Asgari ücret ve Sosyalizm

Transkript

Asgari ücret ve Sosyalizm
Saturnalia’dan Gezi’ye…
Kış dönümü sürecinde yapılan bu çılgın halk festivallerinde savaş varsa ara
verilir, köleler dahil kimse çalışmaz, her türlü mahkeme, ceza, kolluk gücü
kurumu kapatılır, kölelere yasak olan pek çok davranış, dahası hırsızlık,
kavga, sokaklarda çırılçıplak bağırıp şarkı söyleyerek dolaşma, diğer dönemlerde sapkınlık sayılan cinsel ilişki biçimleri serbest bırakılır, hiçbir engel
ve ceza söz konusu olmazdı. Dahası şölen sofralarında, efendiler kölelerine yemek servisi yapar, sonra da birlikte sohbet ederek yemek yerlerdi.
Erkekler eşlerine hizmet ederler, yatakta onların her istediklerini yaparlardı.
'' 6
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi
Sayı: 53 Ocak 2015 1 TL
ASGARI ÜCRET DEĞIL HÜR
VE GÜNLÜK GÜNEŞLIK…
Belirli zamanlarda yaşamak
Yavaş zamanlardan geliyorum, henüz alışabildim
sayılmaz bu kadar hızlı
yaşamaya, aslında hızlı
yaşıyorum da sayılmaz,
hızlı çalışıyorum, bir sürü
karmaşanın içinden en basit
çözümlerle çıkmaya çalışıyorum ve alışamıyorum, kaptırıyorum, sanki üretim zamanı ile yeniden üretim zamanı
birbirini karşılamıyor, biri eksik diğeri fazla.
" 11
Pazar: Çalışmayı ve tüketmeyi
düşünmeden geçirilecek bir gün…
Kapitalizmin tüm marifeti, “işgücü
piyasasının”/işçilerin asgari geçim için çalışma
yeteneğini satmak zorunda kalmasının doğal
ve ebedi kabul edilmesi üzerine kuruludur. Ve
ne kadar çok kişi geçinebilmek için çalışma
yeteneğini satmak zorunda bırakılıyorsa,
asgari ücret o kadar düşer. Ve asgari ücret ne
kadar düşerse, o kadar çok kişi geçinemez hale
gelerek, daha uzun saatler çalışmak zorunda
kalır, işsizlik o kadar artar.
Ama ücretli köleliğin dışında bir yaşam
Bir zamanlar hafta tatili 2 gündü. Önce Cumartesi gitti,
sonra sıra Pazar’a geldi.
Çalışmanın yoğunluğu,
temposu nedeniyle
alışverişini bile haftanın
diğer günleri yapamaz hale
getirilen insanlar için tek
istikamet Pazar günü haline
geldi. Ama Pazar gitgide daha fazla pijama terlik, daha
az sosyalleşmeye doğru seyretti.
" 12
hayalimiz yoksa, yani çalışma yeteneğimizi
Hizmet, kültür, mağazalar ve kent
sömürücülere satmak zorunda kalmadan
onurlu ve insanca bir yaşam süreceğimiz
Mağazacılık kitlesinin başını
bir dünya düşünemiyorsak, yani çalışma
gençler, öğrenciler, diplomasız
yeteneğimizi hep daha düşük fiyattan satmayı ve diplomalılar; kamuda
atanamayanlar, bir şekilde
ve kendimizi daha ağır sömürtmeyi bile “nikendi iş
met” olarak görüyorsak, 50 TL’lik “bahşişe” bir tutunamayanlar,
kolunda iş bulamayanlar, iyi
de üstüne takla atmamızı istiyorlarsa…
bir iş ve ücret beklentisi ve umudu kalmayanlar,
Kabahatin hepsi bizde, demeye dilimiz
varmıyor ama, çoğu bizde işçi kardeşlerimiz!
Tasfiyecilerin Tasfiyesi
Türkiye bu haliyle görece ileri burjuva demokrasilerinden bakıldığında bir tünele girip
bir türlü çıkamamış, buzlu yolda patinaj yapan yorgun ve külüstür bir kamyona benziyor.
Bu yoldan çıkış olmaz, yeni bir yol lazım. Bu yol ne “yüksek demokrasi idealleri” adına
medyaya baskıları eleştiren liberal martavallarla açılır, ne de “beter olsun Fettullahçılar”
diyerek (ki beter olsun!) AKP’yle örtük saf tutup arkasına sıralanmakla…Kendi yolunuzu
yürüyünüz. Size sunulan yolu dinamitleyip kendi yolunuzu açınız. Bu sistemi yıkan bir işçi
hareketinin parçası, örgütleyicisi olunuz. Kolay ve çabuk başarılar beklemeyiniz. Önünüze
atılan kırıntıları yiyecek kadar düşkünleşmeyiniz. işçi mücadelesinin yasal ve yasal
olmayan örgütlenme ve mücadelesine vakfediniz. Muhtaç olduğunuz kudret… " 3
çocuklar, göçmenler, kadınlar, vasıflı vasıfsız
demeden gelip buralarda çalışanlar çekiyor.
" 13-14
2
işçi meclisi
İşçi basınını büyütmek
Paris’te yaşayan İşçi Meclisi okurları İşçi Meclisi gazetesi için bir kampanya başlattılar. Parisli işçi
yoldaşların emeğin bir gününü gazeteye ayırmalarını kendi dillerinden dinleyelim.
Kampanya çerçevesinde 20 işçi Cumartesi günü
hep birlikte işçi gazetesi için çalıştık. Yapılan işin
bugünkü toplam gelirini gazetemizle dayanışmaya
ayırdık. Havanın soğukluğuna rağmen herkes sabah saat 8’de şantiyede her zamanki gibi işlerinin
başındaydı ama bugünün diğer günlerden farkı,
herkes bir amaç için oradaydı. Bunun stresini yaşayanı da vardı, keyfini yaşayan da, zorunluluktan
gelme ihtiyacı duyan da,, ancak ilerleyen saatlerde
iş daha keyifli olmaya ve gönüllülüğü özümsemeye
yerini bıraktı.
çevremize açıp konuşup belli sınırlarda da olsa geliştirme kararı aldık.
İşçi gazetesi ya da mücadelenin ihtiyaçlarının karşılanması için neler yapabiliriz fikriyle yaklaşık iki
yıldır küçük küçük de olsa bazı şeyler yapıyorduk.
Herkesin çalıştığı şantiyelerde demir bakır gibi
şeyleri bir kenara toplamasıyla başlamıştık dayanışmayı örmeye.
Bizde hızlı bir şekilde yaşama geçirelim dedik. Çoğunluğu o işkolunda olan işçilerdi. Birçoğu başka
şirkette ancak aynı işkolunda çalışan işçiler bir araya geldik. Çalıştığımız gün Paris’te hava soğuktu,
insanlar ona rağmen istekle çalıştılar.
Kimisi de gelmesi gerektiğini düşündüğü ama gelemeyen dostlarına sitemliydi. Bazıları da geç kalan
bize iyi bir fırça çekmişti. Ama herkes gönüllülükle
çalıştı. İş esnasında güldük de; işinden “kaytarmaya” çalışanlara diğer bir işçi arkadaşımızın Antep
aksanıyla “yoruum nere kaçıyın bugün partiye
çalışıyrık” diye uyarması bu anlardan biridir. İşçi
arkadaşların “benim de fotoğrafımı almayı unutma”
Önceleri de aslında üzüm bağı fikrinin ortaya çıkarılıp hayat bulmasını sağlayanlardanız, aslında
o mirasın da devamcılarıyız. Etansite (çatı izolasyonunda kullanılan ziftin geliştirilmiş hali) alanında çalışan yoldaşın hep kafasında olan bir şeydi,
gerçekleştirememişti bir türlü. Bu kampanyayı
Bu alanda çalışan başka bir yoldaşla da paylaştık
fikrimizi, ondan kimlerle konuşabiliriz kimlerin
desteğini alabiliriz diye önerilerini sunmasını istedik, o da böyle bir olanağın olduğunu söyleyerek
“bu alanda çalışan tanıdıklarımızla zaten bildiğimiz
ve çalıştığımız bu alanda bir cumartesi günü işçi
gazetesi için çalışalım, geliri de gazeteye gönderelim”
önerisini sundu.
bağırışları arasında çalıştık. Şantiye alanının 38
bin m2 olması ve herkesin ayrı yerlerde çalışması
olumsuz bir etki yaratsa da, yemek faslına geçtiğimizde herkesin keyfi yerine geldi. Birbirine takılmalar aslında normal çalışma süreçlerinin yıpratan
ilişkilerinin yansımasını da hissettirse de, buna
rağmen herkes yaptığı işim farkındaydı ve önemsiyordu. Hepimiz için anlamlı bir gün oldu.
Kampüslerde saldırılar tırmanıyor
24 Aralık günü ülkemizdeki 6 üniversitede faşist
güçler ve sermaye devletinin polisi devrimci ve
ilerici güçlere saldırdılar.
Saldırılar Çukurova Üniversitesi, Sütçü İmam
Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde
devam etti. Önümüzdeki günlerde de bu saldırılar
sürecek gibi görünüyor.
Sermaye devleti her zamanki gibi kriz sürecine
girilen bu günlerde gençliği hedef alıyor. Dünya
genelinde yaşanan neoliberal kriz sonrası gençliğin
artan öfke ve isyanının ülkemiz topraklarında
yaşanmasının önünü almak için tasmasını saldığı
faşist güçleri devrimci ve ilerici gençlerin üzerine
saldırtıyor.
Enerji kolunda Bedaş işçileri günlerdir işçi sağlığı
ve iş güvenliği hakları için direniyorlar. Sağlık
Gezi isyanı sırasında en kitlesel ve en dinamik un- sektöründe ki taşeron işçilerin direnişleri iki yıldır
sur olan gençliğin başını akıllarınca daha büyüme- neredeyse aralıksız sürüyor. Bugün Maltepe işçileri
den eski tip yöntemlerle ezme çabasıdır bu yaşanan direnişlerine devam ediyorlar. İnşaat sektöründe
saldırılar.
neredeyse her gün bir şantiyeden direniş haberi
geliyor. Kapitalizm devam eden krizini yamadığı
Bu saldırıların hemen ardından sermaye
dikişler artık patlıyor.
iktidarının uzun zamandır gündeminde olan
kampüslerde karakol kurma projesini yeniden
Yukarıda belli başlarını sayabildiğimiz direnişlerin
ısıtıp gençliğin önüne sunmasına şaşırmamak
dışında birçok yerde direnişler sürüyor.
lazım.
Sermaye bu direnişleri ve Gezi’den sonra yükselen
gençliğin mücadeleci çıtasını kendi cephesinden
Ülkemizin her yanında işçi sınıfının sermayeye
okumayı başarıyor. Bu saldırıların arka planında
olan öfkesi ve direnişi yükseliyor. İşçi sınıfı biryatan gerçek de asıl bu eksenden okunursa bir soçok yerde sermayenin hak gaspı ve işten atma
nuca ulaşılabilir.
saldırısı karşısında irili ufaklı direnişlerle yeni yılı
karşılamaya hazırlanıyor.
Biz bu senaryoyu her dönem gördük; geçmişin
faşist diktatörlüğü zamanında da değişim sonucu
Sütaş, Nestle, Ülker, Danone olmak üzere gıda
oluşan burjuva diktatörlüğü olan burjuva demoksektöründe birçok fabrikada direnişler var. Gıda
rasisi zamanında da.
krizinin bir sinyalini bize verir tarzda bu direnişler. Bu senaryo kapitalizme olan öfkemizi büyütme-
kten başka bir işe yaramıyor. 2015 yılına az bir
zaman kala devreye sokulan bu eski tip kirli oyununuzun bir hükmü yoktur.
O tasması elinizdeki faşist beslemelerinize gereken
cevabı vereceğimizden şüpheniz olmasın.
Asıl korkunuz olan 2015 yılında geleceği tayin
edecek olan sınıf mücadelesini ve sosyalizm zaferini daha güçlü haykıracak olmamız. Asıl korkunuz büyüyen gençlik hareketi ve dinamikleri
karşısında ne tomanızın ne gaz bombanızın nede
polisinizin yetmediği, bunu gezide sizde bizde
sınadık.
Faşist saldırılar karşısında tüm üniversite bileşenler ortak hareket etmeli ve bu saldırılara anladığı
yanıtı vermelidir. Bu saldırıların arkasında ki aslı
güç olan sermaye iktidarını tarihin çöplüğüne
göndermenin zamanı geldi de geçiyor bile.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 53- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: [email protected]
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
Tasfiyecilerin Tasfiyesi
3
işçi meclisi
Adalet nedir? Paraya çevrilen bir şeydir. Para, sermaye, güç dolayımlı bir süreçtir. Fakirler için adalet ayrı, zenginler için ayrıdır. Avukatlar paralı, yasalar taraflı, sürecin tümü gariban için yıpratıcı ve yabancı, zengin için profesyonellere emanet edilen bir ayrıntıdır. Ve bu anlatılanlar dünyanın tümü için geçerlidir.
Adalet nedir? Türkiye’de yok mu? Dünyada ne
kadar var?
Adli kolluk da denen polisten başlayıp mahkemelere ve hapishanelere uzanan yargı süreci adil
midir? Nedir adalet?
En ileri, en modern, en steril haliyle bile adaletin
özünde “karşılıklılık ilkesi” yatar. Kötü bir şey yapanın iyi sonuçlarla karşılaşmaması lazımdır ki bu
kötülükler devam etmesin, egemen hale gelmesin,
değil mi? Bu yüzden hakkaniyete uygun bir biçimde suç işleyenin cezalandırılması, yaptığının karşılıksız kalmaması gerekir. “Karşılıklılık ilkesi”
budur.
Ama durun bakalım; bu “karşılıklılık ilkesini” biz
başka bir yerden daha tanıyoruz. Ekonomide de
var, öyle değil mi? Hatta belki de kapitalist ekonominin temel ilkelerinden birisi bu. Bir şey alır,
karşılığında bir şey verirsin. Kapitalizm bir almaverme toplumudur. Her şeyin bir karşılığı vardır.
Eşdeğer şeyler birbirleriyle değiştirilir. Evrensel
eşdeğer görevindeki meta da paradır. Para aracılığıyla her şey bir başka şeyle değiş tokuş edilebilir
kapitalizmde. Askerlik paraya çevrilebilir, savaş ve
barışlar paraya çevrilir, hapis cezaları paraya çevrilir, insan bedeni paraya çevrilir, cinsellik paraya
çevrilir, insanlık paraya çevrilir, fikirler paraya
çevrilir, emek gücü zaten paraya (ve sermayeye)
çevrilir.
Adalet nedir o zaman?
Paraya çevrilebilen bir şeydir. Para, sermaye, güç
dolayımlı bir süreçtir. Fakirler için adalet ayrı,
zenginler için ayrıdır. Avukatlar paralı, yasalar
taraflı, sürecin tümü gariban için yıpratıcı ve yabancı, zengin için profesyonellere emanet edilen
bir ayrıntıdır. Ve bu anlatılanlar dünyanın tümü
için geçerlidir.
Herkes için geçerli, herkes için eşit, herkese eşit
mesafede bir adalet yoktur ve olmaz. Toplumun
eşitsiz biçimde sınıflara bölündüğü yerde, adalet
herkese eşit olmaz. O yüzden “adalet istiyoruz”
dendiğinde, genellikle bunu söyleyen kendisi için
bu eşitsizliğin (en azından bir süreliğine) kalkmasını istiyor demektir. “Evrensel hukuk ilkeleri”
dendiğinde de, genellikle kastedilen dünya çapında mevcut konjonktürde kabul görmüş kimi burjuva demokratik tutumlardır. “Adil yargılama hükümleri” geçici ve konjonktüreldir, ülkeden ülkeye
farklılıklar gösterir, sıkça esnetilen ve çiğnenen,
ama garibanlara bir umut olsun, fakir ayaklanmasın diye var olduğu vaazının verilmesinden vazgeçilmeyen ilkelerdir.
İşçi sınıfı üzerinde bir diktatörlük rejimi olan
burjuva demokrasilerinin en ilerisinde dahi
“adil yargılama” dense de işçi ile patronun, gariban ile zenginin, mağrur ile mağdurun, dayak
yiyen ile dayak atılanın, silahsız ile silahlının
adaleti ayrıdır; terazi hep ikincilerden yana ağır
basar.
Türkiye’deki patronlar demokrasisi Batıdaki emsallerinden bile geri olduğu için buralarda adaletin
yok-ilke özelliği daha barizdir. Yargının adalet
falan dağıtmadığı daha rahat görülür. Kral çıplak
olduğu için de yalanlar daha büyür.
Yargı, değişen sosyoekonomik koşullar karşısında
faşizmin çözülmesinin ardından Türkiye’de çıkan
burjuvazi içerisindeki hâkimiyet mücadelesinde
sadece emekçi sınıflar ve
devrimci örgütler karşısında değil, yaklaşık bir on
yıldır burjuvazi ve devleti
içindeki mücadelelerde
de bir operasyonel aygıt
olarak kullanılıyor. Ülkeyi
İslamcılık soslu bir kapitalizme, dinci, geri düzeyde
bir burjuva demokrasisine
hapsetmeye uğraşan AKP
iktidarında konjonktüre
göre kâh eski rejimin artığı
faşistlere, kâh orduya, kâh
PKK’ye, işte en son da Gülencilere karşı kullanılıyor.
Bu yüzden konuyu adalet
kavramıyla tartışmak anlamsız. Kontrgerilla türü
bir işlev üstlenerek geçmişte tüm yargı operasyonlarını yürütmüş Gülen örgütlenmesinin “demokrasiye darbe” lafı kadar uçuk bir iddia olamaz.
Tasfiyeciler tasfiye ediliyor. Herkes sırayla yaşar,
sizin sıranız geçti.
Sorun AKP hükümeti ve Erdoğan’ın dümdüz gitmeye haddinden fazla alışmış olmasıdır. Eskiden
Fettullahçıların tetikçiliğini yaptığı siyasi operasyonlardan nemalandıktan sonra şimdi kendi çocuklarını yemekte bir an olsun duraksayamayacak
kadar sıkışmış olmasıdır.
Burada amaç, adalet falan değil, herkesin gördüğü
üzere gayet hesaplı bir siyasi intikam ve tahakkümdür. Kendisine muhalif bir yapıyı-küresel
şirketi-kontra örgütlenmeyi devletin silahlı yargı
gücüyle basıyor, hapsediyor, sindiriyor. Bir Osmanlı, pardon neo-Osmanlı klasiği! Çünkü Osmanlı keserdi, bunlar gazetelerine ve bankalarına
el koyuyor. Putin’den öğrenilmiş olsa gerek.
Türkiye bu haliyle görece ileri burjuva demokrasilerinden bakıldığında bir tünele girip bir türlü
çıkamamış, buzlu yolda patinaj yapan yorgun ve
külüstür bir kamyona benziyor. Bu yoldan çıkış
olmaz, yeni bir yol lazım. Bu yol ne “yüksek demokrasi idealleri” adına medyaya baskıları eleştiren liberal martavallarla açılır, ne de “beter olsun
Fettullahçılar” diyerek (ki beter olsun!) AKP’yle
örtük saf tutup arkasına sıralanmakla…
Kendi
yolunuzu
yürüyünüz.Herkes için geçerli, herkes için
Size sunueşit, herkese eşit mesafede
lan yolu
dinamitlebir adalet yoktur ve olmaz.
yip kendi
Toplumun eşitsiz biçimde
yolunuzu
açınız. Bu
sınıflara bölündüğü yerde,
sistemi
adalet herkese eşit olmaz.
yıkan bir
işçi hareO yüzden “adalet istiyoruz”
ketinin
dendiğinde, genellikle bunu
parçası,
örgütlesöyleyen kendisi için bu
yicisi olunuz. Kolay
eşitsizliğin (en azından bir
ve çabuk
başarılar süreliğine) kalkmasını istiyor
beklemeyidemektir.
niz. Önünüze atılan kırıntıları
yiyecek kadar düşkünleşmeyiniz.
Bu sisteme, bu yalanlar deryasına, bu alçaklar
toplaşmasına duyduğunuz nefreti uzun soluklu bir
işçi mücadelesinin yasal ve yasal olmayan örgütlenme ve mücadelesine vakfediniz.
Muhtaç olduğunuz kudret bu sistemi yıkabilecek
ve yeni bir sistemi kuracak olan tek gücün asil olmamaktan gurur duyan damarlarında mevcuttur.
4
işçi meclisi
Ülker direnişi sürüyor
İşçi Meclisi: Direnişin 61. günü oldu, moral açısından direniş nasıl gidiyor ?
Ülker işçisi: Direnişe desteğe gelenlerle moralimiz
daha da artıyor. Bugün Devrimci Karadenizliler
Derneği’nden gelindi, hep beraber horon teptik
birazda böyle bir desteğe de ihtiyacımız varmış.
Direniş böyle desteklerle ilk günkü kararlılığı ile
sürüyor. Zaten bu kararlılık sayesinde gelen zabıtalara, güvenliklere geri adım attırıyoruz.
Gelinen bu aşamalarda patronlarla ve içeride ki
diğer işçilerle görüşmeler nasıl gidiyor ?
Görüşmeler devam ediyor, patronlar durumu-
muzdan habersizmiş, öyle diyorlar ondan sonrada çıkıp müdürlerimize güvenmeliyiz diyorlar.
Oyalama taktikleri olduğunu biliyoruz. Görüşme
kapısını da tamamen kapatmıyorlar, korkuyorlar
herkesin gözü burada. İslami sermaye bunlar, kendi içlerinde de tartışmaya başladılar.
İçerdeki diğer işçi arkadaşlar bize artık daha iyi
gözle bakmaya başladılar. Selam vermeyenler artık
gelip bizimle çay içiyorlar. Çoğunluğun örgütlü
olduğu Öz Gıda-İş sendikası geçen gün buraya
gelip patronun adamıymış gibi basın açıklaması
yaptı. İşçilerde fark ediyor artık hem patrona hem
de sendikaya karşı mücadele etmenin doğru oldu-
"Ülker bizim için bir simgedir"
Ülker direnişi tüm kararlılığı ile devam ediyor.
Direnişe hem enternasyonal olarak hem de ülkede
destekler büyüyerek ilerliyor.
Yunanistan Öğretmen Sendikası direniş alanına
gelerek, enternasyonal mücadele örneği sergiledi.
“Ülker bizim için bir simgedir. Mücadele alanıdır.
Yaşasın enternasyonal dayanışma” mesajını verdi.
Aynı zamanda direnişe Devrimci Karadenizliler
Derneği gelerek, direnen Ülker işçilerinin yanında
olduklarını belirttiler.
ğunu. Bundan kaynaklı bize daha iyi yaklaşıyorlar
artık.
Pek çok yerde direniş var, oradaki işçi arkadaşlarla haberleşiyor musunuz?
Direnişteki diğer işçilerle dayanışmayı örüyoruz.
Karşılıklı etkileşimlerde artıyor zaten, en basitinden direniş alanlarında fotoğraflar çekerek birbirimize atıyoruz. Biliyorsun her direniş bir okul
gibidir bizde bazı şeyleri yeni yeni öğreniyoruz.
Her direnişi, kendi durumumuz gibi takip ediyoruz. Onların kazanımı da bizim kazanımımızda
bir, sloganda diyor ya hani “ya hep beraber ya hiç
birimiz” aynen öyle işte.
İşçilerle hep beraber horon tepildi. Bunun üzerine
rahatsız olan fabrika güvenlik şefi zabıtayı çağırdı.
İşçilerin kararlı duruşu, zabıtanın geri çekilmesini sağladı. Horonlar kalındığı yerden çekilmeye
devam edildi. Sık sık “Ülker işçisi yalnız değildir”,
“Asgari ücret 1800 net”, “Yaşasın enternasyonal
dayanışma” sloganları atıldı.
Yapılan sohbette ise Sınıfsız Dergisi‘nin üniversitelerde yaptığı Ülker işçileriyle dayanışma faaliyetleri, anlamlı bulunduğu konuşuldu. Mücadeleyi
büyütmeye örnek teşkil edildiği söylendi.
Roboski Katliamının 3. yılı
“Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına… ” Ahmed Arif
Bir gece yarısı, tarih 28 Aralık 2011 bir Kürt köyü
bombalanıyor 35 kişi yaşamını yitiriyor. Devletin
sistematik olarak Kürdistan’daki katliamlarına
bir yenisi daha ekleniyor. O gecenin gündüzünü
düşlediğimizde bugün, 28 Aralık sabahına gözümüzü açtığımızda yarın, bu sefer ölülerimizin
bedenleri değil, yaşıyorken bizlerin düşleri parçalanmış olacak.
Önce PKK’ye karşı operasyon yapıldı deniliyor,
sonra ne işleri vardı o köylülerin orada oluyor.
Gerçeklerin ortaya çıkma gibi kötü bir huyu olduğu söylenir. Sefaletle sınanan köylülerin tek
geçim kaynağı, “kaçağa gitmekti” başka yol yok! Ve
termal kameraları sayesinde devletin, artık ölüm
gökten yağan bombalarla gelmektedir, Kürdistanlı
köylülere.
Katliamdır bunun adı Dünya’nın her yerinde, her
dilinde. Yarın 3 yıl olacak… Aynı Roboskili aileler
gibi bizde “faili biliyoruz, faili tanıyoruz”. Operas-
yona izin veren dönemin başbakanını da tanıyoruz, uygulamaya geçiren Genel Kurmay Başkanını
da tanıyoruz. Asıl olarak devletin Kürt halkına
yönelik yıllardır uyguladığı, asimilasyon ve katliam
politikalarını tanıyoruz!
Tayyip Erdoğan ise yine her zamanki kedi “kükremesinde”, “Ekonomide bir kaide vardır, ‘genç
demek, dinamik demek’. Bu ülkede yıllarca bir
doğum kontrolü ihaneti yaptılar ve neslimizi kurutma yoluna gittiler. Neslin önemi, gücü ekonomide olduğu gibi manen de çok önemli.” demekte.
İş gücü diyor, iş gücü! Ama daha önemlisi ucuz
iş gücü diyor, sefalet ücretlerine “şükür” diyecek
iş gücü istiyor. 3’te yetmez 4 çocuk diyor. Aynı
zamanda “hamile kadının sokakta gezmemesi
gerek” diyorlar, kadını eve hapsetmek için, toplumdan, üretimden, sokaktan uzaklaştırmak için
muhafazakârlığın her raddesini hızlı adımlarla
geçiyorlar.
Kadına yönelik şiddete, tecavüze, baskıya karşı
her türlü göz yuman, mahkemelerinde kadının
“mağduriyetini” hiçe sayan görmezden gelen, erkek
egemen kodlarınız, Kürtajdan, sezaryene kadının
yaşamın her alanında kendini var etme çabasını
“fıtratta” yok denilerek, kadının kendisi dahi yok
sayılıyor!
İş cinayetleri, güvencesiz ve sağlıksız çalışma koşulları, hak gaspları, zamlar, geleceksizlik, savaşlar
ise ne hikmetse “bu işin fıtratında var!” oluyor.
Biz size söyleyelim, saraylarınız, saltanatlarınız,
yatlarınız katlarınız, işçi emeği üzerinde ki baskı
yasanız, sömürü sisteminiz, malınız, mülkünüz,
fabrikalardaki, plazalardaki, mağazalarda ki bu
insanlık onuruna aykırı çalışma koşulları biz insanlığın “Fıtratında yok!”
Fıtratımızda yok, mülkiyet aşkıyla açtığınız savaşlar, ülkelere uyguladığınız ambargolar, eşitsiz gelir
dağılımınız…
İlla ki bir fıtrat yoklaması yapacaksak eğer sizinkilerden başlayalım;
Kadın cinayetlerini meşrulaştıran mahkemeleri
korumak… “fıtratınızda” ihanet var!
Kapitalist kar hırsıyla iş cinayetleri… “fıtratınızda”
ihanet var!
”Fıtratınızda” “ihanet” var
Hükümet sözcüleri dolamışlar ağızlarına bir fıtrat
ve ihanet kelimelerini, kelimeleri kullanmak için
yer geziyorlar, gündemde ne varsa kelimeleri yapıştırıyorlar. Korkuyoruz ki bu kelimeleri kullanmak
için gündem yaratmak isteyebilirler yakında.
Birkaç gün önce Sağlık Bakanı, “sezaryenle doğum
yapmak kadının fıtratında yoktur” diye açıklama
yapıyor. Satır arasına da sağlıkta dönüşüm politikasına dair sinyaller veriyor. Beklenen büyük krize
gebe gelecek süreçte her şeyin yeniden dizayn edileceği bir zamanın kapısını aralıyor, sağlık “sektörü
de” bu furyadan nasibini alacak gibi duruyor.
Katliamın üstünü kapatmaya çalışanlarda biliyorlar
ki hiç bir katliam hesabı görülmeden kapanmaz!
Hiç bir katliam, devletin anladığı dilden cevap verilmeden Kürt halkının ve bizim nezrimizde hafızalarımızın derinlerinde kaybolmaz!
Güvencesiz, sağlıksız çalışma koşullarını desteklemek… “fıtratınızda” ihanet var!
Emperyalist savaşlar… “fıtratınızda” ihanet var!
Yaşamlarımızı gözlerinizde ki dolar işaretiyle yok
etmeniz… “fıtratınızda” ihanet var!
İşçilerin elleriyle yeniden, insana yakışan bir Dünya kurulduğunda ise o Dünya’da siz kapitalist barbarlara yer yok!
5
işçi meclisi
“İsteseler de İstemeseler de…”
Sermaye ve onun temsilcileri, kapitalist sistemleriyle birlikte isteseler de
istemeseler de tarihin çöplüğündeki hak ettikleri yeri alacaklardır.
Emekçilerin boğazlarından kestikleriyle kurdukları saraylar, aldıkları
güvenlik önlemleri de işçi sınıfına dayatılan, kölelik koşullarının biriktirdiği
sınıfsal öfkenin gazabından kurtulamayacaktır!
2 Aralık’ta Antalya’da toplanan Milli Eğitim
Şurası eğitim sistemine dair alınan yeni “tavsiye”
kararlarıyla gündeme oturdu. Milyonlarca
öğrencinin geleceğini belirleyen ve esas olarak
toplumun bütününü kesen eğitim sistemi üzerine alınan her karar geleceği de şekillendirmesi
açısından önemli.
Burjuvazinin devleti aracılığıyla işçi sınıfı
ve emekçileri yönetebilmek için çocukluktan
başlayan bir beyin yıkama, bilinçleri formatlama, algıları yönetme çabası içerisinde olduğu
malum. Türkiye’de burjuvazinin iki kanadının
eğitim sisteminde kendi ideolojik-siyasal
gelecek tasarımlarına uygun bir toplumsallık
yaratma adına egemenlik kurmaya çalıştıkları
ise tartışmasız. Aralarındaki farklılıklara,
ideolojik-siyasal-kültürel çelişkilerin derinliğine
rağmen her iki burjuva anlayış da özünde işçi
sınıfı ve emekçilere kapitalist sömürü düzeninin bekası adına yaklaşmakta, tüm toplumsalkültürel kurumlarda olduğu gibi eğitim sisteminde de bu amacı gütmekteler. Proletaryanın
toplumsallaşıp, toplumun proleterleştiği bir
kesitte eğitim sisteminden murad edilen
şey de doğaldır ki bu kadar derin, uzlaşmaz
çelişkilerin, sömürünün artık uçlarda yaşandığı
bir kesitte işçi sınıfına yaşadığı tüm açlık, yokluk
ve yoksunluk, geleceğe dair umutsuzluğa gerçekler bulmak, kitleleri sistem içinde tutabilmek
için onların bilincine egemen olma çabasıdır.
Soma’nın, Ermenek’in, Torunlar’ın, açlık
sınırında yaşamak zorunda kalmanın nedenlerini sorgulamayacak bir toplum mücadelesidir. Bunun ulusal, milliyetçi, kaynaşmış bir
toplum burjuva ideolojik tutumuyla mı yoksa
dini referansların ağırlığını taşıyan burjuva
muhafazakâr İslamcı ideolojiyle mi yapılacağını
sermaye kesimleri arasındaki iktidar mücadelesinin seyri belirler.
Açıktır ki işçi kitlelerinin desteğini almadan
şu koşullarda iktidarda olmak, arada kalmak
mümkün değildir. Ve bu yüzden toplumun
“rızasını” sağlayabilmek için eğitim sistemiyle, medyasıyla, toplumsal, kültürel, ideolojik, siyasal tüm kurumlarıyla bu “rızanın”
öğretilmesine çalışılır. Bu çabanın toplumdaki
hedefi bilinçleri egemen sınıfın çıkarlarınca
formatlamaktır. Bunun için de en temel ve
yaygın araç çocuk ve gençleri, dolayısıyla
geleceği kontrol etmek için eğitim sistemidir.
Sadece çocuk ve gençleri de değil onların
ailelerini de bu sistemin içine çekerek egemen
siyasallığa entegre olmaları sağlanır. Eğitim
sistemi denen şey şu konjonktürde sömürüye,
açlığa ve yoksulluğa rıza üretmek, sermaye
sınıfının ihtiyaçları paralelinde “eğitimli ara eleman” yetiştirmektedir. Dolayısıyla eğitim sistemi
asgari bilimsel temelde tutulabilir. Sermaye
sınıfının stratejisi, rızası sağlanmış ara elemanlar hedeflemektedir. Eğitim sistemindeki dinsel
vurguların artması bu stratejiye hiç de karşı
değildir; birbirini tamamlamaktadır.
Şurayla gündeme gelen tartışmalara da bu
eksenden yaklaşmak ve işçi sınıfının eğitim
politikalarına, sosyalist demokrasi ekseninden,
sınıf mücadelesinin bugünkü seyrinin ihtiyaçları
paralelinden odaklanmalıyız. Aksi her tutum bir
sermaye kesiminin eğitim
politikalarına bir yönüyle
yedeklenmeyi doğuracaktır.
Devrimci proletaryanın
bağımsız sosyalist işçi
demokrasisinin işaret
ettiği siyasallıkta çözümlemelere ihtiyaç vardır.
Neoliberal muhafazakâr
AKP gericiliğinin tek
parti iktidarının verdiği
güçle yeni bir toplumsallık
peşinde koştuğu artık her kesimce
kabul edilen somut bir durum. Mali
oligarşik iktidar merkezileşmesine
paralel sınırsız güç şımarıklığıyla
derin bir uygarlık krizi yaratmak
için elinden geleni fütursuzca uygulamaktan çekinmiyor. İktidarını
tehlikeye düşüren ekonomik, siyasal,
politik emareler artıp hızla sürdürülemez noktaya geldikçe dine daha
çok sarılıyorlar. Bu da kapitalizmin
fıtratlarındandır. Dini afyon olarak
kullanma çabasındandır.
Söz konusu Şurada modern kadın-erkek ilişkisinin
toplumsal ölçekte oluşturulabilmesinin en temel
aracı olan karma eğitimin ortadan kaldırılması
yolunu açan 4+4+4 garabetine, İmam Hatiplerin
yaygınlaştırılmasına, din derslerinin hem çeşidinin
hem de süresinin artırılmasına, okul yönetimlerinin
dinci gerici kadrolarla doldurulması sürecine yeni
halkalar eklendi.
Enternasyonal proletaryanın yürüttüğü sınıf
mücadelesi sonucu kazanılmış, sermayenin
isteksizliğine rağmen yerleşikleşmiş modern
evrensel değerler temelden sarsılmak isteniyor.
Özellikle karma eğitimi ortadan kaldırmaya
dönük arayışların merkezinde olduğu tüm palyatif düzenlemeler işçi sınıfının kazanımlarına da
bir saldırıdır aynı zamanda. Cumhurbaşkanının
“isteseler de istemeseler de uygulayacağız”
diyerek meydan okuması sadece CHP’ye, onun
politik temsilciliğini yaptığı sermaye kesimlerine
karşı değil, işçi sınıfının kazanımlarına karşıdır.
Uygarlık dışı, itaat ilişkilerini normalleştiren,
yaşadığı her türlü yokluğu, yoksunluğu, acıyı,
katliamı kadere (yani fıtrata) bağlayan bir
toplum yaratmak için anaokuldan başlayarak
zorunlu din eğitimi vermek istiyorlar, bunu da
sahte demokrasi maskesi takınarak yapıyorlar.
Ama demokrasi adına Kürtlerin, Alevilerin talepleri hiç gündem olamıyor. Milyonlarca Alevi
öğrenciyi zorunlu din dersi işkencesine maruz
bırakmak; Kürt halkının anadilde eğitim talebini tartışma konusu dahi yapmamak “demokrasi”
denen şeyin ne olduğunu da açıkça gösteriyor.
Her türlü dayatmayı “seçme” özgürlüğü olarak
kodlayarak, şekere buladıkları zehri içmeye
zorluyorlar. O “özgürlükte” ne Kürtlere anadilde
eğitimi seçme hakkı, ne de Alevilere -ve isteyen
herkese- zorunlu din dersinden muaf tutulma
hakkı yer alıyor.
Söz konusu Şurada modern kadınerkek ilişkisinin toplumsal ölçekte
oluşturulabilmesinin en temel aracı olan
karma eğitimin ortadan kaldırılması yolunu
açan 4+4+4 garabetine, İmam Hatiplerin
yaygınlaştırılmasına, din derslerinin hem
çeşidinin hem de süresinin artırılmasına,
okul yönetimlerinin dinci gerici kadrolarla
doldurulması sürecine yeni halkalar eklendi.
Anaokulundan başlayarak din derslerinin 5
yaşındaki çocuklara dahi verilmesi, çok ihtiyaç
duyuluyormuş gibi zorunlu Osmanlıca dersler-
inin konulması, okul güvenliği maskesi altında
fişleme yapılması neoliberal “demokratik”
vizyonun tükenişinin işaretleridir. Kapitalizm
artık işçi-emekçi kitlelerin ekonomik, siyasal,
kültürel, toplumsal demokratik taleplerini
karşılama yeteneğinden uzaklaşmıştır. Ve bu
mesafe her geçen gün daha da açılmaktadır.
Gerçek toplumsal demokrasinin tüm araç ve
kurumlarıyla işçi ve emekçilerin hizmetinde
olacağı tek sistem olan sosyalizmin yakıcılığı her
geçen gün daha fazla kendini hissettirmektedir.
Üretici güçlerin, bilimsel gelişme, insanievrensel değer ve kültürün, beklenti ve
ihtiyaçların bu kadar arttığı bir tarihsel
kesitte hemen her tartışma gelip kapitalizmin
sınırlarına takılmakta, sosyalist devrimin
kaçınılmazlığına dayanmaktadır. Eğitim
sisteminden, işçi sınıfının çalışma ve yaşam
koşularına, toplumsal, politik, kültürel özgürlüklerden din ve vicdan özgürlüğüne, ulusal
sorunlardan, açlık ve yoksulluğun merkezinde
olduğu ekonomik meselelere kadar tüm
alanlarda kapitalizmin vaat edeceği bir şey
kalmamıştır. Azami kar arayışıyla her şeyi sermayeye, onu da bir avuç kapitalist-emperyalist
tekelin emrine sunan bu sistem, toplumsallaşmış
proletaryaya kırıntıları bile layık görmemektedir. İşçi sınıfı ve onun siyasal devrimci temsilci
ve örgütlerinin bu bilinçle hareket etmesi ve
sosyalizmin kaçınılmazlığı temelindeki mücadelesini yükseltmesi artık çok daha yakıcı hale
gelmiştir.
Sermaye ve onun temsilcileri, kapitalist sistemleriyle birlikte isteseler de istemeseler de tarihin
çöplüğündeki hak ettikleri yeri alacaklardır.
Emekçilerin boğazlarından kestikleriyle
kurdukları saraylar, aldıkları güvenlik önlemleri de işçi sınıfına dayatılan, kölelik
koşullarının biriktirdiği sınıfsal öfkenin
gazabından kurtulamayacaktır!
Ercan Akpınar
1 Nolu F tipi Hapishanesi
6
işçi meclisi
Bir yılbaşı yazısı:
Saturnalia’dan Gezi’ye…
Her yılbaşının iki klasiği vardır. Birincisi
önemli bir kesimin yılbaşını, çılgınca yiyip
içip eğlenebilecekleri, tüm kurtlarını dökebilecekleri, biraz da sınır aşımı yapabilecekleri bir
serbestlik günü olarak heyecanla beklemeleri.
İkincisi malum yılbaşı, kapitalizmin her türlü
turizm, eğlence, hediye, süs eşyası, yiyip içme
piyasalarını uçurmaya kodlanmış bir gündür.
Türkiye’de bir üçüncü yılbaşı klasiği de,
İslamcıların ve muhafazakarların yılbaşına
karşı tutum ve kampanyalarıdır. İslamcımuhafazakârların yılbaşına karşı tepkileri,
yalnızca yılbaşını bir “Hıristiyan adeti” olarak
görmelerinden kaynaklanmaz. Asıl tepkileri
yılbaşının kitleler tarafından içkiden eğlenceye,
cinsellikten bir dizi çılgınlığa kadar bir
serbestleşme günü olarak görülmesinedir.
Yılbaşı eğlencesinin ilk elde Hıristiyanlıkla pek
bir ilgisi yoktur. Yılbaşlarında halen süren bir
dizi adet, eski Roma uygarlığının Pagan Saturnalia halk festivalleri geleneğinden gelmektedir. Tam tersine Hıristiyanlık Roma devletinde hâkim olunca Paganizm ve tarım tanrısı
Satürn adına yapılan, her şeyin serbest olduğu
çılgın halk festivallerinin de üzerine oturmuş,
evcilleştirilmiş, daha uslu dini ritüellere
dönüştürmüştür. Satürn halk festivallerinin bazı
gelenek ve adetleri Noel bayramıyla karışırken,
bazıları da yılbaşına doğru kaymış, kapitalizmle
kaynaşarak bir metaformoz daha geçirmiştir.
Yılbaşının asıl kaynağı yalnız Roma’da değil,
eski Cermen, Galya, İskandinav, Slav, Pers,
Anadolu uygarlıklarının tamamında var olan,
Aralık ayının ikinci yarısındaki kış dönümü
şenlik ve festivalleri geleneğidir. Tek tanrılı
dinler öncesi bu halk festivallerinin iki yönü
vardır: İlki, doğa ve üretimle ilgilidir. Paganlar 25 Aralık’ı “Güneşin Mağlup Edilemezliği”
günü olarak, doğanın, dolayısıyla tarımsal
bereketin yeniden canlanmaya başlayacağı
gün olarak kutlarlardı. Ondan önce de 17-23
Aralık arasında tarım tanrısı Satürn’e adadıkları
bir tür özgürlük ve eşitlik ütopyası ve festivali
olarak çılgınca eğlenerek kutladıkları Satur-
nalia şenlikleri vardı. Bu ikinci yönde ise, ağır
köleleşme koşulları altında, “Altın Çağa”, yani
ilkel komünal topluma duydukları özlem vardı.
Saturnalia festivali, halkın ve kölelerin ilkel
komünal toplum gelenek ve adetlerini bir hafta
için de olsa yeniden canlandırıp yaşamaya
çalıştığı bir şenlikler haftasıydı.
Yılbaşlarının ilk tarihsel kökeni, pek çok eski
uygarlıkta var olan bu kış günü dönümü şenlik
ve festivallerinin ikili karakteridir.
Kış dönümü sürecinde yapılan bu çılgın halk
festivallerine, savaş varsa ara verilir, köleler
dahil kimse çalışmaz, her türlü mahkeme, ceza,
kolluk gücü kurumu kapatılır, kölelere yasak
olan pek çok davranış, dahası hırsızlık, kavga,
sokaklarda çırılçıplak bağırıp
şarkı söyleyerek dolaşma, diğer
dönemlerde sapkınlık sayılan
cinsel ilişki biçimleri serbest
bırakılır, hiçbir engel ve ceza
söz konusu olmazdı. Dahası
şölen sofralarında, efendiler
kölelerine yemek servisi yapar, sonra da birlikte sohbet
ederek yemek yerlerdi. Erkekler
eşlerine hizmet ederler, yatakta onların her istediklerini
yaparlardı. Efendiler kölelerini
ufak tefek armağanlar verirdi.
Evler, sokaklar hep birlikte
temizlenip süslenir, özellikle
yapraklarını dökmediğinden
doğanın ölümsüzlüğünün
simgesi olan çam ağaçlarına
takmak için süsler yapılır, daha sonra ateşe
atılan çam ağaçlarının dumanının tüm doğayı
yeniden yeşerteceğine inanılırdı.
Saturnalia festivalinde tüm köleler, bugünkü
kırmızı yılbaşı şapkalarına benzeyen bir başlık
takarlardı. Bu başlık, efendilerinden özgürlük hakkını kazanan ya da özgür bırakılan
kölelerin giydiği başlıktı. Tüm kölelerin bir
haftalığına da olsa bu başlığı takması, onların
tüm kısıtlamalar, emirlerden özgürleşme özlem
ve hissini temsil ederdi. Festivalde, zenginlerin
yoksulları yedirip içirmesi, efendilerin kölelerine armağanlar vermesi, herkesin birbirine
kendi eliyle yaptığı armağanları vermesi bile,
ilkel komünal toplumlardaki ihtiyacı olmayanın
olana, çok olanın az olana ve herkesin birbirine
verdiği armağanlaşma ilişkisinin bir tür reprodüksiyonudur.
Eski Roma ve Yunan halkları, köleler, mitolojide Zeus/Jupiter tarafından devrilmiş olan
tarım ve doğa tanrıları Satürn/Kronos’un
egemen olduğu dönemde, yani köleci Roma
ve Yunan uygarlıkları öncesinde, çalışmanın
zorunlu ve zahmetli olmadığı,
doğanın bereketli ve gıdanın herkes
için yeterince bol, herkesin eşit ve
özgür olduğu bir “Altın Çağ”ın
yaşanmış olduğuna inanırlardı.
Gerçekte efsane ve festivallerinde
yaşatmaya çalıştıkları ilkel komünal
topluma geri dönüş özlemlerinden
başka bir şey değildi. Mitolojide
Zeus/Jupiter’in görece daha eşitlikçi
ve adil olan Satürn/Kronos’u
devirmesi, gerçekte sınıflı, köleci, sömürücü, merkezi devletin
gelişip pekişmesine tekabül eder. Saturnalia
festivalleri dışında, kölelerin Satürn heykeline
gidip onun kaidesini sarsıp “uyandırmaya”
çalışması, Zeus’u devirip yeniden “Altın Çağı”
geri getirmesini istemeleri, gizli eylem biçimlerinden biriydi. Bunu engellemek için Roma
imparatorlarının Satürn heykeli başına asker
diktiği bile söylenir!
Roma imparatorları ve köle sahipleri köleler
ve halkın çılgın serbestlik festivallerinden
rahatsızdılar. Başlangıçta bir gün olan Saturnalia halk ve köleler tarafından öylesine sevilmişti
ki, bir haftaya çıkmıştı. İmparator Agustus
3 güne, Caligula 5 güne indirme çabalarına
karşın emekçilerin büyük tepki ve direnci
karşısında başarılı olamamışlardı. İlk eşitlikçi
toplumların kolektif bellekteki yeri halen oldukça güçlü ve dirençliydi. Zaten köleci ve devletçi toplum da ondan çıkıp geldiği biçimiyle,
onun bazı kalıntılarını da halen içinde taşıyan
bir toplumdu. Antik Yunan/Roma demokrasisi de bunun bir ifadesiydi. Efendiler bütün
bir yıl köleleri istedikleri gibi sömürebilmek,
hoşnutsuzluklarını deşarj etmek için yılın bir
haftasında kölelerin zincirlerini biraz gevşetip
sularına gitmeye göz yumuyorlardı. Diğer
tarafından Saturnalia halk festivalleri sınıflar
arası belli bir güç dengesini de yansıtıyordu.
Roma bir yandan bu iç çelişkileri, diğer yandan Kartaca yenilgisiyle dağılma noktasına
geldiğinde Roma imparatoru Hıristiyanlığı
kabullenip dayatarak düzeni sağlamaya çalıştı.
Egemen sınıf ve Hıristiyan ruhbanların ilk
saldırdığı da, halk ve köleler içinde ilk komünal
toplum geleneklerini yaşatan Paganizm ve Saturnalia festivalleri oldu.
Köle sahipleri, ruhban ve devlet, Saturnalia festivalini kaldırıp Hıristiyan ritüellerini
yerleştirmek istediğinde, çok büyük bir tepki,
direniş ve isyanlarla karşılaştı. Halkın özgürlük
ve eşitlik ütopyası ve festivalini kaldıramasalar
da, onun bazı adetlerine dokunamasalar da,
adım adım evcilleştirip bir Hıristiyan bayramı
(Noel) haline getirdiler.
Saturnalia bir özgürlük ve eşitlik ütopyası, bir
halk festivali olmaktan çıkıp ruhani bir dini
bayram ve ritüel haline gelince, onun bazı adet
ve gelenekleri bir kez daha metaformoz geçirerek yılbaşına kaydı, kapitalizm tarafından
bir deşarj, rehabilitasyon ve tabii asıl olarak
da piyasa şenliği olarak yeniden canlandırıldı.
Yılbaşı eğlencelerinin bugün tam kapitalize
olmuş biçimine karşın, halen o eski kış günü
dönümü halk festivallerinin bazı kalıntı ve
izlerini de görmek mümkündür.
Neomuhafazakarların yılbaşı antipatisinin
de ne yılbaşının kapitalizasyonuna ne de
Hıristiyanlığa, asıl onun çok eskilerdeki, asıl
tarihsel kökenine, sömürülenlerin “Altın
Çağ” ütopyasını, eşitlik ve özgürlük, istediğini
istediği gibi yapma özlemini dile getiren,
yaşatan ve yeniden üreten halk festivali
geleneğine karşı olduğu açıktır. Elbette Gezi’den
bahsediyoruz. Hükümetin ancak büyük
şehirlerdeki turistik vitrinlik birkaç merkezi yer
dışında yılbaşı süsleme ve ışıklandırmalarını
bile kaldırması, buna ne kadar dinsel vb bir
kılık geçirmeye çalışırsa çalışsın, asıl Gezi’nin
hayaletinden korkmasındandır.
7
işçi meclisi
Asgari ücret bizi teğet geçer mi?
Yine bir yıl sonu, yine telaş, yine koşuşturmaca,
sermaye cephesinden bir koca yılın hesabı
kitabı… Bankalarda çalışan beyaz yakalı işçiler,
vergi dairesinde çalışan kamu işçileri, muhasebe
ofislerinde çalışan stajyer işçi öğrenciler ve birçok
sektörden beyaz yakalı işçiler içinse ızdırap verici
yıl sonu bütçe hesaplamaları. Sadece hesap kitaplarla da bitmiyor yeni yılı karşılama telaşı, sermayenin kocaman depolarında haftalarca sürecek
yıl sonu sayımları… İşçi sınıfı açısından da kocaman bir yılın yarı aç yarı tok devrilmesi ve yeni
yılın kaygılarının doruğa çıktığı bir süreçtir bu.
Yeni yılın bunca telaşı ve renkli süreci arasında bir
yerlere sıkışan aslında işçi sınıfının asıl gündemi
ise asgari ücret gerçeği. Sendikalar ile sermaye
arasında güya pazarlık başladı. Zaten bu pazarlıkta
işçi sınıfı masanın hiç bir tarafında yok, masada
bir tiyatrodan başka bir şey de yok aslında. Bir
tarafta çoktan sarının her tonuna bürünmüş
sendika bürokratları, aynı tarafta patronlar; bu
masada işçi sınıfını göreniniz var mı?
Kapımızda
sıraya girmiş
kapitalizmin
bilmem kaçıncı
krizi ortadayken
bu gündem
kampüslerimizin,
part-timeçalıştığımız
işyerlerimizin,
tekno-parkların
gündemi olmaktan uzak mı, değil
mi ?
Büyük
çoğunluğumuzun hizmet sektöründe part-time ya
da full-time çalıştığı, Ar-Ge’ler ve teknoparklarda
ucuz işgücü olarak istihdam edildiği, okul içerisinde kantinden, kütüphaneye bizlerin çalıştığı
bir çağ dönümü yaşıyoruz.
Staj sömürüsü ile daha meslek liseleri sıralarında
tanışıyoruz. Sadece çalışmak da değil asıl
Sermaye hükümetinin açıklamalarına göre de
mesele, asıl mesele bilim ve bilginin metalaştığı
krizi de gözeterek alınan kararla en iyisinden %4
dünyada daha sıraya oturup proje ve ödev yapcivarında bir asgari ücret artışı kapımızda olamaya başladığımızda ürettiğimiz bilginin kimin
cak. Memurlara verilecek oranın %3 olacağını
çıkarına, kimin karına kar kattığı denklemidir.
düşünürsek biz iyimser bile yaklaşmış sayılırız.
Yeni üniversite senatoları zaten hangi konuda
Metal işkolunda örgütlü olan sendikaların göbekli, ödev, tez ve proje yapacağımıza birebir sermayaldığı maaş çoktan asgari ücretin üç beş mislini
enin kendisinin karar vereceği yerlerdir. Asgari
geçmiş olan sendika patronlarının toplu sözleşme ücrete endekslenmiş staj ücretlerimiz, part-time
masasında sözleşmeyi güya işçi sınıfının adına
çalışma yerlerimizde aldığımız asgari ücret üzgözü kapalı imzalamasını da bir yana yazarsak
erinden hesaplanan maaşlarımızla asgari ücret
sonuç daha da aşağılarda bile çıkabilir.
doğrudan biz işçi öğrencilerin yaşamının bir
Zaten bu tabloda üçün beşin lafını etmek çok da
parçası; onun ne kadar olacağı bizleri de etkiliyor.
anlamlı olmasa gerek, ne yapsak ne etsek o enEğitim sistemindeki neoliberal dönüşüm süreci
flasyon denen, sermayenin kendisi olan, ama hep neredeyse tamamlandı. Eğitim kurumları birer
bize onun dışındaymış gibi gösterilen canavarı pek sermaye kuruluşu oldu, eğitim piyasalaşmanın
yakalamamız mümkün değil gibi.
dışında direk sermayeleşmenin içerisinde bir
şekillenişe geçti.
Bacamızdan kaçan çift rakamlı enflasyon oranını
hesaba katarak işe başlarsak, zaten sermaye
Böylesi bir durumda onlarca kez söylediğimiz gibi
kapıdan soktuğunu bacadan çalmakta ustalaşmış öğrenci gençlik de işçileşiyor. Emek sömürüsü,
durumda.
kafa ve kol emeğinin içiçeliği ayan beyan ortada; biz dünün küçük burjuva-aydın denilen
zamana her şeyin metalaştığı bir denklemde
bizim de hızla proletarya saflarında oluşumuza
şaşırmamak lazım.
Eğitim kurumları sermayeleşiyorsa, elbette bizler
de işçileşiyoruz, işçi sınıfının temel hak ve talepleri doğrudan bizim de temel hak ve taleplerimize dönüşüyor. Böylesi bir dönemde onbinlercemizin ilk elden gündemi ve sorunudur asgari ücret,
çünkü artık biz de o sınıfın bir parçası, o sınıfın
belki de en güçlü genç dinamiğiyiz.
Sermayenin adını bile koyarken utanmadığı
asgari yaşam ücretinin ne kadar olacağı insanca
yaşayabilecek bir seviyeye çıkarıp çıkarılamayacağı
artık bizim de sorunumuz. Mağaza zincirlerinde,
Ar-Ge’lerde, stajda, okulda ne kadar alacağımızın
belirlendiği, iki sınıfın karşı karşıya geldiği
bir süreçte bu gündemin bizi teğet geçeceğini
düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Biz işçi öğrencilerin
önümüzdeki süreçte en önemli gündemlerinden
biri de bu olacaktır. Asgari yaşamak istemiyoruz,
sadece karnımızı doyuracak, yol parasını,
bilemedin ev kirasının bir kısmını çıkaracak bir
ücret istemiyoruz.
Keyiflerine göre düzenledikleri staj ücretleri, insanca yaşanacak ücretler standardına çıkarılmalı.
Çünkü; bizler aldığımız ücretle sanat da üretmek
sanatı da izleyebilmek istiyoruz.
Bizler “aldığımız ücret aylık Akbil’e yeter mi
acaba?” kaygısı gütmeden, ulaşıma para vermeden
bir yerden bir yere seyahat etme özgürlüğü istiyoruz.
Dersten kalırsam sermaye hükümetinin bana
kestiği ceza har(a)cını ödemek zorunda kalırım
diye kaygılanmak istemiyoruz. Parasız, bilimsel
ve sosyalist bir eğitim istiyoruz.
Asgari ücret konusunda taraf olan sendika
bürokrasisinin mızmız göstermelik eylemlerini
de aşan bir tutumla kampüs gündemine biz işçi
öğrencilerin de birinci derecen taraf olduğu bu
gündemi taşımalıyız.
Kampüslerdeki işçi öğrencileri de, işçileri de,
eğitim işçilerini de ilgilendiren bu ortak gündem üzerinden tüm üniversite bileşenleri bir ses
çıkarmalı ve sürecin bileşeni olmalıdır.
Biz işçi öğrenciler elbette biliyoruz, insanca bir yaşam ancak sosyalizmde mümkün.
Zaten asıl kavgamız yeni bir yaşam talebimizde kendini buluyor.
Peki biz işçi öğrenciler için asgari ücret ya da
asgari yaşam gündemi çok uzağımızda, bizi teğet
geçecek bir gündem mi?
kesimleri bugünün işçi öğrencileri haline geliyoruz. Toplumun proleterleştiği, proletaryanın
toplumsallaştığı, eğitimden sağlığa, mekândan
Asgari ücret belirleme komisyonunu izleyen değil,
orada söz söyleyen bir güç olabilmek adına işçi
öğrenci platformu girişimleri oluşturarak bir araya
gelmek ve bu gündemi çok daha güçlü haykırmak
zorundayız.
Biz işçi öğrenciler elbette biliyoruz, insanca bir
yaşam ancak sosyalizmde mümkün. Zaten asıl
kavgamız yeni bir yaşam talebimizde kendini
buluyor.
sinifsiz.org
işçi meclisi
8
işçi meclisi
Asgari ücret sorunu
Asgari Ücret Tespit Kurulu çalışmalarına; yani asgari ücreti daha da aşağıya
çekme çalışmalarına- başladı.
Asgari ücretin 2015 yılı için, yüzde 3+3 civarında belirleneceği şimdiden ve
alenen medyaya yansıtıldı.
2015 bütçe tasarısında kamu işçilerine öngörülen zammın yüzde 3 olması,
Türk Metal’in -hem de 3 yıllık sözleşmeye- yüzde 3 küsur civarında imza
atması, asgari ücretin perşembesini çarşambadan belli ediyor.
Türkiye kapitalizminin ekonomik yavaşlaması, işsizlikte hızlı artış, TL’nin
değer kaybı, burjuvaziyi ücretleri daha da budama ve esnekliği artırma konusunda büsbütün saldırganlaştırıyor.
Nitekim Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, şimdiden dip asgari ücret tepkilerine karşı işsizlik ve rekabet kırbacını şaklatmaya başladı: “Asgari ücret 1000 TL
olursa devlet batar mı?” denilmektedir. Bildiğim kadarıyla asgari ücretli devlette çalışan yoktur. Özel sektörde ücretleri verimlilikle ilişkilendirmezseniz
belki Türkiye batmaz ama firmalar batar. İstihdam edilen o kardeşlerimiz
iş bulamaz hale gelir. Rekabet etmek zorundayız. Asgari ücreti belirlerken;
makul bir ücret ve rekabet gücünü göz önünde bulundurmak zorundayız.
Bunu göz önünde bulundurmayan ülkeler battı. Yunanistan’a, başka ülkelere
dönmek istemiyorsak bu dengeleri göz önünde bulundurmak zorundayız.”
(Bütçe görüşmeleri, 16 Aralık 2014)
DİSK ise KESK ve TMOBB’un desteğiyle “Asgari ücret net 1800 lira olsun!”
kampanyası yürütüyor. “Saraylar değil ekmeğimiz büyüsün”, “Saraya değil
halka bütçe”, “Bu paraya gel sen yaşa” sloganlarının atıldığı basın açıklamaları,
geleneksel çay-simit hesabı üzerinden yürütülüyor: “Günlük 1 TL zamla bir
paket makarna alabiliyoruz. Tenceremizde ancak 22 adet fasulye pişirebiliyoruz.
Kuru fasulye pilav bile gelen zamlar sonrasında artık zengin yemeği oldu.
Çalışanlara, 12 milyon asgari ücretliye reva görülen bu ücretleri kınıyoruz.
Tencere de taş mı kaynatalım?”
Ne var ki, gıda fiyatlarındaki hızlı tırmanış ücretler üzerinde en büyük baskıyı
yaratsa da, şu eski tarz çay-simit edebiyatı ve rutin basın açıklamaları artan
işsizlik tehdidi altında işçi sınıfının en örgütsüz kesimini oluşturan asgari
ücretli işçileri harekete geçirme olanağından yoksun.
Oysa asgari ücret mücadelesinin hem içerik hem biçim olarak, burjuvazinin
saldırı kararlılığına denk olması gerekir.
Çünkü asgari ücret, yalnız bir çay-simit, ya da makarna-fasülye sorunu
değildir.
Asgari ücret ne kadar düşerse, işçilerin 1200-1500 liralık bir ücret için fazla
mesai yapma zorunluluğu, günde 12 saat çalışmanın yaygınlaşması o kadar
artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda bir serbest zaman mücadelesi sorunudur.
Asgari ücret ne kadar düşerse, aynı aileden ikinci, üçüncü, dördüncü kişilerin,
çocukların ucuz ve güvencesiz
işgücü piyasasına girme zorunluluğu
o kadar artar. İşçiler arasında
rekabet, bir yandan aşırı çalışma,
esneklik ve güvencesizlik, diğer
yandan işsizlik de o kadar artar.
Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda
işçiler arasında şiddetlenen rekabete,
esneklik ve güvencesizliğe, işsizliğe
karşı mücadele sorunudur.
Asgari ücret ne kadar düşerse,
sermayenin bol bulamaç ucuz
işgücü nezdindeki, işçi katliamları
pervasızlığı o kadar artar. Öyleyse
asgari ücret, aynı zamanda işçi
sağlığı ve güvenliği için mücadele
sorunudur.
Asgari ücret ne kadar düşerse, işçilerin banka-kredi borçları, ödeme
Asgari ücret ve Sosyalizm
parasızdır. Tüm işyerlerinde ve mahallelerde zorunlu olan kreşler, çocuk
yuvaları, yaşlı bakım merkezleri parasızdır.
Konut kiraları, elektrik, ısınma, su, ulaşım, iletişim ve temel gıda fiyatlarına
işçiler için subvansiyon ve kontrol uygulanır. Fiyatları belli bir tüketim hacmine kadar düşük tutulur.
Kültür, sanat, spor, oyun, eğlence, seyahat, tatil olanakları tüm işçilerin
yararlanabileceği biçimde parasız ya da sembolik fiyatlarla sağlanır.
Sosyalist toplumda eğitim, sağlık, çocuk ve yaşlı bakımı, kültür, sanat, spor…
Ve sübvansiyonlar için ayrılan toplumsal fonlar işçi konseyleri tarafından
belirlenip düzenlenir, tüm işçilerin denetimine açıktır.
Sosyalist toplumda ücret uygulamasının kapitalizminkinden farkı şunlardır:
1- Sosyalizmde işçi ücretlerinden vergi alınmaz
3- Sosyalizmde ücretler arasında uçurum yoktur, fark yukarı doğru kapatılır
Sosyalizmde işsizlik yoktur. Herkesin üretken ve yaratıcı çalışmaya katılma
hakkı vardır. Çalışma süresi, haftada 5 gün, günde 6 saatten başlayarak giderek
kısaltılır.
Sosyalizmde üretim toplumsal ihtiyaçlar için üretimdir. Toplumsal üretimden
yeni yatırımlar ve toplumsal ihtiyaçlar için fonlar planlı olarak ayrılır. İşçi
ücretlerinden ayrıca vergi kesintisi yapılmaz. Kapitalizmde ücretlerden yapılan
gelir vergisi, prim, sigorta vb kesintileri gibi, en adaletsiz vergi biçimi olan
dolaylı vergiler (KDV, ÖTV, enflasyon, vb) kaldırılır. Kapitalizmdeki net ücret
ile brüt ücret arasındaki ayrım kalkar. Tüm net ücretler, brüt ücret düzeyine
yükselir.
Sosyalizmde tüm işçilerin temel maddi ve kültürel geçim ve ihtiyaçlarının
karşılanması güvence altına alınır. Üretkenlik artışı, işçilere maddi ve kültürel
istikrarlı refah artışı olarak geri döner. Yalnızca verili ihtiyaçların karşılanması
değil, üretkenlik artışıyla durmaksızın yeni ihtiyaçlarının yaratılması ve temel
maddi ve kültürel yaşam standardını yükseltecek biçimde karşılanması gözetilir.
2- Sosyalizmde üretim getirisinden ayrılan toplumsal fonlar işçilere geri döner
Sosyalizmde üretim getirisinden ayrılan fonlar, toplumsal fonlardır. Sermayenin cebine gitmez, işçilerin toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılır.
Sağlık, toplumsal sağlıktır. Koruyucu sağlık önlemlerinden tedavi edici
hizmetlere kadar, son derece gelişkin sağlık hizmeti parasızdır. Eğitim, toplumsal eğitimdir. Anaokullarından üniversiteye kadar tüm eğitim sistemi
Sosyalizmde “asgari ücret” değil, temel ve insanca yaşamaya yeterli ücret
sistemi uygulanır. Burjuva iktidarı ve mülkiyeti kaldırıldıktan sonra, ücret
eşitsizlikleri asgari ücretten başlayarak yukarı doğru kapatılır. İşçiler arası
rekabet ve eşitsizliği geriye doğru artıran performans gibi sistemler kaldırılır.
Vasıfsız işçilerin eğitimine ve nitelik kazanmasına, üretken ve yaratıcı yetenekleriyle birlikte toplumsal-bireysel ihtiyaçlarının da genişlemesine öncelik
verilir.
güçlükleri, finansal köleliği de o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı
zamanda bankalara karşı mücadele sorunudur.
Asgari ücret ne kadar düşerse, işçilerin daha çok çalıştıkları halde yetersiz ve
sağlıksız beslenme sorunu ve diğer toplumsal ihtiyaçlarından kısma sorunu o
kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda gıda ihtiyacımızı kontrol eden
tarım-gıda tekellerine, tüm ihtiyaçlarımızı kontrol eden kapitalist tekellere
karşı mücadele sorunudur.
Asgari ücret ne kadar düşerse, sermayeye köleliğimiz, ücret köleliliğimiz,
zorunlu çalışmaya köleliliğimiz o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı
zamanda banka, borsa, tekel hâkimiyetine karşı mücadele, ücretli kölelik
sistemine karşı mücadele sorunudur. Yalnızca dar ekonomik-sendikal mücadele, yalnızca hükümete karşı mücadele değil, sınıfa karşı siyasallaşan ve
toplumsallaşan sınıf mücadelesi sorunudur.
Zor mu? Çay-simit edebiyatı işin en kolay yanıdır. İşçilerin tüm dikkatini,
zaten en iyi bildikleri şeye, o da en dar biçimiyle, geçim sorununa indirgemektir. İhtiyaçlar, sağlık, eğitim, zaman, mekân, toplumsallaşma, kendini
geliştirme ve gerçekleştirme, ille de özgürlük ihtiyaçları çığ gibi büyürken, en
geri düzeye çekmektir. Kuşkusuz geçim sorunu, gıda fiyatları sorunu üzerinden atlanamaz bir kritikliktedir ve önemli bir mücadele dinamiğidir. Fakat
kim ki, işçi sınıfının dikkatini salt buna indirger, en geri bir ekonomizmsendikalizm ile maluldür. İşçi katliamları olduğunda işçi katliamlarını protesto, taşeronluk gündeme geldiğinde taşeronluğu protesto, ulusal istihdam
stratejisi gündeme geldiğinde onu protesto, asgari ücret zamanı geldiğinde
onu protesto tarzı parça parça yalıtık mücadeleler, bırakalım kapitalizme
karşı bütünsel bir antikapitalist bilinç oluşturmayı, bu eksenden bir emeğin
korunması mücadelesi bilinci bile oluşturamaz.
Kapitalizmin tüm marifeti, “işgücü piyasası”nın/işçilerin asgari geçim için
çalışma yeteneğini satmak zorunda kalmasının doğal ve ebedi kabul edilmesi
üzerine kuruludur. Ve ne kadar çok kişi geçinebilmek için çalışma yeteneğini
satmak zorunda bırakılıyorsa, asgari ücret o kadar düşer. Ve asgari ücret ne
kadar düşerse, o kadar çok kişi geçinemez hale gelerek, daha uzun saatler
Sosyalizmde üretim gibi, çalışma yeteneğinin üretim ve yeniden üretimi de
toplumsaldır. Dolayısıyla ücret de salt bireysel değil toplumsal ücrettir. Kapitalizmde işçilerin toplumsal-bileşik emeğinden gelen muazzam üretkenlik artışı, kapitalistlerin cebine gider, işçilere salt bireysel ücret verilir.
Sosyalizmde ise, işçilerin salt bireysel çabası değil, emeğin toplumsal-bileşik
karakterinden ileri gelen muazzam üretkenlik artışı, işçilere toplumsal ücret ve
parasız toplumsal hizmet ve olanaklar olarak geri döner.
4- Sosyalizmde ücret sosyalist konseyler demokrasi temelinde belirlenir
Sosyalizmde temel ve yeter ücret, gerçek anlamda bilimsel bir temelde
hesaplanır. Fakat ücretin belirlenmesi, salt ekonomik-teknik bir sorun olarak
değil, asıl toplumsal-siyasal bir sorun olarak görülür ve gerçekleşir.
Ücretler sosyalist işçi konseyleri tarafından, sendikaların ve tüm işyerlerindeki
işçi komite ve meclislerinin doğrudan katılım ve yer almasının sağlandığı
sosyalist demokratik tarzda belirlenir.
Sosyalizmin en önemli ayrım noktalarından biri, neyin ne kadar kimin için
nasıl üretilip dağıtılacağına, bunun için de bugün ve gelecekte verili ve yeni
ihtiyaçlarının ne olduğuna örgütlü ve bilinçli işçilerinin kendilerinin karar
verebilecek olmasıdır.
Tüm işçilerin, genel üretkenlik düzeyi, bunun içinde ki kendi katkısı vb.nin
tam bilgisine sahip olarak, toplumsal-bireysel ihtiyaçlarını taban organları ve
sendikaları aracılığıyla ifade etme ve doğrudan katılımcısı olduğu konseyler
demokrasisi temelinde toplumsal ücretlerin belirlenmesinde yer alma ve denetleme hakkı vardır.
5- Emek gücünün meta, çalışmanın zorunluluk ve zahmet olmaktan
çıkarılması
Sosyalizm, kapitalizmden komünizme bir geçiş sürecidir. Bu yüzden
kapitalizmin kalıntıları ile komünizm amacını aynı anda içinde barındırır.
9
çalışmak zorunda kalır,
işsizlik o kadar artar. Neoliberalize edilmiş biçimiyle asgari ücret, “Ulusal
İstihdam Stratejisi”nin de
buz kıranı ve temel bir
dinamiğidir.
Asgari ücret mücadelesi,
geçim mücadelesi kadar
geçinebilmek için çalışma
yeteneğini sermayeye
satma zorunluluğunu,
yani ücretli kölelik
düzenini sorgulatmayı da
içermelidir.
6 saatlik işgünü, insanca yaşanacak ücret!
Sadaka değil, genel grevli asgari ücret mücadelesi hakkı!
Herkese sağlıklı, güvenli, örgütlü çalışma hakkı!
Taşeronluk kaldırılsın!
Asgari ücretlilerin tüm borçları silinsin!
Temel gıda fiyatları indirilsin ve dondurulsun!
Asgari ücret patronlara, hükümete, sahtekar sendika bürokratlarına, yani
3 kere patronlara değil, 1 kere asgari ücretlilere sorulsun!
Tespit komisyonunda asgari ücretli öncü, direnişçi işçiler yer alsın!
Banka, borsa, tekel hakimiyetine son!
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
Sosyalizmin ilkesi olarak bilinen “herkesten yeteneği kadar, herkese emeğine
göre” ücret sistemi, toplumsal ücret sistemiyle alanı daraltılarak da olsa kapitalist değer yasasının ücret-tüketim metaları ilişkisi bağlamında işlediğinin
göstergesidir.
Ücret sisteminin alanı daraltılarak (eğitim, sağlık gibi artan sayıda toplumsal
ihtiyaç alanının meta olmaktan çıkartılması) ve toplumsallaştırılarak da olsa
devam etmesi, emek gücünün meta olmasının ve zorunlu çalışmanın (yine
her birinin alanı daraltılarak da olsa) devam etmesi anlamına gelir. Ücret
sistemi istediği kadar iyileştirilmiş, gerçek temel ücretler yükseltilmiş olsa da,
ücret sistemi varsa, emek gücü tümüyle meta olmaktan çıkmamış, zorunlu
çalışmadan tümüyle özgürleşmemiş demektir.
Sosyalizm, “düzeltilmiş kapitalizm” anlamında bir biçimsel sosyalizm değil de,
komünizme doğru gelişen ve onu da artan ölçüde içermeye başlayan gerçek ve
gelişkin bir sosyalizm olacaksa; o zaman kapitalist ücret sistemini iyileştirmek
ve alanını daraltmakla yetinemez. Ortadan kaldırmayı, herkese ücret-meta
dolayımı olmadan ihtiyaç olarak asgari çalışma ve ihtiyacına göre azami
dağılım sistemini yaratmayı amaçlamalıdır.
Bu da, çalışma yeteneğinin meta, çalışmanın zorunlu ve zahmetli olmaktan
çıktığı, meta ilişkileri ve işbölümünün ortadan kalktığı, üretim ve ihtiyaçların
emek-zaman ile (değer yasası) ile ölçülmesinin hem imkansız hem de gereksiz
hale geldiği bir toplumsal üretkenlik düzeyini gerektirir.
Günümüzde ise toplumsal emek üretkenliğinin geldiği düzey, bu geçişi son
derece hızlandıracak ve kolaylaştıracak bir noktadır. Bu yüzden daha gelişkin
bir sosyalist devrimle birlikte, ücret sistemini yalnızca iyileştirmekle kalmayıp
alanını daha hızlı daraltıp sönümlendirmek, komünist “herkese ihtiyacına
göre” ilkesini en baştan içerimine almaya başlayan, bir “emek olmayan emek”
uygulaması mümkün olacaktır.
10
Avrupa’da Asgari ücret
işçi meclisi
Her yerde sosyalist planlı ekonominin çöküşünden sonra ayrı bir dönüşüm süreci var. Toplu sözleşmelerin kapsamı Slovenya
haricinde çok düşüktür. Ekonomik ve sosyal yeniden yapılanmanın etkisini yumuşatacak, asgari ücret bütün ülkelerde vardır.
Tüm Avrupa’da asgari ücret var… Tüm
Avrupa’da mı? Tamamen değil. Almanya da
nihayet yakında asgari ücret elde etmiş olacak.
Bu yüzden Almanya çevresinde bir yolculuğa
çıkalım.
Diğer Avrupa ülkeleri ile başlayalım; Hollanda’da
resmi belgesel sözleşme 1894 yılında yasal
asgari ücretin ilk girişimlerine tanıklık ediyor.
1968’de nihayet ülke çapında bir yasal asgari ücret tanıtıldı. O zamandan beri çalışma
bakanlığı genel fiyat ve (kolektif) ücretteki asgari
ücreti ayarlamak için tedbir alıyor. Bu endekse
ek olarak, aynı zamanda siyasi görüşmeler reel
asgari ücret seviyelerinin gelişimini etkilemektedir. Şu anda, Hollanda’da asgari ücret saat başına
9,11 Euro’dur. Bir asgari ücretin istihdama
olumsuz etkiler oluşturması yönündeki korkular
krallıkta teyit edilmemiştir. Aksine, Hollanda’da
bu tam zamanlı istihdamın sosyal yaşama yeterli
katılım için yeterli olduğu uzlaşması vardır.
1975 yılında Belçika’da, işçi ve patron şemsiyesi
altındaki örgütler ulusal asgari ücretin getirilmesi üzerine sektörleri çapraz olarak kapsayan
toplu bir iş sözleşmesini kabul ettiler. Otomatik
endeksleme ve toplu iş sözleşmeleri müzakeresi ile ücret artışları gerçekleştirilmektedir. şu
anda, krallıkta yasal asgari ücret saat başına 9,10
Euro‘dur. Bu (asgari ücret) hiçbir işçi/patron
örgütleri tarafından sorgulanmaz.
Geleneksel açık Lüksemburg ekonomisinin
uluslararası iş piyasasında ulusal bir ücret
standardına ihtiyacı vardı. Büyük Dukalık 1944
yılında bir yasal asgari ücreti yürürlüğe koyan
ilk Avrupa ülkesi oldu. Bu (asgari ücret) fiyat
gelişmesine bağlıdır ve reel ücretlerdeki ortalama
eğilime dayanmaktadır. 11,10 Euro ile bu (asgari
ücret) Avrupa’nın zirve değerindedir. Kalifiye
işçiler için bu (asgari ücret) yine yüzde 20'nin
üzerindedir.
Fransa‘da 1950 yılından beri genel kanuni asgari
ücret vardır. Ocak 2014 yılından bu yana, SMIC
(“büyüme odaklı profesyonel grup çapındaki
asgari ücret”) saat başına 9,53 Euro’dur, ki bu
bir 35 saatlik çalışma haftası için yaklaşık 1365
Euro aylık maaşına karşılık gelir. Fransa’da
istihdam üzerindeki asgari ücretin etkileri hâlâ
tartışmalıdır.
İngiltere’de 1999 tarihinden beri bir düzenli
ulusal asgari ücret vardır. Patronlar, sendikalar
ve akademisyenlerin temsilcilerinden oluşan
Düşük Ücret Komisyonu, bu asgari ücretin
ekonomik ve sosyal faktörlere uyarlamanmasını
her iki yılda bir önerir. Şu anda İngiltere’de asgari
ücret saat başına 7,43 Euro’dur. 2007 yazında
tahvil edilen asgari ücretin miktarı henüz 8,20 €
olarak gerçekleşmiştir, böylece pound karşısında
Euro’nun şimdiki mevcut gücü bu düşük değere
yol açmıştır. İngiltere’de istihdam, özellikle asgari
ücret ödenen bu sektörlerde artmıştır. Bu asgari
ücret İngiltere işçi sınıfının yoğun mücadeleleri
sonucu elde edilmiş.
çok düşüktür. Ekonomik ve sosyal yeniden
yapılanmanın etkisini yumuşatacak, asgari
ücret bütün ülkelerde vardır. Bulgaristan‘da 1,04
Euro’dan Slovenya’da saatte 4,56 Euro’ya kadar
bir bant genişliği ile yeni AB üye devletleri diğer
Avrupa Ülkelerinin asgari ücretlerine kıyasla
çok düşük olandır. En düşük (Bulgaristan) ve en
yüksek (Lüksemburg) AB asgari ücret arasındaki
oran, böylece 1‘e 14’dür.
Benzer bir gelişme İrlanda’da asgari ücretin
yasalaşmasını sağlar. 80'lerde göreli ekonomik canlılığa ve çalışmaya rağmen yoksulluk yaygındı. Yeşil adada 2000 yılından bu
yana, yasal asgari ücret artık saat başına 8,65 €
altında ödeme olmamasını sağlar. Genel olarak
İrlanda’da asgari ücret geniş bir sosyal tabana
yayılmıştır.
Danimarka, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerde asgari ücret düzeyi sadece sözleşmelere
dair pazarlık tarafları arasında düzenlenir. Bu mümkündür, çünkü yüksek bir toplu iş sözleşmesi kapsamında garanti edilir.
Böylece, tüm çalışanların yüzde 90'ından
fazlası İskandinavya’da toplu is sözleşmeleri ile
donatılmıştır. Avrupa hizmetler sektörünün artan liberalleşmesi göz önüne alındığında ve buna
eşlik eden işgücü göçü artışı, yasal asgari ücret
modellerini de bu ülkelerde tartıştırıyor.
İspanya‘da 1968 yılından bu yana yasal asgari ücret vardır. Şu anda 3,91 Euro olarak
belirlenmiştir. Öncelikle sosyal hizmetler için bir
referans olarak tasarlanmıştır.
Avusturya da bu çok yüksek toplu iş sözleşmesi
kapsamına sahip olduğu için geleneksel yasal
Doğuya, AB‘ye yeni üye devletlere yönelelim.
asgari ücretten vazgeçebildi. Ancak, Temmuz
Hırvatistan, Estonya, Letonya, Litvanya, Pol2007'de müzakere tarafları asgari ücretin getonya, Slovakya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti,
irilmesi konusunda anlaştı.
Macaristan ve ayrıca yeni üye devletler, Bulgaristan ve Romanya‘da yasal asgari ücret vardır.
Ayrıca Almanya’da asgari ücret üzerindeki yoğun
tartışmalardan sonra 1 Ocak 2015 itibariyle
Her yerde sosyalist planlı ekonominin
Almanya genelinde brüt asgari ücret saat başı
çöküşünden sonra ayrı bir dönüşüm süreci var.
8,50 Euro olarak yasallaştı.
Toplu sözleşmelerin kapsamı Slovenya haricinde
“Harika bir yıldı! Bunun
parçası olduğun için
teşekkürler.”
Son dönemde facebook yeni
yıl armağanı hazırlamış tüm
kullanıcılarına: “Harika bir yıldı! Bunun
parçası olduğun için teşekkürler.”
Giden ”harika” yıla ve bizi
tüm vahşetiyle bekleyen yeni
yıla dair bakalım neler
dökülecek kalemden…
Nereden başlamak
lazım; Soma’da 301
işçi kardeşimizi
kurban verdik,
sonra Torunlar ”yaşam
alanı”
inşaatında 10
işçi kardeşimizi daha tüm öfkemizle
sonsuzluğa uğurladık. Arkasından
Ermenek’te bir maden faciası daha
yaşadık. Biz Soma’yı unutmamaya
yemin ediyorken, sermaye bizden önce
davranıp, yılın her ayı katliamlarını
gözümüze sokmaya son sürat devam
etti. Bilançoya bakacak olursak Kasım
ayı itibarı ile en az 1.723 can adeta
kanırta kanırta işçi sınıfının ciğerlerini
paramparça etti.
Madenlerde, inşaatlarda, tarlalarda,
katliam son sürat! Harika bir yıl filan
değildi!
Katliam dolu bir yılı geride bırakırken,
işçi sınıfının 2013’e nazaran %51
artan eylemlikleri ve mücadele zemini
oluşturma iradelerini, bu yıl mücadele
tarihimize yeni bir imza atan Greif
işçilerini, Yatağan işçilerini, Sütaş,
Bedaş, metal ve maden işçilerinin
kitlesel direnişlerini, Van işçilerini de
hatırlamak gerekiyor. Sınıf bilincinin
işçileşme sürecinde anlam kazanmaya
başlaması, yeni örgütlenme kavgaları ile
de doluydu bu yıl.
Kavga,eylem ve mücadele dolu da bir
yıldı!
Böylesi bir kısa özetten sonra; bütün
bunların yanında ciddi bir krizin
eşiğinde olan sermaye, yılın son günlerinde yine çözümü işçi çıkarmada
buluyor. Yani bir çok işçi yeni yılı işsiz
karşılayacak. Noel babanın çuvalından,
yakasının rengi mavi yada beyaz farketmeksizin işçilere ise işsizlik, yoksulluk,
yoksunluk çıktı yine!
Happy-New-YearYazımıza, beyaz yakalı
işçiler cephesinden bakmaya devam
edelim. Son derece steril görünümlü
işyerlerinde çalışan ”vasıflı” işçilerin
büyük çoğunluğu, kapitalizmin
neoliberal kültürü enjekte başarısıyla
yaratılan bilinç bulanıklığı sayesinde
kendi konumlarının sarsılabileceğinin
farkında olmadan ”bana dokunmayan
yılan bin yaşasın” dercesine hummalı bir
yeni yıl hazırlığı içinde.
İşyerlerinde düzenlenen ufak partiler,
riyakarca bir araya gelmelerde hediye
alışverişleri, işyerleriyle organize edilmeye çalışılan yeni yıl yemeklerinin
heyecanı ve hazırlığı son sürat devam
ederken, önceki yıllarda buna bütçe
ayıran patronlar bu yıl bunun bedelini
de çaktırmadan işçilere yüklüyor.
11
işçi meclisi
Belirli zamanlarda
yaşamak
7.Alarm
Zaman yaşamın birinci düşmanıdır. Zamanı durdurmak şimdilik
imkânsız. Zaten sonsuz bir hayat için dünya yeterince iyi değil, ama zamana karşı kullanabileceğimiz, onu yavaşlatabileceğimiz materyallerimiz var, az zaman içerisinde çok şey yapabiliriz. Burada yapacağımız her
şey önemli, aynı şeyi yapmamak gibi mesela, farklı zamanlarda aynı şeyi
yaptığım çok olmuştur, emin olun aynı zamanlardan çok farklı değildi.
Yavaş zamanlardan geliyorum, henüz alışabildim sayılmaz bu kadar
hızlı yaşamaya, aslında hızlı yaşıyorum da sayılmaz, hızlı çalışıyorum,
bir sürü karmaşanın içinden en basit çözümlerle çıkmaya çalışıyorum
ve alışamıyorum, kaptırıyorum, sanki üretim zamanı ile yeniden üretim
zamanı birbirini karşılamıyor, biri eksik diğeri fazla. Hep hız’dı istedikleri, alışmadım biliyorlardı, parça parça eksildi yanımdakiler, ne
olmuş bilemedim, İbrahim usta parmakların nereye gitti, sonra kolların
ve neden hiç ayağa kalkmıyorsun, yoksa seni de mi zaman yiyiciler
götürecek?
Korkunç bir şeydi, zamana karşı savaştık ve beynimiz buharlaşana
kadar düşündüğümüz en belirgin şeydi zaman, zamanı tükenen birinin
bıraktığı birikimleri diğeri öğreniyor ya da en belirgin yaptığımız şey
öğrenmeye bile ihtiyaç duymadan zaman harcamak. Oysa ne güzeldir
birikimleri biriktirmek ve bilinenin ötesine geçmek, o kadar önemli hisSermayenin stratejisinin bir yönü olan
sedersin ki kendini bir an kayboluversen gözler hep seni arar ve o kadar
ve içten içe damarlarımıza zerk edilen
ihtişamlıdır ki o dünya, bütün duyguların doygunluk hissi ordadır.
rekabet bencil karekterler üretme
çabasına devam ediyor. Bu yemeklerde Garip şeydir belirli zamanlarda yaşamak. Belirli bir zamanda belirli
birebir karşı karşıya geleceğimiz işten birilerinin yaşadığını belirli bir zamanın ilerisinde yaşamaktan başka bir
şey ifade etmez çoğu zaman, belirli bir zamanda yaşarsın ve en beliratılma sorununun çözümüne dair
gin özelliğin bir zaman kesitinde belirleyici olamamandır. 7,125 milyar
sohbetler organize edilecekken, kim
daha şık olacak yarışı maalesef henüz insan içerisinde kaç kişidir sizce belirleyici olan,kaç kişi yetenekleriyle
gündemin ön sıralarında. Ancak böyle kendisini ifade ediyor, kaç kişi bilinenin bilingenliğinden çıkmıştır. 3-7geldi, elbet böyle gitmiyor, gitmeyecek! 9?
Diğer taraftan farketmeler, fısıltılar,
Herkes bir şekilde zaman geçirir yeter ki zamanı başlasın, ama bunun
talepler de yükselmeye başlıyor.
ne derece nitelikli, kaliteli olacağı konusunda bir belirleme yapamam,
ama her şeyi zamana bırakırsan zaman kendi bildiğini yapar, bunu
Bir çok arkadaşımız bu süreçte işten
bilirim. Çalışmak ve uyumak zamanımızın büyük bir bölümünü
atıldı, ve bunun devam edeceğinin
alan şey, kaçımız rekreasyon alanlarındakinden daha değerli bude farkındayız, alenen bunun sinyalluruz çalışma zamanımızı, para kazanmak dışında tabi, peki bizi
leri de veriliyorken, ”bunlar hayatın
oraya götüren ne peki? Para, para gerçek anlamda yaşamamıza imkân
acı gerçekleri” tarzında kaderci
sağlıyor mu? Hep mutlu olmak mı? Her zaman mutlu olmaya gerek yok,
anlayışı yıkmak ise birinci görevimiz.
bize gerekli olan birbirini tekrar etmeyen çok çeşitli bir yaşam zamanı,
Sıra bize gelmemişken, sırası gelen
çocukken hissettiğim duygular gibi mesela sınırsız yoğunlukla, çatlayaarkadaşlarımızın mücadelesini birlikte
cak derecede ağlamaklı belki, tavşan ürkekliğinde korkusuz belki de,
büyütmek ise ancak ve ancak örgütlü
bize gerekli olan duygusal üretim zamanı, belki o zaman her saniyemiz
mücadeleyi büyütmekten geçiyor. Bu
gerçekten yaşam zamanı olabilir. Panoramik bakıldığında zamanın
bir onur mücadelesidir aynı zamanda,
bir anafor misali bütün doğayı, doğal olan her şeyi sersemleten bir
bize kader, fıtrat olarak yutturulmaya
çalışılan şey, en iyi halde ”asgari yaşam”, yapısı olduğunu görürüz, zaman tam tersine de işleyebilir,bu çıkışını
komünizmden alan bir bakışla sosyalist zaman planlaması ile mümen kötüsü de ölüm!
kündür: Düşünsenize olabildiğince teknolojik donanımlarla yapılmış
bir ağaç-evin hem doğanın göbeğinde hem de şehrin göbeğinde
Buna dur diyeceğimiz, örgütlü müolduğunu, bunun adına ne derseniz deyin özünde bireylerin kar hırsı
cadeleyi büyüteceğimiz, yeni bir
gütmediği toplumsal karcılık temelinde örgütlenen bir toplum da mümyaşamın mümkün olduğuna dair tüm
kün ve işte o zaman meta yetersizliklerinden çıkıp duygusal yeterliinancımızla 2015’i karşılıyoruz!
likler dünyasına adım atmış olacağız, anlayın lütfen hissetmezsek insan
Bilinmelidir ki, işçi sınıfı her geçen
olduğumuzu anlayamayız.
gün genişleyen bölükleriyle, en ağır
köleleştirilme, en ağır tecrit ve çaresiZamanla yaşanmaz zamanında yaşanır ve her şey zamanla güzelleşmez
zlik görünümündeki koşullarda bile
zamanında güzeldir,bütün retorikleri birleştirip bir senteze ihtiyacımız
mücadele eden sınıftır. Hiçbir şeyin
var.Bu zamanda her şeyin bir anlamı var aslında, mesela koşarak çaya
olmuyor göründüğü günlerde, müçıkmanın, bir duman daha fazla almak için, 9-10-12 saatlik çalışmanın
cadele dinamiği de yavaş yavaş hız
sonunda
3 dakikalık bir zaman diliminde çok şey yapabilmenin bir
kazanmaya başlıyor. Maya tuttu tutacak,
nedeni
vardır
elbette, bize bunu yaptıran şeyin kendisini ikna etmemiz
gecikmişlik ise maalesef sermayenin
gerekiyor
ilk
önce,
yani bizdeki o mekanikleşmiş duyguları. Zamana
stratejik başarısı! Ancak ”takke düştü,
göre
geçmesini
istediğimiz
zaman ile hiç bitmesin istediğimiz zaman
kel göründü” diye haykıracağımız günaynı
hızla
tik
tak’lar,
ondan
bir şey beklemek sana zaman kaybettirir,
ler çok yakın!
dedim
ya
her
şey
zamanında
güzeldir. Ostimli bir işçinin (ben) yaşam
Hoş geldin 2015!
anektoduna bakalım. Ostimli diyorum çünkü günün başat noktası
orası. Mesela işe gideceğim diye uyurum çoğu zaman ve kalacağım yer
2015 daha fazla işsizlik ve bunun
yanında daha hareketli bir mücadele yılı ona yakın olmalı derim, gün ilk belleğini orda bırakır mesela, en canlı
zamanlar orda geçer ve hep ora dolayımlı düşünürüm, dinlenirken
olacak gibi sanki, tüm suskunluğa ve
umutsuzluğa rağmen, koşullar da bunu oranın izlerini taşır vücudum, belleğimi baştan aşağı yapılandırır ve
hep orda kalırım, her sohbette ora vardır, içinden çıkmadıkça daha bir
zorlayacak, yepyeni ve yaratıcı bir işçi
karakterize olurum, dünyamı alır dünyası yapar, zamansız bırakır, zasınıfı (genç, kadın, her türlü yakasıyla
man tükendi bile, bak alarm çaldı. Zaman ayırdığınız için çok teşekkür
beraber) hazırlık içinde. Bunu biliyor
ederim.
olmak ise umut verici.
Ostim'den bir İşçi Meclisi okuru
12
Pazar:Çalışmayı ve tüketmeyi
düşünmeden geçirilecek bir gün…
işçi meclisi
“İnsan kaynakları” havuzundan, siyasal geçmişi
olmayan, düz teknokrat arka planına sahip, seçim
sonuçları gibi kaygılardan arınmış bir neoliberal
seçip paraşütle siyasal arenaya indir! “İş bitince”
şansı varsa adı bile hatırlanmayacak tarzda sahne
gerisine al! Kapitalizmin son 30 yıllık tarihi
bile, sınıflar arasındaki güç dengesinde tarihsel
değişiklikleri yapmak üzere namluya sürülmüş,
böylesi “hızlı ve öfkeli”, tercihan da genç neoliberallerin başarı -pek azı da işçi hareketi eliyle çuvallama- öyküleriyle doludur. Şimdi işçi hareketi
bunlardan bir yenisi ile Fransa’da karşı karşıya.
“Ne yani, hiçbir şey yapmayalım mı?” “Bir
şey” yaptınız ve yapıyorsunuz zaten! “Tembel”,
“çalışmayı sevmez” ilan edilen Fransa işçi sınıfının
üçte biri, Pazar günü çalışır durumda. İşçi semtlerinde faili meçhul tarzda “Çalışmak istiyoruz” bildirileri dağıtılıyor, patron güdümlü küçük gösteriler
yapılıyor. Hafta sonuna evet anlamında “Yes Weekend” kampanyaları düzenleniyor. Yasağı kırmanın
başını çeken Bricolage ve Leroy Merlin yapı
hipermarketleri üzerinden “Çalışmak istiyoruz”
propagandasına hız veriliyor. Pazar çalışmasının
uygulandığı market zincirleri zaten mevcut. Bir
diğer deyişle, atı alan Üsküdar’ı geçmiş zaten… “Ya
Pazar tatili bin 100 ölümün bedeliydi
çalışarak yaşamak, ya da savaşarak ölmek” sloganı
gibi, “Tembellik Hakkı”nın da doğum yeri olan
İşçi sınıfının Fransa’da 1906 yılından bu yana
bu topraklarda, işçilerin dinlene dinlene çalışma/
sahip olduğu* Pazar günü çalışmama hakkı,
çalışmama/dinlenme hakkı kültüründen hala
yukardaki tarife uyan taze siyasetçi Ekonomi
kopmamış olmaları neoliberal saldırının hedefine
Bakanı Emmanuel Macron’un yasa teklifi ile
çakılmış durumda. Öyle ki, olayı haberleştiren
ortadan kaldırılmak isteniyor. Yasalar uyarınca
Sabah gazetesinde dahi Pazar günü işyerlerinin
bayramlar öncesindeki 5 Pazar günü haricinde
kapalı olması “tuhaf gelenek” olarak niteleniyor.
Pazar günleri kapalı olan mağaza ve süpermarMacron yasasına direnç muhtelif elbette: Çok
ketlerin açılması gündemde. Sarkozy döneminde
bağırmasa da Katolik kilisesi yasağın kalkmasını
nüfusu 1 milyonu geçen kentler ve turistik yerler
içine sindirebilmiş değil. (Yine de fazla endişe
(ki Fransa’nın en turistik bölgesi Paris) itibarietmelerine mahal yok: İncil’in “Meyveli olunuz
yle ilk önemli kırılmaların gerçekleştiği tarihsel
ve çoğalınız” gibi hükümleri etkiyor!) 7/7 ve
kazanımın kapısı bu kez daha kuvvetli zorlanıyor.
akşamları da geç saatlere kadar açık kalan Arap
Gerekçeler esasen o dönemdekileri de kapsamakla bakkallar gibi küçük işyerleri Pazar günü çifte
beraber toplumsal temel yaratmak bakımından
yevmiye ödemekle karşı karşıya olacaklarından
daha güçlü: “Ailelerin tatil gününde alışveriş yapma şimdiden ağlamaya başladılar. Tesadüfe bakınız
hakkı var”, “İşsizliğin azaltılması ve tüketimin
ki, tam aynı dönemde Türkiye’de de bir grup AKP
desteklenerek ekonomik canlanmanın sağlanması
milletvekili AVM’lerin Pazar günü açılmaması ve
için bu adımın atılması zorunlu”. Sınıf hareketinin
diğer günler 20.30’da kapatılması yönünde yasa
gitgide zayıf düşürüldüğü ülkede tekelci burjuteklifi verdi. Küçük işyeri sahiplerinin çıkarlarını
vazinin siyasetçileri ideolojik vites takmayı da
ifade eden bu teklif, Fransa’daki polemiklere de
ihmal etmiyorlar. Macron’un teklifi, devlet başkanı bağlayabileceğimiz şekilde karşılandı. Bakkallar
Hollande tarafından “ilerleme ve özgürlük yasası”
deftere yazma dahil tüketici ile “yakın ilişkilerini”
ilan edildi. Pazar çalışması konusu, tekelci burjuöne çıkarırken, bazıları da BİM ve A101 gibi son
vazinin lanetli misyonlarını yerine getirme fonksi- yılların zincir azmanlarından yakındı. Gümrük
yonunu üstlenen işbaşındaki Sosyalist Parti içinde ve Ticaret Bakanı Canikli ise yasa teklifini “popülde süreklileşmiş gerilimin yeni bir unsuru haline
ist bir yaklaşım” olarak değerlendirdi ve AVM ve
geldi. Fransa’da 35 saatlik iş haftasının yürürlüğe
organize perakendede 400 bin kişilik istihdam
girdiği 1997’de Çalışma Bakanı olan Martine
olduğuna, AVM’lerin toplam cirosununun yüzde
Aubry yeni yasaya Fransız burjuva siyasetinin ka30’unu hafta sonu yaptığına, insanların işten çıkış
mucu damarına ve toplumun neoliberalizmin boşa saatleri itibariyle AVM’ye yetişemeyeceğine işaret
çıkardığı kodlarına seslenerek karşı çıktı. Aubry,
etti. Ve tabii ekledi: “AVM’ler sadece alışveriş
“Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz?” deoi, Pazar yapılan yer olmaktan çıktı, yaşam biçimi halini aldı.
gününün kişisel ve kolektif yaşama ayrıldığını
… Toplum artık bunu talep ediyor.”
söyledi. Buna karşılık Çevre ve Enerji Bakanı
Ségolène Royal, Aubry’ye “Sorumsuz sorumsuz
Tatilime dokunma!
konuşma” yanıtını yapıştırdı. Ama içlerinde belki
en pervasızı, köpeksiz köyde değneksiz dolaşma
Buna karşın sınıf örgütleri, sendikalar henüz
sözünü hatırlatan Hollande. Hollande, işçi sınıfının sorunu işçi sınıfının bütününe bir mücadele
8 saatlik işgünü mücadelesine de, Sovyetler
talebi olarak yaymanın ve toplumsallaştırmanın
Birliği’ndeki “komünist Cumartesiler”e de omuz
çok gerisindeler. CGT gündemi politik bir soatarak, Pazar çalışmasına karşı olanlarla “Pazar
run olarak görüyor ve Pazar günü çalışmamayı
sosyalistleri” diye dalga geçti. Pazar çalışmasının
“sosyal serbesti, insanın kendisini geliştirmesi ve
yeniden yasalaşmasına sınıf cephesinden öne
çalışma ritminden kopmanın bir unsuru” olarak
sürülen itirazlar, burjuvazi tarafından, yanıtını
değerlendiriyor. Ancak ne yasanın şiddetine ne
içinde taşıyan bütün döngüsel önermelerde
de giderek güçlendirilen argümanlarına yönelik
olduğu gibi şöyle karşılanmış oldu: “Ne yani, kriz,
bir hareketlilik var. Yapılan son anketler Pazar
durağanlaşan ekonomi ve derin işsizlik koşullarında çalışmasının tam da tekelci burjuvazinin öne
hiçbir şey yapmayalım mı?”
sürdüğü argümanlar temelinde nüfusun yüzde
69’u tarafından desteklendiğini ve çifte yevmiye
Faili meçhul “Çalışmak istiyoruz” bildirileri
ödendiği takdirde yüzde 63’ünün Pazar günü
çalışmayı tercih edeceğini söylüyor. Dolayısıyla
burjuvazinin kolaylıkla göze alabileceği ortalama
tepki ve itirazla, ya da Sosyalist Parti içindeki kanat
savaşları vb ile sonuç alma ihtimali zayıf.
Bir zamanlar hafta tatili 2 gündü. Önce Cumartesi gitti, sonra sıra Pazar’a geldi. Çalışmanın
yoğunluğu, temposu nedeniyle alışverişini bile
haftanın diğer günleri yapamaz hale getirilen
insanlar için tek istikamet Pazar günü haline geldi.
Ama Pazar gitgide daha fazla pijama terlik, daha
az sosyalleşmeye doğru seyretti. Şimdi ise ücretler
düşüp işsizlik şiddetlendikçe, ister yarı zamanlı
işlere hücum, ister fazla mesai biçiminde olsun,
aşırı, güvencesiz çalışmayı kabullenmek, realize etmek işçiler için reelleşti. İşçi sınıfının bin
100 evladını kurban verdiği maden katliamının
ardından sabitlenen Pazar günü çalışmama hakkı,
21. yüzyılda “çalışmaktan özgürleşmeye” bu kadar
yaklaştığımız toplumsal koşullarda gaspedilmekle karşı karşıya. Buna karşı en asgari olarak
çalışma saatlerinin insanca yaşama ücretine
saldırı vesilesi yapılmadan işçi sınıfı genelinde 6
saate düşürülmesi talebinin arkasında durmakla
yükümlüyüz. Pazar gününü, ibadethanelerde
uyuşturulmak, ihtiyaçlarımızın en asgarisini
karşılayabildiğimiz, buna karşın neoliberal yaşam
ve tüketim ideolojisinin zerkedildiği AVM’leri
ailece doldurmak, çocuklarımızla aynı “Hello
Kitty”lere hücum etmek… için istemiyoruz. Pazar
tatili, çalışmaktan özgürleşme adımlarını attıkça
belki gün olarak da değişecek, gereksizleşecek,
ancak herkesin aynı gün/zaman diliminde
çalışmama hakkına sahip olması, istediği ölçüde
toplumsallaşabilmesi ihtiyacı elbette ki ortadan
kalkmayacaktır. Bu yola kendi bayrağımızı çekebilmenin temel koşulu ise komünizme giden ve
gelen yolları siyasal sınıf mücadelesi ekseninde
kaynaştırabilmektir. İhtiyaçlarımızı karşılamak
için çalışmak, gitgide daha fazla çalışmak zorunda
olmanın, en temel olanlara ulaşmak için bile kredi
kartlarımıza yüklenmenin, karşımıza duvar gibi
dikilmiş “Daha fazla kazanmak için daha çok
çalışın” çağrılarının, elimizde bir nebze bize kalmış
olan son günün de kapitalistler tarafından geri
alınmasının karşısına sınıfça dikilmeli; çalışmayı
ve tüketmeyi düşünmeden geçireceğimiz günün
savaşımını vermeliyiz.
* Aslında Sanayi Devrimi öncesinde, tabii dini
sebeplerle, Pazar günü çalışılmıyordu. Fransız
Devrimi sonrasında Napolyon rejimi altında
Gregoryen takvim değiştirilerek hafta 7 günden 10
güne çıkarıldı. Burjuvalar, fırsattan istifade işçilerin
haftalık tatil gününü gasp ettiler. Böylelikle,
1830’dan sonra işçilerin büyük bölümü haftanın 7
günü çalışır durumdaydı ve bu, toplumsal açıdan,
işçi/toplum sağlığı açısından ağırlaşan sorunları
ortaya çıkarıyordu. Pazar gününün sırasıyla çocuklar, çıraklar ve kadınlar olmak üzere tatil olmaya
başlaması 20. yüzyılın başında ulaşılan bir sonuç
oldu. Pazar günü çalışmanın yasaklanması ise,
Avrupa’nın (ve uzun süre dünyanın) en büyük iş
katliamından sonra gerçekleşti. Kuzey Fransa’nın
Courrières madeninde yaşanan grizu patlamasında
üçte biri 18 yaşından küçük bin 100 işçi öldü.
Katliamın ardından işçilere Pazar günü çalışmama
hakkı tanındı.
13
işçi meclisi
Hizmet, kültür, mağazalar ve kent
Bir sınıf kendisini yeniden örgütleyebileceği koşulları bizzat kendisi
yaratıyor. İşçilerin kendiliğinden grup, dernek, platform ve başkaca
örgütlenme arayışı bugün zayıf bir şekilde ilerlese de, ileri dönemlerde
örgütlü bir devrimci güç durumuna gelebilmenin mayasını oluşturuyor.
Hizmet, kültür ve satış alanlarından biri olan
mağazalar, taşeronluğun her noktaya ulaştığı yerler olarak, yüksek artı-değer sömürüsünün esnek
güvencesiz merkezi halindedir. (“Hizmet ve kültürün artan bölümünde doğrudan, geri kalanında
dolaylı -geleceğe aktarılan biçimde- artı değer
üretilmektedir.” KDÖ Mücadele Platfromu)
Mağaza işçilerinin durumu
Mağazacılık kitlesinin başını gençler, öğrenciler,
diplomasız ve diplomalılar; kamuda atanamayanlar, bir şekilde tutunamayanlar, kendi iş kolunda
iş bulamayanlar, iyi bir iş ve ücret beklentisi
ve umudu kalmayanlar, çocuklar, göçmenler,
kadınlar, vasıflı vasıfsız demeden gelip buralarda
çalışanlar çekiyor.
Mağazalarda oturması, sohbet etmesi yasak olan
işçilerin ilk tepkileri yoğunluk bahanesiyle ara
molasının gasp edilmesi, tuvalet, yemek kartı ve
sürekli bir azarlanma ve müdahale edilmesiyle
başlıyor. Mağazalar vasıf gerektirmeyen yanıyla
işçinin kolayca istifa edebilmesinin alanı olarak
bilinir, oysa ki işlerin ve ücretlerin birbirine
benzeyerek asgarileşmesi düzeyi, günden güne
muhtaçlığı artan işçilerin bireysel istifa etmelerini de artık zoraki engelliyor. Buradaki sınıf
(mesai yapmadığını düşünürsek) sürekli olarak 9
saat kadar gündeliğinin “karşılığını” vermesi için
zorlanır; bir kısmı kabul ederken reddeden taraf
kaytaran ilan edilir ve patronun cebinden çalan
olarak sivriltilmeye başlanır. Çalışanlar bu durum
için ilk ikazı birbirine gösterir, onun yetişemediği
yerde bildiği şeyleri ona tekrarlayan yönetici
kadrosu devreye girer. Şirket işçiye bitmiş bir
işin olmadığını, ancak iş süresi içinde hareket
ettiğin zaman çalışma faaliyeti bulunduğunu
öğretir. Ufak tefek hata ve mesaiye geç başlamalar
işçilerin önüne çıkarılan büyük sorunlarmış
gibi gösterilirken çıkış saati esnekleştirilir. Mola
saatlerinin belirlenmesi ve denetimi işçiden işçiye
verilir. Biri yemekten dönmüyorsa diğeri aç kalır.
Aç kalansa arkadaşının kaç dakikası kaldığını
saymaya başlar, zaman geçerse de bunu yöneticiye bildirir.
Diğer yandan moladan geç dönen, tuvalete
giren veya oturma şansı bir an bulan işçi kendisinin çalışmadığını düşünmeye başlar, işçi
kendi kendisini zaten bunun kabulüne çoktan
zorlanmıştır. Kimi zaman çalışmanın yoruculuğu
bir şef veya yöneticinin aşağılayıcı bakışlarından
daha az şiddet içerdiği için, boş
zamanlarında tedirginlik hisseden
işçi genellikle ara çalışma zamanı
içinde geçirdiği sürede çalışıyor gibi
rol yapmaya zorlanır. (Bu patronun işçinin emeğinin karşılığını
ödüyormuş gibi yapmasına biraz benzer.) Çünkü işçinin şefini
susturmasının tek yolu nefes
almadan çalışması, işi bitirmek
veya yeni işler bulmak için paydos
saatinden dahi feragat etmesidir. İşçi
işini bitirse dahi, işini bitirmemiş
gibi yapması bile aslında daha
serbest dolaşım hakkının olmaması
yüzündendir. İşçi iş tanımındaki
işi bitirmesi için ve bunun ücreti
olarak değil günlük kiralandığı süre
içerisinde tüm emeğinin gücünün
kullanılmak üzere patrona ait
olduğu keyfi olmayan bir zorlanmaya gider; yani sürekli kendisini
kanıtlama, pozisyonun eğriltilmesi,
yalakalık, boyun eğme tarzında
insanın kişiliğinde kendi olmayan
kendi şeklinde bir bozuculuk yaratır.
Bunun kendi dışındaki sermayenin
niteliğinden dolayı olduğu açıktır.
Kapitalizm, gençlerin öğrenciliğini
uzatarak yaşamını belirsizleştirirken
aynı zamanda çalışma dışında başka
bir hayat hakkı tanımaz.
gelişmiş emek bölümleri ve nitelikleriyle ideal
ve hayallerin dahi yeri olmadığı bir karanlıkta
duruyor. Çalışmanın çalışanda geçici görülmesi
Öğrenim ücretlerinin karşılığında emek güçlerini
aynı zamanda işin iş gibi görülmemesi nedeniyle
satmasını, öğrenimi bile metalaştırarak bir emek
(daha çok freelanca zihinsel çalışma faaliyeti içergücü sömürüsü, değersiz-güvencesiz neoliberal
isindeki işçilerde) girilen yabancılaşma düzeyinin
çalışma koşullarının basit-çoğul niteliği haline gegöreli olarak diğer mağaza ve bir kayıtlı işteki kafa
tirir. Kapitalizm bir kere köleliğin sadece işte, deremekçileri veya kol emekçilerine göre çok daha
ste değil, yaşamda biçim haline gelmesidir. Beyaz
fazla olduğu söylenebilir.
yakalılardaysa kişisel
gelişme ve başarı hayali,
Yoksulluk, güvencesizlik
ideal ve yeteneklerine saygı
ve değer verilmesi beklenDüşük ve geçici saatlik ücret, taşeronluk ve bariz
tisi sermayenin azgın ezici
olarak işçinin alınıp satılmanın kolay hale gelmiştahı karşısında zaten buesiyle fütursuzlaştı; yalnızlaşma, yoksullaşma
har oldu. Sektörel gelişme
şeklinde, asıl daha kötüsü işçilerin söz söylemdöneminde nitelikli işgücü
esini yasaklatıyor. Yaşamın ve mekânın sereksikliği hisseden sistem,
maye tarafından tümden gaspı kentlerde bugün
işçileri iyi ücretlendirdi,
daha da işlerli bir şekilde ilerliyor. Söz, yetki
çıkarlarını ortakmış gibi
ve karar iradesi üzerinde sermayenin iktidarı,
gösterdi. Şimdiyse bu kesdeğersizleşen işçileri bunun basit bir yürütücüsü
imdeki sınıf, ücret, işsizlik
haline getirerek, toplumun işe yaramaz ve gerve bazı sosyal haklarının
eksiz elemanları olarak dıştaladığını gösteriyor.
yağmalanmasıyla karşı
Ulaşım, gıda, kira başlı başına işçinin sırtında
karşıya…
büyük zincir halkaları… Örgütlenme iradesinin ve enerjisinin sömürüldüğü bir yaşamda,
Diğer işçilikler, kent
çalışma ve yaşamda artan eşitsizleşme ve ezimahallelerinde apartman altları atölyeleri ve
cilik, ekonomik sosyal hak gaspları ve sürekli
katları, plaza, AVM, rezidans ve kuleleri, işhanı,
psikolojik depresif bir şekilde ortaya çıkan
çarşı, pazar ve evleriyle bugünün ucuz emek gücü
sağlık sorunlarına dur demeden kırbaç sırtında
ordusunu oluşturuyorlar. Bilgi ve enerji kent
çalışanların sayısı artıyor.
merkezinin en temel gelişme ve yürütücüsü
olduğu bir yerde elinde fiş tutan ve bu enerjinin
Patronlar gözünden işçinin işe devam edebilmetrafında gelişkin bir nitelikte olan proletarya
esi için, günbegün emek gücünü satması için
da var. Orta sınıflar, beyaz yakalılar; bilişim,
kullandığı enerjinin karşılığı olan ve işçinin tek
yayınevi, çağrı merkezi, mağaza işçileri, depo,
değeri olan yemek, gıda fiyatlarının yükselmesiyle
büro işçileri, muhasebe; raf, temizlik ve diğer külaynı seyrediyor; hatta patronların yemek ücretlertür, sanat, sinema, edebiyat gibi alanlar… Şimdi
inden tasarruf etmesi onlara ekmek kırıntıları
freelance esnek çalışma biçimleriyse kayıtsız
bırakmasını engellemiyor. Bugün açlık sınırı
“eleman” ve diğer sokak çalışanları gibi çeşitli
14
işçi meclisi
altında yaşayan işçilere taammüden biçilmiş bir
ölümcül yaşamdan başka bir şey yok.
Kahrolsun mağaza, AVM, plaza
denetimi ve demokrasisi!
Emek gücünün aşırı değersizleşmesi, sermayenin emek üzerindeki sürekli böbürlenen
despotik niteliği, onun denetim ve yönetim
şeklinin bugünkü düzeyini oluşturuyor. Öznel
niteliği kişiden koparılarak nesneleşleştirilen
emeğin sürekli aşırı değersizleşmesi, uzun
çalışma, yoksullaşma, sağlık ve sosyal hak
gaspları işçiyi onursuzlaştıran tehlikeli etmenlerden birisi…
Neoliberal devlet, işçilerin barizce kullanılıp
işten atılmasının, alınıp satılmasının yasalarını
ve diğer hukuksal altyapısını yaratıyor. Sermaye birikimi ne kadar artarak büyürse emek
üzerindeki baskı, gerek şirket gerekse onun
devleti eliyle sokak, meydan, polis ve hukuksal “mücadelelerle” genişletiliyor. Sermaye
birikimi ve krizleri patronların kar beklentisiyle
büyüdükçe mağazalarda, bürolarda, bilgi üretim
endüstrisinin çeşitli noktalarında, teknoloji
merkezlerinde çalışan işçiler ucuz “maliyetliler”
olarak palazlanıyor. İşkolu, işbölümü, kafa ve kol
emeğinin aşırı içiçe geçmişliği iş verimliliği üzerinden emeği niteliklileştirirken aynı zamanda
nitelik arzının düşmesiyle de sürekli vasıf gerektirmeyen ucuz işlere doğru itiyor.
Teknolojik kontrol ve mağaza
işçilerinin örgütlenmesi
İletişim ve teknolojinin kent temelinde mağaza,
AVM, plaza, işhanlarındaki gelişkinliği, bilgisayar ve mail, uzaktan bağlantı ve kontrol sistemlerinin hiyerarşisi ve güvenlik ve kamera sistemleriyle mağaza, büro ve çalışma alanları ev dâhil,
şirketlerin merkezi kontrolünde tutuluyor. Tüm
bu gelişmelerle patron sürekli işçinin fiili olarak
ensesinde olmasından ziyade, arkadaşının ipini
çekecek, görünmeyen patronun, pijamasını hiç
çıkartmamasını istediği çalışanın veya şirketin iyi
çocuğu olan şef ve yönetici kademesine boyun
eğme yoluyla kariyerizm peşinde koşturalım istiyor. Emekçilerin birikmiş paraları şirketlerin
hesaplarına devredilirken, işçiler patronla yüz
yüze gelmeden işe alınıyor-atılıyor. İşçi ensesinde mail ve bilgisayar sistemiyle, gerek kasiyer
ve reyon veya yazılım işçileri örneğinde olduğu
gibi sürekli olarak uzaktan denetim araçlarının
raporlamalarıyla hareket ediyor. İşe giriş çıkış
saatleri, tuvalet ve ara dinlenme hakları, emeğin
kart sistemi ve kameralarla denetim altına
alınmasıyla baskılanıyor.
Tüm bu güçlü teknolojik denetim ve çalışma
organizasyonu kapitalizmin yıkıcılığı olarak
işçinin kolektif irade ve örgütlenme ve direnişini
parçalamakta ve bu sayede sermayenin emek
üzerindeki ezici, güvensiz çalışma niteliğiyle
birleşerek, bireysel çalışmanın karakterinde de
aşınmaya sebep olmaktadır. İşçilerde ortaya
çıkan anti-sosyal kişilik sorunlarıysa teknoloji
sorununa indirgenerek, gerçek olan üretim
ilişkilerinin gerçek özüyse gözlerden gizlenmektedir.
Neoliberal burjuva demokratik rejimin, onun
ekonomik siyasal ve sınıfsal varyasyonlarının
şirketlerle içiçe geçmiş politikası, gerek
alışverişte, gerekse çalışanlar üzerinde aldatıcı
ezici bir yüz olarak sermaye saldırganlığının
niteliğini çalışmada ve yaşamda açığa çıkartıyor.
Kentlerdeki sermaye birikimi ve çalışma tipi,
işçiler için teknolojik gelişmişliklerin üretici
karakterini tam eklemlendirirken tüketici
rolünü fetişleştiriyor; finans tekellerinin, kent
ve enerji akışının bir aracı, büyük bir denetim
ve baskısı, kapitalistlere oluk oluk ucuz emek
gücü ve yüksek satış rekorlarıyla
kar sağlıyor. Sağlık ve ölümlerse
onur kırıcı atma saldırıları, ruhsal
psikolojik depresyon ve intiharlar
biçiminde görülüyor.
Bilgi endüstrisi, iletişim, bilim
ve teknoloji insanın bilgi üretme
kapasitesini ve gelişkinliğini
körelten, emeğin ve üretim
araçlarının, sektördeki mikro
üretkenlik gösteren araçları
olarak üretimin teknik temelde gelişkinliğiyle işçiyi hızlı
çalıştırmaktan mahvederken,
borsa ve küresel para akışının
hızını arttıran bir sistem olarak
devasalaşıyor. Kapitalist toplumun
geniş yüzeyine yayılan sürekli
güvensizleştirme dalgası, ulusal
istihdam, kıdem tazminatı gaspı,
işten keyfi atmalar, asgari kölelik
ücreti; kısmi, part-time, sigortasız
ve kayıtsız evden çalıştırma
sistemi, kentlerde aynı zamanda
kiralanan veya satılan işçiler için
bir pazar hali olarak yasal bir
altyapıyla ortaya çıkıyor.
Kent temelinde antikapitalist devrimci
örgütlenme!
Görüyoruz ki bireyci burjuva
politikalar ve yaydığı kariyerist hayal ve rekabet, kendisini
düşünen insanlardan başka bir şey
üretmedi. İşçilerin mücadele etme
iradesini zayıflatan, mağaza, plaza
ve evlerde; patronunu nasıl zengin
edeceğini, patronun zenginliğinden
maaşına kaç kuruş kalacağını
hesaplamasını gösterdi. Ayrı ayrı
shiftlere çalışan, patronun keyfine
göre paydos veren, rekabetle, baskı,
sömürü ve örgütlüksüzlükle, özgürlüksüz çalışanlar olarak işçilerin bir
araya gelmesinin önünü kapatsa
da, öte yandan tüm toplumsal
gelişme dinamiğiyle işçileri tüm
bunların içerisinden yeniden
ayağa kalkabilecek, sınıfsal, siyasal, sosyal bir düzeyde yeniden
kendisini üretebilecek sıçrama düzeyine itiyor.
Görüyoruz ki bugün mobil bilgisayarlar işçilerin
enformasyon paylaşımı ve ağlarındaki gezinti ve
birbirleri arasındaki ortak deneyim ve etkileşimi
sayesinde, işçi gurupları ve organizasyonlarıyla
gelişiyor. Ekonomik talep ve işyerindeki çalışma
zamanı ve koşullarına sıkışmış olan işçi dahi aynı
zamanda küresel, sosyal, siyasal, sınıfsal aktiviteleri gözlemliyor. AVM, plaza, mağaza, büro,
yayınevi, kitabevi, otel vb. freelance tipi çalışan
işçiler artık boyun eğmeye karşı; bugün hiçbir
zaman olmadığı şekilde deneyimleriyle, kampanyalar, eylemlerle mücadelelerini geliştiriyor; her
türlü sermaye yıkıcılığına karşı evde, yolda, bilgi
tüketiminin, toplantı yapabilmenin, örgütlenmenin bitmeyen enerjisi ufkunu çeşitli yollarla
güncelliyor.
Neoliberal çalışma ve yaşam koşulları işçilerin
konuştukları ve haberleştikleri dergi, gazete,
medya, dijital ve kolay ulaşılabilir araçlar üzerindeki bilinç endüstrisiyle bozucu deformasyonuyla işçileri dayanıksız kılarken, bir yandan
da işçilerin birliği ve dayanışmasının dolaysız
aracı haline geliyor. İnatçı bir biçimde artan öfke,
işçinin kendi mücadelesinden vazgeçmesini
değil, onun en iyi araçlarını yaratması konusunda enerjik davranmasının zorunlu yollarını
aratıyor. Görülen şu ki, bir sınıf kendisini
yeniden örgütleyebileceği koşulları bizzat kendisi
yaratıyor. İşçilerin kendiliğinden grup, dernek,
platform ve başkaca örgütlenme arayışı bugün
zayıf bir şekilde ilerlese de, ileri dönemlerde
örgütlü bir devrimci güç durumuna gelebilmenin mayasını oluşturuyor. Ama diğer yandan
işçinin nesnel durumunun bilincine geç ulaşması
ve somut yaşam koşullarına sürekli ayak diremesi buradaki işçilerin genelindeki tutukluk
durumunun önemli nedenlerindendir.
Öte yandan bugünkü ekonomist sendikalist
örgütlenmeyle sınırlı düzeniçi mücadeleyse, kent
işçilerinin yeni sınıf olma durumundan gelen
kolektif toplumsal yapısı/örgütlenme niteliği
ve algısıyla yan yana gelebilecek bir yerde durmuyor.
Emeğimizin örgütlenmesi ve güvencesinin
etkisizleşerek çürüdüğü bir ortamda, sendikalar
bugünkü bürokratik uzlaşmacı yapısıyla genç
kent emekçilerinin örgütlenme ufkunun dışında
kalarak ayrıca mücadele edilmesi gereken
kurumlar haline geldiler. Şimdi bunlar işçilerin
tabandan kendi özörgütlülüğüyle dönüşecekler;
sınıfın nitel toplumsallaşma düzeyi ve çeşitli
örgütsel öncü araçlarıyla sermaye egemenliğine
karşı tehdit yaratabilmesi ve devrimci bir sınıf
durumuna gelmesi ancak bu şekilde mümkün
olacaktır.
Tarihten bir “Aralık”
15
işçi meclisi
19 aralık; koğuşların içinde devrim,
Katliam sadece hapishanelerle sınırlı kalmıyor! Her gün, her saat bir hayalet gibi
devlet ele geçirmeye çalışmış ”tutsakpeşimizde dolaşıyor sermaye! Ya fabrikalarda ya madenlerde, ya da inşaatlarda…
lığı”, tasfiyecilik dize gelmiş… Komünal hayat biricik örneklerini vermiş.
Kısacası işçi emeğiyle üretilen deyim yerindeyse ”F” tipi sanayilerde kol geziyor!
Yoldaşlık Kızıldere’den o güne bir kez
işçi sınıfı bu katliamı unutmayacak, hesabını soracaktır!
daha siperde! “Asıl siz teslim olun” şiarı
taarruza geçmiş… 19 Aralık sadece
nen polis operasyonunda 4 kişi hayatını kaybetSami Türk’tür. Olaylar sırasında hükümetin baş
bir katliamın değil, aynı zamanda burjuvazinin,
miştir. Mücadele yeni başlamamıştı. Daha öncekabahatlisi bu iki çirkin politikacının emirlerini
devrimci güçleri politik çevirme hareketi ile liden 1991’de siyasi tutsaklar Eskişehir Tabutluğu
uygulayan şahıs ise o yıl Ceza Kurumları Genel
beralize etme niyetinin de tarihidir. 19 Aralık,
adını verdikleri Eskişehir Cezaevi hücrelerine
Müdürlüğü’ne getirilmiş olan –sonraki HSYK
devrimin siyasal öncüleri ile kitlesinin yaşamsal
sevkedilmişlerdi. Aralık 1991 seçimleriyle kuru- üyesi– Ali Suat Ertosun’du. Diğer burjuva debağını kesme kapışması çabasıdır
lan DYP-SHP koalisyonu kamuoyunun tepkisi
mokrasilerinde benzer katliamlara karşı hesap
üzerine uygulamaya son vermiş tabutlukları
sorma bilincini refleksif olarak açığa çıkartan
Hazır olan ceset torbaları, kimyasal silahlar, kur- kapatmıştı. 1 Mayıs 1996’da gözaltına alınan gös- işçiler, emekçiler sokakları ısındırır, oturduklaşun yağmurları altında halaya durulmuştur! 19
tericiler için Eskişehir Tabutluğu tekrar açıldı. 20 rı koltukları Adalet bakanına, müsteşarlara ve
Aralık; bugün sokağa çıkabilen devrimcilerin
Mayıs 1996’da süresiz açlık grevleri başlatılmış,
cezaevleri genel müdürlerine dar gelir indirilir
yüz akıdır. 122 devrim evladıdır! Hesap sorula69 gün sonrasında 12 tutsak yaşamını yitirmiş,
veyahut katliamı gerçekleştiren piyonlar tasfiye
sıdır, kavgası verilesidir, peşinden yürülesidir 19
pek çoğu kalmış, ama tabutluk kapatılmıştı.
olur. Türkiye’de ise ne Bülent Ecevit’in sicilinde
Aralık 2000 katliamı! Devletlerin yüz karası ci1996’daki bu direnişin üzerinden çok uzun süre
bu toplu kırım vardır, ne de TV programcıları
nayetleri vardır. Bu olaylar unutulmaz ve unuttu- geçmeden Buca-Ümraniye ve Diyarbakır cezaikide bir Hikmet Sami Türk’ü davet ederlerken
rulmaz. Türkiye’de 12 Eylül yıllarında Diyarbakır evlerinde katliamlar gerçekleştirildi, toplam 17
“bu adam 2000’de 32 insanın öldürülmesinden
Cezaevi’ndeki cinayet ve katliamlar başta olmak
tutsak yaşamını yitirdi. 26 Eylül 1999’da Ankara
suçluydu” diye düşünmektedirler, ne de Ertosun’a
üzere devletin katliam sicili kabarıktır. EmniUlucanlar Katliamı gelmiş,10 tutsak katledilmiş- HSYK üyeliği için oy vermiş hukuk kurumu yaryette işkencede öldürülüp, sonra da pencereden
ti. 19-22 Aralık Katliamı bu toplu öldürmelerin
gıçlar o olayda bu zâtın hangi makamda bulunatılanların ise haddi hesabı yoktur. Bu olayların
son halkası oldu.
duğuna aldırmaktadırlar.
unutulmayan örneklerinden bir diğeri de 19 – 22
Aralık 2000 tarihlerinde 20 kapalı cezaevine ya- Aradan on yıl da geçmiş olsa olay son derce
Tam tersine: Eminim ki bütün devlet erkanı da
pılan ve 28 devrimci tutsağın cebren ve taammü- önemlidir ve “devlet otoritesinin meşrebine uybaşbakanları Ecevit gibi “Devlet neymiş gösterden öldürüldüğü, iki erin de yaşamını yitirdiği
gundur” gibi genellemelerle geçiştirilemez. Yapıdik” diye gayet gururludurlar. Yargılanmaları
katliamdır. F TİPİ DAYATMASI Toplu cinayete
lan suçtur ve bu suçun siyasi sorumluları vardır.
gerekenler kahraman edasıyla dolaşmaktadırlar.
kadar giden süreç Mesut Yılmaz başkanlığında
Bu sorumluların başında Bülent Ecevit gelmekte- Mahkemeye ise erler çıkartılmış, 2008’de dava
kurulan ANAP-DYP (Anayol) 53. Hükümetinde dir. Nitekim Ecevit olay günü “Devletle baş edile- düşmüş, geçtiğimiz Kasım’da tekrar başlamıştır.
Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanıyken hazırladığı
meyeceğini öğrenmiş olmalılar” demiştir. 800.000 Tabii ki “onlar emir kuluydular, masumdurlar”
F Tipi cezaevleri projesiyle başlamıştı. Fiiliyata
askeri, o yıllarda 165.000 resmi polisi olan devlet demeyeceğiz. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini
geçirilmesi 2000 senesinde Bülent Ecevit’in Başgücüyle böbürlenmek, on bin kadar tam teşkiyaşayanlar,askeri hapishanelerde erlerin siyasi
bakan, DSP’li Ahmet Sami Türk’ün Adalet Baka- latlı, silahlı, gaz bombalı kolluk gücünü silahsız,
tutsaklara ne kadar zalim davrandıklarını, kendi
nı olduğu DSP-MHP-ANAP hükümetinde oldu. savunmasız üstelik de kapalı yerden mahsur
sınıfsal ezilmişliklerinin ve kişiliksizliklerinin büÇeşitli hapishanelerdeki devrimci tutsaklar, çoinsanın üzerine göndermek ve onları katletmek,
tün kinini siyasi tutsaklara zulmederek kustuklağunun F Tipi cezaevlerine nakledilmelerine karşı sonra da “işte devlet budur” demek bir başbakan
rını bilirler. Bir çok askeri birlikte de bu böyledir,
20 Ekim 2000’de açlık grevine başladılar.
için yüz karasıdır.
talimgâhlarda özel olarak yetiştirilmiş kıta çavuşları, kendileri gibi köylü olan, emekçi olan erlere
19 Aralık’ta Kolluk kuvvetleri direnişi kırmak ve
Nasıl ki Süleyman Demirel’in boynunda Gezhükmetmekten büyük haz duyarlar.
devrimci tutsakları F Tipi cezaevlerine götürmek miş-İnan ve Aslan’ın idamlarının sorumluluğu
için 20 cezaevinde saldırıya geçtiler. Saldırıda 6
varsa ve nasıl ki gene aynı şahıs 3 Temmuz
Toplumun belleği zayıf olabilir, ama bir ülkenin
kadın tutuklu yakıldı, diğerleri kurşunla, gazla
1993’te Sivas olaylarında idareyi bizzat eline alıp
devrimci hareketi kendi tarihini diri tutmasını
veya darpla öldürüldü. Açlık grevi yapan tutsakolayları telefon başında takip ederek “kimsenin
bilir. Şair nasıl ki bize “28 Kânunsaniyi unutma”
lardan, evlerde onlarla dayanışma yapanlardan
burnu kanamasın” diye saldırganları koruduğu
demişse, bu yazımızın konusu olan 19 Aralık
ölenleri de sayarsak F Tip direnişinde hayatlarını ve 37 kişinin diri diri yakılmasında birinci dere2000 tarihini de unutmayacağız… Tarihin raflakaybedenlerin sayısı 12 Ağustos 2004 itibariyle
cede pay sahibiyse, Nasıl ki, 16—17 Nisan 1991
rında dolanan lafta demokratik bir adalet sagla117’ye varmıştı. Bu rakam Türkiye İnsan Hakları gecesi “Çiftehavuzlar Operasyonu” diye anılan
dığı safsatasında ki burjuva devletin yasalarına
Vakfı’nın Ekim 2004’teki raporundan alınmıştır.
ve Kadıköy yakasındaki dört ayrı eve düzenledikkatle bakarsak adalet kelimesinin içindeki
Raporda ölenlerin isimleri ve ölüm nedenleri
nen saldırılarda 11 insan –Sabahat Karataş, Eda
”faili meculleri ”görebiliriz. Katliam sadece hapiyazılıdır. Rapora göre, Ölüm olaylarının tasnifi
Yüksel, TaşkınUsta, Arif Öngel, Şadan Öngel,
sanelerle sınırlı kalmıyor!
şöyle: Hapishanelere düzenlenen ve operasyon
Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir, Hüseyin Kılıç,
adı verilen saldırı sırasında 32 kişi, süresiz açlık
Satı Taş (Kılıç), Ayşe Nil Ergen, Ayşe Gülen—ta- Her gün, her saat bir hayalet gibi peşimizde dolagrevlerinde cezaevinde 48 kişi, açlık grevlerini
ammüden öldürüldüklerinde olaydan Başbakan
şıyor sermaye! Ya fabrıkalarda ya madenlerde, ya
destekleyen tutuklu yakınlarından 7 kişi, tahMesut Yılmaz sorumlu idiyse, 19 Aralık’tan da
da insaatlarda …Kısacası işçi emeğiyle üretilen
liye olduktan sonra açlık grevini sürdürürken
Bülent Ecevit 28 devrimci tutsak ve 2 erin toplu
deyim yerindeyse ”F” tipi sanayilerde kol gezi12 kişi, kendini yakan 10 kişi, tedavi sırasında
kıyımının baş suçlusudur. Yamağı ise; hukuk
yor! İşçi sınıfı bu katliamı unutmayacak, hesabını
1 kişi, saldırı sonucu 1 kişi, 5 Kasım 2001’de
profesörü titrine sahip Adalet Bakanı Hikmet
soracaktır!
Küçükarmutlu’da açlık grevi yapılan eve düzenle-
Asgari ücret değil hür ve günlük
güneşlik…
Asgari ücret “zammı” yüzde 6 artı 6 olarak
açıklandı. Zam miktarı asgari ücretin o da ancak 2015’in ikinci yarısında 1000 lira civarına
gelecek olmasıyla, bir psikolojik ve sanal artış
etkisi yaratmaya ayarlanmış görünüyor.
Sövgüler ve “biz bu kadar zammı nasıl harcayacağız şimdi” türünden acı alaylar eşliğinde, yüzde 3 gösterilip yüzde 6 verilmesinin bir seçim taktiği olarak
algılanması oldukça yaygın. Bunu bir adım daha ileri götürüp sermayenin yüzde
3 gösterip yüzde 6 alması diyebiliriz, çünkü 3 seçim süreci nedeniyle durumu
idare etmeye çalışan Hükümet, gerçekte 2015’in ikinci yarısından itibaren işçi
sınıfına daha sert bir saldırının da zemini böylece oluşturmaya çalışıyor.
Asgari ücrette gerçek bir artış değil, sadece psikolojik artış etkisi: Yüzde 3 ile yüzde 6 arasındaki fark
sadece 25-30 lira civarında. Yüzde 6 artı 6 da enflasyonun, özellikle de emekçiler için daha yüksek olan
enflasyonun altında kalıyor. Kaldı ki 2015 Ocak’ın
yüzde 6 zamlı asgari ücreti, Ocak 2014’e göre, başta gıda olmak üzere satın alma gücünde artışa
değil azalışa işaret ediyor. Hükümetin genel
seçimler kaygısıyla güya kontrollü götürmeye çalıştığı “mali disiplin” paketlerinin, yılın
ikinci yarısında zincirlerinden boşanacağı düşünüldüğünde asgari ücrette erime 2015
boyunca artarak sürecek.
Burjuvazi ve hükümeti, Türkİş’i de katarak, asgari ücretin
belirlenmesini tam bir kamuoyu yönetişim operasyonuna dönüştürdü. Hükümet önce medyaya asgari ücret zammının
yüzde 3 artı 3 civarından fazla olamayacağını medyaya yansıttı. Maliye Bakanı,
1000 liralık asgari ücretin işsizlik ve
uluslar arası rekabet nedeniyle
imkansız olduğu türünden açıklamalar
yaptı. Asgari
ücret tespit
komisyonunun
zam
oranını
açıklayacağı
son toplantının bir gün öncesinde, önceden hazırlandığı besbelli olan mizansen gereği, Türk-İş
başkanı ile Erdoğan özel bir asgari ücret görüşmesi
şovu yaptılar. Erdoğan’ın “sendikacıları dinleyip,
asgari ücretin daha fazla artırılması için gerekli talimatları hükümete verdiğine” dair haberler
medyada çarşaf çarşaf yer aldı. Yine son toplantının
birkaç gün öncesinde, Türkiye’de asgari ücretin Avrupa ülkelerine göre ne kadar düşük, asgari ücretli
çalışan oranının ise ne kadar yüksek olduğuna dair
haberler TÜSİAD ve AKP medyasında yer aldı.
Tam bir ölümü gösterip sıtmaya sevindirme klasiği!
Yüzde 3 artı 3 gösterip yüzde 6 artı 6’ya “yükseltme”,
Hükümet için “bakın sizin için imkansızı gerçekleştiriyoruz, asgari ücreti 6 ay
sonra tam 1000 liraya çıkartıyoruz,
tüm sınırlarımızı zorlayarak asgari
ücretlinin refahını artırıyoruz”,
Erdoğan için ise
“asgari ücretliye
Erdoğan bahşişi” efektlerine
ayarlıydı. Eh,
öyle ya, onlar
“kimsesizlerin
kimi”nden
“kimsesizlerin
kimliği”ne terfi
etmişlerdir ve kaz
gelecek yerden tavuk suyu
tablet esirgenmez.
Şimdi asgari ücretli işçilere, sosyal medyadaki
asgari ücretli ve taşeron
işçi gruplarına baktığımızda,
işçilerin önemli
bir bölümünün
Hükümetin asgari
ücret yönetişim operasyonunu yemediği
görülüyor. Sövgüler ve
“biz bu kadar zammı
nasıl harcayacağız şimdi” türünden acı alaylar eşliğinde, yüzde 3 gösterilip yüzde
6 verilmesinin bir seçim taktiği olarak algılanması
oldukça yaygın. Bunu bir adım daha ileri götürüp
sermayenin yüzde 3 gösterip yüzde 6 alması diyebiliriz, çünkü 3 seçim süreci nedeniyle durumu
idare etmeye çalışan Hükümet, gerçekte 2015’in
ikinci yarısından itibaren işçi sınıfına daha
Sınıfa karşı sınıf,
kapitalizme karşı sosyalizm!
-devrimciproletarya.net
[email protected]
sert bir saldırının da zemini böylece oluşturmaya
çalışıyor.
Daha önemlisi: Ücret ve çalışma koşulları bir dibe
doğru dayanmaya başladı.
İşçi direnişlerinde yıldan yıla belirgin artış ve
fiilileşme eğilimi de bunun bir göstergesi. Gidişat
önümüzdeki dönemlerde daha yığınsal ve militan
işçi eylemleri dalgası potansiyeline de işaret ediyor.
Hükümeti asgari ücrette artış mizansenleriyle top
çevirmek zorunda bırakan asıl etken budur.
Asgari ücrete zammın yaratılan beklentiden “2 kat
fazla” olması veya asgari ücretin 6 ay sonra 1000
liraya “yükselecek” olmasının üç kaat etkisi geçici,
kapitalizmde maddi yaşamın üretim ve yeniden
üretim ilişkilerinde uzlaşmaz sınıf karşıtlığının şiddetlenmesi kalıcıdır.
Bunun bir de baharı var, baylar bayanlar! Ama
ücretli köleliğin dışında bir yaşam hayalimiz yoksa,
yani çalışma yeteneğimizi sömürücülere satmak
zorunda kalmadan onurlu ve insanca bir yaşam süreceğimiz bir dünya düşünemiyorsak, yani çalışma
yeteneğimizi hep daha düşük fiyattan satmayı ve
kendimizi daha ağır sömürtmeyi bile “nimet” olarak
görüyorsak, yüzde 3’lük “bahşiş”e bir de üstüne takla atmamızı istiyorlarsa… Kabahatin hepsi bizde,
demeye dilimiz varmıyor ama, çoğu bizde işçi
kardeşlerimiz!
Senlik-benlik bitip de kuruldu muydu bizlik
Asgari ücret değil, hür ve günlük güneşlik
Bir türkiye olacak aldığın son gündelik
Halk kalacak geride bitince bu zalim sel
Hava döndü, işçiden, işçiden esiyor yel