t. c yüzüncü yıl üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü ingiliz dili ve

Transkript

t. c yüzüncü yıl üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü ingiliz dili ve
T. C
YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
F. SCOTT FITZGERALD’IN THE GREAT GATSBY VE THIS SIDE OF
PARADISE ADLI YAPITLARINDA ‘AMERİKAN RÜYASI’NIN SONU
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Rıdvan ERGİN
VAN − 2005
T. C
YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
F. SCOTT FITZGERALD’IN THE GREAT GATSBY VE THIS SIDE OF
PARADISE ADLI YAPITLARINDA ‘AMERİKAN RÜYASI’NIN SONU
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Rıdvan ERGİN
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Bülent C. TANRITANIR
VAN − 2005
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ’NE
Bu çalışma, jürimiz tarafından İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM
DALI’NDA YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
İmza
Başkan:……………………………………………..…………
……………………
Üye (Danışman):………………………………….………….
……………………
Üye:…………………………………………………………..
...………………….
Üye:…………………………………………………………..
……………………
Üye:…………………………………………………………..
……………………
ONAY: Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.
…../ ….. / 2005
……………………………
Enstitü Müdürü
I
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………….. .II
KISALTMALAR……………………………………………………………………III
GİRİŞ………………………………………………………………………………... 1
1. BÖLÜM…………………………………………………………………………...3
1.1. 1920’LERİN AMERİKA’SINA GENEL BİR BAKIŞ………………………….3
1.2. DÖNEMİN EDEBİ VE KÜLTÜREL ÖZELLİKLERİ………………………..11
1.3. YİTİK KUŞAK VE CAZ ÇAĞI………………………………………………..16
1.4. AMERİKAN RÜYASI İLE İLGİLİ TANIMLAMALAR……………………..23
2. BÖLÜM………………………………………………………………………….28
2.1. F. SCOTT FITZGERALD’IN YAŞAMI……………………………………….28
2.2. FITZGERALD’IN EDEBİ KARİYERİ……………………………….……….32
2.3. FITZGERALD ROMANI’NIN UNSURLARI: KARAKTER, TEMA
VE ÜSLUP……………………………………………………………………..34
2.4. FITZGERALD VE AMERİKAN RÜYASI……………………………………36
3. BÖLÜM………………………………………………………………………….38
3.1. THIS SIDE OF PARADISE (1920)………………………………….………....38
3.1.1. OLAY ÖRGÜSÜ, KARAKTERLER VE TEMA……………………..…..39
3.1.2. ROMANDAKİ SEMBOLLER………….………………………………….50
3.1.3. ROMANIN YAYINLANMASI VE YANKILARI………………………...51
3.1.4. FEMİNİST YORUM VE DEĞERLENDİRMELER...…………………….52
4. BÖLÜM………………………………………………………………………….54
4.1. THE GREAT GATSBY (1925)…………………………………………………..54
4.1.1. OLAY ÖRGÜSÜ, KARAKTERLER VE TEMA…………………………55
4.1.2. SEMBOLLER VE MECAZİ ANLATIM………………………………….66
4.1.3. ROMANIN YAYINLANMASI VE YANKILARI …………..…………...68
4.1.4. MİTOLOJİK YORUMLAR……………………………………………….69
5. SONUÇ…………………………………………………………………………..75
6. KAYNAKLAR…………………………………………………………………...77
7. ÖZET……………………………………………………………………………..81
II
ÖNSÖZ
Amerikan edebiyatında ‘Caz Çağı’ ya da ‘Çalkantılı Yirmiler’ olarak
nitelendirilen dönemde yaşayan ve yapıtlarında özellikle yaşadığı dönemi anlatan F.
Scott Fitzgerald, dönemin sözcüsü ve gençliğin sesi olarak kabul edilir. Yalın ve
gerçekçi anlatımı ile öne çıkan yazarlardan biridir. Yapıtlarında dönemin kural
tanımayan ve ‘Yitik Kuşak’ olarak kabul edilen gençliğin yaşantısını, endişelerini ve
önceki kuşağa karşı hissettiklerini ve içinde yaşadıkları toplumda yabancılaşma
süreçlerini anlatır. Fitzgerald'ın yapıtları kendi yaşantısından izler taşır ve özellikle
This Side of Paradise otobiyografik bir roman olarak kabul edilir. Fitzgerald’ın
yaşamı, dönemin genel yapısını yansıtır. Yaşadıklarını tarafsız ve gerçekçi bir
anlatım tazrıyla sunması, genç bir yazar olarak gençliği anlatması onun önemini bir
kat daha arttırır.
Amerikan toplumunun, 1920’li yıllarda, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir
refah dönemi yaşaması bireylerin yaşantılarında önemli değişiklikler yapar. İnsanlar
artık sahip oldukları eşyalarla anılırlar. Kadınlar daha rahat tavırlar içine girerler ve
daha önce hiç de hoş karşılanmayan davranışlar sergilerler. İnsanların istedikleri
şeylere kolay ve hızlı bir şekilde, çoğunlukla da yasadışı ya da ahlaki olmayan yolları
kullanarak ulaşma yolunu seçmeleri Amerika’nın kuruluşundan beri süregelen mitin,
‘Amerikan Rüyası’nın yozlaşmasını da beraberinde getirir.
Bu çalışmada, F. Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsby ve This Side of
Paradise adlı yapıtlarında, ‘Amerikan Rüyası’ ve bu olgu ile ilintili unsurların,
yazarın yaşamı ve edebi kariyeriyle birlikte toplum üzerindeki etkileri irdelenmeye
çalışılacaktır. The Great Gatsby’nin kahramanının ideali peşinde koşarken
yaşadıkları, This Side of Paradise’ın kahramanının kendisini gerçekleştirme yolunda
attığı adımlar, ‘Amerikan Başarı Düşü’ ya da ‘Rüyası’ bağlamında ele alınacaktır.
Bu çalışmanın oluşumunda katkısı bulunan herkese, özellikle de bölüm
başkanım ve hocam Doç. Dr. Hasan Boynukara’ya, danışmanım Yrd. Doç. Dr.
Bülent C. Tanrıtanır’a, Sosyal Bilimler Enstitüsü sekreteri Kemal Demir’e ve enstitü
elemanlarına teşekkürü bir borç bilirim.
Rıdvan ERGİN
VAN, 2005
III
KISALTMALAR
1. H. A. L.: The Harper American Literature,
2. ed.: editor
3. T.G.G. and M.T.: The Great Gatsby and Modern Times
4. Info: Information
GİRİŞ
20. yüzyılın ilk yirmi yılında Amerika’da ekonomik, toplumsal ve siyasal
alanlarda hızlı ve köklü değişimler gerçekleşir. Ekonominin gelişmesi sonucunda
büyük kentler gelişmekte ve buna bağlı olarak aile yapısı da değişmektedir.
Kadınların daha serbest olması ve iş hayatına girmesi toplumsal yapı üzerideki
etkilerini de beraberinde getirir. I. Dünya Savaşı’nın da Amerikan toplumu
üzerinde çeşitli etkileri görülür. Genç ve yaşlı kuşak arasında neredeyse bir
uçurum oluşur ve genç insanlar herhangi bir şeye bağlı olmaktan uzaktırlar,
huzursuz, ümitsiz ve tatminsizdirler. Geçmişe ve geleceğe inançları kalmamıştır ve
onlar için kullanılan ifade ‘Yitik Kuşak’tır.
1920’li yıllarda Amerikalı yazar ve sanatçılar kendi vatanlarında
istediklerini ifade edebilecekleri özgür bir ortam olmadığını düşündüklerinden
Avrupa’ya göç ederler. Bu dönemde yazarlar toplumsal konulara gerçekçi bir
yaklaşımla yönelirler. Birey − toplum ilişkileri ve toplumsal tabakalar arasındaki
ilişkiler irdelenir. Amerikan romanı bu dönemde özgünleşme ve değişik tarzları
kullanma anlamında olgunlaşma gösterir.
Bu dönem yazarları ‘Yitik Kuşak’
yazarları olarak da bilinirler çünkü onlar, topluma karşı, ait oldukları genç kuşağın
hissettiği türden duygular taşıyorlardı. Gençliğin duygularını ve içinde
bulundukları, karamsarlık ve yabancılık şeklinde özetlenebilecek ruh halini
kendileri de yaşıyor ve yapıtlarında ele alıyorlardı. ‘Yitik Kuşağı’, ‘Caz Çağı’nı ve
1920’lerin toplumsal yapısını en iyi anlatan yazarlardan biri de F. Scott Fitzgerald
olarak kabul edilir. Çalışmamızın ilk bölümünde 1920’lerin Amerika’sının genel
yapısı, edebi ve kültürel özellikleri, dönemi genel olarak ifade eden kavramları ve
‘Amerikan Rüyası’nı açıkladıktan sonra, Fitzgerald'ın yaşamı, edebi kariyeri,
romanlarının genel özellikleri ve ‘Amerikan Rüyası’nı ele alış şekli üzerinde
durmak amaçlanmıştır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde, yazarın This Side of
Paradise ve The Great Gatsby adlı yapıtlarında 1920’lerin ve ‘Amerikan
Rüyası’nın, toplumsal yaşamdan kesitler sunarak anlatılması, bireylerin idealleri
ve bunlara ulaşma şekilleri irdelenmeye çalışılmıştır.
Fitzgerald, hem kendi yaşamı hem de yapıtlarıyla, yaşadığı ‘çalkantılı’
dönemi anlatır. En önemli romanları olarak görülen The Great Gatsby ve This
2
Side of Paradise’ta toplum ve birey ilişkileri, üst sınıf −alt sınıf arasındaki ilişkiler
ve insanların içsel gelişimleri üzerinde durulur. Çalışmamıza konu olan ‘Amerikan
Rüyası’, Fitzgerald'ın yapıtlarında, kahramanların ulaşmak istedikleri ideallerin
yaşamları üzerindeki etkileriyle ele alınır. Fitzgerald'ın otobiyografik bir romanı
olarak kabul edilen This Side of Paradise’ın kahramanı olan Amory Blaine’nin
yaşamı ve içsel gelişimi, idealleri, kendisini tanıma ve gerçekleştirme çabaları
yazarın yaşantısıyla örtüşür. Romanın her bölümü Amory’nin gelişiminin bir
aşamasını ortaya koyar. Aşık olduğu kadınlarda aradığı idealleri onu her defasında
düş kırıklığına uğratsa da, Amory sonunda kendisini biraz daha tanıdığını düşünür.
Fitzgerald’ın şaheseri ve bir dünya klasiği olarak kabul edilen The Great
Gatsby adlı romanı ise, kahramanının ideali ya da rüyası olan kadına ulaşmak için
hayatını feda etmesi üzerinde dururken, Amerikan toplumsal yapısına, bireylerin
birbirleriyle olan ilişkilerine ve dönemin genel özelliklerine ışık tutar. Gatsby’nin
rüyası, ‘Amerikan Rüyası’nın farklı bir versiyonu olarak ele alınır ve Fitzgerald,
bu romanında bu rüyanın veya düşün, bozulmamış şekline göndermeler yaparak
gelmiş olduğu noktayı gözler önüne serer. Onun asıl eleştirdiği, insanların
düşlerine ulaşmak için çıkmaz sokaklara girmeleri, maddi şeyleri gösteriş olarak
kullanıp düşlerini ve ‘Amerikan Rüyası’nı kirletmeleridir. Kendi ifadesiyle
‘akıntıya kürek çekmek’, Fitzgerald'ın karakterlerinin
ve 1920’lerin ‘Yitik
Kuşağı’nın özelliklerinden birisidir (Fitzgerald, Büyük Gatsby 182).
3
1. BÖLÜM
1.1. 1920’LERİN AMERİKA’SINA GENEL BİR BAKIŞ
Caz Çağı “ Mucizeler, sanat, aşırılık ve politikayla hiç ilgisi olmayan bir
hiciv çağıydı” ∗ ( The Harper American Literature, third edition 1867).
İki yüzyıla yakın bir tarihi olan Amerikan Edebiyatı’nda roman türünün
ancak yüz elli yıllık bir geçmişi vardır. Bu gecikmenin başlıca nedenlerini, 19.
yüzyılın ikinci yarısındaki sanayileşme hareketlerinden önce ilk kuruluş yıllarında
Amerika’nın toplumsal ve kültürel yapısında aramak gerekir. Toplumsal açıdan
Amerika, 1776’da sömürge olmaktan kurtulup bağımsızlığını kazanmasından İç
Savaş (1865) yıllarına dek geçen zaman içerisinde genellikle tarımsal ekonomiye
yönelik, belirgin sınıfsal çizgileri olmayan bir topluluktu. Kültürel bakımdan ise
Amerikan edebiyatı bağımsızlığını uzun yıllar gerçekleştirememiş, İngiliz
edebiyatına bağımlı kalmıştır. 19. yüzyıl başlarında Amerikan romanında yeni
gelişmeler görülür. Yerleşen toplum düzeni ile birlikte romancının görüşünü,
toplumsal özlemlerini, kişisel değer yargılarını ve benliğini bulma çabalarını
içeren romanlar yazıldı. Seçkin Ergin dönemle ilgili olarak şöyle der:
İç Savaş Amerikan toplum düzeninde köklü değişimlere neden oldu.
Amerika tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine yöneldi. Darwin ve
Spencer’in bilimsel buluşları ve buna bağlı gelişen yeni bir insan kavramı,
kentleşmenin getirdiği sorunlar ve en önemlisi Avrupa gerçekçiliğinin
etkisi, Amerika’da “Gerçekçiliğin” gelişmesini hazırladı (Amerikan
Romanı 1900-1950 107-108).
1920’lerin Amerika’sına damgasını vuran en önemli gelişmelerden biri
Büyük Savaş ya da I. Dünya Savaşı’dır. Savaş, kökleşmiş gerçekleri, örneğin
kahramanlık idealini, ardında düş kırıklıkları ve endişeler bırakarak yerleşik inanç
ve değerler bütünü bağlamında kültür kavramlarını altüst etti (Pelzer 16). Bu
∗
Fitzgerald’ın yaşadığı ve kaleme aldığı dönemle ilgili olarak söylediği söz.
4
yıllarda Birleşik Devletler ilk önce eşi görülmemiş bir refah dönemini ve daha
sonra da tarihindeki en şiddetli ekonomik krizi yaşadı. 1920 sonbaharında,
Amerikalılar, ilk radyo yayınını duydular; 1929’da radyo satın almak için 852
milyon dolar harcadılar. Bu arada sinema, beysbol ve boks büyük sektörler halini
alıyordu. 1922’de yaklaşık 40 milyon insan sinemaya gidiyordu ve 20’lerin
sonlarında ortalama 100 milyon kişi her hafta sinema bileti satın alıyordu.
Her ne kadar ülkenin bazı bölgeleri kırsal ve tarımsal kimliğini sürdürmeye
ve Güney hâlâ fakir kalmaya devam ediyorsa da kentsel, endüstriyel, ticari, zengin
ve gittikçe daha seküler olmaya başlayan yeni bir yaşam şekli açıkça
kurulmaktaydı. Bu dönem radyo, sinema ve seyirci çeken sporlar gibi rekabete
dayalı eğlence türlerini ortaya çıkarsa da, aynı zamanda yeni dergilerin ve
yayınevlerinin gelişiminin reklamcılığın büyümesiyle birlikte şaha kalktığı bir
dönemdir.
Yine aynı dönemde Amerika’nın en yeni Püriten uygulaması olan “içki
yasağı” yüzlerce lisanslı salonun yerini çoğunlukla organize suç örgütlerinin
kontrol ettiği yasadışı gizli meyhanelerin almasına neden oldu. Kısa bir süre sonra
kanunlara aykırı olarak, gelişigüzel içki içilmesi ince bir zevkin işareti olarak
kabul edildi. 1919’un “ Komünist/ Kızıl” korkusu gibi, 1920 Palmer Baskınları
“yabancılara”, “anarşistlere” ve “komünistlere” karşı sanatçı ve yazarlar arasında
yasal olanların yanı sıra yasadışı düşmanlık söylemlerini arttırdı. “Bilinçli, ilgili”
vatandaşlardan oluşan Ku Klux Klan gibi gruplar siyasi, dini ve ırkçı azınlıkların
üyelerine zulmederek ve hatta onları öldürerek ülkeyi “korumak” için organize
olmaya başladılar. Ku Klux Klan, Beyazların siyasi, ekonomik ve toplumsal her
alanda üstünlüğünü ve egemen olması tezini savunuyordu. Bu grubun üyelerinin
amacı Amerika’yı Beyaz olmayan insanlardan temizlemekti ve yalnızca
kendilerini gerçek Amerikalı ya da Amerika’nın gerçek sahipleri olarak
görüyorlardı. Köken olarak Püriten düşünceye dayanan bu grubun amacı
Amerika’da mükemmel ve saf bir toplum oluşturmaktı. Onların ‘Amerikan
Rüyası’ buydu ( H.A.L. 1867). İçki yasağı yeni bir Püriten düşüncenin yükselişini
işaret ediyordu.
Materyalizm ve yerli haklarını koruma siyaseti gibi, cinselcilik (sexism) ve
ırkçılık da yayıldı. 1920’de, yaklaşık bir asırlık uğraşı ve protestolardan sonra,
5
kadınlar oy kullanma hakkı kazandılar. Fakat bu yeni oylar siyasi yaşamı çok fazla
değiştirmedi. Bu arada ırkçılık çok daha açık ve hızlı bir şekilde yayıldı.
Kendilerini öz yurtlarında garip gibi hissettiklerinden, yabancılaşmış bir
nesle mensup
birçok yazar, müzisyen ve diğer sanatçılar Avrupa’ya gitmeye
başladılar. Çünkü orada daha özgür bir ortam olduğunu düşünüyorlardı.
1923’te New York Borsası’nda satışlar ilk kez 235 milyon hisseyle tavan
yaptı, 1928’in sonunda satışlar 1.1 milyar hisseyi geçti. 1922-1929 yılları arasında
ekonomik bir patlama yaşandı. Yaşam standardı üst sınıflar için hiçbir yerde
olmadığı kadar yüksekti, ama yine de zenginler gittikçe daha çok zenginleşirken
fakirler de gittikçe daha çok fakirleşti. Bu refah döneminde seri otomobil üretimi,
radyonun yaygınlaşması, sinema endüstrisinin büyümeye ve elektrikli ev
aletlerinin kullanılmaya başlaması, Amerikalıların yaşam standardı üzerinde
hissedilir derecede olumlu etkiler yapan faktörler olarak kabul edilebilir. Toplum
yapısı, toplumsal tavır ve tutumlar çok açık ve büyük çaplı değişimler geçirdi.
Toplumsal alanda ayrıca üst sınıfın yaşam standardının yükselmesiyle birlikte
varoşlar ve gecekondu mahalleleri ortaya çıktı, şehir merkezlerinde arsa
fiyatlarının yükselmesi sonucunda daha fazla gökdelen inşa edildi ( Keller 32-33).
Birleşik
Devletler’in
kırsal
kesimlerinde
şehirlerin
tam
aksine
gelenekselliğe ve toplumsal kurallara destek ve bağlılık hala güçlüydü; örneğin
içki yasağına destek ve Darwin’in Evrim Teorisine ise tam bir karşı çıkış söz
konusuydu. Bu eğilimin yansımaları Ku Klux Klan gibi grupların faaliyetlerinde
de görülmekteydi.
1926 yılının başlarında iş dünyası kötü gidiş sinyalleri vermeye başladı ve
New York Borsası çöktü, sınai endeks 228 puan düştü ( % 50’lik bir düşüş). Bu
büyük çöküş, toplumun geneline sefalet, işsizlik, açlık ve evsizlik olarak yansıdı.
Bunun ötesinde Amerikalılar bu krizden psikolojik olarak da oldukça etkilendiler.
Bütün Amerikan ulusu krizin sonuçlarıyla, ümitlerini yitirmiş bir halde, karşı
karşıya kalmış görünüyordu. Yüz binlerce işsiz, Amerikan günlük yaşamında
oldukça büyük değişiklikler meydana getirdi. Bir refah döneminden sonra şimdi
artık yemek kuyrukları ve kirasını ödeyemeyen evsizlerin oluşturduğu göçmen
işçiler ortaya çıkmıştı (35).
6
Toplumda geleceğe güven kalmadı, insanların yapmış oldukları birikimler
ve gelirler azaldı, işsizlik, iflaslar ve intiharlar arttı. Bu dönemde yazarlar ve
sanatçılar fakir halkın çilelerini ve hayatta kalmak için gösterdikleri metanetli
vakarı kaydetmeye çalıştılar. Aynı zamanda “kültür” düşüncesine ‘Amerikan
Rüyası’ ve ‘Amerikan tarzı yaşam’ gibi sıkça kullanılmaya başlanan deyimler
eklenmiş ve bunlara yeni bir ilgi duyulmaya başlanmıştır ( H. A. L. 1871-72).
Savaş öncesi ve savaş sonrası nesil ( genç ve yaşlılar) arasında ilk başta bir
iletişimsizlik vardı. Ayrıca toplumsal değerler ve ahlak konularında kopukluk ve
anlaşmazlık söz konusuydu. I. Dünya Savaşı sonunda her yerde eleştiri, itiraz ve
suçlama vardı ( Hoffman 5). Savaş sonrası gelişmeler, aynı zamanda edebiyata da
yayılan amaçsızlık, çürüme, siyasi çöküş ve kültürel boşluk duygusuna yol açtı
(Pelzer 16).
Amerika’nın endüstriyel zenginliği ve ruh fakirliği fenomeni, modern
eleştiri tarihinde, üzerinde en çok durulan konulardan birisidir. Pragmatizm ve
liberalizm dönemin aydınlarının önemli uğraşı alanlarıydı. Belki de savaş sonrası
düşünürlerin en dikkat çekici özelliği, reddetme tavrıydı; orta sınıfın yavan
rahatlığını ret, liberal kuramcıların ümitsiz sözlerini ret, ve son olarak, savaşın
gelenekleri yenileme, canlandırma ya da gelenekleri yok etmeden değiştirme
fırsatı doğurduğu iddiasını ret. 1920’ler geleneğe karşı çıkma ve insanın doğasıyla
ilgili – kişisel inançları, düşünceleri veya kurtuluş yolu arayışları – herhangi yeni
bir öneriyi deneme, uygulama hırsıyla belirginleşmişti (Cowley 40).
Aynı zamanda, otoriteye karşı isyan amaçlı bir yaşam tarzı olan
Bohemya’nın ortaya çıkışı da bu döneme denk gelir. Bu, savaşın neden olduğu
saygı ve görgü kurallarına uyma geleneğinin yok oluşunun doğal bir sonucuydu.
1920’li yılların romanları sürekli olarak genç neslin nefret edilen davranışları için
savaşı suçladı. Gençliğin büyüklerine ‘Bize yalan söylediniz. Fikirleriniz bozuk ve
kötüydü, sizi ve düşüncelerinizi reddediyoruz’ deme haklarının olduğu anlatılırdı
(41).
Büyük çapta ve çeşitlilikte bilimsel buluş ve icatlar yapıldı. Bir anlamda
bilim, Bohemya’yı geleneksel din ve ahlak kurallarına başkaldırma eğilimlerini, bu
olgulara
şüpheci yaklaşımıyla destekledi. Bohemyalar, Marksist kuram ve
sosyalizmin birçok şekliyle ilgilenmeye varacak kadar siyasi radikaldiler.
7
1920-1930 yılları arasında sanatçı ve yazarlar Fransa’yı ikinci vatanları
olarak seçtiler. Bunun nedenini Gertrude Stein şöyle açıklar: “Çünkü bir sanatçı
memleketinden uzak olmaya ihtiyaç duyar”. Mc Almon ise: “Çünkü Avrupa’da
insanın özel yaşamına daha az müdahale vardır” (Pelzer 14-33) demiştir. Fransa,
Amerikalı yazar ve sanatçılar için müthiş bir edebiyat ve sanat merkeziydi. Çünkü
Fransa’da 19. yüzyıl geleneği, Amerikalı aydınların yapılmasını gerekli
gördüklerini daha önce ve daha başarılı bir şekilde gerçekleştirdi.
Amerika’dan kaçış, aynı zamanda Amerikan Püritenizmi ile mücadelenin
bir parçası oldu. 1920’lerin göç olgusu dönemin yaşam ve sanat yapısında derin
etkiler bıraktı. Amerika’dan Avrupa’ya göç eden yazar ve sanatçıların öncelikle
kendi iç dünyalarında değişiklikler oldu. Bu değişiklik bir yere ait olmama
duygusu, hem kendi vatanlarından uzak olmanın da bir sonucuydu. Yazar ve
sanatçıların iç dünyalarındaki değişiklikler doğal olarak yazdıklarında da etkilerini
göstermiş ve ardından da okurlarda, özellikle de genç kuşakta etkiler ve
değişiklikler yapmaya başlamıştır.
Ağustos 1914’te I. Dünya Savaşı’nın ilanı bu savaşta bulunmak için çok
yaşlı olan kesim için derin bir şok etkisi yarattı. I. Dünya Savaşı Amerikan
toplumu için tam bir dönüm noktasıdır. Amerika, I. Dünya savaşından daha güçlü
ve bütünleşmiş olarak çıkmıştır ( Keller 30).
Genç kuşağın çoğunluğu, I. Dünya Savaşı’na, geleneklerine ve vatanlarına
bağlılık duygusu taşıdıkları için ya da bir dava uğruna girmedi. Savaş, gençlerde
soyut bir tehlike yaşama arzusu uyandırdı. Tehlike sıkıcılıktan kaçıştı, örselenmiş,
körelmiş duygular için bir uyarıcıydı (Cowley 41).
Genç kuşak için boşluk, hiçlik, hiçbir işe yaramama duygusu ve ruh hali,
ahlaki zorunlulukla ilgili soru ve sorunlara omuz silkme, büyük ölçüde savaşın
sonucuydu. Savaş sonrası nesil, büyük ve aptalca bir kandırmacaya kurban
gittiğini hissediyordu. Savaş onlara gerçek olan hiçbir şey getirmemişti. Normal
kabul edilen görüşler şiddetle sorgulanıyordu ve artık gözü açılmış olan nesil,
savaşı kötü ve aptalca bir olay olarak görüyordu. Nesil ‘yitik’ ti çünkü genç kuşak
kendisini gelenek adına var olan her şeyden soyutlamıştı ve geçmişle, tarihle ve
kendilerinden önceki kuşakla ilgili olarak tam bir güvensizlik duygusu içindeydi
(Hoffman 78). Genç erkek ve kadınlar toy ve saftı, büyüklerinin önyargılarından
8
da uzaktı. Bu insanlar çoğunlukla geleneğe ve geçmişe duyarsızdılar ve her
düşünceye ve etkiye açıktılar. Amerikan toplumundaki toplumsal ayrışma gençler
ve yaşlılar arasındaydı. Genç kuşaktan insanlar anne babalarını nadiren ziyaret
ederlerdi ve bazıları 40 yaşın üzerindeki insanlarla zorunlu durumlar dışında
neredeyse hiç konuşmazlardı. 1920’ler aynı zamanda insanın toplumsal konularda
kişisel bir düşünceye sahip olmasına saygı duyulduğu nadir dönemlerdendi.
Gelişmelere bakıldığında 20. yüzyılın, Amerikan yüzyılı olacağını
kestirmek mümkündü: 1893’te Roentgen, X-rayı keşfetti; 1898’de Curies radyumu
tanımladı ve saatte 100 kilometre yapan yeni bir otomobil geliştirildi. İnsanlar
artık, dinamoya neredeyse tapıyorlardı ve bu makine bütün toplumların yapısını
yeniden şekillendirecekti. İnsan ilişkileri değişmekteydi. Dünyanın yeniden
oluşumu, ahlaki olduğu kadar fizikseldi de. Amerika bir devrim çağına giriyordu.
Bu devrim, daha önce hiç yaşamadıkları heyecan verici duygular arayan, çoğu
zaman siyasi gruplarla ortak noktalarda birleşen, yeni deneyselci sanat
hareketlerinin, geniş çaplı
özgürlük arayışlarını kapsayan yeni bir başlangıcı
beraberinde getiriyordu. Bütün bunlar büyük bir demografik ve toplumsal
değişimle destekleniyor ve geçiş döneminin farkında olan bir kuşağın ruh halini
yansıtıyordu. Bu geçiş eski Amerika’dan yenisine doğruydu: Küçük kasabalardan
büyük şehirlere göç eden, Püriten zihniyetten yeni bir sanatsal ve toplumsal
özgürlüğe, Beyaz Anglo Sakson kültüründen çeşitli ırk ve milletten oluşan
insanların kaynaştığı bir potaya geçiş şeklindeydi. Hem feminist argüman hem de
Sigmund Freud’un giderek yayılan etkisinin bir sonucu olarak cinsel reform ve
özgürlük hareketleri söz konusuydu (Bradbury 52−53).
Bu çağ, bir ilerleme ve gelişme çağı olduğu kadar bir ‘bohem’ çağıydı aynı
zamanda. Genç insanlar büyük şehirlerin sanatsal bohem gettolarına taşınıyorlardı.
Yeni siyasi ve sanatsal gruplar ortaya çıkıyor ve küçük dergiler yayımlanıyordu.
Amerikalılar muhtemelen modern gelenek tarihindeki en hızlı değişimin olduğu
bir devirde yaşıyorlardı. Bu değişim ve geçiş furyasının bir nedeni de şüphesiz
Amerikanın I. Dünya Savaşı’na katılmasıydı ve bu savaş Amerika için ilk büyük
dış çatışmaydı. Avrupalılar için I. Dünya Savaşı’nın sonuçları açıktı: 19. yüzyıl
Avrupa düzeninin kökünden sarsılması, altı milyon ölü, kıtanın merkezine yayılan
siyasi ve ekonomik kaos, Rusya’da 20. yüzyılın ilk devrim devletinin ortaya çıkışı
9
ve bütün bunların arka planda genel bir ümitsizlik havası ve bir medeniyet çağının
sona erişi yönündeki gittikçe yaygın bir hale gelen bir kanıyı oluşturması.
Amerika’da ise sonuçlar ve etkiler Avrupa’dakinden farklı olmuştur. Birleşik
Devletler ekonomik anlamda kârda, borçlu olmaktan öte alacaklı ve teknolojik
lider ve hatta büyük bir dünya gücü olarak bu savaştan çıkmayı başardı.
1920’ler Kızıl (Komünizm) korkusu ve içki yasağı devri, ilericilik ve
muhafazakar siyasetin çöküşü olduğu kadar, bir çok insanın eski sadeliği ve
‘normalliği’ özlediği bir çağ, aynı zamanda gelenek ve yaşam tarzında köklü
değişimlerin de çağıydı (Bradbury 74).
İçki Yasağı Kanunu ( Prohibition Amendment) Ocak 1920’de etkisini
göstermişti. Ülke çapında grevler yapılıyordu ve bu arada Greenwich Village
düzgün giyimli dedektiflerin cirit attığı bir yer haline gelmişti. Birçok kadın
fahişelikle suçlanıyordu çünkü dedektifler onları sokakta sigara içerken
görmüşlerdi. Çay salonları tehlikeli Komünistlerin yeri olarak düşünülüp baskınlar
ve saldırılara hedef oluyordu. 1921’deki hızlı düşüşten sonra ülkede para
kazanılmaya başlandı; Bu, taksitli alışverişin ve evrensel satıcılığın da dönemiydi
(Cowley 5−8).
Yeni zenginlik, ilericiliğin yapamadığını yaptı: Amerikan ekonomisini
üretim merkezli bir ekonomiden tüketim merkezli bir ekonomiye dönüştürdü; gelir
dağılımını değiştirdi; geçmişi yaşanan zamandan, kırsal alanı da şehirden dışladı;
Amerikan kültürüne, gösterişli veya lüks içinde yaşayan, fakat aynı zamanda
telaşlı insanların hızlı ve yoğun yaşamının bir sonucu olarak metropol kültürünü,
mesajını ve imajını, bütün topluma yayan ileri teknoloji kültürü olma özelliği
kazandırdı. Zenginliğin değişen yapıları ve yeni nesil değerleriyle yeni bir tür
Amerikalılık belirdi: İçki yasağı ve Püritenizm devri aynı zamanda, psikanaliz,
siyahi
caz, genç zamane kızları (flappers), film yıldızları, öpüşme, gizli
meyhaneler ve metropol kültürünün diğer yansımalarını doğurdu (Bradbury 75).
Böylece, birçok Avrupalıyı etkisi altında bırakan kültürel yozlaşma ve modern
düzensizlik hissi, Amerikan toplumunun düşünce yapısını da etkiledi. Çoğu genç
Amerikalı için I. Dünya Savaşı’nın sonu, aynı zamanda yeni bir devrin, Yirmilerin,
başlangıcıydı ve 1929’daki Büyük Çöküş (Great Crash) bu devri bitiren olay
olacaktı.
10
Demir, sanayileşmenin Amerikan toplumu üzerindeki etkilerini şöyle
anlatır:
Endüstrileşmenin doğuşu ile birlikte Amerika’da 19. yüzyılın sonlarında
toplumsal yaşamda büyük değişiklikler olmuştur. Dönemin toplumsal ve
siyasal alanda meydana gelen birtakım gelişmeleri geleneksel inanç ve
değerlere karşı meydan okumuş, yeni çağın bilimsel ilerlemeleri ile
geleneksel değerler büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Baş döndürücü bir hızla
büyük bir makineleşmeye sahne olan Amerikan toplumunda eski ahlaksal
düzenin temelleri kökünden sarsılmıştır. 1890’lı yıllarda sanayileşmenin
bütün ülkeye yayılmasıyla birlikte Amerika mücadelelerle karşı karşıya
gelmiştir. Sanayideki gelişme Amerika’ya büyük bir güç kazandırmasına
karşın toplumsal yaşamı olumsuz yönde değiştirerek birçok sorunu da
beraberinde doğurmuştur. Hem Avrupa’dan akın akın gelen göçmenler
hem de Birleşik Devletlerin küçük kasaba ve çiftliklerindeki yerlilerin akın
etmesiyle büyük şehirler alabildiğine büyümüş ve kalabalıklaşmıştır (14).
1920’ler Amerikan kültürünün kırsallıktan şehirli bir yapıya dönüştüğü
dönemdi. Bunun da ötesinde 1920’ler, üretim kültürünün − yeni iş kurma
girişimleri için elindekini koruma eğilimi − yerini üretilen yeni eşyaların
pazarlanması için gerekli olan bir tüketim kültürüne bıraktı. İnsanlar artık para
biriktirmeye teşvik edilmiyor aksine, bir şeyler satın almaya, daha sonraki ve daha
pahalı modelleri almaları için bir kez kullanıp atmaya yönlendiriliyordu. İnsanlar
bu yönlendirmelere uydu ve sonuçta daha fazla mal üretildi ve tüketildi ya da israf
edildi, para kazanmak veya ödünç almak geçmişte hiç olmadığı kadar kolaylaştı.
İleriyi düşünmek moda dışı sayıldı. 1920’lerde genç erkek ve kadınlar yalnızca
para için değil aynı zamanda genel anlamda yaşam içinde kayıtsız bir güven
duygusu içindeydiler. İnsanlar kişisel maceralara atılırken onlarda risk almış olma
hissi uyandırmayan riskler alıyorlardı çünkü onlar, kendi içlerinde mutlu sona
inanıyorlardı (Cowley, “Fitzgerald: The Romance of Money” 53−54).
Ergin, bu dönemle ilgili olarak şöyle der:
11
Caz çağı yada 1920’ler gibi çeşitli adlar verilen, aşağı yukarı on yıllık bir
süreyi kapsayan bu dönemin topluma getirdiği yenilikleri şöyle
özetleyebiliriz: 19. yüzyılın son yıllarından bu yana giderek gelişen ulaşım
olanakları ve gazete, radyo gibi toplu yayın organları, çoğu maddesel
belirli değer yargılarının ülkenin her yanında özümlenmesini sağlıyordu.
Kadın hakları üzerine uzun süren uğraşılar ürününü vermeye başlamış,
kadının ekonomik özgürlüğüne koşut olarak aile içinde kopmalar
başlamıştı. Herkesin bir üniversiteli kadar genç, neşeli ve güzel olmanın
özlemini duyduğu, futbol yıldızlarının el üstünde tutuldukları, Freudcu
yaklaşımın ve sinema endüstrisinin tabu olmaktan çıkardığı cinsellik
konusunda rahatça hareket eden gençlerin, içkili partilerin, Flapper
(zamane kızı ) adı verilen tüm gelenek ve göreneklere başkaldıran yüksek
sosyeteden genç kızların dünyasıdır bu (Fitzgerald’ın İki Amerika’sı 3).
Amerikan kültüründe 1920’lerde gerçekleşen bir başka değişim ise Harlem
Rönesans’ı ile birlikte ortaya çıktı. Siyahlar Kuzeye doğru giderken, kendileriyle
birlikte geleneklerini
ve müziklerini de götürdüler. Siyahların yoğun olarak
yaşadığı bölgelerde bir Afro- Amerikan kültürü ortaya çıktı. Kendi müziklerini
yaptılar, kendi şiir ve kitaplarını yazdılar ve bunlarla ırk ayrımı ve eşitsizliklere
karşı hissettikleri duygularını yansıttılar.
1.2. DÖNEMİN EDEBİ VE KÜLTÜREL ÖZELLİKLERİ
İç Savaş’tan önceki 30 yılda Atlantik kıyısında Romantizm adı verilen bir
akım gelişti. Bu akımın temsilcilerinden bazıları (Edgar Allan Poe, Nathaniel
Hawthorne, ve Herman Melville) dünya çapında tanındı. Edgar Allan Poe yazdığı
etkileyici şiirleri ve kısa öyküleri ile tanındı. Yapıtlarında yoğun bir şekilde
sembolik dil kullandı. Nathaniel Hawthorne, Püriten düşüncenin toplum
üzerindeki baskılarını ele aldı. O da Poe gibi ustalıklı bir dil kullandı ve
birey−toplum, birey−din ilişkilerini ve özellikle Püriten yapının insanı doğuştan
suçlu kabul eden dogmasını işledi. E. Hemingway ise kendine özgü temaları ve
anlatımıyla dünya çapında tanındı. Boğa güreşleri, savaş ve aşk gibi ilginç konuları
12
tema olarak kullandı. Bu yazarların aksine, Gerçekçiler (Realist) Amerika’nın
bütün bölgelerindendiler: Missisipi’den Mark Twain, Ohio’dan William Dean
Howells, Orta Batı’dan Hamlin Garland; yalnızca Henry James Doğu’dandı,
kültürel ve manevi merkez olan Boston’dan. Aynı zamanda realist teknikleri de
kullanan Amerikan Doğalcıları Stephen Crane, Jack London ve Theodore Dreiser
özellikle alt sınıfları anlattılar. Amerikan Edebiyatı İç Savaş’tan sonra hem
özgünlük hem de yazar ve şairlerin uluslar arası üne kavuşması bağlamında hızla
gelişti, Romantizmden sürekli uzaklaştı ve Eleştirel Gerçekçilik’e yöneldi (Keller
41).
1880’lerde William Dean Howells’in etkisi altında, Gerçekçilik, hakim bir
edebi hareket olmuştur. Yazarlar, tema olarak, içinde yaşadıkları toplumun
doğrudan yansımalarını konu edinmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde Gerçekçilik
kendi gelişimi içinde protesto öğesini de kazanarak eleştirel bir yaklaşım niteliğine
bürünmüştür.
Fransa’da ortaya çıkan Doğalcılık, 19. yüzyılın sonlarına doğru
Amerika’da görülmektedir. Amerikan Natüralistleri, Emile Zola’nın
edebiyatla
ilgili kuramlarını başlangıç noktası olarak kullandılar ve yapıtlarını da, günlük
yaşamın, özellikle alt toplumsal sınıfların yaşamının, gerçek anlamda yansıtılması,
İç Savaş öncesi Romantik fikirlerin tam bir reddi olacağı görüşü üzerine
dayandırdılar. Doğalcılar, halkın büyük çoğunluğunun şık salonlarda partilerde,
eğlencelerde değil, fabrikalarda, tarlalarda, çiftliklerde zor şartlar altında çalışan,
ve soğuk odalarda yaşayan insanlar olduğunu vurgulamaktaydılar. Böylece
edebiyatla ilgili malzeme olarak, yazacakları konular için evsizlerin barındığı
yerlere, maden ocaklarına, gecekondu mahallelerine, arka sokaklara ve ucuz
barlara yöneldiler.
I. Dünya Savaşı sonunda gelişen, olgunlaşarak benliğine kavuşan
Amerikan Romanı, gerek biçim ve gerekse içerik yönünden çeşitli edebiyat
akımlarını denemiştir. Düşünce alanında Darwin’in yanı sıra Marx ve Sigmund
Freud etkinliklerini sürdürürken, üslup bakımından Avrupa’da James Joyce’un
öncülüğünü yaptığı Bilinç Akışı yönteminden ruh bilimsel romana dek büyük
çeşitlilik görülmüştür. Amerikan sistemine karşı duyulan düş kırıklığı ve bireysel
13
olarak varolma mücadelesinin etkileri savaş sonrası Amerikan yazınının belirgin
özelliklerindendir.
Ergin, davranış romanı türünde yazan yazarları şöyle ele alır:
Davranış Romanı dalında akla ilk gelen isimler bu yüzyılın başlarında New
York sosyetesinin amaçsız, dar kafalı ve maddeci yaşantısını anlatan Edith
Wharton, Caz Çağı’nın köksüz, başıboş ve umutsuz gençliğinin romancısı
olarak tanınan ve çizdiği çağdaş tablonun ardında Amerikan tarihini ve
toplum yapısını irdeleyen F. Scott Fitzgerald vardır (Amerikan Romanı
1900−1950 108−109).
20. yüzyıl Amerikan Edebiyatı’nda yazarlar, 19. yüzyılda işlenen temaları
kullanmaktan geri durmamışlardır; kıtanın vahşiliği, bireyin soyutlanışı ve/veya
izolasyonu, toplumla birey arasındaki sorunlar, hareket etme ve ilerleme hırsı,
Avrupa’ya kültürel üstünlük hissi v.s. Ama yine de, Avrupa’da yetişmiş olan
“eğitimli” Amerikalılar, Amerika’nın her şeyin merkezinde olduğunu fark ettiler.
Eski Avrupai düzen artık yoktu ve artık Batı Medeniyeti’ni yönlendirecek olan
ekonomik ve toplumsal gücü elinde tutan Amerika’ydı. Bir anlamda bu savaşı
yalnızca cephede değil her alanda kazanan Amerika oldu. 1920’lerden beri
Amerikan Romanının en karakteristik özelliklerinden biri de, Amerikan yaşamını
evrensel olarak ve gittikçe daha özgürce araştırmasıdır.
Yazar ve sanatçılar, belki de birçok Amerikalıdan daha fazla, toplumun
ahlaki ve toplumsal otorite olma iddialarına şüpheyle yaklaşma eğilimindeydiler.
Onlara göre, Avrupa’ya kültürel anlamda var olduğu düşünülen üstünlük anlayışı
da kendi başına sıkıntılar getirdi.
Amerikan Edebiyatı’nın 20. yüzyılın başlarında ve 1914-1945 yılları
arasındaki (I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı ve II. Dünya Savaşı’nın sonu) belki de
en önemli başarısı, Avrupa’nın büyük devletlerinin edebiyat alanındaki ilerleme ve
başarılarına uzak kalmaması ve hatta bu gelişmeleri kapsayan başarılar elde
etmesiydi. Ford Madox Ford’un yazdığına göre “Orta Batı” edebiyatın etkisiyle
kaynıyordu (H. A. L. 1865). 19. yüzyılın 20. yüzyılın başlarına değin Güney ve
Doğu Avrupa’dan gelen büyük göç dalgaları Amerikan toplumunu değiştiriyordu;
14
göçmen olarak gelen bu insanlar hem edebiyatı değiştirmeye hem de
zenginleştirmeye başlamıştı. Gertrude Stein, Nathaniel West, Henry Roth
Amerika’nın ilk önemli Yahudi yazarlarıydı. Diğer yazarlarla birlikte çalışan,
birçoğu fakir, kadın ve zenci olarak doğan bu yazarlar, Amerikan Edebiyatı’nın
değişimine ve gelişimine katkıda bulundular. Ayrıca, Mark Twain örneğini takip
ederek Amerikan konuşma dilinin farklı versiyonlarını kullandılar.
Edebi gelişimin bir diğer dikkat çekici özelliği de İngiliz Edebiyatı’nın
standart sözcük seçimi ve yapısından kurtaran, demokratikleşme diyebileceğimiz
daha serbest kullanımların yaygınlaşmasıydı. Bu dönem yazarları Caz müziğinin
ritimlerini kullanmaya, ve geleneksel olarak uygunsuz kabul edilen, şiir ve nesre
ait kullanımları denemeye başladılar. Bu bölgesel ve konuşma diline ait
özelliklerin edebiyata uyarlanmasıyla Amerikan Edebiyatı, radyo ve sinema gibi
yeni
medya
araçlarının
topluma
pompaladığı,
teşvik
ettiği
kültürel
homojenleşmeye karşı bir güç oldu.
Savaş bittikten sonra, birçok Amerikalı yazar modern yaşamın detaylarının
derin etkiler bırakan cazibesinin yanı sıra, materyalizme yönelen büyük çelişkisini,
iki yüzlülüğünü, toplum bilincinin yoksunluğunu ve sanata karşı saygının
eksikliğini işleyen yapıtları kaleme almaya başladı. 1920’lerin edebiyatçılarının
ustalık ve deneyim üzerinde ısrarla durması, üslup ve form ile ilgili yeniliklerin
yanı sıra yeni ses ve ritimlerin ortaya çıktığı edebiyat geleneğinin gittikçe daha
yaygın bir hale gelmesinde kendisini gösterdi. Bu yeni ve genişleyen edebiyat
geleneği kendisini aşırı siyasi eğilimlerden soyutlama isteği taşıdığı zamanlarda
bile yazarlar çevrelerinde gördükleri ve kendi iç dünyalarında hissettikleri
kötülüklere ve hayal kırıklığı yaşatan olaylara sanat ve edebiyat yoluyla karşılık
verme gereğini duydular. Edebiyat yaşantılarında aradıkları, hâlâ bölük pörçük
olan, her şeyden şüphe duyan ve hatta alaycı olan bir dünyaya “hayır” demenin
yeni yollarını bulmaktı.
Bu ve bunu izleyen edebiyat ve sanatla ilgili gelişmeler modern(ist)
edebiyata felsefi bir dayanak noktası oluşturuyordu. Çok geçmeden yazarlar, ev
kadınları hakkında, Florida yollarındaki işçiler hakkında, fakir zenci öğrencilerin
cehalet ve önyargının karanlığını yıkma arzusu ile ilgili olarak öykü ve şiirler
yazıyorlardı. Dönemin düzyazı ve şiiri daha önce hiç olmadığı kadar çok yer ve
15
olay çeşitliliği özelliği kazandı; şehirli ve kırsal, gelişmiş ve ilkel, zengin ve fakir
v.b.
Edebiyat, New York’ta merkezlenmişti ancak aslında tam olarak bir
merkez yoktu. Yayımcılık, ekonomi ve tiyatro gibi, 1900’lü yıllardan sonra bir
merkez etrafında toplanıyordu. Bu yeni işleyiş yeni nesil yazarların çocukluğu
boyunca devam etti. Yazarların bir kısmı zengin ailelerin çocuklarıydı, çok az bir
kısmı ise zengin olmayan ailelerden geliyordu. Çoğu doktor, avukat, zengin çiftçi
veya büyümeye çalışan işadamlarının çocuklarıydı, oyun arkadaşları aynı zamanda
orta sınıftan da olduğu için büyük bir sınıfsız topluma ait oldukları yanılgısına
kapılmışlardı. Bazıları 1920’lerin uzun macerasına başlamak için Greenwich
Village’a gideceklerdi. Başlangıçta bu durumun birçok farklı yansıması olacağı
ümidi verilmişti ancak gelişmeler gittikçe toplumsal ve ahlaki bir tepki dönemi
yaratma yolundaydı. Greenwich Village yalnızca bir yer, bir yaşam tarzı değil aynı
zamanda bir doktrindi. 1920’lerde bu doktrin bir düşünce sistemine dönüşmüştü ve
bu sistem de şöyle özetlenebilirdi: Özgür bir nesil yetiştirmek, her insanın / bireyin
kendisini rahat bir şekilde ifade edebilmesi, günü yaşamak, kadın- erkek eşitliği,
sürekli yer değiştirme, özellikle de Avrupa’ya gitme v.b. (Cowley 4−5).
Genç yazarlar lüks ürünleri taksitle bile alamıyorlardı. Kendilerini ticaret
yaşamında yabancı gibi hissettikleri için, bilet paralarını kazanır kazanmaz
Avrupa’ya açılıyorlardı. Bu, o dönem yazarları için ortak bir kader gibiydi. Diğer
bir ortak deneyim ise Büyük Kriz (Great Depression) ∗ oldu ve bu da onlar için
neredeyse savaş kadar sarsıcı ve derin izler bırakan bir olaydı. Yeni kuşak
yazarlar, kelimenin tam anlamıyla edebiyat nesline ait olduğu düşünülen her şeyi
ortaya koydular. Ayrıca, bu savaş sonrası yazarları, deneyimlerinin benzersiz
olduğu düşüncesi ile Amerikan geçmişine yönelik umursamazlıklarını yapıtlarına
yansıttılar. Yazar ve sanatçılar yaşamlarının Püriten standartlarla ve baskılarıyla
yönlendirildiğini, toplumun genelde gereğinden fazla güvende, heyecansız, orta
sınıf olduğunu düşünüyorlardı. Toplumun bireyleri kişisel olmayan ‘ilerici
harekete’ kendisini kaptırmış, teslim olmuştu. Fakat toplumun manevi yönden
bozulmaya doğru gidişi, maddi olarak ilerlemesi ile doğru orantılı olarak
∗
Büyük Kriz (Great Depression): New York Borsası’nın 1926 yılı başlarında çöküşüyle başlayan
ve topluma etkileri çok ağır olan ekonomik çöküş
16
gelişiyordu. Edebiyat geçmişin gölgesinde yaşıyordu. Sevgi, ölüm ve ayrılık
temaları yeterince kullanılmış ve tüketilmişti. Edebiyat çeşitlilikten yoksundu.
Gençlik ve genç yazarlar kendileriyle konuşacak ve hatta isyan edecek kimseyi
bile bulamıyorlardı (19−28).
Amerika’nın hemen her yerinde kadınlar Freud okuyor ve yasakları,
tabuları yok etmeye çalışıyorlardı. Savaş sürerken, Boston, Pittsburgh, Nashville,
Chicago’daki 17−18 yaşlarındaki gençler dünyada olup bitenden insanı dehşete
düşürecek ölçüde habersizdiler.
Genç yazarlar, Amerikan Edebiyatı’nın kendi günlük yaşantılarından
oldukça uzak olduğunu düşünüyorlardı. Etki altında kalmadan, bağımsız bir
şekilde okudukça hayran olunacak yazarların yalnızca yabancı yazarlar olduğunu
fark ediyorlardı. Genç yazarlar bilgeliğin Greklere ait bir sıfat olduğuna ve sanatın
Rönesans’la özdeş olduğuna; şanın yalnızca Paris veya Viyana’ya ait olduğuna
inanmaya başlamıştı. Ancak yine de, daha güncel konularda ve farklı tarzda
yazmayı denediklerinde, tam olarak kendilerine ait olmayan bir dil kullanmak
durumunda kalıyorlardı.
1.3. ‘YİTİK KUŞAK’ VE ‘CAZ ÇAĞI’
‘Yitik Kuşak’ (The Lost Generation), Gertrude Stein’in isimlendirdiği, belli
bir dönem edebiyatçılarının oluşturduğu grup olarak kabul edilebilir. Başlıca, 20.
yüzyılın başlarında doğan, I. Dünya Savaşı’nda kısa süre sonra yetişkinlik çağına
gelen Amerikalı yazarları tanımlamak için kullanılır. Ezra Pound, E.E. Cummings,
Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, Thomas Wolfe, William Faulkner ve John
Dos Passos ‘Yitik Kuşak’ yazar ve şairleri olarak sınıflandırılabilirler. ‘Yitik
Kuşak’ yazarları ortak temel bir paydaya sahip değildirler. Onların ortak deneyimi
I. Dünya Savaşıydı. Büyük ölçüde bu savaş deneyimi nedeniyle,
kendilerini
ülkelerine ve kültürlerine yabancılaşmış hissediyorlardı. Hayal kırıklığına
uğradıklarından ve çoğunlukla yanlış anlaşıldıklarından Amerika’ya sırt çevirdiler;
ki o dönem Amerika’sı, daha önce hiç olmadığı ölçüde iyi bir ekonomiye sahipti.
Amerika’dan göç eden ‘Yitik Kuşak’ yazarları ve şairleri çoğunlukla Paris ve
çevresine yerleştiler. Büyük Kriz ve İspanyol İç Savaşı’nın etkisi altındaki ‘Yitik
17
Kuşak’ yazarları halkı ilgilendiren güncel konular ve sorunlarla ilgilenmiş ve
yapıtlarında da bu konuları ele almışlardır (Keller 45).
Bu konuyla ilgili olarak Ergin,
I. Dünya Savaşını izleyen yıllarda Amerikan Edebiyatının, özellikle
romanının konu ve kapsamında beklenmedik bir değişiklik olmuştur.
Üniversite sıralarını terk edip savaşa katılan ve savaşın ulusal duyguların
körüklenmesi sonucu idealleştirilen, gerçekte politikacıların ve onların da
gerisinde büyük silah yapımcılarının sahneledikleri, milyonlarca insanın
yaşamına mal olan bir oyun olduğunu gören ve düş kırıklığına uğrayan bir
grup genç yazar Amerikan Edebiyatında ‘The Lost Generation’ (Yitik
Kuşak ) adı verilen edebiyat akımını oluşturmuşlardır, der ve ekler:
1917 yılında ABD’nin savaşa katılması o yıllarda Princeton’da
yüksek öğrenim yapmakta olan F.Scott Fitzgerald gibi romantik ve bir
anda kahraman olmak isteyen üniversite gençliği için yeni bir tecrübe
ortamının doğmasına neden olmuştur. Bunlar arasında Ernest Hemingway,
John Dos Passos, Malcolm Cowley, E. E. Cummings inandıkları demokrasi
idealleri uğruna gönüllü olarak savaşa katılmak üzere Avrupa’ya giden bir
grup üniversiteli genç daha sonraki yıllarda edebiyat alanında ün
yapanlardandır. Aralarında F. Scott Fitzgerald’ın da bulunduğu bir başka
aydın grubu askeri eğitim kamplarından öteye, Avrupa’ya gitme olanağını
bulamamışlardır.
Savaşı romantik bir olay, bir kahramanlık gösterisi sanan,
heyecanlı ve tecrübesiz Amerikalı aydın asker cephede arkadaşlarının
ölümüne tanık olmuş, cephe gerisinde insanın kişiliğini ezip onu bilinçsiz
bir kitlenin bir parçası konumuna getiren yönetimin saçmalığını görmüştü.
Savaştıkları değerlerin büyük çıkar çevrelerince gerçek amaçlarını
gizlemek üzere kullanılmış boş sloganlar olduklarını anlamıştı. Barış
masalarında dönen olaylara da tanık olmuştu. Bu olaylar tüm görüş ve
inançlarını da sarsmıştı (Fitzgerald’ın İki Amerika’sı 1).
18
Savaş alanlarından yurtlarına dünya görüşlerini, inanç ve ideallerini
kökünden sarsan bir tecrübe ve Avrupa yaşam ve kültürünü yakından tanımanın
verdiği coşku ile dönenleri Amerika’da işsizlik, özellikle ‘Orta Batı’ yöresinin
özgün, modası geçmiş Viktorya devri tutuculuğu, ‘Doğu’ yöresinin ise savaş
sonrası zenginlerinin yaldızlı dünyaları ile değişmiş, niteliğini yitirmiş yeni
görünümü bekliyordu.
‘Yitik Kuşağı’ oluşturan yazarları savaş tecrübesinden sonra birbirine
yaklaştıran, onları birbirinin düşünce ve görüşlerinden yararlanmaya iten bir başka
tecrübe ortamı ise 1920’lerde Avrupa’da geçirdikleri yıllar olmuştur. Aynı
dönemde Paris’te olmak savaş sonrası Paris’in özgür ve coşkun atmosferinde
birbirini tanımak, birbirinin yazarlık mesleğinin gelişimini izlemek, yapıtlarını
tartışmak, beraber eğlenmek, en önemlisi, o sıralarda ortaya çıkan Dadaizm ∗ ,
Sürrealizm ∗∗ gibi sanat akımlarını yakından izleme olanağını bulmak onların ortak
tecrübelerini oluşturur.
Lost Generation (Yitik Kuşak) mitinin karakteristik özellikleri, 1960’larda,
savaş sonrası hayal kırıklığı, Avrupa’ya göç, alkol sömürüsü, yazmayan yazarlar
olarak belirtilmekteydi. Daha sonraki dönemlerde ise bu konu üzerinde duran
araştırmacılar, ‘Yitik Kuşak’ın Amerika’nın 1920’li yıllarını görebilmenin yararlı
bir aracı olarak kabul etmeye başlamışlardır. Ayrıca, Amerikan tarihini yorumlama
açısından da ‘Yitik Kuşak’ önemli bir yer tutar (Dolan 4–5).
Kim ya da ne idi bu ‘Yitik Kuşak’? Bir bakıma, bu konu, hangi açıdan
bakıldığına göre değişirdi: Yaklaşık olarak aynı zamanda doğan yazarların
oluşturduğu grup; bu demografik grubun spesifik kültürel bir alt kümesi;
Amerikan edebiyat, sanat ve kültürünün I. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda nasıl
geliştiği üzerine bir kuram…
Birçok anlam ve fonksiyonundan ötürü, ‘Yitik Kuşak’ fenomenini
sınıflandırmak bile zordur, çünkü ortaya çıkan birçok kavram ( grup, hareket, fikir,
∗
Dadaizm: 1916 da doğup dil ve estetik kuralları tanımayan kelimelerin anlamlarına değer
vermeyen, anlatımda başıboş ve alabildiğine geniş çağrışımlara dayalı bir yol izleyen, bile bile
kapalılığa sapan savaşa ve toplumsal güvensizliğe karşı başkaldırmayı ilke edinen bir sanat ve
edebiyat akımı...
∗∗
Sürrealizm: Sanat ve edebiyatta, normal olarak bir arada kullanılması beklenmeyen düşüncelerin,
imgelerin ve nesnelerin birlikte bulunabildiği, gerçek üstücülük akımı.
19
kuram, terim, mit) bazı açılardan açıklayıcı iken, açıklanmamış
bazı yönleri de
kapsamaktadır. Başlangıçta ‘Yitik Kuşak’ terimi hem köken hem de kullanım
olarak Anglo-Avrupalıydı (9).
Ergin’in bu konudaki değerlendirmeleri dikkat çekicidir;
Dönemin düşünce ve edebiyat olayını ise yurt dışında yaşamayı
yeğleyen bir kadın yazar olan Gertrude Stein, Paris’te genç bir Amerikalı
yazar olan Ernest Hemingway ve arkadaşlarını tanımlamak üzere
kullandığı tümcede özetler: “Siz hepiniz yitmiş kuşaklarsınız”. Savaşlara
son vermek gibi insancıl bir slogan ile I. Dünya Savaşı’na katılan, sonunda
sinik materyalizmin ve daha güçlü bir biçimde gelişen kontrolsüz hırsların
19. yüzyılın son yıllarında oluşan “Progressive Movement” ve “Social
Gospel” gibi ilerici toplumsal hareketleri sürdürdüğünü gören bu kuşak
düş kırıklıklarını, baş kaldırışlarını belirtmek üzere belirli ve ortak bir
savın, bir ideolojinin çevresinde birleşmemişlerdir. Giderek yozlaşan bir
takım kurumların çarkından ne kendilerinin ne de kaygu duydukları halkın
kurtulacağına inanıyorlardı. Bir başka deyişle, onlar çeşitli düşünce
akımları ya da kuramlar ile önceden koşullandırılmış olmaktan
kaçınıyorlardı. Sözgelimi, çağdaş insanı, bulunduğu çevre içerisindeki
davranışları, bu çevrenin gerçeklerini gösterdiği tepki ve onları özümleme
yeteneğine göre değerlendiren somut insan kavramını açıklarken insanı
üstesinden gelemediği güçlerin tutsağı olarak “Doğalcılık” akımından ve
eleştiriden uzak öznelcilik ile özdeşleştirilmiş ve pratiği gerçeklere
yeğleyen geleneksel Amerikan Pragmatizmi’nden de kaçınmışlardır”
(Fitzgerald’ın İki Amerika’sı 3).
Ernest Hemingway, Malcolm Cowley, T. Stearns Eliot, Eugene O’Neill,
Vincent Millay, William Faulkner, Hart Crane, Thomas Wolfe, ve F. Scott
Fitzgerald gibi modern Amerikan edebiyatına damgalarını vuran yazarların hep bu
dönemde yazarlık mesleğine atılıp üne kavuştuklarını göz önünde tutarsak, bu
kuşağın baş kaldıran sesinin hiçbir zaman cılız bir yankı olarak kalmadığını,
tersine, sesini, hüznünü, duygu ve düşüncelerini okuyucu ile paylaşmak üzere
20
elinden geleni yaptığını ileri sürebiliriz. Ne var ki her birinin olaylara bakış açısı
ve değerlendirme yöntemleri başka başkadır.
Ergin, ‘Yitik Kuşak’ yazarlarının sınıflandırılması ile ilgili olarak
görüşlerini şöyle açıklar:
Daha başlangıçta birbirinden ayrı dünyaların kişileri olmuş
kendilerine değişik yaşam çizgileri seçmişlerdir. Örneğin, Ernest
Hemingway, Malcolm Cowley, T. S. Eliot yeniden Avrupa’ya dönmüş,
orada “Expetriate” (sürgün) grubunu oluşturmuşlardır. John Dos Passos
yurduna geçici bir süre için de olsa geri dönmemiştir. Amerika’da ise F.
Scott Fitzgerald, William Faulkner, Thomas Wolfe gibi hiçbir gruba
girmeyenlerin yanı sıra, Amerikan Mercury dergisinin çevresinde oluşan
H.L. Mencken, “Harlem Ozanları”, “Bohemler” gibi gruplar vardı. Ezra
Pound’un öncülüğünü yaptığı “İmagistler” ise Avrupa’da
kalmayı
yeğlemişlerdi. Edebiyat tarihinde “Yitik Kuşak” adı altıda toplanan bu
yazarların özgül kişiliklerini ve bunların yapıtlarında yansıma biçimini
kanıtlamak için yapıtlarının genel bir dökümünü yapabiliriz. Örneğin,
roman alanında “kasaba ve küçük kentlerin tek düze yaşantısını
anlatanlar”, “savaş romanları”, “yöresel”, “toplumsal eleştirici” gibi
kabaca bir sıralama yapabiliriz. Ne var ki, aynı konuyu, örneğin savaş
konusunu işleyen Ernest Hemingway, J. Dos Passos, Willa Cather, E. E.
Cummings’in bile konuya farklı yaklaşımlar getirdiklerini görürüz.
(Fitzgerald’ın İki Amerika’sı 3−4)
Malcolm Cowley ve çağdaşlarının yazılarında
‘Yitik Kuşak’ edebi ve
estetik özlemlerin işareti olmasının yanı sıra, çağın genel gereksinmeleri olarak da
anlaşılmaya başlandı. En azından, estetik önem temelinde, 1920’lerin Amerika’sını
‘Yitik Kuşak’ çağından ziyade “Modernist Çağ” olarak isimlendirmek daha uygun
olacaktır. Aslında Amerika’da 20. yüzyıl başında edebi değeri olan çoğu nesir
“Modernist” olarak değil hem amaç hem de anlatım tarzı olarak “Gerçekçi” ya da
“Doğalcı” idi. Bu tür yapıtlar, kaotik olmaktan ziyade düzen içinde görünen bir
21
dünyayı tasvir etmek için metinsel düzeni ve anlatımda determinizmi ortaya
koydular (Dolan 28-29).
‘Yitik Kuşak’ yazarları başlangıç noktası olarak kendilerini veya
yaşadıkları dönem olan ‘Caz Çağı’nı anlatmak amacıyla kitap yazmamışlardır.
Ancak kendi yaşamlarının tarihsel önemini ve tarihsel değişimin kişisel önemini
anlatan kitaplar yazmak birçok ‘Yitik Kuşak’ yazarının vardığı nokta olmuştur
(44).
‘Yitik Kuşak’ yazarlarının hemen hepsi 20. yüzyıl edebiyatında tanındılar.
Onların yenilikleri edebiyattaki kalıplara meydan okudu ve sonraki kuşak
yazarlarına dayanak noktası teşkil etti.
Savaş sonrası yazarları, Amerikan geçmişine olan ilgisizliklerini ve
bilgisizliklerini yazdıklarında ortaya koymuşlardır. Bu kuşak talihsiz olma
anlamında bir ‘Yitik Kuşak’ değildi. Kendilerinden önceki yazarların oluşturmuş
olduğu ortam ve koşullar sayesinde toplum onlara hazırdı. Kendilerini ve
yapıtlarını topluma kabul ettirmek için uzun yıllar uğraşmaları gerekmiyordu. F.
Scott Fitzgerald 24 yaşında öykü ve roman yazarak yılda 18 bin dolar kazanıyordu.
E. Hemingway, J. Dos Passos gibi yazarlar 30 yaşına gelmeden uluslararası
tanınan romancılar olmuşlardı. Ancak, elde ettikleri olanaklara ve
başarılara
karşın bu kuşak bir bakıma, Gertrude Stein’in uygun gördüğü sıfata layıktı: “Lost
Generation” (Yitik Kuşak). Her şeyden önce köklerinden koparılmış ve herhangi
bir gelenekle bağları kalmamış olduğundan ‘Yitik’ti bu kuşak.
Bu kuşak, savaştan sonraki dünyaya göre değil de, sanki başka bir dünyaya
göre eğitilmişti, çünkü savaş, bu kuşağı sadece heyecan, macera ve gezi için
hazırlamıştı. Çünkü ‘Yitik Kuşak’ sürgünde yaşamayı deniyordu. Bu insanlar,
hiçbir eski rehberi davranışlarında yol gösterici olarak kabul etmiyordu ve,
toplumun ve toplumdaki yazarların sahte bir resmini yapmıştı. Bu kuşak
halihazırda mevcut değerlerden, yeniden oluşturulması zorunlu olan değerlerin
arasındaki bir geçiş dönemine aitti. Onlar, geçmişten kopuyor ve fakat yeni olan
hiçbir şeye de tutunamıyorlardı; bir başka yaşam şekline doğru giden yolu el
yordamı ile bulmaya çalışıyorlardı fakat bu yaşam şekli de henüz adı konulmuş,
kuralları belirlenmiş bir yaşam şekli değildi.
22
Savaş, genç insanlarda kuramsal ya da sanal bir tehlikeye atılma isteği
oluşturdu, bu istek bir dava için acı çektiklerinden değildi; sonraları davaya
inanmış olsalar bile bu durum, kısmen de olsa, savaşın onlara vermiş olduğu
tehlike duygusu ile ilgiliydi. Tehlike, sıkıcılıktan kurtulmanın bir yolu, duyguları
harekete geçiren bir araçtı (Cowley 8−9, 41).
Ofluoğlu, ‘Caz Çağı’ ile ilgili olarak şöyle der:
Amerika’da 1920−1930 arası geçen, “şahane saçmalık” diye anılan dönem
Caz Çağıdır. Caz Çağı’nın övgüsü − ya da yergisi − F. Scott Fitzgerald’a
yüklenmiştir. 1920’de This Side of Paradise adlı romanı basılınca bir
gecede ünlü oldu. Bu kitabın Caz Çağı’nı başlattığı da söylenebilir. Savaş
sonrasının toplumsal değişimine, genç aşklara, çılgın eğlencelere
ilk
dikkat çeken yazar F. Scott Fitzgerald oldu. Gerek öyküleri, gerekse
romanları Caz Çağı dediği dönemi yansıttı, bir bakıma da oluşturdu. Caz
Çağı’nın genç kuşağı yaşlıların egemenliğini kabul etmiyordu, dönemin
geçici bolluk ve varlığının sarhoşluğu ile kendini sağlam ve güçlü sanan bu
genç kuşak atılgandı. İçkiye ve zevke düşkündü. İçki yasağı içki
düşkünlüğünü arttırdı. Sigara ve içki tüketimi iki katına çıktı. Kadınlar,
erkekler gibi spor yapmaya başladı. Gece kulüpleri, dans maratonları,
çarleston, tango ve caz dönemin baş tacıydı. Bütün bunların ardında
benzeri görülmemiş ekonomik patlama yatıyordu. Doların gücü arttı,
materyalizm gelişti. Dört tekerlekli Amerikan düşü olan otomobilin modası
ve çılgınlığı çağın özelliği oldu. İş hayatı gelişti. Rotary, Lions kulüpleri,
ticaret odaları hızla yayıldı. Reklamcılık ve pazarlama yarışı başladı.
Gazete ve dergi satışları arttı. Herkes zengin olmamıştı ama zengin olmak
artık çok daha kolay gibi görünüyordu. Borsada kumar oynayanlar büyük
miktarlarda para kazandı ama halkın büyük bölümü, özellikle kırsal
bölgelerde yaşayanlar bu bolluktan payını alamadı. Caz Çağı sözcüğü,
ülkeyi, özellikle gençliğin dünyasını fırtına gibi sardı. Terziler, ‘caz stili’
icat ettiler, şairler ‘caz şiirleri’ yazdılar. Orta yaşlılar çarliston öğrenmek
için zenci hizmetçiler tuttular. Yaşlı kuşak bu çılgınlığa karşı çıktı, ama
gençler büsbütün cazı benimsedi. 1920’li yıllar, zenginlik, aşk, eğlence gibi
kavramların her yönüyle ifadesini bulduğu parıltılı bir dünyayı
23
yansıtıyordu ancak bu dünyanın görünmeyen yüzünde bir boşluk duygusu
hakimdi. Çağın özeti, ye, iç, keyfine bak idi, ama ardından şu sözler
gelirdi: “Çünkü yarın ölebiliriz” ( 9−10).
‘The Flapper’ (zamane kızı), bir bakıma ‘Caz Çağı’nın kahramanıydı. Kısa
saçı ve kısa eteği ile o, annesine bir asiden başka bir şey olarak görünmemiş
olmalı. Artık evi ve gelenekleriyle olan bağları koparmış olan “zamane kızı”,
çoğunlukla biraz fazla hızlı ve hatta utanmaz olduğu düşünülen genç kadındı.
Yassı içki şişeleri, caz, gizli meyhaneler, kısa kesilmiş saçlar ‘Yitik Kuşak’
temsilcilerinin ve yaşadıkları dönemin çarpıcı özellikleriydi. 1920’ler, öyle ya da
böyle, bugün bütün dünyanın takip ettiği toplum modelini oluşturmuştur.
‘Flapper’, geçmişe sırtını dönüp geleceği de umursamayan, günü yaşayan,
1920’lerin sembollerindendi. ‘Flapper Dönemi’, ‘Caz Çağı’ ya da ‘Çalkantılı
20’ler’ olarak adlandırılan bu dönemde, Amerikan popüler kültürü dünyanın ilgi
odağı olmaya başladı, Amerika kendi modernliğini icat ediyordu. Caz müziği,
sürekli bir değişim, heyecan, kaçış ve hüzün duygusu mesajı içeriyordu ancak bu
duyguyla birlikte, bir yerlerde, belki de uzak bir ülkede bir gece yarısı keyifli bir
şeyler yapma ümidini de fısıldıyordu. Genç insanlar mesajı aldılar. Bol bol dans
ettiler, çokça içtiler fakat aynı ümitsizlik duygusuyla çalıştılar; yükselmek için,
sosyal sınıf atlamak için, yeni aletler yapmak, onları pazarlamak ve satmak için ve
edebi yapıtlar oluşturmak için çalıştılar. On yıl içinde, ilk baştaki heyecanlarını
kaybetmeden önce, Amerikan yaşamına yeni bir gidişat kazandırdılar (Cowley,
“Fitzgerald: The Romance of Money” 56).
1.4. ‘AMERİKAN RÜYASI’ İLE İLGİLİ TANIMLAMALAR
Düşlere, fanteziye veya arzuların yerine getirilmesine yönelik çabalar,
insanoğlunun varoluşundan beri gerçeklerle başa çıkmasında yardımcı olmuştur.
Eski zamanlardan beri düşünürler hep yaşadıkları dünyadan daha üstün bir
dünyayı hayal etmişlerdir.
“Rüya” / “düş” bir terim olarak uyku halindeki imaj, düşünce v.b. yanı sıra
çok isteneni veya ihtirası ifade eder. ‘Amerikan Rüyası’, özünde, kim olursa olsun,
24
sınıf farklılığı olmaksızın her bireyin kendi çabası ve çok çalışması sonucu
yaşamda başarılı olabileceği temeline dayanır.
‘Amerikan Rüyası/ Düşü’ sözlüklerde şöyle açıklanır:
* The Barhart Dictionary of the New English;
1-Birleşik Devletler’in kuruluşundaki demokrasi, eşitlik ve özgürlük idealleri için
yaygın olarak kullanılan bir deyim.
2-Amerikan yaşam tarzı; Amerikan kültürü veya toplumu (Keller 69-70).
*Webster’s Ninth New Coleridge Dictionary;
1- Eşitlik ve maddi başarı idealini vurgular,
2- Her Amerikalının yüksek emellerine ve maddi başarıya ulaşmada fırsat eşitliği
ideali.
İngiliz Edebiyatı profesörü olan Andrew Hook, F. Scott Fitzgerald adlı
yapıtında ‘Amerikan Rüyası’ ile ilgili olarak şöyle der:
Amerikan Rüyası başarı öyküsüdür; Amerikan Rüyası merdivenin
basamaklarını en alttan zirveye doğru tırmanmaktır; Amerikan Rüyası
kütük kulübeden Beyaz Saray’a giden yoldur; Amerikan Rüyası genç bir
adam olarak Batıya gidip orada bir milyoner olmaktır. Bütün bu tanımlar,
Amerikan Rüyası’nın başarı terimi, özellikle de maddi başarı terimi
kapsamında düşünülmesi ile ilgilidir. Ancak Amerikan Rüyası, gerçek
anlamda, tek başına maddi başarı ile sınırlı değildir. Amerikan Rüyası
Amerika mitini kapsar: tanıdık olan bir başka deyimle − Yeni Dünya − ile
tanımlanan ve özetlenen bir mit. Köken olarak Amerika, insanoğluna yeni
bir başlangıç,ikinci bir şans sunan, kelimenin tam anlamıyla yeni bir dünya
olarak anlaşılırdı. Bunun tersi elbette, tiranlık, çürümüşlük toplumsal
bölünmeler ile birlikte anılan Avrupa− Eski Dünya− olarak düşünülür.
Yeni Dünya bir tür bakir toprak parçasıydı. Bu tür kavramlar kıtanın
Avrupalı kaşiflerce ilk keşfedildiği dönemde Amerika idealini çevreliyordu.
Yeni Dünyada demokrasi idealine adanmış bir toplum ve insanın yaşama
hakkı, özgürlük ve mutluluk arayışı olacaktı (5−7).
‘Amerikan Rüyası’, insanın arzularına ulaşmasını amaçlayan inanış ve
ümitleri özetler. Bu arzular, Thomas Jefferson’ın 1776’da yaptığı Bağımsızlık
25
İlanı’nda ifade edildi; “… Bütün insanlar eşit yaratılır, insanlara yaratıcı
tarafından, yaşama hakkı, özgürlük ve mutlu olma gibi haklar verilmiştir…”. Bu
özgürlük ve mutluluk arayışı Amerikan medeniyetinin başlangıcına, Amerika’ya
ilk yerleşen insanlara kadar uzanır. Oraya ilk yerleşen insanlar, Yeni Dünya’ya
baskı ve zulümden kaçarak gelen insanlardı. Bu insanlar için Amerika, maddi ve
manevi mutluluk vadeden ve özgür bir yaşam fırsatı sunan bir yerdi. Daha sonra
insanlar, maddi zenginliği manevi unsurlardan daha kolay ve çabuk elde etti ve
bunun sonucunda, ‘Amerikan Rüyası’nın özünde var olan dürüstlük, eşitlik, adalet
ve insanın mutluluğunu esas alan manevi yön yavaş yavaş arka planda kaldı ve
böylelikle insanların sadece maddi zenginlikleri arttı. Tarihsel değişiklikler
sürecinde son 500 yılda toplumsal tabakalaşma ve ekonomik yapılar “Yeni
Dünya’yı” eskisinden gittikçe farklılaştırdı. Birçok farklı etnik, kültürel, ve
toplumsal grupların ümitleri ve düşleri, yeni ulusu geçmişin etkilerinin artık fark
edilemeyeceği bir “pota”ya dönüştürdü.
Marius Bewley, Fitzgerald’ın The Great Gatsby’si ile bağlantılı olarak
‘Amerikan Rüyası’ konusunda şöyle yazmıştır; “…’Amerikan Rüyası’, maddiyatın
ve maneviyatın içinden çıkılamaz bir şekilde iç içe geçtiği bir düzlemdeki yaşamın
fırsatlarını ve romantik genişlemesini temsil eder…” (Keller 71)
‘Amerikan Rüyası’, insanın doğuştan, özde iyi ve kusursuz olduğunu
savunur, bir başka deyişle anti-kalvinisttir. Amerikan toplumunun belirli bir
kesiminin görüşleriyle ilintili dinsel ve kurallara dayalı ve “Püriten” sözcüğü ile
belirlenen bir görüşe karşın “Öncü” sözcüğü ile tanımlanan romantik, iyimser,
doğaya dönük bir görüşün yeğ tutulmasıdır. Kişinin gerçeklerden, zamanın normal
akışından, yazgısından ve hatta ölümden kaçmak üzere ardına düştüğü romantik
bir arayıştır. Ancak bu arayış giderek modern dünyanın koşullarına uydurularak
günlük yaşamda estetik ve parasal gereksinmeleri doyumluluk gibi iki çelişkili
yönde giderek kısır bir döngüye dönüşür. Amerika’da yaşayan milyonlarca insan
sırf Amerikalı oldukları için zengin ve mutlu olmaları gerektiğine inanırlar.
Ergin, ‘Amerikan Rüyası’nın, Amerikalı yazarlar tarafından ele alış
şekilleri ile ilgili olarak şöyle der:
Kent içinde bireyin düşünü toplum içinde belirli bir düzeye ulaşmak ve
parasal olanaklara sahip olmak şeklinde yorumlayan Benjamin Franklin ve
26
Charles Brockden Brown’ın yanı sıra, James Fenimore Cooper ve Mark
Twain doğanın özgür ortamında düşlerini gerçekleştiren ‘Pathfinder’ ve
‘Hucleberry Finn’ gibi kahramanlar yaratmışlardır. Dreiser’in hemen tüm
yapıtlarında işlediği konu, bir bakıma, “Amerikan Düşü”nün kapitalist bir
toplumda
ulaştığı
boyutlardır.
Sözgelimi,
Cooperwood’un
ihtiras
derecesine varan para ve başarı arzusu onu giderek estetik doyumluluklar
peşinde
koşmaya,
evini
bir
sanat
galerisi
konumuna
getirmeye
dönüşmüştür. Tüm insanların ancak Tanrı’nın buyruğu ile günahlarından
arınabileceklerini savunan ve Kalvinist inancın izleyicisi olan Püritenler
Kutsal Kitab’ın ve onun iyi niyetli ve bilge yorumcularının kurallarına
bağlı kalarak teokratik bir halk cumhuriyeti kurmak istiyorlardı. Bu ütopik
düşü gerçekleştirmek üzere birlik ve beraberlik içinde güçleniyor ve
anavatandan
gelecek
göçmenleri
bu
ütopik
ülkenin
olanaklarına
inandırmaya çalışıyorlardı (Fitzgerald’ın İki Amerika’sı 14−15).
‘Amerikan Rüyası’ teriminin 1920’lerde genel geçer, yaygın kullanımı
görülmemektedir. Terimin bugün yaygın olarak ünlenen şekliyle kullanımına,
James Truslow Adams’ın 1931’de yayınlanan The Epic of America adlı kitabında
rastlanır. Kitabını önsözünde Adams, ‘Amerikan Rüyası’ndan, dünyanın refahı ve
düşünce sistemine katkıda bulunan, toplumun her kesiminden insan için daha iyi,
daha zengin ve daha mutlu bir yaşam olarak söz eder (Hook 4).
Bütün bu olguların çerçevesinde görülüyor ki A.B.D.’nin tarihsel
gelişiminde onun kuruluşunu sağlayan koşulların kökenindeki ütopik düş
gerçekleşmemiştir.
‘Amerikan
Düşü’nü
ilk
kez
birey−toplum
ilişkileri
çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışan Benjamin Franklin’dir. ‘Amerikan Düşü’nü
bir başka açıdan, ahlakçı ve tinsel bir açıdan, yeniden değerlendirme gereğini
duyan Ralph Waldo Emerson olmuştur: “Kişi her an kendini yenilemeli ve daha
iyiye ulaşmalı” ( 17−18).
Fırsatlar ülkesi Amerika ya da Yeni Dünya, insanların elde ettikleri
fırsatları hoyratça kullandıkları, bencillik ve duyarsızlıkla birlikte, her ne pahasına
olursa olsun zengin olma hırsına kapıldığı bir dünya haline geldi. Maddiyat araç
olmaktan çıkıp amaç halini alınca, toplumda maddi başarı hırsıyla gözü başka bir
27
şey görmeyen insanların sayısı hızla arttı ve bugün etkili olduğu şekliyle tek yönlü
bir ‘Amerikan Rüyası’ ortaya çıtı.
Dünyaca ünlü Newsweek dergisinde yer alan bir makalede ise şu görüşlere
yer verilir:
Günümüz için ise, bu düşün Amerikalılar için hâlâ devam ettiğini
söylemek mümkündür. Birleşik Devletler Başkanı George W. Bush’un
ikinci kez seçildikten sonra yaptığı konuşmadan Amerikalıların hâlâ bu
mite inandıkları sonucu çıkmaktadır. Bu konuşmada Bush, Amerikan’nın
bütün dünya ülkeleri için bir model olması gerektiğini ve Amerikanın
herkes için daha fazla özgürlük ve demokrasi için ‘elinden geleni’
yapacağını duyurur.
Aksi yöndeki bütün delillere karşın Amerikalılar dünya için bir
model oldukları düşüncesinde gibi görünmekteler, ve dahası, BBC.
Televizyonunun yaptığı bir ankete göre Amerikalıların yüzde sekseni
Amerikan düşünce ve geleneklerinin küresel olarak yayılması gerektiğine
inanmaktalar. Ancak bu diğer insanlar için hiç de öyle değildir. Örneğin
Türkiye’de yaşayan insanların yüzde 82’si ve Avrupa’daki insanlarında
büyük çoğunluğu Bush’un ve Amerika’nın dünya barışı için bir tehdit
olduğunu düşünmektedirler. Eğer dünyanın geri kalanı siyasi, ekonomik ve
diplomatik olarak Amerikan Modeline olan inancını kaybettiyse bu büyük
ölçüde Amerikan modelinin artık işe yaramadığı nedenine dayanır. Gerçek
şu ki Amerikalılar bir hayal dünyasında yaşıyorlar.
İngiliz düşünür
George Monbiot: “Amerikan Modeli, Amerikan Rüyası olmak bir yana,
Amerikan kabusu olmuştur” derken bir çok insanın düşüncelerini
seslendirmektedir (Moravcsik, Andrew, Newsweek, January 31, 2005
23−27).
28
2. BÖLÜM:
2.1. F. SCOTT FITZGERALD’IN YAŞAMI
F. Scott Fitzgerald’ın romanında yaşam ve sanat aynı noktaya yaklaşır.
Fitzgerald’ın yaşamı, I. Dünya Savaşı ile 1929’daki borsa çöküşü arasında, onun
‘Caz Çağı’ olarak isimlendirdiği, zevk düşkünlüğünün ve kaygısız aşırılıkların
dönemi ya da çalkantılı 20’lerin bir özetidir. Bununla birlikte, onun geliştirdiği tarz
çift yönlü görmeye dayalıdır, bir başka deyişle, yalnızca yaşadığı dönemin gelenek
ve göreneklerini, modasını ve geçici heveslerini kaydetmekle sınırlı kalmayıp, aynı
zamanda bu olguları ve kendisini nesnel olarak değerlendirme yeteneğine de sahiptir.
Böylelikle Fitzgerald, yaşamından bir sanat ortaya çıkarır (Pelzer 1).
Francis Scott Key Fitzgerald 24 Eylül 1896’da, St. Paul- Minnesota’da,
Edward ve Mary McQuillan Fitzgerald’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Mary
(“Mollie”) McQuillan İrlanda soyundandı. Büyükbabaları, Amerika'ya İrlanda’da
yaşadıkları yoksulluktan kurtulmak için gelmişlerdi ve Fitzgerald’ın babası
Edward’ın aksine ekonomik olarak başarılı olmuşlardı. Mollie o dönemde geçerli
olan güzellik kavramına pek uymuyordu ve Fitzgerald, daha sonra “An Author’s
Mother” adlı yazısında da belirteceği gibi, annesinden utanıyordu çünkü annesi genç
ve güzel değildi (Koster, ed. 14). Scott anne babasının 3. çocuğuydu fakat öteki iki
kız çocukları ölmüştü ve bu yüzden Mollie, oğlunun üstüne titriyordu. Ancak tuhaf
bir şekilde, annesinin onu şımartma girişimleri Scott’ın ona olan nefret duygularını
daha da arttırıyordu.
Mart 1908’de Edward Fitzgerald işini kaybetti. Annesi isteri nöbetlerine girdi
ve sık sık oğluna, eğer McQuillans’ların (Mary’nin baba tarafı) desteği olmasa
ailenin yok olacağını söyleyip durdu. Jeffrey Meyers’e göre Fitzgerald inceliğini ve
başarısızlık eğilimini babasından, toplumsal olarak güvensiz olma hissini ve absürd
davranışlarını annesinden aldı (16).
Fitzgerald 12 yaşında St. Paul Academy’e girdiğinde, diğer derslerini bir
kenara bırakıp kendisini edebiyat çalışmalarına verdi. Derslerde macera öyküleri ve
tiyatro oyunları yazdığını bizzat kendisi ifade etmiştir (16). Onun okulda derslerinin
zayıf olması anne babasını hayal kırıklığına uğrattı ve onu disiplinli bir yatılı okula
29
göndermenin yararlı olacağı kararı verildi. Scott, yakışıklı oluşunun, toplumsal
cazibesinin ve zekasının onu popüler yapacağına inanarak büyük bir hevesle New
Jersey’deki Newman School’a gitti. Bu, Fitzgerald’ın, dünyanın kendi etrafında
dönmediğini öğrendiği ve belki de ilk büyük hayal kırıklığını yaşadığı zamandı.
Okuldaki bencilliği onun sürekli arkadaşlıklar kurmasına da engel oluyordu.
Derslerine karşı hâlâ ilgisiz olan Scott, edebiyat ve tiyatro çalışmalarına destek
görmeye başladı. Yaz tatillerinde Elizabethan Dramatic Club oyunlarını sergiliyordu
ve ayrıca Newman’da da Father Fay onu yeteneklerini geliştirmesi için teşvik ediyor,
aydın ve elit kesimden arkadaşlarıyla tanıştırıyordu, bunlardan biri de tarihçi Hanry
Adams’tı.
Bu cesaretlendirmelere karşın Scott’ın okuldaki performans düşüklüğü devam
etti ve Princeton Üniversitesi’ne gitmeye karar verdiğinde ona okul derecelerinin
yeterli olmadığı söylendi. İki kez giriş sınavından başarısız sonuç olduktan sonra,
ikna yeteneği sayesinde okul yöneticileriyle konuşup hazırlık dönemine kabulünü
sağladı (17). Her ne kadar Fitzgerald yine zenginlerin bulunduğu ortamda fakir
çocuk olsa da, burada yaşamı boyunca devam edecek arkadaşlar edindi. John Peale
Bishop ve Edmund Wilson, Scott’ın gelişimine ve bir yazar olarak yönünü bulmasına
katkı sağladı. Onların Fitzgerald’ın yapıtları ile ilgili görüşleri, onun yaşamının geri
kalanında hep önemli oldu.
Princeton’da bulunan Triangle Kulübü müzikal komediler yazar, besteler ve
bunları kampüslerde sergilerdi. Bu kulübün Fitzgerald’ın enerjisinin çoğunu
harcadığı yer olması hiç de şaşırtıcı değildi ve doğal olarak bunu yine akademik
çalışmaları pahasına yapıyordu. Profesörlerinden biri onun sürekli tembelliğini ve
yavaşlığını eleştirdiğinde Scott, kendisinden derslerini zamanında yapmasını
beklemenin saçma olduğunu ve kendisinin bir deha olduğunu söylerdi (18).
Princeton’da futbol takımının ardından ikinci önemli organizasyon olan Triangle
Kulübü’ndeki başarılar öğretim üyelerini etkilemedi. Sonunda, tamamen başarısız
olma sınırındayken, Fitzgerald yakalandığı sıtmayı da bahane ederek, zaten tekrar
ettiği birinci sınıftayken, 1917 yılında ayrıldı. Scott, Triangle Kulübü’nün başkanı
olmayı umuyordu ve bu emelinin gerçekleşmemesi onun yaşamı boyunca içinde bir
burukluk olarak kaldı.
30
Scott Fitzgerald Ekim 1917’de orduya katıldı ve hemen New York’taki
Brooks Brothers terzisine giderek üniforma siparişi verdi. Oradan annesine
üzülmemesi için bir mektup yazdı ve mektubunda, kendisi için tehlikenin hiç sorun
olmadığını aksine çok neşeli olduğunu belirtti (21). Fitzgerald’ın askerliği de okul
yaşamı gibi pek parlak değildi. Cephe gerisinde eğitim alırken de yine daha çok bir
şeyler yazmakla meşguldü ki zaten fiilen savaşa katılma şansı da bulamadı.
Fitzgerald, Haziran 1918’den Şubat 1919’a kadar çoğunlukla Montgomery’de
konuşlandırılmış olan birlikteydi. Orada, 1918 Temmuzu’nda tanınmış bir ailenin
kızı olan Zelda Sayre ile tanıştı. Zelda liseden daha yeni mezun olmuştu ve
tanıştıkları ay 18’ine girmişti, çarpıcı güzelliği ve sıradışı, geleneklere uymayan
tavırlarıyla tanınıyordu. Fitzgerald, Zelda’yı ilk gördüğünde etrafı genç erkeklerle
çevriliydi – yakınlarda bulunan bir askeri üs bir sürü hayran demekti −. Rekabet
duyguları kabaran Scott, Zelda’yı bu yarışmada kendisi için kazanmaya kendi
kendisine söz verdi. Daha sonraları Zelda’ya birkaç kez evlenme teklif eden Scott
daha iyi bir geliri oluncaya kadar bu teklifine olumlu yanıt alamadı. Fitzgerald,
Zelda’ya arzuladığı yaşamı sunacak bir konumda değildi. Başarıyı yakalamamış bir
adamla evlenemezdi. Fitzgerald daha sonra kendisini yazmaya verdi ve yoğun bir
şekilde This Side of Paradise üzerinde çalıştı. Tamamlanan bu yapıt Maxwell
Perkins tarafından beğenildi ve yayınlanması kabul edildi.
O yaz, Scott profesyonel bir yazar olarak gücünün anahtarını bulmuş gibi
görünüyordu. Artık öyküleri de satılmaya başlamıştı ve bunlardan oldukça iyi bir
kazanç elde etmişti. Artık başarılıydı ve artık Zelda onunla evlenmeyi kabul edecekti.
This Side of Paradise Mart 1920’de yayınlandı; Scott ve Zelda Nisanda evlendiler.
Fitzgerald'ın Zelda ile evlenmesi bir tür rüyanın gerçekleşmesi demekti. Çünkü
Zelda, Fitzgerald'ın bütün romantik arzularının odak noktasıydı. Arzusuna kavuşması
ve Zelda ile evlenmesi, Fitzgerald'ın aradığı kişisel ve toplumsal başarının
gerçekleşmesi anlamına geliyordu.
Tek çocukları olan Francess Scott 1921’de doğdu. Sonraki iki üç yıl
süresince Scott ve Zelda zamanlarının çoğunu Paris veya Riviera’da geçirdiler. Bu
süreç içinde yaşamlarının en çılgın günlerini geçirdiler. Zamanı ve parayı hesapsızca
harcadılar. Örneğin Fitzgerald, beş dolarlık banknotları sigarasını yakmak için
kullanıyordu. Zelda ise her şeyi istiyordu, adeta para harcayacak yer arıyordu
31
(Mayfield 55, 65). Scott, Gatsby üzerinde çalışırken Zelda başka erkeklerle flört
etmeye başladı ve sonunda Edouard Jozan adlı biriyle evlenmek için Scott’tan
boşanmayı bile istedi. Ancak Scott bunu kabul etmedi. Olay bir şekilde kapanmıştı
ancak Scott bu olayın etkisini içinde hep duydu. Zelda, tehlikeli yaşamayı seviyordu;
araba kullanırken, insanlarla olan ilişkilerinde ve evliliğinde hep tehlikeli
dönemeçlere giriyordu. Karakterinin ve yaşantısının beraberinde getirdiği sorunlar
onu bunalıma sürüklüyordu. Hatta birkaç kez intihara dahi teşebbüs etti. Yıllar
geçtikçe Zelda daha da tuhaf ve çılgın bir kişilik halini alıyordu ve en sonunda ona
tedavi edilemez şizofreni teşhisi konuldu. Scott ve Zelda bu süreç içinde çılgınca
yaşamaları ve aşırı savurganlıkları sonucu borçlarını ödeyemez duruma gelmişlerdi.
Nisan 1925’te The Great Gatsby yayınlandı ve Fitzgerald, Hemingway ile tanıştı. Zıt
karakterde olmalarına karşın sıkça görüşüyorlardı. Kimilerine göre tek ortak
noktaları çok yetenekli olmalarıydı.
The Great Gatsby, Fitzgerald’ın istediği kadar iyi satmadı fakat tiyatro
uyarlamasının başarılı olması ve sahne gelirleri Scott ve Zelda’nın borçlarını
ödemelerini ve çılgın yaşamlarına devam etmelerini sağladı. Fitzgerald, The Great
Gatsby’den sonra kısa öyküler dışında kitap yazmadı. 1934’te Tender is the Night
yayınlandı fakat bu roman, zamansız ve modası geçmiş gibi görünüyordu çünkü
Amerika, birkaç yıldır ‘Büyük Kriz’i yaşıyordu.
Fitzgerald zamana ayak uydurmaya çalıştı, Hollywood için birkaç öykü
yazmayı denedi fakat bunlar yeteri kadar başarılı olmadı. Bu dönemde ciddi bir
şekilde hasta olan Zelda, akıl hastanesinde uzun süreler geçirmeye başladı. Fitzgerald
ise hem Zelda’nın sağlık durumu hem de kızı ile ilgilemeye çalışıyor, bir yandan da
borçlarını ödemek için kısa öyküler yazmaya uğraşıyordu.1932 sonrasında Scott artık
yararlı ve kazanç getiren öyküler yazamadığını fark etti. Yeniden yönünü
Hollywood’a çeviren Fitzgerald 1937’de MGM ile bir sözleşme yaptı ancak bu uzun
sürmedi ve MGM sözleşmeyi uzatmadı çünkü Fitzgerald onların istediği gibi mutlu
sonla biten öyküler yazamıyor ve mutsuzluğunu gizleyemiyordu (Koster 30). Bunun
ardından yeni bir roman yazmaya girişti. The Last Tycoon adını verdiği bu roman
Hollywood’la ilgiliydi. Kalp sorunları ve diğer hastalıkları onu yavaşlattı ve bu son
romanını tamamlayamadı. 21 Aralık 1940’ta yeni bir kalp krizi sonucunda öldü. Altı
gün sonra Maryland’de gömüldü. Fitzgerald, kendi kendini ameliyat eden bir doktor
32
gibiydi, canı çok yanıyordu ama aynı zamanda yaptığı işi tarafsız bir gözle izlerdi.
Kendi deyimiyle, “Dönemin sözcülüğü ile görevlendirilmesinin yanı sıra, aynı
dönemin tipik bir ürünü” olmak durumunda kaldı (Fitzgerald, The Jazz Age 22).
2. 2. FITZGERALD’IN EDEBİ KARİYERİ
Fitzgerald ve yapıtları onun kişisel yaşamının ve edebiyat uğraşısının odak
noktası olan ‘Amerikan Miti ve Rüyası’nın temel niteliklerini yakalar. Bununla
birlikte, Fitzgerald o dönemin fiziki yaşantısından daha fazlasını yansıtır. Scott, o
dünyadan yansıyan psikolojiyi (düşler ve ümitleri, endişe ve korkuları) aynı netlikle
anlatır çünkü kayıt altına aldığı yaşantıyı bizzat kendisi de yaşıyordu (Pelzer 15-16).
1920’lerde Fitzgerald romanı, eskinin kesinlikleri ile yenilik arayışındaki başıboş
heyecanın karşı karşıya bulunduğu bir ortamda doğal olan gerilimleri anlatır. F. Scott
Fitzgerald’ın romanlarının çoğu Gerçekçi romana ve özellikle de bir toplumu ve
kültürünü belirli bir dönemde belirli bir yerde ve kategoride inceleyen davranış ve
ahlak romanına örnek teşkil eder. Yaşadığı dönemi sadece bir tarihçi gibi
kaydetmekten öte, Fitzgerald o dönemin toplum üzerideki etkilerini, değerini inceler
ve ölçer.
Fitzgerald’ın yapıtları toplumsal gerçeklik üzerine kuruluydu. O dönemde
yaygın olarak etkisini gösteren modernizm, toplumsal, siyasi, kültürel ve teknolojik
değişimin bir ifadesiydi. Modası geçmiş geleneklerle yeni gerçekler ifade
edilemezdi. Bununla birlikte Fitzgerald'ın yapıtlarında tam olarak modernizm tek
başına etkili değildi. Örneğin This Side of Paradise edebi tarzların bir birleşimidir.
Ayrıca Fitzgerald, The Great Gatsby’de yarı tarafsız bir anlatıcı kullanır. Tıpkı
İngiliz ve Amerikan filozofları, Keats ve öteki şairler gibi Fitzgerald da bireyin
önceliğine ve yaşama olan tepkilerine büyük önem verdi (18–19). Genel yapıdan
ziyade, bireysel psikoloji Fitzgerald'ın başlangıç noktası oldu. Onun yönelişi her
zaman bireyden daha geniş toplumsal konulara doğru oldu (Hook 17).
Belli ölçüde bir olgunluğa ulaşan Fitzgerald, değişik edebi tarzları kullandığı
ilk romanı olan This Side of Paradise’ta romantik bir egoist olan Amory Blaine’in
öyküsünü anlatır. Anlatılan öykü ve yazarın yaşamı çoğunlukla örtüşür. Genç bir
adamın benlik kavramı ve kendisini tanıma çabaları ve büyük bir değişim içindeki
33
dünya da yaşadığı değişiklikler Fitzgerald’ın yaşantısından çokta farklı değildir. This
Side of Paradise büyük bir popülerlik ve başarı yakalamakla yalnızca Fitzgerald'ın
kariyerini başlatmakla kalmadı, ayrıca ona 1920’lerle özdeşleşen imajını da
kazandırdı (Pelzer 22).
Jenerasyonunu aşırılığa ve boşluğa sürükleyen ekonomik, toplumsal ve ruhsal
faktörlerin bilincinde olan Fitzgerald, artık modern bir şaheser kabul edilen
romanında bunları ifade edebileceği edebi formları buldu. Dolaylı ve çoğu zaman
ironi içeren birinci şahıs anlatımıyla bir düşü gerçekleştirmek için kendisini yeniden
icat eden adamın, Jay Gatsby’nin öyküsünü anlatabildi. Gatsby ilk bakışta maddiyat
dünyasının bozuk ürünlerinden biri olarak görünse de okuyucu bu karakteri, Nick
Carraway aracılığı ile karanlık geçmişine ve bugününe karşın romantik bir idealist
olarak görebildi. Fitzgerald’ın karmaşık ve sembolik panoraması ayrıca Gastby’nin
arayışına mit boyutunu, Amerikan Rüyası Miti’ni, kazandırır ve böylelikle roman bir
kuşağın yanı sıra bir ulus ve topluma eleştirel bir bakış açısı getirir. Fitzgerald'ın en
iyi bir şekilde kontrol ettiği romanı The Great Gatsby oldukça ironili bir şekilde onun
popüler başarısının sonunu da belirliyordu.
The Great Gatsby’nin ardından gelen Tender is the Night savaş sonrasında
Fransız Riviera’sında mülteci konumunda yaşayan aylak bir zenginin aşk öyküsünü
anlatıyordu ve bu da ‘Büyük Kriz’ yorgunu halkın okuyacağı türden bir roman
değildi. Ancak yine de Tender is the Night, savaş sonrası bozuk ve kuralsız ortama
şekil veren tarihsel etkenleri analiz eden, böylesine bir bozulmanın hem toplumsal
hem de ruhsal sonuçlarını anlatmak için kişisel ve genel yaşam öykülerini birleştiren
bir romandı. Ana karakterleri olan Dick ve Nicole Diver tarihsel değişim denizinde
yüzen bir kuşağı simgeliyordu. Freud tarzı bir eğitim aldıktan sonra maddi
zenginliğin cazibesine kapılan Dick, iyi niyetini ve yüksek ideallerini kaybedip aklını
güzel hastası Nicole ile evlenmeyle bozduğunda kaçınılmaz olarak bir belirsizliğin
içine girdi (24).
Fitzgerald'ın tamamlayamadığı son romanı olan The Last Tycoon yazarın
ölümünden sonra yayınlandı ve en iyi Hollywood romanlarından biri olarak kabul
edildi.
Fitzgerald'ın romanları bir araya getirildiğinde, tema ve kompozisyon olarak
belirli bir simetri gösterir. Örneğin, Tender is the Night 1920’lerin ihtişam ve
34
görkeminin ve aşırılığının kaçınılmaz sonuçlarının anlaşılması ve kabul edilmesinin
bir özetidir. Yine benzer şekilde The Great Gatsby ve The Last Tycoon ‘Amerikan
Rüyası’ ve onun gerçekliği, fonksiyonu ve yaşayabilirliği üzerine derin bir
düşüncenin yansımalarını sunar (25).
2. 3. FITZGERALD ROMANI’NIN UNSURLARI: KARAKTER,
TEMA VE ÜSLUP
Fitzgerald’ın öykü ve romanları ve hatta romanların birbirleri arasındaki
bağlantılar onun yapıtlarının bazı belirleyici özelliklerini ortaya koyar. Örneğin ana
karakterleri hem toplumsal hem de ekonomik olarak ayrıcalıklı bir sınıfı temsil
ederler. Ağır fiziksel işlerden, usandırıcı mesleklerden, gereksinim ve isteklerin
karşılanamayacağından kaynaklanan endişelerinden izole edilmiş olan bu insanların
eğlenceye ve bazen sıkılacak ölçüde zevke ayıracak zamanları vardır. Ayrıcalıklı
olmak ayrıca onları bencil ve ahlaki anlamda duyarsız yapar. Fitzgerald’ın önemli
kadın karakterleri bu ayrıcalıklı sınıftandır: This Side of Paradise’ın Rosalind
Connage’si, The Beautiful and Damned’ın Gloria Patch’i, The Great Gatsby’nin
Daisy Buchanan’ı, Tender is the Night’ın Nicole Diver’i. Güzel ve bencil olan bu
kadınlar yaşam boyu zenginliğin ve toplumsal konumun onlara vermiş olduğu güven
ve rahatlıkla yaşarlar. Fitzgerald'ın kadın kahramanları alegoridirler, ideal olanla
gerçek olan arasındaki uzaklığın simgesidirler. Erkek kahramanları ise, kadınların
saflığına olan inançlarını sürdürmenin mücadelesini verirler. Örneğin, Daisy hem
saflığı simgeleyen bir çiçek (Papatya), hem de aşığının romantik kadın idealine
ihanet eden bir canavardır (Washington 13, 37). Fitzgerald, çağdaşı olan kadınların
aşka bakış açılarını şu sözlerle dile getirir: “Belki de kadınların bir çoğu aşkın
eğlenmek anlamına geldiğini keşfetti” (The Jazz Age 8).
Fitzgerald’ın erkek kahramanları da kadın kahramanları gibi, kendilerine
rahatı ve mutluluğu bahşedecek toplumsal statü ve zenginliğin altın dünyasının tam
sınırında durmaya eğilimlidirler. Onlar gerçekte bu ayrıcalıklı dünyaya ait değildirler
ve fakat bunu müthiş derecede arzularlar. Belli bir noktaya kadar, onlar düşlerinin
ardından koşan romantik kişiliklerdir. Onların düşlerini gerçekleştirme çabaları
Fitzgerald’ın romanlarında ele aldığı temaları işlediği araçları olma özelliği taşır.
35
Fitzgerald'ın karakterleri çoğu zaman oldukça zekidirler, özellikle de aşk söz konusu
olduğunda (Benchley 45). Cinsiyetler arasındaki ‘savaş’ ya da mücadele, Amerikan
edebiyatında önemli bir temadır ve Fitzgerald’ın yapıtlarında da bu temanın etkinliği
hissedilir (Hughes 139).
Fitzgerald’ın tekrar tekrar ele aldığı temaları trajik unsurlar içerirler ve
insanın düştüğü durumlarla ilgili olarak acıma duygusu uyandırırlar. Onun başlıca
karakterleri yaşama büyük umutlarla ve isteklerle başlarlar ancak sonunda
kaçınılmaz bir şekilde düş kırıklığına uğrarlar. Fitzgerald yapıtlarına egemen olan
karamsar havayı işaret ederek, “Aklıma gelen bütün öykülerde bir felaketin izi
vardır” der (Pelzer 30). Bu “felaket izi” Fitzgerald’ın yitik ümitler ve düşler, sanat
ve yaşam arasındaki çatışma ve Amerika’nın anlamı ile ilgili düşüncelerinden ortaya
çıkar.
Fitzgerald’ın kahramanları bir ideal peşindedirler ancak bu ideallerini
zenginlikle karıştırırlar, yalnızca paranın kendisi değil onun satın alabileceği konfor
ve güzellikle. Onların kafalarındaki zenginler gerçekten farklıdır. Zenginlerin
paraları yaşamın sıkıntılarından kurtarır, mutluluğu ve güçlü olmayı sağlar. Gerçek
ve ideal arasındaki çatışma ve erdemli olma veya servetin sağladığı mutluluk ile ilgili
karmaşa Fitzgerald’ın zaman ve ‘Yitik Kuşak’ hakkındaki endişeleri ile birleşir ve
tam da onun Amerikan Rüyası’nın anlamını sorgulamasının merkezinde bulunur
(32).
Fitzgerald canlı ve yalın anlatımı ile deneyimi duygusal bir yoğunlukla
birleştirir ve bu da onun anlaşılır olmasını beraberinde getirir. Fitzgerald’ı ‘Yitik
Kuşak’ yazarlarında belli ölçüde ayıran özelliklerinden biri de budur. Onun nesri
okuyucuyu karakterlerin yaşamlarına doğru sürükleyen içten bir ilişki telkin eder.
Fitzgerald’ın tarzı − cümlelerinin ritmi, dilinin berraklığı, şiirsel düzyazısının
yoğunluğu − onun romanını, kahramanları ve toplumsal yaşamları kadar belirgin ve
temaları kadar kesin bir şekilde ortaya koyan imzasıdır. Fitzgerald'ın öykülerinde aşk
ilişkisi, ne tam olarak barış halinde olan ne de savaşan iki ülkenin diplomatları
arasındaki gizli görüşmelere benzer. Bir an için düşmanlıklarını unuturlar, bunun
karşılıklı bir yoklamaya, cazibeye ve hatta ihtirasa dönüştüğünü fark ederler; ancak
düşmanlık evlilikte bile sürer.
36
2. 4. FITZGERALD VE ‘AMERİKAN RÜYASI’
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Amerika Birleşik Devletleri,
dünyadaki en güçlü ülke konumundadır. Amerikan gücü, kültürel gücü de kapsar ve
bu gücün tanımı söz konusu olduğunda ‘Amerikan Rüyası’ en başta gelen terimdir
denilebilir. Amerika ile ilgili konuşmak ya da yazmak bu terimi kullanmayı da
beraberinde getirir (Hook 3).
‘Amerikan Rüyası’ çoğunlukla, maddi başarı ve bunun getirdikleri olarak
kabul edilir, tıpkı Jay Gatsby’nin başarısı gibi. Jay Gatsby, Fitzgerald'ın ‘Amerikan
Rüyası’na bakış açısını ortaya koyar. Belki başlangıçta düşlenen sadece maddi şeyler
değildi ancak sonuçta maddiyat diğer idealleri ve romantik emelleri de kirletti. Bütün
vaatlerine karşın ‘Amerikan Rüyası’ bir şekilde çöktü ve böylelikle Fitzgerald’ın
‘Amerikan Rüyası’ yorumu sonuçta bir çöküşün yazını oldu (Pelzer 22). Gatsby
büyüleyici malikanesini satın aldığında yalnızca bir metayı değil bir düşü de satın
aldığını zanneder (Bruccoli 51).
Robert Ornstein, “Scott Fitzgerald’ın Fable of East and West” adlı
makalesinde: “The Great Gatsby yalnızca ‘Caz Çağı’nın bir tarihçesi değil aynı
zamanda ‘Amerikan Rüyası’nın, yozlaşmış bir toplumda ihanete uğramasının
dramatize edilişidir” der (73). Fitzgerald, Gatsby karakteriyle ‘Amerikan Rüyası’nın
geçirdiği evreleri anlatır. Fitzgerald’ın irdelediği‘Amerikan Rüyası’, bu rüyanın bir
zamanlar ne olduğu ya da nasıl bir rüya olduğu değil, daha çok nasıl bir rüyaya
dönüştüğüdür (Berman, The Great Gatsby and Modern Times 51).
Başlangıçta
sadece sevdiğine kavuşmayı ve mutlu olmayı arzulayan Gatsby, sevdiği kadın olan
Daisy, zengin olmadığı için bir başkasıyla evlenince, her ne pahasına olursa olsun,
yasadışı yolları da kullanmak gerekse de, yaşamını zengin olmaya adar. Sonunda
zengin olur ancak benliğini yitirir, kendisi ile ilgili yalanlar söylemeye başlar, zengin
bir aileden geldiğini, Oxford’da bulunduğunu göstermek için bunlara uygun roller
üstlenir ve adını değiştirir, tıpkı bu roller gibi, kendisini elit tabakanın bir mensubu
gibi göstereceğini sandığı, yapay bir yaşamın içine girer.
Fitzgerald’ın önemli bir Amerikalı yazar olarak ünlenmesi, popülaritesi
gittikçe artan ‘Amerikan Rüyası’ kavramı ile desteklendi ve gelişti. ‘Caz Çağı’nın
tarihçisi olan Fitzgerald, ‘Amerikan Rüyası’ insanların Amerika ile bildikleri
37
arasında yerini aldığı zaman, Amerika’nın ve yitik ümitlerinin sözcüsü olarak
görüldü, bu olguyla kimlik kazandı. Fitzgerald'ın ünü, ‘Amerikan Rüyası’ kavramı
ile doğdu ve artarak sürdü. I. Dünya Savaşı sonrası dünya Amerikan kültürü ile
büyülenirken ve bunun bir sonucu olarak
‘Amerikan Rüyası’ hızla etkisini
gösterirken, Fitzgerald'ın da bir yazar olarak ünü artmaya ve yayılamaya başladı.
Fitzgerald, ‘Amerikan Rüyası’nı işledi, bu kavram onun konusuydu (Hook 3−4).
38
3. BÖLÜM
3.1. THIS SIDE OF PARADISE (1920)
Bir ideali gerçekleştirme arayışında olan bir gencin, Amory Blaine’nin
öyküsünde Fitzgerald, bakış aşısını şekillendiren ve tarzını belirleyen tema ve
karakterleri keşfetti. Bu romanı, hem Fitzgerald’ın otobiyografisi hem de toplumsal
tarih olarak kabul edilir. Bunun da ötesinde, This Side of Paradise Fitzgerald’ı ‘Caz
Çağı’ ile birlikte anılan bir edebi şahsiyet haline getirdi. Fitzgerald, This Side of
Paradise’ı yazarken iki şey yapma girişiminde bulunuyordu: Ne tür bir yazar olmak
istediğini keşfetmek ve nasıl bir insan olduğunu araştırmak. Kendisinin bir yazar ve
insan olarak nerede olduğunun tatmin edici bir yanıtını yaşamının geri kalanında da
aradı. Profesyonel bir yazar olarak bağımsız ve tarafsız olmak, yaşamın kontrollü bir
gözlemcisi olmak istiyordu. Bir birey olarak ise, özellikle de Zelda ile evlenmesinden
sonra, yaşamını sınırlara takılmadan, her yönüyle dolu dolu sürdürme gereği duydu.
Sonuç, Fitzgerald'ın tam olarak hiçbir zaman üstesinden gelemediği, sanat ve
yaşamın gerektirdiği şeyler arasındaki müthiş gerilim oldu (Hook 27).
This Side of Paradise, Amory Blaine’nin varlıklı ve şımartılmış çocukluğunu
ve okul yaşamını, Princeton’daki eğitimini ve yaşamındaki romantik düş
kırıklıklarını anlatır. ‘Romantik egoist’ olan Amory, geniş olanaklarının farkındadır
ve onu harika bir kaderin beklediğine inanır. Amory’nin, kendisini gerçekleştirme
yolunda etkisi altında kaldığı başlıca üç unsur, gelenekler, kadınlar ve paradır. Bu üç
unsurdan her biri onu düş kırıklığına uğratırken aynı zamanda hedefine daha da
yaklaşmasına aracılık eder. Kolejden kovulması ve sevdiği kadının onu reddetmesi
sonuçta Amory’nin, düşlerin, isteklerini karşılamaya yetmediğini anlamasını sağlar
ve yaşama karşı gittikçe daha bir ümitsiz olur. Ancak bu onun kendisine olan
inancını yitirmesine neden olmaz (Pelzer 35). Güzel Rosalind, beş parasız Amory
Blaine ile neden evlenemeyeceğini açıklamaya uğraşırken, Amory ona varlıklı biri
olan Dawson Ryder ile evlenip evlenmeyeceğini sorduğunda Rosalind’in yanıtı şu
olur:
‘Bunu bana sorma, biliyorsun ki ben bir bakıma yaşlıyım. Bir bakıma da,
daha küçük bir kızım. Gün ışığını, güzel eşyaları ve keyif sürmeyi severim,
39
sorumluluktan ise korkarım. Tabak çanağı, mutfağı ve süpürgeyi düşünmek
istemem. Yazın yüzdüğümde bacaklarımın bronzlaşıp bronzlaşmayacağını
düşünmek isterim’ (Fitzgerald, This Side of Paradise 178).
Fitzgerald'ın ilk romanı, onun daha sonraki yapıtlarında değişmeyen temaları
oluşturacak olan gözlemlerin anlatıldığı bir romandır. Genç Amory popüler ve güçlü
olmayı her şeyden çok ister. Daha sonra, istediğinin hayranlık duyulan bir kişi olmak
ve hata aşkı bulmak değil, insanlar için gerekli olmak, yeri doldurulamayan biri
olmak ve insanlara güven duygusu vermek olduğunu keşfeder (Kahn 62).
3.1.1. Olay Örgüsü, Karakterler ve Tema
Fitzgerald This Side of Paradise’ın öyküsünü, her biri Amory Blaine’nin
yaşamında cereyan eden önemli olayları anlatan ve birkaç bölümden oluşan iki
kitaba ayırır. Bu yapının kullanılması, I. Dünya Savaşı’nın, Amory’nin yaşamını iki
ayrı parçaya böldüğünü işaret etmek içindir. Ancak iki kitabın düzenlemesi de
temelde aynıdır. Amory kendisini bekleyen kadere doğru gider, onu hayal kırıklığına
uğratan güzel bir kadına âşık olur, hayalleri yıkılır ancak yine de sonunda kendisini
toparlar ve onu ‘harika’ bir geleceğe götürecek olan bir sonraki adımını atmaya
hazırlanır. Olumlu açıdan bakıldığında onun bu kişisel özelliği kararlılık ya da
kendisine inanma olarak kabul edilebilir ve romanın önemli temalarından birini,
Amory’nin “Egotist” (kişilik)’ten şahsiyete dönüşmesini işaret eder (Hendriksen
102).
“The Romantic Egotist” başlıklı birinci kitap Amory’nin çalkantılı
çocukluğuna ve Orta Batı gençliğine, hazırlık okulu ve Princeton Üniversitesi’ndeki
yıllarına odaklanır. Gelişme çağında annesinin Amory üzerindeki önemi de burada
açıklığa kavuşur. “Amory, Son of Beatrice” adlı ilk bölümde, Amory Blaine’nin
Princeton’a kadar olan yaşamını konu alır. Bölüm, Amory’nin annesi Beatrice’in
kısa bir tanıtımıyla başlar. Lake Geneva’dan varlıklı bir aileye mensup olan ve güzel
bir
kadın
olarak
betimlenen
Beatrice,
ailesinin
zengin
olmasının
bütün
avantajlarından yararlanarak oldukça iyi bir eğitim alır. Zarif ve çekici bir kadın
olmasına karşın, Stephen Blaine adında, silik bir kişilik olan biriyle evlidir. Beatrice,
40
oğlunu hem bir anne olarak hem de bir arkadaş gibi çok sever. Özel öğretmenlerin ve
okulun yanı sıra, oğluna kendi birikiminin inceliklerini öğretir. Amory’nin aldığı bu
eğitim onu akranlarından farklı kılar; çok iyi bir Fransızca aksanı vardır ve daha
küçükken büyük bir adam gibi davranır. Fitzgerald'ın başlıca karakterler için seçtiği
isimler, Amory ve Beatrice, Avrupa geleneğinde aşkı çağrıştırır. Örneğin Amory,
Fransızca’daki
‘amour’(aşk)’dan
gelir.
Beatrice
ise,
Dante’nin
İlahi
Komedya’sındaki kutsal idealdir. On üç yaşındayken, Myra St. Claire adında bir
kızın verdiği partiye gider, ancak modaya uymuş olmak için oldukça geç kalır.
Vardığında parti bitmiş ve bir tek onu bekleyen Myra kalmıştır. Myra ile bir kulübe
giderler ve Amory orada romantizmini sergiler, Myra’yı etkiler ve onu öper. Bu onun
bir kızı ilk öpüşüdür ve bundan tiksinir. Amory’nin Myra ile yaşadığı bu olay, onun
mükemmel bir romantizm anı istediğini ancak bunu yeterli görmediğini ima eder.
Bunun bir nedeni, Amory’nin kendini beğenmiş biri olması ve bencilliğidir. Bu
özelliklerinin etkileri onun yakasını okulda da bırakmaz ve kolay sevilen biri
olmamasına neden olur. Daha sonra Amory, sık sık aşık olur, durmadan kitap okur;
okuldan hem nefret eder hem de etkilenir ve okulun etkisiyle değişir. Lake
Geneva’ya, annesinin yanına döndüğünde geleneklere uymaya karar verdiğini ve
yatılı okula gitmek istediğini belirtir. Bunun üzerine St. Regis’e gitmesine karar
verirler ve Amory, okula kaydolmak ve Monsignor Darcy adında, annesinin tanıdığı
olan bir din adamıyla tanışmak için New England’a doğru yola çıkar. Amory, St.
Regis’te toplumsal ve akademik olarak sivrilmeye uğraşır. Diğer öğrenciler onun
fazla kibirli olduğunu düşünürler, öğretmenleri ise onu oldukça zeki bulmalarına
karşın tembel ve disiplinsiz olduğu kanısındadırlar. Bunun üzerine Amory, kendisini
futbola verir ve takımın yıldızı olarak isim yapar. Amory bu okuldan sonra
Princeton’a gitmeye karar verir.
“Spires and Gargoyles” adlı ikici bölümde Amory’nin Princeton’daki
yaşantısı anlatılır. Burada oda arkadaşları olan Kerry ve Burne Holiday ile birlikte
yeni ortamlarını kurmaya başlarlar. Amory, sınıfında bir statü elde etme yolunda ilk
önce futbolla işe koyulur ancak iyi bir başlangıç yapmasına karşın sakatlanması
sonucunda bu girişimi sonuçsuz kalır. Bunun ardından “The Daily Princetonian”
gazetesine girer. Bir süre sonra, Kerry ile durumlarını konuştuklarında sınıfın
seçkinleri arasındaki yerlerini henüz almadıklarını fark ederler. Bu arada Avrupa’da
41
I. Dünya Savaşı başlar fakat Amory bu konuyla pek ilgilenmez. O, daha çok
gazetede ve Triangle Club’da başarılı olmaya yoğunlaşır. Bu kulübün bir turnesi
sırasında Minnesota’ya gittiklerinde, Isabelle adında oldukça çekici bir kızla tanışır
ve bir gün içinde birbirlerine aşık olurlar. Amory, Princeton’a döndükten sonra
mektuplaşmaya devam ederler. Triangle Club’ın turnesinde Amory’nin karşılaştığı
toplumsal yapının betimlenişi, 1920’lerin anlatıldığı önemli bir bölüm işlevi görür.
Fitzgerald, bu dönemde cinsellik ile ilgili gevşemekte olan gelenekleri bu kısımda
anlatır. Amory’nin Isabelle’le olan deneyimi de yeni etkileşim ve ilişki tarzlarını
yansıtır. Amory profesörlerinin öğrettikleriyle pek ilgilenmez onu asıl ilgilendiren
şey, ünlü ve popüler olmaya giden en hızlı yoldur (Stavola 81).
Gazetede bulunmasının bir sonucu olarak, kampüste artık elit kesimden biri
olma yolundadır. Toplumsal özelliklerini iyi kullanır ve önde gelen kulüplerden biri
olan Cottage’a kabul edilir. Kendi kendine düşünürken, daha önceki mutlu günlerini,
örneğin Alec Connage, Dick Humbird ve Kerry ile geçirdiği güzel günleri anımsar.
Amory, Dick Humbird’e hayrandır. Dick’in yürüyüşü, konuşması ve tavırları onu
oldukça etkiler. Dick’in ‘yeni para’ sahiplerinden ya da yeni zenginlerden biri
olduğunu ve köklü elit kesimden olmadığını öğrendiğinde bile bu hayranlığından bir
şey kaybetmez. Dick’in bir otomobil kazasında öldüğünü ise, arkadaşlarıyla New
York’ta bir partiye gidip döndükten sonra öğrenir. Dick, Amory’nin olmayı istediği
hemen her şeyi temsil eder ve onun ölümü romanın sonuna dek Amory’nin peşini
bırakmayan bir hayalet şeklinde etkisini sürdürür. Bu olay Amory’nin yaşamın kısa
oluşu ve ölüm gerçeği ile yüzleşmesini sağlayan ilk olaydır. Amory’nin idealindeki
insan da Dick’in ölmesiyle yok olur. Onun başarıya bakış açısı bu olayla değişir.
Gerçek başarının kendini tanımaya dayanan güçlü bir kimlik gelişimine bağlı
olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlar (89). Bu acı olaydan bir süre sonra, Isabelle,
Amory ile mezuniyet balosuna katılmak üzere Princeton’a gelir. Birbirlerine deliler
gibi aşıktırlar ve Amory, Isabelle’in ailesini ziyaret etmek için Long Island’a gider.
“The Egotist Considers” adlı üçüncü bölüm Amory’nin, Isabelle’i
kucaklarken gömleğinin Isabelle’in boynunu acıttığı ve iz bıraktığı sahneyle başlar.
Bu olay bir münakaşaya neden olur ve Isabelle, Amory’yi tamamen ben merkezli
olmakla suçlar. Amory gerçekte birlerine aşık olmadıklarını anlar ve ilişkileri
42
başladığı gibi aceleyle biter. Amory, kendisini tıpkı Princeton sosyetesindeki rolüne
kaptırdığı gibi, aşık rolüne de kaptırır. Bu onun toy oluşunu belirtir.
Önceki dönemden bir dersten başarısız olan Amory, bütünleme sınavına
girmek için okula erken döner. Ancak sınavı geçememesi, gazeteden ve kampustaki
toplumsal kazanımlarından uzaklaşması anlamına gelse de ders çalışmaz ve o dersten
kalır. Toplumsal başarı elde etmeye kendisini fazla kaptırdığına karar verir ve
sınavda başarısız olmakla ‘gerçek Amory’yi’ yeniden keşfettiğine inanır.
Amory’nin babası ölür ve o, babasını cenazesine katıldığında içinde hiçbir
duygu hissetmez. Onu asıl ilgilendiren ailesinin kötüye gitmekte olan ekonomik
durumudur. Bu durum onun bencil yapısını vurgular. Doğuya geri döndüğünde
Monsignor Darcy’yi New York’ta ziyaret eder. Darcy ona “kişilik” ile “şahsiyet”
arasındaki farkı anlatır. Yaşamdaki deneyimlerin şahsiyete bir etkisi olmadığını
açıklar ve onu yaşamda kendisine yeni bir şans vermesi yönünde ikna eder, Amory
ise kendisini yenilenmiş gibi hisseder. New York’a
yaptığı gezilerden birinde
Amory ve sarhoş bir arkadaşı, iki kızla çıkarlar. Kızlardan birinin evindeyken
Amory, “şeytanın” ya da bir hayaletin ona baktığını zanneder. Korkuyla sokağa fırlar
ve hayaletin onu izlediğine ya da kendisinin hayaleti izlediğine inanmaya başlar.
Yere düşer ve Dick Humbird’ün yüzünü görür.
Kolejde kendini göstermeye başlaması, edebiyat çalışmalarının getirdiği
başarı ve Triangle Clup için yaptıkları sonucu elde ettiği statünün keyfini çıkarması
yine birinci kitapta anlatılır. “Narcissus Off Duty” adlı bölümde Amory’nin orduya
katılışı ve bunun Amory üzerindeki etkileri, yeniçağın bir ürünü haline gelişi, yeni
bir kuşağın temsilcisi oluşu, köklerinden ve geçmişinden koparılma veya kopma
süreci Amory’nin değişimini anlatır (Pelzer 37). Amory son sınıftayken, alt sınıftan
bir çok öğrencinin, bir çeşit protesto olsun diye üye oldukları kulüplerden istifa
etmeyi düşündüklerini öğrenir. Burne Holiday’le konuştuktan sonra ne kadar boş ve
amaçsız birine dönüştüğünü fark eder. Burn, Amory’nin sönmek üzere olan
entelektüel yönünü yeniden canlandırır. Amory, Burn’ün yolundan giderek, Cottage
Club’a tuhaf misafirler getirip karışıklık ve rahatsızlık çıkarmaya çalışır. Monsignor
Darcy, Amory’den fakir ve dul bir yakınını ziyaret etmesini ister. Amory, Darcy’nin
akrabası olan Clara’yı bulduğunda oldukça şaşırır çünkü Clara, yoksul ve bakımsız
43
bir kadın gibi görünmez ve hatta Amory onu beğenir ve ona aşık olur. Clara ise,
Amory’i beğenmesine rağmen onu sevmediğini söyleyerek reddeder.
Savaş Amerika’ya sıçrar ve erkekler gönüllü olarak yazılmaya başlarlar.
Amory ve bir çok arkadaşı şiddetin sorumlusunun kim olduğunu bulmak için savaşa
katılmak üzere yola çıkarlar. “Interlude − Mayıs 1917 − Şubat 1919” başlıklı kısa
bölümde Amory’nin savaş günleri iki mektupla anlatılır. Mektuplardan biri
Monsignor Darcy’nin yazdığı ve Amory’nin savaşa katılmış olmasını, cesaretini ve
onda gördüğü iyi özellikleri anlattığı mektuptur. Interlude (ara) ifadesiyle Fitzgerald,
savaşı bir anlamda Amory’nin yaşamında yer alan bir boşluk ya da ara olarak
nitelendirir. Bu bölümdeki mektuplardan ikincisini ise Amory, Almanya’dan yazar
ve mektupta annesi Beatrice’in ölümünden ve mirasının yarısını kiliseye
bıraktığından söz eder ve annesini, mirası kendisine bırakmadığı için suçlar. Bunun
dışında, Avrupalıların, özellikle de İngilizlerin önde gelenlerinin siyasete girmeye,
Amerikalıların ise yalnızca para kazanmaya çalıştıklarından şikayet eder. Savaşın
bitmesini ister ancak savaştan sonra ne yapacağı konusunda tam bir çıkmazdadır. Bu
kafa karışıklığı ve kararsızlık içinde adeta kendisini kaybeder, bir başka deyişle
“yitiktir”:
Ne yapacağımı bilmiyorum fakat politikaya girme yönünde belli belirsiz bir
emelim var. Kırk yıl önce bile politikada iyiydik ancak biz büyük paralar
kazanmak ve gösteriş yapmak üzere yetiştirildik. Bazen ‘keşke bir İngiliz
olsaydım’ diyorum; Amerikan yaşam tarzı, lanet olasıca şaşkın, aptalca ve
sağlam (Fitzgerald, This Side of Paradise 148).
İkinci kitapta Fitzgerald “kişilik eğitimini” detaylandırır.
İkinci kitabın
“Debuntante” adlı ilk bölümünde anlatım daha çok bir tiyatro oyununu çağrıştıran
karşılıklı konuşma cümleleri şeklindedir; zaman ve mekan tasvir edilir: “Aylardan
şubattır. Mekan, New York’ta, 68. caddede, Connage’lerin evinde, bir genç kızın şık
döşenmiş geniş bir yatak odasıdır” (153). Sahnenin tanıtılmasından ve annesinin, kız
kardeşinin ve erkek kardeşinin yorumlarından, Rosalind’in güzel olmakla beraber,
bir bakıma saflığını yitirmiş ve ben merkezli bir kişilik olduğu anlaşılır. Bir genç
kızın, Alec’in kız kardeşi Rosalind Connage’ın sosyeteye girişinin anlatıldığı bu
sahneye Amory de katılır. Amory yanlışlıkla Rosalind’in odasına girer ve ardından
ikisi sosyeteden insanlara özgü kuralların geçerli olduğu karşılıklı bir konuşmaya
44
dalarlar. Birkaç dakika sonra geçtikten sonra da öpüşürler. Rosalind, okulundan
kovulduğunu ve şimdiye dek bir düzine erkekle öpüştüğünü, muhtemelen bundan
sonra da, bir o kadarıyla daha öpüşeceğini övünerek söyler. Amory, odadan çıkarken
Rosalind’i tekrar öpmek ister fakat Rosalind, konuşmayı kendisinin kazandığını
söyleyerek onun bu isteğini reddeder. Rosalind’in annesi yeniden sahneye çıkar.
Kızına, Dawson Ryder gibi varlıklı bir adamı ayartmanın yollarını anlatır ve bu
kurallara uymasını telkin eder. Birkaç saat sonra Rosalind, eski bir aşığını kovar,
Dawson’la buluşur ve daha sonra da Amory’ye aşık olur. Roman bu aşamada düz
anlatım şekline döner ve iki aşığın geçirdiği birkaç ayı anlatır. Amory, Rosalind’i
memnun etmeye yetecek kadar para kazanmak için bir reklam ajansında işe girer.
Roman karşılıklı konuşma cümleleri anlatımına geri döner ve Rosalind’in annesi,
kızının zengin bir adamla değil de Amory ile çok fazla zaman geçirmesinden yakınır.
Amory, oldukça bezgin ve bitkin bir görüntüyle sahneye girer. Rosalind, Amory’ye
karşı hissettiklerinin verdiği acıyı hissetse de ilişkilerini bitirmek istediğini, zengin
bir adamla birlikte olması gerektiğini çünkü yeterli paraları olmadan yaşarlarsa
Amory'nin sevdiği kadın olamayacağını söyler. Amory sonunda yenilgiyi kabul edip
ayrılmak zorunda kalır. Rosalind’in genel tavırları, dönemin ‘zamane kızı’ tariflerine
uyar. Fitzgerald, paranın ilişkiler üzerindeki etkilerini de böylelikle irdelemiş olur.
Kendini beğenmiş ve bencil bir kadın olan Rosalind Connage, sonuçta Amory’yi
hayal kırıklığına uğratır. Rosalind’in güzelliği ve arzuları her şeyden daha önemlidir
ve o, bu arzularını elinin tersiyle bir kenara itmeye hazır değildir.
Reddedilmesinin bir sonucu olarak, Amory kendisini içkiye verir ve daha
sonra teselliyi arkadaşı Tom’la yaptığı edebiyat tartışmalarında arar ancak daha da
derin bir boşluk duygusuna kapılır. “Experiments in Convalescence” başlıklı ikinci
bölümde Amory’nin teselliyi içkide aradığı ve üç hafta süren dönem, “İçki Yasağı
Kanunu” (Prohibition Amendment) ile sona erer. Artık alkollü içecekleri bulmak o
kadar kolay değildir. Fitzgerald, dönemin olaylarının kahramanı üzerinde etkilerini
ortaya koyarken toplumun geneli için de fikir verir (188). Amory buna pek üzülmez
ve kendisini yeniden okumaya ve edebiyata verir. Monsignor Darcy’nin bir arkadaşı
olan Mrs. Lawrence ile bağlantı kurar ve bu kadın, Amory’nin yaşama yeniden
dönmesini sağlar. Amory, yitirdiği gençlik yılları ile ilgili kısa da olsa bir şeyler
yazmaya çalışır. Darcy’yi ziyaret etmek için Washington’a gider ancak onu orada
45
bulamayınca Maryland’de bir akrabasını yanında kalmaya gider. Orada Eleanor ile
tanışır. “Young Irony” adlı üçüncü bölümde Amory’nin Eleanor’la yaşadığı ilişki
anlatılır. Eleanor’un, Maryland’de büyükbabası ile yaşadığından söz edildikten
sonra, ilk tanıştıkları zamana geri dönülür. Eleanor, Amory'nin korktuğu hemen her
şeyi temsil eder: cinsellik, materyalizm, sınırsız romantik arzular, kontrolsüz ihtiras
(Stavola 99). Amory ve Eleanor’un birçok ortak özellikleri vardır ve birlikte uzun
zaman geçirirler. Amory’nin, Maryland’den ayrılmasından önceki gece, Eleanor’la
kayalık bir yerde ata binerler. Tehlikeyi seven Eleanor, atını dörtnala uçuruma doğru
sürer. At uçuruma düşmeden hemen önce kendisini attan yere atan Eleanor kıl payı
kurtulur. Bu olayın soncunda ilişkileri bozulur ve Amory New York’a döner. Eleanor
da tıpkı Clara gibi güçlü ve bağımsız bir yapıya sahiptir ve kendisini bir erkeğe
adayamaz. İkinci kitabın dördüncü bölümü “The Supercilious Sacrifice” adını taşır.
Bu bölümde Amory, Atlantic City’dedir. Yaşadığı olayları düşünüp deniz kıyısında
otururken Alec onu bulur. Yalnız kalmak isteyen Amory'yi kaldığı otele götürmekte
ısrar eder ve sonunda Amory onunla gider. Amory otelde uyurken, oteli basıp, evli
olmayan bir çifti arayan dedektiflerin gürültüsüyle uyanır. Otelde bir kızla olan
Alec’i kurtarmak isteyen Amory, suçu üzerine alır ancak sonuçta onu hapse
gönderecek bir suç olmadığına karar verilir. Amory, New York’a döndüğünde, otelde
Alecl’e birlikte olan kızın ve kendisin fotoğrafını bir gazetede görür. Bu haberin
hemen üstünde ise, Rosalind ve Dawson Ryder’in nişanlandığını ilan eden bir yazı
vardır. Aradan bir süre geçtikten sonra, Monsignor Darcy’nin ölüm haberini veren
bir telgraf alır. Bölüm, Amory'nin tamamen yalnız kaldığı ve aldığı bütün destekleri
kaybettiği bir durumda biter.
“The Egotist Becomes a Personage” adlı beşinci bölümde Amory eski
iyimserliğini kısmen de olsa yeniden kazanır. Amory, New York’tadır ve yaşamında
ilk kez de olsa fakir insanları düşünür ancak onlardan tiksindiğini fark eder. Kendi
kendine konuşur ve değişik konularda sorular sorup cevaplarını arar, derin
düşünceler içindedir. Dünyada bir labirentte olduğu kanısına varır. Darcy’nin
cenazesinde bulunduğu sırada, insanlara yardım etmek ve onları korumak için kendi
kendine bir karar alır. Daha sonra Princeton’a doğru yola çıkar. Parası olmadığı için
yürüyerek gider. Yolda onu, başlangıçta tanımadığı fakat sonradan, savaşta ölen bir
arkadaşının babası olduğunu öğrendiği zengin bir adam, otostop yapan Amory’yi
46
arabasına alır ve iki adam birbirlerini hiç tanımamalarına karşın siyaset, ekonomi ve
ahlak üzerine konuşurlar. Amory insanların parayla ilişkileri üzerine bir sürü şey
söyler, kapitalizmi yerden yere vurur. Kendi kuşağının önceki kuşağa karşı hissettiği
bütün hayal kırıklıklarını anlatır. Pelzer’e göre bu konuşma, onun kendisini olduğu
gibi kabul etmesine yardım eder. Ve böylelikle, bir kez daha, vahşi dünyada yerini
almaya hazırdır (38).
This Side of Paradise’ın olay örgüsü hem düz hem de daireseldir. Bir
yandan Amory’nin çocukluğundan yetişkinliğine doğru bir anlatım vardır. Öte
yandan Amory’nin yaşamının iki evresi, yaşadığı hayal kırıklıkları onu iyimserlikten
kendini yeniden ispatlamaya götüren süreci anlatır. Bu dairesel anlatım hem
Amory’nin özünü korumasını hem de gelecek yaşantısının yapısını gösterir. Hem
tarz hem de yapı olarak This Side of Paradise, Fitzgerald’ın çıraklık romanıdır.
Fitzgerald hem teknik ustalığını hem de amacının ciddiyetini göstermenin
mücadelesini verir. Örneğin edebi tarzda ustalığını göstermek için şiire, mektuba ve
hatta düzyazı şeklinde olan üç perdelik bir tiyatro oyununa benzeyen bir kitap
oluşturur. Romanın tarzı zaman zaman sinematik bile kabul edilebilir. Bu değişik
anlatım stratejilerinin etkisi romanın, şaşırtıcı derecede orijinal ve coşkulu olmasını
sağlar ve bu da hem Fitzgerald’ın hem de kahramanının kendinden fazlasıyla emin
olduğunu gösterir. Ayrıca zaman ve yer ile birebir örtüşen gençlik coşkusunu da
anlatır. Amory Blaine’nin yaşam öyküsü her şeyden öte bir değişim döneminde yer
alan keşfin ve yeniliğin öyküsüdür. Onun yaşamı Amerikan tarihinde ‘Caz Çağı’
olarak bilinen dönemin yaşam tarzının bir örneğidir (39).
Bütün teknik özelliklerinin yanısıra This Side of Paradise, anlatım şekli
olarak geleneksel bir tarz olan ‘Bildungsroman’ ∗ , çıraklık veya gelişim romanı
olarak kabul edilir. Yayınlanmasından bu yana This Side of Paradise aynı zamanda
‘Caz Çağı’nın’ bir tarih kaydı olarak da görülmektedir. This Side of Paradise bir
Davranış romanıdır. ∗ ∗ Bu romanda Fitzgerald, 20’lerin ‘Caz Çağı’ olarak bilinmesini
∗
Bildungsroman: Alman yazar Goethe’nin Wilhelm Meister’s Apprenticeship (1796) adlı romanıyla
ortaya çıkan, genç bir şahsiyetin, genellikle ergenlik çağından olgunlaşmasına doğru içsel gelişimini
anlatan edebi tür.
∗∗
Davranış romanı: Toplumun bir kesitinin belirli bir zamanda ve yerde gelenek ve davranış
biçimlerini anlatan edebi tarz.
47
sağladı. Otomobil, İçki Yasağı, Zamane Kızı, çağın yeni kadını ve erkeği ve yeni
neslin davranış ve yaşam tarzındaki derin değişim romanda belirgin bir şekilde
anlatılır. Roman birçok ciddi konuyu içerir: zenginlik, sınıf, gelenek, şöhret, romans,
gösteriş, başarı, kibir, bencillik, siyaset ve din (40). Öyküde paranın yanı sıra,
toplumsal statü de önemli bir yer tutar ve bu da kişilik gelişiminde tipik bir
Amerikan kısır döngüsünü yansıtır. Amory, okulda büyük adam olmak arayışıyla
yola çıkar ve popüler olma düşüncesi ön plandadır. Ancak, elit tabakaya ait
olabilmek, bir üst sınıfa atlayabilmek için zengin olması gerekir. Ailesi maddi
gücünü kaybettikten sonra, o da Rosalind’i kaybeder.
The Great Gatsby’de olduğu gibi, ‘Amerikan Rüyası’, kahramanın başarıyı
para ve popüler olmada araması sonucunda gerçek anlamını yitirir. Ancak bu durum
bir bakıma Amory’nin bu tür maddi heveslerden kurtulup kendisi için daha önemli
olan iç mücadelesine odaklanması açısından olumlu bir etki olur (Hendriksen 105).
Karmaşa içindeki dünyadan gençliğin sözcüsü olarak seçilen Amory Blaine,
20. yüzyıl düşlerine ve ideallerine temel oluşturan açlık korkusunu ve başarıya
tapmayı öğrenir. Fitzgerald’ın ‘bildungsromanı’nın odağında yer alan Amory Blaine
birçok açıdan yazarın ikinci benliği görevi yapar. Yazarın kendisi de romanın
yayınlanmasından sonra “benim ve hayal gücümün tarihi” şeklinde bir ifade
kullanmıştır (Pelzer 41). Amory’nin gençlik yıllarını iki önemli kişi şekillendirir:
Annesi ve Monsignor Thayer Darcy. İkisi de Amory’nin bencillik duygularını besler.
Bir başka deyişle ikisi de Amory’de kendi “ben” anlayışlarını gerçekleştirmek
isterler. Beatrice O’Hara Blaine, oğlunun romantik altyapısını oluşturur ve onun
davranışlarında itici güç konumundadır. Amory, Beatrice’den oldukça özel bir eğitim
alır. Amory, Princeton’dan ayrıldıktan sonra, ‘koleje gitmiş olmasına rağmen iyi bir
eğitim alabildiğini’ ifade eder (Fitzgerald, This Side of Paradise 249). O dönemde
kolej, bir eğitim kurumu olmaktan çok, toplumsal bir kulüp olma özelliği taşıyordu.
Gençlik, yaşıtlarının etkisiyle en prestijli kulüplere girmeye zorunluymuş gibi bir his
duyardı. Kolejde derecelerin yüksek olması da önemliydi ancak bu ikinci planda
gelirdi.
Amory, tıpkı ‘Amerikan Rüyası’nın maddi yönlerinin tuzağına düştüğü gibi,
toplumsal statü edinmenin, çok tutulan gruplara girme ile ilgili tuzağına da düşer.
Monsignor Darcy ise Amory’nin ergenlik ve ilk yetişkinlik dönemini şekillendirir ve
48
onun düşüncelerini açıklığa kavuşturmasına yardım eder. Öte yanda Amory’nin
babası sadece bir gölge gibidir ve öykünün ortalarında ölür (Hendriksen 104).
Fitzgerald, Princeton’un o dönem gençliği açısından taşıdığı önemi
kahramanı aracılığı ile anlatır: “… Ancak onu en çok çeken, parlak renkli atmosferi
ve Amerika’daki en güzel taşra kulübü olarak edindiği, insanı cezbeden ünüyle
Princeton oldu” (This Side of Paradise 40).
Amory'nin büyük düşü, sevdiği kadınlarda gördüğü ideal güzellik ile
bağlantılıdır. Sevdiği kadınların her biri, Amory'nin benliğinin bir yönünü temsil
eder ve böylelikle onların her birine ulaşması onun arayışının yapısını ve romanın da
temasını vurgular. Edebiyat eleştirmeni Richard Lehan’ın da belirttiği gibi, This Side
of Paradise “yanlış idealler peşinde kaybolmuş bir gençlik ile ilgilidir” (Pelzer 44).
Roman, hayal kırıklığı ve yabancılaşma, yerleşik kurallara, toplumsal yapıya, sisteme
isyan ve kayboluş, bunlarla birlikte değişim temasını işler. Amory, kendi isyanı ile
birlikte, ait olduğu kuşağın çığlığını da seslendirmek, şu sözleri sarf eder:
Huzursuzum. Benimde içinde bulunduğum kuşağın tamamı huzursuz. En
zengin olanların, eğer isterlerse en güzel kızı kaptığı, geliri olmayan bir
sanatçının, yeteneklerini bir düğme üreticisine satmak zorunda kaldığı
sistemden bıktım. Daha kötü bir konumda olamazdım. Toplumsal bir
devrim beni zirveye oturtabilirdi. Elbette bencil biriyim. Çoktan eskimiş
sistemde, kendimi sudan çıkmış bir balık gibi hissediyorum. Belki de,
kolejde iyi bir eğitim alan iki düzine insanın arasındaydım; ancak onlar, iyi
eğitim alan, düz kafalı, futbol oynayan birini seçeceklerdi ve ben bu
nitelikleri taşımıyordum, çünkü bazı aptal, yaşlı adamlar, hepimizin
matematiğin konik bölümünden yararlanmamız gerektiğini düşünüyorlardı.
Ordudan tiksindim, iş yaşamından tiksindim. Değişime aşığım ve bilincimi
öldürdüm (Fitzgerald, This Side of Paradise 249).
Amory’nin sevdiği kadınlara ulaşmada sürekli başarısız olması, yaşamının
diğer aşamalarının ötesinde, olgunlaşma yolunu çizer. Amory’nin ilk gerçek aşkı
olan Isabelle’e ulaşmak onun düşlediği asıl şey değildir, bu, Amory'nin hayal
gücünün bir yansımasıdır ve Isabelle’e ulaşmak, Amory’ye istediğini elde etme
49
duygusunu yaşatmaz ancak Isabelle’in ulaşılamaz olduğunu gösterir. Amory'nin bir
başka güzel kadına, Rosalind Connage’a, olan aşkı ise onun rüyası gibi gelip geçici
olduğu gerçeğini ona hatırlatır. Fitzgerald, Amory'nin Rosalind’i elde etme arayışını
vurgulayarak, belki de, genç egoistinin düş ve ümitlerinde yaşadığı iniş çıkışları
kaydetmek için absürd ve zekice bir tiyatro oyunu oluşturur (Pelzer 45). Rüyalarını
süsleyen kadın olmadan Amory hiçbir şeye inanmaz: Ne dine, ne siyasete, ne
kahramanlara, ne ilerleme idealine ne de bir gün kendisinin, olmayı hayal ettiği farklı
insan tiplerine. Amory, bu ruh haliyle, Eleanor Savage adında, tehlikeli güzelliği
Amory için ulaşılması gereken başka bir ideali oluşturan bir kadınla flörtlerine
devam eder. Amory ve Eleanor birlikteyken birbirlerinde “şeytanı görürler” (46).
Onlar tehlikeli bir biçimde, aşırı bencilliklerinin kendi kendilerini yok etmesi
derecesinde yakındırlar.
Açıkça görüldüğü gibi, Amory'nin arzularını güzel bir kadın idealiyle
birleştirmesi yanlış bir yoldur. Onun için yaşama anlam katan, ideal peşinde
koşmaktır. Bu hem Amory’nin hem de romanın yapısını ve rotasını oluşturur: Hayal
etmenin gücü, gençlik idealizmi ve insanın yanlış düşler peşinde koşarak yaşamını
boşa harcaması. Amory, sonunda ona işkence çektiren ve onun idealizmini kötü yöne
sürükleyen düşünceyi anlar ve Amerikan yaşam tarzında bir çok değişikliği anlatan
dönemin sonuna doğru giderken, savaş sonrası kuşağın duruşunu şu sözlerle açıklığa
kavuşturur:
Görüyorsun ki herkesin oraya buraya atacağı bir pelerini var. Sıradan
düşünen kişiler, Plato’nun ikinci sınıfı, Viktorya dönemi düşünce tarzıyla iç
içe geçmiş romantik şövalyeliğin kalıntılarını kullanıyor ve kendimizi
entelektüel olarak gören bizler, bunu bir başka yönümüzmüş gibi göstererek,
parlak zekamızla bir ilgisi yokmuş gibi yaparak gizleriz; bunun bir kurbanı
olmaktan bizi kurtardığını anlamış gibi yaparız. Fakat gerçek şu ki, cinsellik
bizim en masumane düşüncelerimizin tam ortasındadır, cinsellik bize o kadar
yakındır ki ileriyi görmemizi engeller (Fitzgerald, This Side of Paradise 214).
This Side of Paradise’ın sonunda, Amory’nin son görüntüsü, kollarını sonsuz
evreni kucaklamak için açması, bir bakıma Gatsby'nin ölüsünün havuzda yüzen
şekline benzer. Kendisini gerçekleştirme ile ilgili bir iç hesaplaşma yaşayan ve
50
bencilliğinin farkına varan Amory, romanın son satırında artık kendisini tanıdığını
iddia eder (Kahn 63) ve roman onun şu cümlesiyle biter: “Kendimi tanıyorum fakat
hepsi bu” (Fitzgerald, This Side of Paradise 245).
3.1.2. Romandaki Semboller
Amory’nin ideal peşindeki arayışı değişen bir dünya düzeninde sürer. Ancak
yine de kaybolan geçmişin izleri, romanla birlikte akla gelen hayalet sembolü This
Side of Paradise’ı etkisi altına alır. Amory’nin geçmişin varlığı ile ilk karşı karşıya
kalışı onun yaşamını ve aklını ele geçiren hayaletler ile ilgili kararsızlığını açıklar.
Amory kendisini Asia adlı bir kadınla bir otel odasında bulur, orada içinde
bulunduğu ruh halinin de etkisiyle, bir otomobil kazasında ölen Dick Humbird’ün
imgesinde, kendi aşırılıklarının acınacak bir kurbanı olduğunu anlar. Dick
Humbird’ün hayaleti iyi ve kötünün tuhaf bir birleşimidir. Bu hayalet bir bakıma
genç kuşağın aşırılıklarını, zevk ve eğlencenin çekici gücünü ve kurallara ya da
geleneklere uymayı reddedişi temsil eder. Öte yandan garip bir şekilde bir tür bilinç
fonksiyonu üstlenir. Dick Humbird’ün hayaleti Amory’nin geçmişe dönüp bir
bakmasını sağlayan benliğinin derinliklerinde bulunan ahlak duygularını uyandırır.
Amory ve onun Princeton’dan sınıf arkadaşları yaşamlarını etkisi altına alan
hayaletler ile ilgili şakalar yaparlar. Ancak sonunda Amory, mevcut korkuların
önceki
yaşantıların
bir
sonucu
olduğu
sonucuna
varır.
Henüz
açıklığa
kavuşturamadığı ise, insanoğlunun ve kendisinin bir hayaletten çokta farklı olmadığı
yönündeki inanışıdır (Pelzer 47). This Side of Paradise’taki hayalet geçmişten bir iz,
geleceğe dair bir imaj ve kaybolan insanlığın sürekli bir hatırlatıcısıdır. Ancak
Amory'nin hayaletin önemi ile ilgili son yaklaşımı, Fitzgerald’ın kahramanının
içindeki ve romanının merkezindeki kararsızlığı belli eder. Amory'nin düşünceleri,
köklerinden kopmuş ve kendisini maddi başarıya adamış olan yeni bir kuşağın
kötümserliğini anlatır.
Romanın merkezinde yer alan Princeton ise sembollerin
sembolü olarak kabul edilebilir. Fitzgerald, bu kurumu yalnızca bir yer olarak değil,
kendi evreninin merkezi olarak işler. Princeton, Fitzgerald'ın yaşadığı dünyayı ve
20. yüzyılı yorumlamak için kullandığı yeni, dinsel, ulusal, mimari ve toplumsal bir
konudur. Romanın ve öykünün önemli bir kısmında Princeton’un oldukça romantik
51
bir mekan olduğu izlenimi vermek için şiirsel bir dil kullanılır. Örneğin mimari
yapısı, insana ilham veren bir unsur olarak tanıtılır. Bahar günleri, kampusu cennet
gibi bir yere dönüştürür. Öyle görünüyor ki Fitzgerald, kampüsün ruhunu, kendi
derin ve kişisel düşünceleri ile birleştirir (Arsdale 39,41).
3.1.3. Romanın Yayınlanması ve Yankıları
Fitzgerald ilk romanını, daha önce yazmış olduğu öykülerinden ve The
Romantic Egoist adlı yayınlanmayan bir romanının taslağından geliştirdi. 26 Mart
1920’de yayınlanan This Side of Paradise 24 saat içinde satılıp tükendi ve bu o
dönemde büyük bir başarı demekti. Ticari başarısının yanı sıra, edebiyat açısından
bir dönüm noktasıydı çünkü yeni bir yazarın, yeni konuları farklı bir üslupla anlattığı
ancak geleneksel edebi tarzları da kullandığı bir romandı (Stavola 77). This Side of
Paradise, I. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan hayal kırıklığını ve ‘Caz Çağı’nın
özünü oluşturan her şeye isyan duygusunu iyi yakalayan bir romandı. Fitzgerald,
This Side of Paradise’ta, anlatım olarak tam bir ustalıkla olmasa da, onun için
gerekli olan temaları yakalamıştı. Amory Blaine, Fitzgerald'ın diğer romanlarındaki
kahramanlarının babası denilebilecek bir rol üstlendi, Amory’nin ikilemleri aynı
zamanda Fitzgerald’ın diğer yapıtlarında ele aldığı temaların habercisi oldu.
Fitzgerald'ın ‘kardeşlerim’ dediği, Amory Blaine’den Dick River’e
bütün erkek
kahramanları, bir kuralı şekillendiriyor veya bir inancı destekliyorlardı ve daha da
önemlisi, bu karakterlerin hepsi, Amerikan Püriten mirasının toplum ve bireyler
üzerindeki sınırlandırmalarını ve baskılarını hissediyorlardı. Nick Carraway gibi, I.
Dünya Savaşı öncesindeki Amerikan yaşam tarzının ahlak kurallarını baz alan, kendi
iç kuralları olan erkeklerdi. This Side of Paradise, Amerikan gençliğinin, iyi ve kötü
arasında gidip geldiği bir roman olarak kabul edildi. Çoğunlukla, ‘doğru ve yanlış’
davranış yargıları cinsiyete dayalı davranış olarak görüldü. Kötülük cinsellikle
birlikte tanımlandı. Amory, kafasında kadınları bir ideale dönüştürdü ancak onlara
ulaştığında bu masumane hislerini sürdürmesinin zor olduğunu fark etti. Amory’nin
kadınlara yönelik hisleri, Nathaniel Hawthorne’dan bu yana Amerikan edebiyatında
sıkça kullanılan Püriten zihniyetin bir ikilemi olarak görüldü (Kahn 52−53).
Eleştirmenler, romanın aşırı duygusal unsurlar içermesi ve kontrol eksikliği olmasına
52
ve bir çok dilbilgisel hata bulunmasına karşın, orijinalliğini, canlılığını ve tarzını
beğeniyordu (Pelzer 36). This Side of Paradise’ın ilk eleştirmenlerce orijinalliği
kadar beğenilen bir başka niteliği de gerçekçiliği idi. H. L. Menken, romanın
“gerçekten şaşırtıcı bir ilk roman olduğunu, yapısal anlamda özgün bulduğunu”
belirtir. Irene ve Allen Cleaton ise, romanın “soluk soluğa okunmasının nedeninin,
dönemin gençliğinin isyan duygularını yansıtan bir çığlık olduğu” iddiasında bulunur
(Hendriksen 5). Gençliğin ikna edici tarihinin, bir genç tarafından yazılışı başarılı
oluşundaki etmenlerden bir başkasıydı. 1920’lerde birçok okuyucu ve eleştirmen
Amory’nin sözlerini ve derin düşüncelerini sürükleyici olarak buluyordu (Roulston
31,39). Romanı okuyan herkes, Amory Blaine’nin kendisini anlattığını hissetmiyordu
belki ama, romanın kahramanının, içinde yaşadığı dünyanın değiştiği düşüncesi,
dönemin hassas duygularını, insanların değişen yaşantılarını isimlendirememeleri ile
ilgili hislerine tercüman oldu . James E. Miller, This Side of Paradise ile ilgili olarak
şu yorumu yapar: “Romandaki belirsiz ve karmaşık amaçlara karşın, cinsellik,
toplumsal ve edebi huzursuzluk gibi konular, dönemin yapısını açıkça ortaya koyar”
(Stavola 73).
3.1.4. Feminist Yorum ve Değerlendirmeler
Amorf Blaine’nin dünyası erkek egemen bir dünyadır ve kadınlara ikincil
roller verilir. Kadınlar Amory’nin yaşamında önemli bir yer tutarlar ancak daha çok
bir arzuyu simgelerler. Fitzgerald kadın kahramanlarının yaşamlarının gerçeklerini
ya da düşüncelerinin karmaşıklığını hemen hemen hiç anlatmaz. Edebiyata cinsiyet
rolleri açısından ve cinsiyet beklentilerinden bakan feminist eleştirmenlere göre,
Fitzgerald'ın kadınları ele alış şekli Fitzgerald’ın dünyası ve görüşleri ile ilgili ciddi
soru ve tartışmaları beraberinde getirir (Pelzer 48).
This Side of Paradise’taki kadınlar, özellikle Amory Blaine’nin arzularının
izdüşümleridir. Amory onların güzelliklerinde kendi düşlerini gerçekleştirmeyi
temsil eden mükemmelliğin bir imgesini görür. Fitzgerald'ın kadınları arzu objeleri
olarak, pahalı nesnelerdir. Para onları son moda elbiselerle ve parlak mücevherlerle
süsleyerek güzelleştirir. Para onlara sahip olmanın bedelidir. Örneğin Rosalind,
Amory ile olan ilişkisini bitirir çünkü yoksulluğun onun para üzerine kurulu
53
güzelliğini yok edeceğini bilmektedir. Maddi zenginliğin sağlayacakları olmadan
Rosalind, Amory’nin seveceğinden farklı türde bir kadın olacaktır (49).
This Side of Paradise’taki kadınların her biri, bir şekilde gerçekleşmemiş bir
olasılığın sembolleridir. Kendi düşleriyle dolu olan bu kadınlar, çok geçmeden,
onlara açık olan çok az yaşam yolu olduğunu keşfederler çünkü onlardan,
başkalarının düşlerini gerçekleştirmeye aracı olmaları beklenir. Bunun sonucunda
kendi hayal kırıklıklarına bir savunma geliştirerek gittikçe daha bencil, alaycı ve
kötümser olurlar. Fitzgerald'ın kadınları, Amory ve Princeton’dan sınıf arkadaşları
için oldukça özgürlükçü olan kuşak değişiminin, kadınlar için gerçekte değişmeyen
beklentiler bıraktığını ispatlarlar. Yeni kadın halen aşırı ve şaşırtıcı kabul edilen
cinsel özgürlüğü kucaklar ve kendisini önceki çağın kadınından ayırmak için oldukça
parlak bir dış görünüm kazanır. Bir başka deyişle yeni kadın, Isabelle ya da
Rosalind’in temsil ettiği ‘zamane kızı’ olur. Fakat ‘özgürlüğüne’ karşın, yeni
kadından hâlâ kendisini evliliğe vermesi beklenir ve Amory ve arkadaşlarının
tavırlarının açıkça gösterdiği gibi, erkeklerin arzularının bir izdüşümü olarak
kalmaya devam eder (51).
Kendi şartları altında düşünüldüğünde, This Side of Paradise modernleşmenin
gereksinimleriyle karşı karşıya kalan bir kuşağın ümitlerini ve korkularını iyi tespit
eder ve Fitzgerald'ın sonraki romanlarında ele alacağı konulara dayanak oluşturur
(52).
54
4. BÖLÜM
4.1. THE GREAT GATSBY (BÜYÜK GATSBY)(1925)
The Great Gatsby F. Scott Fitzgerald'ın zaferidir. Düşünü gerçekleştirmek
için kendisini bir başarı imgesine dönüştüren fakir bir gencin öyküsü olan The Great
Gatsby, romantik kahramanının büyük arzusunu, hayal kırıklığını anlatır. Gatsby’nin
öyküsü yalnızca bir bireyin öyküsü değil, aslında Amerika’nın öyküsüdür.
Gatsby’nin rüyası ‘Amerikan Rüyası’dır; onun başarıları ve başarısızlıkları aynı
zamanda ‘Amerikan Rüyası’ ile ilgilidir. Ve bu anlamda Fitzgerald, Amerikan
trajedisinin kendine özgü bir versiyonunu oluşturur. Bu rüya para ile kirletilir ve
umarsızlığın kurbanı olur. Roman, savaş sonrası Amerika’da büyük paraların elde
edildiği ve harcandığı, ahlaki kuralların bu gösterişli yaşam tarzından nasıl
etkilendiği gibi konular üzerinde durur (O’Connor 105).
Şaşaalı zenginliğin olduğu bir dönemi, ‘Caz Çağı’nı temel alan The Great
Gatsby, James Gatz adlı, Midwestli fakir bir gencin öyküsünü anlatır. 17 yaşında
yeni bir kişilik oluşturmak için yola çıkar. Yolculuğu onu Louisville - Kentucky
yakınında bir askeri eğitim kampına götürür ve orada giydiği subay üniforması, daha
sonraları Gatsby'nin rüyasını süsleyecek olan Daisy Fay’ın dünyasına girmesini
sağlar. Gatsby için Daisy’i elde etmek ideali elde etmektir (Pelzer 77).
Daisy, Tom Buchanan’la evlenmek için ilişkilerini bitirdiğinde, Gatsby bütün
yaşamını “altın kızını” yeniden elde etmeye adar. İçki kaçakçılığı ve spekülatörlük
yaparak bir servet elde ettikten sonra Long Island West Egg’e, Buchanan
malikânesinin karşısında yer alan körfeze yerleşir. Orada her gece Daisy’nin
dikkatini çekmek için gösterişli partiler verir. Çabaları sonuç vermeyince Daisy ile
tekrar kavuşmak için kiracısı ve aynı zamanda Daisy’nin kuzeni olan Nick
Carraway’ın yardımına başvurur, ancak Daisy’ye kavuşmak Gatsby için yeterli
değildir. Aynı zamanda geçmişi de geri getirmelidir ve bunu yapabilmek için
Daisy’nin kocası Tom’u sevdiğini inkâr etmesi de gerekecektir. Gatsby, geçmişin,
şimdiki zamanın ve geleceğin aynı anda yaşandığı bir dünya ister (Stavola 131).
Daisy bir kez daha Gatsby’i yüzüstü bırakırken onun rüyasını da yok eder ve
umarsızca Gatsby’nin ölümüne kadar varacak olan olaylara sebep olur. Gatsby
55
gerçekte asla ulaşılamayacak, ağır kapitalizm, sorumsuzluk ve ahlaki çürümüşlük ile
kirlenmiş olan bir rüyanın kurbanı olur (Pelzer 78).
4.1.1. Olay Örgüsü, Karakterler ve Tema
The Great Gatsby'nin olay örgüsü zaman ve mekânda ileri ve geri gidip gelir,
romanın anlattığı olaylardan çok sonra başlar ve biter. Anlatımdaki bütün bu
değişimlere, gidip gelmelere karşın, olay örgüsü sağlam bir şekilde oluşturulur; her
bölüm, romanın hayali dünyasını çevreleyen ve baş kahramanını yavaş yavaş çözen
önemli bir olay etrafında gelişir. Edebiyat eleştirmeni Milton R. Stern romanın olay
örgüsünün ‘seri partiler etrafında düzenlendiğini’ iddia eder (Pelzer 81). Olay
örgüsü, bir bulmacanın ortaya çıkışı ve çözülmesi şeklinde değil, tamamlanan
organizmada her bölümü bir işlev gören bir trajedi şeklindedir. Fitzgerald'ın resmi
ve gündelik dili bir arada kullanımı ona teknik olarak oldukça geniş bir hareket alanı
sağlar. Geriye dönüşler, geniş bir öykünün arasına serpiştirilmiş küçük öyküler de
Fitzgerald'ın yapı olarak ustalıklı bir anlatım ortaya koyduğunu ve hatta bir bakıma
model olarak aldığı Joseph Conrad’a yaklaştığını izlenimini verir. Fitzgerald,
kelimeleri, cansız varlıkların karşılığı olarak değil de, yaşayan şeyler gibi kullanır.
Bir başka açıdan da, The Great Gatsby lirik ve sembolik bir anlatımla birlikte
romantik bir fantezidir (Roulston 158,167).
Birinci bölüm Buchanan’ların akşam yemeği partisine odaklanır. Burada,
anlatıcı Nick Carraway kuzeni Daisy ve onun kocası olan Tom ile olan tanışıklığını
sağlamlaştırır. Buchanan’ların West Egg’teki kendini beğenmiş, soylu ayrıcalığı
dünyaları ve bununla birlikte dışardan güzel görünen malikânenin içindeki aldatma
ve şiddet bu bölümde anlatılır. İkinci bölüm Fitzgerald’ın modern dünyayı sembolik
çağrışımlarla ve ‘Valley of Ashes’ tasvirleriyle başlar ve daha sonra Myrtle Wilson
olayına odaklanır. Olay, orta sınıfın East Egg dünyasında yer alabilmek için acınası
istekleri doğrultusunda yaptıkları üstünkörü davranışları sergiler (Pelzer 81–82).
Fitzgerald üçüncü bölümde Gatsby'nin malikânesindeki partisinde bu isteklerin
doruklarını betimler. Ayrıca Gatsby, ilk olarak üçüncü bölümde ortaya çıkar.
Fitzgerald'ın ilk üç bölümdeki stratejisi ustacadır. Öyküsünün sosyo-ekonomik
ortamının haritasını çizer. Gatsby sahneye çıktığında, Fitzgerald onun kimliğini
56
ortaya çıkarmaya başlar. Dördüncü bölüm Nick’in New York’ta Gatsby'nin iş
ortaklarından biri olan Meyer Wolfsheim ile tanışması üzerinde yoğunlaşır. Beşinci
bölüm, Gatsby ile Daisy’nin, Nick’in yazlığındaki çay partisinde yeniden
kavuşmaları, romanın yapısal ve duygusal anlamda merkezi olan bölümdür.
Fitzgerald burada, Gatsby'nin düşünün gerçekleşebileceği ihtimalini işaret eden,
neredeyse zaman dışı bir anda geçmişi şimdiki zamana getirir. Fitzgerald bozuk saat,
iyileştiren yağmur (healing rain) ve Gatsby'nin göz kamaştırıcı başarı şovlarının birer
parçası olan eşi görülmemiş gömlekleri ile sahneye anlam katan sembolleri oluşturur.
Ayrıca romanın ana temalarından olan zamanın değişkenliği, değişim ve ölüm
gerçeğini de belirgin bir şekilde çağrıştırarak romanın geri kalan bölümlerinin odak
noktası olan bu kavuşmanın trajik sonuçlarını ima eder. Altıncı bölüm, bakış açısı
dışında üçüncü bölümle paraleldir, burada Gatsby ünlü partilerinden birine daha ev
sahipliği yapar ve sonunda Daisy gelir. Romanın dönüm noktası olan yedinci
bölümde Fitzgerald, anlatımının birçok unsurunu, özellikle tema ve sembolleri bir
arada kullanır. Gatsby'nin öldürülmesiyle sonuçlanan sekizinci bölüm, Gatsby'nin
cenazesi üzerinde yoğunlaşan ve Nick’in Midwest’e, köklerine geri dönmesiyle
sonuçlanan dokuzuncu bölüm, Fitzgerald’a Gatsby'nin yaşamındaki boşlukları, eksik
noktaları tamamlamasında uygun zemini oluşturur. Nick’in şiirsel bir dille yaptığı
‘Amerikan Rüyası’ çağrışımları da Fitzgerald'ın, bir ülkenin tarihi ile Gatsby'nin
kaderini birleştirmesini ve böylelikle düşüncesinin ayrıntılarını bir arada anlatmasını
mümkün kılar. Bu bölümde ayrıca, Nick’in açıklamalarından, Fitzgerald'ın
‘Amerikan Rüyası’nı başlangıcında ve özgün şekliyle yeni keşiflerde bulunma,
bireycilik ve mutluluk arayışı olarak gördüğü anlaşılır (83).
Fitzgerald, The Great Gatsby’nin karakterlerini 1920’li yılların toplumsal
eğilimlerini yansıtan semboller olarak kullanır. Romandaki karakterler, kendilerinin
ideal şekillerini filmlerde ve dergilerde bulurlar. Reklamlar onların bilinçaltlarına
bile yerleşmiştir. Kendilerine seçtikleri rolleri oynarlar ve sanki sözlerini önceden
ezberlemişlerdir (Berman, T.G.G and M.T. 8). Romana ismini veren Jay Gatsby,
North Dakota’da geçirdiği yoksul çocukluk yıllarının ardından, şaşılacak derecede
zengin olan, otuz yaşlarında genç bir adamdır. Ancak o, zengin olma hedefine, mafya
benzeri oluşumlarda yer alarak, kaçak içki işine girerek ve buna benzer yolları
kullanarak ulaşır. I. Dünya Savaşı sırasında, 1917’de genç bir subayken Daisy ile
57
tanışır ve ona hemen aşık olur. Daisy savaş bitinceye ve Gatsby dönünceye kadar
onu bekleyeceğine söz verir ancak 1919’da Tom Buchanan ile evlenir. Bu olaydan
sonra Gatsby, yaşamını Daisy’ye yeniden kavuşmaya adayan ve bunu başarmak için
her yolu deneyen bir kişiliği canlandırır. Onun amacı, mükemmel bir kimlik
kazanmaktır çünkü güzel bir kadına sahip olmak, Amerikan kültüründe geleneksel
olarak yaygın bir şekilde inanılan üstün bir kişiliğin özelliklerinden biridir (Stavola
138). Bu inanışı Fitzgerald şu sözlerle dile getirir: “Büyük bir toplumsal başarı,
kartlarını dikkatlice oynayan güzel bir kızdır” (Pearce 25).
Gatsby ilk gençlik
yıllarından beri yoksulluktan nefret eder ve zengin olmanın, rahat bir yaşam
sürmenin özlemini duyar. Zengin olmayı her zaman istemesine karşın, servetini elde
etmede onun için en önemli motivasyon Daisy’ye olan aşkıdır. Gatsby’ye göre,
“Daisy kendisi olarak yoktur. O, varacağı yolu aydınlatan yeşil ışıktır”(Stavola 141).
Fitzgerald, romanın üçüncü bölümüne kadar Gatsby hakkında fazla bilgi vermez.
New York’taki dedikodu fırtınasının tam odağında yer alan Gatsby, daha okuyucuya
tanıtılmadan önce, efsanevi bir kişilik konumu alır. Roman ilerledikçe Fitzgerald,
Gatsby'nin kendisini yavaş yavaş tanıtmasına izin verir.
Fitzgerald The Great Gatsby’de birinci kişi anlatımını kullanır. Nick
Carraway öykünün “ben”i olarak, hem olayların içinde yer alır hem de Gatsby'nin
kaderinin bir gözlemcisidir. Birinci kişi anlatımı, Fitzgerald’ın yaşama bakış açısını
ifade etmede kullandığı oldukça önemli bir araçtır (Schlacks 127). Nick’in, Tom ve
Myrtle’ın evindeki partiyle ilgili sözleri, Fitzgerald’ın kahramanı aracılığı ile
yaşamda durduğu yeri ortaya koyar:
Akşamın alacakaranlığında parkın içinden geçip, kentin doğu yakasına doğru
yürümek için dışarı çıkmak istiyordum ancak gitmek için her davranışımda,
beni geri çeken, sanki sandalyeme beni iplerle bağlayan, çılgın, kulak
tırmalayan bir tartışmaya bulaşmış oluyordum. Kentin üstünde, pencerelerin
sarı ışıklarına bizim pencereler de katılıyor, karanlık sokaklardan gelip
geçene insanoğlunun sırlarını ortaya dökmeye katkıda bulunuyordu, ve ben
bir aşağı bir yukarı bakarak sokaktan geçen adam oluyordum. Hem içerde
hem de dışarıdaydım, yaşamın bitmek tükenmek bilmeyen çeşitliliğinden aynı
anda hem zevk alıyor hem de tiksinti duyuyordum (Fitzgerald, The Great
Gatsby 41−42).
58
Minnesotalı genç bir adam olan Nick, 1922 yazında bono işini öğrenmek
için New York’a taşınır. Long Island’ın West Egg yakasında bir ev kiralar. Nick’in
West Egg’deki komşusu Jay Gatsby adında, büyük bir malikanede yaşayan ve
görkemli partiler veren gizemli bir adamdır. West Egg’deki diğer insanların aksine
Nick, Yale’de eğitim alan ve üst sınıfın yaşadığı East Egg’de tanıdıkları olan biridir.
Ayrıca Daisy’nin kuzenidir ve bu da ona Gatsby ile Daisy arasındaki, Gatsby’nin
olduğunu zannettiği aşkı gözlemleme ve Gatsby’nin Daisy ile bir araya gelmesinde
yardımcı olma fırsatı verir. Nick, The Great Gatsby’nin anlatımcısı olmaya karakteri
gereği oldukça uygun birisidir. Birinci bölümde anlattığı gibi Nick, hoşgörülü, açık
fikirli, sakin ve iyi bir dinleyicidir ve bunun bir sonucu olarak diğer karakterler
onunla konuşmaya ve ona sırlarını anlatmaya eğilimlidirler. Özellikle Gatsby ona
güvenir ve onunla dertlerini paylaşır. Nick, bir yandan New York’un hızlı ve eğlence
dolu yaşam tarzının cazibesine kapılırken, öte yandan bu yaşam tarzını tuhaf ve
tehlikeli hatta yıkıcı bulur. Bu da onda, romanın sonuna dek süren bir iç çatışma
duygusuna neden olur. Bu iç çatışma onun Jordan Baker’la olan ilişkisinde kendisini
gösterir. Jordan’ın yaşam dolu oluşundan ve çok şey bilen biri olmasında etkilenir
ancak bir yandan da onun dürüst olmamasından ve diğer insanları umursamayan
sorumsuz yapısından tiksinir. Nick, özellikle romanın başlarında, Gatsby'nin
partisinde sarhoş olunca, New York’taki yaşamda bir çarpıklık olduğunu ve bu
yaşam tarzının, dengesini sarstığını söyler. Nick, Gatsby'nin rüyasının gelişimini ve
sonuçlarını gördükten ve Gatsby'nin cenaze töreninde bulunduktan sonra, East
Egg’deki, eğlence üzerine kurulu, hızlı yaşam tarzının, Valley of Ashes ile
özdeşleşen ve insanı ürperten ahlaki boşluğu gizleme çabasından başka bir şey
olmadığını anlar. Ve sonunda, daha sakin bir yaşam sürmek için, ahlaki değerlerin
korunduğu daha geleneksel bir yapının olduğu Minnesota’ya geri döner. Ancak Nick,
romanın büyük kısmında bir hakem rolündedir ve yargılarını açığa vurmaz, ta ki
romanın sonuna doğru, otuz yaşına gelip,
yozlaşması ve ‘Amerikan Rüyası’nın
yazarın maddiyata dayalı bir idealin
gelmiş olduğu nokta ile ilgili yargılarını
seslendirene dek. Fakat Nick, Fitzgerald'ın önceki romanlarında kullandığı üçüncü
kişi anlatımının ayrıcalıklarına sahip değildir. Gatsby’i anlamak için çaba sarf etmek
zorundadır. Bunun da ötesinde, romanın bir karakteri olarak, Gatsby'nin kimliğinden
59
farklı bir kimliğe sahip olmak durumundadır, kendisine karşı dürüst olması
gerekmektedir. Çünkü sonuçta Nick, Fitzgerald’ın fikirlerini seslendirir. Nick’in
dürüstlüğü kendi kendini değerlendirmeyi de içerir ve bu da onu romanın kendi
kendini kandıran karakterleri arasında sıradışı kılar. Nick, romandaki diğer
kahramanların hemen hepsinden daha dürüsttür, o bir rehberdir ve Amerika’ya ilk
yerleşen biri konumundadır (Gindin 115). Nick’in diğer iki erdemi onun romanda
cereyan eden olayları kavrayışını şekillendirir: Hoşgörü ve sorumluluk duygusu. Aile
terbiyesi almış olan Nick, böylece romanın ahlaki merkezi olur (Pelzer 84).
Romanın umarsız karakterlerinden biri olan Tom Buchanan Yale’den sınıf
arkadaşı olan Nick’in tam tersi özellikler taşır. Amerikan toplumunun elit tabakası
içinde ve hatta zirvesinde yer alır ancak yine de tatmin olmuş değildir. Bir zamanlar
bir spor yıldızı olan Tom, eski günlerinin özlemini duyar Maddi anlamda elde
edilebilecek hemen her şeyi vardır fakat o, elde edilemeyecek bir şeyler arar.
Geçmişte popüler olduğu günlerini tekrar yaşamak ister. Tom, fikirlerle ilgisi
olmayan, kaba, küstah ve kibirli bir kişiliktir, fiziksel gücünü, diğerlerini korkutmak
ve sindirmek için kullanmaktan geri durmaz. Onun fiziksel, kas gücü toplumsal
statüsünü simgeleyen bir mecaz olarak kendisini gösterir. Geleneksel değerlerin ve
kabul edilmiş olan toplumsal düzenin yerle bir olduğu yeni bir dünyada, Tom
kendisini medeniyetin son sınırı üzerinde tek başına duruyormuş gibi görür. Onu
destekleyen sisteme karşı görevini yerine getirir ve asla buna uygun olup olmadığını
sorgulamaz (84–85). Romanın yedinci bölümünde Tom şöyle der:
“…Bugünlerde
insanlar
önce
aile
hayatını,
sonra
aile
birliğini
küçümsüyorlar, bundan sonra da artık işin ucu nereye varır, belli değil. İş
herhalde beyazlarla zenciler arasında evlenmeye kadar gider”.
Bu heyecan dolu zırvalarıyla ateş püskürüyor, kendini uygarlığın son
sınırında bir başına kalmış gibi görüyordu (Fitzgerald,Büyük Gatsby 132).
Tom Buchanan ve Gatsby, birbirine zıt olan ancak Amerika’nın, tarihsel
olarak birbiriyle ilintili yönlerini temsil ederler. Onlar, beden ve ruhun ölüm
çizgisiyle birbirinden ayrıldığı
gibi, birbirleriyle ilgilidirler. Tom Buchanan,
sonunda Gatsby'nin gerçek katili olur, ancak onun başkasına eliyle işlediği cinayet
60
sembolik bir cinayettir. Gerçekte Tom, Gatsby'nin içindeki hayale karşı bir eyleme
neden olur.
Gatsby'nin rüyasının simgesi olan Daisy Buchanan da tıpkı Tom gibi, aynı
‘seçkin ve gizemli’ toplumun bir üyesi olduğundan emindir ve bunu bilmesi, onun
yaşamda edilgen bir gözlemci olarak yer almasını da beraberinde getirir. Daisy
ayrıca Nick’in uzaktan akrabasıdır. Fitzgerald Daisy’nin ilk bakışta edinilen bu
edilgen izlenimini daha sonraki diyaloglarda ve geriye dönüşlerde daha da genişletir.
Örneğin Jordan yaz gündönümü için bir şeyler yapmaları gerektiğini söylediğinde
‘çaresizce’ Nick’e yönelir. “Ne planlayacağız, insanlar ne yapmayı planlıyor” diye
sorar (Fitzgerald, The Great Gatsby 18). Daisy’nin bu soruları onun hayal gücünden
yoksun olduğunu ve öncülük etmekten ziyade birilerini izlemeye eğilimli olduğunu
açıkça gösterir. Bu nitelikleri ayrıca, onun Tom ile evlenmesini de açıklar. Gatsby’i
ne kadar severse sevsin onu beklemeye katlanamaz. Tom’un ona evlilik hediyesi
olarak sunduğu inci kolye onundur artık. Paranın vermiş olduğu rahatlık, güven
duygusu ve statü onun yaşamdan beklediği her şeyi karşılar (Pelzer 86–87). Daisy,
kısmen de olsa, Fitzgerald’ın eşi Zelda’yı çağrıştırır. Tıpkı Zelda gibi, Daisy’de
paraya, rahata ve lükse fazlasıyla düşkündür. Hiç kimseye uzun süre bağlılık duymaz
veya ilgi göstermez. Kendi küçük kızıyla bile yeterince ilgilenmez. O, güzel ve hatta
büyüleyicidir, ancak aynı zamanda kararsız, sıkılgan, alaycı ve yüzeysel bir yapıya
sahiptir. Daisy, Gatsby için mükemmelliğin simgesidir; Gatsby onda, ilk gençlik
yıllarından beri özlemini duyduğu cazibe, zenginlik, zevk, zarafet ve aristokrasiyi bir
arada bulur. Daisy, romanda iyi belirlenen iki düzeyde yer alır. O, ilk önce kendisi
olarak vardır, fakat aynı zamanda Gatsby’nin onu gördüğü düzeyde vardır. Gatsby
için, Daisy ‘yeşil ışığı’ temsil eder, bir başka deyişle Gatsby'nin yaşamak istediği
dünyayı simgeler. Fitzgerald için Daisy, 1920’lerde Amerika’da, aristokrat East
Egg’deki ahlaki değerlerden yoksun toplumsal yapının birey üzerindeki etkilerin
anlatımında örnek bir kişiliği oluşturur.
Daisy ile uzun süreli bir arkadaşlığı olan Jordan Baker da gücünü
zenginliğinden ve toplumsal pozisyonundan alır. Onun sinik ve soğuk tavırları, farklı
bir çekiciliği olan yapısı, kendisini sahtekârlık olarak gösteren acımasızlığın bir
işaretidir. Nick’in,
West Egg’de yaşayan insanların ahlak temelinden yoksun
olduğunu, diğer insanları umursamadığını söylediğinde, pervasızca araba kullanıp,
61
üstüne üstlük bir de bunu savunan Jordan, bu vurdumduymazlığın ve bencilliğin
kanıtlanmasını da sağlar. İnsanların onun yolundan uzak durmaları gerektiğini söyler.
Tom, Daisy ve Jordan umursamaz, duyarsız insanlardır. Jordan, terbiye ve ahlakın,
parası olmayan insanlar için olduğunu ima eder (87). Romandaki karakterlerin çoğu
gibi, gerçeği değil bir imgeyi canlandırır (Monk 227).
Tom’un sevgilisi olan Myrtle, Daisy’nin tam tersi bir karakterdir. Örneğin
Daisy’nin edilgen yapısı her şeye sahip olmasının, yaşamdan bir beklentisinin
kalmamasının bir sonucudur. Maymun iştahlı ve atılgan olan Myrtle’ın bu özelliği
ise maddiyata, daha çok şeye sahip olma isteğinden kaynaklanır. Myrtle Wilson ile
Jay Gatsby'nin yaşamları bazı noktalarda paralellik arz eder. İkisi de elit tabakadan
değildir ve toplumun bu üst sınıfına girmek için, yasadışı veya ahlak dışı da olsa,
ellerinden gelen her yolu denerler. Amerikan toplumunun sınıf farklılıklarının
olmadığı, ‘her bireyin eşit koşullarda’ olduğu varsayımı da, onların sınıf atlama
çabalarının gösterdiği gibi, gerçek yaşamla örtüşmez. ‘Amerikan Rüyası’nın
bozulmamış şeklinin aksine, gerçek yaşamda Amerikan toplumunda sınıf
farklılıklarının olduğu yazılı olmayan kurallarla belirlenmiştir. Alt tabakadan ve cahil
olan Myrtle, zenginliğin nimetlerinden yararlanmak için sınırları aşmaya çalışır ve
bunu da ahlak dışı bir yöntemle yapar. Kendisi olmak yerine üst sınıftan bir
hanımefendi rolünü oynar. Bu kimliğini ise okuduğu magazin dergilerinden alır.
Myrtle’ın yaşadığı dünya dergilerin icat ettiği bir dünyadır. Bu dergiler eğlenceyi
tüketimle, sürekli yeni bir şeyler satın almakla, tüketimi ise kimlik kazanmakla
eşdeğer tutarlar. Kocası Wilson ile Valley of Ashes’da kendisini kapana kısılmış
gibi hisseder ve bundan kurtulmak için kocasını aldatır ve Tom’la birlikte olur.
Tom’un ona arzuladığı yaşamı sağlayacağını zanneder.
Her yerde aynı sözü
tekrarlama eğiliminde gibi görünür: “istiyorum”. İsteklerini ifade etmede en çok
kullandığı ve tüketim kültürünün de önemli unsurlarından olan üç kelime şunlardır:
‘istemek’, ‘elde etmek’ ve ‘sahip olmak’. O, Buchanan’ların dünyasında yaşamayı
her şeyden çok ister ancak aynı zamanda şiddetle arzuladığı o dünyanın kurbanı olur.
Myrtle aracılığı ile, taklitçiliğin ve sahteliğin boyutları, dolayısıyla öykünün insan
dinamikleri ortaya konulmuş olur (Berman, T.G.G. and M.T. 5, 7, 62−63).
Romanda, dönemin kadın karakterleri iki şekilde betimlenir: Asi ve budalaca.
Kadınlar 1920’lerde toplumdaki konumlarını değiştirme, daha özgür olma
62
çabasındadırlar ve romanda bu olgu da irdelenir. Romandaki kadın karakterler,
kendilerinden önceki ciddi ve ağırbaşlı kadın davranışlarını bir kenara bırakırken,
yeni kadın tipleri
ortaya çıkar. The Great Gatsby’de, kadın karakterlerin tıpkı
erkekler gibi, içki içip sarhoş olmaları, çılgın partilerde boy göstermeleri artık fazla
yadırganmayan davranış şekilleri olarak betimlenir. Toplumda yeni elde etmiş
oldukları konumun kontrolünü sağlarlar ve düşüncelerini daha fazla dile getirirler.
Öte yandan, kadınlar son derece budala olarak da anlatılırlar, ve erkekler tarafından
kolayca kullanıldıkları izlenimi verilir. Tom tarafından kullanılan Myrtle bunun en
bariz örneklerindendir. Tom için Myrtle bir oyun, değişiklik ve eğlencedir. Tom
onunla hiçbir zaman ciddi bir ilişkiye girmeyi düşünmez. Ne zaman görüşecekleri
Tom’un zevkine kalmıştır ve Myrtle onu her zaman bekliyordur. Tom ona asla
saygılı bir tutum sergilemez ancak Myrtle ondan vazgeçmez. Kadınlardan fazla zeki
olmaları beklenmez. Daisy, Nick’le konuşurken,ona bir genç kızın ya da bir kadının
dünyada mutlu olmasının yolunun güzel ve aptal olmasından geçtiğini, kendi kızıyla
ilgili düşünceleriyle birlikte şöyle açıklar:
−‘Dinle, Nick. Doğduğu zaman ne dediğimi sana anlatayım. Dinlemek ister
misin?’
−‘Çok isterim’.
− ‘Artık herhangi bir şey için duygulanmayı nasıl unuttuğumu göstermiş
olurum sana. Bebek doğalı bir saat bile olmamıştı. Tom da kim bilir
neredeydi. Ayılınca, kendimi itilmiş, yapayalnız bırakılmış hissettim. Hemen
hemşireye çocuğun kız mı, oğlan mı olduğunu sordum. Kız olduğunu söyledi.
Ben de başımı öte yana çevirdim, ağladım. Peki dedim. Kız olduğuna
sevindim. Dilerim akılsız olsun. Bu dünyada bir kız için istenecek en güzel şey
bu − dünya güzeli, küçük bir budala olması’ (Fitzgerald, Büyük Gatsby 23).
The Great Gatsby’nin ahlak merkezinde Nick yer aldığına göre Gatsby de
romanın sembolik odağını oluşturur, Gatsby ‘Amerikan Rüyası’nı simgeler. Her ikisi
de I. Dünya Savaşı’nda yer alan Nick ve Gatsby, savaşın bir sonucu olarak yaşanan
yabancılaşma ve kötümserlik duygularını içten içe hissederler. Onun geçmişi bir
düşün ve mükemmel bir anın sonsuzluğunu aramanın bir öyküsüdür. Gatsby bir imaj
edinmenin öneminin farkındadır. Eğer istediğine ulaşacaksa başarılı görünmek
63
zorundadır. Fırsatçılık onun karakterine işlemiştir ve amaca ulaşmada ahlaki
konuların yerini fırsatçılık alır. İçki kaçakçılığına ve spekülatörlüğe giden yol
başkaları tarafından onun önüne konulmuştur, öyleyse Gatsby’de istediğini alabilir.
Servetiyle saygınlık dışında her şeyi satın alabilir. West Egg’de bir malikâne,
gösterişli bir araba ve bir sürü şık gömlek alır. Onu bir başka Myrtle Wilson
olmaktan ayıran şey ise onun rüyasıdır. Tıpkı Amoy Blaine gibi Gatsby’de yaşamını
güzel bir kadına adar. Daisy gibi bir imgeye sahip olmak, Gatsby'nin sonunda
‘başarı’ olarak düşüneceği her şeydir (Fussell 15). Daisy’i seçmekle Buchanan
dünyasının sınırlarını kabul eder, servet ve toplumsal statü elde etmek için yola
koyulur. Bu seçimi onu yok eder (Pelzer 89–90). Gatsby, servetini yasadışı yollarla
elde etmesinin ve bunun beraberinde getirdiği yozlaşmanın, sonuçta Daisy ile
kurmayı düşlediği yaşamı tehlikeye atacağını göremez.
Nick ve Gatsby arasındaki ilişkinin karmaşıklığı romanın teması için de yol
göstericidir. Nick Gatsby’nin yozlaşmasını hiçbir zaman mazur görmez; Gatsby'nin
servetini yasadışı yollardan kazandığını ve onun Jordan ve Buchanan’lar gibi ahlak
dışı özellikleri olduğunu asla unutmaz. Fakat gene de içten içe ona sempati duymaya
başlar. The Great Gatsby, Batı’nın bir öyküsü olarak, Fitzgerald’ın da içinde yaşadığı
Amerikan toplumu eleştirisi görevini üstlenir. Nick, Gatsby, Daisy, Tom ve Jordan
zıt kişiliklerde olmakla birlikte (Pioneers) öncüdürler. Fitzgerald hem fiziksel hem
de soyut anlamdaki coğrafyada değişik unsurları, ‘Amerikan Rüyası’nın yapısını
araştırmak ve irdelemek için kullanır. Vardığı sonuç ise paranın, maddiyatın ve güç
hırsının bu rüyayı yozlaştırmasıdır. Romanda ele alınan konuların belki de en yoğun
şekilde işleneni zenginliğin sosyolojisidir, özellikle de 1920’lerin yeni yetme
zenginlerinin eski aristokrat zengin ailelerle farklılıkları ve ilişkileri üzerinde durulur
(91). Gatsby'nin tam olarak kim olduğunu ya da nereden geldiğini açıklamamak,
Fitzgerald'ın, savaş sonrası Amerikan toplumunun köklerinden kopmuş olmasını,
yabancılaşmanın verdiği huzursuzluk duygusunu ve dönüp dolaşıp sonunda
duygularını ve kimliğini ifade etmek için paraya bel bağlamanın bir kural haline
geldiğini vurgulamak için kullandığı bir yöntemdir (Bruccoli 46).
‘Amerikan Rüyası’ bir ideal olarak, bir zamanların ‘benliği’ bulma rüyasıydı.
Geniş Amerika topraklarının özgür ve açık yapısı insanın kendisini gerçekleştirme
fırsatı sunmuştu. Amerikan öncüleri, Gatsby gibi, geçmişle olan bağlarından kurtulup
64
kendilerini yeniden bulabilirlerdi. Ancak zaman içinde bu benlik rüyası ‘başarı
rüyası’ haline geldi. Var olma fırsatı zengin olma fırsatına dönüştü, yaşamın amacı
kendini bulma başarısı değil kolay yoldan ekonomik başarı elde etme şeklini aldı.
Para ‘Amerikan Rüyası’nın yapısını bozdu. Paranın çekiciliği Gatsby’nin de rüyasını
kirletti (Pelzer 91). Gatsby'nin partilerinde kimse adıyla anılmıyordu. Bunun yerine
herkes görünüşü, işi veya köklerinden kopmuş olmanın sembolü olan otomobili ile
tanımlanırdı. Fitzgerald her fırsatta Gatsby'nin hiçbir şeyle veya hiçbir yerle
bağlantısını olmadığını vurgular. Gatsby, partiye gelen misafirlerin her birinin
sözlerine göre değişen bir kimliğe sahiptir, ancak ona atfedilen kimliklerin çoğu,
sonradan doğru çıkanı bile, bir hayal ürünü veya fantezi sonucu olmaktan öteye
gitmez. Nick, Gatsby ile ilgili merakını gidermek için Jordan’a döner:
“Kimdir bu adam?” diye sordum. “Tanır mısın?”
“Gatsby adında biri işte.”
“Yani, nerelidir? Ne iş yapar?”
Hafif bir gülüşle cevap verdi, “Eh, konuyu sen açtın. Bir kez bana Oxford
mezunu olduğunu söylemişti.”
Adamın ardında, bence bir tarihçe belirirken, Jordan’ın ikinci sözüyle bu
belirti sönüverdi.
“Ama inanmadım.”“Bilmem,” diye direndi. “Orada okumuş olacağını
sanmıyorum da ondan.” (Fitzgerald, Büyük Gatsby 53).
Fitzgerald, romanda ayrıca, “zaman” temasını da değişkenlik ve yitirme
kavramlarıyla birlikte işler. Gatsby, yalnız Daisy’yi istemekle kalmaz onları ayıran
beş yılı da geriye döndürmek ister. Bir başka deyişle geçmişi silmek ister. Gatsby,
Daisy’den Tom’u hiçbir zaman sevmediğini söylemesini bekler. Bu rüya ve bu
uğraşı insanoğlunun ve ‘Amerikan Miti’nin hem ümidi hem de trajedisidir.
Fitzgerald'ın önemli temalarından birisi de geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki
ilişkidir. Geçmiş ‘Amerikan Rüyası’dır, şimdiki zaman ise bu rüyanın sonudur
(Spatz 55).
Romanda farklı fikirler bir dizi paradoks içinde şekillenir. Bu paradoksların
ilki, romandaki baş karakterlerin, ümitsizlik ve boşluk duygularıyla başa çıkabilmek
65
için, kendilerini defalarca boş hayallere kaptırmalarıdır. İkinci paradoks kendilerini
kaptırdıkları hayallerin, tipik bir şekilde, geçmiş yaşantılarından süregeldiğidir. Son
paradoks ise ilk ikisinin doğal bir sonucudur. Roman, bireylerin neden böylesine
hayallere kapıldığını anlaşılır kılsa da, aynı zamanda, bu hayallere kapılmanın
tehlikeli olduğunu da açıkça gösterir, çünkü zamanın ilerlemesi ve insanoğlunun
yetersizliği karşısında, ahlaki anlamda bir Wasteland (çorak topraklar) haline gelen
modern bir dünyada bu hayallerin yetersiz kalacağı ve büyük olasılıkla yıkıcı olacağı
açıktır. Romanın başlıca karakterleri – Gatsby, Daisy ve Nick – bile bile, kendilerini
kaptırdıkları hayallere uygun olduğuna inandıkları roller üstlenirler ve bu rollere
uygun davranışları benimserler. Gatsby’nin rüyasını gerçekleştirme yolunda
sergilediği kendine özgü tavır ve davranışları, bütün çabalarına rağmen bir sonuç
getirmez, çünkü onun rüyasının ahlaki anlamda bir eksikliği vardır. Örneğin, Gatsby
servetini kanun dışı yollarla elde etmiştir (Bruccoli 61−63).
Marius Bewley, “Scott Fitzgerald’s Criticism of America” adlı makalesinde,
The Great Gatsby’nin, ‘Caz Çağı’nın pastoral bir belgeseli olduğunu belirtir ve şöyle
devam eder:
The Great Gatsby, Amerikan yaşantısının gelenek veya yaşam tarzı
anlamında değil, yaşam karşısında takınılan tarihsel tavrın bir eleştirisini
yapar. Gatsby’nin teması Amerikan Rüyası’nın çöküşüdür. Aslında, bu terim,
madde ve ruh kavramlarının iyice birbirine karıştığı bir notada, yaşamın
sunduğu olanakların romantik bir boyut kazanmasını temsil eder. Tarihsel
olarak Amerikan Rüyası doğanın ve insanın özünde iyi olduğuna inanır.bu
yüzden Püriten geleneğin değil sınırları zorlamanın bir sonucudur.
The
Great Gatsby , yozlaşmış bir dönemde Amerikan Rüyası’nın bir keşfidir ve
gerçekle hayali birbirinden ayıran gizli sınırı belirleme girişimidir. Hayaller
gerçekliğin kendisinden daha gerçek görünürler. Gatsby'nin Amerika’sında,
gerçek kendi içinde tanımlanmamıştır, anlaşılmaz ve hüsran doludur. The
Great Gatsby, Amerikan Rüyası’nın trajedisinin sahneye konuluşudur. Bu
rüya, geleneksel kurallarla yönetilen bir toplumdaki yaşamı düzenleyen
değerler bütününün dışında yer alır. ‘Muhteşem Gatsby’, romantik bir
Amerikalı kahramandır ve ‘muhteşem’ 1920’lerde çok tutulan bir kelime
66
olmasına karşın, Gatsby bu kelimeyi örnek bir Amerikan zarafetiyle temsil
eder (12−15).
The Great Gatsby’nin en çarpıcı biçimsel özelliği, doğal yapısıdır ve
Fitzgerald'ın kendisinin de dediği gibi, dramatik bir romandır. Sahneler toplumsal
olaylar üzerine kuruludur ve çoğunlukla Gatsby'nin verdiği şatafatlı partiler etrafında
gelişir.
Bu
biçimsel
özellik
aynı
zamanda
Fitzgerald'ın
1920’leri
nasıl
değerlendirdiğini de anlamamıza yardımcı olur (Way 88). Fitzgerald, romanın
başlarından itibaren, Nick Carraway aracılığıyla, Amerikalı zenginlerin kötü
yönlerini gözler önüne serer. Daisy ve Tom Buchanan’ın ilk portreleri onları
kabataslak olarak tanıtır. Onların servetleri, Nick’in gözlerini kamaştırır, ancak yine
de Nick, bu insanların yaşamlarının bir boşluk havası ile kaplandığını bilir.
Evlendiklerinden beri oradan oraya
sürüklendiklerini, zenginlerin bir arada
bulunduğu yerlere gidip geldiklerini ancak yine de bir huzursuzluk ve
memnuniyetsizlik içinde bulunduklarını görür (89).
4.1.2. Semboller ve Mecazi Anlatım
The Great Gatsby, sahne ve sembollerin iç içe olduğu bir romandır, modern
anlamda metafizik unsurlar taşır (Hughes 142). Çeşitli türden yozlaşmalara yapılan
göndermeler, önemli bir motifi oluştururlar. Yozlaşmayı işaret eden imgeler üç
madde halinde değerlendirilebilir: ‘Valley of Ashes’, insanoğlunun insanoğluna
verdiği zararlar ve ahlaki çürüme (Seiters 73). Fitzgerald, East Egg ve West Egg’le,
romanın efsanevi arka planını açıkça akla getiren sembolik bir coğrafya oluşturur.
West Egg, sonradan zengin olan insanların yaşadığı yerdir, Gatsby ve onun gibiler,
örneğin Dan Cody, bir şekilde büyük servetler elde etmişlerdir ancak bir temelden ve
gelenekten yoksundurlar. Bir başka değişle onlar doğuştan zengin veya elit tabakanın
bir mensubu değildirler. Servet hedeflerine ulaşmışlardır ancak bu servetleriyle tam
olarak ne yapacaklarını bilemezler. Zengin olmak onların benimsediği tek yaşam
standardı olduğundan aşırı gösterişli bir dünyaları vardır. East Egg, zenginliklerinin
temelleri geçmişe dayanan, iki yüzlü ve ahlaki olarak umursamaz insanların yerleşik
olarak bulunduğu coğrafyayı simgeler. Bu insanlar doğal olarak toplumsal
67
hiyerarşideki herhangi bir değişikliği toplumun yapısına bir tehdit olarak kabul
ederler. Bu toplumun mensuplarından olan ve pek zeki olmayan Tom Buchanan da,
kim bilir hangi kitapta okuduğu ‘medeniyet paramparça olacak çünkü Beyaz Irk
ortadan kaybolacak ve daha sonra ötekiler kontrolü ele alacak ve statükoyu
değiştirecek’ ifadesini bir partide kullanır (Fitzgerald, The Great Gatsby 19). Nick’in
bu sözü Amerikan toplumundaki sınıf farklılıklarını ve bireylerin eşit koşullarda
olmadığını göstermesi açısından önemlidir. East Egg’de yaşayan insanlar
amaçsızlıklarının ve paranın onlara sağlamış olduğu fazla rahatın bir sonucu olarak
yozlaşmışlardır. Tıpkı yeni zenginler gibi, çoğunluğu bazen geleneklerden kaçmak,
bazen de sadece bir şeyler yapmış olmak için sürekli olarak oradan oraya gidip
gelirler. Aynı şekilde, Egg’leri New York City’e bağlayan Valley of Ashes da
önemli bir coğrafik simgedir. T. S. Eliot’ın Wasteland’ının yeni şekli olan Valley of
Ashes yoksul insanların yaşadığı ıssız bir yerdir. Fitzgerald ve Eliot’ın toplumu
betimleme şekilleri tema anlamında birbiriyle paraleldir. Yaşamın her alanında,
toplumun her kesiminde aynı kısır döngü, aynı sevgisizlik ve aynı boş ilişkiler
etkilidir. Bu kısır döngünün bir özelliği de karakterlerin amaçsızlığıdır, onlar
zamanlarını nasıl değerlendireceklerini bilmezler. The Waste Land (çorak topraklar)
ya da Valley of Ashes sembolü bize endüstri medeniyetinin çirkinleştiren ve yıkıcı
yönünü hatırlatır (Parker 33). George ve Myrtle Wilson burada yaşar. The Great
Gatsby'nin materyalist dünyasında bir reklam panosunda yer alan Doctor T. J.
Eckleburg’un gözleri bu ıssız ve çorak topraklara bakar. Bu sembol ayrıca romanda
anlatılan dünyada tanrıyı temsil eder. Örneğin George, Myrtle’ı kendisini aldatmakla
suçladığında karısına Doctor T. J. Eckleburg’un Gözleri’ne bakmasını çünkü onların
her şeyi bildiğini ve gördüğünü söyler. “Beni kandırabilirsin ama tanrıyı
kandıramazsın”(Pelzer 95) diye de ısrar eder. Aslında bu çağdaş Waste Land’da
yaşayanlar tanrı ile bir reklam panosunu, madde ile ruhu karıştırdıklarına göre tanrı
inancını kaybetmişlerdir (95). 1920’lerin Amerika’sında yeni tanrı, herşeyin ticari bir
mal olduğu materyalizmdir (Audhuy 111). Fitzgerald, otomobili önemli bir sembol
olarak kullanarak The Great Gatsby'nin dünyasını ve orada yaşayanların yapısını
detaylandırır. Bu sembolün iki işlevi vardır. İlki bir statü sembolü olmasıdır.
Sahibinin toplumsal statüsünü belli eder. Gatsby'nin otomobili onun malikânesi ve
partileri gibi gösterişlidir. Gatsby bütün mal varlığı ile gurur duyduğu gibi otomobili
68
ile de gurur duyar çünkü otomobili Daisy’i istemesini meşru kılan servetini ortaya
koyar. Otomobil ayrıca The Great Gatsby'nin dünyasında yaşayan insanların
hareketliliğini vurgular. Orada yaşayan insanlar sürekli oraya buraya gidip gelirler ve
bunda da aslında sıkılmışlık duygusundan kurtulma dışında bir amaçları yoktur.
Romanda yer alan ana sembollerden biri de ‘Yeşil Işık’tır. Daisy’nin iskelesinin
sonundaki yeşil ışık, Gatsby’yi Daisy’nin dünyasına çeker. Yeşil ayrıca paranın da
rengidir. Bütün bu sembollerin ve mecazların gösterdiği gibi The Great Gatsby'nin
dünyası değerli hiçbir şeyin elde edilemeyeceği ıssız bir çorak topraktır. The Great
Gatsby sembolist bir trajedidir (Pelzer 95). Fitzgerald, bu sembollerle bir kısır
döngüyü anlatır, doğuştan zengin olan elit tabaka çürümüştür ancak yeni zenginler de
elit tabakaya girmek ve bir takım hayallere ulaşmak isterler ve sonuçta onlar da
kaçınılmaz olarak bir çürümüşlük içine girerler. Her ne kadar farklı kesimleri
oluşturan insanlar gibi görünseler de aslında Two Eggs (iki yumurta) gibi birbirlerine
benzerler. Bir başka görüşe göre ise, 1922’de gerçekleşen olaylar, Nick’in, Doğu’ya
ilkbaharda varması ve sonbaharda Batı’ya dönmesi de bir semboldür. İlkbahar
yeniden doğmayı ve sonbahar ise ölümü simgeler (Schlacks 118).
4.1.3. Romanın Yayınlanması ve Yankıları
Fitzgerald, romanın üç yıllık gelişim süreci esnasında işlediği konunun bir
kısmını ailesinin geçimini sağlamak için yazdığı kısa öykülerde kullandı. Yine aynı
dönemde Fitzgerald'ın, özellikle Joseph Conrad’ın yapıtlarını okuması romanı
üzeride büyük etkiler yaptı. Heart of Darkness ve Lord Jim gibi kitaplar Fitzgerald'ın
olay örgüsü ve anlatım tekniğini geliştirmesine yardım etti. Önceki romanlarının
aksine The Great Gatsby bir bütünlük arz ediyordu ve iyi planlanmıştı; temaları
sembollerle ve mecaz anlatımlı diliyle çağrışımları beraberinde getiriyordu.
Fitzgerald, romanın adını ilk önce Under the Red, White and Blue olarak düşünmüştü
ancak yayımcılarla birlikte romanı birkaç kez gözden geçirdikten sonra şimdiki adı
olan The Great Gatsby şeklini aldı. Under the Red, White and Blue, Amerikan
bayrağını ve o bayrak altında yaşayan insanları simgeliyordu. The Great Gatsby
1925’te yayınlandığında olumlu tepkiler aldı. Dili, yapısı ve temaları sanatsal kontrol
olduğunu gösteriyordu. T. S. Eliot bile, Fitzgerald’a yazdığı bir mektupla: “Gatsby
69
senelerdir, İngiliz ve Amerikan romanları arasında okuduğum herhangi bir kitaptan
fazla ilgimi çekti ve beni heyecanlandırdı… Bana öyle geliyor ki, bu Amerikan
romanının Henry James’ten bu yana attığı ilk adımdır…” der (Lass 195). Ancak ne
eleştirmenler ne de halk romanı tam olarak ne yapacağını biliyordu ve romanın
satışları hayal kırıcıydı. Tipik eleştiriler, Edwin Clark’ın New York Times Book
Review’de yazdığı gibi, ‘The Great Gatsby ilginç, mistik ve dönemin çekici
öyküsüdür’ şeklindeydi (Pelzer 80).
Abraham H. Lass 100 Büyük Roman adlı
yapıtında The Great Gatsby ile ilgili olarak şöyle der:
“Zenginlik karşısındaki kendi karasız tutumuna rağmen Fitzgerald,
Muhteşem Gatsby’de Amerikan toplumsal ve ahlaki ruhunu yozlaştıran
hastalığı teşhir edebilecek tarafsızlığı gösterdi. Bu hastalık, Jay Gatsby’nin
tahrif edilmiş muhayyilesinde, derinden derine yerleşmiştir. Kendisini maddi
başarı hayaline kaptıran Gatsby, bu çarpık çurpuk hayallerin kurbanı oldu,
şimdiki zamanı mazi ile ve aşkı zenginlik ile bir tutu. Gatby, Fitzgerald'ın
yazdığı gibi, “muazzam, bayağı ve cicili bicili güzelliğin hezimetinde”
köleleşmiş Amerika’yı sembolize ediyor. Gatsby’nin acındırıcı hayal kırıklığı
ve yenilgisinde, Fitzgerald, pek çok Amerikalının ruhi kuvvetini yitiren
hastalığını anlatıyor” ( 196).
The Great Gatsby’nin kahramanı, bir anlamda içinden çıktığı toplumun
taptığı şeylerin bir imgesidir (Dyson 22). Endüstrileşmenin yoğun bir şekilde
yaşandığı dönemde, Amerikan toplumunun göreceli açık yapısı ve hareketliliği,
insanları yeniden doğmaya, geçmişin hatalarını silmeye, kendisine ikinci bir fırsat
vermeye, kısacası insanın içinde var olan temel arzulara kapılmaya teşvik eder
(McCormick 33).
4.1.4. Mitolojik Yorumlar
Mitsel karakterler kişisel değildir. Onların genel ve özel yaşantıları arasında
bir ayrım yoktur. Onların sırları ve bir an için kendileriyle baş başa kalabilecekleri
gözlerden uzak, gizli bir yerleri yoktur. Efsaneleşmiş (mitsel) bir karakter, içinde
70
yaşadığı toplumdan kendisini soyutlayamaz. Aşkıncı (transandantal) bir anlamda
bizim hayal duygularımızı uyandırır (Bloom 17−18).
Gatsby’nin Daisy’i, onun için iyiyi, gerçeği ve güzeli temsil eden arayışı,
ortaçağda, İsa’nın kutsal kâsesini arayan şövalyelerin maceralarına benzer. Eğer
Daisy’ye yeniden kavuşabilirse bir şekilde zamanı geri getirebileceğine inanır. Onun
Daisy rüyası her davranışını yönlendirir. Daisy için kendisini yeniden icat eder.
Ancak The Great Gatsby'nin dünyası ortaçağ dünyasından oldukça farklıdır. The
Great Gatsby'nin kahramanı için ölçü yüksek idealler değil maddi başarıdır. Ödülünü
bulduğunda bu ona yaşam değil ölüm getirir. Fitzgerald'ın Grail (İsa’nın kutsal
kâsesi) miti ile ilgili çağrışımları modern gerçeklere ironili bir şekilde uyar. Bu
çağrışımlar 20. yüzyıl Amerika’sının, bir zamanlar Püriten atalarının New Eden (yeni
cennet) hayalleriyle kurdukları Amerika’nın yüzeysel değerlerini ve acımasız
yapısını vurgular. ‘Amerikan Rüyası’ mitinin ana unsurlarından biri de yeni cennetin
bu dünyada ve Amerika kıtasında, ‘Yeni Dünya’da kurulabileceği hayali ile ilgilidir.
Fitzgerald’ın da anlattığı bu hayaller özellikle romanın sonlarına doğru yer alır:
“Ben de, bir zamanlar Hollandalı denizcilerin gözlerini parlatan, eski adayı,
yeni dünyanın taze, yemyeşil bağrını gördüm. Artık yok olmuş, Gatsby'nin
evine yer açmak için yok olmuş ağaçlar, bir zamanlar insanoğlunun en yüce
ve en son düşlerinden birini fısıldaşırlardı. Geçici, sihirli bir an, insanoğlu bu
kıtanın karşısında soluğunu yitirmiş, anlamadığı, dilemediği bir güzellik
duygusuna sürüklenmiş, tarih boyunca son kez, insana özgü hayret
duygusuyla yüz yüze gelmiş olmalıydı”.
“Oracıkta oturup kalmış, eski, bilinmedik dünyayı düşünürken, Daisy’nin
rıhtımının ucundaki yeşil ışığı ilk kez gördüğünde Gatsby'nin ne kadar hayret
ettiğini düşündüm. Bu mavi çimenliğe ulaşmak için çok yol aşmıştı. Taşıdığı
düş de öylesine yakın gibiydi ki, onu yakalayamaması imkânsız görünüyordu.
Bu düşün tam ardında, kentin gerisindeki o koca sonsuzlukta, bu ülkenin
gecenin içinde uzayıp giden kara tarlalarında yaşadığını bilmiyordu”
(Fitzgerald,Büyük Gatsby 182).
Gatsby’nin rüyasının gelişimi, onun bir sosyal sınıfa, Amerikan zenginleri
sınıfına girmesinin öyküsüdür. Onun ilk gençlik yıllarının çalkantılı hayal dünyası,
71
kendisini çok ileri götürme planı ile şekillenir. Gatsby, bu planı Benjamin Franklin’in
ilerleme ve kendini gerçekleştirme modeline bakarak yapar. Artık bir zengin olma
planı vardır ancak zenginliğin yada başarının nasıl bir şey olacağı ile ilgili olarak
kafasında bir tablo yoktur. Bu boşluk, Dan Cody adlı bir zenginle tanıştığında
kısmen dolar ve o anda, parasını bir kral gibi harcayan o çok zengin adam,
Gatsby'nin varlıklı ve başarılı insan imgesi olur. Adını Jimmy Gatz’den Jay
Gatsby’ye dönüştürür. Dan Cody’nin fiyakalı tavırları Gatsby’nin kendi toplumsal
tarzına temel oluşturur ve o da servet edinmenin yolunun, iş dünyası ile yer altı
dünyası arasında bir yerlerden geçtiğini görür (Way 89). Gatsby, maddi ve manevi
yönleri arasında bir dengesizlik yaşar. Sonunda Daisy’ye olan aşkı, ikinci planda
gelen zengin olma hedefiyle yer değiştirir.
James Gatz kendisini ‘Amerikan Başarı Düşü’nü gerçekleştirmiş olan
kahramana dönüştürür. Bu başarı Amerikan kültürel yapısında iki yüzyılı aşkın bir
süredir bu mitin canlı bir şekilde devam ettiğini gösterir. Jimmy Getz’e, ‘Amerikan
Başarı Rüyası’nın bozulmuş bir şekli miras kalır (Ornstein 77).
‘Amerikan Rüyası’, özünde bireyin hedeflerine ulaşması ve başarıyı
yakalaması yönünde oldukça motive edici bir olgudur, ancak bu rüya, maddi şeylere
sahip olmakla karıştırıldığında, ya da bir başka değişle, maddiyat araç olmaktan çıkıp
amaç halini aldığında, içi boşalır ve yarardan çok zarar veren bir olguya dönüşür. The
Great Gatsby, 1920’lerde, rüyanın servet edinme peşinde koşarken kirletildiği
dönemde, ‘Amerikan Rüyası’nın geldiği noktayı gözler önüne serer. Bununla birlikte
Fitzgerald, ‘Amerikan Rüyası’nın çıkış noktasını ve özünde her bireyin mutlu
olmasını, özgürlük içinde yaşamasını ve istediği şeylere kavuşması için her olanağa
sahip olabilmesini esas aldığını da göstermek için kimi karakterlerini, örneğin Nick’i
ve rüyasına ulaşmak için yola çıktığı ilk zamanlarda Gatsby’yi, yozlaşmış toplum
yapısı içinde bir nebze de olsa çürümüşlükten uzak kalabilmiş olduğu mesajını verir.
‘Amerikan Rüyası’ yozlaşmadan önce, motivasyon, yeterince istekli olma ve
istediğine ulaşmak için çok çalışmak bu rüyanın bazı önemli unsurlarındandı.
Gatsby’nin günlüğündeki ‘Genel Kararlar’ başlığı altındaki şu satırlar onun
başlangıçta ‘Amerikan Rüyası’nın bozulmamış şekliyle yola çıktığını anlatır:
Shafters’ta vakit kaybetmemek, tütün içmemek yada çiğnememek, iki günde
bir yıkanmak, her hafta geliştirici bir kitap ya da bir dergi okumak, haftada 5
72
dolar (çizilmiş) 3 dolar arttırmak, ana babaya daha saygılı olmak.(Fitzgerald,
Büyük Gatsby 174)
‘Amerikan Rüyası’, zenginlik ve güç elde etmek asıl amaç haline
dönüştüğünde çürümüşlüğü ve yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Gatsby’nin
Daisy’ye aşık olması ve ona ulaşmak istemesi romantik bir yaklaşımdı. Ancak
varlıklı ve güçlü olmadığı için onu elinden kaçırdığında, Daisy onun için zengin ve
güçlü olmanın simgesi haline dönüştü. Daisy’ye yeniden kavuşmak amacıyla
gereken güvene sahip olabilmek için ‘muhteşem’ bir malikaneye ve gösterişli
arabalara gereksinim duydu. Bunları elde etmek için kaçakçılığa, vurgunculuğa,
kısacası yasadışı yollara bulaştı ve onun rüyası da kirlenmiş oldu. ‘Amerikan
Rüyası’nın kirlenmesi sonucunda motivasyon ve başarılı olma, mutluluğa ulaşma
isteği yerini anlamsızlığa, hiçlik ve boşluk duygusuna bıraktı. Gatsby’nin düşü,
üzerine kurulu olduğu varlığın, Daisy’nin buna değmediğini anlaması ile yıkıldı.
Daisy, Gatsby’ye geçmişin önemi olmadığını, Tom’u da sevdiğini söyler. Oysa
geçmiş, Gatsby için çok önemlidir. Hatta geçmişi geri getirebileceğine, Daisy ile ilk
karşılaştığı güne geri dönebileceklerine inanır.
Belki de bu yüzden, böylesine
inanılmaz bir düşü gerçekleştirmek için yola çıktığı için ona ‘Büyük Gatsby’ ya da
‘Muhteşem Gatsby’ denmiştir.
The Great Gatsby bir trajedidir çünkü Fitzgerald, iyi kalpli, saf bir adamın acı
sonunu anlatırken aynı zamanda Gatsby’nin kişiliğinde ‘Amerikan Rüyası’nın sonu
için de duyduğu kederi yansıtır. Gatsby, yanılsamaların etkin olduğu bir düş
dünyasında yaşar. Bütün ilerleme ve gelişmeye, demokrasi ve eşitlik ilkelerine
karşın, sınıf farklılıkları ve eşitsizlik Amerikan toplumu üzerindeki etkisini sürdürür.
Bu anlamda The Great Gatsby, ‘Amerikan Rüyası’nın yozlaşması üzerine bir
yorumdur. Fitzgerald, The Great Gatsby’de, ‘Amerikan Rüyası’nın bozulmamış
şeklini değil, bu rüyanın 1920’lerde aldığı şekli, bireylerin bu rüyayı algılama
biçimlerini ve bunun toplumdaki etkilerini irdeler. Ancak Fitzgerald’ın 1920’lerle
ilgili olarak asıl üzerinde durduğu konu eşitlik değil, bireylerin, toplumdaki diğer
insanların kendileri hakkında ne düşündüğünden ve nasıl düşündüğünden haraketle
kendileri hakkında ne düşündükleridir. Bir başka deyişle insanlar kendilerine dönüp
bakarken öteki insanların görüşlerinden oldukça etkilenirler. Çünkü toplumda yer
73
edinmek, ün kazanmak insanların önem verdiği şeylere sahip olmakla mümkündür
(Berman, The Great Gatsby and Fitzgerald’s World of Ideas 92).
‘Amerikan Rüyası’nın yozlaşmasının bir sonucu da ‘kim olursa olsun her
bireyin yaşamda kendi çabası ile başarılı ve mutlu olabileceği’ idealinin yok
oluşudur. Ancak Gatsby'nin başarısı, birçok yönden yalnızca bir yanılsamadır.
Gatsby'nin ölümü ‘Amerikan Başarı Düşü’nün çöküşünü akla getirir, çünkü hem
geçici hem de değişken olan maddi zenginlik üzerine kurulu olan bir düş sonuçta
hiçbir sağlam temele sahip değildir, gerçeklikten yoksundur ve çökmeye mahkûmdur
(Pelzer 101). Gatsby'nin görünürdeki tek başarısı yasadışı yollarla edindiği servetidir
ancak bu serveti rüyasını satın alamaz (Stavola 167). Fitzgerald, The Great
Gatsby’de, bölgesel, ulusal, tarihi ve ilkel mitleri başarıyla harmanlar ve bunun bir
sonucu olarak romanın önemi daha da artar. The Great Gatsby, anlattığı çok boyutlu
mit yorumları açısından önemlidir. Gatsby'nin uzun gölgesi, West Egg’in
çimenlerinden kaybolur ancak onun gölgesi, ardından gelen kuşağın yazar ve
okurlarının akıllarına ve yüreklerine düşer. Amerikalıların çoğu, tıpkı Gatsby gibi,
kendilerini, rüyalarının gerçekleşebileceğine inanan idealistler olarak görürler.
Fitzgerald, bu mit ve kültür üzerinde durarak The Great Gatsby’yi, Amerikan
kültüründe etkisi süren bir klasik yapar (Anderson 37). ‘Amerikan Rüyası’, insanın
hayal gücünün romantik olasılıklarının ve insanoğlunun doğuştan büyüklüğüne olan
inancın bir doğrulaması olarak kabul edilir. Gatsby'nin kişisel felsefesi bu bakış
açısıyla örtüşür. Ancak Gatsby'nin rüyası, ‘Amerikan Rüyası’nın orijinal yapısını
izlemez. Onun kendisi için dünyada en güzel kız olan Daisy’nin peşinden koşması,
ulaşmayı hedeflediği kız evlenmiş olsa bile bundan vazgeçmemesi ve hatta onu ilk
gördüğü gibi geri istemesi, kısacası olmayacak bir durumda diretmesi, ‘Amerikan
Rüyası’nın aslının sınırlarının zorlanması hatta bozulması demektir (Seshachari 94).
The Great Gatsby’nin son satırları, yitik olmanın, yitirmenin romantik bir dille
anlatılan tepkisel bir toplumsal manifestoyu oluşturur (Washington 52). ‘Amerikan
Rüyası’nı kendi rüyasına dönüştüren Gatsby, yine bu rüyanın kurbanı olarak ölür
(Kazin 40). Fitzgerald, Gatsby’nin rüyasının gerçekleşmemesini, sonuçta akıntıya
kürek çekmeye benzetir. İnsanoğlunun içinde her zaman, gerçekleşmesi neredeyse
imkansız da olsa, ümit taşıdığını vurgular. Romanın son satırları Fitzgerald'ın
geçmiş, gelecek ve rüyalarla ilgili düşüncelerinin bir özeti gibidir:
74
Gatsby yeşil ışığa inanmıştı, her yıl bizden biraz daha uzaklaşan o coşkun
geleceğe bel bağlamıştı. Bu gelecek, kaçıp gidiyor, bizden uzaklaşıyordu, ama
ne çıkardı − yarın daha çok koşar, kollarımızı daha ileriye uzatırdık… Sonra
güzelim bir sabah…
Ve böylece, bizler de akıntıya kürek çeker, durmamacasına geçmişe itiliriz
(Fitzgerald, Büyük Gatsby 182).
75
SONUÇ
Tarih boyunca insanoğlunun ulaşmak istediği idealler, hayaller ve düşler hep
olagelmiştir. Bu düşlere ulaşmak bazen olasılık dışı olsa da insanlar bunlardan kolay
kolay vazgeçmezler. Modern toplumlarda insanlar hedeflerine ulaşmada çoğunlukla
maddi zenginliği önce bir araç olarak görürler, daha sonra da bir şekilde bu
zenginliği amaç haline dönüştürürler. Kısa yoldan amaca ulaşma çabası, imkansızı
elde etme hayali beraberinde yasadışı ve ahlaki olmayan yolları da kullanmak dahil
kestirmeden ya da her yolu deneyerek zengin olmayı getirir. Hayaller, aşık olduğu
kadına kavuşma, ünlü olma ya da
kendini tanıma ve gerçekleştirme şeklinde
masumane duygularla ortaya çıkmış olsa da sonuca giden yolda karşılaşılan engeller,
toplumsal ve psikolojik unsurlar insanı yolundan saptırabilmekte, asıl amacını ve
duygularını bozabilmektedir.
Amerikan toplumunda hep var olan başarılı olma ve insanın istediği her şeyi,
eğer yeterince mücadele ederse
elde edebileceği ideali, tarihsel süreç içinde,
sanayileşme ve ekonomik gelişmenin de bir sonucu olarak farklı boyutlar kazanır.
20. yüzyılda hemen her şey, maddi ölçülere, insanın sahip olduğu maddi varlıklara ve
toplumdaki statüsüne göre değerlendirilir.
F. Scott Fitzgerald, yaşadığı dönemi, 1920’leri bir tarihçi tarafsızlığı ve genç
bir yazar olarak gençliğin
temsilcisi olarak anlatır. Onun yaşamı ve edebiyat
kariyeri, ‘Caz Çağı’ Amerikasının hızla yükselişten çöküşüne tarihi gerçeklerinin bir
aynası olarak görülür. Fitzgerald 1920’lerin Amerika’sının keşmekeşli yaşam tarzı
ile öylesine iç içedir ki, onun yaşamı, temsil ettiği kuşağın da bir tarihi olarak
görülür. Fitzgerald, yaşamı boyunca birbiri ile çatışan, çelişen istek ve gereksinimleri
uzlaştırmanın mücadelesini verdi, bir yandan yaşamın gereksinimleri öte yandan
sanatın gereksinimleri. Onun rüyası, hiç kimsenin açık bir şekilde anlatmadıklarını
anlatmak, hiç kimsenin yaşamadıklarını yaşamaktır. ‘Amerikan Rüyası’, onun en
önemli ilgi alanlarından biridir. Yaşadığı toplumun bireyler üzerindeki etkilerini,
toplumdaki tabakalaşmaları, insanların düşerini ve bu düşlere ulaşmak için
denedikleri yolları, ‘Amerikan Rüyası’ perspektifiyle ele alır. Yazarın asıl üzerinde
durduğu sorun, tarihsel süreçte, insanların ideallerini gerçekleştirme yolunda
ilerlerken sapmalara, bozulmalara ve yozlaşmaya götüren yöntemler kullanmalarıdır;
76
‘Amerikan Rüyası’nın kendisi değil yozlaşması ve kirletilmesidir. Mutlu ve refah bir
yaşam, kendisini gerçekleştirme gibi asil amaçların, güç elde etme ve zevk peşinde
koşma şekline dönüşmesi, başarının içi boş ve anlamsız bir ideal haline gelmesi,
Fitzgerald’ın üzerinde durduğu en önemli konulardandır. Onun kahramanları bir
anlamda başarılı olular ancak sonunda varmış oldukları nokta onları tatmin etmez.
Amory, kendisini tanıdığını ancak başka bir şeyi başaramadığını söyler. Gatsby ise,
elde ettiği onca maddi başarıya karşın ideali olan kadının yalnızca kendisini sevdiğini
söylemesini sağlayamaz, geçmişi geri getiremez ve kendisini ölümün kollarına
bırakır.
Çalışmanın sonunda ulaşılan sonuç şöyle özetlenebilir: İnsanın ideallerine
ulaşması, herkesin saygı duyduğu, beğenilen biri olması, maddi zenginlikle elde
edilemez. Dürüstlük ve saygınlık para ile satın alınamaz. İnsanın iç huzuru yaşaması,
yanlış yollara sapmadan, ideallerini kirletmeden bir şeyler elde etmesi sonucunda
gerçekleşebilir.
77
KAYNAKLAR
1.
Anderson, Richard, “Gatsby’s Long Shadow: Influence and Endurance”, New
Essays on The Great Gatsby, ed. Matthew J. Bruccoli, Cambridge University
Press, New York, 1985
2.
Arsdale, Nancy P. Van, “Princeton as Modernist’s Hermeneutics, Reading This
Side of Paradise”, F. Scott Fitzgerald; New Perspectives, ed. Jackson R. Bryer,
The University of Georgia Press, Athens, Georgia, 2000
3.
Audhury, Letha, “The Waste Land Myth and Symbols in the Great Gatsby”, F.
Scott Fitzgerald’s The Great Gatsby, ed., Bloom, Harold, Chelsea House
Publishers, New York, 1986
4.
Benchley, Robert C., “Books and Other Things”, F. Scott Fitzgerald Critical
Assessment, Ed. Henry Claridge, Volume II, Helm Info Ltd. East Sussex, 1991
5.
Berman, Roland, The Great Gatsby and Modern Times, University of Illinois
Press, Chicago, 1994
6.
Berman, Ronald, The Great Gatsby and Fitzgerald’s World of Ideas, The
University of Alabama Press, Alabama, 1997
7.
Bewley,Marius,
“Scott
Fitzgerald’s
Criticism
of
America”,
<http://www.studyworld.com/newsite/ReportEssay/literature/Novel%5Cthe_gre
at_Gatsby_and_the_fall_of_the_american_dream_-479.htm, 08.03.2005
8.
Bloom, Harold, ed., American Fiction 1914 to 1945, The Critical Cosmos
Series, Chelsea House Publishers, New York, 1986
9.
Bloom, Harold, ed., F. Scott Fitzgerald’s The Great Gatsby, Chelsea House
Publishers, New York, 1986
10. Bloom, Harold, Major Literary Characters; Gatsby, Chelsea House Publishers,
New York, 1991
11. Bloom, Harold, Modern Critical Views: F. Scott Fitzgerald, Chelsea House
Publishers, New York, 1985
12. Bradbury, Malcolm, The Modern American Novel, Oxford University Press,
New York, 1992
13. Bruccoli, Matthew J, New Essays on The Great Gatsby, Cambridge University
Press, New York, 1985
78
14. Bryer, Jackson R. Ed., F. Scott Fitzgerald; New Perspectives, The University of
Georgia Press, Athens, Georgia, 2000
15. Claridge, Henry ed., F. Scott Fitzgerald; Critical Assessments, Volume II,
Helm Information Ltd. East Sussex, 1991
16. Cowley, Malcolm, Exile’s Return: A Literary Odyssey of the 1920s, Penguin
Books, Dallas, 1976
17. Demir, M. Şirin, F. Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsby Adlı Eserinde Sosyal
Eleştiri, Yüksek Lisans Tezi, Van, 1996
18. Dolan, Marc, Modern Lives: A Cultural Re-reading of The Lost Generation,
Purdue University Press, Indiana, 1996
19. Donald, Miles, The American Novel in the Twentieth Century, Barnes&Noble
Books, New Jersey, 1978
20. Dyson, A. E. “The Great Gatsby: Thirty-six Years After ”, Major Literary
Characters: Gatsby, ed. Harold Bloom, Chelsea House Publishers, New York,
1991
21. Ergin, Seçkin, Amerikan Romanı 1900−1950, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir,
1993
22. Ergin, Seçkin, F. Scott Fitzgerald’ın İki Amerikası, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İzmir, 1982
23. Fitzgerald, F. Scott, Büyük Gatsby, Sander Yayınları, Çeviren: Filiz Ofluoğlu,
İstanbul, 1975
24. Fitzgerald, F. Scott, The Great Gatsby, Penguin Books, London, 1994
25. Fitzgerald, F. Scott, The Jazz Age, New Directions Bibelot Publishing, New
York, 1996
26. Fitzgerald, F. Scott, This Side of Paradise, Penguin Books, London, 1963
27. Fussel, Edwin S., “Fitzgerald’s Brave New World”, Major Literary Characters:
Gatsby, ed. Harold Bloom, Chelsea House Publishers, New York, 1991
28. Gindin, James, “Gods and Fathers in Fitzgerald’s Novels”, Modern Critical
Views: F. Scott Fitzgerald, ed. Harold Bloom, Chelsea House Publishers, New
York, 1985
29. Hendriksen, Jack, This Side of Paradise as a Bildungsroman, Peter Lang
Publishing inc., New York, 1993
79
30. Hoffman, Frederick J, The Twenties: American Writing in the Postwar Decade,
The Viking Press, New York, 1955
31. Hook, Andrew, “Cases for Reconsideration: Fitzgerald’s This Side of Paradise
and The Beautiful and Damned”, Scott Fitzgerald: The Promises of Life, ed. A.
Robert Lee, Vision Press, London, 1989
32. Hook, Andrew, F. Scott Fitzgerald, Chapman and Hall Inc. New York, 1992
33. Hughes, Riley, “F. Scott Fitzgerald: The Touch of Disaster”, Fifty years of the
American Novel; A Christian Appraisal, ed. Harold C. Gardiner, Charles
Scribner’s Sons, New york, 1951
34. Kahn, Sy, “This Side of Paradise: The Pageantry of Disillusion”, F. Scott
Fitzgerald Critical Assessment, Ed. Henry Claridge, Volume II, Helm Info Ltd.
East Sussex, 1991
35. Kazin, Alfred, “The Legend Was His Life”, Readings on Fitzgerald, ed. Katie
de Koster, Greenhaven Press, San Diego, 1998
36. Keller, Jürg P, The American Dream Gone Astray: Critical Realism in American
Fiction 1920−1940, Peter Lang AG, Berne, 1995
37. Koster, Katie de ed., Readings on F. Scott Fitzgerald, Greenhaven Press, San
Diego, 1998
38. Lass, Abraham H., 100 Büyük Roman, cilt II, Milli Eğitim Basımevi, Çeviren:
Nejat Muallimoğlu, İstanbul, 1995
39. Lee, A. Robert, Scott Fitzgerald: The Promises of Life, Vision Press, London,
1989
40. Mayfield, Sara, Exiles From Paradise; Zelda and Scott Fitzgerald, Delacorte
Press, New York, 1971
41. McCormick, John, “The Middle Distance: A Comparative History of American
Imaginative Literature”, Major Literary Characters: Gatsby, ed. Harold Bloom,
Chelsea House Publishers, New York, 1991
42. McQuade, Donald ed., The Harper American Literature, Third Edition, Addison
Wesley Longman inc., 1999
43. Monk, Donald, “Fitzgerald: The Tissue of Style”, American Fiction 1914 to
1945, ed. Harold Bloom, The Critical Cosmos Series, Chelsea House Publishers,
New York, 1986
80
44. Newsweek, January 31, 2005
45. O’Connor, William Van, Seven Modern American Novelists, The New
American Library, New York, 1968
46. Ofluoğlu, Filiz, F. Scott Fitzgerald; Caz Çağı Öyküleri, Mitos yayınları,
İstanbul, 1992
47. Ornstein, Robert, “Scott Fitzgerald’s Fable of East and West”, Modern Critical
Views: F. Scott Fitzgerald, ed. Harold Bloom, Chelsea House Publishers, New
York, 1985
48. Parker, David, “Two Versions of The Hero”, F. Scott Fitzgerald’s The Great
Gatsby, ed., Bloom, Harold, Chelsea House Publishers, New York, 1986
49. Pearce, Robert, ed. The Sayings of Fitzgerald, Gerald Duckworth, London, 1995
50. Pelzer, Linda C., Student Companion To F. Scott Fitzgerald, Greenwood Press,
London, 2000
51. Roulston, Robert and Helen H., The Winding Road To West Egg; The Artistic
Development of F. Scott Fitzgerald, Associated University Presses, Cranbury,
1995
52. Schlacks, Deborah Davis, American Dream Visions; Chaucer’s Surprising
Influence on F. Scott Fitzgerald, Peter Lang, New York, 1990
53. Seiters, Dan, Image Patterns in the Novels of F. Scott Fitzgerald, UMI Research
Press, Michigan, 1986
54. Seshachari, Neila, “The Great Gatsby: Apogee of Fitzgerald’s Mythopoeia”,
Major Literary Characters: Gatsby, ed. Harold Bloom, Chelsea House
Publishers, New York, 1991
55. Spatz, Jonas, “Rewiriting the Capitalist Fable”, Readings on Fitzgerald, ed.
Katie de Koster, Greenhaven Press, San Diego, 1998
56. Stavola, Thomas J., Scott Fitzgerald: Crisis in an American Identity, Vision and
Barnes Noble, London, 1979
57. Washington, Bryan R., The Politics of Exile, Northeastern University Press,
Boston, 1995
58. Way, Brian, “The Great Gatsby”, F. Scott Fitzgerald’s The Great Gatsby, ed.,
Bloom, Harold, Chelsea House Publishers, New York, 1986
81
ÖZET
F. Scott Fitzgerald, Amerikan edebiyatında toplumsal gerçeklik ile ilgili
temaları işleyen, davranış romanı türünde yazan önemli romancılardan biridir. Onun
yaşamı ve yapıtları 1920’li yılların bir özetidir. Genç bir yazarın, gençliğin
sorunlarını anlatması, yalın ve gerçekçi anlatımıyla birlikte onu üne kavuşturan
etkenlerden bazılarıdır. Fitzgerald'ın evrensel bir konu olan başarı düşünü, yaşadığı
toplumda bu düşün çok popüler olduğu bir dönemde objektif bir şekilde anlatması
onu Amerikan edebiyatında klasik yazarlardan biri yapar.
20. yüzyılın başlarında Amerika’da toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlarda
önemli değişiklikler gerçekleşir. I. Dünya Savaşı, Amerikan toplumu üzerinde derin
etkiler bırakır. Genç ve yaşlı kuşak arasında bir uçurum oluşur. Genç kuşağın yaşam
tarzı değişir. Büyük kentler cazibe merkezi olur. Kadınlar toplumda kendilerini daha
fazla ifade ederler ve daha rahat tavırlar sergilerler. Ekonomik anlamdaki gelişmeler,
üretim toplumundan tüketim toplumuna geçişi hızlandırır. İnsanlar teknolojinin
bütün nimetlerinden yararlanmak isterler. Otomobil toplumsal statünün bir simgesi
haline gelir.
Genç kuşağa, başıboş yaşam şekli işaret edilerek ‘Yitik Kuşak’ nitelendirmesi
yapılır. Caz müziği 1920’lerin özelliklerini yansıtır ve döneme ayrıca ‘Caz Çağı’
denilir. İnsanların elde etmek istediği şeylere ulaşma şekilleri, ‘Amerikan Rüyası’
mitinin, ortaya çıkış şeklinden oldukça farklı unsurlar içermesine ve yozlaşmasına
neden olur.
Bu çalışmada, Amerikan romanının 20. yüzyılda kaydettiği gelişmeler,
tarihsel arka plan ışığında ve F. Scott Fitzgerald'ın yaşamı, The Great Gatsby ve This
Side of Paradise adlı yapıtlarında ‘Amerikan Rüyası’nın ele alınışı irdelenmeye
çalışılmıştır. ‘Amerikan Başarı Rüyası’ ya da düşünün özündeki üstün özellikleri
yitirip maddi başarı şekline dönüştürülmesi ve sonunda yozlaşıp düş kırıklığı şekline
dönüşmesi çalışmamızın odak noktası olmuştur.
Sonuç olarak, insanların ideallerinin ve düşlerinin olmasının doğal olduğu,
kendisini gerçekleştirmek için elinden geleni yapması gerektiği ancak her ne
pahasına olursa olsun bunları gerçekleştirme düşüncesinin ve maddi başarının gerçek
başarı ile karıştırılmasının düşleri kabusa çevirebildiği görülmüştür.
82
SUMMARY
F. Scott Fitzgerald is one of the major novelists writing novel of manners and
focusing on the themes regarding social reality in American Literature. His life and
works are a summary of the nineteen − twenties. His narration of the problems of the
youth together with his plain and realistic style as a young writer is some of the
elements that make him famous. Fitzgerald’s objective reflections of the universal
theme, ‘The Dream of Success’ that was so popular in his lifetime, made him one of
the classical writers in American literature.
Significant economic, political and social changings took place in America in
the early decades of the Twentieth century. World War I influenced American
society deeply. There was a huge gap between the young and old generations.
Lifestyle changed as well. Big cities became the center of attraction. Women began
to express themselves more and behaved more freely. Economic progression
accelerated the transition from a producing culture to the consuming one. People
wanted to use all the facilities of technology. Automobile became a symbol of social
position.
Young generation was called ‘lost’ because of the casual lifestyle. The Jazz
reflected the peculiarities of the 1920’s and the period is also called ‘Jazz Age’.
People’s way of obtaining what they dreamed caused the corruption of the
‘American Dream’ and incorporated elements different from the original myth.
The progress of American novel in the twentieth century, Fitzgerald’s
consideration of ‘American Dream’ in his works, his life and historical background
are the matters to be studied in this paper. The focus of this study is the fall of
‘American Dream of Success’, losing its original form and content thus transforming
a material success, and becoming a disappointment.
As a result, it has been found that people naturally have dreams and ideals,
and everyone should do his/her best to realize ‘self’ but confusing material success
with the real ideal and the notion that every way is permissible for achieving the
ideal can eventually make the dream a nightmare.

Benzer belgeler

bıldungsroman olarak f. scott fıtzgerald`ın thıs sıde of paradıse adlı

bıldungsroman olarak f. scott fıtzgerald`ın thıs sıde of paradıse adlı KISALTMALAR……………………………………………………………………III GİRİŞ………………………………………………………………………………... 1 1. BÖLÜM…………………………………………………………………………...3 1.1. 1920’LERİN AMERİKA’SINA GENEL BİR BAKIŞ………………………….3 1.2. DÖNEMİN EDEB...

Detaylı