2008 Aralık - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2008 Aralık - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2008 -8
ARALIK 2008
MÜLKİYE
149
YAŞINDA
panel
Türkiye’de Şiddetin İktidarı, İktidarın Şiddeti !
panel
Kırkıncı Yılında “Türkiye’nin Düzeni Doğan AVCIOĞLU
panel
Yerel Siyasette Kadın Eli
1
İÇİNDEKİLER
Contents
mülkiye’den
Kuruluşundan Yakın Tarihimize Mülkiye Tarihi................................................................................................4
Mülkiye 149 Yaşında..........................................................................................................................................19
50. Yıl Mezunları Okullarını Ziyaret Ettiler......................................................................................................20
Mülkiye Büyük Ödülü Gerekçesi........................................................................................................................21
İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi.....................................................22
Mülkiyeli’ler Mülkiye Balosunda Buluştu.........................................................................................................23
66-67-68 Mezunları Mülkiyeliler Birliği Lokalinde Buluşarak Hasret Giderdiler...........................................24
Gitmek – Benim Marlon Ve Brandom................................................................................................................25
paneller
Türkiye’de Şiddetin İktidarı, İktidarın Şiddeti...................................................................................................27
Kırkıncı Yılında “Türkiye’nin Düzeni” ............................................................................................................29
Yerel Siyasette Kadın Eli....................................................................................................................................31
konuk yazarlar
Ankara Şiirleri...................................................................................................................................................37
Türk Kadınının Çağdaşlaşma, Aydınlanma Yolunda Yeri Ve Önemi / Cemal YILDIZER....................................38
Nilgün Can Doğan Fotoğrafları........................................................................................................................41
Phryg’ler Döneminde Ankara / Mehmet ÖZER.................................................................................................42
Allianoi..............................................................................................................................................................44
Kalkınma Ve Çokeşlilik! “Üç Karımla Yaşıyoruz Kime Ne?” / Emrah Aydın ONAT........................................47
Araf’taki Paraguay[*] / Sibel ÖZBUDUN........................................................................................................51
Derinleşen Kriz = Yükselen Irkçılık[1] / Temel DEMİRER...............................................................................58
çeviri
“Kapitalizm Sona Eremez, Çünkü Hiç Başlamamıştı” / Noam CHOMSKİ......................................................62
fotoğrafların dilinden
Mülkiye’nin Dünü-Bugünü................................................................................................................................66
E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır.
mülkiye’den
Yeni bir sayıyla merhaba,
150. yaşımıza girmemize çok az zaman kaldı. Okulumuzun
149. yaşını hep birlikte çeşitli etkinliklerle kutladık /
kutluyoruz. Etkinliklerimiz yalnızca Ankara ile de sınırlı
değil. Birçok şubede arkadaşlarımız çeşitli toplantılar,
paneller, yemekli buluşmalar organize ettiler ve 150. Yıl
için bazı faaliyetleri planlıyorlar. Ulaşabildiğimiz, haberdar
olduğumuz ya da haberdar edildiğimiz ölçüde şubelerimizle
ilgili etkinlik ve bilgileri de bülten sayfalarımızda sizlerle
paylaşmaya çalışıyoruz.
149. yıl kutlamaların en önemli ayaklarından birisi,
elbette, 4 Aralık 2008 tarihinde Okulumuz Prof. Aziz Köklü
Salonu’nda yapılan “149. Kuruluş Yıldönümü Kutlama
Programı” idi. Burada dinletinin ardından Sn. Prof. Dr.
Celal GÖLE (Dekan), Sn. Ali ÇOLAK (Mülkiyeliler
Birliği Genel Başkanı), Sn. Prof. Dr. Cemal TALUĞ
(Rektör) ve Sn. Cahit KAYRA (S.B.O. 1938 Yılı Mezunu)
birer konuşma yaptılar. Mezuniyetlerinin 50. yılını kutlayan
“genç” Mülkiyelilere plaketleri verildi. Törende, değerli
hocalarımızdan Korkut BORATAV’a 2008 Mülkiye Büyük
Ödülü verildi.
Yine önemli bir kutlama, Ankara’da, tüm Türkiye’den
gelebilen Mülkiyelilerle birlikte gerçekleştirilen “Geleneksel
Mülkiye Balosu” idi. Özellikle 25. Mezuniyet Yıllarını
kutlayan 83 mezunlarının yoğun bir katılım gösterdiği
Balo’ya Sn. Dekan, Sn.Rektör, bakan, milletvekili, bürokrat
ve yönetici düzeyinde çok sayıda mülkiyeli de katıldı. 83
mezunlarının hazırladıkları sunum, plaket töreni öncesi
hepimiz tarafından ilgi ve beğeni ile izlendi. Kendilerini
hem bu sunum ve katılımları, hem de 25. Yılları dolayısıyla
tebrik ediyoruz. Bu yıl aynı zamanda YÖK tarafından
çok değerli bazı hocalarımızın, birbirinin kopyası olan
ve sadece isimler değiştirilmiş mektuplarla okuldan
uzaklaştırılmalarının da 25. Yılı idi. Değerli hocalarımızdan
Cem Eroğul, bu konuyu özetleyen ve bellek tazeleyen kısa
bir konuşma yaptı.
Belki krizden, belki başka nedenlerden baloya katılım
beklenen düzeyin altındaydı. Fakat “Akrep” Nalan”ın da
şarkılarıyla eşlik ettiği gece, hem tören ve konuşmalarıyla,
hem de eğlencesiyle 149. Yıla yakışan şekilde geçti.
Bu yıl gerçekleştirilen etkinliklerin önemli bir yanı da,
bir anlamda, kısa bir zaman sonra büyük bir coşkuyla
gireceğimiz “150.Yılımıza” hazırlık olmasıdır. 150. Yıl için
hem Ankara’da hem de diğer şubelerimizde ve okulumuzda
ciddi hazırlıklar yapılmakta, iş tarif edilip komisyonlar
oluşturulmaktadır. Fakat bu konularda tecrübesi olanlar
bilirler ki, her organizasyon ve iş, sonunda, iyi niyetle çalışan
ve pes etmeyen belli sayıda arkadaşın üzerinden yürür. Bu
nedenle herkese ciddi sorumluluklar düşüyor. İllaki bir
komitede yer almak gerekmez. Herkese düşen mutlaka
en az bir görev vardır. Basın tanıtımından bazı isimlere
3
ulaşmaya, maddi kaynak yaratmaktan (öncelikle kendi
aidat borçlarımızı ödeyerek de başlayabiliriz) yaratıcı fikir
üretmeye kadar her duyarlı Mülkiyeli elini uzatmalıdır.
Danışma Kurulu üyeleri, Genel Kurul sonrasında
Mülkiye Sitesi Merkez Binası ile ilgili yürütülen
çalışmaları ve hazırlanan ön proje ile şartnameye ilişkin
önerileri değerlendirmek üzere, Mülkiyeliler Birliği Genel
Merkezi’nde, 29 Kasım 2008 Cumartesi günü toplandı.
Konuyla ilgili bilgileri sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Ülkemiz, ABD’de yaratılan ve bize “hamdolsun”
neremizden “teğet” geçtiğini anlayamadığımız bir kriz
sürecini yaşıyor. Fakat bazılarının dediği gibi “şerbetli”
olduğumuzdan mıdır, yoksa “bilinçsiz ve duyarsız”
olduğumuzdan mıdır nedir, şimdilik doğrudan krizden
etkilenmişler dışında toplumda bu psikolojiyi görmek pek
mümkün olmuyor. Bizim de katıldığımız ve son dönemde
gördüğüm en kalabalık mitinglerden birisi olan “İşsizliğe,
Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi
Mitingi” 29 Kasım 2008 Cumartesi günü Ankara’da yapıldı.
Burada konuyla ilgili sadece bir gözlemimi aktaracağım. Bir
toplantı nedeniyle bulunduğum Birlikten çıkarak miting
alanına gittim. Miting oldukça kalabalık olduğundan kitleler
alana sığmamış, Ulus yönüne taşmıştı. Fakat caddelerdeki
kalabalık nedeniyle Kızılay’dan miting alanına zorlukla
yürüyebildim. İnsanlar hala çılgın gibi cadde ve alışveriş
merkezlerini dolaşarak tüketmeye çalışıyor ve hemen yanı
başındaki “diğer kalabalığı” bile fark etmiyor.
2008 yılını tüketmemize çok az bir zaman kaldı. Yakında
2009 yılını yaşamaya başlayacağız. “Giden gün ömürdendir”
demiş ozan. Ülkemizin içine düşürüldüğü tüketim çılgınlığı
ve acımasız çark, çoğumuzun günlerimizi, aylarımızı hatta
yıllarımızı da bilinçsiz ve sorumsuzca tüketmemize, çok
fazla bireycileşmemize/bencilleşmemize neden oluyor.
Artık günümüzde, tarihimizdeki dayanışma ruhu ve
yardımlaşmadan söz etmek çok zor. En azından sadece
“ruh” olarak yaşıyor, gerçek yaşamda karşılığı fazla kalmadı.
Okulumuzun 150. Yılı, daha üretken, toplumsal ve bireysel
sorumluluğunun daha farkında kişiler olarak camiamıza
bu konuda da büyük görevler yüklüyor diye düşünüyorum.
Kuruluşundan bu yana her dönem önemli misyonları
yerine getirmiş ve en karanlık dönemlerde bile Mülkiye
Marşı’nda da ifadesini bulduğu gibi, yılgınlığa düşmeyi,
öncelikle kendini kurtarmayı ya da bazı güçlere hizmet
etmeyi değil, “dayanışmayı” ve “toplumu” düşünmüş, üzerine
düşen sorumlulukları başarmaya çalışmış bir camianın
mirasçılarıyız. Bu bilinçle tüm okuyucularımızın yeni yılını
en içten duygularımızla kutluyor, aile ve yakınlarıyla birlikle
sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir yıl geçirmelerini diliyoruz.
Yeni sayıda buluşmak dileğiyle.
A.Raif FALCIOĞLU
KURULUŞUNDAN YAKIN TARİHİMİZE MÜLKİYE
TARİHİ
Kuruluş Yılları
III. Selim ile başlayan batılılaşma hareketi II. Mahmut
ve Abdülmecit döneminde devam etmiş, 3 Ocak 1839
tarihinde hukuka bağlı devlet sistemine geçişin önemli
adımlarından Tanzimat Fermanı, 18 Şubat 1856
tarihinde ise Islahat Fermanı ilan edilmiştir. II. Mahmut
döneminde batı tipi eyalet sistemine geçilerek yeni vilayetler
oluşturulmuş, 1858’de İçişleri Bakanlığı kurularak, valilerin,
mutasarrıfların, kaymakamların ve kaza müdürlerinin görev
ve yetkilerini belirleyen bir kanun yürürlüğe konmuştur.
Fakat yeni düzen için gereken idare personelini yetiştirecek
bir kaynak okula gereksinim vardır. Bu yeni sistemi
yürütecek idarecilerin yetişmesi amacıyla da, 12 Şubat
1859 Cumartesi günü, Sadrazam Ali Paşa başkanlığındaki
Hükümetin tümüyle katıldığı ve İstanbul’un bütün ileri
gelenlerinin yer aldığı bir törenle Mekteb-i Mülkiye
açılmıştır. Okulun resmi adı “Mekteb-i Fünun-u Mülkiye”
idi.
Müdürlüğü’ne atanmayı tercih etmiş ve ilk Mülkiyeli İdare
Amiri olarak tarihe geçmiştir.
İlk Maarif (Milli Eğitim) Bakanı Abdurrahman Sami
Paşa’nın da katılımıyla Meclis-i Ali-i Tanzimat tarafından
hazırlanan Mekteb-i Mülkiye’nin tüzüğünde, bu okulun
İçişleri teşkilatına yetkin memurlar yetiştirmek için
kurulduğu, öğretim süresinin iki yıl olduğu ve okutulacak
dersler, öğrenci sayısı gibi hükümler yer almaktaydı.
1882’de, birinci sınıfa başlayacaklar için “İhtiyat Sınıfı”
adıyla bir hazırlık sınıfı eklenmiş ve böylece Mülkiye
Okulu’nun öğrenim süresi 6 yıla çıkartılmıştır.
İki yıllık eğitimin sonunda okul birincisi olarak mezun
olan Çeşmeli Mehmet Sırrı Efendi, Preveze Kazası
Mekteb-i Mülkiye’nin eğitim süresi 1867 yılında 3 yıla,
1868 yılında ise 4 yıla çıkarılmıştır.
Mekteb-i Mülkiye-i Şahane Dönemi
Mekteb-i Mülkiye, II. Abdülhamit’in buyruğuyla, 2 Şubat
1877 tarihinde Mekteb-i Sultani’nin (Galatasaray Lisesi)
üstünde ve yeni açılacak yüksek okullara bir başlangıç
olmak üzere yüksek okul konumuna getirilerek, eğitim
süresi 5 yıla çıkarılmıştır. 18 Şubat 1877’de kabul edilen
“Mülkiye Ana Tüzüğü” ile de Franzısca öğreniminin zorunlu
olduğu, İçişleri, Dışişleri ve Maliye Bakanlıklarının üst
düzey bürokrasi kadrolarına başarılı Mülkiye mezunlarının
atanacağı gibi hükümler getirmiş ve Mülkiye II.
Abdülhamit’in himayesine alınarak, “Mekteb-i Mülkiye-i
Şahane” adını almıştır.
Yine bu dönemde Mülkiye Mektebi Müdürlüğüne
bağlı olmak ve Mülkiye’nin öğretim görevlilerinden de
yararlanmak üzere “Mühendisin-i Mülkiye Şubesi” adıyla
bir Yüksek Mühendis Okulu açılmıştır.
Birçok kaynakta II. Abdülhamit’in istibdat rejiminin
hüküm sürdüğü bir dönemde Mülkiye’nin daha özgür bir
ortama sahip olduğundan bahsedilse de Mekteb-i Mülkiye
için her şeyin çok olumlu gittiği söylenemez. Mekteb-i
Mülkiye-i Şahane de padişahın baskısından payını alır.
Nitekim 1886 yılında, bir süre sonra Mekteb-i Mülkiye’nin
müdürlüğüne atanacak olan müdür yardımcısı Hacı Recai
Efendi’nin öncülüğünde politik ve düşünsel gelişimi
engelleyici yönetmelikler çıkarılmış, politik konularla
ilgilenmek yasaklanmış ve öğrencilerin dinsel duygularını
artırmak için, okulun hem İdadi (ilk üç sınıf ) hem de
yüksek (son iki sınıf ) bölümlerinde müfredata dinsel içerikli
dersler konmuş ve öğrencilerin namaz kılmaları için sıkı
önlemler alınmıştır. Bazı hocalar okuldan uzaklaştırılırken,
bazı öğrenciler de çeşitli gerekçelerle tutuklanmıştır.
düzenlenmiştir. 1913–1914 öğretim yılından itibaren son
iki sınıfta eğitim idari, mali ve siyasi olmak üzere 3 şubeye
ayrılmış, okulun yatılı bölümü yeniden açılmıştır. 22 Ocak
1913’te çıkarılan bir Hükümet Kararnamesi ve sonunda
kabul edilen yasa ile bu kazanımlar kesinleştirilse de, bu çok
kısa süreli bir zafer olacaktır.
Mekteb-i Mülkiye 3 Yıl Kapatılıyor
1914 yılı sonlarında ülke I. Dünya Savaşı’na katılmış ve
Osmanlı, emperyalist paylaşımın öznesi haline gelerek
büyük sıkıntı içine girmiştir. Bu olanaksızlıklara, devam
etmekte olan Mülkiye aleyhtarlığı da eklenince okulda
sarsıcı gelişmeler yaşanmıştır. Çıkarılan geçici bir yasayla
1915 yılı Genel Bütçesi’ndeki Mülkiye Mektebi ödeneği
tamamen kaldırılarak, bu ödenek Darülfünun’a aktarılıyor;
okulun tüzel kişiliği safdışı edilerek, Hukuk Mektebi’ne
bağlı idari, mali, siyasi şubeleri bulunan bir “Darülfünun
Ulum-i Siyasiye Şubesi” durumuna getiriliyordu.
Mülkiye ile ilgili güzel bir gelişmeler ise; 1899’da Türkiye’de
sivil yüksek okul olarak ilk kez Mülkiye’de beden eğitimi
ve spor dersinin okul müfredatına konması ve Galatasaray
Sultanisi’nden sonra ikinci kapalı spor salonunun Mekteb-i
Mülkiye bünyesinde açılmasıdır.
Yaşanan bu gelişmeden, Devletin üst kademelerinde görev
almakta olan Mülkiyelilerin karar alma süreçlerinde henüz
yeterince etkin olmadığını da anlamaktayız.
Maarif (Milli Eğitim) Bakanlığı’nın aldığı bir kararla,
istemeleri durumunda Mülkiye mezunlarının ülkedeki
idadilerin müdür ve öğretmen kadrolarına atanabilmesinin
önü açılmış; böylece Mülkiyelilerin ülkenin dört bir
yanını aydınlatma olanağı daha da artmıştır. Fakat 1902’de
Mülkiye’nin yatılı bölümünün kapatılması, öğrencileri zor
duruma düşürecek bir gelişme olarak kayıtlara geçecektir.
Mülkiye’nin 1915’te kapanışına en büyük tepkiyi, okulun
1901 mezunu ve o dönemde İller İdaresi Genel Müdürü
olan Lütfi Mostar Bey vermiş; dönemin İçişleri Bakanı
Talat Bey’in sevgisi ve takdirini kazanmış olan Lütfi Bey, bu
güvenden de yararlanarak, İçişleri Bakanlığı için hazırladığı
bir raporda Mülkiye’nin yeniden açılması gerektiğini
önemle vurgulamıştır. Kısa bir süre sonra Sadrazam
olacak olan Talat Bey, doğu illerine yaptığı inceleme gezisi
dönüşünde, “gezdiği iller ve ilçelerde var olan gelişme,
kalkınma ve çağdaş yapılanma çabalarının hep Mülkiyeli
vali, kaymakam ve mutasarrıfların üstün niteliklerinin
eseri olduğunu” dile getirecektir. Ortamın uygun olduğunu
düşünen Mülkiyeliler harekete geçerek Mülkiyelilerden
oluşan bir komisyon kurup çalışmalara başlamışlardır.
Söz konusu çalışmalar Hükümet tasarısı olarak Mebusan
Meclisi’ne gönderilmiş ve 9 Mart 1918’de kabul edilmiştir.
Bu yasaya göre, 3 yıl kapalı kaldıktan sonra yeniden
hizmete girecek olan Mülkiye, İçişleri Bakanlığı’na bağlı
olacaktır. Öğretim süresi 3 yıl olarak belirlenmiştir. Öğretim
yatılı ve ücretli olacak, fakat yapılacak seçme sınavıyla
30 öğrenci parasız okuyacaktır. Yeni Mülkiye’de, eski
Mülkiye’nin usul, adet ve törelerine göre eğitim yapılmıştır.
Okulda idari, mali, siyasi şube ayrımına gidilmemişse de
ders programı aynen devam ettirilmiştir.
II. Meşrutiyet ve Mekteb-i Mülkiye
Meşrutiyet rejimine yeniden geçilmesi, siyaset bilimi eğitimi
verilen bu okulu da doğal olarak etkilemiş, ilk iş, okulun
adının sonuna eklenmiş olan “şahane” sözcüğünün atılarak
adının “Mekteb-i Mülkiye” olarak tescil edilmesi olmuştur.
İkinci iş ise, istibdat rejiminin yılmaz savunucusu olan
okul müdürü Hacı Recai Efendi’nin emekli edilerek, yerine
Mülkiye’nin 1883 mezunu ve seçkin bir eğitimci olan Celal
Bey’in getirilmesidir.
Meşrutiyet’in ilanı sonrasında yaşanan siyasal karışıklıklar
Mekteb-i Mülkiye’yi de etkilemiş, öğretmenler etrafında
siyasal kamplaşmalar yaşanmış ve Mülkiyeli öğrenciler
boykotlarla bazı hocalarını istifaya zorlamışlardır. Okulda
siyasi tarih dersleri veren ve sıkı bir İttihat ve Terakki karşıtı
olan Ali Kemal ile Mülkiye mezunu olan ünlü İttihatçı
Hüseyin Cahit Yalçın arasında yaşanan siyasal mücadeleler
de, bazı öğretmenlerin istifasına neden olmuştur. Bu
duruma, 14 Aralık 1908’de resmen çalışmalarına başlayan,
Türkiye’nin ilk öğrenci derneği olan “Müdavimin-i
Mülkiye Cemiyeti” el koymuş ve son derece aktif olan bu
dernek, bu iki ünlü Mülkiyeliyi bir araya getirmiştir. Bu
dernek sayesinde Mülkiyeli öğrenciler, daha okul yıllarında
“örgütlenme kültürü” edinme olanağına kavuşmuştur.
Yüksek öğrenim çağındaki bütün öğrencilerin askere
alınması nedeniyle Mülkiye’ye öğrenci bulmakta güçlük
çekilmiş; bunun üzerine bizzat Talat Paşa, giriş sınavlarını
kazanan öğrencilerin askerliğinin ertelenmesi, asker
olanlarının ise terhis edilmesi kararını aldırtmıştır.
Mülkiye Marşı
17 yaşında bir Mülkiye öğrencisi olan Cemal
Edhem Yeşil, 1918’de Kurtuluş Savaşı başlamadan
önce Mülkiye Marşı’nı yazmıştır. Cemal Edhem Bey,
II. Meşrutiyet döneminde Mülkiye’de önemli reformlar
gerçekleştirilmiş, dersler ve eğitim programı Paris
Siyasal Bilgiler Serbest Okulu örnek alınarak yeniden
5
bu şiir için, o zamanki duygu ve düşüncelerini yıllar
sonra şöyle anlatmış : “Bunu şimdi ifade edebilmek
çok zor. O zamanın havasına girmeyi denemek, yirmi
yaşından önce alınmış bir soluğu elli yıl ciğerlerinde
tutup yetmişine yakın vermeyi düşünmek gibi birşey
olur. Yine de şu kadarını söyleyeyim: Mülkiye’nin
1918’de yeniden açılışı, Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki Mütareke Yılları’nın ilk günlerine rastlar.
Okul’a girdiğimizin altıncı ayına doğru yazdığım bu
şiire, o kara günlerin gittikçe artarak yüreklerimizde
yer eden acısı ve acılığı ister istemez sinecekti.
Güftenin o zaman için aşırı iyimser görünüşünü de
delikanlılık çağını yenilgiye karşı direnme gücüne ve
aydınlık bir geleceğe özlem duygusuna verebiliriz.”
Kuşatılmış, hırpalayıcı, horlayıcı günlerin yarattığı
öfkeyle, taş gibi sessizleşmek yerine duyarlılaşan
gençliğin başka bir dünya kurmaya hazır olduğunu
dile getiren, coşku ve soyluluk ifadesi bu şiir, daha
sonra değerli besteci Musa Süreyya Bey tarafından
bestelenir. Musa Süreyya Beyin değerli kardeşi Sayın
Nihal Erkutun, Mülkiye Marşı’nın bestelendiği geceyi
şöyle anlatmakta : “Gayet iyi hatırlıyorum. Mütareke
yıllarında bir gece, bir dostumuzun evinde ailece
toplandığımız sırada, Marş’ın güftesini getirdiler.
Ağabeyim, güfteyi okuyunca, çok duygulandı. Hemen
kalktı; orada bulunan piyanonun başına geçip bu
Marş’ı o gece besteledi...” (Güftenin bütünü çok fazla
bilinmemektedir. Bütünü için (http://www.mulkiye.
org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id
=26&Itemid=98)
karar alarak, okulun parasız ve yatılı kontenjanını kaldırmış,
bütün öğrencileri para ödemeye zorlamıştı. İlk taksidi
ödeyen öğrenciler, İstanbul’un yönetimi TBMM’ye geçince
ikinci taksidi ödememekte direndiler. Bu olay, “Mülkiye
tarihindeki ilk öğrenci grevi”dir.
1924’te dersler ve yönetmelikler gözden geçirilmiş, 17
Temmuz 1924’te yürürlüğe giren Ana Tüzük ile Mülkiye,
öğretim süresi 3’er yıl olan idari şube ve mali şube ile
öğretim süresi 4 yıl olan siyasi şube olarak üç şubeye
ayrılmıştır. 1924-1925 ders yılı başında yeni kaydedilen
öğrencilerin hepsi tam teşekkülü lise mezunlarından alındı.
Okulun göçebe durumuna son vermek amacıyla Yıldız
Sarayı Yaverler Dairesi Mülkiye’ye tahsis edildi. Mülkiye,
Ankara’ya taşınana değin bu binada kalmıştır. 1925-1926
ders yılından itibaren “devrim yasalarını özümsemiş uzman
yöneticiler” yetiştirmek amacıyla Mülkiye’ye batılı bir kişilik
verilmiş ve okulun ödeneklerinde hiçbir biçimde kısıntıya
gidilmemiştir. 1930’da Mülkiye Tüzük’ü yeniden ele
alınmışsa da esaslı bir değişiklik yapılmamıştır.
Batılı anlamda bir yüksek öğretim kurumu kişiliği kazanan
Mülkiye’de Meşrutiyet döneminde kurulan ve Türkiye’nin
ilk öğrenci derneği olan Müdavimin-i Mülkiye Cemiyeti,
bu dönemde “Mülkiye Talebe Cemiyeti” adıyla başarılı
çalışmalara imza atmıştır. Bu dernek bir yandan Mülkiye
Dergisini çıkarıyor, bir yandan konferanslar, anma
toplantıları, sergiler gibi kültürel etkinliklerde bulunuyor,
bir yandan da yurt içi ve yurt dışı inceleme gezileri
düzenleyerek yabancı ülkelerdeki Mülkiye benzeri okullarla
temasa geçiyordu.
Mülkiye’den Siyasal Bilgiler Okulası (Okulu)’na
4 Aralık 1934’te Mülkiye’nin kuruluş yıl dönümü
kutlamalarının bir ayağı da Ankara Palas’ta düzenlenen tören
olmuştur. Başbakan İsmet İnönü ve birçok bakanın katıldığı
kutlamalar sırasında Meclis Başkanı Özalp, Mülkiyeliler
adına Atatürk’e bir telgraf çekerek, Mülkiyelilerin kendisine
olan saygısını ve bağlılığını iletmiştir. Dil devriminin çok
sıcak olduğu bir dönemde Atatürk, yanıt telgrafı göndererek
“Siyasal Bilgiler Okulası Çıkışlılarına” teşekkür ve takdirini
bildirmiştir. Bu telgraf sonrası Mülkiye’nin adı Siyasal
Bilgiler Okulası olarak değiştirilmiştir. Türk fonetiğine
uygun olmayan “okula” sözcüğü daha sonra “okul” olarak
düzeltilecektir. Böylece TBMM’nin Mustafa Kemal’e
“Atatürk” soyadını vermesinden 11 gün sonra Atatürk,
Mülkiye’nin adını Siyasal Bilgiler Okulası (Okulu)’na
çevirmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nda Mülkiye
Kurtuluş Savaşı sırasında çok güç koşullarda mücadele
veren Türk askerleri ve direnişçilerinin kazanmakta olduğu
zaferlere kayıtsız kalmayan ve bu duygularını göstermek
isteyen Mülkiyeliler, İnönü Savaşlarının ardından Müdür
Hüseyin Nazım Bey’in de yönlendirmesiyle, kendi kısıtlı
olanaklarıyla bir tören düzenlemişlerdir. İstanbul’un işgal
baskısı altında olduğu ve İstanbul Hükümeti’nin işgalci
güçlerle iyi geçinme politikasını sürdürdüğü bir ortamda
yapılan bu tören dikkat çekmiş; törenden kısa bir süre sonra
Müdür Hüseyin Nazım Bey görevden alınmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’si ve Mülkiye
1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması, 4 Kasım
1922’de ise İstanbul’un yönetimine TBMM’nin el
koyması sonrası Mülkiye, TBMM Hükümeti Maarif
Bakanlığı’na bağlanmıştır. Bu tarihten sonra Cumhuriyet
Hükümetleri’nin Cumhuriyetin sivil yöneticilerini
yetiştirecek bu okuldan büyük beklentileri olduğunu ve
okul için hiçbir özveriden kaçınmadığını görmekteyiz.
Mülkiye Ankara’da
1935 yılı bütçe müzakereleri sırasında Hükümet adına
TBMM’de yapılan konuşmalarda, Mülkiye’nin Ankara’da
onun geçmişine yaraşır biçimde yeniden teşkilatlandırılacağı
söyleniyordu. Bu projede Mülkiye 1911 mezunlarından
olan dönemin Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen’in rolü
büyük olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’nın da görüşünü
alan Maliye Bakanlığı bu konuda bir Kanun Tasarısı
hazırlamış, Bakanlar Kurulu’nun da uygun gördüğü tasarı
Mülkiye, İstanbul’un TBMM’ce devralınma sürecinde
maddi sıkıntılar içindeydi. TBMM, 23 Nisan 1920
tarihinden sonra kabul edilen hiçbir Heyet-i Vükela
Kararını meşru saymamaktaydı. 1922’de Heyet-i Vükela bir
6
söyledi: “Takdir buyurursunuz ki, aslolan kurmak
değil, yaşatmaktır. Bu Derneği, Mülkiyeliler arasındaki
bağlılık ve beraberliği bihakkın temsil edecek bir hale
sokmaktır. Asıl vazifemiz şimdi başlıyor; feragatle
ve hepimiz için çalışacağımız an gelmiştir. Gerek
Derneğimizi İdare etmek ve gayelerine ulaştırmak
ödevini yüklenen arkadaşlara, gerekse üyelere önemli
vazifeler düşüyor. Mülkiyeliler Birliği asla zümrevi bir
teşekkül olmayacaktır. Ocaklıların bir aile samimiyeti
içinde toplandıkları ikinci bir Mekteb-i Mülkiye
olacaktır.”
TBMM’ye sevkedilerek yasalaşmıştır. Kabul edilen bu
yasayla Cebeci’de “Mülkiye Mektebi Binası”nın yapımına
başlanmıştır. Böylece Cumhuriyet’in ve devrimlerin
başkentindeki ilerici atmosferde öğretim yapacak olan
Mülkiye, aynı zamanda istikrarlı bir kurumsal kişilik ve
yerleşkeye de kavuşacaktır.
Ekim 1936’da Milli Eğitim Bakanlığına, dolayısıyla da
Okul Müdürlüğüne teslim edilen Siyasal Bilgiler Okulu,
yeni binasındaki eğitime 15 Kasım 1936’da başlanmıştır.
Mülkiyeliler, öğrencilerin İstanbul’dan trenle ayrılışları
sırasında da, Ankara’ya varışlarında da coşkulu törenler
düzenlemişlerdir. Atatürk de gönderdiği telgrafla
Mülkiyelileri kutlamış ve onlara olan güven ve sevgisini
yinelemiştir. Mülkiye’nin öğretim sistemiyle ilgili bu
dönemdeki kayda değer gelişmelerden birisi de öğretim
süresinin 4 yıla çıkartılması olmuştur.
Siyasal Bilgiler Okulu Fakülte Oluyor
5627 sayılı “Siyasal Bilgiler Okulu’nun Siyasal Bilgiler
Fakültesi adıyla Ankara Üniversitesine Katılması
Hakkında Kanun”un 3 Nisan 1950’de yayımlanarak
yürürlüğe girmesi sonrasında Okulda Fakülte örgütü
kurulmuş ve eski SBO Müdürü Prof. Fethi Çelikbaş,
dekanlığa seçilmiştir. Kısa bir süre sonra milletvekili
seçilecek olan Çelikbaş’ın yerine Prof. Fadıl Hakkı Sur
dekan olacaktır.
Mülkiyeliler Birliği’nin Kuruluşu
1946 yılında, 1943 yılı mezunlarından Ahmet
Alpaslan, Asaf Cemal Aydar, Cevdet Özden, Cemal
Tekinel, Faruk Aker, Halit Tokullugil, Halit Işıl,
Hüsamettin Kılıç, Hayri Öncel, Naci Erten, Naci
Tibet, Rahmi Tunçağıl, Sadettin Atay, Süleyman
Sırrı Agun, Selahattin Akalın, Turhan Energin,
Ziya Eralp ve Zeki Toker tarafından Mülkiyeliler
Birliği kurulmuştur. Bu süreç, 1943 mezunlarını bir
yandan okulda etkili ve güçlü bir konuma getirirken,
bir yandan da kendi aralarındaki dayanışmayı
güçlendirmiştir.
Mülkiye’nin Ankara Üniversitesi’ne bağlanması o
günlerden günümüze kadar süregelen bir tartışmanın
da başlamasına neden olmuştur. Mülkiyelilerin bir
bölümü, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin üniversite
ya da akademi olarak yeniden örgütlenmesinin
kaçınılmaz olduğunu; daha geniş bir yerleşkenin,
daha işlevsel ve özgün bir öğretim düzeyinin ancak
bu biçimde yakalanabileceğini ve ayrıca Mülkiye
geleneğinin de ayrı bir okul olmayı gerektirdiğini
savunmaktadır. Bazı Mülkiyeliler ise Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nin bugünkü yerleşkesinde de mekansal
genişlemenin sağlanabileceğini, kent merkezindeki
bu yerleşkenin tarihsel ve psikolojik önemi olduğunu,
ayrı bir üniversite olarak örgütlenmenin gereksiz,
yararsız ve işlevsiz olduğunu savunmaktadırlar. İlk
görüşü savunanlar, 1970’lerde Mülkiye’yi ayrı bir
okul yapmaya yönelik yasa tasarısı hazırlatmışlar,
Gölbaşı’nda geniş bir arazinin Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nin mülkiyetine geçmesini sağlamışlarsa
da 1980 sonrasında fakültelerin tüzel kişiliğinin
kaldırılmasıyla birlikte bu proje rafa kaldırılmıştır.
Kurucular bu kararın ardından hazırlıklara başladılar
ve bir tüzük taslağını bir anket formuna dönüştürerek,
bütün mezunların adreslerine gönderdiler. Bu
aşama sonuçlandıktan sonra kurucu genel kurulun
toplanması ve tüzüğün onaylanmasının yöntemlerini
aramaya başladılar. Yaklaşan 4 Aralık kutlamaları
bunun için iyi bir fırsat olarak görüldü ve 4 Aralık
1946 gecesi, Ankara Halkevi’nde kurucu genel kurul
toplandı. Genel Kurul’da tüzüğün son biçimini
alması ile Mülkiyeliler Birliği’nin resmen kurulması
için yetkili organlara başvurma yolu açılmış oldu.
Gündemin diğer maddesi ise Birlik organlarının
seçimiydi. Geçici yönetim kurulu ve kurucular, 7
Aralık günü tekrar Ankara Halkevi’nde toplandılar
ve tüzüğe son biçimini verdiler ve Tüzükle birlikte
kuruluş belgelerini 24 Aralık 1946 günü Ankara
Valiliği’ne götürerek Mülkiyeliler Birliği’ni resmen
kurdular.
Mülkiye fakülte olarak 1950-1951 öğretim döneminde
eğitime başladı. Fakülte öğretim üyelerinden bir kısmı
Avrupa ve ABD’ye gönderilirken, öğretim kadrosu
da yabancı profesörlerle güçlendirilmiştir. Yurt dışına
gönderilen öğretim üyelerinin yurda dönüşü sonrası
Mülkiye’de eğitim kalitesinin son derece yükseldiği
gözlenmiştir.
Kurucu üyeler tarafından davetiye ile yapılan çağrı
üzerine 4 Ocak 1947 Cumartesi günü Mülkiyeliler
Birliği’nin ilk Genel Kurulu toplandı ve Yönetim
Kurulu ile Denetçiler seçildi. Toplantıda söz alan
Kurucu Üye Ziya Eralp, arkadaşları adına şunları
Bugün özerk olan Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
7
Enstitüsü (TODAİE) 1 Aralık 1954’te Siyasal Bilgiler
Fakültesi’ne bağlı olarak çalışmalarına başlamıştır.
değil, olsa olsa demokrasi mücadelesi bakımından
şeref” olduğu cevabını vermiştir. Söz konusu olaylar
sonrasında Mülkiye, Ankara ve İstanbul Üniversiteleri
ile birlikte 30 Nisandan 30 Mayısa kadar bir ay süreyle
kapalı kalacaktır.
1962 yılında, bugünkü A.Ü. İletişim Fakültesi, Basın
Yayın Yüksek Okulu adıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne
bağlı olarak kurulmuştur. Söz konusu yüksek okul,
1982 yılında Fakülte’den ayrılacaktır. 1978’de
Fakülteye bağlı olarak enstitü niteliğindeki Gelişme ve
Toplum Araştırma Merkezi (GETA) ile İnsan Hakları
Merkezi kuruldu.
İnek Bayramı
Mülkiye Mektebi, bilindiği gibi devlete çağdaş bilgi
ve görgü ile donanmış memur yetiştirme amacına
uygun olarak yatılı ve klasik mantık içerisinde adeta
dışa kapalı bir “seçkin adayları grubu” biçiminde
kurulmuştur. İnek Bayramı’nın temelini oluşturan
uğraş ve eğlenceler de bu yapıdan dolayı ortaya
çıkmıştır. Bahri Savcı, daha İstanbul’dayken
oluşturdukları alaturka saz takımı ile düzenledikleri
eğlencelerin İnek Bayramı’na başlangıç oluşturduğunu
belirtmektedir.
1950 – 1960 Dönemi
1950-1960 döneminde fakülte öğretim üyelerinin
ve öğrencilerinin yoğun bir biçimde ülkenin siyasal
yaşamında rol aldıklarını ve gelişen muhalefetin
merkezlerden birisi haline geldiğini görüyoruz.
Fakülte’nin, dönemin iktidarıyla birçok konuda
ters düştüğü; hatta Şubat 1960’ta bazı DP
milletvekillerinin Mülkiye’yi Konya’ya taşıyarak Milli
Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir yüksek okul konumuna
getirmeyi amaçlayan yasa teklifini TBMM’ye sunduğu
bilinmekteydi. Bu girişim 27 Mayıs 1960’daki askeri
müdahale nedeniyle başarısız olacaktır.
Fakat asıl nedensellik bağı, Okul’un Ankara’ya
taşınması ile ilgilidir. Eğlence hayatı çok sınırlı olan
şehirde öğrenciler, bu gereksinimi kendi yarattıkları
bu bayramla gidermeye başlamış, 1930’larda başlayan
“İnek Bayramı” geleneksel hale gelerek, okul sınırlarını
aşmış ve Cebeci halkının da katıldığı bir yapıya
kavuşmuştur. Böylece dışa kapalılık da kırılarak,
çevresiyle etkileşimli bir yapı oluşmaya başlamıştır.
Bu dönemde Büyük Millet Meclisi’nde bir “Tahkikat
Komisyonu” nun kurulması, toplumda ciddi
huzursuzluk yaratmıştır. Bu komisyona geniş yetkiler
veren kanunun 27 Nisan 1963 tarihinde kabul
edilmesi üzerine, İstanbul Üniversitesi’nde başlayan
protesto gösterileri sonrası polis okulu basmış, Beyazıt
alanında gittikçe büyüyen kalabalığa karşı polisler,
öğrencilere ve halka ateş açmışlar, birçok genç açılan
ateşle yaralanmış ve genç bir üniversite öğrencisi olan
Turan Emeksiz ölmüştür.
Bu uğraşılar düzenli hale geldiğinde bir sembol bulma
zorunluluğu doğmuş, bilinçli olarak “İnek” sembolü
seçilmiştir. Yine Bahri Savcı’ya göre “İnek, çalışkan
bir öğrenciyi simgelediği gibi, toplumsal olaylarla,
dünya ile hiç ilgisi olmayan bön bir tipi” de
anlatıyordu.
1965’lerden sonra bayramlar bir karnavalı andırır
biçimde kortejler ve izleyiciler eşliğinde kutlanır
olmuştur. 1970’lerde ise hem öğrencilerin önemli bir
bölümünün kendilerini İnek Bayramı’nı kutlamaya
yakıştıramaması hem de ülkenin içerisinde bulunduğu
siyasi ortam nedeniyle, bayramlar, bir süre bir kısım
öğrenci tarafından kitleden kopuk olarak kutlansa da,
1982 yılına kadar, uzun yıllar kutlanamayacaktır.
Aynı gün, D.P. hükümeti tarafından, Ankara ve
İstanbul’da Sıkıyönetim ilân edilmesine rağmen,
İstanbul Üniversitesinde öğrencilere ve öğretim
üyelerine yapılanları, Üniversite özerkliğine indirilen
ağır darbeyi ve antidemokratik gidişi protesto etmek
için, 29 Nisan 1960 sabahı, Ankara’da Siyasal Bilgiler
ve Hukuk Fakültelerinde öğrenciler toplanmış, ateş
açılmasına, tutuklamalara ve yaralananların olmasına
rağmen gösteriler yapmışlardır. Demokrasi ve Mülkiye
tarihine “Kanlı Cuma” olarak geçmiş olan 28–29
Nisan’da meydana gelen olaylar sırasında birçok
öğrenci ve öğretim üyesi yaralanmış, fakülte binası
atılan kurşunlarla delik deşik olmuştur. Bu kurşun
delikleri daha sonra Dekan Fehmi Yavuz ile Adnan
Menderes arasında bir sorun haline gelmiş, Menderes
bu kurşun deliklerinin, “açanların sorumluluğunda”
olduğunu söyleyen dekana “kurşun delikleri SBF’nin
yüz karasıdır” demiş, Fehmi Yavuz ise “yüz karası
Mülkiyeliler Birliği’nin İlk Binasının Alınışı ve
Şubelerin Kurulması
1964 yılında göreve gelen yeni yönetim kurulunun
hedefi bina alımını gerçekleştirmekti. Yapılan eşya
piyangosu sonucu Birlik’e 250–300 bin lira kaldı. Bu
paranın nasıl değerlendirileceği konusunda yapılan
çeşitli tartışmalardan sonra Konur Sokak’taki binanın
alımı yönünde karar verildi ve bina satın alındı.
Bu karar bugünkü Mülkiyeliler Birliği’nin varlığı
8
açısından da son derece önemli oldu. 1967 yılında
da Selanik Caddesi’nde bulunan halen “Mülkiyeliler
Oteli” olarak kullanılan ikinci bina satın alındı.
SBF, 8 Nisan 1976 günü faşist militanlar tarafından
basılır. Okul kapısının önünde üçüncü sınıf öğrencisi
ve SBF Öğrenci Derneği Başkanı Hakan Yurdakuler
ve iki arkadaşı vurulur. Hastaneye kaldırılan Hakan
Yurdakuler”in ölümü üzerine faşist saldırıyı protesto
eden devrimci gençler, Kurtuluş Meydanı”nda
toplanırlar. Polisle devrimciler arasında çatışma çıkar.
Üç saat süren çatışmada polisin devrimcilerin üzerine
ateş açması sonucu Esari Oran ve Burhan Barın
isimli iki devrimci öğrenci öldürülürken, 20’den fazla
devrimci de yaralanır. Aynı dönemde devam eden faşist
saldırılarda, SBF-DER Başkanı Hakan ŞENYUVA’da,
10 Haziran 1979’da faşistlerce katledildi.
Bu dönemde yapılan diğer bir çalışma da yapılan
tüzük değişikliği ile Birlik’e bağlı şubelerin açılmasına
olanak tanınmasıdır. Bu değişikliği gerekli kılan en
önemli neden, Mülkiyelilerin görevleri nedeniyle
Ankara dışında, özellikle de İstanbul ve İzmir’de
yoğunlaşmalarıdır. Birlik Merkezinde yapılan
Olağanüstü Genel Kurul ile tüzüğe 24. madde eklendi
ve Şube kuruluşları olanaklı hale geldi. Bu değişiklikle
birlikte Yönetim Kurulu’na çok sayıda Şube açma
başvurusu yapıldı ve kurulun çeşitli tarihlerde verdiği
kararlarla Adana Şubesi, Antalya Şubesi, Bursa Şubesi,
Çanakkale Şubesi, Datça Şubesi, Eskişehir, Şubesi,
İstanbul Şubesi, İzmir Şubesi, Kayseri Şubesi, Mersin
Şubesi, Samsun Şubesi ve çeşitli temsilciliklerimiz
açıldı.
1980 öncesinde yaşamını yitiren SBF’li devrimci
gençler, Gökhan Edge, Şevki Kobal, Ali Fuat Okan,
Adil Olcay ve Hakan Şenyuva anısına ve “o dönem
ölenlerle onların arkadaşları arasındaki dayanışmanın
bir parçası olarak” 2007 yılında Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde derslik açıldı. Dersliğin açılışında, Siyasal
Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Yalçın Karatepe
ve 1980 öncesi dönemde SBF Dekanlığı yapan Cevat
Geray, Mülkiyeliler Birliği Başkanı Ali Çolak, Hakan
Şenyuva’nın babası Hakkı Şenyuva, fakültenin eski
mezunları ve öğrenciler katıldı.
Mülkiyeliler Birliği Vakfı
Mülkiyeliler Birliği Vakfı’nın kuruluşu Mülkiyeliler
Birliği’nin 1971 yılında yapılan Genel Kurulu’nda
benimsendi. 22 Ocak 1972 günü Birlik Merkezi’nde
biraraya gelen Mülkiyeliler, noter huzurunda
Mülkiyeliler Birliği Vakfını resmen kurdular. Kuruluş
töreninde bir konuşma yapan Ayhan Açıkalın şunları
söyledi: “Gerek Devletin çalışmalarına yardımcı olmak
ve katkıda bulunmak, gerekse bu maksada tahsis
olunan taşınır ve taşınmaz malların en iyi bir şekilde
kullanılmasını sağlamak, devamlılık göstermeyen
Dernek statüsü içinde istenilen şekilde mümkün
değildir. Mülkiyeliler Birliği’nin devamında da yarar
ve zorunluluk vardır. Bu nedenle de Mülkiyeliler
Birliği’nin bir Dernek şeklindeki hukuki varlığı da
devam edecektir.”
Vakfın kuruluşunda hazırlanan “Vakıf Senedi”
Açıkalın’ın belirttiği gerekçelerin tümünü kapsayan
bir biçimde düzenledi ve onaylandı. Vakıf, kurulduğu
günden bugüne kadar Vakıf Senedinin kendisine
verdiği görevleri yerine getirdi. Özellikle misafirhane
ve lokal–lokanta hizmetleri Vakıf ’ın ilgi alanına
giren konuların başında yer aldı. Mülkiyeliler Birliği
Vakfı’nın en önemli işlevlerinden biri de ihtiyacı
olan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerine burs
verilmesidir. İlk yıllarda sınırlı sayıda öğrenciye verilen
burslar bugün yüzden fazla öğrenciye verilmektedir.
1980’lerde Mülkiye
12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlar, Üniversiteleri,
ülkedeki terör dalgasının sorumlularından biri olarak
ilan ettiler. Bu yaklaşımın temelinde, “özellikle solcu
ve demokrat olarak nitelenen hocaların üniversitelerde
yuvalandığı ve bunların öğrencileri kışkırttığı” inancı
yatıyordu.
Egemen güçler, üniversitelerdeki özgürlükçü ve
bilimsel öğretimden memnun değillerdi. Özgür ve
demokratik ilkelere göre yapılan eğitimin Türkiye’deki
solcu (komünist) fikirleri beslediği inancını taşıyorlar,
bilimsel ve demokratik bir eğitim yerine, Soğuk
Savaş’ın bir silahı olarak, bilimsellikten ne denli uzak
olursa olsun, dinci ve milliyetçi çizgide bir eğitim
istiyorlardı. Böylece Eğitim Enstitüleri ve Üniversiteler,
Türkiye’de otoriter ve totaliter modeller kurmak için
birbirleriyle savaşan grupların hedefleri ve mücadele
alanları haline geldi.
Körüklenen terör saldırıları ile öğrencilerin yanısıra pek
çok üniversite hocası, üniversiteleri denetlemek isteyen
terör güçleri tarafından, hem demokrat oldukları için
susturulmak amacıyla, hem de üniversite yönetimlerine
gözdağı vermek için katledildi.
1970’lerde Mülkiye
1970’lerde Mülkiye, dönemin siyasi iktidarına karşı muhalif
saflarda yerini alır ve bu yıllarda okul “Solcu (Komünist)
Mülkiye” olarak tanınır. 1976–1980 arası ise, Mülkiye
öğretim üyeleri ve öğrencileri açısından çok zor günlerin
yaşandığı, Mülkiye’nin beş öğrencisini kaybettiği dönemdir.
9
Bütün üniversiteleri tek bir yapı içinde bütünleştirerek
ilkokul düzeyine indiren YÖK yasası, Milli Güvenlik
Konseyi tarafından, 1982 Anayasası’ndan önce kabul
edildi ve Anayasa’nın içine monte edildi. Böylece,
bütün üniversitelerimizin üzerinden buldozerlerle
geçildi. Üniversiteler, sorumlu olmadıkları terörden
dolayı cezalandırıldılar ve denetim altına alındılar.
(http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/406_
Unutulan_gercekler_YOK.php)
6 Kasım 1981’de YÖK yürürlüğe girdi, fakat yeni
yüksek öğrenim sistemini oluşturmak için yapılan
düzenleme ve tavsiyeler daha sonradan gerçekleştirildi.
Şubat 1983’te, sevgili hocamız Prof. Cevat Geray Dekanlık
görevinden ayrılmış, fakat okuldaki öğretim üyeliğini
sürdürüyordu. Kendisine kısa bir süre önce hizmetlerinden
dolayı teşekkür eden Ankara Üniversitesi Rektörü Tarık
Somer’den bir mektup aldı. Aynı tarihlerde Mülkiye’de ve
o tarihlerde Mülkiye’ye bağlı olan BYYO’da görevli olan 25
hocaya da bu mektuplardan gönderiliyordu. Mektup’ta:
“Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 7 Şubat 1983 tarihli
yazılarına uyularak 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun
2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik 2. Maddesi gereğince
görevinize son verilmiştir. Bilgilerinize saygı ile rica
ediyorum.” yazılıydı.
Kısacası, onca yılın emeği ve deneyimi bir çırpıda yok
sayılarak, değerli hocaları kapı önüne koyuyorlardı.
Bu uygulamaya sesiz kalmayarak görevlerinden ayrılan
hocaların sayısı ise 30’du. Mülkiye, bu şekilde 55 değerli
üyesini bir anda yitirmişti. Kaybeden “ önce Mülkiye, sonra
Türkiye” oldu.
YÖK’ün uygulamaları bunlarla sınırlı kalmadı. Çağdışı
bir eğitim sistemi, kışla disiplini ile birlikte okula egemen
kılınmaya çalışıldı. Okulda bir kışla disiplininin sağlanması
için harekete geçildi. Yürürlüğe konan YÖK Disiplin
Yönetmeliğinin ardından, “öğrenciler toplu halde durur”
diye bir fotoğraf sergisine izin verilmedi, toplu gidilecek
bir sinema gösterimi için bilet satan öğrenciler okuldan
uzaklaştırıldı, öğrenci derneği üyeleri ve derneğin çıkardığı
dergide yazan öğrenciler soruşturmalara uğradı. Ve nihayet
çağdışı bir öğretim düzenini sürdürmek için gerekli düzen
sağlandı. Niteliği bir tarafa, okuldaki bilimsel yayın
sayısındaki düşüş bile çarpıcı boyuttaydı.
Tüm bunlar olurken, Mülkiye’li öğrenciler de boş durmadı.
Baskılara ve bilim düşmanlığına boyun eğmeyerek
sıkıyönetim tarafından faaliyeti yasaklanan Öğrenci
Derneği’ni yeniden kurdular. 1986’da kurulan SBF –
ÖD, 1990 yılında, açılan bütün davaları kazanarak tüzel
kişiliğine yeniden kavuştu.
başlatıldı. YÖK’ün 44. Maddesinin değiştirilmesine yönelik
başlatılan ve 1987 yılında İstanbul ve İzmir’den yürüyerek
yola çıkan öğrenciler, 6 Kasım’da ODTÜ kampüsü önünde
büyük bir kalabalıkla karşılandı. Bu büyük kalabalık
içerisinde SBF de yüzlerce öğrencisiyle yerini aldı. Yine
7 Kasım’da “Öğrenci Atılmaları” konulu açıkoturum
düzenleyen SBF – ÖD, bu konuda da öncü oldu.
Bir sonraki yıl, öğrenci dernekleri üzerinde kara bulutlar
dolaşmaya başladı. “Huzur” ve “sükunu” bozduğu
gerekçesiyle yasaklanan İnek Bayramı ise yeniden
kutlanmaya başladı.
Fakülte Dekanı olarak “yaptığı çalışmalarla dikkat çeken ve
takdir gören” Necdet Serin, A. Ü. Rektörlüğü’ne getirildi.
Yerine de yardımcısı Güney Devrez atandı.
1990 yılında ise 1402’lik hocalar, açtıkları davaları
kazanarak, birer birer Mülkiye’ye dönmeye başladılar.
1980 sonrasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitim,
Kamu Yönetimi, Uluslararası İlişkiler, Maliye, İşletme,
İktisat ve Çalışma Ekonomisi bölümleri olmak üzere 6
bölüm olarak düzenlendi.
1981’de Sosyal Politika Enstitüsü kurulan Fakültede,
1989–1990 öğretim döneminden itibaren isteğe bağlı
yabancı dil hazırlık sınıfı uygulaması getirilmiş, söz
konusu eğitimi de TÖMER vermektedir.
Mülkiyeliler Birliği Dergisi
Üyelerle haberleşme amacını güden Mülkiyeliler
Birliği dergisi, yayına başladığı 1965 yılında,
Mülkiyelileri ilgilendiren yazı ve haberler, atama ve
ölüm haberleri ile çeşitli sosyal ve kültürel etkinlikleri
duyuran bir içerikte hazırlandı. Dergi, ilk başlarda
oldukça sınırlı olanaklarla üç ayda bir yayımlanmaya
başlandı. Mülkiyeliler Birliği Dergisi, bugün büyük
güçlüklerin göğüslenmesi pahasına 40 yıla yakın
süredir yayın hayatını sürdürmektedir. Dergiye emek
verenler, geçim kaynaklarını oluşturan başka bir işin
yanısıra bu yöndeki çabalarını ve emeklerini ortaya
koymaktadırlar.
A.Raif FALCIOĞLU
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------Yazının hazırlanmasında, bir kısmı birliğimiz internet
sitesinde yer alan farklı yazılardan yaralanılmış ve yazanın
kendi bilgi dağarcığı ile harmanlanarak, bütünlüklü bir özet
çıkarılmaya çalışılmıştır.
Aynı yıl M.Ü. Hukuk Fakültesi’nden bir arkadaşımız
okuldan atıldığı için yaşamına son verdi. Bu olayın hemen
ardından atılmalara son verilmesi için kitlesel bir kampanya
10
MÜLKİYE 149 YAŞINDA
SBF Dekanı Prof. Dr. Celal Göle’nin 4 Aralık 2008
tarihinde Mülkiye’nin 149. Kuruluş Yılı Dolayısıyla
Yaptığı Konuşma Metni
Sayın Bakanım, Sayın Rektörüm, Sayın Rektör hoş geldiniz, onur verdiniz. Katılımlarınız için
Yardımcılarım, Sayın Dekanlar, Sayın Konuklar, sizlere ayrı ayrı teşekkürlerimi sunuyorum.
Değerli Mülkiyeliler, Basının Değerli Temsilcileri, Fakültemizin, o günkü adıyla Siyasal Bilgiler
Sevgili Öğrencilerim,
Okulu’nun 1938 yılı mezunu, çok değerli bürokrat,
İrfan ocağımız Fakültemizin kuruluş yıldönümleri parlamenter ve bakan Mülkiyeli Ağabeyimiz
çağdaş uygarlığı hedefleyen, geçmişten geleceğe Sayın Cahit Kayra’ya da bu törene katılarak bir
uzanan onurlu hizmet yıllarının kutlandığı çok konuşma yapmayı kabul etmelerinden dolayı
önemli bir gündür.
ayrıca şükranlarımı sunuyorum.
Bu anlamlı günde, varlığından gurur duyduğumuz
Bugün
aramız da,
Fakültemiz den
Fakültemizin 149. Kuruluş Yılı törenine hepiniz mezuniyetlerinin 50. yılını bizlerle kutlayan çok
11
değerli Mülkiyeli ağabeylerimiz ve ablalarımız doçent ve 25 yardımcı doçent, öğrencilerimizin en
bulunuyorlar. Kendilerine de, eşleri ile birlikte bu iyi şekilde yetişmeleri için çaba sarf etmektedir. Sayı,
törene katıldıkları için teşekkürlerimi iletiyorum. nitelik ve nicelikleri itibariyle ancak bir üniversite
Bir teşekkürüm de az önce bizlere nefis bir konser ölçeğinde görülebilecek 89 kişiden oluşan öğretim
sunan, Mülkiye Marşı ile eminim bu salondaki üyesi kadromuz yanında, doktorasını yapmış 26
herkesi duygulandıran ve coşturan, Üniversitemiz araştırma görevlisi de yardımcı doçent olmak için
Konservatuvar Korosuna ve özellikle Koronun çalışmalarını sürdürmektedir.
Görülüyor ki, öğretim kadromuz fevkalade
gençleşmiştir; hiç şüphesiz eğitim kurumları
için bir beklenti, ideal ve hedef olan olan piramit
olgusu, 29 profesöre karşılık, toplam 60 genç
akademisyenimizin varlığı ile Fakültemizde bugün
için gerçekleşmiştir. Çok sayıdaki genç araştırma
Değerli Konuklar, Sevgili Mülkiyeliler,
görevlisinin ileride bu kadroya katılacak olması
On dokuzuncu yüzyılda kurulan, yirminci da Fakültemizin geleceğine ilişkin çok olumlu bir
yüzyılda sosyal bilimler alanında müstesna bir yer işarettir.
edinen Fakültemiz, inanıyorum ki, yirmi birinci
Öğretim kadrosu ve öğrencilerimiz ile ilgili
yüzyılda da bu konumunu en iyi şekilde muhafaza
bu olumlu gelişmeler yanında, çağın gerekleri
edecektir.
doğrultusunda, yarı-yıl sistemine geçilmiş, seçmeli
Bir eğitim kurumunun alanında etkin olması, derslere, mesleki yabancı dil derslerine ağırlık
etkinliğini sürdürebilmesi, hiç şüphesiz, öğretim verilmiştir.
üyeleri, öğrencileri, kütüphanesi, yayınları,
Çok daha önemlisi bu Eğitim ve Öğretim
teknolojik olanakları, eğitim sistemi, alt yapısı ve
siz mezunlarımızın hayattaki başarıları ile yakından yılından itibaren de bütün bölümlerimiz için
ilgilidir. Fakültemizde son yıllarda gerçekleştirilen Yabancı Dil Hazırlık Sınıfı zorunlu hale gelmiş;
eğitime dönük köklü yatırımlar, işte bu hususlar bunun sonucunda da, yabancı dil muafiyet
esas alınarak, planlanan bu hedefler doğrultusunda sınavında başarılı olamayan öğrencilerimiz için
Fakültemizin eğitim süresi beş yıl olmuştur.
yapılmıştır.
Böylece, tarihsel misyonuna uygun olarak
Bu çerçevede, birinci sınıfa kayıt olan öğrenci Fakültemiz, Türkçe eğitim yapmayı sürdürmenin
sayımızın, 800’lü rakamlardan 390’a indirilmesi yanı sıra öğrencilerimizin bir yabancı dili çok iyi
gerçekleştirilmiş; böylece Fakültemizin öğrenci öğrenmelerini sağlamak için gerekli tedbirleri de
sayısı 4200’den 2000’e düşmüş; sınıflarımız almıştır.
ortalama 65 kişilik olmuştur. Öğrenci sayımızın
Eğitim ve öğretimimizin sağlıklı bir şekilde
% 55 oranında azalması, Üniversite Giriş
Sınavında çok başarılı olan, iyi yetişmiş lise yürütülebilmesi için Kütüphanemize de özel bir
mezunlarının Fakültemize öğrenci olmaları önem verilmiş; düzenli olarak yurtdışından çok
yanında, eğitimimizin çok daha etkin ve verimli sayıda kitabın ve süreli yayının günü gününe
kütüphanemize gelmesi sağlanmış; 4500 adetten
olmasına yol açmıştır.
daha fazla süreli yayının da internet üzerinden
Hemen belirtmek isterim ki; bugün için tüm metninin okunabilmesi mümkün hale
Fakültemizde eğitim gören yaklaşık 2000 getirilmiştir.
öğrencinin 242’si yabancı uyrukludur. Bu
Kütüphanemizdeki yaklaşık 120.000 kitabın
öğrenciler, dünyanın 49 değişik ülkesinden
gelerek Fakültemize öğrenci olmuşlardır. Bu 242 ve süreli yayının katalog bilgileri de internete
öğrencinin Fakültemizden başarılı bir şekilde yüklenerek, sadece Fakültemiz içinden değil,
mezun olduktan sonra, iyi birer Mülkiyeli olarak, dünyanın neresinden olursa olsun herhangi bir
ülkelerinde en üst görevlere geleceklerine yürekten araştırmacının, Fakültemiz Kütüphanesinin
katalog bilgilerini, otomasyon sistemi ile incelemesi
inanıyorum.
olanağı yaratılmıştır.
Bugün itibariyle, Fakültemizde 29 profesör, 35
çok değerli şefi, Sayın Dilruba Amanullayeva’ya
olacak. Kendilerine de Fakültemizin 149. Kuruluş
Yılında, bizlere sundukları bu nefis konser için bir
kez daha teşekkür ediyor; başarılarının devamını
diliyorum.
12
üzerinde durulması gereken fevkalade önemli bir
husustur.
Ayrıca belirtmek isterim ki; bu yaz aylarında
başlayan ve halen devam eden inşaatla
Kütüphanemizin, özellikle açık raf sistemine de
geçebilmesi için, tüm alt yapısı ve iç dekorasyonu
yenilenmektedir. Çok kısa bir süre içinde yeniden
hizmete açacağımız kütüphanemiz böylece çağdaş
bir görüntüye kavuşmuş olacaktır.
Sizlerin de Mülkiye’yi seçerek eğitim ve
öğretiminizi bu tarihi çatı altında yapmanız, Vatan
Sevgisi tercihidir;
Vatana sahip çıkma olgusudur.
“Ey Vatan Göz Yaşların Dinsin Yetiştik
Bu gelişmelerin yanı sıra, içinde bulunduğumuz
Çünkü
Biz” şeklinde başlayan “Mülkiye Marşı”
bu tarihi salonun dış cephesine de Fakültemizin
tarihine uygun olarak, bu yıl yazdırdığımız “Siyasal bu felsefeyi ve bu hedefi çok anlamlı bir şekilde
Bilgiler Fakültesi - Mülkiye” yazısını beğendiğinizi anlatmaktadır.
umuyorum.
Mülkiye Marşının sözleri Atatürk’ün Samsun’a
çıkışından
bir ay önce Mülkiye öğrencisi Cemal
Değerli Konuklar,
tarafından yazılmış, Fakültemizin müzik öğretmeni
Üniversitemizin Avrupa Üniversiteler Birliği’ne Musa Süreyya tarafından da seslendirilmiştir. Bu
ve Erasmus programlarına üye olması ile başarılı ne inanç gücüdür ki bir Mülkiye öğrencisi bu en
öğrencilerimizin yurtdışında Avrupa Birliği’ne dahil kara günlerde bir marş yazarak ülkesine “Merak
ülkelerde bir ya da iki yarıyıl eğitim görebilmeleri, etme yetişip geliyorum gözyaşlarını dindirmeye”
bu ülkelerin üniversitelerinde alacakları dersler diyebilmektedir. Mülkiye Marşı ile ilgili olarak
ile başarı notlarının Üniversitemizde de geçerli Hocamız Prof. Dr. Cem Eroğul’un da bir yazısında
olması olanağı yaratılmıştır. Bu durum, hiç belirttiği gibi, işte bu inanç Mülkiyelilik geleneğini
şüphesiz öğrencilerimizin çok iyi yetişmeleri için yaratmıştır. Mülkiye geleneği bu güçlü inançtan
fevkalade önemli bir fırsat olmuştur. Nitekim kaynaklanmıştır.
sadece bu eğitim ve öğretim yılında 55 öğrencimiz,
Sizler de, Atatürk ilke ve devrimleri
Avrupa’nın önemli üniversitelerine eğitimleri için
doğrultusunda, laik, demokrat, aydın, hukukun
gitmişlerdir.
üstünlüğüne ve insan haklarına saygılı
Değerli Konuklar,
yöneticiler olarak ülkemize, hepimizin gönülden
Sözlerime son vermeden önce şu hususu bağlı olduğu Atatürk Cumhuriyetine sahip
açıklıkla belirtmek isterim ki, Mülkiye, bir çıkmak zorundasınız. Bu çerçevede Ülkemizin
öğretim kurumu olmanın yanı sıra, bir irfan bölünmezliği ve bütünlüğünden de asla ama asla
ocağı olarak, ülkemize, laik, demokrat, aydın, taviz veremezsiniz.
hukukun üstünlüğüne inanan, insan haklarına
Geçmişte olduğu gibi bugün de Sizler gibi,
saygılı, ülkemizin bölünmezliğine ve bütünlüğüne bu tercihi yapan gençler oldukça inanıyorum ki
yürekten bağlı vatansever yöneticiler yetiştirme Atatürk Cumhuriyeti, Mülkiye ve Mülkiyelilik
görevini üstlenmiştir.
sonsuza kadar yaşayacaktır.
Mülkiye, bu tarihi sorumluluğunu gelecekte de
Nice 149 yıl dileklerimle, sevgi ve saygılarımı
aynı ilke ve hedefler doğrultusunda sürdürmeye sunuyorum.
kararlıdır.
Mülkiye her zaman Cumhuriyetimiz
ile özdeşleşmiş, tarihi boyunca Atatürk
Cumhuriyetinin en iyi şekilde yaşaması için çaba
göstermiş ve katkılar yapmıştır.
Sevgili Öğrencilerim,
Köklü kurumlarını yaşatamayan, gelenek ve
göreneklerini yeterince koruyamayan ülkemizde,
Mülkiyenin 149 yıl çok güçlü bir şekilde yaşaması,
Mülkiyeliliğin 149 yıldır tavizsiz devam etmesi,
13
ANKARA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ CEMAL TALUĞ’UN KONUŞMA METNİ
Sayın Bakanlarım, Sayın Milletvekilleri,
Sayın Barolar Birliği Genel Başkanım, Anayasa
Mahkemesinin Önceki Başkanı, Sayın Valiler, Sayın
Mülkiyeliler Birliği Başkanı, çok değerli konuklar,
Mülkiyeliler, Mülkiye dostları hepinizi saygıyla
selamlıyorum. Efendim izin verirseniz bir büyük
selamı sol tarafta oturan genç, güzel hanımefendilere,
pırıl pırıl genç beyefendilere iletmek istiyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Batı üniversiteleri ailelerinin büyüklüğünü,
üniversitelerinin gücünü anlatırken en çok
mezunlarını tanık gösterirler. Gerçekten de öyledir.
Mezunların toplumdaki saygınlığı o ülke için ve
insanlık için yaptıkları üniversitenin fakültenin
büyüklüğünün en büyük göstergesidir. Sizler
Mülkiyenin büyüklüğünün en büyük tanıkları ve
simgelerisiniz.
14
Efendim 149 yıl dünyanın bu coğrafyasında bir
yüksek öğrenim kurumunun kuruluş yılı olarak çok
ender görülen bir olgu. Hatta işi Enderun’a kadar
götürürseniz Fatih’e, Fatih öncesine, II Murat’a
kadar götürürseniz müthiş büyük bir tarih var
biliyoruz. Ben Mülkiye tarihine daima ilgi duydum.
Öğrenmeye de çalıştım. Niye ilgi duydum, çünkü
benim kişisel tarihimde de Mülkiyenin önemli ve
değerli bir yeri var. Niye ilgi duydum, çünkü bana
dediniz ki benim kuşağıma dediniz ki Mülkiyenin
tarihi Türkiyenin tarihidir. Onun için ben de ilgiyle
inceledim. Gerçekten öyle. Bıraktım çok eskileri
1859’u anlamak için Tanzimat fermanını ve ıslahat
fermanını bilmek gerek. Mülkiyeyi ortaya çıkaran
koşulları bilmek gerek. Niye 1877’de Mülkiyenin
adının mektebi Mülkiyenin adının Mektebi
Mülkiye-i Şahane olduğunu anlamak gerekir.
Ankara’da giderek daha fazla Mülkiyeliyi görürüz.
Ve o Mülkiyeliler İstanbul’daki yuvalarını da
unutmadan her yıl Ankara’da toplanarak bugün burda
yaptığımız gibi kuruluş yıldönümlerini kutlar. Ve şu
düşüncede yaygınlaşmaya başlar. Devleti yönetenleri
yetiştirenlerin kurumu devletin yönetildiği yerde
olmalıdır. Nasıl ki Mülkiye1859’da İstanbuldaysa
işte 1923’ten sonra Ankara’da olmalıdır düşüncesi
yaygınlaşır. Atatürk bunu benimser ve Mülkiye 1935
yılının 6 Kasım sabahı Ankaraya getirilir.
Yüksek Ziraat Enstitüsünün binasında tabi bir
başka gelenek de Mülkiye’nin Ankaraya gelişle
birlikte başlıyor, ne geleneğidir o? İnek Bayramı.
Sanıyorum bu da ilk öğrenci bayramıdır. Sanıyorum
bu da Türkiye’nin ilk öğrenci bayramıdır. İnek
Bayramı işte ilk yıllarda 1937-1938’de başlıyor,
bilemiyorum bizim fakültenin inekleri ile mi oldu,
yoksa çevreden mi oldu. Celal hoca her sene İnek
Bayramında Ziraat Fakültesi’nden de konuk var derdi
bana. Ben de dekanıyım. Herhalde benim diyorum,
çağıran falan yok. ancak bir şey söyleyeyim, gelecek
sene 150. yılı. Yine 38’lerde olduğu gibi lütfen 150.
yılın inek bayramında hep beraber en azından cebeci
sokaklarında yürüyelim. Ben de geleceğim o zaman.
Halkla buluşalım, Ankaraya çıkalım.
Tabii ki 1908 meşrutiyetle birlikte doğan özgürlük
havasında o şahane kısmının niye atıldığını yine
Mektebi Mülkiye dendiğini bilmek gerekir. Bakın
1908 aynı zamanda öğrenim açısından özgürlüklerin
genişlediği bir ortamdır ve Türkiyenin ilk talebe
cemiyeti 14 Aralık 1908’de kurulmuştur. Nerede tabi
ki Mektebi Mülkiyede. Başka yerde olsa idi haksızlık
olurdu. Ama ben Uluç Gürkan’ı göremedim, biz
beraber talebe cemiyeti başkanlığı yaptık, ben ziraat
fakültesi talebe cemiyeti başkanıydım. 10 gün sonra
Evet, aslında Yüksek Ziraat Enstitüsü ve Siyasal
ilk talebe cemiyetinin 100. yılı. Bunu kutlamak da Bilgiler okulu tabi bunu da unutmayalım, Siyasal
Mülkiyeye yakışır. Sayın dekanım, sayın arkadaşlar. Bilgiler Okulu ismini veren büyük Atatürk’tür.
Evet, 100. yılı ilk talebe cemiyetinin 100. yılı.
Siyasal Bilgiler Okulu Ankara Üniversitesi’nin
Efendim, Mülkiye 1908’den sonra da Dar-ül kurucu kurumları arasında yer alıyor Yüksek Ziraat
Fünûn da geçen bu Hukuk Fakültesi içinde geçen Enstitüsü 1948 yılında, iki yıl sonra, Siyasal Bilgiler
üç yılı var. Diğer kapanış dönemleri var. Tabi Okulu’da 4 yıl sonra Ankara Üniversitesi’nin çatısı
Mülkiyenin tarihinde 1900’lü yılların başları çok altına giriyor. Bu gerçekten ilginçtir, bunu incelemek
ilginçtir, incelemeye değerdir. Ama gerçekten aynı lazım. Çünkü o dönemin Ankara’daki en önemli
yıllarda Türkiye tarihinnde de keskin bir dönemece yüksek öğrenim kurumları bunlar. Neyse tabi ki
yaklaştığı, Türkiye için büyük anların yaklaştığı ilk dekan o zaman Siyasal Bilgiler Okulu’nun adı
dönemdir.
Siyasal Bilgiler Fakültesi oluyor. Fethi Çelikbaş
Önce I. Dünya Savaşı sonlanır, arkasından dünyada Mayıs 1950’de dekan oluyor. Siyasalın ilk dekanı
emperyalizme karşı ilk kazanılan savaş bu topraklarda ancak pardon, Nisanda dekan oluyor. 14 Mayısta
gerçekleştirilir ve iki büyük temel üzerinde, tam seçimlerle birlikte milletvekili olduğu için ayrılıyor.
bağımsızlık ve bilimin ve aklın üstünlüğü temelinde Demek ki ilk dekanınız bir ay kadar dekanlık yapmış.
kurulan Türkiye Cumhuriyeti en büyük toplumsal 21 dekan gördü bu fakülte. 21. dekan. Nice yıllara
dönüşüm projesini hayata geçirmeye hem de diyorum.
hızla hayata geçirmeye başlandı. İşte bu dönemde
Efendin, tabi Türkiye tarihinin ilk …Mülkiyenin
15
tarihi Türkiye’nin tarihi. İlk askeri darbemizden
önce de Mülkiye çok hareketli. Sayın başkan anlattı,
Fehmi Yavuz hocanın unutulmaz bir sözü vardır, bu
Mülkiye’nin toplumsal tavrını çok güzel açıklayan
bir anlatım. Daha sonra 68’li yıllar -benim kuşağım78 kuşağı, zor kuşak, daima Mülkiye’den etkilenmiş,
Mülkiye ile biçimlenmiştir.
herkes Mülkiye marşını en azından mırıldanmıştır.
Bilmeyenimiz yoktur. Söylerken hislenmeyenimiz,
duyduğu zaman kendini yakın hissetmeyenimiz
yoktur. Mülkiyeli olmayan birisi olarak söylüyorum.
Niye böyledir bu. Çünkü bu Mülkiye’nin Türkiye
ile kurduğu derin sıcak, güçlü bağların ifadesidir.
O marş tabii ki sizlerindir. Ama o marş Türkiye
Bizler tabi ki Mülkiyenin tarihi derken aslında sevdasının marşıdır. Hepimizin marşıdır.
üniversitelerde tarih insanların tarihidir. Ben Sevgili Mülkiye’liler Ankara Üniversitesi bir
Mülkiye’de derse giremedim. Ama Mülkiye’nin büyük çatı. İçinde çok büyük kurumlar var. Mülkiye
büyük hocalarını, kitaplarından okudum, var, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi var, Hukuk
konferanslarında izledim. Kısmen onlarla tanışma Fakültesi var, Veteriner Fakültesi var 166 yıllık
olanağını buldum. Tabi ki bizim hayatımızın, Ziraat Fakültesi var. Birçok tarihi büyük fakültemiz
kuşağımızın biçimlenmesinde Mülkiye’li hocaların var. Ankara Üniversitesi’nin gücünü artırmak, bu
çok özel, çok ayrı bir yeri vardır. Bunlar benim fakültelerin tarihlerini kimliklerini ve geleneklerini
kişisel tarihim içinde son derece değerli anılardır. çok iyi bilip onları korumak ve güçlendirmekle
Ben onları hep hatırlıyorum, kimini çok yakından, olur. Ankara Üniversitesi bu fakülteleri tek
kimini biraz uzaktan, kimini çok canlı, kimini biraz bir
fakülte kalıbına sokmamalıdır. Ankara
flu. İzin verirseniz Seha Meray’ı, Yavuz Abadan’ı, Üniversitesi’nin gücünün Mülkiyeden geldiğini,
Reşat Aktan’ı, Fehmi Yavuz’u, Bahri Savcı’yı Ziraat Fakültesi’nden geldiğini, fakültelerimizin
Muammer Aksoy’u tabi ki, Cemal Mıhçıoğlu’nu, tarihlerinden ve geleneklerinden geldiğini biliyoruz.
Oral Sander’i, Yavuz Sabuncu geçiyor aklımdan Onların korunması ve güçlendirilmesini rektörlük
ve tabi geçen yıl toprağa verdiğimiz Sadun Aren’i görevimin en önemli parçası olarak hissediyorum.
saygıyla anıyorum.
Tabii ki bu fakültelerin ortak değerleri ve ortak
Onlar anılarıyla bize ışık tutuyorlar. Ankara
Üniversitesi’ni ve Siyasal’ı büyütüyorlar ve
büyütmeye devam edecekler. Tabi ki bir de gördükçe
hep duygulandığım heyecanlandığım, karşılarında
kendimi öğrencilik yıllarında hissettiğim büyük
hocalarım var. Onlarda bugün yine karşımda
duruyorlar. Çok duygulanıyorum. Cevat Geray
hocam, Korkut Boratav hocam, Sina Akşin hocam,
Ruşen Keleş hocam, bütün hocalarımı saygıyla
selamlıyorum, hürmetler ediyorum.
hedefleri de olması, büyük Ankara Üniversitesi’ni
yaratmaktadır. Ankara Üniversitesi sizlerle, Mülkiye
olduğu için büyüktür, Ankara Üniversitesi diğer
büyük fakülteleri olduğu için büyüktür.
Evet, 50. yıl mezunları, yakışıklı beyefendiler, güzel
hanımefendiler sizlerle onur duyuyorum. Mülkiye’de
50 yıl sonra sizin yerinize oturacak insanlar da, böyle
güler yüzle görevlerini yapmış insanların rahatlığıyla
oturursa, Türkiye çok büyük bir ülke olacaktır, güzel
bir ülke olacaktır. Buna yürekten inanıyorum. Size
Sevgili Mülkiye’liler, benim kişisel tarihimdeki en derin saygılarımı, nice huzurlu mutlu yıllar
Mülkiye, topluma karşı sorumluluğun, erdemli sağlıklı yıllar diliyorum. 149. yıl hayırlı uğurlu olsun.
yaşamın, özgürlüğün ve demokrasinin öğretildiği ve Hepinize saygılar sunarım, en derin saygılar.
yaşandığı bir büyük kurumdur. Mülkiye, Mülkiye’liler
cesurdur, gözü pektir, korkusuzdur. E tabii biraz da
dik başlı, biraz da mağrurdur. Kutluyorum sizleri.
Her iki konuşmacı da değerli dostlarım da Mülkiye
marşından söz ettiler. Ve Mülkiye marşı ile ilgili
sözler söylediler. Tabi daha önce de koromuzdan
dinledik. Bakın benim yaşımda Türkiyede okumuş
16
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANI ALİ ÇOLAK’IN
MÜLKİYENİN 149. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ NEDENİYLE YAPTIĞI
KONUŞMA
Sayın Rektörüm, Sayın Dekanım, Değerli
Hocalarım, Değerli 1958 yılı mezunları, Saygıdeğer
Mülkiyeliler, Sevgili Konuklar hepinizi Mülkiyeliler
Birliği adına saygıyla selamlıyorum. Mülkiye’nin
kuruluşunun 149. yıldönümü nedeniyle düzenlenen
törene hoş geldiniz.
bizzat Atatürk tarafından Cumhuriyetin başkentine
taşınması sağlanır Mülkiye’nin ve Cumhuriyet
devrimlerinin, aydınlanma ve çağdaşlaşma fikrinin
toplumsallaşmasında önemli görevler üstlenir.
1950’lerin ikinci yarısında otoriter eğilimler gösteren
Demokrat Parti’ye karşı ön saflardadır Mülkiyeliler.
28 Nisan’da Fakülte’ye sıkılan kurşunların Mülkiye
için şeref olduğunu söyleyerek Başbakana karşı duran
dekan Fehmi Yavuz’dur Mülkiye.Türkiye’nin çoğulcu
ve demokratik anayasasının (1961) hazırlanışındadır
Mülkiye. 1960’ların ikinci yarısından 1980’e kadar
sürdürülen demokratik toplumsal muhalefete
gençliğin dinamizmini taşıyandır Mülkiye. Darbenin
yarattığı baskı ortamına rağmen 1982 Anayasasına
alternatif Anayasa hazırlayan kurumdur. 1402 sayılı
yasayı ve YÖK’ü protesto ederek mesleğinden
kopmayı göze alan bilim adamlarının tavrındadır
elbette.
Mülkiye kuruluşundan bugüne yalnızca başarılı
mezunlar yetiştirerek bu ülkeye, bu ülke insanlarına
hizmet eden bir kurum değildir. Mülkiye aynı
zamanda Türkiye’nin siyasal ve sosyal yaşamında
çok önemli işlevler görmüş bir kurumdur. 150 yıllık
geçmişine baktığımız pek çok noktada Mülkiye’yi
görürüz. Nerede görürüz? Nerededir Mülkiye
ve Mülkiyeliler? 1915’te Çanakkale’de. 1915’te
ödenek yokluğu bahanesiyle kapatılan Okulun
Talat Paşa tarafından “nerede kalkınma, gelişme,
çağdaş yapılar gördümse altında Mülkiyelilerin
imzası vardı” diyerek 1918 yılında yeniden
açılışında görürüz Mülkiye’nin önemini. Kurtuluş
1980 yılı pek çok açıdan bir milat niteliğindedir.
Savaşı’nda da Mülkiyeliler vardır. 1936 yılında 1970’lerin ikinci yarısında dünyada başlayan
Cumhuriyete ve devrimlerine sahip çıkmak üzere küreselleşme dalgasının Türkiye kıyılarına ilk
17
ulaştığı tarih olarak nitelemek yanlış olmaz sanırım.
Dünyada giderek egemen hale gelen küresel
kapitalizmin bir devlet, toplum ve hiç kuşkusuz bir
üniversite modeli ve dayatması olmuştur. Devletin
ulusal nitelikteki dayanışma ağları parçalanmış,
sosyal devlet uygulamaları terk edilmiş, devlet önce
kamu işletmeciliği alanından daha sonra da kamusal
hizmet alanlarından çekilmiş ve bu hizmetler
piyasaya terk edilmiştir. Ulusal dayanışma ağlarının
tasfiyesi toplumun hem dikey hem yatay bölünmesine
yol açmış, yerel kimlikler ön plana çıkmış, toplum
kompartımanlara ayrılmış, devletin boşalttığı alanı
etnik, mezhepsel, dinsel, vb. cemaatler doldurmuştur.
Zorunlu din derslerinin anayasaya girişi, imam hatip
okulları ve kuran kurslarının sayısındaki olağandışı
artış, Türkiye’nin toplumsal yapısında önemli
değişimlere yol açmıştır. Bu sosyolojik değişim
dalgasının üzerine oturan ve küresel sermaye ile
eklemlenen bir partinin iktidara taşınması bu sürecin
adeta doğal bir sonucu olmuştur.
1980 darbesi, 24 Ocak kararları arasındaki
nedensellik ilişkisi, 1402 sayılı yasa ile başta Mülkiye
olmak üzere üniversitelere saldırarak üniversitelerin
yeniden yapılandırılması arasındaki nedensellik
ilişkisinin paralelliği bugünden bakıldığında çok
net biçimde ortaya çıkmaktadır. Bilimsel bilginin
insanoğlunun yüzyıllardır süren çabasıyla ortaya
çıkan ve tüm insanlığa ait bir değer olduğu anlayışına
dayanan dayanışmacı ve insancıl üniversite
modelinin yerini bilginin piyasanın emrinde bir
metaya dönüştüğü, sermayenin üniversiteyi kendi
ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirdiği
rekabetçi üniversite modeli almıştır. Bu dönüşüm
tarihsel olarak bilgi birikimini toplum yararına
kullanan Mülkiye anlayışının yanı sıra Mülkiye
dayanışmasını da erozyona uğratmıştır.
Bugün gelinen noktada, dünya büyük bir krizle
karşı karşıyadır. Bu kriz kimin krizidir? Elbette
küresel kapitalizmin ya da bir diğer ifadeyle
kapitalist emperyalizmin krizi. Bizi sakın ekonomiye
müdahale etmeyin diye uyaranlar trilyon dolarlık
paketler açıklamaya başladılar. Tükenen küreselleşme
modelinin yerine ne ikame edileceğine ilişkin güçlü
izler henüz ortaya çıkmamıştır. Bu süreçte iki
şey beklenebilir kanımca. Birincisi bir “düzeltme
savaşı”. Bu düzeltme savaşının küresel kapitalizmin
merkezinde olmayacağı açıktır. Olası savaş alanları
Ülkemizi doğrudan ilgilendiren Ortadoğu, Kafkaslar
ve Uzak Asya’dır. Umarım Hindistan’daki eylem
bunun ön işareti değildir. İkincisi küresel krizin
faturasının yoksullara çıkarılması, küreselleşme
sürecinin kalıcılaştırdığı yoksulluğun derinleşmesi,
yedek işsizler ordusuna yeni neferlerin katılmasıdır.
Bu durum toplumdaki dikey bölünmeyi artıracak,
gönüllü ve zorunlu gettolara yol açan mekansal
bölünmeyi de hızlandıracaktır. Toplumdaki
dışlanmışların, yoksulların, hoşnutsuzların
sayısındaki olağandışı artış ulusal devletin hiçbir
zaman tasfiye edilmemiş olan güvenlik aygıtının
göreve çağrılması sonucuna, kısaca bir tür otoriter/
güvenlik devletine yol açabilir. Biraz karamsar
bir tablo çizdiğimin farkındayım. Ancak bu
süreçte iyimser olmamızı sağlayacak güçlü siyasal/
toplumsal alternatifler de ufukta görünmemektedir.
Bu noktada Mülkiye’nin bize kazandırdığı değerler
doğrultusunda başta Okulumuz olmak üzere
hepimize sorumluluklar düşmektedir. Mülkiye
bilim, yönetim, siyaset, sanat ve kültür dünyasına çok
nitelikli insanlar yetiştirmiştir. Bu görevini bugün
de başarılı bir şekilde yerine getirmektedir. Ancak
bu ortalamanın üzerindeki her fakültenin yerine
getirmesi gereken bir görevdir. Mülkiye’yi farklı
kılan, gelenek yaratan, değerler üreten, bu değerlerin
toplumsallaşmasına katkı sunan bir okul olması
ve toplumsal sorunlar karşısındaki tavırlılığıdır.
Mülkiye küresel modelin tıkandığı günümüzde onun
üniversite modeline alternatif geliştirmeli, dünyada
ve ülkemizde yaşanan süreci doğru analiz etmeli,
insanlığın ortak malı olan bilimsel bilgiyi üreten bir
merkez olarak toplumun aydınlanma, çağdaşlaşma
ve daha iyi yaşam mücadelesine bilimsel destek
sunmalıdır. 150. kuruluş yıldönümünün Mülkiye’nin
yeni misyonunun, Mülkiye Marşında ifadesini
bulan şekliyle tanımlanması ve geliştirilmesinde
bir başlangıç olmasını diliyor, hepinize saygılar
sunuyorum.
18
MÜLKIYE 149 YAŞINDA...
19
50. YIL MEZUNLARI OKULLARINI ZİYARET ETTİLER
20
2008 Mülkiye Büyük Ödülü Korkut BORATAV’a verildi.
Birliğimiz Yönetim Kurulu tarafından konuyla ilgili olarak yapılan açıklamada özetle şöyle denilmiştir: “Her Mülkiyelinin
kendisine örnek aldığı kişiliği, güleryüzü, aykırı düşünceye karşı hoşgörüsü, araştırmacı kimliği ve akademik başarısı, ilkeli
tavırları, verdiği eserleri, etkinliği ve saygınlığı, bilgi birikimini toplumun yararına kullanan akademisyen ve aydın tavrı,
sınıfsal bakış açısının toplumsal ve iktisadi çözümlemede kilit öneminin sosyal bilimler alanında benimsenmesindeki katkısı
nedenleriyle, değerli hocamız, Mülkiye’nin emekçilere bakan yüzü, Prof. Dr. Korkut Boratav’a verilmesi Mülkiyeliler Birliği ve
Vakfı ortak yönetim kurulları toplantısında oybirliği ile kararlaştırılmıştır.”
MÜLKİYE BÜYÜK ÖDÜLÜ GEREKÇESİ
04 Aralık2008
Mülkiyeliler Birliği’nin her yıl 4 Aralık kuruluş gününde verilmek üzere oluşturduğu Mülkiye Büyük Ödülünün
2008 yılında;
Her Mülkiyelinin kendisine örnek aldığı kişiliği, güleryüzü, aykırı düşünceye karşı hoşgörüsü, araştırmacı kimliği
ve akademik başarısı,
1402 sayılı yasayla Fakülte’deki görevinden uzaklaştırılmasına karşın, ilkeli tavrından ödün vermeyerek akademik
yaşamdan kopmayan bilim adamı tavrı,
Günümüz akademisyenlerinin en büyük açmazlarından biri olan uzmanlaşmanın esiri olmadan, sosyal bilimlerde
farklı alanlarda ortaya koyduğu eserleri,
Eleştirel iktisat düşüncesinin ülkemizde yerleşmesine katkıları,
Uluslararası iktisat çevrelerindeki etkinliği ve saygınlığı,
Neo-liberal ekonomi politikalarının toplumun büyük çoğunluğunun üzerinde yarattığı tahribatı bilimsel verilere
dayanarak ortaya koyan ve bilgi birikimini toplumun yararına kullanan akademisyen ve aydın tavrı,
Özerk, demokratik, bilimsel üniversite talebinin etkin akademik örgütü olan Öğretim Elemanları Sendikası’nın
kurucuları arasında yer alması,
Neo-liberal ekonomi politikalarının açmazlarını bilimsel verilerle ortaya koyan ve yoksulluğa karşı mücadelenin
bilimsel altyapısının oluşturmaya çalışan Bağımsız Sosyal Bilimciler Topluluğunun kurucularından olması,
Sınıfsal bakış açısının toplumsal ve iktisadi çözümlemede kilit öneminin sosyal bilimler alanında benimsenmesindeki
katkısı,
nedenleriyle,
Değerli hocamız, Mülkiye’nin emekçilere bakan yüzü, Prof. Dr. Korkut Boratav’a verilmesi Mülkiyeliler Birliği
ve Vakfı ortak yönetim kurulları toplantısında oybirliği ile kararlaştırılmıştır.
Mülkiyeliler Birliği Derneği ve Mülkiyeliler Birliği Vakfı olarak Prof. Dr. Korkut Boratav’ı kutluyor, sağlık ve
esenlik dilekleriyle saygılarımızı sunuyoruz.
21
İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi
KESK ve DİSK’in çağrısıylaTürkiye’nin dört bir yanında sloganları, şarkıları ve pankartlarıyla gelen toplumun tüm kesimlerinden
100 bin emekçi, “İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi ” talebiyle Sıhhiye Meydanı’nda buluştu. 29
Kasım Ankara mitingi, emekçilerin sabahın erken saatlerinde Hipodrom önünde toplanmalarıyla başladı. Daha sonra yürüyüşe
geçen işçi sınıfı ve emekçiler, Ankara Garı önünden Sıhhiye’ye akmaya başladılar.1 Mart 2003 tezkereyi engelleme mitinginden
sonra en kalabalık miting olan 29 Kasım Emekçi Mitingi’ne 100 binin üzerinde işçi ve emekçi katıldı. Emekçiler miting boyunca,
krizin faturasını ödemeyeceklerini haykırdılar. Miting başladıktan sonra biran evvel alana girmek isteyen grupları polisin keyfi
biçimde geciktirmesi ve arama noktasında ölçüsüz bir şiddet kullanması nedeniyle bir süre arbede yaşandı. Polisin gaz bombası ve
cop kullandığı saldırısı sonucunda miting alanına girebilmek için bekleyenlerden yaralananlar oldu. Her şeye rağmen Miting alanında
onbinlerce kişi, coşku ve kararlılıkla krizin bedelini ödemeyeceklerini haykırarak mitingin planlandığı gibi devam etmesini sağladı.
Mülkiyeliler Birliği yöneticileri ve çalışanları Mülkiyeliler Birliği Pankartıyla alana girdiler. Alana girerken anons edilen Mülkiyeliler
Birliği, alanı dolduran işçiler emekçiler tarafından alkışlarla karşılandı. Çok sayıda siyasi parti ve kurum temsilcisinin de destek
verdiği mitinge, destekleyen kurumlar adına, TTB Başkanı Gencay Gürsoy ve TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı birer konuşma
yaptılar. Bu konuşmaların ardından Önce DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, ardından da KESK Genel Başkanı Sami Evren
mitingin asıl konuşmalarını yaptılar. Büyük bir coşku ve ilgi ile dinlenen konuşmalara sık sık sloganlarla kesildi. Konuşmalarda, AKP
Hükümetinin krize karşı biran önce emek ve demokrasi programnı hayata geçirmesi istendi.
Mülkiyeli’ler Mülkiye Balosunda Buluştu
23
66-67-68 Mezunları Mülkiyeliler Birliği
Lokalinde Buluşarak Hasret Giderdiler
24
GİTMEK – BENİM MARLON VE BRANDOM
Gitmek filmin galası 22.11.2008 tarihinde
Ankara Kızılırmak Sinemasında gerçekleştirildi.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği
Türkiye Temsilciliği tarafından desteklenen filmin
galasının ev sahipliğini Mülkiyeliler Birliği ve
Dosya Akademi üstlendi.
Ankara’lı sinemaseverlerin yoğun ilgi gösterdiği
galaya Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay’ın yanı sıra İnsan Hakları Derneği başta
olmak üzere birçok sivil toplum örgütü temsilcileri
ve DTP milletvekilleri katıldılar. Saat 19.00’
daki kokteylden sonra saat 20.00’de filmin gala
gösterimi başladı.
Gitmek; genç yönetmen Hüseyin Karabey’in ilk
filmiydi. İzleyiciler gerek kokteyl sırasında gerekse
gala sırasında filmin yönetmeniyle sohbet etmek
fırsatını buldular.
Genel olarak izleyicilerin olumlu izlenimleriyle
ayrıldığı gala gösterimi, genç sinemacıların yeterli
bir destek bulduğunda kaliteli filmler ortaya
çıkartabileceğinin mesajını verdi.
25
DANIŞMA KURULU TOPLANTISI
Mülkiyeliler Birliği Derneği ve Vakfı, 30 Mart
2008 tarihinde yapılan Genel Kurul (GK) sonrasında
Mülkiye Sitesi Merkez Binası ile ilgili çalışmalarını
sürdürmüş ve bir avan (ön) proje elde etmiştir. Bu
projenin gerçekleştirilebilmesi için düşünülen ihale
ile ilgili olarak da uzman kişilere bir şartname taslağı
hazırlatılmıştır.
Proje tüm üyelerce çok beğenildi ve söz alan tüm
üyeler hem proje için hem de GK’da yapılan eleştirilerin
dikkate alınmış olması nedeniyle Yönetim Kurulu’na
teşekkür ettiler.
Söz alan üyelerce, inşaat projesinin maliyetinin nasıl
karşılanacağı, yenileme modelinin ne olacağı, böyle
bir projenin öz kaynaklarla yapılıp yapılamayacağı,
Mülkiye Sitesi Merkez Binası ile ilgili gelişmeleri sözleşmenin şekli ve içeriği ve projenin sürecine
ve hazırlanan ön proje ile şartnameye ilişkin önerileri ilişkin takvimin nasıl işleyeceğine ilişkin sorular ve
değerlendirmek üzere
değerlendirmeler
davet edilen Danışma
içeren konuşmalar
Ku r u l u
ü ye l e r i ,
yapıldı. Genel Başkan
Mülkiyeliler Birliği
Ali ÇOLAK da bu soru
Genel Merkezi’nde 29
ve değerlendirmelere
Kasım 2008 Cumartesi
karşılık
Yönetim
günü toplanmıştır.
Kurulunun görüşlerini
aktardı.
Toplantıda, Genel
Başkan Ali ÇOLAK,
Y a p ı l a n
Yönetim
Kurulu,
değerlendirmeler
Denetim Kurulu ve
sonucunda öncelikle,
Şube Başkanı, eski
bazı
eleştir iler
genel başkanlar, dergi yayın kurulu başkanı ve olmasına rağmen, projenin yaşama geçmesi noktasında
danışma kuruluna üyelerinin büyük çoğunluğu hazır bir mutabakat sağlandı.
bulunmuştur.
Hemen tüm üyeler bilinen bir gerçeği dile
Toplantının başlangıcında Genel Başkan Ali getirerek, öz kaynaklarla böyle bir projenin yaşama
ÇOLAK sürece ilişkin bir değerlendirmede bulunarak geçirilemeyeceği noktasında görüş bildirdi. Bu
özetle şunları anlattı: “Genel Kurul, binalarımızın nedenle yenileme modelinin ancak yap – işlet – devret
yenilenme fikrine evet demekle birlikte, Yönetim olabileceği konusunda mutabakat sağlandı.
Kurulu’na bazı uyarılarda da bulundu. Yönetim
Sözleşmeye ilişkin bazı eksik noktalara vurgu
Kurulumuz yeni projeyi hazırlatırken bu uyarıları yapılarak daha profesyonelce hazırlanacak ve
dikkate alarak değerlendirmeler yaptı. Her iki binanın birliğimizin çıkarlarını eksiksiz bir şekilde koruyacak
da deprem riskine karşı korumasız olduğunu gösteren bir sözleşme hazırlanması gerektiği ortaya çıktı. Bu
raporlar ve Birlik 2.000 üyeye sahipken alınan bir aile nedenle konuya değişik açılardan hakim olduğu bilinen
binasının, 10.000 kişiye ulaşmış bir örgütü taşımadığı kişilerden oluşacak bir komisyon önerisi kabul edildi.
herkesin malumudur. Tadilatlarla binalarımızın Önerilen isimlerle, sözleşmeyi ele alıp iyileştirecek bir
camiamızca istenen ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak komisyon kuruldu.
hale dönüştürülemeyeceği de raporlarla ortaya çıktı.
Sürecin işleyeceği takvime ilişkin olarak da Genel
Bu nedenlerle ve GK’da yapılan eleştirileri de dikkate
alan, Konur Sk. tarafındaki binanın dış görünüşüne Başkan Ali ÇOLAK “Mayıs ayından itibaren ihale ve
büyük ölçüde sadık ve bahçenin korunduğu bu proje, imar süreci bitirilebilirse, sırasıyla yapılmak şartıyla, 2
2 genç mimar arkadaşımıza, projenin hayata geçmesi bina 14 ay içerisinde bitirilebilir” değerlendirmesini
halinde sağlayacağı prestije karşılık ücretsiz olarak yaptı.
yaptırıldı.”
Oluşturulan komisyon tarafından hazırlanacak
Daha sonra slaytlar eşliğinde proje görsel olarak sözleşmenin incelenmesi ve değerlendirilmesi için
Ocak ayında bir toplantı yapılması kararı alınarak,
üyelere tanıtıldı.
oturum sona erdirildi.
26
panel
TÜRKiYE’DE ŞiDDETiN İKTIDARI, İKTiDARIN ŞiDDETi
29 Kasım 2008 tarihinde saat 16.00’da Mülkiyeliler
Birliği’nin teraslı salonunda gerçekleştirilen”
Türkiye’de Şiddetin İktidarı, İktidarın Şiddeti” adlı
panel açılış konuşmasını Mülkiyeliler Birliği adına
Pnar Bedirhanoğlu yaptı. Bedirhanoğlu bu paneli
gerçekleştirmelerinin nedeninin “günümüzde
şiddetin açık biçimlerinin her ilişki düzeyinde
giderek başat hale gelmeye başlamış olmasıdır.
Bunun aslında yalnızca Türkiye değil özellikle 11
Eylül sonrası dünyada da genel bir eğilim olduğu
düşünülürse bunun nedenleri üzerinde hep
birlikte düşünmek sanırım faydalı olur. Türkiye’nin
tarihsel özgünlükleri içinde düşünülmesi gereken
hem de küresel ölçekte kapitalizmin günümüzde
ulaşmış olduğu sömürü düzeyi ile ilişkili olarak
düşünülmesi gereken herhalde birçok boyutu var.”
Açıklamasından sonra söz alan Ege Üniversitesi
felsefe bölümünden Nilgün Toker, konuşmasında”
Son zamanlarda Türkiye’de şiddetin birçok
bakımdan tartışıldığı bir dönemdeyiz. Bir, terör
kavramı altında tartışılıyor. İki, bir kampanya
aracılığıyla bu kampanya mı çok emin değilim
ama kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet zemini
üzerinde tartışılıyor. Bir de gençler ya da, bir tür,
“adaletsizliğe uğradığını düşünenlerin adaletin
kendisi sağlama edimiyle” düşünülüyor. Bir de,
toplumda düşman ilan edilmişlere karşı devletin
yanında devlete eşlik eden görüntüde ortaya çıkan
linç türü şiddet var. Şiddet, özü gereği zorunlu
olarak toplumsal ve politik bir şey. Ya da şiddet
özü gereği ve zorunlu olarak doğaya ait olmayan
bir şey. Başka bir şekilde şiddet, şiddet olması
bakımından zaten doğal olmayan bir şey. Şimdi
bunu söylerken bir şey daha söylemek istiyorum.
Hani insan doğasında var olan ve işte bir takım,
süper ego yöntemleriyle bastırılmış olan şeyin açığa
çıkması tezlerini de bertaraf etmek için ya da kendi
açıma reddetmek için bir şey söyleyeceğim. İnsan
doğası diye bir şey yok. Yani eğer insan doğasında
asla değişmeyen bir yapıyı anlıyorsak böyle bir şey
yok. İnsan tarihsel ve kültürel bir kurulum, inşadır.
İnsan tarihsel ve kültürel bir varlıktır. O halde
şiddet dediğimiz şey tarihsel, kültürel, dolayısıyla
zorunlu olarak tarih öncesine ait olmayan,
27
yani doğaya ait olmayan bir kavramdır.” İkinci
konuşmacı yine Ege Üniversitesinden Melek
Görengenli “özellikle 80’den sonra ve 11 Eylülden
sonra da daha da artarak sosyal psikologların
bütün dünyada yani bizler aslında çok farklı
koşullarda gibi görünen ülkelerde daha çok “batı”
, diyebileceğim ülkelerde sordukları soru şu: nasıl
oluyor da insanlar böylesine adaletsiz bir dünyaya
hayır demiyorlar. Aslında şiddetin ne kadar yaygın
olduğu, şiddetin neye yaradığı, en azından sosyal
psikoloji içinde bunlar çok iyi bilinen şeyler. Ve
nasıl oluyor da aslında bir şekilde bu düzeni
sürdürmenin bir parçası oluyorlar. Bazen suç
ortağı bazen seyircisi olabiliyorlar. Ve çok büyük
ölçüde
seyircisi
olabiliyorlar. Bu
soru çok önemli bir
soru çünkü kuşkusuz
benim de çalıştığım
yani
Türkiye’de
de çalışmalarıma
genel teorik çerçeve
oluşturan
bu
yaklaşımların, şöyle
bir derdi de var.
Bunun bir hakikaten
panzehiri olmalı.
Yani nasıl oluyor da
bu düzene bu kadar sessiz kalınabiliyor. Çünkü
psikolojide bildiğimiz her şey aslında, insanların
belli bir süre sonra itiraz edeceği, etmesi gerektiği
yönünde. Şimdi şiddet neden bu kadar toplumun
her düzeyinde yaygın? Çünkü böyle olduğu
zaman ancak iktidarların şiddeti çok daha kolay
meşrulaştırılabiliyor. Yani yönetmek için, idare
etmek için durdurmak için, kontrol etmek için,
susturmak için istendik yönde hareket ettirmek
için.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Zeynep Gamberti”
Neoliberal İktidarın Bir çehresi Olarak Şiddet”
konusunda görüşlerini açıkladı;” Ben de şöyle bir
soru sormak istiyorum. Yani hatırlayacak olursanız
bu linç furyası 2005’in Mart’ında Mersin’deki
nevruz kutlamalarında çocuklar bayrak yaktı
diye söylenti çıktı aslında.Yani daha yaktılar mı
yakmadılar mı, çocuklar mıydı, ellerine kim verdi
filan belli olmadan genel kurmay başkanı bir demeç
verdi. Ve bu bayrak yakma olayından sonra, “sözde
vatandaş” terimini kullanıyor ve ertesi gün bir
bayrak furyası başlıyor ATO’nun da dahil olduğu bir
bayrak yarışı başlıyor. Ülke kırmızıya boyandıktan
sonra Nisan’da, Trabzon’da TAYAD’lılar linç
edilmeye kalkılıyor. Bu kadar kısa bir süreçte linçler
başlıyor ve onun ardından yani Nisan 2005’ten
işte Ocak 2007’de Hrant Dink’in katline kadar
30 kadar linç girişimi oluyor Türkiye’de. Bu çeşitli
yerlerde oluyor. Sadece Karadeniz’de olmuyor ama
İzmir Seferihisar’da da oluyor, İstanbul’da, roman
vatandaşlarımız
diye bir kavram
kullanıyor medya
Ta r l a b a ş ı ’ n d a ,
R o m a n l a r
satırlarla Kürtleri
k o v a l ı yo r l a r.
Konya’da oluyor,
Antalya’da oluyor,
değişik yerlerde
oluyor. Bu süreç
Hrant
Dink
cinayetinden sonra
bir süre duruluyor,
sonra 6 ay sonra tekrar başlıyor. Daha az bir sıklıkta
tabi. Fakat tekrar başlamış durumda. Benim
sorduğum soru da o dönem, niye şimdi sorusuydu.
Yani belki biraz şeye oturtmaya çalışıyorum. Son
döneme oturtmaya çalışacağım bu söylediklerinizi
de. Hepsine çok katılıyorum. Fakat bu dönemde
niye ortaya çıktı bu. Sonuçta 1999’da PKK tek
taraflı ateş kes ilan etmişti. Abdullah Öcalan hapse
girmiş. Helsinki süreci başlamış. Avrupa birliğine
entegrasyon. Niye şu anda? Yani düşük yoğunluklu
savaşın devam ettiği dönemde değil toplumsal
galeyan. Nispeten sakinleştiği bir dönemde ortaya
çıktı sorusunu sormuştum kendime. Çünkü
ben bu linç şiddetinin kapitalizmin dönüşümü
içerisindeki bir işlevi olduğunu düşünüyorum.”
dedi.
28
konferans
Doğan AVCIOĞLU
ve
KIRKINCI YILINDA “TÜRKİYE’NİN DÜZENİ”
BİLAY’ın düzenlediği DOĞAN AVCIOĞLU – KIRKINCI YILINDA
“TÜRKİYE’NİN DÜZENİ” konulu konferans 18.12. 2008 Perşembe günü
Genel Merkezimizde düzenlendi.
Sn. İhsan Feyzibeyoğlu yönetiminde Sn. Mümtaz
Soysal, Sn. Erol Toy, Sn. Uluç Gürkan ve Sn. Nazif
Ekzen’in konuşmacı olduğu konferansta, kendi
alanında en değerli çalışma olarak nitelenen ve
yazılışının kırkıncı yılında “Türkiye’nin Düzeni”
ekseninde, değerli “yurttaş” aydınlarımızdan Doğan
Avcıoğlu anıldı. Konuşmacılarımız tarafından Doğan
Avcıoğlu’nun görüş ve fikirleri, mücadeleleri ve
kendisiyle ilgili anılar değerli konuşmacı ve konferans
yöneticisince anlatıldı.
Sn.İhsan Feyzibeyoğlu, öncelikle konuya ve konferansın
gerekçelerine ilişkin bir bilgilendirme yaparak,
konuşmacıları, tanıttı. İlk söz Doğan Avcıoğlu’nun da
mesai arkadaşlarından olan değerli hocamız Mümtaz
Soysal’a verildi. M.Soysal konuşmasında özetle şunları
söyledi: ”D.Avcıoğlu Mülkiyeli değildi. Onunla
tanışmamız benim TODAİ’deki asistanlığımın
ilk yıllarına rastlar. D.Avcıoğlu’da Fransa’dan yeni
dönmüştü ve o da TODAİ’ye asistan olarak geldi. Ben
Galatasaray mezunu olduğumdan Fransız kültürüne
yakındım. Bu nedenle ilk ortak noktamız bu oldu.
Fransa, azgelişmişliğin sorunları ve ekonomisi üzerine
entelektüel çaba olan dünya da tek ülkedir. 1961
Anayasa Komisyonu’nda birlikte çalıştık. Komisyonda,
bugün de halen savunduğum sosyal adalet ilkelerini
savunduk. Daha sonra ben üniversiteye devam
ederken, Doğan, doğru politika yapmak amacına
uygun olarak politikayı seçti. YÖN çevresinde uzun
süre mesaimiz devam etti. YÖN’ün ilk sayısında
yayınlanan ve bir anlamda manifestomuz olan bildiriyi
birlikte hazırladık. YÖN’le sol düşünceyi yaymaya
çalışıyorduk. 6. Sayımızdan itibaren sosyalizm fikrini
açıktan yazmaya ve savunmaya başladık. O dönem
içerisinde ünlü denebilecek çok sayıda sosyalist yazar
da dergide yer alıyordu. Doğan’ın belirgin özelliği
29
birlikte bir anlamda Türkiye’ye bir Avcıoğlu sentezi
bırakmıştır. Çoğu aydınımızdan farklı olarak çözüm
yollarının lakırdısıyla değil kendisiyle meşgul olmuştur.
D.Avcıoğlu Türkiye’de demokrasiyi taşıyacak altyapının
çok eksik olduğunu düşünüyor ve bunun ancak
bir devrimle gerçekleşebileceğine inanıyordu. Tüm
Daha sonra söz alan Sn. Erol Toy özetle şunları söyledi: çabası bunun içindi. Türkiye’yi öncelikle yoksulluktan
” D.Avcıoğlu seçkin bir insandı, yurttaş bir aydındı; kurtarmak gerektiğine inanıyor ve Kemalizm’i yarıda
bağımsız düşünce sahibiydi. D.Avcıoğlu ve birlikte bıraktırılan ulusal kurtuluş devriminin yolu olarak
olduğu grup taslak anayasayı hem kurucu meclise, hem görüyordu. D.Avcıoğlu’nun amacı geliyorum diyen
de MBK’sine kabul ettirdi. Fakat daha sonra yapılan ilk darbenin faşizan bir karaktere bürünmesini önlemekti.
seçimde AP birinci parti olunca, yaşanan hayal kırıklığı Askeri diktayı çözüm olarak görmüyor, güçlü bir
YÖN sürecini başlattı. Bu dönemde darbe sonrası halk desteği sağlanmadıkça ve devrimci kadrolara
hayal kırıklığı yaşayan askerler de Doğan’ın etrafında dayanmadıkça devrimin gerçekleşemeyeceğine
toplanmaya başladı. Doğan’ın Cuntacılığı buradan gelir. inanıyordu. Feodalizmi tamamen tasfiye eden toprak
İlerici, devrimci olmak kaydıyla her düşünce YÖN’de reformu ve bölgenin etnik yapısını dikkate alan doğuyu
yer bulabilmiştir. Bu nedenle D.Avcıoğlu müthiş bir batıya yaklaştıracak adımların Kürt sorununda çözüm
bilgi kaynağı ve arşiv yarattı. YÖN’de işlevin sona olabileceğine inanıyordu.”
erdiğini düşünen D.Avcıoğlu kitap yazımına girişti.
Türkiye’nin Düzeni’nin de içinde yer aldığı çok sayıda En son söz alan Sn. Nazif Ekzen özetle şunları söyledi:
değerli kitap bu dönemde çıktı. Bir ideolag ve gerçek “D.Avcıoğlu’nun ordu içerisinde bir örgütlenme
aydın olan D.Avcıoğlu, Türkiye’nin gerçek sorunlarına gerçekleştirmek gibi bir düşüncesi yoktu. Fakat
parmak basmakla yetinmeyip tedavi yöntemlerini de ordunun 1950’den beri NATO tarafından eğitildiğini
göstermiştir. Her düşüncenin uygulanabilmesi için ve kaydığını çok net olarak biliyordu. Avcıoğlu bu
mutlaka bir manivelaya ihtiyaç vardır. Bir ideolojinin tehlikeli gidişi engellemeye çalışıyordu. Ulusal ordu,
manivela arayışı ve biz manivelayız diyen süngü gücü ona göre ülkenin bağımsız olarak yaşayabilmesinin en
bir araya geldi. Fakat biz manivelayız diyenler birbirine önemli güvencesiydi. Doğan beyin ordu ile ilişkisi ele
düşünce 12 Mart süreci yaşandı. 1961 Anayasası alınırken bu durum gözden kaçırılmamalıdır. Ulusal
düşünce, örgütlenme ve eylem özgürlüğü getirdiği için, ordu talebinin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu, 12
Türkiye’nin görebileceği en iyi anayasalardan birisidir. Eylül’ün bize yaşattıklarından sonra daha iyi anlıyoruz.
12 Mart tüm bu hakları budarken, daha sonrasında Türkiye’nin Düzeni, kendi alanında Türkiye’de
gelen 12 Eylül Türk tarihi içerisindeki en önemli 3 yazılmış en değerli çalışmadır. Daha sonraki döneme
kırılma noktasından birisi oldu. Birincisi, Nizam-ül ilişkin elimizde benzeri bir çalışma yoktur. Sadece
Mülk Nizamiye Medreseleri mezun vermeye başlayınca İ.Beşikçi’nin Kürt Sorunu için yaptığı çalışmaları
seçilmişlerin yerine atanmışları gönderdi ve devlet yakın değerde kabul edebiliriz. D.Avcıoğlu’nun bütün
dağıldı. İkincisi, Kanuni döneminde seçilmişlerin kaygısı, bağımsız ve ekonomik olarak özgür bir ülkenin
yerine atanmışlar geldiği için Celali isyanları başladı yaratılmasıydı. Kendisinin tarif ettiği Ulusal Kalkınma
ve Anadolu kaybedilmeye başladı. Üçüncüsü de 27 Modeli ile Türkiye’nin 20 yılda kalkınabileceğini
Mayıs’taki seçilmişlerden oluşan Kurucu Meclis’in düşündüğünden, bu süreçte iktidarı güçlü tutabilmek
yerine 12 Eylül’ün atanmış kurucu Meclis’i geldi ve için ulusal orduya ihtiyaç duymuştur. 1980 darbesi
Türkiye bir deli gömleği içine sokuldu. Türkiye’nin öncesi, darbenin çok yakın olduğunu ve Türkiye’nin
yeni sömürgeci bir sürecin içine girdiğini öngörmüş
bozuk düzeni halen devam ediyor.”
ve haklı çıkmıştır.
Daha sonra söz alan Sn. Uluç Gürkan özetle şunları
söyledi: ”4 Kasım 1983’te Büyükada’da D.Avcıoğlu’nu Daha sonra soru – cevap kısmına geçildi ve konferans
doğaya verdik. Bazı kişileri içselleştirebilmek için bitirildi.
doğrudan tanımak gerekmez. D.Avcıoğlu bunlardan
birisidir. Bize çok geniş bir miras bıraktı. Bu mirasla
bağımsızlık savaşı vermiş ve bağımsızlığa öncülük
etmiş orduya güvenmesiydi. Düşüncesine göre, güçle
desteklenmeyen hak, yenilmeye mahkumdu. Bu
nedenle, sosyal hak mücadelesinin arkasında ordunun
da olması gerektiğine inanıyordu.”
30
panel
YEREL SİYASETTE KADIN ELİ
Mülkiyeliler Birliği Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Komisyonunun düzenlediği “Yerel Siyasete Kadın Eli”
konulu panelin açılış konuşmasını yapan Mülkiyeliler
Birliği Yönetim Kurulu üyesi Vadi Doğan Küçük,
komisyonu neden kurduklarını ve amaçlarını anlattı.
Vadi Doğan Küçük”… Öncelikle konuklarımızı
size tanıtmak istiyorum: Siyasal Bilgiler Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Serpil Sancar Sancar,
Şehir Plancısı ve Kadın Hareketi Temsilcisi Sayın
Yıldız Tokman ve İzmir Menemen Seyrek Belediye
Başkanı Sayın Nurgül Uçar.
Bu panel, Mülkiyeliler Birliği Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği Komisyonunun ilk etkinliğidir.
Kuruluşundan bugüne yalnızca bir mezunlar birliği
olarak kalmayan aynı zamanda Türkiye’de toplumsal
hayata ve siyasal gündeme müdahale eden bir
D.K.Ö. misyonunu üstlenen Mülkiyeliler Birliği’nin
ülkemizde cinsiyet eşitliğinin her alanda sağlanması
için aktif çaba göstermesi gerektiğini düşünerek bu
komisyonu kurduk. Komisyonumuzun öznesi kadın.
Gerek kendi içimizde cinsiyet eşitliğini sağlamaya ve
Mülkiyeli kadını görünür kılmaya dönük çalışmalar
yapmayı, gerekse ülke gündemine toplumsal cinsiyet
perspektifiyle müdahale etmeyi amaçlıyoruz.
31
Toplumsal cinsiyet eşitliğine yapacağımız
yolculukta şiddet, istihdam sorunu, siyasal katılım
ve temsil yeteneklerinin güçlendirilerek toplumsal,
ekonomik ve politik süreçlerde yer alacak yetkinliğe
ulaşabilmesi D.K.Ö. ile ortak sivil insiyatifler
geliştirilmesi hedeflerimiz arasında yer alacaktır.
Çalışmalarımızı daha çok katılımla daha güçlü
bir biçimde gerçekleştirebilmek için desteğinizin
önemini hatırlatmak isterim.
Yaklaşan yerel seçimleri bir müdahale alanı olarak
görüyoruz. Komisyonumuzun ilk panelini yerel
seçimlerin yaklaştığı bu günlerde gündemi de izlemek
anlamında “yerel siyasete kadın eli” olarak belirledik”
dedi. Açılış konuşmasından sonra söz alan İzmir
Menemen Seyrek Belediye Başkanı Nurgül Uçar,”
Çok teşekkür ederim. Bence artık toplumsal cinsiyet
eşitliğinde çok ciddi mesafeler alındığına tanık
oluyoruz. Bundan da çok keyif aldığımı söylemek
istiyorum. Farkında olmak zaman istedi. Emek istedi.
Ama bugün geldiğimiz noktada bu kadın hareketine
dair insanlar çok emek verdi. Yıllarını verdi. Bazen
bir arpa boyu gibi gördü arkasına döndüğünde
gidilen yolu. Oysa bugün gelinen nokta çok ciddi,
artık işin ciddi olduğunu gösterdi bize. Bunun için
komisyonun ilk etkinliğinde yer almak çok onur verici.
Çok teşekkür ediyorum. Ben 92 yılında İzmiri1’n
menemen ilçesine bağlı kurulan Seyrek beldesinin
ilk belediye başkanıyım. Şu anda 3225 belediye. 18
tanesi bayan. Küsurat bile değil. Şu anda yasayla
kapatılanlarla birlikte 5 belediye daha kapatıldı.
Bu belediyelerde 13 bayan başkan bulunuyor. Yani
2009’a eğer partileri isterse devam ederlerse böyle
bir tablo.” Bu durumun komik bile değil traji-komik
olduğunu söyledi. İkinci konuşmacı olarak söz alan
Dr. Yıldız Tokman ”Ben öncelikle sizi kutluyorum.
Çünkü karma örgütlerde toplumsal cinsiyet eşitliği
komisyonu kurulması hakikaten çok hoş bir şey.
Ama ilk değil bu ikinci oluyor. Çünkü İzmir’de
TMMOB’nin
il
koordinasyon kurulu
da benzeri bir oluşum
içine girdi. Ankara’da
siz ilksiniz ve onlarla
da işbirliği yaparsınız
diye düşünüyorum.
Açıkçası o beni çok
heyecanlandırmıştı.
Hatta
Serpil
hocayla da birkaç
toplantılarına,
çalışmalarına katıldık.
Burada da doğrusu aynı heyecanı duyuyorum. Şimdi
böyle bir durumda şu anda da yani yerel yönetimlere
ilişkin, bu seçimlere yönelik yeni yeni adaylar
belirlenirken yani iyi bir televizyon izleyicisi değilim
ama yine de izlediğim kadarıyla hiç kadın lafı yok.
Yani belki bugünkü tartışma da aynı şey olacak. Hani
kimse çıkıp da tamam yolsuzlukların tartışılması çok
önemlidir ama bu harcadığım para ne kadarı kadınları
gördü ya da ya bir de şu kadınlara soralım bunlar
hanımlar lokali dışında ne istiyorlar, ya da bu lokal,
adı neyse, ne kadar, nerelerde yeterli mi. Ya da bir
belediye başkan aday adayı çıkıp da ben meclisimde
şu kadar kadın üye istiyorum demiyor, diyemiyor.
Zaten diyemez. Çünkü kendisi belirlemiyor zaten.”
Prof. Dr. Serpil Sancar. Hem Nurgül hem Yıldız’ın
konuşmalarından sizin de çok yakından anlayacağınız
üzere 2002-2003-2004’te başlayan bir yerel siyasetle
ilgili bir feminist uyanma var. Yeni bir şeyler
yapılmaya başlandı. Yıl 2004. dikkatinizi çekerim.
Şu soruyu sormak lazım. Peki,bugüne kadar 2002’ye
2004’e kadar bu kadar yıl, işte kadın hakları, eşitlik
falan dendi niye dönülüp yerel siyasete bakılmadı.
Ben bu sorunun cevabını bilmiyorum, hakikaten
bilmiyorum. Verilen yanıtlar da beni tatmin etmiyor.
Hakikaten bizim kafamızın arkasında görmediğimiz
bir mesele var. Dolayısıyla iğneyi, çuvaldızı kendimize
batırmakla ilgili bir
strateji öneriyorum.
Bir kere Türkiye’de
bu merkezi siyasette
yerel siyaset ikilemi
ile ilgili bizim bir
meselemiz
var.
Bu konuda bize
yapılan açıklamalar
sahte çıktı. Neydi
bu açıklamalar.
Eğer yerel siyaseti
güçlendirirsek orda
şey vardı, tarikatlar
vardı orda, orda sağcılık vardı, muhafazakârlık
vardı, orda gelenek vardı, orda modernlik önceki
arkaik sosyallik, kültürlülük vardı. O hortlardı. Peki
biz şimdiye kadar bu yerel siyaseti desteklemedik
hortlamadı mı? Yani orayla mı ilgili bir şeydi bu.
Demek ki bu açıklama doğru değil. Başka bir
açıklama kurmamız gerekiyor. Dolayısıyla hani
modernleşmenin ve cumhuriyet değerlerinin bu
merkez üzerinden tanımlanmasıyla ilgili ciddi bir
problemimiz var. Ve bu merkezlik ve yerellik ikilemi
laiklik ve dindarlık ikilemi değil. Başka bir ikilem. Bu
ikilem Türkiye’de sahte bir ikilem” olduğunu söyleyen
Serpil Sancar” Bunu yıkmak gerekiyor” dedi.
32
mülkiye’de öğrenci olmak
Alper AKTAN
Ancak yönetim kurulu odasının kapısı
açıldı ve birisi bizi içeri çağırdı. İçeride
ilk gördüğüm, büyük toplantı masasının
üzerinin öbek öbek taşla dolu olduğu
idi. Öğretim üyeleri ve gençler oldukça
gergin bir durumdaydılar. Sonradan ismini
öğrendiğim ve öğrencisi olmaktan her
zaman gurur duyduğum Fehmi Yavuz
hocam orada bulunanları rahatlatıcı sözler
söylüyor ve bu durumun kısa bir süre sonra
sona ereceğini belirtiyordu.
29 Nisan 1960 günü Mithat
Paşa ile Meşrutiyet caddelerinin
kesiştiği köşede bulunan “Üç As
Kıraathanesi”nde arkadaşlarla
buluşmuştuk.
Gazeteleri
okuyor ve bir gün önce İstanbul
Üniversitesinde yaşanan olayları
tartışıyorduk. Bir süre sonra
gelen bir arkadaş, Hukuk
Fakültesinde olaylar olduğunu
ve polisle öğrencilerin çatıştığını
söyledi.
Bir süre sonra kapı vuruldu, Fehmi Yavuz
hocam kapıyı açtı. Kapıda duran inzibat
Arkadaşlarımdan izin isteyip
eri dekana bir tokat attı. Fehmi hocam çok
oradan ayrıldım. Mithat Paşa
sert yumruklarla askeri yere düşürdü. O
Caddesinin Ziya Gökalp ile
sırada hepimizin ellerinde taşlar kavgaya
birleştiği noktadan bir dolmuşa
hazırlanıyorduk. Birden sivil giyimli birinin
binip Hukuk Fakültesi önünde
indim. Ancak gittiğimde, polisler fakülte kapısından “hocam” diyerek Fehmi hocanın eline sarıldığını ve
içeri giriyorlardı. Hemen Siyasal Bilgiler Fakültesine öptüğünü gördüm Sonradan adının Niyazi Bicioğlu
yöneldim. Orada Ankara Atatürk Lisesinde birlikte olduğunu öğrendiğim Ankara Emniyet 1. şube
okuduğum arkadaşlarım vardı. Sadun Aren hocamın Müdürü’ne Fehmi Yavuz Hocam “odada bulunanların
kardeşi Bülent Aren bunlardan biriydi. Caddeden serbestçe çıkıp gitmelerini” istediğini söyledi.
fakültenin ön kapısına çıkan geniş merdivenlerden
Emniyet müdürü söz verdi ve hepimiz iki sıra
koşarak fakülteye girdim. O zaman fakülte girişinde polislerin bulunduğu merdivenlerden inerek, fakülte
dekanlık katına çıkan iki merdiven bulunuyordu. dışına çıktık. Yaklaşık altı saat süren ve benim ilk kez
Sağ tarafta bulunan merdivenlerden çıkıp yönetim içinde bulunduğum bu olay böylece sona erdi. Eve
kurulu odasının önüne geldim. Öğretim üyeleri ve döndüğümde Adakale Sokağı dört numarada bulunan
öğrenciler oradaki koridoru doldurmuşlar ve Hukuk evimizin penceresinde annemi beni beklerken buldum.
Fakültesi’ndeki olayları tartışıyorlardı. Ben fakülteye Silah sesleri Sıhhiye çevresinden duyulmuş ve orada
ilk kez gelmiş olmanın tedirginliği ile arkadaşlarımı bulunduğumu düşünen annem, çok endişelenmiş.
aramaya başladım. Ancak bu arayış uzun sürmedi. Bir Beni gördüğü sırada yüzünde oluşan ifadeyi hiç
öğrenci içeri girdi, asker ve polislerin geldiğini haber unutamıyorum.
verdi. Herkes üst katlara ve odalara dağıldı. Ben ve
birkaç kişi orada kalakaldık. Askerler, muhtemelen
Hukuk’ta olan olayların etkisiyle daha içeri girmeden
giriş kapısına ateş açtılar. Bu arada unutmadan
söyleyeyim, anlattıklarım sırasında Menderes,
hükümet ve DP aleyhinde sloganlar atılıyor ve marşlar
söyleniyordu. Fakültenin ön camları kırıldı ve duvarları
kurşun delikleri ile doldu. Duvarda bulunan kurşun
delikleri kırmızı çizgilerle çevreleri işaretlenerek uzun
süre korunmuştu.
Ateş açılınca ben ve birkaç öğrenci, birinci kattan
giriş kapısına bakan alınlığın arkasına kendimizi attık.
33
29 Nisan 1960
gününü uzun uzun
anlatmamım nedeni,
ben de öğrenimimi
sürdürmek için büyük
etki yapmış olmasıdır.
Lise son sınıfa kadar hiç
sene kaybetmemiş bir
öğrenci olmama karşın
özel bir nedenle tek
dersten lise son sınıfta
bekleyen birisi olarak,
okulu bitirerek, Siyasal
Bilgiler Fakültesine
gitmem gerektiği duygusuna 29 Nisan 1960’ı yaşamış
olmanın neden olduğuna inanıyorum. 1960yılının
Haziran ayı başındaki sınavı verip lise mezunu olmayı
başardım. O yıllarda her fakülte giriş sınavlarını
kendisi düzenliyordu ve ben de sınavı kazanıp SBF
öğrencisi oldum.
bunları kesmemiş
ve 12 mart ve 12
Eylül’e giden yollar
oluşturulmaya
başlanmıştır.
Okula girdikten
sonra ilk ayrımına
vardığımız
üst
sınıflara
karşı
yerleşmiş bulunan
hiyerarşik
tavır
oldu. Bu sınıflarda
arkadaşlarım
olmasına rağmen bu
durumu benimsedim ve ona göre davranmaya özen
gösterdim.
Bunun dışında duvarlarda bulunan ve öğrencilerin
kurmuş oldukları kuruluşların panoları vardı. Bunlar
içinde SBF Fikir Kulübü panosu çok ilgimi çekti ve
bir süre sonra bu kulübe üye oldum. Fikir Kulüpleri
Fakültede ilk iki yılı yurtta kalarak geçirdim. Ama; yaşamımda oldukça büyük etkisi olan kuruluştur.
Sonrasında bir işte çalışma zorunluluğu ve evlilik Sonrasında yönetiminde de yer aldığım fikir kulübü
nedeniyle yurttan ayrıldım.
benzerlerinin diğer fakültelerde kurulması ve 1965
O yıllarda ve sonrasında da SBF, öğrenciler için yılında Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kurulmasına
hep çekim merkezi olmuştur. Doğal olarak bunda giden yolda SBF Fikir Kulübümüzün önemli
anlattığım olayların ağırlıklı bir yeri vardır. Ancak; 27 çalışmaları olmuştur.
Mayıs’a giden yolda, Fakültenin DP iktidarına karşı
Başından beri anlattığım nedenlerle kendimizi
belirginleşen tavrı ve nitelikli öğretim üye kadrosu
öğrenci olarak çok
SBF ’nin üniversiteye
ağırlıklı bir yere koyma
gidecek
öğrencilerin
eğilimimiz oldukça
gözünde özel bir konumda
ağır basıyordu. Değerli
olmasına neden olmuştur.
öğretim üyelerimizin
SBF’de öğrenci olmanın
bunda yadsınamaz
ayrıcalıklı yeri böyle
etkisi vardır. İbrahim
başlar ama okuldaki hava,
Yasa, Bahri Savcı,
öğrencilerin birbirlerine
Sadun Aren, Cahit
olan yakınlığı, ülke
Talas,Muammer Aksoy,
sorunlarına ve günlük
Bedri Gürsoy,Nermin
politik gelişmelere olan
Abadan Unat, Seha
duyarlılıkları bu başlangıcı
M e r a y,
Besim
geliştirir ve yeni bir
Üstünel . Doçent ve
kişiliğin oluşmasını sağlar.
asistanlarımızı da unutmamak gerekiyor. Hepsi çok
Bu kişiliğin özellikleri, halkını sevmek, emperyalizmin değerli insanlarımızdı. Hepsini saygı ve sevgi ile
ve kapitalizmin olumsuzluklarını ortadan kaldırmak anıyorum.
gerektiğine inanmak biçiminde ortaya çıkar. Ama
Özetle söylemek gerekirse “Mülkiye’de öğrenci
bunu söylerken diğer üniversitelerde bulunan büyük
olmak”,
halkımıza ve yurdumuza yararlı insanlar
bir kitlenin de benzer özellikler taşıdığını da belirtmek
isterim. Bu duyarlılık o yıllarda çok yaygındı. 27 Mayıs zorunluluğunu en doğru biçimde bize öğreten bir
öncesi ve sonrasında ortaya çıkan değerlendirmeler, süreci başlatmış ve bu konuda gerekli donanımı
ülkemizde bir çok sorunun çözümlenebileceği kazanmamızı sağlamıştır.
umudunu yaratıyordu. Emperyalizmi ve yerli
işbirlikçilerini en çok bu durum korkutmuş ve önlem
almaya zorlamıştır. 1965 yılında AP’nin başarısı bile
34
şubelerden
şubelerden
• Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubesince
“Mülkiye Konferansları” kapsamında, 17 Aralık
Çarşamba akşamı Bahçeşehir Üniversitesi’nde
“GLOBAL KRİZ, TÜRKİYE VE AMERİKA”
konulu bir konferans düzenlendi. “Ekonomik
kriz ve Amerika, Türkiye’nin ABD’den görünüşü,
Türk Amerikan ilişkileri, Obama’nın başkanlığı ve
beklentiler” konferansın alt başlıklarıydı. Katılımın
oldukça yüksek olduğu konferansın konuşmacıları,
TÜSİAD Washington Temsilcisi Abdullah Akyüz
ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi hocamız
Dr. Hasan Ersel’di.
•Mülkiyeliler Birliği Eskişehir Şubesince 4
Kasım 2008 de ESOGÜ’de düzenlenen toplantıda
Dr.Ömer Faruk Günay tarafından “İklim Değişimi
Nedeniyle Yaşanması Olası Su Sorunları” konulu
sunum gerçekleşti.
•Mülkiye Dergisi 260. Sayısı
Birliğimizden temin edebilirsiniz...
Çıktı...
•Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği
Topluluğu yeni dönem çalışmalarına 20 Aralık’ta
Mülkiyeliler Birliği’nde başlıyor. İlgi duyan tüm
üyelerimiz çalışmalara katılabilirler.
35
Şair, Kadın ve Muhalif Olmak
Gönül İLHAN
Politika ile ilişkisinin sorulması üzerine; 1999’da
ÖDP İzmir milletvekili adayı olduğunu, 2006’daysa,
Birleşik Demokratlar Partisi (EDI)’den aday
gösterildiğini ve Kıbrıs’ın bölünmesinden sonra bir
Rum partisinin ilk kez bir Türk’e milletvekili olması
için öneri götürdüğünü söyleyen Yaşın, bir şair olarak
Yurdum/ ikiye bölünmüş ortasından/ hangi yarısını siyasetle ilişkisinin, barışa katkı anlamını taşıdığını
belirtti.
sevmeli insan
İzmir Mülkiyeliler Birliğinin düzenlediği “Şair,
Muhalif Ve Kadın Olmak” konulu söyleşinin konuğu
Kıbrıslı şair Neşe Yaşın’dı. 26 Aralık Cuma günü saat
19:00’da, Alsancak Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen
söyleşi, gitar ve buzuki eşliğinde Türkçe ve Rumca
şarkılar söylenen kısa bir müzik dinletisi ile başladı.
“Eğer seçilseydim, bir barış bakanlığı kurulmasını
isteyecektim.”
17 yaşında yazdığı ve bestelenip, hem Rumca hem
de Türkçe olarak söylenen şiirinin yazılış öyküsünü
anlatarak söze başlayan Yaşın, 1963’de yaşananlarda
bir çocuk olarak insanları iyiler ve kötüler olarak
ikiye ayırdığını, 1974’de, daha önce bir Rum ailenin
yaşadığı eve ailesiyle birlikte yerleştirilmelerinden ve
bir Rum çocuğunun odasının ona verilmesinden sonra
düşüncelerinin değişerek, savaş, barış ve milliyetçilik
kavramlarını sorgulamaya başladığını anlattı.
Şiir söyleyince o büyük sözü
Kıbrıs Üniversitesi Türkoloji bölümünde ders
veren Yaşın, Ada’nın güney kesiminde yaşama kararı
vermesinde, barışa olan inancının belirleyici olduğunu,
Rum ve Türklerin geçmişte güzel anıları olduğu kadar,
acı hatıralarının da olduğunu, öncelikle bu yaraların
sarılması sürecinin yaşanması gerektiğini, söyledi.
Üzgün Kızların Gizli Tarihi 2002 yılında yayınlanan “Üzgün Kızların Gizli
Tarihi” isimli romanından cinsel içerikli bölümleri
alıntılayarak manşetine taşıyan Volkan gazetesinin
kendisine karşı olumsuz tavrının sorulması üzerine
Yaşın; romanında, birleşemeyen bir adanın hikayesini,
bir Rum erkeğiyle bir Türk kızının imkansız aşkıyla
sembolize ederek anlattığı kitabının içeriğinden
değil, kendisinin barışı savunan bir kadın oluşundan
hareketle cinsiyetçi ve milliyetçi saldırılara hedef
olduğunu söyledi.
Yaşın, şair ve yazar kadınların, kadın oldukları için
ayrı bir bedel ödediklerini anlattı.
Barış bakanlığı
Aktif olarak çalışmalar yapan barış gruplarında Türk
ve Rum gençlerinin bir araya gelerek birbirlerini daha
yakından tanıdıklarında, milliyetçi bakış açısından
sıyrılarak, dostluklar kurduklarını anlatan Yaşın, adada
barış içinde bir arada yaşanacağına olan inancını
vurguladı.
Dinleyicilerin sorularını yanıtladıktan sonra; “Bir söz
var ve ben o sözü bulacağıma inanıyorum. Ve o sözü
bulduğumda toprağa barış ineceğine de inanıyorum
diyen Şair Yaşın, “Büyük Söz” ve “Aşk Sarkacı “ ile
başlayarak, kendi şiirlerini seslendirdi.
Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi Başkanı Prof.
Dr. Hüsnü Erkan’ın Yaşın’a teşekkür plaketi
vermesinin ardından, Mülkiye İzmir’in cumbalı evinde
şiir ve barış üstüne koyulaşan sohbete devam edildi.
36
Ankara Şiirleri
Ahmet Arif
Adnan Yücel
KARANFİL SOKAĞI
ALTINDAĞLI BİR KIZA ŞİİR
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-tors ve âsi Fırat
Tütün pamuk buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş kar altındadır.
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca’nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netametli aydır.
Bir başka ama bilemem
Kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda, kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık, puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük.
Nefesleri yetmez avuçlarına –
İlkokul çağında hepsiKenar çocukları kar altındadır.
Hatip Çay’ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir’de
Karanfil Sokağı’nda gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
“Mucip sebebin” bilirim
Ve “kâfi delil” ortada...
Karanfil Sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al al bir yangın şarkısı.
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ’da Incesu’dadır.
Daha dün bir sevinçtin karşımda
Bir ışıklı bekleyiş bir gelecektin
Şimdi kirletilmiş bir kentin
Çirkefi bulanmış yüzüne
Gülemiyorsun
Dilin yorulmuş utanmaktan
Merhaba bile diyemiyorsun
Yenilgiler bağlamış gözlerini
Oysa gözlerin
En az yaşamak kadar güzel
O güzellikleri bilemiyorsun
Tamda kudurma vakti gecenin
Kim bilir şu Dışkapı’da
Ne yalanlar dolanıyor ayaklarına
Etin Çankaya’da Kızılay’da kalmış
Kemiğin Altındağ’da
Bunalımlarla titreyen o konduda
Sen ki daha üç yıl önce
Direnen bir yaşamı türkülerdin
Işıl ışıl bakardın yarınlara
Yoksulluğun yanaklarını bile
Hep güneşin rengiyle öperdin
Nasılda severdin edebiyat dersini
İlle de Fikret’in “Promete” şiirini
Her dizesin, ezbere bilirdin
Bütün yollar bir labirent olsa da
Umuda çıkmak zor değil derdin
İşte ışıksız direncin yalan umutları
Aşılmamış coşkular
Sevgisiz öfke
Ve kül olan gençlik ormanları
Savrulup duruyor şimdi yürüyüşünde
Bir yangının çaresiz kurbanları
Keşke çıkmasaydın karşıma
İçimdeki sevinci vurmasaydın
Ne çocukluğun kalmış
Ne gençliğin var bakışlarında
Gözlerinde uçuşan üniversiteleri
Şimdi düşünmek bile istemiyorum
Silmek için alnındaki çaresizliği
Tırnaklarını geçiriyorsun yüzüne
Kan oluyor yüzün silemiyorsun
Tamda kudurma vakti gecenin
Bir kez daha yıkılıyorum Altındağ’da
Çocuklar ah çocuklarım
Naylon pazar çantası için oy atan
Karın tokluğuna can satan insanlarım
37
üyelerden
TÜRK KADINININ ÇAĞDAŞLAŞMA, AYDINLANMA
YOLUNDA YERİ VE ÖNEMİ
Cemal YILDIZER
Bolu Vali Yardımcısı
“Bir toplum, bir ulus erkek ve kadın denilen iki
cins insandan meydana gelmiştir. Olabilir mi ki, bir
kütlenin bir parçasını geliştirelim, diğerini bırakalım
da kütlenin tümü gelişmiş olsun? Olabilir mi ki, bir
topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça
diğer kısmı göklere yükselebilsin? Kuşkusuz ilerleme
adımları, dediğim gibi, iki cins tarafından birlikte,
arkadaşça atılacak, ilerleme ve yenileşmede aşamalar
birlikte aşılacaktır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK,1925 *
Toplumların ve milletlerin gelişme ve ilerlemesinde
en büyük etkenlerden birisi kadınların, iyi ve nitelikli
bir eğitim görmeleri yanında, sosyal ve ekonomik
hayatın her alanında aktif bir rol alabilmeleri ve
katılımlarının sağlanması ile olur. Bu anlamda
ülkemizde kadınlara hak ettikleri ve layık oldukları
yeri ve önemi vermek, Cumhuriyetimizin ilanıyla
birlikte Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
öncülüğünde, onun katkı ve destekleriyle mümkün
olabilmiştir. Atatürk milli bütünlüğü düşünerek kadın
haklarını öne çıkarmıştır. Türk toplumunda kadının
yeri ve önemini değerlendirmek düşüncesiyle, yaptığı
çalışmalarla siyasi ve sosyal alanlardaki bütün hakların
verilmesini sağlamıştır.
getirmiştir. Nüfusunun yarısı kadın olan ülkemizde
Türk kadının Atatürk ilke ve devrimleri ışığında
yetişmesi ve bu düşünceyi benimsemesi, özümsemesi
çok önemlidir. Çünkü kadın toplumun temelidir.
Atatürk’ün başlattığı uygarlık projesiyle birçok Türk
kadını eğitim, sağlık, ekonomi, bilim, sanat, sosyal
yapı ve spor alanlarında ulusal ve uluslararası düzeyde
çağdaş görünümleriyle önemli atılımlara imza
atmıştır.
Yarının Türk kadını, Atatürk’ün çağdaş, aydın,
ileriyi görebilen bireyleri/yurttaşları olarak işlevini
sürdürmelidir. “Kadın toplumun temeli olduğuna göre,
vatanı güneş, yuvayı anneler aydınlatır.” “Türk kadını
evde ana, savaşta erdir.” gibi birçok özdeyişindeki
övgülerle Türk kadını aydınlanma, özgürleşme ve
çağdaşlaşma yolunda seçkin yerini mutlaka almalıdır.
Uygarlığa ulaşma yolunda önemli adımlardan biri de
eğitimdir. Eğitim ve kültürlerine en büyük değerleri
ve önemi veren uluslar, ülkeler yükselebilecekler, en
üst uygarlık seviyesine çıkacaklardır. Çünkü insanları
ve toplumları karanlık bir dünyadan sıyırarak aklın,
düşüncenin ve bilimin en güzel ve en doğru yolda
gelişmesine katkıda bulunan önemli bir meşaledir.
Bizler için geleceğin görevi “Hayat boyu eğitimdir.”
“Dünyada gördüğümüz güzel olan her şey kadının Bunun ana kaynağı da okumak, araştırmak ve planlı
eseridir.” özdeyişinde Atatürk, Türk kadınını yücelten, çalışmaktır.
İnsanlar okudukça öğrenir, öğrendikçe de okuma
onurlandıran görüşüyle ona destek verdi. O, “Türk
ulusunun yücelmesinin, bilimle ve fenle olabileceğini” ihtiyacı duyarlar. Edinilen her yeni bilgi, insanları
ileri sürerek, çağdaş ve bilimsel olan düşüncelerin yepyeni ufuklara taşır. Okudukça sınırlar kalkar,
sadece başka ülkelere gitmekle kalınmaz, geçmişe,
yanında yer almıştır.
geleceğe, bilim dünyasına, doğaya ve uzaya gider.
Atatürk, bu yolda
Kişi hem kendisini
kadının
mu t l a k a
hem de başkalarını
sürekli eğitilmesini ve
tanır. Okuyan insanlar
kendisine
toplumsal
düşünürler. Düşünen
rolleri konusunda olanak
insan da daima ortaya
sağlanmasını istemiştir.
yeni projeler, yeni şeyler
Ayrıca, “Türk kadını,
üretir. Özetle iyi bir
yerlerde
sürünmeye
eğitim görmek, okumayı
değil, omuzlar üzerinde
sevmek insanlık için bir
yükselmeye layıktır.”
yükseliştir.
sözleriyle de Türk
Atatürk
Tü r k
t o p l u m u n d a
kadınının değerini bir
kez daha yücelterek dile
38
kadınlarımızın
yükselmesini,
hak
ettikleri
yeri
almasını,
tüm
görevleri
y a p m a s ı n ı
istiyordu. Büyük
önder, 1923’lerde
bu
nedenlerle
diyor ki;
“Vatandaş olarak oy verme hakkını kazanacağız.”
deyişi de önemlidir.
Geçmişin bu cesur Türk kadınlarının
Cumhuriyetimizin temelinde emekleri vardır. Onlar
düşünce ve hak savaşçılarıydı. Bugünün Türk kadını
milli bütünlükte onları örnek almalıdır ve ışıklı
yollarında yürümelidirler.
Kadınlarımız çağdaşlaşma ve aydınlanmanın mihenk
taşlarıdır. İnsan; kadınıyla erkeğiyle farklı cinsel
kimlikleriyle farklı zevkleri, yetenekleri, kültürleri,
“Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yaratılarıyla, özgür, onurlu ve eşit yaratık… Bu
yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmalarımıza anlamda ülkemizde her türlü ayrımcılığın yok edildiği,
katmak, yaşamımızı onunla birlikte yürütmek, Türk herkesin özgüven ve karşılıklı güven duygularıyla saygı
kadınını bilim, ahlak, toplum ve ekonomi yaşamında ve sevgi içinde yaşayacağı, eşitlikçi, güçlü insanların
erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcı ve desteği yapmak olduğu, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu uygar
yoludur. Eğer kadınlarımız erdemin gerektirdiği bir Türkiye istemek hepimizin hakkıdır.
davranışla içimizde bulunur, ulusun bilim, sanat
Kadınlarımıza yakılan ağıtlar yerine, her bir
hareketlerine katılırsa, buna inanınız, ulusun en
kadının
çağdaş eğitim imkânlarına kavuşturulması
bağnazı bile beğenmekten kendini alamaz.”* İşte
bu anlayış doğrultusunda; Türk kadını dogmalardan ve yararlandırılması önem arz etmektedir. Böyle bir
kaçınılan, aydınlanmayı hedefleyen yolda ilerlemek için olanağın Türk kadınına sunulması geleceğin güçlü,
çağdaşlaşma, aydınlanma ve yenileşmeye dönüşümün çağdaş, aydınlık dolu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
temellerini daha da sağlamlaştıracaktır. Özetle;
mücadelesini vermelidir.
toplumu kadın, erkek ayrımı yapmadan, bütünleştirici,
Atatürk’ün “Ey Yüce Kadını! Dünyada gördüğümüz paylaşımcı ve bilgi donanımlı düzeye taşımalıyız. İçte
güzel olan her şey kadının eseridir.” özdeyişindeki size ve dışta görünümümüz parlayan bir yıldız gibi aydınlık
seslenişini onurla taşıyınız ve bu yolda ilerleyiniz.
ve çağdaş olmalıdır.
Büyük önder Atatürk Türk kadınına düşüncede,
Yazımı İbrahim Gürşen KAFKAS’ın bir şiiriyle
duyguda, söylemde, yükselmede ve yücelmede noktalamak istiyorum.
özgürlüğü verdi. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kararmış gökyüzü
yasaları kadın haklarını büyük ölçüde güvence altına
almış, fakat bu hakların kadınlarımızın çoğunluğu
Sarmış her yanı karabulutlar
tarafından içselleştirildiğini, kullanıldığını söylemek
Aydınlığa meydan okudular
olası değil.
Düşlerim ağzıma vurmuş
Kaderciliğin egemen olduğu toplumlarda devletin
Tutsak beyinlerde kuşkular
yasaları değil, inançlar, gelenekler, töreler belirliyor
kadınların yazgısını.
Ak sayfalar kararmış
İşte bu nedenle, Türk kadını aydın, verimli ve bilgili
olmalıdır. Bilimde, teknolojide, sanatta, edebiyatta,
ekonomide, kültürde ve ulusun yönetiminde
kadınlarımız da erkeklerle eşgüdüm ve işbirliği
içerisinde olmalıdırlar. Kurtuluş Savaşı yıllarında
aydınlık bir Türkiye için el ele yürüdüğümüz 1920’de
Halide Edip’in Kadıköy-İskele ve Sultanahmet
Meydanındaki “Birleşelim, bütünleşelim, özgür
olalım” haykırışları tarihi bir not niteliğindedir.
Satı Kadın gibi özgür düşünen, Süreyya Hulusi
Hanım’ın çağdaş düşüncedeki haykırışı ile;
Siyahlara bulanmış
Yüreği güzel kadınlar
Düşünceleri tutsak
Dilleri kelepçeli
Bakışları durgun
Biz Atatürk’ün kızlarıyız
Biz Atatürk’ün kızlarıyız
Diye bağırdılar
“Türk kadını tarihte siyasi rol oynamıştır. Kadın
benliğini idrak eder. Herkes ondan vatan dersi alır.”
(*) Sabiha GÖKÇEN, Atatürk’le Bir Ömür, s. 222deyişi kulaklarımızdır. Ayrıca Türk Kadınlar Birliği 223.
Başkanı Nezihe Muhittin’in 1927 yılında dile getirdiği
39
Kadınlarımız Toprak öyle bitip tükenmez,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
dağlar öyle uzakta,
anamız, avradımız, yarimiz
sanki gidenler hiçbir zaman
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
hiçbir menzile erişemeyecekti.
ve soframızdaki yeri
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden
tekerlekleriyle
Ve onlar
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara
yattığımız
kaçırıp
uğrunda
hapis
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ayın altında öküzler
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler
gibi
ufacık kısacıktılar
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim
olan
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
kadınlar,
ve ayakları altından akan
bizim kadınlarımız
toprak,
şimdi ayın altında
toprak,
kağnıların ve hartuçların peşinde
ve topraktı.
harman yerine kehriban başlı sap çeker
gibi
Gece aydınlık ve sıcak
aynı yürek ferahlığı,
ve kağnılarda tahta yataklarında
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
Ve kadınlar
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
Ve ayın altında kağnılar
bizim kadınlarımız:
Nazım Hikmet Ran
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek
doğru.
ölülerine.
.
Ve kadınlar
korkunç ve mübarek elleri
40
Nilgün Can Doğan Fotoğrafları
Birliğimiz üyelerinden Nilgün Can DOĞAN fotoğraf temel eğitimini AFSAD’da tamamladıktan sonra
Karadeniz Ereğli Demir Çelik Fabrikalarında, Demir Çelik üretim süreçlerini belgeleyerek fotoğraf çalışmalarını
sürdürmüştür. Nilgün Can DOĞAN, bu çalışmada emek ve ateşle buluşan toprağın nasıl demire dönüştüğünü
fotoğraflarla anlatmaktadır.
41
PHRYG’LER DÖNEMİNDE ANKARA
Mehmet Özer
Hitit İmparatorluğu, kuzeyde Kafkaslardan ve
batıda boğazlar üzerinden gelen göç dalgasının baskısı
altındadır. Batıdan gelenler, Çanakkale Boğazından
geçip Orta Anadoluya yerleşmişlerdi. Helenler bu
bölgeye “Phrygia” halkına ise “Phrgler” diyordu.
Surlarla çevrili şehir M.Ö. 10. Yüzyılda kurulmuştur,
kalıntıları günümüzde varlığını korumaktadır.
Lider arayışı içinde olan Phryg’lere kahinleri şehre
öküz arabasıyla giren ilk adamı kral ilan etmelerini
söyler. Öküz arabasıyla şehre ilk giren Gordios’tur.
Gordios arabasını Zeus Basileios tapınağına adayarak,
tapınak sutununa arabasını karmaşık düğümlerle
bağlar. Zamanla bu zor düğümü çözenin Asya’nın
hakimi olacağı söylencesi yayılır. Büyük İskender
Gordion’a geldiğinde (M.Ö. 334) düğümü bir kılıç
darbesiyle çözer. Konuşma dilimizde de zor ve sıkıntılı
sorunlar için kullandığımız “Gordion düğümü”
efsanesi, Gordion şehrini ve Frig uygarlığını daha da
gizemli kılmıştır.
Phrygia Sangarios (Sakarya) nehri ve Maiandros
(Menderes) nehri arasındaki platodur. Phryg’ler
bu bölgede üç yönetim bölgesi oluştururlar. a)
Kuzey’de Phrygia Parura (Yanık Phrygia), b) orta
bölge Phrygia Salutaris (Şifalı Phrygia) c) Güneyde
Phrygia Pekatinal’dir. Phrygia’nın iki önemli merkezi
vardır. Birincisi Gordion (Yassı Höyük-Polatlı) siyasal
merkezdir. İkincisi Midas Kenti (Yazılıkaya–Eskişehir)
dinsel merkezdir. Kral yolunun bu merkezlerden
geçmesi Phrygia kent merkezlerini daha da önemli
Babasından sonra kral olan Midas, “Eşek kulaklı
kılmıştır.
Midas”, “Tuttuğu altın olan Midas” olarak ünlenir.
Homeros Phryg’leri “savaşa girmek için yanıp Phryg’ler günümüzde de anlatılan birçok efsane
tutuşan halk” Heredotos ise “yiğit savaşçılar olarak bıraktılar arkalarında. Midas’ı ünlendiren, kulaklarıyla
anlatır. Phrygia Krallığının kurucusu Kral Midas’ın ilgili anlatılan efsanedir. Antik yazar Ovidius Tanrı
babası Gordios, krallığın başkenti ise Gordion’dur. Pan ile Tanrı Apollon arasındaki bir müzik yarışması
olarak anlatır. Başka kaynaklar ise Apollo ile yarışan
Marsyas’tır. Marsya Phryg’’yalıdır. Çobanlık yapar,
fülütü ile tanrılara şarkılar söylermiş. Müziği ve şarkıları
duyan Apollo Marsyas’la alay etmiş, öfkelenen Marsyas
Apollo’na meydan okuyarak yarışma teklif etmiş.
Yarışma Dinarda’ki Celene (Kelenai-Apameia)’deki
su gözelerinin başında yapılmış, yarışmanın yargıcı
dağ tanrısı TMOLOS (Bozdağ) üyeler ise Midas
ve Musalar (sanat perileri)’dir. Yarışma sonucunda
Midas oyunu Marsyas’a verir üyeler ve Tmolos ise
Apollo’ya. Apollo öfkelenir Marsya’ı ağaca bağlıyarak
derisini yüzer. Periler ve orman Marsyas için ağlar,
gözyaşlarından Marsyas çayı oluşur. Apollon Kral
42
Polatlı’da (Yassıhöyük) doksana yakın Tümülüs
vardır. 50 metre yüksekliğinde 30 metre çapındaki
büyük Tümülüs Midas’ın anıt mezarıdır (?).
Hint – Avrupalı dil kullanan Phryg’yalıların çok
tanrılı dinleri vardır. Güneş tanrıları Sabazios, Ay
tanrıları Men’dir. Ulus’ta bulunan ve Galat uygarlığına
ait olan Augustus tapınağı, Ay tanrısı Men tapınağının
üstüne yapılmıştır. Phryg’ler denilince akla ilk gelen
Ana Tanrıça Kybele’nin ülkesi olmasıdır. Tanrıça
Agdistis, Mater, Kubile (Büyük Ana) ya da KUBİLE
denilen KYBELE’dir.
Midasın kulaklarını eşek kulakları gibi büyüterek
cezalandırır. Kral Midas utancından kulaklarını saklar.
Sırrını yalnızca berberi bilmektedir. Bu sırrın ağırlığını
taşıyamayan berber ıssız bir yerde bir kuyu kazarak
içine bağırır “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır,
Midasın kulakları eşek kulaklarıdır”; Kuyuyu yeniden
toprakla doldurmuş ve rahatlamış. Bir süre sonra
kuyunun üzerinde büyüyen otlar fısıldamaya başlar,
“Midasın kulakları eşek kulaklarıdır” Sır duyulup
yayılmaya başlamış. Sarayın önünde toplanan halk
kralın kulaklarını göstermesini istemiş, halkının
isteğine dayanamayan Midas kulaklarını göstermek için
cesaretini toparlayıp kafasındaki külahı çıkardığında,
eşek kulaklarının olmadığını görmüş. Tanrı Apollo
cesaretinden dolayı Midasın kulaklarını son anda eski
haline çevirmiş.
Bizi daha çok ilgilendiren Ankara efsanesidir. Bizanslı
tarihçi Pausanios’a göre Ankara’nın kurucusu Kral
Gordion’un oğlu Kral Midas’tır. Galatlar Ankara’nın
kurucusu değil daha sonra bu kenti ele geçirmişlerdir.
Kral Midas “düşünde, ilahi bir sesin kendisine bir
gemi çapası aramasını ve bulunduğu yerde bir şehir
karmasını söyler. Kral Midas çapayı bugünkü Ankara
Kalesinin olduğu yerde bulur. Bulduğu yere gemi
çapası anlamına gelen ANKER adını vererek şehri
burada kurar.
Kral Midas Tanrıçanın oğlu, Pessinus (Sivrihisar)
tapınağın kurucusu olarak bilindi. Tümüslerde
ele geçirilen kalıntılar Phryg’lerin madencilik,
marangozluk ve dokumacılıkta usta bir halk olduğunu
göstermektedir.
Göçebe kökenleri nedeniyle usta süvariler olan
Phryg’ler i.ö. 7. yy başlarında Kimmer akınlarıyla
zayıfladılar. Lidya egemenliğine giren Phryg’ler 550
yıllarında Pers istilası ile birlikte bağımsızlıklarını
tümüyle yitirdilerdir.
43
Allianoi İzmir’in Bergama Sınırları içinde olan ve 1800 yıllık bir tarihsel değeri saklayan antik sağlık merkezidir. Allianoi Yortanlı
Barajı içinde kalmakta ve tarihsel bilincimizin önemli bir halkası olan Allianoi sağlık yurdu ilgililerin ilgisizliği nedeniyle ömrü 5060 yıl olan bir baraja feda edilmektedir. Birliğimiz Alianoi’n baraj suları altında kalmasıyla bir daha asla yerine konulamayacak
olan bu tarihsel değerin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması için yoğun çaba gösteren ALLİANO Gönüllerinin çabalarını
destekliyor, çalışmalarını ve basın açıklamalarını bu amaçla yayınlıyoruz.
ALLİANOİ
Değerli Basın Mensupları
Allianoi’deki hasarla ilgili olarak, başvurumuz üzerine,
sıcak su havuzlarındaki suyun kanalla İlya çayına akıtılıp
akıtılmadığı ve İlya Çayı’nda kepçeyle hafriyat yapılıp
yapılmadığı konusunda, Mahkeme Heyeti’yle birlikte
10.09.2008’de yapılan Delil Tespiti’yle ilgili Bilirkişi Raporu
geldi.
Bu jeolojik Bilirkişi Raporu’ nda, şu ifadeler yer
almaktadır:
“Keşif günü yapılan incelemelerde, kaplıca içindeki
havuzların halen dolu oldukları ancak sıcak olmadıkları
gözlenmiştir. Havuz içerisinde sıcak su ve gaz çıkışına
rastlanmamıştır. Kaplıca binasının güneydoğu bölümünden
geçen İlya Çayı’nda dere yatağı boyunca yaklaşık 50 m.
uzunluk, 3-3,5 m. genişlik ve 1,5 m. derinlikte bir kazı
yapılmıştır. Bekçi Ruhi Kaya tarafından kazının iş makinası
ile yapıldığı belirtilmiştir.”
Bilirkişi Raporu’nda, yapılan hafriyat şema ile de
belirtilmiştir. Raporda yer alan –aşağıdaki- şema, olay
yerindeki tahribatı tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Şemada, kazılan dere yatağı, kuşbakışı olarak ve dikey
kesitiyle olmak üzere, iki ayrı açıdan gösterilmektedir.
Bilirkişi Raporu’nda, “Yapılan kazı sonucunda, şemada
gösterildiği gibi dere yatağının derinleştirilmesi, basınç
azalmasından dolayı suyun tamamının dere yatağına doğru
hareket etmesine neden olmuştur. Bu durum Kaplıca içindeki
kaynağın kurumasına neden olmuştur.” denilmektedir.
Bilirkişi Raporu’nun (altını çizerek belirttiğimiz) sonuç
bölümü, Allianoi’deki tarih ve doğa cinayetinin bilimsel
olarak da saptanmış olduğunu göstermesi bakımından son
derece dikkat çekicidir:
“ Sonuç : İlya Çayı boyunca iş makinası kullanılarak, dere
yatağı yaklaşık 50 m. Uzunlukta, 3-3,5 m. genişlikte kazılarak,
1,5 m. derinleştirilmiştir.
Yapılan kazı Paşa ılıcasındaki hidrojeolojik yapıyı etkilemiş
ve zaten çok hassas olan dengeyi bozmuştur.
Sıcak suların yön değiştirmesine neden olmuş ve Kaplıca
içerisinde sıcak su çıkışı durmuştur.”
Bilirkişi Raporu da göstermektedir ki, Allianoi’de
Koruma Kurulu kararlarına dahi uyulmadan, kepçe ile
antik ılıcanın özelliğinin kaybolması için fiziki müdahalede
bulunulmuştur. Bu konuyla ilgili olarak her türlü cezai ve
hukuksal yola başvurulacaktır
Anımsanacağı gibi geçen ay içinde yaptığımız basın
açıklamasıyla, Koruma Kurulu’nun Allianoi’yi “mille
kaplama ve duvarla koruma kararı” nın da uygun olmadığının
gene bir bilirkişi raporu ile ortaya konulduğunu, kamuoyuna
duyurmuştuk.
Allianoi’nin sulara gömülmesi kararından vazgeçilmesi
için daha kaç bilirkişi raporu gerekmektedir?!
2001 yılında 1. derece arkeolojik Sit alanı olduğu
yönünde karar verilen bölgede, yasaya aykırı biçimde baraj
inşaatının sürdürülmesi, telafisi mümkün olamayacak
hasarlara yol açmaktadır ve açacaktır. Ortaya çıkan hukuka
aykırılık, Allianoi’nin suya gömülmesi halinde bağışlanamaz
bir suç haline gelecektir. Allianoi’nin yok edilmesine izin vermeyeceğiz.
28.10.2008
Alime Mitap
Allianoi Girişim Grubu
Dönem Sözcüsü
44
Allianoi, İzmir’in Bergama ilçesi sınırları içinde
1800 yıllık bir antik sağlık yurdudur. Bergama’nın
kuzeydoğusunda, Bergama-İvrindi Karayolunun 18.
km.’sinde olan Allianoi, Yortanlı Barajı göl alanının
tam ortasındadır.
açılmıştır) gerekse çeşitli etkinlikler yaparak bir tarih
ve doğa cinayetini engellemeye çalışmaktadır.
İzmir 1 Numaralı Kültürel Varlıkları Koruma Kurulu,
1999’da Allianoi’nin 1. derece arkeolojik sit olduğuna
karar vermiş ancak bu karar iki yıl boyunca sümen
Allianoi’yi kurtarma kazı çalışmaları 1998’de altı edilmiştir. Bir rastlantı sonucu durumu öğrenen
başlamıştır. 2006’da kazı izni verilmekle birlikte ‘kazı Kurul üyesi bir biliminsanı duruma müdahale ederek
için gerekli olan ödenek’ verilmemiş; 2007 ve 2008’de kararın dağıtımını (2001’de) sağlamıştır.
ise kazı izni de verilmemiştir. Baraj gövdesi ve çevre
Koruma Kurulu’nun “1. Derece Arkeolojik Sit”
ile bağlantısını sağlayacak yol yapım çalışmaları ise kararına karşın, Yortanlı Barajı projesinde hiçbir
aralıksız olarak devam etmiştir. Proje aynen uygulandığı değişiklik yapılmadı. Baraj inşaatı sürdürüldü.
takdirde, Baraj’a su toplandığında Allianoi tamamen D.S.İ.’nin yaptığı harcamalar yıldan yıla artarak
su altında kalacaktır. Yaklaşık 40-60 yıl arasında
devam etti. Ne Sit Kararı
ömrü olduğu düşünülen barajın göl
dikkate alındı ne de açmış
alanında zamanla alüvyon birikecek
olduğumuz
davaların
ve Allianoi yaklaşık 12- 17 m.’lik
sonuçlanması beklendi.
alüvyon dolgu altında kalacaktır.
Yargı sürecinin çok
Antik yazarlardan P.Aelius
uzun sürmesi; bu arada
Aristides’in (M.S. 2. yüzyıl Batı
DSİ’nin yasa tanımaz bir
Anadolu yazarı) Hieroi Logoi
tutumla hareket etmesi, bir
(Kutsal Anlatılar) adlı eserinde
oldu bittiyle karşı karşıya
(III.1 ) Allianoi anılmaktadır. Bu
gelebileceğimiz kaygısına
eser, eski çağ tıbbının en önemli
kapılmamıza neden oldu.
kaynaklarından biridir. Allianoi,
Kültür Bakanlığı’nın da
“Sağlık Tanrısı Asklepion’un yurdu”
Allianoi konusunda duyarsız
olarak bilinmektedir.
kalması, kaygımızı bir kat
daha arttırdı. Bunun üzerine,
Allianoi’da, Roma İmparatorluk
12.02.2008’de Avrupa İnsan
Dönemi’nde (M.S. 2. yüzyıl),
Hakları Mahkemesi’ne
Anadolu’nun pek çok merkezinde ve
başvurduk. Bu yasal süreçler
Pergamon’daki Asklepion’da olduğu
sona ermeden, baraj yapımına
gibi büyük bir bayındırlık faaliyeti
yönelik hiçbir faaliyette
yaşanmıştır. Kült merkezinde
bulunulmaması gerekir.
mevcut binaların büyük bir kısmı
bu döneme aittir. Ilıcanın yanı sıra,
Bu çağda, bu coğrafyada
köprüler, caddeler, sokaklar, insulalar
yaşayan bizler, insanlık mirası Allianoi’nin sulara
(yapı adaları) ve nympheum (çeşme) bu dönemde gömülmesine karşı mücadeleyi sürdürmek; bir hukuk,
planlanmıştır.
tarih ve doğa cinayetine engel olmak kararındayız.
Günümüzde de kullanılabilen, 47o termomineralli Girişim Grubumuza katılacak olan başka kuruluşlar ,
–şifalı- suları olan Allianoi’nin 9700 m2 taban alanı dernekler ve duyarlı dostlarla daha da güçleneceğimiz
var. Buluntular arasında, Asklepios büstü, Nymphe (Su kesindir.
Perisi), Hermes başı ve çok sayıda tıbbi alet vardır.
Saygılarımla.
Allianoi Girişim Grubu, doktor, avukat, arkeolog,
12.12.2008
mimar, mühendis, sanatçı ve diğer meslek gruplarından
Alime Mitap
çok sayıda duyarlı yurttaş ile Mimarlar Odası, Çevre
Mühendisleri Odası, İzmir Turist Rehberleri Odası,
Allianoi Girişim Grubu Dönem Sözcüsü
Şehir Plancıları Odası, Tarih Vakfı, Arkeologlar
Derneği gibi kuruluşlardan oluşmaktadır. 2004 yılında
kurulmuştur.
Allianoi Girişim Grubu, Antik Ilıca’nın Yortanlı
Barajı’nın suları altında kalmaması için mücadele
etmekte; gerek hukuksal düzlemde (10 ayrı dava
45
Sevgili Çocuklar
Allianoi’yi birçoğunuz işitmişsinizdir. Belki aranızda işitmemiş olanlar da vardır. Bu nedenle, önce Allianoi hakkında kısaca
bilgi vermek istiyoruz:
1800 yıllık geçmişi olan Allianoi, Ege Bölgesi’nde, Bergama’ya 18 km. uzaklıkta bir antik sağlık merkezidir. Kaplıcasının yanı
sıra, köprüleri, caddeleri ve sokakları ile Allianoi, dünyanın ilk ve hala kullanılabilir durumdaki, bir suyla tedavi merkezidir. Bu
özellikleri ile dünyada tek örnektir.
Ne var ki, bu önemli eser, bir tehlikeyle karşı karşıya. Eğer sesimizi yeterince duyuramazsak, Allianoi, bir barajın suları altında
bırakılacak. Geçmişten kalan kültürel bir miras, göz göre göre yok olacak.
Onu korumak için, yıllardır uğraş veriyoruz. Sizlerin de bu önemli varlığımızı korumak için çaba göstereceğinizi biliyoruz. Bu
çabalarınız, Allianoi’nin sular altında kalmaması için verilen mücadeleye büyük katkı sağlayacaktır.
Sevgili çocuklar, bizim bugüne kadarki çabalarımız sonuç vermedi. Allianoi’yi sular altında bırakmak isteyenleri, yarının
büyükleri olan sizlere şikayet ediyoruz. Ona sahip çıkacağınıza inanıyoruz. O zaman yetkililer bir kez daha düşünmek zorunda
kalır ve belki de vazgeçerler.
Mektubumuzun sol üst köşesinde resmini gördüğünüz Su Perisi Nymphe heykeli, Allianoi’de gün yüzüne çıkarılmış olan
tarihsel buluntulardan biridir ve bu kentin simgesi olmuştur. Su Perisi Nymphe’nin üzgün yurdu Allianoi’yi sulara gömülmekten
kurtarmalıyız.
Gelin hep birlikte mücadele edelim. Binlerce yıl toprak altında kalmış olan; on yıldan bu yana ise arkeologların yaptığı
kazılarla gün ışığına çıkarılmaya başlanan Allianoi’yi sulara gömülmekten kurtaralım.
Sevgilerimizle.
Alime Mitap
Allianoi Girişim Grubu adına
Dönem Sözcüsü
İletişim için: [email protected]
Tel: 0533 2662064
Adres: Gediz Cd. No:28 D:4 Bornova- İzmir
46
konuk yazarlar
KALKINMA VE ÇOKEŞLİLİK! “ÜÇ KARIMLA YAŞIYORUZ KİME NE?”
N.Emrah AYDINONAT
Neden gelişmiş ülkelerde genellikle tekeşlilik hâkimken az
gelişmiş ülkelerde çokeşlilik görülmektedir? İktisadi kalkınma
ile eş sayısındaki azalma arasındaki ilişkinin nedenleri
nelerdir?
“İlkokulu bitirdiğimde, teyzemin kızıyla sözümüz
vardı. Ancak onlar Malatya’ya taşınmışlardı.
Babam onu getirmeye gittiğinde, ‘Kızımız nasıl
köye gider de, yaşar!’ düşüncesiyle babası kızı
bize vermedi!.. Kadınları ulaşılması zor gibi
düşündüm!.. Bu, maddi yoksulluğun vermiş
olduğu bir düşünce de olabilir. Utangaçtım da!..
“ [2]
Ülkemizden bir örnek: Mustafa Karaduman
Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman geçen
aylarda “üç karımla yaşıyoruz kime ne?” diyerek infial
yaratmıştı. Sabah gazetesinde 2006 yılında yayınlanan
röportaja göre Mustafa Bey “’İslam zinaya karşı dört
evlilik vermiş” diyor ve bakın soruları nasıl yanıtlıyor:
“Kaç eşiniz var?
-Yedi çocuğum tek
hanımdandır. Tabii
Kur’an’ın hükümlerinin
karşısına geçmek mümkün
değil. Dört eşliliğe karşı
olmam da mümkün değil,
çünkü helaldir. Ancak
Türkiye’nin şartları
olduğunu da kabul
ediyorum.
İkinci eş isteseniz, eşiniz ne
der?
-Türkiye koşullarında
kabul etmez. İslam
ülkelerinde, bir adam
ikinci, üçüncü kez
evlenebiliyor. Düğün
hazırlıklarını eşiyle birlikte
yapıyor. Oradaki kültür
o!.. Türkiye’de ise bunun tersi. Burada gayri meşru hayata
sıcak bakılıyor ve kimsenin tepkisi yok. Ancak biri,
Allah’ın emriyle evlendiğinde, yer yerinden oynuyor;
buna Müslümanlar bile tepki gösteriyor!” [2]
Eğer Mustafa Bey’in bugün söyledikleri doğruysa,
kendisi 2006’da eşinin ikinci eş isteğini kabul
etmeyeceğini söylerken sanırım doğruyu söylemiyordu
-- ya da zaten ikinci eşi çoktan almış olduğu için soruyu
ciddiye almamıştı. Her neyse, biz konumuza dönelim.
Aynı Mustafa Bey, bu röportajda bir de şöyle demiş:
Bu sözlerden anladığımız kadarıyla maddi durumu
iyileşince Mustafa Bey’in birden fazla eş alması mümkün
olmuş. Defileler sayesinde de
utangaçlığı azalmıştır sanırım
(en azından Tuğba Özay
ile el sıkışırken göründüğü
fotoğraf öyle diyor[*]).
Şimdi “Mustafa Beyin
eşlerinden bize ne!” diyor
olabilirsiniz. Öyle demeyin.
Konumuz kalkınma ve çok
eşlilik. Sorumuz ise şu:
Neden gelişmiş ülkelerde
genellikle tekeşlilik hâkimken
az gelişmiş ülkelerde
çokeşlilik görülmektedir?
İktisadi kalkınma ile eş
sayısındaki azalma arasındaki
ilişkinin nedenleri nelerdir?
Kalkınma ve Çokeşlilik!
İlk akla gelen kaba bir
açıklama şöyle olabilir.
Kadınların kendilerine ve
çocuklarına bakabilecek güçlü ve zengin erkekleri tercih
ettiğini varsayarsak, güçlü ve zengin erkeklerin, güçsüz
ve yoksul erkeklere oranla daha fazla eş sahibi olmasının
mümkün olduğunu düşünebiliriz. Dolayısıyla, erkekler
arasındaki eşitsizliğin çok eşliliğin nedenlerinden biri
olduğunu söyleyebiliriz. Çokeşliliğin varlığını açıklamaya
çalışan sosyal bilimciler (ve biyologlar) bu cinsiyetçi bakış
açısını sık sık kullanıyorlar. Beğenmesek de bu kaba
açıklama Mustafa Bey’in hissiyatını bir ölçüde açıklıyor.
Az gelişmiş toplumlarda, parası olmayan erkekler tek eşi
bile zor bulurken, parası olanlar birden fazla eşle birlikte
olabiliyorlar. Mustafa Bey’in para kazanmaya başladıktan
47
sonra eş sayısını arttırması bu duruma örnek teşkil ediyor
olabilir. Tekrar edersek, daha fazla para ve güce sahip
erkekler, çocuklarına (ve kendilerine) güvenli bir gelecek
sağlamak isteyen kadınlar tarafından tercih ediliyorlar
ve eğer bir erkek birden çok kadına böyle “mutlu” bir
gelecek sağlayabiliyorsa, o da Mustafa Bey gibi birden
fazla eş sahibi olma “şans”ını elde ediyor. Evrim teorisi
terimleriyle düşünürsek, kadınlar genlerini bir sonraki
nesle güvenle aktarmak için Mustafa Bey gibi güçlü ve
kuvvetli erkekleri tercih ediyorlar ve böylece Mustafa
Bey de genlerini bir sonraki nesle kolayca aktarıyor (en
az 7 tane çocuğu var adamın!).
Ne var ki, bu kaba ve cinsiyetçi açıklama bizlere gelişmiş
toplumlarda çokeşliliğin neden ortadan kalktığını
açıklamıyor. Sorun şu: eşitsizlik sadece az gelişmiş
toplumlarda olan bir şey değil. Gelişmiş toplumlarda da
erkekler arasında büyük gelir (ve güç) farklılıkları var.
Eğer çokeşliliğin tek nedeni erkekler arasındaki eşitsizlik
olsaydı, gelişmiş toplumlarda da çokeşlilik olması
gerekirdi. Gelin buna tekeşliliğin gizemi diyelim!
Tekeşliliğin Gizemi
Tekeşliliğin gizemini çözmeye çalışan pek çok çalışma
var. Bu çalışmalar çokeşlilik ve erkekler arası eşitsizlik
(güç ve zenginlik farkları) arasında bir ilişki olduğunu
genellikle veri alıyor. Yani, kaba açıklamamızı kabul
ediyor ancak bu açıklama çokeşliliği açıklarken,
tekeşliliği açıklayamadığı için erkekler arası eşitsizliğe
ek olarak başka bir açıklayıcı değişken arıyorlar. Biz de
aynı yolu izleyip, örneğin, acaba kadınlar arası eşitsizlik
tekeşliliğin ortaya çıkmasına neden olmuş olabilir mi
diye sorabiliriz. Çünkü, erkekler eşit olmadığı gibi
kadınlar da eşit değil.
Soralım: Acaba, kadınlar arası eşitsizlik tek eşliliği
açıklamamıza yardımcı olabilir mi, tekeşliliğin gizemini
ortadan kaldırabilir mi?
The American Economic Review’in Mart 2008 sayısında
yayınlanan bir makale tam da bu soruyu soruyor [3].
Makale, erkekler arasındaki eşitsizliğin kaynağının,
yani nedeninin, çokeşlilik açısından önemli olduğunu
söylüyor. Az gelişmiş toplumlardaki eşitsizliğin
genelde sadece mal ve mülk miktarındaki farklardan
kaynaklandığını ancak gelişmiş toplumlarda eşitsizliğin
çoğu zaman beşeri sermaye (eğitim, deneyim vb.)
arasındaki farklardan kaynaklandığını vurguluyor ve
kadınlar arası eşitsizliğin bu sebeple önem kazanmış
olabileceğini söylüyor.
Kabaca şöyle düşünebiliriz. “İlkel” bir toplumda sadece
güç ve sağlık önemlidir. Güçlü ve sağlıklı erkekler,
sağlıklı kadınları elde etme konusunda sağlıksız erkeklere
göre daha çok şanslıdır. Bu toplumlarda, güçlü erkek
birden fazla sağlıklı eşe sahip olabilir. Ne var ki, ilkel
toplumdan kapitalist topluma doğru ilerlerken, erkekler
sahip oldukları arazi, sermaye vb. gibi şeyler açısından da
eşit olmamaya başlar. Toplum geliştikçe sağlıklı bir çocuk
yetiştirmek sadece güce ve eşlerin sağlık durumuna değil
aynı zamanda bunların maddi kaynaklara erişimine de
bağlı hale gelir. Daha çok maddi kaynağa erişebilenler
çocuklarını daha iyi yetiştirebilirler. Dolayısıyla, daha
gelişmiş toplumlarda güç, sağlık ve maddi kaynaklara
erişim açısından zengin olan erkeklerin kadınlar
tarafından daha çok tercih edileceğini söylemek
mümkün olabilir. Bu toplumlarda güçlü ve zengin erkek
çokeşli olma şansını elde eder. Ama toplumlar geliştikçe
sadece güç, sağlık ve maddi kaynaklara erişim de para
etmeyebilir.
Toplumlar geliştikçe fiziki sermayenin yanında beşeri
sermaye de önem kazanır. Yani kişilerin eğitim düzeyleri
ve sosyal çevreleri, en az güçleri, güzellikleri ve maddi
kaynaklara erişimleri kadar önemli hale gelir. Dolayısıyla,
iyice gelişmiş toplumlarda kadınlar çocuklarına daha iyi
bir gelecek sağlamak için sadece güce, yakışıklılığa ve
paraya değil aynı zamanda eğitime ve sosyal ilişkilere
de önem verir. Bu kaba cinsiyetçi teorimize göre, iyice
gelişmiş toplumlarda kadınlar MIT’de doktora yapan
yakışıklı bir zengini, ilkokul mezunu yakışıklı bir zengine
tercih edecektir.
Ancak, durun bir dakika. Toplumlar bu şekilde geliştikçe
kadınların eğitim düzeyleri arasında da farklılıklar
görülecektir öyle değil mi? Mesela, ilkokul mezunu bir
kadın, MIT’de doktora yapan adamı tercih etmeyebilir.
Aynı şekilde, MIT’de evrimci biyoloji doktorası
yapan bir kadın, bizim Mustafa Bey’e kuma gitmek
istemeyebilir. Demek ki, toplumlar geliştikçe kadınlar
arası eşitsizlikler de daha önemli hale gelecektir. İşte
yukarıda bahsettiğimiz makale, tekeşliliğin ortaya
çıkmasını erkekler arası eşitsizliğin kaynağına (güç?,
sağlık?, para?, eğitim?) ve toplumlar geliştikçe artan
kadınlar arası eşitsizliğe bakarak açıklayabileceğimizi
iddia ediyor. Yazarlar kurdukları modelde, gelişmiş
ülkelerde zengin erkeklerin yoksul erkeklere daha
“kaliteli” (yani, eğitimli) olduğunu ve sadece çocuk
sahibi olmak yerine “kaliteli” çocuk sahibi olmak (yani,
çocuklarını iyi yetiştirmek) istediklerini varsayıyor.
Modele göre “kaliteli” çocuk yetiştirmek için “kaliteli”
(yani, eğitimli) bir kadınla birlikte olmak gerekiyor
(davul bile dengi dengine!). Dolayısıyla, “kaliteli” erkekler
çocuk sahibi olmak için herhangi bir kadınla değil,
“kaliteli” çocuk yetiştirmeye uygun “kaliteli” bir (veya
birkaç) kadınla birlikte olmak istiyorlar. Ancak, gelişmiş
toplumlarda kadınların “kaliteleri”, yani eğitim düzeyleri
de farklı olacağı için, bu toplumlarda “kaliteli” erkeklerce
talep edilen “kaliteli” kadınların “kıt” kaynak haline
48
geliyor. Modelde, üç tane ilkokul mezunu kadın, bir tane
MIT doktoralı kadın etmiyor, yani farklı “kalite”deki
kadınlar birbirini ikame edemiyor. E tabii “kaliteli”
kadınlar da “kaliteli” erkeklerle birlikte olmak istiyorlar.
Dolayısıyla, toplumlar geliştikçe, piyasa mekanizması
“kaliteli” kadınların “değer”inin artmasına neden oluyor.
“Kaliteli” kadınları elde etmek maliyetli hale geldiği için
erkeklerin birden fazla “kaliteli” kadınla birlikte olması
güçleşiyor. Kısaca, makaleye göre az gelişmiş toplumlarda
erkekler arasındaki eşitsizlik çokeşliliğe neden olurken,
gelişmiş ülkelerde kadınlar arasındaki eşitsizlik önem
kazandığı için çokeşlilik azalıyor veya yok oluyor.
Şimdi, eğer bu makalenin iddialarına inanacak olursak,
Mustafa Bey’in ve eşlerinin beşeri sermayelerinin (eğitim
düzeylerinin) düşük olduğunu ve iyi çocuklar yetiştirmek
gibi bir dertleri olmadığını söyleyebiliriz. Ancak sizin de
fark ettiğiniz gibi makale böyle bir sonuç çıkarmamıza
izin vermeyecek ölçüde sorunlu!
Evet, bahsi geçen makale ve kullandığı cinsiyetçi
modelin pek çok sorunu var. Muhtemelen yazdıklarımı
okurken bana veya bu modeli kurgulayan iktisatçılara
bayağı bir küfür ettiniz ve modelde pek çok hata
buldunuz. Şimdi bu modelin bütün hatalarını saymak
yerine, isterseniz gelin, bu modelin aklınıza gelmemiş
olabilecek bir eksikliğini gözler önüne serelim. Belki
böylece Mustafa Bey’in ve onun gibi diğerlerinin neden
yasalar tek eşe izin verdiği halde birden fazla eş sahibi
olmaya çalıştıklarını anlarız.
Gizli Çokeşlilik?
Yukarıda ele aldığımız tartışmalı model, günümüzdeki
pek çok gerçeği açıklamıyor. Örneğin, aslına bakarsanız,
gelişmiş toplumlarda çok eşliliğin ortadan kalktığını
söylemek o kadar da kolay değil. Dikkatlice incelerseniz
göreceksiniz ki gelişmiş toplumlarda aslında bir
çokeşlilik durumu hâkim. Sadece çokeşlilik gizli bir
biçimde sürdürülüyor [4]. Bu yeni iddiamıza göre zengin
erkekler (kadınlar), yoksul erkeklere (kadınlara) kıyasala
daha çok kadınla (erkekle) birlikte olmaya devam
ediyorlar ama sadece biriyle evleniyorlar. Ya da sık sık
evlenip boşanarak bir tür seri çokeşlilik sergiliyorlar.
Sanırım, magazin dünyası bu iddiayı doğrulamamızı
sağlayacak verileri sunuyor. Peki, eğer bu iddia doğruysa,
neden gelişmiş ülkelerde bir tekeşlilik durumu
kanıksanmış durumda? Yani, eğer bu iddia doğruysa
neden birden fazla kişiyle evlenmeye imkân veren yasalar
yok da genellikle yasalar sadece tek eşe izin veriyor?
York Üniversitesi iktisat bölümünden Nils-Petter
Lagerlof “Pacifiying Monogamy: The Mystery Revisited”
başlıklı makalesinde bu sorumuzu yanıtlamaya çalışmış
[5]. Lagerlof, az sayıda erkeğin çok sayıda kadınla
birlikte olduğu bir dünyada (modelde) eş bulamayan
erkeklerin ayaklanacağını, bu sebeple de böyle bir
düzenin sürdürülebilir olmadığını söylüyor. Yani diyor
ki, eğer gelişmiş toplumlarda çokeşlilik yasal olsaydı,
bir tarafta hali vakti yerinde olan erkekler ve kadınlar
pek çok eşle birlikte olurdu, diğer tarafta ise hali
vakti yerinde olmayanlar eş bulmakta güçlük çekerdi.
Üstelik, hali vakti yerinde olanlar genellikle toplumun
küçük bir kısmını oluşturduğu için, eş sayısının serbest
bırakılması büyük bir dengesizliğe yol açardı. Örneğin,
böyle bir toplumda hali vakti yerinde olan az sayıda
kadın ve erkek kendilerine harem kurarken, toplumun
geri kalanını oluşturanlar eş bulmakta güçlük çekerdi
ve muhtemelen ayaklanırdı. Yani makalenin yazarı
Lagerlof bize diyor ki, böyle bir sistem kendi sonunu
getirecek dinamikleri içinde barındırırdı ve maddi olarak
sömürülen çoğunluğun devrim yapmak için bir nedeni
daha olurdu! Pek tabii ki, böyle bir durum hali vakti
yerinde olanların (kapitalistlerin!) işine gelmezdi ve onlar
isyana mahal vermeden çok eşliliklerini sürdürebilmek
için (yoksulları kandırmak için) eş sayısını yasal olarak
sınırlama ve çok eşliliklerini gizli gizli yürütme yoluna
giderlerdi. Kısaca, böyle bir toplumda eş sayısını yasal
olarak sınırlamak “mutlu azınlığın” işine gelirdi. Örneğin,
bu mutlu azınlık, yasal olarak dört eş almaya izin verip,
kendileri çaktırmadan dörtten fazla eşi idare etmeyi
uygun bulurdu. Veya bir taraftan yasal olarak tek eşe
izin verilmesi konusunda “yoksullarla” anlaşıp, diğer
taraftan da büyük yatlarda gözden ırakta âlem yapmayı
tercih ederlerdi. İşte Lagerlof ’un modeline göre gelişmiş
toplumlarda tek eşliliğe izin verilmesi aslında toplumsal
uzlaşmayı sağlamak için bulunmuş bir çözüm, bir
kandırmaca… Ancak, dikkat ederseniz model illa da
her toplumda tek eşlilik ortaya çıkacağını söylemiyor.
Eş sayısının makul bir düzeye indirilip bir uzlaşma
sağlanacağını söylüyor. Dolayısıyla, bu modele inanacak
olursak, dört eş kuralının (izninin) Mustafa Bey’in
düşündüğünden çok farklı bir nedeni olabileceğini
söyleyebiliriz… (Hatırlatalım, Mustafa Bey, “dört eş
sınırsız zinayı önler” diyordu [6].)
Özetle, Lagerlof, kalkınma ile birlikte nüfusun
artmasının, çok eşli “mutlu” azınlığa karşı ayaklanma
çıkması riskini (ve ayaklanmanın maliyetini)
arttıracağını, dolayısıyla kalkınmanın yasal eş sayısının
azalmasına yol açacağını söylüyor. Ama tabii bütün bu
düzenlemeler eş bulamayan erkeklerin ayaklanmasını
engellemek için yapıldığı için güçlü ve/veya zengin
insanlar yasların izin verdiği kadar eşle evlenip geri
kalanıyla evlilik dışı ilişki yaşıyorlar. Sanırım bu
modeli de Mustafa Bey’in durumunu açıklamak
için uyarlayabiliriz! Kendisi, eşlerinden biriyle evli,
diğerleriyle ise birlikte yaşıyor (imam nikahlı?)
anladığımız kadarıyla! Dolayısıyla, o da bir taraftan yasal
eş sayısına itaat ederken, çaktırmadan eş biriktirerek
toplumun geri kalanını rahatsız etmemeye çalışıyor (bir
49
de çenesini tutabilseydi, ruhumuz duymayacaktı). Tabii,
Lagerlof ’un modeli doğruysa aranızda bu duruma isyan
edenler olmalı! (Örneğin, bir habere göre araştırmacı
yazar İsmail Nacar şöyle demiş: ““Her erkek üç tane
kadınla evlenirse şimdi nerde eş bulacağız. O zaman
erkeklerin birçoğu eşsiz kalır” [7].)
Modeller ve Mustafa Bey
Buraya kadar bahsettiğimiz makalelerin ve bu
makalelerde kurgulanan modellerin oldukça sorunlu
olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Her iki makalenin de
ortak hatası (bana göre) eş sayısı meselesini bir sonraki
nesle aktarılacak çocuk sayısı ile ilişkilendirmeleri.
Çocuk sayısı az gelişmiş toplumlarda gelişmiş toplumlara
kıyasla daha önemli çünkü (1) doğum kontrol yöntemleri
az gelişmiş toplumlarda uygulanmıyor, (2) kalkınma
çocuk yetiştirmenin maliyetini arttırıyor, (3) doğum
kontrolü nedeniyle gelişmiş toplumlarda çocuk sahibi
olmadan da çok eşli olmak mümkün. Makaleler, diğer
sorunlu varsayımlarına ek olarak, gelişmiş ekonomilerde
doğum oranlarının daha düşük olmasını dikkate
almıyor. Dolayısıyla, aslında tek eşliliğin gizemini de
açıklamıyor. Makalelerin cinsiyetçi bir bakış açısına sahip
oldukları da kolayca söylenebilir ki bu yazıyı okurken
bir kadının birden çok eşe sahip olduğu toplumları
aklınıza getirdiğinizden eminim. (Not edelim, Müjde
Ar konu hakkında şöyle demişti: “’O zaman ben de 4
tane istiyorum. Bir gün Ali’ye bir gün Veli’ye gitmek
istiyorum.’desem olur mu?” [8]).
Tüm eksiklerine rağmen iktisatçılar cephesinden
kalkınma ve çokeşlilik arasındaki ilişki konusundaki
görüşler bunlardır [9]. Tabii bu iktisatçılar da oldukça
garip insanlar, her sözlerine güvenmemek lazım.
Ama eksiklerine rağmen bize sundukları modellerin
çokeşlilik, tekeşlilik ve kalkınma hakkında düşünmeye
başlamak için iyi bir zemin oluşturduğunu düşünebiliriz.
Mustafa Bey’e gelince… Mustafa Bey sadece çokeşliliği
savunduğu için değil, tesettür defileleri düzenleyerek,
kendi değerleri ile çelişiyor göründüğü için de pek
çok sosyal bilimciyi sıkıntıya sokacak bir profil çiziyor.
Türkiye’nin ne kadar gelişmiş olduğunu anlayabilmek
için Mustafa Bey’i iyi incelemek/anlamak lazım! Ben bir
“iktisatçı” olarak baştan söyleyeyim, Sayın Başbakanımız
Recep Tayyip Erdoğan’ın “üç çocuk yapın” dediği bir
modelde (dünyada) denge, kişi başına gelirin 10bin
dolar(!) olduğu ve (gelir dağılımın iyice bozulması
nedeniyle) Mustafa Bey’lerin cirit attığı bir noktada
oluşur ve Deniz Baykal ana muhalefet partisi lideri
olmaya ısrarla devam eder!
alınmıştır (sanırım fotoğraf ilk olarak Milliyet
gazetesinde yayınlandı). Referans gazetesinden Murat
Sabuncu bu an ile ilgili şunları yazmış: “Tekbir’in
sahibi Mustafa Karaduman’ı, Tuğba Özay’ı uğurlarken
gördüm. Özay, başına kovboy şapkasını takmış; mini
eteğini giymiş, Karaduman’ın başörtülü sunucudan
esirgediği eli sıkıyordu. Diğer kapıdan “karikatür kriziyle
İslam dünyasının tepkisini çeken Danimarka”nın
Ankara Büyükelçisi Christian Hoppe’un manken kızı
Liza çıkıyordu. Karışımı-karışıklığı bol bir geceydi.
Siz isterseniz karışımı seçin ve ılımlı bir mesaj verin,
isterseniz karışık deyin rahatsızlığınızı dile getirin. Karar
sizin...” Referans, 03 Mayıs 2006
[1] Milliyet, 25 Nisan 2008; Hürriyet, 25 Nisan 2008.
[2] Sabah, 25 Haziran 2006
[3] Gould, Eric D., Omer Moav ve Avi Shimhon (2008)
“The Mystery of Monogamy”, The American Economic
Review, 98 (1): 333-357.
[4] Gelimiş ülkelerde de çokeşlilik örnekleri var.
Örneğin, şu haberi hatırlayın: “ABD’nin Teksas
eyaletinde, çokeşliliği savunan Mormon mensuplarının
kurduğu bir çiftliğe düzenlenen tarikat operasyonunda
534 kadın ve çocuk kurtarıldı.” Hürriyet, 9 Nisan 2008.
[5] Nils-Petter Lagerlof “Pacifiying Monogamy: The
Mystery Revisited” Online: http://www.arts.yorku.ca/
econ/lagerloef/HP/PacifyingMonogamyMay.pdf
[6] Hürriyet, 26 Nisan 2008
[7] http://www.haberler.com/cok-esliligi-savunankonfeksiyoncuya-tepki-haberi/
[8] http://www.pressturk.com/detay.php?d=29128. Bu
haberin farklı bir versiyonu şöyle:
“Nasıl üç eşliliği savunuyorlar anlamıyorum. Bir kadın
da çıkıp üç erkeğimiz var. Recep, Şaban, Ramazan. Bir
gün birinde, diğer gün birinde kalıyorum dese ne olur?”
Sabah, 3 Mayıs 2008
[9] Aile iktisadı ile ilgili klasik bir çalışma okumak
isterseniz, şuna bakın: Becker, G. (1991) A Treatise on
the Family, Cambridge: Harvard University Press.
Notlar:
[*]Mustafa Karaduman’ın Tuğba Özay ile el sıkıştığı
anı belgeleyen fotoğraf Kenthaber internet sitesinden
50
ARAF’TAKİ PARAGUAY[*]
Sibel ÖZBUDUN
“Asıl büyük devrim, yönetilen insanı,
kendini yöneten insan hâline
getirecek olan devrimdir.”[1]
Adı, Guaraní dilinde “denize ait su ya da nehir”,
“denizden çıkan su ya da nehir”, ya da “Payaguáların
(Paraguay ırmağı kıyılarında yaşayan bir yerli halk-y.n.)
nehri” anlamına gelen Paraguay ülkesi, Avrupalıların
gelmesinden,yani XVI. yüzyıl başlarından önce,
savaşçılıklarıyla nam salmış Guaraní dilinde konuşan
yarı-göçer toplulukların yurduydu.
Dünya’daki sömürgeleri üzerindeki denetimini
büyük ölçüde yitirmesi, kıtada bağımsızlıkçı eğilim
ve hareketleri körüklemişti; merkezi Buenos Aires
olan Rio de la Plata viskrallığı bu eğilimlerden
etkilenmezlik edemeyecekti. İspanya ile bağlarını
kopartan Saavedra başkanlığındaki cunta, viskrallığa
bağlı diğer eyaletlere hükümranlığını tanımalarını
talep eden temsilciler gönderdiğinde, üç eyalet
BİRAZ TARİH
(Charcas, Potosí ve Cochabamba’dan oluşan Alto
Peru, Uruguay ve Paraguay) bu hükümranlığı
Ancak tüm savaşçı şöhretlerine karşın, yerlilerin
tanımayı reddedecek ve Paraguay Cabildo’su, Buenos
Avrupalılarla karşılaşması, Amerika kıtalarının
Aires’in gönderdiği askerî birlikleri geri çekilmeye
pek çok bölgesinde olduğu üzere kanlı çatışmalara
zorlayarak bağımsızlığa doğru kesin adımlarını
yol açmadı. Ülkenin batısındaki Chaco bölgesinde
atacaktı.[3]
yaşayan avcı-toplayıcı topluluklara karşı beyazları
Paraguay, 14 Mayıs 1811’de bağımsızlığını ilan
güçlü müttefikler olarak gören Guaraníler,
etti. İlk devlet başkanı José Gaspar Rodríguez de
karşılaşmanın ilk günlerinden itibaren onlarla
Francia, 26 yıl süren yönetimi boyunca, Arjantin,
hayırhah bir takas ilişkisi kurmayı yeğlediler:
Brezilya ve Bolivar’ın Birleşik Latin Amerika
beyazların madeni eşyaları, özellikle de silahlarına
projesi karşısında ülkenin bağımsızlığını kıskançlıkla
karşılık yiyecek ve Guaraní kadınları. Bu
korurken, içe-kapanık ve yabancı-düşmanı bir
mübadelelerin sonucu, günümüzde yüzde 95’i mestizo politika izleyecek, tarımı ve ulusal sanayiyi geliştirme
(Avrupalı-yerli karışımı) olarak nitelenebilecek bir
yönünde çaba harcarken, ülke ithalatında büyük
nüfus ile, dili ve yemekleriyle İspanyol-Guaraní
kısıtlamalara gidecek, sınırları kapatacak, toprak
karması bir kültür oldu.[2]
sahipleri, tüccarlar hatta Kilise’nin mülklerine el
koyacak, ülkedeki İspanyol uyrukluları şiddetle
İspanyol Pedro de Mendoza önderliğindeki keşif
kovuşturacaktı. Kurduğu gizli polis teşkilâtı ülkeyi
kolu, günümüzde Arjantin adı verilen ülkenin
yerli halklarından Querandíler tarafından
kılcal ağlar hâlinde sarmıştı; muhaliflerinin çoğu,
‘El Supremo’nun kötü şöhretli zindanı “Hakikât
püskürtüldüklerinde, aralarından 350 kadarı
Odası”nda yaşamını yitirdi. Francia 20 Eylül 1840’da
Paraguay’a sığınarak Juan de Salazar y Espinoza
öldüğünde, geride tek bir izleyicisi ya da dostu yoktu;
önderliğinde Asunción kentini kurdular (1537).
ve ardından kimse gözyaşı dökmedi.
Kent kısa sürede bölgesel bir sömürge merkezine
dönüşecek, XVIII. yüzyılda ise, Güney Amerika’daki Ardılı Carlos Antonio López ise, demiryolları,
telgraf sistemi, bir tersane ve güçlü bir ordu inşa
Cizvit merkez ve yerleşimlerinin en önemlisi hâline
ederek José Gaspar Rodríguez’in ülkeye dayattığı
gelecekti. Cizvit reduccione’leri (yerleşimler), 1767’de
tecriti kırmak üzere kolları sıvadı; ne ki bu açılımlar
İspanyol tahtı tarafından bölgeden kovulana dek,
uzun ömürlü olmayacaktı. Yerine geçen “megaloman”
Guaraníleri bir yandan Portekizli köle avcılarından
oğlu Francisco Solano López, sınır anlaşmazlıkları
korurken, bir yandan da onları Avrupa kültürü, yeni
ürünler ve yeni üretim teknikleri konusunda eğitmeyi gerekçesiyle, Brezilya, Arjantin ve Uruguay’ın
oluşturduğu “Üçlü İttifak”a karşı savaş ilan etti. 1865sürdürdü.
1870 yılları arasında süren, ve sonlarına doğru 12
İspanya’nın Napoleon ordularının istilasıyla Yeni
51
yaşında çocukların dahi silah altına alındığı savaşta,
Paraguay nüfusunun yaklaşık yarısını ve ulusal
topraklarının yüzde 26’sını yitirdi.
Üçlü İttifak Savaşı’nı, creole’lerin (kıtada doğan
Avrupa, özellikle de İspanyol kökenliler) Colorado
Partisi hükümetlerinin birbirini izlediği bir yeniden
inşa dönemi (1870-1904) ve Liberal Parti iktidarı
(1904-1932) izler. Paraguay tarihinin (Bağımsızlık
ve Üçlü İttifak Savaşı’ndan sonra) üçüncü dönüm
noktasını ise, Bolivya ile giriştiği Chaco Savaşı
oluşturmaktadır.
Chaco Savaşı’nın nedenleri, öyküyü hangi
taraftan dinlediğinize bağlı olarak, değişkenlik
gösterir. [Aslına bakılırsa Paraguay tarihi, Brezilya
İmparatorluk ordusunun Asunción’u yağmalayarak
tüm belgeleri Rio de Janeiro’ya taşıdığı ve kilit altına
aldığı Saqueo de Asunción’dan (Asunción yağması)
beri belirsizlik ve ikircimlerle doludur.] [4] Ancak
gerisinde bir yandan Bolivya’nın Paraguay nehri
üzerinden denize ulaşma arzusu, bir yandan da
bölgede petrol bulunduğuna dair söylentilerin etkili
olmuş olması, yaygın kabul gören açıklamadır. Ve
doğrusu, Chaco Savaşı, iki ülkeden çok iki petrol
şirketinin savaşıdır: Paraguay’ı destekleyen Shell ve
Bolivya’yı destekleyen Standard Oil’in savaşı…
Paraguay ile Bolivya arasındaki yarı-boş cangıl
toprakları Chaco üzerine iki yoksul ülkenin giriştiği
kanlı savaş, her iki taraftan 80 bin ölü ve gerilla
taktikleri ile üstünlük sağlayan Paraguay ordusunun,
Chaco’nun büyük bölümünün ilhakını olanaklı kılan
zaferiyle sonuçlandı (1935). Ama bölgede petrol
bulunamadı…[5]
Chaco savaşını, uzun bir iç karışıklık ve 1949’da
Colorado Partisi’nin iktidara geçmesiyle sona eren
bir iç savaş dönemi izledi. Ne ki siyasal sahne ancak,
1948 yılında başarısız bir darbe girişiminin ardından
bir otomobilin bagajında Brezilya elçiliğine sığınan
General Alfredo Stroessner’in demir yumruğuyla
dizginleri ele aldığı 1954 darbesinden sonra “pasifize
olacaktı”.
STROESSNER DİKTATÖRLÜĞÜ
Öncelikle şunu belirtelim: Paraguay’da büyük
bir beşeri yıkıma yol açan 1954-1989 kesitindeki
General Alfredo Strossner başkanlığındaki dikta
dönemine ilişkin olarak Devlet başkanı Fernando
Lugo, kurbanlardan devlet adına özür diledi.[6]
Buradan devamla: ABD destekli[7]
Stroessner’in ülkeyi yönettiği 35 yıl, yolsuzluklar ve
anti-komünist isterinin iktidarıydı. Gerçek ya da
kurmaca tüm muhalifler kovuşturuldu, işkencelere
uğradı ve “kaybedildi”. Sürgündeki liberaller ve
Febreristalar’ın desteklediği, Arjantin sınırından
ülkeye sızan küçük gerilla grupları, bu devasa baskı
aygıtının birincil hedefiydi.[8] Ülke geneli 1970’e,
başkent Asunción ise 1987’ye dek, üç ayda bir uzatılan
bitimsiz bir sıkıyönetim altında yaşamak durumunda
kaldı.
Stroessner diktatörlüğünün bu denli uzun sürmesi,
ABD’nin istihbarî ve kontrgerilla desteğinin
yanı sıra, muhalif Liberallerin saflarında yarattığı
bölünme,[9] Stroessner’in ihracat ve yatırım
patlamasına yol açan demir yumruk politikaları ve
1964 Brezilya ve 1966 Arjantin askerî darbelerinin
yarattığı elverişli ortamla açıklanabilecektir.
Demokrasiye “geçiş”in ardından, 2003 yılında
kurulan Paraguay Hakikât ve Adalet Komisyonu’nun
dört yıllık çalışma sonucunda hazırladığı rapor,
1954-1989 yılları arasındaki fiili diktatörlük rejimi ve
onu izleyen 14 yıllık “demokrasiye geçiş” döneminde,
2130 işkence, cinayet, insan kaçırma ve zulüm olayı
hakkındaki tanıklıklara yer veriyordu. Raporda,
doğrudan veya dolaylı olarak kaybedilmiş; yargısız
infaza, işkenceye, tecavüze maruz kalmış; gözaltına
alınmış veya siyasi sürgün olmak zorunda kalmış
kişilerin sayısını 128.076 olarak açıklanıyordu. Bu
toplamın 19.682’si yasadışı gözaltı, 59’u yargısız infaz
kurbanı ve 337’si ‘kaybedilenler’e aitti. Komisyon,
siyasi nedenlerden dolayı sürgün olarak ülkeden
kaçmak zorunda kalanların sayısını, her ne kadar ‘bu
acı verici insan hakları ihlâlinin gerçek rakamların
çok gerisinde kaldığını’ kabul etse de, 3.470 olarak
hesaplamıştı.[10]
Dahası, Stroessner rejimi seçim sahtecilikleri ve
Paraguay “demokrasisi”nin kalıtacağı kesif bir
yolsuzluk sistemi ile damgalanmış, ülke Nazi ve diğer
savaş suçlularının sığınağı hâline gelmişti.
YOLSUZLUKLAR DEMOKRASİSİ
Stroessner’in ilerleyen yaşı ile iktidarının dayanağını
oluşturan Colorado Partisi saflarındaki bölünmeler,
1980’lerden itibaren yükselişe geçen muhalefetin
etkisiyle birleştiğinde, 1988’den itibaren ülke,
çekişmeli bir seçimler sürecine girdi. Ne ki her
seçim, yolsuzluk ve hile suçlamalarının gölgesi
altında gerçekleştiriliyordu. Colorado Partisi’nin ülke
üzerindeki siyasal kontrolü, yolsuzluk ve vurgunlarla
damgalanmıştı. Öyle ki, 2001’de milyonlarca doları
ülkeden kaçırırken suçüstü yakalanan Merkez
Bankası yöneticilerinden Luis Angel Gonzalez
Macchi dahi, devlet başkanlığı görevinden nasibini
alacaktı.
Nisan 2003 seçimlerini yine Colorado Partisi’nden
Nicanor Duarte Frutos, o güne dek başkanlık
52
PARAGUAY (2005-2006)[12]
BAŞKENT
Asunción
PARA BİRİMİ
Guarani
1 EURO =
YÜZÖLÇÜMÜ
7.039 guarani
İspanyolca ve Guarani (Paraguay’ı çoğul-kültürlü ve iki-dilli ilan eden
1992 Anayasası’nın 140. maddesi uyarınca her ikisi de resmî dil)
406.750 km²
DEVLETİN NİTELİĞİ
Üniter cumhuriyet
SEÇİM SİSTEMİ
Başkanlık seçimlerinde genel oy, tek turlu çoğunluk sistemi, uzatılamayan
beş yıllık görev süresi.
BAŞLICA SİYASAL PARTİLER
Cumhuriyetçi Ulusal Birlik (Colorado Partisi), Etik Yurttaşlar Ulusal
Birliği, Otantik Radikal Liberal Parti, Dayanışmacı Ülke, Aziz Vatan
Partisi, Ulusal Buluşma Partisi
DİLLER
SİYASAL VERİLER
REJİMİN NİTELİĞİ
Başkanlık
DİĞER GRUPLAR
2003 BAŞKANLIK SEÇİMİNE KATILIM
ORANI
SİVİL ÖZGÜRLÜKLER (2005)
Paraguay Hümanist Partisi
BÖLGESEL BAĞINTILAR/ ANLAŞMALAR
Mercosur, Aladi, Güney Amerika Uluslar Topluluğu üyesi
YÖNETİŞİM (2004)
TOPRAK ANLAŞMAZLIKLARI
64.3 (27 Nisan 2003)
3
22
-
İKTİSADİ VERİLER
2002
2003
2004
TOPLAM GSH (milyon dolar)
5.594.0
5.813.7
ENFLASYON (yıllık yüzde)
14.6
9.3
2.8
11.2
10.0
BÜYÜME (yıllık yüzde)
0.0
KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR (yıllık yüzde)
-2.5
KENTSEL İŞSİZLİK (aktif nüfusun yüzdesi)
14.7
3.8
1.3
7.127.2
4.0
1.5
2005
Veri yok
3.0
12.3
0.5
Veri yok
KİŞİ BAŞINA YILLIK GELİR (2004)
1 170 USD
AKTİF NÜFUSUN SEKTÖREL DAĞILIMI (2000)
Tarım: 4.4; sanayi: 20.8; hizmetler: 74.8
KİŞİ BAŞINA ULUSAL ZENGİNLİK TOPLAMI (Dünya Bankası İndeksi) (2000) 35 600 USD
KİŞİ BAŞINA ULUSAL ZENGİNLİK ARTIŞI (Dünya Bankası İndeksi) (2000)
-93 USD
İKTİSADİ GÜVEN VE AÇILIMLAR (milyon dolar)
ÖDEMELER DENGESİ
2002
2003
2004
2005
73
122
30
-169
-124
CARİ HESAP
SERMAYE HESABI
-197
İHRACAT
2.426
İTHALAT
2.488
TOPLAM BRÜT DIŞ BORÇ
2.866
231
109
2.766
2.805
3.086
268
238
3.293
3.467
2.994
107
276
3.405
3.778
2.944
Soya tohum ve yağı (48.3), bitkisel yağ (10.4),
BAŞLICA İHRAÇ MALLARI (ve toplam ihracat içindeki yüzdesi) (2003)
mısır (5.1), sığır eti (pamuk (4.7)
BAŞLICA ALICILAR (2004)
Uruguay (27.8), Brezilya (19.2), Caiman Adaları (12.5),
Arjantin (6.3) Mercosur (53.2), Caricom (12.6), Alena (3.9),
CAN (3.7), MCCA (0.1)
BAŞLICA SATICILAR (2004)
Brezilya (27.8), Arjantin (21.4), Çin (15.7), Japonya (10.7),
Mercosur (51.2), Caricom (0.4), Alena (4.3), CAN (0.8),
MCCA (-)
NÜFUS (2005)
DEMOGRAFİK VE TOPLUMSAL YAPILAR
NÜFUS YOĞUNLUĞU (2005)
EN BÜYÜK KENT (1994)
İKİNCİ BÜYÜK KENT (1994)
6 216 000 kişi
15.1 kişi/ km²
Asunción (546 637 kişi)
Ciudad del Este (133 881 kişi)
YAŞAMA SÜRESİ BEKLENTİSİ (2003)
71 yıl
DEMOGRAFİK BÜYÜME ORANI (2005-2010 arası
2.2
yıllık ortalama varyasyon)
YOKSULLUK SINIRI ALTINDA YAŞAYAN
61.0 (% 33.2’si yerli)
HANELERİN YÜZDESİ (kentsel nüfus içinde) (2001)
(2005)
5.6
TELEFON HATLARI (bin kişi başına) (2003)
46
KİŞİSEL BİLGİSAYAR (bin kişi başına) (2003)
35
TEMİZ İÇME SUYUNA ERİŞEBİLEN NÜFUS
83
(yüzde) (2002)
KENTSEL NÜFUS (yüzde) (2005)
59.6
YERLİ NÜFUSUN TOPLAM NÜFUSA ORANI
1.5
(yüzde) (2003)
YAŞ GRUPLARINA GÖRE NÜFUS YAPISI (toplam
0-14: 37.4; 15-34: 34.8; 35-49: 16.0; 50-64: 8.1; 65+: 3.7
nüfus yüzdeleri)
İLETİŞİM VERİLERİ
CEP TELEFONLARI (bin kişi başına) (2003)
BAŞLICA GAZETELER
199
ABC Color, La Nación, Noticias, Ultima Hora
seçimlerindeki en düşük oy oranı olan yüzde 37 ile
kazandığında, kamuoyunun mevcut siyasal sisteme
olan güvensizliğin zirveye doğru tırmandığı, belli
olmuştu. Colorado iktidarı içeride ve dışarıda o
denli itibar kaybına uğramıştı ki, ABD, ülkedeki
Büyükelçiliği aracılığıyla, 2008 seçimlerinde
Duarte’nin desteklediği Blanca Olevar karşısında,
Donald Rumsfeld’in yakın arkadaşı başkan
yardımcısı Luis Castiglioni’yi açıkça desteklemekten
ve bu uğurda Colorado senatörleriyle ağız dalaşlarına
girmekten çekinmiyordu.[11]
Bunların yanında ABD’nin “doğrudan etki” ve ilgisi
altındaki Paraguay’ın ekonomik göstergeleri de pek
iç açıcı değildi.
pek çok suçtan uzun süre hapiste yatmış Lino Oviedo
olduğu düşünüldüğünde…
“YOKSULLARIN PİSKOPOSU” GÖREV
BAŞINDA
Ülke, El Salvador’da iken Özgürlük
Teolojisi’ne bağlı din adamlarıyla ilişki kurduğu
söylenen, “yoksulların rahibi” Fernando Lugo’yu
devlet başkanlığına getirecek 2008 seçimleri eğik
düzlemine girdiğinde, ülke, kanı çekilmiş cansız bir
gövde görünümündeydi. 6,5 milyona varan nüfusun
yüzde 32’si yoksulluk sınırı altında yaşarken (nüfusun
yüzde 30’unun topraksız olduğu kırsal kesimlerde
bu oran, yüzde 41.2’yi buluyor; ekilebilir toprakların
yüzde 77’si ise, nüfusun yalnızca yüzde 1’inin elinde
yoğunlaşmış durumda…), işsizlik oranı yüzde 16’larda
seyrediyordu. Nüfusun yüzde 10’luk kesimi ulusal
gelirin yüzde 43.8’ine sahip iken, en düşük gelirli
yüzde 10’luk dilim, servetin ancak yüzde 0.5’ini elde
etmekteydi.[13] Son model 4x4’ler başkent Asunción
sokaklarında homurtularla dolaşırken, eski kongre
binasının hemen aşağısındaki teneke mahallesinde
“çöp insanları”nın sayısı kabardıkça kabarmaktaydı.
Seçimlerden hemen önce patlak veren sarı
humma salgını ve Duarte hükümetinin bu krizle baş
edebilmede sergilediği beceriksizlik, bardağı taşıran
son damla oldu. Binlerce Paraguaylı aşı olabilmek
için kamyonlarla Bolivya ya da Brezilya’ya taşınırken,
sivrisineklerin üreme alanına dönüşmüş metruk
toprakları ıslah etme işi, gönüllü halk kolektiflerine
(mingalar) düşecekti.
Böylelikle Ordu ve polis gücüne dayanan
60 yıllık iktidarı boyunca kliyentalist ağları tüm
ülkeyi köşe-bucak saran Colorado Partisi’nin, devlet
başkanlığını, oyların yüzde 41’ini alan, Gerçek Liberal
Radikal Parti (PLRA) ve bir dizi küçük sol parti ve
örgütten oluşan Alianza Patrótica para el Cambio
(Değişim için Yurtsever İttifak) desteğindeki Fernando
Lugo’ya kaptırması, aslında bir “sürpriz” değildi.
Özellikle de diğer seçeneğin, Unión Nacional de
Ciudadanos Éticos (UNACE : Ahlâki Vatandaşların
Ulusal Birliği!)’un başkan adayı, başkan yardımcısı
Luis María Argaña suikastı (1999) dahil olmak üzere
On yıl boyunca ülkenin en yoksul bölgesi
San Pedro’da topraksız emekçiler ve yoksul Guaraní
köylülerin piskoposu olarak hizmet veren Fernando
Lugo, toprak işgallerini desteklemesiyle, “Yoksulların
Piskoposu” unvanını kazanmıştı.
Lugo’nun devlet başkanlığına seçilmesi,
fazla sorgu-sual edilmeden, “Latin Amerika’daki
sol yükselişin yeni bir halkası” olarak selamlansa da,
bunun karşılıksız bir nikbinlik olacağı kanısındayız.
Öncelikle, Latin Amerika’da kimilerince “21. Yüzyıl
Sosyalizmi” olarak selamlanan tekil, yekpare, homojen
ve ilerleyen bir sol yöneliş olduğu izleniminin bir
yanılsama olduğuna ilişkin saptamamız nedeniyle.
Kanımızca Latin Amerika solu içerisinde kabaca
en az iki eğilim ayırt edilmeli: sınır tanımayan neoliberal talanın kanını-iliğini kuruttuğu, nüfusun
geniş kesimlerini marjinalleştirip açlık sınırının
altına ittiği toplumları yeniden hayata döndürmeye,
kapitalizme yeniden sürdürülebilir bir nitelik
kazandırmaya yönelik restorasyoncu “sol” müdahaleler
- ki Brezilya’nın Lula’sı, Arjantin’in Kirschner’leri,
Şili’nin Bachalet’i,Uruguay’ın Frente Amplio’su bu
meyanda sayılmalıdır. İkinci olarak ise, daha radikal
bir popülizme dümen kıran ve antikapitalist bir
yönelişe daha yatkın gözüken, Venezüella’da Hugo
Chávez, Bolivya’da ise Evo Morales ile temsil edilen
hat. Lugo’nun iktidarı henüz çok yeni, ve bu hatlardan
hangisini tercih edeceğine ilişkin pek az veri var.
Ama örneğin Economist dergisi daha şimdiden, 7
Nisan 2008 tarihli nüshasında, Başkan Lugo’nun,
Piskopos Lugo’yu Vatikan ile karşı karşıya getiren
radikallikten uzak durarak daha “pragmatik” bir tutum
sergileyeceğine ilişkin ipuçlarının izini sürmekte.
Economist’in dikkati çektiği noktalardan
biri, Lugo’nun bakanlarını seçerken gözettiği denge:
kabinesinde merkezciler, solcular ve reformcular
bulunuyor. “Bay Lugo’nun Latin Amerika’nın solcu
bakanları spektrumunda nereye yerleşeceği henüz
açık değil,” diyor derginin analizi. “Dışişleri Bakanı
Alejandro Hamed Venezüella’nın Hugo Chávez’ine
sempatisini dile getirirken, kendisi daha ılımlı bir
sosyalist olan Şili’nin Michelle Bachelet’ini takdir
ettiğini bildiriyor.”[14] Lugo IMF ile yeni bir
anlaşmaya gitmeyeceğini açıkladı; ancak özel sermayeyi
ülkeye çekme konusundaki niyetini çeşitli vesilelerle
dile getiriyor.[15] Ekilebilir toprakların yüzde 80’e
yakınının nüfusun yüzde 1’inin elinde toplandığı bir
54
ülkede “toprak reformu”ndan söz ediyor tabii ki, ama
işin ayrıntısına girdiğinde, bu reform hakkında somut
olarak söyleyebildiği tek şey, “Toprak reformu ile ilgili
bölümün amacı kimin hangi toprağa sahip olduğunu
açığa çıkarmak.” Bir başka deyişle, toprak mülkiyetinin
kayıt altına alınması. Ve topraksız köylülerden sabır
göstermelerini isteyerek ekliyor: “Hükümetin, küçük
çiftçi örgütlerinin ve sanayi sektörünün katılımıyla
sarsıcı veya zorlu olmayan, aksine kapsayıcı ve uyumlu
bir tartışmanın ürünü olan bir toprak reformu süreci
tasarlayabiliriz.”[16] “Anayasa özel mülkiyeti güvence
altına alıyor; ama her Paraguaylının toprak sahibi olma
hakkını da garanti ediyor…”[17]
15
Ağustos
2008’de yemin ederek
göreve başlayan Fernando
Lugo’nun sergilediği bu
“düşük profil”, sanırız
birkaç etkenle bağlantılı.
Bunlardan ilki, ülkenin
Brezilya ile asimetrik
ilişkileri. Gerçekten
de
Pa r a g u a y ’ ı n ,
Stroessner diktatörlüğü
döneminde Arjantin’in
nüfuz
alanından
çıkarak
Brezilya’nın
nüfuz alanına girdiği
vurgulanmaktadır[18] ve
bunun en önemli kanıtı,
Paraná nehri üzerinde
Brezilya’nın sağladığı
19 milyar ABD doları
krediyle inşa edilen dev
Itaipú
hidroelektrik
santralıdır. Paraguay
santralde
üretilen
elektriğin yüzde 10’unu
kullanırken, Stroessner’in imzaladığı anlaşma gereği,
kendi payından geriye kalanını, piyasa fiyatının çok
altında bir bedelle barajın finansmanını sağlayan
Brezilya’ya satmaktadır.
Buna ek olarak, Brezilyalılar Paraguay’da
bol miktarda toprak satın alarak bunları soya
çiftliklerini dönüştürmüşlerdir. Bu çiftlikler sık sık
topraksız köylülerin işgallerine hedef olmakta ve
bu işgaller, Brezilyalı toprak sahiplerinin şiddetiyle
karşılanmaktadır. Son üç yıl içerisinde, onlarca işgalci,
toprak sahiplerinin kiraladığı paramiliter güçlerce
öldürülmüştür.[19] Lugo, bir yandan kamu gelirlerini
arttırabilmek için Itaipú barajının ürettiği elektriğin
paylaşımı ve satış fiyatını yeniden müzakere konusu
etmek ve topraksız köylülüğün hayatî gereksinimi
olan toprak reformunu gerçekleştirmek, bir yandan da
ülkedeki Brezilya çıkarlarını karşısına almak riskiyle
karşı karşıyadır.
Lugo’nun karşısındaki ikinci sorun, ülkedeki
ABD askerî varlığıdır. Paraguay Parlamentosu, 2005
Temmuz-Ağustos’unda, 1 Haziran itibariyle Amerikan
birliklerinin 18 ay boyunca ülke topraklarında
bulunmasına izin vermiş, Senato ise ABD birliklerinin
diplomatik dokunulmazlığını tanımıştı.[20] Bir başka
deyişle Paraguay’daki ABD askerleri yalnızca kendi
ülkelerinde yargılanabileceklerdi. Bunu FBI’a 2006
sonunda Asunción’daki ABD Elçiliği binasında büro
açma izni verildiğinin açıklanması izledi. Gözlemcilerin
Paraguay’da ABD’nin askerî
üs kurmaya hazırlandığı
yolundaki yorumlara sevkeden
bu gelişmeler,[21] Lugo’nun
elindeki
“patlay ıcı ”y ı
oluşturuyor: “ABD’nin Güney
Komutanlığı bünyesinde
faaliyet gösteren üslerde
hâlen 2800 deniz piyadesinin
bulunduğu tahmin ediliyor.
İki hükümet arasındaki
anlaşma ise bu sayının 16 bine
kadar çıkartılmasına olanak
tanıyor. Paraguay ordusunun
14 bin kişiden ibaret olduğu
düşünüldüğünde, bu, ABD
ordusunun söz konusu
ülkedeki en büyük silahlı
güç olmasına izin vermek
anlamına geliyor. Üstelik daha
şimdiden, Paraguay-Bolivya
sınırı başta olmak üzere bir
dizi kilit noktada Paraguay
değil ABD askerleri görev
yapıyor. Kağıt üzerinde ‘idari
diplomatik görevli’ statüsü taşıyan ABD askerleri tam
bir dokunulmazlık zırhıyla donatılırken, emperyalist
birliklerin ülkeye soktuğu hiçbir malzeme de gümrükte
kayıt altına alınmıyor.”[22]
İşin daha da ilginç yanı, “Bolivya’nın gaz
bölgesine yalnızca 250 km uzaklıkta bulunan ABD
karargâhının esas yoğunlaşma sahası ise Triple Frontera
(Üç Sınır) adıyla bilinen bölge” olması. “Paraguay,
Brezilya, Uruguay ve Arjantin’in kesiştiği bu bölge
dünyanın en büyük içilebilir su rezervine ev sahipliği
yapıyor. Iguazu şelalelerinin de içinde yeraldığı
bölgenin diğer bir özelliği ise nüfusunun ağırlıklı
olarak Filistin ve Lübnan göçmenlerinden oluşması.
Milyonlarla ifade edilen Arap kökenli nüfusun
yaşadığı Triple Frontera bölgesinde başta Hizbullah
55
olmak üzere bazı İslamcı çevrelerin kamplarının
bulunduğu uzun zamandır dile getirilen iddialar
arasındaydı. Nitekim geçtiğimiz ay ABD temsilciler
meclisi Triple Frontera öncelikli olmak üzere güney
yarımküredeki ‘terörist’ hareketlere karşı etkinliklerde
bulunmak için Bush hükümetine yetki verdi. Yetkinin
kaynağında geçtiğimiz aylarda öldürülen El Kaide
(Irak) lideri Zarkavi’nin, Meksika üzerinden ABD’ye
geçmeye hazırlanacak eylemcilerini Triple Frontera’da
yerleştirdiği iddiaları bulunuyor.”[23]
Brezilya ile ABD arasında “sıkışmış”
durumdaki bu küçük ve yoksul ülkede Hugo’nun
önündeki üçüncü patlayıcıyı ise, devlet kadroları ile
Kongre ve Senato’daki Colorado ağırlığı oluşturuyor.
Ülkede herhangi bir memuriyete girebilmek, Parti
(Colorado) üyeliğini gerektirdiğinden, Lugo, “ana
muhalefet partisi” konumunu içine sindiremeyeceğini
şimdiden belli eden (nitekim, yakın zaman önce eski
devlet başkanı, yeni senatör Nicanor Duarte, Meclis
Başkanı Enrique Gonzalez, Adalet Bakanı Juan
Manuel Morales ve Başsavcı Ruben Candia’nın adının
karıştığı bir darbe girişimi, toplantıya çağrılan General
Maximo Diaz’ın da durumdan devlet başkanı Fernando
Lugo’yu haberdar etmesi sonucu açığa çıkartıldı[24]
- üstelik, ülkede bütün kuvvet komutanlarının
görevden alınmasından bir hafta sonra!), Colorado
Partili memurlarla çalışmak, parlamenter faaliyetleri
de Colorado’lu milletvekili ve senatörlerle yürütmek
durumunda. Vekiller Lugo’nun yemin ederek göreve
başladığı ilk günden itibaren çalışmaları bloke ediyorlar
- öyle ki, göreve başlamasının 15. gününde Lugo,
Senato’nun tutumunu düzeltmemesi durumunda
referandum kozuna başvuracağını ilan etti.[25]
Bu koşullar altında Lugo’nun göreve gelişinin
Paraguay için neo-liberalizmin yol açtığı insanî krizi
aşarak kapitalizmi restore etme yönelişi mi, yoksa
ülkenin kapitalist-olmayan bir doğrultu izlemesinin
ilk adımı mı olacağını belirleyecek olan, Paraguay
yoksullarının, ezilenlerinin tarih sahnesine çıkarak
kendi yazgılarını ellerine alma iradesini gösterip
gösteremeyecekleri olacaktır. Lugo’nun Paraguay
tarihinde ilk kez bir yerliyi, Ache kabilesinin şefi
Margarita Mbywangi’yi, “Yerli İlişkileri Bakanı” olarak
ataması kendisinin de bunun bilincinde olduğunu
gösteren bir işarettir. [26]
ve yasadışılıkla anılmasına son vermek için” siyasete
girdiğini söyledi.
Bu demokratik tutum, nüfusun sadece yüzde
1’i bütün toprakların yüzde 77’sini elinde tuttuğu
yolsuzluğun pençesindeki Paraguay’da[27] önemli,
ama “her şey” veya “sonuç”a müteallik değil …
Güney Amerika’nın kalbi (Corazon de
America) diye anılan Paraguay’da kişibaşına gelir
1900 dolarken, nüfusun yüzde 43’ü yoksulluk sınırının
altında yaşıyor. Erkeklerin çoğu çareyi Brezilya,
Arjantin, hatta ABD ve Avrupa ülkelerinde çalışmakta
arıyor, eşleri ve çocuklarını geride bırakmaları ise derin
toplumsal sorunlara yol açıyor. 300 bin topraksız çiftçi
var ve okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüksek…
“Bugün yeni bir ülke hayal edebiliriz. Paraguay
artık yolsuzluk ve yoksulluğuyla değil dürüstlüğüyle
anılacak. Küçük insanlar da kazanabiliyor. Bu benim
düşlediğim, çok renkli, çok yüzlü, herkesin Paraguay’ı.
Dünyaya açık bir ülke olmak ve asri zamanların büyük
meydan okumalarıyla başa çıkmak istiyoruz,” diyen
Lugo bu sorunlarla mücadele ederken “Chávez’den
daha orta yolcu olması beklenen” “Lugo’yu işadamları
tehlikeli solcu, kilise önde gelenleri ise ‘asi’, ‘İsa’nın
bedenine saplanmış hançer’ olarak görse”de,[28] siyasal
olarak sadece bir merkezci…
Lugo, “Kurtuluş Teorisi”nden etkilendiğini; ne
“sağ”a ne de “sol”a yakın olduğunu, ideolojik olarak
“ortada” durduğunu söylüyor.[29] Evet, evet Lugo
kendisini “merkez” olarak tanımlamayı tercih edip,
Chávez’le arasına mesafe koyarak, “Bir kısmımız Latin
Amerika’daki ‘sol’ deyimi kullanmaya alışmışız. Ancak
5 kişiyle konuşsanız 5 farklı sol görüş ortaya çıkacaktır.
Biz de kendi yolumuzu izleyeceğiz,”[30] diyorken; 8
parti ve 20 kadar sosyal hareketin oluşturduğu ‘Değişim
İçin Vatansever Birliği’nin hükümet programının
“merkez”ci bir konumda hayata geçirilebilmesi pek de
mümkün görünmüyor.
Çünkü söz konusu program: 100 bin işsiz
için iş olanağı yaratılması, 200 bin kişi için yaşlılık
aylığı, her yıl 40 bin ev inşası, yol yapımı, altyapının
iyileştirilmesi, eğitimin düzelmesi için 30 bin
öğretmenin görevlendirilmesi, her yıl yeni 20 bin kadar
dersliğin açılması, bilimsel araştırma ve kültüre destek,
koruyucu sağlık hizmetine öncelik ve ücretsiz sağlık
hizmeti için gerekli yatırımların yapılması, sadece
toprak dağıtımı ile sınırlı olmayıp teknik ve kredi
“KISA” LUGO HAKKINDA
desteği sağlayan bir tarım reformu, halkın kullandığı
elektrik, su ve diğer benzeri hizmetlerin fiyatlarının
“Tekrar” pahasına Lugo hakkında birkaç şeyin düşürülmesi gibi taleplerin toplamı...[31]
altını bir kez daha çizmekte yarar var:
Bu ise, mülkiyet ilişkilerini köklü bir biçimde
Örneğin Lugo görevine başlarken “Çalmak değiştirmeden olası gözükmüyor.
ya da zengin olmak için gelmediği” vurgusuyla,
Oysa, San Pedro meydanındaki binlerce kişiye
“Paraguay’ın dünyada uyuşturucu kaçakçılığı, yolsuzluk hitap eden Lugo’nun, ekonomideki devlet kontrolünü
56
azaltacağını söylüyor.[32] Biz de ekleyelim: Onun
hakkında bir karara varmak için zamana ihtiyacımız
var; bir de, bir de “ihtiyatlı” olmaya…
12 Eylül 2008 14:17:15, Ankara.
NOTLAR
[*] Çoban Ateşi, Yıl:2, No:64, 18 Eylül 2008; Çoban Ateşi, Yıl:2,
No:65, 25 Eylül 2008.
[1] Georges Clemenceu.
[2] Ne ki, ülkede 5 dil ailesine bağlı dilleri konuşan 17 etnik
grubun yaşamakta oluşu ve özellikle de yerli nüfusun karşı karşıya bulunduğu
ayırımcılık, baskılar ve yoksulluk, bu “türdeş ve melez (mestizo) Paraguay”
imgesini bir hayli zedelemekte. Bkz. Ramon Fogel, Pobreza y Politicas
Sociales en el Paraguay, El Lector, Paraguay, 1996, özellikle ss. 46-50.
[3] Miguel Rigual, Lo Mejor de la Historia Paraguaya, El Lector,
Paraguay, 2002.
[4] http://en.wikipedia.org/wiki/Paraguay
[5] Bugün Paraguay topraklarının yüzde 60’ını oluşturan Gran
Chaco, ülke nüfusunun yalnızca yüzde 2’sini barındırmaktadır. Ve bu nüfus,
büyük ölçüde Paraguay hükümetleri tarafından bölgeyi nüfuslandırmak için
davet edilen Avrupalı ve Kuzey Amerikalı (özellikle Kanada) Menonite
çiftçilerden oluşuyor.
[6] “Paraguay’da Halktan Özür Diledi”, Birgün, 30 Ağustos 2008,
s.10.
[7] ABD Başkan yardımcısı Richard M. Nixon, 1958’de gerçekleştirdiği
Latin Amerika turunun Asunción durağında, Stroessne’in Paraguay’ını
“komünizme karşı dünyadaki bütün ülkelerden daha kararlı bir tavır
izlediği” için kutluyordu. ABD 1947-77 arasında Paraguay’a her yıl 750
000 ABD doları değerinde askerî malzeme sağladı ve 2000’in üzerinde
Paraguaylı subayı karşı-istihbarat ve isyan bastırma yöntemleri konusunda
eğitti. ABD Kongresi 1977 yılında Paraguay’a askerî yardımı aniden
kesecekti. (“International Factors and the Economy”, http://countrystudies.
us/paraguay/19.htm)
[8] Venezüella ve devrim sonrası Küba hükümetinin desteklediği gerillalar,
Colorado Partisi’nin denetimindeki yoksul Guaraní köylüleri py nandí
(Guaraní dilinde “çıplak ayaklılar”) arasında da destek bulamayacaktı.
Aksine, Stroessner rejiminin en önemli desteklerinden birini oluşturan py
nandíler, isyancı tutsakları ormandaki temerküz kamplarında işkencelere
uğratarak öldürüyordu. (The Stroessner Regime”, http://countrystudies.us/
paraguay/18.htm)
[9] Sürgündeki Liberal Parti 1960’ların başlarında bölünecek, silahlı
mücadeleden vazgeçen Yenilenme Hareketi, ülkeye dönerek “resmî”
muhalefet kimliğini üstlenip 1963 seçimlerine katılırken, ve Kongre’deki
60 koltuktan 20’sine yerleşirken, partinin Radikal Liberal Parti (PLR)
adını alan geri kalan kısmı, sürgünde kalmayı sürdürecektir. Ancak PLR
de dört yıl sonra Paraguay’a dönerek seçimlere katılmaya başladı. Bunu,
Stroessner için bir tehdit olmaktan çıkan devrimci koalisyon Febrersita’ların
yasallaşması izledi (1964). Nihayet, Hıristiyan Demokrat Parti’nin de
(PDC) şiddeti reddettiğini açıklaması, Paraguay Komünist Partisi’ni rejimin
şiddeti karşısında yalnız bırakacaktı. (The Stroessner Regime”, http://
countrystudies.us/ paraguay/18.htm)
[10] “Paraguay’da Devlet Diktatörlük Döneminde Katledilenlerden Özür
Diledi”. Kaynak: Bianet , Tarih: 17:10:41 29.08.2008, http://www.porttakal.
com/haber-paraguay-da-devlet-diktatorluk-doneminde-katledilenlerdenozur-diledi-97716.html.
[11] Raúl Zibechi, “Paraguay: Seçimler, sarıhumma ve müdahaleci bir
büyükelçi”, http://www.sendika.org /yazi. php?yazi_no=16107
[12] Kaynak: “L’Amerique latine en 2005”, Les Etudes de la documentation
française, P. Zagefka (der.), Institut des Hautes Etudes de l’Amérique
Latine, Université Paris III, Sorbonne Nouvelle, 2006.
[13] http://en.wikipedia.org/wiki/Paraguay
[14] “The next leftist on the block”, 7 Ağustos 2008, http://www.
economist.com/world/americas/ displaystory. cfm?story_id=11885681. Öte
yandan, “Paraguay kendi ilerici yolunu kendi yapmalı. Yabancı bir modeli
uygulayabileceğimizi sanmıyorum. Kolektif ve paylaşımcı bir liderlikten
yanayım. Chávez örneğinde olduğu gibi, bazı ülkelerde bireyselliği
baskın olan liderler var. Bolivya’da yaşandığına inandığım gibi, liderlik
paylaşılmadığı zaman, önderler kutuplaşmaya yol açabiliyor. Kutuplaşmış
bir toplum yaratmamak gerektiğine inanıyorum. Fazladan bir tartışma
yaratmadan bile yeterli sorunumuz olduğunu düşünüyorum. Diyalogun bir
ülkeyi yaratmada sosyal bir araç olduğuna inanıyorum,” (“Fernando Lugo’yla
söyleşi: ‘Seçim hilesi engellenirse, muhalefet Paraguay’da zafer kazanacak!’”,
12 Nisan 2008, http://www.latinbilgi. net/index.php?eylem, =yazi_oku&no
=1771) benzeri ifadeler de, Chávez ve Morales’e mesafe koyma gayretinin
bir dışavurumu olsa gerek…
[15] Nitekim, LatinBilgi’de yayınlanan bir söyleşisinde şöyle demekte:
“Politik bir plan çizmenin salt devlete veya hükümete ait bir sorumluluk
olmadığını düşünüyoruz. Kişisel inisiyatiflere inanıyoruz. Özel ya da
kamunun olsun tekellere inanmıyoruz. Karma bir ekonominin taraftarıyız
ve bu yüzden finansal olarak güçlü şirketleri ve enstitüleri, uyum içinde bir
programa ulaşarak sosyal diyalogda yer almaları için davet ettik. Karma
ekonomiyi planlamak ise kaçınılmaz olarak ülkedeki iş derneklerine,
endüstri gruplarına ve diğer ekonomik güçlere yer alabilecekleri bir alan
açmak demek.” (“Fernando Lugo’yla söyleşi: ‘Seçim hilesi engellenirse,
muhalefet Paraguay’da zafer kazanacak!’”, 12 Nisan 2008, http://www.
latinbilgi. net/index.php?eylem, =yazi_oku&no =1771)
[16] “Fernando Lugo’yla söyleşi: ‘Seçim hilesi engellenirse, muhalefet
Paraguay’da zafer kazanacak!’”, 12 Nisan 2008, http://www.latinbilgi. net/
index.php?eylem, =yazi_oku&no =1771.
[17] “The next leftist on the block”, 7 Ağustos 2008, http://www.economist.
com/world/americas/ displaystory. cfm?story_id=11885681.
[18] “International Factors and the Economy”, http://countrystudies.us/
paraguay/19.htm.
[19] “The next leftist on the block”, 7 Ağustos 2008, http://www.
economist.com/world/americas/ displaystory. cfm?story_id=11885681.
Paraguay’da, en güçlüsü Citizens Guard olan çok sayıda para-militer
grubun faaliyette olduğu bildiriliyor. Bu konuda araştırmalar sürdüren
gazeteci Castillo’ya göre “bu para-militer gruplar cemaatlerin içindeki
insanlardan oluşturuluyor. Sokağa çıkma yasakları koyuyor, yönetim
kurallarını belirliyor ve cemaatlerin faaliyetlerini izliyorlar. Ayrıca aile içi
tartışmalara da karışabiliyor ve bazı insanları cemaat ya da topraklarından
kovabiliyorlar… bütün bunlar Kolombiya’daki para-militer faaliyetlere çok
benziyor.” (Benjamin Dangl, “Paraguay: Latin Amerika’nın yeni militarizmi
için bir laboratuar”, 18 Ağustos 2007, http://www.latinbilgi.net/index.
php?eylem=yazi_oku&no=1233)
[20] Bu dokunulmazlık, diğer Latin Amerika ülkelerinin baskıları
sonucu, Aralık 2006’da kaldırılacaktı. (Benjamin Dangl, “Paraguay: Latin
Amerika’nın yeni militarizmi için bir laboratuar”, 18 Ağustos 2007, http://
www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=1233)
[21]Alain Durand ve Nicolas Pinet (eds.), L’Amérique Latine en
mouvement, L’Harmattan, Paris, 2006, s. 93
[22] “Paraguay, ABD kışlasına dönüşüyor”, 18 Ağustos 2006, http://www.
latinbilgi.net/index.php?eylem= yazi_oku&no=683.
[23] a.y.
[24] “Paraguay’da Lugo, yeni bir komplo açığa çıkardı”, 03 Eylül 2008,
http://www.latinbilgi.net/ index.php?eylem=yazi_oku&no=2080
[25] “Paraguay’da Lugo’dan meclise hodri meydan”, 30 Ağustos 2008,
http://www.latinbilgi.net/ index. php?eylem=yazi_oku&no=2069
[26] “Paraguay tarihinin ilk yerli bakanını atadı”, 20 Ağustos 2008,
http://www.sendika.org/ yazi.php? yazi no=18922. Yerli nüfusun 90 000
dolaylarında olduğu tahmin edilen Paraguay’da, (İspanyolca ile birlikte
resmî dil statüsündeki) Guarani dışında 15 yerli dili konuşan [Aché, Ayoreo,
Cahmococo, Chiripá, Chorote, Iyo’wujwa, Guana, Lengua, Maca, Mascoy,
Nivaclé, Pai Tavytera, Sanapaná, Tapieté, Toba, Toba-Maskoy ve Emok
(yok olmuş)] 40 kadar yerli topluluk yaşamaktadır. (bkz. “Languages of
Paraguay, http://www.ethnologue.com/show_country.asp?name=py) Ve bu
toplulukların çoğu, “Guarani-İspanyol karması mestizo Paraguay” imgesine
inat, nüfuz alanlarında yaşadıkları köktendinci misyoner toplulukların ve
şirketlerin insafına terk edilmiş durumdadır. Örneğin Alman antropolog
Mark Munzel, aralarında bir yıl kadar yaşadığı Ache’lerin uğratıldığı
katliamları, bazılarına misyonerlerin de katıldığı “insan avlarını”, köleciliği,
Ache kız çocuklarının fuhşa zorlanışını, kültürel kıyımı, Ache’lerin
toplandığı “temerküz kampları”ndak açlık ve sefaleti çarpıcı bir biçimde
anlatmaktadır. (Bkz. “Genocide in Paraguay”, http://www.totse.com/en/
politics/ foreign_military_intelligence_agencies/parageno.html)
[27] “Başkan Lugo Yemin Etti”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2008,
s.10.
[28] “Latin Sol Kuşağına Piskopos Takdisi”, Radikal, 22 Nisan
2008, s.12.
[29] “Paraguay’da 61 Yıl Sonra Sol”, Cumhuriyet Strateji, Yıl:4,
No:205, 2 Haziran 2008, s.13.
[30] “Solcu Piskoposun Zaferi”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2008,
s.10.
[31] Nidia Diaz, “Paraguay Değişime Oy Verdi”, Telesur haber
kanalı, 24 Nisan 2008.
[32] “Paraguay’da Tüm Gözler Lugo’da”, Birgün, 24 Ağustos 2008,
s.6.
57
DERİNLEŞEN KRİZ = YÜKSELEN IRKÇILIK[1]
Temel DEMİRER
“İyi bir kuramdan daha
pratik bir şey yoktur.”[2]
“Küreselleşme, küreselleşme” dediler;
methiyeler düzdüler; ama ayakta alkışladıkları şeyin
kapitalizmin kontrolünde ve sömürüye mündemiç
olduğunu “es” geçtiler...
Bu böyle olunca, nihayetinde baskın ataerkil
özellikleriyle kapitalist küreselleşmenin[3] ırkçılığı da,
baskıları da küreselleştirdiğini[4] göremediler...
Çünkü onlar, yani neo-liberal “solcular”,
“Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”nin “olmazsa olmaz”ının
totalitarizm[5] olduğunu; “küreselleşme” dedikleri
sömürgeci talanın neo-liberal faşizmin küresel
Panopticon’unu yarattığını[6] görmezden geldiler!
Çünkü onlar kapitalizmin kriz olduğunu,
kapitalizmin krizsiz olamayacağına ilişkin Marksist
tezi “dogmatik” bularak, kapitalizmin kendini
rehabilite edebileceğine ilişkin “üçüncü yol” yalanına
sarılanlardır...
Yalana sarılanların “demokrasi” getirecek dediği
kapitalist küreselleşme Kuzey’de ırkçılığı, Güney’de ise
azgelişmiş ülke milliyetçiliğini besleyerek hortlattı...
Bu saptamalarla doğrudan ilintili olarak ırkçılık
meselesine geçersek; The New York Times’ın, “Avrupa
ve ABD’deki siyasetçilerin, işgücünü buyur ettikleri
yabancı işçileri resmi olarak yok sayması büyük bir
ikiyüzlülük,”[7] diye haykırdığı verili kesitte dünyada
ırkçılık gitgide artıyor, insanların “başka”larına,
kendinden olmayanlara tahammülü azalıyor...
Örneğin Almanya’nın Ludwigshafen şehrinde,
Türklere ait bir bina yandı. Beşi çocuk, dokuz kişi öldü.
Olayın kundaklama olduğuna dair net bir kanıt yok.
Ancak yan binanın duvarına yazılmış “Hass” (nefret)
kelimesi buna işaret ediyor.
Bunun “neden”lerini sergilemek için sorunu,
asli temellerine oturtmak, yani kapitalizmin mevcut
kriz ile başlamak gerek...
KÜRESEL KRİZ
Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle, “Kapitalizmin
krizi, ‘uygarlık krizine’ dönüşmüş durumda”yken; tüm
dünyanın sermayedarlarını, 1929 ekonomik buhranı
korkusu sardı!
Korku giderek büyüyor; ve asla boşuna değil.
Hatırlanacağı üzere neo-liberal ütopya, 1997’de
ilk kez Asya kriziyle sarsıldı. Patlayan borsa köpükleri
58
2001 başında, kapitalizmin krizinin gerçeğini, aşırı
üretim/yetersiz talep sorununun aşılamadığını, bir
kez daha gösterdi; 1929 buhranının hayaleti dünya
piyasalarında dolaşmaya başladı. Restorasyona karşı
toplumsal tepkiler de güçlenerek 1999-2001 arasında
dünyanın gündemine oturdu. Kitleler dünyanın
başkentlerinde sokaklardaydı...
2001 sonrasından bugünlere kapitalizmin
biriktirdiği patlayıcı, yıkıcı sonuçlarını yeniden ortaya
koymaya başladı...
İşte buna ilişkin birkaç veri:
i) Amerikan tekelci sermayesi toplam bir
trilyon dolara yaklaşan zararla boğazına değin batmış
durumda. Bu nedenle, Washington’daki birleşik
yönetimden 1929 Ekonomik Bunalımı’ndan bu yana
en büyük ölçekte ivedi bir kurtarma eylemi bekliyor!
ii) Çünkü ABD finansal pazarından
kaynaklanan ve dünyaya yayılmaya başlayan ekonomik
bunalımın boyutları yüksektir. Bunalım nedeniyle
ortaya çıkacağı tahmin edilen şirket zararları, üç ay
önce 200, daha sonra 400, bir ay önce 600 milyar ve
en son da 1.3 trilyon dolar olarak sanki açık artırmaya
çıkmıştır. Bu boyutları bulan şirket zararlarının, üretim
alanında da büyük sarsıntılar yaratması ve üretim
azalmalarına neden olması kaçınılmazdır!
iii) Dünyayı etkisi altına alan küresel finans
krizi, kaçınılmaz olarak ülkeleri ve kurumları
endişelendirmeye devam edecektir. Ekonomik İşbirliği
ve Kalkınma Örgütü (OECD) Genel Sekreteri Angel
Gurria, “küresel mali sistemin felç olduğunu” söylerken
George Bush, harekete geçilmesi için talimat verdi...
Gurria, Prag’daki konuşmasında, “Küresel mali sistem
felç oldu. Sistemin normale dönmesi zaman alacak”
dedi. OECD, Nisan 2008 başında küresel mali krizin
maliyetinin 350 ila 400 milyon dolar olacağını tahmin
etmişti. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre ise
maliyet 1 trilyon doları bulacak!
iv) Nihayet ABD’li milyarder yatırımcı Warren
Buffett, finans kuruluşlarının İkinci Dünya Savaşı’ndan
bu yana en zor dönemi yaşadıklarını ifade ederken
ünlü spekülatör George Soros, para otoritelerinin
kredi krizini yönetemeyeceklerini söyledi!
Leukippos’un, “Hiçbir şey nedensiz meydana
gelmez fakat herşey bazı nedenlerle ve zorunluluğun
gücüyle meydana gelir,” deyişindeki üzere verili durum
kapitalist çürüme ve tıkanıklıkta somutlanırken;
çürüme devrimci tarzda örgütlenip, kapitalizm
aşılamayınca; bu kez karşı-devrimci politikalarla yani
ırkçılık/ veya faşizmle örgütleniyor...
IRKÇILIK VE FAŞİZM
Kapitalist sistem, krizler, savaşlar, devrimler
ve karşı-devrimler olasılığını her daim içinde taşıyor.
Günümüzde yaşanan derin kriz ve istikrarsızlık
koşulları, birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları
dönemlerindeki toplumsal altüstlükleri hatırlatıyor.
Tarih sahnesine çıkışından itibaren kapitalizm,
gezegenimiz üzerinde sık sık yıkım ve felâketler
meydana getirdi. Kapitalizm yaşadığı krizleri yıkımlar
örgütleyerek ve bu yıkımları yeniden üreterek aşmaya
çalıştı. Ancak bu sarmal yerini kendiliğinden bir başka
ekonomik formasyona bırakamayacağından dolayı da,
aslında sorun olduğu gibi devam ediyor: ekonomik
yükselişler ve çöküşler. Aslında tüm bu yıkım ve
felâket süreçlerinin anası kapitalist mülkiyet tarzından
başkası değildir.
Bugün dünya kapitalizminin içine yuvarlandığı
kriz bir kez daha gösteriyor ki, kapitalizm kendi
çelişkilerini aşmaya çalışırken, bu çelişkileri daha
derin ve daha geniş bir ölçekte yeniden üretmekten ve
felâketlerin yolunu döşemekten başka bir şey yapamadı
ve yapamaz.
O hâlde, “Faşizmi doğuran karın kapitalizmdir,”
diyen B. Brecht’in ve François Châtelet’nin, “Faşist
Devlet liberal Devlet’in özel bir biçimdir... Faşist
Devlet, yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal
Devlet’tir,”[8] uyarılarının altını özenle çizerek, bugüne
ilişkin olarak hatırlatalım: Görüldüğü, yaşandığı üzere;
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda aldığı yenilgilere
karşın, ırkçı düşüncelerin kökü kazınabilmiş değil.
Bunun nedeni ırkçılık ile sömürgecilik, emperyalizm
ve kapitalizmin organik olarak iç içe geçmesidir.
Görüleceği üzere ırkçılık veya faşizm bir yandan
eski biçimleriyle (ve açık olarak), öte yandan da, yeni
biçimler ve isimlerle, varlığını sürdürmektedir. Öyle
ki, her ulusal ya da uluslararası bunalımda, yağmurdan
sonra mantar gibi biten potansiyele sahiptir.
Irkçılık genel olarak insanlar arasındaki biyolojik
farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin
etmesi gerektiğine ve doğal ya da içkin sebeplerle
bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden
üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı
olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden
doktrindir.
Irkçılık terimi çoğunlukla, kendi etnik kültürel
değerlerini tek kriter kabul etmek (etnik merkezcilik),
farklılık korkusu (zenofobi), farklı gruplar arasında
birleşme ve ilişkilere karşı olmak ve milliyetçilik
gibi kavramları da içerecek tarzda kullanılır. Irkçılık,
59
sosyal ayrımcılığı, farklı gruplar arasında ayrımcılık
gözetilmesini ve soykırıma kadar varabilen şiddeti
haklı göstermektedir.
Hayır ırkçılık/ veya faşizm ölmedi, onu yaratan
kapitalist karının krizleriyle durmadan, bir zombi
ısrarıyla hortluyor, çoğalıyor...
Avrupa merkezli Kuzey ırkçılığı da bunun
versiyonlarından biridir; işte bunun Avrupa’daki
güncel verilerine ilişkin kimi veriler...
Yunanistan’daki Teselya Üniversitesi Rektörü’nün
yazılı emri ile anlaşıldı.
Sonra da ABD; mesela New York’ta 25 Nisan
2008 gecesi bekârlığa veda partisine giden siyahi genci
50’ye yakın kurşunla öldüren üç polis aklandı!
VAHİM BİR ÖRNEK: İTALYA!
KİMİ VERİLER!
Almanya’da yine ve yeniden insan(lar) yakılıyor!
Hergün yeni bir Solingen yaşanırken, kimsenin
orta yerdeki ırkçı çılgınlığı inkâr etmesi mümkün
değildir...
Almanya’da Türkiyeliler neo-nazilerin
hedefinde... Berlin’in Rudow ilçesinde bir Türkiyeliye
ait ev ile yine bir Türke ait dönerci yakıldı.
Kundaklamaların Adolf Hitler’in doğum gününde
gerçekleşmesi dikkatlerin aşırı sağcılara çevrilmesine
neden oldu!
Marburg kenti yakınlarındaki Dautphetal
kasabasında, bir Türk ailesinin oturduğu ev
kundaklandı. Polis, 3 kişilik ailenin, evin dışında
bulunan ahşap merdivenlerde çıkan yangını görerek
zamanında söndürdüğünü bildirdi. 55 yaşındaki bir
Türk kadını, yangından önce evin yakınından kaçan
ve “yabancılar dışarı” diye bağıran 2 kişiyi gördüğünü
söyledi. Yangından yaklaşık 2 saat önce de evin
duvarına “nefret” anlamına gelen “Hass” sözcüğünün
yazıldığı kaydedildi!
Ya Danimarka? Orada da yabancıların kafasını
parçalıyorlar! Tıpkı Kopenhag’da 19 Mart 2008 günü
gazete dağıtırken, ikisi kardeş 3 Danimarkalının
saldırısına uğrayan, kafasına beyzbol sopasıyla vurulan
17 yaşındaki genç Özgür Deniz Uzun gibi..
Hollanda mı? İnsan Haklarını İzleme örgütü,
Hollanda’da göçmenlerin ülkeye gelmeden önce
gerekli kültür ve dil testini geçmesini zorunlu kılan
yasanın ayrımcı olduğunu belirtti. Örgütten yapılan
açıklamada, yasanın ABD, Japonya ve diğer gelişmiş
ülke vatandaşlarını test geçme zorunluluğundan
muaf tutmasının, azgelişmiş ülke vatandaşlarına karşı
ayrımcılık olduğunu kaydetti! Bu ırkçı ayrımcılığa
ilişkin başka bir şeyden söz etmeye gerek var mı?
Ve Yunanistan; orada da Müslümanların
fişlendiği ortaya çıktı. Ta Nea gazetesinde yer alan
habere göre, din ayrımı yapılarak insan haklarının
çiğnendiğini ortaya çıkartan skandal, Orta
İtalya’da vahim şeyler oluyor; faşist Mussolini
“mirasçıları”yla “geri dönüyor”!
Evet İtalya’da sağın zaferiyle sonuçlanan
genel seçimlerin ardından Roma Belediye Başkanlığı,
“Mussolini mirasçılarının” eline geçti.
Gianni Alemanno’nun “zaferi”, Belediye
Başkanlığı Sarayı Campidoglio önünde “Duçe
selamları” ve “faşist sloganlarla” karşılandı. BerlusconiBossi-Fini hükümet ittifakını destekleyen Libero
gazetesi, haberi “Roma kurtarıldı!” manşetiyle verdi.
Komünistlerinin gazetesi Manifesto “Tüm cephelerde
yenilgi” başlıklı başyazısında da şu ifadeleri kullandı:
“Dünya çapında 1929 tarzı bir ekonomik krizle
karşı karşıya olduğumuz unutulmasın!.. Bu tür
krizler daima sağ ve otoriter sağı güçlendirir. Bu ayın
İtalyan seçimleri, bizi ileride nelerin beklediğinin bir
göstergesi...”
Parlamento çoğunluğunu ve Roma Belediyesi’ni
sağ cephenin kazanmasının üzerinden birkaç hafta
geçmişken ırkçı Kuzey Birliği partisinin kalesi
Verona’da bir kişi vahşice dövülerek öldürüldü...
Özetle İtalya’nın başbakanı Silvio Berlusconi,
Kuzey Birliği Partisi lideri Umberto Bossi ile kuracağı
hükümetin ilk icraatlarının neler olacağını, 15 Nisan
2008 günü yaptığı basın toplantısında açıkladı.
“Yasadışı göçle mücadelenin” bir numaralı
öncelik olacağını belirten başbakan: “(Göçe)
Sınırlarımızı kapatacağız; (illegal yollardan İtalya’ya
girmeye teşebbüs edenlerin gözaltına alındıkları)
kampları arttıracağız!” dedikten sonra sözlerine şöyle
devam etti: “(Güvenlik güçlerinden oluşan) İyilik
ordusu, (kaçak göçmenlerin) şer ordusuyla mücadele
edecek. Akdeniz ve Adriyatik’ten (İtalya’ya giren) AB
dışı göçmenleri ülkelerine iade edeceğiz!”
İtalyan basınında kısaca “BB” lakabıyla anılan
Berlusconi-Bossi hükümetinin “tonu” artık böyle
olacak! Berlusconi’nin “tonu”; ortağı Bossi’nin yanında
gerçekte “hafif ” kalıyor.
Yani Berlusconi’nin aşırı sağcı kabinesi “işe”
göçmenlerle başladı. Kaçak göçle mücadele için
göçmen de artık “suçlu” kategorisine sokulup dört yıla
kadar hapisle cezalandırılacağını açıkladı.
60
Bununla bağıntılı olarak İtalya çapında
çoğu Roman yüzlerce göçmenin tutuklanıp 100’den
fazlasının sınırdışı edilmesinin ardından, kaçak göçle
mücadele adına daha sıkı önlemler de açıklandı. Kaçak
göç artık yasalara karşı suç kabul edilip altı ay-dört yıl
arası hapisle cezalandırılabilecek. En az iki yıl hapis
cezası alan otomatik sınırdışı edilecek. Çocukları
dilenen ailelere üç yıla dek hapis cezası verilecek.
Mahkûm edilen göçmenlerin ailelerine kısıtlama
uygulanacak. Göçmenlerin DNA profilleri çıkarılacak.
Suçlu göçmenlerin mal varlıklarına el konma süreci
hızlandırılacak.
İtalya’daki ırkçılığın ulaştığı koordinatlarda
sağcı hükümetin göçmenlere karşı sert tedbirler
alınmasını içeren yasal düzenlemeyi ilan etmesinin
ardından, Roma’da maskeli bir grup, Hindistanlı
ve Bangladeşli göçmenlere ait işyerlerine saldırı
düzenledi.
Yabancı düşmanı söylemiyle bilinen Kuzey
Birliği Partisi üyesi İçişleri Bakanı Roberto Maroni,
konuya ilişkin olarak, “İtalya ırkçı bir ülke değildir”
dediği açıklamasında, yine yabancıları hedef
göstermekten geri durmadı: “Yasadışı göçmenlerin
işlediği suçlar bazen bu tip olayları tahrik ediyor”!
Durum bu ve bugünüyle İtalya sanki yakın
gelecekteki kâbusun âlâmeti!
“SONUÇ YERİNE”: BİR KAÇ NOT
enternasyonalist mücadelesiyle, kendileri için bilincini
dikmek gerek...
“Kendileri için bilinci” dedik, unutulmasın;
“Ezilenler, aynı anda hem kendileridir, hem de
bilinçlerini içselleştirmiş oldukları ezenlerdir.
Çatışma tamamıyla kendisi olmak ile bölünmüş
olmak; içindeki ezeni püskürtmekle püskürtememek,
insani dayanışma ile yabancılaşma, belirlenmiş kurala
uymakla seçme yapabilmek, seyirci olmak ile oyuncu
olmak... arasındaki seçimde yatar,”[9] der P. Freirie...
Tarih yanıtını bekliyor...
NOTLAR
[1] 21 Haziran 2006’de “Wörgl (Avusturya) ve
Çevresindeki Demokrat Göçmenler YOL TV ile Dayanışıyor”
Gecesinde yapılan konuşma... Sosyalist Mezopotamya, No:22,
Ağustos 2008...
[2] Kurt Lewin.
[3] Sibel Özbudun, “Kapitalist Küreselleşme,
Ataerkildir!”, Uzun Yürüyüş Dergisi, No:68, Nisan-Mayıs 2005.
[4] Temel Demirer, “Irkçılık ‘Küreselleşirken’!”, Odak,
No:2007-06 (SN:06), 18 Haziran 2007; Odak, No:2007-07
(SN:07), 19 Temmuz 2007.
Kapitalist küreselleşmenin kriziyle eşzamanlı
kesitte yerküreyi ırkçılık/ veya faşizm humması
yeniden sarıp, sarmalayarak sarsmaya başladı...
Arjantin’deki Neo-Naziler Adolf Hitler’e
bağlılık için gizlice rock konseri düzenliyorlarken;
Neo-Nazizmin yılda 500’ü bulan saldırılarla
hortladığı İsrail’de radikal Yahudiler, 20 Mayıs 2008
günü Hıristiyan misyonerleri protesto etmek için
yüzlerce İncil’i ateşe verip yakarlarken; İnsan Hakları
İzleme Örgütü, Suudi Arabistan polisinin Yemenli
yasadışı göçmenlerin saklandığı yeri ateşe vererek
bazı göçmenlerin ağır yaralanmasına yol açtığını
açıklarken; Güney Afrika’nın Johannesburg kenti,
yabancı düşmanlığı saldırılarıyla savaş alanına dönüp,
Zimbabveli göçmenler sokaklarda diri diri yakılırken
sözünü ettiğimiz soru(n) sadece Kuzey ile sınırlı değil;
Güney’i de içeriyor...
Tam da tehlikenin orta yerinde, “Bir kimsenin
özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak
gelişmesinin şartıdır,” diyen Karl Marx’ın uyarısını
anımsayarak; bu gidişatın önüne emekçilerin birleşik
[5] Temel Demirer, Küresel Kapitalizmi Meşrulaştıran
Söylemler, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı:
67, Maki Yay., 2008, 218 sayfa içinde yayınlandı... s.121-208.
[6] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Neo-Liberal
Faşizmin Küresel Panopticon’u”, Odak, No:200-08(SN:24), 11
Ağustos 2005.
[7] “Suçu Göçmene Atmaya Son!”, The New York
Times, 2 Mayıs 2008.
[8] François Châtelet, “Liberal Denen Devletle Faşist
Devlet Arasındaki İlişkiler Üstüne Varsayımlar”, ss.84-89;
Maria-A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev: Cemal Süreyya,
Payel Yay., 1997, içinde.
61
[9] P. Freirie, Ezilenlerin Pedagojisi, s.28.
çeviri
“KAPİTALİZM SONA EREMEZ, ÇÜNKÜ HİÇ BAŞLAMAMIŞTI”
NOAM CHOMSKY
Güncel
kriz
üzerine
y a p ı l a n
tartışmadan yola
çıkarak, kendi
ülkesi ve dünya
üzerine analizler
ve eleştiriler yapan
Kuzey Amerikalı
seçkin seslerden
biri olan Noam
Chomsky’nin,
bu krizle ilgili
çıkardığı dersleri kendisinden öğrenmek istedik.
İşte bize söyledikleri:
S.B.: Sizinle güncel kriz üzerine konuşmak
istiyorum. Pek çok kişinin krizin gelişini görmüş olmasına
rağmen, hükümetlerin ve ekonomilerin buna hazırlıksız
olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Chomsky: Krizin dayanak noktaları önceden
bilinebilir olgulardır. Mali sistemin liberalizasyonunun
ana faktörlerinden biri, periyodik ve derin krizleri
körükleyecek olmasıdır. Aslında, mali sistemin
liberalleştirilmesine başlandığı yaklaşık 35 yıldan bu
yana, her seferinde daha da derinleşen bu krizleri
düzenlemeye yönelik eğilim artarak kurumsallaştırıldı.
Nedenleri, kendilerine özgü ve anlaşılabilirdir: temel
olarak piyasaların iyi bildiğimiz etkisiz kalışlarıyla
ilgilidir. Mesela, sizle ikimiz arasında bir anlaşma
yapalım, siz bana bir otomobil satın, kendimiz için
iyi bir is yapmış olalım, ancak diğerleri üzerine olan
etkileri dikkate almayalım. Ben bir otomobil alırsam,
benzin kullanımı artar, çevre kirliliği artar, trafiği
etkiler vb. Fakat bu etkileri hesaba katmıyoruz. Bu
ekonomistlerin “externality” (harici olan) dedikleri şey
oluyor ve piyaşanın hesaplarında göz önüne alınmaz.
Bu “harici olan”lar dev büyüklükte olabilirler. Finans
kurumlarında özellikle büyüktürler.
Mali bir kurumun isi risk almaktır. Bir
finans kurumu iyi yönetiliyorsa, diyelim ki Goldman
Sachs gibi, kendisi için varolan riskleri göz önünde
bulunduracaktır ancak buradaki belirleyici ifade
“kendisi için” olandır. Sistemin bütünlüğü içindeki
riskleri dikkate alamayacaktır. Sonuç olarak o da bu
risklerden önemli bir şekilde etkilenecek demektir.
Bunun anlamı bu riskler küçümsenmektedir. Bütün
müdahaleleri dikkate alan etkili bir sistem içinde
alınması gereken risklerden daha fazlasını bu şekilde
alıyorlar. Daha ötesi, fiyatların böyle yanlış bir şekilde
sabitlenmesi, basitçe piyasa sistematiğinin ve mali
liberalizasyonun bir parçası haline geliyor.
Risklerin küçümsenmesi sonuçu, bunlar daha
sık yaşanmaya başlanıyor ve başarısızlık olunca da
fiyatlar sabitlenenenin çok daha üstüne fırlıyor. Krizler
daha sık yaşanmaya başlıyor ki bu sıklık zamanla mali
anlaşmaların önem ve seviyesini artıran ölçekte bir
dereceye yükseliyor.
Tabii ki, bütün bunlar düzenleyici mekanizmayı
kaldıran, tuhaf ve belirsiz ekonomik araçların
yaratılmasına izin veren piyaşanın köktencilerinin
fanatizmi tarafından daha fazla yaygınlaştırılıyor. Bu bir
tip irrasyonel köktenciliktir çünkü, piyasa sistemindeki
düzenleyici mekanizmaların zayıflatılmasının yıkıcı
bir kriz riskiyle uyuşmadığı yeterince açıktır.
Anlamsız davranışlar sergilenmiş oluyor,
şüphesiz bunun ekonominin ve toplumun patronlarının
kısa vadeli çıkarlarına hizmet ettiğini hesaba
katmazsak. Bu arada yapılacak ekonomik işbirlikleri
-bu zamana kadar yaptıkları gibi- kısa vadeli bir
zaman diliminde, kendilerine en azından bu sürede
değil, ancak genel ekonomiye zarar verecek, özellikle
düzenlemeyi ortadan kaldırmayı da kapsayan aşırı
maceracı eylemlerini başlatmaya vesile olacak, devasa
kârlar elde etmeye hizmet edecektir.
Derin bir krizin ne tam zamanı hakkında,
ne de seviyesi üzerine kehanette bulunmak doğru
olmaz ancak gelmek üzere olduğu tartışılmaz bir
açıklıktadır. Gerçekte, bu artan düzensizlik periyodu
boyunca ciddi krizler tekrar ederek gerçekleşti. Sadece
bu zamana kadar zenginliğin ve güçün merkezine
o kadar sert darbeler vurmamıştı, aksine bütünüyle
üçüncü dünyayı etkilemişti. ABD’deki yaşananı
göreceğiz şimdi. Zengin bir ülke, ancak nüfusun
önemli bir çoğunluğunu oluşturan kesim için belki
de son 30 yıl, Kuzey Amerika ekonomik tarihinin en
kötü dönemiydi diyebiliriz.
Kitlesel krizler, büyük savaşlar ve bunalımlar
62
yoktu. Buna rağmen reel ücretler bu 30 yıllık zaman
zarfında çoğunluk için pratik olarak durgundu.
Uluslararası ekonomi içinse mali liberalizmin etkisi
son derece zarar vericiydi. Geçmiş 30 neo-liberal yılın
başlangıcı tekrar gözden geçirilirse, dünya tarihinin en
yüksek, devasa seviyedeki yoksulluğun bu dönemde
yaşandığı rahatlıkla görülebilir ve kesin olan bir nokta
var ki, o da bu yoksulluğun arttığı ülkeler neo-liberal
kuralların kaygısızca uygulandığı ve bu politikaların
izlendiği yerlerdir ki, buradaki halklar yeterince acı
çekmektedirler. Doğu Asya’da yoksullukta büyük
bir artış vardır, ancak bunun nedeni bu kuralların
uygulanmasından değildir. Latin Amerika ise bu
kuralları katı bir şekilde uygulamıştır ki sonuç tam bir
felaket olmuştur.
S:B.: Jose Stiglitz, geçenlerde son krizin, neoliberalizmin sonunun geldiğinin bir işareti olduğunu ifade
ettiği bir makale yazdı ve Chavez bir basın toplantısında,
bu krizin kapitalizmin sonu olabileceğini söyledi. Sizce
hangisi gerçeğe daha yakın?
Chomsky: Birincisi, şu noktada kafamızda
bir açıklık olması gerekir ki; kapitalizm sona eremez,
çünkü hiç başlamamıştı. İçinde yaşadığımız sistemi
devlet kapitalizmi olarak adlandırmalıyız. ABD’deki
durum da mesela ekonomi çok güçlü bir şekilde devlet
sektöründe destekleniyor. Su günlerde, ekonominin
sosyalizasyonu üzerine çok hoşnutsuzluk var, ancak bu
sadece acı bir şaka. Gelişmiş ekonomi, yüksek teknoloji
vb.leri daima geniş bir şekilde devlet ekonomisinin
dinamik sektörlerine bağlıdır.
Enformasyon, internet, uçaklar, biyoteknoloji,
hemen hepsi ortada. Şu anda konuştuğum yer olan
MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) mesela,
halkın parasının yatırıldığı, kârları yağmalasın diye özel
sektöre devredilecek olan “geleceğin teknolojileri”nin
geliştirildiği dalavereci bir kurumdur.
Yani masrafların ve risklerin sosyalize edildiği,
çıkarlarınsa özelleştirildiği bir sisteme sahibiz ve
bu sadece finans sisteminde değil, bütün gelişmiş
ekonomide böyle.
Bu şekilde, finans sistemi için sonuç, aşağı yukarı
Stiglitz’in tanımladığı gibi olacaktır. Bu, köktenci bir
piyasa tarafından yönetilen mali liberalizasyonun
belli olan sonudur. The Wall Street Journal gazetesi,
bildiğimiz gibi banka yatırımlarının çöküşüyle
Wall Street’in ortadan kayboluşuna hayıflanıyor. Ve
düzenlemeye yönelik bazı adımları kabul ediyorlar. Bu
kesin. Ciddi ve ayrıntılı bir biçimde formüle edilmiş
önerilere rağmen, kurumların temelinde bulunan
asıl yapı değişmez. Devlet kapitalizmine yönelik
bir tehdit söz konusu değil. Temel kurumları, belki
hatta sarsıntı bile geçirmeden aynı şekilde devam
edecektir. Birçok şekilde pozisyonunu değiştirebilir,
bazı birikimler diğerlerini emebilir, hatta bazıları
sakince yarı-kamulaştırma operasyonuna uğrayabilir
tabii ki özel sektördeki tekelleşmeyi büyük oranda
etkilemeden... Mülkiyet ilişkilerinde, güçün ve
zenginliğin paylaşılmasında kayda değer bir değişim
yaşanmaz. Buna rağmen, 35 yıldır süren neo-liberalizm,
bu duruma ayak uydurmak için farklı yöntemler
geliştirecektir. Üstünkörü bir söylemle diyebiliriz ki,
bu krizin ne kadar derinleşeceğini kimse kestiremez.
Her geçen gün yeni sürprizler yaşanıyor.
Bazı ekonomistler gerçek bir yıkımı
öngörüyorlar, DİĞERleri de, ABD’den çok Avrupa’nın
etkileneceği, daha düşük seviyeli bir kargaşa ve geri
çekilmeyle bu krizin atlatılabileceğini söylüyorlar.
Ancak kimse tam olarak bilmiyor.
S.B.: ABD ve Avrupa’da kişilerin işsiz kaldığı ve
yiyecek almak için uzun kuyruklar oluşturduğu “bunalım
yılları”na benzer bir durumla karşı karşıya kalınabilir
mi? Ve ekonomileri ayağa kaldırmak için büyük bir savaş
ya da sok terapisi mahiyetinde bir sonuç görüyor musunuz?
Ya da başka ne olabilir?
Chomsky: O dönemle bazı benzerlikler
olmasına rağmen, su anki durumun büyük bunalım
süreciyle karşılaştırılabileceğini düşünmüyorum.
20’li yıllar da vahşi bir spekülasyonun, kredi vermede
devasa bir yaygınlaşmanın yaşandığı, bununla birlikte
bütün zenginliğin nüfusun çok küçük bir kesiminde
toplandığı ve sendikal hareketin bozguna uğratıldığı
yıllardı.
Bu yanlarıyla güncel durumla benzeşiyor.
Ancak başka birçok farklı yan da mevcut. Bir yani
New Deal’den dolayı erozyona uğramış, ancak önemli
bir yani halen bozulmadan devam eden o döneme
göre çok daha durağan bir kontrol ve düzenleme
mekanizması mevcut.
Ayrıca, New Deal sürecinde içeriği aşırı
radikal olarak görülen politika tipleri şu an aşağı
yukarı normal görülmeye başlandı. Böyle mesela, son
seçim tartışmasında, sağcıların adayı McCain, konut
krizine karşı koymak için New Deal’de alınana benzer
önlemleri önerdi.
Yani, gerçekte ekonominin gelişmiş sektörleri
için uygulanan bu 50 yıllık bir tecrübe üzerinden,
hükümetin ekonominin idaresinde önemli bir rol
oynaması gerektiğine dair bir kavrayış var.
Bunun üzerine okunanların çoğu saf bir
mitoloji. Mesela, Reagan’ın piyasalarda yarattığı ona
Büyük Rahip tarafından tahsis edilen “mucize”ye dair
varolan coşkulu inanca saldırıların gerçekleştiğini
okuyoruz. Aslına bakılırsa, Reagan savaş sonrası
dönemdeki ABD ekonomik tarihinin en “korumacı”
başkanıdır. Kendi öncellerinden çok daha fazla olarak
korumacı barajları yükseltti. Pentagon’u, geri kalmış
63
Kuzey Amerikalı yöneticileri, gelişmiş Japon üretim
metotları konuşunda eğitim yapmaları için projeler
geliştirmeye çağırdı. Kuzey Amerika tarihinin en
büyük banka kurtarma operasyonlarını gerçekleştirdi
ve yarı-iletken endüstrisini yeniden canlandırmak için
devlette temel bir birikim oluşturulmasını onayladı.
Gerçekten de ekonomiye radikal müdahaleler yapan
güçlü bir devlet yarattı. “Reagan” dediğimde, gerçekte
ne yarattı bilmiyoruz -eğer bir şey yaratmışsa ve çok da
önemli değil- bütün bunların üstünde onun yönetim
biçimi aklıma geliyor.
Büyük gelişme ve yoksulluğun azalması de
dahil olmak üzere çok fazla mitoloji var kafamızdan
söküp atmamız gereken. ABD’nin kendisinde,
uygulanan neo-liberal kuralların neticesinde, halkın
çoğunluğunu oluşturan kesimler ciddi zararlar gördü.
Mitolojiden çok öteye bakarak, kavramamız gereken
sudur ki; özellikle ikinci dünya savaşından sonra güçlü
bir şekilde devlet sektörüne bağlı olarak gelişen devlet
kapitalizmi, şimdi bir kez daha finans sistemindeki
yıkımı yönetebilmek için devletin ciddi müdahalesine
ihtiyaç duyuyor. Kısaca şu an için, 1929 bunalımına
benzeyen işaretler yok diyebiliriz.
S.B.: O zaman, dünya dengesinde bir değişikliğe
doğru gittiğimizi düşünmüyor musunuz?
Chomsky: Simdi, dünyanın dengesinde
pek çok kayda değer değişiklik söz konuşu ve belki
bu kriz bunların gelişimine katkıda bulunacak.
Ancak bu değişiklikler, belli bir zamandan beri
zaten yürürlükteler. Dünya dengesindeki en büyük
değişikliklerden bir tanesi, şu an Latin Amerika’da
görmekte olduğumuzdur. ABD’nin arka bahçesi olarak
tanımlanıp ABD tarafından yönetildiği söylenegelirdi.
Ancak bu durum değişmektedir. Eylül ayının
ortalarında buna dair oldukça dramatik bir tablo çizildi.
15 Eylül’de (2008) ABD’nin favorisi Kolombiya dahil
bütün Güney Amerika ülkelerinin hükümetlerinin
bir araya geldiği UNASUR (Güney Amerika Ülkeleri
Birliği) toplantısı gerçekleşti. ABD’nin diğer favori
ülkesi Şili’nin başkenti Santiago’da yapıldı.
Bu toplantıdan Bolivya Devlet Başkanı Evo
Morales’i oldukça güçlü bir şekilde destekleyen ve
bu ülkedeki ABD’nin desteğine güvenen ayrılıkçıları
kınayan bir sonuç deklarasyonu çıktı. Bolivya’da
bugün, büyük önem taşıyan bir mücadele sürmektedir.
Buradaki elitler otonomi, hatta ayrılma talepleriyle
harekete geçtiler, ABD tarafından körüklendiği açık
olan yüksek dozda şiddet uygulama noktasına kadar
geldiler. Ancak Güney Amerikalı Cumhuriyetler
oradaki demokratik hükümeti desteklemek anlamında
sağlam bir duruş gerçekleştirdiler.
Bu deklarasyon, Batılıların gözdesi olan Şili’li
devlet Başkanı Bachelet tarafından okundu. Evo
Morales, kendisini destekleyen devlet başkanlarına
teşekkürlerini sundu ve aynı zamanda, tamamen doğru
bir şekilde ifadelendirerek, 500 yıldan bu yana Latin
Amerika’nın ilk kez Avrupa’nın, hepsinden de öte
ABD’nin müdahalesi olmaksızın kendi kaderini kendi
ellerine aldığının altını çizdi. Kimi zaman, pembe dalga
(Latin Amerika’daki Chavez, Lula, Bachelet, Morales,
Correa, Kircher, Lugo gibi henüz komünizmden uzak,
ama ilerlemeci ve sosyal adımlar atan liderlerin yarattığı
dalgayı tanımlamak için kullanılan bir ifade) olarak
tanımlanan ve yürürlükte olan bu değişim sembolü
büyük bir öneme sahiptir. Kuzey Amerika basınının
bu toplantıyı haber yapmaması, taşıdığı önemi işaret
etmektedir. Basında, birşey olduğuna dair orada burada
geçen bir cümle var, ancak olanın içeriğini ve önemini
tamamen ortadan kaldıran bir cümledir bu.
Bu sözünü ettiklerimiz, Güney Amerika’nın
kendi iç ve geniş kapsamlı meselelerini çözmeye
ve batinin, özellikle de ABD’nin emri altındaki
pozisyonunu değiştirmeye başladığı uzun vadeli bir
sürecin bir parçasıdır.
Güney Amerika, ayrıca dünyanın diğer
ülkeleriyle de ile ilişkilerini değiştirmektedir. Brezilya,
Güney Afrika ve Hindistan ile ve özellikle de giderek
Latin Amerika ülkeleri ile daha fazla yatırım ve
karşılıklı ilişki sürecini derinleştiren Çin ile güçlenen
ilişkiler geliştirmektedir.
Şu an Orta Amerika’yı da etkisi altına almaya
başlayan bu gelişmeler, çok yüksek derecede öneme
sahiptir. Örneğin Honduras, klasik anlamda bir muz
cumhuriyetidir. Reagan terörünün bölgede başlattığı
savaşlar için kullandığı bir üs haline gelmişti ve
tamamen ABD kontrolü altındaydı. Ancak Honduras,
geçenlerde Venezüella temelli ALBA’ya, Amerika
Halklarının Bolivarcı Alternatifi’ne katıldı. Bu küçük
bir adim olmasına rağmen sahip olduğu önemin
büyüklüğünü gölgelemez.
S.B.: Sizin düşüncenize göre, Güney Amerika’daki
ALBA, UNASUR gibi eğilimlerin ve Venezüella, Bolivya
ve diğer ülkelerdeki büyük çaplı gelişmelerin, su an karşı
karşıya geldiğimiz bu seviyedeki bir krizden etkilenmeleri
mümkün müdür?
Chomsky: Krizden etkileneceklerdir, ancak
bu bir süreliğine olan bir etkilenmedir ve Avrupa ve
ABD düzeyinde değildir. Eğer Brezilya’daki borsaya
bakılacak olursa, çok hızlı bir şekilde düşüşe geçtiği
görülecektir, ancak Brezilya bankaları bir kırılma
noktasında değillerdir.
Aynı şekilde, Asya’da, borsalar çok keskin
bir şekilde düştüler, ancak bu hükümetler İngiltere,
ABD ve Avrupa’nın önemli bir kısmında olduğu gibi
bankaların kontrolünü ellerine almadılar. Bu bölgeler,
Güney Amerika ve Asya, bu biçimiyle finansal
64
pazarların bu büyük yıkımının dışında kaldılar. Güncel
krizi patlatan olay, arazi üzerine inşa edilmekte olan
aktif işletmeler için verilen subprime (yüksek risk
grubundakilere yüksek faiz ile verilen krediler) krediler
olmuştur, ki bunlar, açık bir şekilde, ABD’lilerin
elindedir, ancak böyle görünmesine rağmen, verilen
kredilerin yarısı da Avrupalı bankalardan gelmektedir.
İpoteklere dayanan bu zehirli aktiflere sahip olmaktan
kaynaklı olarak, süreç, Avrupalı bankaları da çok hızlı
bir şekilde bu gelişmelerin içine çekmektedir- ve
bunun yanında özellikle Büyük Britanya ve İspanya’da
olduğu gibi kendi konut krizlerini yasarlar-. Asya ve
Latin Amerika ülkeleri, özellikle 1997-8 yıllarındaki
neo-liberal politikaların yarattığı çöküşten bu yana
çok daha ihtiyatlı bir kredi stratejisi izlediklerinden
dolayı çok daha az riskli bir durumdadırlar. Açıkça,
büyük bir Japon bankası olan Mitsubishi UFG,
Morgan Stanley’in ABD’de bulunan önemli bir
kısmını satın almaktan vazgeçti. Bu nedenle, su ana
kadar, ne Asya ne Latin Amerika, krizden ABD ve
Avrupa ölçüsünde etkilenecek şekilde bir durumda
gözükmemektedirler.
S.B.: Obama ve McCain arasında Serbest
Ticaret Anlaşması ve Plan Kolombiya gibi meselelerde
büyük farklılık olur muydu? Çünkü benim ülkem olan
Kolombiya’da Başkanın ve sistemin Obama’nın seçilmesi
karşısında endişe duydukları hissedilebiliyor. Sizin,
Obama’nın beyaz bir sayfa açacağına dair bir düşünceniz
olduğunu biliyorum; ancak bir fark olacağını düşünüyor
musunuz?
Chomsky: Gerçekten de Obama, belli ölçülerde
beyaz bir sayfa olarak sunuldu. Ancak Kolombiya’daki
rejimin onun seçilmesinden korkması için ortada bir
neden yok. Plan Kolombiya, Clinton’ın bir politikasıdır
ve Obama’nın diğer bir Clinton olacağını düşünmek
için pek çok sebep mevcut.
Ayrıca bunun dışında, Obama’nın ne yapacağı
oldukça belirsiz. Ancak politikalarını açıkladığında,
bunlar aynı Clinton’ınkiler gibi Plan Kolombiya’yı
şekillendiren ve çatışmayı daha fazla militarize eden,
vb. merkezi politikalar olduğu açıkça görülmektedir.
S.B.: Bazen Bush döneminin dünyasal dengesini
değiştirmek bağlamında iktidarını devam ettirmek
için güç kullanma yöntemini uygulamasına rağmen
Obama’nın dünya dengesini yeniden müzakere etmek için
iyi bir yüz sergileyeceği fikrini taşıyorum. Siz bu konuda
ne düşünüyorsunuz?
Chomsky: ABD’deki politik spektrumun
oldukça dar olduğunu hatırlayınız. Şirketler tarafından
yönetilen bir toplumdur, temel olarak demokrat ve
Cumhuriyetçiler diye iki kanattan oluşan tek parti
devletidir. Bu kanatlar bazı farklılıklar taşırlar, ve
bunlar bazı dönemler ciddi önem kazanırlar. Ancak
genel çerçeve oldukça sınırlıdır. Buna rağmen Bush
yönetimi, aşırı radikal milliyetçilerle ve devletin
güçüne aşırı derecede inananlarla birlikte ülkesi
dışında uyguladığı şiddet ve hükümetin yaptığı yüksek
bir harcama ile bu sınırların çok daha ilerisine gitti.
Kesinlikle, ilk zamanlarından bu yana mainstream
tarafından dahi kabaca da olsa eleştirilen bir şekilde
sınırları aştı.
Yönetimi devralan herhangi biri, büyük
ihtimalle bu tabloyu sınırların merkezine doğru
çekerek düzeltmek yönünde ilerleyecek biri olacaktı,
Obama belki bunu daha fazla oranda yapacak olanıdır.
Bu açıdan diyebilirim ki Obama dönemi, Clinton
yıllarının yeniden doğması şeklinde birşey olacaktır,
tabi ki değişen koşullara adapte olunarak. Buna
rağmen, McCain olasılığında ise bunu önceden ifade
etmek oldukça zorluk taşıyor. O daha atılgan biri.
Onun ne yapabileceğini kimse bilemez...
S.B.: Simdi neo-liberal küreselleşmenin sonuna
gelmek üzereyiz, gerçekten yeni bir olgunun, tercih edilir
bir küreselleşmenin gerçekleşme olasılığı var mıdır?
Chomsky: Bu noktadaki perspektiflerin
eskiden varolanlara nazaran çok daha iyi durumda
olduğunu düşünüyorum. İktidar, hala olağanüstü
bir şekilde merkezi bir durumda, ancak daha çeşitli
ve kompleks bir hal alan uluslararası ekonominin
belirlediği ölçüde yapılan değişiklikler de mevcut.
Güney, daha bağımsız bir hal alıyor. Ancak eğer
ABD’ye bakılacak olursa, Bush’un vermiş olduğu
bütün zarara rağmen halen, daha büyük bir iç pazarla,
daha güçlü ve teknolojik açıdan daha ileri askeri bir
güçle, dünyanın geri kalanıyla kıyaslanabilecek yıllık
harcama ile ve dünyayı saran askeri üs adacıklarıyla,
giderek büyüyen bir homojen ekonomi olmaya devam
ediyor.
Bu sözünü ettiklerimiz, sistemin devamının
kaynağı durumundadırlar,ancak neo-liberal düzen
ABD içerisinde Avrupa’da ve uluslararası ölçekte
olduğu denli erozyona uğrarken, bu sisteme karşı
büyüyen bir muhalefetten bahsedilebilir. Bu açıdan,
gerçek bir değişim için fırsatlar mevcuttur, ancak
bunlar, halkların ve bizim bu değişimi gerçekleştirmeye
hazır olmamıza bağlıdır.
(Simone Bruno’nun Noam Chomsky ile
Röportajı… www.aporrea.org’dan alınmıştır.
İspanyolca’dan çeviren: CANAN ATEŞ, 16 Kasım
2008, Pazar.)
65
fotoğrafların dilinden
MÜLKİYE’NİN DÜNÜ
66
67
MÜLKİYE’NİN BUGÜNÜ
68
69

Benzer belgeler

2009 Mart - Mülkiyeliler Birliği

2009 Mart - Mülkiyeliler Birliği bilirler ki, her organizasyon ve iş, sonunda, iyi niyetle çalışan ve pes etmeyen belli sayıda arkadaşın üzerinden yürür. Bu nedenle herkese ciddi sorumluluklar düşüyor. İllaki bir komitede yer alma...

Detaylı

2012 Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz

2012 Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz kutluyoruz. Etkinliklerimiz yalnızca Ankara ile de sınırlı değil. Birçok şubede arkadaşlarımız çeşitli toplantılar, paneller, yemekli buluşmalar organize ettiler ve 150. Yıl için bazı faaliyetleri ...

Detaylı