66.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

66.sayıya ulaşmak için tıklayınız
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
Taksim Gezi Direnişi
Ortaçağcılığa Karşı Bir İsyandır
YIL: 7 • SAYI: 66 1 TEMMUZ 2013
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
Başyazı
Tüm yönleriyle Taksim Gezi
İsyanı’nın değerlendirilmesi
B
-I-
(2 Haziran 2013)
Yoldaşlar,
u eylemi önce kitlesel kapsamı ve etkisi açısından değerlendirdiğimizde buna hiç
tartışmasız ikinci bir 27 Mayıs Eylemi diyebiliriz. Enteresan bu da 28
Mayıs’ta başladı. Demek ki bu isyanı, bu şanlı direnişi de 28 Mayıs
Direnişi diye adlandırabiliriz.
27
Mayıs
1960
Politik
Devrimi’nden bu
yana bu eylem,
kapsam bakımından 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’yle,
1970’te olan o
büyük direnişle birlikte en büyük
ikinci eylemdir. Sadece dün, cumartesi günü, Taksim eylem alanımıza
1 milyonu aşkın insanın gelip gittiğini, eyleme katıldığını açıkça, netçe söyleyebiliriz. Bu eylemin çapı o
kadar geniş ki, tüm Türkiye’yi kapsadı diyebiliriz neredeyse; Kürt illeri hariç olmak üzere. İçişleri Bakanının açıklamasına göre, 67 ilde ve
90 ayrı bölgede bu isyan hareketi
yapılmış durumda. Yani toplam olarak milyonlarca insan, bu isyanda
yer almıştır.
Hep şunu söylüyorum ya; gerçek
bir proletarya partisi olsaydı, kitlelerle yakın, sıkı bağlar kurmuş bir
parti olsa Tayyipgiller’in iktidarına son vermek bir yılı bile
bulmaz, diye; işte o tespitimiz
bir kez daha gerçekleşmiş oldu.
Yani kanıtlanmış
oldu. Kendiliğinden bir eylemde
bile,
spontane bir eylemde bile milyonlar Tayyipgiller’e
baş kaldırabiliyor, isyan edebiliyorsa gerçek bir proletarya partisinin
genelkurmaylığındaki bir eylemde
örgütlü kitleler bunun kat be kat
fazlasını yapar, arkadaşlar. Bu apaçık bir şey…
Demek ki bütün yenilgimiz, bütün kaybımız hep dağınıklığımız
Devamı sayfa 8’de
2
H
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Kurtuluş Partisi’nden
HKP, Reyhanlı’da Tayyipgiller’i rahat bırakmıyor
den ele versin? Bir amacı var ki silahlandırıyor değil mi?
Ancak tüm bunlar ceza hukuku bağlamında büyük suçlardır. Üstelik Ulusalkın Kurtuluş Partisi, Redhack’in ortaya çıkardığı Reyhanlı patlamasına ilişkin Jandarma istihbarat raporu için suç duyurusunda bulundu.
lararası Hukukun “Savaş Suçu” saydığı
Daha önce patlama nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri
suçlardır bunlar. Bu sebeple, BOP deBakanı Muammer Güler, Devlet Bakanları Bülent Arınç ve Beşir Atalay hakkında suç duyurusunda bulunan Halkın Kurtuluş Partisi soruşnilen proje ile amaçlanılan hedeflerden
turmanın genişletilmesi talebinde bulundu.
birinin Türkiye’nin AB-D EmperyalistHKP, istihbarat notuna ilişkin tüm bilgi ve belgelerin Jandarma, Emniyet ve MİT’ten istenerek, istihbaratın gereğini yapmayan bu kurumlardaki
lerince en az üç parçaya bölünmesi olgörevliler hakkında da takibat başlatılmasını talep etti.
duğu da göz önüne alınınca, hepsi bu
ortak ve en büyük suçun vasıta suçu
leşmiş Milletler Şartı’nın, Cenevre sitesinden duyurduğu ve bizim yazılı ARACA BOMBA DÜZE!EĞİ YERANKARA CUMHURİYET
olan bahsi geçen eylemler karşısında
Sözleşmesi’nin
ve
Anayasa’nın basından öğrendiğimize göre, Jandar- LEŞTİRİLDİĞİ, BU ARAÇLAR
BAŞSAVCILIĞINA
şüphelilerin, Anayasa’nın 14. maddesi
“TBMM’nin Görev ve Yetkileri”ni ma Genel Komutanlığı “gizli” ve “ive- İLE ÜLKEMİZE YÖ!ELİK BİR
uygulanarak dokunulmazlıktan faydadüzenleyen 87. maddesi ile “Savaş di” kodlu notuyla, Reyhanlı’da gerçek- SALDIRIDA KULLA!ILACAĞI
Soruşturma no: 2013/1239
lanamaması gerekmektedir. Mustafa
Hali İlanı ve Silahlı Kuvvet Kullanıl- leştirilecek saldırının istihbaratını al- BİLGİ !OTU GEÇE! EYLEM
Balbay’ın bir gazete yazısının “ağır cemasına İzin Verme”yi düzenleyen 92. mış, saldırıda kullanılacak araçları pla- PLA!LAMASIYLA PARALELLİK
SORUŞTURMANIN
zalık suçüstü hali” sayılmasına cevaz
maddesinin açık ihlaliyle yaratıldığını; kalarına kadar öğrenmiş, ve bunu ilgili ARZ ETTİĞİ DEĞERLE!DİRİLGENİŞLETİLMESİ
veren savcılarımızın yorumu (ki bizce
böylece Türk Ceza Kanununun “Ya- birimlere göndermiştir. Hürriyet gaze- MEKLE BİRLİKTE, SO! GELİŞTALEBİNDE BULUNAN:
Mustafa Balbay’a uygulanan hukuk
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkan- bancı Devlete Karşı Savaşa Tahrik”, tesi internet sitesinden temin edilen ve MELER IŞIĞI!DA OLAYI! SI!IR
katliamıdır), müsnet eylemleri evlevi“Yabancı Devlete Karşı Hasmane ekte sunduğumuz Jandarma Genel Ko- BÖLGELERİMİZE VE DOLAYIlığı
yetle Ağır Cezayı gerektiren Suçüstü
Hareket”, “Yabancı Devlete Karşı mutanlığınca tanzim bu notta aynen SIYLA ÜLKEMİZE YÖ!ELEBİhali saymaya olanaklıdır. Zira anılan
Yasa Dışı Asker Toplama” (TCK şunlar ifade edilmiştir: (http://hura- LECEĞİ BİLGİSİ İLGİ (B) İLE
Ş Ü P H E L İ L E R..../..:
eylemler sonucunda onlarca yurttaşı304-306) suçlarının sübut bulduğunu rsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.a BİLDİRİLMİŞTİR. KO!U!U! İS1- Abdullah Gül
TİHBARİ FAALİYETLER KAPSA- mızın ölmesine sebep olmak (TCK 83),
ifade etmiştik.
spx?id=23342165 uzantısından)
2- Recep Tayyip Erdoğan
ve yaralanmasına sebep olmak (TCK
REYHANLI KATLİAMI’nın ise,
“1- SURİYE’DE FAALİYET YÜ- MI!DA DEĞERLE!DİRİLMESİ3- Ahmet Davutoğlu
88/2) suçları da içtima halinde işlenseçilmiş Esad iktidarına ve kardeş Su4- Muammer Güler
miştir.
riye Halkına karşı sürmekte olan savaş
5- Bülent Arınç
II- Ekte mübrez Jandarma Genel
kışkırtıcılığına ve yaratılan yasa dışı6- Beşir Atalay
Komutanlığı notunun tümüyle gerçekhaksız-gerici savaş ortamının kızıştırıl7- Hüseyin Çelik
yasal-maddi bir delil olduğu araştırıldı7- Suça karıştığı tespit edilecek diğer masına, savaşın “yasal”laştırılmasına
ğında ortaya çıkacaktır. Bunu anlamave genişletilmesine, dahası Suriye’ye
failler
mıza imkân veren olay, şüphelilerden
8- Suça ihmal ya da kasıt biçiminde ka- asker çıkartılması girişimlerine dönük
Hüseyin Çelik’in açıklamalarıdır. Medrıştığı tespit edilecek Jan-darma görev- bir Provokasyon/manüpilasyon olarak
yaya göre Çelik basına şu demeci verlileri, MİT Görevlileri, Emniyet Genel tezgahlandığını, şüphelilerinde de buna
miştir:
Müdürlüğü görevlileri, Hatay Emniyet dahil olduklarını belirtmiştik.
“Çelik, Reyhanlı saldırısına ilişŞüphelilerin bu amaçlarına ulaşmak
Müdürlüğü görevlileri, Reyhanlı Emnikin sanal ortamda bir grubun yayıniçin, dünyanın dört bir yanında mazlum
yet Müdürlüğü görevlileri
ladığı bilgi ve belgelerin Jandarma
halklara karşı AB-D Emperyalistlerinin
S U Ç:
Genel Komutanlığı’nın internet siteemrinde terör saldırıları düzenleyen
Anayasa’nın “Türkiye Büyük Milsinin hacklenerek elde edildiği iddiaOrtaçağcı “Özgür Suriye Ordusu” bile- RÜTE! EL KAİDE TERÖR ÖR- !İ…”
let Meclisinin Görev ve Yetkileri”ni
El !usra… Toplam üç araç… larının doğru olmadığını belirterek,
şenlerinden El Kaide-El Nusra isimli GÜTÜ YA!LISI GRUPLARA
düzenleyen 87. Maddesi ile “Savaş Ha“Hacklenme meselesi doğru bir mekatiller sürüsünün kullandıkları artık ULAŞTIRILMAK ÜZERE 63 E Bomba düzenekli…, ikisinin marka
li ve Silahlı Kuvvet Kullanılmasına
sele değil, Jandarma Genel Komutüm dünyanın bildiği bir gerçektir.
3436 PLAKALI ARAÇ İLE PATLA- ve plakası mevcut… ülkemize yöneİzin Verme”yi düzenleyen 92. Maddetanlığı’nın sitesi hacklenmemiştir.
Reyhanlı saldırısını da bu El Kaide YICI YAPIMI!DA KULLA!ILA- lik bir saldırı… sınır bölgelerimize
sine ve Uluslararası Hukuka açıkça ayBir ilimizdeki jandarma eri, cep teledenilen çapulcuların gerçekleştirdikle- BİLE! YARDIMCI MALZEME- ve dolayısıyla ülkemize yönelebilecekırı olarak, meclis kararı olmadan ülkefonuyla o ile ulaşmış bazı belgelerin
rine ilişkin delilleri ilk suç duyurusu di- LER GÖ!DERİLMESİ!İ! PLA!- ği…
mizin komşu Suriye Devleti ile savaş
FAİLİ, SUÇTA KULLA!ILA- fotoğrafını çekerek bu dediğimiz
lekçemizde belirtmiştik.
LA!DIĞI KO!U HAKKI!DA TEhaline getirilmesi ve 5237 Sayılı
kimselere servis etmiştir. O kişi şu
Objektif olayların gelişimi ve şüp- YİT VE DETAYLA!DIRMA ÇA- CAK ARAÇLARI, SUÇU! YERİ,
TCK’nun 304. maddesinde öngörülen
anda
gözaltına
alınmıştır.”
helilerin saldırının hemen sonrasındaki LIŞMALARI!I! DEVAM ETTİĞİ SUÇ EYLEMİ!İ! STRATEJİK
“Yabancı Devlete Karşı Savaşa Tah(http://www.cnnturk.com/2013/tusöylemleri, yabancı kaynakların da BİLGİLERİ İLGİ (A) İLE BİLDİ- HEDEFİ BU KADAR AÇIK İSTİHrik”, 306. maddesinde düzenlenen
BARATLA ELİ!DE OLA! GÜ- rkiye/05/23/hukumetten.sok.reyhanli.a
açıklamalarıyla birleşince; Reyhanlı RİLMİŞTİR.
“Komşu Devlete Karşı Asker Toplaciklamasi)
saldırısının asli failleri olan El Nus“2- TEK!İK/HASSAS KAY!AK VE!LİK GÜÇLERİ !EDE! GEma Ve Hasmane Hareket”, suçları ile
İşte şüpheliler kaş yapalım derken
ra’nın eyleminin şüphelilerin bilgisi ve ÇALIŞMALARI!DA!, BOMBA REĞİ!İ YAPMAZ? BU BİLGİLEbu suçlar nedeniyle oluşan fiili savaş
göz
çıkarmakta, Jandarma Sitesi’nin
en azından lojistik-propagandif- YÜKLÜ LA!CER MARKA KOYU Rİ ELİ!DE BULU!DURA! BAortamında gerçekleşen Reyhanlı saldıhacklenebileceğini kabul etmeyelim
istihbari yönlendirmesi altında işledik- RE!KLİ 022 506 PLAKALI (SURİ- KA!LIK, İÇİŞLERİ BAKA!LIĞI,
rısında en az 70 kişinin ölmesine sederken, cep telefonuyla servis edilen
lerini, dolayısıyla suçu iştirak halinde YE PLAKASI OLDUĞU DEĞER- BAŞBAKA!LIK, CUMHURBAŞbep olmak (TCK 83), 200’ün üzerinbir belge olduğunu ifade ederek, belgeişlediklerini göstermekteydi. Bizlerin LE!DİRİLMEKTEDİR) E KİA KA!LIĞI KOLTUĞU!U İŞGAL
de kişinin yaralanmasına sebep olEDE! ŞÜPHELİLER !EDE! GE- nin gerçekliğini ikrar etmiş olmaktadır.
mak (TCK 88/2), bu saldırıyı gerçekHatta tüm suçu da bir gariban JandarREĞİ!İ YAPMAZ?
leştiren teröristleri gizlemek ve suçluAçık cezaevine çevirdikleri ülkemi- ma erine atarak, olayı kapatabileceklelarla ilgili işlem yapmamak (TCK
zin dört bir yanındaki sözüm ona gü- rini ummaktadırlar. Bu suçlama dahi
279, 281) suçları
venlik kameraları, basit bir hırsızlık su- belgenin gerçekliğini teyit etmektedir.
Sonuç olarak, Reyhanlı Katliaçunun failini, yaralamalı bir trafik kaKONUSU:
mı’nın
tüm belirtileri Jandarma İstihzasının failini bile bulabilirken, “ülkeBasında ortaya çıkan ve ekte sundubaratında
mevcutken bunun gereğini
mize yönelebilecek” bunca ölüm ve
ğumuz Jandarma İstihbarat notuna göyapmayan,
saldırının gerçekleşmesini
yaralanmayla sonuçlanan katliamın tere, Jandarma Genel Komutanlığı’nın
rörist failleri neden yakalanmaz, engel- isteyen/bekleyen/dahil olan tüm şüpheReyhanlı’da gerçekleştirilecek katlialenmez, araçlar görüldüğü yerde neden lilerin haklarında yürütülecek soruşturma ilişkin topladığı ve paylaştığı istihma ve kovuşturmaya esas olacak adı
alıkonularak teröristler tutuklanmaz?
baratların gereğini yapmayarak katliaÇok açık ki BU SALDIRI!I! geçen belge ve bilgileri “Soruşturmamı önlemeyen ve/veya eyleme dahil
GERÇEKLEŞMESİ İSTE!MİŞ VE nın Genişletilmesi” bağlamında arz etolan şüphelilerin bu açıdan da soruştuBEKLE!MİŞTİR! Saldırının sonuç- mek durumunda kaldık.
rulması, Jandarma Genel Komutanlığı,
ları Türkiye-Suriye açık savaşının
Reyhanlı İlçe Jandarma Komutanlığı,
SONUÇ ve İSTEM:
Hatay İl Jandarma Komutanlığı, Kah- on yıllardır bildiği bir provokasyon bi- RİO MARKA GRİ RE!KLİ 667512 koşullarını, !ATO’nun Suriye’ye
Yukarıda açıklanan nedenlerle;
ramanmaraş İl Jandarma Komutanlığı, çimi olan, kamuoyunu yanıltmaya, ik- ŞAM PLAKALI İKİ ARAÇ İLE SU- olası müdahalesinin yollarını açacaEkte mübrez Jandarma İstihbarat
Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Ge- na etmeye, maniple etmeye dönük RİYE İDLİP KE!Tİ!DE SİYAH ğından; özetle şüphelilerden Recep notuna göre, Jandarma Genel Komunel Müdürlüğü, Hatay Emniyet Müdür- Kontrgerilla eylem tarzından başka bir RE!KLİ ŞAM PLAKALI (PLAKA- Tayyip Erdoğan’ın Eşbaşkanı oldu- tanlığı’nın Reyhanlı’da gerçekleştirilelüğü ile Reyhanlı Emniyet Müdürlük- şey değildi Reyhanlı Katliamı: “Katlet- SI TESPİT EDİLEMEMİŞTİR) SA- ğu BOP’un yollarını açacağından, cek katliama ilişkin topladığı ve paylerinden konuyla ilgili tüm yazışma- suçu düşmanın üstüne at!”
AB MARKA BİR ARACI! BOMBA Reyhanlı Katliamı bilerek işlenmiş laştığı istihbaratların gereğini yapmaBu tez, 1960’larda David GALULA İLE TUZAKLA!MIŞ ŞEKİLDE ve/veya önlenmemiştir.
bilgi-belgelerin istenmesi talebidir.
yarak katliamı önlemeyen ve/veya eyAnılan
ve
ekte
mübrez
Jandarma
İsisimli Kontrgerilla teorisyeni tarafın- HAZIR OLDUĞU, AYRICA TÜRleme dahil olan şüphelilerin bu açıdan
SORUŞTURMANIN
dan geliştirilmiş ve yıllarca Solcu, An- KİYE TARAFI!DA! BİR ARACI! tihbarat notunun başkaca bir sonucu da soruşturulması, Jandarma Genel
GENİŞLETİLMESİ SEBEPLERİ:
tiamerikancı, Antiemperyalist, Yurtse- PATLAYICI MADDE İLE KÜÇÜK olamaz. Her kim bu istihbaratın gerek- Komutanlığı, Reyhanlı İlçe Jandarma
Müvekkil HALKIN KURTULUŞ
ver ülkelere ve mücadelelere karşı uy- VE HASSAS CİHAZLAR TAŞIDI- lerini yerine getirmemiş ise, müsnet Komutanlığı, Hatay İl Jandarma KoPARTİSİ’ni temsilen, Reyhanlı Katgulatılmıştır, kontrgerillanın ağababası ĞI, ARAÇLARI! SURİYE GÜ- suçlardan yargılanmalı, cezalandırıl- mutanlığı, Kahramanmaraş İl Jandarliamı’nı yaratanlar, sebep olanlar ve ihCIA tarafından.
ma Komutanlığı, Milli İstihbarat TeşkiVE!LİK GÜÇLERİ TARAFI!DA! malıdır.
mali bulunanlar hakkında 13 Mayıs
Tabiî, Jandarma Komutanlığının latı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Hatay
Bu defa da aynı yöntemle, halkta ARA!DIĞI BİLGİSİ ALI!MIŞ2013 tarihinde suç duyurusunda bulunbüyük öfke ve haklı bir düşmanlık ya- TIR. İ!TİKAL EDE! BİLGİLER “terörist” olarak nitelediği El Kaide-El Emniyet Müdürlüğü ile Reyhanlı Emmuştuk. İşbu suç duyurumuz Ankara
ratacak kertede canice bir katliam iş- ÇERÇEVESİ!DE, SÖZ KO!USU Nusra örgütlerini Tayyip Erdoğan ve niyet Müdürlükleri’nden konuyla ilgili
Cumhuriyet Başsavcılığının 2013/1239
lenmiş ve suçu Yurtsever, Antiemper- ARACI! SURİYE’YE YÖ!ELİK diğer şüphelilerin “Özgürlük savaşçı- tüm yazışma-bilgi-belgelerin istenmesi
Soruşturma numarası ile sürmektedir.
yalist Esad yönetimine atılmak isten- BİR EYLEMDE KULLA!ILACA- sı”, “Muhalif” biçiminde adlandırması, vekâleten dileriz. Saygılarımızla.
Suç duyurumuzda özetle, şüphelilemiştir. Yalnızca tetikçiler değişmiştir.
ĞI VE 25 !İSA! 2013 TARİHİ!DE Jandarmanın “güvenlik güçleri” dediği 13/05/2013
rin tamamen AB-D Emperyalistlerinin
Ancak halkımız bu oyunu yutma- ALI!A! (SURİYE ÜLKESİ RAK- Esad’a bağlı askerleri ise, şüphelilerin
Ortadoğu’daki çıkarları için ve bu güçSoruşturmanın Genişletilmesi
mıştır. Ve gerçekler gün yüzüne çıkma- KA ŞEHRİ!DE EL !USRA CEP- “zalim” diye yaftalaması, dahası ABD
lerin kendilerine verdiği desteği kayTalebinde Bulunan
HESİ İÇERİSİ!DE FAALİYET dönüşünde “muhaliflere lojistik desteya başlamıştır.
betmemek uğruna komşu Suriye’ye
Halkın Kurtuluş Partisi Genel
Bizce açık olan bu gerçekler, CE- GÖSTERE! ŞAHISLARCA 23 !İ- ğe devam edeceğiz” diyerek bu terör
karşı ülkemizi “savaş hali” durumuna
Başkanlığı Vekilleri
örgütlerini
silahlandırdığını
ikrarı
karSA!
2013
TARİHİ!DE
MAZDA
ZA USUL HUKUKU BAKIMI!getirdiklerini ifade etmiştik.
DA! DA MADDİ DELİLLERLE 323, KİA RİO VE MARKASI MO- şısında, bu güçlere karşı şüphelilerin
Avukat Metin Bayyar
Bu FİİLİ SAVAŞ durumunun yaraDELİ TESPİT EDİLEMEYE! BİR harekete geçmesini beklemediğimizi
DESTEKLE!MİŞTİR. Şöyle ki:
Avukat Sait Kıran
tılmasında, şekli hükümlerin dahi hiçe
I- Redhack isimli grubun internet ARAÇLA BİRLİKTE TOPLAM ÜÇ söylemeliyiz. Silahlandırdığı adamı neAvukat
Doğan Erkan
sayıldığını, Uluslararası Hukukun, BirISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
internet: www.kurtulusyolu.org
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
kılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: [email protected]
3
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Parababalarının “özgürlük” dediği"
A
BD “demokrasinin beşiği” değilse
de, “özgürlüğün beşiği” olarak nitelendirilir Batılılarca. Ve sürekli
yüceltilir. İnsanlığa örnek ülke olarak gösterilir. Hele de bir siyahînin (B. Obama’nın) ABD Başkanlığına “seçilmesi”
(bilerek tırnak içinde yazdık çünkü
ABD’de seçimler göstermeliktir. Başkanları ABD Parababaları belirler, onların istediği aday seçilir. Şu ana kadar bunun bir başka örneği yoktur), Parababaları medyasında, özellikle bizim satılmış medyamızda
büyük bir coşkuyla karşılandı. Hızlı Amerikanofiller (M. Belge’ler, Y. Çongar’lar,
A. Zaman’lar, R. O. Kütahyalılar vb.leri),
bu seçimi “dönüşüm, “devrim”, “mucize”
vb. vb. sözcüklerle ifade ederek, bize bu
seçimin dünya insanlığı için ne kadar
önemli olduğunu vaaz ettiler. Sürekli bunu
pompaladılar yazılarında. Bir umut ışığı
olarak sundular halklarımıza. Ve Obama’nın seçildiği gece yaptığı konuşmayı
öne çıkardılar:
“Bizim gücümüz, silahların gücünden ya da büyüklüğümüzden kaynaklanmaz, biz gücümüzü demokrasiden ve
kaybetmediğimiz ümidimizden alırız.”
“Bu gece bir kez daha kanıtladık ki
ülkemizin gerçek gücü silahlarımızın
kuvvetinden ve servetimizin miktarından değil, ideallerimizin kalıcı kudretinden kaynaklanıyor” dedi Obama ve bu
idealleri şöyle sıraladı:
“Demokrasi, özgürlük, fırsat ve yenilmez bir umut.” (Murat Belge 07.11.2008)
Aradan geçen zaman, Obama’nın ve bu
Amerikanofillerin söylemlerinin halkları
kandırmaya yönelik süslü sözlerden ibaret
olduğunu somut olaylarla kanıtladı. Şimdi
de yeni somut olgular bir kez daha ortaya
çıktı. Obama’nın ve ABD’nin iğrenç içyüzü yine apaçık şekilde ortadaydı. 7 Haziran
tarihli gazetelerde bir haber çıktı. Bu,
ABD’nin “özgürlük”lerden ne anladığını
açıkça ortaya koyan bir haberdi. O yüzden
de bütün dünyada yankı buldu:
“WASHİGTO HÜKÜMETİ BASIDA SORA HALKII DA DİLEDİ
“80 milyon kişinin telefon kaydı devlete yollandı
“ABD’nin en büyük operatörlerinden Verizon’un müşterilerinin tüm telefon kayıtlarını gizli bir mahkeme kararı
nedeniyle istihbarat birimlerine teslim
ettiği ortaya çıktı.”
Gördüğümüz gibi, ABD, insanların iletişim özgürlüğüne açıkça müdahale ediyor.
Ve 80 milyon insanın, “telefon numaralarının yanı sıra aradıkları telefonların
numaraları, konuşma süreleri, telefonu
tanımlayan numaralar gibi bilgiler”i üstelik de “gizli mahkeme” kararıyla ele geçiriyor.
Aynen “erden baksan tutarsızlık”
diyen Yusuf Hayaloğlu’nun şiirindeki gibi
değil mi?..
İngiliz Guardian Gazetesi’nin bu haberiyle birlikte kimi bilgiler de açığa çıkmış
oldu:
“ABD’nin eski başkanı Bush döneminde bu tip veri paylaşımlarının yapıldığı biliniyordu. Ancak uygulamanın
Obama döneminde devam ettiği ilk kez
kesin olarak ortaya çıkmış oldu.”
Yani al birini vur ötekine; ha Bush ha
Obama!
Ee, ABD de bu değil mi zaten? Şu Başkan ya da bu Başkan, fark eden bir şey olmaz. Orada hükmünü sürdüren Finans-Kapitalistlerdir ve onların sömürü, yağma, talan düzenlerinin savunucusu, koruyucusu
olanlar başkan “seçilirler”. Onlara rağmen
asla başka bir politika hayata geçmez, geçemez!
Olay patlak verip, medyada yer alınca,
Beyaz Saray yetkilileri hemen açıklama
yaparak savunmuşlar yaptıklarını:
“Beyaz Saray dün Reuters haber
ajansına yaptığı açıklamada telefon kayıtlarının toplandığını doğruladı. Üst
düzey bir yetkili toplanan bilginin sadece telefon numaraları ve konuşmaların uzunluğu ile sınırlı olduğunu, kullanıcıların kimliklerinin ve konuşmanın
içeriğinin ise paylaşılmadığını söyledi.”
Yani, yersen lokantası açıyor ABD yetkilileri!
Üstelik de Amerikan Halkını kandırmak için yem atılıyor:
“Aynı yetkili toplanan bilginin
ABD’yi “terörist tehditlerden korumak
için kritik bir araç olduğunu” kaydetti.”
Yani, kendim için bir şey istiyorsam namerdim!
Dünyanın her yerinde aynı bunlar, ha
Amerika ha Türkiye… hiç fark etmiyor.
Yeter ki halkı kandırabilsinler, aldatabilsinler. Makyavelizmin sınırı ve sonu yok bunlarda…
Haberde bir bilgi daha veriliyor. Şöyle
deniliyor:
“Geçtiğimiz günlerde de Adalet
Bakanlığı’nın Associated Press ajansı
muhabirlerinin telefonlarını dinlediği
ortaya çıkmıştı.”
Garp cephesinde yeni bir şey yok, yani… Kim düşman addediliyor, kim ABD
Parababalarının çıkarına hizmet etmiyorsa
o anında dinleniyor, izleniyor, gizli mahkemelerde yargılanıyor…
ABD Hükümetlerinin, Başkanlarının
insan hakları ihlalleri, sadece telefon dinleme olayıyla sınırlı kalmamış. Diğer alanlarda da aynı “gizli mahkeme”ler aracılığıyla bu kez de e-ortamı izlemiş, dinlemişler. 8 Haziran tarihli gazetelerde bu kez de
bu konuyla ilgili haberler yayımlandı:
“Amerikalılar telefon kayıtlarının istihbarat birimlerine verildiğini öğrenmenin şokunu yaşarken dünyanın geri
kalanı için durumun daha da vahim olduğu ortaya çıktı. ABD merkezli Washington Post ve İngiliz The Guardian gazeteleri, aralarında Google, Yahoo,
Skype, Microsoft ve Facebook gibi dev
hükümetini temsil eden avukatların üç
yıllık çabalarının ardından gizli mahkeme internet devlerinin tüm kullanıcılarının bilgilerine el konmasını kabul
et”miş.
“Gizli emir ayrıca istihbarat örgütü
FBI ve SA’nın bu izleme emrinin hiçbir şekilde deşifre edilmemesini de içeriyor”muş doğal olarak(!)
(http://www.bbc.co.uk/turkce/ha-berler-/2013/06/130606_abd_telefon_-izleme.shtml)
Yani ABD’de “gizli mahkeme”ler de
varmış. Bu olaylar sayesinde bunu da öğrenmiş olduk! Az şey değil hani…
“Böylece o güne kadar yalnızca şüpheli birey ya da şirketlerin bilgilerine ve
her seferinde yeni mahkeme kararı alma
şartıyla ulaşabilen SA’in eline benzeri
görülmemiş bir fırsat geç”miş.
O zaman durmamış tabiî NSA, ele geçirmiş bütün bilgilerimizi:
“SA bugün her 7 istihbarat raporundan birini PRISM programı sayesinde elde ediyor”muş.
Peki bu suç değil miymiş şirketler açısından?
Suçmuş. Şirketler de bunu biliyormuş.
Kendilerini güvenceye almasını istemişler
markaların da olduğu 9 internet şirketinin server’larındaki bütün kullanıcı bilgilerini devlete açtığını ortaya çıkardı.”
diye.
Yani ABD, insanların en masum iletişim hakkına tecavüz ediyormuş. İnsanların
arkadaşlarıyla, eşleriyle, akrabalarıyla ya
da herhangi biriyle internet üzerinden konuştuğu, yazdığı, paylaştığı yazı ya da videoları (görüntülü, sesli), anında bu servis
sağlayıcılar tarafından ABD hükümetine
iletiliyormuş. Daha doğrusu “ABD’de istihbarat camiasının telekulağı olarak bilinen ve teknolojiyi kullanarak veri elde
etme görevini üstlenen Ulusal Güvenlik
Dairesi’nin (SA) 2007 yılından itibaren
tüm bu şirketlerden istediği gibi bilgi
topladığı anlaşıl”mış. “İki gazetenin ortaya
çıkardığı
programın
adı
PRISM”miş. Ve bu işin “temelleri
ABD’nin bir önceki başkanı George W.
Bush dönemine dayanıyor”muş. SA’in
bilgi talebine ilk yanıt veren Microsoft
ol”muş.
“Microsoft’un 2007’de gönüllü olarak programa katılmasının ardından
2008’de Yahoo, 2009’da Google, aynı yıl
Facebook, ardından PalTalk, YouTube,
Skype ve AOL da verileri paylaşmayı
kabul et”miş. “Programa en son katılan
şirket ise yaklaşık 5 yıllık direnişin ardından Ekim 2012’de Apple ol”muş.
PRISM adlı program bu işi nasıl gerçekleştiriyormuş?
“PRISM’in Skype’a özel kullanımı
bilgisayar üzerinden bağlanıldığında her
türlü video, ses ve veri paylaşımının taranmasını sağlıyor. Google kullanıcılarının ise e-postaları, ses ve video görüşmeleri, tüm online belgeleri, fotoğrafları,
hatta arama motorunda kullandıkları
kelimeler istihbaratçılara açık”mış.
PRISM adlı bu program sonucunda
ABD Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (NSA)
karşısında anadan doğma gibiymişiz: yani
çırılçıplak! E-ortamda neyimiz var neyimiz
yoksa NSA bizi izliyor, dinliyor, görüyor,
sesimizi kaydediyormuş…
“(…) şirketin işbirliği sayesinde istihbaratçılar “şüphelinin” bilgilerini elde
etmek için sunuculara dilediği gibi girip
çıkabiliyor. Hiçbir izin almadan bu kişilerin yazışmalarına, aramalarına, internet kullanımları ile ilgili her türlü veriye
eş zamanlı olarak ulaşabiliyor”muş.
Ee, tabiî her şey gibi bunun da bir maliyeti varmış: “PRISM’in yıllık maliyeti
20 milyon dolar”cıkmış.
Eh, elde edilen bilgileri düşünürsek halkımızın deyimiyle sakız parası bile değil…
Peki bu iş yasal mıymış?
Ne gezer…
“Washington Post’a göre Amerikan
ABD hükümetinden.
Ee, minareyi çalan kılıfını da hazırlarmış. ABD hükümeti de hazırlamış kılıfı:
“Bunun için 2008’de Kongre, Adalet
Bakanlığı’na şirketleri bilgi paylaşımına
zorlayabilmesi için yetki ver”miş. “Adalet Bakanlığı’ndan bu yönde bir mektup
gelmesi halinde kendi kullanıcılarına
karşı yasal sorumluluktan kurtulan şirketler böylece rahatlıkla server’larını istihbaratçılara aç”mışlar…
Habere göre, Apple 5 yıl direnmiş. Ama
sonunda o da katılmak “zorunda” kalmış
programa. Yine habere göre, şu anda sadece Twitter bu programa katılmıyormuş.
Dünya bu haberlerle çalkalanırken, yeni bir skandal daha patladı. Bu kez de 10
Haziran tarihli gazetelerde yer aldı haber:
“ABD’de Ulusal Güvenlik Ajansı’nın
dünyada bilgisayar ağlarından sadece
bir ayda 97 milyar veri parçası topladığı
ortaya çıktı.
“ABD’de Başkan Barack Obama yönetiminin kişisel telefon kayıtları
ve Google, Apple gibi internet devleriyle
işbirliğine giderek elektronik veri toplamasıyla ilgili bir büyük skandal daha ortaya çıktı. İngiltere’de yayımlanan The
Guardian gazetesinin ele geçirdiği çok
gizli belgelere dayanarak hazırladığı habere göre, Ulusal Güvenlik Teşkilatı
(SA) ‘Sınırsız Muhbir’ (Boundless Informant) adlı bir program aracılığıyla
küresel bilgisayar ağlarından her türlü
kişisel bilgiyi toparlıyor. Program telefon ve bilgisayar şebekelerinden gelen
çok yüksek miktardaki bilgiyi depolayıp
analiz yapabiliyor”muş.
Bu haber de gazetelerde yayımlanınca
Amerikan Halkı tepki göstermiş doğal olarak. Hatta gazete haberine göre “isyan” etmişler. Ama ABD yetkilileri hemen bir
açıklama yaparak hem kendilerini savunmuşlar hem de Amerikan Halkını rahatlatacak müjdeyi vermişler:
“Amerikalıları değil yabancıları izliyoruz
“(…)
“(…) ABD’deki 16 istihbarat dairesinin başında olan Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper programların
varlığını doğruladı. Ancak sadece yabancı uyrukluların bilgilerinin alındığını söyledi.”
Bu müjdeyi(!) veren J. Clapper: “(…)
Programın “Amerikalıların güvenliğini
korumak için” çok önemli” olduğunu da
eklemiş.
Yine aynı terane, yine aynı aldatmaca:
“Amerikalıların güvenliği”…
Yani Clapper Amerikan Halkının ağzına bir parmak bal çalarak diyor ki; biz ne
yapıyorsak sizin güvenliğiniz için yapıyo-
ruz…
Oysa “SA Direktörü James Clapper
Mart ayında Kongre soruşturmasında
“SA’nın milyonlarca Amerikalı hakkında bilgi toplayıp toplamadığı” yönündeki soruya kesin bir dille “Hayır”
cevabını vermişti.”
Daha Mart ayında Kongre üyelerinin
gözlerinin içine baka baka “Hayır bilgi toplamıyoruz” diyen Clapper, bu kez mızrak
çuvala sığmayınca bildik argümana sarılıyor yukarıda okuduğumuz gibi: “Güvenlik! Yetkililer bunu demiş de ABD Başkanı
Obama ne demiş?
Ne diyebilir ki?
‘İhlaller makul’
“ABD Başkanı Barack Obama, devletin internet devlerindeki kullanıcıların
verilerine ulaşmasını “Güvenlik için gerekli bir ihlal” diyerek savun”muş.
Başka türlüsü şaşırtıcı olurdu değil
mi?..
ABD bu. Bu tür ihlallerin hiçbirisinden
vazgeçmez. Sürekli yapar, her alanda yapar. Bugün bunu yapar, yarın şunu yapar.
Her ikisini, üçünü, beşini, onunu yapar. Yapar oğlu yapar. Yeter ki aşağılık sömürü
düzeni devam etsin. Yeter ki mazlum ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerini sömürebilsin, kendi ülkesinin ve kendi Parababalarının kasasına akıtabilsin. Ondan başka
bir şey bilmez, ondan başka bir şey istemez. İhlalmiş, işkenceymiş, yağmaymış,
talanmış, vurgunmuş, katliammış, cinayet,
işkence, ırza geçme, şuymuş buymuş…
Bütün bunlar “makul”dür. Yeter ki devran
sürsün…
Ha, ““Bu arada skandal İngiltere’ye
de sıçra”mış. “İngiltere’deki elektronik
veriler üzerinden istihbarat yürüten birimin PRISM sayesinde binlerce İngiliz
vatandaşının bilgilerine ulaştığına yönelik iddialarla ilgili bir rapor, yakın bir
zamanda parlamentonun İstihbarat ve
Güvenlik Komitesi’ne verilecek”miş.
Bütün bu bilgilerin kaynağı, güvenilirliği ne, sorusuna da kısaca yanıt verelim.
Bu bilgileri kamuyla paylaşan kişi 29
yaşında Edward Snowden adlı eski bir CIA
çalışanı.
Snowden “Washington Post’a hayatını anlatırken önce SA’ın gizli binalarından birinde güvenlik görevlisi olarak
çalıştığını, sonra Amerikan İstihbarat
Teşkilatı’nda (CIA) IT teknisyeni olarak
işe başladığını söyledi.
“(…)
Y
“Edward Snowden, 2007 yılında diplomatik kimlik ile Cenevre’de CIA için
çalışmaya devam etti. CIA’nın programlarını ilk kez burada sorgulamaya başladı. Snowden 2009’da CIA’dan ayrıldıktan sonra da Booz Allen Hamilton
ve Dell gibi aracı firmaların elemanı olarak SA ile çalışmaya devam etti. En
son Hawaii’de yaşayan ve yılda 200
bin dolar maaş alan Snowden belgelerin
yayınlanmasından önce Hong Kong’a
kaçtı. (…) Gazetecilerle Hong Kong’daki otel odasından yazışmaya devam eden
Edward Snowden, belgeleri sızdırma kararını bir anda almadığını söylüyor. Başkanların göreve gelmek için vaatlerde
bulunup sonra hiçbir bedel ödemeden
sözünden geri dönebildiğini zaman içinde fark ettiğini anlatıyor.
“(…)
“‘Evimi göremeyeceğim’
“Ancak Snowden’in tek rahatsızlığı
Başkan değil. Snowden “Tek amacım
kamuoyunu onlar adına ve onlara karşı
yapılanlar konusunda bilgilendirmek.
Gelişmiş ülkelerde insanların çoğu internette vakit geçiriyor. Ve hükümetler
bu mecburiyeti güçlerini gerekli ve uygun olanın ötesinde taşımak için kullanıyor” diyor.
“Beyaz Saray ya da istihbarat dünyasındaki analistlerin kötü insanlar olduğunu düşünmüyor ancak izleme programlarından değerli bilgi çıktığında
yaptıklarını meşru görmelerini eleştiriyor. Rahat hayatını feda etmekten çekinmediğini söyleyen Snowden, “Bir daha
evimi görmeyi beklemiyorum” diyor.”
(Pınar Ersoy, Milliyet, 11 Haziran 2013)
Bütün bunlar, bu haberler, bu gerçekler
neyi gösterir?
İster “demokrasinin beşiği” olsun, ister
“özgürlüğün beşiği” olsun bütün emperyalist devletlerin aynı toptan, aynı kumaştan
kesme olduğunu. Yani kapitalist düzenin;
insanın insanı ezdiği, sömürdüğü, zulmettiği, soykırıma uğrattığı insanlıkdışı, hayvancıl bir düzen olduğunu.
Ama bu düzen ilanihaye böyle gitmez!
Geçtiğimiz yıl ABD’de baş gösteren
“Wall Street’i İşgal Et” eylemi de, şu anda ülkemizde yaşadığımız Taksim-Gezi
Parkı İsyan-Direnişi de bunun somut kanıtıdır. Var mı başka bir kanıta ihtiyaç?..
“Yemekle Randevu Olmaz”
aklaşık 2-2,5 ay önce Rektörlük
Mersi Üniversitesinin tüm kampuslarında “randevulu yemek”
sistemi diye bir uygulama başlattı. Bu uygulamaya göre, yemekhanelerdeki yemek hizmetinden yararlanmak isteyen
çalışan en az 2 gün önceden üniversitenin
Web sayfasında sunulan linki kullanarak
randevu alacak, parasını yatıracak ve tüm
bunları yaparsa yemek yiyebilecek. Randevu iptali için de yine aynı sistemi kullanması gerekecek. İptal edemediği durumda parası yanacak. Randevu iptali
için bir de süre koşulu var! Yemek yiyeceğiniz gün randevu iptali yapamayacaksınız.
Yemek ile ilgili bu gelişmeler üzerine
Eğitim-Sen Üniversite Temsilciliği “Yemekle Randevu Olmaz” sloganıyla
“boykot” kararı aldı.
13 Mayıs’tan itibaren yemekhanelere
gidilmeyerek çalışanların kendi aralarında kurdukları “Dayanışma Sofraları”
yemekhane önlerine açılarak aktif boykot
başlatıldı.
Sendika üyesi olsun-olmasın çalışanların ortak talepleri: Herkese eşit, kaliteli
ve erişilebilir yemek hizmeti oldu.
Temsilcilik, boykotu yalnızca ana
kampus olan Çiftlikköy’de başlattı ve yürüttü. Bizler Yenişehir kampusu üye ve
çalışanları olarak boykotun tüm birimlerde ortaklaştırılarak yürütülmesi gerekti-
ğini savunduk. Temsilcilik bu konuda bir
adım atmayınca bir hafta sonra da olsa
Yenişehir kampusu çalışanları olarak aktif boykot sürecini örgütleyerek, dayanışma soframızı kurarak eylemi başlattık.
Temsilciliği de boykotun ilk gününe davet ettik.
Çiftlikköy ve Yenişehir kampuslarındaki dayanışma sofraları yemekhanelerde
yemek yememe oranını yüzde 98 civarında başarıya ulaştırdı. Mersin’deki “Gezi
Parkı -Halk Hareketi” eylemlerine topluca katılındı. Yenişehir dayanışma sofrasında her gün
gündeme
alındı.
20 Haziran günü Rektörlük Temsilcilikle görüşme
yaptı.
Yaklaşık 2 ay
süren boykotumuz taleplerimizin büyük oranda
kabul ettirilmesiyle sonlandı.
Kazanımlarımız:
1- Randevulu sistem iptal edildi.
2- Yemekhanelerdeki akademik-idari
personel ayrımı kaldırıldı.
3- Kaliteli ve sağlıklı yemek için Sendika Temsilciliğinin de içinde yer alacağı
katılımcı yönetim isteğimiz kabul edildi.
Bu aşamadan sonra yapılması gereken, kazanımların takipçisi olmak ve çalışanların sağlıklı yemek hakkından yararlanmaları için örgütlü çalışmalarımızı
sürdürmek.
Yaşasın Örgütlü ve Kararlı
Mücadelemiz
Eğitim-Sen
Mersin Üniversitesi
İşyeri Temsilcisi
Bir Yoldaş
4
H
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!..
Bu daha başlangıç!.. Mücadeleye devam!..
alk uyanışı, halk isyanı ve halk
hareketi nedir? Son bir aydır bunu kitaplardan değil yaşayarak
öğrendik. Bir halk ayağa kalktı ve “yeter
artık!” dedi.
1980 Faşist Darbesinden bu yana
“korkak” “aptal” vb. birçok hakarete
maruz kalmış olan halkımız, sadece bu
ülkeye değil tüm dünyaya ders verdi, ilham kaynağı oldu.
Bu isyanın ilk kıvılcımı İstanbul’da
Gezi Parkı’nda ortaya çıktı.
Kısaca ana hatlarıyla süreci özetleyelim:
Tayyipgiller’in Gezi Parkı’nı yıkıp
yerine Topçu Kışlası yapma girişimleri
çerçevesinde, 27 Mayıs gece 23.00’da
çıkarma yapıldı, Park’a. Taksim Gezi
Parkı Derneği, belli sayıdaki insanımızla
ilk tepkisini gece geç saatlerde iş makinelerinin karşısına uzanarak yaptı. Yıkım 27 Mayıs gecesi ertelenmişti ancak
polisler ertesi gün yeniden geldiler ve
insanlarımıza çok sert bir müdahalede
bulunarak Park’taki ilk kısmi yıkımı
yaptılar. Bu ilk yıkım 28 Mayıs gecesini
daha kitlesel hale getirmişti. 29 Mayıs
günü sosyal medyada Gezi Parkı geniş
yer buldu. Ve 30 Mayıs sabaha karşı
05.00’te polisler Park’ta nöbette bulunanlara gaz yağdırdı. Nöbet çadırları yakıldı, insanlar dövüldü.
Ağaçları korumak için bir araya gelmiş insanlara uyurken böylesine vahşice
saldırmak halkımızı oldukça öfkelendirmiş ve Park’ta nöbet tutan insanlara büyük bir sempati duyulmuştu. Bu nedenle
de sosyal medyadaki çağrılarla ve özellikle sanatçıların girişimleriyle akşam
saatlerinde on binler Gezi Parkı’nda bir
araya gelerek Tayyipgiller’e meydan
okudu. 1 Mayıs’ta Taksim’e girilememişti. Ama o akşam on binler Taksim’de
1 Mayıs kutlaması yapmış, mücadele kararlığını ortaya koymuştu.
Buna sessiz kalmadı Tayyipgiller. Yine sabaha karşı 04.30 gibi vahşice saldırdılar çadırda kalanlara. Gezi Parkı’nı
boşalttırdılar, gaz bombalarıyla, vahşice…
Saldırı haberinin sosyal medyada yer
almaya başlamasıyla birlikte sokaklara
çıkma çağrıları yapıldı. Herkes Taksim’e
ulaşmaya çalıştı. Bir araya gelen her kalabalığa karşı polis gaz bombalarıyla,
plastik mermilerle, biber gazlarıyla saldırdı. Halkın asıl buluşması akşam saati,
iş çıkışlarıydı. Ve o akşam 31 Mayıs akşamı isyan patlak verdi. İstiklal Caddesi’nde biriken on hatta yüz binler, halkın
her kesiminden insanlar, daha önce hiçbir eyleme katılmamış on binler; “Tayyip İstifa”, “Faşizme Karşı Omuz
İlk kıvılcımın çakıldığı Taksim Gezi Parkı’ndan:
Omuza”, “Sık Bakalım Sık Bakalım
Biber Gazı Sık Bakalım Kaskını Çıkar Copunu Bırak, Delikanlı Kim Bakalım”, “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” sloganlarıyla, Tayyipgiller’e karşı 11 yıldır birikmiş olan öfkesi-
ni, kinini haykırdı. Saatler süren gaz
bombalarına, içine kimyasal maddeler
eklenmiş (kimyasal silah haline getirilmiş) tazyikli sulara rağmen kitle dağılmadı. Ve o akşam Türkiye’nin, Kürt illeri hariç, hemen hemen tüm illerinde ve
kimi ilçelerinde Gezi Parkı’na destek
eylemleri yapıldı. İstanbul’un dört bir
yanından insanlar Taksim’e ulaşmaya
çalıştı. Anadolu Yakası’nda on binler
Gezi Parkı’ndaki vahşete karşı Direnişçilere destek için sokakları caddeleri
doldurdu. Kadı-köy’de bir araya gelen
bu on binler Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçerek (bu olay da Gezi Parkı Direnişi’ndeki birçok ilkten biriydi) Avrupa
Yakası’ndaki eylemlere katıldı. İstanbul’un neredeyse her mahallesi, her sokağı eylem alanına dönüşmüştü. Sabaha
kadar eylemler sürmüştü. Tencere tavalarla, taraftar grupları kendilerine has
eylem biçimleriyle isyanda yer almışlardı. Özellikle milyonların sokağa döküldüğü o gece, TV kanallarının hiçbir şey
olmamış gibi rutin yayınlarına devam etmeleri, hatta CNN Türk ve NTV gibi haber kanallarının rutininde bile olmayan
“penguen belgeselleri”, “yemek tarifleri” yayımlamaları düzene karşı öfkeyi
iyice artırmıştı.
Tüm bunların sonucunda 1 Haziran
sabahı yepyeni bir ülkeyle, halkla uyandık. Vapurların, metro seferlerinin iptal
edildiği, Taksim’in ablukaya alındığı
gün halkımız Taksim’e ulaştı ve İstiklal
Caddesi’nde polisin saldırıları devam etti. Ama sonunda Tayyipgiller pes etti.
Polis, arkasına bile bakmadan kaçarak
Taksim’i, Gezi Parkı’nı terk etmek zorunda kaldı.
Diğer illerde çatışmalar sürerken Gezi Parkı için yeni bir süreç başladı. Gezi
Parkı’na çadırlarla, stantlarla yeniden
yerleşildi. Halkın kullanımına girdi Park
yeniden. Ve orada yeni bir hayat kuruldu. Birlikte, eşitçe, kardeşçe, özgürce
yaşanacak bir alan yaratıldı. Türkiye’nin
dört bir yanından gelen yardımlarla ihtiyaçlar karşılandı. Mitingler yapıldı, Taksim Meydanı’nda 2 ve 9 Haziran tarihlerinde yüz binlerce insanın katıldığı. Hiçbir polisin olmadığı alanda günlerce sorun yaşanmadı. Taksim’de özgürce insanlar kendilerini ifade ettiler, atölyeler
kuruldu, birlikte üretildi, paylaşıldı. Kurulan kütüphane, Devrim Marketleri,
Devrim Müzesi Park’ın en güzel, en anlamlı karelerindendi. Halkımızın her kesiminden insan bir araya gelmiş, birbirine yeniden güven duymuş, inanmıştı.
Gezi Parkı ruhu doğmuştu. Taksim’de,
Devrim alanındaymışsınız hissine kapılırdınız. AKM’ye siyasi kurumların pankartlar asması ise bu görünüme ayrı bir
renk katmıştı. İsyanın en güzel ve en
olumlu yanlarından biri “orantısız zekâ”
denilen, gençliğin yaratıcılığını ortaya
koyarak gerçekleştirdiği eylemleri, sloganları ve duvar yazılamalarıydı. Direnişe en büyük desteği veren kesimlerden
sanatçılar, her geçen gün oldukça yaratıcı eylemler ortaya koydular; şarkılar
yazdılar, konserler verdiler.
Gezi Parkı’nda bunlar yaşanırken İstanbul’da birçok mahallede, semtte akşamları 21.00’de yürüyüşler gerçekleşti
tencere, tavalarla… Özellikle Gazi Ma-
hallesi’nde çok kitlesel yürüyüşler gerçekleştirildi, bu yürüyüşlere polisin müdahalesi de çok sert oldu.
Bu eylemleri hazmedemeyen Tayyip,
“anladığınız dilde konuşuruz”, “üç beş
çapulcu” söylemleriyle halkı küçümsemeye, korkutmaya çalıştı. Ama o saldırdıkça halk daha bir hırslandı, sarıldı mücadeleye...
11 Haziran günü sabahın erken saatlerinde polis yeniden Taksim’e girdi gaz
bombalarıyla. AKM’deki pankartlar indirildi. Gezi Parkı’na girilmeyeceğini
söyledi. “Marjinalleri aranızdan atın sizinle bir sorumuz yok”, diyerek kitleyi,
halkı bölmeye çalıştı. Ve bundan bir süre önce “flamasız gezi” diyerek bölünmeye çalışılan kitle, yeni saldırıyla birlikte daha güçlü bir şekilde bir araya geldi. Vali Mutlu’nun müdahale olmayacak
söylemlerine rağmen Gezi Parkı’nın içine gaz bombaları atıldı. Partimizin standı dağıtılmaya çalışıldı. Denizler, Mahir
ve Che’nin posterlerini yırtarak öfkelerini, kinlerini kustular. Aynı akşam 100 bini bulan bir kitle Taksim Meydanı’nda
bir araya geldi ve yılmadan “Hükümet
İstifa” diye haykırdı. Ve yine vahşice
saldırdılar gaz bombalarıyla, plastik
mermileriyle, kimyasal katılmış tazyikli
sularıyla. Aynı akşam tüm İstanbul yine
ayaktaydı. İnsanlar yolları kapatarak yürüyüşler gerçekleştirdi.
13 Haziran günü de Tayyip, “tanımıyoruz” dediği Taksim Dayanışması’yla
görüştü. Taksim Dayanışması bileşenleri
de aldıkları karar üzerine; mücadeleyi
sürdürmeyi ama Gezi Parkı’nda tek çadırla devam edeceklerini duyurdular.
15 Haziran günü Gezi Parkı’nda
DİSK’le birlikte 15-16 Haziran Direnişi
kutlandı. Halkımızın akın ettiği Gezi
Parkı’nda tam bir şenlik havası hâkimdi.
Konserler, etkinlikler vs. Halkımız genci
yaşlısıyla, çoluk çocuğuyla Taksim’deydi. Böyle bir kitleye Tayyip’in emriyle
bir kez daha saldırıldı. Tayyip yenilgiyi
hazmedememişti. Gaz bombalarını
Park’ın içine atarak biber gazlarıyla sal-
dırdı. Parkın boşaltılmasından sonra kitle elbette yılmadı. Taksim’e çıkan tüm
yollarda; Harbiye’de, İstiklal Caddesi’nde, Şişli’de sabaha kadar polis saldırdı, halkımız direndi. Nurtepe’den Okmeydanı’ndan ve birçok semtten insanlarımız yürüyerek Taksim’e ulaşmaya
çalıştı. Aynı şekilde Anadolu Yaka-
sı’ndan insanlarımız Boğaz Köprüsü’nü
bir kez daha yürüyerek geçti. Buralarda
da biber gazlarıyla halkımızın yolu kesilmeye çalışıldı. Ama nafile. 7’den 70’e
tüm halkımız yine sokaklara dökülmüştü. Saldırı haberini alan kimi insanlarımız ayaklarında terlikleriyle Taksim’e
gelmeye çalışmıştı. Gezi Parkı’ndakilere
böylesine vahşice saldırıya sessiz kalmaya kimsenin vicdanı elvermemiş, herkes şartlarına bakmaksızın desteğe, dayanışmaya gelmişti.
16 Haziran günü de ülkede fiilen bir
sıkıyönetim ilan edilmişti. Taksim ve
çevre bölgelerinde bulunan herkesin “terörist” olarak kabul edileceğini açıklamıştı Egemen Bağış. Revir olarak kullanılan otellere gaz atılmış, doktorlar kelepçelenerek gözaltına alınmıştı. Böylesine insan düşmanıydı karşımızdaki Tayyipgiller. Bütün gün Beşiktaş’ta, Şişli’de, Harbiye’de, İstiklal Caddesi’nde
mücadele etti halkımız. 17 Haziran günü
de İstiklal ve Şişli’de saldırılar oldu. Ardından “Duran Adam” eylemleri ve Karanfil Eylemleri… Mücadele farklı şekillerde sürüyor.
Parti olarak, bu mücadelenin başından bu yana içindeydik elbette. İsyanın
başladığı ilk günden bu yana barikatlarda yoldaşlarımız en önde halkımızla birlikte dövüştü. Yılmadan, kararlıca... Bulunduğumuz her yerde; mahallelerde,
semtlerde, durup dinlenmeden gece gündüz halkımızla birlikte yürüdük, sloganlarımızı haykırdık. İlk gazın atıldığı, ilk
suyun sıkıldığı andan itibaren en önde
halkımıza örgütlü mücadele etmenin anlamını göstermeye çalıştık. Sadece düşmanla savaşmayı düşünmek yerine, örgütlü bir devrimcinin yapması gerektiği
gibi daha az zayiat vererek daha fazla
sonuç almaya çalıştık. Barikatların olmadığı yerlerde kalkanlar kullanarak,
barikatların kurulması için zaman kazandırdık kitleye. Kitlenin içine sızmış,
kitlenin çabuk yorulması, daha çok yaralanması için çalıştığını düşündüğümüz
polislerin provokasyonlarına yer vermedik olduğumuz yerlerde. Gerektiği yerlerde bayrağımızı en öne götürerek insanların toplanmasını sağladık. Elbette
E
karşımızdaki düşman da gördüğü örgütlülük karşısında daha sert saldırdı zaman
zaman; bunun da farkındaydık. Çünkü
onların en çok korktuğu şeylerden biriydi bu. Kitle, bizzat kendi hareketiyle öğrenir. Ve Proletarya Partisine öğretir. Bunu da biz Usta’mızdan biliyorduk. Yaşayarak bir kez daha gördük. Daha sonraları kitlenin yeni, yaratıcı tecrübeler de
edinerek mücadele etmeye başladığını
görmek hepimizin içinde olduğumuz
mücadeleyle gurur duymamıza yol açtı.
1 Haziran günü Taksim meydanından
çekilmeye başlayan polislere karşı meydandaki tek pankart olan pankartımızla,
halkı meydanı doldurmaya çağırdık.
Taksim meydanının ilk zaptedildiği bu
günde bir sloganımızı da hatırlattık halkımıza, gür sesimizle: Örgütsüz Halk
Köle Halktır! Örgütlü Halk Yenilmez!
Yıllardır eylemlerimizde, etkinliklerimizde düzeni, Tayyipgiller’i teşhir
ederken bize yöneltilen “bu halktan bir
şey olmaz, boşa kürek çekiyorsunuz” iddialarını halkımızın çürüttüğünü görmek
çok önemli ve değerli bizim için elbette.
Bunun yanında yine Tayyipgiller iktidara geldiğinden bu yana ısrarlıca yükselttiğimiz “Şeriat Ortaçağdır” ve Laiklik
parolasının; isyanın ortaya çıkışında ve
süreçteki yerini görmek (Bilgi Üniversitesi’nin Direnişçilerle yaptığı ankete göre, kendine “özgürlükçüyüm” diyenler
yüzde 81, bunu yüzde 64.5’le “laikim”
diyenler takip ediyor) hattımızın doğruluğunu da ortaya koydu. Bu da bize daha sıkı çalışmamız, halkımızla daha sıkı
bağlar kurmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Gezi Parkı’ndaki standımıza
da bu nedenle çok büyük bir ilgi vardı.
Mustafa Kemal-Lenin pankartımızın
gördüğü ilgi anlatılmaya değerdi. Her
gün belki yüzlerce kişi pankartımızın fotoğrafını çekti. Kendileri poz vererek
pankartımızla birlikte görünecek şekilde
fotoğraflar çektirdiler. Halkımız, standımızdaki kitaplarımızı ve posterlerimizi
bol miktarda satın aldı.
Bu süreçte halkımızın üzerindeki ölü
toprağını atması, korku duvarını aşması,
kendine güvenmesi, inanması nedeniyle
mücadele bitmedi, bitemez. Zikzaklar
elbette olur, işin doğasında var bu. Ama
halkımız, zalime, sömürücüye karşı birlikte mücadele etmenin, direnmenin tadını aldı, güzelliğini gördü. Polisin en
azgınca saldırılarında, gaza boğduğu, biber gazı attığı, kitleyi püskürttüğü anlarda bile binlerin hep bir ağızdan attığı
“Bu Daha Başlangıç!.. Mücadeleye
Devam!..” sloganı gelecekteki günlerin
de habercisi.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
Taksim İsyanı
y insanlıktan nasibini almamış
kendini sultan zanneden diktatör Tayyip, Taksim Direnişi
sana atılmış bir tokattır.
Gözlerini para hırsı bürümüş AKP
Hükümeti, otuz kırk yıllık ağaçları
kesip yerine kendi egolarını tatmin
edip ceplerini para doldurmak için insanların gözüne baka baka ağaçlar
için çalı çırpı diyerek doğaya hiç saygısının olmadığını dışa vurdu. Ağacına sahip çıkan, 2 aylık bebeğiyle direnen insanların üzerine sabaha karşı
gaz bombalarıyla saldırdı.
O insanlar Taksim’i Tahrir Meydanı’na döndürdüler. Bu insanlara,
marjinal grup, bir avuç çapulcular, diyor Tayyip efendi ama yanılıyor bu
insanların uyanışı ayağa kalkması
tüm birikmiş bastırılmış hislerini dışa
vuruşu eğitimden sağlığa, anayasadan giyim kuşama insanların üzerinde kurdukları baskıya artık yeter dendi yaşlısıyla genciyle çocuğuyla halkımız isyan ateşi yakmıştır.
Tayyip bey, ne TOMA’ların, ne biber gazın, ne plastik mermilerin işe
yaramadı. Seni ABD lağıma süpürmedi, işine yarıyordun ama duyarlı
insanlar seni bir daha gelmemek üzere lağıma süpürecek, bundan emin ol!
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
Kadın Çocuk Komitesi’nden
Bir Yoldaş
5
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!..
Israrlı-Kararlı-Yiğit 23 günlük Ankara Direnişi
3
1 Mayıs günü Taksim Gezi Parkı
eylemlerine destek vermek amacı
ile başlayan Ankara eylemleri
23’üncü gününde değişik biçimlerde
devam ediyor.
31 Mayıs günü Kuğulu Park’ta toplanan on binlerce kişilik kalabalıkta,
bizim de aralarında bulunduğumuz solsosyalist parti ve gruplar, taraftar grupları, çevreciler ve çeşitli duyarlı
kuruluşlar vardı. Ankara Direnişi’nin
çapı ve gücünü ilk günden görmek
mümkündü. Binlerce yurttaş Kızılay’a
doğru yürüyüşe geçtiğinde ise yürüyüşe
izin vermeyen AKP’nin F tipi polisinin
müdahalesine kitlenin direngenlikle
cevap vermesi sonucunda eylemler gece
yarısına kadar sürdü ve ilk gözaltılar da
o gün başladı.
1 Haziran Cumartesi günü Gezi Parkı
eylemlerine yapılan müdahaleyi protesto
etmek ve Taksim Direnişi’ne destek vermek, hem de bir önceki akşam yapılan
polis saldırısını protesto etmek amacıyla
halkımız çoktan sokağa çıkmış, lise öğrencileri sloganlarla toplanıyordu. Belli
ki Ankara eylemleri için de sosyal
medya görevini yerine getirmişti. Sokağa çıktığımızda hiç de beklemediğimiz bir kalabalık ile eylemimize
başladık. Meşrutiyet Caddesi önünde
önümüzü kesen polis, bulvara çıkmamıza izin vermiyor, hem Meşrutiyet
Caddesi hem de Yüksel Caddesi üzerin-
devrimcilerdeydi.
Bayraklarımız, önlüklerimizle yer aldığımız mücadelede polisin kitleyi dağıtmaması için güçlü bir direniş
sergiledik. Gece geç saatlere kadar süren
çatışmalarda yoldaşlarımızın da içinde
olduğu birçok kişi yaralandı, yüzlerce
insan atılan sayısız gaz bombasından etkilendi. Yüzlerce gaz bombasını, eldivenlerimizle, ya sahibine iade ettik, ya
havuzlarda söndürdük ya da kitleyi etkilemeyecek yerlere attık. Polisin kitleye
müdahalesini engellemek-geciktirmek
için barikatlar kurduk. Sonuç olarak
polis, yaklaşık 10 saat boyunca gerilediği Başbakanlık binası önünden çıkamadı ya da çıkmayı denediğinde geri
dönmek zorunda kaldı.
Polisin müdahalesi ve yaralanmalar
halkı daha fazla öfkelendirdi ki, 2 Haziran günü başta devrimciler olmak üzere
on binler yine Kızılay Meydanı’nda idi.
Fakat bu sefer polis erken davrandı
ve kalabalığı dağıtmak için gaz bombaları ile müdahale etti fakat kitle bir adım
olsun geri atım atmadı. Her yerden sesler geliyordu. Eylemciler, düdükler, ıslıklar, sloganlarla, ellerindeki cisimlerle
duraklara, tabelalara vurarak ses çıkarıyorlardı. Halk burada idi ve korkmuyordu!
Partimiz, her zaman olduğu gibi yine
Direnişin en ön safındaydı. Kızılay’dan
Sıhhiye’ye kadar her yer insanlarla do-
den gaz bombası ile saldırıyordu. Partili
yoldaşlarımız arkamızdaki kalabalıklardan habersiz en önde mücadele ediyordu. Bir ara Karanfil Sokak üzerindeki
kalabalığın kurt işaret yaptığını ve sloganlar attığını fark ettik. İlk önce bunun
bir faşist saldırı olabileceğini düşünerek
önlem almaya çalışırken onların da eyleme desteğe gelen Gezi Direnişi’nden
etkilenmiş olan ve dayanışma için gelen
MHP’liler olduğunu gördük. Bilindiği
luydu ve kimsede tedirginlik yoktu. Çok
güzel bir dayanışma vardı. Herkes elinden geleni en güzel şekilde yerine getirdi. Devrimciler olarak en önde
direniyorduk. Hemen arkalarında eldivenli gruplar atılan gaz bombalarını geri
atıyor, onların gazdan etkilendiğini
gören sağlık ekipleri ise ellerinde daha
önceden hazırladıkları süt, talcit vb. karışımlar ile gazdan etkilenenlere yardım
ediyorlardı. Yetmedi kafelerde, kitle ör-
gibi sonraki günlerde Devlet Bahçeli’nin
direktifiyle MHP’liler bu eylemlerde yer
almamışlardır, bireysel katılımlar dışında.
Ve her geçen saat kalabalık gittikçe
arttı. Önde yiğit HKP’lilerin gaz maskeleri ve eldivenleriyle direnişleri, diğer
gruplardan kimi devrimcilerin cesur duruşları, arkada ise halk kitlesinin gücü
sebebi ile polis geri çekilmek zorunda
kaldı. Ve Atatürk Bulvarı ve Kızılay
Meydanı’nın merkezi dahil olmak
üzere Kızılay zapt edildi.
Yıllar sonra ilk kez çıktığımız Kızılay Meydanı’nda coşku çok yüksekti, on
binlerin birbirinden habersiz şekilde
meydanı doldurduğunu gördük.
Kalabalığın verdiği moral ile yine en
önde mücadele ettik. Çünkü kalabalığın
çoğu ilk kez bir eyleme katılıyordu, polis
müdahalesinde herhangi bir direniş göstermesi beklenemezdi. Görev yine bizde,
gütlerinde revirler kurulmuş, yaralananların ilk tedavileri oralarda yapılıyordu.
Ankara Halkı “bıçak kemikte” demişti
artık. 8 saat süren Direniş sonunda, polisin, yedek kuvvetlerinin de desteğe gelmesi sonucunda yoğun bir saldırısı oldu.
Saatlerdir yorgun olan kitle geri çekildi
ve polisin TOMA, akrep ve çevik kuvvet ile yoğun müdahalesi başladı. Bir
Yoldaş’ımızın da aralarında bulunduğu
ağır yaralananlar oldu. Yoldaş’ımız burada yüzüne aldığı gaz fişeği darbesi nedeniyle üç adet yüz kemiği kırığı yaşadı
ve ameliyat olmak zorunda kaldı.
Partili yoldaşlarımızın alanı iyi kontrol edip gözlemeleri sonucunda Meşrutiyet Caddesi üzerinde bulunan kitlenin
polis tarafından kıstırılması engellendi
ve oradan bine yakın insan uzaklaştırıldı.
Biz de koşullar ve güç dengesizliği nedeniyle Partimize çekildik. Çekilirken
polis ile karşı karşıyaydık ve üzerimizde
gaz bombaları yağıyordu. Partimize bizimle beraber pek çok sıradan, örgütsüz
yurttaş da sığındı. Karanfil Sokak üzerinde polisin sert müdahalesini kameraya
çekmeye çalışıyorduk. Fakat polis Parti
tabelamızı ve içeride insanlar olduğunu
fark edince, insanlıktan çıkmış bir şekilde 4’üncü katta bulunan Parti binamıza 3 adet gaz bombası attı. Kırılan
camlardan içeriye giren gaz bombaları
sebebiyle göz gözü görmüyordu. Hemen
gerekli önlemler alınarak Partimize sığınan arkadaşları daha güvenli odalara
çektik ve gazın salonda kalması için kapı
etraflarını ıslak bezlerle kapattık. Sabaha
kadar polis ablukası sürdü ve yüzlerce
gözaltı yapıldı. Biz de sabaha kadar Parti
binamızda kalmak zorunda kaldık.
Ancak Parti içine yapılacak bir hukuk
dışı polis saldırısına karşı da tedbirlerimizi almıştık.
Taksim’de olduğu gibi Ankara’da da
artık halk sokaklara çıkmıştı bir kez.
Bu halk ayaklanması idi ve halkımız sokakları terk etmedi.
4 Haziran günü, Partide görev bölüşümü yaparak bir kısım arkadaşımız Batıkent’te gerçekleştirilen eylemlere
katılmaya gitti bir kısım arkadaşımız ise
Kızılay ve çevresinde yapılan eylemlere
destek vermek ve öncülük etmek için Kızılay’da kaldı. Çünkü her gün binlerce
yurttaş sokakları dolduruyordu. Hukukçu yoldaşlarımız ise bir yandan Emniyet ve Terörle Mücadele Şubesindeki
500’ün üzerindeki gözaltını takip ve eylemcilere hukuksal destek mücadelesine
girdiler.
Aynı gün akşam, Tunalı Caddesi’nden gelen ve sayısı iki bin civarında
olan kalabalığa öncülük ederek yine
Ziya Gökalp Caddesi üzerinde bulunan
yaklaşık 6 bin kişilik kitle ile buluşturduk. Kitleye önderlik ettik, toplu şekilde
slogan atıldı, coşkulu şekilde hükümet
istifaya çağrıldı.
Ankara’da eylemlerin partileri aşması ve kitlenin büyük bir kesiminin siyasi parti ve grupların pankartflamalarından rahatsızlık duymaları ve
bunu dile getirmeleri üzerine anında refleks göstererek, eylemlerin örgütlülüğünü artırmak için oracıkta “Ankara
Direniyor” grubunu kurduk, facebook
adresi oluşturduk ve kitleyi bu yönde bilgilendirdik. Artık eylemlere Ankara Direniyor Grubu olarak da öncülük
edebiliyorduk. O gün, on bine yaklaşan
kitleye hitaben Partimiz Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan Yoldaş, milletvekili Hüseyin Aygün ile birlikte
konuşma yaptı. Süreçteki AKP ve polis
hukuksuzluklarını teşhir eden Yoldaş’ımız, gözaltında bulunanların durumları hakkında kitleyi bilgilendirdi ve
Halkın Direnme Hakkı’nın olduğunu,
bunun en meşru hak olduğunu ve kullanımının engellenemeyeceğini, halkın
kendi hukukunu da yarattığını anlattı.
Hemen hemen her gün Kuğulu Park,
Batıkent ve Kızılay’da eylemlere katıldık. Kuğulu Park’ta kurulan Çadır
Kent’te biz de “Ankara Direniyor” olarak çadır kurarak yerimizi aldık. Her gün
yapılan polis saldırısına karşı direndik.
11 Haziran günü sabaha karşı kalabalık
biçimde yaptığı ve sayıca en az olduğumuz anda saldırması sonucu çadırlarımızı polis zorla toplayarak el koydu.
Ama eylemlerimiz bitmedi, her akşam
tüm semtlerde 21.00 eylemlerine çağrılar yaptık ve çoğuna katıldık.
7 Haziran Perşembe akşamı, “Ankara
Direniyor” pankartımızla Tunalı’daki
kitleye öncülük ederek, orada bulunan
Anti-Kapitalistçilerle fiili bir eylem birliği yaparak, Kızılay’a yürüyüş sağladık.
Yaklaşık 5 bin kişi ile Kızılay’a geldik
ve Kızılay göbekten Güven Park önüne
gelerek burada açıklamalar gerçekleştirdik. Partimiz Ankara İl Yöneticisi ve gazetemiz Sorumlu Müdürü Kubilay
Akçay ile Partimiz İl Sekreteri Av.
Doğan Erkan Yoldaşlar kitleye konuşmalar yaptılar.
9 Haziran Cumartesi günü ise, Ankara Direnişi’nin ilk gündemine, bir taraftar grubu olmanın çok ötesinde
devrimciliğe sahip olan, her direnişçinin
gönlünde haklı bir taht kuran Çarşı
grubu ile Fenerbahçe’nin SolAçık grup-
larının Ankara’ya yapacakları destek ziyareti girdi. Biz de “Ankara Direniyor”
pankartıyla onları karşılamaya, Kuğulu
Park’a gittik. Çarşı’nın sağanak yağmur
altında meşalelerle gelişi ve “Ankara Direniyor” pankartıyla yan yana gelmesi, o
anda kopan alkış fırtınası görülmeye değerdi. Bir saatlik Tunalı eylemelerinin
sonrasında, Çarşı’nın “Çarşı Durur mu,
Kızılay’a Gidiyor” sloganına “Ankara
Direniyor” pankartı arkasında toplanan
kitleyle “Ankara Uyuma, Haydi Kızılay’a” sloganıyla cevap verdik. Ve Kızılay’a en az yirmi bin kişi yürüdü.
“Ankara Direniyor” Pankartı Kızılay gö-
beğe girdiğinde büyük bir coşku oldu.
Yaklaşık bir saat sonra ise, az sonra kendiliğinden dağılacak kitleye yine TOMA’lar, akrepler, biber gazları ve
tazyikli zehirli su müdahalesi geldi. O
gün, Atatürk Bulvarı üzerine ellerinde
HKP bayraklarıyla direnen yoldaşlarımız, TOMA’nın önünde düşüp kalmış ve
ağır yaralanmış bir direnişçiyi de yerden
aldılar, diğer öncü direnişçilerle birlikte
taşıdılar ve kurtarıp arkadaşlarına teslim
ettiler. TOMA’ların önünde duran taksi
ve özel otomobillerin yol vermeyerek
kornalarıyla direnişi selamlamaları ve
desteklemeleri muazzamdı. Bu otomobillerin üzerinden su sıkmak zorunda
kalan TOMA’lar uzun süre çaresiz kaldılar.
Aynı hafta, DİSK, KESK, TTB ve
TMMOB’nin düzenlediği iş bırakma eyleminde de yine bayraklarımızla yer
aldık. Ancak o gün Direnişçiler, her gün
gece yarılarına kadar eylem sürdürülmesine rağmen, kitlenin heyecan ve temposundan katbekat uzaktaki KESK’in akil
önderliğinin saat 16.00’da eylemi bitirdiğini duyurup ayrılmalarını hiç unutmayacak! Onların ayrılmasından 20
dakika sonra da polisin saldırmasını!
Ve o kötü haber ansızın Ankara’nın
üstüne bir kara bulut gibi çöktü. 15 Haziran günü Ethem Sarısülük Yoldaş’ı
kaybetmiştik, bedence aramızdan ayrılmış, Devrim Şehitleri kervanına katılmıştı bir polis kurşunuyla...
Aynı gün, Avukat Yoldaşlarımız Adli
Tıpta ailelerine yardım ederken biz de
ailesini yalnız bırakmamak için cenazenin getirileceği Batıkent Cemevi önünde
yerimizi aldık. Halk savaşı şehidi Ethem
Yoldaş’ı burada sloganlarla ona yakışır
şekilde karşıladık. Yürekler buruk ama
öfkeliydi. Sloganlar faşizme karşı atılıyor, “Ethem Yoldaş Ölümsüzdür” diye
haykırılıyordu. Ve gökyüzü delinmişti,
Ankara ağlıyordu adeta… Bardaktan boşanırca yağan yağmur altında sırtladık
Ethem Yoldaş’ın tabutunu. Ailesinin kararı ve devrimci güçlerin isteği üzerine
Ethem Yoldaş’ın naaşı vurulduğu yerden
kaldırılmak istendi ve ertesi gün, Kızılay
Meydanı yine on binler tarafında doldu-
Ethem’e
ruldu. Cenazeye bile tahammül edemeyen polis tekrar saldırdı. Parti bayrak ve
flamalarımız ile katıldığımız eylemde,
“Ankara Direniyor” pankartımız da yerini aldı. Kızılay Meydanı’nda bulunan
Parti bayrağımız onlarca gaz bombası ve
tonlarca sıkılan tazyikli su karşısında bir
kez olsun yere inmedi. Yoldaşlarımız
kimyasal sularla defalarca ıslandı. Yine
gaz bombaları kitleden uzaklara geri
atıldı. Kızılay göbeğe üç kez yeniden
girdik. Ethem’in cenazesi ise Batıkent
kavşağında yolu kesilerek Kızılay’a bırakılmadığından, ailesi tarafından Batıkent’ten uğurlanmasına karar verilerek,
Kızılay kitlesiyle buluşturulamamış
oldu. Ancak Kızılay direnişinin sonlanmasıyla yoldaşlarımız, Batıkent’e gitme
kararı aldılar. Burada Ethem’in cenaze-
siyle buluşuldu. O akşam Batıkent’te on
binler Ankara-İstanbul otobanını trafiğe
kapattı.
Sonraki hafta boyunca eylemlerin
temposu düşse de, birkaç kez Kızılay ve
Kuğulu Park’taki “Duran İnsan” eylemlerine katıldık ve akşam 21.00 itibariyle başlayan Tunalı, Dikmen, Batıkent
eylemlerine katılmaya devam ettik.
21 Haziran Cuma günü, Kuğulu
Park İnisiyatifi’nin gerçekleştirdiği Forum’da konuşmacı Ankara Barosu
adına CMK Koordinatörü Av. Doğan
Erkan Yoldaş’ımızdı. Ve bir kez daha
yüzlerce direnişçiye hukuksal hakları anlatılarak, Ankara Barosu’nun hazırlamış
olduğu “Yurttaş Hakları” konulu metin
dağıtıldı.
22 Haziran Cumartesi günü ise, süreçte tanıştığımız ve Partimizi anlattığımız, tanıttığımız arkadaşlarla Partimizde
gerçekleştirdiğimiz toplantıdan sonra,
akşam saat 20.30’da Kuğulu Park’ta, hazırlamış olduğumuz dövizlerle “Duran
İnsan” eylemi gerçekleştirdikten sonra,
21.00 itibariyle “AKP’ye Ses Çıkar”
eylemini başlatmak için Tunalı Hilmi
Caddesi kenarına çıktık.
Bu çıkışımıza kitlenin de eşlik etmesiyle bir anda sayı yüzlere ve devam
eden saatlerde binlere ulaştı. Bu noktada
kitleye megafonla ajitasyon konuşmaları
ve sloganlar attırarak önderlik ettik ve
coşkulu, alkışlı destekler aldık. Artık insanlar megafonumuzdan kendi istediği
slogan ya da marşları söylüyordu. Böylece slogan attırmak bile kitlesel bir hale
gelmişti.
Ve 23 Haziran Pazar akşamı, bu yazının kaleme alındığı saatlerde, bir önceki akşam Dikmen’e yapılan faşist polis
saldırısını protesto etmek için toplanan
kitlenin içinde yoldaşlarımız, Ankara Direniyor pankart ve dövizleriyle birlikte…
Pankart ve dövizlerimizde yazdığımız gibi:
Ankara Direniyor!
Göz yaşlarımı içime akıtıyorum.
Durun siz daha durun
Vurun daha vurun...
Haklıdan daha güçlü var mı?
Gerçekten daha devrimci?
Ben sormasam oğlum soracak.
e akan kan yerde kalacak,
e de düşen can...
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
6
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1Temmuz 2013
Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!..
İzmir’de de “Her Yer Taksim! Her Yer Direniş!”ti
H
alkın Kurtuluş Partisi (HKP)
olarak, Taksim Gezi Parkı’nda
başlayarak ülkemizi sarsan
Halk İsyanı’nın her anında, her yerindeydik. Bu mücadelenin en kitlesel olduğu yerlerden biri de İzmir’di. Tıpkı
1 Mayıs’ta olduğu gibi “Taksim Gezi
Direnişi’nde” de en ön saflarda yerimizi aldık, vatan için savaştık.
muyordu. Hatta kimi yerlerde gruplar
halinde yürüyüşümüze destek olunuyordu. Meydanda kitleler etrafımızda
toplanıyor, birlikte sloganlar atıyor, halaylar çekiyorduk. Zaman zaman sayıları yüzbinlerle ifade edilen kitlelerle
aynı duyguları paylaşıyorduk.
1 Haziran günü saat 15.00’da
Alsancak Gündoğdu Meydanı’nda top-
Direnişin ilk günlerinde isyanın yoğun
olduğu
İzmir
Gündoğdu
Meydanı’na bayraklarımızla, sloganlarımızla gittik. Önde “Taksim
Vatandır, Taksim Devrimdir Halkın
Kurtuluş Partisi” yazılı pankartımızla,
bayraklarımızla
İzmir
İl
Örgütü’müzden her gün çadırlar kurulana dek Gündoğdu Meydanı’na yürüyüş yaparak gittik, dönüşü aynı biçimde yaptık. O yürüyüşlerimiz o kadar
coşkulu ve etkili oluyordu ki, halkın
sloganlı ve alkışlı desteği hiç eksik ol-
lanıldı. Halkın Kurtuluş Partisi olarak
meydana “Taksim Vatandır, Taksim
Devrimdir”, “Diren İstanbul, İzmir
Ayakta”, “AKP İşsizlik, Pahalılık,
Zam, Zulüm Demektir”, “Her Yer
Taksim, Her Yer Direniş” sloganları
eşliğinde bir yürüyüşle katıldık. On
binlerce
insan
Gündoğdu
Meydanı’ndan önce Cumhuriyet
Meydanı’na
oradan
tekrar
Gündoğdu’ya yürüdü. Gündoğdu’ya
geri yürüyüşte kitle o kadar kalabalıktı
ki, Gündoğdu almadı, İkinci Kordon da
ayyipgiller iktidarının zulüm politikaları artık halkımızın canına
tak etmiştir. Türkiye’yi babalarının çiftliği gibi istedikleri şekilde şekillendirmeye halkımız “Artık Yeter!”
demiştir. Gezi Parkı Direnişi de buna
kıvılcım olmuştur. Yıllardır halkımızı
işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde yakan AB-D politikalarına ve işbirlikçileri
AKP
Hükümetinin
içinde yer aldık. Abdullah Cömert arkadaşın öldürüldüğü günün ertesinde,
cenazenin alındığı yerde ve 50 bin kişinin katıldığı cenazede tüm Partili arkadaşlar ve Yönetim Kurulumuzla
oradaydık. Cenazeyi omuzlayanların
arasında Reyhanlı’nın acısını yeni yaşamış Reyhanlılı gençler, dosta düşmana kardeşliğimizin daim olduğunu
ve aramıza hiçbir nifakın sokulmayaca-
politikalarına (Suriye, Reyhanlı, sağlıkta dönüşüm, eğitimde dönüşüm laikliğe karşı politikaları vb…) karşı
halkımız tepkisini il il, mahalle mahalle,
cadde cadde, sokak sokak haykırmaktadır.
Türkiye Devrimi’nin Önderi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, “Gençliğe
sonsuz inanmak” demişti. Gençliğimiz
fitili ateşlemiştir, halklarımız ölü toprağını üzerlerinden atma çabalarımıza
yanıt vermiştir. Uyanmıştır. Korku eşiğini aşmış, insanca yaşanacak güzel bir
geleceğe ciğerlerini solumuşlardır.
“Her Yer Taksim Her Yer Direniş”
şiarı ile halklarımız Tayipgiller iktidarına korku salmıştır. O yüzdendir kedinin sıkışıp her yere çarpıp saldırması
gibi saldırmaları… Onlar çok iyi biliyorlar ki, bir daha geri dönmemecesine
yok olacaklardır.
Sayısız güzel yaratıcılıkla insanlarımız eylem koymaktadır, dayanışma
göstermektedir ve nice güzel nükteler
ortaya koymaktadırlar. Halkın Kurtuluş
Partililer olarak Direnişin ilk gününden
itibaren Türkiye’nin her yerinde kavgada en önde yer aldık ve almaya
devam ediyoruz. Eylemlerimiz halkımızla dayanışma ile devam etmektedir.
Hatay’da da Taksim Direnişi’nin
başladığı ilk günden itibaren eylemlerin
ğını gösterircesine yüklendiler; Abdocan’nın cenazesini.
Cenaze sonrası mezardan inen kitleyi sloganlarımızla haykırarak karşıla-
T
Yaşasın Halkın Haklı Direnişi!
dık. Şehir merkezine yürüyüşe geçen
kitle ile birlikte evinden çıkamamış olan
yaşlı ninelerimiz de balkonlarından,
pencerelerinden dualarıyla destek verdiler. Sloganlarımızla yürürken asker
barikatı ile karşılaştık. Barikatı görmemizle kitlenin en önüne geçtik ve bizzat
Parti Yönetiminden arkadaşlar da
olmak üzere komutanlara kitlenin yürüyeceğini ve sorunsuz bir şekilde bu barikatı açmalarını buradan geri
gidilemeyeceğini belirttik. Sabrı taşan
kitlenin bir anda barikata yüklenmesi ile
askerlerin önümüzden kitleye hiçbir
tıklım tıklım dolu idi. Buradaki yürüyüşten sonra akşam saatlerinde de
Basmane’deki AKP İlçe Binası’na yüründü. Halk “Her Yer Taksim, Her
Yer Direniş”, “Hükümet İstifa” sloganları eşliğinde yürürken, yürüyüşe
katılmayanlar da evlerinin pencerelerinden eylemcilere tencere ve tavalarıyla destek verdi.
Basmane’ye gelen kitleye polis
TOMA’larla, gaz bombalarıyla saldırdı. Saatlerce polise direnen binlerce insana zırhlı araçlardan “Allahuekber”
sesleri eşliğinde gaz bombaları atıldı.
Bir grup AKP’li de polis barikatının arkasında ellerinde sopalar ve satırlarla
saf tuttu. Polisin bombalarından sakınmak için ara sokaklara kaçan insanlara
satır, bıçaklarla saldırdı. Halkın
Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak
1 Haziran günü sabaha kadar süren direnişin en ön safındaydık.
2 Haziran günü de İzmir Halkı öğle
saatlerinden itibaren yine Gündoğdu
Meydanı’na akın etti. Halkın Kurtuluş
Partisi İzmir İl Örgütü olarak biz de
Partimizin İzmir İl binasından yaptığımız yürüyüşle eyleme katıldık. Polis,
TOMA’larla, Akreplerle Gündoğdu
Meydanı’da gelerek on binlerce insanın bulunduğu alana gaz bombaları atmaya ve tazyikli suyla biber gazı sıkmaya başladı. Polis, halkın direnişi
karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.
Git gide artan kalabalık Gündoğdu
Meydanı’na sığmadı ve Kıbrıs
Şehitleri Caddesi’ne, İzmir Fuarı’nın
Lozan Kapısı’na kadar uzanan geniş
bir alana yayıldı. Akşam saatlerine kadar polisin birçok kez halkı provoke ve
terörize etmek amacıyla gaz bombası
müdahalede bulunmadan çekilmesi bir
oldu. Büyük bir coşku ile tam geçiliyorken polis şiddetli bir müdahalede
bulunarak kitleyi geri püskürttü. Armutlu’ya barikat kuran ve halkın desteğini alan gençler polisi buraya
sokmadılar. Dikkat çekici noktalardan
biri, polisin önce askeri halkla yüz yüze
getirip arkasından hiç umursamadan
gaz bombalarını askerin de üstüne atmalarıydı.
Abdullah Cömert’in ailesine taziye
ziyaretini Kurtuluş Partililer olarak İskenderun ve Samandağ’ından heyetle
gerçekleştirdik. Orada kendimizi tanıtarak her türlü destek ve yardıma hazır olduğumuzu belirttik. Ziyaretten sonra
Abdullah Cömert’in vurulduğu yere
gelip fotoğrafıyla, çiçeklerle sarılmış
anıt yerine karanfiller bırakarak saygı
duruşunda bulunduk. Yaptığımız konuşmadan sonra hesabının sorulacağının sözünü vererek ayrıldık.
Her gün yapılan eylemlerin içinde
yer aldık, halkımızla sloganlarımızı hep
bir ağızdan haykırdık. Eylem, merkez
olarak Antakya olmasının yanı sıra ilçelerde; Samandağ, İskenderun merkezlerinde, köylerinde, mahallelerinde
yoğun halk katılımıyla devam etti. Bulunduğumuz ilçelerimizde de katılım
sağladık.
Samandağı’ndan Antakya’ya kadar
insan korteji oluşturularak Abdullah
Cömert’in mezarına kadar elden ele bir
gül çiçeği eylemi gerçekleştirdik. Toplam dört saat süren yürüyüşte, halkımızın kendine olan güveninin tekrar
gelmesinin verdiği coşku ile Tayyipgiller iktidarına kinini, öfkesini haykırdı.
Gezi Şehitlerinin hesabının sorulacağını
haykırarak tüm kitle Antakya’ya kadar
yürüdü. Kitleye sloganlar attırarak yürüdük. Çok coşkulu ve güzel bir yürüyüştü.
Tayipgiller iktidarının direnişçilere,
halkımıza alçakça saldırıları karşısında
olumlu bir tepki olarak “Duran Adam”
eylemi de sürmektedir. Bu eylem biçimi
de Tayyipgiller’i rahatsız etmektedir.
Kitleleri yapılacak eylemlere seferber
etmek çok önemlidir. Biz de bulunduğumuz yerlerde “Duran İnsan” eylemlerine devam ediyoruz. Halkımızın
destek ve katılımıyla süren bu eylemlerde diyoruz ki; Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Hatay’dan
Kurtuluş Partililer
atmasına, elinde bayrak olan gencecik
kızlarımızı coplarla öldüresiye dövmesine rağmen Halk Gündoğdu Meydanı
ve çevresinden ayrılmayarak alanını
korudu.
Akşam saatlerine kadar devam eden
coşkulu eylem saat 21.00 sularında
yağmur ve rüzgâr fırtınasının başlamasıyla dağılmaya başladı. Ancak özellikle taraftar gruplarının kendiliğinden
eylemlilikleri gece yarılarına kadar
sürdü.
4 gün boyunca bu yürüyüşlere devam ettik. Ardından Gündoğdu
Meydanı’na Direniş Çadırı’mızı kurduk.
Ondan sonra bir grup yoldaşımız bu
yürüyüşleri devam ettirirken, bir grup
yoldaşımızla
da
Yamanlar
Mahallesi’nde her akşam saat 21:00’da
Partimizin önderliğinde yüzlerce insanın katıldığı halk yürüyüşleri gerçekleştirdik. Her akşam yapılan yürüyüşlerin ardından, artık Gündoğdu
Meydanı’nda kurulmuş olan çadırımıza geçiyorduk. Çadırımızda yapılan etkinliklere katılıyor, gece nöbete kalıyorduk. Kısacası gündüz işte, gece direnişte oluyorduk. Yediden yetmişe
tüm yoldaşlarımız ve bu süreçte tanıştığımız, bize sempati duyan halktan insanlarla yan yana omuz omuzaydık.
Direniş Çadırı’mız her akşam ilgi
odağı oluyordu. Çadırımıza astığımız
Lenin ve Mustafa Kemal pankartımız,
Önderlerimizin posterleri halkın ilgi
odağı oldu, önünde resim çektirenler
bir hayli fazlaydı. Çadırımızda dayanışma amacıyla ücretsiz çay servisi yapılıyordu. Çay kazanımız 24 saat abartısız kaynıyordu. Halkımız tarafından
çadırımıza bağışlanan çay, şeker ve gıda malzemeleri ayrımsız herkesle paylaşılıyordu. Adeta komün yaşıyorduk.
Kurduğumuz ses sistemiyle marşlar
çalınıyor, halaylar çekiliyor, sinevizyon gösterimi yapılıyordu.
Bir gece Alsancak Sevinç Pastanesi
önünde toplanıp Kıbrıs Şehitleri
Caddesi
boyunca
yürüyerek
Gündoğdu’ya geçip sloganlarımızı
haykırdık. Bayraklarımızla yaptığımız
yürüyüşte sloganlarımıza Alsancak
Halkı alkışlarla destek verdi.
Gezi Parkı’na polisin vahşi saldırısından sonra bir anda gündeme giren
“Duran İnsan” eylemine anında dahil
olduk ve Parti Gençliğimiz tarafından
bir “Direniş Ağacı” sembolize edildi.
Ve “Yıldırılamaz Gençlik” görev başındaydı.
“Direniş Ağacı” önce Gündoğdu
Meydanı’na dikildi. Her gün akşam saat 19:00’da dikilen ağacın etrafında insanlar halkalar oluşturdu, sloganlar attı, konuşmalar yaptı. Direniş Ağacımız
İzmir yerel basınının da ilgisini çekti.
Yapılan değerlendirmede “Direniş
Ağacı”nın semtlere ve ilçelere de taşınması kararına varıldı.
Ve “Direniş Ağacı” Karşıyaka
Çarşı’ya götürüldü burada da benzer
etkinlikler yapıldı.
Bu haklı isyan bize bir şeyi bir kez
daha kanıtladı ki; kitleler olmadan devrim olmaz. Halk hareketleri doğru devrimci önderlikle buluşmazsa bir süre
sonra yavaşlar ve zamanla küllenir,
ama asla sönmez, o küllerin içinde köz
olarak bekler, ta ki başka bir isyan anına kadar. Ve küllerinden yeniden doğar.
Artık: “Her Yer Taksim! Her Yer
Direniş!”
aziantep’te de eylemler 31
Mayıs
gecesi
başladı.
Gaziantep Üniversitesi önünde
ve yurtlarda toplanan öğrenci gençlik,
gece saat 2’ye kadar eyleme devam etti. Daha sonra şehir merkezine doğru
yürüyüşe geçti. Bu ilk geceki eylemlerden başlayarak öğrenci gençlikten ar-
Kurtuluş Partililer olarak ön saflarda,
halkla birlikte sloganlarımızı attırarak
yürüdük. Yürüyüşlerde ortak pankart
ve dövizlerle yüründü.
Ticari alan haline getirilmek istenen
Eruslu Parkı’nda da eylem yapıldı. Bu
alanın halkın ortak alanı olarak kalması istendi. Üniversitenin önünde yaptı-
kadaşlarımız mücadelenin içinde yer
aldılar. Polisin müdahalesi gençlerin
direngen tutumuyla engellendi.
1 Haziran akşamı Gaziantep tarihinde pek görülmeyen bir eylem yapıldı. Kırkayak Parkı’nda toplanan çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kitle
buradan, Demokrasi Meydanı’na doğru yürüdü. Yaklaşık yirmi bin kişiyle
bu yürüyüş ve miting gerçekleştirildi.
Çok coşkulu bir yürüyüş yapıldı.
Halkın kendine güveni geldi.
Ertesi gün (2 Haziran) şehir merkezinden, üniversiteye doğru bir yürüyüş
yapıldı. Altı kilometrelik bir yolda yedi sekiz bin kişi yürüdü. Daha sonraki
gün üniversite önünde, Abdullah
Cömert Meydanı dediğimiz alanda
toplanarak Karataş semtine yürüdük.
Bu arada çeşitli parti ve kurumların
katıldığı bir Platform kuruldu. Kurulan
Platformda Parti olarak yer aldık.
Yürüyüşlere özellikle işçi arkadaşlarımız daha yoğun olmak üzere, gençlik
ve kamu çalışanı arkadaşlar katıldı.
Daha sonraki günlerde işçi ve
emekçi semti olan Düztepe’den Balıklı
Parkı’na yürüdük. Tüm eylemlerde
ğımız eylemde; Meydana, Antakya’da
sopalarla dövülerek şüpheli bir şekilde
öldürülen Abdullah Cömert’in adını
verdik. Bu meydana Büyükşehir
Belediyesi tarafından bir restoran ve
iki büfe yapılması planlanıyor.
Meydanın Yap-işlet-devret modeliyle
peşkeş çekilme girişimlerine karşı
Platform
olarak
Büyükşehir
Belediyesinin önünde basın açıklaması
yaptık.
Gaziantep’te eylemleri İşçi Sınıfı
içine yaymamız gerekiyor. Geçen yıllar içinde işçi direnişleri olmuştu.
Başpınar Oranize Sanayi Bölgesi’nde,
sendikasız, örgütsüz yüz bini aşkın işçi
kölelik koşullarında çalışıyor. Çok sık
iş kazaları meydana geliyor. İşçi Sınıfı
demokratik olmayan bu düzeni değiştirecek olan en önemli güç. Bu baskı düzeninden en fazla zarar gören sınıf.
Gençliğin de ayağa kalktığı bu dönemde, İşçi Sınıfının hakkını aramasının
önüne hiç bir engel çıkamaz.
G
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
Vurun Antepliler Gezi Günüdür!
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
7
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!..
Devrimin tadını aldık bir kere
Y
oldaşlar arasında sohbet ederken
hep 12 Eylül Faşist Darbesi sonrası doğan bizlerin ne kadar talihsiz
olduğumuzdan bahsederdik. Kısmen daha
genç yoldaşlarımızla birlikte; keşke biz de
60’lı, 70’li, 80’li yıllarda mücadele verebilmiş olsaydık diye hayıflanırdık hep.
Her ne kadar kıdemli yoldaşlarımız, o dönemlerde mücadelenin ne kadar yoğun, ne
kadar kitlesel olduğunu anlatsalar da bir
türlü duyumsayamazdık o yıllardaki kitlesel halk hareketlerini. Hani son çıkan “Heba Edilen Devrim Yüklü Yıllar” kitabımızda Genel Başkan’ımız da diyordu ya:
“(…) Parababaları düzenini alaşağı
edip Demokratik Halk Devrimini zafere
bile ulaştırabilirdik. O zaman öylesine
büyük, önemli bir devrim potansiyeli
taşıyordu o günkü Türkiye. Yapılacak
şey, devrimci bilimin yani Marksizmin,
Leninizmin ışığında süreci doğru yönetmek, halk kitlelerini doğru örgütlemek
ve doğru yönlendirmekti. Bu altın fırsat, küçükburjuva toyluklar, gafillikler,
inatçılıklar ve kariyer hesaplarıyla heba
edildi.” (Nurullah Ankut, age, s. 67)
Evet, bu ülkede bizler henüz dünyaya
gözlerimizi açmadan “devrim yüklü yıllar” yaşanmıştı. O yıllarla tek bağlantımızı
o yıllarda yiğitçe, en ön saflarda mücadele
eden ve bugün de Hareketimize önderlik
yapan yoldaşlarımız ve bir de o yılları konu edinen kitaplar sağlıyordu. Örneğin
Genel Başkan’ımız, kendisinin de olaylar
sırasında gözaltına alındığı, yüz binlerce
işçinin İstanbul sokaklarını iki gün boyunca zaptettiği Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’ni anlattığı zaman hayal dünyamız almıyordu bu anlatılanları. Çünkü bizim kuşağımız, bayır aşağı giden bir dünyaya gözlerini açmıştı. Dünya ölçeğinde Sosyalist
Kamp’ın yıkılması, Türkiye’de de özellikle 12 Mart-12 Eylül Faşist Darbeleri insanlarda bir bıkkınlık, bir yılgınlık yaratmıştı.
Ama tabiî kıdemli yoldaşlarımız aynı
zamanda, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan
devraldıkları teorik-pratik mirasla; dünya
halklarının sürgit hayvan yerine konulamayacağını, Türkiye Halklarının geleneğinde zulme karşı başkaldırı olduğunu, daha dün Batılı Emperyalistleri geldikleri gibi göndererek Antiemperyalist Birinci
Kurtuluş Savaş’ımızı başarıya ulaştıran bir
neslin devamcıları olduğumuzu vurguluyorlardı.
Ve en sonunda Taksim-Gezi Parkı
olaylarının başlamasıyla birlikte aslında
bu halkın nasıl bir devrimci potansiyel taşıdığını net biçimde görmüş olduk. İlk önce insan ve doğa sevgisinden yoksun Tayyipgiller’in Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesmesiyle başladı isyan. Tayyipgiller’e karşı
halkımızda öylesine bir öfke birikmişti ki
mesele sadece doğa katliamına tepki olarak kalmadı ve durum, tüm yurtta milyonları sokağa döken bir direniş halini aldı.
Ülkemizin dört bir yanında insanlar,
bulundukları şehirlerin en merkezi yerlerinde eylemler yapmaya başladılar. Bildiğimiz gibi Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri her yerde insanlarımıza vahşice saldırdı. Ama bu işte Tayyipgiller açısından bir
tuhaflık vardı; saldırıya uğrayan halk bir
türlü dağılmıyordu. Başta biber gazı olmak üzere bileşimini bilmediğimiz envai
çeşit gazlara, ses bombalarına, tazyiklikimyasal sulara rağmen halk kitleleri akın
akın eylem alanlarına gelmeye devam ediyordu.
Olayların merkezi olan Taksim’e dönersek; Taksim Meydanı ve Gezi Parkı çevik kuvvet tarafından ablukaya alınmıştı.
Polisin meydana ve Gezi Parkı’na girmeye
çalışan, toplumumuzun neredeyse her kesiminden insanlarımıza yönelik vahşice
saldırıları ülke ve kent çapında o kadar büyük bir infial yaratmıştı ki başlangıçta sayısal olarak küçük bir gruba kolayca saldıran polis, 31 Mayıs Cuma günü bir anda
önünde barikatlarıyla, taşıyla, nesi varsa
onunla savaşan on binleri buldu. O günkü
çatışmalar gece boyu devam etti.
Çatışmayı bırakalım, belki de o güne
kadar bir barışçıl eyleme dahi katılmamış
olan binlerce insan her türlü teçhizatla donatılmış polis gücüne karşı yiğitçe savaşıyordu. İşte şimdi kıdemli yoldaşlarımızın
söyledikleri, kitaplardan okuduklarımız
hayatın pratiği içerisinde somutlanıyordu.
Manzara müthişti. Genç, yaşlı, kadın, erkek binlerce kişi gecenin geç saatlerine kadar aşağılıkça saldırmış ve moral bakımından çökmüş olan polis güçlerine karşı şu
sloganı haykırıyordu: Sık bakalım sık bakalım biber gazı sık bakalım, kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım...
Kaskını çıkaramayan, copunu bırakamayan polis, 1 Haziran günü şiddetini daha da arttırarak devam eden çatışmalarda
akşam saatlerine doğru artık iyice tükenmişti. Daha sonra gazetelerden, penguen
belgeseli göstermeyen televizyonlardan ve
sosyal medyadan, polislerin bu çatışmalar
sırasında dengesizleştiğini, çıldırma noktasına geldiğini öğrenecektik. 1 Haziran
günü Taksim civarındaki kalabalık daha da
artmıştı. Meydan’ın dört bir tarafında devam eden çatışmaların en sert, en yoğun
olanı İstiklal Caddesi üzerinde yaşanıyordu. Savaşan kitleler kendilerini başarıya
ulaştıracak yöntemleri mücadelenin sıcaklığında hemen keşfediveriyorlardı. Yaralanan insanlara anında müdahale edilebilen
bir revirden, yiyecek içecek dağıtımına kadar her şey saatler içerisinde örgütlenmişti. Söz konusu olan bir Halk Ayaklanması
olduğu için İstiklal Caddesi üzerindeki namuslu esnaflar da çatışmalara katılan kitlelere kucak açmıştı. Yiyecek, su, ilkyardım
gibi konularda, hakları için mücadele eden
binlerce insanın yardımına koştu İstiklal
esnafı.
1 Haziran günü akşam saatlerine doğru
saldıran ve savunmada kalan güçler yavaş
yavaş değişmeye başladı. Artık polis gerilemeye başlamıştı, savaşan kitle de barikatı yavaş yavaş öne doğru kaydırıyordu. Ve
olağan sonuç gerçekleşti; haklılığına sonuna kadar inanmış halk kitleleri önünde en
son teknolojiyle donatılmış çevik kuvvet
polisleri yenilgiye uğradı ve Taksim Meydanı’na-Gezi Parkı’na giden tüm yollar
üzerinden can havliyle, korkarak, bazı yer-
AKP Faşizmine Karşı Tekirdağ Ayakta!
B
ir ayı aşkın süredir, AKP diktatörlüğüne karşı, Gezi Parkı saldırısı temelinde Türkiye Halkları alanlarda. Tayyipgiller, sözde yayalaştırma projesi adı altında Taksim Meydanı ve çevresini halka kapatmaya çalışmıştı. 1 Mayıs’ta da Taksim ve çevresini İşçi Sınıfına, bu ülkenin çalışan, üreten Emekçi Halklarına kapatmıştı. Bununla başlayan Taksim ambargosu, Tayyipgiller’in Gezi Parkı’ndaki ağaçları
kesmeye başlamasıyla toplumda patlamaya neden olmuştur.
Halklarımız bu faşizan harekete tepkisiz kalmayıp 27 Mayıs günü işçisi,
doktoru, yazarı, sinema oyuncusu ve
gençliğin birleşmesiyle protestolara
başlamıştır.
Bu olaylara sessiz kalmayan Tekirdağ Halkı; 1 Haziran’da 10 bin kişilik
bir kitlenin katılımıyla hükümete tepkisini göstermek için alanlara indi.
2 Haziran’da akşamüzeri 17.30’da
Tekirdağ gençliğinin örgütlemesiyle
yapılan Gezi Parkı eyleminde biz Kurtuluş Partililer de yerimizi aldık ve “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Her
Yer Taksim Her Yer Direniş!”, “Direne Direne Kazanıyoruz!” sloganlarıyla
yürüyüşe geçtik. Yaklaşık 350 kişilik
grup Tekirdağ Tuğlalı Park’tan başlayıp
sahildeki yürüyüş bandında devam ederek, sahildeki dolgu alanda durduk ve
sloganlarımızı haykırarak tepkimizi
gösterdik.
Bu sırada polis kitlenin arasına girip
gençleri, “bu yaptığınız suç; resimlerini-
zi çektik, okula ve ailelerinize göndereceğiz” şeklinde sindirmeye, korkutmaya
çalışmıştır.
Gezi Parkı Projesi ile patlak veren,
halkımıza yapılan baskılar ve yasaklamalar nelerdi?
Birincisi kürtaj ve sezaryen doğumun yasaklanması, ikincisi 19 Mayıs,
30 Ağustos, 29 Ekim, 10 Kasım gibi
halkın değerleri olan günlerdeki
etkinliklerin yasaklanması, üçüncüsü alkol yasağı gibi halkın genel ve de özel
yaşantılarına müdahale edilmesi.
Tekirdağ’da eylemler her akşam saat
20.00’de Tuğlalı Park’ta yapılıyor. An-
cak Tekirdağ’daki eylemlerin ve protestoların amacının dışına çıkması ve birkaç kişinin şovuna dönüşmesi, eylemlerin ruhunun kaybedilip kitlenin azalmasına neden olmuştur. Bundan kaynaklı
Tekirdağ’da bizim de içinde bulunduğumuz Tekirdağ Gençlik Platformu kuruldu. Bu Platform ilk eylemini 16 Haziran günü gerçekleştirdi. Eylem, 16
Haziran akşamı yürüyüşle başlayıp Tekirdağ sahil dolgu alanında platformun
içindeki parti temsilcilerinin konuşmalarıyla devam etti. Yoldaş’ımız konuşmasında Partimizin üç ilkesine vurgu
yaparak Gezi Parkı eylemlerini değerlendirmiştir. Gayet coşkulu geçen konuşma alkış ve de sloganlarla kesilmiştir.
Platform en son eylemlerini 24 Haziran günü Tuğlalı Park’ta 12.30’da bir
basın açıklaması yaparak devam ettirmiştir.
Biz diyoruz ki bu halk hareketi eninde sonunda zafere ulaşacak ve Tayyipgiller ve Tayyip’in söylemiyle onun polisi, onun savcısı, onun vekilleri elbet
halklarımıza hesap verecek.
3
zamanda Tayyipgiller de halklarımızın gücünü görmüştür. Taksim Direnişi’nden
sonra aynı pervasızlıkla halkımıza ve doğaya yönelik saldırılarını sürdüremeyeceklerdir.
Taksim-Gezi Parkı Direnişi sırasında
yaşadığımız deneyimler elbette ki bir 12
Mart, bir 12 Eylül dönemlerinde bizden
önceki kuşakların verdiği mücadele ile kıyaslanamaz. O kuşaktan olan yoldaşlarımız çok daha zor koşullarda mücadele etmiş, ölmeyi ve öldürmeyi peşinen kabullenerek kelle koltukta savaşmışlardır. Ama
bir gerçek var ki onu hiç kimse inkâr edemez; 12 Eylül sonrası doğan kuşak artık
kitlesel halk hareketinin ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Türkiye Devrimi’ne giden yolda bir adım daha atılmıştır.
Biliyoruz ki henüz yolun çok başındayız.
Önümüzde güçlüklerle dolu uzun bir mücadele var. Ama artık kendimize ve halkımıza daha çok güveniyoruz.
Bu mücadeleden aldığımız ivmeyle,
moralle, güvenle çok daha hızlı büyüyeceğiz, gelişeceğiz, güçleneceğiz. Ömrünün
50 yılını devrim mücadelesine adamış Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’ya, çevik kuvvetin gazına, bombasına, suyuna rağmen Gezi Parkı’nda 20’lik gençlerle birlikte barikatlarda mücadele etmiş olan 60’lık delikanlılarımıza (Parti önderliğimize, ki Genel Başkan’ımız başta olmak üzere Parti
önderliğimiz topyekun sürecin içerisinde
fiilen yer almıştır) ve elbette devrimci potansiyelini bir kez daha kanıtlamış olan
halkımıza yaraşır biçimde mücadelemizi
sürdüreceğiz ve Türkiye Devrimi’ni başarıya ulaştıracağız.
Bizden önceki kuşaklar 60’lı, 70’li,
80’li yıllarda devrimin tadını almışlar ama
yukarıda da alıntıladığımız gibi o yıllar heba edilmişti, devrimin tadı o yoldaşlarımızın damağında kalmıştı. Bizler ise bugün
devrim yüklü yılları daha da yoğunlaştıracağız ve heba edilmesine asla izin vermeyeceğiz. Parababaları düzeni artık bizden
daha çok korksun; çünkü biz de devrimin
tadını aldık bir kere...
aksim’den başlayarak tüm yurda
dalga dalga yayılan isyan yaklaşık
bir aydır devam ediyor.
En güçlü-yenilmez olduklarını düşündükleri ve beklemedikleri bir anda ortaya
çıkan isyan, Tayyipgiller’i şoka uğrattı,
tüm Kasımpaşalı lümpen karizmalarını
çizdi attı. Bursa’da da eylemler Taksim’i
takip ederek yaklaşık bir aydır devam ediyor. Eylemler, Tayyipgiller’in tüm yasaklarını yerle bir etti. Tüm toplantı, gösteri ve
basın açıklamalarına kapatılan Heykel
Meydanı halkın eylem alanı, buluşma yeri
oldu. Bursa’da yasaklanan her yerde eylem
yapıldı. Daha önce Heykel’de basın açıklaması yapanlara mahkemeler cezalar veriyordu.
Halkın
gücü
tüm
bu
yasaklamaları, mahkeme kararlarını yok
saydı.
trafiğine kapatıldı, yine bu eyleme de binlerce insan katıldı.
Bursa’da önemli bir eylem merkezi de
Nilüfer İlçesindeki Fatih Sultan Mehmet
Bulvarı oldu. Buradaki eylemlere de binlerce insan katılarak isyandaki yerlerini aldılar. FSM’de birleşen grup, yaklaşık 15
kilo metrelik yolu iki defa Heykel’e kadar
yürüyerek, Heykel’deki grupla birleşti.
15 Haziran Cumartesi günü Heykel’den başlayan yürüyüş, Fomara Meydanı’ndan Kent Meydanı’na devam etti.
Burada Yalova/İstanbul yolu kesilerek
yarım saat oturma eylemi yapıldı. Son olarak 23 Haziran Pazar günü Merinos Kültür
Park’ta başlayan yürüyüş, Altıparmak Caddesi’nden Heykel’e kadar devam etti, yapılan yürüyüş ve eylemlere binlerce insan
katıldı. Ayrıca halkımızın isyanda geliştirdiği “Duran Adam” eylemi Bursa’da da yapıldı
yine bu eyleme de Kurtuluş Partililer olarak
aktif bir şekilde katıldık.
Sloganlarda da büyük bir
ortaklık yakalandı. İsyan’ın bir güzel yanı da
sloganlarıyla da halkı
birleştirmesiydi.
İsyan, bir önemli
dersi de Sevrci Soytarı
Sahte Sol’a verdi. Bunlar
daha önce ulusalcı, faşist
vb. diye küçümsedikleri
kitlenin kuyruğuna takılmak zorunda kaldılar.
Zorunda kaldılar diyoruz çünkü bunlar
önce sözde Amerikancı “çözüm sürecine”
zarar veriyor diyerek isyanın karşısında ya
da güya tarafsız kaldılar. Ancak isyanımızın bunları deliğe süpüreceğini anladıkları
için utangaç bir şekilde kuyruğa takıldılar.
Hatta bunlardan Halkevleri denen grup
küfür ettikleri Türk bayrakları ve Mustafa
Kemal posterleri ile yürüdüler, faşist dedikleri İP ile ortak eylemler yapmaya kadar
götürdüler işi.
Partimizin bu isyandaki değerlendirmesi ve tutumu bir kez daha olaylarca kanıtlanmış oldu. Partimiz bir kez daha
Türkiye devriminin öncü çekirdeği olduğunu ispatladı.
açılmıştır ve gençler şu anda ifade için
tek tek çağırılmaktadırlar.
Bu soruşturmaların amacı bellidir:
Yaşanan büyük halk ayaklanması
nedeniyle sonlarının yaklaştığını
gören Tayyipgiller insanları terörize
etmek, yıldırmak istemektedirler. Ama
yanılıyorlar. Yaşadığımız büyük halk
ayaklanması da göstermiştir ki ne bu
ülkenin gençleri ne de emekçi halkları
koyun değildir. Bu devran böyle
sürmez. Eninde sonunda AB-D
Emperyalistleri ve Tayyipgiller
yıkılacak, Emekçi Halklarımız
Kazancak!
Tekirdağ’dan
Kurtuluş Partililer
İstanbul’dan Bir Yoldaş
Bursa İsyandaki yerini aldı
T
Tekirdağ’dan
Kurtuluş Partililer
Tekirdağ’da Gezi Parkı eylemlerinden
Kurtuluş Partililere soruşturma
1 Mayıs Ayaklanması ile tüm
Türkiye’de milyonlarca insan
ayaklandı, sokaklara döküldü
bildiğimiz gibi. Resmi açıklamalara
göre Türkiye’nin sadece 2 ilinde
gösteri olmadığı açıklandı. Ayaklanan
illerden biri de Tekirdağ’dı. Orada da
binlerce insan günlerdir sokaklara
dökülüyor, yürüyor, sloganlar atıyor.
Tekirdağ’da hiçbir gerginlik
yaşanmazken, barışçıl bir biçimde
süren
eylemler
nedeni
ile
Tayyipgiller’den aldığı talimat gereği
polis soruşturma açmıştır. Bu
soruşturma kapsamında içlerinde Parti
yönetici ve üyelerimizin de bulunduğu
özellikle de gençlere soruşturma
lerde havaya ateş açarak çekildi.
İnsanların günlerdir süren çatışmadan
sonra Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na bileğinin hakkıyla girişleri belki de
bütün sürecin en etkileyici sahnesiydi. Biraz önce sadece çevik kuvvet polislerinin
bulunduğu alan, bir anda on binlerce insanın akın edip doldurduğu bir şölen yerine
dönmüştü. Aynı şekilde Gezi Parkı da bir
anda gerçek sahipleri tarafından zaptedilmişti.
Tüm Türkiye’nin can kulağıyla takip
ettiği gibi Gezi Parkı Direnişi 20 günden
fazla devam etti. Alan’ın ve Park’ın kazanılmasından sonra Park içerisinde toplumun tüm kesimlerinin bir arada, kardeşçe
yaşadığı bir komün örneği kuruldu. Orada
her şey herkese aitti. Halk düşmanı Tayyipgiller’in demagojilerinin tersine, 20
gün boyunca Taksim Meydanı ve Gezi
Parkı milyonlarca insana ev sahipliği yaptı ama hiçbir güvenlik zafiyeti yaşanmadı.
Polis saldırmadığı sürece hiçbir insanın
burnu bile kanamadı, hırsızlık olmadı, taciz olayı yaşanmadı.
Taksim-Gezi Parkı Direnişi şimdiden
Türkiye Halklarının belleğinde silinmez
bir iz bırakacak bir deneyime dönüştü. Bu
deneyimde kavganın pratikte cisimleşmesini, geçici mağlubiyetleri, zaferleri, coşkuyu, kardeşliği, yoldaşlığı bir arada yaşadık, hissettik.
Gezi Parkı Direnişi’nin geniş bir değerlendirmesi bu yazımızın kapsamı dışında kalır. O bakımdan lafı da çok fazla uzatmak istemiyoruz. Ama bu sürecin gerek
Partimize gerekse Türkiye Halklarına kazandırdığı en büyük olumluluk, kendi gücümüzü, potansiyelimizi görmemizdir.
Hep söylediğimiz gibi bu halk Emperyalist
Yedi Düvele karşı onurunu yaşamından
değerli saymış, binlerce şehit pahasına
kendi varlığına, kendi vatanına, namusuna
tecavüze yeltenen emperyalistleri ve yerli
işbirlikçileri yenilgiye uğratmıştır. Bakılmasın 12 Mart-12 Eylül Faşizmlerinin ve
devamındaki Amerikancı işbirlikçi iktidarların halkımıza ve özellikle gençliğe yönelik apolitikleştirme çabalarına. Taksim Direnişi ile birlikte artık bu zincir kırılmıştır.
Halklarımız kendi gücünü görmüştür. Aynı
İlk eylem 31 Mayıs Cumartesi yapıldı.
Merinos Kültür Park’ta başlayan yürüyüş
Altıparmak Caddesi’nden Heykel’e kadar
devam etti. 10 binden fazla insanın katıldığı eylemde, halkımızın coşkusu ve heyecanı görülmeye değerdi. Eyleme katılanlar
insanlar duygu, düşünce ve eylemleri ile
Taksim ve tüm Türkiye, hatta tüm dünya
ile birleşti. İlk günkü büyük eylemde ve
Mesken Meydanı’nda yapılan eylemlere
Parti bayrak ve flamaları ile katılarak sloganlarımızı haykırdık. Ayrıca Bursa’da
üniversitelilerin yoğun olarak yaşadığı Görükle olmak üzere değişik mahallelerde de
eylem ve yürüyüşler yapıldı.
İkinci eylem 2 Haziran Salı günü Bursa’daki eylemlerin ana merkezi olan Heykel’de yapıldı. Heykel saatlerce araç
Bursa’dan
Kurtuluş Partililer
8
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Başyazı
Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın analizi
Baştarafı sayfa 1’de
dan kaynaklanıyor. Bunu da ilk tespit
eden hareket biziz. Usta’mız 1969 yılından bu yana “Devrimci Derleniş”
parolasını ortaya koydu ve biz de hep
bunu savunduk.
Ne zamana kadar?
2005’e kadar açıkça savunduk. Biliyorduk çünkü dağınıklığın kayıp demek olduğunu, felaket demek olduğunu. Ama biz toleranslı davrandıkça, biz
derlenelim, birleşelim dedikçe Sevrci
Sol gittikçe savruldu gitti. Gittikçe dağıldı ve gittikçe Amerikan saflarına
savruldu gitti. Onun için bunun üzerine
2005’de legal partimizi kurduk.
Tayyip’in bugün öğle sonu bir toplantıda yaptığı açıklamada BDP ve
MHP’nin bu isyana katılmadığını netçe ortaya koydu. Diyor ki; BDP ve
MHP bu eyleme katılmadı. Bu eyleme
katılanlar çapulculardır. Kendi ruh
dünyası açısından kullandığı dil değişmediği için halkımıza hakaret etmeyi
aynen sürdürüyor, devam ettiriyor. Bu
hakaretlerin, bu zalimliklerin, bu cinayetlerin, bu alçaklıkların hesabı görülecek, hiçbiri yanlarına kalmayacak, hesabı sorulacak. O zaman bakalım “büyük ulu Hünkâr” dedikleri Vahdettin
gibi kaçacak İngiliz, Amerikan, Alman,
Fransız zırhlısı bulabilecekler mi?
Tabiî bu büyük isyanda, son derece
haklı ve meşru isyanda, çok yaralılarımız oldu ve ne yazık ki bir yoldaşımızın durumu umut vermeyecek oranda
ağır. Tedavisini sürdürmekte olan doktorların açıklamasına göre, yoldaşımızın kafasında yaygın kanama var. Gaz
bombası mı yoksa plastik mermi mi
yol açtı bu kanamaya onu henüz tespit
edemedik, diyorlar. Ve kanama yaygın
olduğu için de herhangi bir müdahalede bulunamıyoruz, diyorlar. Bekliyoruz o bakımdan, diyorlar, doktorlar. Ne
yazık ki…
Yine bu eylemde de tıpkı 1 Mayıs’ta olduğu gibi bugün yani Pazar günü, Ankara’da en ön safta çarpışan bir
yoldaşımızın da gaz bombasının yüzünde patlamasından dolayı yüzünde
ağır tahribat var. 3 parçalı kırık var; şu
an da hastanede ameliyatta yoldaşımız.
Ve yine Ankara’da bir saat kadar
önce yoldaşlarımız yine ön safta çarpışırken, Partimizin beşinci katta olan binasına polis yerden üç gaz bombası atıyor. Gaz bombası Ankara’da Parti Genel Merkezimizin içinde patlıyor. Yani
Tayyipgiller’in Hareketimize, Partimize karşı saldırganlığı gittikçe artıyor.
AKP’nin aldığı
en büyük hezimet'
Demek ki kapsam açısından, etki
açısından ve kitleleri etkileme açısından bu denli önemli, büyük bir eylem,
arkadaşlar. Ve bu eylem, 11 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti’nin, Tayyipgiller hükümetinin aldığı ilk büyük
önemli hezimettir. İlk kez bu eylemde
açık bir şekilde, netçe hezimete uğradı
Tayyipgiller ve onun baş sözcüsü Tayyip.
Ne dedi?
Valla ne yaparlarsa yapsınlar biz
burada, Gezi Parkı’nda, istediğimiz
planı uygulayabiliriz ve yapacağız da,
dedi. Hatta ileri giderek, halkla alay
ederek, sırıtarak… Zaten genel üslubu
da böyle biliyorsunuz. Ortalama bir
hafta sonra tüm bu söylediklerini yalayıp yutmak zorunda kaldı. Ve halkın bu
büyük direnişi, Tayyipgiller’in en tepedeki kadrosunu çatırdattı, birbirine düşürdü. Ve dikkat edersek ilk çatlak sesi
Bülent Arınç verdi. Ve bütünüyle yanlış buldu polisin halka uyguladığı zulmü ve projeyi de. Biz halka ne istediğini sormalıydık, anlaşarak bir şey yapacaksak onu yapmalıydık, dedi. Yani
olayın sorumluluğunu bütünüyle Tayyip’in üzerine yıktı. Ardından konuşan
Abdullah Gül benzer bir açıklama yaptı. Polisin uyguladığı zalimane, hayâsızca şiddeti uygun bulmadığını ortaya
koydu. Tabiî Tayyip’in esas destekçilerinden öte yapımcıları olan ABD ve
AB Emperyalistleri de Tayyip’e bu kadar fütursuzca, hayâsızca zulüm uygulamayı durdurmasını söylediler. Ve bunun üzerine Tayyip de bu işten vazgeçme ve hezimeti kabul etmek zorunda
kaldı. Mecbur kaldı buna. Demek ki
eylemin çapı bu denli büyük... Ve tarihimizde unutulmayacak bir eylem bu.
Bunun altını öncelikle çizerek belirtmemiz gerekir.
Bir ikinci önemli nokta; bu eylemi
kim ortaya koymuştur, kimler ortaya
koymuştur? Bunun planını, projesini
hazırlığını kimler yapmıştır?
Bu soruyu sorduğumuz zaman, ne
yazık ki biz devrimcilerin bu projede
yer almadığını itiraf etmek zorunda kalırız. Tıpkı 15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişi gibi, bu 28 Mayıs Şanlı Direnişimiz de kendiliğinden, halkın artık
yeter, diyerek isyanını ortaya koyduğu
bir eylemdir. Ve biz devrimciler bu konuda da halkımızın peşine takılmak durumunda kaldık.
Bu nereden kaynaklandı, yoldaşlar?
Bunu ortaya koyup uzun uzun düşünmemiz gerekir. Çok önemli bir eksiklik.
Oysa devrimcilerin görevi ne?
Halka önderlik etmek. Devrimin
genelkurmayı olmak devrimcilerin
görevi ama ne yazık ki, halkın peşine
takıldık biz.
Burada hemen şunu belirtmeliyiz,
bizim Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz, artık geldikleri aşama bakımından
Amerikan Solu, Pentagon ya da CIA
Solu dediğimiz Solun programı ve ivedilikleriyle halkın problemleri ve öncelikleri tümüyle birbirinden ayrıdır. Onu
görüyoruz. Ve halka önderlik edememeleri ve halkın gerisinde kalmaları
buralardan kaynaklanmıştır.
Taksim Gezi İsyanı’nın
nedenleri nelerdir?
Peki, halkımız hangi tepkilerle yani
bir üçüncü nokta olarak bunun da altını çizerek başlarsak, hangi sebeplerle
bu eyleme katılmıştır? Yani bu eylemi
ortaya koyan, yaratan sebepler nelerdir?
Ona baktığımız zaman burada sebepleri iki başlık altında toplayabiliriz.
Bir: Ortaçağcı gidişe başkaldırmak... Ortaçağcılığa başkaldırı yani
Türkiye’nin bir din devletine dönüştürülmesine isyandır. Yani siyasal İslam’ın projelerine başkaldırıdır bu.
Baktığımız zaman burada ne görüyoruz, arkadaşlar?
Bu projeyle yani Amerika’nın Türkiye’yi Siyasal İslam devletine dönüştürme projesiyle kadınların yeniden
başörtüsüne, kara çarşafa büründürülerek üretimden ve sosyal hayattan ko-
partılarak eve hapsedilmesi amaçlandı.
Onun mücadelesi yapıldı. Dikkat edersek yıllarca hatta on yıllarca türban eylemleri adı altında bunun mücadelesini
yaptılar, Tayyipgiller ve her türden Ortaçağcılar. Usta’mız da der ya; gericilik
ne zaman hainane, namussuzca bir saldırıya geçmek istese bunu kadının namusu üzerinden ortaya koyar ve kadını
kullanarak bu alçakça amacını gerçekleştirmek ister, diye. İşte burada da aynı durumu görüyoruz.
Başörtüsü zulmü dediler, kadınlarımıza uygulanan zulüm dediler yıllarca
kitleleri kandırdılar.
Ne yazık ki Sevrci Soytarı Sol da
buna destek verdi, değil mi?
Tayyip’le, Abdurrahman Dilipak’la
beraber ve benzer on yılların satılmış,
hain, kaşar Ortaçağcılarıyla beraber,
Dev-Sol’dan ve onun Grup Yorum’undan EMEP’e kadar; bugün ulusalcı oynayan eski CIA Solu’nun, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Doğu Perinçek’e
kadar solculuk iddiasındaki gruplar
Beyazıt Meydanı’nda o kandırılmış zavallı kızcağızlarla beraber ve tabiî tüm
Ortaçağcılarla beraber türban eylemi
yaptılar. Utanç verici bir alçalmaydı bu
devrimciler açısından.
Türban, kara çarşaf kadının özgürlüğü değil esaretinin simgesi, boyunduruklanışının simgesidir. Kadını bir
cinsel obje olarak gören anlayışın simgesidir. Biz bunu ortaya koyduk.
ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin
Türkiye’de hayata geçirilişinden bu
yana bu savaş sürüyor ve bizim çizgimiz hep aynıdır dikkat edersek. Bizim
dışımızdaki bütün sol savrulup gitti.
Kürt hareketine de bakarsak, işte en
son İmralı’da Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklama ortada.
Ne diyor?
“AKP’ye altın tepsi içerisinde iktidarı biz sunduk”, diyor.
Ve bütün ömrünü gericiliğe, Ortaçağcılığa, Şeriata adamış; bu yolda bir
ömür süren Altan Tan’a da; bugüne kadar sizin on yıllardan beri hayalini kurduğunuz bir şeyi gerçekleştirdik, diyor.
Zaten dikkat edersek, daha önce de
Abdullah Öcalan; Fethullah’a, Hizbullah’a defalarca ittifak önermişti. O bakımdan bizim dışımızdaki Kürt ve
Türk siyasal hareketlerinin tamamı
Tayyipgiller’le yan yana olmuştur.
zin için neden reddedilmesi gereken bir
şey oluyor”.
Tabiî burada bütün kinini ve iç dünyasını ortaya koyuyor.
Yani referansı ne oluyor burada?
Din dogmaları...
Bildiğimiz gibi Kur’an’da 3 kademeli bir gidişle alkol sonunda haram
kılınmıştır. Hani birincisinde, Bakara
Suresi’nde: “Faydası da vardır zararı da vardır ama zararı daha fazladır”, deniyor.
Tayyip’in kastettiği “İki Ayyaş”
Hz. Ömer bununla tatmin olmuyor
haklı olarak. Kesinlik yok çünkü. Bu
konuya ilişkin daha sonra gelen Nisa
Sure’sinin 43’üncü ayetinde: “Alkollüyken, sarhoşken namaza yaklaşmayın”, diyor. “Çünkü o zaman ne
dediğinizi bilmez duruma gelirsiniz,
diliniz dolaşır”, diyor
Hz. Ömer bununla da yetinmiyor.
Bunda da kesinlik yok, diyor. Daha kesin, daha net bir talepte bulunuyor. Yani bir buyruk verilmesini istiyor ve bunun üzerine de Maide Sure’sinin 90’ıncı Ayetinde: “Alkol size haram kılınmıştır”, deniyor.
Zaten giyim konusundaki ayetler de
Hz. Ömer’in talebi üzerine ortaya konulmuş ayetlerdir. Yoksa örtünmeyle
ilgili ilk ayet, İslamiyet’in ilanından 10
yıl sonra geliyor. Diğeri de yani ayetin
bir bölümü de 13 yıl sonra geliyor, arkadaşlar. Yani giyim konusu böyle bir
önem taşısa, İslamiyet ilk ortaya konurken bununla birlikte getirilmesi gerekirdi. Demek ki burada da Ömer’in
açık, net talepleri var.
Bildiğimiz gibi kadın 10 bin yıl önce alta düşürüldüğü için kaldı ki o zaman Arap toplumu da İlkel Komünal
Düzenden Sınıflı topluma geçtiği için,
kadının aşağılanması daha da katmerleşmiş oluyor. Ömer de kadının aşağılanmasını kapsayan bu töreyi benimsiyor. O yüzden bu konuda ısrarlı talep-
best bırakan yasa 1926 da çıkarılmıştır.
O zaman Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakandır. Tamamen ikisine saldırıyor Tayyip. İkisine
zaten büyük kin güdüyor bildiğimiz gibi. Daha önce, 10 küsur yıl kadar önce,
iktidara gelmeden önce TV’lerde yayımlanan bir kasetinde yaptığı bir saldırıda da hatırlarsak, Mustafa Kemal’e
“ölmüş inek” diye saldırıyordu. Hindistan’da, diyor, inekler yola yatınca
trafik akışı duruyormuş. Demiryollarının üzerindeki trenlerin hareketi duruyormuş, diyor. Bizim ilerlememizi engelleyen inekler ölü yahu, diyor. Bizimkiler canlı da değil, ölmüş bizimkiler, diyor. Buna rağmen Türkiye’nin
ilerlemesini engelliyorlar, diyor. Kastettiği burada da açıkça Mustafa Kemal’dir. İlerlemeden kastettiği ise Türkiye’nin tarihsel akışta ileriye götürülmesi değil; tersine geriye-Ortaçağa götürülmesidir…
İnternet sitelerinde yer alan bu konuya ilişkin saldırısı aynen şöyledir:
“Rize’deki bir miting sırasında
halka sesleniyor:
“Trenimizi kimse durduramaz…
Tren dedim, aklıma geldi…
“Hindistan’ı ziyaret eden Afrikalı
bir devlet başkanının bindiği tren
aniden durmuş… Sormuşlar, neden? “Efendim, yolumuzun üstünde
bir inek yatıyor... İnekler bizde kutsaldır. Onları rahatsız edemeyiz,
hayvan ne zaman kalkarsa o zaman
yolumuza devam edeceğiz.”
“e mutlu onlara ki, inek canlı…
Bizim yolumuzu kapatan inek ise
ölü, kimse adını da ağza alamıyor…
İneği yolumuzdan evvelallah sizlerin
yardımıyla, artık nasıl olursa, nasıl
denk gelirse kaldıracağız.”
Neden düşman, arkadaşlar?
Mustafa Kemal tam bağımsızlıkçı,
antiemperyalist, laik bir devlet kurduğu için ve Çanakkale Savaşlarında ve
Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda emperyalistleri hezimete uğrattığı ve dünyanın ilk zaferle sonuçlanan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı verdiği için. Hilafeti ve
Saltanatı yani din devletini yıkarak
onu, kısmen de olsa, tam laik diyemeyiz, laik bir devlete dönüştürdüğü için.
Bunun için düşmanlar. Çünkü bunlar
hep söylediğimiz gibi, ilk sömürgen sınıf, asalak sınıf olan Tefeci-Bezirgân
Sermayenin siyasi plandaki temsilcileridirler. Tabiî şimdi Finans-Kapitalist
aşamasına ulaşmışlardır. Finans-Kapitalistleşmişlerdir. Yani Parababası olmuştur hepsi ama kökenleri itibari ile
Tefeci-Bezirgân Sermayenin içinden
gelmişlerdir. Onun kültürünü, onun
dünya görüşünü, onun geleneklerini
benimsemekte ve onu savunmaktadırlar. Demek ki halkımızın tepkisini
oluşturan önemli sebeplerden ikisi
bunlardır.
Halkımız BOP yani
Yeni Sevr sürecine
tepkisini koydu
4+4+4, Alkol Yasası ve
“Ayyaş” söylemi bardağı
taşıran som damlaydı
Oradan bir başka noktaya gelirsek,
yine geçen sene 4+4+4’le eğitimi dincileştirdiler artık, değil mi?
Yani bütün okulları bir anlamda
İmam Hatiplere ve Kur’an Kurslarına
çevirdiler. Tarikat okullarına çevirdiler.
Bunu da gerçekleştirdiler. Tanık olduğumuz gibi şimdi tüm ilköğretim okullarını adım adım İmam Hatipleştiriyorlar. Ve bu konuda da büyük yol aldılar.
Ve artık türban, kara çarşaf, sarık, cüppe sadece eğitim öğretim alanıyla sınırlı olmaktan çıktı, tüm devlet kurumlarında özgür hale geldi. Demek ki çok
yoğun bir şekilde Ortaçağcılığa doğru
gidiş var.
Tayyip’in çıkarmayı planladığı son
alkol yasası...
Ne diyor orada da?
“İki ayyaşın çıkardığı kanun geçerli
oluyor da dinimin emrettiği kanun si-
lerde bulunuyor. Bunun üzerine o ayeti ortaya koyuyor.
Tayyip şimdi bu dini referans alarak, açıkça hukuk kurallarını yani devletin şekillendiren kuralların tümünü
din dogmalarıyla özdeşleştirmeyi
amaçlıyor. Yani iç dünyası bu. Tamamı
dogmalara dayanan ve onları kanun haline getirmeyi amaçlayan bir toplum
düzeni kurmak istiyor, onun peşinde.
Onu da bu şekilde itiraf etmiş oluyor.
Demek ki insanların bu tepkisi buradan
kaynaklanıyor.
Bir diğer önemli tepki sebebi de
Mustafa Kemal’e, Laikliğe, Ulusal
Kurtuluş’a Tayyipgiller’in on yıllardır
yaptığı saldırıdır. O saldırının halkımızda yarattığı tepki, öfkedir. Bir diğer
önemli sebep de budur, arkadaşlar.
Biraz önce alkolle ilgili yasadaki
cümlesinde de söylediğimiz gibi “iki
ayyaş” diye nitelendirdiği kişiler Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’dür. Çünkü
alkolün satışını ve kullanılmasını ser-
Bir başka önemli sebep, bir üçüncü
önemli sebep de; Türkiye’nin Yeni
Sevr’e adım adım götürülüşüne,
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne
karşı halkımızın duyduğu tepkidir. Yani bunun bir parçası olarak Irak’ta emperyalistlerle beraber Irak’ın bombalanmasını, milyonlarca insanın katledilmesini, işgal edilmesini ve on binlerce Müslüman kadının ırzına geçilmesini savunan Tayyip’e karşı halkın
duyduğu tepkidir. Dostum dediği, elinden ödül aldığı Muammer Kaddafi’nin
alçakça katledilmesinde suç ortağı olmasına halkımızın duyduğu tepkidir.
Ve en son olarak Suriye’de; “Bizim
Beşşar Esad’la ilişkimiz kardeşten de
öte, daha yakınız” demesinden kısa bir
süre sonra, bir yıl kadar sonra efendisi
Obama’dan aldığı bir emir üzerine bir
anda Beşşar Esad’ı başdüşman ilan etmesinden dolayı halkımızın ona duyduğu tepkidir.
Yani bunlar Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcileri oldukları için bunlarda tutarlılık, dürüstlük, namus, onur,
insanî değerler zerrece bulunmaz. Yani
çıkarları gerektirdiği anda gözlerini
kırpmadan, duraksamadan satar geçer
bunlar. O yüzden bunların ruhiyatlarına baktığımız zaman vicdan bulama-
9
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
yız. Herhangi bir insanî değer bulamayız. Acıma duygusu bulamayız bunlarda. Bunlar insana düşman, hayvana
düşman, doğaya düşman. Bunların tek
tapındıkları Tanrı, Para Tanrısı başka
Tanrıları, değerleri yok.
Sokak hayvanlarını topluyorlar
bunların belediyeleri; götürüp Beykoz
ormanlarına, Belgrat Ormanı’na atıyorlar. Orada o çaresiz zavallı hayvancıklar açlıktan, susuzluktan ölüyor. Ve bu
canavarlıklarını gizlemek için de kışın
kar altında oralarda can çekişen hay-
Ormana terk edilen köpekler
vanlara, sözüm ona ara sıra göstermelik, görüntüye kaydetmek amacıyla yiyecek götürüyorlar, yiyecek atıyorlar.
Onu da sitelerine koyup, bak biz doğal
alanlarına bıraktığımız hayvanlara nasıl yiyecek veriyoruz, onları besliyoruz, diye halkımızı kandırıyorlar. Yoksa evcil hayvanların doğal hayatı yaşam alanı orman olur mu? Kediler, aşağı yukarı 4000 yıl önce, köpekler 10
bin yıl önce evcilleştirildi. Yani köpekler, insanlığın Orta Barbarlık aşamasına, Çoban Toplum aşamasına geçmesiyle birlikte evcilleştirildi. Kediler,
Mısır’da, Mısır Medeniyetiyle birlikte
Nil Havzasının tarıma açılmasıyla birlikte evcilleştirildi,. Oralardaki tarım
alanlarını farelerden korumak için yaban hayvan olan kediler evcilleştirildi.
Ve artık evcil hayvan oldular. Doğal
yaşam alanları biz insanların yaşadığı
yerlerdir. O bakımdan bunlar insana
acımadığı için hayvana hiç acımazlar.
Yine memleketim Konya’da yumurta tavuğu, civcivi üreten üretimhanelerde civcivler yumurtadan çıktığı anda
erkekleri hemen dişilerden ayırıyorlarmış ve onları kafesler içerisinde kamyonlara doldurarak götürüp kıra atıyorlarmış. Acımasızlığı, zalimliği görüyor
musunuz? Çünkü o et tavuğu olmadığı
için en fazla 1.5-2 kilo kadar ağırlığa
ulaşır. Hâlbuki et tavukları 50-60 günde 3-4 kilo ağırlığa ulaşır. O yüzden daha kârlı olanı üretir. Ne diye bunlarla
uğraşalım, diye onları daha ilk günden
ölüme terk ediyorlar. Bunu da yapan
Ortaçağcı, Tayyipgiller’in taraftarı olan
insanlar; o çiftliklerin sahipleri…
anasına varıncaya kadar dil uzatıyor.
Memurlarımızı azarlıyor, doktorları
azarlıyor, eczacıları azarlıyor, işine
gelmeyen yargı mensuplarını azarlıyor.
İşte en son 6’ncı İdare Mahkemesinin yargıçlarını azarladı, arkadaşlar.
Niye?
Kendi isteğine aykırı karar verdiği
için. Küstah, saldırgan, hakaretamiz
tüm açıklamaları, konuşmaları, tüm tavırları dikkat ederseniz… Şimdi insanların vicdanlarını da aşağılıyor. Acıma
duygularını, sevgilerini de aşağılıyor.
Demokrat, laik, Mustafa Kemalci
yazarlara ne diyor?
Özellikle Bekir Çoşkun’u kastederek; “bunlar köpekleriyle yatarlar”, diyor değil mi arkadaşlar, aşağılamak
için.
Oysa biz doğayı, hayvanları ve insanları içtenlikle seven ve bir bütün
olarak kabul eden bir anlayışa sahip olduğumuz için hiç kimseyi hayvan sıfatıyla niteleyerek aşağılamayız.
Şimdi burada bir olay anlatmak istiyorum. İnternet sitelerine girerseniz
“Köpek Haçiko” diye ararsanız; (bazı
arkadaşlarımız biliyordur belki) dokunaklı bir hikâyeyle karşılaşırsınız. Bir
Japon profesörün 1923 doğumlu (Haçiko Japoncada sekiz anlamına geliyor)
bir köpeği var. Profesör her gün metro-
Haçiko Köpek Anıtı
Tayyip, İnsanî bir duygu
taşımaz, o yüzden doğaya,
insana, hayvana düşmandır
ya kadar köpeğiyle birlikte geliyor;
profesör metroya biniyor köpek evine
dönüyor. Profesörün üniversiteden dönüş saatinde yine metro istasyonuna
geliyor ve metrodan inenleri dikkatle
takip ederek sahibi metrodan iner inmez koşarak onunla birlikte sarmaş dolaş evine dönüyor. Ama bir gün profesör bir konferansta kürsüde mikrofon
başında kalp krizi geçirerek ölüyor.
Haçiko akşamüzeri istasyona geliyor
ama sahibi dönmüyor. Saat 10’a kadar
bekliyor, dönmeyince, kimse kalmayınca evine dönüyor. Ve ertesi gün yine
profesörün eve dönüş saatinde geliyor
yine bekliyor 10’a kadar ve ondan sonra dönüyor. Ve Haçiko’nun sahibini bu
bekleyişleri tam 10 yıl, ömrünün sonuna kadar sürüyor. 1935’te karlı bir kış
günü Haçiko yine istasyonun önünde
lapa lapa kar yağarken hayata gözlerini
yumuyor.
İlkel Komünal Toplumdan doğrudan kapitalizme geçen Japonlar, böyle
yüksek, yüce değerlere önem verdikleri için Haçiko’nun o istasyon önünde,
son nefesini verdiği yere bakırdan bir
heykelini dikiyorlar. Ve o günden sonra
istasyonun o çıkış kapısına Haçiko Kapısı adı veriliyor. Genç kızlar ve delikanlıların sevgilileriyle randevulaşmayı en çok tercih ettikleri yerlerden biriymiş.
Hayvandaki sevgiye, sadakate bakar mısınız, arkadaşlar?..
Ve aynı zamanda da bizim 1 Mayıs Alanı’mızı bu maskeyle, bu yalanla, bu demagojiyle elimizden almak istiyorlar. O
bakımdan bunlarda duygu yok, his yok,
arkadaşlar. Yaptıkları zalimliklerin,
gaddarlıkların, ihanetlerin nedeni bu kişiliklerinden de kaynaklanıyor.
İnsanlarımızın nasıl aşağıladığını
biliyorsunuz değil mi?
İşçiyi azarlıyor, köylüyü azarlıyor
Yine geçen senelerdeydi. Ya geçen
sene ya evvelki sene, Muş’ta bir çoban
köpeği, Kangal türü bir çoban köpeğinin bir davranışı vardı. Koyun sürüsü
yoldan geçerken kamyon çarpıyor ve
bir kuzuyu öldürüyor. Köpeğin korumakla sorumlu olduğu sürüden bir kuzuyu öldürüyor. Ve köpek başında bekliyor. 4 gün bekliyor kuzunun başında.
Gezi Parkı’na gelirsek…
İnsana ve hayvana acımayan ağaca
acır mı hiç? Ağaca hiç acımaz. Bunlar
için ağacın bir önemi yok.
Ne yaptılar?
HES’lerle Karadeniz’in tüm doğal
yapısını bozdular, imha ettiler. Maden
alanlarıyla Ege’nin ve Akdeniz’in doğal
yapısını imha ettiler. Ormanlarını imha
ettiler, akarsularını imha ettiler. Şimdi
de Gezi Parkı’nı imha ederek, oradaki
yeşil alanı ve İstanbul Halkının belirli
günlerde sıcaktan bunaldığı anlarda serinleyebildiği ender alanlardan biri olan
bu alanı ortadan kaldırmak istiyorlar.
Çünkü benim sorumluluğum altındaydı; onu bırakıp gidemem, diyor. Çünkü
benim sorumluluğumdaki bir hayvan,
burada yattı onu bırakıp gidemem, diyor. Onun korunması bana ait bir görevdi. Onu bırakamam. 4 gün bekliyor... Sonunda haber veriyorlar sürünün çobanına, çoban gelip kuzunun cesediyle beraber köpeği götürüyor.
Yine 10 gün ya da 15 gün kadar önceydi; Şişli’de sokakta yaşayan bir insanımız, iki köpekle beraber yaşıyor.
Ana cadde üzerinde yüzükoyun yatmış
uyuyor. İnsanlar hareketsiz yattığını
görünce herhalde cansız, başına bir şey
geldi ya da baygın diye düşünüyorlar.
Ve sağlık ekiplerine haber veriyorlar.
Ambulansla sağlık görevlileri geliyor,
köpeğin biri hemen fırlayarak sahibine,
dostuna zarar verir endişesi taşıyarak
sağlık görevlilerini yanına sokmuyor.
Ve köpeğin uzun havlamaları üzerine
adam uyanıyor ve bir sağlık sorunu
yokmuş, kalkıp birlikte gidiyorlar başka bir yere.
Şimdi bütün bunlara bakıyoruz bir
de Tayyipgiller’e bakıyoruz. Dostum
dediği Kaddafi’yi, Obama’nın bir emriyle satıyor. Beşşar Esad’ı, Obama’nın
bir emriyle satıyor.
Yine birkaç gün önce, 3’üncü Köprünün inşaatını başlattı değil mi? “Boğaz’a 3’üncü altın gerdanlık yapıyoruz”, dedi değil mi?
Oysa 1995’te belediye başkanıyken
aynı köprü için bakın ne diyor, arkadaşlar?
“3’üncü Köprü İstanbul için cinayettir. Kuzey bölgemizde kalan yeşil
alanların bölgelerin imara açılarak
katledilmesinden başka bir şey değildir. İnşallah bu cinayet bitmeden hükümet değişir.”
İfade bu kadar açık ve net, arkadaşlar. Oysa bugün tam 180 derece karşısında bu anlayışının.
İşte bütün bunları değerlendirdiğimiz zaman şöyle diyebiliriz herhalde;
keşke bunların yerine bizi Haçiko gibi,
Muş’taki o kangal köpeğimiz gibi ya
da Şişli’deki o garibanın sokak köpekleri gibi bir köpek yönetseydi bu ihanetleri yapmazdı, bu zulümleri yapmazdı, bu döneklikleri yapmazdı, bu
zalimlikleri yapmazdı. Ama bunlarda
içtenlik yok, hiçbir insanî değer yok…
Direnişin 4’üncü gününde televizyonlarda izlenen bir konuşmasında sırıtıyordu değil mi yine meydan okuyarak? Sırıtıyor, arkadaşlar… Oysa insanlar günlerdir gaz yiyorlar, cop yiyorlar, gaz bombaları patlıyor yüzlerinde, başlarında, bedenlerinde. Biber gazı karıştırılmış sularla bedenleri kavruluyor. Ama buna rağmen o sırıtıyor; işte acıma hissi yok... Duygu olmadığı
için vicdan teşekkül etmemiş bunlarda.
Var olanı da satmışlardır, çıkarları için
satmışlar. Hani daha önce açıklamıştık
ya bunlar dördüncü canlı türü... Bunlar
insan doğmuş ama iradi olarak insanlığı terk etmiş yaratıklar dikkat edersek.
İşte halkımızın tüm bunlara; bu zalimliklere, bu ihanetlere, bu dönekliklere, bu zulümlere duyduğu tepkinin
ifadesidir isyan, başkaldırı.
Bir de Kuvayimilliye yadigarı tüm
kamu kurumlarını sattı değil mi? Bir
bir sattı, arkadaşlar. Elde hiçbir şey bırakmadı. Şimdi işte en son geçen hafta
Galata ve çevresini de sattı. Yani artık
ormanları satacaklar, şehirleri satacaklar, yolları, köprüleri bildiğimiz gibi
satacaklar. Bunlar için her şey satılık.
Satılık olmayan hiçbir şey yok. Çünkü
bunların sloganı; satalım, vuralım ve
küp dolduralım. Ve ihanet edelim iktidarda kalabilmek için bunları yapabilmek için. Bunların başka bir dünyası,
düşüncesi yok, arkadaşlar.
Tabiî bu arada da işte halkımızı, gerçek İslam olmayan yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin İslamıyla ilgisi olmayan Muaviye’nin ve Yezid’in
diniyle kandırıyorlar. Yani sahte İslamla kandırıyorlar. Yoksa hep söylediğimiz gibi Hz. Muhammed’in amacı ne?
Cenneti bu dünyada kurmak. İnsanları, hayvanları, doğayı bir uyum içinde yaşatmak. Hurma fidanları dikiyor
ve koruyor o bahçeyi ve hâlâ Hacca gidenler, o hurma bahçesinden devşirilmiş hurmaları getiriyorlar “Peygamber
Hurması” diye. Hacılar getiriyor, arkadaşlar, duymuşsunuzdur siz de.
Hani ünlü bir hadisinde ne diyor?
“Kıyametin yarın olacağını bilseniz eğer elinizde bir fidan varsa onu
dikiniz, bilseniz bile onu dikiniz. Bilseniz bile onu dikmekten geri durmayın”, diyor.
O denli doğaya, yeşile önem veren
bir lider, bir devrimci önder. İslamiyet
bizim için Tarihsel bir devrim, arkadaşlar. Ama bunlar işte katliamcı. Başka
bir şey yok bunlarda…
Yukarıda demiştik ki bu isyana yol
açan sebepleri iki başlık altında inceleyebiliriz. Birincisi, yukarıda değindiğimiz gibi, Ortaçağcı gidişe başkaldırıydı.
Demek ki bu şekilde sıralayabiliriz
bu isyanı, bu başkaldırıyı yaratan nedenleri, bu şekilde maddelendirebiliriz.
Şimdi eylemin kendisine gelirsek…
Eylemin çapı çok büyük. İşte İstanbul’da, Taksim’de dün yapılan eyleme
bakarsak; 1 milyon insanın alana gelip
gittiğini ortaya koyabilir, söyleyebiliriz
açıkça. Böylesine büyük bir eylem,
böylesine güçlü bir eylem…
Ve bu eylemin bir diğer özelliği de
Türk Halkının isyancılarından oluşan
bir eylem bu. Ezici çoğunluğuyla
PKK, BDP, “Süreç”in zarar tamamen Türk isyancıların oluşturduğu bir eylem. Ne yazık ki 1990’dan
görmemesi için eyleme
bu yana Amerikan çizgisine girmiş
katılmadı
olan PKK ve BDP, bu eyleme ilgi
Şimdi ikincisine geldik. Bu da Tür- göstermedi. O nedenle de Kürt Halkiye’nin Yeni Sevr’e götürülüşüne baş- kından insanlarımız bu eyleme kakaldırıdır.
tılmadı. Alanda da gördük bu gerçeği.
“İmralı çözüm süreci” denilen Kürt
En son dün, BDP göstermelik
Sorunu’nun Amerikancı çözümüne olarak kaç kişyle geldi bayraklarıyla
karşı başta halkımızın duyduğu bir akşama doğru yani zafer kazanıldıktan
tepkidir.
sonra?
Çünkü bizim de dediğimiz gibi,
20-30 kişi aşağı yukarı. Geldiler ve
halk sağduyusuyla bu sürecin, BOP bir süre kalıp görünmez oldular. Kaldı
sürecinin bir parçası olduğunu biliyor. ki zaferin kazanılmasında hiçbir payları
Açıkça BOP amacına yönelik olmadı, katılmadılar çünkü. Ve dün Diolduğunu ve BOP haritasına doğru yarbakır’da bin kişi destek yürüyüşü yaTürkiye’nin götürüldüğünü hissediyor pıyor. Sadece bin kişi… Diyarbakır gibi
ve ona duyduğu bir tepkidir.
büyük bir merkezde... O da 3 saat kadar
Burada
Kürt
Meselesi’nin sürüyor, polisin artık eylemini yaptınız,
üzerinde biraz daha durursak, gösterinizi yaptınız, tepkinizi ortaya
bildiğimiz gibi Kürt Meselesi’nin bir
Amerikancı bir de Devrimci çözümü
var.
Devrimci çözüm, bildiğimiz gibi
bizim 1933’den bu yana savunduğumuz Kürt-Türk Halk Cumhuriyetidir. Edirne’den Çin sınırına kadar
Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti, diyoruz
biz bu çözüme. Devrimci, Sosyalist bir
Cumhuriyet, arkadaşlar bizim savunduğumuz.
Ama şimdiki süreç ne?
Tayyipgiller’in, ABD’nin, AB’nin,
TÜSİAD’ın ve Ortaçağcıların el
birliğiyle yürüttükleri süreç ve BOP
sürecinin bir parçası olan, Amerikancı
çözümü amaçlayan süreçtir. Ve bu süreç, halklara düşmanlıktan başka hiçbir
şey getirmez yani mutluluk da
getirmez, özgürlük de getirmez, barış
da getirmez. Ve bu süreç, yeni bir İsrail
yaratma sürecidir. O bakımdan Kürt
Sorunu’nun Devrimci çözümüyle
Amerikancı çözümü yer ile gök kadar
birbirinden farklıdır, birbirinin zıttıdır.
Devrimci çözüm, AB ve ABD
Emperyalistlerine karşı bölgemizde
sağlam, yenilmez, aşılmaz, sarsılmaz
bir kale oluşturmayı amaçlayan, devrimci bir kale oluşturmayı amaçlayan
çözümdür.
Ve
tüm
Ortadoğu
Halklarına, Asya Halklarına destek,
moral ve güç vermeyi amaçlayan bir
çözümdür. Ve emperyalistleri ülkemizden, Ortadoğu’dan ve tüm Asya’dan atmayı amaçlayan bir çözümdür. Yani sosyalist bir Ortadoğu ve
Asya kurmayı amaçlayan bir çözümdür
devrimci çözüm.
Ama şu anki süreç; ABD’nin,
AB’nin, Tayyipgiller’in ve PKK’nin,
BDP’nin, Soros’un, TÜSİAD’ın ve her
türden gericinin birlikte yürüttüğü bir
süreçtir. Tamamiyle Ortadoğu’da ABD’nin yeni bir petrol bekçisini yani bir
ileri karakolunu oluşturmayı amaçlayan bir süreçtir. Yani bu denli Devrimci Çözümün karşıtı, zıttı olan bir
süreçtir bu. İşte halkımız, bu
Amerikancı çözüme karşı bir tepki
ortaya koymuştur burada dikkat
edersek.
koydunuz, hiçbir olaya yer vermediniz
şu ana kadar, bundan sonra da dağılın,
uyarısına uyarak sessizce dağılıyor.
Yani bir mücadele yok, bir çatışma yok,
arkadaşlar.
Şimdi tabiî eylemin bu niteliğini, bu
çapını PKK, BDP, Amerika da biliyor
aslında. Onlar Tayyipgiller’in böyle bir
hezimete uğramasını istemiyorlar.
Çünkü Tayyipgiller şu andaki en büyük
müttefikleri. Kendilerine en yakın olan
parti Tayyipgiller’in partisi ve ortaklar
artık şu anda. Zaten Tayyip’in bu süreç
açıkça ilan edildikten sonra giderek
pervasızlaşması, azgınlaşması da bu
güvenden kaynaklanıyor. Nasıl olsa
BDP’nin muhalefetini de ortadan
kaldırdım, onunla da ittifak kurdum;
artık daha güçlü hale geldim, her
istediğimi gönlümce yapabilirim,
uygulayabilirim, Türkiye de benim
artık çiftliğim gözüyle bakmaya
başladı. Bu anlayışına vardı.
İşte tüm bunları bildiği için BDP ve
PKK, Tayyipgiller’in bu hezimetinden
rahatsız. Ortaklarının zayıf düşmesi,
güç kaybetmesi onların işine gelmiyor.
Ortakları güçlü olsun ki, onunla her
anlaşmayı yapabilsinler ve o da hayata
geçirilsin. Şimdi bu bir de şunu
gösteriyor, arkadaşlar; BDP’nin de
PKK’nin de eyleminin, ideolojisinin
muhtevasına baktığımız zaman,
demokrasinin bulunmadığını, demokratlığın bulunmadığını görüyoruz. Bu
eylem halkın bir başkaldırısı, isyanı.
İnsan nasıl tepkisiz kalabilir buna ama
o duyarlılık olmadığı için istemiyor
BDP bu isyanın başarısını.
Şimdi bu bir de şunu ortaya
koyuyor; PKK, Türk Solu’nu hep
aşağılardı dikkat edersek: Bunlar bir
şey yapamaz, bir etkileri yok, bir
güçleri yok, bir eylem, güçlü bir eylem,
koyamazlar, diye.
Bir de onu ortadan kaldırdı, onu
yıktı bu eylem, bu isyan. Demek ki
Türk Halkı milyonları ortaya koyarak
en Amerikancı, en hain iktidarı dize
getirerebiliyor. Ve kendiliğinden bir
eylemiyle...
10
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Korkak ve aptal diyenlere
Türk Halkından
tokat gibi cevap+
Şimdi orada şu aklımıza geliyor;
Türk Halkını aşağılayan bazı
yazarçizerler de vardı, biliyorsunuz.
Bir kısmı rahmetli oldu, bir kısmı hâlâ
onun sözlerini yazıyorlar, televizyon
ekranlarından tekrarlayıp duruyorlar.
İşte
en
azı
yüzde
60’ımız
gerizekalıymış hatta daha fazlasını
biçti adam; asgarisi yüzde 60’mış hatta
Aziz esin
aslına bakılırsa yüzde 90’a kadar çıkarmış bu oran da. Türk Halkı
korkaktır(!..) Böylesine kendini ilerici,
demokrat sanan korkakların da
karaçalmaları var, bir anlamda
namussuzlukları vardı. Halkımızı
aşağılamaları vardı. Şimdi bunun da
nasıl bir düzenbazlık olduğu, gerçeklikle uzaktan yakından bir ilgisinin
olmadığı bir anda ortaya çıkıverdi.
Eylemlerde hepimiz yaşadık, gördük,
bütün o zulme karşı insanların
yüzlerinde hiçbir korku hissetmedik.
Var mı insanların yüzlerinde
korkuya tanık olduğunuz bir an?
Hayır. Gaz bombaları, plastik
mermiler kafalarında, yüzlerinde,
bedenlerinde patlıyor, bacaklarında
ayaklarında patlıyor ama hiçkimse
korku duymuyor; korkunun zerresi
yok. Herkes bir coşku içerisinde, bir
mutluluk içerisinde. O mücadelenin, o
gücün verdiği bir heyecan içinde. Bir
şevk içinde insanlar eylemlerini
sürdürdüler. Ve çok güzel bir
dayanışma içinde eylemlerini ortaya
koydular. Neredeyse Komün günlerini
yaşadık, değil mi arkadaşlar? Herkes
her şeyini ortaya koydu. Ağır gaz yiyen
insanlara hemen herkes elinden gelen
yardımı sundu. Ve namuslu ilerici,
devrimci doktorlarımız gönüllü olarak
gelip belirli kuruluşları klinik haline
getirdiler ve yaralılarımıza orada tıbbî
hizmet verdiler. Hatta Cuma gecesi
02’ye doğru beni bir doktor, genç bir
doktor zorla TMMOB’a götürdü. Ben
reddettim yani gözlerimden yaş akıyor,
nefes almakta zorlanıyorum, alerjen bir
bünyeye sahip olduğum için gaz çok
kötü etkiliyor, nefes borumu bayağı bir
kilitliyor. İşaretimle ve ağzımdan çıkan
sözlerle, az da olsa çıkan sözlerle,
reddettim defalarca. Olmaz Hoca, dedi,
ben doktorum ve senin daha fazla gaz
yememen gerekiyor; şu anda seni
buraya sokacağız, dedi. Onun üzerine
girdim. Ali Başkan da geldi. Yani
böylesine sevgiyle yaklaştı bana. Her
arkadaşa, katılımcıya aynı sevgiyle
yaklaşıldı. Demek ki burada örnek bir
dayanışma, kardeşlik, yoldaşlık ortaya
kondu. Eylemin bu yönü de çok önemli
bizim için.
Sınıfımız, 1950’den bu yana ABD’nin
projelendirdiği
ve
uygulamaya
koyduğu “Yeşil Kuşak Projesi”
çerçevesinde, toplumun en az eğitimli
bölümünü oluşturan İşçi Sınıfımız,
Ortaçağcı ideolojinin karanlığından en
çok etkilendi, arkadaşlar. İşte bu
yüzden Tayyipgiller’e en çok oy veren
sosyal kesimi oluşturdu, yoksul
köylülüğümüzle birlikte.
İşte geçen yıllarda, Ankara Tekel
Direnişi’nde de böyle oldu değil mi?
Hepsi ne diyordu?
Elim kırılsaydı da Tayyip’e oy
vermeseydim, diyordu değil mi?
Biri ne diyor?
Oğlumun adını Tayyip Erdoğan
koymuştum, diyor. Zaten yapılan
istatistikî araştırmalarda da halkın
eğitim düzeyi azaldıkça, düştükçe o
kesimden Tayyipgiller’in aldığı oy
oranı
aynı
oranda
artıyor.
Kadınlarımızın eğitimsizlik oranı
erkeklere göre daha düşük, değil mi
arkadaşlar, kadının ikinci sınıf kategori
sayılmasından dolayı. O bakımdan
Tayyipgiller’in kadınlardan aldığı oy
oranı, erkeklere göre 6 puan daha
yüksek. İşte aynı anlayış çerçevesinde
İşçi Sınıfımız da Tayyipgiller’in bu
zulmüne karşı daha az duyarlı, daha az
etkili eyleme katılan diğer sınıf ve
tabakalara oranla.
Eylemin bir diğer yönü de, bu tabiî
Halkımız ne diyor?
Tam bağımsızlık, diyor, laiklik
diyor, yurtseverlik diyor, Mustafa
Kemal, diyor. Ama Sevrciler bunların
hepsine düşman. O bakımdan onlar
halktan bütünüyle kopmuşlardır. Böyle
olunca artık tamamen Amerika’nın
“Project
Democracy”
çerçevesi
içerisine
savrulup
gitmişlerdir.
Savundukları bütün tezler o çerçeve
içerisinde;
ABD’nin,
CIA’nın,
Pentagon’un
projelendirdiği,
maddelendirdiği tezler.
Tabiî bu eylem bir de bizim Sevrci
Sol’un,
Yeni
CIA
Solu’nun
Denizler’le, Mahirler’le tümden
koptuğunu da bir kez daha ortaya
koymuştur.
Hep söylediğimiz gibi Denizler
neyi savunuyorlardı?
Laikliği, Mustafa Kemal’i, Ulusal
Kurtuluşu,
Tam
Bağımsızlığı;
Soykırım yalanına karşı çıkıyorlardı,
Kıbrıs Meselesi’nde tamamen bizim
savunduğumuz tezi savunuyorlardı.
İşte o açıdan da bir kez daha
görüldü ki, Sevrciler artık Denizler’in
ve Mahirler’in programıyla tümden
ilişkilerini
kesmişler.
Yani
Amerika’nın “Project Democracy”
programıdır
onların
programı.
Böylelikle
halkla,
ilericilikle
devrimcilikle, Denizler’le, Mahirler’le,
Mustafa Suphiler’le, Onbeşler’le
bir de şunu gösterir; biz devrimcilerin
İşçi Sınıfıyla bağlarının olmadığını.
Bizim bağlar kurmamız gerekirken
tersine bizim dağınıksızlığımızdan,
örgütsüzlüğümüzden
dolayı
Tayyipgiller’in
İşçi
Sınıfını,
köylülüğümüzü
avladıklarını,
kandırdıklarını ve Ortaçağın karanlık
ideolojisiyle doktrine ettiklerini
gösterir. Dediğim gibi bir diğer sosyal
gerçekliğimiz de bu, arkadaşlar.
Zaten biz de bunu daha önce tespit
ettiğimiz için hedef kitlemiz olarak,
2’nci Kongre konuşmamızda da açıkça
belirttiğimiz gibi, eylemin bu
katılımcılarını işaret etmiştik. Yani şu
an bizim ideolojimize en duyarlı olan
halk kesimi bunlardır. Onlar üzerinde
yoğunluklu olarak çalışmalıyız. Tabiî
İşçi Sınıfı çalışması asla ihmal edilmemeli çünkü Devrimin Öz Gücü, her
hiçbir alakaları kalmamıştır; hepsine
ihanet etmişlerdir.
Gerçek devrimci hareket olarak bir
tek biz varız, bir kez daha bu ortaya
çıkmıştır. Çünkü bizim taleplerimiz
tümüyle halkın bu talepleriyle
örtüşmektedir.
Bir tek şu itiraz yapılabilir:
Denilebilir ki; halkımız, buraya katılan
insanlar, Kürt Sorunu’nun sizin
savunduğunuz devrimci çözümünü şu
anda benimsemiyorlar.
Evet bu doğru. Benimsemiyorlar
ama biz gerçekten güçlendiğimiz,
halkla o bağları kurduğumuz anda,
Kürt Sorunu’nun Devrimci çözümünü
de bu halka çok kolay anlatırız. Hep
söylediğimiz gibi, çok kolay anlatırız...
Hiç zorlanmayız bu konuda da. Ama şu
anda yeterli bağlarımız olmadığı için,
zaten eylemin yönlendiricisi yahut
zaman için İşçi Sınıfı olacaktır. Şu anki
öncelikli kazanacağımız güç yani daha
kolay kazanacağımız güç; eylemin, bu
isyanın katılımcıları olarak saydığımız
insanlardır, demiştik. Bir de o
öngörümüz, o tespitimiz gerçekleşmiş
oldu bir anlamda yahut da kanıtlanmış
oldu bu eylemle birlikte.
Daha önce de söyledim ama bir kez
daha altını çizeyim; bu isyan, Sevrci
Sol’un
artık
halktan
tümüyle
koptuğunu gösteriyor, arkadaşlar.
Çünkü Sevrci Sol’un programının
hiçbir maddesi halkımızın burada
ortaya koyduğu taleplerden oluşmaz.
başlatıcısı,
programlayıcısı,
planlayıcısı da biz olmadığımız için
halkın durumu, isyancı halkımızın
durumu bu. Ama biz yarın
güçlendiğimiz, halkla sıkı bağlar
kurduğumuz anda, Kürt Sorunu’nun
Devrimci çözümünü de kolaylıkla bu
halkımıza kabul ettireceğiz, bundan da
zerre kuşku duymuyoruz.
Yabancı haber ajanslarında bir
değerlendirme vardı bu öğleden sonra.
Deniyor ki, halkta AKP iktidarına karşı
bir tepki ve öfke var. Ama bunu
yönlendirecek bir siyasi parti yok. Yani
bizim tespitimizi, Batı’daki objektif,
İsyan’ın sınıfsal analizi+
Şimdi olayın bir başka noktasına
gelirsek;
katılımcıların
sosyal
durumlarına, konumlarına, sınıfsal
konumlarına, durumlarına bakarsak
şunu görürüz: Ne yazık ki İşçi
Sınıfımız bu eylemde çok az yer aldı,
değil mi arkadaşlar? Ortak gözlemimiz
bu
Zaten İşçi Sınıfımız yer alsaydı,
Tayyipgiller’in uyguladığı ekonomik
soygun ve zulüm, işsizleştirme de buna
dahil, pahalılılık da buna dahil ortaya
konurdu. Ama o sloganlar az atıldı
dikkat edersek. Yani ekonomik içerikli
sloganlar az atıldı. Ekonomik
zulümden en çok etkilenen İşçi
Sınıfımız, yoksul köylülüğümüzdür.
Onlar eylemde bulunmadıkları için
ekonomik talepler öncelikli değildi.
Öncelikli olan hep siyasi taleplerdi bu
eylemde.
Bu şunu gösteriyor, ne yazık ki İşçi
gerçekçi
burjuva
yazarçizerleri
görüyorlar. Türkiye de gerçek bir siyasi
parti, örgüt yok, diyorlar.
Biz, ne yazık ki abluka altındayız.
Hem Parababalarının hem de
Sevrcilerin
ablukası
altındayız.
Biliyorsunuz, Sevrci Soytarı Sahte
Sol’un 17 grubu bizimle ilişkilerini
askıya aldılar. Sadece teorik olarak
onları eleştirdik devrimci bir
görevimizi yerine getirdik diye; buna
duydukları
tepkiden
dolayı,
düşmanlıktan dolayı bize saldırılarda
bulundular, fiili saldırılar da yaptılar
defalarca. Ama yine de bu ablukayı
yırtıyoruz ve giderek yırtacağız.
Halkımızla daha geniş, daha kitlesel
bağlar kuracağız, arkadaşlar. Bundan
da eminiz.
İşte isyanın en önünde, en ön safta
panzerlerin, tomaların, biber gazı
bombalarının en yakın oldukları
yerlerde bizim arkadaşlarımız ve bizim
bayraklarımız vardı, arkadaşlar. Bunu
yaşadık ve işte burjuva basında, kıyıda
köşede bile olsa, yer almaktayız. O
cesarette, o kararlılıkta ve o bilinçteyiz.
Giderek o ihanet halkasını çıkarıp
atacağız, bu ablukayı yaracağız ve hak
ettiğimiz yolu alacağız. Buna da
inancımız tam, arkadaşlar.
İsyan, Teorimizi bir kez
daha doğruladı
Dikkat edersek biz on yıllardan bu
yana hep eğitimin ve laikliğin ısrarla
üzerinde duruyoruz. “Demokratik ve
Laik Eğitim”, diyoruz değil mi
arkadaşlar?
Yani eğitimin de iki ayağı vardır;
Demokratik ve Laik olacak. Bu iki
ayak birbirinden kopmaz. Bir üçüncü
ayak da Anadilin özgürlüğüdür,
arkadaşlar. Şimdi laiklik olmadan
demokrasi olmaz, demokratiklik
olmaz. Laik olmayan bir eğitim asla
demokratik olamaz. Çünkü din
dogmalarına dayanan, doğayı ve
toplumu din dogmalarıyla açıklayan
bir eğitimin, bilimsel olmasına,
demokratik olmasına imkan var mı
arkadaşlar?
İmkân
yok.
Demek
ki,
demokratikliğin olmazsa olmazı
2
laikliktir. Ama bunu bizim dışımızda
(gerçek devrimci olmadıkları için)
devrimciler kavramadı. Laiklikten bize
ne? O Kemalistlerin işi, dediler.
Ortaçağcılarla beraber on yıllarca
omuz omuza eylemler yaptılar. Ama bu
isyancı
insanlarımız
laikliği
savunuyorlar, Ortaçağcı gidişe dur,
diyorlar.
Geçen
CHP’lilerin
İskele
meydanlarında dağıttığı mitinge davet,
ne diyelim, bildirileri vardı. Günlerdir
dağıtıyorlar Kadıköy’de yapmayı
düşündükleri mitinge davet için.
Nitekim o mitingi iptal ederek ne
yaptılar dün? O mitingi ne yaptılar
dün?
Beşiktaş’a yönlendiler, ki bence
akıllı bir davranıştı, bunu görebildiler,
en son gün de olsa bunu görebildiler.
Burada taleplerini maddelendiriyor,
Laiklik yok. 19 madde sıralamış,
laiklik diye bir madde yok. Çünkü
laiklik derdi değil.
Kılıçdaroğlu ne dedi?
Laiklik tehlikede değil, dedi değil
mi?
Cemaatler faydalı, dedi. Tarikatlar
faydalı, dedi.
Fethullahla görüşme yapmak için
ekipler gönderiyor değil mi?
Çarşaf açılımları yapıyorlar. O da
bir Amerikan projesi; şu anki CHP
yönetimi. Onu da, o yönetimi de
iktidara getiren Amerika. O yüzden
Ortaçağa karşı bir tepkisinin olmaması,
laiklik diye bir derdinin olmaması
gayet doğal, arkadaşlar.
Bu eylem, bizim on yıllardır
savunduğumuz tezlerin ne kadar doğru,
haklı ve meşru olduğunu bir kez daha
ortaya koydu. Eylemin sebepleri,
niteliği ve sonuçları itibari ile aşağı
yukarı söyleyeceklerimiz bunlardır. O
zaman bundan sonra yapmamız
gereken,
bu
dersler
ışığında
mücadelemize bütün gücümüzle
sarılmak, devam etmektir, arkadaşlar.
Eninde sonunda zafer bizim ve
yoldaşlarımızın olacak! Bundan en
ufak şüphemiz yok.
Hep söylediğimiz sözlerle bitirelim,
arkadaşlar:
Halkız, Haklıyız Kazanacağız.
Yeneceğiz.... 02.06.2013
Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın
Değerlendirilmesi
-II(8 Haziran 2013)
Saygıdeğer yoldaşlar,
8 Mayıs Başkaldırımız sadece
ülkemiz içinde değil, tüm dünyada
yankılar
uyandırdı.
Direnişin başlamasını takip eden bir
hafta süresince dünyada atılan tweetlerin % 85’ini yalnızca bizim bu direnişimiz oluşturdu. Yani bu denli dünyada yankılar uyandıran bir eylem oldu ve hâlâ da zaferle ilerlemekte, sürmekte...
75 ilimizde gerçekleşti bu direniş
ve bu illerimizin 300 büyük meydanında 600’ün üzerinde ana caddesine
ve binlerce, on binlerce mahallesinde,
sokağında gerçekleşti bu direnişimiz.
Bu bakımdan direnişe katılanların sayısına bakarsak milyonları hatta 10
milyonu bile aştı diyebiliriz rahatlıkla. Tayyipgiller iktidarına karşı onların yaptığı zalimane, acımasız, insanlık dışı zulme karşı, ihanetlere karşı
halkımızın biriken tepkisi nihayet 28
Mayıs’ta patladı, yoldaşlar. Ve kitleler, artık yeter, diyerek isyanlarını
caddelere, meydanlara döktü. Ve bugüne dek ABD’nin en uşak iktidarı
olan, ona en kölece bağlı olan iktidar
çatırdadı. Bu isyan sonrasında çatırdadı. İşte apaçık bir şekilde Abdullah
Gül, Bülent Arınç ve bakanların ağırlıklı kesimi ayrı bir safta yer aldı ve
Tayyip neredeyse yalnız denilebilecek bir durumda bir başka, öbür safta
yer aldı. Tabiî ABD için uşakların,
hizmetkârların değeri sadece onların
kullanım değerlerini sürdürdükleri
sürece verilir.
Nedir bu değeri ifade eden şey?
Onların halkı kandırma, uyutma,
aldatma gücünü ellerinde bulundurdukları süredir. Onu başaramadıkları
anda onların miadı dolmuş sayılır ve
hurdalığa, çöplüğe atılır onlar. Hiç
yüzlerine bakılmaz. İşte Tayyip de o
duruma gelmek üzere, yoldaşlar.
Böylesine büyük her sosyal olay,
o ülkedeki tüm siyasal güçleri sınavdan geçirir, arkadaşlar. Onların güvenilirliklerini, kalitelerini, kalibrelerini
testten geçirir.
İsyan, burjuva partilerini
çatırdattı
Bu açıdan Türkiye’nin siyasal
güçlerine baktığımız zaman ne görürüz?
Meclisteki burjuva partilerine
baktığımız zaman, bunların tümünün
sınıfta kaldığını ve kaybedenler cephesinde olduğunu görürüz, yoldaşlar.
İşte iktidarda olan AKP yıpranmış ve
çatırdamış, sallanmaya başlamıştır.
Ve onun en Amerikancı iki müttefiki; MHP ve BDP; onlar da komik,
gülünç, acınası durumlara düşmüşlerdir.
İşte iktidarın, Tayyip kaçtıktan
sonraki Başbakan Yardımcılığını sürdüren Bülent Arınç:
“BDP ve MHP’yi takdir ediyoruz
ve
teşekkür
ediyoruz.
Muhalefet partilerimizin aklıselimi
öne çıkararak ve yatıştırıcı tavır
sergilemelerini arzu ediyoruz ve
bunun gerçekleştiğini görmekten
de mutluyuz. MHP’nin olayın başından bu yana tutumunu takdir
ediyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz. BDP’nin olayın ilk anından
itibaren takındığı tavrı takdir ediyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz.”, dedi.
Demek ki arkadaşlar açık, net bir
şekilde bu partiler Amerika’nın emri
üzerine halkın ve isyanın, direnişin
karşısında yer almışlardır.
MHP
bildiğimiz
gibi
Kontrgerilla’nın, Süper NATO’nun
özel örgütü, partisidir. Onun
Amerika’nın emri üzerine isyan karşıtı, halk karşıtı bir tavır alması son
11
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
derece doğal. Zaten bunun için yapılmıştır, üretilmiştir bu parti.
Burjuva Kürt Hareketinin temsilcisi
olan BDP de ne yazık ki onunla aynı
safta yer almıştır. Gerekçelerini görüyor musunuz arkadaşlar ne kadar hazin
ve gülünç. Bahçeli 7 Haziran 2013 tarihli Hürriyet’te diyor ki bu isyan için:
“PKK provası”.
O yüzden burada yer almayız anlamında devam ediyor.
Aynı gazetenin aynı sütununda, hemen alt tarafta HDK Eşbaşkanı Ahmet
Türk de bu isyana neden katılmadıklarını şöyle anlatıyor:
“Çözüm sürecine karşı bir oyun
seziyorum. Birileri bir taşla iki kuş
vurmaya çalıştı. Hem burada kendilerini öne çıkarmaya çalışan hem de
çözüm sürecinin işlememesi konusunda bazı oyunların olduğunu hissediyorum.”
Hangisine inanacağız?
Her ikisi de komik ve zırva. ABD
öyle emretti MHP böyle davrandı.
BDP ise bu aşamada ABD ve Tayyip’le
yürüttüğümüz süreç böyle gerektirir
diyerek isyana karşı bir tutum aldı, işin
gerçeği bu, yoldaşlar.
Özgür Gündem’de
köşe yazıları yazan Cahit
Mervan, BDP’nin yarı
resmi haber ajansı diyebileceğimiz ANF’de yayımlanan bir yazısında, 4
Haziran 2013’te; “‘Hükümet istifa’ Kürtlerin
talebi değildir.”, diyerek bunu zaten açıkça dile getirdi. Daha önce de
söylediğimiz gibi, Amerikancı Kürt Hareketi şu
anda AKP ile ittifak halinde ve ortak durumundadır.
O
yüzden
AKP’nin hırpalanması,
sarsılması onların işine
gelmez. Ortakları güçlü
olacak ki, onunla yaptıkları her mutabakat hayata
geçsin. Onların arzusu
bu, yoldaşlar. O bakımdan açıkça isyana ihanet
etmişlerdir bu partiler.
Saygı duyduğum bir
ekonomist var: Mustafa
Sönmez. Yorumlarına katıldığım, ekonomik yorumlarına katıldığım bir ekonomist. Bugüne dek bu Amerikancı
İmralı Sürecini hararetle destekliyordu.
Ekonomist olduğu için siyasi olayları
kavramakta yetersiz kalıyor ama bu
olay onun bile gözünü açtı. İşte 4 Haziran tarihli Yurt Gazetesi’ndeki yazısında Nazım’ın şu dizesi başlığı oluyor:
“Ateşi ve İhaneti Gördük”. Burada
bir; medyanın ihanetini koyuyor işliyor, iki; Kürt siyasetinin yani BDP’nin
direniş, isyan konusundaki ihanetini
ortaya koyuyor.
Demirtaş’ın şu açıklamasını aktarıyor:
“Gezi Parkı’nda yaşananları barış müzakerelerinin karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü
biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim
tabanımız ne yapacağını bilir.”
Bu sözler üzerine Mustafa Sönmez
diyor ki:
“Kürt siyaseti büyük bir hayal kırıklığı yaratırcasına bu direniş de
nereden çıktı demeye getirmektedir.”
Tabiî ne güzel AKP’yle Tayyipgiller’le, Amerika’yla, Soros’la, TÜSİAD’la, tüm Ortaçağcılarla, ne güzel biz
Yeni Sevr’e doğru Türkiye’yi götürüyorduk, Amerikancı süreci izliyorduk.
Bu direniş bizim işimizi aksattı, demeye getiriyor, Demirtaş.
CHP’nin tutumuna gelirsek: İzlediğimiz gibi, o ortaya oynadı. Birkaç
milletvekili Direniş’e geldi Genel Baş-
kanı ise göstermelik olarak uğrayıp gitti. Geçen cumartesi yani tam bir hafta
önce Kadıköy’de yapacakları mitingi
erteleyerek kitlelerini Beşiktaş’a gönderdiler ama onu da sonradan öğrendik
ki, gençlik kollarının isyanı üzerine o
kararı almışlar. Gençlik kolları ortaklaşa bir karar alarak biz Kadıköy Mitingi’ne gitmiyoruz. Bizim şu anki yerimiz, Taksim’deki direnişe, isyana destek vermektir, demişler. Yönetim bu isyan karşısında çaresiz kalarak kitlesini
oraya yönlendirmiş. Ondan sonra da
birkaç kuru söylemi dışında Kılıçdaroğlu’nun aktif bir desteğini göremedik.
Burjuva partisi AKP, iktidardaki
parti AKP ise çatırdadı.
Siyasi durum artık Gezi
Parkı öncesi ve sonrası
diye tahlil edilecektir
Demek ki bu büyük, yiğit, şanlı direniş, başkaldırı tüm burjuva partilerini
yerden yere vurdu.
Gelinen duruma baktığımızda, yoldaşlar, bundan sonra Türkiye’de artık
hiçbir şey siyasi planda eskisi gibi ol-
mayacak. Çünkü kitleler yüz binler,
milyonlar halinde ortaya çıkıverdiği
anda, hiçbir gücün karşılarında duramayacağını gördüler ve sonsuz, müthiş
bir özgüven kazandılar. Bu özgüven,
bu isyanın, direnişin halkımıza kazandırdığı en büyük getiridir, değerdir. Ve
bu asla kaybedilmez, yitirilmez. O bakımdan bundan sonra bu tür başkaldırılarla karşılaşacağız sık sık. Bu nedenden ABD uşağı satılmışların, hainlerin,
Parababalarının, TÜSİAD’cıların onların siyasi plandaki her türden temsilcilerinin ve Ortaçağcıların işleri Türkiye’de artık zor. Artık her namussuz, her
Amerikan uşağı, halkın bu direnişini
hesaba katmak durumunda kalacak.
Yoldaşlar,
Bildiğimiz gibi her yüce dava, her
kutsal dava taraftarlarından büyük fedakârlıklar ister. Şehit olmayı, acılar
çekmeyi, sakat kalmayı, zindanlarda
yatmayı ister. Ama o yüce davanın taraftarları, davalarına o denli bağlanmışlardır ki, bunlar hiç umurlarında olmaz. İşte bu kutsal isyanımızda da şehitlerimiz oldu. Şu anki şehit sayımız
üç. Ne yazık ki dört de ölümcül yaralımız var. Bu yoldaşlarımız hakkında da
ümitvar olamıyoruz. 6-7’nin üzerinde
gözünü kaybeden, gaz bombalarının
çarpması, vurması sonucu gözlerini
kaybeden yoldaşlarımız var. Kolu kırılan kadınlı erkekli yoldaşlarımız var.
Yaralanan gencecik kızcağızlarımız,
delikanlılarımız var. İsyancılarımıza
yardım için gelen ama polis tarafından
acımasızca dövülen kadın doktorlarımız var. Ama bunlara rağmen halkı-
mızda en ufak bir yılgınlık, bir korku,
bir bezginlik yok. Şu kesin ki, yüzlerce
şehit bile versek halkımızın gözünü
korkutmak mümkün değil artık. Tersine daha da öfkesi artacak, kini artacak
ve isyanın çapı daha da büyüyecektir.
Tayyipgiller de bunu kavradı geri adım
atışlarının, yüz geri oluşlarının sebebi
bu.
Gerçek anlamda devrimci olmayan
siyasetler yani burjuva, küçükburjuva
siyasetleri insanı acımasızlaştırır, gaddarlaştırır, vicdansızlaştırır. Yani bir
anlamda insanlığından çıkarır. Şu yönüyle ki, insan sadece siyasi odağına
kilitlendi mi, onun dışındaki tüm değerler gözünde silinir, önemsizleşir.
Varlığını ve değerini kaybeder, görünmez olur. O yüzden insan, siyasi amacının dışında hiçbir şeye değer vermez
olur. İşte bu ahlâkî ve insanî erozyona,
tahribata bütün burjuva partileri uğramıştır, arkadaşlar. Bu eylem bir de bunu ortaya çıkardı. Tayyipgiller’in, her
türden sözcüsünün isyana ve isyancılara karşı tutumu, polisin tutumu ve isyancılar karşısında MHP’nin ve
BDP’nin aldığı tutum, onların gerçekten de siyasi mücadelenin esiri olduklarını ve o yüzden insanî, ahlâkî, vicdanî değerlerini kaybettiklerini ortaya çıkardı.
İnsana, doğaya, hayvana
değer vermeyen her sistem
çökmeye mahkûmdur
Her mücadele böyledir. İşte o yüzden insanın, insanlığını korumak için
olağanüstü çaba göstermesi gerekir her
an. Bunu dünyada başarabilmiş siyasetler hep gerçek anlamda MarksistLeninist siyasetlerdir, yoldaşlar.
Kim başarmıştır?
Che, Fidel ve onların Küba’sı başarmıştır. O yüzden
halkla hep iç içe olmuşlardır.
Halkın asla dışına çıkmamışlardır. Asla hiçbir ayrıcalık talep
etmemişlerdir. Ve halkla mahallelerinde bir komşu gibi içli dışlı yaşamışlardır. Sadece davranış planında değil, ekonomik
planda da yani yaşam standartları, maddi gelir düzeyleri de
ortalama Küba Halkıyla aynı
olmuştur. O yüzden hep insan
kalmışlardır. Tersine bu mücadele onların insanî, ahlâkî, vicdanî yönlerini daha da güçlendirmiş ve zenginleştirmiştir.
Zaten Marksizmin-Leninizm’in
amacı da budur. Yani insanı
hayvanlık konağından kurtarıp
gerçek bir insancıl düzene kavuşturmak, insancıl bir toplumu
yaratmak, insancıl bir dünyayı
kurmak. İşte bu amacımızı hiç
gözden uzak tutmadığımız için ve her
şeyin insan, hayvan, bitki, doğa ve bu
dünyamız için olduğunu bilmemizden
dolayı bütün mücadelelerde, bütün
kavgalarda hep insanlığımızı, vicdanımızı, acıma duygumuzu, empati yetimizi korumuşuzdur, yoldaşlar biz de.
Hz. Muhammed ne diyordu: “Yeryüzünde ayağı ile debelenen, kanadıyla uçan bütün yaratıklar, tıpkı sizin gibi bir ümmettirler. Yani sizinle
eşittirler ve yarın Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.”
Eşitliyor yani hayvanları, doğayı,
toplumu. Eşitliyordu ve hiç haksızlık
yapmayacaksınız, diyordu. Marksizm
de aynı şeyi söylüyor, arkadaşlar.
Ve biz Halkın Kurtuluş Partisi de
Programımızda buna genişçe yer verdik, yoldaşlar.
Sosyalist Kamp neden çöktü, dedik?
Acımasızlıktan, sevgisizlikten, gaddarlıktan, nobranlıktan çöktü, dedik.
Öyleyse bu dersi çıkarıp, Marks’ın,
Engels’in, Lenin’in, Kıvılcımlı’nın,
Hz. Muhammed’in ve büyük devrimci
önderlerin öğütlerini hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Her şey gerçek
anlamda insanî bir toplum kurmak
içindir. Ama şu anda yaşadığımız dünya hayvancıl konaktan kurtulmuş değil. Ve biz insanlar da o konağın içerisindeyiz. İşte bu konaktan insanı çıkartmak istiyoruz. Bunu her an aklımızda tuttuğumuz için bu mücadele de
bizi hep geliştirdi, güçlendirdi, insanî
yönümüzü yüceltti, işledi, zenginleştirdi.
İsyanımıza gelirsek, yoldaşlar:
Başta da söylediğim gibi, biz zaten
şu anda kazanmış durumdayız. Tayyipgiller açıkça yaptıklarından yüz geri ettiler. Bakmayın Tayyip’in öyle söylenmesine, hâlâ yükseklerden uçmasına.
O da artık pişman oldu yaptığına. Ama
bunlar tabiî zalimlikten asla geri durmazlar.
İşte çok daha büyük doğaya yönelik
bir katliamı öngören bir yasayı Meclise getirmişlerdi ve bu isyan günlerinde
Mecliste görüşülecekti, karara bağlanılacaktı, yoldaşlar. Bu da Türkiye’nin
bütün SİT alanlarının ve ormanlarının
yapılaşmaya, yağmalamaya açılmasına
karar verecek olan, izin verecek olan
bir yasaydı. Ama isyanın gücünden
korkarak onu şu anda geriye çektiler.
Ama daha başka katliamları da var. İşte 3’üncü Boğaz Köprüsü, diyorlar. 2
milyon ağacı katledecekler orada. Yani
Beykoz ve Belgrat Ormanlarının, yeşil
alanının kökünü kazıyacaklar. Yani İstanbul’u oksijensiz bırakacaklar. Çılgın
proje Kanal İstanbul, diyor. İstanbul’a
bir on milyon daha nüfusun çekilmesi
demek bu, arkadaşlar. Yeni bir İstanbul’un daha eklenmesi demek. Oraların da taşlaşması demek. Yapılması gereken bunun tam tersi. İstanbul’un soğutulması, küçültülmesi, köylerin, kasabaların şehir düzeyine getirilerek, insanların orada da şehirdeki tüm imkanlara kavuşarak yaşamalarının sağlanması; insanî toplum ve yerleşim bunu
emreder, arkadaşlar.
Gezi Parkı’ndaki 606 ağacı kurtardık ama bunların daha milyonlarca
ağaç katliamı yapmak önlerindeki hedeflerinden. Onları da kurtarmamız gerekir ve o bakımdan mücadeleyi bu dirençle, bu isyandan aldığımız heyecanla, moralle, güçle; daha atak, daha
enerjik bir şekilde aralıksız sürdürmemiz gerekir.
Unutmayalım ki: Örgütlü Halk Yenilmez!Sonunda kazanan mutlaka
biz olacağız!
Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın
Değerlendirilmesi
-III-
N
(24 Haziran 2013)
asıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuz, bu son yiğitçe
yürüttüğümüz Şanlı Gezi
Parkı Direnişi’mizle bir kez daha netçe görülmüştür. Tabiî gerçeği görmek
isteyen herkes tarafından... Gezi Parkı’nın son dağıtılması-boşaltılması ve
polis tarafından işgaliyle sonuçlanan
saldırı, Tayyipgiller’in ve onların şefi
Tayyip’in, devrimcilere karşı nasıl
azgın, engellenemez bir kin ve nefretle dolu olduğunu açığa çıkarmıştır.
Çünkü Taksim Dayanışması, zaten
bir gün sonra yani pazar günü Direnişi sonlandıracağını ve Parkı boşaltacağını, çünkü Park’ın park olarak kalmasının kazanılmış olduğunu açıklamıştı. Ama Tayyip bir gün önce o anlaşmayı platform sözcüleriyle, Taksim Dayanışması Platformu sözcüleriyle yapmış olmasına rağmen, bir
gün sonra bunu hazmedemedi. Ve saldırarak Direnişçileri ezmeyi, gazlamayı, coplatmayı ve dağıtmayı uygun
buldu, arkadaşlar.
Bunlar sınıf yapıları gereği böyle
davranırlar. Başka türlü davranmak
onların elinden gelmez; çünkü bunlar
ilk yetiştikleri andan itibaren devrimcilere karşı böyle bir kin ve nefretle
doldurulmuşlardır ve doktrine edilmişlerdir. Bunlar, hep söylediğimiz
gibi, altı bin yıldan bu yana bu topraklarda, Mezopotamya’da, egemen
olan asalak, zalim, insan düşmanı,
vurguncu, sömürgen Tefeci-Bezirgân
Sermayenin siyasi plandaki temsilcileridir. Tabiî şu anda önemli kesimi
Finans-Kapitalistleşmiştir artık. Artık
hayâsızca vurgunlarla, soygunlarla
Finans-Kapital aşamasına ulaşmışlardır.
Tayyipgiller azgın bir
öfkeyle halkımıza karşı
Haçlı Seferleri açmışlardır
Tayyipgiller’i böyle davranmaya
iten, sınıf yapılarından kaynaklanan
doğalarıdır, karakteristikleridir. Tarihsel gelişimleri içerisinde, o gelişim
süreci içerisinde Önderimiz Kıvılcımlı Usta yarım yüzyıldan önce
eserlerinde bu özelliklerini açığa çıkarmıştır. Ve en son biz, bunların yapılarını “Tayyipgiller Kökeni ve Sınıf Yapısı” adlı eserlerimizde açıkça
ortaya koyduk. Bundan bir paragraf
aktarmak istersek, yoldaşlar… Önderimiz, Usta’mız Kıvılcımlı 1969 yılında yayınlanan bir makalesinde bakın bunları nasıl tanımlıyor:
“Türkiye’de “kozmopolit” olma
bakımından Finans-Kapitale tıpatıp uygun ve çarkla dişli gibi içiçe
gelen tek bilinçli ve kasıtlı sosyal sınıf Tefeci-Bezirgân Sınıfıdır. Çünkü bu sınıf oldu olasıya modern
“MİLLET” karakterini bilmemiş
ve tanımamıştır. İlk Mekke ve Medine kentlerinden beri Antika Toplumun kutsal “ÜMMET” düzeyini
yaşamaktadır. Ümmetçiliği aşamadığı için, kendiliğinden “VATASIZ” ve “MİLLETSİZ” olan Tefe-
ci-Bezirgan Sınıfı, ister istemez
1300 yıllık Hilafet ve Saltanat düşkünlüğüne bağlıdır. Saltanatı kendi
toprağının devletçiliğinde bulamadığı gün, Finans-Kapitalin uluslararası yapısına giren yerli şubesini
başına taç etmekte sakınca bulmaz.
O zaman gözünü kırpmaksızın bütün kasaba eşraf ve agavatını Türkiye devrimci güçlerine karşı, Saint-Barthélemy Katliamlarına taş
çıkartan, kana susamış eğilimiyle
Haçlılar Seferi açmış durumda buluruz.” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye
Sınıflar ve Politika, Derleniş yayınları, s. 19-20)
Evet yoldaşlar, işte Tayyipgiller,
25 gündür devrimcilere, demokratlara kana susamış azgın bir öfkeyle
Haçlılar Seferi açmış durumdadır.
Ve o azgınlıklarını belirten değişik
söylemleri olmuştur Tayyip’in daha
önceden.
Ne demişti?
“Kindar ve dindar yeni nesil yetiştireceğiz.”, demişti. Kininin davasını sürdürecek bir nesil istiyorum,
demişti.
Kini kime karşı?
Biz devrimcilere ve Birinci Kuvayimilliyecilere, Birinci Milli Kurtuluşun Lideri Mustafa Kemal’e, laik düzeni savunanlara ve Birinci Milli
Kurtuluş’un değerlerini yani yurtseverliği, tam bağımsızlığı, antiemperyalistliği savunanlara. Kini bunlaradır.
İşte o yüzden, 25 gündür de genç,
yaşlı, çoluk çocuk, kuş, sokak hayvanı var demeden, durup dinlenmeden
biber gazıyla gazlatıyor parkları, sokakları, caddeleri, alanları, evleri,
otelleri, hastaneleri, camileri. Kimyasal yakıcılar karıştırılmış tazyikli sularla dağlatıyor canlıların bedenlerini.
Ve eğitim sürecinde (aynı kendisi gibi) biz devrimcilere ve demokratlara,
laiklere karşı kin ve nefretle doldurdukları polisleri coplarla, TOMA’larla, zırhlı araçlarla, Akreplerle donattıkları bu polisleri saldırtıyor, biz namuslu yurtsever, aydın, demokrat,
devrimci güçlere karşı.
15 Haziran’daki o son saldırıda,
bebek arabalarındaki bebekler vardı
saldırıya uğrayan kurbanlar arasında.
3-4 yaşında küçücük çocuklar vardı
annelerinin ve babalarının yanında.
Ve bir kısmı hatırlarsınız; o saldırı
sonrası anne babalarını kaybettiler o
saldırının azgınlığı, acımasızlığının
yarattığı kargaşa hatta cehennem ortamında. Ve Tayyip, Tayyipgiller zerrece üzüntü duymadılar bundan. Çünkü bunlar tarihteki Muaviye’nin, Yezid’in devamcısıdır.
Saldırı sonrası yaşanan
trajedi Tayyipgiller’in
umurunda olmamıştır
Hatırlayacağımız gibi, üç isyancı
yoldaşımız (Abdullah Cömert,
Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük) şehit düştüler bu mücadelede.
12
Yoldaşlar:
Bir de Ankara Kızılay’daki bir dersane çalışanı işçi kardeşimiz günlerce
üst üste aşırı miktarda gaza maruz kalmasından dolayı kalbi durarak hayatını
kaybetti. Kızılay gibi bir yerde olmasına rağmen yere düşüp bayıldıktan sonra polisin ablukasından dolayı ancak
25 dakika sonra ambülans gelebildi bulunduğu yere. Belki hemen hastaneye
taşınabilseydi, yaşıyor olacaktı şu an.
Bu şehit kardeşimizin de adı İrfan Tuna’dır.
Bir de polis hayatını kaybetmiştir,
yüksekten beton zemine düşmesi sonucunda. Ailesi; “Biz oğlumuzu Gezi Direnişi’ne şehit verdik.” diye açıklamada bulunmuştur. Anlaşılmaktadır ki, bu
halk çocuğu genç de Parababalarının
yarattığı işsizlik ve geçim derdi yüzünden o mesleğe girmiş ve o görevde istemeden de olsa bulunmuştur. Bu sebepten o genç de (Mustafa Sarı da) şehitlerimizdendir.
Yine hatırlanacağı gibi, “TTB, Gezi Parkı’nda başlayan olaylarda biber gazı, plastik mermi ve darp sonucu 4 kişinin öldüğünü, 4 kişinin
hayati tehlikesinin sürdüğünü, 60’ı
ağır 7832 kişinin de yaralandığını
bildirdi.” Demek istediğimiz ne yazık
ki, daha başka şehitlerimiz de olacak
gibi görünüyor, yoldaşlar.
11 yoldaşımız da gaz bombalarının
yüzlerinde patlaması sonucu birer gözlerini kaybetti. Yani daha bir hayli engelli yoldaşlarımız da olacak gibi görünüyor.
Bunlar İsyanımızın insan kayıplarıdır. Binlerce kuş ve kedi, köpek gibi
sokak hayvanı da biber gazının boğması sonucu hayatlarını yitirmişlerdir.
Ve binlerce, hatta on binlerce gencimizin, yaşlımızın bu saldırılar karşısında ruh sağlığı bozulmuştur.
Dikkat edersek yoldaşlar, Tayyip ve
şürekasının yaşanan bu trajedi hiç
umurunda olmamıştır. Onlar zerrece
duygulanmamış, üzülmemişlerdir. Hep
söylüyoruz ya onlarda insani bir şey
aramayacaksınız çünkü yoktur, diye…
Tayyip, bakanları, valileri neyin
derdindeler? Neyin sözünü ediyorlar
durmadan?
Maddi kayıpların değil mi?..
Ne diyor şef Tayyip: Bu çapulcular
şu kadar polis arabasını, bilmem şu kadar şunu bunu yaktı, kırdı, döktü, diyor. Sokakları yazılarıyla kirletti, diyor, değil mi?
Evet yoldaşlar, bunlar bu işte…
Kendi ihanetleri ve satılmışlıkları
yüzünden Hatay Reyhanlı’da 53 insanımız, bunların besleyip kolladığı çakalların, canilerin bombalı saldırıları
sonucunda hayatını yitirdiğinde de
Tayyipgiller’in kılı kıpırdamamıştı.
Uludere-Roboski’de geçim derdindeki 34 insanımız, sefer başı 50 TL için
kaçak dönüşü, ABD’nin bile bile, kasıtlı olarak verdiği yanlış istihbarat sonucunda, son vurun emrini Tayyip’in
ve onun tombalak paşası Özel ve Güzel
Paşanın verdiği katliam neticesinde hayatını yitirdiğinde de bunların hiç umurunda olmamıştı.
Evet bunlar böyle…
Yaptıkları tüm bu işler de çok açık
bir şekilde tekrar tekrar göstermektedir
ki, bunlarda onur, gurur, halklarımıza
karşı herhangi bir sorumluluk duygusu
yoktur.
Hayvanların bile onuru, gururu, sorumluluk duygusu vardır. Onları kaybetmemek için hayatlarını verirler.
Çok sevdiğim sosyalist yazar Jack
London “Vahşetin Çağrısı”nda kızak
köpeklerinin gururu olduğundan söz
eder. Hastalanan, sakatlanan, yorgun
ve bitap düşen yaşlı köpeklerin kızaktaki yerinden çıkarılıp kızağı tek başına
yan taraftan, yük taşımaksızın takip etmesi istendiğinde, bunu asla kabul etmediklerini ve ısrarla kızaktaki yerlerine gelip durduklarını anlatır. Ayakta
duramayıp düşünceye ve diğer köpeklerin kendisini koşumlarından asılarak
sürümek zorunda kalacakları hale ge-
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
linceye kadar kızaktaki yerlerini koruduklarını anlatır.
Tabiî ondan sonra da kızak sahibinin o köpeği kızaktan birkaç yüz metre
ileriye omzunda taşıdıktan sonra ensesinden bir kurşun sıkarak acılarına son
vermek için uyuttuğunu anlatır. Ve diğer köpeklerin de gözleriyle görmemiş
olsalar da duydukları bu silah sesinin
ne anlama geldiğini bildiklerini anlatır.
İşte bunlarda yani Tayyipgiller’de
bu hayvancıklarda bulunan onur, gurur
ve sadakatin-bağlılığın zerresi bile bulunmaz, yoldaşlar.
Çok kan içtiler, çok can yaktılar,
halklarımıza çok acılar çektirdiler. Artık insanca yaşabilmeleri ve ölebilmeleri olası değil bunların. Yaptıkları ihanetin ve caniliğin hesabını verecekler.
Vurgunlarının ve soygunlarının hesabını verecekler. Muhakkak verecekler…
Taksim Direnişi’nin
kahramanları temiz ve
sevgi dolu yürekten başka
silahları olmayanlardır
İslamiyet’in iki yönü vardır bildiğimiz gibi, bir; vicdan yönü, iki; afyon
yönü. Muaviye ve Yezid’de vicdan yönü yoktur, sadece afyon yönü vardır.
Vurgun, sömürü, insanları Allah ile aldatarak, kandırmak ve dolandırmak
vardır. Yoksa Hz. Muhammed’in ve
Dört Halife’nin savunduğu insancıl
yön yani Cenneti bu dünyada kurmayı
amaçlayan yön bunlarda yoktur. Bunlar dikkat ettiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in damadı ve en yakın yoldaşı Hz.
Ali’yi seçim dalavereleriyle kandırarak
Halifelikten uzaklaştırmışlardır. Onun
soyunu Kerbela’da acımadan katletmişlerdir.
Ne adına?
Din adına.
Oysa Hz. Muhammed’in “Konuşan Kur’an” dediği Hz. Ali’nin soyudur bunlar. Ve Hz. Muhammed’in hayatta en çok sevdiği insan olan Hz. Hüseyin ve yoldaşlarıdır orada katliama
uğrayan. Ama bunlar öylesine düzenbaz, alçak, madrabaz, yalancı, vicdansız, namussuz, insani değerlerden uzak
ki, o 72 masum insanı “dini savunuyoruz” maskesi altında canavarca katletmişlerdir.
İşte Tayyipgiller de aynen bunların
ruhiyatını ve kişiliğini taşımaktadırlar.
O yüzden Tayyip ne diyor, bugünkü
Polis Akademisi mezunlarının töreninin yapıldığı yerdeki konuşmasında?
“Polisimiz Taksim’de bir kahramanlık destanı yazmıştır.” diyor.
Buna sanırız oradaki polisler de dâhil olmak üzere hiç kimse inanmaz.
Çünkü Taksim Gezi Parkı Direnişi’nin
yiğit kişileri kimlerdi yoldaşlar?
Göğüslerindeki temiz inançtan, sevgi dolu yürekten başka hiçbir silahları
olmayan tertemiz insanlardı.
Sen onlara karşı zırhlı TOMA’larla,
zırhlı Akreplerle, insanın soluğunu kesici ve gözlerini kör edici biber gazıyla, tazyikli sularla, coplarla saldır; bu
insanları ez, ondan sonra da bunun adı
kahramanlık olsun. Gülerler buna be,
yüzüne tükürürler namuslu insanlar!..
Ama bunlar böyle işte. Gerçekleri
ters yüz etmekte bunların üzerine yoktur.
İnternet sitelerini gezerseniz; Tayyip’in yalanlarını içeren videolarla karşılaşırsınız. Eski yalanlarını içeren videolar, bir de son Gezi Parkı Direnişi
sürecinde söylediği yalanları içeren videolar... İnsan bunları izleyince bu ne
yahu, diyor. Yani bu ne?.. İnsan mı,
hayvan mı, bitki mi, nedir bu yaratık?
Nedir bu canlı? diye soruyor kendi
kendine. İnsan bu kadar yalanı, bu kadar kısa süre içinde ve bu kadar rahatlıkla nasıl söyleyebiliyor, diye neredeyse insan olduğundan utanası geliyor. Hani ünlü Alman düşünürü Nietzsche der ya “Böyle Buyurdu
Zerdüşt”ünde böyle insanlar için:
“Keşke hiç dünyaya gelmeselerdi”
diye. İşte Tayyipgiller de bu kategoriye
giren canlı türünden.
Tayyipgiller’in doğaya
saldırıları devam ediyor
Tayyip, yine o Polis Akademisi
mezunları töreninde yaptığı konuşmada, bir saldırılarının daha haberini verdi. Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu
Tersane-i Amire denen ve o yıllardan
beri sürekli çalışan ve gemiler üreten
tersaneyi de kapatarak tüm Haliç’in o
bölgesini satışa çıkaracaklarını duyurdu. “Haliç Gold” adını verdiklerini
açıkladı bu projeye. Ve ihalesini de 2
Temmuz’da yapacağız bunun, dedi. Ve
oraya neler yapılacağını da söyledi.
Çok yıldızlı oteller, alışveriş merkezleri, camiler yapacağız oraya, diyor.
Yani bunlar ihanetlerini yaparken
dikkat edersek bir de yanına camiyi,
Kur’an kursunu, din derslerini, kadının
başörtüsünü sıkıştırırlar. Böylece insanları daha kolay kandırabileceklerini
bilirler çünkü. Cahil, günlük geçiminin
derdindeki insanları da ne yazık ki bu
yalanlarıyla, böyle düzenbazlıklarıyla
kolayca kandırabilmektedirler.
Bunların vurgunu, bildiğimiz gibi,
Beykoz
taraflarında
acımasızca
sürmekte. Her gün onlarca, belki yüzlerce ağaç orada katledilmekte 3.
Köprü yapıyoruz, diye. Ve giderek, daha önce de söylediğimiz gibi,
Beykoz’un ve karşısındaki, karşı
yakadaki (Avrupa Yakası’ndaki) Belgrat Ormanları’nın tümüyle kökünün
kazınmasıyla sonuçlanacak onların bu
Yukarıda sözünü ettiğimiz videosuna gelirsek: Orada Ethem Sancak,
kendisi gibi bir yığın satılmışın yer
aldığı bir toplantıda, toplantının esas
oğlanı Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanı Mehdi Eker’e “Tarımı modernleştiremezsek bir köylü toplumu
olmaktan kurtulamayız. Mümkün
değil. (…) Bu tarımın köylünün elinden alınması gerekiyor. Sayın
bakanımla zaten o noktada bir araya
geldik. Ve o günden bugüne ben bu
bakana aşık oldum.” diyor. Demek ki
aşkının sebebi, tarımın köylünün elinden alınmasıymış. Tarımın modernleşmesi için tarımın köylünün elinden
alınması zorunluymuş.
Tarımı köylünün elinden alınca
köylü ne olacak?
Tabiî Parababalarının tarım tekellerinin ırgatı. Tabiî o da köylünün çok
az bir kısmını oluşturacak.
Geriye kalanı?..
Ne olursa olsun, nereye giderse
gitsin, ister ölsün, ister kalsın onların
umurunda değil…
Bu hain konuşmasının ilerleyen
saldırısı. Ona karşı da mücadele etmek
gerekir aslında. Yani İstanbul’un akciğerlerini ortadan kaldıracaklar, oksijensiz bırakacaklar İstanbul’u.
Ve aynı saldırı şu anda tüm
Türkiye’de, bunlardan bir örnek olarak
Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nde
sürmekte. Oranın da bir bölümünü
Amerika Büyükelçiliğine verdiler.
Amerika Büyükelçiliği mevcut yerinde
güvende değilmiş, güvenli bir bölgeye
bölümünde Mehdi Eker’in başında bulunduğu bakanlığın yüz yıllardan bu
yana kamuya, dolayısıyla da köylüye
ait olan, daha doğrusu kullanımı
köylüye ait olan meraların, köylünün
elinden alındığına dair bir kanunun
sessizce çıkarıldığından söz ediyor.
Görelim:
“Çok şükür Tarım Bakanımız geçen ay çok büyük bir devrim gerçekleştirdi. Bence sessiz bir devrim. Ve
merayı çitlenebilir hale getiren kanunu çıkarttılar. Bunu nasıl başardılar bilmiyorum ama anayasal bir sorundu. Ama yaptılar bunu sonuçta.
Şimdi ben çok umutluyum. Bu kanun çıktıktan sonra petrolden de daha önemli zenginliğimiz olan meralarımız el birliğiyle işleriz. Bunları
servete dönüştürürüz. Sayın Bakan’a bir tarım gönüllüsü olarak
şükran borçluyum.”
Bu alçak vurguncu, kıyıları ve ormanları, meraları yağmalayanların
kendileri gibi bezirgan, burjuva partilerin yönetici ve yandaşlarından oluşan
kişiler olduğunu bilmezden geliyor.
Onların kullanımının köylüye, halka
ait olmakla birlikte, korunmasının devletin silahlı güçlerinin, yasalarının,
mahkemelerinin, idari amirlerinin sorumluluğunda olduğunu yine görmezden, bilmezden geliyor.
Bu meraların tamamını ben ve benim gibi Parababaları alsın mülkiyetine
geçirsin, biz orada modern tarım yapalım. Devlet de köylünün buna
başkaldırısına izin vermesin, diyor.
Düşünebiliyor musunuz alçaktaki
vicdansızlığın boyutunu?
Köylümüz artık bırakalım sürüsünü
birkaç koyun keçi ya da ineğini bile
köyün yanıbaşındaki merada otlatamayacak. Böylece de hayvansız,
dolayısıyla hayvancıl besinden yoksun
kalacak. Kendileriyse milyarlar vuracaklar. Milyar dolarlarına yeni milyar
dolarlar ekleyecekler. İşte bu ihanetin
ve halk düşmanlığının yasasını çıkarmışlar. Bakalım ne zaman uygulamaya
yeltenecekler bu yasayı…
Köylümüz tabiî ki buna boyun
eğmeyecek. İsyan edecek.
Bunlar, Kuvayımilliye yadigarı kamu mallarını sattılar. 2B dediler ormanların bir bölümünü satıyorlar. Limanları, havaalanlarını, köprüleri, yolları, şehirlerimizin semtlerini satıyorlar. Kentsel dönüşüm adını koydular,
tüm şehirlerimizdeki halkımızın ellerinden evlerini alıyorlar. Anlaşılıyor
ki, gözleri doymak bilmiyor bir türlü.
Şimdi de köylümüzün meralarına göz
Ethem Sancak
taşınması gerekiyormuş. Efendisi Obama öyle emir verdi, o da derhal, emrin
olur, dedi ve Orman Çiftliği’nin bir
bölümünü Amerikalıların emrine verdi.
Bir bölümüne ise Başbakanlık binası
yapılacak, biliyorsunuz. Yani kerte
kerte Ankara’nın o güzelim yeşil
alanını da ortadan kaldıracaklar.
Şu anda internet ortamında Kızıl
Hacker’ların ortaya çıkardıkları bir
ihanetin daha sesli videosu dolaşmakta. Ethem Sancak diye bir vurguncu
var. Türkiye’nin sayılı Parababalarından. Star TV ve TV 24’ün de eski
sahibi.
O, bir röportajında da diyor ki:
“Sadece başbakanı yani Tayyip’i ve
hükümetini savunmak için o televizyonları aldım ve onlar görevlerini
yaptılar ve ondan sonra da sattım.
Şimdi başka yerlerde paramı değerlendiriyorum.”
Yani bu da medyanın nasıl tamamen (bu sadece bir örnek diğerleri de
aynı)
Parababaları
tarafından
Tayyipgiller’in emrine sunulduğunu
gösteriyor. Yani görevi halkımıza
haber
vermek,
halkımızı
bilgilendirmek falan değil. Halkımızı
kandırmak, yalanlarla dolanlarla
halkımızı
kandırarak,
aldatarak
Tayyipgiller’in peşine takılmasını
sağlamak. Medya kapitalizmin tekelci
aşamaya geçmesiyle birlikte haber
aracı olmaktan falan çoktan çıktı.
Parababalarının emrindeki bir uyutma
ve aldatma, kandırma aracına dönüştü.
dikmişler. Onları vuracaklar.
Hep diyoruz ya bunlar Firavun
soyu, Nemrut soyu diye. Dünyayı yutsalar bunların gözü yine doymaz. O nedenle de bunların sonu Firavunların
sonu gibi olacak. Firavunların lanetiyle
lanetlenmiştir bunlar. Hiç tereddütümüz olmasın bundan…
Enteresandır yoldaşlar, Bu Ethem
Sancak da eski PDA döneğidir. Doğu
Perinçek’in yakınında yıllarca bulunmuş kişilerdendir. TİKP’in de uzun yıllar finansörlüğünü yapmıştır. Bu konuda Gün Zileli anılarının “Havariler”
adlı kitabında ayrıntılıca bilgi verir.
Yine enteresandır yoldaşlar, böylesi
en hayasız dönekler büyük çoğunluğu
itibariyle PDA-Doğu Perinçek avenesinden çıkmaktadır. Bu, Cengiz Çandar, Gülay Göktürk, Şahin Alpay, Halil
Berktay, Hadi Uluengin, Bilderberg’in
bu yılki seçilmişlerinden Nuri Çolakoğlu ve de Taksim Gezi Direnişçilerini “darbeciler” diye suçlayan
satılmış eski Taraf Gazetesi, şimdi ise
T24 yazarlarından olan Alper Görmüş,
yine CIA’nın sesi Taraf Gazetesi’nin
bir dönem Genel Yayın Yönetmenliğini de yapmış olan Oral Çalışlar vb.
vb…
Tayyipgiller’in ve benzerlerinin
sahibi Amerikan Emperyalistleridir.
Tayyipgiller durup dururken ortaya
çıkmadılar. 1950’den bu yana ABD’nin
“Yeşil
Kuşak
Projesi”
çerçevesinde yaptığı uygulamalarının
ürünü bunlar, çalışmaların ürünü. Ve
ABD bunları boşuna bu hale getirmedi,
kaşımadı. Bunlar vatansız ve milletsiz
oldukları için bunların tapındıkları,
inandıkları tek tanrı Para Tanrısı
olduğu için bunlar her türlü ihaneti gözlerini kırpmadan yaparlar. Her türlü
işkenceye tereddüt etmeden girişirler.
Ve halka karşı en acımasız zulümleri,
katliamları duraksamadan uygularlar.
İşte AB-D Emperyalistlerine böyle iktidarlar, böyle liderler gereklidir. Ve
bunlarla çalışmayı çok severler. Yoksa
Yurtsever, Antiemperyalist bir lideri
tercih ederler mi?
Nefret ederler onlardan. Onların iktidardan uzak düşürülmesi için ve iktidara getirilmemesi için her türlü çalışmayı yapar, önlemi alırlar.
Yoldaşlarımız hatırlarlar, namuslu,
sosyalist aydın Henri Alleg “Büyük
Geri Sıçrama” adlı eserinde anlatır:
Sovyetler’in ve Sosyalist Kamp’ın yıkılmasının son günlerinde, CIA ajanları rapor veriyorlar merkeze. Boris Yeltsin için diyorlar ki; yalancı, vurguncu,
hırsız ve ayyaş. CIA ve Pentagon değerlendiriyor bu raporu ve böylesi bizim için çok uygun, diyorlar. Asıl böyle adamlar çok gönüllü olarak, bize
hiçbir sorun çıkarmadan hizmet edebilirler. Onların ahlâksızlıkları bizim için
iyidir, diyorlar. Yeltsin örneğinde de
açıkça görüldüğü gibi, bizim gibi ülkelerde de aynı ölçütü kullanır ABD. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerdeki bütün
iktidarlar da aynı kategoriye girer.
Amerika böylelerini iktidar yapar ve
halkların başına bela eder.
Yine hatırlarsınız; bundan iki ay kadar önce Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Avusturyalı parlamenter Hannes Swoboda Tayyip’i
savunmuştu değil mi? Kılıçdaroğlu onlara yaltaklanmak için Tayyip ile
Beşşar Esad’ı aynı kefeye koymuştu ve
bunun üzerine de Kılıçdaroğlu’yla
görüşmeyi kabul etmemişti Swoboda.
Nasıl kıyaslarsın Tayyip’i Beşşar
Esad’la, bizim için Tayyip Erdoğan
çok değerlidir, demişti. Onlar da bilirler aslında Tayyipgiller’in bu kalitede,
daha doğrusu bu sefalet içerisinde
olduklarını ama onlara böylesi yarar. O
bakımdan bunları iktidara getirirler.
Şimdi ABD Dışişleri Bakanlığı,
hatta Beyaz Saray Sözcüsü ve Avrupa
Birliği’nin bazı yetkilileri, Tayyip’in
bu son Direniş’imiz karşısında yaptığı
insanlık dışı acımasız saldırı ve zulmünü lafta onaylamaz göründüler.
Ama içtenlikli bir açıklama değil. O
sadece kendi haklarını uyutmak için
yaptıkları bir şey; yoksa içtenlikle
13
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Tayyip’in bu uygulamalarına karşı
çıkıyor değil onlar. Zaten Tayyip’in bu
kişiliğini adları gibi biliyorlar. Kendi
halklarını kandırmak için böyle
konuşuyorlar. Çünkü böylesine bir zulmün savunulur tarafı olamaz.
Yoldaşlar, bütün saldırılara ve zalimliklere rağmen Direniş’imiz, gerilemiş olmakla birlikte hâlâ sürüyor.
Daha önce de söylediğimiz gibi,
Tayyipgiller’in iktidarını ilk kez
hezimete uğrattık ve onları yüz geri ettik, Taksim Gezi Parkı alanını
kazandık. Oraya, artık şöyle ya da
böyle bir bahane bularak, saldırmaya
cesaret edemeyecekler. Orası park
olarak kalacak.
günlerde, aylarda, yıllarda böylesi
isyanlarla karşılaşacağız.
Burada yoldaşlar, Yeni Sahte
TKP’nin (ben ihanet olarak değerlendiriyorum bunu) ihanetini de konu
etmemiz gerekir.
Ne diyor bunlar geçen gün yaptık-
ihanetidir. Biz Gezi Parkı’nın
statüsünü asla tartışmayız; Gezi Parkı
ebediyen Gezi Parkı olarak kalacaktır.
Bunu tartışmaya açmayız biz, bunun
oylaması olamaz!
Burada ihanetin diğer bir boyutu
daha var: Bunlarla bir seçim yarışına
İnsanları, hayvanları,
bitkileri, doğayı bir bütün
olarak korumak gerekir
Direniş’imiz, dünya
halklarına ilham verdi,
umut oldu
Bizim bu Şanlı Direniş’imiz sadece
ülke içerisinde değil, bütün dünyada
gerekli yansıyı buldu. Çok önemli yansımalar aldı.
Brezilya’da direniyor insanlar zamlara karşı ve ne diyorlar?
“Burası Türkiye”,
diyorlar,
“Burası Taksim”, diyorlar ve bazı
direnişçiler sırtlarında Türk bayrağı
taşıyorlar. Ayrıca da dünyanın dört bir
tarafında Direniş’imize destek eylemleri yapılıyor, yine aynı sloganlar
atılıyor. Demek ki bu isyanımız çok
büyük, dünya çapında bir eylemlerdir
ve Devrim Tarihimizde önemli bir
basamak olarak altın harflerle yazılacak ve yerini alacaktır. Ve bundan hep
hız alacağız biz. Zaten halkımız
gücünü gördü bir defa. Sonsuz bir
özgüven kazandı ve bu özgüveni hiçbir
saldırı artık bozamaz, sarsamaz.
Halkımız, daha önce de söylediğimiz
gibi, bu isyanları hep yapacaktır yeni
zulüm
saldırıları
karşısında.
Önümüzdeki süreçlerde, önümüzdeki
1
ları bir açıklamada?
Tayyip’in Gezi Parkı için plebisit
önerisine; hodri meydan, biz varız, diyorlar. Biz şaşırdık böyle bir açıklamayı
görünce ve dedik ki, bu, Yeni Sahte
TKP’nin yıllardır 1 Mayıs’larda yaptığı ihanetlerin bir devamı ve yenisidir.
Hatırlanacağı gibi, Taksim 1 Mayıs
Alanı’nın kazanılması için verilen
savaşta yer almadığı gibi, tersine her
yıl bunun benzeri bir ihanette bulunuyor Sahte TKP. 1 Mayıs’tan aylar önce
açıklamalar yaparak başka alanlarda,
başka yerlerde de 1 Mayıs’ın kutlanılabileceğini söylüyor. Çağlayan’a miting
başvurusu yaptılar bazı yıllar. Nitekim
bu yıl da Kadıköy’e gitti. Daha önceden, Taksim’in 1 Mayıs için ne denli
hayati öneme sahip olduğunu açıklamıştık. 1 Mayıs’ın Anavatanı
olduğunu açıklamıştık, o yüzden buna
girmeyeceğiz. Şimdi bu da Sahte
TKP’nin yeni bir Gezi Parkı ve Taksim
girmeyi kabul etmek, bugüne kadarki
oynanan seçim oyununun meşru bir
olay olduğunu kabul etmek anlamına
gelir. Oysa biz hep diyoruz ki,
Türkiye’de demokrasi falan yoktur. 4-5
yılda bir halkın seçim sandıklarına
doğru ürkütülmesi, götürülmesi sadece
bir düzenbazlıktan, bir kandırmacadan,
bir alçakça hileden, oyundan ibarettir.
Yoksa bütün medya, biraz önce söz ettiğim gibi, bunların elinde. TÜSİAD’ından, MÜSİAD’ına, TİSK’ine,
her türden sivil toplum örgütü denen
örümcek ağlarına varıncaya kadar bunların elinde, bunların hizmetinde.
Böyle bir sözüm ona yarışta bunları
yenmek mümkün mü? Buna imkân var
mı? Böyle bir şey mümkün değil…
Kaldı ki adamların elinde işte net,
kesin ortaya çıkmış bir gerçek olarak 6
milyon sanal seçmen var. Bu 6 milyon
sanal seçmeni istedikleri sandığa yönlendirip orada oy kullandırabilirler,
dışarıya transferi, arama ruhsatı verilmesinde mali gücün tek başına yeterli
ölçüt olarak alınması şartı yer alıyor.
Yasadaki en önemli noktalarından
biri; petrol şirketleri Türkiye’nin her
yerinde petrol arama hakkı elde ederken, Türkiye’nin bu şirketlerden alacağı pay yüzde 2’lere kadar düşmesi…
Denizlerde bu oran yüzde 1 olarak uygulanacak.
Yasayla Türkiye 18 petrol bölgesi
yerine kara ve deniz şeklinde iki petrol
bölgesine ayrılacak. Kara ve deniz bölgelerini ayıran kıyı çizgisi sınır kabul
edilecek. Ve ormanlarda, denizlerde
petrol arama ve işletme faaliyetlerine
izin veriliyor. Hudutlarda, askeri yasak
bölgelerde, tarihi yerlerde ve yerleşim
yerlerine hangi mesafede petrol işlemi
yapılabileceği yönetmelikle belirlenecek.
Petrol hakkı sahipleri, 1980’den
sonra keşfettikleri petrol sahalarında
ürettikleri ham petrol ve doğalgazın tamamı üzerinden, kara sahalarında yüzde 35’ini ve deniz sahalarında yüzde
45’ini ham veya mahsul olarak ihraç
etme hakkına sahip olacaklar. Geri kalan kısım ile 1980’den önce bulunmuş
sahalardan üretilen ham petrol ve doğalgazın tamamı ve bunlardan elde edilen petrol mahsulleri ülke ihtiyacına
ayrılacak.
zançları üzerinden ödemekle yükümlü
bulundukları vergiler ve hissedarları
adına yapmaları gereken gelir vergileri
kesintisi toplamı, yüzde 55’i geçemeyecek. Dar mükellefiyet esasında vergilendirilen kurumlara petrol arama
faaliyetleri için yapılan serbest meslek
kazancı ödemelerinden Kurumlar Vergisi Kanunu uyarınca yüzde 5’i oranında tevkifat yapılacak.
“Faiz lobisi”, “dış güç” destekliler
petrolü de peşkeş çekiyor
1 Haziran günü 6492 Sayılı Türk
Petrol Kanunu, Resmi Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Son dönemde Tayyip’e karşı parlatılan Gül tarafından Alkol Yasasıyla
birlikte Gezi Parkı Direnişi’nin en yoğun günlerinde onaylandı.
“Osmanlı’nın kapitülasyonu” olarak kamuoyunca adlandırılan yeni kanunla birlikte Türkiye’nin petrol ve doğalgaz rezervi yabancı tekellerin egemenliğine bırakılıyor.
Nasıl mı?
Yasayı genel hatlarıyla bir gözden
geçirelim.
Devlet adına petrol arama ve üretim
faaliyetlerinde tekel olan milli petrol
şirketi Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)’nun bu konumu ortadan kaldırılıyor; alan yabancı tekellere
açılıyor. Yasadaki en belirgin ve en
önemli nokta öncelikle; hâlihazırda
devletin elinde olan ve tespit edilen
petrol sahalarının yabancı şirketlere
açılması. (Yabancı tekel diyoruz, çünkü petrol arama ve üretim faaliyeti çok
büyük bir sermaye ve donanım gerektirmektedir. Şu an için de bunu gerçekleştirebilecek olan yabancı tekellerdir.)
TPAO zayıflatılmakta, petrol tekelleri ve yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarına uygun yeni düzenlemeler getirilmektedir. Eski yasadaki “yabancı
devletlerin doğrudan doğruya veya
dolayısıyla idaresinde etkili olabilecekleri şirketlerin petrol faaliyetinde
bulunamayacakları, mülk edinemeyecekleri, tesis kuramayacakları”
hükmü yeni kanunda kaldırılarak yerine “Bu Kanundaki esaslara uygun
olmak şartıyla, sermaye şirketlerine
veya yabancı devletler mevzuatına
göre sermaye şirketi niteliğinde bulunan özel hukuk tüzel kişilerine
araştırma izni, arama ruhsatı ve işletme ruhsatı verilir” cümlesi getirildi.
Yabancı devlet ve şirketlere getirilen kısıtlamalar kaldırılmakta, yabancı
şirketlerin önü açılmaktadır. Aynı zamanda yasada, üretilen petrolün kısıntıya tabi olmaksınız yurt dışına gönderilmesi, yabancı sermayenin ve ekonomik değerlerin vergiden muaf olarak
kullandırma gücüne sahipler. Sonra oy
makinesi, Amerika’dan aldıkları oy
sayım makinesi bunların elinde. İstedikleri gibi onların tuşlarına basarak
kullanırlar ve istedikleri sonucu elde
ederler. Yani gerçek durum böyle iken
böyle bir öneride bulunmak, sadece
ihanet anlamını taşır.
Petrol hakkı
sahibine ait olacak
Özel mülkiyete ait petrol bulunan araziler, yabancı şirketler hesabına kamulaştırılacak. Kamulaştırılan arazinin
mülkiyeti Hazine’ye; kullanma hakkı
kamulaştırma bedelini ödeyen petrol
hakkı sahibine ait olacak. Bu durumda,
Maliye Bakanlığı tarafından petrol
hakkı sahibi lehine bedelsiz olarak ve
ruhsat süresi kadar kullanma hakkı verilecek. Arama ve işletme ruhsatı iptal
edilirse kamulaştırma bedeli iade edilmeyecek.
Arayıcı veya işletmeci, arama veya
işletme ruhsatı içindeki ve civarındaki
arazide, sondaj dâhil çeşitli yöntemlerle su arama ve bulunan suları kullanma
hakkına sahip olacak.
Petrol hakkı sahiplerinin safi ka-
TPAO’nun yetkileri
kaldırılıyor,
işlevsizleştirilyor
Yeni yasada TPAO’nun eski yasada
yer alan ‘Devlet adına petrol arama ve
üretim faaliyetlerinde bulunma’ görev
ve yetkileri de kaldırılmış oldu. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi
için TPAO’ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların
özel sektör şirketlerine sunulmasının
yolu açıldı.
Milli petrol şirketi olan TPAO; halen ülkemizdeki ham petrolün yüzde
71’ini, doğal gazın yüzde 51’ini üretiyor. Yasayla petrol sektörü artık yabancıların hakimiyetine terk ediliyor. Yabancı petrol şirketleri, Türk Petrolleri
Anonim Ortaklığı’na karşı imtiyazlı
duruma geçiyor. Görev ve yetkileri kısıtlanan TPAO’nun yerine yabancı şirketler faaliyet yürütecek ve kamuya aktarılması gereken para tekellerin kasasına akacaktır.
Yetkilerinin
kaldırılmasıyla
TPAO’nun özelleştirilmesinin önü açılmaktadır. Şöyle ki yeni yasada “Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma
hakkı TPAO’ya aittir” hükmü çıkarıldı.
Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam
etmesi için TPAO’ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı. TPAO’nun özelleştirilmesinin de önü açılmış oldu.
Burada hemen bir parantez açalım.
TPAO, Adıyaman, Batman, Lüleburgaz
Bölge Müdürlükleri ve Merkez teşkilatı ile bir istihdam kaynağıdır. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ham Petrol Boru
Hattı’nın yüzde 6,53 ve Güney Kafkasya (SCP) Doğal Gaz Boru Hatlarının
Yoldaşlar,
Burada bir de şu gerçeğin altını
çizmemiz gerekir; Gezi Parkı
Direnişi’miz
insanlarımızın,
halkımızın ne denli doğaya, çevreye
duyarlı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bu direnişin tek sebebi sadece Gezi
Parkı değil. Tayyipgiller’in 11 yıldır
yaptıkları ihanet ve zulmün patlamasıydı bizim bu İsyan’ımız ve
Direniş’imiz. Ancak bardağı taşıran
son damla, Gezi Parkı’na yaptıkları
saldırı ve oradaki katliam planını uygulamaya başlamaları oldu.
Ama biz hep şunu söyledik, şunu
savunduk: İnsanlar, hayvanlar, bitkiler
ve doğa bir bütün, onun tümünü korumalıyız. Bunun tümüne sahip çıkmalıyız. Ayrılmaz bir bütün bu.
Parababaları hepsine birden saldırıyorlar. İşte AB-D Emperyalistleri ve onların işbirlikçileri sadece insanı aç,
yoksulluklar
içinde
bırakmakla
kalmıyorlar. Doğayı da mahvediyorlar,
yeşili de mahvediyorlar. Yani geleceğimize, insanlığın geleceğine de
saldırıyor bunlar. Ve bunu da Partimizin Programında işledik, hatırlarsanız, yoldaşlar.
Pek hoşlanmam ama burada izninizle kendimden söz edeyim. Hayvanı ve
yeşili koruduğum için şu an yargılanıyorum, yoldaşlar. Ve yarın duruşmam
var. Oturduğum çevre tamamen
yüzde 9 ortağı ve bu boru hatlarıyla taşınan petrol ve iletilecek doğal gazda
hisse sahibidir. Azerbaycan, Kazakistan, Libya ve Irak’ta üretim, Kolombiya’da arama faaliyetlerini sürdürmektedir. Yeni uygulamayla bu olanak, potansiyel ve istihdam özelliğine de ket
vurulmaktadır.
Özetle, Türkiye’nin mevcut petrolü
ve potansiyeli yabancı tekellerin egemenliğine bırakılıyor. Yabancı tekeller, askeri bölgeler, ormanlık ve sit
alanlarında istediği yere girip çıkarak
petrol arayabilecek. Yabancı şirketler
adına devlet kamulaştırma yapacak.
Yabancı tekeller karşısında tek milli
G
Tayyipgiller’e oy veren, onlara meftun
gerici bir gruptan ibaret, onlardan oluşmakta. Ve onlar tıpkı Tayyipgiller gibi
sokak hayvanlarına düşman, ağaçlara
düşman. İşte ben o çaresiz hayvanları
savunduğum için, mahallemizde azıcık
olan ağaçların kesilmesine karşı çıktığım için 3 yıldır yargılanmaktayım.
Bir davada yargılandım ve geçen 25
Mayıs’ta beraat ettim. Ama mahallemizdeki bu gerici güruhun yeni
saldırılarına karşı, yeniden karşı çıktım
ve beni yeniden dava etiller ve yeniden
yargılandım. Ve ilk yargılandığımda 10
sayfalık bir savunma yaptım. Orada insanın, hayvanın, yeşilin bir bütün
olduğunu ortaya koydum. İnsan
sevgisinin, hayvan sevgisinin, doğa
sevgisinin tarihsel, sosyal, insani yönlerini ortaya koydum. Ama bu savunmamızı medyaya göndermemize rağmen sadece Yurt Gazetesi’nde yer aldı.
Davamıza hiç kimse ilgi göstermedi.
Bir de şu gerçeği ortaya koymalıyız; bize karşı uygulanan abluka
acımasız bir şekilde sürmekte. Biz de
bu ablukaya karşı bütün gücümüzle
mücadele etmeliyiz; devrimci hattımızda ilerlemeliyiz. Ve Usta’mızdan
aldığımız bayrağı ona layık bir şekilde,
halkımıza layık bir şekilde zafere
ulaştırıncaya kadar taşımalı ve bu
uğurda bütün gücümüzde savaşmalıyız.
Sonunda mutlaka biz kazanacağız
ve Tarih yalnızca bizim doğru devrimci hattı şaşmaz bir kararlılıkla ve netlikle izlediğimizi kabul edecek
yoldaşlar, bundan adımız gibi eminiz.
Halkız,
Haklıyız,
Yeneceğiz,
Kazanacağız!
petrol şirketi de tasfiye ediliyor.
Türkiye’ye ait, halka ait kaynaklar
bir kez daha bir avuç Parababasına peşkeş çekiliyor, bu hain iktidar tarafından…
Halkımızın yararına olan; petrolde
dışa bağımlılığın azaltılması, ihtiyacın
olabildiğince kendi doğal kaynaklarımızdan karşılanması elbette. Bunun
yolu da elbette petrol arama faaliyetlerinin artırılarak yeni sahaların keşfedilip üretime alınmasıyla olacaktır. Bunu
gerçekleştirebilecek olan da kendi karlarını her şeyin önünde tutan, talancı
yerli yabancı tekeller değil halka ait kamu kurumlarıdır.
Devrim eğer böyle bir şeyse
başım gözüm üstüne!
ünlerdir Taksim’de, Gezi
Parkı’nda bir şeyler oluyor:
yeni bir ruh, yeni bir anlayışla, yeni bir yaşam örneği ortaya konuluyor: ortak mutfak kuruluyor, kitaplık açılıyor, çevre temizlikleri,
spor, kültür, sanat etkinlikleri yapılıyor, ağaçlar, bitkiler dikiliyor, toplumun her kesiminden insanlar bir arada, kardeşçe çabalıyorlar. Kitaplarda
okuduklarımız, duyduklarımız birer
birer hayata geçiriliyor kitleler tarafından. İnsanların gözünde kararlılığın, umudun, yeni bir yaşamın coşkusu, heyecanı parlıyor. Gözler ışıl
ışıl…
Türkiye’nin her yerinden, her yaştan, her kesimden, her cinsiyetten insan Taksim’e koşuyor; bu yeni düzeni görmek, bir ucundan tutmak, ben
de gördüm, ben de yaptım, benim de
katkım var demek için… Aynen Nazım Usta’nın şiirinde söylediği gibi:
“Çok şükür çok şükür bugünü de
gördüm ölsem de gam yemem gayrı” demek için…
Lenin Usta, “Devlet ve Devrim”
adlı eserinin 30 Kasım 1917 tarihli
“Birinci Baskıya Sonsöz”ünde:
“(…) bir devrim dene yi” yapmak, o konuda yazmaktan daha gü
zel ve daha yararlıdır.” diyordu.
Taksim Gezi Parkı’nda da insanlar
“Devrim deneyi” yapıyor. … Bir
Devrimin kendiliğinden “deneyi” bile
böyleyse acaba kendisi nasıldır?..
Devrim eğer böyle bir şeyse, böyle bir şey olacaksa; başım gözüm üstüne!
8 Haziran 2013
14
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Recep Vurmuş Yoldaş kavgamızda yaşıyor
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş’ın
İstanbul’daki Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anma etkinliğinde yaptığı konuşma.
R
Sevgi ve saygıdeğer yoldaşlarım,
ecep Yoldaş’ın ne zaman böyle
canlı görüntüsünü görsem kendimi tutmakta zorlanıyorum.
Gerçekten, benim en sevdiğim evlatlarımdan biriydi. Aynı zamanda en kıymetli yoldaşlarımızdan da biriydi. Yoldaşlarımız anlattılar kalitesini, özelliklerini, bunları bir de ben tekrarlamayayım zaten hepimizin adımız gibi bildiği
şeyler…
Yoldaş’ımız teorimizi de en çabuk
kavrayan yoldaşlarımızdan biriydi, hepimizin tanık olduğu gibi.
Gelinen yeni aşamada Sevrci Soytarı Sahte Sol üzerine yaptığımız değerlendirmeleri de hiç tereddütsüz, duraksamadan kavramıştı.
Sevrci Soytarı Sahte Sol’un
bütün tezleri CIA’nın tezleriyle
örtüşür
Bu Sahte Sol’un kimliğini biraz
açarsak:
Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz,
ki bugün geldikleri aşamada bu terim
onların siyasi kimliğini tanımlamakta
biraz eksik kalır, onlara Yeni CIA Solu
demek gerekiyor artık. Çünkü savundukları bütün tezler, Türkiye’nin şu andaki en can alıcı konularına ilişkin bütün tezleri, CIA’nın tezleriyle birebir
örtüşmekte, zaten savunduklarının hepsi CIA’nın, Pentagon’un “Project Democracy” dediği paketin kapsamı içine
girer.
İşte bunlara baktığımız zaman şu
anki en acil mesele olan Kürt Meselesi’nde bunların savunduğu çözüm
Amerikancı çözümdür. Yani CIA’nın
hazırlayıp Tayyipgiller’in önüne koyduğu, on yıllardan bu yana bilinen çözüm... Biz devrimci çözümü savunuyoruz, bildiğiniz gibi. Bu ikisi birbirine tamamen karşıt, zıt… Amerikancı çözüm
ikinci bir İsrail yaratmayı hedefliyor.
Yani İsrail’e kardeş yapmak üzere hazırlanan çalışmanın ürünü… Bizimki
tam tersine Ortadoğu’da devrimci bir
kale oluşturmayı amaçlayan çözüm…
O bakımdan ikisi yerle gök kadar birbirinden farklı.
Onun dışında Ermeni Meselesi’ne
geldiğimiz zaman (ki bu da önümüzdeki yıllarda, özellikle 2015’te çok güncel
bir biçimde Türkiye gündemine gelecek); yeni taleplerle gelmeyi planlıyor
Ermenistan devleti ve Amerika’daki ve
Fransa’daki Ermeni Diasporası.
Yeni CIA Solu bu konuda da
CIA’nın teziyle birebir aynı tezi savunuyor. Amerikancı Kürt Hareketi ise bu
konuda ikili oynuyor, son birkaç ayın
gelişmelerini takip ettiğimiz zaman
dikkat ederseniz. İmralı’da Öcalan’la
yapılan görüşmelerin tutanaklarının dışarıya sızdırılan bölümünde Öcalan, Ermeni Meselesi’nde CIA’nın tezine biraz
ters düşen bir tavır koyuyor, dikkatinizi
çekmiştir. Hatta Said-i Nursi için de
Nurs köyünde dünyaya gelmiştir, Ermeni köyü, diyor hatta ona böyle özel
bir vurgu da yapıyor.
Bir Dinleyici: Ve toprak talebinde
bulunabileceklerini söylüyor.
urullah Ankut Yoldaş: Toprak talebinde bulunabileceklerini söylüyor
ama bunun Amerika’dan tepki çekmesi
üzerine hemen ters tavır
aldılar. Bunun üzerine
hemen PKK, Kandil,
BDP yetkilileri tamamen CIA’nın Ermeni
tezine sarıldılar. Ve
onun sonucu olarak da
hem
Diyarbakır’da,
hem Van’da, hem de
Tunceli’de bu sahte
soykırımın, soykırım
yalanının anmalarını
yaptılar ve 24 Nisan’da
burada, Taksim’de varlardı değil mi, başta sinemacı Sırrı Süreyya
olmak üzere. Yine İzmir’de milletvekili vardı değil mi, BDP milletvekili? İzmir’de arkadaşlarımıza saldıranlar
arasında bir BDP milletvekili de vardı. Yani orada da yer aldılar ağırlıklı olarak.
Aslında BDP’liler de açıkça olanı
biteni kavrıyorlar. Hiçbiri ahmak değil,
cin gibiler Amerikancı Kürt Hareketinin temsilcileri. Ermeni tezlerinin neyi
amaçladığını adları gibi biliyorlar.
Ermenistan yetkilileri açık konuşuyor. Sarkisyan; “Karabağı biz aldık
Ağrı’yı size bırakıyoruz, size emanet
ediyoruz. Artık gerisini de siz tamamlayacaksınız” diyor, bir üniversitede gençlere hitaben yaptığı konuşmada. Amerika’daki diaspora temsilcisi
Harut Sassounian açıkça Vilayet-i Sitte
bizim, diyor. Yani bundan asla vazgeçmemiz söz konusu olamaz. Bu talep şu
anda gerçekçi olmasa bile, bunu kuşaktan kuşağa aktarıyoruz, bu ulusal kimliğimizin bir parçası, milli ideolojimizin,
varlığımızın bir parçası, diyor. Yayınladık o taleplerini de The Armenian Weekly adlı kendi dergilerinde yayımlanan
açıklamalarını.
Amerikancı Kürt Hareketinin temsilcileri bunları da biliyorlar tabiî. Talep
ettikleri illerin yüzde 90’ı Kürt illeri.
Ee, bunları da biliyorlar ama hesapları
şu: Hele TC ile işimizi bir bitirelim, ondan sonra Ermenilerle kozumuzu paylaşırız… Bu yanlış hesap içindeler ama
anlayamadıkları, kavrayamadıkları şu:
TC ile istedikleri doğrultuda iş bittiği
anda, Ermenistan’la baş etmeleri mümkün değil.
Niye?
Çünkü ABD ve AB, Ermenistan’ın
yanında. Yani o zaman, tamam, tarihî
olarak oralar Ermeni vatanıdır, bu kadar toprak size fazla; boşaltacaksınız
buraların bir bölümünü diyecekler. Yahut da yine Sassounian’ın açıklamasında dediği gibi, Ortadoğu’da çıkacak bir
karmaşada bir güç boşluğu doğabilir
Türkiye’de. İşte o boşluğu AB-D Emperyalistleriyle el ele vererek değerlendirebilirler. Zaten tümüyle bunu gözlüyorlar. Yeni nesilleri de işte bu düşünceyle, onlara göre bu ideolojiyle doktrine ediyorlar. En azından Ortadoğu’daki
ülkelere yayılmış Ermeni gençliğini de
sürekli bu şoven, gerici tezlerle doktrine etmeye çabalıyorlar. Öyle bir ortam
doğarsa bu gençliği de Ermenistan’a
getirip eğitecekler, silahlandıracaklar
ve bir cephe açacaklar. Modern teknolojiye dayalı silah gücüyle (tabiî buna
hava gücü de dâhildir) donattıkları için
vurucu gücü yüksek bir ordu ortaya çıkarmış olacaklar. Sonra da halklar birbirini boğazlayacak, arkadaşlar.
Yani Amerika nereye el atmış ki barış getirmiş? Kandan, gözyaşından, işgalden, katliamdan başka bir şey getirmiş? Buna imkan var mı?
İşte Afganistan ortada. Geçen günlerin bir gazetesi… Irak’ta bir ay içerisinde 236 insan ölüyor. Bir ay içerisinde,
katliamda… Libya ortada. Ve en son
Suriye’de günde ortalama 50 kişi hayatını kaybetmekte ve şu güne kadar da
tahminen 80-100 bin arasında masum
insan hayatını kaybetmiş durumda. Yani dünya coğrafyasının bir bölgesine
barış gelmesi, bunların işine gelmez. O
zaman o bölgeye giremezler bunlar. Giremedikleri için gönüllerince at oynatamazlar ve sömüremezler. O bakımdan
bunlar halkları hep birbirine tutuşturmak, boğazlatmak, kırdırmak ve kendilerini de barış meleği yahut da büyük
arabulucu, adalet sağlayıcı devlet pozunda yutturarak olaya müdahale etmek isterler.
İşte Güney Kürdistan’da Erbil’in,
Musul’un, Kerkük’ün petrolleri kimin
elinde, arkadaşlar şu anda?
ABD şirketlerinin elinde, petrol şirketlerinin elinde. Yani petrol gelirinin
büyük kısmı onların kasalarına akıyor.
Az miktarı da Barzani’nin kasasına geliyor. O bakımdan Amerikancı çözüm
hiçbir yerde halklara özgürlük de, mutluluk da, barış da getirmez. Bizim yeni
CIA Solu’nun neredeyse tamamı Kürt
Meselesi’nde Amerikancı tezi savunuyor.
Gelelim Kıbrıs Meselesi’ne… Orada da Tümüyle Amerikan Tezini savunuyorlar. Yani Türkiye işgalcidir, orayı
terk etmesi gerekir, diyorlar.
Ee, ne olacak terk ettiği anda?
İki bölge de Rumlara verilecek ve
AB’ye geçecek değil mi?
Güney Kıbrıs geçti zaten AB’ye.
Plan kotarılırsa tüm Kıbrıs, AB’nin bir
ülkesi, bir parçası olacak. Bunlar lafta
da AB’ye karşılar. Ama değil. Bu konuda da AB tezlerini savunuyorlar. Bizim
çözümümüzü zaten biliyor arkadaşlarımız. Biz devrimci çözümü savunuyoruz.
Onun dışında baktığımız zaman, arkadaşlar, en son en güncel konulardan
biri “Ergenekon” Operasyonu. Bir CIA
operasyonudur, dedik biz bildiğiniz gibi, ilk başından itibaren. Bunlar o konuda da güya bize saldırıyorlar; Ergenekoncu, orducu, darbeci, ırkçı, şoven,
vb. diye… Hâlbuki bunların tamamı
yakıştırma yani bizimle hiç ilgisi yok.
Kendilerinin savundukları tezler bunlar: Irkçılık da, faşistlik de, Amerikan
uşaklığı da...
Ee, şimdi açık arkadaşlar, Silivri’de
yatanlar ne için yatıyorlar?
ABD’yi, AB’yi tanımadıkları, karşı
oldukları için yatıyorlar. Başka hiçbir
şey yok burada. Askerler de bunun için
yatıyorlar, siviller de…
Mesela Oda TV tutuklamaları oldu
değil mi?
Biz anında yazdık. Yazımızda dedik
ki, Oda TV yöneticilerinin suçu ne: Zir
Vadisi operasyonunu yani orada
CIA’nın, Fethullah’la işbirliği ederek
ve Fethullahçı polislerle işbirliği ederek
oraya gömdüğü silahların sözüm ona
bulunmasının sahteliğinin videosunu
sitesinde göstermektir, dedik. O videoyu göstermesidir gerçek suçu, dedik.
Hemen arkasından saldırı gerçekleşti.
Şimdi Soner Yalçın kitabında, “Samizdat”ında, gerekçeyi bu olarak koymuyor. Diyor ki: biz Halk TV’yi alacaktık,
bankayla pazarlıklar yapıyorduk; bu ortaya çıkınca bizim almamızı engellemek için bu operasyonu yaptılar.
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Evet,
evet. Hâlbuki sen Amerika’yı rahatsız
edecek bir yayın yapmadıktan sonra
Halk TV’yi alsan da rahatsız olmaz,
başka bir şeyi alsan da rahatsız olmaz
ABD. Asıl sen o videoyu yayınlamakla,
Amerika’nın düzenlediği bir CIA operasyonunu açığa çıkarmış, kitlelere göstermiş oluyorsun.
Orada ne diyor asker?
Bu silahlar daha yeni, gıcır gıcır. Sarılan gazete bile ıslanmamış, diyor.
Toprağa gömülen silahların sarıldığı
gazetenin tarihi bile yeni. Silahların da
hepsi pırıl pırıl.
Ve polisler ne diyor, kendi aralarındaki konuşmada?
3 gün önce bu silahların nasıl kullanılacağını Amerikalılar bize gösterdi,
diyor değil mi, arkadaşlar?
Bu video, tezgâhı tümüyle açığa çıkarıyor, oynanan oyunu bozuyor. Oda
TV operasyonu ise onun intikamının
alınmasıdır. Aynı zamanda da Oda
TV’nin şahsında tüm basının sindirilmesi, terörize edilmesidir. Benim oyunumu bozmayacaksınız bundan böyle
diye ders verilmesidir.
Mesela Haberal’ın içeriye girmesi…
Başkent Üniversitesi’nin AB’yi eleştiren bir dekanlar toplantısı oldu ve bir
karar aldılar. AB’nin Türkiye’yi sömürgeleştirmeye yönelik politikalarına karşı ulusalcı, antiemperyalist bir içeriğe
sahip açıklama yaptılar. Saldırının amacı buydu. Buna izin vermez ABD.
İnönü Üniversitesinin eski rektörü
Prof. Fatih Hilmioğlu’nun açıklaması
yine öyle. Antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı bir tavır almak istedi. Adamı
onun için alıyorlar içeri. Bunların tümü
yani bu tevkifatı yürüten savcılar, savcı
maskeli insanlar, yargıç maskeli insanlar, polis maskeli insanlar tamamen
ABD’nin, CIA’nın, Pentagon’un görevlendirdiği ve onların direktifleri doğrultusunda çalışan Pensilvanya’lı imamın
müritleri… Tamamı…
Geçen gazetelerden birinde… Bazen günü gününe takip edemiyorum gazeteleri, arkadaşlar. Kitap okuyorum,
kitaplara dalınca benim de bir huyum
var, konsantre olunca bir şeye, başka
şeylere kafam pek bulaşmak istemez
yani o konuyu bitirinceye kadar onunla
haşır neşir olmak isterim. Dedim güncel gazetelere bakamadım, şöyle bir bakayım son bir haftalık gazetelere. Şimdi 11. Ağır Ceza Mahkemesi (yani olağanüstü yetkili mahkemelerden dikkat
ederseniz, avukat arkadaşlarımız bilir),
Bakırköy Cumhuriyet Savcısına 6 ay
ceza veriyor. Arkadaşların haberleri var
herhalde.
Gerekçesi ne biliyor musunuz, arkadaşlar?
Mehmet Haberal’ı hastanede yatarken, yani ölümcül hastalığıyla, biliyorsunuz ağır derecede ilerlemiş kalp hastalığı var Haberal’ın.
Bir Dinleyici: Gece sevkini bile geciktiriyor.
urullah Ankut Yoldaş: Gece sevkini geciktiriyor. Bir de 4’üncü katta,
yattığı hastanenin 4’üncü katındaki
odasına niye demir parmaklık ördürmedin, yaptırtmadın, diyor arkadaşlar.
Bir Dinleyici: Ördürmüş gibi gösterdin, diyor.
urullah Ankut Yoldaş: Evet.
Şimdi zalimliğe bakın, arkadaşlar.
Adam 4’üncü katta. Kaçmasına, atlamasına, uçmasına imkân yok; o yaşta
bir de… Kaldı ki sağlam olsa bile 4’üncü kattan atlayan büyük olasılıkla ölür,
en iyimser olasılıkla sakat kalır. Bacağı
kırılır, kaburgası kırılır, omurgası zedelenir yani en azından. Kaçmasına olanak yok ama sen onun penceresine demir parmaklık yaptıracaktın, diyor.
Şimdi demir parmaklığı ne için istiyor?
Psikolojik olarak zulüm etmek için
istiyor. Yani adam hastanede bile devamlı hissedecek, duyacak ki, burada
bir zindandayım ben. Kalması gereken
Mehmet Haberal
şartlardan daha iyi şartlarda, hastanede
onun kalmasına müsaade ettin, diyor.
Yani zalimliğe bakar mısınız?.. Yani
vicdansızlığa, insanî değerlerden yoksunluğa bakar mısınız?.. Haberal ki, bir
sağlık meleği, arkadaşlar. Adam 4 yıldır
içeride. Dışarıda olsaydı yüzlerce, belki
binlerce insana da sağlık verecekti. Yani sadece ona zulüm etmedi, o yüzlerce,
belki binleri aşan insanlara da zulüm etmiş oldu. Onların hayatına da kastetmiş
oldu bir anlamda. Ama bunlar umurunda değil. Bunlarda insan yok. Yani bunların dünyasında insan yok. İnsanî değerlere yer yok bunların dünyasında. O
bakımdan diyorum ben, bunlar canlılar
âleminin dördüncü türüne girenler, diye. İnsanî hiçbir değer aramamak gerekir bunlarda.
Emperyalizm, tüm insanlığı
tehdit eden bir kanser illetidir
Yine dün, “ational Geographic”
kanalı biliyorsunuz, belgesel kanalı.
Gerici aslında yani yer yer ırkçı yayınlar yapan bir kanal ama orada bile;
“Cehennemi Beklerken” (aklımda
yanlış kalmadıysa) adıyla bir program
yayımlandı. Başta New York olmak
üzere Amerikan Halkının içinde bulunduğu ruh halini anlatan, yansıtan bir
belgesel… Orada bile gösteriyor ki,
toplumun değişik katmanlarından, sınıf
ve tabakalarından insanların hepsi panik içinde. Teröristler ne zaman, nerede, nasıl bir silahla bize saldırıda bulunacaklar, yine 11 Eylül’deki gibi uçaklarla mı, yoksa içeceklerimizi, yiyeceklerimizi zehirleyerek mi, yoksa radyasyon üreten bir bomba ya da benzeri bir
silahla mı bize saldıracaklar? Ve böyle
bir durumda nasıl hayatta kalırım? En
kısa zamanda şehri nasıl terk ederim,
Sarkisyan
onun yöntemlerini, inceliklerini anlatıyor program tek tek. Ve uzmanlardan,
bu konuda eğitimli insanlardan, İsrail
Ordusu’nda eğitim görmüş, özel yakın
dövüş tekniklerini bilenlere varıncaya
kadar bu konuları iyi bilen hocalardan
halk, sıradan insanlar bunları öğrenmeye çalışıyor.
Ve eğitim verdikleri insanlara öğrettiklerinden (gerçekten çok ilginç) biri
de şu: Yardıma muhtaç olan insanlara
yardım etme duygunuzu bastıracaksınız, körelteceksiniz, diyorlar. Yani düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar?.. Bir
ders olarak veriliyor ve hayatta kalmak,
benim öğrettiğim yöntemlerin başarılı
olmasını sağlamak istiyorsan, canını
kurtarmak istiyorsan, böyle bir cehennemde hiç kimseye yardım etmeyeceksin. Acıma duygusuna yer yok bu öğretide, diyor. Belki arşivi vardır, oradan
izleyebilirsiniz bu ilginç programı. İnternette olabilir belirli bölümleri, tam
olduğundan emin değilim ama…
Demek istediğimiz dünya halklarına
öylesine zulüm eden bir haydut ki Amerika devleti; bu devlet sadece Amerikan
Parababalarının elinde olan bir devlet,
onların çıkarlarını savunan bir devlet ve
ona hizmet eden bir devlet. Onun için
yapmayacağı zulüm, kötülük, katliam,
işgal olmayan bir devlet. Ama aynı zamanda kurbanları arasında kendi ülkesinin halkı da var. Yani hemen hemen
hepsinin psikolojisi bozuk, ruh sağlığı
yerinde değil. Böyle bir devlet, kendi
ülkesinin insanlarına da en büyük kötülüğü yapmış oluyor.
İnsanın ruh sağlığının yerinde olması ne demek, arkadaşlar?
En kısa tanımıyla; insanın kendisiyle ve çevresiyle barışık olması, uyum
içinde olması, dost olması demek. Yani
hem canlılarla hem doğayla… Yani ancak yaşamaktan öyle haz duyabilir insan. Ama bir cehennem içerisinde hissediyorsa kendini, o zaman insanın ruh
sağlığının yerinde olmasına imkân
yok… İşte böylesine saldırgan, insanlığın başbelası emperyalist bir devletin
yönetimindeki bir ülkede bile insanlar
bu halde… Demek ki Emperyalistler
tüm insanlık için bir felaket ve bitmez
tükenmez kötülükler kaynağıdır.
İşte bu sebepten Kıvılcımlı Usta,
emperyalizmi tüm insanlığı tehdit eden
bir kanser illeti olarak görüyor, gösteriyor. İnsanlığın kaçınılmaz bir biçimde
bu belayı defetmesi, bu illetin kökünün
kazınması gerekmektedir. Bu yüce insancıl görevin yöntem ve biçimlerini
ise Bilimcil Sosyalizm ortaya koymuştur. İnsanlığın bu beladan en kısa sürede ve en az hasarla kurtulmasının yolunu gösterir Bilimcil Sosyalizm. Recep
Yoldaş’ımız da eğer o denli büyük işler
yapmışsa kısa ömründe; büyük direnişlerde yer almışsa en ön safta, büyük örgütlenmelerde yer almışsa bu ideolojiyle yüklü olduğu için, onun rehberliğinde dövüştüğü için yapmıştır bunları. O
denli güçlü bir ideoloji ki sosyalizm…
Yine Yurt Gazetesi’nin Kültür
Eki’nde, Bertel Ollman, İlhami burada
mı? Bertell Ollman diye mi telaffuz
edilir?
15
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
İlhami Yoldaş: İngiliz mi Hoca’m?
urullah Ankut Yoldaş: Hayır
Amerikalı.
İlhami Yoldaş: Olmın Hoca’m.
urullah Ankut Yoldaş: Bertel Ollman diye bir isim, 1935 doğumlu, hâlâ
üniversitede ders veriyormuş. Namuslu
bir insan, arkadaşlar. Kitapları da var.
Diyor ki: son yapılan bir araştırmada
Amerikan gençliğinin yüzde 30’u sosyalizmin değerli, uygulanabilir ve iyi bir
düzen olduğunu dile getirdiler. Yani
Bertel Ollman
böyle bir ülkede bile, Amerikan gençliğinin bile yüzde 30’u sosyalizme taraftar. Ama bizde de, diyor, dünyanın her
yerinde olduğu gibi sol parça parça. O
bakımdan
yapmamız gereken en önemli şey bütün
güçleri bir çatı altında birleştirmek. Yani Devrimci Derleniş, diyor, arkadaşlar.
Marksist biliyorsunuz. Dikkat ederseniz
Marks hep haklıydı, diyor. Burada anarşistlere karşı, bir de postçulara karşı.
Hani Postmodernizm jargonu var ya
burjuva ideologlarının, onların saldırılarına karşı Marksizmi ve Marks’ı savunuyor çok haklı, doğru kanıtlarla.
Demek istediğimiz, sosyalizm uzak
bir hedef değil. İşte böylesine dünyanın
bayır aşağı gittiği bir zamanda bile dünyanın baş haydut devletinde gençlerin
yüzde 30’u sosyalizme taraftar. Ki bizde
de böyle olmaması için hiçbir sebep
yok. Ama hep söylediğimiz gibi, bizi
parça parça ettiler, arkadaşlar. Ajanlar
yerleştirdiler içimize. Yani ben iki kere
iki dört ederce inanıyorum ki, sol örgütlerde düşünce üreten insanların, etkin
olan insanların bir bölümü objektif ya da
sübjektif ajan konumunda. Bir kısmının
doğrudan bağlantıları var. Bir kısmı da
gönüllü olarak Usta’mızın deyimiyle,
ajanlaşmış durumdalar. Bir kısmı da
Amerikancı Kürt Hareketinin sahip olduğu büyük kitlesel gücün çekim alanına, rüzgârına kapıldıkları için böyle savrulup gittiler, CIA’nın saflarına, “Project
Democracy” saflarına. O bakımdan bize
büyük görev düşüyor, arkadaşlar. Recep
Yoldaş gibi yoldaşlara ihtiyacımız var.
Yani O’nu örnek almış, ki tabiî Recep
Yoldaş gibi gözünü kırpmadan kendini
feda eden şehitlerimizi de, Faruk Hoca
gibi yoldaşlarımızı örnek alan arkadaşlara ihtiyaç var, onları örnek almış arkadaşlara ihtiyacımız var.
Parababaları Medyası ve
medyada köşebaşlarını
tutmuş dönekler
biz Gerçek Devrimcilere
abluka uyguluyor
Çok zor şartlardayız. Ve hep söylediğimiz gibi bize karşı çok acımasızca bir
abluka uygulanıyor medyada, açık… En
son 8 Nisan’dı Silivri eylemimiz değil
mi?
Arkadaşlarımızın barikatları yıkışı
sırasında, bayraklarımız bütün ekranlarda görüntüye geliyor ama bir tekinde
adımız dillendirilmiyor, arkadaşlar. Yazılı medyada yine öyle… Solumtrak
medyada da öyle… Yurt’ta da öyle…
Yurt da farklı değil… Gündem zaten
düşman… Birgün zaten aynı. Gündem’in düşman olmasını bırakalım, bize
saldırıya geçmiş durumda açıktan, bizi
faşistlikle suçluyor.
Niye?
24 Nisan’da biz, 1915 öncesi ve sonrasında neler olduğunu tamamen bilimsel, objektif kanıtlara dayanan 12 sayfalık bir açıklamayla ortaya koyduğumuz
için. Bir tek cümlesine cevap verin, şu
yanlış deyin. Yok, arkadaşlar. Bunu deme güçleri yok. Çünkü kolay değil, hepsini matematiksel bir kesinlikle ortaya
koymuşuz. Ve sadece hareketimize saldırmakla kalmıyorlar, 35 yıllık kıdemli
Yoldaş’ımız Ali Başkan’a da saldırıyor
hayâsızca değil mi? Gazetenin bir köşe
yazarı, vicdandan, hakkaniyet duygusundan yoksun Eren Keskin, utanmadan
arlanmadan Ali Başkan’a dil uzatıyor.
Yazık… Bunu yapan Ali Başkan’a bir
zarar veremez, kendini küçültür yalnızca…
Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Gündem’in Genel Yayın Yönetmeni.
urullah Ankut Yoldaş: Genel Yayın Yönetmeni, evet. Genel Yayın Yönetmeni, Başkan.
Tabiî zerre kadar vicdan olsa bunu
yapamaz. İşçi Sınıfı Mücadelesi deyince, Sendikal Mücadele, Devrimci Sendikal Mücadele deyince Ali Başkan, Recep Yoldaş, Hakan Yoldaş, Erdal Yoldaş, Mehrali ve Nakliyat-İş Sendikası’nın ekibi diğer yoldaşlarımızın dışında Türkiye’de başka bir ekip mi var?..
Tabiî onlar da biliyor bunu. Ama
dertleri bu değil. Dertleri, Ermeni Meselesi’nde ABD’nin, CIA’nın tezlerini tekrarlayarak onlara şirin görünmek…
Mehrali Arkadaş’ımız DİSK’ten söz
etti. Kani Beko’nun ne olduğunu İzelman örgütlenmesinde bize, dolayısıyla
İşçi Sınıfına karşı nasıl düşmanca bir
davranış içinde olduğunu daha önce
söylemiştik. Bunlar sarı... Ruhları sarı,
bedenleri sarı, suretleri sarı…
Şu anki DİSK yönetiminin tümü Ali
Başkan’ın harcanması için ittifak etmiş
sarılardan oluşmaktadır. Tabiî aralarında
ton farkı olur. Bunlarda eğer zerre kadar
devrimcilik olsa; yahu Ali Başkan’ın üstünü nasıl çizeriz? Onunla aramızda 1,
2, 3, 4, 5 değil belki yüz basamak var
kalite bakımından, derlerdi. Demeleri
gerekirdi. Bunlarsa tam tersini yapıyorlar. Ama onlarda da ölmüş bitmiş insanlık, vicdan. Bunu işverenler kabul ediyor, düşman kabul ediyor, biricik İşçi
Sınıfı mücadelesi veren namuslu, dürüst
ve yiğit sendikanın Nakliyat-İş olduğunu, Ali Başkan ve ekibi olduğunu ama
bunlar kabul etmiyor, etmezler... Çünkü
vicdan bitmiş bunlarda.
O bakımdan böylesine de namussuzca, alçakça bir abluka altındayız.
Parababalarından bize karşı uygulanan, dediğimiz gibi, güçlü bir abluka
var. Parababası zaten ABD-AB Emperyalistlerinin çıkar ortağı. Etle tırnak gibi
kaynaşmış onlar, ayrılıkları gayrlıkları
kalmamış onların. Yerli Parababaları,
emperyalistlerin Türkiye’deki şubesi.
Bütün medya da onların elinde, elbette
karşı olacak bize. Medya yöneticileri
zaten devşirilmiş, ajanlaşmış; şöyle ya
da böyle CIA’yla, Pentagon’la bağ kurmuş insanlardan oluşuyor. Alt tarafa,
daha alt düzey görevlilere baktığımızda
da döküntülerin varlığını görüyoruz.
Değişik zamanlarda sol gruplardan dökülmüş ama bize düşmanlığı, hep sahte
soldan döküldükleri için, azalmamış artmış olanlar var. Tabanda da nadir konumda bunlar var. Aşağı yukarı medyanın bütününde ya da çoğunluğunda yer
alan bu kişiler de bize, ajan medya yöneticileri kadar, medya patronları kadar
düşmanlar. Biz döküldük, bittik, hiçbir
şeyimiz kalmadı; bunlar dimdik, namusluca, yiğitçe mücadele ediyorlar, diye
düşünerek bize karşı oluyorlar. İnsan olsa saygı duyar ama insan olmadığı için
kin besliyor. O yüzden bizim haberler
geldi mi hemen atıyorlar çöpe. At çöpe… Yani güçlü bir barajla karşı karşıyayız.
İşte bunları aşmak için Recep Yoldaş
olacağız, Faruk Yoldaş olacağız, şehitlerimiz nasıl davrandıysa öyle davranacağız ve bugünkü kıdemli arkadaşlarımız,
yiğit arkadaşlarımız gibi olacağız. Sonunda mutlak biz kazanacağız, bunda
hiç şüphe yok, en küçük bir ikirciklik
yok, arkadaşlar. Tarih bunları ihanete
batmış olarak yazacak. Namussuzlar
olarak, satılmışlar olarak yazacak ama
bizi gerçek devrimciler olarak yazacak.
Şöyle ya da böyle hepimiz öleceğiz.
İşte ömür merdiveninin son basamaklarına geldik biz de Usta’mız gibi. Dünya
yenilenecek tabiî. Ölüm olmazsa olur
mu? İnsanlar da gittikçe yaşlanır, verimsizleşir, yaşarken ölür bir anlamda. Neslin devamlı yenilenmesi gerekir. O bakımdan bir kuşak gidecek yeni kuşaklar
gelecek. Ama Parababaları, satılmışlar,
CIA Solu, ki ömrünü heder etmiş insanlar, aslında acınacak insanlar, bunlar öldüğü zaman söylediğimiz gibi geriye iğrenç bir leş kalacak ama bizler öldüğümüz zaman hep devrimcilerin ruhunda
ve bilincinde işte yoldaşlarımız gibi yaşamaya ve kavgalarda onlarla birlikte
var olmaya devam edeceğiz. Ve geleceğin insanı hep bizi anacak, özlemle anacak, iftiharla anacak. Bu zor günlerde
her türlü gerici cereyana göğüs germiş;
doğrudan, doğru devrimci hattan milim
sapmamış insanlar olarak söz edecek
bizden. E, bundan büyük, kalıcı eser
olur mu, arkadaşlar? Bundan büyük yaşama biçimi, bundan değerli yaşama biçimi olur mu?
Olmaz!
Reyhanlı Katliamının failleri
AB-D Emperyalistleri ve
Tayyipgiller’dir
CIA Dininde insan sevgisi ve
vicdan yoktur
Yine arkadaşlar geçen haftanın
önemli haberlerinden biri. Jandarma istihbaratının raporu yayınlandı değil mi?
Bir dinleyici: Reyhanlı’yla ilgili.
urullah Ankut Yoldaş: Reyhanlı’yla ilgili.
Ne diyordu o raporda arkadaşlar?
Reyhanlı’da katliamı yapan o kamyonların markaları ve plakaları yer alıyor. O kamyonetleri kimin kullandığı
yer alıyor. O kamyonetlerin El usra
denilen gerici, Ortaçağcı El-Kaide’ye
bağlı bir grubun elinde olduğu ve bunlara patlayıcı maddeler yüklenildiği dile
getiriliyor. Ve katliamdan haftalar önce
bildiriliyor bu.
Kime?
Askeri yetkililere, valiye, polise,
MİT’e, her türden istihbarat örgütüne ve
yetkililere.
Ne önlem alınıyor?
Sıfır!.. Hiçbir önlem alınmıyor. Ve
açıklanmıyor da böyle bir şey olduğu.
Niye?
Eğer böyle bir önlem alıp böyle bir
saldırı hazırlığı yapıldığı ve bunların daha katliamı yapmadan yakalandığı açıklansa Tayyipgiller’in bütün ihanetleri
ortaya çıkacak. Satılmışlıkları, halk düşmanlıkları ortaya çıkacak. Kaynaşmış
oldukları bu Ortaçağcı örgütlerin Türkiye Halkına düşman oldukları ve Türkiye
Halkını katletmek istedikleri ortaya çıkacak. Onu gizlemek için hiç olmamış
sayıyor ve katliam yaşanıyor, ne yazık
ki…
Ve bu açıklandıktan sonra içinde zerre kadar insanlık olan ne yapar?
Susar en azından. Ama bunlar her
düzeyde, başta Tayyip olmak üzere, jandarma istihbaratından o raporu sızdıran
kişiyi bulduk, diyorlar.
CIA siyasileri var, burjuva siyasileri,
siyasetçileri var. CIA Solu var. CIA
Medyası var. Bir de CIA Dini var, arkadaşlar.
CIA Dininde insan yok. Vicdan yok
CIA dininde.
Buna biz Yezid Dini dedik, değil mi
arkadaşlar?
Yani Yezid’in dini. Biliyorsunuz, Hz.
Muhammed’in en sevdiği insanı, onun
ailesini ve onun çevresinden 72 kişiyi
aynı canilikte öldürüyor, Yezid ve Kûfe
Valisi Ubeydullah ibn’i Ziyad’ın komutan olarak atadığı Ömer bin Sa’d. Kerbela’daki Katliamı, bizzat Ömer bin
Sa’d’ın komutasındaki Yezid Ordusu
yapıyor. Ve aynı canilikte dikkat ederseniz; günlerce Fırat kenarında, o kavurucu Kerbela sıcağında aç susuz bırakıyor
insanları. Dikkat ederseniz aşure çorbasının kökeni de oradan gelir. Elde kalan
yani kıyıda köşede kalan; bohçada, çuvalda kalan kırık kırsık yiyecekleri, ekmek artıklarını, bulgur artıklarını toplayıp bir çorba kaynatıp hiç değilse açlığı
bastırmak üzere orada ilk aşure kaynatılıyor. Ki halkımız, dikkat edersek sadece Alevi inancına sahip insanlarımız değil, öylesine insanlığın, insanî değerlerin bütününü savunuyor ki Hz. Hüseyin
ve yoldaşları, Sünni halkımız da sahip
çıkıyor buna.
İşte biz Sünni bir köyde büyüdük 8
yaşımıza kadar. Konya’ya geldik yine
Sünni çevrede, mahallede kaldık. Her
yıl, hem rahmetli anacığım, hem mahallemizdeki komşularımız aşure kaynatır
ve dağıtırlardı birbirlerine…
Ömer bin Sa’d, katletmekle kalmıyor; başta Hz. Hüseyin olmak üzere başını kesiyor ve bedenini atların altında,
böyle kâğıt gibi inceltinceye kadar, atların ayakları altında ezdiriyor. Ve Hz.
Ne yapmış arkadaşlar?
Cep telefonuyla o belgenin fotoğrafını almış ve devrimci hackerlere göndermiş. O eri, o namuslu yurtsever insanımızı da kutlamak gerekir; bugün tutukladılar. Bu pezevenkler medyası hâlâ
katliamı Beşar Esad yaptı, onun istihbarat örgütü El-Muhaberat yaptı vesaire yalanlarıyla halkımızı kandırmaya
çalışıyorlar.
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet.
Biz niye öldürelim, diyor Acilciler’in lideri, biz halkları kurtarmak istiyoruz,
diyor. Demin Mihraç Ural’la yapılmış
bir röportaj okudum: Mihraç Ural benim Beşşar Esad yönetimiyle bir bağlantım yok, diyor. Ben burada, çevremdeki halk güçleriyle beraber Amerikancı
güçlere karşı mücadele veriyorum. Suriye sınırları içerisindeyim ve 30 küsur
senedir de Türkiye’ye girmedim, çıkmadım. Türkiye’yle bir bağlantım yok benim, diyor adam. Yani açık.
Bir de sonuçtan baktığımız zaman
katliam neyi amaçlıyor?
Türkiye’nin Suriye’ye askeri harekâtta bulunmasını amaçlıyor.
İlk başta Tayyipgiller, Bülent Arınç,
Gül bunu dile getirdiler, değil mi? Bunun hesabı sorulacaktır vesaire yalanıyla. Tamamen ona yönelik bir provokasyon bu. Yoksa Beşşar Esad niye yapsın?
Zaten adam içerideki hainlerle, Amerikancı güçlerle, Amerika’nın tüm İslam
ülkelerinden devşirdiği artık canileşmiş
satılmışlarla savaşıyor. Bir de Türkiye’yle savaş durumuna gelmeyi niçin istesin?..
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Ortaçağcı, Amerikancı hainler infaz ediyorlar,
esir aldıkları Suriye askerlerini ve sivilleri. Onlarla başı dertte zaten Beşşar
Esad yönetiminin…
Bir de İsrail’le başı dertte. İsrail saldırıyor. Yoklama çekiyor yani İsrail. Bir
de Türk Ordusu ile savaşmak niye istesin? Deli olması lazım bunu yapması
için ama insanlarımızda düşünecek akıl
bırakmadılar ki...
Hüseyin’in kesik başını da Şam’da Yezid’in sarayına götürüyor, teslim ediyor.
Bak sana böylesine hizmet yaptım, diyor. Yıllar sonra bulunuyor Hz. Hüseyin’in başı. Kerbela’nın intikamı alındıktan sonra, Hz. Hüseyin’in kesik başı,
Yezid’in sarayının bodrumunda bulunuyor. Yani dikkat edersek, canilik aynı
canilik. Ve Yezid’in büyük ninesi, babasının (Muaviye’nin) annesi Hint’tir.
Uhud Savaşı’nda Ebu Sufyan’ın (Muaviye’nin Babası) karısı olan bu kadın,
Hz. Hamza’yı şehit ettikten sonra, karnını aynı şekilde, bugünküler gibi yarıp
ciğerini çıkarıyor ve ciğerini yiyor. Yani
canilik ve cellatlık aynen nesilden nesile sürüp geliyor dikkat ederseniz.
Bir dinleyici: Birebir aynı yani.
urullah Ankut Yoldaş: Birebir aynı, evet arkadaşlar. Hiç değişen bir şey
yok.
Tayyipgiller’in baş haini ne diyor?
Beşşar Esad için Yezid, diyor bir de
değil mi?
Hâlbuki tam tersi, tam tersi, arkadaşlar. Şu anda Yezid konumunda olan kendisi. Bu adam kimseye zulüm etmiyor,
kimseye savaş açmış değil. Sadece ülkesinin bağımsızlığını ve halkının mutluluğunu savunuyor. Yani böyle yaptığı
için bağımsızlıkçı, laik, yurtsever ve namuslu olduğu için; halkını sevdiği için
ABD Emperyalistlerinin ve AB Emperyalistlerinin düşmanı ilan ediliyor. Ve
emperyalist uşakları tarafından saldırı
başlatılıyor.
Şimdi böyle baktığımız zaman Hz.
Hüseyin konumunda olan kim?
Beşşar Esad.
Tayyip ve şürekası Yezid’in devamcısıdırlar. “Kardeşten de öteyiz” dediği
Beşşar Esad’ı, efendisinden bir emir almakla düşman ilan etti. Zalim demeye,
Esed demeye başladı.
Yani yine burada, her şey bir bütün
tabiî… Kılıçdaroğlu’nun soytarılığına
değinmek gerekiyor değil mi? O da sürekli bir alçaklığı, bir namussuzluğu, bir
demagojiyi tekrarlıyor: Beşşar Esad’la
Tayyip aynı, arada ton farkı var, diyor.
En son bunu Avrupa Parlamentosu Sos-
yalist Grup Başkanı Hannes Swoboda
ile buluşmaya giderken söylüyor. O da
bunu duyduğu için kabul etmiyor Kılıçdaroğlu’nu. O da yanlış anlaşılmasın,
Esad’ı savunduğundan değil, Tayyip’i
savunduğundan, arkadaşlar. Nasıl benzetirsin? diyor Swoboda. Aynı Swoboda, belki dikkatinizden kaçmıştır, Referandumda “Evet”çiydi. Yani Avrupa’da
sosyal demokrat falan kalmadı, bitti.
Bunların muhafazakârıyla, sosyal demokratı arasında hiçbir fark yok.
Pekiyi Kılıçdaroğlu neden Tayyip ile
Beşşar Esad’ı aynı kefeye koyuyor?
O da diyor ki, ben de Tayyip kadar
Beşşar Esad’a karşıyım, biraz da ben
hizmet edeyim size. Ben bundan daha
iyi hizmet ederim size; o yüzden biraz
da elinizi bana verin. Yani bu kadar alçakça hesaplar, kitaplar içerisinde. Ve
ekip göndererek Pensilvanya’da İblis’i
de ziyaret ettirdi, değil mi arkadaşlar?
Bir ekip. Yani biz de seninle iyi işler yürütürüz, Tayyip’i desteklemekten vazgeç, bizi destekle, mesajı verdi. O mesajı gönderdi Pensilvanyalı, ipleri CIA’nın
elinde olan hain imama. Böyle yapmakla eğer varsa siyasi, dini inancına da ihanet içerisinde Kılıçdaroğlu. Güya Alevi
olarak bilinir değil mi? Beşşar Esad’la
Tayyip’i bir tutmakla bu inancına da
ihanet etmiş oluyor. Ama bunlarda insanlık kalmadığı için her türlü içtenlikten yoksunlar.
Bir Dinleyici: Bunlar CIA Alevisi
Hoca’m.
urullah Ankut Yoldaş: CIA Alevisi, evet. CIA dini dedik ya… Yani Sünnisi olur, Alevisi olur. Çok doğru! O da
o kapsam içinde… Hâlbuki aslında Tayyip’e benzeyen kendisi. Aralarında ton
farkı olan kendisi.
Ortak paydaları Amerikancılık değil
mi bunların?
Amerikancılık.
Fethullahçılık değil mi ortak paydaları?
Fethullahçılık, cemaatçilik, arkadaşlar.
Hâlbuki Fethullah deyince… O İblis
de Alevi düşmanı. Alevi insanlarımızın
düşmanı. Ergün Poyraz’ın “Amerika’daki İmam” kitabını okursanız, görürsünüz. Aleviler, PKK’den 100 kat
daha tehlikelidir, diyor. Düşünebiliyor
musunuz alevi düşmanlığını?
İlhan Cihaner, Fethullahçı Osman
Şanal ve ekibi tarafından niye tutuklandı, niye dava açıldı?
Bunların o bölgede yaptıkları çalışmalara ve Alevi inancına saldırılarına
izin vermediği için tutuklandı İlhan Cihaner; bunun için onların saldırılarına
hedef oldu.
Ne diyor bunlar daha önce söylemiştik, Ankara’da yaptığımız açıklamada?
Sapkın mezhep, diyor. Onların sofrasında oturulmaz, kestikleri yenilmez diyor. Kestikleri hayvanın eti yenilmez,
onlardan kız alıp kız verilmez, diyor.
Yani böylesine düşman Alevi insanlarımıza… Ve ilginç, Yezidci de bu, yine
Ergün Poyraz’ın aktardığı kitabında bir
konuşmasında aynen kurduğu cümleler
şu Yezid için: “Onu bu hale getirenler
Alevilerdir. O da bir tepki insanıdır.”
Düşünebiliyor musunuz?.. Onu bu
hale kim getirmiş?
Aleviler. Yani Hz. Hüseyin, Hasan
ve yoldaşları getirmişler, Yezid’i o hale.
O da onlara tepki duyduğu için o katliamı yapmış. O da bir tepki insanı, diyor.
Yani bu Yezidci, Yezid soyundan geldiğini itiraf ediyor.
Tayyip’e de Amerika’ya giderken
sordular medya mensupları; Fethullah
Gülen’le görüşecek misiniz? diye. Ne
diyor Tayyip?
“Gökten ne yağar da yer kabul etmez?”
Gök kim oluyor burada?
Pensilvanya’lı İblis.
Yer, kendisi oluyor.
Nitekim, kaba kaçacak diye kendisi
gidemedi. Kimi gönderdi?
Arınç’ı gönderdi, değil mi?
Sevgilerini, saygılarını, bağlılıklarını
Arınç sundu. Bunlar artık çıkar ortaklığında birbirlerine eklemlenmişler, bu
hainler…
Bir Dinleyici: Ahmet Türk de sıraya
girmişti görüşmek istedi.
urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet.
Şimdi artık dedik ya bunlar da Ameri-
16
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
kancı siyaset diye. BDP de Amerika’nın
çizdiği hat üzerinde politika yapıyor artık.
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Fethullah
Gülen, çok hin, çok İblis, çok ince hesap
yapar, çok sağlamcı. Baktı çok kaba kaçacak, çok tepki alacak, kabul etmedi.
Bir Dinleyici: …
Bir Başka Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Ama öbür
taraftan da; kan kusarız kızılcık şerbeti
içtik, deriz, bu süreci destekleyelim açıklamasını usturuplu şekilde yaptı dikkat
ederseniz.
Yani CIA’nın tüm güçleri, bütün takım taklavatlarıyla bu “İmralı Süreci”
denilen sürecin arkasında. Bir CIA operasyonu olan “Ergenekon Davası”nın arkasında. Ermeni Meselesi’nde CIA’nın
safında. Kıbrıs Meselesi’nde CIA’nın safında. Suriye’de Beşşar Esad’a saldırı
konusunda CIA’nın safında. Ve içeriye
bakarsak, Mustafa Kemal’e saldırı konusunda hepsi elbirliği etmişlerdir, dikkat
edersek.
Tam Bağımsızlığa düşman hepsi. Daha geçen, evvelki gün, “Türkçe Olimpiyatları” daha önce de Usta’mızın Anmasında aktarmıştım ben, bağımsızlık falan
olmaz artık, diyordu Fethullah. Böyle bir
dünyada Amerika’dır dünya gemisinin
kaptanı, onunla işbirliği yapacağız yani
onunla beraber gideceğiz, diyordu. Ve
yine diye afişlerini gördüm. Yine tam bir
Ortaçağcı, Mustafa Kemal düşmanı ama
o kendine göre samimi, Kadir Mısıroğlu’nun bunun okulları hakkındaki somut,
objektif bilgiye dayanan açıklamasını
okumuştum sizlere. Sudan’da Fethullah’ın okulunun müdürünü ziyaret ediyor. Hatırladınız mı, arkadaşlar? Mısıroğlu’nun bir yakın arkadaşı diyordu ki
onlara, siz bu okullarda ne öğretiyorsunuz? Bunların din deseniz düzenleri zaten şeriat düzeni. Hukukları şeriat hukuku. Zaten Müslüman bir ülke. Bunlara ne
veriyorsunuz?
Okul müdürü ne diyordu, arkadaşlar?
Biz bunları falan öğretmiyoruz. Biz
burada Amerika’ya hizmet edecek ve ileride Sudan’ın yönetimine gelecek zeki
gençleri devşiriyor, onları eğitiyoruz.
Amerikancılıkla onları doktrine ediyoruz, diyordu. Şimdi bu alçakların “Türkçe Olimpiyatları” vesaire diye maskeleyerek, ambalajlayarak ya da karamelalara sararak gösterdikleri yahut halkımıza
yutturmaya çalıştıkları zehir bu.
Yine arkadaşlar…
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Tabiî tabiî... Geçen haftanın gazetelerinden Milliyet’in, 18 Mayıs tarihli haberinde, Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi Başkanı,
laiklik altında maskaralık çıkarıldı, diyor, bir yerde gidip konuşuyor. AKP’yi
kastederek; yüzde 46 oy alan bir partiyi
kapatmaya çalıştılar, diyor. Yani laikliğin
düşmanı… Ortaçağcı… Nitekim Necip
Fazıl Kısakürek’in yolundan giden, onu
mürşit belleyen İBDA-C’nin içerideki
başkanı Salih Mirzabeyoğlu takma adlı
Salih İzzet Erdiş…
Haşim Kılıç
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet.
Salih İzzet Erdiş diyordu ki, “Taraf”ın
sorumlularındandı, “Taraf”ı o çıkarıyordu. İBDA-C’nin yayın organıydı “Taraf”1990’lı yıllarda, bildiğiniz gibi.
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Şimdiki
“Taraf” değil, 1990’lı yılların “Taraf”ı,
onun sorumlularındandı.
Bir Dinleyici: …
urullah Ankut Yoldaş: Evet evet.
Erdiş’in Haşim Kılıç için açıklaması aynen şuydu: “Bizim ayak işlerini yapan
görevlimizdi. Bizim dergi bürosunda
ayak işlerini yapan görevliydi.” Haşim
Kılıç için söylediği aynen buydu. Yani
bu adamın hukukçuluğu da yok.
Bir Dinleyici: İktisat mezunu.
urullah Ankut Yoldaş: Ticaret
Yüksekokulu mezunu. Yani hukukla ne
ilgin var? Anayasa hukukuyla ne ilgin
var? Laiklikle ne ilgin var? Bağımsızlıkla ne ilgin var? Yurtseverlikle ne ilgin
var?
Ama Özal denen Amerikan uşağı, 12
Eylül Faşist Diktatörlüğünün siyasi plandaki görevlisi, Başbakanı Özal bunu oraya atadı. 65 yaşına kadar ölmezse orada.
Şimdi meydan onların artık konuşuyor…
Haşim Kılıç’ın söz ettiği seçimde
AKP yüzde 46 oy aldı ama nasıl aldı?
Binbir hile ile aldı AKP. Bu sonuçları
açıklayanlar Amerikan şirketleri, istedikleri gibi oynarlar. Sandıklar ve sandık
görevlileri yine onların elinde.
Bir Dinleyici: Çalıntı sandıklar çıktı. (…)
Bir Başka Dinleyici: Çöplerden oylar çıktı.
urullah Ankut Yoldaş: Çalıntı sandıklar çıktı, çöplerden oylar çıktı. Bunlar
bir tarafa, 1950’den bu yana ABD’nin
“Yeşil Kuşak Projesi”yle insanlarımız
düşünmekten alıkonuldu. Yani Yezid diniyle CIA diniyle doktrine edildi, afyonlandı insanlarımız; düşünemez, göremez
Çöpte bulunan oylar
kavrayamaz hale getirildi. Yani demokrasi ile falan ilgisi yok bunların.
Seçimlere bakarsak Kenan Evren
yüzde kaç oy alarak Cumhurbaşkanlığına seçildi arkadaşlar?
Yüzde 92. 12 Eylül anayasası ile yüzde 92 oy aldı.
Şimdi hangi parti bu oyu aldı?
O zaman, en demokrat Cumhurbaşkanı yahut en demokrat seçimle işbaşına
gelmiş Cumhurbaşkanının Kenan Evren
olması gerekir.
Ama orada ne oldu?
Orada da 12 Eylül öncesi halkımız,
insanlarımız cehenneme düşürüldü; hayatı cehenneme çevrildi. Her gün 15-20
insanımız hayatını kaybediyordu, insanlarımız evine gidemez, evinden çıkamaz,
işine gidemez hale getirilmişti. İnsanlar
böyle denize düşürülünce o yılana sarıldı.
Şimdi Tayyip, bunları bir kenara bırakıp, sırf oyla demagoji yapıyor. Şu kadar
oy aldım diye demagoji yapıyor...
E, Hitler de ilk iktidara geldiğinde
oyla iktidara geldi, çoğunluğun oyuyla
iktidara geldi. Hüsnü Mübarek de yüzde
80-90 civarında oy alıyordu, öyle seçiliyordu. Yani insanları korkutarak, düşünemez hale getirerek oy almak kolay.
Alırsınız. Arkanızda da AB-D Emperyalistleri olduktan sonra, onların her türden
iş adamları, medyası, tarikatı, cemaati,
sözde bilim insanı olduktan sonra alırsınız.
Bir Dinleyici: Sanatçısı olduktan
sonra.
urullah Ankut Yoldaş: Sanatçısı
olduktan sonra alırsınız. Ama biz hep bunu diyoruz; Türkiye’de demokrasi falan
yok. Sahte bir demokrasi, demokrasicilik
oynanıyor. Kandırmaca, düzenbazlık
Türkiye’de oynanan bu oyun.
Emperyalistler ve
Ortaçağcılar kadını da
aşağılar, sosyal yaşamdan
dışlar
Yine geçen haftanın Milliyet’inin
Eki: Cadde... Eklere ben genelde yemek
yerken bakarım. Sofra olarak kullanırım.
Bu tâ öğrencilikten beri bir geleneğim
benim. Hem şöyle bir köşesine tek kap
yemeğimi, yanında biber yahut soğanımı, ekmeğimi koyarım, öbür taraftan da
şöyle bir yemek yerken bakarım. Ama
burada da mesela emperyalizmin, düzenin iç işleyişini sergileyen haberler çıkıyor zaman zaman. Çünkü düzen öylesine
çürümüş, öylesine kokuşmuş, öylesine
dökülüyor ki yani patlamış gerizler gibi
rezilliği, pisliği her yerden dökülüp saçılıyor.
ABD’de kadına yönelik şiddet, onu
anlatıyor. Hani biz hep diyoruz ki, Feminizm burjuva ideolojisidir. Kadının gerçek kurtuluşu İşçi Sınıfının kurtuluşuyla
birlikte olacak, ondan bağımsız olamaz.
Çünkü Parababaları için her şey parayla
satın alınabilecek birer meta, kadın da
buna dâhil. Onlarda hiçbir ahlâkî değer
yok. Onun için kadının kurtuluşuna imkan var mı bunların düzeninde?
Hayır yok. İşte Türkiye’ye baktığımız zaman, kadın cinayetleri bunların
döneminde, on yıl içinde 14 kat artıyor.
Yüzde 1400 artıyor.
Niye?
Çünkü her yerde kadının aşağılanması var. Senin illa kadına şiddet uygula,
kadını öldür, diye bir mesaj vermen gerekmez. Buna gerek yok. Gerekmiyor
böyle bir şey ama sen tavırlarınla kadını
ikinci sınıf alt bir cinsiyet olarak her tutumunla belli ettin mi, o mesaj algılanır.
Bir Dinleyici: Türbanı kafasına sardın mı…
urullah Ankut Yoldaş: Kafasına
sardın mı, o zaman işi bitirirsin. Kadını
insanlıktan çıkarırsın. Bir cinsel obje haline getirirsin kadını. Ama o kadıncağızlar da, türban mücadelesi yapan Ortaçağcı erkekler de ve onlara destek veren her
türlü kesim de dinin vicdanî yönünden bihaberler. CIA diniyle doktrine edilmişler.
O dinde vicdan yok,
insanlık yok, paylaşım
yok, infak yok!
Ne var?
Belirli dini ritüeller
var. Kafayı saracaksın,
çarşafa gireceksin, zikir
yapacaksın, tespih çekeceksin, umreye gideceksin, hacca gideceksin, oruç tutacaksın ve
hiç kimseye acımayacaksın. Çünkü mahşer
günü babanın annenin
evlada, evladın anaya
babaya, kardeşin kardeşe
yardımı olmayacak. Bir de böyle anlatıyorlar, herkes yalnızca kendini kurtaracak. O zaman madem orada böyle, burada niye böyle olmasın? diye düşündürtüyorlar insanları.
Burada da vicdansızlaşıyorlar. Ve
dikkat edersek, insanlar CIA Diniyle dinlendiği oranda vicdansızlaşıyor, acımasızlaşıyor. Çok somut bu!.. Bencilleşiyor.
Çünkü bu dinde vicdan yok.
Ama biz dinin vicdan yönünü savunuyoruz, değil mi arkadaşlar.
Yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu ve yaşamlarıyla örnek oluşturduğu bölümü savunuyoruz
biz. O anlamda da zorunlu ihtiyaçların
dışında mal mülk biriktirmeyeceksin,
küplemeyeceksin. Olanı dağıtacaksın.
Bitti! Özü bu. Özü bu yani dinin maddesi bu.
Hz. Muhammed dininin ruhu ne?
Dürüstlük, güzel ahlâk. Başta insanlar, hayvanlar, bitkiler bütün doğayı seveceksin. Sevgi, ruhunda gerçek İslam’ın. Ve bunlarda hiçbirisi yok bunların. Bunlar tamamen dediğimiz gibi işte.
İşte bu yüzden bunlar Hz. Ali’yi secdedeyken öldürüyor.
Niye öldürdün?
Dinden çıkmıştı, diyor.
Bakın… Hz. Muhammed; “konuşan
Kur’an” diyor ya Hz. Ali için, “her söylediği Kur’an’ın bir ayeti mertebesinde”,
diyor yani. Onun görevinde, mertebesinde ve onu açıklar, onu dile getirir, diyor.
Kur’an’ı söyler, diyor Hz. Ali ağzını her
açışında.
Yani böylesine düzenbaz, böylesine
alçak bunlar…
Bu kadının aşağılanması, ezilmesi sadece bizim gibi ülkelerde değil tabiî. İşte uluslararası emperyalizmin ağababası
ABD’de kadının durumunu anlatan şu
bölümünü Mehrali Yoldaş, biraz yüksek
sesle lütfen, diksiyonun iyi, şurayı oku
lütfen:
“Hollywood’a Kadının sözü yok
“Güney Kaliforniya Üniversitesinde yapılan araştırmaya göre Hollywood yapımlarında 4475 diyalogluk rolün yalnız % 28.4’ü kadınlara ait. (Yani arkadaşlar, Hollywood yapımlarında
geçen diyalogların yani karşılıklı konuşmaların sadece % 28.4’ü kadınların ağzından çıkıyor. Diğeri erkekler tarafından söyleniyor. Evet – Nurullah Ankut.)
Oran her yıl geriliyor. (Bakın, oran her
yıl geriliyor, baş aşağı gidiyor yani. – N.
A.) Araştırmadan çıkan diğer kayda
değer veriler şunlar: 2012’de Hollywood filmlerinde kadınlar, rollerinin %
31.6’sında cinselliklerini ön plana çıkaran rollerdeydi. (% 31.6’sı sadece bir
cinsel meta olarak kendini pazarlayan
rollerde 2012 yılının filmlerinde, düşünebiliyor musunuz kadının aşağılanmasını? Evet. – N. A.) Yine 2012’deki filmlerdeki ergen kızların % 56.6’sı seksi
rollerde yer aldı. (Bakın arkadaşlar,
şimdi kadın gençleştikçe cinsel meta olma oranı da buna paralel olarak artıyor.
% 56.6 oranında cinsel obje olarak sunuluyor filmlerde. – N. A.) Kadın oyuncuların büyük çoğunluğu 21 ila 39 yaş
Kathryn Bigelow
aralığındaydı. (Evet. Bakın bir de bu
var. Kadın cinsel obje olacak ayrıca onun
da en çekici olan yaş grubu hangisi yani
cinsel objeliği en iyi ortaya koyan yaş
grubu hangisi? 21-39. Diğeri artık görmezden de gelinilebilir. – N. A.) Geçen
yıl en çok gişe yapan sinema filmlerinde yönetmenlerin sadece % 4.1’i, (Bir
dakika. En çok gişe yapan filmlerin yönetmenlerden sadece % 4.1’i kadın. Tabiî
bunların içerisinde Kathryn Bigelow gibi CIA ajanları da var. Bu kadın, “Ölümcül Tuzak”ı yani Usame Bin Laden’in
nasıl yakalandığını anlatan, CIA’yı parlatan, CIA işkencelerini meşrulaştıran,
savunan filmler yapan sefalettir. Kadınlığına da insanlığına da ihanet etmiş kadınlar da var bunların içerisinde. – N. A.)
Yazarların % 12.2’si, (Senaryo yazarlarının da sadece % 12.2’si kadın arkadaşlar diğerleri erkek – N. A.) yapımcıların
% 20’si kadındı. (Film yapımcılarınınsa
prodüktör deniliyor değil mi İlham’i, onların da sadece % 20’si kadın, diğerleri
erkek. – N. A.)
Hollywood gibi bir yerde bile durum
bu, arkadaşlar. Türkiye’de bakarsak durum aynı, belki daha kötü.
Bir Dinleyici: Daha kötü
urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet
belki daha kötü. Yani bizim kadın sorununa yönelik, kadının kurtuluşuna yönelik tezimiz de ve emperyalizmin insanlığın başdüşmanı olduğu, insan soyunun
başdüşmanı olduğu konusundaki tezimiz
de böylece somut verilerle bir kez daha
kanıtlanmış oldu, arkadaşlar.
Her birimiz kendimizi Recep
Yoldaş gibi yetiştirmeliyiz
Sadece biz devrimci teoriyi temsil
ediyoruz, bizim dışımızda yok bir ikincisi.
Ve buna bağlı olarak sadece Kürt komünistler bizim hareketimizde var, başka harekette yok. İşte Recep Yoldaş’ımız
teorimizi çok çabuk kavramakla birlikte
sendikada bulunduğu ve başka işi olmadığı nadir zamanlarda internete girer, siteleri tarar ve bizim bakış açımıza uygun
yani benim burada aktardığım haberlere
benzer makale, haber bulursa onların
çıktısını alır, çekmecesine koyardı. Ben
geldiğimde, Hoca’m bunlar işinize yarar,
diye bana verirdi hazırladığı bir dosya
içerisinde. Şimdi yine sağ olsun genç
yoldaşlarımız da bu işi e-posta yoluyla
Özlem, Naile, Mehrali (ve aklıma gelmeyen yoldaşlar olursa bağışlasınlar) bu
yardımı yapıyorlar. Doğan Erkan…
Unuttuğum yoldaşlar bağışlasınlar lütfen, daha başka arkadaşlar da…
Şimdi tabiî böyle haberlerin, düzenin
işleyişini gösteren haberlerin hepsini takip etmemiz, haberdar olmamız, bilmemiz, okumamız mümkün değil. O bakımdan hep söylüyorum ki, en kıdemsiz
yoldaşımız bile kendini en kıdemli yoldaşların yerine koyacak. Ben böyle düşünür davranırsam hareketimiz başarı kazanır, diyecek. Yoksa bana, birkaç bizim
gibi kıdemli yoldaşa kalırsa bu iş, başaramayız. Başarılı olamayız, arkadaşlar.
İşte bir insanın gözüyle nihayet ancak
bunları okuyabildim. Daha bir sürü haber var gözümden kaçan. Yani o arada
kaçmış olur. Ama arkadaşlarımız bakar,
okur biriktirir, bana gönderir, kendisi yazı yazar, öyle değerlendirir; tartışır, konuşmalarda, toplantılarda bunları gündem ederse çok daha verimli oluruz. Yani böyle davranmamız gerekir. Yaratıcı
olmamız gerekir. Sadece bizden beklerse
gençler, yoldaşlarımız, olmaz. Başarılı
olamayız.
Burada bir önemli yönü belirtmek istiyorum, kıdemli arkadaşlarımızın da tabiî bütün bölgelerde kıdemlerinin haklarını vermeleri gerekir. Yani sorumluluklarını yerine getirmeleri, sorumluluklarının gereğini yapmaları gerekir. Kıdemli
arkadaşlar da devamlı kendilerini bu açıdan gözden geçirmelidirler
Burada şöyle bir durum var: eğer kıdemli arkadaşlar sorumluluklarını tam
bilince çıkaramazlarsa yahut çıkarsalar
da gereğini yerine getiremezlerse; genç
arkadaşlar da sadece onlardan gelecek
direktifleri, önerileri beklerlerse o zaman
hareket kilitlenir, bloke edilir. Gençler
şöyle düşünür; ya yapacak bir şey olursa
ağabeyler zaten bize söylerler, biz de yaparız. Bu beklenti içerisine girerler. Şimdi kıdemli yoldaşlarımız da sorumluluklarını tam yerine getiremezlerse o zaman
hareket olarak geriye düşeriz. Olayları
takip edemeyiz. Devrimci durumları görüp devrimci tavırlar koyamayız. Bu bakımdan kıdemli arkadaşlarımıza büyük
sorumluluklar düşüyor. Tabiî bu işin bir
yönü.
Bir diğer yönü de, tüm genç arkadaşlarımızı yaratıcılığa özendirmeliyiz. Boşuna tekrarlamıyorum. Partimizin kurulduğu ilk günde de çok kısa konuştum ve
aynı şeyi söyledim. Yani en ücra bölgemizdeki en kıdemsiz arkadaş bile kendini benim yerime koyup, hem kendi bölgesindeki, hem Türkiye çapındaki hareketimizin tüm sorunlarını düşünmeli,
araştırmalı, ona çözümler getirmeli. Gördüğü devrimci durumlarda tavır koymalı, olaya müdahil olmalı yani devrimci
bir tutumla müdahale etmeli. Böyle yaratıcılıklarını geliştiremezlerse zaten olmaz, başarılı olamayız. O bakımdan
hem kıdemli arkadaşlar, hem genç arkadaşlar, bu söylediğim tarzda davranmalılar. Genç arkadaşların sorumluluğu da
bu, arkadaşlar, yaratıcı olmalıyız biz. Sadece yukarıdan gelecek emirleri, önerileri beklememeliyiz diyecekler.
Ve Recep Yoldaş’ımızın genç arkadaşlara da yol gösterecek önemli bir
özelliğini de dile getireyim: Özgüven
sahibi olmak… Tüm yoldaşlarımız gibi,
genç arkadaşlarımız da Özgüven sahibi
olacaklar. Tamam, yanlış yapılabilir,
yanlıştan korkmak yok. Hepimiz yanlış
yaparız. Ama önemli olan vahim bir yanlış yapmamaktır. Bir diğer vahim yanlışsa olaya hiç müdahale etmemektir. Olayı
görememektir. İşte en büyük yanlış budur. Buna düşersek olmaz. O bakımdan
devamlı gözleyeceğiz, araştıracağız.
Bir de toplantılarda biçime ilişkin birkaç söz edelim. Toplantılarda da aşağı
yukarı gündem biliniyor olacak. Her kademedeki toplantıda gündem bellidir
aşağı yukarı. Yahut tahmin edeceğiz, o
gündeme ilişkin kafamızda olgunlaşmış
düşünceler olacak. Yani gündemi kendi
kafamızda araştırmalıyız, incelemeliyiz,
ölçüp biçmeliyiz, tartmalıyız, değerlendirmeliyiz ve kendimize göre doğru bir
kanaate varmalıyız. Ve toplantıda gelip
gündeme ilişkin tutumumuzu ortaya
koymalıyız, o kararımızı ortaya koymalıyız. Gündeme ilişkin hiç düşünmeden
toplantıya gelirsek, yaratıcıcı olamayız.
Ama bütün arkadaşlar bu hazırlık içerisinde toplantıya gelirlerse birbirimizi
çok kolay anlarız. Zaten olgunlaşmış, rafine edilmiş görüşler ortaya konur. Onlardan birinden birine karar kılınır ve organ kararı alınır. Böylece toplantılar da
uzamamış olur. Hem doğru karar alınır
hem kısa sürede biter toplantılarımız.
Toplantıları uzatmak, illa doğru karar
çıkmasını sağlamak anlamına gelmez.
Hatta her şey diyalektik, tersine döner
toplantı fazla uzarsa. Ambale oluruz. Sonunda birbirimizi anlamaz da oluruz. Ve
çok ters kararlar da çıkabilir. O bakımdan hepimiz hazırlıklı gelirsek; toplantıları mümkün olduğunca, elden geldiğince saat olarak, süre olarak kısa tutarsak,
hızla pratik kararları alır ve davranışa geçeriz.
Yani işte Mehrali Arkadaş’ımız anlattı, Recep Yoldaş’ımız tüm bu özelliklere
sahip bir yoldaşımızdı. Yaşantısını, mücadelesini gözden geçirirken onun bu kalite özelliklerini de belirtmek istedim.
Sözü fazla uzatmayayım.
Sonunda mutlak yenen biz olacağız
arkadaşlar!
Recep Yoldaş’ı bedence kaybettik
ama hepimizin gönlünde, ruhunda, bilincinde diğer yoldaşlarımız gibi yaşamaya
ve bizimle birlikte mücadele etmeye devam ediyor.
Biliyoruz ki bu en yüce mücadele, insana en yaraşan mücadele!.. Bu insanlık
davası!.. Biz bu davanın savunucularıyız, sonunda mutlaka biz kazanacağız!
İnsanlık davası kazanacak, insanlık
kazanacak!
Teşekkür ederim.
(Alkışlar…)
17
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
Halkın Davası
Fazla mesai konusunda bilinmeyenler...
İşveren hangi işlerde
ve hangi işçilere fazla
mesai yaptıramaz?
1- Sağlık kuralları bakımından günde ancak 7,5 saat veya
daha az çalışılması gereken işlerde çalışan işçilere (Bu işler,
Sağlık Kuralları Bakımından
Günde Ancak Yedi Buçuk Saat
veya Daha Az Çalışılması Gereken İşler Hakkında Yönetmelikle düzenlenmiştir. Örneğin;
kurşun ve cam, cıva, çimento,
çinko, bakır, alüminyum, cam,
sanayii işleri, kaynak işleri, tarım ilaçları işleri, gürültü düzeyi 85 dB(A)’yı aşan işler vb.)
2- Maden ocakları, kablo
döşemesi, kanalizasyon, tünel
inşaatı gibi işlerin yer ve su altında yapılanlarında.
3-18 yaşını doldurmamış işçilere,
4- İş sözleşmesi veya toplu
iş sözleşmesi ile önceden veya
sonradan fazla çalışmayı kabul
Sorularınız için mail adresimiz:
etmiş olsalar bile sağlıklarının
[email protected]
elvermediği işyeri hekiminin
u sayımızda çok sık karşılaştı- veya Sosyal Sigortalar Kurumu Başğımız konulardan biri olan; iş- kanlığı hekiminin, bunların bulunmaçilerin fazla mesai ya da sade- dığı yerlerde herhangi bir hekimin race mesai olarak adlandırdıkları fazla poru ile belgelenen işçilere,
çalışma konusu ile ilgili soruları ce5- Gebe, yeni doğum yapmış ve
vaplandırdık. İş Kanununda 2006 yı- çocuk emziren işçilere,
lında yapılan değişikliklerle getirilen
6- Kısmi süreli iş sözleşmesi ile
“Esnek Çalışma Koşulları”, denkleş- çalıştırılan işçilere fazla çalışma yaptirme sistemi, telafi çalışması gibi uy- tırılamaz.
gulamalar ile çalışma saatlerinin daha
7- Gece çalışmaları yedi buçuk
da düzensizleşmesine ve işverenlerin saati geçemeyeceğinden gece çalışkeyfi uygulamalarına neden olmakta- malarında fazla çalışma yaptırıladır.
maz.
Bugün çok kanlı mücadelelerle kaFazla çalışma yapmak
zanılan 8 saatlik işgünü uygulaması
birçok işyerinde neredeyse ortadan (mesaiye kalmak) zorunlu
kaldırılmıştır. Artık çalışma saatleri
mudur?
14-15 saatleri bulmaktadır. Çoğu işyeKural olarak fazla çalışma yapmak
rinde yasal çalışma süresinin çok üszorunlu değildir. İşveren işçi fazla
tünde çalışma yaptırılmasına rağmen
mesaiye kalmadığı için onu işten çıfazla çalışma ücreti ya ödenmemekte
kartamaz.
ya da bordrolarda ödenmiş gösterilİşverenin, fazla çalışma için işçimektedir. Fazla çalışma ile ilgili en
nin onayını alması gerekir. Bu uygulaçok sorulan sorular aşağıdadır:
ma genelde işçilerden, yıl veya ayın
başında, o yıl veya o ay için fazla çaFazla mesai nedir?
lışma yapmayı kabul ettiklerine ilişEn fazla kaç saat fazla
kin olarak imza almak ya da fazla çamesai yaptırılabilir?
lışma yapılacağını bir gün önceden ya
İşçiler arasında genelde “fazla me- da aynı gün duyurarak o gün için fazsai”, hatta “mesaiye kalmak” olarak la mesaiye kalacaklara günlük bir çibilinen, 4857 sayılı İş Yasasının 41. zelgeyi imzalatmak şeklinde uygulanMaddesinde; haftalık kırk beş saatlik maktadır.
çalışma süresini aşan çalışmalar “faz-
B
la çalışma” olarak adlandırılmıştır.
Ancak denkleştirme esasının uygulandığı durumlarda işçinin haftalık çalışması kırk beş saati aşsa da bu çalışmalar fazla çalışma sayılmayabilmektedir. ( Denkleştirme esası, İş Yasasının 63. maddesine göre, haftalık normal çalışma süresinin, işyerlerinde
haftanın çalışılan günlerine, günde on
bir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabilmesidir)
İşçiye günde en fazla üç (3) saat
fazla çalışma yaptırılabilir. Fazla çalışmaların toplamı bir yılda iki yüz
yetmiş (270) saatten fazla olamaz. İşçilerini bu süreleri aşacak şekilde çalıştıran işverene, şikâyet ya da tespit
edilmesi halinde Bölge Çalışma Müdürlüğü tarafından idari para cezası
verilir.
Pek çok işyerinde ise bu onay hiç
alınmamakta ve işçiler fazla çalışmaya zorlanmakta, aksi takdirde ise işten
çıkartılmakla tehdit edilmektedirler.
Fazla mesai için önceden onay vermemiş olan işçiler, fazla çalışma yapılacağının duyurulmasından sonra isterlerse fazla mesaiye kalabilir istemezlerse kalmazlar. Fazla çalışma yapmama yönünde irade belirten işçi işten
çıkartılırsa işveren tarafından iş akdi
haksız olarak feshedilmiş olur. Bu durumda işçinin yasal yollara başvurma
hakkı vardır.
Eğer işçi önceden onay vermişse
daha dikkatli davranması gerekmektedir. Eğer bu onay verilmişse tek başına bir işçinin fazla çalışma yapmaması iş akdinin feshine yol açabilir. Bu-
rada işyerinde çalışanların hep birlikte davranması daha doğru olur. Aslında en başında 1 yıl için, o günün koşullarının ne olacağını bilmeden fazla
çalışma yapmak için onay vermek sakıncalıdır. Bu nedenle ya hep beraber
bu onayı vermemek ya da onay verilmiş olsa bile topluca fazla mesaiye
kalmamak daha doğru olur.
Şunu da belirtmek gerekir ki; işçiden fazla çalışma yapacağına dair
alınmış bir onay olsa bile, kendisine
Yasanın belirlediği sınırları aşacak şekilde yani günde 3 saati, yılda 270
saati aşan fazla çalışma yaptırılamaz.
Fazla çalışma karşılığı ücret
nasıl hesaplanır?
Öncelikle işyerinde haftalık kaç
saat çalıştığımızı hesaplamamız gerekmektedir. Bunun için işe giriş ve
çıkış saatleri hesaplanır. Çalışma sırasında verilen yemek arası, çay molası
gibi süreler bu saatlerden düşülür. Kalan süre 45 saatin kaç saat üzerinde ise
ona göre hesap yapılır. Her bir saat
fazla çalışma için verilecek ücret, normal ücretin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle
hesaplanır. Örneğin, saat ücreti 10 TL
olan bir işçinin ay içinde 5 saat fazla
çalışma yapması halinde normal ücretine ilave olarak 5 x 15 TL üzerinden
75 TL fazla çalışma ücreti alması gereklidir.
Ayrıca İş Kanunu, fazla çalışma
karşılığı olarak işçiye fazla çalışma
yerine serbest zaman kullanma hakkı
da vermiştir. Fazla çalışma yapan işçi
isterse, bu çalışmalar karşılığı zamlı
ücret yerine, fazla çalıştığı her saat
karşılığında 1 saat 30 dakikayı, serbest zaman olarak kullanabilir
(m.41/IV). İşçi hak ettiği serbest zamanı 6 ay zarfında, çalışma süreleri
içinde ve ücretinde bir kesinti olmadan kullanır (m.41/V).
Fazla çalışma ücretinin
ödenmemesi durumunda
işçinin hangi hakları
vardır?
Genel olarak İş Kanunu’na göre
“Ücretin ödenmemesi, işçiye iş sözleşmesini haklı nedenle fesih olanağı
vermektedir. (İK. m.24/II-e) Yargıtay
fazla çalışma ücretinin de ücret kapsamında olduğunu ve bunların ödenmemesinin iş sözleşmesinin haklı nedenle fesih olanağı vereceği kanaatindedir.
Fazla çalışma ücreti alacağı konusundaki dava zamanaşımı hakkın doğduğu tarihten itibaren 5 yıldır.
Ancak dikkat çekmek istediğimiz
noktalardan birisi de şudur: İşverenler
tarafından işçilere imzalatılan ücret
bordrolarında genelde bir de fazla mesai ile ilgili bölüm bulunur ve bu bölüme gerçeği yansıtmayan rakamlar
yazılarak işçinin imzalaması istenir.
Böyle bir durum ile karşılaşan işçiler
bu bordroyu imzalamamalı veya şerh
düşerek imzalamalıdır. Çünkü böyle
bir belge, işveren açısından fazla çalışma ücretini ödediği konusunda bir
delildir ve yazılı delilin aksi ispat edilememektedir.
Bir de ücretin işyerinde ödenmemesi, bankaya yatırılması durumunda
buradan da çekincesiz olarak maaşların alınması bordro gibi yazılı delil
olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle
bankadan da para çekerken fazla mesai ücretinin ödenmediğine dair “ihtirazi kayıt” konulması gerekmektedir.
Fazla çalışma ücretinin ödendiğine
dair işçinin imzasının bulunduğu bir
belge yoksa fazla çalışmanın ispatı
konusunda işyeri kayıtları, özellikle
işyerine giriş-çıkışları gösteren belgeler, fazla mesai yapıldığına ilişkin işyeri iç yazışmaları delil niteliğindedir.
Ancak, belge bulunmaması halinde
mahkemeler tanık beyanlarıyla da karar vermektedirler.
Yurtiçi Kargo Direnişçisi:
“Bizim tek istediğimiz şey
ONURLU yaşamak”
Baştarafı sayfa 20’de
reye kadar sürecekti?
Zaten bazı arkadaşlarımda fıtık vardı. Bende de vardı. Bizlere öyle baskı
yapıyorlardı ki, daha fazla dayanacak
gücüm kalmamıştı. Ama bu sefer çekip gitme yerine, ben buradayım,
dedim ve Direnişimiz başladı. Yaklaşık 130 gündür Direnişimiz devam ediyor.
Buradan çekip gitmek yok, gitmeyeceğiz. İşvereni sevindirmeyeceğiz.
Bakalım işveren ne yapacak?
Biz mücadeleye devam edeceğiz.
Ben buradan bütün İşçi Sınıfına sesleniyorum:
Çalışan bizleriz, ezilen bizleriz. Sırtımızdan geçinen, kazanan Parababaları. Hakkımızı göz göre göre yiyorlar.
luyordu, bir de fazla çalışmak bedeni
bitiriyordu.
Bizlerde artık sabır kalmadı. Bu işyerinde nasıl birlik ve beraberlik sağlarız, dedik. Daha önce DİSK’e bağlı
akliyat-İş Sendikası gelmiş. Ben o
gün raporluydum. Bazı arkadaşlarımı
da (normalde bir araca tek kişi veriyorlardı, o gün 4 kişi vermişler). İşçiler
bilgi sahibi olmasın diye, onları işyerinden uzaklaştırmışlar. Bu durum tabiî
sendikanın nasıl olduğunu bilenlere engel değildir. Onlar gittiği zaman kral
olan işverenler, sendika geldiği zaman süt dökmüş kedi gibi oluyorlar.
Tabiî ki, bu durum işvereni rahatsız
ediyor. Çünkü işverenin işine gelmiyor.
Sendikalı olmak demek, önce insan
yerine konmak, daha sonra yaptığın
işin hakkını almak demek. Yani bizim istediğimiz tek şey OURLU
YAŞAMAK. Onur ve şeref insanın
direğidir.
Artık zaman geldi, birlik olmaya
karar verdik. Benden önce arkadaşlar
Nakliyat-İş Sendikası’na üye olmuşlardı. Tabiî ki bu zaman içerisinde bizler
de bazı arkadaşlarla hiç düşünmeden,
sonu ne olursa olsun düşünmeden,
Nakliyat-İş Sendikası’na üyeliğimizi
yaptırdık. Çünkü bir daha böyle bir
şansımız olmazdı. Bu durum bizi daha
da kuvvetlendirdi.
Ama bu arada işverenin baskısı da
daha çok artmaya başlamıştı. Bizler
içeriden örgütlenmeye başlamıştık.
Fazla çalışmak, fazla baskı bizleri yıldıramıyordu. Çünkü Sendika gelecek,
artık rahat edecektik. İşveren bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Niçin
rahatsız olmasın? İnsanları köle gibi
çalıştırıyor, eziyordu. Artık ezilme kalkacaktı, bu ezilmeye sendikamız dur
diyecekti.
Bizler duyduk ki, Haramidere, Ankara, Konya ve bazı şubelerde Sendikalaşma başlamış. Sendikanın ne gibi
faydaları olduğunu bilenler hiç tereddüt etmeden üye oluyordu.
Bizleri işten çıkarmadan önce, bunlar sendikadan istifa etsin diye önce
çok ılımlı yaklaştı işveren. Ama bir şey
elde edemediler. Baktı ki olmuyor, bu
sefer de baskı yapmaya başladılar. Bizleri, şefler aracılığıyla doğrudan ezmeye çalıştılar. Biz yılmıyor, mücadeleye
devam ediyorduk. Ama bu durum ne-
Bizler niçin bu duruma sessiz kalıyoruz ki? Meydan Parababalarına mı kalacak?
Bunun için örgütlenmek gerek.
Bundan sonra ezilmek yok, baskı
yok, birlik beraberlik var.
Bizler işçiyiz. Bakın 1 Mayıs İşçi
Bayramı’nı bile bize çok gördü hükümet. Mücadelemiz hep aynı. Ekmek
davası. Bu yüzden davamıza sahip çıkalım. Bakın bu uğurda kaç tane işçi
kardeşimiz canını vermiş. Kiminin
kolu kopuk, kiminin parmağı, kiminin
bacağı… Var mı parmağı, kolu, bacağı
geri dönen? İşyerlerindeki çalışma koşullarından dolayı daha nice hasta olan,
bel fıtığı ve buna benzer birçok meslek
hastalığına tutulan işçi kardeşlerimiz
var. Bunun tek çaresi, bir bütün olmak, olanlara sessiz kalmamak,
onun için sendikalaşmaktır. En iyi işverenden en kötü sendika daha iyidir. Ama bizler istiyoruz ki, daha iyi
bir sendikaya bağlı olalım. Bu Sendika
da DİSK’E BAĞLI AKLİYAT-İŞ
SEDİKASI’dır.
Bu arada bizim Direnişimiz tüm hızıyla devam ediyor. Çayırova Aktarma
Merkezi’nde, Haramidere’de, Ankara,
Konya ve bazı şubelerde de devam ediyor. Bizim birlik beraberliğimiz devam ediyor. Bizler yılmayacağız.
Bizleri baştan beri yalnız bırakmayan Halkın Kurtuluş Partisi’ne de
çok teşekkür ediyoruz. Bize 130 gündür diğer partilerin hiçbirinden destek
gelmedi. Bu durum içerisinde her şeyin
ne olduğunu iyi anladık. Bizler de bunları gördük. Ona göre kendimize bir
yol çiziyoruz. Kim bize destek verirse
onunlayız. Ve buradan bütün işçi arkadaşlara sesleniyorum, bir olalım artık.
Ezilmek yok, dayanışma var.
Direnişteki arkadaşlara başarılar dilerim.
kip gittim, hakkımı hiç aramadım.
Çünkü bu işlerde hep sessiz kaldım.
Zaman geldi, Yurtiçi Kargo’da işe
başladım. Bu işyerinde de hep aynı sistem. Bu işveren de aynı. Daha ilk günlerde baskı ve fazla çalışmalar başlamıştı. Şeflere talimat verip, çalışma konusunda hata istemiyorum, diye şefleri
de bize karşı kullanıyorlardı. Bu sebeple bazen onlarla da sorunlar yaşıyorduk.
Bu işverenin hiç vicdanı yoktur.
Hiç unutmam, Ramazan ayında bile
bizleri zorla bazı günler 10-11 saat fazla çalıştırıyorlardı. Bunların hiç Allah’tan korkusu yokmuş. İşçiler zaten
oruçluydu. Beden yeterince zaten yoru-
Direne Direne Kazanacağız!
Yurtiçi Kargo’ya Sendika Girecek
Başka Yolu Yok!
İnadına Sendika İnadına akliyat-İş!
İşgal Grev Direniş Yaşasın akliyat-İş!
Selam olsun çalışan işçi kardeşlerime!
Bir Yurtiçi Kargo
Direnişçisi
18
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
“Arap Baharı”na karşı “Türk Baharı”
Baştarafı sayfa 20’de
http://www.haberpan.com/haber/condoleezza-rice-tan-sok-itiraf-wgt)
Tabiî bu açıklamada Rice’ın böbür-
lenmeleri objektiflikten uzaklaşmasına
yol açmış olabilir. Ama zamanın Başkan
Yardımcısı Dick Cheny de aynı görüşte.
Sorulması üzerine, Condoleezza Rice’ın
görüşlerine katıldığını belirtiyor. ABD
katkısını Irak’ın işgaline kadar götürüyor: “Irak’ta ne oldu, diye düşünürsen, Irak’a demokrasi ve özgürlük götürdüğümüzü görürsün. Ki, bu da diğer ülkelere dalga dalga yayılmıştır”
diyor. (http://thinkprogress.org/security/2011/11/01/358037/condi-rice-busharab-spring/?mobile=nc)
Ayrıca, ABD Emperyalizminin istediği yönde gidiyor Arap Baharının sonuçları. Ve tabiî ABD Emperyalizminin
stratejik hedefi ile de örtüşüyor.
Arap Baharı ve “Yapıcı
İstikrarsızlık” veya
“Yaratıcı Kaos”
Geriye bakıldığında, ABD’nin Ortadoğu’daki başlıca etkisinin savaş,
kan, gözyaşı, kargaşa olduğu görülüyor. Bu durum aslında bir Amerikan
stratejisi. Yani ABD Emperyalizminin bilerek, isteyerek yarattığı bir
durum. Bu duruma “Yapıcı İstikrarsızlık (Constructive Instability)”,
“Yaratıcı Kaos (Creative Chaos),
“Yaratıcı Yıkım (Creative Destruction)” veya “Demokratik Kararsızlık
(Democratic Destabilisation)” gibi
adlar veriyorlar. Bush döneminin bu
stratejisini, CIA’nın yan kuruluşu
STRATFOR’dan bir CIA ajanı şöyle
özetliyor:
“İstikrarsızlığın Cazibesi
“Tarihsel olarak ABD’nin Ortadoğu politikası istikrarı sürdürmeyi
esas almıştır. Dünyanın başka bölgelerinde ABD stratejleri daha önce de
istikrarın akılcı olup olmadığını
tartıştılar. Örneğin, ABD Sovyetler
ile bir söze dayalı antlaşma mı (modus vivendi) yapmalı, yoksa Sovyet
Ergin Saygun
imparatorluğunu düşürme yollarını
mı aramalıydı? Ancak George W.
Bush, istikrarın Ortadoğu’daki ABD
çıkarlarının gelişimi için bir engel olduğunu tartışan ilk başkan olmuştur. 11 Eylül olaylarının tetiklemesiyle ABD yönetimi “yapıcı istikrarsızlık” olarak adlandırılan politikayı uygulamaya koydu. Amaç, Ortadoğu rejimlerinde esaslı değişikliklerle -ülke halklarının politik ve
ekonomik yaşama tam katılımını engelleyerek değil, hoş karşılayarakABD vatandaşlarının güvenliği ve
bölgedeki ABD çıkarlarının korunması idi. ABD bu amaçla kaba güç
de kullandı, yumuşak geçiş de
sağladı: Irak ve Afganistan’da
askeri güç kullanımı; Yaser
Arafat’ın yalnız bırakılarak yeni,
barışçı, saygın bir Filistin önderliği
için uygulanan havuç ve sopa
siyaseti; Mısır ve Suudi Arabistan’ı
reformcu yola itelemek için aba altından sopa göstermek gibi...” (R.
Satloff, Assessing the Bush Administration’s Policy of ‘Constructive Instability’.” (Part II), Policy Analysis,
POLICYWATCH 975, 16 Mart 2005;
http://www.washingtoninstitute.org/po
licy-analysis/view/assessing-thebush-administrations-policy-ofconstructive-instability-part-).
Bu yazı 2005’de yazılmış. O günden
bugüne
gelirsek, Tunus’u,
Mısır’ı, Yemen’i ve
Suriye’yi
görüyoruz. Ve şu sonuç
çıkıyor: ABD için
tek önemli olan emperyalist
çıkarlarıdır. İstikrarsızlık,
can kaybı, mal kaybı, yıkım, imha hiç
önemli
değildir.
Hatta ABD çıkarları için iyidir. Arap
Baharı’nda bu sonuçları görüyoruz.
Bunu açıkça da belirtiyorlar. Bu
“Yapıcı İstikrarsızlık” politikasının adına “Bulanık Suda Balık Avlamak” da
diyebiliriz. Ortalığı karıştır, parsayı
topla yani...
Eski Karargâhın Arap
Baharı’na Bakışı
Emekli Orgeneral Ergin Saygun,
Genelkurmay II. Başkanlığına kadar
yükselen bir yurtsever paşamız. Balyoz
davasından uzun süre içeride yattı, ceza
aldı ama ciddi sağlık sorunları nedeniyle
kısa süre önce serbest bırakıldı. Ergin
Paşa’nın bir kitabı yayımlandı: “Türk
Ordusuna BALYOZ”. Bu kitapta Ergin
Paşa Arap Baharı’nı da değerlendiriyor.
Eski Karargah bakışıyla Arap Baharı’nın
ne
olduğunu
görelim.
“Arap
Baharı”nın İmalatı ya da Tarih Tekerrür Etmektedir” başlığı altında özetle
şöyle yazıyor Ergin Paşa:
“Bölge ülkeleri kendi kendilerini
yönetemediklerinden ve kendi sorunlarını çözemediklerinden sürekli başkalarının kendi menfaatlerine göre
ürettikleri çözüm projelerine muhatap
olmuşlardır.
Bölge
insanının
ihtiyaçlarından
kaynaklanmayan,
sosyal dokularına uymayan, kendilerine bir fayda sağlayıp sağlamayacağı
belli
olmayan,
mevcut
devlet
yapılarının mesafeli durduğu ve tamamen dış kaynaklı bu tür projelerin,
beklenen sonuçları vermesi de zaten
mümkün görülmemektedir.
“Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey
Afrika Projesi’nin (GOKAP) bu nedenle bölge halkının derdine derman
olamadığını, kendisinin bir sorunlar
yumağı ve sorun kaynağı haline
geldiğini söylemiştik. Devam eden
arayış ve tartışmalarda yumuşak güç
vb. yaklaşımlardan sonra en son gelinen nokta, akıllı güç (Smart Power)
kavramı olmuştur. Bu bağlamda gittikçe gerilen ortamda bölgede ABD
yanlısı yönetimlerin ve devlet başkanlarının mevcudiyeti şart hale gelmiştir.
Bu nedenle de işlevini tamamlamış
(Mübarek), bekleneni verememiş
(Esad) ve hizaya gelmekte direnenler
(Kaddafi) tasfiye edilmiştir.
“Sırada İran vardır ama biraz daha beklemek gerekmektedir. Bu noktada İran’daki Azeri nüfusunu yakından izlemek gerektiğini düşünmekteyim.
“2011 yılında ‘Arap Baharı’ adı
altında tüm Ortadoğu’da yaşananlara
bu gözle bakmak lazımdır.” (Ergin
Saygun, Türk Ordusuna Balyoz, Kaynak
Yayınları, 2012, s. 266)
Buraya kadar söylenenler yeni bilgi
değil. ABD Emperyalizminin kendi işine
yaramıyorsa, kim olursa olsun, tasfiye
girişimlerinin olduğunu biliyoruz. Daha
da önemlisi bu amaç için istikrarsızlık
yaratma girişimleridir ABD Emperyalizminin. Ergin Paşa şöyle devam ediyor:
“(...) ABD aynı dönemde (20072009 dönemi kastediliyor - K. Y.),
Irak’ta Şii yayılmasına karşı Sünni bir
blok oluşturmaya çalıştı. ABD Dışişleri Müsteşarı ile yaptığım görüşmede,
blok oluşturma çalışmalarının doğru
olup olmadığını sordum.
““Doğrudur” dedi.
““Irak Ortadoğu’nun yönetici özetinin fotokopisidir” diyerek, burada
başlayacak bir Şii-Sünni bloklaşmasının ve akabinde çatışmasının bütün Ortadoğu’ya yayılma tehlikesine
dikkat çekmeye çalıştım, ama pek etkili olduğumu sanmıyorum.
“Aslında biraz daha geriye gidince
mesele daha açık ortaya çıkıyor. Yönetim Kurulunda eski Savunma Bakanı
ve CIA Direktör Yardımcısı Frank
Carlucci, Gen. Wesley Clark, Zalmay
Halilzad, eski Dışişleri Bakanı
Madeleine Albright gibi tanınmış kişilerin bulunduğu ABD’nin meşhur ational Endowment for Democracy
(ED) kuruluşu, 2003 yılından beri
Tunus-Mısır-Ürdün-Kuveyt-LibyaSuriye-Yemen ve Sudan’da istikrarsızlık yaratmak için yoğun bir faaliyet
içindeydi. Sayılan ülkelerin kapsadığı
bölge, “Arap Baharı”nın meydana
geldiği bölgedir ve 2001 yılında
Bush’un açıkladığı Büyük Ortadoğu
haritası ile de aynıdır.
“Arap Baharı” denen budur. Hiçbir şey kendiliğinden olmamıştır. Liberallerin statükoculara karşı çıkması
filan değildir.” (agy, s. 267)
Evet, Ergin Paşa Arap Baharı’nı tümüyle ABD marifeti olarak görüyor.
Ayaklanmanın kendiliğinden parlamasını reddediyor. Bizce üst düzey yetkililerinin de bizzat itiraf ettiği gibi
ABD’nin, ortamı hazırlaması doğrudur.
Ancak, ayaklanmaların parlaması o dönemdeki despotik yönetimlere karşı oluşan birikimin patlamasıdır. Kendiliğinden başlamıştır. Olayların başlamasıyla
birlikte ABD tabiî o saat istikrarsızlığı
teşvik etmiştir. Hazırdır. Hatta daha da
öteye giderek muhalif güçleri örgütlemiş
ve silahlandırmış, kendisi de Libya’da
olduğu gibi diğer emperyalistlerle birlikte silah kullanmıştır.
“Türk Baharı” neden farklı?
Bize gelince, 11 yıldır ülkeyi ABD
uşaklığını en birinci görev sayan bir iktidar yönetiyor. Aralıksız laikliğe, Mustafa
Kemal’e saldırıyor (başta en yeni “ayyaş” suçlaması ve diğerleri); gericiliği
örgütlüyor, din bezirgânlığı yapıyor (her
yere cami, her okulun imam hatip okuluna dönüştürülmesi, Kur’an kurslarının
hiçbir şekilde kısıtlanmaması vb.);
yargıyı ele geçirerek hukuku ayaklar altına alıyor (baroları bile yargılıyor); eğitimi dinci eğitime dönüştürme çabasında
(4 + 4 + 4!); kadınımızı eve hapsetme
amacında (en az 3 olmadı 5 çocuk yapın
komutu, kürtaj yasası, fişleme vb.); medyayı ele geçirerek kendine karşı en ufak
bilginin sızmasını engelliyor (satılık
medya!); cukkacılık (Tayyip’in İsviçre
bankalarındaki 1 milyar doları, gemicik
vb.); yandaşları örgütlüyor ve koltukluyor (ihalelerde din bezirgânlarına öncelik); emekçi haklarını gasp ediyor (çalışan haklarına karşı yasalar, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma); işsizlik pahalılık dizboyu ve hak aranamıyor (Tayyip için hak aramak “hakara-makara”);
halkımızın ortak değerlerinin, birikimlerinin pazarlanması ve yok pahasına satılması (Tayyip “Ben ülkemi pazarlıyorum” demişti malum); baskı ve terör
(haksız açılan davalar, 1 Mayıs saldırıları); Ordu’ya ABD desteğiyle haksız,
kanıtsız saldırı (Ergenekon, Balyoz, Casusluk vb. davaları, Silivri zindanları);
özel alana müdahale (telekulak, alkol yasası, kılık kıyafette mahalle baskısı);
çevreye zarar (HES’ler, maden ocakları,
Gezi Parkı vb.); vb... İşte saymakla bitmeyecek bu “Rabbena, Hep Bana” ve
“Her şey ABD için” siyasetine karşı birikenlerin patlamasıdır “Türk Baharı” dedikleri ayaklanmamız. Ve bu yüzden büyük ölçüde emperyalizmin kontrolünde
seyreden Arap Baharı’ndan tümüyle
farklıdır.
En önemli fark, Arap Baharı’nda
ABD’nin işin içinde oluşu, bölgede istikrarsızlık yaratma amacı, işi bitmiş uşak
konumundaki yöneticilerin (Mübarek)
veya ayak direyenlerin (Kaddafi, Esad)
tasfiyesinin amaçlanmasıdır. Bizim
ayaklanmamız ise ABD uşaklığında gözünü bile kırpmayan, yüzde yüz satılık,
hâlâ ABD’ye hizmet edebilecek bir yönetime karşıdır. Ortadoğu’da istikrarsızlık arayan ABD şu sıra, hele hele
Kürt sorununa emperyalist çözüm gündemdeyken, Türkiye’de istikrar ister.
TayyipGül gibi uşakları bulmuşken sonuna kadar kullanmak ister. İşler tıkır
tıkır yürürken, neden zora soksun ki?
Öte yandan, ayaklanmamız bize
has bir gelenek göreneğin de yansımasıdır. Ayaklananları görüyoruz. Büyük çoğunluğu gençler oluşturuyor. Ve
bizde gençlik ne yapılırsa yapılsın hep
ilerici olmuştur. Yakın geçmişte Jöntürkleri, Hareket Ordusu’nu, Kuvayımilliye’yi ve Mustafa Kemal’leri, 27
Mayıs’ları hatırlayalım. Bu ilerici hareketlerde hep Sivil ve Ordu Gençliği görürüz. Bugün sivil gençlik ayakta. Ordu
Gençliği ise Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Sarıkız vb. tezgâhlarla susturulmuş,
baskı altına alınmış, başı “Tombalak
Paşa” gibi uşaklarla bağlanmış durumda.
Ama bizce Ordu Gençliği de için için
kaynıyor. Toplumdan ayrı kalamaz çünkü.
Diğer bir önemli fark, Arap Baharı’nda muhaliflerin yapısıdır. Bunlar
dünyanın dört bir yanından devşirilmiş
dinci, kara yobaz çeteleri, vahşi, acımasız, emperyalist uşağı ırz düşmanları,
katiller, çapulculardır. Gerçek çapulcular
bunlardır. Oysa bizim ayaklanmamızda
pırıl pırıl yurtsever insanları görüyoruz.
Bir büyük fark da budur.
Özetle, “Arap Baharı” ile “Türk Baharı” kendiliğinden başlama görünümü
dışında birbirinden tümüyle farklıdır.
Sonuç
TayyipGül Ortaçağcıdır. Toplumu
geri götürmek peşindeler. Tefeci-Bezirgân sınıfsal içgüdüleri böyle yönlendiriyor çünkü. Ancak şunu göremiyorlar; İnsanlık hep ileriye gidecektir. Bu
kaçınılmaz. Ağızlarıyla kuş tutsalar
kalıcı olamazlar.
Emperyalizme de hiç güvenmesinler.
İşleri bitince bir tekme de emperyalizm
vurur. Hiç acımaz.
Vaktiyle Vahdettin ve efradı İngiliz
gemisiyle İtalya’ya kaçtı, San Remo’da
büyük bir villaya yerleştirildi. Tabiî bir
süre sonra paralar suyunu çekti. Burada
B
İngilizlere haftada 100 Sterlin gibi bir
maddi yükü oluyordu Vahdettin ailesinin. Bu meblağ, “Üzerinde Güneş Batmayan” İngiliz Emperyalizmi için aslında hiçbir şey değildi. Ama öyle olmadı.
İngiliz Parlamentosu’nda bu ödeneğin 15
Şiline indirilmesi önerildi. Bunu duyan
Amerikalı bir girişimci Vahdettin’in karılarına New York Hipodrumu’nda iş(!)
bulabileceğini ve bu kadınlarla temasa
geçmesini sağlamalarını önerir İngilizlere. İngiliz Kralı V. George ise bu öneriyi
duyunca “epey eğlenir”.
Amerikan Emperyalizmi de farklı değildir. Yakın geçmişte Somoza’nın, İran
Şahı’nın ve en son Mübarek’in durumunu görüyoruz. Bunlar Amerikan Emperyalizminin has uşaklarıydı. Ama işleri
bitince deliğe süpürüverdi. Böyledir vatan hainlerinin, halk düşmanlarının sonu...
Kıssadan hisse, günümüzün vatan hainleri, halk düşmanları emperyalistlere
güvenmesinler. Bir tekme de onlardan
yerler. TayyipGül de bu durumu görüp
“Aman bizi deliğe süpürmeyin” diye yalvarıyor. Hiç fark etmez. İşleri bittiği an
süpürüverirler.
İsviçre Bankalarındaki dolarlar mı?
Bu halk onları da yedirmez size...
Utanmazlığın bu kadarında da
pes doğrusu!
aşbakan Yardımcısı Ali Babacan, OECD toplantısı için gittiği
Paris’te Milliyet yazarı Şükrü
Andaç’la konuşmuş. Şükrü Andaç’ın
ifadesiyle: “dış politikadan ekonomiye
kadar geniş bir sohbet yapma imkanı
bul”muşlar. Ve Babacan, gayet babacan(!) bir tavırla gündemdeki konulara
ilişkin düşüncelerini aktarmış. Okuduk.
Okudukça şaşırdık. Okudukça kızdık:
Bir insan nasıl bu kadar ikiyüzlü olabiliyor, diye. İnsanlığın seviyesini nasıl bu
kadar düşürür, diye düşündük.
“İran’ın Suriye konusundaki tutumu bizim için tam bir hayal kırıklığı” diyen Başbakan Yardımcısı Ali
Babacan, şunları ifade ediyor:
“asıl oluyor da böylesi bir rejime
destek veriyorlar anlamak mümkün
değil. İran rejiminin, devriminin kodlarına bakıyoruz, bir İslam cumhuriyeti. Ama nasıl oluyor da sivil,
kadın, çocuk demeden her gün katleden bu rejime destek veriyorlar hayret ediyoruz doğrusu.” (Şükrü Andaç,
Milliyet, 01 Haziran 2013)
Dinime küfreden Müslüman olsa,
der ya halkımız. Aynen öyle bir durumla
karşı karşıyayız.
Siz, on yıllardır, 1950’lerden bu
yana, Hıristiyan AB-D Emperyalistlerinin hizmetinde, onların Müslüman ülkeleri işgallerini desteklemediniz mi?
Onların sapık, sarhoş, katil askerlerinin (subay ve erlerinin) Müslüman kadınlara, çocuklara ve yaşlılara yaptıkları
insanlıkdışı suçlara ortak olmadınız mı?
Fransız Emperyalistlerinin sömürgesi olmaktan kurtulmak için savaşan,
Ali Babacan
Ulusal Kurtuluşlarını kazanmak isteyen
(aynen bizim gibi) mazlum Cezayir Halkının mücadelesinde işgalci, yağmacı,
talancı, soykırımcı Fransız Emperyalistlerini desteklemediniz mi? Kahire’de
kuruluşunu ilan eden Geçici Cezayir
Hükümeti’ni tanımadınız, BM’deki oylamalarda Fransa’nın yanında yer almadınız mı?
Irak’ta, El Garip Cezaevi’nde, ruhen
bitmiş kadın ve erkek Amerikan Conilerinin yaptığı insanlıkdışı işkencelere
sessiz kalmadınız mı?
ABD askerlerinin Müslüman kadınların ırzına geçmesine, bırakalım seyirci
kalmayı, destek vermediniz mi? Irak’ta
ABD askerleri Müslümanların kanını
oluk oluk dökerken, cezaevlerinde olmadık işkenceleri yaparken “Kahraman kadın ve erkek Amerikan
askerlerinin sağ salim evlerine dön-
meleri için dua ediyorum” diyen, siz
değil miydiniz? Sizin başbakanınız Tayyip değil miydi?
Ya Cumhurbaşkanınız Abdullah
Gül’ün ne dediğini de hatırlıyorsunuz
değil mi?
Ne demişti A. Gül?
“Dünya barışı için, barışı korumak, barışı yapmak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar
kendi çocuklarını feda etmişlerdir.”
ABD, işgali altındaki Müslüman Afganistan Halkını her gün, başta insansız
hava araçları olmak üzere, çeşitli savaş
araçlarıyla katletmesine seyirci kalmak
bir yana oraya Mehmetçiği gönderen siz
değil misiniz? Sizin hükümetini değil
mi?
Tayyip’e, Ocak 2004 tarihindeki
ABD gezisi sırasında ADL adlı Yahudi
kuruluşu tarafından “Yahudi Üstün
Hizmet veya Cesaret ödülü” verilmedi
mi?
Müslüman Filistin Halkını on yıllardır birkaç ayda bir katliamlara uğratan,
sürekli kanını içen İsrailliler tarafından,
onun ADL adlı kuruluşundan, “Yahudi
Üstün Hizmet veya Cesaret Ödülü”,
neyin karşılığında verildi, Tayyip’e söyler misiniz?
Tayyip ödülü alırken yaptığı konuşmada: “Türkiye ve İsrail arasında her
zaman var olan dostluk, karşılıklı anlayış ve güven temelindeki ilişkilerin
son dönemde kazandığı ivmenin altını
memnuniyetle çizmek isterim.” demedi mi Kur’an’ın açık hükmüne rağmen.
Ne diyor Kur’an’ın Maide Suresi:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve
Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin. Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır. Sizden kim onları gönül dostu
edinirse o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.” (Yaşar Nuri Öztürk,
Kur’an Meali)
Elinden ödül aldığınız Müslüman
Libya lideri Kaddafi’yi ve Libya Halkını bir kalemde satıp geçip giden siz olmadınız mı?
“Kardeşten de ileri” dediğiniz Suriye
lideri Beşşar Esad’ı, AB-D Emperyalistlerinin bir emri üzerine satıp geçip
giden siz değil misiniz?
Hangi birini sayalım?..
Bu kadar yeter mi Babacan?.. Daha
sayıp dökelim mi suçlarınızı?..
Siz “İran’a hayret ediyor”muşsunuz.
Biz size hayret etmiyoruz.
Niye mi?
Hizbullah lideri Nasrallah, geçtiğimiz günlerde Suriye olaylarıyla ilgili bir
açıklama yaptı ve size de bir gönderme
yaparak dedi ki: “İsrail ve Amerika tarafında olanlardan olmayacağız.”
İşte siz busunuz: AB-D ve İsrail’den
yana olanlardansınız!
Siz, insanlığını, dostunu, kardeşini
dünya malı için satanlardansınız.
Siz, AB-D Emperyalistlerinin ve İsrail’in dostusunuz. Bir Müslüman için
bundan daha fazla utanılacak ne olabilir?..
19
Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013
B
“Tunuslu oğlum Suriye’deki muhaliflere niye katıldı?”
BC’de 15 Mayıs 2013 tarihinde
yer alan ve bizim de başlık olarak
seçtiğimiz başlığı taşıyan haber,
ülkemizde yaşananlarla da benzerlik taşıdığı için ilgimizi çekti.
Yazımızın konusu, bu haberi sizlerle
paylaşmak olacak.
BBC’nin Tunus muhabiri tarafından
yapılan araştırma haberine göre, Suriyeli
muhalifler, şu anda Suriye Halkına karşı
yaptıkları terörist saldırılarda kendileriyle
birlikte yer alan en büyük yabancı kitlesini Tunusluların oluşturduğunu ifade
ediyorlar.
sonra bu Ortaçağcılar ya da ABD Emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planı için besleyip büyüttüğü
“Ilımlı İslamcı”lar iktidarları da ele geçirdiler.
Tunus’ta da Zeynel Abidin Bin Ali’nin
devrilmesiyle “Ilımlı İslamcı” ahda
Hareketi Partisi (Yeniden Doğuş-Rönesans Partisi) bir koalisyon hükümetinin
parçası olarak iktidara geldi-getirildi.
“İslami Hareket” adıyla da bilinen
“İslami Eğilim Hareketi” adlı grup 1981
yılında parti olarak kuruluyor. Günlük yaşama din kurallarının daha fazla girmesini
Bildiğimiz gibi, Suriyeli muhalifler,
bugün Suriye’nin Antiemperyalist-Yurtsever lideri Beşşar Esad’a karşı, ABDAB Emperyalizminin kasap satırı olarak
hain terörist saldırılarda bulunuyorlar. Ve
bunların ezici çoğunluğunu, OrtaçağcıŞeriatçı, en küçük bir insani değer, vicdan
taşımayan güruh oluşturuyor.
Tunus Hükümeti, 800 vatandaşının
Suriye’de Ortaçağcı güçlerle birlikte Beşşar Esad’a karşı savaştığını belirtiyor.
Fakat Tunus İçişleri Bakanlığından bazı
kaynaklar bu sayının çok daha fazla olduğunu ifade ediyor. Sayının 2000 civarında olduğunu söyleyen kaynaklar var.
Fakat medyada sık sık telaffuz edilen sayıysa 5000.
Tunus’taki Ortaçağcı-Şeriatçı güçler
tarafından kandırılan, gittikçe artan sayıdaki genç, Suriye’deki ABD-AB Emperyalizminin uşağı olan Ortaçağcılara
katılmaya gidiyor. Ortaçağcı-Gericilerin
safındaki saldırganlara katılmaları Tunuslular için bir ilk değil. Daha önce yüzlerce
Tunuslunun
Irak
ve
Afganistan’da da benzer şekilde faaliyet gösterdikleri tahmin ediliyor.
Peki, geride bıraktıkları aileleri neler
düşünüyor? Bu gençler Ortaçağcıların tuzağına nasıl düşürüldü? Bir halkın-kardeş
Suriye Halkının düşmanı haline nasıl getirildi?
Aziza, Suriye’deki Ortaçağcı saldırgan güruha katılmak üzere evini terk eden
22 yaşındaki Bilal’in annesi. Tek oğlunun resmine bakarken gözyaşlarına
hâkim olamıyor. BBC Tunus muhabirine,
Suriye’ye karşı başlatılan bu savaşa
karşı olduğunu ve bu savaşı hiç anlamadığını söylüyor. Oğlunun iyi huylu olduğunu ve evin geçimini sağladığını
belirtiyor. Oğlu bir gün kendisine, Libya’ya gidip, satmak üzere kıyafetler alacağını söylüyor. O günden sonra
kendisinden haber alınamıyor. Nihayet,
oğlunun Suriye Halkına karşı terör saldırıları yapmaktan Suriye’de gözaltına alındığını öğreniyor.
2010-2011 yılları arasında Arap coğrafyasını içine alan kendiliğinden bir halk
hareketi başladı: “Arap Baharı”. Kasım
2010’da Tunus’ta sonradan adına Arap
Baharı denilecek olan bir halk hareketi
başladı. Bu halk hareketi, Devlet Başkanı
Zeynel Abidin Bin Ali yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı. Tunus’taki bu harekete, daha sonra emperyalistlerin
emrindeki Ortaçağcı-gerici güçler yön
vermeye başladı. Bu noktadan itibaren izlediği seyir bakımından 1 Mart 2011’den
sonra “Yasemin Devrimi” adı verildi.
Renkli devrimleri, Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde duyduk geçtiğimiz yıllarda.
ABD-AB Emperyalistlerinin Sivil Örümcekleriyle gerçekleştirilen, kendilerine
yakın iktidarlar oluşturma hareketiydi
bunlar. Tunus’ta da çiçek devrimini duyunca yine aynı oyunun bir parçası olduğu sırıtıverdi.
“Arap Baharı”, AB-D Emperyalistleriyle işbirliği içerisinde kendi halkını işsizlik pahalılık cehenneminde kavuran,
halkına zulmeden iktidarlara tepki olarak
doğmuştu. Fakat bu halk hareketleri örgütsüz ve programsız olduğu için, iş
tersine döndü ve ne yazık ki kontrol Ortaçağcı-Gerici örgütlerin eline geçti. Daha
savunuyor. Bugün Tunus Başbakanı olan
Raşid Gannuşi partinin kurucularından.
Yasal olarak da tanınmak için 1989 yılında Nahda Hareketi (Arapça: Ḥarakat
an-ahḍah) adını alıyor. Nahda’nın
yayın organı olan Al-Fajr gazetesi Tunus’ta yasaklanıyor ve editörü Hammadi
Cibali 1992 yılında resmi olmayan bir
partiye üye olmak ve devlet yapısını değiştirme niyetiyle şiddete başvurmak suçundan 16 yıl hapis cezası ile
yargılanıyor. Ortaçağcı-Şeriatçı söylemlerinden dolayı çeşitli yasaklarla faaliyetleri durdurulan Nahda Hareketi, 1992’den
sonra Tunus’ta neredeyse ortadan kayboluyor. “Arap Baharı”ndan sonra, emperyalistler, artık halkı kandırmada
inandırıcılığını kaybeden ve halktan
büyük tepkiler alan Zeynel Abidin Bin
Ali’nin yerine Nahda Hareketi’ni hazırlıyorlar. Ne tesadüftür ki, 1 Mart 2011’de
yasal parti statüsünü kazanıyor.
Tunus’taki halk hareketinin ABD-AB
(AB-D) Emperyalistlerinin yörüngesine
girişine emperyalistler “Yasemin Devrimi” adı veriyorlar. Nahda’nın lideri
Raşid Gannuşi de hızla uzun yıllar yaşamış bulunduğu Londra’dan Tunus’a getiriliyor. Kendisinden ve partisinden,
Tunus siyasi sahnesinde “hızlı bir yer
edinen” hareket olarak bahsediliyor.
Gannuşi bu yeri, Batılı efendilerinin desteğiyle ediniyor elbette. Zeynel Abidin’in
devrilmesinin ardından, birçok Laik rakibini geride bırakarak Tunus’un en büyük
ve en yaygın partisi haline geliyor.
Batılı Emperyalist efendileri, bu hareketi ve Gannuşi’yi, “Ilımlı İslam” hareketi
olarak
iktidara
hazırlıyor.
Uşaklarından biri eskidi, onu devirip bir
başka uşağı, bu kez ideolojisi Şeriatçılık
olan uşağı iktidara getiriyor. Geçmiş iktidarın halk düşmanı politikalarına karşı
başlayan halk hareketi, örgütsüz olduğu
için AB-D Emperyalistleri bu örgütsüz
hareketi kendi yörüngelerine sokuyorlar.
“Ilımlı İslamcı” Nahda Hareketi’nin
ağırlıklı olduğu koalisyon hükümetinden
önce Tunus’ta Şeriatçı örgütlenmeler bu
kadar kontrolsüz değildi. “Yasemin” hareketiyle birlikte “Ilımlı İslamcı”ların iktidara gelmesinden sonra, Ortaçağcı
örgütlenmelerin önünün hızla açılması ve
hiçbir güvenlik tedbiri olmaması sonucu,
Selefî-Ortaçağcı faaliyetler hızla yaygınlaştı. Bugün Tunus Hükümeti, özellikle Selefîlere ait olan camilerin
kontrolünü tamamen kaybetmiş durumda, daha doğrusu bu kontrolü bırakmış durumda. Ve buralar, bu Ortaçağcılar
için büyük bir örgütlenme olanağı sağlıyor. Zehirli düşüncelerini, ülkenin en ücra
köşelerine değin ulaştırma-yayma olanağı
sağlıyor.
Şeyh Beşir bin Hasan gibi birçok
imam, müritlerine Suriye’deki muhaliflere-Ortaçağcı teröristlere katılmaları için
açıkça Cihad çağrısı yapıyor. Ve Suriye’ye, Suriye’nin Antiemperyalist-Yurtsever Lideri Beşşar Esad’a karşı,
Müslüman Suriye Halkına karşı AB-D
Emperyalistlerinin güdümünde yapılan
savaşı “genç cihadçıların kahraman
mücadelesi” diyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. İnsanlık dışı caniliklerle bir halkı
katleden saldırganlara katılmaya teşvik
ediyor gençleri.
Şeyh Beşir bin Hasan Suriye’ye giden
Tunuslu gençler için; “onlar insanlık
görevini yerine getiriyor. Sünni Müslümanlar için, baskı altında tutulan
Sünni Müslümanları korumak amacıyla, Şii mezhebine mensup Esad Kuvvetlerine karşı savaşmak haklı bir
davadır.” diyor.
Dünya halklarının ve kandırdığı zavallı meczuplaşmış kitlelerin-gençlerin
gözünün içine baka baka yalan söylüyor.
Hepimizin bildiği gibi, Suriye’de savaşan
iki taraf var:
Biri emperyalistlere meydan okuyan
ve ülkesini-halkını onlara satmayan Beşşar Esad ve onunla etle tırnak gibi kaynaşmış Suriye Halkı.
Diğeri de, Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek için Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’u hayata geçirmek isteyen
ABD-AB Emperyalistleridir.
Tek amaçları, Suriye’yi de tıpkı Irak
ve Libya gibi bölüp parçalamak, halkları
kanlı boğazlaşmalara sürüklemek, bu ülkelerin tüm yer altı-yerüstü kaynaklarını,
insan gücünü sömürmektir. Bu aşağılık
amaçları için birebir kendileri gelip savaşmıyorlar. Maşalarını, insanlıktan çıkmış, kendileri gibi canlılar âleminin
dördüncü kolunu oluşturan insan görünümündeki yaratıkları kullanıyorlar, onları
savaştırıyorlar masum halka ve halkın
sahip çıktığı iktidarına karşı.
İşte olayı böyle netçe koyduktan sonra
soralım, Tunus’lu bu imam kimin safında?
ABD-AB Emperyalistlerinin safında!
Kendisi de gitmiyor, gördüğümüz
gibi, gençleri, kitleleri CIA İslamı, Amerikan İslamıyla afyonluyor. Hıristiyan dinine mensup emperyalistlere hizmet
ettirerek, Müslüman kanı döktürüyor.
İslamcı Ennahda (Nahda) Partisi’nin
Parlamento’daki öncülerinden Habib Ellouz, Tunuslu gençlerin, Suriye’ye gitmek
için iki yol kullandığını söylüyor. Ellouz’un söylediğine göre, işsiz gençler Turist olarak ya Türkiye’ye ya da
Lübnan’a gidiyorlar. Buradan da sınıra
gidip Suriyeli muhaliflere katılıyorlar. Ve
Tunus hükümeti, bu gidişi engelleyecek
hiçbir tavır almıyor. Turistik amaçlarla gidiyorlar-gittiklerini söylüyorlar, onları engelleyemeyiz, diyor.
Gördüğümüz gibi, Lübnan sınırından
ve bizim ülkemizin sınırından Suriye’ye
giriyorlar. Bu da Tayyipgiller hükümetinin, TCK’nin 306’ncı maddesinde düzenlenen “yabancı devlet aleyhine yetkisiz
asker toplama” suçunu işleyerek, uluslararası hukuk kurallarını alenen ihlal ettiklerini de bir kez daha kanıtlamaktadır.
İşte bu yüzden de Partimiz, savaş kışkırtıcılığı yaparak, Reyhanlı’daki kanlı patlamada resmi rakamlara göre 52, gerçekte
100’ün üzerindeki insanımızın katline
sebep oldukları için Tayyipgiller hakkında suç duyurusunda bulunmuştur.
Suriye’de Sünni-Alevi ayrımı yapmadan halkın kardeşçe, bir bütün olarak
kendi seçtikleri Beşşar Esad’a nasıl sahip
çıktıklarını ve ülkelerini canları kanları
pahasına AB-D Emperyalistlerine karşı
nasıl savunduklarını biliyoruz. Aksi takdirde, kendi halkına eziyet eden, baskı altında tutan bir iktidar, emperyalistlerin
bunca saldırıları karşısında böyle dimdik
ayakta durabilir miydi?
Bugün Tunus, Ortaçağcı-Şeriatçı örgütlerin cirit attığı, bunların hiçbir şekilde
kontrolünün-denetiminin yapılmadığı bu
örgütler için bir cennet haline gelmiştir.
Tunus’taki Laik kesimler de iktidardaki
“Ilımlı İslamcı” koalisyon hükümetinin
bu örgütlenmenin önünü açtığını belirtiyor. Gençlerin, Ortaçağcı ideolojiyle
doktrine edilerek Esad’a karşı savaşmak
için Suriye’ye gönderilmesine göz yumduğunu-desteklediğini söylüyor.
Dünyanın bir başka ülkesinde ülkemizdekine benzer bir iktidar görüyoruz.
Suriye’nin Yurtsever Yiğit Lideri Beşşar
Esad’a ve onun halkına-ülkesine karşı
benzer tutumda olduklarını görüyoruz.
Hangi paydada buluşuyorlar?
ABD’nin “Yeşil Kuşak” Projesi’nin
meyvesi olan “Ilımlı İslam” paydasında… Bu ad altında, ülkesinin tüm değerlerini (insan ve yeraltı-yerüstü
zenginliklerini) emperyalistlere peşkeş
çekerken, ülkesini ve halkını, Ortaçağ karanlığına sürüklemek paydasında…
Yoksa bir Müslüman gencin, Hıristiyan Amerika’nın çıkarları için başka
Müslümanları katletmek gibi aşağılık bir
amaçla Suriye’de ne işi olur?..
Partimiz Heyeti Reyhanlı Halkının
acısını ve öfkesini paylaştı
H
alkın Kurtuluş Partisi heyeti olarak, Ankara İl Başkan’ımız Sait
Kıran Başkanlığında Reyhanlı’ya başsağlığı ziyareti yaptık ve patlamalarla ilgili olarak vatandaşlarla görüştük.
11.06.2013 Cumartesi günü iki ayrı
yerde meydana gelen patlamalar halkta
büyük bir üzüntü, korku ve endişe yaratmış durumda. İnsanlarımız ilk günün heyecanıyla televizyonculara ve gazetecilere en açık şekilde tepkilerini, öfkelerini
dile getirdilerse de şimdi suskunlar. Ancak güvenebildikleriyle konuşabiliyorlar.
Bir gün önce tedavi gördüğü hastanede
hayatını kaybeden gencin evine yaptığımız taziye ziyaretinde babası, çocuğunun
ölümüne neden olanları Allah’a havale
ettiğini, bu konuda konuşmayacağını bize ve bizimle beraber ziyarette bulunan
gazetecilere söyledi. Bizler de HKP Heyeti olarak buraya geldiğimizi söyledik
ve Genel Başkan’ımız ve Partili arkadaşlarımızın başsağlığı dileklerini acılı babaya ilettik.
Reyhanlı’da gözlemlediğimiz en
önemli şeylerden biri, Emniyet ile halk
arasında büyük bir güvensizlik oluştuğudur. Halk, emniyetin yeterli önlem almadığını söylüyor. Görüştüğümüz insanlar,
şu anda Reyhanlı nüfusunun yarısının
Suriye’den gelen insanlardan oluştuğunu
ifade etti. Bu yüzden normal koşullarda
patlama günü çarşıda da birçok Suriye
kökenli insan olması beklenmesine
karşın sadece üç Suriyelinin hayatını
kaybettiğini belirtti. Yani halk Suriye’den
gelenlerin katliam olacağı konusunda bilgilendirildiğini düşünüyor.
Katliam öncesinde de, Reyhanlı’da
Ölü sayısı konusunda net bir bilgi
yok, ama konuştuğumuz herkes ölü sayısının açıklanandan çok daha fazla olduğunu söylüyor. Bu durumun nedenini, ölü
ve yaralı sayısı kayıtlarının resmi olarak
hastanelerde toplanması ve bu bilgilerin
tam olarak birleştirilmesinden kaçınılması ya da birleştirildiyse bile halka gerçek
bilgilerin verilmemesi olarak ifade ettiler.
Bu yüzden halk açıklanan bilgiye güvenmiyor. Resmi kurumlar dışında halk, örgütlü bir yapıyla ölü ve yaralı sayısını
tespit edemediği için bu durum ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konudaki resmi rakamlara olan güvensizlik, halkla kamu görevlileri arasında büyük bir güven bunalımı
olduğunu gösteriyor.
Olaydan bir hafta sonra 18 Mayıs Cumartesi günü yapılan eyleme polis biber
gazı ile müdahale etti. Emniyet Müdürlüğü, halkın hükümete karşı olan tepkisini
zorla bastırmak istiyor. Vatandaş kendisine karşı yapılan katliamı bile protesto
edemesin, acısını, öfkesini dışa vuramasın isteniyor.
Reyhanlı’ya benzer katliam girişimlerinin diğer illerde de olabileceği söyleniyor. Reyhanlı Halkı Tayyipgiller’in,
ABD-AB Emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda Suriye’ye
karşı yürüttükleri siyasi ve askeri saldırıların sonuçta kendi halkımızı vurduğunu;
hele hele sıcak bir savaşa sokulmamız
halinde bunun ne büyük bir felaket olacağının Reyhanlı’da açıkça görüldüğünü
dile getiriyor. BAAS Partisi ve Beşşar
Esad’ın önderliğindeki Suriye Halkı ABD Emperyalizmine, yerli işbirlikçilerine
ve uluslararası katil çetecilere karşı büyük bir mücadele veriyor. Emperyalizme
gerilimin çok yüksek düzeyde olduğu
belirtiliyor. Çünkü El Nusra, El Kaide,
ÖSO benzeri örgütlere bağlı olan kişilerin Reyhanlı sokaklarında büyük bir özgüvenle dolaştıkları, bu durumun halkta
büyük bir tedirginlik yarattığı söylendi.
Vatandaşlar kendi memleketlerinde ikinci
sınıf insan muamelesi gördüklerini belirtiyorlar. Aynı durum diğer sınır şehirlerinde de yaşanmış olsa da en yüksek gerilimi Reyhanlı yaşamış.
karşı savaşla kurulan bir ülkenin halkı
olarak bizlerin, kendi geleceğimize sahip
çıkmamız ve doğru olanın yanında yer
almamız gerekiyor. Aslında halkımız büyük ölçüde bu gerçeği görüyor. Fakat
Tayyipgiller iktidarı, yandaş basın ve televizyonların yardımıyla bu gerçeği altüst
etmeye çalışıyor ama başaramıyor. Başaramayacaklar…17.05.2013
ersin’den Kurtuluş Partililer olarak, Direnişin ilk gününden itibaren eylemlerin
içinde var olduk, var olmaya devam
ediyoruz. İlk bir haftanın genel karakteri çoğunluğunu halkımızın kendiliğinden oluşturduğu kitle davranışı
idi. İlk eylemde yaklaşık 2-3 bin kişilik bir halk kitlesiyle Mersin Forum’un önünde buluşarak yürüyüşe
geçtik. Yürüyüşün sonlandığı Barış
Meydanı’nda ise kitlenin sayısı daha
rafından engellenilince kitle tekrar
Mersin Forum’da bir araya geldi. Burada polis 3-4 kez su, gaz, ses bombası ve plastik mermi ile saldırdı. 1015 yaralanma olayına bizzat tanık olduk. Daha sonraki süreçteki eylemlere katılım az da olsa düştü. İnsanlar
evlerinden ışık söndürme ve tenceretava ile katılmayı yeğler hale geldi.
Bunun bir nedeni de başlayan Akdeniz Olimpiyatları oldu. Akdeniz
Olimpiyatlarından dolayı polis Mersin’i tam anlamıyla abluka altına aldı. Olimpiyatların başladığı günden
itibaren gerçekleştirilen
her eylemde polis Mersin Forum’da toplanan
kitleyi Barış Meydanı’nın tam tersi yöne, Silifke yönüne doğru yönlendirmeye çalıştı. Burada da ara sokaklarda çatışmalar devam etti.
Mersin’deki Gezi Direnişi süreci, şu günlerde
zaman zaman küçük eylemler biçiminde devam ediyor. Biz de Kurtuluş
Partililer olarak halkımızla birlikte
AB-D Emperyalistlerine ve Ortaçağcı
Tayyipgiller’e karşı mücadelemizi
sürdürüyoruz.
M
Gezi Direnişi’ne bir ses de Mersin’den
da artmıştı. KESK’in gerçekleştirdiği
grev günü kendiliğinden katılımlarla
Gezi Protestoları kapsamında Mersin’deki en kalabalık eylem yapıldı.
Bu süreçle birlikte Barış Meydanı’nda çadırlar kuruldu.
Cuma gecesi sabaha karşı Barış
Meydanı’ndaki çadırlar zorla söküldü. Cumartesi günü yapılmaya çalışılan iki koldan yürüyüşler ise polis ta-
Mersin’den
Kurtuluş Partililer
B
Üç Şehitlerimizden
İbo Yoldaş’ımızın annesi
Döne Ana’yı kaybettik
H
er ziyaretimizde,
sizleri
görünce
İbo’mu görmüş gibi
oluyorum,
derdi.
İbo’nun vasiyetiydi, yoldaşlarının her birini kendi
oğlu gibi bellemesi. Döne
Ana, Şentepe Halkının yiğit evladı İbo’nun bu vasiyetini yerine getirdi.
İbo’sundan ayrı görmedi
oğlunun mücadelesini devam ettiren yoldaşları. Hep
bağrına bastı. Sağlığı elverdikçe her 1 Eylül’de
Kurtuluş Partililerle birlikte Üç Şehitler’in mezarı
başında oldu. Gözleri yaşlıydı, yüreğinde büyük bir
yara vardı kapanmayan
ama onlarca İbo’su olduğu
için de mutluydu, gururluydu. İbo’sunu unutmayan yoldaşlarını görünce,
anlardı oğlunun verdiği
mücadelenin boşa gitmediğini.
Vasiyeti İbo’sunun yanına gömülmekmiş. Ama
aile Üç Şehitler’in mezarının bozulmasını istemediği
için Üç Şehitler’in mezarından getirilen toprak ve
İbrahim Uzun Yoldaş’ımızın fotoğrafıyla toprağa verildi Döne Anamız 24 Mayıs’ta.
Güle güle Döne Ana.
Rahat uyu mezarında. Merak etme. Yiğit evladının
uğruna canını feda ettiği
mücadeleyi yoldaşları Kurtuluş Partililer zafere ulaştıracaklar.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Zafer Direnen THY İşçilerinin
olacak!
H
alkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü olarak; 26
Mayıs Pazar günü 12 gündür grevde olan THY işçilerini ziyaret ettik. Hava-İş Sendikası önderliğinde
grevde olan işçiler; THY yönetiminin baskıcı uygulamalarına,
grev kırıcılığına, işten çıkarma tehditlerine rağmen onurlu bir
şekilde, tüm coşkularıyla grevlerine devam ediyorlar.
Grev yerine “THY İşçisi Yalnız Değildir”, “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek”, “AKP İşsizlik Pahalılık Zam
Zulüm Demektir”, “Direne Direne Kazanacağız”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganlarını haykırdığımız bir yürüyüş gerçekleştirerek gittik.
İstanbul İl Başkanı’mız Av. Pınar Akbina, THY grevci
işçilerinin onurlu mücadelesini selamlayarak konuşmasına
başladı. Yaptığı açıklamada; Görünürde Türk Hava Yolları
yönetiminin gerçekte Tayyipgiller’in, faşist, baskıcı, alçakça
uygulamalarını anlattı. THY işçilerinin onurlu grevinde her
zaman yanında olacağımızı belirten Akbina, birlikte örgütlü
davranıldığı taktirde grevin başarıya ulaşacağını dile getirdi.
İşçi Sınıfının örgütlü mücadelesinin önünde kimsenin
durmayacağını belirten Akbina, Adnan Yücel’in yazmış olduğu “Gökyüzünde Grev Var” şiiriyle sözlerini tamamladı.
Bir grevin üstüne yağmur yağıyor ince ince, tek tek ve
çiseleyerek
Her damla bir grev gözcüsü
Her gök gürültüsü bir slogan
Açılıyor birden bire pankartlar
Bu gökyüzünde grev var.
Ziyaretimizi bir yoldaşımızın söylemiş olduğu grev türküsü, halaylar ve sloganlarla tamamladık. Direnen THY işçileri mutlaka zafer kazanacak.
THY İşçisi Yalnız Değildir!
Direne Direne Kazanacağız!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
T
“Arap Baharı”na karşı
“Türk Baharı”
aksim’de başlayıp tüm yurda
yayılan isyanımız, kimilerince
Arap ülkelerinde 2010 yılı sonunda başlayıp süregelen muhalif
akıma benzetildi. TayyipGül ise,
Arap Baharı sonucunda çoğu iktidar
yıkıldığından, telaşa kapılıp “Hâşâ,
kesinlikle farklıdır” diyerek alelacele
karşı çıktı. Başlangıç özellikleri açısından kabaca bakıldığında benzerlikler görülebilir ancak özünde çok
farklı ayaklanmalar bizce de... TayyipGül’ün farklıdır demeleri korkularından. Bizim isyanımızı küçümseyip
kendi iktidarlarının tehlikede olmadığını gösterme çabasıyla böyle diyorlar. Bizse iki ayaklanmanın nitelikçe
birbirinden çok farklı olduğunu savunuyoruz. Benzerlikleri, her iki ayaklanmanın da kendiliğinden başlamış
görünmesi. Ve belki bir de kitlesellikleri... Ama kapsamları, hedefleri çok
farklı. Henüz ülkemizde isyan süreci
sonuçlanmamakla birlikte, sonuçları
da çok farklı olacak.
Arap Baharı ve Amerikan
Emperyalizmi
Eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, bakanlığı döneminde “Ortadoğu’da sınırlar değişmeli” dediğini, Amerikan
Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımladıkları haritayla da ABD
Emperyalizminin sınırları
nasıl değiştireceğini öğrenmiştik.
“Arap Baharı”nı da en azından sonuçları itibariyle bu hedef kapsamında değerlendirebiliriz. ABD Emperyalizminin yetkili ağızları, ABD’nin
genel olarak “Arap Baharı” ile doğrudan bir bağının olmadığını ama dolaylı olarak desteklediğini ima ediyor.
İyi bildiğimiz CIA kuruluşu Rand
Corporation tarafından 2011 yılında
yayımlanan “11 Eylülün Uzun Gölgesinde: Amerika’nın Terörizme
Cevabı” başlıklı kitapta bu konuda
şunlar yazılıyor:
“Amerikan Halkı 2011 Arap Baharı’nı büyük bir dikkatle izledi.
ABD bu olayı üstlenemez ama
Amerikan politikası değilse bile,
Amerikan idealleri ve iletişim teknolojileri Ortadoğu’da demokrasinin filizlenmesine zemin hazırlamış
olabilir.” (Jenkins M, Godges JP. The
Long Shadow of 9/11. America’s
Response to Terrorism, 2011, s. 7)
Kitabın başka bir bölümünde ise,
“Evrensel demokratik ve insani değerlerin teşviki” alt başlığı altında
İslam Dünyası’nda ABD’nin demokratik reformları desteklediği belirtildikten sonra bu ifadeye yönelik dip-
notta şöyle bir açıklama yer alıyor:
“Örneğin Mısır Devrimi, evvelce ABD’nin yaptığı eğitim yatırımlarından yararlanan genç Mısırlıların ayaklanmayı yönetmesi sayesinde başarıya ulaşmıştır. Haziran
2011’de G-8, “Arap Baharı” ülkelerinde politik, toplumsal
ve
ekonomik
reformları desteklemek için 20 milyar dolar ayırdı.”
(agy, s. 83)
Bu aktarılan bilgiler, ABD’nin
Arap Baharı’nı doğrudan üstlenmediğini ama dolaylı olarak desteklediğini
vurguluyor. Ancak, 2011 yılının sonunda Condoleezza Rice, görevde olduğu yıllardaki anılarını yazdığı kitabında ABD’nin rolünü daha net ortaya koyuyor. Basında “Condoleezza
Rice’tan Şok İtiraf” başlığı ile yer
alan haberde şöyle deniyor:
“ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın “o Higher Honor: A Memoir of My Years in Washington,” adlı 734 sayfalık son
kitabında kamuoyunda Arap Baharı olarak bilinen sürecin, ABD
eski Başkanı George Bush’un 2002
yılında duyurduğu Büyük Ortadoğu İnisiyatifi olarak bilinen
stratejinin sonucu olduğu iddia ediliyor. Random House’a bağlı
Crown Publishing tarafından bugün piyasaya verilen kitap, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Dick
Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’le yaşanan fikir ayrılıkları ve güç mücadeleleri hakkında da bilgi veriyor. Buna göre
Rice ve rakipleri arasındaki en
önemli ayrışmayı, Irak’a gönderilecek asker sayısı ve terror şüphelilerinin hukuk dışı yöntemlerle ‘kaybedilmeleri’ konusu oluşturuyor.
“Condoleezza Rice, bugün USA
Today Gazetesi’ne verdiği röportajında da, son zamanlarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan
Arap Baharı’nın Başkan Bush’un
Ortadoğu’da demokrasiyi teşvik
eden “özgürlük gündemi” ile ilişkili
olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Bugün Ortadoğu’da demokratikleşme olarak bahsedilen değişim
süreci, benim çok gurur duyduğum
bir şey. Bunda rolümüz olduğunu
düşünüyorum.” (1 Kasım 2011,
Devamı sayfa 18’de
Yurtiçi Kargo Direnişçisi:
“Bizim tek istediğimiz şey
ONURLU yaşamak”
ir Yurtiçi Kargo Direnişçisi olarak benim de bazı
şeyler söylemem gerek, ne
de olsa bu işyerinde 2 yılım geçti.
Konuya, önceki işyerlerimden başlamak istiyorum. Yaklaşık 10 yıl
farklı işyerlerinde çalıştım. İş kazası geçiren işçisine sigortasını
yolda yapan, iş kazasının işçiden
kaynaklandığını belirten patronlar
gördüm.
Hepsi de işçiye baskı yapıyorlar, sürekli olarak kanunsuz ve karşılığı ödenmeksizin fazla mesai
yaptırıyorlar. İşçi eğer bunlara katlanmazsa, işverenin söylediği tek
bir cümle var; işine geliyorsa çalışırsın, işine gelmezse işte kapı, diyor. Benim o zamanki düşüncem,
işverene ezilmemek değildi. Bu sebeple de çok işyeri değiştirdim ya
da onlar beni çıkardı. Ama hep çe-
Devamı sayfa 17’de
ÇI
I
T
K
ÇI
I
T
K

Benzer belgeler

71.sayıya ulaşmak için tıklayınız

71.sayıya ulaşmak için tıklayınız sayıldığını, Uluslararası Hukukun, BirISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli internet: www.kurtulusyolu.org Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: G...

Detaylı