Teknoloji 101
Transkript
Teknoloji 101
29 Aralık 2010 Teknoloji 101 - Sayı 7 www.teknoloji101.com Bu sayımızda neler var? Sayfa- 3-7 Sayfa- 8-11 Sayfa -14-17 Sayfa -12-14 Bilge Demirköz ile Röportaj –Sayfa- 17-20 Sayfa-20-25 Memristörler - Sayfa 25-32 Windows mu Linux mu? Türkiye'deki bilgisayarların %99'undan fazlasında Windows işletim sistemi çalışıyor. [1] Fakat yazılım dünyasına yakın olan insanlar ve farklı yazılımları denemeyi seven kullanıcılar bilirler ki Windows'a alternatif olarak geliştirilen Linux tabanlı ücretsiz işletim sistemleri de var. (ör. Pardus, Ubuntu...) [2] Peki, Windows mu daha iyi yoksa Linux mu? Bu soru yıllardır hem yazılımcılar hem de son kullanıcılar arasında büyük tartışmalara yol açmış, çoğu zaman da bu tartışmalar bir tarafın kullanıcılarının yaptığı fanatizm yüzünden bir yere varamamıştır. Hâlihazırda, zaten bu soru yalnız başına hiçbir zaman bir seçeneği galip çıkarmayacaktır. Kullanıcıların amaçlarına ve bilgi düzeylerine göre bu sorunun birden fazla yanıtı var. Şimdi yüzeysel ve en bilinen argümanlarla bu iki işletim sistemini karşılaştırmaya çalışalım. 1. Windows'a Alışığız Büyük ihtimalle çoğumuz yıllardır zaten Windows kullanıcısıyız, bilgisayar kullanmayı Windows ile ve Microsoft Office ürünleriyle öğrendik. Bu sebeple Windows ortamına alışığız, bütün bilgisayar kullanma alışkanlıklarımız Windows üzerine kurulular. Linux'u ise daha önce denemedik ve Linux bizim için ayak basmadığımız karanlık bir dünya olarak görülüyor. Bu, günlük yaşamında bilgisayarı sıkça kullanan biri için haklı bir gerekçedir. Zira bilgisayarın ve yazılımın derinlikleriyle uğraşmıyorsanız işinizi görecek bütün programlar Windows'ta çalışabiliyor. Durduk yere kullanım alışkanlıklarınızı değiştirmenin size zaman kaybettireceğini düşünüyorsanız, işleriniz Windows'tayken tıkırında gidiyorsa ve istediğiniz her şeyi yapma imkânı bulabiliyorsanız Windows'ta kalmanız anlamlıdır. Tartışmada Windows'u destekleyecek en büyük argüman büyük ihtimalle bu olacaktır. Çünkü Linux genelde, “hacker” diye tabir edilen, (şifre kıran, bilgi çalan hacker kavramı ile aynı değil) yazılım ile haşır neşir, işinde çok uzman olmayan programcılar tarafından birlikte geliştiriliyor ve çıktığı günden itibaren yıllarca hedefi son kullanıcı (sıradan bir kullanıcı) olmadı. Son birkaç yılda, Ubuntu, Pardus gibi dağıtımların çıkmasıyla birlikte bilgisi programcıya nazaran daha az olan kullanıcılar için işleri daha çok kolaylaştırmaya çalışsalar da Linux'ta istediğinizi yapabilmek için siyah ekrana komutlar yazmanız, araştırmanız gerekebilir. Bu açıdan, Windows kesinlikle son kullanıcı için daha uygun bir sistemdir. 2. Windows'taki Programlar Linux'ta Yok Windows'ta kullandığınız programların birçoğu Linux'ta yok, çünkü bu iki işletim sisteminin çalışma mantığı farklı ve Linux kullanıcıları sayıca çok az oldukları için birçok Windows programının aynısını Linux'ta çalıştıramıyor olacaksınız. Bunun yerine programların Linux'taki muadillerini [3] kullanma yoluna gideceksiniz. Örneğin Microsoft Office yerine OpenOffice, MSN Messenger yerine Pidgin, Media Player yerine Rhythmbox gibi programlara alışmak zorunda kalacaksınız ve büyük ihtimalle aynı rahatlığı yakalayamayacaksınız. Dahası, Windows'taki her programın Linux'ta bir karşılığı olmayabiliyor, olsa da çok yaygın olmadığı için bilgisayarınıza kurarken iyi bir Linux bilginiz olsa bile taklalar atmanız gerekebilir. Bu açıdan Windows'un artısı var. Genel bir kullanıcının işine yarayabilecek bütün programlar Ubuntu, Pardus gibi Linux tabanlı sistemlerde kurulu olarak geliyor, bu Linux için bir artı puan oluyor. Buna ek olarak “Wine” adı verilen bir Linux yazılımı sayesinde Windows'taki birçok programı, biraz Google'dan yardım alarak Linux'ta çalıştırmak mümkün oluyor. [4] Örneğin bir Microsoft Office, Wine kullanılarak Linux altında çalışabiliyor. 3. Oyunlar Linux'ta Çalışmıyor Üstteki konuyla bağlantılı olarak ne yazık ki Windows oyunlarının çok büyük kısmı Linux'ta mevcut değil. CD/DVD'den kurularak oynanan hiçbir oyunun Linux'ta olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Windows'taki birçok bağımlılıktan ve performans problemlerinden ötürü Wine ile oyunları çalıştırmak mümkün olmuyor. Aslında aynı sorun Apple Mac kullanıcıları için de geçerlidir. Buradaki asıl nokta, gerçekten oyun oynayan biri olup olmadığınız. Çoğu Mac kullanıcısı bu tip büyük oyunlar oynamadıkları için bilgisayarlarından memnunlar. Eğer siz de tarayıcı tabanlı oyunlarla (flash oyunlar, farmville vb.) yetinebiliyorsanız Windows'a ihtiyacınız olmayacak. (Not: Ubisoft gibi bazı büyük oyun dağıtıcıları yeni oyunlarının hem Windows hem Mac sürümlerini çıkarma kararı aldılar.) Windows'un yıllardır işletim sistemi pazarında lider olmasından dolayı oyun üreticilerinin Windows'a öncelik verme durumu, ciddi oyun bağımlılarının Windows'ta kalmaları için bir neden. 4. Linux Bedava Türkiye'deki bilgisayarların %99'undan fazlasında Windows kullanıldığını biliyoruz. Windows, Microsoft şirketinin mülki ve parayla sattığı bir yazılımdır. Bu şu anlama geliyor ki satın almadan Windows'u kullanamazsınız. Gelin görün ki pratikte işler böyle işlemiyor, Türkiye'de lisanslı yazılım kullanım oranı sadece %20'lerde. [5] Kabaca söyleyebiliriz ki 5 Windows kullanıcısından 4'ü Microsoft'un parayla sattığı ürünü “korsan” olarak kullanıyor, daha farklı bir deyişle emek “hırsızlığı” yapıyor. Bu yasal olarak da etik olarak da doğru olmayan bir davranıştır. Eğer yeni bir dizüstü bilgisayarı alıyorsanız içinde bir Windows kurulu geliyor ve bilgisayarı ilk defa açtıktan sonra Windows EULA (son kullanıcı lisans sözleşmesi)'ni kabul ediyorsunuz. Bu durumda dizüstünü satın alırken verdiğiniz paranın bir kısmı aslında Windows lisansı, fakat çoğu kullanıcı bunun farkında değildir. Mevcut Windows'unuzu silip farklı bir sürümü kurduğunuzda ne yazık ki yasal olarak yeniden lisans ücreti vermek zorundasınız. Bilkent gibi okullarda ise Microsoft, yasal Windows kullanımını teşvik etmek için akademik programları kapsamında bazı bölümlerdeki öğrencilerine ücretsiz olarak Microsoft ürünlerini temin etmelerine izin veriyor. [6] Öte yandan Linux bir özgür yazılım ürünüdür. Bu kapsamda Linux sistemler ve içindeki programlar özgür yazılım sözleşmeleri altında dağıtılıyor. GPL lisanslı Linux yazılımlarına ücretsiz veya ücretli bir şekilde sahip olabilirsiniz. Bu durumda ürününüzü kullanma, kaynak kodunu inceleme ve ihtiyaç dahilinde değiştirme, ürünün değiştirilmiş ve orijinal kopyalarını yine GPL lisansı ile dağıtma haklarına sahip olursunuz. Hatta dizüstü bilgisayarınızı alırken isterseniz Windows lisansına para vermemeyi tercih edip lisans ücretini mahkemeye başvurarak geri alabiliyorsunuz [7] ve laptopunuza Linux kurarak Windows'a hiç para vermeden bir Linux kullanıcısı olabiliyorsunuz ve gönül rahatlığıyla korsanlık yapmadan bir sisteminiz olabiliyor. 5. Linux Daha Güvenli Teorik olarak bir işletim sistemi hiçbir zaman yüzde yüz güvenli olmaz. Son kullanıcının farkına varamayacağı şekilde hacker'ların faydalanabileceği açıklar her işletim sisteminde mevcuttur. Fakat sistemin güvenlik zafiyeti ve kırılganlığı söz konusu olduğunda Linux'un bu konuda Windows'tan bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Windows'ta son zamanlarda kurulu gelen, güvenlik duvarı gibi zararlı yazılımlardan ve saldırılardan koruyucu sistemleri, hiçbir zaman çok iyi bir güvenlik sağlayamıyor. Windows güncellemeleri açık olan kullanıcılar bilirler ki her hafta Windows'ta bir ton güvenlik güncellemesi çıkar. Dahası bir işletim sistemi çıktığında Service Pack (SP) adı verilen toplu güncelleme paketleri yayımlanır. Linux'ta ise durum pek böyle değildir. Linux sistemlerin ve Linux altında çalışan özgür yazılım lisanslı programların kaynak kodları, yani nasıl çalıştıklarını anlatan düzenekler herkesin görebileceği şekilde açıktır. Eğer bir yazılımcıysanız herhangi bir özgür yazılım projesinin kaynak kodunu açıp bakabilirsiniz. Windows'ta ise bütün sistemlerin güvenlik kodu gizlidir, çünkü Windows mülki bir üründür. Tahmin edebileceğiniz gibi bütün dünyanın gözü önünde olan kodda daha az güvenlik açığı olur, çünkü isteyen herkes gelip bakabiliyor ve deneyebiliyor. Örnek vermek gerekirse Linux çekirdeğinin geliştirilmesine 10.000'den fazla kişinin ve Google, IBM, Oracle gibi birçok kurumun katkı verdiğini biliyoruz. Fakat Windows çekirdeği (kernel) üzerine kaç kişi çalıştığını, ne gibi potansiyel açıklar bulunabileceğini bilmemiz mümkün değildir. Öte yandan Windows'unuza kurduğunuz birçok program başınıza bela olabiliyor. Beraberinde kurdukları yazılımların her zaman güvenilir olmamaları bilgisayarınıza zarar verebilir. Örneğin, internette bilmediğiniz bir siteden bir program indirdiniz ve kuracaksınız. Kurma dosyasına tıkladığınız anda bütün dosyalarınızın silinmesi ve sisteminizin bozulması ihtimali var. Linux'ta ise kurduğunuz programlar depolarda (repository) bulunur ve bir programın depoya girmesi için birçok yetkin programcının onayından geçmesi gerekir. Ayrıca Linux'ta bir program sizden habersiz sisteminizi bozamaz, sistemi ilgilendiren işlemler için sizden parola istemek zorundadır. Virüs konusuna gelince de Windows'ta yıllardır birçok virüsün milyonlarca insanı etkilediğini biliyoruz. Korunmak için de antivirüs yazılımları kuruyoruz fakat ne yazık ki hiçbiri dün çıkmış bir virüsü bulacak kadar muhteşem değil ve virüs sisteminizi tamamen bozduktan sonra yapacak pek bir şey olmayabiliyor. Linux için de virüsler bulunuyor. Fakat az önce dediğimiz gibi programlarınızı güvenilir depolardan indirdiğiniz zaman virüs bulaşma ihtimalini sıfıra indirmiş oluyorsunuz. Çünkü depolar da aynen programların kaynak kodları gibi herkese açıktır. 6. Linux Daha Öğretici Eğer yazılım geliştirme konusuna meraklı biriyseniz ve bilgisayarların nasıl çalıştığını öğrenmek istiyorsanız Linux kullanmanız daha yararlı olacaktır. Çünkü Linux'ta bir programın kurulurken nasıl aşamalardan geçtiğini, dahası koca bir işletim sisteminin nasıl çalıştığını görme şansınız oluyor. Windows ise bu açıdan kapalı bir kutu gibi ve aslında sistemde neler döndüğünden haberiniz olmuyor. Mühendislik ve yazılım konusunda geliştirilen birçok proje ve araç (programlama dilleri, IDE'ler, sunucu yazılımları vb.) açık kaynaklı olarak dağıtılıyor. Bugün en popüler dillerden C/C++, Java, PHP, Python'un açık kaynaklı olması buna bir örnek. Bu tip teknolojileri Windows altında çalıştırmak Linux'ta çalıştırmaktan daha zordur. Üstelik Linux'ta Mono adı verilen bir projeyle Microsoft'un dili olan C# kodlarınızı derleyebiliyor ve .NET (dot-net) platformundaki uygulamaları Linux'ta çalıştırabiliyorsunuz. Yazılımcıların iş ararken ceplerinde bulundurabileceği en güzel özelliklerden biri açık kaynak teknolojiler ve Linux üzerine bilgi sahibi olmalarıdır. 7. Hangisi Daha Hızlı? Linux ve Windows arasında bir hız karşılaştırması yapmak doğru olmaz. İkisinin de kendilerine göre hızlı oldukları noktalar var. Fakat bazı metrikler ile karşılaştıracak olursak, yeni kurulmuş bir Windows sistem açıldığı anda 700 MB-1 GB arası hafıza tüketirken yeni kurulmuş bir Ubuntu'da 250 MB gibi rakamlar görülebilir. Öte yandan Adobe Flash Player gibi çok sık kullanılan bir yazılım (browser oyunları, browserdan video izleme ve müzik dinleme işlemleri) Linux üzerinde işlemciyi çok fazla yorabiliyor ve beklediğiniz performansı alamayabiliyorsunuz. Yine de hız konusu amacınız kesin değilse, doğru bir metrik olmayacaktır. Sonuç Dediğimiz gibi bu karşılaşmanın bir galibi yok, en azından kullanıcının amacına göre değişebiliyor. Yine de siz ikisini de deneme fırsatı bulmaya çalışın. Bu açıdan Ubuntu (www.ubuntu.com) ve TÜBİTAK'ın ürünü yerli işletim sistemimiz Pardus (www.pardus.org.tr) son kullanıcının rahat edebileceği güzel ve kararlı Linux sistemler arasında yer alıyor. Analitik olmayan argümanlarla Linux ve Windows'u karşılaştırmak doğru olmadığı gibi zaman içinde hangisinin pazar lideri olacağını da kimse bilemiyor. Ahmet Alp Balkan Referanslar [1] http://www.pardus-linux.org/2010/06/turkiyede-ve-dunyada-tarayici-ve-isletim-sistemiistatistikleri/ [2] Linux Nedir? http://ieee.bilkent.edu.tr/teknoloji101//index.php?active=haber&no=3&vol=24092009&baslik =Linux_Nedir [3] http://wiki.linuxquestions.org/wiki/Linux-Windows_Software_Equivalents [4] http://www.winehq.org/ [5] http://www.chip.com.tr/forum/turkiye-de-lisansli-yazilim-kullanma-orani-yuzde- 20_t126962.html [6] http://msdn61.e-academy.com/msdnaa_uv4981 [7] http://www.mecburdegilsiniz.com/ ABD & SSCB Arasındaki Uzay Yarışları İnsanoğlunun içindeki merak duygusu ve yarışmacı ruh 20.yüzyılda bize kendini uzay yarışları olarak gösteriyor. Uzay yarışları Amerika Birleşik Devletleri(ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB) arasındaki soğuk savaşın bir parçası olarak gelişmiştir. Her savaş gibi bunun da kesin bir kazananı yoktur; ancak insan ırkı için çok önemli gelişmeler elde edilmesini sağlamıştır. ABD ile SSCB arasındaki bu yarış 1957’den 1975’e kadar sürmüştür. Bu yarış 2.Dünya savaşından çıkan ABD ve SSCB’nin yeni bir sıcak savaşa karşı, birbirlerine gözdağı vermek istemeleriyle başlamıştır. Uzay yarışı, ABD’nin teknolojik açıdan SSCB’den ileride olduğunu öne sürdüğü dönemde, SSCB’nin 4 Ekim 1957 yılında uzaya attığı Sputnik-1 adlı ilk yapay uydu karşısında, ABD’nin kendi iddialarının gerçekliğini korumak için gösterdiği çabalara dayanır. Sputnik-1’in fırlatılması uzay yarışının başlangıcına ve ABD’de Sputnik krizine neden oldu. Sputnik’den sonra çalışmalarını hızlandıran ABD Explore-1 adlı uyduyu fırlattı. Bu uydular bilimsel çalışmalarda kullanıldı. Her ne kadar uluslararası jeofizik yılına katkı amaçlı atıldığı söylendiyse de uyduların asıl amacı; uzay yarışını devam ettirmekti. Bu bilimsel amaçlı uyduların ardından, iki ülke de iletişim amacıyla kullanılmak üzere uydular atmaya başladılar.18 Kasım 1958‘de ABD‘nin attığı ilk iletişim uydusu olan Project SCORE Başkan Dwight D. Eisenhower’ın yılbaşı mesajı olarak fırlatıldı. Bu uydunun ardından Telstar 1962, Anik 1972,Westar 1974,Marısat 1976 yıllarında atılmış önemli iletişim uydularındandır. Bu uydular; ses, veri, internet,intranet, e-sağlık, e-devlet, e-eğitim, acil durum haberleşmesi, VPN gibi servisler sağlayan ülkemizin TÜRKSAT gibi uydularının atası konumundadır. Günümüzde sabit iletişim hizmetleri için denizaltı fiber optik iletişim ağlarının tamamlayıcısı olan bu uydular ucuz ve verimli iletişimi sağlamaktadır. ABD’nin ve SSCB’nin Dünya yörüngesine uydu göndermeyi başarmalarının onlara kazandırdığı tecrübe önce SSCB’ye daha sonrada ABD’ye uzaya canlı gönderme cesaretini verdi. SSCB,1946’da gönderilen meyve sineklerinden sonra, Sputnik-2 uçuşu ile yörüngeye gönderilen ilk canlı olan Laike adlı başıboş gezen “fox terrier” cinsi köpeği 1957 yılında uzaya gönderdi. Yıllar sonra yapılan açıklamada köpeğin kalkıştan sonra kalp hızının 3 katı arttığı ve ısı kalkanının da zarar görmesi nedeniyle uçuşun 5.saatinden itibaren hiçbir hayat faaliyeti göstermediği söylenmiştir. SSCB 1960 yılında ilk başarılı canlı uzay yolculuğu gerçekleştirdi. Belka ve Strelka Dünya yörüngesine gidip geri dönebildiler. SSCB 1968 yılında, Ay’ın etrafında dolaşan ilk canlılar olan kaplumbağaları gönderdi. Bu sırada uzay yarışında geri kalmak istemeyen Amerika şempanzelerle deneylerini sürdürüyordu. SSCB uzay yarışında önemli bir üstünlük sağlayacak ve belki de dünya tarihini değiştirecek bir başarıya imza attı.12 Nisan 1961’de Yuri Gagarin adlı kozmonotu dünya yörüngesine başarıyla oturtulmuştur. Bu görevin tamamlanması için kullanılan Vostok 1 aracı bu konuda deha sayılan Sergey Korolyov tarafından tasarlandı ve Korolyov kentinde hala sergilenmektedir. Vostok 1 projesinin başarısı ardından Amerika çalışmalarını hızlandırdı ve ilk astronotlarını Mercury-Redstone 3 adlı uzay aracıyla gönderdi. Mercury 3 projesi uzay aracının yörüngeye oturamaması, atmosfer dışına çıktıktan hemen sonra dönmesi nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Mercury projesi uzaya insanlı uçuş da gerçekleştirilene kadar devam etti.20 Şubat 1952 yılında atılan Mercury 4 uzay aracı başarıya ulaştı ve John Herschel Glenn. Jr.Dünya yörüngesindeki ilk Amerikalı oldu. Bu arada Sovyetler uzay yarışındaki birçok ilke imza atmaya başlamıştı. Valentina Tereşkova 16 Haziran 1963’te Vostak 6 ile uzaya gönderilen ilk kadın oldu. Aleksei Leonov 18 Mart 1965’te ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirdi. Amerika Birleşik Devletleri, SSCB’nin açık ara önde olduğu uzaya insan göndermedeki başarılarına karşın teknolojilerini geliştirip insanoğlunun hayali olan aya ayak basmayı gerçekleştirmek için Apollo projesini başlattı. Aya ulaşmak için ABD’nin önünde büyük engeller vardı. Ay hakkında fazla bilgileri yoktu. Dünyada bir ilk olacaktı ve SSCB kullandığı araçlardan farklı olarak Ay’a yanaşmak için uzayda manevra yapabilen araçlara ihtiyaç duyuyorlardı. Ancak Amerika uzay yarışının da etkisiyle müthiş bir hızla tüm eksiklerini giderdi ve Ay’a bir insanın ulaşmasını sağladı. O zamanki Amerikan başkanı Kennedy’nin uzay havacılığına verdiği destek sayesinde NASA 1969 yılında Apollo 11 isimli uzay aracıyla Neil Armstrong’u ve Aldrin Kaya’yı Ay’a ulaştırmıştır. Ay’a iniş sırasında otomatik iniş sistemini kontrol eden bilgisayarın hata vermesi sonucu astronotların Ay’a inecek olan küçük ay aracını elle kontrol ederek yakıtın bitimine 25 saniye kala indirmeyi başardılar. Bu olay insanlık için öyle büyük bir adımdı ki 500 milyon kişi tarafından izlendi. Bu olay Neil Armstrong’un şu kelimeleriyle insanlık tarihine geçecekti. “Bir insan için küçük, fakat insanlık için büyük bir adım.” SSCB’nin o zamanlar inkâr ettiği ancak sonradan ortaya çıkan, Ay’a insan gönderme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, SSCB yeni propagandalar yapmaya başladı. Ay’a insan göndermenin gereksiz masraf olduğunu kaynaklarını ülke refahı için kullanacaklarını ve böyle bir riski gereksiz yere almak istemediklerini açıkladılar. Ancak yine de Ay’a bazı robotlar göndererek toprak örnekleri aldılar ve deneyler yaptılar. Sovyetler’ in çabalarının boşa çıkmasına, SSCB’deki tasarım bürolarının birbirleri arasında rekabet etmeleri, önemli bir tasarımcı olan Sputnik-1’in tasarımcısı Korolyov’un ölümü, Soyuz’ un atılışındaki başarısızlıklar ve N1 roketlerinin başarısızlıkla sonuçlanan denemeleri neden oldu. SSCB Ay’a çıkma konusunda ABD’nin gerisinde kalmasının ardından yeni bir proje olan Uzay İstasyonu Projesine başladı. Bu proje hem daha ucuz hem de daha az risk içeriyordu.19 Nisan 1971’de ilk insanlı uzay istasyonu olan Salyut-1’i uzaya gönderdiler. 7 tane Salyut istasyonunun 7.si olan Salyut-7 1991 yılana kadar yörüngede kaldı ve birçok kozmonotu ağırladı. Bu sırada Sovyetler, uzayda inşa yapabilecek teknolojiyi geliştirdiler. Uzay ortamının insan organizması üzerindeki etkisi ve uzayda insanların daha uzun süreli yaşayabilmesi için gerekli olan bilgileri edindiler. SSCB’nin bu çalışmalarına karşılık ABD de uzay istasyonu projesine ilgi duymaya başladı. Ardından ilk ve tek uzay istasyonları olan Skylap uzay istasyonunu 14 Mayıs 1973’te inşa etmeye başladı. Bu uzay üssü halen inşa edilmektedir ve bittiğinde 400 ton ağırlığında olacaktır. Bu dev uzay istasyonu bilimsel deneyler için kullanılmıştır ve içerisinde 2.000 saatten fazla bilimsel deney yapılmıştır. Sadece insanlar üzerine yapılan deneyler zamanla bitkiler ve hayvanlar üzerinde de yapılmaya başlanmıştır. Ayrıca bu uzay istasyonu gelecekteki Mars gibi uzak gezegenlere yapılacak yıllar sürebilecek yolculuklarda ihtiyaç duyulabilecek su geri dönüşümünü %94 e kadar çıkarabilen önemli gelişmelere de ev sahipliği yapıyor. Soğuk savaşın da bitmesinin ardından,1973’teki petrol krizi ve Sovyetler’ in yaşadığı ekonomik güçlükler, uzay yarışının hızının azalmasına neden oldu. Mayıs 1972 yılında SSCB ile ABD arasında Apollo-Soyuz Test Projesi adlı bir proje imzalandı. Projeye göre milletlerarası acil durum kenetlenme provası, morötesi emilim deneyi ve Güneş’in taç tabakasının fotoğrafını çekmek gibi görevler gerçekleştirilecekti. Ancak bu birleşmenin asıl amacı iki ülke arasındaki yarışın sona erdiğini dünyaya göstermekti. Bu iyi niyet gösterisi ve deneyler başarıyla sonuçlandı. İki uzay gemisi, geliştirilen hava basıncı ayarlama bölmesiyle birbirlerine bağlandılar. İlk kez ABD astronotları ile SSCB kozmonotları uzayda el sıkıştılar ve birbirlerinin araçlarını inceleme fırsatı buldular. Uzay yarışları insanlığın uzun sürede kazanabileceklerini kısa sürede elde etmesini sağlamıştır. Ancak bu bazı kötü sonuçlar doğurmuştur. Yeterince denenmeden uzaya gönderilen uzay araçları yüzünden hayatını kaybeden uzay insanları, başarısızlıkla sonuçlanan görevler ve ülkelerin ekonomisine getirdiği ağır yük bunlardan birkaçıdır. ABD’nin Ay’a ayak basmasına karşı önemli bir cevap veremeyen SSCB yarışı kaybetmiş gibi görünse de, yaptıkları Salyut uzay araçları tasarım yönünden Apollo uzay araçlarından çok daha kullanışlı bir haldedir ve hala kullanılması SSCB' nin tasarım yönünden ABD’den bir adım önde olduğunu gösteriyor. Uzay yarışları bitti ancak insanın bilinmezler üzerine olan merakı henüz sona ermedi. Bu yüzden uzayı keşfetmek için o günden bugüne birçok çalışma yapılmıştır. Amerikan Başkanı Barrak Obama’nın da 2030 yılındaki Mars yolculuğuna onay vermesi, bize bu tutkunun gelecekte de devam edeceğini gösteriyor. Ahmet Küçük Referanslar http://channel.nationalgeographic.com/channel/spacerace/base2work.html http://www.uzay.tubitak.gov.tr/tubitakUzay/tr/root/ http://tr.wikipedia.org/wiki/Uzay_Yar%C4%B1%C5%9F%C4%B1 3D Televizyon Teknolojisinin Hayatımıza Girişi Günlük yaşamımızın vazgeçilmezlerinden olan televizyon 20. ve 21. yüzyıl boyunca oldukça hızlı bir değişim gösterdi. Önce siyah beyaz ekranlı, tüplü televizyonlarla idare ettik. Ardından devrim niteliğinde, renkli televizyonlar girdi hayatımıza. İnsanoğlu bu arada televizyona öyle bağlandı ki, televizyonu insan ırkının sonu olarak görenler bile vardı. Elbette ki bu düşünce pek destek görmedi ve bilim insanları, renkli televizyonun icadından uzun yıllar sonra HD dediğimiz, çözünürlüğün 1280x720p olduğu (ya da kısaca 720p) televizyonlarla tanıştırdılar bizleri. Görüntü kalitesi durmak bilmedi ve çözünürlük tüplü televizyonlardan bu yana 640x480'den 1920x1080p'ye kadar yükseldi ve bu yeniliğe Full- HD teknolojisi adı verildi. Ayrıca VGA olan kayıt formatı da HD teknolojisi ile beraber yerini Blu-Ray'e bıraktı. Geldiğimiz son nokta ise 3D Televizyonlar. Artık 2 boyutla yetinemeyen bilim insanları gerçek hayattan neredeyse farksız bu televizyonları icat ettiler. Peki, bu geçiş nasıl oldu? 3D Televizyon mantığının altında neler yatıyor? Televizyon yayınları, filmler, maçlar ne denli 3D yayınlanıyor? Bundan sonraki teknoloji ne olacak? Bu sorulara beraber yanıt arayalım. Öncelikle şunu belirtelim. 3 boyutlu düşüneceğimiz bir ortamda birinci boyutu televizyonun kendisi olarak düşünürsek, kalan iki boyut için de ekrandan 2 farklı fotoğraf/ görüntü/ışın gözümüze düşmelidir. Burada 3 boyutlu televizyonların yaptığı, gözlük kullanalım ya da kullanmayalım iki farklı görüntü oluşturmaktır. Televizyondan çıkan iki farklı görüntüden her biri eğer polarize gözlük kullanıyorsak, gözlüğün bir lensine ve diğer görüntü de diğer lensine gider. Sonuç olarak beynimiz bu iki görüntüyü birleştirir ve bize 3 boyutlu bir görüntü sağlar. Eğer gözlük kullanmıyorsak, bu sefer paralaks bariyer sistemi adı verilen teknoloji devreye giriyor. Bu sisteme göre gözlüklerin yaptığı işlemi bir nevi paralaks bariyer adı verilen LCD panelin üzerine konulan filtre hallediyor. Bu filtre sistemi her gözün farklı perspektiflerden görüntü almasını sağlıyor ve yine beynimiz aynı anda alınan iki görüntüyü birleştiriyor vee ta taaam! İşte hayalimizdeki 3 boyutlu görüntü! Ancak hemen şunu eklemeliyim. Bilim insanları paralaks bariyeri henüz mükemmel hale getiremediler. Gerçek üç boyut hissini algılamak için televizyona karşı dik oturmak gerekiyor. Yan açılardan ise 3 boyutu fark etmemiz henüz tam anlamıyla mümkün değil. Ancak şu bir gerçek ki bu çok yeni ve pahalı bir teknoloji olarak karşımızda duruyor. HD yayın yapılmaya yeni başlanmış bir ülkede herkesin 3 boyutlu televizyonu olması, uzun bir süreç gerektirecek gibi duruyor. Zaten hali hazırda çoğu televizyon kanalı VGA yayın yapmayı sürdürüyor. Fransa'da Orange, İngiltere'de Sky televizyonları bazı maçları 3 boyutlu yayınladılar. Roland Garros turnuvası Eurosport ile yapılan işbirliği çerçevesinde yine 3 boyutlu yayınlandı. Nintendo firması yeni oyun konsolu Nintendo 3DS'i tanıttı. Gözlüksüz üç boyutlu oyun oynanabilen bu konsol aynı zamanda bünyesindeki 2 kamera kullanılarak 3 boyutlu fotoğraf çekilmesini mümkün kılıyor. Fiyatının ise Amerika'da $ 300 olması planlanıyor. Öte yandan Nvidia'nın hazırladığı bir kit ise oyunseverleri hayli mutlu edecek gibi görünüyor. Buna göre bilgisayarınıza bağlayacağınız 3D kitiyle ve gözlük yardımıyla oyunlarınızı televizyonda 3 boyutlu olarak izlemek mümkün olacak. 3 boyutlu televizyonların bir sonraki aşaması ise holografik televizyonlar. Karşımızdaki görüntüyü her açılardan izleme fırsatı veren holografik görüntüye sahip televizyonlar, şu anki tahminle 2017 yılından itibaren evlerimize girmeye başlayacaklar. Lazer ışınları yardımıyla gerçekleştirilen üç boyutlu görüntü işleme özelliği olan holografik televizyonlar, izleyiciye futbol maçlarını stadyumun herhangi bir bölgesinde, sanki tribündeymiş gibi izleme hissiyatı verebilecek. 3 Boyutlu televizyonlar, pazarda bir hayli ilgi odağı olacak gibi gözüküyor. Fiyatları biraz uçuk rakamlarda olsa bile yaklaşık 10 yıl sonra her evde bir adet 3 boyutlu televizyonun olacağı yönünde tahminler var. Kişisel önerim 3D televizyon almak için biraz erken olduğu yönündedir. Zira teknoloji bu konuda her zamankinden oldukça hızlı ilerliyor. Alınabilecek bir 3D televizyonda izlenebilecek 3D yayın yapan kanalların ve filmlerin sınırlı sayıda olmasından dolayı, en azından bir süre 3D televizyona sahip olmanın bir anlamı olmayacak. Biraz daha bekleyip en azından gözlüksüz bir 3D televizyon sahibi olmak en akıl karı iş gibi duruyor. Alper Çetiner Temizle, performansı yakala, güvenli kıl. Bilgisayar çağında olduğumuz söyleniyor ki bilgisayarlar artık hepimizin vazgeçilmezi. Günümüzde bilgisayarlar; yalnızca işlerimizi halledip kapattığımız aygıtlar olmaktan çıkıp, hayatımızın birer parçası haline gelmiş durumda. Bunun sebepleri arasında başta e-mail olmak üzere müzik dinlemek, film izlemek gibi eğlenceler de tek çatı altına girip bilgisayarlarda toplanmaya başladı. Sosyal paylaşım sitelerine olan ilgiden bahsetmeme gerek yok bile. Peki, hayatımızda bu kadar yer edinmeyi başaran bu cihazı kullanırken işlerimizi pratik, güvenli ve istediğimiz şekilde yapabiliyor muyuz? İsmi “Personal Computer” olan bilgisayarlarımız gerçekten bizim mi, bize özel mi? Bu yazımda basit sistem araçları ve ufak ayarlamalarla bilgisayarlarınızın performansını nasıl artıracağınızı, nasıl güvenli kılabileceğinizi ve gereksiz yazılım ya da dosyalardan nasıl kurtulabileceğinizi anlatacağım. Öncelikle performans ve temizlikten bahsedelim. Bilgisayar performansı dediğimizde pek çok kişi bilgisayarın donanımsal özelliklerini düşünüp, onlardan bahsetmeye başlıyor. Hâlbuki her bilgisayarın kendi performansı ve bunu etkileyen etkenler vardır. Tabi ki en önemli etken donanım ancak bu tek başına yeterli değildir. 10 yaşında ama düzenli ve bilinçli kullanılmış bir bilgisayar gayet hızlı çalışırken; yeni alınmış ama yüzlerce programla ve gereksiz dosyalarla tabiri caizse çöplüğe dönmüş bir bilgisayarın masaüstüne erişmek bile işkence olabilir. Bunu önlemek tabi ki bizim elimizde. Kimisi bunu hiçbir program yüklememek olarak algılıyor, ancak tabi ki öyle değil. Sadece bunları düzenlemeyi ve biraz olsun arkalarını toplamayı bilmek gerekiyor. Azıcık anlayan bir insan açılıştaki yavaşlığın genellikle başlangıçta otomatik başlayan programlardan kaynaklandığını bilir. Ancak bu kişiler bile bazen “msconfig” yazmayı unutur. Sık söylenen ama çabuk unutulan bir şeydir başlangıcı temizlemek. Biz yeniden hatırlatalım. Başlat/Çalıştır’a gelip(Windows Tuşu+R) msconfig yazdığınızda açılan pencereden “Başlatma” sekmesine gelin. Burada sizin kurmuş olduğunuz ve başlangıçta otomatik olarak açılan programların listesi var. Burada örneğin; anti virüs yazılımı, Messenger, indirme yöneticisi ya da ekran kartı sürücü kontrol paneli gibi gerekli programların yanında başlamaması gereken programlar da bulunmakta. Tabi ki bu her durumda sizin seçiminize kalmış bir şey ama bu saydıklarım dışında diğer çoğu şey gereksiz programlar. Benim kendi bilgisayarımda bunlara ek olarak yalnızca bluetooth ve mousepad yazılımı var. Hangisinin işinize yaradığına bakarak başlangıçta açılıp açılmaması gereken programları buradan belirleyebilirsiniz. Ayrıca zaten açık olan programlara da görev yöneticisindeki işlemler sekmesinden erişebilirsiniz. Bir diğer tavsiyem ise kesinlikle bir sistem temizleme/optimize aracı kullanın. Her tür kullanıcıya hitap eden bu ufak yazılımlar sayesinde bilgisayarınız hem çöplük olmaktan kurtulur hem de gözle görülür derecede bir performans artışı yakalarsınız. Bu yazılımlar Registry(Başlat/Çalıştır>>regedit) dediğimiz kayıt defterindeki verileri düzenlemekten tutun da internet geçmişinizdeki gereksiz verileri silerek sizi hem cookie derdinden kurtarır hem de bilgisayarınızda yer açar. Bunların yanında daha birçok özelliği de içinde barındıran bu programları kullanmanız sizin yararınıza olacaktır. İşte bu programlardan bazılarının isimleri: TuneUp Utilities, CCleaner, Advanced Windows Care, RegCleaner, Glary Utilities vs. Benim -TuneUp ve AWC2yi bazen de CCleaner‘ tercih ediyorum. Özellikle tuneup ek olarak disk optimize etmekte ve Windows’umuzu kendi zevkimize göre düzenlemekte çok kullanışlı ve başarılı bir programdır.http://www.tune-up.com/download/ adresinden programın deneme sürümünü indirip deneyebilir ve yine aynı siteden programın lisansını satın alabilirsiniz. Kullanmadığınız programları kaldırın. Özellikle küçük, tek seferlik işimize yarayan programlar bilgisayarlarımızı öyle işgal ediyor ki durum içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Gereksiz gördüğünüz ve artık işinize yaramayan yazılımları kaldırın. Hatta sizin olmayan dosyaları silmekten de korkmayın. Garip isimli anlamadığınız ve açamadığınız dosyalar muhtemelen önceden kullandığınız bir yazılımın artıklarıdır, kaldırmış olmanıza rağmen bunlar silinmemiştir. Zaten önemli ve kaliteli yazılımlar – İnternet tarayıcılar, Messenger, oyunlar- dosyaları öyle ortalık yerlere koymaz; Program Files’da kendi klasörleri altında bulunur. Gelelim günümüzün en büyük problemlerinden biri olan veri güvenliğine. Korkutarak başlamak istemiyorum ama hiçbir bilgisayardaki hiçbir veri üçüncü şahıslar tarafından erişilemez değildir. Kimine göre hırsızlık, kimine göre zevk olan; kimisine göre ise siber savaş olarak bilinen “Hacking”; kuralları, yolu, nasıl yapılacağı belli olan, ders olarak gösterilebilecek bir şey değildir. Hack; hack yapan kişinin yani hacker’ın ağ üzerinden, karşıdaki kişinin bilgisi dışında bilgisayarına ya da internet üzerindeki hesaplarına erişip bunları kendi çıkarları ya da istekleri doğrultusunda kullanmasına verilen addır. Bir de virüsler vardır ki yalnızca karşıdakinin sistemine, verilerine zarar vermek için yazılmış çok küçük ama sinir bozucu yazılımlardır. Her ikisinden de kurtulmanın kesin bir çözümü yoktur sürekli yeni yöntemler, yeni kodlar geliştirilmektedir. Siz en iyi anti virüsü satın almış olsanız bile siz satın alırken birileri de yepyeni virüsler, trojanlar hazırlamakla meşguldür. Yine de her ikisi için de çözüm olarak iyi bir anti virüs yazılımı kullanmalısınız, hatta kullanmak zorundasınız. Anti virüs yazılımlarına ek olarak bir güvenlik duvarı kullanmalısınız çünkü sisteminize erişmek isteyen Hacer’lar olabilir. Şu ana kadar yazılmış hiçbir kod gerçek bir beyne karşı koyamaz ve hacker, birkaç denemede güvenlik önlemlerinizi aşıp sisteminize sızabilir. Bunun için anti virüs ve güvenlik duvarı yazılımlarınızı mutlaka güncel tutun ve mutlaka sisteminizi yada önemli verilerinizi şifrelerle koruyun. Tavsiye edebileceğim anti virüs programları arasında; Avira Antivir Premium Security Suite, Kaspersky, ESET ve Norton yer almakta. Diğerlerini denemediğim için çok bilgim yok ama kullanıcıların çoğu bu yazılımları tercih ederler. Ben kendi sistemlerimde Avira’yı tercih ediyorum. Orta ve üst düzey bilgisayarlar için ideal bir yazılımdır. Aynı şekilde Kaspersky ve ESET de önceden kullanmış olduğum tavsiye edebileceğim yazılımlar arasındadır. Norton hiç kullanmadığım ama ciddi anlamda iyi bir koruma sağladığını bildiğim bir programdır. Ancak bir o kadar da sistemi yavaşlattığı söylentileri var. Güvenlik duvarı olarak ise yalnızca Windows’un kendi güvenlik duvarı yeterli olmayabilir. Her ne kadar sürekli güncellense de ikinci bir önleme de ihtiyaç duyabilirsiniz. Ben ikinci olarak Avira Antivir’in içinde barındırdığı güvenlik duvarını kullanıyorum. Karışık gibi görünen, uğraşmaktan korktuğumuz bilgisayarlarımıza birazcık bilgiyle ve birkaç yazılımla tam anlamıyla hükmedebilir; “Ya bu bilgisayar yine yavaşladı, bozuldu!” feryatlarını sıfıra indirgeyebiliriz. Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle hoşçakalın. Burak Kakillioğlu Bilge Demirköz ile Samimi Sohbetimiz Müzik ve matematik yoğun temponuzda size neler sağladı? Fiziğin yanında mutlaka beyni dinlendirmek ve öğrendiklerini hazmetmek için bir şey olması lazım. Mesela Bach ile Kuantum Mekaniği süper gider. Rachmaninov ile kara delikler iyi gider. Benim kafamda her zaman her dersin bir müziği oldu. O müziklerle çalıştım bazı dersleri diyebilirim. Hatta bazı şeyleri hatırlamak için bile müziği kullandığım zamanlar oldu. Matematiği ise mükemmeliyetçilik arayışı olarak görüyorum. Fizikte bazen her şeyi çözemiyoruz. Ama matematikte insan bazı şeyleri çözdüğü zaman çok büyük bir hazza erişiyor. Fizikte ise her zaman bilinmezliklerin üzerindesiniz. Bir soru çözüyorsunuz ondan sonra başka bir soru ortaya çıkıyor. Matematikte çok nadiren de olsa, insan bir şeyi çözünce uçabiliyor. Gerçek mutluluğu o zaman yaşayabiliyor. Peki, yöneldiğiniz alanlardan pişman olduğunuz ve keşke şunu seçseydim dediğiniz oldu mu? Bu çocukluğunuzdaki seçimlerinizle alakalı da olabilir, MIT’de ki hayatınızla alakalı da olabilir. İnsanların keşkeleri olması bence çok doğal bir şey ama bazı şeyleri ben seçmedim hayatta, hayat benim için seçti. Demek ki o da öyle olacakmış. Ben bu konularda kendimle kavgalı değilim. Neden tersini yapmadım dediğim çok ciddi bir karar yok. Bazı şeyler istediğim gibi gelişmedi. NASA ile birlikte AMS projesi Kolombiya Faciasından sonra aksadı ve benim MIT’deki doktoramı terk etmemi ve oradan Oxford’ a taşınmama neden oldu. İlk başta çok üzüldüm. Büyük hayal kırıklığıyla neden bu iş bitmedi, neden ve niçin diyerek hayatı sorgulayarak bir zaman geçirdim. Sonra baktım ki Oxford’ a gittikten sonra çok mutlu oldum ve yine güzel işlere koyuldum. Bir bakıma diyorum ki, hayat bazen insana bazı şanslarla ve bazı tesadüflerle yol gösteriyor. Bazen her zaman hayatın trafik işaretleri bizim istediğimiz gibi olmayabiliyor. Ama o trafik işaretlerini takip etmek lazım galiba, değil mi? Evet, bu konuda haklısınız. Diğer sorum ise sizin hayatınızda gösterdiğiniz ve gurur duyduğunuz başarılarla alakalı bir soru. Bu başarılardan dolayı duyduğunuz mutluluk sadece bireysel bir mutluluk mu yoksa bulunduğunuz çevreye, üniversiteye veya dünyaya sağladığınız yararlardan dolayı gelen bir mutluluk mu? Sanırım şimdiye kadar yaşadığım en büyük mutluluk, akademik başarıların dışında düşünürsek, Türkiye’nin Lindau(1)’ya üye olmasına ön ayak olmamdır. Her sene beş Türk gencinin oraya gidip Nobel ödüllü insanlarla aynı toplantıya katılması ve onlarla bir hafta geçirecek olmasıdır. Karar verildiği yıl 2009’du. TÜBİTAK başkan yardımcısı geldi ve protokol imzalandı. Bu yıl beş genç bilim insanı geldi, Bilkent’ten Hacettepe’den geldiler. İşte asıl mutluluğu o katılımcıların bana gelip “Bilge Hanım iyi ki bunu yapmışsınız” dedikleri zaman duydum. Onlar mutlu oldular ya asıl mutluluk benim için odur. Bence insanı kişisel olarak matematik, fizik, müzik mutlu edebiliyor. Ama başka bir insanı mutlu etmek ayrı bir haz, onun tadı farklı. Zaten kalıcı olan da o mutluluk. Evet, insan istediği kadar havalara uçsun, bulutların üstünde gezinsin, beynin bir karadeliğin içinden geçsin, o mutluluk beş on dakika sürüyor. Eğer siz kayakta Dünya Kupası Pistinden saatte 90 km/sn. hızla inerseniz onun adrenalini de beş on dakika sürüyor. Ama öbür mutluluk daha uzun sürüyor. Türkiye’nin CERN’e üyeliği konusunda fikirleriniz neler? Türkiye henüz üye olmadı ama üyelik başvurumuz kabul edildi. Bu da üyelik sürecimizin başladığını gösteriyor. Yani bundan sonra Türkiye ile CERN masaya oturacaklar. Hangi konulara –umarım eğitim konuları başta olmak üzere- ne kadar para harcanması gerektiğine karar verecekler. CERN’ün hangi programlarının Türkiye’ye yerleştirileceğini ve Türkiye’nin CERN’de hangi aktivitelerde katkıda olabileceğine karar verecekler. Üç ile beş yıl sürebilecek bir süreç. Eğer bu sürecin sonunda Türkiye CERN’e üye olarak kabule edilirse, bu gelişme sizin CERN’deki konumunuzda bir değişikliğe neden olacak mı? Benim için pek olmayacak çünkü ben artık Türkiye’ye dönmek ve bir üniversiede görev almak istiyorum. Ancak araştırma görevlerim yine CERN’de devam edecek. Fakat tabii ki CERN’de alınacak kararlarda Türkiye’deki bilim insanlarının da söz söyleme hakkı olacak. Yani mesela CERN yaklaşık olarak on beş yıl önce süper iletken teknolojisine yatırım yapma kararı almış. Böyle bir karar çıkmış konseyden. Bu konseyin kararlarında Türkiye’nin etkisi yok. Bu karar mekanizmasının bir parçası olacağız ilk olarak. İki CERN’ün diğer üyeleriyle ortak olacağız, bu bir prestij meselesidir. Belki bundan yüz yıl sonra torunlarımız gurur duyacakları bir araştırmadır. İşte bizim de ülkemiz karanlık madde bulunduğu gün CERN’de üyeydi diyebilelim. Bunun dışında biz de oradaki teknolojik katkılardan yararlanabileceğiz. CERN çok fazla teknoloji geliştiriyor. Şu anda geliştirdiği teknolojilerden biri Biyomedikal Teknolojilerdir. Bu teknolojiler aracı şirketler satın alıyorlar CERN’den ve biz daha sonra onlardan alıyoruz. Ama bunun yerine bir Türk şirketi gidip CERN’den direk olarak teknolojiyi transfer edebilecek. Bunun mutluluğunu yaşayacağız. Aynı zamanda özellikle ben gençlerimiz için üniversite, master, doktora öğrencilerinin oraya gidip eğitim alabilmesi, teknisyenlerimizin mühendislerimizin staj yapabilmesi olanağının Türkiye’ye çok büyük katkı sağlayacağını düşünüyorum. Aynı zamanda CERN’ün sitesinde bazı workshoplar bulunuyor. Evet, onların bazılarına katılabiliyorsunuz zaten. Ama bunların hepsi artacak. Siz yurtdışında eğitim gördünüz. Sizce Türkiye’de verilen eğitim buradaki gençlerin geleceğe umutla bakarak ben de büyük projelerde yer alabilirim demeleri için yeterli midir? Türkiye’deki eğitim sisteminde bazı eksiklikler olduğunu herkes kabul eder sanırım. Ancak ben Türk gençlerinin dünyadaki en fazla eğitime önem veren gençler olduğuna inanıyorum. Şunu da görüyorum ki, Avrupa ailelerinin bütçesiyle Türk ailelerinin bütçesini karşılaştırdığımız zaman Türk ailelerin eğitime ayırdığı yüzdenin daha fazla olduğunu görürüz. Türk ailesi çocuğunun okuluna, dershanesine, üniversite harçlarına gözü kapalı para veriyor. Gerekiyor diyor ve eğitim önemlidir diyor. Türkiye’de bir eğitim bilinci var. Eğitim olmadan hiçbir şey olmaz oğlum, kızım git oku diyor. Her ne kadar kendi eğitimleri çarpık bir düzende verilse de gençler çok zeki ve eğitimlerinin ne kadar önemli olduğunun bilincindeler. Mesela İsviçre’deki sistem de yanlış. Orada dokuzuncu sınıfta bir sınav var, o sınavdan geçemezsen üniversiteye gidemiyorsun. Bu durumda seni teknik liselere yönlendiriyorlar. Türkiye’de her zaman bir üniversite okuma hayali var. Bu önemli bir şeydir. Ben imkânsızlıklar içerisinde bile eğitim almak isteyen bir insanın, eğitim alabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu dünyada kitap diye bir şey var, kütüphaneler var, hocalar her şey değil. Artık internet de var, kitapları dünyanın herhangi bir tarafından da ısmarlayabiliyorsunuz. Yani eğitim alamamak diye bir şey artık günümüz dünyasında yok. Sen eğer üniversitedeysen ve eğitim şansım kısıtlı diyorsan bir yerde hatalar var demektir. Ama Türk öğrencilerinin en büyük sorunu İngilizcedir. Çünkü sınav stresinden dolayı İngilizce çalışamıyor. Dünyada ise bilim ve bilgi dili İngilizce. Neredeyse, bütün makaleler, kitaplar, bilimde, teknolojide, mühendislikte her şey İngilizce yazılıyor. Eğer iyi bir İngilizcen varsa ve sen dünyanın en ücra köşesinde de olsan, cüzi bir para bulursan, dünyanın başka bir tarafından kitap ısmarlayıp kendi kendini istediğin konuda eğitebilirsin. Ayrıca yurt dışında kendini kanıtlamak için İngilizce bilmek şart. CERN sözcüsü Paola Catapano CERN’de yapılan deney için “Yeni bir çağın başlangıcıdır.” demiş. Sizce de bu geçerli bir anlatım mıdır? Paola’yı tanıyorum, çok tatlı kadındır. Biz bunu geçen gün ATLAS’ın kontrol odasında konuşuyorduk, bu çağın ismi ne olacak diye. Arkadaşlarımızdan biri dedi ki “Ben gelecek çağın ismi ne olacak bilmiyorum ama şu anda yaşadığımız çağ karanlık çağdır.” Çünkü şu anda yüzde dördü bilinen bir evren var elimizde. Gerisi karanlık madde ve karanlık enerji. Bir şekilde karanlık maddeyi inşallah bulabiliriz. Karanlık maddeyi bulduğumuz, onu aydınlattığımız zaman belki bu çağı aydınlatabiliriz. Peki, hocam içinde bulunduğunuz projenize duyduğunuz güven size projeye devam etmek için bir destek veriyor mu? Biraz evrenin kaderi, bilimin kaderi giriyor bu işin içine. Biz fizikçiler, atomun yapısını araştırmadan onun içinde nötron ve proton olduğunu bilemezdik. Şimdi de karanlık maddenin ne olduğunu araştırmadan, ne olduğunu bilemeyiz. CERN’de yaptığımızın işin, şu andaki teknolojinin elverdiğinin en iyisi olduğuna inanıyorum ve herkes canla başla çalışıyor. İnanarak, bir şeyler bulabileceğimizi düşünerek çalışıyoruz. Ama hiçbir şey de bulamazsak, bu bizim suçumuz olmayacak. Bu demek olacak ki evren izin vermediğinden dolayı bulamadık. Burada bence bir izin söz konusu, evrenin izin vermesi gerekiyor. Evren karanlık maddeyi öyle bir saklamış, öyle farklı bilemeyeceğimiz bir şekilde yaratmış olabilir ki bunu bulamama ihtimalimiz de var. Ama günümüzün koşullarını, günümüzün teknolojisini de en iyi şekilde kullandık diyorum ben. Daha iyisi yapılabilir miydi? Tabii yapılabilirdi, neden yapılamasın. Çünkü bu projenin tasarlandığı zaman on beş yıl önceymiş. Şimdi tasarlasak daha iyisini tasarlardık. O da artık teknoloji evriminin bir parçasıdır. Bunların dışında bir şey daha söylemek istiyorum. CERN’de sadece Büyük Hadron Çarpıştırıcısı bulunmuyor. Bunun dışında bir çok proje var. Biyomedikal projeleri, nanoteknoloji projeleri var. Farklı karanlık madde projeleri var. Neden evrende anti-madde yok diye araştıran insanlar var. Ayrıca parçacık fiziği araştırmaları tümüyle CERN’de yapılmıyor. Uzayda, yerin altında parçacık fiziği araştırmaları yapanlar var. Ayrıca Amerika’da Fermi laboratuvarı bulunuyor. Sanki CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın dışında bir parçacık fiziği yokmuş gibi bir imaj çizildi medyada. Çünkü bu çok meşhur oldu karadelik tartışmaları yüzünden. CERN dışında bu alanda çalışan insanlar da var. Şunu görüyorum astro fizikle parçacık fiziği gittikçe birbirlerinin içine girmeye başladılar. Bu da güzel bir şeydir. Çünkü evrenin büyük skaladaki sorunları ile küçük skaladaki sorunları aynı yöne işaret ediyor. Evren sana diyor ki karanlık madde var. Öbür tarafta da parçacık fiziği diyor ki sen birçok parçacık biliyorsun, mesela top kuark, up kuark, down kuark. Bunların daha kütleli kardeşleri olmalı diyor. Ama sen bunları görmüyorsun diyor. Fizikte süper simetri diye bir teori var. İki taraf aslında birleşecek gibi gözüküyor. Bakalım birleşecek mi? Bunu tabi ki zaman gösterecek. Benim sorularım bu kadar, bize vakit ayırdığınız ve sabırla sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz. Bir şey değil, ben de sizlere teşekkür ederim. Katılımcılar Zülal Aydın Serhat Aktaş Raşit Somuncu Ömer Faruk Tamer Recep Arslan Emrehan Halıcı ile Sıcacık Sohbetimiz Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Elektrik elektronik mühendisliği öğrencisi olarak, gelecekte sizinle meslektaş olacağım için mutluyum. İlk sorum mesleğinizi seçerken sizi, o dönemdeki iş olanaklarının çok olması mı yoksa bu mesleğin sizin idealiniz olduğunu düşünmeniz mi etkiledi? Ben ilkokul yıllarından itibaren matematiğe ilgi duyan bir öğrenciydim. Okuduğum okul Konya Maarif Kolejidir. Okulum çok başarılı öğrencilerin eğitim gördüğü bir okuldu. Bu yüzden kendimi çok şanslı hissediyorum. Hem öğrenci arkadaşlarım hem okuldaki öğretmenler, bana unutamayacağım bir okul dönemi yaşattılar. Orada yatılı okudum, Konya’da doğdum ama ailem Ankara’ya geldi. Fakat ben arkadaşlarımdan kopmayı hiçbir şekilde istemediğim için yatılı okulda okumayı tercih ettim ve o yıllardan itibaren de özellikle matematiğe karşı ilgim ortaya çıktı. Aslında bu ilgi sadece bir tesadüf değildi. İnsanları bütünüyle değerlendirmek gerekir. Ben zayıf ve çelimsiz bir çocuktum. Yatılı okulda kuvvet önemlidir. Muhakkak bazı konularda eziliyorsun. Öyle olunca da insan kendini ön plana çıkarabileceği bazı alanlar arıyor. Bu yüzden ben mesela satranca yöneldim. Bazı arkadaşlarım güreşte, boksta, futbolda daha iyiyken ben daha çok satranca ve matematiğe yöneldim. Bunlar gibi daha çok zekâya yönelik alanlarda kendimi iyi hissettim ve iyi hissettiğim için de o tarafıma daha çok ağırlık verdim. Bir insan sağ kolunu çok kullanırsa sağ kolu daha çok gelişir, sol kolunu çok kullanırsa sol kolu daha çok gelişir. Matematik yeteneğinizi çok kullanırsanız da bu yeteneğiniz daha çok gelişir. Dediğiniz gibi hangi alanda kendinizi yetenekli görüyorsanız ve başarı gösteriyorsanız o alanda daha çok ilerleme kaydediyorsunuz. Evet, öyle bir avantaj oluyor kendiniz bir alana ağırlık veriyorsunuz ve o alanda daha da başarılı oluyorsunuz. Etrafımdaki arkadaşlarımın birçoğu tıp tercihini kullandılar. Özellikle o yıllarda şimdi de olduğu gibi, Tıp çok tercih edilen bir bölümdü. Bizim sınıf mevcudumuz diyelim ki 50 kişi ise 40’ı tıp yazmıştır 35’i de kazanmıştır. Bazen insan etrafındaki insanların etkisinde kalır, bazı trendler vardır. Ben de yazayım mı yazmayayım mı diye çok düşündükten ve bir Ankara macerasından sonra bana mühendisliğin çok uyabileceğine karar verdim. Orta Doğu Teknik Üniversite’nin çok güzel bir okul olması sebebiyle ve en fazla matematikle alakası olan bölümün elektrik elektronik mühendisliği olması sebebiyle onu tercih ettim. ODTÜ’ye girdiğim o günden beri de ODTÜ ile ilişkimi hiç koparmadım. Şu an hala ODTÜ Teknopark’ ta yerimiz var. Bilkent ve Hacettepe’yi de çok seviyorum, zaten bu okullar kardeş gibiler. Tabi ki ODTÜ’lü olmaktan da büyük mutluluk duyuyorum Zaten ODTÜ ve Bilkent öğrencileri okullarıyla duygusal bağ kuruyorlar ve ilişkilerini hiç kesmek istemiyorlar. Siz de çocuklarınızın kendi hayatlarında, satranca ve matematiğe yer vermelerini sağlayarak, onların hayatlarını farklı bir yola yöneltmek istediniz mi? Ben şunu öğrendim ailenin birini yönlendirmeye çalışmasının hiç ama hiçbir yararı yok. Dolayısıyla serbest bırakmak ama desteklemek çok önemlidir. Benim bir oğlum bir kızım var. İkisi de ODTÜ Kolejini bitirdi. Oğlum aynen annesi ve babası gibi ODTÜ elektronik mühendisliğini bitirdi. Şimdi yurt dışında doktorasını yapıyor. Kızım ise ODTÜ kolejini bitirdikten sonra Bilkent grafik tasarıma girdi. Onlara ille şunu yap bunu yap dersem ne kadar dinlerler ondan da pek emin değilim. Bu yüzden de hiç risk almak istemiyorum. İyi işler yapmaları konusunda elimden gelen katkıyı sağlamaya çalışıyorum. ODTÜ Teknoparktaki ODTÜ-Halıcı Yazılım evinin kurucususunuz. Böyle bir adım atmadaki amacınız kendinize bir alan yaratıp çalışmalarınızı daha rahat yürütmek miydi yoksa bu alanda gördüğünüz eksikliklerden yola çıkarak insanlara ön ayak olmak mıydı? Zaten şu an siyasette olduğumdan da anlaşılabilir ki, siyasete ilgi duyan insanlar muhakkak bazı konularda öncülük yapmak isteyen insanlardır. Bu konuda ne kadar başarılı olursunuz tartışılır; ancak siyasetin gereği insanlara hizmet etmek, daha önce yapılmamış projeleri ve fikirleri hayata geçirmek gibi bir amaç izlenir. Ben de bir siyasetçi olduğum için toplumda böyle bir istek var mı diye gözlemleyerek bu konularda bir şeyler yapma arayışını ve çabasını gösteriyorum. Ama asıl benim amacım Ben üniversiteyi çok seven bir insanım ve üniversitede okurken de daha sonra ne yapacağımla ilgili kafamda soru işaretleri ve planlamalar bulunurdu. Birincisi üniversiteden kopmamak. Çünkü bilimin özgürlüğü, bilimin dürüstlüğü, bilimin bağımsızlığı beni çok kendine bağlıyor. Ama bir yandan da çok girişimci bir ruha sahibim. Yenilikler yapmak istiyorum, bir şeyler üretmek istiyorum. Aynı zamanda ürettiklerimi paylaşmak istiyorum. Bunları yapmak için de iş hayatına atılmak gerekiyor. İkisi arasında büyük bir ikilem içerisindeydim. O yüzden öğrenci asistanlığı yaparken ve master yaparken bir bilgisayar şirketinde ilk yerli bilgisayarı ürettik ve ben program sorumlusu oldum. Aslında Türkiye’de başarı kabul edilen işleri gerçekleştirdik. Ama iş hayatında gördüğüm, ağırlıklı olarak paranın egemen olduğu bir gerçektir. İşin içerisinde birinci derecede para olduğu zaman herhangi bir yenilik de yaptığınız zaman, bir şey satmaya çalışan bir ekip gibi gözüküyorsunuz ve bu da çok rahatsız edicidir. Aslında üniversite arkadaşlarımdan faydalanabileceğim çok parlak arkadaşlarımız vardı. Aynı zamanda hocalarımız vardı. Bazı konularda onlardan destek almaya ve şirketle ilişkilerini arttırmaya özen gösterdim. Ama birçoğu üniversiteye o kadar bağlılar ki bir proje geliştirmenin kendi ahlaki değerlerine aykırı düşebileceğini, öyle yapmasalar bile para peşinden koşuyorlarmış gibi gözükebileceğini düşünüyorlardı. Yurt dışı örneklerine baktığımızda yavaş yavaş üniversite ile sanayinin iş birliği yaptığını görüyorum. Türkiye’de bu neden olmasın diye çok hayal ediyorum. Bunu en yakın olduğum iki üniversite ile paylaştım. Hem ODTÜ ile hem Bilkent ile paylaştım. Rahmetli İhsan Doğramacı bu konudan bahsettiğim an beni hemen elimden tuttu. Aynı ODTÜ-Halıcı yazılımevi gibi Halıcı-Bilkent yazılımevini kuralım diye beni ertesi gün toplantıya davet etti. Ben o toplantıya elimde çantam gittim. İhsan Bey Allah rahmet eylesin, çok saygı duyduğum bir insandır. O beni arabasına aldı, toplantı odasına gittik. Orada masa başında yirmi mi otuz mu gerçi bana 100 kişi gibi gözüktü, çok ciddi yöneticiler vardı. İhsan bey orada dedi ki; bir şirket kuruyorsunuz. Adı Halıcı-Bilkent yazılımevi olacak ve şirketin yüzde doksanı Halıcı’nın olacak, yüzde onu Bilkent’in olacak. Ama karın yüzde doksanını Bilkent Üniversitesi’ne aktaracak. Böyle bir koşul da koydu. Ben o yapıdan hakikaten çok etkilendim. Ama kendimi eşit durumda görmedim. Ben girişimci genç biriydim ve karşımdaki daha kuvvetli, ağır bir yapıydı ve çekindim. ODTÜ’de yapmayı daha uygun gördüm. Şimdiki aklım olsa ikisini birden başlatırdım. ODTÜ yazılımevinin temelini atmış olduk. Bu sayede de üniversite ve sanayi iş birliği kurulmuş oldu. Üniversite ile akademik personelin -bu öğrenci olabilir, master yapanlar, staj yapanlar, doktora yapanlar olabilir- onların şirketlerle bağ kurmasını yasal hale getirdik. Ne mutlu ki bunu ilk defa yapan biz olduk. Ama daha sonra Bilkent de dâhil olmak üzere diğer üniversitelerde teknoparklar ve teknoloji geliştirme bölgeleri kuruldu. Bana sorarsanız daha hala bu üniversite ve sanayi iş birliği gerçekleşmiş değildir. Çünkü bu bölgelerde bulunan şirketlere sağlanan vergi avantajları var. Bundan ötürü de şirketler sadece işin bu kısmını önemsiyorlar. Büyük bir maddi kazanç için buradalar. Oysa üniversitenin laboratuvarları, insan gücü, akademik gücünden yararlanma konusunda daha büyük bir tablonun ortaya çıkması lazım. Bu amaçla da kafamda bazı projeler geliştireceğim. Peki, siz aynı zamanda müzikle ilgileniyorsunuz. Sizce teknolojik gelişmeler insanların müzikle ilgili hayal gücünü mü kısıtlar, yoksa farklı bir yönden gelişmelerine mi neden olur? Bence anormal yönden geliştiriyor. Bunu bizzat yaşayan birisiyim. Aslında yıllarca önce –hep yıllarca önce diyorum aslında kendimi yaşlı hissetmeme rağmen- bir gazete ilanı görmüştüm ve bir kişisel bilgisayar ilanıydı. İlanda “İçinizdeki dâhiyi keşfedin”, yani bilgisayar alın ve içinizdeki dâhiyi keşfedin. Bu benim karşılaştığım en güzle sloganlardan biridir ve hep hatırıma gelir. Hakikaten teknoloji eğer insanın içinde bir şeyler yapma isteği varsa; bu matematik alanında olabilir başka alanlarda olabilir. Ama özellikle sanatta önünüze sonsuz olanaklar sunuyor. Resimde, fotoğrafta her alanda ama hele müzikte o kadar gelişmiş müzik yazılımları var ki, müzikle ilgili kaydedilmiş çeşitli örnekler var. Yirmi dört saat, gece istediğiniz saat yatağınızdan kalkıp, bilgisayarınızın başına geçip karşınızda hatasız çalışan kırk kişilik bir senfoni orkestrası da bulabilirsiniz veya bir caz grubunun üyelerini de çağırabilirsiniz. Yani istediğiniz müziği üretmek, bir kompozisyon yapmak, bir düzenleme denemek, beste yapmak, yaptığınızı başkalarıyla paylaşmak imkânı size sunuluyor. Zaten sanat hem iletmeyi hem de paylaşmayı, paylaştığınız kişilerden geri dönüş almayı gerektirir. Örneğin youtube o kadar faydalı ki; dünyanın herhangi bir yerinde ürettiğiniz herhangi bir eseri başkalarıyla paylaşabiliyorsunuz. O ağır kapitalist düzenin baskısı altında kalmaktan sanat kurtuluyor. Ekonomik bir yatırım yapmadan CD-DVD çıkarmaya gerek kalmadan, bir paylaşım sitesine koyduğunuzda milyonlar izleyebiliyor ve tepki verebiliyor. Bu müthiş bir şeydir. Dolayısıyla teknolojinin burada müziğe katkıları çok ileri boyuttadır. Biz 17 senedir bilgisayarlı beste yarışması düzenliyoruz. Oraya katılan arkadaşlarımızın hemen hemen hepsi ticari kaygılardan tamamen uzak ve popüler kültüre uyum sağlama amacı olmayarak içinden gelen işleri yapıyor. Biz de kıyamadığımız için on yedi yıldır devam ediyoruz. Bizim de başka bir amacımız yok. Bu yarışmayı düzenlerken bunun arkasında bir ticari beklentimiz yok. Hiçbir yazılım ürünü de temsil etmiyoruz, onun satışı için de yapılan bir şey değil. Dolayısıyla teknoloji müziğe ve sanat çok büyük katkı sağlıyor. Ama bu demek değil ki sanat ve müzik ürünleri sadece teknoloji ile yapılır. Bırakın bilgisayarı, teknolojiyi akustik cihazların önemi ve tadı bambaşkadır. Bu durumda araya bir interface giriyor. Hâlbuki akustik çaldığınızda sesi bile yükseltmeden, sekiz on kişi bir araya gelse akustik cihazlar gitar, keman, saz olabilir veya bir akustik piyano olabilir- oradan elde edilen doğal sesin bambaşka bir yeri var. Yani birbirinden daha iyidir demek yanlıştır. Hepsinin yeri ayrıdır. Ama teknoloji sanatı, müziği öldürür veya teknoloji müziği robot haline getiriyor diyenlere katılmadığımı söylemek istiyorum. Öncülük gösterdiğiniz alanlarda sizin geri adım atmanıza neden olabilecek olaylarla karşılaştınız mı? Sizler de arkadaşlarınızda veya kendinizde görüyorsunuzdur, bazen inatçılık insan güven ve mutluluk veriyor. İnat etmekten ayrı bir mutluluk duyuyorsunuz. Ben mesela şöyle sözlerle çok karşılaştım; Amerika’yı yeniden mi keşfedeceksin? Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Ben aynı zamanda sayılarla çok ilgiliydim mesela sayıları kullanarak başka sayılar elde etmek veya bu sayılar arasında enteresan ilişkiler kurmakla ilgilenirdim. Çok saydığım sevdiğim kişiler arasında“Ya bu senin yaptığın iş delinin pösteki sayması, bunun bilimsel bir yararı yok, neden yapıyorsun?” diyenler oldu. Ticarette veya siyasette uzun yıllar harcadığım için bazı insanlar “Yahu işte ticaret de siyaset de yapıyorsun, şu an hala gazete köşelerinde bilmece hazırlamak senin neyine? Niye vakit harcıyorsun?” diyenler oluyor. Bugün bile bununla karşı karşıyayım. Siyaset yapmak çok ciddi bir iş olarak görülüyor. Ben işte konser veriyorum. Konser yaptığım zaman davul çalıyorum bunu takdir eden insanlar oluyor bir yandan da bunu neden yapıyorsun bu siyasetine zarar veriyor diyenler de oluyor. Zaman zaman sizi eleştiren sözlerle karşılaşıyorsunuz. Ama bunlar sizin moralinizi bozmamalı. Demin de söylediğim gibi bunlar sizin yapmak istediğiniz etkinliğe daha çok sarılmanızı da sağlayabiliyor. Siz Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı yaptınız. Sizce insanlar çocuklarına teknolojik cihazlarla alakalı hobiler mi kazandırmalılar yoksa satranç gibi zihin sporlarına da önem vermeliler mi? Bence kesinlikle vermeliler. Satranç bence oyunların şahıdır. Yenme, yenilme bunun mutluluğu veya üzüntüsü olması, bu oyunu oynanabilir hale getiriyor. Ama en önemlisi de satranç bir zekâ sporudur. Bu alandaki diğer etkinliklerle karşılaştırdığım zaman satrancı bu alanda da çok yararlı görüyorum. Hem bir oyun oynayıp zevk alıyorsunuz hem de aynı zamanda çok yaralı bir iş yapmış oluyorsunuz. Örneğin sağlıklı olmak için veya kilo vermek için spor yapıyorsunuz. Bunun için spor salonuna gidiyorsunuz ve yürüyorsunuz, koşu bandını kullanıyorsunuz. On gün, on beş gün yapıyorsunuz, insanlar sıkılıp bırakıyorlar. Hâlbuki şöyle bir zayıflama yöntemi olsa; istediğiniz kadar yemek yiyin, eğlenin ama aynı zamanda da zayıflayın. Çok güzel olur değil mi? Mesela beyin sporu yapmak istediğiniz zaman şu olsa yine insanlar pek yapmak istemezler; evde oturacaksınız 40 dakika beyninizi kaşıyacaksınız. Bunu insan iki gün üç gün yapabilir. Hâlbuki satranç zihin yeteneklerini muhakeme yeteneklerini geliştirdiği için hem çok zevklidir. Aynı zamanda da bir iş yapmış olursunuz. Bu yüzden de herkese tavsiye ediyorum. Bizim sorularımız bu kadar, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Katılımcılar Zülal Aydın Nisa Elif Aydın Alper Ekmekçi Kendimiz Yapalım Köşesi - 7 Merhaba sevgili “Kendimiz Yapalım Köşesi” okurları, Son sayımızda VHDL dilini kullanarak FIFO ve FILO kodları yazmıştık. Bu sayımızda ise kayan yazı kodu yazacağız. Amaç: Reset ve hız seçenekleri olacak şekilde sağdan sola doğru kayan “IEEE” yazısı yazmak Gelin önce yapılacakların listesini çıkaralım. Yapılacaklar: 1. Kayan yazı modülümüzü tasarlamaya başlamadan önce tasarım detaylarına karar verelim. Modülümüzün hız, clock ve reset olmak üzere 3 tane inputu, display ve segments olmak üzere 2 tane outputu olsun. Bunların işlevlerini ise şu şekilde sıralayacağız; Clock: standart logic olan bu input bizim işlemlerimizin gerçekleşmesini tetikleyecek bir kare dalga işlevi görecek. Kare dalgada 0 dan 1 e her geçişte ekrandaki yazılar sola doğru kayacaklar. Reset: standart logic olan bu inputa basıldığında başka hiç bir şeye bakılmaksızın sistem ilk açılış konumuna dönüp tekrar çalışmaya başlayacak. Hız: 2 bitlik bir vektör. Bu vektoru kayan yazının hızını ayarlamada kullanacağız. 2 bitlik bu vektor ile 4 farklı hız seçeneği belirleyebileceğiz. Segments: 7 bitlik bir vektör olan bu output seven segmentte yakmak istediğimiz harflerin, 7 bitlik kodlarının (a’dan g’ye kadar) tutulduğu yerdir. Display: 4 bitlik olan bu vektör ise boardumuzun sahip olduğu 4 tane displayden hangisinin açık olduğunu belirlememizi sağlayacak. Bildiğiniz gibi birçok board çok yüksek frekans değerlerinde çalışan clock sinyallerine sahiptir. Bir clock frekansı ne kadar yüksek olursa birim zamanda yapabileceği iş sayısı yani hızı artmış olur. Bizim çalıştığımız DIGILENT BASYS 2[1] boardunun clock frekansı 50 MHz. Fakat bu frekans yazının kaydığını görebilmemiz için fazla yüksek, bu değerde göz displaylerdeki değişiklikleri göremeyecek ve sanki ekranda gösterilenler sabitmiş gibi algılayacaktır. Bu sebepten dolayı clock frekansını bölüp küçültmeliyiz. Frequency_divider modülümüz, bizim çalışmak istediğimiz clock hızlarını elde edebilceğimiz bir modül olsun. 50 MHz’lik input sinyalini clk_4Hz, clk_8Hz, clk_16 Hz, clk_32 Hz ve clk_16KHz olmak üzere 5 farklı output sinyaline bölsün. Bu outpular yanlarındaki sayıya göre, kaç saniyede bir işlemlerin yapılacağını belirtsin. (Örneğin clk_4Hz saniye 4 işlem yapacağından her işlemi 0.25 saniyede bir yapacaktır) Bu dizayna göre kayan_yazi modulümüzün giriş-çıkış diyagramı Şekil-1’deki gibi olmalıdır. Şekil-1: Kayan yazı modülümüzün giriş-çıkış diyagramı 2. Kaç tane sürece (“process”) ihtiyaç duyduğumuzu saptayalım. Bu projede ben algoritmam gereği 5 tane process kullanıyorum. Tabi bunların sayısını azaltmak veya artırmak çeşitli yollarla mümkündür. Bu processleri şu şekilde sıraladım; İlk processimiz clk_16KHz ve rst inputlarına duyarlı bir processin içinde hangi displayin açık olacağına ve gösterilecek harfe karar verecek sinyallerle işlem görecek. Displayleri açıp kapamada kullanacağımız sinyalin, bir önceki processde aldığı değerlere göre, displaylerimiz sırası ile açılıp kapanacak. Harfleri belirlemede kullanacağımız sinyalin ilk processde aldığı değerlere göre displayler çeşitli paremetreler alacaklar. Displaylerin aldığı bu parametreler reset ve çalışmasını istediğimiz hıza uyacak şekilde, ekranı oluşturan ledlerin (a’dan g’ye kadar) uygun şekilde yanmasını ve bize istediğimiz harflerin gösterilmesini sağlayacaklar. Son processimiz ise devremizin çalışma hızının belirlenmesi için kullanılacak. 3. Hangi ara sinyallere ihtiyaç duyduğumuzu saptayalım. Öncelikle frequency divider modülümüz ana modülümüz olan kayan_yazi modülümüz tarafından kullanılacağı için bazı ara sinyallere ihtiyacımız olacak. VHDL dilinde eğer bir modül başka bir modül tarafından kullanılacaksa bu modüllerin birbirine ne şekilde bağlanacağı port map dediğimiz kısımda belirtilmelidir. Örneğin bizim durumumuzda; Board tarafından sağlanan 50 MHz’lik global clock sinyali frequency_divider tarafından alınıp bölünüyor. Dolayısı ile frequency_divider modülü inputu boarddan alıp, outputlarını kayan_yazi modülüne input olarak vermelidir. Çünkü, kayan_yazı modülümüzün çalışmasını istediğimiz frekanslar, aslında frequency_divider tarafından bölünerek üretilmiş değerlerdir. Fakat VHDL dili ancak outputlara değer atayabilmemize izin verir. İnputlara değer atanamamasının nedeni inputlardan gelen verilere göre işlemler yapılmasıdır. Dolayısı ile bir modülde output olan sinyaller diğer modülde input olacaklarsa bunun için ara sinyaller kullanıp, bunları port mapte belirtmeliyiz. Dolayısı ile clk16KHz, clk4Hz, clk8Hz, clk16KHz, clk32Hz ara sinyallerini tanımlamamız gerekiyor. Ayrıca bu hızlardan hangisinin bizim çalışmak istediğimiz hız olduğunu belirlemede kullanacağımız bir kayma_hizi sinyalimiz de olmalıdır. Diğer bir dikkat etmemiz gereken konu ise piyasada kullandığımız boardların çoğunun farklı display ekranlarında farklı imgeler gösterememeleridir. Hepsi aynı imgeyi gösterebilirler. Bunun nedeni display işlemi için gereken I/O portların sayısını azaltmaktır. Fakat biz projemizde aynı anda farklı şeylerin farklı displayler tarafından gösterilmesini ve bunların sola doğru sürekli kaymasını istiyoruz. Bunun için gözümüzün algılayamayacağı bir frekansta displayleri sırayla bir tanesi açık olacak şekilde hızlıca kapayıp açmamız gerekmektedir. Bu durumda aynı anda sadece bir display belli bir harfi gösterebilecektir. Ama bu işlemi hızlı yaptığımız zaman farklı harfleri sabit duruyormuş gibi görebileceğiz. Dolasyı ile clk16KHz sinyalini tekrar kullanmamız gerekecek. 4 tane displayden hangisinin yanacağını ise select_display diye bir sinyalle, hangi harfin gösterileceğini ise harf adında bir sinyalle gösterebiliriz. Kayan yazı algoritmamızdaki en önemli noktası bir displaydeki harfin, belirli zaman aralıkları ile değerini daima bir yanındakine vermesidir. Bu durumda bu displaylerdeki hafler zamana bağlı birer değişken haline geleceklerdir. Dolayısı ile bunları paremetrik sinyaller şeklinde tanımlamamız daha iyi olacaktır. Yazdırmak istediğimiz “IEEE” kelimesi 4 harften oluşmaktadır. İsterseniz bu kelimenin kayışını daha rahat gözlemleyebilmek için başına ve sonuna 3’er hane boşluk koyalım. Bu durumda boşluklar (toplam 6 tane) ve harfler olmak üzere (toplam 4 tane) toplamda 10 farklı parametreye ihtiyacımız var. Fakat bu parametreler içlerinde barındıracakları harf bilgisine göre seven-segment-displaydeki ilgili ledleri yakacağından, 7 bitlik vektörler şeklinde tanımlanmalıdırlar. Dolayısı ile son olarak disp0,disp1,disp2,disp3,disp4,disp5,disp6,disp7,disp8,disp9 ara sinyallerine ihtiyacımız var. 4. Projemizdeki süreçleri parça parça yazalım. Önce frequency_divider kodumuzu yazalım. Frequency divider kodumuzu clock inputuna bağlı tek bir process ile yazabiliriz. Eğer elimizde 24 bitlik bir değişkenimiz olursa, bunun en sağdaki basamağı (least significant bit) en sık aralıkla değişen bit olacakken, en sondaki basamak ise en az değişen bit olacaktır. Bu mantıktan hereketle çok hassas olmayan bir frequency divider kodu yazabiliriz. Bu değişkenin istediğimiz hıza yakın hızda değişen basamağını, herhangi bir outputa atadığımız zaman yeni bir clock sinyali tanımlamış oluruz. Örnek vermek gerekirse 24 bitlik sayının 0. biti 50 MHz ile değişirken, 1. biti 25 MHz, 2. biti ise 12.5 MHz ile değişecektir. Sonuç olarak bu 24 bitlik değişkenin 10. bitinden 16KHz, 21. bitinden 32Hz, 22. bitinden 16Hz, 23. bitinden 8Hz ve 24. bitinden 4Hz lik sinyalleri yaklaşık olarak elde edebiliriz Şimdi kayan_yazi modulümüze geçebiliriz. Öncelikle modülümüzün girdi ve çıktılarını kullandığı sinyalleri ve diğer modülleri (port map) tanımlayalım. library IEEE; Displaydeki yakılacak harfi paremetrik olarak belirlemek ve displayleri sırası ile yazmak için bir processe ihtiyacımız olacağını belirtmiştik. Gelin şimdi bu processi tanımlayalım. Şimdiki processimiz sırayla displayleri açıp kapayacak. Şimdiki processimiz ise harfin parametrik değerler almasını sağlayacak. Son olarak hızı belirleyecek processi yazmalıyız. BASYS 2 Board kullancaklar için son olarak aşağıda kendi kullandığım pinlerin konumlarını veriyorum. Tabi isteyenler örneğin reset butonu yada hız switchleri gibi pinleri değiştirebilirler. Umarım bu sayıdaki kodumuz ile beraber dijital devrelere ve VHDL diline biraz daha ısınmışızdır ve sevebilmişizdir. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere, herhangi bir durumda soru ve sorunlarınız için benimle iletişime geçebilirsiniz J [1]: http://www.digilentinc.com/Products/Detail.cfm?Prod=BASYS Caner ODABAŞ [email protected]