelerini kabul ettirebilecek olan ülkenin, yeni yüzyılda uluslararası arenada büyük avantaj sağlayacağı aşikârdır. Bu yüzden enerjinin nakli ile ilgili çok çeşitli projeler de öne sürülmüş durumdadır. Hazar Bölgesi’ndeki petrol ve doğal gaz boru hatlarının büyük bölümü Sovyetler Birliği döneminde inşa edilmiş olduğundan, çoğu Rusya içlerine dağıtım yapmak amacıyla planlanmış. Bu durum da, hatların ihracat amaçlı kullanımını kısıtlamaktadır. Eski hatların büyük bölümünde de bakımsızlıktan kaynaklanan sorunların artmaya başladığı belirtilmektedir. Bölge devletlerinin sahip oldukları enerjinin dünya pazarlarına ulaştırılabilmesi için, son yıllarda, çeşitli boru hatları gündeme gelmiştir. Bunlardan bir kısmının inşaatına başlanmış olup, bir kısmı ise halen proje aşamasındadır. Bunlardan bazıları şunlardır; (1) Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi. (2) Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı Projesi. (3) Türkmenistan-Türkiye-Avrupa (Hazar Geçişli) Projesi. (4) Türkiye-Yunanistan Doğal Gaz Boru Hattı Projesi. (5) Mavi Akım Doğal Gaz Boru Hattı Projesi. (6) Aktau (Kazakistan petrollerinin Bakü-Ceyhan’a aktarılması) Projesi. (7) Orta Asya Doğal Gaz Boru Hattı (Centgaz) Projesi (Türkmenistan-Afganistan-Pakistan). (8) Türkmenistan-İran-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı. (9) Samsun-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı . (10) Türkmenistan-Çin Doğal Gaz Boru Hattı. (11) Kazakistan-Rusya (AtrauSamara) Ham Petrol Boru Hattı Projesi. 174 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun 7. ENERJİNİN BÖLGE DEVLETLERİNE SAĞLADIĞI KATKILAR Türk devletlerinin sahip olduğu zengin hidrokarbon kaynakları, özellikle kaynak çeşitliliği yaratacağı dikkate alındığında, küresel enerji güvenliği açısından büyük önem arz etmektedir. Ağırlıklı olarak tek bir kaynağa bağımlı olmak yerine (Rusya ve İran gibi), kaynağı çeşitlendirmek, fiyat rekabetinden yararlanmak ve arz güvenliği gibi nedenlerden dolayı, bölgedeki enerji kaynakları, bölgesel enerji güvenliğinin çok önemli köşe taşlarını oluşturmaktadır (Pamir, 2006: 13). Petrol ve doğal gaz, Hazar Havzası'nda yer alan Türk devletlerinin kalkınmaları açısından son derece önemlidir. Yani, Türk devletlerinin sahip oldukları enerji kaynakları, bu ülkelerin gerçekten bağımsız olabilmelerinin en önemli ön koşulu olan ekonomik gelişmelerinin temel girdisini oluşturmaktadır. Bölgede faaliyete geçen boru hatlarından elde edilecek geçiş ücretlerinden başka, Türk devletlerindeki enerji yataklarına yapılan yatırımlar ve rezervlerin işletilmesinden elde edilecek gelirler, gerçekten de çok önemlidir. 2000 yılında, bölgenin petrol ve doğal gaz ihracatının toplam ihracat içindeki payının yaklaşık % 68 olarak gerçekleşmesi, bunun en açık göstergesidir (Güngör ve Şentürk, 2004: 67-68). Türk Cumhuriyetleri’ne yapılan enerji yatırımları ve buradan elde edilen gelirler bu ülkelerin ekonomilerine çok ciddi boyutlarda katkıda bulunmaktadır. Bölgedeki Türk devletlerinin ekonomik göstergeleri, enerji gelirleri sayesinde, çok kısa bir sürede büyük bir değişim ve dönüşüme uğramıştır. Bu ülkeler, çok hızlı bir büyüme tirendi yakalamışlar ve milli gelirleri sürekli bir artış göstermiştir. Yani enerji kaynaklarının, Türk devletlerinin ekonomilerinin lokomotifi konumunda olduğunu söylersek, yanlış olmaz. Örneğin; Azerbaycan’ın 2005 yılındaki yakaladığı büyüme hızı % 26,4 düzeyindedir. 2006 yılındaki büyüme hızı ise, % 34,5 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran ile dünyada birinci sıraya oturmuştur (Yeniçağ Gazetesi, 2007: 8). Bu ülke, son 12 yılda 3,5 milyar dolar olan milli gelirini 10 175 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce katınına yakın artırarak, 33 milyar dolara çıkarmıştır. Azerbaycan, petrolden bir yılda elde ettiği geliri, 8 milyar dolardan 11 milyar dolara çıkarmayı hedeflemektedir (Yıldız, 2007: 6). İhracatını ise 6 milyar dolara çıkarmıştır. Ülkede, kişi başına düşen gelir 4000 dolar seviyesine çıkmıştır. Enflasyon oranı ise 2004 yılında % 6,7’dir. Azerbaycan, son yıllarda en çok yabancı yatırım alan ülkeler arasındadır. Kazakistan’ın büyüme hızı, 2004 yılında % 9,4 seviyesindedir. Son beş yıldır büyüme hızı, ortalama olarak, % 10 civarında gerçekleşmiştir. Ülke, milli gelirini 84 milyar dolara çıkarmış ve kişi başına düşen yıllık gelir ise 5592 dolara ulaşmıştır. Enflasyon oranı 2004 yılında % 6,9’dur. Son 12 yılda ihracatını 5,3 milyar dolardan, 30,1 milyar dolara çıkarmıştır. Diğer Türk devletlerinin ihracatları toplamının neredeyse iki katına ulaşmış durumdadır (Türkiye’nin ise yarısına yakın). Ayrıca Kazakistan, geçen yıl 12,6 milyar dolar dış ticaret fazlası vermiştir (Yeniçağ Gazetesi, 2007: 8). Son 15 yılda ülkeye 42 milyar dolarlık yabancı yatırımı gelmiştir. Türkmenistan’ın yıllık büyüme hızı, 2004 yılında % 8 idi. Ancak son yıllarda bu oran ortalama % 15 seviyelerine çıkmıştır. Enflasyon oranı ise 2004 yılında % 11,1 olarak gerçekleşmiştir. Ülke, milli gelirini 23,7 milyar dolara çıkarmış durumdadır. Türkmenistan’da kişi başına düşen yıllık gelir 4573 dolar seviyesine ulaşmıştır. 2005 yılı itibariyle ihracatı 4,7 milyar dolara ulaşmıştır (Yıldız, 2007: 6). Özbekistan’ın yıllık büyüme hızı 2004 yılında % 7,1 idi. Son yıllarda bu oran % 10’un üzerindedir. Ülkenin milli geliri 16 milyar dolar civarındadır. Enflasyon oranı ise 2004 yılında % 1,7’dir. Kişi başına düşen yıllık geliri 2500 dolar civarındadır. Özbekistan, yıllık İhracatını 3,7 milyar dolardan, 5,3 milyar dolara çıkarmıştır (Yıldız, 2007: 6). Diğer yandan, Türk devletlerinde enerji alanında çok büyük meblağlı anlaşmaların da yapıldığı bilinmektedir. Yapılan enerji anlaşmaları, şu anda, 100 milyar doları geçmiş durumdadır. Azerbaycan sadece BTC ve AÇG 176 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun projelerinden 21 milyar dolar gelir elde edecektir. Ayrıca Türkmenistan ile Rusya arasında yapılan doğal gaz anlaşması ile Türkmenistan, 25 yılda, 250 milyar dolar gelir elde edecektir (Yüce., 2006: 269). Kazakistan ise, Rus şirketi olan Rosneft ile 55 yıllık petrol üretim ortaklığına dayanan 23 milyar dolarlık anlaşma imzalamıştır (Eralp, 2006: 2). Bazı Türk devletlerindeki projelerin parasal değerleri aşağıdaki tabloda verilmiştir (Tablo 5). TABLO 5: Türk Cumhuriyetleri’ndeki Projelerin Bazılarının Parasal Değeri KAZAKİSTAN AZERBAYCAN Proje (Yatak) Adı Kurmangaz Parasal Değeri (milyar dolar) 23 Proje (Yatak) Adı Alov, Şark, Araz Parasal Değeri (milyar dolar) 9 Tengiz 20 Mega Proje 8 Karakaçanak 8 Nahçıvan 5 Tup-Karagan 3 Abşeron 4 Kashagan ve Aktau 2 Şahdeniz 4 Kaynak: ABD Enerji Bakanlığı (http://www.energy.gov), Haziran–2002 (Mega Proje ve Şahdeniz verileri, projenin operatörü olan BP’nin sitesinden düzeltilmiştir.) Petroconsultans, EİG, İnterfax, 18.07.2004 2010 yılında 25 milyar doları, 2020 yılında ise 40 milyar doları aşması beklenen petrol ve gaz gelirlerinin Türk Cumhuriyetleri’nin ekonomik yapılarında da köklü değişimlere yol açacağı şüphesizdir. Ayrıca Türk Cumhuriyetleri için Hazar enerji kaynaklarının geliştirilmesi, ekonomilerini yeniden inşa etme ve iç istikrarı sağlama açısından önemlidir. Ancak kaynakların geliştirilebilmesi için, yabancı sermayeye ihtiyaç duyulmaktadır. Türkmenistan’ın ihracatının % 82’sini, Azerbaycan’ın ihracatının % 86’sını ve Kazakistan’ın ihracatının ise % 65’ini petrol ve petrol ürünleri oluşturmaktadır (DEİK, 2004: 24). Türk Cumhuriyetleri’nin 2000-2020 dönemi petrol ve doğal gaz ihracat projeksiyonu aşağıda gösterilmiştir (Tablo 6). 177 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce Tablo 6: Türk Cumhuriyetleri’nin 2000–2020 Dönemi Petrol ve Doğal Gaz İhracat Projeksiyonu 2000 2010 2020 Milyon Ton 33,1 116,5 177,9 Milyar Dolar 6,6 18,1 28,9 Milyar m3 37 123 215 Milyar Dolar 2,2 7,4 12,9 TOPLAM GELİR (Milyar Dolar) 8,8 25,5 41,8 Petrol İhracatı Doğal Gaz İhracatı Kaynak: Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı, http://www.dtm.gov.tr, 12.06.2006 Ayrıca bölgenin zengin enerji kaynakları potansiyeli, Türk devletlerinin bulunduğu coğrafyanın jeopolitik önemini de hızla artırmaktadır. Ancak bu durumun bölgedeki istikrarsızlığı artırıcı bir dezavantajının olacağı muhtemeldir. Özetle, Türk devletlerindeki enerji kaynakları; bu ülkelerin kalkınmalarında, ekonomik ve askeri olarak güçlenmelerinde, bölge halklarının refah seviyelerinin yükselmesinde, bağımsızlıklarının pekişmesinde ve demokratik gelişimlerinde çok önemlidir. 8. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 21. yüzyılın en stratejik enerji üretim merkezlerinden biri olmaya aday Hazar Bölgesi’nde, petrol ve doğal gaz üretim ve ihraç potansiyeli açısından en çok dikkat çeken ülkeler; Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’dır. Zira bu ülkelerde, 80’e yakın uluslararası enerji şirketinin ilgisini görebildiğimiz gibi, bölgede onlarca milyar dolarlık enerji antlaşmalarının yapılmış olması da, Hazar’ın önemini ortaya koymaktadır. Bölgedeki potansiyel, trilyon dolarlarla ifade edilmektedir. Zengin hidrokarbon kaynakları ve yeni jeopolitik konumu ile Hazar Havzası, Avrasya coğrafyasının en önemli bölgesi konumundadır. Bu sebeple, Hazar 178 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun Bölgesi, nüfuz mücadelesinin en sert geçtiği bölgelerin başında gelmektedir. Hazar Bölgesi’nde sürdürülen güç mücadelesi, sadece enerji yataklarından alınacak payları değil, bu havzada üretilecek enerjiyi dünya pazarlarına taşımanın hangi güzergâhlar vasıtasıyla yapılacağını da içermektedir. Enerji kaynakları, 21. yüzyılın Büyük Oyunu’nda yine başrolü oynamaktadır. Bunun bir sonucu olarak, Hazar Havzası’nda Soğuk Savaş sonrası büyük güçler ve bölgesel güçler arasında yaşanan etkinlik mücadelesi, “Yeni Büyük Oyun” olarak adlandırıldı. Hazar Havzası’nda bulunan Türk Cumhuriyetleri’nin, sahip oldukları zengin enerji yataklarını akılcı ve gerçekçi politikalarla işletmeleri ve güvenilir hatlarla dünya pazarlarına ulaştırmaları gerekmektedir. Zira bölge devletlerinin güçlenerek tam bağımsız olmaları ve halklarının refah seviyesinin yükselmesi kısa ve orta vadede buna bağlıdır. KAYNAKÇA 1. ABD Enerji Bakanlığı, (2005). “Caspian Sea Region Key Oil and Gas Statistics” 2. ARAS, Osman N. (2001). “Azerbaycan’ın Hazar Ekonomisi ve Stratejisi”, İstanbul, Der Yayınları 3. ARSLAN, Faruk, (2005). “Hazar'ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğundaki Güç Savaşları”, İstanbul, Karakutu Yayıncılık 4. BERKOK, İsmail, (1958). “Tarihte Kafkasya”, İstanbul, İstanbul Matbaası 5. BİNAY, Mehmet, (2003). “Orta Asya Ve Hazar Petrolleri Üzerinde Poker Oyunu: I. Bölüm”, http://www.turkiye.net, 6. BİRSEL, Haktan, (2005). “Hazar Enerji Havzası’nın Dünya Hâkimiyeti Mücadelesindeki Rolü”, 2023 Dergisi, Ankara, Umut Tanı Matbaası 7. BOROMBAEVA, Elvira, (2002). “21. Yüzyılda Türkiye Üzerinden Dünya Pazarlarına Ulaştırılacak Hazar Petrol Boru Hatları Seçenekleri ve Türkiye”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, SBE, Ankara, 179 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce 8. BP, (2005). “Statistical Review of World Energy” 9. BRZEZİNSKİ, Zbignıew, (1998). “Büyük Satranç Tahtası”, İstanbul, Sabah Kitapları 10. CEYLAN, Cengiz, (1994). “Yeni Türk Cumhuriyetlerinin Ekonomik Yapısı ve Türkiye İle İlişkileri”, Yüksek Lisans Tezi, İÜ, SBE, İstanbul 11. DEİK, (2004). “Kazakistan Ülke Bülteni”, Türk Avrasya İş Konseyleri, Ankara, http://www.deik.org.tr/ulkebulteni.asp, 12. DEİK, (2004). “Türkmenistan Ülke Bülteni”, Türk Avrasya İş Konseyleri, http://www.deik.org.tr/ulkebulteni.asp, 13. DEİK, (2004). “Özbekistan Ülke Bülteni”, Türk Avrasya İş Konseyleri, http://www.deik.org.tr/ulkebulteni.asp, 14. DİMİTROF, Thomas, (2003). “The İmplications of BTC”, İEA Roundtable on Caspian Oil and Gaz Scenarios, http://www.iea.doe.gov, 15. EIA, (2006). Energy İnformation Administration, “Caspian Sea Region: Key Oil and Gas Statistics” 16. ERALP, Yalım, (2006). “Kavga Büyüyor”, http://www.usakgundem.com/haber.php?id=781, 17. GOULİEV, Resul, (1997). “Petrol ve Politika”, İstanbul, Medyatek Yayınları 18. GÖNÜLLÜ, Gani, (1999). “21. Yüzyılda Kafkasya ve Orta Asya Stratejileri”, Yeni Düşünce Dergisi, Sayı 660, s. 2-24 19. GUBAYDULİNE, M. Ş. (2000). “Orta Asya’nın Jeopolitik Çizgileri”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt 1, Sayı 6, s. 80 20. GÜL, Atakan - GÜL, A. Yazgan, (1995). “Avrasya Boru Hatları ve Türkiye”, Bağlam Yayınları, İstanbul 21. GÜNGÖR, Bayram-ŞENTÜRK, S. Hayri, (2004). “Hazar Enerji Kaynakları ve Bölge Ekonomileri Açısından Önemi”, AKÇALI, Pınar-Elif H. KILIÇBEYLİ-Ertan EFEGİL (Der.): Yakın Dönem Güç Mücadeleleri Işığında Orta Asya Gerçeği, İst., s. 67-91, Gündoğan Yay. 180 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun 22. İŞLER, Ali, (1999). “Hazar Petrolleri ve Petrol Boru Hatları Sorunu”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, SBE 23. KALİASKAROVA, Zaure, (2007). “Hazar Denizi’nin Petrol ve Gaz Kaynakları Potansiyelinin Araştırılması”, Çev. Janar TEMİRBEKOVA, AsyaAvrupa Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 5, , Ankara, s. 5-16 24. KARAKAYA, Dilek-KORAŞ, Fatih, (2005). “Enerji Bağlamında TürkiyeRusya İlişkileri”, http://www.turksam.org/tr, 25. KILIÇBEYLİ, Elife Hatun, (2004). “BOB’un Hedefi, Petrol ve Enerji Rezervlerini Kontrol Altına Almak”, Zaman Gazetesi, s. 16 26. KLEVEMAN, Lutz, (2004). “Yeni Büyük Oyun: Orta Asya’da Kan ve Petrol”, Çev. Hür Güldü, İstanbul, Everest Yayınları 27. MÜTERCİMLER, Erol, (1997). “21. Yüzyıl ve Türkiye Yüksek Strateji”, İstanbul, Erciyes Yayınları 28. NEVRUZOV, Elçin, (2003). “Azerbaycan Petrollerinin Ekonomik ve Siyasal Açıdan Değerlendirilmesi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, SBE, İstanbul, 29. OGAN, Sinan, (2005). “Yeni Global Oyun ve Hazar’ın Statüsü”, http://www.turksam.org/tr 30. OGAN, Sinan, (2001). “Hazar'da Tehlikeli Oyunlar: Statü Sorunu, Paylaşılamayan Kaynaklar ve Silahlanma Yarışı”, Avrasya Dosyası, Cilt 7, Sayı 2, s. 154-172 31. ÖĞÜTÇÜ, Mehmet, (1995). “Avrasya enerjisi-Stratejik Dengeler ve Türkiye”, Yeni Forum, c.16, s. 2 32. ÖZALP, Necdet, (2004). “Büyük Oyunda Hazar Enerji Kaynaklarının Önemi ve Konumu”, Panorama D., Sayı 1, s. 1-8 33. PALA, Cenk, (1999). “21. Yüzyıl Dünya Enerji Dengesinde Petrolün ve Hazar Petrollerinin Yeri ve Önemi”, Petro-Gas, Sayı 11, s. 20-25 181 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Çağrı Kürşat Yüce 34. PAMİR, A. Necdet, (2006). “Kafkaslar ve Hazar Havzası’ndaki Ülkelerin Enerji Kaynaklarının Türkiye’nin Enerji Güvenliğine Etkileri”, Türkiye’nin Çevresindeki Gelişmeler ve Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkileri Sempozyumu, Harp Akademileri, İstanbul, 35. PAMİR, Necdet, (2000). “Hazar Bölgesi’nde Enerji Politikaları: Avrupa’nın ve ABD’nin Konseptleri” Ankara, Sempozyum Bil, 36. PAMİR, Necdet, (2003). “Avrasya Boru Hatları, Enerji Güvenliği ve Türkiye”, Jeopolitik Dergisi, Sayı 4, İst., s. 21-27 37. PARLAR, Suat; “Barbarlığın Kaynağı PETROL”, Anka Yayınları, İstanbul, 2003 38. TAVKUL, Ufuk, (2005). “Kafkasya’nın Coğrafi Konumu ve Stratejik Önemi”, http://www.caucasus.8k.com, 39. TEMİROVA, Zühre, (2000). “Hazar Denizi’nde Neft Fırtınası”, Yeni Avrasya Dergisi, Yıl 1, Sayı 4, 40. ÜŞÜMEZSOY, Şener-ŞEN, Şamil, (2003). “Petrol Düzeni ve Körfez Savaşları”, İstanbul, İnkılâp Kitapevi 41. ÜŞÜMEZSOY, Şener, (2007). “Türk Süperetnosu, Dünya Sistemi ve Turan Petrolleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Dergisi, Sayı 1, s. 146-147 42. Yeniçağ Gazetesi, (2007). “Azerbaycan Büyüme Rekoru Kırıyor” 43. YILDIZ, Abdülhamit, (2007). “Türk Dünyası’nda Büyüme Rekoru”, Zaman Gazetesi 44. YILDIZ, Pembe, (2005). “Türkmenistan Ülke Raporu”, KOSGEB (Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi B.) 45. YÜCE, Çağrı Kürşat, (2006). “Kafkasya ve Orta Asya Enerji Kaynakları Üzerinde Mücadele”, İstanbul, Ötüken Yayınları 46. YÜCE, Çağrı Kürşat, (2006). “1990 Sonrası Oynanan Yeni Büyük Oyun ve Hazar Havzası’nın Önemi”, Global Strateji Dergisi, Yıl 2, Sayı 6, Ankara, s.107 182 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,158-183 Hazar Enerji Kaynaklarının Türk Cumhuriyetleri İçin Önemi ve Bölgedeki Yeni Büyük Oyun 47. YÜCE, Çağrı Kürşat, (2001). “Türk Dünyası-Temel Meseleler ve Çözüm Önerileri”, Ankara, Tutibay Yayınları 183 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,158-183 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1),2008,184-212 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY SUDAN’IN DARFUR BÖLGESİ SORUNU Ersin Özmen∗ ÖZET Türkiye Sudan Darfur’da yaşanan soruna taraf bir ülke olmamasına rağmen Osmanlı döneminden gelen bağlar ile BM ve NATO üyesi ülkeler arasında prensipte Barışı Destekleme Harekatlarına sağladığı katkılardan dolayı Türkiye’nin Sudan Darfur konusunda izleyebileceği dış politikaların neler olduğu ve bölgeden hangi ekonomik faydaların sağlanabileceği ancak yapılacak gerçekçi bir değerlendirmeyle mümkün olabilir. Sudan Darfur’da yaşanan sorunların hızla gelişen petrol kaynakları üzerinde bir paylaşım kavgası olduğu değerlendirilmektedir. Bu makale halen Sudan’ın Darfur bölgesinde halen devam eden sorunla ilgili çalışmalara ışık tutabilme ve bilgilendirme amacı taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: Sudan, Darfur, UNMIS, AMIS, Afrika Birliği Barış Gücü. ABSTRACT Although Turkey is not a part of subject problem in Darfur Region of Sudan, due to the historical ties with the region from Otoman Empire times and Turkey’s involvement almost in all peacekeeping operations in principle as a NATO and UN member country, it is only possible with a realistic assessment to determine how Turkey can develop a foreign policy and derive as much economic benefit as possible of this situation. It has been assessed that the problem in Darfur is sort of a wealth-sharing on the rapidly improving petroleum resources. This article aims to provide an informative background for the studies on ongoing Darfur Problem. Key Words: Sudan, Darfur, UNMIS, AMIS, African Union Peace Unit. 1.GİRİŞ: 2006 Darfur Barış Anlaşması hükümleri gereği Darfur’un tek bir bölge halinde teşkilatlanıp teşkilatlanmayacağı 2010 yılında yapılacak bir referandumla belirlenecektir. Referandum ile merkezden ayrılmış bir özerk bölge oluşması halinde Sudan’ın petrol gelirleri azalacak ve iki özerk hükümet tarafından ∗ BÜSAM Afrika Masası Uzmanı, [email protected] Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu elinden alınır hale gelecektir. Bu yüzden Sudan Devlet Başkanı El-Beşir Darfur’a BM güçlerini sokmamaya kararlı görünmektedir. Bölgede görev yapan Afrika Birliği Barış Gücünün devam etmesini, Afrika sorunlarına Afrika tarzında çözümler bulunmasını istemektedir. Sudan Devlet Başkanı El-Beşir ise, Darfur sorununun Afrika Birliği Barış Gücü önderliğinde çözümünden yana olduğunu ve Sudan’da, Amerikanın Irak’a müdahale ettiği gibi bir ortamın oluşmasına müsaade etmeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla Müslüman kimlikli bir hükümet görünümündeki Sudan Hartum Hükümetinin Darfur sorunununa acil çözümler bulmaması, hemen her çatışma ortamının ayrılmaz bir unsuru olan dini kimlik unsurunun (burada İslam kimliği) saldırılara hedef olmasına açık kapı bırakmaktadır. Hıristiyan dünyası bu fırsatı kullanıp İslamın bir barış dini olmadığı iddiasında bulunabileceği ortamı bu suretle bulmuştur. Özellikle açık kaynaklarda bu tema çokça işlenmektedir. Bu makalenin amacı Sudan’ı ve Darfur Bölgesini ele alarak bugün devam eden sorunların nedenlerini irdelemek ve Türkiye’nin bu sorunların çözümünde hangi roller üstlenebileceğini ve Türkiye-Sudan ilişkilerinin hangi boyutlarda geliştirilebileceğini değerlendirmektir. 1. SUDAN VE DARFUR TARİHİNE GENEL BAKIŞ Osmanlı Yönetimi Zamanında Durum Tarihi kaynaklarda Sudan (Orhonlu, 1996) denirken kastedilen alan bugünkü Sudan’ın topraklarından çok daha geniş bir alandır. Kızıldeniz kıyılarından başlayarak Batı Afrika'ya kadar uzanan geniş bir alana Biladu's-Sudan (siyahlar ülkesi) adı verilmişti. Daha sonra "bilad" kelimesi atılarak bu bölgeye sadece Sudan denmiştir. Mısır’ın 639'da Amr İbnu'l-as tarafından fethedilmesinden sonra bu ülkeye yerleşen Müslümanlar kısa süre sonra ticaret için Sudan pazarlarına gitmeye başladılar. Sudanlılar da İslam’ı ilk olarak bu tüccarlar sayesinde tanıdılar. 1172'de Salahuddin Eyyubi'nin kardeşi Turan 185 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen Şah, 1260'ta da Baybars bugünkü Sudan topraklarına birer sefer düzenlediler ve bu seferlerden sonra buralarda İslam daha da güçlenmeye başladı. 1517'de Osmanlı Devleti'nin Mısır’ı fethetmesi Sudan'da etkisini gösterdi ve Sudan'da varlığını sürdüren Func (Funj) İmparatorluğu da güneye doğru kayarak varlığını sürdürdü. 1820’li yıllarda Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Func Sultanlığına son vererek kurduğu Hartum şehri yeni idari yapının başkenti olmuş ve bugünkü modern Sudan devletinin temelleri atılmış oldu. Bir müddet sonra Mısır Sudanı adı verilen bu bölgenin sınırlarına Kordofan ve Darfur Sultanlıkları da dahil edildi. Furlar Sudan’daki siyah kavimlere mensup olmakla beraber menşeinin kimlere dayandığı bilinmemektedir (Fadul Hasan, 2003: 92). Fur Hanedan ailesinin soyadı olan ‘Solong’ kelimesi Fur dilinde “Arap olan” anlamındadır (Şugır, 1981: 177). Afrika’da Mısır ve Habeş Eyaletleri İstanbul’dan yönetilirdi ve merkeze bağlı idi. Bugünkü Sudan’ın Kızıldeniz sahili (Eritre ve Etyopya) Osmanlı Devletinin Habeş Eyaleti olarak adlandırılırdı. Sudan’ın iç kısımlarında varlık gösteren üç Mahalli Sultanlık (Func, Darfur ve Kordofan) ise merkezî yönetim dışında olmakla beraber Osmanlı hâkimiyetindeydiler. Darfur Sultanlığı ise Müslüman kimliğinden dolayı Osmanlı Padişahı ve beraberinde taşıdığı Halife kimliğine bağlılık göstermekteydi. Bölgeye hayat götüren Nil Nehri havzası ana hat olarak kabul edildiğinde sırasıyla bu üç sultanlıktan Func Sultanlığının başkenti Mavi Nil Nehri üzerinde olan Sinnar şehri idi. Menşey bakımından ne Arap ve ne de önceleri din bakımından Müslüman idiler. İkinci Sultanlık olan Kordofan Sultanlığı Nil nehrinin daha batısında bugünkü Sudan’ın yine aynı isimle anılan Kordofan bölgesi civarında yer almakta idi. En batıda ise Darfur Sultanlığı bulunmaktaydı. Darfur Sultanlığı Sudan’daki mahalli Darfur Sultanlığı’nın kuruluşu tam olarak bilinmemekle beraber Fur sultanlarından en ünlüsü Sultan Süleyman Solong’dur(1640– 186 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu 1660). Darfur Sultanlığı’nda sultanlık büyük oğula veraset yoluyla intikal etmekteydi. Darfur Sultanlığı, Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğunu kabul etmekle beraber Osmanlı Devleti dahil hiçbir devlete vergi vermemekte fakat her yıl Haremeyn Şerifeyn için Surre∗ gönderilmekteydi. . Resim-1: General Kitchener 24 Kasım 1874’te, yapılan savaşta Darfur bağımsızlığını kaybederek Mısır’a bağlanmıştı. 1882’de Sudan’da Muhammed Ahmed El-Mehdi yerli bir lider olarak ortaya çıktı ve Mehdi Hareketi büyük bir alana yayıldı. Sudan’daki Mehdi Devleti’nin kendi aleyhlerine olduğunu gören İngilizler, İngiliz-Mısır kuvvetleri komutanı İngiliz Generali Kitchener’i Sudan üzerine yollayarak Kereri Savaşı ile (2 Eylül 1898) Mehdi Devleti’ni ortadan kaldırdılar. Böylece İngiliz-Mısır ortak yönetimi Hartum’u Mısır’a bağlamayı başardılar. Fakat Kitchener, Darfur bölgesini Sudan merkezi idaresine bağlamayı imkânsız görmekteydi. Mehdi Devletinin yıkılmasından sonra Hartum yakınlarında bulunan Umdurman’da sürgündeki Fur Hanedanından Ali Dinar Darfur’a dönerek eski ∗ Osmanlı Devleti'nde her yıl Haremeyn'e (Medine ve Mekke) gönderilen para ve armağanlar. İstanbul’dan gönderilenler Surre, Afrika’dan gönderilenler ise Mahmel diye adlandırılırdı. (Örn: Mahmel-i Mısır) Bu maksatla düzenlenen alaya Surre-i Hümayun denirdi. Surre-i Humayun her yıl Recep ayının girmesiyle başlar, 12 Recep günü surrenin yola çıkarılmasıyla sona ererdi. O gün padişahın da törenlere katılmasıyla Surre-i Hümayun Üsküdar'dan uğurlanırdı. Surre-i Hümayun'a, geçtikleri yerden hacca gitmek isteyen kişilerde katılırdı. I. Dünya savaşı sırasında Şam'a gönderilen surre, yenilgiyle sonuçlanan savaş sonrasında İstanbul'a geri gelmiş ve bu gelenek böylece sona ermiştir. 187 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen Fur Sultanlığını yeniden kurmuştu.∗ İngilizler hoşlarına gitmeyen bu gelişmeden sonra ikna yolu ile Darfur’u kendi yönetimleri altına almaya çalışmaktaydılar. Mısır-İngiliz Ortak yönetimi Ali Dinar’ın sultanlığını kabul etmek ve Darfur’un içişlerini Ali Dinar’a bırakma karşılığında; a. Darfurda İngiliz müşavirlerin bulunmasını, b. İngiliz hakimiyetini kabul ettiğinin bir ifadesi olarak Hartum’da olduğu gibi İngiliz ve Mısır bayraklarının dikilmesini, c. Darfur’un Hartum yönetimine vergi vermesi istenmişti. Ali Dinar’a göre Hartum’daki Mısır-İngiliz idaresi sömürgeci ve işgalci bir idare idi. Esasında emperyalist amaçlarla İngilizler Afrika’da bağımsız ve millî bir devlet bulunması istemiyorlardı ve ülke kaynaklarından daha çok faydalanmak için demiryolları inşa etmişlerdi. Bu esnada Ali Dinar’ın Darfur Sultanlığı da kuruluşunu tam olarak sağlamış ve bölgede güçlü hale gelmişti. Bu İngilizlerin Afrika politikaları için tehlikeli bir gelişme idi. Bu esnada Fransızlar ise Orta Afrika bölgesinde etkinliklerini arttırmışlar ve Veday Sultanlığı (Bugünkü Çad bölgesi) ile Darfur arasındaki sınır meselesi bahane ederek Darfur’un hala İngiliz direkt nüfuzu altında olmamasından faydalanmak istemişlerdi. Ali Dinar, halife unvanı taşıyan Osmanlı Padişahı’na bir mektup yazmış, İngilizlere karşı tavrını ortaya açık şekilde belirtmiş ise de mektup İstanbul’a ulaşmamıştı. Bundan başka Osmanlı Devletinin Almanya yanında savaşa girmesinden sonra ilan edilen cihata Sultan Ali Dinar cevap vermiş ve Osmanlı yanında yer aldığını belirten bir cevap vermişti. Görüldüğü gibi Darfur Osmanlı Devleti Padişahına bağlılığını Halife kimliğinden dolayı sürdürmektedir. 1916 yılında İngilizler Darfur üzerine yürüyerek Darfur’u ele geçirmiştir. Darfur’daki Fur hanedanının son sultanı Ali Dinar’ın İngilizlerin Sudan’ı işgaline rağmen 18 yıl boyunca İngilizlere tâbi olmadan hanedanını fiilen ∗ Ali Dinar’ın büyükbabası Sultan Muhammedi El-Fadıl Fur hanedanın yirmi beşinci sultanı idi. 188 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu bağımsız olarak devam ettirmiştir. Bir milli lider olarak işgalci İngilizlere karşı koymuş ve İngilizler Sudan’da işgallerini 1956 yılına kadar devam ettirmelerine rağmen 1950-1960’larda bile Darfur’daki camilerde hutbeler hala Osmanlı Halifesi adına okunmaya devam etmişti. Bu Ali Dinar’ın ve onu seven Darfurluların Türklere karşı besledikleri duyguları açık olarak ortaya koymaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgecilik güç kaybetmiştir. 1948 yılında yapılan Juba Konferansında, güneyli şefler ile kuzeyli milliyetçiler bir araya gelmiş ve taraflar, birleşik ve bağımsız Sudan için mücadele etme konusunda anlaşmışlardır Bu suretle başlayan mücadeleye karşı koyamayan İngiltere ve Mısır, nihayet 12 Şubat 1953'te, ortak mülkiyeti sona erdirme ve Sudan'a özerklik verme konusunda anlaşmışlardır. 19 Aralık 1955 tarihinde, Sudan Meclisinde, ülkenin bağımsızlığına oybirliğiyle karar verilmiştir ve akabinde, 1 Ocak 1956'da İngiliz ve Mısır birlikleri ülkeyi terk etmiştir. Bağımsızlığın Kazanılmasından Sonraki Dönem Bağımsızlıktan sonra 1958-1964 arasında ülke askeri yönetimle yönetildi. 1969’da Albay Numeyri kansız bir darbeyle başa geçti. Darbe liderleri eski adalet bakanının da katılımıyla oluşturdukları 10 üyeli Devrim Komuta Konseyi vasıtasıyla ülkeyi 1985’e kadar yönettiler. Numeyri’nin ilk önceliği 1955’de güneyde başlayan ve 1960’ların ortasında bir iç savaşa dönüşen ayrılıkçı hareketi sona erdirmekti. Numeyri Joseph LAGU liderliğindeki Güney Sudan Kurtuluş Cephesi (Southern Sudan Liberation Front-SSLF) ile 27 Mart 1972’de Addis Ababa anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmayla; Equatoria, Bahr al Ghazal ve Upper Nile eyalet ve vilayetlerine otonomi veriliyordu. Kuzey-Güney kavgası 1983’de Numeyri’nin güneyi herbiri kendi meclisi olan 3 bölgeye böleceğini ve şeriat kurallarının yürürlüğe konulacağını açıklamasından sonra şiddetlendi. Fakat Temmuz 1984’de Milli Halk Meclisi Numeyri’nin “Sudan bir İslam Devletidir” şeklindeki anayasa değişiklik 189 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen teklifini reddetti. Güneyde huzursuzluklar daha da arttı ve bunun sonucu olarak SPLM (Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Sudan People’s Liberation Movement) doğdu ve Bahr al Ghazal ile Upper Nile vilayetlerinde askeri kontrolü ele aldı. General Abdülrahman Suvaruzzeheb Mart 1985’de halkın arasında yiyecek fiyatlarındaki artıştan doğan bir memnuniyetsizlik ortamında kansız bir askeri darbeyle iktidarı Numeyri’den ele geçirdi. Bu darbeden sonra 1989’da ise Tuğgeneral Omer Hasan Ahmed El Başir yaptığı darbeyle yönetimi ele geçirdi ve 15 üyeli Devrim Komuta Konseyi’ni (Revolutionary Command CounsilRCC) kurdu ve ilk amacının güneydeki çatışmaları sona erdirmek olduğunu söyledi. Darbeden sonra El-Beşir Devlet Başkanı, RCC Başkanı, Başbakan, Savunma Bakanı ve Silahlı Kuvvetler Komutanı oldu. Anayasa, Milli Meclis, tüm politik partiler ve ticaret kuruluşlarının faaliyetlerine son verildi. Acil durum ilan edildi. Gazeteler kapatıldı. El Beşir’in önceki başbakan Dr.Hasan El Turabi lidderliğindeki Milli İslami Cephe’ye (National Islamic Front-NIF) yakınlığı ve bağlantısı kısa sürede ortaya çıktı. 1984’de vazgeçilen şeriat kuralları tekrar ortaya çıktı ve NIF ile Turabi’nin hükümet üzerindeki etkisi arttı. Resim-2:Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan Ahmed El-Beşir SPLA kendi içerisinde fraksiyonlara bölünerek bir müddet zayıfladı. Fakat 1995’de SPLA tekrar silahlandı ve takviyelerle güçlendi ve 1980’lerde 190 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu kaybettiği yerlerin kontrolunu tekrar ele geçirdi. 1996 seçimlerinde Ömer El Beşir Devlet Başkanı, Turabi ise Milli Kongre Partisi Lideri olarak meclise girdi. Seçimler Turabi’ye güç kazandırdı ve Beşir’i Başkanlıktan etti. 1999 Aralığında Başkan Turabi parlementoyu feshetti ve acil durum ilan etti. 2000 seçimlerinde Ömer El Beşir % 85 oy alarak tekrar Başkan seçildi. Muhalefet partileri seçimden yeteri süre önce teşkilatlanmalarını tamamlayamadıklarını ileri sürdüler. Beşir, Turabi’yi SPLA isyancı liderleriyle bir mutabakat imzalaması üzerine tutuklattı ve 2001 yılı baharında Turabi’nin çoğu adamı tutuklandı. 2. BUGÜNKÜ SUDAN Sudan’ın Siyasi Yapısı: Ülkenin resmi tam adı Sudan Cumhuriyeti’dir. Kısa şekli Sudan olup yerel tam adı olarak Jumhuriyat As-Sudan olarak kullanılmaktadır. Yönetim biçimi parlamenter cumhuriyet olup başkent Hartum’dur. Sudan idari olarak 26 vilayete ayrılmıştır. Devlet ve Hükümet Başkanı Korgeneral Omar Hassan Ahmad al-Bashir’dır. Ülkenin bağımsızlık günü 1 Ocak 1956 (Mısır ve Ingiltere'den) olup, ülkede milli bayram olarak kutlanmaktadır. Anayasa 12 Nisan 1973 tarihinde yapılmıştır. Yasama organı 400 üyeli meclistir. 275 üye halk oyuyla seçilir. Geri kalan 125 üye Devlet Başkanı Ömer Hasan Ahmed El-Beşir tarafından atanr. Yürütme organı olan Bakanlar Kurulu Devrim Komuta Konseyi tarafından (Revolutionary Command Counsil-RCC) tarafından seçilir ve 22 üyelidir. Bu kurul Devlet Başkanına danışmanlık yapar. Ülkede şeriata dayalı yargı sistemi bulunmasına rağmen anayasa kabile ve ananelere dayalı yargı kurallarına da müsaade etmektedir. Sudan’da petrol Sudan’daki petrol tespit faaliyetleri ilk defa 1959 yılında İtalyan Agip şirketi tarafından Kızıldeniz’de başlatılmıştır. Shell şirketinin % 25 hissedar olduğu Chevron Şirketi ilk petrolu 1978’de Yukarı Batı Nil Vilayetinin (Western 191 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen Upper Nile) Muglad Havzasında buldu. 1981’de Chevron ikinci petrol tespitini (daha küçük bir havzada) Melut Havzasındaki Adar Yale’de (Beyaz Nil’in doğu kıyısında Dinkaların çoğunlukta olduğu bir bölge) yaptı. Chevron üçüncü ve daha büyük bir tespiti ise Heglig’de (Batı Yukarı Nil’de Unity havzasının 70 km kuzeyinde) yaptı. Bu tarihten sonraki 20 yılda burası (Yukarı Batı Nil havzası) Sudan petrol aramalarının asıl ilgi alanı oldu. Sudan Halk Kurtuluş Ordusu 1984 yılı başlarında bazı Chevron çalışanlarını kaçırıp sonradan serbest bıraktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra da Chevron tesislerine saldırı düzenledi. Bu saldırıdan sonra Chevron Sudan’daki tüm personelini havadan 18 saat içinde tahliye ederek ülkede petrol arama faaliyetlerini durdurdu. 1989’da bir darbe ile Milli İslami Cephe işbaşına geldi ve 1990’da Chevron ülkeyi tamamen terketti. Chevron’un büyük petrol arama imtiyazları küçük parçalara ayrıldı. Süregelen yıllarda Sudan Hükümeti petrol işi ile ilgilenecek şirketler aradı. 1996 yılında Kanadalı Arakis Energy (Arakis) adlı firma Heglig ve Unity petrol havzalarında geliştirme faaliyetlerine başlamış ve çıkarılabilir rezervlerin 600 milyon ile 1.2 milyar varil olduğunu öngörmüştür. Petrol sahalarının Kızıldeniz’deki limana uzak oluşu nedeniyle bu sahalardan Port Sudan yakınlarındaki Suvakin petrol terminaline kadar uzanacak 1600 km.lik petrol boru hattının inşa edilmesi işi için Greater Nile Petroleum Operating Company (GNPOC) konsorsiyumu kurulmuştur. GNPOC içerisinde Arakis daha sonra hisselerini yine Kanadalı başka bir firmaya (Talisman) satmıştır. Talisman ise 2003 yılında GNPOC içerisindeki hisselerini Uluslararası İnsan Hakları örgütlerinden gelen baskılar neticesinde Hindistan Petrol Şirketi ONGC Videsh’e (OVL) satmıştır. Bugün itibariyle bu konsorsiyumda Chinese National Petroleum Company-CNPC (% 40), Malezya Petronas (%30), Hindistan ONGC Videsh-OVL (% 25) ve Sudan Sudapet (% 5) yer almaktadır. 1999 Eylül’ünde ilk Nil petrolü Kızıldenize pompalanmaya başlanmıştır. 192 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu Sudan’ın en büyük petrol havzası şu anda Yukarı Batı Nil (Western Upper Nile) bölgesindeki Unity ve Heglig petrol sahalarıdır. Ülkedeki toplam üretimin 2007 sonunda günde 650 bin varile 2008 yılında ise 800 bin varile ulaşacağı tahmin edilmektedir (Sudan Tribune Gazetesi, 28 Şubat 2007). Son zamanlarda Sudan’ın birçok bölgesinde yeni petrol arama ve çıkarma faaliyeti yoğunlaşmış bulunmaktadır. 2004 yılı haziran ayında Kuzey Sudan’da, Hartum güneyinde bulunan Cezire bölgesinde ilk kez arama başlamış olup Nil vadisindeki El-Damir’de delme işlemlerine 2004 Kasım ayında geçilmiştir. Petrol arama ve çıkarma faaliyetleri en son zamanlarda daha doğudaki Yukarı Nil Havzasındaki Melut Havzasına kaymıştır. Güney Sudan’da Kapsamlı Barış Anlaşması ile Güney Sudan Hükümetini kurulmasından sonra oluşan ortamda petrol çıkarma lisans ve hakkı açısından sorunlar ortaya çıkmıştır. Fransız TOTAL SA (TOT) ve İngiliz Beyaz Nile (White Nil Ltd) Şirketleri arasında yaklaşık bir yıldır bir dava sürmektedir. İngiliz kriketçi Phil Edmonds’un sahibi olduğu Beyaz Nil şirketi Güney Sudan’daki Jonglei bölgesindeki petrol havzasında (Yaklaşık 118.000 km2) petrol arama ve çıkarma hakkının % 60’ının kendisinde olduğunu iddia etmektedir. Mayıs 2005’de bu petrol havzasındaki hakların % 60’ı Güney Sudan Hükümeti Petrol Şirketi Nile Pet tarafından Beyaz Nil şirketine devredildi. Beyaz Nil Şirketine yapılan bu devir karşılığında ise şirketin % 50’sine Nile Pet sahip oluyordu. Halbuki Güney Sudan Hükümetinin kurulmasından önce 1980’de bu havzadaki petrol arama ve çıkarma hakları Fransız Total SA firmasına verilmiş iç savaşın çıkmasıyla faaliyetlerini kapayan Total hakların devamlılığı için her sene Hartum Hükümetine belli bir ücret ödemekteydi. İngiliz Mahkemesi Beyaz Nil Şirketinin Total’e kendisine yapılan bu yetki devrini kanıtlayan dökümanları sunmasını istemiştir. İngilterede konu ile ilgili mahkeme devam etmektedir. 193 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen Buna benzer diğer bir durum ise 2005 Barış anlaşmasından sonra Güney Sudan Hükümeti tarafından Moldova Petrol Şirketi Ascom’a verilen 5B Petrol Havzasından doğabilir. Merkezi Hartum Hükümetine göre bu havzadaki haklar Malezya Petrol Şirketi Petronas’a aittir. Güney Sudan Hükümeti Petrol Şirketi Nile Pet, Moldova ASCOM’ın % 5 hissesinin sahibidir. Her iki ihtilaflı durumdan çıkarılacak sonuç Güney Sudan’da yeni hükümetin daha önceden Merkezi Hartum Hükümetince verilmiş Petrol arama ve çıkarma imtiyazlarını kendi karar ve menfaatleri doğrultusunda değiştirmesidir. Bu da Darfur sorununun detayında petrolden pay alma maksadıyla oldukça iştah açıcı bir husustur. Sudan Maliye Bakaninin 7 Mart 2007 tarihinde yapmış olduğu açıklamaya göre 2007 senesinde günlük petrol üretiminin günlük 520.000 varil civarında gerçekleşmesi beklenmektedir. 2006 yılındaki ortalama üretimin 500.000 varil hedeflenmesine rağmen daha düşük olduğu ve 365.000 varil/gün civarında gerçekleştiği belirtilmiştir. Nil Havzalarından çıkarılan yüksek kaliteli petrolun varil fiyatı 50 USD olarak tespit edilirken diğer bölgelerde nispeten daha düşük kalitedeki petrolün varili 30 USD olacaktır. Her varilden petrol istikrar fonu için 5 USD ayrılmaktadır. Ayrıca Güney Sudan Hükümeti geçen sene petrolden 1,2 milyar USD gelir elde etmiştir. Halen OPEC'de gözlemci konumunda bulunan Sudan'ın, birkaç yıl içerisinde, tam olarak üye olması beklenmektedir. OPEC üyeliği, petrolün önemini ileride, Sudan için daha da arttıracaktır. Sudan Enerji ve Madencilik Bakanlığı yetkilileri ispatlanmış rezervlerin 700 milyon varil ve toplam rezervin de Kuzeybatı Sudan, Mavi Nil Basini ve Kızıldeniz bölgesindeki petrol alanları da dahil olmak üzere Beş Milyar varil olarak tahmin etmektedirler. Orta ve Güney Sudan Petrol sahalarında çıkartılan petrolü Kızıldeniz kıyısında bulunan Port Sudan Limanına taşıyan petrol boru hattının 1999 yılında devreye girmesiyle petrol üretimi sürekli bir artış göstermiştir. 2004 yılında 343 bin varil olan günlük üretimin 2006 yılında 434 194 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu bin – 600 bin varil arasında gerçekleştiği ve gelecek birkaç sene içerisinde de günlük 1 milyon varile ulaşacağı tahmin edilmektedir. 3. SORUNLU BÖLGELER VE BARIŞ GÜÇLERİ Güney Sudan Çatışma Tarihi Sudan’da iç savaşı bazıları birinci ve ikinci iç savaş periyodu olarak tanımlarken diğer bir tanımlama ise tek bir iç savaş olduğu ama arada bir 11 yıllık ateşkes döneminin bulunduğudur. Hangi tanımlama olursa olsun Sudan 1 Ocak 1956 da bağımsızlığına kavuşmasından sonra 11 yıl hariç olmak üzere (1972-1983) iç savaş yaşamıştır. Hartum hükümetinin Güney Sudan’da şeriat kuralları uygulayacağı korkusu yüzünden Hıristiyan ve Anemist yerlilerin silahlanması çatışmaların nedeni olarak görünürken, 1978’de güneyde zengin petrol yataklarının bulunması ve çatışmaların 1983’de başlaması da tesadüfi olmadığı ve çatışmaların asıl sebebi olarak ileri sürülmektedir. Sudan’da güney ile kuzey arasındaki savaş 1983’de başlamış ve 2004 yılına kadar yirmibir yıl sürmüştür. Bu savaşın başlaması ile 1972 yılında yapılmış olan Addis Ababa Barış Anlaşması sona ermiştir. Sudan Hükümeti ile güneydeki isyancı hareketin başı Sudan Halk Kurtuluş Ordusu/Hareketi (SPLA/M) kaynaklara sahip olma, dinin bölgedeki rolü, self determinasyon ve güç için mücadele etmişlerdir. 2 milyondan fazla insanın ölümü ve 4 milyonunun da yerlerini terketmesine neden olan savaşta 600 bin insan mülteci olarak ülkeyi terketmiştir (Web Siteleri; un, amis, umis). Yıllardır uluslararası kuruluşlar, komşu ülkeler ve diğer büyük ülkeler tarafından barış için birçok girişim başlatılmıştır. Böyle bir bölgesel barış girişimi Doğu Afrika bölgesinde hükümetler arasında gelişmeyi esas alan ve Sudan’ın da aralarında bulunduğu yedi üye devletin oluşturduğu IGAD (Intergovernmental Authority on Development) organizatörlüğünde ve finansmanıyla yapılmış ve BM de bu girişimi takip etmiş ve desteklemiştir (Kavas, 2005). 195 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen John GARANG önderliğinde sürdürülen mücadele sonunda Sudan Halk Kurtuluş Hareketi/Ordusu (The Sudan People’s Liberation Movement / Army (SPLM/A) ile Sudan hükümeti arasında Kenya Nairobi’de 20 kadar Afrika liderinin de katıldığı (İngiltere, Norveç ve İtalya gözlemci) törenle 31 Aralık 2004 tarihinde Kapsamlı Barış Anlaşması (Comprehensive Peace AgreementCPA) imzalanmıştır. Gatang ve ayrılıkçı hareketin çok fazla avantajlar elde ettiği bu anlaşmanın genel hatları şu şekildeydi: a. Garang’ın Sudan Devlet Başkanı 1nci yardımcısı olması, b. Petrol gelirlerinden önemli miktarda pay, c. BM’e bağlı 10.000 gözlemcinin ülkede görev yapması, d. Güneydeki ayrılıkçı hareketten 8–10.000 kişilik bir kuvvetin Sudan Ordusunda yer alıp güneyde daha fazla söz sahibi olması, e. Güney Sudan’da beş yıl sonra bir referandum yapılması. UNAMIS ve UNMIS BM 11 Haziran 2004 tarihinde 1547 sayılı kararıyla barış sürecinin kolaylaşması için taraflarla temasları sürdürmek ve düşünülen barış destekleme harekâtı için hazırlık mahiyetinde BM Sudan İleri Misyonu (UNAMIS-United Nations Advanced Mission in Sudan) adıyla özel bir politik misyona karar verdi. Bu kararın ardından UNAMIS Başkanı, askeri danışman ve BM Sudan Özel Temsilcisi olarak Jan PRONK atandı. Özel temsilci kuzey-güney arasında IGAD destekli barış girişimleri ile Afrika Birliği destekli Darfur barış görüşmelerinde BM desteğinin yönetilmesini sağladı. BM Güvenlik Konseyi büyüyen tansiyon üzerine 30 Temmuz 2004’de 1556 sayılı kararı ile UNAMIS’e Darfur konusunda ilave görevler verdi. Bu kararda devam eden insanlık krizi ile özellikle sivillere yönelik saldırıları da kapsayan yaygın insan hakları ihlallerine dikkati çekilmekteydi. 10 Ocak 2005’de Kapsamlı Barış Anlaşmasının imzalanmasından hemen sonra 24 Mart 2005’de BMGK 1590 sayılı kararı ile BM Sudan Misyonunun (UNMIS-United 196 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu Nations Mission in Sudan) görevini başlattı. Bu kararın gerekçesi olarak da Sudandaki durumun uluslararası barış ve güvenliği etkileyecek boyuta gelmesini belirtti. Bu misyonun başlıca görevi ise imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması hükümlerinin uygulanmasını denetlemek idi. BMGK 24 Mart 2005 tarihli ve 1590 sayılı kararı ile yetki verilen kuvvet üst sınırı 10,000 personel iken bu rakam 31 Ağustos 2006 tarihinde BM 1706 sayılı kararı ile 27.300’e artırılmıştır. (Web sitesi: un/unmis) Darfur Çatışma Tarihi Darfur’da uzun süredir kıt kaynaklar üzerinde rekabet, çekişme, etnik, ekonomik ve politik gerilimler yaşamaktaydı. Darfur'da çatışmalar, Sudan Kurtuluş Ordusu / Hareketi (SKO/H) ve Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)’nin bölgede yaşayan Afrikalı yerlilere yönelik ayrımcı uygulamalara ve hükümetin bölgeye hizmet götürmemesine karşı Sudan hükümet tesislerine saldırıları ile başladı. Bunu takiben de Sudan hükümetinin ordu ve diğer milis grupları bölgeye sevkiyle gerilim tahmin edilemez seviyelere ulaştı. Ayrım yapmaksızın Sudan ordusu’nun hava bombardımanları ve beraberinde Cancavid atlılarının saldırılarıyla bölgedeki köylerden çoğu yerle bir edildi. Bu saldırılarda siviller öldürülmesi, kadın ve kızların tecavüze uğraması ve çocukların kaçırılması ile yiyecek ve su kaynaklarının tahrip edilmesi şeklinde gerçekleşen eylemler sonucu bölgesel barış ve güvenlik tehdit edilmiştir. Darfurlu isyancılar, bölgedeki ayrımcılık ve yoksunluğa karşı silahlı mücadeleye başvuracaklarını ilan ettiklerinde John Garang liderliğindeki SHKH/O'yu izlemişlerdi. Ancak Darfur muhalefetini silahlı mücadeleye iten sorunlardan biri de, Hartum-SHKH/O arasındaki görüşmelerin dışında bırakılmalarıydı. Güneyde çatışmalar bitmesine ve Kapsamlı Barış Anlaşması imzalanmaına rağmen Darfur’da çatışmalar bitmedi. Darfur’da artan gergin durum üzerine 8 Nisan 2004’de Çad’ın başkentinin adıyla anılan N’Djamena Ateşkes Anlaşması imzalandı. Ateşkes anlaşmasının hemen ardından ise Afrika Birliği Sudan Misyonu’nun (AMIS) kurulması 197 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen kararı verildi Sudandaki Afrika Birliği Misyonu (AMIS) Ekim 2004’de personel sayısını artırarak 2341’i askeri personel ve 815’i Sivil Polis olmak üzere toplam 3320 personel güce ulaştı. Afrika Birliği Sudan Misyonunun görevi 8 Nisan 2004’de N’Djamena imzalanan ateşkes anlaşmasının uygulamasını gözlemlemek, insani yardım malzemelerinin dağıtımı için güvenli bir ortamın yaratılmasına yardım etmek ve yerlerinden edilmiş kişilerle mültecilerin geri dönüşlerini desteklemek idi. BM, 25 Ocak 2005’de yayımlanan Darfur raporunda hükümetin Cancavidleri desteklediğini belirtmiş, 2000 köyün tahrip edildiğini, şiddet ve hastalık sonucunda 450.000 kişinin hayatını kaybettiğini ve 2 milyona yakın insanın yerinden olduğunu belirtmiştir. Evsiz kalarak mülteci durumuna düşen insanların büyük bir çoğunluğu, arap olmayanlardan oluşmaktadır ve Arap Cancavid saldırılarına maruz kalmışlardır. Sudan hükümetinin sürdürdüğü operasyonlarda çoğu Afrikalı yerlilere ait Darfur'daki köylerden büyük bölümü, Sudan Ordusu ve arap milisler tarafından tahrip edildi. Zorunlu göç, Sudan'ın başka bölgelerinde de olduğu gibi, açlık tehlikesini ve salgın hastalıkları da beraberinde getirdi. Ekim 2004’de Güvenlik Konseyinin isteğiyle Darfur’da soykırım ve uluslararası hukuk ile insan hakları ihlallerinin araştırılması maksadıyla bir araştırma komisyonu kuruldu. Komisyon Ocak 2005’de Genel Sekretere yaptıkları araştırmanın sonuç raporunu sundular. Bu rapora göre Sudan hükümeti Darfur’da soykırım yapmamıştır ama Sudan askeri güçleri ve Sudan hükümeti ile ittifak halindeki Cancavid milisleri ayrım gözetmeksizin sivillere yönelik saldırılar, işkence, zorlama yoluyla ortadan kaybolmalar, köy imhası, tecavüz ve diğer tarzda cinsel şiddet ile yağma ve zorla yerinden etme şeklinde eylemler yapmıştır denilmektedir. Çatışmaların durdurulması için birçok girişimden sonra 5 Mayıs 2006’da Sudan hükümeti ve Darfur’un en güçlü ve en büyük isyancı grubu olan Sudan Kurtuluş Ordusu / Hareketi (SKO/H) Askeri Lider konumundaki Minni 198 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu Minawi arasında Nijerya’nın başkenti Abuja’da Darfur Barış Anlaşması imzalandı. Ancak diğeri isyancı gruplar olan Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH) ile SKO/H’nin kurucusu ve Siyasi Lideri Abdelwahid Mohamed Nur liderliğindeki grup2 anlaşmayı imzalamayı reddetmiştir. Afrika Birliği Sudan Misyonu (AMİS) Afrika Birliği Sudan Misyonu’nun (African Union Mission in Sudan- AMIS) kurulması kararı 8 Nisan 2004’de imzalanan N’Djamena Ateşkes Anlaşmasından hemen sonra Sudan Hükümeti ile ayrılıkçı iki grup olan Sudan Kurtuluş Ordusu/Hareketi ve Eşitlik ve Özgürlük Hareketi tarafından verilmiştir. İlk başta 10 Afrika Ülkesinden 465 personel Haziran 2004’de başlayıp ekime kadar süren bir sürede bölgeye gelmesiyle AMIS-I olarak da bilinen görev fiili olarak başlamış oldu. AMIS Karargahı El-Fasir’de ve altı sektör (Nyala, El Geneina, Kabkabiyah, Tine ve Çad Cumhuriyeti içerisindeki Abeche) şeklinde bir tertiplenme vardı. Bu görevin başlamasından bir süre sonra görev yapan birliklerin durumunun gittikçe kötüleştiği gözlemlendi ve Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi tarafından AMIS’in kuvvet olarak 3320 askeri personel ve 815 kişilik bir sivil polis gücü (CIVPOL) ile desteklenmesi kararlaştırıldı. Bu ikinci artıştan sonraki dönemde yapılan diğer bir değerlendirmeyle AMIS’in kuvvet seviyesinin 1560 sivil polis olmak üzere toplamda 6171’e yükseltilmesi Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyinin 28 Nisan 2005 tarihli kararıyla kararlaştırıldı. 4. DARFUR BARIŞ ANLAŞMASI VE SON GELİŞMELER Darfur Barış Anlaşması (DPA) Afrika Birliğinin Darfur’da barış arayışları 5 Mayıs 2006’da imzalanan Darfur Barış Anlaşmasıyla (Darfur Peace Agreement-DPA) meyvelerini verdi. Üç 2 2005’de Hareketin Genel Sekreteri olan Minavi ile Kurucusu / Başkanı olan Abdelwahid Mohamed Nur arasında anlaşmazlıklar sonucunda SKO/H iki parçaya bölünmüştü. 199 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen yıldan fazla süren bu mücadeleden sonra imzalanan bu barış anlaşmasıyla tarafların silahları bırakması için ümit doğdu. Barış anlaşması 4 ana bölümden oluşmaktadır. Bunlar güç paylaşımı, refah paylaşımı, kapsamlı bir ateşkes ve güvenlik uygulamaları ile diyalog ve danışma konularıydı. Darfur Barış Anlaşmasına göre; a. İsyancı grupların önereceği 3 aday arasından Sudan Devlet Başkanı tarafından hükümetin 4ncü en yüksek dereceli pozisyonu olan “başkan üst düzey yardımcısı” seçilecek ve siyasi güç ve yetkiye sahip olacaktır. b. Geçici Darfur bölgesel yönetimi kurulacaktır. Bu yönetim Darfur barış anlaşmasının uygulanmasından sorumlu olacaktır. c. Temmuz 2010’da Batı, Güney ve Doğu Darfur’un tek bir idari birim olarak birleşip birleşmemesi için halk oylaması yapılacaktır. d. Sudan hükümeti Ekim 2006’ya kadar Cancavid milislerini silahsızlandıracaktır. Buna paralel SKO/H ve AEH mensupları da silahsızlandırılacak ve gerekli nitelikte olanlar Sudan silahlı kuvvetlerine katılacaktır. Çatışmanın tüm tarafları görüşmelerde hazır bulunurken, Sudan hükümeti ile Sudan Kurtuluş Ordusu / Hareketinin Minni Minawi liderliğindeki grubu barış anlaşmasına imza koydu. Afrika Birliğinin barış anlaşmasını imzalama miat tarihi 31 Mayıs’a kadar uzatılmasına rağmen Adalet ve Eşitlik hareketi ile Sudan Kurtuluş Hareketi / Ordusundan Abdelwahit liderliğindeki grup barış anlaşmasını imzalamadı. Darfur Barış Anlaşması’nı tanımıyan ve anlaşmada düzenlemeler isteyenler Milli Kurtuluş Cephesini (National Redemption FrontNRF) kurdular. Darfur Barış Anlaşmasına imza atmamış isyancı gruplar olan Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH) ile SKO/H’nin bir parçası olan Abdelwahid Mohamed Nur liderliğindeki grubun ileri sürdükleri nedenler şu şekildedir: a. Öldürülen, tecavüz edilen ve yerlerinden edilenlere yeterince bireysel tazminatların verilmemesi, 200 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu b. Anlaşmada insanlığa karşı işlenen suçların araştırılması ve sorumlu olanların cezalandırılması konularına yer verilmemesi, c. Darfur’un birleşmiş bir vilayet olarak ilan edilememesi d. İsyancı silahlı grupların hükümette önerilen pozisyonlardan daha yüksek pozisyonları alamamaları, e. Darfur’un temsil oranının artırılmasına karşılık Darfur’un kaderini belirleyecek konularda söz söyleme yetkisine sahip olabilecek kadar çoğunluğun verilmemesi olarak sıralanabilir. Darfur Barış Anlaşmasından sonra Sudan hükümeti Barış Anlaşması hükümlerinin tam manasıyla yerine getirilmesi açısından hiçbir ciddi girişim göstermedi. Barış Anlaşması hükümlerinin vakit kaybedilmeksizin yerine getirilmesi ve Darfur’daki durumun daha vahim seviyelere gelmeden önlenmesi maksadıyla BM Genel Sekreteri, Sudan hükümetini devamlı zorlamaktadır. Afrika Birliği Barış Gücünün Darfur’daki olaylarda yeterince etkili olamadığı ve bir BM Barış Gücü ile değiştirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu açıdan BM Güvenlik Konseyi 31 Ağustos 2006’da 1706 sayılı kararı ile UNMIS’ın (BM Sudan Misyonu) görev sahasının halen sürdürmekte olan görevlerini ve harekatını aksatmaksızın Darfur’u da kapsayacak şekilde genişletilmesine (Darfur’a yığınaklanma da dahil olmak üzere) kararlaştırdı. Bu kararın icrası için Sudan Hükümetinin rızasının olmasını da kabul etti. BMGK UNMIS görev süresini 24 Eylül 2006 tarihli 1709 sayılı kararı ile 8 Ekim 2006’a kadar, müteakiben 6 Ekim 2006 tarihli ve 1714 sayılı kararı ile de 30 Nisan’a kadar uzatma kararı almıştır. Sudan hükümeti bu kararlarla BM ve NATO içerisinde söz sahibi olan ABD’nin sorunu çözmekten ziyade Irak’ta yaptığı gibi Sudan’ı da parçalamak ve kaynaklarını kontrol etmek amacıyla müdahale etmek istediğini savunmaktadır. Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan Ahmet El-Beşir ABD’ye tepkisini kendisiyle görüşmeye Hartum’a gelen ABD Dışişleri Bakanı Müsteşarı 201 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen Jendayi Frazer ile görüşmeyerek göstermiştir. El-Beşir aynı zamanda sert açıklamalarda da bulunmuştur ve uluslararası güçlerin Darfur’da varlığını kabul etmeyeceğini vurgulayarak, geldikleri takdirde Hizbullah’ın İsrail’i yendiği gibi Sudan Ordusunun da bu güçleri yeneceğini belirtmiştir. BM Güvenlik Konseyi Kapsamlı Barış Anlaşması, Darfur Barış Anlaşması ve N’Djamena Ateşkes Anlaşmasına taraf olanlara bu adı geçen anlaşmalarda verdikleri taahhütlere gecikmeksizin uymaları çağrısında bulundu. Ayrıca Darfur Barış Anlaşmasına imza atmamış tarafların da anlaşmaya imza atmaları ve anlaşmanın hükümlerini yerine getirilmesini geciktirecek davranışlarda bulunmamaları çağrısında bulundu. Son Gelişmeler Darfur’da UNMIS’in görev sahasının genişletilerek Darfur’u da içine alacak şekilde bir BM barış gücünün sorumluluğuna bırakılması fikrinin uygulamaya dönüştürülememesi üzerine BMGK, 31 Temmuz'da 2007’de 1769 no’lu karar ile BM Güvenlik Konseyi Darfur’a Afrika Birliği-Birleşmiş Milletler Güçlendirilmiş Karma Kuvvetini (UN-AU Hybrid Force) göndermeye karar verdi. Ancak karar barış gücüne hükümet destekli Janjawid milislerinin ve Darfur silahlı muhalif gruplarının silahsızlandırılması ve dağıtılması görevini vermedi. UNAMID (United Nations African Union Mission in Darfur) isimli karma barış gücü El-Fashir’de 31 Aralık 2007’de yapılan devir teslim töreniyle görevi AMIS’den devraldı. Kongo Cumhuriyetinden Rodolphe Adada BM Genel Sekreterinin Darfur için Müşterek Özel temsilcisi olarak atandı. Bölgedeki diğer bir gelişme ise Avrupa Birliğinin aldığı kararla bir Barış Gücünü Çad ve Orta Afrika Cumhuriyetinde görev yapmak üzere görevlendirmesidir. İrlandalı General Patrick Nash komutasında olan Barış Gücüne çoğunluğu Fransız olmak üzere yirmi ülke personel katkısında bulunmaktadır. Barış Gücünün görevi Darfur’dan Çad’a ve Orta Afrika Cumhuriyetine sığınan mültecileri korumak olarak belirtilmektedir. 202 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu 5. DIŞ GÜÇLERİN DARFUR SORUNUNA YAKLAŞIMLARI: A.B.D’nin Soruna Yaklaşımı ABD 2004’de sorunun tırmanmakta olduğunu görüp Dışişleri Bakanı Collins Powell’ı Darfur’a göndermiştir. Collins Powell olayları “soykırım” olarak nitelendirmiştir. Başkan Bush, BM Güvenlik Konseyinin savaş suçlarının işlenip işlenmediği ve konunun ceza divanınca soruşturulması kararını veto etmemiştir. BM 25 Ocak 2005’de Darfurdaki öldürme fiillerinin savaş suçu olabileceği ancak soykırım olarak nitelendirilemeyeceğini bildirmiştir. ABD soruna tarafsız baktığını belirtmesine rağmen SKO/H lideri Minawi ile Washington’da görüşmüş, barış anlaşmasının uygulanması konusunda ABD’nin güvence vereceğini bir mektup yollamış ama Sudan hükümetine aynı olumlu yaklaşımı göstermemiştir. Başkan Bush Birleşmiş Milletler’in Darfur’a Barış Gücü gönderilmesi ile ilgili kararının en büyük savunucusu olmuştur. ABD’de geçen sene içerisinde Sudan’a yatırım yapılmamasını esas alan bir boykot kampanyası başlatılmıştır. (Web Sitesi: sudandivestment.org.) Kaliforniya Üniversitesi, Brown Üniversitesi, Wisconsin Üniversitesi başta olmak üzere birçok öğrenci üyeleri vasıtasıyla kapsamlı bir kampanyaya girişen bu grup özellikle Sudan’a yatırım yapan şirketleri bundan vazgeçirmek maksadıyla protesto gösterileri düzenlemişlerdir. Amerikanın Afrika ile ilgili en son inisiyatiflerinden biri de A.B.D Afrika Komutanlığı’dır (Web Sitesi: africom.mil). (USAFRICOM) Halen üç ayrı A.B.D Birleşik Muharip Komutanlık sorumluluğunda bulunan Afrika Kıtasının tek bir Muharip Komutanlık sorumluluğuna verilmesi 2007 içinde uygulamaya konulmuştur. Ekim 2007’de ilk harekat yeteneğine, 2008 Ekim ayında ise tam harekat yeteneğine kavuşması planlanan A.B.D. Afrika Komutanlığının özellikleri arasında Afrika’ya yönelik çalışan Amerikan kurumları arasındaki gayretleri bütünleştirici, diplomasi ve gelişme çabalarına yardımcı rol oynayan ve diğer Muharip Komutanlıkların askeri yapısından farklı bir yapıda olması dikkat çeken hususlardır. 203 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen Mısır, Libya ve Diğer Arap Ülkelerinin Görüşleri BM kararı sadece Sudan’ı değil Mısır’ı da endişelendirmektedir. Mısır hükümeti kararla birlikte hemen Sudan hükümetinin onayının öneminin altını çizmiştir. Mısır Darfur’daki meydana gelen olayları ve yaşananlardan ziyade BM güçlerinin bölge üzerindeki muhtemel etkisini tartışmaktadır. Mısır’a göre Darfur’a gönderilecek bir barış gücünün yetkilerinin bu kadar fazla olması ve sadece Darfur’u değil Sudan’ın komşuları ile olan ilişkilerini de denetlemesi bu gücü işgalci bir güce dönüştürmektedir. Mısırlı uzmanlar ABD’nin Sudandaki varlığına olumsuz bakmakta ve bunun ABD’nin yeni ortadoğu projesinin bir parçası olarak görmektedir. Libya Lideri Albay Muammer Kaddafi ise Sudan Darfur bölgesinde büyüyen krizlerin nedenini Sudan Petrollerinden Batılı Petrol Şirketlerinin pay alma kavgası olduğunu belirtmektedir. Kaddafi ayrıca çatışma ve kriz sonrasında bu bölgelerde yeniden yapılandırma faaliyetlerinde bulunan şirketlerin de yine kendi menfaatlerini gözeterek bu tip çatışmaların çıkmasını ve büyümesini bilerek körüklemekle suçlamaktadır. Halen görevde bulunan Afrika Birliği gücüne Mısır, Cezayir, Libya, Güney Afrika ve Nijerya gibi ülkelerle beraber tüm Afrika ülkelerinin katkı sağlamaya hazır olduklarını ve Afrika’ya dışardan müdahaleye kapıların kapanması gerektiğini vurgulamaktadır. Kaddafi ayrıca Çad ve Sudan arasında 2006’da N’Djamena anlaşmasının imzalanmasında başrol oynamış ve “İngiltere’nin gelip sizin yerinize çözümler üretmesini istemiyorsanız bu işi aranızda çözmelisiniz” diyerek Afrika’ya dış müdahaleye karşı tavrını belirtmiştir. Arap Birliği krizin başından itibaren çözüm ile ilgili kararlar almış ancak bu kararların çoğu Darfur’a insani yardımların yollanması ile ilgili olmuştur. Arap Birliği üye ülkeleri aslında Afrika Birliği güçlerini destekleyecek bir barış gücü potansiyeline sahip olmalarına rağmen bu riske girmek istememektedir. Ayrıca Sudan Hükümetinin çizdiği sınırları da aşamamış ve olumlu sayılabilecek herhangi bir adım da atamamıştır. Sudan, Darfur’a bir BM Barış 204 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu gücü gönderilmesi kararının çıkmasından sonra Arap devletlerinden kendisini desteklemelerini istemiştir. 7 Eylül 2006’de Kahirede toplanan Arap devletleri Sudan hükümetinin isteği dışında uygulamaya karşı çıkmış ve Sudan’a zaman tanınmasını istemiştir. Ancak Arap devletleri kararın Sudan hükümetince dikkate alınmasını da istemişlerdir. Tüm bölgeyi etkileyebilecek yeni bir krizin çıkmasından endişe duymalarına rağmen Arap devletlerinin Irak ve Lübnan krizlerinde de olduğu gibi etkili ve somut bir adım atması beklenmemektedir. Afrika Birliği Üyesi Ülkelerin Görüşleri Afrika Birliği zirvesi için Etiyopya'da bir araya gelen 50 lider, örgütün dönem başkanlığı için sırası geçen yıl gelen Sudan Devlet Başkanı Beşir'e, Darfur krizi konusundaki tavrına tepkiler dolayısıyla bu yıl da başkanlığı vermediler. Afrikalı liderler, Sudan yerine bu yıl birliğin dönem başkanlığını Gana'nın Devlet Başkanı John Kuffuor'a verdiler. Beşir'in başkanlık sırası aslında geçen yıl gelmiş ama Darfur krizi yüzünden 12 ay süreyle ertelenmişti. Böylece başkanlık ikinci kez ertelenmiş oluyor. Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) başta birçok uluslararası örgüt, Beşir dönem başkanlığına getirilirse, Afrika Birliği'nin itibarının ciddi şekilde zedeleneceği uyarısında bulunmuştu. 6. DARFUR’DA OYNANAN OYUN VE TÜRKİYE Darfur’da Oynanan Oyun Çok net olarak belirtilmesi gereken Darfur bölgesinde yaşanan olayların dini tabanlı bir çatışma olmadığıdır. Sudan Darfur bölgesindeki olayların bir nedeninin yerleşik-göçebe mücadelesi olduğu şeklinde yapılan değerlendirmelerin aksine aynı olaylar 100-200 yıl önce eski Kara Afrikanın kuralları ve düzeninin devam ettiği bir ortamda vuku bulsaydı kimse kafasını döndürüp bakmazdı ve bu Afrika tarzı bir yaşamın doğal sonucudur derdi. Tarih içinde Afrikalı Koisan ve Pigmelerin ana yurtlarını işgal eden Bantu yayılmasına benzer şekilde yerleşik-göçebe kavgası bu kıtadaki yaşamın doğal 205 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen bir parçasıdır. Ancak burada durum öldürme, tecavüz ve zorla yerinden etme şeklinde cereyan etmiştir. Ayrıca Afrikalı-Arap çatışmsı şeklinde basite indirgenerek yapılacak bir etnik tanımlama da sorunları anlamaya pek yardımcı olmaz. Çünkü Darfur, Arap ve Afrikalıların içiçe girdiği, aynı deri rengine ve geleneklere bağlı insanların yaşadığı ve Sudan’ın en dindar kesimlerinden biridir. Hafızlarıyla ünlüdür ve Hafız olmayana kız verilmez diye yaygın bir gelenek vardır. Darfur sorunu, Darfur’daki Afrikalı Müslüman kabilelerin Arap Sudan Hükümeti ile bir mücadelesi değildir aslında. En yakın zamanda Araplardan da Darfur isyancı gruplarına katılımlar olması bunun göstergesidir. Darfur Kuzey Afrika’nın Arap kökenli insanları ile daha siyah derili Afrikalıların kaynaşma ve ayrışma hatlarının olduğu yerlerden biridir. Özel mülkiyetin kısmen olduğu ve toprağın kabileye ait olduğu bu ortamda petrol tespit edilen bölgelerde (Allah’ın Afrikalıya bir lütfu gibi görünebilir ama aynı zamanda beraberindeki ölümleri de getiren bir lütuf) değişik yöntemlerle Müslüman Afrikalı kabilelerin yerlerinden edilmeleri, saf bir yaklaşımla göçebe hayatı süren kabilelerin birdenbire yerleşik hayata geçme arzuları olarak açıklanabilir mi? Halen sürdürülen mücadele petrol bulunan sahalarda yaşamakta olan Darfur halkının buralardan uzaklaştırılması işlemidir. Pastadan en büyük payı almakta olan Asyalı Ülkeler (özellikle Çin, Hindistan ve Malezya) yaptıkları bağışlarla yerlerini değiştirmeye çalıştıkları köyler için uzak yerlerde kurulan okul, sağlık ocağı şeklindeki yardımların maksada hizmet etmeyeceği ilk akla gelen husus olacaktır. 16. Yüzyılda başlayan sömürgeci düzenle bu modern sömürü düzeni arasında kesinlikle fark yoktur. Sadece kullandığı enstrümanlar değişmiştir o kadar. Petrol üzerinde sürdürülen pay kapma kavgasını açıkça ortaya koyan petrol arama ve çıkarma imtiyazlarını gösteren EK Harita’da da görüleceği üzere petrol arama ve çıkarma faaliyetleri Güney Sudan’dan Güney Darfur’a 206 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu kaymıştır. Bunun da ötesinde geleceğe yönelik henüz bir sondaj faaliyetinin başlamadığı bölgelerin bile petrol arama ve çıkarma lisansları birçok şirkete verilmiştir. 2006 yılında Güney Sudan Hükümetinin petrol geliri 1.2 milyar dolardır (Sudan Tribune, 7 Mart 2007). Petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinde Çin, Malezya, Hindistan, Fransız ve Sudan şirketleri petrol imtiyazlarını ellerinde tutmaktadır. Avrupalı şirketler sömürge döneminden kalan alışkanlıklarını başka yollardan devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Petrolden pay almak maksadıyla 80 Avrupa kuruluşunun oluşturduğu ECOS (European Coalition on Oil in Sudan) bu tip bir girişimin sonucudur. Amerika cephesinden bakıldığında ise resmi istatistiklere göre ABD’nin senelik petrol ithalatının % 15.3’ü Afrika’dan gerçekleşmektedir. Günde 1.5 milyon varil ham petrol üretimi ile ABD’nin Batı Afrika sahillerinden gelen petrol miktarı hemen hemen Suudi Arabistan’dan ithal edilen petrol miktarına eşit ve hatta daha fazladır. Başta Nijerya olmak üzere Batı Afrika ülkeleri (Ekvator Ginesi, Kongo Cumhuriyeti, Gabon ve Angola) bu dilimde yer almakta ve özel bir öneme sahiptirler. Nijerya 2004 OPEC verilerine göre (Bkz. Tablo-1) dünyanın 8’ nci büyük ham petrol ihracatçısı ve ABD’nin başlıca petrol sağlayıcılarındandır. ABD Afrika Komutanlığının uygulamaya konmasının arkasındaki en geçerli sebep Amerikanın Afrika’daki petrol kaynaklarını kontrol etme ve emniyete alma düşüncesidir. ABD İstihbarat Yetkilileri ABD’nin Afrika’dan ithal ettiği petrol miktarının 2015 yılına kadar % 25’e çıkacağını tahmin etmektedirler. Komşu ülke Çad’ın doğusunda Darfur sınırına yakın bölgede istikrarsızlık devam etmektedir. Bu konu ile Darfur bölgesindeki sorunların bağlantısı vardır. Sudan ve Çad hükümetleri bir diğerinin bölgesindeki istikrarsızlığı gizlice desteklemektedir. Çad Devlet Başkanı Deby 2006 Nisan ayında başkent N’Djamena’ya yapılan saldırıların Sudan tarafından desteklendiğini iddia 207 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen etmektedir. Buna karşılık Başkan Ömer El-Beşir’e göre Darfur’daki faaliyet gösteren isyancıların % 40’ı Çad tarafından desteklenmektedir. Sorunlu Çad-Sudan sınır anlaşması olan Tripoli Anlaşması hükümlerine her iki taraf diğerinin uymadığını ve sınır bölgesindeki istikrarsızlıkları desteklediklerini iddia etmektedirler. Sudan-Çad sınır konusunda konusunda “Tarihin tekerrür ettiği” prensibi bir kez daha kanıtlanmaktadır. Darfur’da yaratılan bu kargaşa ortamı merkezi hükümetlerden ayrılacak bir federal oluşuma ve dolayısıyla da petrol kavgasında yer almak isteyen ECOS tarzı kuruluşların ekmeğine yağ sürecektir. Avrupa Birliği tarafından oluşturulan 3000-4300 asker gücündeki Barış Gücünün Kasım-Aralık 2007’de bölgede görevlendirilmesi ile Darfur üzerinde perde arkasındaki niyetler yavaş yavaş kızışmaya başlamıştır. Fransaya yakınlığı bilinen Çad Devlet Başkanı İdris DEBY’nin iktidarını yıkmaya çalışan isyancılar 2006’da yine Fransa’nın askeri birliklerinin yardımıyla geri püskürtülmüştü. Bu açıdan eskiden beri Fransanın etkisi ve güdümü altındaki Çad’da Darfur’dan kaçan mülteciler için yollandığı söylenen barış gücünün gerçekte Sudan’daki petrol konusunda Amerika’nın almaya çalıştığı önlemlere Avrupa Birliğinin bir karşılama tedbiri olduğu da akıllara gelmektedir. Darfur Barış Anlaşması hükümlerine göre 2010 yılında bir referandum yapılacaktır. Bu referandum ile Batı, Kuzey ve Güney Darfur kendi gelecekleri için oy kullanarak tek bir eyalet veya vilayet çatısı altında birleşip birleşmemeye karar vereceklerdir. Federatif bir yönetime geçilmesi durumunda Khartum Hükümetinin petrol gelirleri azalacak, kurulacak yeni bölgesel hükümet eliyle petrol imtiyazlarının batılı şirketlere verilmesi gündeme gelebilecektir. Darfur’da oynanan oyunun asıl temelinde bu sebep yatmaktadır. 208 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu Türkiye ve Sudan Yukarıda belirtilen sebepler ışığında Türkiye’nin Sudan ve özellikle Darfur bölgesi ile ilgili dış politikası ve yaklaşımının şu şekilde olması gerektiği değerlendirilmektedir: a. Sudan hükümeti görünüm itibariyle Müslüman ve Arap bir kimliği temsil etmektedir. Yerlerinden edilen kişilere yönelik devam eden saldırılar gizlice Sudan Hükümeti tarafından yürütülen bir faaliyet olarak görünmekte ve Müslüman bir ülkenin çifte standartlı politikası olarak batılı devletlerce devamlı gündeme getirilmektedir. Bu açıdan ilk başta bu saldırıların Sudan tarafından durdurulması için gerekli her türlü önlem alınmalıdır. Afrika Birliğinin dönem başkanlığını Sudan Devlet Başkanına vermeyerek tepkisini göstermesi bu açıdan manidardır. Türkiye Afrika Birliği’ne gözlemci statüsüne 12 Nisan 2005 tarihinde kabul edilmiştir. Türkiye, Sudan Hükümeti ile isyancı gruplar arasındaki görüşmelerde arabuluculuk rolü üstlenebilir. Çatışmaların durdurulması için diğer Arap ülkelerinin de duyarlı olmasını isteyebilir ve bu ülkeler nezdinde girişimler başlatabilir. Özellikle Mısır’ın Sudan ile komşu olması hasebiyle Mısır’dan çatışmaların durdurulması konusunda aktif rol alması gündeme getirebilir. b. Ne Sudan ne de diğer Afrika ülkeleri 31 Aralık 2007’de UNAMID’in göreve başlamasından önce Darfur’da yerleşecek bir BM gücünün gelmesini önleyici tedbirler kapsamında gerçekçi bulmamışlardır. AMIS’in yetersiz kaldığı konuların başında olan askeri birlik rotasyonlarının sağlanması ve Barış Gücünün maddi kaynaklarla desteklenmesi hususunda Sudan ve diğer Arap Ligi ülkeleri elle tutulur katkıda bulunmamışlar ve bugün bir anlamda AMIS’in (Dolayısıyla da Afrika Birliğinin) kredibiletisini düşüren ortamı kendi elleriyle yaratmışlardır. Bu noktada yapılabilecek tek husus UNAMID Karma Afrika Birliği-Birleşmiş Milletler Barış Gücünün görev süresince samimi bir yaklaşımla destek olmak 209 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen suretiyle Afrika’nın sorunlarına Afrika tarzı çözümler bulunması prensibini devam ettirmek olabilir. Burada unutulmaması gereken hususlardan birinin Afrika Birliğinin sadece çatışmaları önleme misyonu olan bir kuruluş olmadığı fakat bu tip çatışma bölgelerindeki başarısız olduğu algılaması daha fazla gündeme getirilmek suretiyle birlik zayıflatılmaya ve kıtanın dış müdahalelere daha açık hale getirilmesine çalışıldığı dikkatten kaçmamalıdır. Dolayısıyla Afrika’lı ülkeler kendi kıtalarındaki sorunlara Avrupa veya Amerika tarzı çözümler istemiyorlarsa taşın altına ellerini sokmayı bilmeleri gerekmektedir. Kısaca Arap ve Afrika Ülkelerine şu dakikada düşen en önemli görev 31 Aralık 2007 itibariyle görev başına geçmiş olan UNAMID’e hem gözlemci ve hem de birlik katkısı sağlamak suretiyle Sudan ve Darfur üzerinde bir oldu-bitti Otonom Hükümetin (Güney Sudan’dakine benzer) kurulmasını önlemektir. Türkiye, UNAMID için de personel katkısı sağlamalıdır. Türkiye yeniden yapılandırma ve kalkındırma faaliyetlerinde yer alabilir ve Türkiye ekonomisine önemli katkılar sağlayacak projelere imza atabilir. UNAMID’in Darfur ve/veya Sudan’ın diğer bölgelerinde uygulamaya koyacağı altyapı ve kalkınma projelerinde yer almak için Türkiye girişimlerde bulunmalı ve Türk firmalarının değişik sektörlerde bu projelerden pay almasını kolaylaştırıcı açılımları sağlamalıdır. Bu da ancak Barış Gücü içerisinde yer almakla ve ikili girişimlerle gerçekleşebilir. c. Sudan Doğu ve Güney Afrika Ülkeleri Ortak Pazarı (COMESA) üyesidir ve COMESA üyesi ülkelere girişte üs ülke olarak kullanılabilir. COMESA üye ülkeleri arasında mevcut gümrük muafiyetleri de Sudan’a yatırım yapan ya da yapacak olan Türk Şirketlerine cazip mali imkanlar yaratabilir. Sudan komşusularından Çad, Etiyopya, Uganda, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Orta Afrika Cumhuriyetinin denize kıyısı yoktur ve Sudan işlek limanları dolayısıyla bu ülkelere yapılacak ticaret için bir giriş limanı rolu oynayabilir. 210 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Sudan’ın Darfur Bölgesi Sorunu Sonuç olarak uluslararası ilişkilerde devletlerden özel şirketlere kadar değişen aktörler Sudan’ı adeta bir çatışma sahnesi haline getirmişlerdir. Çin’in Afrika’daki başarılı açılımlarına Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin karşı koyması gibi, birçok batılı ülke de Darfur’a barış getirme adı altında petrolden pay kapmaya çalışmaktadır. Türkiye de bu süreçte kendisine fayda sağlayacak politik ve ekonomik girişimleri vakit kaybetmeden başlatmalıdır. SUDAN PETROL ARAMA VE ÇIKARMA İMTİYAZLARI 211 Journal of Strategic Studies 1 (01), 2008, 184-212 Ersin Özmen KAYNAKÇA: 1. ORHONLU Cengiz, “Osmanlı İmparatorluğunun Güney Siyaseti, Habeş Eyaleti”, Türk Tarih Kurumu, 1996. 2. HASAN Yusuf Fadul, “Mukaddime fi Tarihi’l-Memaliki’l-İslamiyye fi’lSudani’1-Şarki (1450-1821)”, Hatum, 2003. 3. ŞUGIR Nuum, “Coğrafyet ve Turihü’s-Sudan”, Beyrut, 1981. 4. US Country Book on Sudan. 5. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, “Birinci Dünya Savaşı'nda Emperyalizme Karşı Türklerin Yanında Yer Alan Darfur Hakimi Ali Dinar (1898-1916)”, Sayı 61, Cilt: XXI, Mart 2005. Web Siteleri: 1. ECOS: http://www.ecosonline.org 2. www.sudantribune.com (28 Şubat 2007) (“Total may offer South Sudan stake in disputed oil block” isimli yazı) 3. http://www.un.org 4. http://www.amis-sudan.org 5. http://www.unmis.org 6. KAVAS A, “Sudan’da Bulunan Petrol Baskıya Dayalı Barış Getirdi”, http://www.tasam.org , (21 Ocak 2005). 7. http://www.sudandivestment.org (Sudan Divestment Task Force) 8. http://www.africom.mil/ 9. http://www.sudantribune.com, (7 Mart 2007), “Sudan Sees 520.000 Bpd Oil Output In 2007”, Sudan Maliye Bakanı Al-Zubair Ahmed Al-Hassan Verdiği Bildiri Haberi. 10. Tarig Mohammed Nour: http://www.atam.gov.tr 11. http://www.un.org/Depts/dpko/missions/unmis/facts.html 212 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008, 184-212 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1),2008,213-236 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ON THE STRATEGY DOCUMENT OF THE EU AND TURKEY Mesut Taştekin∗ ÖZET Bu makalede AB Güvenlik Stratejisi Dokümanı analiz edilmektedir. 2003 yılında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen doküman üç bölümden meydana gelmektedir. Söz konusu doküman çerçevesinde AB’nin güvenlik, risk ve tehdit algılamaları tartışılmaktadır. AB Güvenlik Stratejisi Dokümanı Avrupa için ortak bir strateji kültürü oluşturmaya çalışmaktadır. AB, Transatlantik birliğe yakından bağlı kalarak ABD’ye bir karşı ve bir alternatif olmaksızın küresel bir aktör olma niyetini beyan etmektedir. Türkiye’nin bu çerçevedeki rolüne ise değinilmemektedir. Ancak Türkiye’nin Avrupa güvenliği için jeopolitik önemi üzerinde durulmalıdır. Bu kapsamda, bu makale ilgililerin bilgilendirilmesine yönelik bir öngörü sağlamaya çalışmaktadır. Anahtar Kelimeler: AB Güvenlik Stratejisi, Javier Solana, Türkiye, AB Güvenliği, Güvenlik Ortamı. ABSTRACT This article aims to analyze the European Union security strategy document. This document which consisting of three chapters was accepted by the European Council in December 2003. This paper will discuss security, risks and threat perceptions of the EU in the light of the document. The European security strategy document aims to build a common European strategy culture. The EU has declared its will to act as a global actor, not opposed to the USA as an alternative but with the USA at an equal partner, remaining closely tied to the Transatlantic community. No mention of Turkey’s role has been made in the document. In addition, it will be underlined that Turkey has a geopolitical importance for European security. In this context, this article tries to give an insight to the document in order to enlighten the interested public. Keywords: EU Security Strategy, Javier Solana, Turkey, EU Security, Security Environment 1. INTRODUCTION This paper attempts to analyze the European Union security strategy document (EUSS, 2003) consisting of three chapters, which was accepted by the ∗ PhD Candidate, Gazi University, [email protected] On The Strategy Document of the Eu and Turkey European Council in December 2003. The document firstly lays out the international and European security environment. Secondly, it clarifies the strategic objectives of the EU, and policy implications for the EU are explained in the third chapter. This paper will discuss security, risks and threat perceptions of the EU in the light of the document. In addition, it will be underlined that Turkey has a geopolitical importance for European security. The document, despite being crucial for Turkish security interests, has not yet been discussed either in the wider public or among scholars. This article tries to give an insight to the document in order to enlighten the interested public. 1. EUROPEAN SECURITY STRATEGY DOCUMENT: ITS SCOPE AND CONTENT The document outlines the security environment in which the EU regards itself as the European as well as the global security actor which is seeking to build up a multi-polar international order which is based on multilateralism. In the document, Russia is seen to have a vital role in this proposed world order and in European security as an important partner of the EU. Despite the fact that the security of Europe and Turkey are closely interrelated (Çayhan, 2002: 4255), Turkey is not mentioned in the document, nor is there any information related to Turkey and its possible role in European security concern. Moreover, the areas that are mentioned as part of the European security environment and risk areas are also geographical regions that include Turkey, and in which Turkish state interested as well. Turkey stands at the crossroads of the regions which are regarded in the document as important regions for European security such as the Balkans, the Mediterranean, the Near East, and the Caucasus. The strategy document of the EU is put forth for consideration since EU states could not come to a unanimous decision and develop a common attitude in the face of the USA’s determination on its Iraqi course (Karaosmanoğlu, 2003: 175-183, 2001: 156-166). Some EU states witnessed not only how the 214 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin solidarity of transatlantic states was eliminated by the USA subjectively, but they also perceived that the USA ignored the EU as a political actor of global significance. It was inferred by some EU politicians that Washington was eager to see the EU as merely a complementary part of the USA’s global policy (Brzezinski, 1997) or it had such a tendency to this matter. The USA started the war on Iraq and expected her allies to support them without taking into consideration the transatlantic allies’ criticisms or waiting for them to come into reconciliation. However, we can infer that the USA’s Iraqi policy was a catalyst for the EU putting forward a security strategy document. The European security strategy document drew on lessons taken from the Iraqi crises; thus, the EU announced to the world what kind of attitude it would adopt towards various developments in the world. Also, the document presented perspectives to the EU member states about foreign policy. In the document, the EU strongly emphasized that is an independent actor in world affairs. For a long time, it has been frequently expressed on the other side of the Atlantic that Western Europe would gradually lose the strategic importance in international relations which it had during the Cold War (Schweigler, 2004: 410-506, Dreighton, 2002: 719-741). The EU, which was founded against an unstable political background, could not be an important strategic associate within the new circumstances. The EU, which had already been deprived of a common strategic culture, did not have the capability of acting with a single identity. According to this perception, the USA should have arranged its security and defense relations with each EU state separately and not with the EU as a single actor. It was thought that the political influence of France within international relations after the collapse of the Soviet Union had diminished and that it had lost part of its political power to reshape the international order. These ideas asserted that France no longer had such an important role in world affairs and 215 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey thus Germany, which was considered to be a rising European power, should have been given priority over France. Such thoughts were already on the agenda of the US foreign policy schools after the collapse of the Soviet Union. While Germany was considered as a regulative actor (Ordnungsmacht) in Central and Eastern Europe, Japan would take over certain roles in the Far East as a close ally of the US in world affairs. Owing to the lack of a power similar to Germany or Japan in the Near East, the USA should take over the shaping of this region directly. Within the new world political constellation, the USA no longer had compelling reasons to support further EU integration. Because of this, USA’s support for deepening EU integration was abandoned and the priority for US foreign policy moved to reshaping the Near East and, in broader sense, Asia. The EU was thought to lack strategic thought and political significance as demonstrated by Kissinger’s famous words that the EU did not even have a phone number. Consequently the USA should not look to the EU as a serious player in world affairs (Mathiopoulos, 1998: 41-57). More recently, such assumptions were not proven; the EU accepted the security strategy document which shows a common attitude, determination and will for the development of a common strategic culture. Thus, France which has a strong will to play a strategic role in international relations continued its efforts by being active during the preparation of the document and proved that it could not be put aside in the shaping of world political structures and affairs. Germany, under the leadership of Kanzler Gerhard Schröder, supported France to make the EU a world political actor. With the leadership of France and Germany, the EU tried to gain a position as a world power (Wolfram, 2005: 38-39). Javier Solana, General Secretary and High Deputy was appointed as “Foreign Minister of the EU”; thus, the EU obtained a phone number and fortified its role as a political actor in world policy. Moreover the EU responded to George Bush’s “Grand Strategy” by 216 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin approving the “A Secure Europe in A Better World. European Security Strategy”, prepared by J. Solana (USNSS: 2004, Schrader, 2004: 37-50). Thus, the EU proved its will, power, and determination to play a role as an equal actor with the USA in the shaping of international security and defense relations in the world political order. In addition, it was stated that the EU would not be satisfied with just a civilian power position (Ehrhart, 2004: 149163). As mentioned above, the EU strategy document began to take shape during the discussions and developments that took place around the Iraqi issue. The Iraqi question revealed that the US and the EU perceived the notions “I” and “the other” differently and evaluated world politics and threats in a different way. Moreover, a guiding document needed to be formed for those EU states which supported different approaches so that disagreements could at least be minimized. In short, the document was approved unanimously by the Heads of state and governments of the EU. The document is unique in the sense of being the first example of efforts to develop a culture of common strategy by exceeding conventions of nationstate strategy culture. From that point on, the EU’s perception and evaluation of world politics and security conditions gained clarity, and its role as a new political actor with 450 million people, 25 different nations in its constitutions became clearer. In the document, the security concept embraces quite a large meaning field including military, political, diplomatic, economic and environmental dimensions, so the threats which had already occurred or were likely to occur were dispersed among all these fields. The necessity to develop suitable instruments and precautions in order to overcome the crises which occurred or would occur in this field was a natural result of the EU security perceptions (Eric, 2004: 27). Apart from its introduction, the document was divided into three parts: (1) Security Environment: Global Challenges and Key Threats, (2) Strategic 217 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey Objectives, and (3) Policy Implication for Europe. In the introduction part, the meaning and importance of the EU as well as influences and changes which affected the EU member states and citizens are pointed out. It was stated that Europe had never been so secure, so prosperous, and so free. The USA’s and NATO’s positive contributions to the EU integration process are also stated in the introductory part. It is emphasized that, despite the expansion of some values such as rule of law and democracy, Europe faces threats and challenges. The first part of the document addresses the European security environment in context of global challenges and main threats. These are discussed below. 2. SECURITY ENVIRONMENT: GLOBAL CHALLENGES AND KEY THREATS In this part of the document, international terrorism, the proliferation of weapons and technology of mass destruction, regional conflicts, failed states, and international organized crime are mentioned as the leading challenges and threats for world and European security. The stated security problems are outlined and the globalization process is assessed. It is pointed out in the document that our world is experiencing a globalization process and that there are negative and positive aspects of globalization. Poverty and hunger problems are particularly emphasized. It is stated that these are the phenomena accompanying the globalization process. Having pointed out that poverty and hunger cause instability and armed conflicts, the policies to fight poverty and hunger are considered within the framework of security measures. That there is a connection between poverty / hunger and security in the document is certainly worth praising. Surmounting the security problem as a pre-requisite for social development is stated. When it is considered that this point is disregarded in the US security strategy, making the connection between security and human development is a significant favorable improvement, and it is possible to see the EU’s attention to social democratic 218 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin values. Another significant issue touched upon in this part is that Europe is devoid of energy sources and that this issue is a security problem when dependency to energy sources is stressed. The EU strategy document regards terrorism as the most important problem in terms of European security and focuses on the global dimension of the problem. That the document focuses on this problem must be an indicator of the USA’s search for co-operation in sharing security concerns (Dedeoglu, 2004). The document states that Europe is both a target and a base for terrorists. That terrorism forms a threat to European security is supported by the fact that the El-Qaide organization has cells in some European countries such as England and Spain. In the document, the proliferation of weapons of mass destruction coupled with the presence of terrorist organizations and organized crime is mentioned as another threat to European security. In the direction of such a policy, the EU and three important EU states, namely France, England and Germany, started a bargaining process to persuade Iran to abandon the project, as it had initiated a nuclear program long before. The worry was that Iran may use this for the production of nuclear weapons. Nevertheless, this initiative of the EU has not yet been achieved (Frankfurter Rundschau, 16.11.2004). Another significant point stressed in the first part is the changing function and significance of states and the emphasis on their changing order in the globalization process. The unstable relationship between Near Eastern states and state system is referred to. The warning was made that the proliferation of weapons of mass destruction and advances in rocket technology in this region particularly might turn the Near East into a source of threat for European security (Perthes, 2004). As another source of instability and threat, regional conflicts such as Afghanistan, Somalia and Liberia are mentioned. A direct and indirect effect of these conflicts to European security is also expressed. 219 Furthermore, Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey developments such as the collapse of states which have difficulty carrying out their duties (Schneckener, 2004: 188-194) affect regional security directly and European security indirectly. Unstable environments also trigger organized crime, the trafficking of women, immigration, gunrunning and the opium trade. In the document, Europe is defined as one of the main targets of such organized crime and criminals. Such crime combined with a possible connection of terrorism to the weapons of mass destruction feeds Europe’s security worries. Contribution of the EU to stability in Europe through supporting the administrations having a sense of democratic responsibility in the neighboring regions; strengthening EU’s capability of rapid reaction forces by improving appropriate mechanisms against the mentioned threats and crises as a requirement of an active multi-multilateralism in the world politics; emphasizing of achievements of the EU in crises prevention, and emphasizing the significance of transatlantic relations, are main subjects to be issued in the next part. 3. STRATEGIC OBJECTIVES In the second part of the document, the above-mentioned strategic goals are focused on. The main proposition of this part is that humanity has more opportunities and abilities then ever, but faces dangers and uncertainties in similar proportions. The thesis that democracy should become widespread globally for defending European security is given coverage in this part as well. On this point, the USA and the EU share similar opinions and political culture; nevertheless the opinion that the American way of life has some negative aspects in it is widespread in Europe. Although it is accepted that US political culture attaches importance to citizen and human rights, there is another objection that social problems such as homelessness are not taken seriously enough in 220 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin American politics, namely in the world view and lifestyle of the Americans. In addition, market conditions are relied on more than necessary and the regulatory power of politics is not given an opportunity. As is known, in US political culture, “liberty”, which is one of the values of the Enlightenment, is preferred to “equality”. In contrast to this, in European political culture, “equality” is given priority. Therefore, it may be assumed that the EU has a different approach towards values such as equality, liberation, democracy, and the free market from that of the USA. The belief that the EU, with democracy and similar European values, will be able to surmount the security problem by disseminating wealth is a significant point. In a way, here an alternative solution is offered to the American intervention policy which is based on the military instrument. The EU resorts not only to military, but also diplomatic as well as economic and other civilian instruments such as development aid in order to contribute to European as well as global stability. Actually, it is difficult to put forward that the EU’s economic aid is enough to secure regional stability. However, associating security and economic instruments with one another to prevent crises is very important. With this point, the EU strategy differentiates itself from the USA national security concept by attributing civilian instruments in addition military one in its proposed intervention policy. In the EU strategy document, three strategic goals are established in order to defend and support European security and its values in a way going beyond Europe. Firstly, main threats are touched upon, and international terrorism∗ is well studied. Fighting terrorism, limiting and preventing the proliferation of weapons of mass destruction, reinforcing the role of “International Atomic Agency” and establishing a tight export regime are listed as basic measures ∗ For Turkish perspective on international terörism see Denker, Mehmet Sami (1997), Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK, Boğaziçi Yayınları: İst.; Arıboğan, Deniz Ülkü (2003), Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörizmi Anlamak ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları: İst. 221 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey against threats that have appeared or will materialize. As is known, the USA has similar concerns and supports the mentioned measures. However, while the USA is willing to implement the measures unitarily, the EU wants to rely on binding multi-lateral relations (Krause, 2004: 43-59). When globalization is accepted as a paradigm, the source of security threats will not be limited to the close geographical area. The significance of geography is increasingly declining; for instance, the atom program of North Korea, the nuclear risk from Southeastern Asia, and the developments in the Near East, will be a close threat for European security. Threats to European security may begin outside European territory, so the whole globe needs to be regarded as the European security area (Fuerot, 2004). Consequently, as globalization also covers Europe, directing global developments and controlling them will be evaluated within the framework of European security. In a globalize world, security threats and risks are not solely of military origin. Therefore, there are threats and risks which are not of military origin. Preventing and impeding them can not be realized only through using military instruments. Such threats can only be surmounted through the use of political, diplomatic, and military instruments. The document states how the EU has responded to the above-mentioned threats, and shows its contribution in the Balkans, Afghanistan and the Democratic Republic of Congo as examples (Helse, 2005). As is known, the EU deployed military troops in the mentioned regions and places in the name of its legal entity, and wanted to contribute to the formation of peace and wealth in these regions. Another important point in this part is that defense doctrines during the Cold War period lost their function and the problem of occupation was no longer problem. However, the document set the ground for intervention by emphasizing the necessity to start the defense line at or outside the European border. However, how the EU will establish a balance between 222 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin the international law and its intervention policy is a significant point that needs clarification (Ortega, 2005: 87-104). As the second strategic target, the document emphasizes the improvement of the EU’s relations with its neighbors. Security and wealth should not be aimed only within the EU borders. Giving a share from this wealth and security to the neighboring countries will be linked to the interests of the EU. The interest of neighboring countries in this will be of interest to the EU. Thus, the EU will move away from being an isolated wealthy and secure block, and instead contribute to creating a belt of peace on its periphery that will incorporate democratic states. Eastern European, Mediterranean countries and the Balkans are pointed out within this context. The Israel-Palestine conflict forms the basis of Near Eastern problems. In this conflict, while the EU has supported the Arabs, the USA has backed Israel (Atatöv, 2003). Whereas the USA was tolerant towards the security concerns of Israel and overlooked its wrong doings, the EU was more sensitive to the pathetic situation of the Palestinians (Krell, 2004, Asseburg, 2003). It is worth noting another significant development that the EU must have been worried about: the unexpected and dangerous consequences of allowing the USA to determine developments in the Near East. The USA, after its intervention in Iraq, started a new initiative with the concept of a “Greater Middle East”, and struggled to shape the region in line with the new political requirements. Within this framework, the USA allocated 18-19 billion US$ solely for the reconstruction of Iraq (Gaerber, 2004: 87-100). The EU was worried about being left out of the developments and issued a draft document entitled “The EU-Mediterranean and Middle East Strategic Partnership” on March 22, 2004. In this way, the EU demonstrated its concern over the question of security. The document seems to be the continuation of the Barcelona process within the framework of Near Eastern dialog, and emphasizes the intention of a common peace, stability and wealth in the region 223 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey by making reference to the issues in the European security strategy document. Nonetheless, no figure regarding the financial dimension is provided. The third strategic target of the document is the proposition that international order should be shaped based on multi-lateral relations and laws. As dependency increases in a globalizing world, the actors involved participate in this process. Thus, it is thought that a stronger and healthier international community will be formed. As participants become familiar with judicial norms they will try to conform to these norms; unlawful behaviors will be taken under control by applying the multi-lateral mechanisms. However, international law should be rearranged in line with the new conditions. Despite this call, the document did not focus on what needed improvement. International organizations need to be strengthened. The United Nations as a worldwide nation and its role in international security are studied. As the decisions of the UN form the basis and framework of law, the UN Security Council is a primary multi-lateral organization responsible for international peace and security. The UN constitutes the heart of multi-lateralism and world order, and it should do so. Therefore, one of the priorities of the European security policy is to reinforce the UN and thus help the UN to play its role successfully. It is emphasized that international and regional organizations are fundamental for a world order in which prosperity and peace is prevalent. The document stresses the significance of commercial and economic relations to establish a better international order and that of global and regional organizations facilitating these relations. In this respect, the EU security strategy is clearly different from the American national security strategy. The EU has become an example of multi-lateral relations among equal states from the standpoint of development. The EU could make contribution to the formation of world order by disseminating its experience globally. This will mean a more stable and peaceful world order. 224 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin In the document, the states qualified as rogue states are not named, but it is inferred from the revealed concept that much effort will be exerted to attach these states to the international community and diplomatic efforts will be made to achieve this. It is pointed out that frequently resorting to military sanctions will remove the legitimacy of the present international system and, the international order may turn into a chaos. Therefore, particular attention should be paid to judicial values to determine the behaviors of other actors. Coercive measures in the document are not named. The third part of the document lays out policy implications for Europe. 4. POLICY IMPLICATIONS FOR EUROPE The main points taken up in this part of the document are: (1) The need for the EU to develop a strategic culture, (2) Strengthening the capacity for preventing crisis and swift action, (3) Improving civil crisis management, making military and civil elements more effective by combining these two after the intervention to crisis (Rummel, 2005a: 83-105, 2004: 259-279), (4) Enabling diplomacy as an instrument to solve problems, (5) The EU and NATO relations, and (6) The call to develop strategic partnerships with the leading states of world politics. The EU’s successful crisis management in the Balkans is emphasized and this is shown as an example of what the EU can achieve (Ortega, 2005: 87-104). It is stressed that similar achievements can be obtained in other regions only if the member states adopt a common attitude. It is reiterated that the EU, with a common culture, conscience and will, can evaluate its potential in managing and overcoming crisis. Other achievements of the EU in international politics and security are touched upon. In order to eradicate the threats and dangers mentioned above, the EU should use its potential and develop its mobility. Briefly, the EU defines itself as an actor responsible for both regional and global security. To carry out its global responsibility, the essential equipment 225 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey and Common Foreign and Security Policy instruments should be reinforced and equipped with other convenient mechanisms. In this way, it is thought that the EU will be able to make a significant contribution to European security. The EU, with its two million military personnel and 160 billion Euro military expenses, has the power to establish its own defense system and to set up active intervention means (Reiter, 2004: 26-31). However, this potential is evaluated within the authority of national states, not within the framework of the EU institutions. The document regards the existing potential as having the capacity to be used in a number of operations concurrently. The EU is of the opinion that this potential can be evaluated more actively if a strategic culture is adopted. However, the EU is far away from the aforementioned stage. The EU has not managed a significant crisis or intervened in a serious crisis to date. So far, the EU has undertaken some responsibilities in collaboration with either the USA or the UN. In addition, the EU accepts that it can achieve some of its political goals through the wise use of diplomatic instruments. In the document, the EU is required to be active diplomatically, and nation states are expected to limit their powers in favor of supra-national structures of the EU. Diplomacy is assessed as an easy and low-cost means compared to military intervention. In other words, in order to reach the above-mentioned goals, low-cost formulas and cooperation should be sought. Channeling foreign relations towards the same political targets and agenda is stressed. In this context, the need to coordinate foreign trade, development aid, and foreign and security policies is accentuated. According to the document, trade and development policies should be used as powerful tools to promote reform and prevent crises before their occurrence. In the document, in addition to its positive references to the continuing good transatlantic relations, the EU considers that it can attain the aforementioned goals more easily by establishing good relations with the other powers in world politics. This way, the formation of a more peaceful and stable multi- 226 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin polar world order, in which the EU can participate as an “equal actor”, is secured. For this reason, the importance of multi-lateral relations is often stressed. Consequently, the EU should develop new partnerships not only with the USA (Hacke, 2004: 63-71) but also with Canada, Russia, Japan, China and India in order to build up a multi-polar world order which is based on the values of the international laws. That the names of those states are mentioned in the document should be seen not only as an outcome of the EU’s efforts towards finding support to its own project but also as a result of the significant roles it playing now and/or that of the probable roles it will play in the future in international relations. The document has not included Turkey which has been active over the past fifty years in favor of European security. Conversely, it has made reference to Russia as a significant partner which was a threat to Europe during the cold war era. 5. EUROPEAN SECURITY AND THE ROLE OF TURKEY As mentioned above, Turkey has not been referred to in the strategic document. However, Russia’s importance in respect of European security is pointed out clearly. On the other hand by not giving Russia an EU membership perspective, a different Russian strategy has been accepted (EU-Russia Summit, 2005), and a possible full-membership of Turkey into to the EU has been agreed on. The reasons why Turkey has not been referred to in the document could be explained as the following: It may be an attempt to prevent Ankara’s position becoming more powerful during the negotiations; alternatively, it may be am implicit assumption that Russia’s contribution to EU security would be crucial in comparison to Turkey’s. For Turkey this is a very important case to be discussed. However, in the document the Balkans, the Mediterranean region, the Near East and the Caucasus have been listed as sensitive regions for European security. These regions are undoubtedly 227 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey important for Turkish security, too. Turkey is a country that is at the junction of all these regions, and as well as being affected by European developments, has the potential to affect the mentioned regions’ security (Oran, 1996: 353370). Not mentioning Turkey in the document directly and the not referring to Turkey’s EU membership application should perhaps be put down to an oversight. Although there is no direct reference related to Turkey, it is known that the EU is very concerned with Turkey for strategic reasons (Bağcı, 2000, 5-25). Even without Turkey’s EU membership, Turkey is very important for European security. Besides Russia, it would have been fine to give a place to Turkey. The fact is that if the EU prefers Russia to Turkey, this could cause new security complications for Turkey. The EU, by choosing Russia in its security policies, will cause Turkey to stay closer to the US security guarantee. In contrast, the USA, despite all good relations with Russia, has been seeing Russia as a counterpart, especially with regard to the Caucasus and Central Asia, has given priority to Turkey over Russia in a certain way (Sagorski, 2000: 329-334). Russia’s continuing development and influence, for the most part, has been against interest Turkey and Turkic people. Russia and Turkey, especially since the XIX century, have been competing and racing hard in order to become important actors in the system of the Western balance of power. The fact that important European states have chosen Russia as a partner has always been against Turkish interests. Turkey’s alliances with the west are an essential counterbalance to Russia’s power. That is why Turkey has always tried to enter into the western states system. It has also given importance to setting up relationships with the main actors, the strongest state in the western state system (Çomak, 2005: 201-208). In this way, Russia, with those relations set up first with the Western Europe and later with the USA, was balanced and the 228 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin country that caused security crises on Turkey has been attempted to get over. So, the destabilizing potential of Russia should be eliminated. Turkey is not only an actor that would contribute to the fortifying of multilateralism and the setting up of a multi-polar world order, but also, with its powerful armed forces, is capable of intervening actively in crises that might come into existence around Europe. Turkey is, in respect of security and strategy, at the junction of Asia–Europe–Africa. Turkey’s preference is to participate in European and Transatlantic institutions as well as EU structures. In this way, Turkey is trying to bring its national development forward. However, should Turkey’s attempt to join the EU fail, Turkey will become isolated, and depended on the USA more strongly. On the other hand, it is also possible that Turkey would set up successful relations with Russia and with the other power centers which would not be in harmony with the interests of the EU security concern. Turkey, in spite of all these worries and assertions, doesn’t claim to function effectively as a regulative power (Ordnungsmacht) in the Near Easter, Central Asia or the Caucasus. Turkey, in order to reinforce the international system which is under the leadership of Transatlantic allies, is active in the aforementioned regions and is for setting up its national development in the frame of transatlantic and European institutions. The EU’s concerns about taking on a power such as Turkey and facing difficulties of furthering its integration policy further are not yet over. Some interested groups in the EU claim that with the possible membership of Turkey the EU’s borders will expand and that expansion will leave the EU with new unstable frontiers. Furthermore, after Turkey’s becoming a member of the EU, it may grow by spreading its national power and impact in the surrounding region. Naturally this, in turn, may draw the reaction of Russia and thus the relations between the EU and Russia could become tense and so an insecurity environment could be set up for Europe. Since Turkey’s 229 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey membership will eventually be so costly, keeping it out of the EU integration process may be recommended (Wehler, 2004: 33-34, Reiter, 2004). Furthermore, if Turkey becomes more powerful economically, this could lead to Turkey gaining more power within European institutions -this may be considered to be against the interests of the EU. The EU, to a certain extent, takes the value of Turkey’s geopolitical position into consideration, but seems to lack the ability to evaluate it well (Oran, 1996: 353-370). However, in the document it is pointed out that for Europe’s security a possible source of worry is the dependence of the EU on the energy sources. Turkey is a country at the crossroads of energy corridors. The contribution of Turkey to the EU’s energy needs might overcome these energy shortcomings. However, the EU tends to supply its energy needs not through Turkey but through Russia (Ruelhl, 2004, Schenider, 2005). The EU seems to have accepted the event of Russia’s re-expansion in the Caucasus and Central Asia and its control over these regions (Ruelhl, 2005). However, energy resources from the Caucasus and Caspian Sea could be well transported through Turkey to Europe. The EU, from this point of view, has not grasped or taken the importance of Turkey into consideration as the USA has. In other words, this means that the EU has not shaken off its suspicions concerning the positive contributions Turkey could make to EU security situations. The worry is that Turkey will eventually gain more power after becoming full EU membership and be powerful like France, the UK and Germany, and thus influence the balance of power structures among the EU states (Nussbaumer, 2004). Furthermore, according to this view, after possible full membership, Turkey gaining a powerful position in the EU could effect and might change the developmental direction of the EU and might even stop the EU integration process. Such worries in certain EU circles could not be overcome and are still current. After gaining EU membership, Turkey, by using EU-linkage as a lever, may reinforce its influence in the Caucasus, Central Asia, and the Near 230 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin East and in the Balkans. This powerful potential of Turkey causes some worries within the EU. The assumption of these worries is that that the outcome would not be in harmony with EU security interests. Such an assumption supports insecure feelings against Turkey’s membership. However, Turkey’s possible exclusion from the European integration process will not only expose the limits of the EU’s integration ability but will also demonstrate limits of ability of the EU as a global actor, as it is described in the strategic document. Conclusion The European security strategy document, which aims to build a common European strategy culture, is an important step that has been made in the sense of defining the common interests and the common threat perception. Yet it is too early to claim that the EU, with that document, has reached a strategic culture and a clear definition of common perception and interest. It is still unclear what sort of impact the document will have on the EU and EU states. The members of the EU are aware that they can’t overcome crucial security threats and dangers with their own national resources. On the other hand, they seem too far away to put EU common interests above national interests. The EU security strategy document, which attempts to set up a common strategic culture, is an endeavor to overcome the fragmentation between EU states, as seen in it response to the USA’s Iraq intervention. The EU has declared its will to act as a global actor, not opposed to the USA as an alternative but with the USA at an equal partner (Rummel, 2004: 119-143), remaining closely tied to the Transatlantic community. It has been strongly pointed out that in establishing a multi-polar world order, to which the EU can contribute, a stable and peaceful world order could be created. Thus, the EU document follows the USA concepts in respect of the perception of security threats and the need for intervention in regional crises; it differs in respect of 231 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey its proposal to set up a world order project. Fundamentally, by underlining its intervention policy with a mix of economical, civilian, and military elements, it has differentiated itself from the USA. It has not been mentioned on the Turkey’s role in the document. However, it does state that by spreading welfare and security in Europe and around, the formation of a new line dividing Europe should be prevented. In view of these declarations, the omission of Turkey from the document appears contradictory. Indeed, the EU’s strategic vision that is represented in the document could be realized better with the contribution of Turkey. It agrees on the point that gaining stability in Europe and around is a part of Turkey’s security politics. Consequently, it would have been convenient if Turkey had been named as a strategic partner in the document. Turkey, as has been mentioned in the document, by taking part in the Barcelona process, has become an effective member of some regional organizations such as the Black Sea Economic Cooperation, the Economic Cooperation Organization and the Organization of the Islamic Conference. Because of this, Turkey could have a positive effect on the EU’s European security policy and there is no doubt that it can take responsibility for being a mediator in regional conflicts and clashes and assist in developing a regional security environment for the EU. REFERENCES 1. Andersson, Jan Joel, The EU Security Strategy: Coherence and Capabilities, Utrikespolitiska Institutet, 20 October 2003, Stockholm, (http://www.isseu.org/solana/docsto.pdf) (Downloaded: 28. 06. 2005). 2. Arıboğan, Deniz Ülkü (2003), Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörizmi Anlamak ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, İstanbul. 3. Asseburg, Muriel (2003), Die EU und der Friedensprozeß im Nahen Osten and Materialsammlung zum Friedensprozeß im Nahen Osten Anlageband zur 232 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin SWP-Studie 2003/S 28, “Die EU und der Friedensprozeß im Nahen Osten” (Berlin: SWP-Studie, July). 4. Ataöv, Türkkaya (2003), 11 Eylül: Terörle Savaş mı, Bahane mi?, Alkım Yayınevi, İstanbul. 5. Brzezinski, Zbigniew (1997), Die einzige Weltmacht, (Weilheim/Berlin). 6. Çakmak, Haydar (2007), Avrupa Güvenliği, Platin Yayınları., Ankara. 7. Çayhan, Esra (2002), Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye, Akdeniz Üniv. İ.İ.B.F. Dergisi (3). 8. Çomak, Hasret (2005), Rusya Faktörü ve Üç Boyutlu Dış Politika, Stratejik Öngörü Dergisi, (June). 9. Dedeoglu, Beril (2004), Yeniden Güvenlik Topluluğu: Benzerliklerin Karşılıklı Bağımlılığından Farklılıkların Birlikteliğine, Uluslararası İlişkiler Dergisi, (Sayı 4, Kış). 10. Deighton, Ann. (2002), The European Security and Defence Policy, Journal of Common Market Studies. Vol. 40 No. 4. 11. Denker, Mehmet Sami (1997), Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK, Boğaziçi Yayınları, İstanbul. 12. Ehrhart, Hans-Georg (2004), Abschied vom Leitbild „Zivilmacht? Konzepte zur EU-Sicherheitspolitik nach dem Irak-Krieg”, Varwick, Johannes / Knelangen, Wolfgang (Hg.), Neues Europa -alte EU? (Opladen:Verlag Leske und Budrich). 13. EUSS (2003). EU Security Strategy Document, Bruxel, 12. 12. 2003. http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cmsUpload/78367.pdf) 14. EU-RUSSIA Summit (2005), Fifteenth EU-Russia Summit. Road Maps, Moscow, 10 May 2005; (http://ue.eu.int/ueDocs/cms_Data/docs/pressdata/en/er/84815.pdf) (downloaded: 28. 08. 2005). 15. Frankfurter Rundschau, 16.11.2004. (Downloaded: 28. 06. 2005). 233 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey 16. Gaerber, Andrae (2004), Transatlantische Initiative für Mittleren Osten und Nordafrika -eine unvollstaendige Agenda, Internationale Politik und Gesellschaft, (Heft 4, Berlin).. 17. Goetz, Roland (2004), Rußlands Energiestrategie und die Energieversorgung Europas, (Berlin: SWP-Studie, March). 18. Hacke, Christian (2004), Die europäische Verfassung: Katalysator für mehr außen und sicherheitspolitische Gemeinsamkeiten?,Politische Studien, (Sept-Okt.). 19. HeIse, Volker (2005), Militärische Integration in Europa, (Berlin: SWPStudie, Sept.). 20. Hilz, Wolfram (2005), Die Sicherheitspolitik des Europäischen Führungstrios, Aus Politik und Zeitgeschichte. 21. Javier Solana, draft version of the EUSS Document, http://ue.eu.int/ueDocs/cms_Data/docs/pressdata/en/reports/76255.pdf. 22. Karaosmanoglu, Ali L. (2003), Transatlantik Çatlağı: Değişen Kimlikler, Doğu-Batı Düşünce Dergisi 23, (Mayıs-Haziran-Temmuz). 23. Karaosmanoğlu, Ali (2001), Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği Acisindan Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Doğu Batı, (No 14). 24. Krause, Joachim (2004), Multilateralism: Behind European Views, The Washington Quarterly, (Spring). 25. Krell, Gert (2004), Die USA, Israel und der Nahost-Konflikt, Studie über Demokratische Außenpolitik im 20. Jahrhundert, (Frankfurt/M.: HSFK-Report Nr. 14). 26. Mathiopoulos, Margarita (1998), Die USA und Europa als globale Akteure im 21. Jahrhundert, Aussenpolitik, 2/1998. 27. Müller, Friedeman / Ulbach, Uwe (2001), Persischer Golf, Kaspisches Meer und Kaukasus, (Berlin: SWP-Studie, January). 28. Mommsen, Margerata (2004), Die EU und Russland, WeIdenfeld, Werner (ed), Europa Handbuch (Bonn: BPB). 234 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Mesut Taştekin 29. Nussbaumer, Heinz (2004), Wo endet Europa? Vom Umgang der Europäischen Union mit der Türkei, Vortrag vor der Orientgesellschaft Hammer -Purgstall am 18. 12. 2004 in der Diplomatischen Akademie Wien. http://www.da-vienna.ac.at/userfiles/nussbaumer.pdf (12. 08. 2005). 30. Oran, B. (1996), Türk Dış Politikası:Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar, AÜSBF Dergisi, (cilt.: 51, No: 1-4,). 31. Ortega, Martin (2005), Über Petersberg hinaus: Welche militaerische Missonen für die EU?, in: Gnesotto, Nicole (2005) (Hg.), Die Sicherheits- und Verteidigungspolitik der EU, Institute für Sicherheitsstudien, Paris. 32. Perthes, Volker (2004), Europa und Amerikas Greater Middle East, (Berlin: SWP Aktuell 5, Feb.). 33. Reiter, Eric (2004), Die Sicherheitsstrategie der EU, Aus Politik und Zeitgeschichte B 3-4. 34. Reiter, Eric (2004), Die Situation der EU in ihrer geplanten strategischen Überdehnung –Sicherheitspolitische und strategische Aspekte eines Beitritts der Türkei zur EU, (Arbeitspapier des Österreichischen Instituts für Europaeische Sicherheitspolitik Wien, Dez.). 35. Ruelhl, Lothar (2005), Sicherheitspartner Türkei. Geopolitik, Strategie und europäische Interessen, Sicherheitspolitik des Bundesministeriums für Landesverteidigung, Wien, (April). 36. Rummel, Reinhard (2004), (2005)a, Der zivile Gehalt der Europäischen Sicherheits und Verteidigungspolitik, Schröter, Lothar (ed.), Europa und Militär - Europäische Friedenspolitik oder Militarisierung?, (Schkeuditz). 37. Rummel, Reinhard (2004), Soft-Power EU Interventionspolitik mit zivilen Mitteln, in: Ehrhart, Hans-Georg / Schmitt, Burkard (Hg.), Die Sicherheitspolitik der EU im Werden (Baden-Baden: Nomos V. G.. 38. Rummel, Reinhard, (2004), Europäische Mitverantwortung für Globale Sicherheit, Reinhard C. Meier-Walser (ed.) Gemeinsam sicher? Vision und Realität Europäischer Sicherheitspolitik (München). 235 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008, 213-236 On The Strategy Document of the Eu and Turkey 39. Sagorski, Andrej (2000), Entwicklung der russisch-amerikanischen Beziehungen, Gorzka, Gabriele. / Schulze, Peter, (Hg.), Wohin steuert Russland unter Putin? (Frankfurt: Campus V.). 40. Schneider, Eberhard (2005), Die Europäische Union und Rußland im 21. Jahrhundert, (Berlin: SWP-Dis.papier, Mai). 41. Schrader, Lutz (2004), Europas Antwort auf Bushs Grand Strategy, Welttrends 42 (İlkbahar). 42. Schneckener, Ulrich (2004) (Hg.), States at Risks. Fragile Staaten als Sicherheits- und Entwicklungsproblem, (Belin: SWP-Studie, Nov.). 43. Schweıgler, Gerhard (2004), Aussenpolitik der USA, Lösche, P. / von Loeffelholz, H. D. (Hg.), Laenderbericht der USA (Bonn: BPB). 44. Wehler, Heinz-Ulrich (2004), Verblendetes Harakiri: der Türkei-Beitritt zerstört die EU, Aus Politik und Zeitgeschichte, (B 33-34). 46. USNSS: (www.whitehause.gov/nsc/nss.pdf) (17. 5. 2004). 236 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,213-236 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (1),2008,237-247 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY THE MILITARY AS AN ONGOING NATION-BUILDER IN TURKEY Sinan Çaya∗ ÖZET Türk Ordusu; bütün genç erkekleri, hiç ayırt etmeksizin, zorunlu hizmet uyarınca bünyesine çekip bütünleştirmekle; bir ulus inşacı işlevi ortaya koymaktadır. Burada insan kaynakları açısından hiçbir ziyan söz konusu olmayıp, bütün potansiyel kıymetler yerini bulmaktadır. Müşterek biz duygusu tek askere kadar herkesi kuşatmaktadır. Askerlik hizmeti etnik bilincin ön plana çıkmasını engelleyerek bütünleştirici bir rol oynamaktadır. Diğer yandan farklı bölgelerden bireylerin sosyalleşmesi ve kişisel gelişmelerinde de önemli bir işlev edinmektedir. Anahtar Kelimeler: Türk Ordusu, Zorunlu Askerlik, Ulus İnşası, Askerlik Sistemi, Eğitim. ABSTRACT Turkish military serves as a nation-builder, absorbing and unifying all young males in the compulsory service with no discrimination whatsoever. All valuable potentials attain recognition, there being no place for waste, as far as human resources go. The we-feeling there extends out to each and every one of the soldiers. Military service plays an integrating role by diminishing ethnic consciousness. On the other hand it has crucial functions in socialization and personal development of people from different regions. Key Words: Turkish Armed Forces, Compulsory Service, Nation-building, Military System, Training. 1. INTRODUCTION In Turkey the compulsory military service gives everyone a chance to see a part of the country necessarily different from his hometown, where he serves in full integration with his peers from elsewhere. This ongoing process (which, even if by coercion, is mostly welcome by the vast majority anyhow) calls for and accepts all. The same clothing, the same food and the same shelters pertain ∗ Yrd. Doç.Dr. Beykent Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu. [email protected] The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey to all. Though individuality is necessarily discarded, another virtue is stressed. Recognition through a genuine, self-experienced empathy of the others as equals, as comrades-in-arm. As Janowitz (1975: 432) points out the Turkish draft system contrasts with most of today’s Middle Eastern countries and greatly contributes to national integration. He who serves shares the honour of participation. An alternative technical and complicated professionalism understanding could not have done this. It even would have caused a setback against it: “The proposition can be offered that precisely because it was a draft force with a high turnover of personnel (rather than a long-term, standing-service force) that it served as an institution for building national cohesion”. Other authors also stress the importance of the draft system in “incorporating all citizens into the national scene”. “The army is one of several tangible manifestations of what it means to be a Turk, especially for the peasants and nomads. A second manifestation is the education system, which is reaching more and more people every year” (Roberts et all, 1970: 71-72). 2. MILITARY SERVICE DIMINISHES ETHNICAL CONSCIOUSNESS The official policy makes no discrimination between ethnical and/or regional groups and even minorities. It should be pointed out that as a general principle western boys on the whole are more likely to serve in the eastern regions and vice versa. (the Turkish Police Force a similar rule holds true: A policeman is not appointed to his home-city, very big cities constituting an exception). Only youths from coastal regions are sent to the Navy. Many kinds of talents/crafts are widely utilized in the Army. Over two hundred professions are officially described: Barber, tailor, barman, waiter, hairdresser, carpenter, blacksmith, auto-repairman, hotel-receptionist, plumber etc. are some examples. Some minority youths, due to their traditional specialistoccupations, may even end up better off than the bulk of the privates. It is a 238 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247 Sinan Çaya possible scene to encounter a Greek or an Armenian or a Jewish origined lad in the bar of an officer club (orduevi) as a barman or a receptionist etc. for instance. Many “gypsy” youths also obtain comfortable positions due to their traditional musical talents. Here is a case history now: When I was a lycée student, we had an Armenian friend named Aret. His mother sometimes used to come to our dormitory to fetch him clean laundry. She had a special way of calling out his son’s name, elongating the second syllable while strongly stressing the letter “r”: #A-´reeet. Some boys even used to tease him (in a good-humoured manner) imitating his mother’s way of uttering this name. Years later, when I was a sub-lieutenant (reserve–officer), I was once drinking tea in an officer club. I then happened to hear that characteristic call from the voice of an old lady! I felt as if I were again an adolescent in my former dormitory. Surprised, I wondered if Aret’s mother was in that same location now, by any chance! In fact, there she was, sitting in the same lounge a few meters away! Aret himself, also a sub-lieutenant now, was in charge of a section of that officer club. It is interesting to note that the role of armies in integrating and unifying ethnicities and even races, seems to be a true case for other countries, too. Armed Forces in America, where racial and ethnical tensions are high in the civilian society, also “dilute” such tensions. As Moskos and Butler (1996: 2) express; “a visitor to an army dining facility is likely to see a sight rarely encountered elsewhere in American life: blacks and whites commingling and socializing by choice”. As a rule of thumb the more military the environment, the more complete the integration. Interracial comity is stronger in the field than in garrison, stronger on duty than off, stronger oh post than in the world beyond the base (Moskos and Butler 1996: 2). 239 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247 The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey 3. EACH SOLDIER’S VALUE IS RECOGNIZED PER SE AND IS EMPLOYED Command of foreign languages, nowadays including Balkanic languages with a view for a position in Bosnia or Kosova, also come into play for procurement of special duties in the Army. As another related case history, the story of Mahmut could be of some interest: He was a friend of mine while I was a freshman in the university. The son of an ambassador, Mahmut knew English and German perfectly. He was not a hard worker, though. Fond of an easy life, he built a low average in his courses and got dismissed at the end of the year. He could have deferred his military service and re-enter any other university in any other major and earn a reserve-officer status after graduation. This, he did not choose to do. Instead, he went to the Army service. He became a sergeant (çavuş) coming out of his basic training in the sergeant-courseprogram (çavuş talimgâhı) and ended up in Brussels in the NATO Headquarters, due to his foreign languages! He became a hero in our eyes because he chose to be a draftsman and also because he made his way to Brussels! After completing his service, he returned to the university, thanks to an academic amnesty. Now there wasn’t a trace of frivolousness in Mahmut. He was a very responsible, hard-working and successful student. No wonder. The Army had done him a lot of good, as an anonymous folk poem (mani) dictates: “Tomatoes in the gardens/ They’re used to make salads/ Let the rascal go to army/ To attain his wisdom!” (“Bahçelerde domata / Ondan olur salata/ Varsın gitsin askere/ Akıllansın kerata!”). Such privileges during the army service are only cases of de facto discrimination but not real discrimination or favouritism of any kind. [“In sociology there exists the concept of de facto discrimination. This concept emerges due to the needs of certain situations. For instance, if a minimum 240 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247 Sinan Çaya tallness of 1.67 meters is stipulated to become a police-officer, those candidates who do not meet this particular requirement, are not admitted to this profession” (Mutlu 1996)]. In a similar manner, being tall is actually a virtue in the army. Militarypolicemen (inzibat) are recruited from among tall draftsmen. To enter some special units where being presentable in appearance matters (protective forces of National Palaces, Atatürk’s Mausoleum, The Guarding Regiment of the State President etc.), a private must be tall. Obviously, the more education one has, the better off he/she is almost anywhere, the army being no exception. On the Çanakkale Front, Colonel Mustafa Kemâl once saw a script in a beautiful calligraphy from the Holy Koran on the ramparts. He found the soldier who had written this script and said that such a talented man should not die in action. In spite of the soldier’s objection, his commander sent him away from the front. This soldier later became a famous master calligrapher (üstâd hattat). His name is Macit Ayral (summarized from Uluç December 4, 1998). (Ironically, in contrast to that, the Nobel Prize holder young scientist J. Mosely was a signal officer in the opposing British Army at the same time. He unfortunately got killed in action). 4. A RELIEF FOR THE OPPRESSED, FOR THE DEPRAVED Cultural deprivation (which has usually correlation with low financial income) may also, for that matter, indirectly work to the detriment of an individual in many cases all over the world. Even the casualty rates in action can be related to socio-economical status. As Schaefer and Lamm (1983: 200-201) let us know; a research carried out by Zeitlin and his co-workers in 1973 in the State of Wisconsin confirms this idea: 15% of the fathers of all high school seniors were poor. But, 27 % of the fathers, who had lost sons in Vietnam were poor. The casualty of the poor were disproportionately higher. Hoult (1979), Mayer 241 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247 The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey (1955) and J. Willis (1975) arrived at similar conclusions in their work. Sons of well-to-do families would usually end up as officers and be less exposed to dangers than the enlisted men. Still, depraved and oppressed youths are better off in the military than everywhere else. [In the movie The First Blood this is expressed in the words of the frustrated ex-veteran (played by Silvester Stallone). There he was somebody, not a bum. Millions worth of equipment was confined to him. There was good friendship relations]. This is especially true in Turkey within the draft system. For many who feel as if they were outcasts (those who are poverty-stricken, those coping with problems, those coming from broken homes etc.) the service functions as therapy. The feeling of belonging develops maybe for the first time. Acceptance and respect is attained from inside the organization as well as from outside. [Writer and poet Salih Bolat had an interview with literary critique Selim İleri on a television screen about the place of trains and railroads in literature. Bolat, the son of a railroad man, said at one point that formerly steam trains used to blow their whistles while passing throgh towns. Intermittent blows were those of freight trains. Passenger trains’ whistle was somewhat longer. But a train carrying soldiers would have a long, proud and somewhat bitter whistle, a sound which strikes the hearers with awe and which ransoms deference]. The following long case-history drastically illustrates how the concept of comradeship coupled with compatriotship and seniority working together in the military environment, outweigh an otherwise too strong and deeply embedded negative attitude like class-consciousness [Those who come earlier to service are senior to new-comers. Privates with no rank insignia are differentiated in this regard. When any two soldiers of equal standing come together one is in the leader, the other is in the follower position]: 242 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247 Sinan Çaya After completing his basic training in Manisa, private Yaşar was appointed to a military establishment in İstanbul, for the rest of his service. The date was the end of 1999. He was a darkly complected young man with bushy eyebrows. Here, they made him responsible from a certain corridor in the main building. He had to mop the floors, wipe the window panes, dispose the waste baskets. Though a naturally smart young man, he was illiterate. (His ending up in İstanbul instead of a “forsaken” military troop elsewhere in the provinces, can be taken as a sub-theme as to verify the idea of justice in the military). Nowadays illiterate soldiers constitute a very small minority and the formerly common “Ali-schools” (Ali, a proper name, in those years came to designate an illiterate recruit) are abolished long ago. (One of Yaşar’s favourite topics of conversation with other soldiers was his super-human efforts in locating his place of appointment in İstanbul. Since he could neither read nor write, this proved to be quite an adventure for him!). A special, intensive evening program was arranged to give Yaşar and a few other soldiers the basics of elementary education. Further studies for selfimprovement were said to be their own responsibilities. Unfortunately Yaşar was little interested in further study. A major was in charge of a department occupying two adjacent rooms opening up to Yaşar’s responsibility zone, his very corridor. And this officer at first tried to motivate Yaşar with the following promise: “When you obtain full command of reading, I will find enjoyable novels for you like the the Love of Baltacı Pasha for Cathrin Baltacı was an Ottoman pasha and Cathrin the Queen of Tsarist Russia. Are you not interested now, Yaşar?” [The novel Baltacı ile Katarina, written by Murat Sertoğlu was a serial novel in 1970’s emitted in a conservative newspaper, which many provincial readers used to enjoy. It is a fanciful historical novel dealing with the Prut Battle in 243 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247 The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey 1711 between Tsarist Russia and the Ottomans. Grand Vizier Baltacı (The nickname means the axe-carrier) Mehmet Pasha was in charge of the Ottoman army. According to Turkish historians’ point of view, though he was in a position to crush the Russians; for the sake of the the beautiful Tsarin, imploring him for forgiveness, Baltacı got generous and spared the Russians, contending with a little profitable peace treaty]. Alas, even such promises did not help much! Yaşar was from a village of Kahraman Maraş. He had grown up as an orphan. Moreover, he had had to take care of his two much younger brothers. Contenting with the little aid from distant relatives (themselves up to neck in poverty-stricken conditions); he had indulged in casual labor work whenever he could, including shoe-shining and drum-playing in wedding and circumcision ceremonies. Finally the neighbours incited him to get married in young age and move into the house of his fatherin-law as an “içgüveysi” (The literal translation is self-explanatory: It means “an internal groom”). Yaşar had begot three children before he got conscripted to the army. On the verge of the Ramadan festival, the chief NCO of the support services company (where Yaşar belonged to) informed the neighbour officers in the headquarters about Yaşar’s distressful home conditions. He urged them all to allocate the traditional charity donations for this particular nefer (plain soldier), who cleans their offices every single day. (Most were already aware of his poverty; Yaşar wasted no chance to broadcast it). [Once in an interview in a certain room he said to the present officers the following: “The army feeds me. This is O.K. But one needs some cash for other needs. At least enough to buy the razor blades at the canteen!” He did not neglect to complain about his stingy father-in-law, either]. A certain reserve-officer (sub-lieutenant) was especially moved by the tragic life story of Yaşar. He donated a substantial sum off his January salary to Yaşar. 244 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247 Sinan Çaya However two days later Yaşar approached him and notified him that he had sent the much-welcomed donation home to his brothers. He explained that now he had to make a phone call to ascertain that they had received the sum. The problem was that he was again broke and could not afford a long distance call. What if the sub-lieutenant would be kind enough to bestow him with the telephone money? Upon discovery of this “shrewd, demanding attitude” the sub-lieutenant immediately regretted his previous generosity, let alone agreeing to be further “fleeced”. Whatever Yaşar’s opportunist outspokenness about his poverty and his readiness to maximize a possible golden-hearted benefactor’s financial aid may be; his poor and low socio-economical origins are only too obvious. [Moral/ ethical development is related to the social status. Certain social roles go with certain status holders. When the individual is conscious of the expectations of the social environment, he has to adjusts his steps as expected. Eventually, most of such outward behaviour is also internally adopted. This appears to act as a Rosenthal Effect/ self-fulfilling prophecy phenomenon. Another argument for the mentioned greediness may be that the human nature is insatiable (especially in a capitalist culture). Henry Miller in his famous trilogy narrates his own youth and his strife for being accepted as a writer. In the last volume of the autobiographical novels (Nexus); he finally sells his first novel (if only under the name of his sweetheart, “the unforgettable Mona”) and before his trip to Europe, a tramp comes to him and asks for a dollar. The author takes out a dollar but puts it on the bench. Then he asks the tramp: “Wouldn’t it be more American to ask for more and to settle for less?”. The tramp observes this difficult man, this crazy philosopher, with utmost hatred. Then he snatches the money, runs away and swears at the author from across the road]. 245 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247 The Military As An Ongoing Nation-Builder In Turkey Many months after Yaşar’s arrival, a new recruit was assigned to the photocopy room nearby. One day the officer in charge of the department consisting of two rooms went there with a heavy bunch of official papers. Once the task was over, he felt obliged to talk to the recruit, out of thankfulness. The private’s name was Mustafa. He was the son of a spare parts dealer for cars, a well-to-do man. With his expert knowledge and his yearslong-toil for his father Mustafa had his own claims over the shop, as well. And, where was that shop? In Maraş, the home-city of our hero Yaşar! Well then! Was Mustafa aware that other “Maraşlı” (“Maraşian”), his fellowcountryman? Yes, yes, they knew each other. Were they on good terms with each other? Yes, yes indeed! The officer thought that after all, Yaşar was senior to Mustafa and this fact must have had a role in their relationships. A few tactful, insinuating questions seemed to confirm his thoughts. So much the better! Mutual advantages instead of a one-sided gain in friendship. Reciprocity saves the honour of a man and saves him from the suppression of all-queasy feelings of gratefulness. A final question from the officer was more like an ascertaining: “Mustafa, the idea of compatriotship seems to be important in the soldier’s home (“asker ocağı”), I suppose?” “Yes, my commander! In civilian life it is not the same thing, at least not to that extent! But it definitely something here in the army!” So, in a military setting the social forces that can draw together two persons with two different backgrounds work like wonder! Elsewhere (even back home), the worlds of such two young men would have been wide apart. 5. CONCLUSION The compulsory military service welcomes and embraces all conscripts in Turkey. As the Turkish laws rightfully express it, the service is an obligation as well as a right for each young and healthy male individual. 246 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (01), 2008,237-247 Sinan Çaya REFERENCES 1. JANOWITS, Morris (1975) “Some Observations on the Comparative Analysis of Middle Eastern Military Institutions” in PARRY, V.J. and YAPP; M.E. ed.: War, Technology and Society in the Middle East, Oxford University Press. 2. MOSKOS, Charles C. and BUTLER, John Sibley (1996) All That We Can Be, Basic Books, N.Y. 3. MUTLU, Kayhan ( 1994) “Sosyolojide Etnik Sorun Kavramı” in Avrasya Dosyası, Cilt 1, Sayı 1, Çankaya, Ankara. 4. ROBERTS. Thomas D. et all (April 1970) Area Handbook for the Republic of Turkey, The American University, Washington D.C. 5. SCHAEFER, Richard T. And LAMM, Robert P. (1983) Sociology, McGrawHill book Company, N.Y. 6. ULUÇ, Hıncal (December 4, 1998) “Atatürk, Sanat, Askerlik” in Sabah [Newspaper]. 247 Journal of Social Sciences 1 (01), 2008,237-247 YAYIN KURALLARI: 1. Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, yılda iki kez yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara yer vermektedir. 2. Hazırlanan makaleler; “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sıraselviler Cad. No.111, 34437, Taksim, İstanbul” adresine gönderilmelidir. Tel: 0090 212 243 02 71-73. Faks: 0090 212 243 02 78. Elektronik başvurular Microsoft Word dosyası şeklinde aşağıdaki elektronik posta adreslerine [email protected] gönderilebilir: [email protected] 3. Dergiye gönderilen makaleler orijinal olmalı, aynı anda başka bir yayında yayımlanmak için gönderilmemiş olmalıdır. Eğer gönderilen makalenin bir kopyası diğer bir yayın kuruluşuna gönderilmiş veya burada yayınlanmış/yayınlanacaksa bu durum yazar tarafından başvuru esnasında açıkça ifade edilmelidir. 4. Yayın için gönderilen makaleler hakem değerlendirmesine tabidir. Editör ve redaksiyon kurulu tarafından gözden geçirilen makaleler bilimsel yazım kuralları açısından gözden geçirilir. Uygun görülen makaleler daha sonra ilgili alanlardaki üç hakeme akademik inceleme için gönderilir. Editör ve hakemler gönderilen makaleleri üç aşamalı bir metot ile inceleyecekledir: a) Edebi niteliği: yazım tarzı, dil kullanımı, metnin organizasyonu. b) Referans kullanımı: referans yazım uygunluğu, kaynaklar, dipnotların metinle ilişkisi. c) Bilimsel kalitesi: Araştırmanın derinliği, niteliği, bilime katkısı, orijinalliği ve bilimsel inandırıcılığı. Hakemlerin kararına göre, makaleler dergide yayımlanacak veya yayını uygun görülmeyecektir. Hakem raporları gizli tutulacak ve beş yıl süre ile arşiv olarak muhafaza edilecektir. 5. Metinler bir buçuk veya çift aralıklı olarak A4 boyutlu kağıdın bir yüzüne yazılacaktır. Sayfalar sırasına uygun olarak numaralandırılacaktır. Gönderilen metinler geri verilmeyeceğinden, yazar bir nüshasını muhafaza etmelidir. Editörler, metinlerin kaybolması veya hasar görmesinden sorumlu değildir. 6. Metinler aşağıdaki sıraya göre düzenlenmelidir: İlk sayfada; başlık, (varsa) alt başlık, yazar isimi (leri), bağlantılı olduğu kuruluş, tam posta adresi, telefon ve faks numarası. Devam eden sayfalarda; metinin ana bölümü, referans listesi ve dipnotlar, ekler, tablolar. 7. Kural olarak makaleler, dip notlar hariç, 10.000 kelimeyi geçmemelidir. Kitap incelemeleri 2.500 kelime civarında olmalıdır. 8. Yazarlar bu dergi için öngörülen yazım tarzına uygun olarak makalelerini hazırlamaktan sorumludur. 248 9. Makale başlıkları 12 punto, kalın ve büyük harfle yazılmalıdır. 10. Her makalede metnin ana tartışma konularını ve sonuçlarını özetleyen bir özet (abstract) ile altıdan fazla olmayan anahtar kelime bulunmalıdır. 11. Dipnotlar makale içinde sırası ile yükseltilmiş numara ile numaralandırılmalı ve makale sonunda listelenen dipnotlara atıf yapılmalıdır. Dipnotlar asgari düzeyde tutulmalıdır. Kitap referansları: yazarın soy ismi, isminin ilk harfi(leri), italik olarak kitabın başlığı, yayıncı kuruluş, parantez içinde basım yeri ve yılı, sayfa no.(ları) şeklinde olmalıdır. Makale referansları yazarın ismi ve soy ismi, aktarma işareti içinde makalenin başlığı, altı çizgili olarak yayının adı, Cilt no., parantez içinde yayın yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olacaktır. Aynı referansa müteakip atıflar sadece yazarın ismi, yayın yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olabilir. 12. Tablolar ve Şekiller metin içine konulmalıdır. Üstünde kısa bir tanımlayıcı başlık, altında ise açıklamaları ve dipnota atıf yer almalıdır. Şekiller gerekli kısaltmayı sağlayacak şekilde isimlendirilmelidir. 13. Telif hakları: Yazarlar makalelerinin ve özetlerinin her türlü telif ve izin verme hakkını Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne ait olduğunu kabul ederler. Yazarlar, makalelerinin yayınından sonra Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin iznine tabi olarak makalelerini başka yayınlarda kullanabilirler. TELİF TRANSFERİ: Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z. Yazar/lar: Ad/Soyad: İmza: Kurumu: Adres: İLETİŞİM: Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıra Selviler Cad. No.111, 34437 Taksim İstanbul. Tel: 0212 2430271 – 73 – 77, Faks: 0212 2430278, www.beykent.edu.tr 249 PUBLICATION REGULATIONS: 1. Beykent University, Journal of Strategic Studies is a refereed journal and published twice a year. The Journal (JSS) focuses on international relations, foreign policy, and national and international security studies. The journal also encourages interdisciplinary studies. 2. Manuscripts should be sent to Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sıraselviler Cad. No.111, 34437, Taksim, Istanbul. Phone: 0090 212 243 02 71-73. Fax: 0090 212 243 02 78. Electronic submissions as a Microsft world attachment file are also welcome at [email protected] or [email protected] 3. Articles submitted to JSS should be original contributions and should not be under consideration for any other publication at the same time. If another version of the article is under consideration by another publication or has been or will be published elsewhere authors should clearly indicate this at the time of submission. 4. Articles submitted for consideration of publication are subject to peer review. The editorial board and editors previously takes consideration whether submitted manuscript follows the rules of scientific writing. The appropriate articles are then sent to three referees known for their academic reputation in that respective areas. The Editors and referees use three-step guidelines in assessing submissions: a) Literary quality: writing style, usage of the language, organization of the text, b) Use of references: referencing, sources, relationships of the footnotes to the text, and c) Scholarship quality: depth of the research, quality, contribution originality, and plausibility of the argument. Upon the referees’ decision, the articles will be published in the journal, or rejected for publication. The referee reports are kept confidential and stored in the archives for five years. 5. Manuscripts should be one-and-half or double spaced throughout and typed in English on single sides of A4 paper. Pages should be numbered consecutively. The author should retain a copy, as submitted manuscripts cannot be returned. The Editorial Board cannot accept responsibility for loss of, or damage to, the manuscripts. 6. Manuscripts should be arranged in the following order of presentation: First sheet: title, subtitle (if any), author(s), name(s), affiliation, full postal address, telephone and fax numbers. Subsequent sheets: main body of text, list of references and footnotes, appendices, tables. 7. Articles as a rule should not exceed 10.000 words, not including footnotes. Book reviews should be about 2.500 word- length. 250 8. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the JSS style. Editors will not undertake retyping of manuscripts before publication. 9. Titles in the article should be 12 punt, bold and in uppercase form. 10. Each manuscripts should be summarized in an abstract, which should describe the main arguments and conclusions of the manuscripts and up to six keywords. 11. Notes should be numbered consecutively throughout the article and indicated in the text by a raised numeral, referring to the list of notes, which should be placed at the end of the article. Notes should be kept to a minimum. References to books should give the author’s surname preceded by the initial letters of his/her forename, The title of the book should be in italics, and the place, publisher and year of publication should follow in brackets. References to articles should give the author’s forename and surname, the title of the article in single quotation marks, the name of publication underlined the number of volume in Arabic numerals, the year of publication in brackets and the page numbers. Subsequent references to a book or article may be made only the author’s name. 12. Tables and figures should be embedded in the text. A short descriptive title should appear above each table with a clear legend and any footnotes suitably identified below. All units must be included. Figures should be completely labeled, taking into account necessary reduction. 13. Copyright. It is a condition of publication that authors vest or license copyright in their articles, including abstracts, in Beykent University Center for Strategic Studies. The author may use the material elsewhere after publication providing prior permission from the Center for Strategic Studies. TRANSFER OF COPYRIGHT: In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled ………… transfer all of its copyrights to Beykent University. Writer(s): Name/Surname Signature: Institution: Address: CONTACT INFORMATION: Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Merkezi (Beykent University, Strategic Research Center), Sıra Selviler Cad. No.111, 34437 Taksim, Istanbul. Telephone: 0212 2430271-73-77, Fax: 0212 2430278, www.beykent.edu.tr 251 BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ MAKALE – YAYIN İNCELEME FORMU MAKALE YAZARI VE MAKALE ADI Makalenin Yazarı Makalenin Adı İNCELEYENİN Unvanı, Adı ve Soyadı, İmzası Adresi (Kurumu) Telefon Numarası İnceleme Tarihi İNCELEME ESASLARI Çok Uygun - Hiç Uygun Değil 5 4 3 2 1 Genel Değerlendirme Makale başlığı içeriğe uygun mudur? Özet uygun mudur? Yazının dili anlaşılabilir midir? Makale ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı yapabilecek nitelikte midir? Yazıda kullanılan araştırma yöntemi amaca uygun mudur? Sonuçlar objektif bir biçimde elde edilmiş midir? Konuyla ilgili kaynaklar yeterli midir? Sonuç bölümünde bulgular irdelenmiş midir? Tablolar uygun ve anlaşılabilir midir? Şekiller uygun ve anlaşılabilir midir? * 1’den 5’e kadar puan veriniz. (5: Çok Uygun, 4: Uygun, 3: Küçük Düzeltmeler Gerekli, 2: Önemli Değişiklikler Gerekli, 1: Hiç Uygun Değil) İMZA 252 SONUÇ DEĞERLENDİRME SONUCU Tarih: ( ) Olduğu gibi yayınlanabilir. İmza ……………………. ……………………. ( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir. ( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur. e-posta: ( ) Kesinlikle yayınlanamaz. * Başka görüşleriniz varsa lütfen aşağıya yazınız. Yazacaklarınız uzun ise ek sayfa(lar) kullanabilirsiniz. . 253 İLETİŞİM BİLGİLERİ: CORRESPONDENCE ADDRESES: Editör: Editor: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıraselviler Cad. No:111 Taksim, İstanbul Tel: 212 243 02 71-77 e-mail: [email protected] Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Beykent University Strategıc Research Center Sıraselviler Cad. No:111 Taksim, İstanbul Tel: 212 243 02 71-77 e-mail: [email protected] Editör Yardımcıları: Associate Editors: Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Beykent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli, İstanbul Tel: 212 289 64 86 e-mail: [email protected] Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Beykent University Department of Turkish Language & Literature Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli, İstanbul Tel: 212 289 64 86 e-mail: [email protected] Çağdaş GÜVEN BÜSAM Ortadoğu Araştırma Masası Uzmanı [email protected] Çağdaş GÜVEN BUSRC, Spesialist of Middle East Research Desk [email protected] Ahmet Gürkan ATAY BÜSAM Kıbrıs Masası Uzmanı [email protected] Ahmet Gürkan ATAY BUSRC, Spesialist of Cyprus Matters Research Desk [email protected] 254