mayıs 2016 - Katı Dergi

Transkript

mayıs 2016 - Katı Dergi
3
KİMSESİZ
MEKÂNLAR
TARAFTARIN DEĞİŞEN
MEKÂNI: ALİ SAMİ YEN
HEMŞERİM ESAS
MEMLEKET NİRE?
"YÜZNUMARA" BİR MEKÂN
VİTRAYDAN YANSIYAN
HUZUR
HATIRA BİRİKTİRİLEN
MEKÂNLAR: ÇAY OCAKLARI
ŞEHRİN ÇAĞIRAN
HAFIZASI VE FELSEFE
ADALET CANLI AKBAŞ . SERTAÇ DALGALIDERE . BURÇİN AYDOĞDU . YASİN ÇAKIREL . CEM SÖKMEN
RAMAZAN ÇELİK . ELİF BOLU TÜRKER . MUHAMMET ATALAY . FATİH ÜNAL . ÖMER YALÇINOVA
KADİR METİN AKBAŞ . AHMET ÇAPKU . UFUK ÖZER . AYŞEGÜL DALGALIDERE . NECMİ GÜRSAKAL . AHMET DAĞ
SERHAT DALGALIDERE . HALİL KÖKCÜ . İSKENDER GÜMÜŞ . CİHAD MERİÇ . NURULLAH TURAN . HAKAN AYDIN
SAYI: 5 / MAYIS 2016
Ayda bir yayınlanır
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu
Recep Çakırel
Genel Yayın Yönetmeni
Kadir Metin Akbaş
Yayın Danışmanları
Necmi Gürsakal
İskender Gümüş
Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen
Sertaç Dalgalıdere
Kapak Fotoğrafı
Zoli Plosz / freeimages.com
Yayın Kurulu
Adalet Canlı Akbaş
Mustafa Aslan
Muhammet Atalay
Hakan Aydın
Burçin Aydoğdu
Yasin Çakırel
Ramazan Çelik
Bahtiyar Dursun
Ufuk Özer
Cem Sökmen
Tacettin Turgay
Hukuk Danışmanı
Av. Ayşegül Dalgalıdere
İstanbul Temsilcisi
Av. Aybüke Ekici
Yönetim Yeri
Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17
Kırklareli Merkez
Basım Yeri
İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic.
Ltd. Şti. Ofset Tesisleri.
Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B
Lüleburgaz / Kırklareli
Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57
Fax: 0288 417 44 47
İletişim
www.katidergi.com
[email protected]
twitter: @katidergi
Dergideki yazılar yazarlarını bağlar
K
ara kışta çıktığımız yolculuğumuzda nihayet bahara ulaştık…
Kar, kış, kıyamet derken; güneşli günler, rengârenk çiçekler, taze bahar
havası ile şükür kendimize geldik. İlk
sayımız Ocak ayında çıkmıştı, şimdi 5.
sayımız elinizde. Her sayıda biraz daha
büyüyoruz, biraz daha olgunlaşıyoruz,
biraz daha tecrübe kazanıyoruz. Ama şükür ki aynı heyecanı, aynı aşkı, aynı ideali
korumaya devam ediyoruz. Katı olan her
şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin
dünyevileştiği bu modern zamanlarda,
“kendimiz” olarak kalmak, buharlaşmamak, dünyevileşmemek için mücadele
ediyoruz. Biliyoruz ki zor bir iş bu, akıntıya karşı kürek çekmekten daha zor bir
durum. Ama her şeye rağmen, doğru
bildiğimiz yolda yürümeye azmettik. Birbirimize tutunarak da olsa, birbirimizden
güç alarak da olsa, birbirimize yük de olsak, yürüyeceğiz inşallah…
Her sayımızda buharlaşmasına gönlümüzün razı gelmediği meseleleri kapak
dosyası yapıyoruz. Bu sayımızda kapak
konumuz; mekân… En geniş ve en özel
anlamıyla mekâna dair güzel yazılar içeride sizleri bekliyor. Yazarlarımız yine her
sayıda olduğu gibi bu sayıda da mekâna
kendi pencerelerinden bakarak birbirinden harika metinlere imza attılar. Ve yine
ortaya arşivlik bir mekân sayısı çıktı. Her
bir yazıda kendinizden bir şeyler bulacak, yeni şeyler öğrenecek, beğenecek
ve emim ki birçoğunun altını çizmekten
kendinizi alamayacaksınız. Gönül ister
ki her bir yazarımızın yazısından burada
bahsedelim, her birinin farklı yönlerini
öne çıkaralım. Ancak takdir edersiniz ki;
hem yerimiz dar hem de yazıları gereği
gibi tanıtamayabiliriz. İyisi mi, siz buyurun içeriye ve kendiniz müşahede edin
yazarlarımızın eserlerine…
Her sayıda müjdesini verdiğimiz gibi bu
sayıda da aramıza yeni dostlarımız katıldı. Onların bize verdiği güç ve heyecanla,
daha güzel sayılarla karşınızda olacağız.
Yeni yazarlarımıza sizler adına Hoşgeldiniz derken, ilk sayıdan bu yana bizleri
yalnız bırakmayan kadim yazarlarımıza
da teşekkürlerimizi sunuyoruz. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki: Bu dergi tek
bir kişinin değil, bir kadronun, ekibin,
dostluk grubunun eseri. Her bir ismin
dergimize kattığı değerin farkında olarak
yürüyoruz yolumuzu.
Ve tabi ki siz okur dostlarımıza da ne kadar teşekkür etsek azdır. “Marifet iltifata
tabidir, müşterisiz meta zayidir” sözüne
inancımız tam olduğu için, sizler bu dergiyi sahiplenmemiş olsanız, bizler yazacak enerjiyi bulamayız… Sizi ve sizin görüşlerinizi önemsiyoruz. Bu sebeple her
türlü eleştiri, öneri, teklif ve görüşünüzü
[email protected] adresinden bize
ulaştırabilirsiniz.
Geçen sayıda müjdesini verdiğimiz web
sitemiz artık yayında. Dergimizde yayınlanan tüm yazılara bundan böyle www.
katidergi.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Bu arada, bir sonraki sayımızın dosya konusunu "Futbol" olarak belirledik. Tüm
dünyada kitleleri peşinden sürükleyen bu
büyülü ayak oyununa dair yazarlarımızın
yine harika metinleri Haziran sayımızda
dergimizde olacak. Kaçırmayın...
Daha iyi sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça kalın…
Kadir Metin Akbaş
KİMSESİZ MEKÂNLARA
DÖNEN EVLERİMİZ
80
’li yıllarda doğup, müstakil evleri tanımış, bahçelerde koşuşturmuş, tırmanabilecek ağaçlar bulmuş, meyveler toplamış, eşyaların
evleri istila etmediği, anne ve babaların
henüz mobilyalara hizmetkâr olmadığı
dönemleri görmüş olup 2000’li yıllara
erişmek çok da keyifli olmuyormuş. Gördüm ve bildim.
Evlerimizi bir ceza evi mantığıyla kullanmaya başladığımızdan bu yana depresif
bir toplum olduk. Ne zaman ki evlerimizi sadece 2-3 kişilik ailemizin yaşam
alanı olarak algılamaya başladık, işte tam
da o zaman esir hayatı yaşamaya başladık. Dört duvar ve eşyalarla uğraşıp duruyoruz. Eğitimden geçiyor, bütün zihni ve ruhi cenderelere sabrediyor ve bir
meslek sahibi oluyoruz. Para kazanıyor
ev alıyoruz. Hayatın diğer bütün nimetlerinden mahrum kalma pahasına kredi
ödüyoruz. Sonra sıra eşyalara geliyor. Üç
arkadaşımızın rahatça oturmasına fırsat
vermeyeceğimiz nadide koltuklar salona,
kardeşlerimizi rahatça bir kez bile ağırlayamayacağımız sekiz on kişilik masamız
da pencerenin önüne konulmalı, zar zor
pişirilecek olan yemekler için son model
fırın ve ocaklar da unutulmamalı, bir türlü
kabul edemediğimiz misafirler için havlular, nevresim takımları banyo dolabına
özenle yerleştirilmeli…
Her gelen misafirden sonra silinmesi
gereken değerli halılarımız için mesaiye
kalmalıyız, tüllerimiz ve perdelerimiz en
afilisinden olmalı. Evlatlarımıza arkadaşlarını orada misafir etmesine asla izin
vermeyeceğimiz çocuk odası takımı da
unutulmamalı; kimsenin, kendi çocuğumuzun bile, dokunamayacağı oyuncaklarla da süslemeliyiz hatta. Yatak odamıza en
rahat yatakları almalı en geniş gardıropları
sığdırmalıyız. Sonra da üstünü örtmeye
fırsat bulamayacağımız, küçük bir servet ödeyerek en süslü örtüleri almalıyız.
Bunun için çok çalışmalı, ek iş yapmalı,
mesaiye kalmalı, ailemizle geçirecek vakit
bile bulamamalıyız. Hem bir insan ailesi
ile vakit geçirecek zamanı bulamazsa diğer başka kime vakit bulsun ki! Kimseyle
Adalet Canlı Akbaş
[email protected]
irtibat kuramamaya ayarlanmış bir dünyada ev inşa edelim, içini inşa edelim, tıklım
tıklım dolduralım. Kimseye yer kalmasın,
yirmi halı serilen evde biz namaz kılacak
yer bulamayalım, çocuklar oyun oynayacak yer bulamasın. Milyonlar harcadığımız eşyalara yer olsun da, bir insan evladına yer olmasın.
Sonra fırsatını bulduğumuz her an temizlik ayinine başlayalım. Özenle ve kendimizi kaybedecek şekilde evi süpürelim,
kilimleri çırpalım, örtüleri silkeleyelim,
dolapları temizleyelim. Yetmesin, daha
parlak olması için cilalı ürünler kullanalım, bilmem kaç ekran televizyonumuzu
dakikalarca silelim, banyo ve tuvalet en
kokulusundan ürünlerle yıkansın, camlar
silinsin. Bütün bu ayinden sonra yemek
siparişi verilsin ve ev halkı şehrin en iyi
restoranından gelen dürümlerini yerken
bin defa uyarılsın; dökme, dikkat et, batırma, damlatma! O yemek burunlarından
gelsin, hatta kırgınlık yaratacak bir gerilim
yaşansın, hepimiz mutsuz olalım. Sonra
tertemiz evimize bir misafir bile kabul etmeyelim. Halılara yabancı bir ayak basmasın, aman kimse bizimle iki kelime kelam
etmesin, tek lokmamız başka boğazlardan geçmesin, bir bardak çay vermeyelim
kimsenin eline. “İnsan, insanın ağusunu
alırmış” kime ne?
Çocukluğumdan bu yana hangi mekânların hafızamda yer ettiğini, ruhumu
beslediğini düşünsem, eşyası yok denecek kadar az olan evler geliyor aklıma.
Anneannem’in minderlerle döşediği o
pırıl pırıl ev, çocukluğumun unutulmaz
mekânlarından biridir. Pencere önleri,
“kızlarım” diye sevdiği çiçeklerle doluydu. Ruhumuzu yoran hiçbir ayrıntı yoktu.
Her gittiğimizde bizi cömert bir kabulle
karşılardı. Köy ekmeğinin üzerine yoğurt
sürülür, onun da üzerine şeker serpilirdi.
Ne lezzetli öğle yemeğiydi. Sonra “Nazlı Ebe”miz vardı. Annemin ilk mahallesinden yaşlı bir teyze. Mahallenin bütün
çocukları “ebe” derdi. Yakındı, candandı,
kapısı her çalana açıktı. Bölüşecek ekmeği, paylaşacak kelimeleri vardı. Herkesin
ebesi olmak makamına yakışıyordu. En-
fiye kokan küçücük bir evi vardı. Bahçe
kapısından, onun evine kadar uzayan dar
bir koridordan geçilirdi. Şalvarını bacakları arasına toplayıp bahçede yere oturur
taşlar arasına ateş yakardı. Bize bu ateş
üzerinde patlıcan- biber közler, sebze
salatası yapardı. Ne tadı ne kokusu hala
unutulmuş değil. Onu seyrederdik, yardım etmemize izin verirdi, bahçesinde
oynar, kuyudan su çekerdik.
Bakiye teyzemiz vardı. Bahçe beller, peynir yapar, salça yapar tepsilere sererdi.
Bahçesinin ortasında koca bir dut ağacı vardı ve tüm mahallenin katıldığı dut
çırpma seansları olurdu. Çay ikram eden
kızlar ve gelinler vardı. Misafir olarak değil sanki evin bir parçasıymışız gibi hissederdik. Bahçesinde ayrıca inşa edilmiş
bir mutfağı da vardı, börek yaptığı bazı
zamanlara denk gelirdik. Tam bir şölendi. İşte bu komşularla, arkadaşlarla, ahbaplarla, ahretliklerle saatlerce süren sohbetler olur, kimse birbirinden sıkılmazdı.
Yaslandığımız göğüsleri yumuşak, sözleri
muhabbetli, evleri ruhumuzu yükseltecek
kadar genişti.
Şimdilerde evlerimizi dolduran mobilya
tanrıları kimseyle irtibat kurmamıza izin
vermiyor. Bu tanrılara en iyi mekânı alabilmek için ömrümüzce çalışıyor, o tanrıları evin en nadide yerlerine yerleştiriyoruz. Sonra zarar görmemeleri için diken
üstünde duruyor, günlük haftalık aylık
hatta mevsimlik hizmetleri için çırpınıyoruz. Onların memnuniyetini devam ettirebilmek için kimseyle görüşmüyor, dört
duvar arasında mobilyalı mahkûmiyetimizi allayıp pulluyoruz. Ne zaman ki mekân,
insana hürmet etmeyi elimizden aldı, işte
o zaman bütün dengeler değişti. Huzur
bulacağımız insanlarımızı kaybettik, dost
ocağında ısıtılmış çaydan yudumlayamaz
ve bir çift kelam edemez olduk. Evimizi
dolduran şen sesler yok oldu, uğrak yerlerimizi kaybettik. Randevu sistemiyle
yaşıyor, ama bir türlü randevu da veremiyoruz. Hiç müsait değiliz, hep meşgulüz.
Kimsesiz bir meşguliyet… Ağulu, dumanlı, kesif, buhranlı, sancılı...
MAYIS2016
KATI
3
HEMŞERİM ESAS
MEMLEKET NİRE?
Sertaç Dalgalıdere
[email protected]
B
ir mekânsızlık hikâyesidir bu.
Pekçok şehirde yaşamak, ancak
hiçbirine ait olamamak duygusunun hikâyesidir bu. Ölesiye mekânsızlığın hikâyesidir…
MAYIS2016
KATI
4
İstanbul’da dünyaya gelmişim. Sene
1982, adımı ve doğum tarihimi Fatih’in
Akşemsettin Mahallesindeki kütüğe
yazmışlar. Baba adı: Doğan, Anne adı:
Nurten, 4 kardeşten 2. Sırada yer almışım. Babam da İstanbul’da dünyaya
gelmiş, Fatih Akşemsettin Mahallesi
kütüğünde, dedem Kasım Dalgalıdere’nin oğludur. Kasım dedem ise küçük yaşta Manastır’dan (Bitola) göç
etmiş. Peki ya babaannem o da İstanbul’da dünyaya gelmiş ancak onlar da
Selanik’ten göç etmişler ve yerleşmişler
Fatih semtine.
Annem de İstanbul’da dünyaya gelmiş, dedem Şuayip ise Bulgaristan’dan
göçmüş, Anneannem Bulgaristan’da
dünyaya gelmiş ancak ananemin babası Mekke’den Bulgaristan’a göç etmiş
çok yıllar önce. Velhasılı kelam kader,
anneannem ve dedemi İstanbul’da buluşturmuş.
Annem ve babamı da İstanbul buluşturmuş. Yaklaşık 3 kuşağın hikâyesinden bahsettim. Ancak ne taraftan bakarsan bak bir mekânsızlık, göç, tam
olarak “bir yerli” olamama kaderini yaşamışız. İlkokul sıralarında öğretmenlerimin en çok şu sorusundan korktum; “Nerelisin?” Yukarıda anlattığım
şecereden sonra korkumun yersiz olmadığını anlamışsınızdır.
-İstanbul
-İstanbul olmaz, asıl neresi?
-Babam İstanbul’da doğmuş.
-Annen?
-O da İstanbul’da doğmuş.
-Hııımmm!
-Dedelerin nerde doğmuş? Şeklinde
devam eden bu sorular beni oldukça
korkuturdu. Çünkü henüz ben de nereli olduğumu tam olarak anlayamamıştım. Hatta hiç unutmam, ilkokul
1. Sınıfta öğretmenimden gelen aynı
soru karşısında, “Karslıyım” demiştim.
Sonrasında bir veli toplantısında öğretmenim annemle tanışınca, “Siz nerelisiniz?” diye sormuş, anneciğim de,
“İstanbul” cevabını verince, “Karslı”
oluşumun sırrı ortaya çıkmış.
Babam ben henüz 6 aylıkken, Kars Sarıkamış’ta yedek subay olarak görevini
yapıyormuş ve tüm aileyi Kars’a götürmüş. Çocukluk fotoğraflarından mı?
Hayal gücümden mi? Yoksa nerelisin
sorusundan çokça sıkılmamdan mı?
“Kars” deyivermişim.
Yaşamım boyunca “Nerelisin?” sorusuna hemencecik, “Konyalıyım, Kayseriliyim, Trabzonluyum” diyenlere
hep hayranlıkla bakmışımdır çünkü
işleri oldukça kolay, bir çırpıda söyleyiveriyorlar. Oysa ben öyle miyim? Başlıyorum anlatmaya; İstanbul doğumluyum, babam da İstanbul doğumlu,
dedem Manastır’dan göçmüş, babaannem İstanbul doğumlu ancak onlar da
Selanik’ten göç etmiş. Annem İstanbul
doğumlu, dedem Bulgaristan’dan göç
etmiş, anneannemin babası Mekke’den
göç etmiş... Şeklinde cümleler uzayıp
gidiyor…
Gayri ihtiyari ara ara da olsa kendi
kendime şu soruyu sorduğum çok olmuştur: İstanbul’da doğdum, ancak bir
semtimiz yok, çünkü en az 10 kez semt
ve ev değiştirmişizdir. Ben babamdan
farksız mıyım? Yaklaşık 7 yıllık evliyim
ve bu süreçte 7 kez ev ve 3 kez de şehir
değiştirdim. İstanbul’dan sonra ilk kez
Elazığ’a gittim ve evimi de kaplumbağa misali adeta sırtlayıp taşıdım. Elazığ’da 1 sene dolmadan evimi bu kez
de Hatay’a taşıdım. Hatay’da da 2 sene
sonra bu kez şu anda içinde yaşadığım
şirin şehre Kırklareli’ne taşındım. Bundan sonra nereler olur? Hangi şehirler,
hangi ülkeler bizim için mekân olur
bilinmez ancak bu şehri gerçekten seviyorum. İstanbul’a yakın olmasından
mı? Ata toprakları olan Bulgaristan,
Makedonya ve Yunanistan’a yakın olmasından mı? Bilemiyorum.
Ben de pek çok insan gibi doğduğu
topraklarda yaşamak, üç kuşak o toprakların insanı olmak ve doğduğum
evde ya da en azından sadece 1 ev değiştirip, orada yaşayıp, yaşlanmak ve ölmek isterdim. En azından çocuklarım
bu sayede nereli olduklarını bilirdi. Onlar da benim gibi mekânsız kalmazdı.
Kızım İstanbul doğumlu, oğlum bari
Kırklareli doğumlu olsun böylelikle
en azından bu şehirde yaşar ve ölürsek sabit bir mekânı olur dedim ancak
doğum gecesi yaşadığımız bir sıkıntıdan dolayı doğum yeri Çorlu oldu.
Bazen kaderi zorlamamak gerekiyor
sanırım. Kaderine, mekânsızlığına razı
olup yaşamak gerekiyor. Ya da Barış
Manço’nun o güzel şarkısıyla cevap
vermek gerekiyor:
“Barış garibim bulamadı çözümü oturdu etti
bunca sözü
Gelin hepberaber anlaşalım diyen yok
Zaten paramparça bölünmüş ve yaşanmaz
olmuş dünyamız
Daha fazla kesip bölmeye hiç gerek yok
Tek bir soru hemşerim memleket nire?
Dedim ya yahu bu dünya benim memleket
Hayır, anlamadın hemşerim esas memleket
nire
Bu dünya benim memleket
Tövbe, tövbe, tövbe...”1
DİPNOT:
1- Şarkı Barış Manço’nun 1993’te çıkarttığı
“Mega Manço” isimli albümde, “Hemşerim
Memleket Nire” ismiyle yer almaktadır.
ZAMAN, MEKÂN,
İNSAN...
Saatin kendisi mekân, yürüyüşü
zaman, ayarı insandır.
Bu da gösterir ki, zaman ve mekân,
insanla mevcuttur!
-Ahmet Hamdi Tanpınar
S
af Aklın Eleştirisi’nde Immanuel
Kant, bilgi kaynaklarımızdan bahseder.
Kant’tan önce genelde bilginin kaynağı
beş duyu kabul edilirdi: görmek, işitmek, tatmak, koklamak ve dokunmak… Kant’a göre
de pek çok bilgimizi bu duyulara borçluyuz.
Yani gözlem ve deney yoluyla öğreniriz. O
yüzdendir ki doğuştan kör biri renkleri, doğuştan sağır biri sesleri vs. asla bilmez.
Lakin Kant beş duyudan daha temel bir bilgi
kaynağı tespit eder: zaman ve mekân algısı!
Bir insan doğduğunda beş duyunun beşinden de mahrum olsa bile bir mekânın (bir
oda ya da açık hava vs.) içinde olduğunu ve
zamanın akıp gittiğini bilir, “hisseder.” Kant
zaman ve mekân algısıyla edinilen bilgilere
“a priori” yani önsel bilgi adını verir. Zamanı, mekânı ve bunlarla bağlantılı hususları bilmek için 5 duyu şart değildir. İnsan;
mekân ve zaman diye bir şey olduğu bilgisine doğuştan sahiptir.
Deneye, gözleme ihtiyaç duymadan bildiğimiz bu iki kavramı sorgulasak mı? Gözümüzün gördüğünü sorguluyoruz. Çay bardağının içindeki kaşığın aslında kırık olmadığını
biliyoruz mesela. İşittiğimizi de sorguluyoruz. Kulağımız çınladığında o sesin dışarıda
var olmadığını biliyoruz. Peki ya zaman ve
mekân algımız ne kadar isabetli? Sonradan
edindiğimiz bilgiyi sorguluyoruz da doğuştan algıladığımızı neden sorgulamayalım?
Ezeli, ebedi, bengi ve mengi kelimeleriyle cevap verilmeye çalışılmış soruyla başlayalım:
Zamanın başı nedir, sonu nedir? Eğer yoksa
zamanın başının, sonunun olmaması nasıl
mümkün olabilir? Yok, eğer varsa o baştan
öncesinin, o sondan sonrasının olmaması
nasıl mümkün olabilir? Mekân nerede başlar
nerede biter? Mekâna bitimsizlik mi hâkimdir yoksa ardı olmayan bir bitimlilik mi? Ziya
Paşa bu sorulara şu özlü cevabı vermiştir:
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez!
Einstein ise terazisine güvenmiş, elini korkak
alıştırmayıp terazisinin kefelerine yüklendikçe yüklenmiştir. Einstein’ın teorilerinin,
ispat edildiği kadarıyla tespit ettiği hususları
naçizane özetleyelim: Zaman ile mekân birbirinden kopuk iki kavram değildir. Bir cis-
Burçin Aydoğdu
[email protected]
min önü ve arkası onun birinci boyutuysa,
sağı ve solu ikinci boyutu, altı ve üstü üçüncü boyutudur ve biz bu üç boyutu kapsayan
“zarfa” mekân diyoruz. Aynı cismin geçmişiyle geleceği ise bu üç boyutlu varlığın, tünel
misali içine girdiği dördüncü boyuttan başka
bir şey değildir. Üç boyutlu varlıklar olarak
biz gölgemizi nasıl görüyorsak ya da bir küp
için kare ne ise zaman tünelinin tamamını
görebilen biri için belli bir andaki cisim de
odur.
Einstein evrenin şeklini de tespit ettiğini
iddia eder. Evren, Amerikan futbol topuna
benzer küremsi şekle sahiptir. Evrenin şeklini, ışığın uzun mesafede (milyonlarca ışık yılı
gibi mesafelerde) dümdüz gitmek yerine yay
çizmesinden çıkarmaktadır. Güneş tutulması
olduğunda düz çizgi çizildiği takdirde Ay’ın
ve Güneş’in arkasında kalması gereken bazı
yıldızların ışıkları Güneş’in, Ay’ın üstünden
“aşarak” Dünya’ya ulaşmaktadır. Buna dayanarak evrenin enini, boyunu hesaplamak
bile mümkündür. Tahminen 91 milyar ışık
yılı. Peki, o enin, boyun bitiminde ne vardır?
Eğer 91 milyar ışık yılı mesafeyi arkamızda
bırakıp 92’ye geçmeye kalksak nereye varırız? Evren’in kendisi zaten boşlukla kaplıysa
boşluğun da bitimi ne olabilir ki? Bu soruya
“top üstündeki karınca” örneksemesiyle cevap veriliyor.
Bir topun üstünde yürüyen karıncayı düşünelim. Tıpkı Dünya’nın yuvarlak olduğunu
bilmeden yürüyen bir insan gibi. İki boyutlu
bir yüzeyde yürüdüğünü düşünür fakat top
üstünde gide gide varacağı yer ilk yola çıktığı
yerdir. Zira topun yüzeyinin kenarları, ortası
yoktur. Karınca topun neresinde duruyorsa
orayı orta gibi görür. Topun görüş açısına
girdiği kadarını da üzerinde bulunduğu yüzeyin sınırları zanneder.
Nasrettin Hoca’ya “Dünya’nın merkezi neresidir?” diye sormuşlar. Hoca “Tam şimdi
ayağımla bastığım yerdir” demiş. Cevabı
duyanlar burun kıvırıp “Hadi canım” demişler. Nasrettin Hoca da yapıştırmış cevabı:
“İnanmazsan ölç!” İşte karıncanınki de o
hesap. Nerede duruyorsa orası topun merkezidir çünkü onun iki boyutlu gözlemiyle
üç boyutlu topun gerçek merkezini algılaması imkânsızdır ve nerede duruyorsa orayı
merkez sayar.
Aynı şey evren için de söyleniyor. Evrenin
sürekli aynı tarafına yapılacak olan yolculuk
başladığımız noktaya geri dönmemizle sonuçlanacaktır; karıncanın yolculuğu gibi. Karınca iki boyutlu düşünüp üçüncü boyutun
topta yarattığı bükülmeyi algılayamamaktadır. Bizler de üç boyutlu düşündüğümüz için
dördüncü boyut olan zamanın mekânda yarattığı bükülmeyi anlayamayız. Mekânın bir
sonu yoktur çünkü mekânın ortası yoktur.
Mekân, zamanla bükülen bir top gibi kendini sürekli yeniden tekrarlamaktadır. Tıpkı
topun ya da Dünya’nın düz değil oval olduğunu anlamak için uzun mesafeli ölçüm,
gözlem yapmak gerektiği gibi evrenin şeklini anlamak için de ışığın yay çizeceği kadar
MAYIS2016
uzak yıldızlarla gözlem yapmak gerekir.
Zaman ile mekân o kadar iç içedir ki cisimlerin kütleleri, zamanın akış hızını etkiler.
Ya da bir cisim mekân içindeki yerini hızla
değiştirirse zaman onun görüşünde yavaşlar, eğer ışık hızına ulaşırsa zaman onun için
durmuş gibi olur ama zaten kütlesi de sıfır
olur. Velhasıl, “mekânın” sınırına dayanırsak zamanı zorlamış oluruz çünkü zaman ile
mekân her cismin ayrılmaz “zarfıdır.”
Tanpınar’la başladık, onunla bitirelim
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
DİPNOT:
1- İdrak-ı maali: Üst derecedeki hususları idrak etmek
2- Sıklet: Ağırlık
KATI
5
KIRKLARELİ'NİN
KALBİNE DAİR...
Yasin Çakırel
[email protected]
O
MAYIS2016
KATI
6
smanlı İmparatorluğu döneminde ecdadımız aynı kurgu ile
inşa ve imar faaliyetleri yapmış.
İbadethane, ticarethane, han, hamam,
eğitim mekânlarının bir arada bulunduğu külliyeler inşa etmiş. İstemiş ki, eğitim, ibadet, ticaret, temizlik, yani hepsi
bir araya gelince “hayat” iç içe olsun.
İmara ve inşaya çok ehemmiyet vermiş.
Anadolu’nun ve dahi Trakya’nın hangi
şehrini gezsek, aynı imar planını az çok
görürüz: Külliye… Mesela Edirne’de
Selimiye Camii’nin hemen altında bir
Kapalıçarşı var, üst tarafında hamam ve
bahçesinde küçük odalardan müteşekkil
medresesi mevcut. Bu eğitim alanlarının
ortak özelliği, talebelerin kaldığı küçük
odaların büyük bir avluya açılmaları ve
talep edenlerin sohbetin insicamından
faydalanmalarını sağlamasıdır. Sohbet ve
muhabbet, dostluğun ve kardeşliğin inkişafı için ehemmiyetlidir. Çarşıda esnaf
mütevazı dükkânlarda, yan yana, bir cemaatin safları gibi omuz omuza vermiştir. Ahilik teşkilatı ile edep ve kardeşlik
perçinlenir. Babadan oğula esnaf doğulur ama esnaflıkla kardeş olunur.
Bu, cami, kapalıçarşı ve hamamdan oluşan külliyelerden birisi de Kırklareli’ndedir. Köse Mihalzade Hızırbey tarafından
1383 yılında yaptırılan bu külliye; cami,
hamam ve çarşıdan oluşmakta. Medrese
kısmı kayıtlarda geçmiyor. Ancak cami
içerisinden basamak basamak inişler vardır ve rivayete göre de cami içerisinde
eğitim faaliyetleri yapılmıştır. Hızırbey
Camii olarak adlandırılan caminin şehirdeki ismi ise “Büyük Cami”dir. Kâbe
mimarisine benzer şekilde, kare temelli
inşa edilmiştir. Çocukken, merkezî olmasının da verdiği hissiyatla metrekare
olarak Kırklareli’nin en büyük camii zannederdim. Ama aslı öyle değilmiş. Cami,
Trakya’daki en eski Osmanlı eseri olarak
bilindiği için “büyük” olarak adlandırılıyormuş*. Balkan Savaşlarını görmüş,
minaresi Bulgarlar tarafından yarıya kadar yıkılmıştır. Ben ilk Kur’an tahsilimi,
ilkokul ikinci sınıfa giderken bu cami-
de yapmıştım. Kur’an okumayı burada
öğrendim. Hâlâ hayatta olan caminin o
dönemdeki imam ve müezzinleri –hepsinden Allah razı olsun- yaz günü cami
bahçesini dolduran çocuklarla tek tek
ilgilenirdi. Camiinin “suffa” kısmında
onlarca çocuk sırayla derslerini ve ezberlerini verirdi. Aralarda avluya çıkılır,
yukarıda bahsettiğim kardeşlik ve kaynaşma hali yaşanırdı. Şimdi baktığımızda
maalesef göremediğimiz 5-6 tane olgun
çam ağacı mevcuttu. Eğri olanın sırtına
çıkmak için yarışırdık. Sonra bir bahaneyle kestiler hepsini… Yenileri eski gölgenin tadını vermiyor ama cami bahçesi
ve duvar dibi halen Kırklareli ahalisine
oturma alanı olarak hizmet veriyor. Karşısında bulunan Nur Çay Evi ve Dibek
Kahvesinden ısmarlanan çaylar ve dahi
kahveler, sohbetlere eşlik ediyor.
Külliyenin, Kırklareli halkı tarafından en
az bilgi sahibi olunan parçası, hamamdır.
Bireyselleşme ile birlikte hamam sefaları da tarih olduğundan, Kırklareli’nde hamamı kullanan kişi sayısı bir elin
parmaklarını geçmez. Hamamı, misafir
olarak gelenlerin daha fazla ziyaret ettiğini duyuyorum. Anadolu’daki hamam
kültürü, burada devam etmiyor. Oysaki
çocukluğumda hamamın kadın kısmının
da hizmet verdiğini hatırlıyorum. Hamamı, Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu
gibi Sivaslı bir aile işletiyor.
Gelelim Kapalıçarşı’ya. Kırklareli’nde
oranın da iki adı var: “Bedesten” ve daha
yaygını “Arasta” 12 adet dükkândan oluşan oldukça mütevazı bir çarşıdır burası.
Osmanlı döneminde benzer olmasına
rağmen şu anda İstanbul’daki çarşıdan
farklı olarak burası kuyumcu, halı, hediyelik eşya satan bir çarşı değil. Dükkânların hemen hepsi zücaciye haline gelmiş.
Eşarp, yumak, düğme, iğne, kına, kolonya, çamaşır, kurdele… Velhasıl züccaciye
namına ne ararsanız burada bulursunuz.
Kendisine has öyle bir kokusu vardı ki;
hâlâ beni eski yıllara götürür. Kırklareli’nde bu kokuyu bilmeyen, şehirde çok
yenidir. Eniştemin de babasından kalma
iki dükkânının olduğu arastada, 93 yılının yaz tatilinde çıraklık yapmak nasip
oldu. Esnaf terbiyesi nedir, o zaman
görmüştüm. Esnaf arasındaki nezaket
ve kibarlığa ilk o zaman şahit olmuştum. Kırklareli’nin meşhur Çarşamba
pazarı o zamanlar caminin ve arastanın
önünden başlayarak yukarı doğru devam
eden Karaumur caddesinde kurulurdu.
Şehirlisi, köylüsü herkes pazara alışverişe gelirdi. Alışverişe gelenlerin de arastadan alması gereken birkaç parça şeyi,
doldurulacak kolonya şişesi, düğün için
havlusu, kınası, eşarbı, bobini muhakkak
olurdu. Arastaya uğramadan eve dönmek eksiklikti. “T” şeklindeki çarşının
bir ucundan öbür ucuna sipariş taşırdım
bazen. Ama iki arayı 5 dakikadan önce
almak mümkün değildi. İnsanları yara
yara geçmek gerekirdi, kalabalık o denli
yoğundu. Ana kapıdan giren müşterilere
“buyurun” denirdi, ama başka dükkânın
müşterisi olduğu biliniyorsa kimse sesini
çıkarmaz, buyur etmezdi. O yerini bulurdu. Çarşamba günleri öğlenleri dükkânlar kapanmaz, yarım ekmek arası köfte
yenirdi. O köftenin tadını şimdi hiçbir
köftede bulmak mümkün değil. Rahmetli Orhan amca, Sedat abi, Akarcalar,
Güray ve Osman kardeşler (eniştem ve
kardeşi), Muzaffer abi, güleç yüzlü Şener
abi esnaftan yalnızca birkaçıydı. Çoğu
emekli oldu, bıraktı. Birkaçı eski şaşaalı
günlerinden eser kalmayan dükkânlarda
var olma mücadelesi veriyor. Çoğu dükkân boş... Her şeyi bulabileceğimiz ucuz
marketler oradaki esnafı da maalesef öldürdü. Buharlaştırdı. Şehir ve medeniyet,
esnaflık ve ahilik sanırım bir daha geri
gelmemek üzere bize veda ediyorlar…
*Aslına bakarsanız Lüleburgaz’da I. Murat zamanında Gazi Ali Bey tarafından
yaptırılan daha eski bir cami mevcuttur.
Dış tabelasına göre de Hızırbey Camiinden dokuz yaş daha büyüktür ama yine
de Hızırbey Camii’nin de “büyük” olduğu gerçeğini gölgelemez.
ALİ SAMİ YEN’DEN
TT ARENA’YA:
TARAFTARIN
DEĞİŞEN MEKÂNI
A
li Sami Yen stadının bulunduğu
Mecidiyeköy, İstanbul’un 1950’lerden sonra oluşmuş semtlerinden
biri... Farklı isimlerin hatıratlarında 50’lerin
başında Şişli Tramvay/otobüs deposunun
şehrin sınırı gibi kabul edildiğini görürüz.
Buradan Levent’e kadar olan bölge Mecidiyeköy Likör Fabrikası ve Zincirlikuyu Mezarlığı dışında “karanfil tarlaları”, “kırlık”,
“dutluk” ve “zaman zaman inen kurtlar”la
birlikte anılır. Stadın inşaatı 1964’te bitirilip
hizmete açılmış olsa da ilk 20 yılında tam
anlamıyla Galatasaray’ın evine dönüşemez.
1972-81 arasında ulaşım, stada ait sorunlar
ve Boğaziçi Köprüsü’nün bağlantı yollarının inşası gibi sebeplerin birleşmesiyle,
1984-86 arasında ise stada ait sorunlar yüzünden Galatasaray Ali Sami Yen’den uzak
kalır. Olimpiyat Stadında geçen 2003-2004
sezonunu bir kenara bırakırsak, 1986’dan
kapandığı 2011’e kadar geçen 25 yılı, asıl
Ali Sami Yen dönemi olarak düşünebiliriz.
Bu yıllarda yurt içinde ve dışında elde edilen başarılar stada ve çevresine yüklenen
anlamı derinleştirse de dezavantajları kabul
etmek zorundayız. Stadın hemen önünden iki katlı yollarla işleyen trafik, yolların
kapladığı alan, semtin uzun bir geçmişinin
olmayışı, hızlı yapılaşma içinde futbolun
sosyalleşmesini besleyecek mekânlar yerine
ağırlığı iş yerlerinin ve şirket merkezlerinin
oluşturması Ali Sami Yen çevresini daima
Beşiktaş ve Kadıköy’de maç günleri oluşan havanın bir adım gerisinde bırakıyordu. Bütün bu negatif faktörlere rağmen o
25 yıllık dönemin içinde nice tanışıklıklar,
dostluklar ve ilginç hikâyeler var. Bu hikâyelerin bir kısmını geçtiğimiz yıllarda Orhan Ölçen, “Galatasaray Tribün Tarihi/
Aslan Yürekliler” (2012, Doğan Kitap)
isimli kitapta toplamıştı. Tabii ki Ali Sami
Yen stadının etrafında maç günlerinde biriken yaşanmışlıkları bir kitaba sığdırmak
imkânsız… Futbolu 22 kişinin oynadığı iki
45 dakikadan ibaret görmezsek, tribünlerde, kuyruklarda ve stadın etrafındaki kafe
ve restoranlarda sergilenen beraberlikleri
belki daha iyi anlayabiliriz. Maçlar tamamen “gece maçı saatine” dönmeden önce
stat kapıları bugünkü gibi 2-3 saat değil,
bazen 5-6 saat önce açılırdı. Tribünler de
bugünkü gibi son 1 saatin içinde değil, saatler önce dolardı. Yılların gündüz maçı alışkanlığı, sabahın erken saatlerinde binlerce
kişinin stadın etrafında toplanmasını sağlar,
kuyrukta uzun zaman geçirilirdi. Kuyrukta
birlikte geçirilen zaman bazen arkadaşlıkları başlatır, bazen de yıllarca selamlaşmadan
öteye gitmeyen ama selamlaşmayı ihmal de
etmeyen bir bağ kurardı. Maç kuyruklarındaki muhabbetlerin muhteviyatında henüz
15-16 yaşındaki gençlerin 1940 ve 50’lerde
doğan bir kuşaktan “maç anıları” ve “kulüpten kulis bilgileri” dinleyebilmesi de
vardı. Türkiye’de kombine bilet uygulaması
1995 sonrasında ve yavaş yavaş geliştiği için
“geçen maç yeni açıktaydım”, “geçen maç
eski açıktaydım” cümleleriyle başlayan ve
oralarda o gün görülen insan manzaralarını
hikâyeleştiren maç öncesi sohbetlerini de
dinlemek mümkündü.
Benim Ali Sami Yen’le tanışmam 22 Mayıs 1993’te 1-1 biten Galatasaray-Beşiktaş
maçıyla oldu. Başlama saatini hatırlayamıyorum ama bu bir gündüz maçıydı. Bayrampaşa’daki evimizden ağabeyimle birlikte hava yeni yeni aydınlanırken çıkmış –Ali
Sami Yen’in müdavimi olan Galatasaraylılar
için bir otobüs hattından çok daha fazla anlam yüklü olan- 75 numaralı Topkapı-Mecidiyeköy otobüsüyle stada gelmiştik. 75’i
kaçırdıysanız, alternatifiniz Topkapı kapısının önündeki büyük curcunanın içinden
kalkan “maça maça” minibüsleriydi. Saat
8 olmadan stada vardığımızda yeni açığı
çevreleyen bölgede en az 2-3 bin kişi vardı.
Biletin büyük ölçüde maç gününde stattaki gişelerden alındığı 90’larda erken gelip
kuyruğun önlerinde yer almak önemliydi.
Ancak 1993 yılı şartlarında maçtan 7-8 saat
önce “stadın oralarda olma”nın başka sebepleri de vardı. Bunlardan birisi 80’lerden
kalan “derbiye geceden gelme/sabahlama”
alışkanlığının son pratikleri, diğeri de derbi
maçların hâlen yarı yarıya oynanıyor olmasıydı. Yarı yarıya tribünler bir yandan dışarıda tehlikeli karşılaşmaları içerse de stadın
içinde maç saatine kadar süren bir tezahürat savaşının hazzı/hırsı kadim bir tribüncü
için emsalsizdir... 93’te başlayan Ali Sami
Yen maceramın birinci dönemi 15 Şubat
1998’de -maçtan sonra Ali Şen’in “saat
kaç” deyişiyle meşhur olan- 2-2 biten Galatasaray- Fenerbahçe maçıyla noktalandı.
Yeniden Ali Sami Yen tribünlerine dönüş
2005’te oldu. 2006’da hemen hemen bütün
maçlara giderek sonunda 16 dakika bekle-
Cem Sökmen
[email protected]
diğimiz “son dakika” şampiyonluğuna tanıklık ettim. 2000’lerin ortalarında tribünlerin “futbol ekonomisi”nden ciddi biçimde
etkilendiği görülüyordu. Bir tarafta, lisanslı
ürünler, kombine bilet, 19.00’a kilitlenen
maç saatleri, her statta olduğu gibi Ali Sami
Yen’in de havasını değiştirmişti. Olumlu tarafına bakarsak, 1986 sonrasında adeta tribünde beraber yaşlanan bir kuşak zaten Ali
Sami Yen stadını çevreleyen sokaklardaki
bazı kafe ve restoranları mekân tutmuştu.
2000’lerde onlara internet forumlarında
birbirini tanıyan yeni bir kuşağın eklendiği
görülüyordu. Sportif başarının 90’lara göre
düşük olduğu bu yıllarda taraftarlık kültürü
bu insan adalarında paylaşıldı.
Galatasaray 23 Ocak 2011’deki Sivasspor
maçıyla Mecidiyeköy’den Seyrantepe’deki
Türk Telekom Arena Stadına geçti. Taraftarın tepkisiyle bir süre sonra stadın ismi
Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena olarak ifade edilmeye başlandı.
Ali Sami Yen’den TT Arena’ya geçişle sadece bir stat Mecidiyeköy’den Seyrantepe’ye
taşınmış olmadı. Yeni statla birlikte her
şeyden önce Eski Açık, Yeni Açık, Kapalı ve Numaralı gibi tribün isimleri yerlerini
önce yönlere, sonra da sponsor isimlerine
bıraktı. Kapalı Doğu, Numaralı Batı, Yeni
Açık Kuzey, Eski Açık Güney tribünü
oldu. Yeni statla birlikte “kapalı”nın oturmayan-susmayan taraftar öbekleri büyük
ölçüde kale arkasına/yeni açığa/kuzey tribününe konuşlandı. Biz de dostum Derviş
Tuğrul Koyuncu ile birlikte 2012-13 sezonunu güney tribününde geçirdik. Önce
stadı ve çevresini tanımaya çalıştık, içerdeki
saatlerde Ali Sami Yen’le ve ilk gençliğimizin taraftarlık duygusuyla karşılaştırmalar
yaptık. Şimdi de yılda 3-4 maçla devam
ediyoruz. 2011’den bu yana Seyrantepe’de
5 yıl/sezon geçti. İstanbul’un fabrikalar etrafında kurulan semtlerinden biri olan Seyrantepe’de stadı benimsetecek bir çevrenin
bulunmadığı açıktı. Geçen 5 yılda gerekli
hayat alanlarının üretilebildiğini söylemek
de zor. Ali Sami Yen’in müdavimi olmuş
Galatasaray taraftarı günü İstiklal Caddesinde ve Mecidiyeköy’de yaşayıp stada gidiyor. Stada gidiyor ama -Fenerbahçe ve
Beşiktaş statlarını “yerinde” yenilemişkenSeyrantepe’nin mekânlaşabilmesi için gereken zaman da taraftarın ağırına gidiyor…
MAYIS2016
KATI
7
VİTRAYDAN YANSIYAN
HUZUR
Ramazan Çelik
[email protected]
İ
nsan bu, her zaman sığınacak liman
arıyor. Bu limanlar, insani olan her
duygunun ortak pazarının yerleridir.
Bu pazarda canlar alınır, canlar satılır,
canlar özlenir, canlar yâd edilir. Buna mukabil etrafımızda öyle yerler, öyle mekânlar vardır ki, beden ve ruhun birlikteliğini
yakalayabildiği, mantığı, estetiği, ahengi ve
armoniyi içinde barındıran, bir sanatkârın
sanatını icra ettiği, insanın ruhunu besleyen mekânlar…
MAYIS2016
KATI
8
Çaresizlik İnananın Sığınacağı Liman
Değildir
Şu son günlerde insanın ruhunu besleyen mekânlara olan ilgi ve ihtiyaç daha
da artmakta, çünkü duygulara daha da
aç olan kalabalıklar türemekte. Bugünlerde her gidişimde, insanın içini hüzün ve
stres kaplayan, sıkıntı veren bir İstanbul
atmosferinde beni benden alan mekânlar
daha çok istenen, talep edilen yerler oldu.
Öncelikle tahlilim şudur ki; İstanbul maalesef yaşanılacak bir mekân olmaktan giderek uzaklaşmakta. Zira insanlar burada
yaşamıyor adeta yarışıyor vaziyetteler. Bu
da, insani olan her duygunun bu atmosferde dile getirilmesinde güçlükler yaratmakta ve insanı biçare bırakmaktadır. İstanbul’un geneli için bu ifadelerim geçerli
olabilir lakin “gülü seven dikenine katlanır” misali bu şehri kutlu yapan, mübarek
kılan o kadar şaheser var ki, gidip görmek,
o mekânların altını üstüne getirmek, o
mübarek yerleri arşınlamak insanın kendi
elinde. Şüphesiz çaresizlik inananın sığınabileceği bir liman değildir.
Üniversiteye başladığım yıllardan itibaren, “eski İstanbul” diye de ifade edilen
sur içinde Beyazıt semtinin yeri bende bir
başkadır. Zira ecdadımızın at koşturduğu,
külliyeleri ile ilme ve bilime katkı yaptığı,
han ve hamamları ile medeniyeti beslediği, kapalı çarşıları ile ticaretin bel kemiği
olduğu, camileri ile beş vakit Allah’a yalvardığı mekândır bu semt. Amma ve lakin
bütün bu zenginliklerin içinde bu semtte
beni benden alan öyle bir yer vardır ki,
kendi iç sesimi dinlediğim, huzur buldu-
ğum, Rabbim’e şükrettiğim ve O’ndan
güç aldığım kutlu bir mekân.
adaletin, hakkın, hukukun, hoşgörünün
eseridir bu kutlu mekân.
Vitraydan Yansıyan Huzurdur, Davettir, Hasrettir
Orası, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın
1551-1557 yılları arasında Mimar Sinan’a
inşa ettirdiği yerdir. Mimar Sinan’ın kimilerine göre ustalık, kimilerine göre ise
kalfalık devri eseri olarak nitelendirilen bu
mekân; medreseler, kütüphane, hastane,
sıbyan mektebi, hamam, imaret, hazire ve
dükkânlardan oluşan külliyenin bir parçası olarak inşa edilen bir yerdir. Klasik
Osmanlı Mimarisinin en önemli örneklerinden biridir.
İstanbul’un o boğucu, daraltan ve sersemleten kalabalıklarından bir nebze olsun
ruhumu uzaklaştıran bir mekân burası.
Bu mekân, sabahı öğleye, ikindiyi akşama
bağlayan vakitlerde insanın ruhunu ısıtan
bir yansıma ile sizleri içine çekiyor. Buranın çok ama çok güzel vitrayları var ve bu
vitraylar, sanat tarihi derslerinde hocaların
anlatmaktan bıkmadığı eserlerin başında
gelir. Huzuru yansıtan bu vitraylarda ruhunuzun kilitli kapılarına anahtar olacak
davetler vardır. Tıpkı Hz. Mevlana’nın
“Kim olursan ol, ne olursan ol gel, yine
gel” sözünü hatırlatan yansımalardır bu
vitraylardan yansıyanlar. Vitrayların içeriye yansıması, ruhunuzun da dışarıya yansıması olarak gerçekleşir. Çıplak bedenlerin örtüsü; ar, hayâ, ahlak, ruhun meşki
ile tıpkı tüm mekânı sarıyor vitraylardan
yansıyan sarı, mor, kırmızı, mavi renge.
Bu renklerde huzur, bu renklerde miski
amber, bu renklerde Kâbe’ye davet, bu
renklerde Hz. Muhammed’e (s.a.v) hasret, bu renklerde geçmişe özlem var. Evliya Çelebi bu eşsiz mekânın vitrayları için
şunları söylüyor:
“Mihrab ve minber üzerinde olan renk
renk camlar Serhoş İbrahim'in işidir. Her
cam parçasında nice kerre yüzbin parçanın renk renk hurda camlarla çiçekler ve
Allah'ın güzel adlarıyla süslenmiş camlardır ki, bunlar kara ve deniz seyyahları arasında dünyaca övülmektedir, felekte bunların eşi görülmemiştir.” (Wikipedia’dan
alıntıdır)
Evliya Çelebi’nin de betimlediği gibi felekte dahi eşi görülmemiş, Serhoş İbrahim’in işi olan bu vitraylar, hangi kutlu
mekânın bir parçasıdır acaba? El cevap:
Orası, Muhteşem Kanuni’nin gücünü, Osmanlı’nın kudretini yansıtan bir
mekândır. Fikrimce İstanbul’un incisi,
Orası, o kadar mübarek bir mekândır ki,
yapımından günümüze dek İstanbul’da
yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın duvarlarında en ufak bir çatlak oluşmamıştır.
Orası, Kanuni Sultan Süleyman’ın, eşi
Hürrem Sultan’ın ve Mimar Sinan’ın kabirlerinin bulunduğu yerdir. Kudretli lider
Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin
kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzü
imajını versin diye, içeriden metalik plakalar arasına yerleştirilmiş pırlantalarla (elmaslarla) süslenmiş bir mekândır.
Orası, mihrabın iki tarafındaki vitraylar
üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih Suresi, ana kubbesinin ortasında ise
Nur Suresi’nin yazılı olduğu mekândır.
Orası, Evliya Çelebi’nin deyimi ile müezzin mahfili için mermeri işleyen üstadın
göz bebeği, adeta Cennet’ten bir mahfildir. Oranın en önemli özelliklerinden bir
tanesi de akustiğidir. Mimar Sinan, oranın
akustiğinin mükemmel olması ve seslerin
o mekânın her köşesinden duyulması için
gece gündüz çaba sarf etmiş ve o mekâna
değer katmıştır.
Orası, Koca Mimar Sinan’ın Kanuni’ye
kıyamete kadar şahitlik edeceğine söz verdiği kutlu mekândır.
Orası, Süleymaniye Camii Şerifi’dir.
NASIL MEKÂNSIZ
KALDIĞIMIN
HİKAYESİDİR!
B
en oğlak burcuyum efendim. Sistemi severim, düzene aşığımdır.
İtiraf edeyim, biraz da sabitimdir. Yıllarca hiç yüksünmeden aynı yoldan işime gidip yine aynı yoldan evime
dönebilirim. Mecburiyetten doğan bir
ihtiyaç olmadığı takdirde evimdeki eşyalarımın yerini değiştirme gereği bile
duymam. Beğenerek aldığım kıyafetle,
ayakkabıyla, çantayla duygusal bağ kurarım. Mekânımı benimserim; evimin,
odamın benden ve sevdiklerimden izler
taşıması benim için önemlidir. Her gün
aynı evden çıkmak, aynı köşeyi dönüp,
aynı fırından her zamanki poğaçamı almak, aynı kapıdan girip, montumu aynı
askıya asmak bana mutluluk verir. Bu
aynılık, bende sakinlik hissi yaratır ve bu
sakinlik, kendimi güvende hissetmemi
sağlar. Bu güven beni mutlu eder. Ben
böyle yaşarım hayatımı.
Ben böyle yaşardım hayatımı. Ta ki evlenene kadar… Bir tarafta plan, program,
sistem, nizam; beri tarafta ani kararlar,
heyecan, aksiyon. Bir tarafta her gün işe
aynı yoldan giden bir kadın; beri tarafta, “Bu yol nereye gidiyor acaba” diye
merakından tüm tali yolları keşfeden bir
adam. Bir tarafta uzun otobüs yolculuklarında “yanıma meraklı bir teyze oturmasın” diye dua eden biri, beri tarafta
yolculuk sonunda neredeyse tüm otobüsle sarılarak vedalaşan biri...
Yolculuk demişken; hayat bu konuda da
sınadı beni. On dakika dolmuş yolculuğu yapmaktansa yarım saat yürümeyi
tercih eden ben, akademisyenliğe başladığım yıl, tam sekiz ay boyunca haftanın
üç günü İstanbul’dan Kırklareli’ne gidip
geldim. Bu yolculuklarım sırasında otobüs yolculuklarını zevkli hale getirmenin püf noktalarını keşfettim. Mesela;
Ayşegül Dalgalıdere
[email protected]
otobüs yolculuğunda muavin kilit rol
oynar. Muavin ile dost olmak zorunda
değilsiniz elbette ama ters de düşmemenizi tavsiye ederim. Zira bu durumda
tüm yolculuk boyunca kahvenin soğuğu,
suyun ılığı, kulaklığın bozuğu hep size
denk gelir. Ben bu konuda şanslıydım,
çünkü sürekli kullandığım firmanın muavini ile hemşeri çıkmıştık. Böylelikle
aylarca kekim, krakerim eksik edilmedi.
İstediğim zaman çay isteyebilme ve hatta sabah çok erken saatler ise arkadaki
dörtlü koltukta uyuyabilme ayrıcalığına
sahip oldum. Muavin konusunda şanslıydım evet ama yanıma oturan meraklı
teyzelerden de çok çektim. Kendileri
yolculuklarda uyuyamadıkları için yol
arkadaşlarının uyumasına da tahammül
edemeyen ve bu tahammülsüzlükle gaddarlaşan teyzeler, yanındakini uyutmamak için aynı soruyu dört farklı şekilde
sorabilme kabiliyetine sahiptirler. Ama
onları da alt etmenin yolunu öğrendim
zamanla:
-Kızım! Kızım! Kızıımmm! Uyuyor musun?
-Uyuyorum teyzeciğim.
-Nerelisin sen?
-New Jerseyliyim teyze. Jersey’i ile meşhur, duymuşsundur, böyle karpuzla patlıcan arası bir meyve!!
Otobüslerde, yollarda, farklı farklı şehirlerde pek çok insan tanıdım. 25 yaşıma
kadar sadece iki defa mekân değiştiren
ben, son yedi yılda dört il, üç bölge, altı
ev, üç iş değiştirdim. Tek dostun varlığına inanan ben, sayısız insanla tanışıp,
pek çok arkadaş ve hatta dost edindim.
Fıtratımı zorlayan bu değişikliklerin kalıcı neticeleri de oldu elbet. Şöyle ki; taşınmaya her an hazır ve istekliyim artık.
-Bugün hava çok güzel, taşınsak mı?
Ev toplama ve yerleştirme konusunda
da hızlı ve gayretliyim. Misal, önceleri
taşınma mevzuu olduğunda duygusal
sarsıntılar yaşarken, şimdi olayı kendi
çapımda bir plana bile oturtabiliyorum:
“Hepimiz aynı yeri toplamayalım. Dağılırsak daha iyi olur. Sen, mutfağa! Sen,
salona! Sen, benimle geliyorsun!” Evde
iki kişi olduğumuzu düşünürsek, tüm
bu talimatları elbette ki kendime veriyorum...
Yeni ve sevimli ilgi alanlarım da var artık. Kolilere hiç dayanamıyorum mesela.
Boş, büyük, hasarsız koli gördüğümde
“bununla ne güzel taşınılır” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. İçim kıpır
kıpır oluyor, benim olsunlar istiyorum.
Hatta düzleştirip balkonumda beslediğim üç sokak, bir de cins kolim var.
-Bu kolileri niye çöpe attınız beyefendi?
-Boş koli onlar...
-Ayıp değil mi? Onları bulamayan insanlar var!!
Keza, günlük gazetelerime de hiç kıyamıyorum. Okuduktan sonra muntazam
bir şekilde katlayıp, ani taşınmalar için
bir kenarda saklıyorum.
Şaka bir yana; neye tutkunsanız hayat
onunla sınar sizi. Ben de “mekân değişikliklerinden haz etmem” dedikçe
oradan oraya savruldum durdum. Uçmaya korkarken gökteki kuş oldum,
sabit mekân isterken, bildiğiniz seyyah
oldum. Hani “ahirette iman, dünyada
mekân” derler ya, öyle tahmin ediyorum
ki cennete gidebilirsem şayet, her ihtimale karşı cebimde taşıyacağım tek kartvizit olur herhalde: “Cennet Nakliyat”
MAYIS2016
KATI
9
DEVLETLERE MEKÂN
*
OLAN YURTLAR
Muhammet Atalay
[email protected]
M
MAYIS2016
KATI
10
üntesibi olduğumuz milletin
tebarüz etmiş bir özelliği olan
göçebelikten midir nedir, ilk
tanıştığımız kimseye memleketini sormak
olmazsa olmazlarımızdandır. Hele İstanbul gibi büyük şehirlerde bu daha da yaygın, bir de askerlikte. Beş buçuk ay süre
ile yaptığım askerlik boyunca kaç kişiye
kaç defa memleketimi söylediğimi ancak
askerlik yapanlarımız tahmin edebilir. Bir
de benim gibi aslen şuralıyım fakat şurada yaşıyorum durumundaysanız soran bir
daha soruyor. Artık belli bir süre sonra
onu da izah etmekten vazgeçtiğimi hatırlıyorum. Benden askerlik yapacak olanlara
tüyo; tek bir şehir belirleyin, onu söyleyin.
Hem sonra şafak sayarken de sıkıntı oluyor. Bilen bilir, her asker son 81 gün şafak
söylerken kalan günü yerine o günkü plaka numarasına göre ilin adını söyler. Sıra
kendi memleketine geldi mi de bir cümbüş
yaşanır. Onun için askerlikte memleketin
net olmalı, benden söylemesi… Öte yandan Türk sinemasının özellikle kentlileşme, İstanbul, göç temalı filmlerinde “Nerelisin hemşerim” repliklerini ne de çok
dinlemişizdir. İzlediğim Hollywood veya
Avrupa yapımlarında ise benzeri bir tanışma sahnesi pek hatırlayamıyorum doğrusu. Bunun istisnası ise kovboy filmleridir.
Demek ki bu “memleket” sevdasında göç
olgusunun ciddi etkisi var. Çünkü biliyoruz ki Amerikalıların dedelerinin neredeyse tamamı uzak kıtalardan göç etmiştir.
Fakat şunu da unutmamak lazım ki her ne
kadar her birimiz bir memleketi sahiplensek de aslında tarihin akışı içinde bu durumun çok da kesin olması mümkün değil.
Anadolu ve Trakya o kadar çok kavim ve
devletin boy gösterdiği topraklardır ki, bu
sirkülâsyonda kimin nereden geldiğini nereye gittiğini takip etmek geçmişe doğru
gidildikçe imkânsız bir hal alır. Fakat uzak
geçmişteki hareketliliklerin genelde büyük
kitleler halinde ve uzun periyotlarla olduğunu biliyoruz. Oysaki endüstrileşmenin
ve küreselleşmenin etkisiyle bu durum
hem hızlandı hem de daha küçük boyutlarda, yani fert ve aile bazında olmaya başladı.
Yapılan araştırmalardan, insanlığın yüz elli
ile iki yüz bin yıl önce Ortadoğu ve Afrika
menşeli olduğunu anlıyoruz. Yaklaşık ellinci binden itibaren ise “yurt” kavramının
yani yerleşik hayatın benimsendiği kabul
edilir. Fakat bu, her kavim için süreklilik
arz eden bir durum değil, çünkü içlerinde
çok büyük boyutlarda olanları da bulunan
göçler ile dünyanın iskânının değişiklikler
yaşadığını biliyoruz. Mesela Avrupa dilleri ile İran ve Hindistan’da kullanılan diller
arasındaki yapı benzerliği, genel olarak bu
dillerin tamamına Hint-Avrupa dilleri, bu
dilleri konuşanlara da Hint-Avrupa kavimleri denilmesinin bir nedeni. Bu da bu
kavimlerin ortak, üstelik bugünkü coğrafyalarından uzak bir coğrafyadan yayıldığı
anlamına geliyor. Her ne kadar bu teoriye karşı çıkanlar olsa da bugünkü coğrafyalara bakarak aralarında bağ kurmakta
zorlanacağımız kavimler arasında tarihsel
akrabalıklar olduğu bir gerçek. Tüm bunlar kavimlerin yaptığı göçler ekseninde değerlendirilirse bir anlam kazanıyor. En son
coğrafi keşiflerle yaşanan bu büyük hareketliliklere yakın tarihte pek rastlayamayız.
Ancak ciddi boyutlu bir takım sebepler
bunlara göre daha küçük hareketlere sebebiyet verebilmiştir. Dünya savaşları ve
sömürgecilik faaliyetleri bu sebeplerden
belki en önemlileridir.
Bir kavmin yurt kabul ettiği topraklarla ilgili en önemli gösterge, o topraklara ölülerini gömmesidir desek mübalağa etmiş olmayız zannediyorum. Ardından da yerleşik
hayatın gereği faaliyetler sayılabilir. Onun
için mezarlıklar ve mezar taşları bir vatanın
tapusu kabul edilir. Yurt kavramından sonra ise “devletleşme” başlar. Çünkü devletin devlet olabilmesi için önce sınırlanmış
bir toprağın olması gerekir. İşte bu toprak
yurt olup üzerinde yaşayan kişilere vatandır. Sonrasında ise devletleşmenin olmazsa
olmazı “şehir” dünyasının oluşması yani
insanların ihtiyaçlarını karşılayabileceği
ortamların hazırlanması ve görevlerin paylaşılması ile mesleklerin meydana gelmesi
gelir. Elbette devamında da bunların idaresi için siyasetin oluşması izler. Çünkü şehir
hayatına kavuşan ve birlikte yaşayan toplum mensupları “mülkiyet”in cazibesine
kapılacak ve böylelikle hukuk, iktisat, din
ve siyaset kurumları oluşacaktır. Tüm bunları yeryüzünde yaşamış her kavmin başardığını söylemek ise çok zor. Hele ki bunu
başaranların içinde bir ülkü meydana getirerek kavmî unsurlar dışında da tebarüz
edenler çok daha azdır. İşte bunlara doğu
medeniyetlerinden Çin, İslam öncesi İran,
Hint, Osmanlı Türkleri, Endülüs –ki her
ne kadar coğrafi olarak batıda kurulmuş
bir Arap devleti olsa da- batı medeniyetlerinden Roma, Yunan, Bizans, İngiliz-Amerikan medeniyetleri örnek verilebilir.
Burada dikkat çeken bir diğer husus da
büyük medeniyetler kuran milletlerin adlarının da vatanları ile birlikte anılmasıdır:
Çinliler, İranlılar, Yunanlılar/Rumlar, İngilizler, Fransızlar, Moğollar, Türkler, Araplar, İsrailliler buna örnek olarak bir çırpıda
sayabildiklerimiz.
Bu anlattıklarımdan sonra hangi milliyete
neresi “Özyurt” olur bilemem. Bildiğimiz şu: Avrupa kolonyalizmi ve I. Dünya
Savaşı sonrası en büyük yurt projeleri bizim yaşadığımız topraklarda yaşandı. Son
yıllarda yaşanan büyük boyutlu toplu hareketlilikler olarak mübadeleler, Osmanlı coğrafyasından -özellikle Balkanlar ve
Kafkasya’dan- ülkemize yaşanan zorunlu
göçler ve Ortadoğu’dan Körfez Savaşı ve
iç savaşlar sonucu gelen mülteci akını sayılabilir. Bunlar siyasi gelişmelerin sonuçları olarak yaşanırken, öte yandan aslında
her birimiz ya göç halinde ya da göçmen
adayı değil miyiz? Üniversite eğitimi, iş
kurma, tayin, aile kurma gibi nedenlerle
şehirler arasında hareket halinde olmamız,
bizi bazen uzun bazen kısa dönemler halinde göçmen yapıyor aslında. Bu sebeple
günümüz insanının öz yurdunu daha fazla
sahiplenmesi ama insanlığın farklı coğrafyalarındaki zenginliklerine de açık olması
gerekiyor.
* Bu yazıda istifade ettiğim “Omurgasızlaştırılmış Türklük” (Dergâh Yayınları,2013) eserinin müellifi Teoman Duralı
Hocamızı hürmetle yâd ediyorum.
SOSYALLEŞEN
MEKÂNLAR
M
ekân kavramı, gündelik yaşam
ve kültürün tam ortasında yer
almaktadır. Mekânlar, yalnızca
işlevsel bakımdan değil, taşıdıkları simgesel ve imgesel kodlar ile de yaşamımızda büyük rol oynamaktadırlar. Postmodernizm ile beraber mekânların önemi
ve temsiliyet dereceleri büyük oranda
artmış, yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve bazıları ise birer sembol
halini almıştır.
Parklar, kahvehaneler, kafeler, restoranlar, pastaneler, eğlence yerleri vb. gibi
gündelik yaşamı içeren mekânlar, birçok
insanın buluşma, karşılaşma, vakit geçirme adresi konumundadır ve sosyalleşme
sürecinde hatırı sayılır bir yere sahiptir.
Farklı zümre ve kültür seviyesinden insanların bir şeyler içmek ve sohbet etmek amacıyla gittiği birçok mekân, kısa
zamanda toplumun sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayan bir konuma gelmiştir. Aynı zamanda birçok sivil deneyimin
gelişmesine de katkıda bulunmuştur.
Gündelik yaşamın konuşulduğu, sosyalleşme ve bireyleşme süreçlerinin deneyimlendiği bu mekânlar, insanları biçimlendirirken insanlar da bu mekânları
biçimlendirmektedir. Örneğin yazar ve
filozof kişilikler olan Sartre ve Beauvoir,
1938’de sanatçıların buluştuğu Montparnasse’ı kendilerine mekân seçmişlerdir.
Yazılarını bugün Paris’in en ünlü kafelerinden biri olan Cafe de Flore ve Deux
Magots’da yazmaya başlamışlardır.
Toplumsal süreçlerimize katkı sağlayan
birçok olay, gündelik yaşamın geçtiği
mekânlarda şekillenmiştir. Bazen belirli bir ilgi alanı, belirli bir kitle gerektirdiği gibi bazen ortak bir sohbet zemini
ve söylem biçimi sağlamıştır. Örneğin
filozof, ekonomist ve devrimci kişilikler olan Karl Marx ve Frederick Engels,
Londra’nın Soho semtinde bulunan Red
Lion Pub’da seminerler vermiş, tartışmalara katılmıştır. Toplumsal süreçler belli
bir mekânda oluştuğu için o mekândan
Fatih Ünal
etkilenmekte ve gelişen sosyo-mekânsal süreç ile mekân yeniden üretilmekte,
yeni bir aidiyet ve kimlik kazanmaktadır.
İçinde bulunduğumuz bilgi çağı ile beraber, mekânların geçirdiği/yaşadığı süreçler ve kazandıkları kimlikler değişime
uğramaktadır. Hayatımıza giren sosyal
ağlar, bireylerin ilişkilerini, iletişimlerini, yaşam biçimlerini, çevreyle olan etkileşimlerini ve sosyalleşme süreçlerini
derinden etkilemektedir. Sosyal ağlar
zaman ve mekândan bağımsız olarak
iletişim kurma, bir araya gelme imkanı
sunmakta ve gerçek anlamda yüz yüze
görüşme ihtiyacının önüne geçerek bir
araya gelmeye duyulan gereksinimin
azalmasına neden olmaktadır. Bu nedenle sosyalleşme mekânları, zaman içerisinde dönüşüme uğramakta ve mekânların
temsiliyeti ile taşıdıkları simgesel kodlar
değişmektedir.
Bireylerin sosyal ağlardaki paylaşımları, içinde yaşadıkları toplumun kültürel
kodlarını yansıtmaktadır. Sosyal ağlar
üzerindeki bütün içerikler kullanıcılar
(bireyler) tarafından oluşturulmakta,
“katılım ve süreklilik” yani “sosyal olma”
ve “sosyal kalma” büyük derecede önem
taşımaktadır. Sosyal olduğunu ve sosyal
kaldığını bildirmek isteyen birçok birey
bulundukları mekânlarda "check in" (yer
bildirimi) yaparak konumlarını ve durumlarını sosyal çevreleri ile paylaşmaktadır. Bu sayede bireylerin mekânlara ait
sembol ve kimlikleri kullanarak sosyal
ağlar üzerinde ilişkilerini güçlendirebileceği ve sosyalleşebileceği yeni ortamlara
girmesine olanak sağlamaktadır. Aynı zamanda birey, mekân ile beraber yeni bir
kimlik kazanmaktadır.
Sosyal ağlarda bireyler, "check in" yapmanın dışında; mekânlar hakkında kamuya açık yorumlar yapabilmektedir.
Bununla beraber bireyler, aldıkları hizmet ve çevresel faktörlere kadar birçok
şeyi fotoğraflayabilmektedir. Tüm bu
[email protected]
iletişim ve etkileşim ile beraber mekânlar yeniden üretilmekte, yeni bir aidiyet
ve kimlik kazanmaktadır. Hatta öyle ki
sosyal ağlar öncesinde hiçbir önemi olmayan veya bilinmeyen birçok kamusal
veya özel mekân bilinir olmuş, yapılan
paylaşımlar ile birlikte yeniden biçimlenmiş ve zaman içerisinde dönüşüme
uğramıştır.
Sosyal ağların kendine has yapısı nedeniyle; içerik, takipçi sayısı, beğenilme
oranı/sayısı, yapılan paylaşımların başkaları tarafından da paylaşılabilmesi vb.
gibi durumlar kullanıcılar arasında rekabet yaratmaktadır. Bu nedenle bireyler,
bu rekabet ortamında sosyal olabilme
ve sosyal kalabilme adına hiçbir zaman
bulunmadıkları mekânları paylaşımlarına
dahil edebilmektedir. Bu da sosyal ağlar
üzerinde mekânlarda bulunma/görünme gibi durumların her zaman reel bir
duruma karşılık gelmemesine neden olmaktadır.
Sonuç itibariyle mekânlar, bireyler ile
beraber yaşamaktadır. Mekânlar, bireyler
ile bir aidiyet ve kimlik kazanmaktadır.
Aynı zamanda toplumsal yapı ve bireysel
bilinç, mekân ve biçiminin şekillenmesine büyük oranda etki etmektedir. Bu
da mekânların sosyalleşme ve bireyleşme süreçlerinin deneyimlendiği alanlar
olmasını sağlamaktadır. Sosyal ağlar ile
beraber internet üzerinde de sosyalleşen bireyler, mekânları da beraberinde
sosyalleştirmekte ve zaman içerisinde
mekânların dönüşümüne katkı sağlamaktadır. Bireyler ve mekânlar arasında
yeni ve sürekli bir enformasyon akışı olmaktadır. Bu da gündelik hayatın teatral
tarzda mekânlar üzerinden yeniden kurulmasına imkan sağlamaktadır. Kuşkusuz bu süreçte, sosyal ağların kullanım
amaçları bireyler ve mekânlar üzerinde
daha da belirleyici olacaktır.
MAYIS2016
KATI
11
KÜTÜPHANE KÜLTÜRÜ
ÜZERİNE DÜŞÜNMEK
Ömer Yalçınova
[email protected]
M
uhtelif kütüphaneler var. Ben
sadece üniversite, vakıf ve belediye kütüphanelerini biliyorum.
Üçünün de amacı, işleyişi, açılış kapanış saatleri farklı. Yazımızın konusunu belediye
kütüphaneleri oluşturuyor. Diğer ifadeyle
yaşadığım kırgınlıklar…
MAYIS2016
KATI
12
Belediye kütüphanelerinin sunmuş olduğu
hizmet takdire şayandır. Sosyal belediyecilik kapsamı altında her il veya ilçe belediyesi kütüphane açmaktadır. Bunların sayısı
gerçekten şaşırtıcı düzeydedir. Örneğin
Selçuklu Belediyesi’nin açtığı kütüphane sayısı 15’e yükselmiş, Kahramanmaraş
Büyükşehir Belediyesi’ne ait kütüphane
sayısı ise 17. Sanırım hiçbir şehirde Kültür
Bakanlığı bu kadar kütüphane açmamıştır.
Bu yüzden belediyeler, kütüphane alanında Kültür Bakanlığı’nı epey geride bıraktı
diyebiliriz.
Bunun çeşitli sebepleri olabilir, en basitinden belediye kütüphanelerinde hiçbir
kütüphane personeli çocukları azarlayamaz, kütüphaneden dışarıya atamaz, eğer
çocuk başkalarını rahatsız etmiyorsa. Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum, İl Kültür
Müdürlüğü’ne bağlı kütüphane memurlarından çekinirdik, onlara bir şey sormaktan korkardık, kaldı ki rafları karıştıralım,
yanımızdaki arkadaşla fısır fısır bir şeyler
konuşalım. Belediyeye bağlı kütüphanelerde ise memurdan çok “hizmet alımı”/“taşeron” personeller kütüphanecilik yapıyor.
Belki onlar memurlar kadar kütüphanecilik
bilgisine sahip değiller; çeşitli eğitim öğretim alanlarından geçmişler; bazısı eğitim
fakültesi mezunu, bazısı iki yıllık işletme,
hatta içlerinde lise mezunları bile vardır.
Fakat onların halkla, öğrencilerle, çocuklarla iletişimleri daha sıcak denilebilir, çünkü
bu sıcaklık sayesinde orada bulunuyorlar,
gönderilmeleri, işlerine son verilmesi daha
kolay. Kütüphane memurlarını ise çoğu
zaman kendi müdürleri bile yerinden kımıldatamıyor. Kütüphane memurlarına
saldırmak değil amacım. Hepsini aynı şekilde değerlendirmek de yanlış. Onların
içlerinde de kitap okuyan, kitap okumayı
seven, kitap okuyanı seven, öğrencilerle ve
halktan insanlarla iyi anlaşanlar, onlara danışmanlık yapanlar vardır. Bu tip kişilerin
sayısı umarım gün geçtikçe daha da çoğalır.
Zira bir kütüphane müdavimi için kütüphane personeli çok önemlidir. Acaba o personel kitaplarla ilgili bir soruya güler yüzle,
yani oflayıp puflamadan, karşıdakini ikna
edebilecek şekilde cevap verebiliyor mu?
Kütüphane salonlarındaki sessizliği sağlayabiliyor mu? Bir kâğıt, fotokopi, kalem
rica edildiğinde, yardımcı olmaya çalışıyor
mu, yoksa suratını ekşitip, her isteğe “yok”
diye mi karşılık veriyor? Bunlar önemli,
çünkü kütüphanede uzun zaman geçirilir.
Bir kitap okuyayım dediğinizde bile en az
bir saat oradasınızdır ve bazen bir kapı gıcırtısı, bir sandalyenin gürültüsü, yan masadaki kişinin çiğnediği sakız, iki kişinin
fısır fısır birbiriyle konuşması… Sinirlerin
gerilmesine neden olabilir. Bu gibi durumlarda kütüphaneci hemen devreye girmeli,
ortamı sakinleştirip, ilgili kişiye kütüphane
kurallarını rencide etmeden anlatabilmelidir. Sonuçta kütüphaneler ilim yuvalarıdır.
İlimden bizim anladığımızsa medeniyet,
düşünce, incelik, nezaket, saygı ve sevgidir.
Bunun yaşatılması gereken mekânlardan
biri de kütüphanedir.
Kütüphane açmak işi de arz talep meselesidir. Belediye kütüphanelerin gösterdiği başarı, gelenlerde oluşturduğu memnuniyet,
daha çok kütüphaneye ihtiyaç duyuruyor
olabilir.
Kırgınlığıma gelince; üniversitedeki kütüphanenin sadece vize ve final zamanlarında dolması, belediye kütüphanelerinin ise
KPSS, TUS, üniversite hazırlık sınavlarına
çalışan kişilerce işgal edilmesidir. Sabah
sekizde, hatta kütüphane personelinden
önce gelip, gece on bire kadar kütüphanede
KPSS’ye çalışan, buna rağmen “Kitap okumaktan nefret ederim!” diyen bir üniversite
mezunuyla karşılaşmıştım. Beni kıran cümle bu olmuştu, daha doğrusu bu durum, bu
acı gerçek. Kitap okumaktan nefret eden
bir kişinin kütüphanedeki hal ve hareketlerini siz düşünün. Aynı masayı paylaştığı
kişiyle fısır fısır test çözmesinden tutun,
yeni gelen kişilerle masa-sandalye kavgası
vermesine kadar… Sık sık arkadaşlarıyla
birlikte kalkıp kantine inerken çıkardığı gürültüye kadar… Kütüphaneye sırf bir kitabın kapağını açmak, içinden birkaç sayfa
okumak için gelenlere yer bırakmamasına
kadar… Kitap okumaktan nefret eden bir
insandan herhalde kütüphane kültürüne
sahip olması beklenemez. Ondan kitabın
saygınlığına, kitap okuyanın değerine dair
fikir sahibi olması da beklenemez.
İkinci bir husus, internet bölümünden kaynaklanıyor. Maalesef çocuklarımız bir ansiklopedinin sayfalarını açarak ödev konularını bulmayı unuttular, bilmiyorlar. “Abi
internet bölümü boş mu?” sorusu kütüphane görevlilerin en çok duyduğu cümledir herhalde. Çocuklar ödev yapmak için
internete, bilgisayara muhtaç hale getirildi.
Çocuklar tek bilgi kaynağının internet olduğunu sanıyorlar. Henüz kütüphanelerde
internet kullanımıyla ilgili bir düzenleme
yapılmamıştır. Çocuk, yarım saatte hallettiği ödevinden sonra iki saat boyunca internetin başında boş boş vakit geçirmektedir.
Kütüphane bilgisayarından eğlence sitelerine girmeleri diyelim ki bir şekilde engellendi, fakat o bilgisayardan çocuğu koparıp,
onu kitaplarla baş başa bırakmanın yolları
henüz bulunamadı, çünkü çocuk ödev
araştırıyorum diyerek, aklına hiçbir şey
gelmese Google’dan fotoğraflara bakıyor,
Youtube’dan video izliyor ve çoğu zaman
kütüphane personelleri bunun denetimini
yapmıyor, sorduğumuz zaman “Usandık
onlarla uğraşmaktan” cevabını alıyoruz.
1970’lerde solcular olgunlaşmak, kendini
yetiştirmek için hapishaneye girip çıkmak
gerektiğini düşünürlermiş. Kemal Tahir’in
konuyla ilgili bir soruya “Kendini yetiştirmek için hapishaneye değil kütüphaneye
girilir.” mealinde cevap verdiği söylenir.
Kütüphanelerimiz gerçekten kendini yetiştirmek isteyen gençlere mi hizmet veriyor,
yoksa tek gayesi sınavdan yüksek bir puan
alıp, bir an önce hızlı ve kolay yoldan para
kazanmak olan gençlere mi? Test çözmek
dışında hiçbir gayeyle kütüphaneye gelmeyen kişilerde kütüphane kültürü oluşur mu?
YÜZNUMARA BİR
MEKÂN: AYAKYOLU
T
ehlikeli bir konuya nasıl giriş yapılır
bilmiyorum ama bir yerden başlamak lazım. Bu sayımızın dosya konusunun “mekân” olarak belirlenmesinin
ardından yazmak için hiç düşünmedim desem yeridir, zira her ne kadar mekân denilince normalde akıllara muhteşem yapıtlar,
görkemli mekânlar, herkesin anlata anlata
bitiremediği yerler gelse de, ben, hepimiz
için hayati önemdeki bir mekânı yazmaya
karar verdim...
Evet, biraz netameli bir konu ama neticesinde hemen hemen her gün birkaç kez ziyaret etmek zorunda kaldığımız, temiz olmasına önem verdiğimiz bu mekân, Doğu
ile Batı’yı –hem kültürel, hem sosyal hem
de yaşam tarzı olarak- kesin bir çizgiyle ayıran belki de tek mekân… Öyle ki "Alaturka" ve "Alafranga" olarak tam ortadan ikiye ayrılarak isimlendirilen başka bir mekân
daha yok.
Tarihçiler, bir "mekân" olarak tuvaletin,
Doğu’dan Batı’ya geçtiğinde hemfikirler.
Batı’da bir mekân olarak tuvalet henüz
bilinmezken, Doğu’da mekânlardan bir
mekân olarak çok uzun zamanlardan beridir biliniyordu. Araştırmalara göre dünyadaki en eski tuvaletlere, M.Ö 4000’li
yıllarda Mezopotamya'da rastlanmakta.
Hatta Mısır'da Firavun mezarlarına, banyo
ve tuvalet ilave etmek gibi ilginç bir adet
bile varmış. Hitit uygarlığında da, dönemine göre bir hayli gelişmiş kanalizasyon
sistemi olduğu belirtiliyor. Hakeza Selçuklu, Osmanlı ve Bizans’ta da döneminin en
gelişmiş kanalizasyon sisteminin mevcut
olduğuna dair bulgular var. Avrupa şehirlerinde modern su tesisatları ve kanalizasyon sistemi ise ancak 19. yüzyılın sonlarına
doğru kuruldu. Kanalizasyon sistemi varsa
mekân da vardır, bu sistem yoksa mekân da
yoktur. Mekân olarak tuvaletin yokluğu ise,
neresinden bakarsanız bakın “nahoş” bir
durumun göstergesidir.
Ortaçağ Avrupası’nda toplu ölümlere neden olan salgın hastalıkların en önemli sebeplerinden biri, işte bu tuvaletin mekân
olarak gelişmemiş olmasıydı. Zira evinde,
işyerinde, okulunda tuvaleti olmayan Avru-
Kadir Metin Akbaş
palılar, bu ihtiyaçlarını buldukları her yerde,
sıradan bir işi yapar gibi yapıyorlardı. Evlerde lazımlıklara yapılan “her türlü pislik”
hiç tereddüt edilmeden sokaklara dökülüyor; yollarda insanın burun direğini sızlatan
küçük su birikintileri, yürüyenlerin üzerlerine sıçrayan çamur deryaları oluşuyordu.
Doğu toplumlarında evin penceresinden
aşağı halı silkeleme yüzünden ne kavgalar
çıkarken, Batı toplumlarında bu kabahatin
fersah fersah ötesi, normalmiş gibi karşılanıyordu. Evinde ürettiği her türlü pisliği;
büyük, küçük ne varsa pencereden sokağa
boca etmek o kadar sıradanlaşmıştı ki özellikle gece sokağa çıkmak zorunda kalan birisi, başına bir lazımlığın boşaltılmasını önlemek için sürekli olarak “elindekine dikkat
et” diye yüksek sesle bağırmak, yoldan
geçtiğini etrafa duyurmak zorunda kalıyordu. 17. ve 18. yüzyıl Avrupası’nda çevrede
insan olup olmadığı hiç önemsenmeden,
her yerde “rahatlama” serbestliği vardı.
Anlatılanlara göre; şimdilerde müze olarak
hizmet veren Paris’teki Louvre Sarayı’nın
merdivenlerinde bile ihtiyaç giderilirdi. Bu
sebeple İspanya, Almanya ve Fransa'da saraylar leş gibi kokardı. Sarayda bunlar yaşanırken diğer halka açık mekânları ve tabi
ki sokakları, tahayyül etmeye cesaret edemiyor insan.
Parfüm, fötr şapka ve topuklu ayakkabı
gibi şimdinin insanına sıradan gelen gündelik malzemelerin ilk keşfine sebep; mekânsız tuvalettir. En temel ihtiyaç için mekân
yapılmaması neticesinde hastalıklar kol geziyor, kötü kokular her yeri kaplıyor, herkesin üzerine pislik bulaşma ihtimali artıyor,
şehirlerin fareler, sinekler ve böcekler tarafından basılması sıradan bir vaka olarak kabul ediliyordu. Dünyanın bir yarısı tuvalet
nedir bilmezken, bu toprakların insanları,
insani ihtiyaçlarını yine en insani yollardan
gideriyorlardı. Başta İstanbul olmak üzere,
şehirlerimizin temizliği dillere destandı.
Batılı seyyahlar hatıralarında; hamamların
yanı sıra camilerde, eğitim kurumlarında
mükemmel hizmet veren umumi tuvaletlerin bulunduğunu hayranlıkla nakletmektedirler. Osmanlı döneminde umumi tuvalet
dendi mi, şırıl şırıl akan sularla, her daim
pırıl pırıl mekânlar akla gelirdi.
[email protected]
Bir kültürü başkalarına öğretmek, o kültürde zaman geçtikçe daha da ustalaşmak
manasına gelmiyor ne yazık ki. Osmanlı zamanında camilerin tuvaletleri pırıl pırılmış,
tertemizmiş, ancak günümüzde böyle değil.
Kapsamlı bir araştırma yapılacak olsa, camilerimizin helaları ne yazık ki sınıfta kalır.
İstisnalar kaideyi bozmaz, ancak durum bu.
En temiz olması gereken mekânların hali
ne yazık ki içler acısı. Bu durumun sebebi “Nasıl bulmak istiyorsanız öyle bırakın”
özlü sözünün yazılı olması mıdır, nedir?
Ne yazık ki her biri ücretli olmasına karşın;
sabunu olmaz, tuvalet kâğıdı bulunmaz,
duvarları pislik içinde, kapısında sigara
söndürülmüş, kilit tutmaz, askılığı kırık daracık mekânlarda pisliğe bulaşmadan def-i
hacet görmek büyük bir ustalık istemekte.
Duvarları süsleyen birbirinden ilginç edebi
yazılar(!) bahsine ise hiç girmeyelim isterseniz. Diğer umumi tuvaletleri görmezden
gelsek de, cami tuvaletlerinin mutlaka yeni
baştan elden geçirilmesi şart.
Tarihe dönüp baktığımızda mekân olarak
tuvaletin geçirdiği evreler de başımızı döndürür. Çocukluğumda yaz tatili için köyümüze gittiğimde en çok şaşırdığım husus;
tuvaletlerin evlerin dışında olması idi. Mutfak, salon, odalar, balkon, kiler bir çatı altında iken, tuvalet, evden ayrı, biraz uzakta,
tek başına farklı bir yerde olurdu. Eskiler,
tuvaleti evden uzağa kurarlarmış ki, bu pis
iş, evden uzakta olsun. Evden uzakta olsun
ama mutlaka dört tarafı kapalı bir mekânda olsun, içinde su bulunsun, temiz olsun,
kimse içerideki kişiyi rahatsız etmesin, içerideki kişi de kimseye rahatsızlık vermesin.
Şimdilerde apartman kültürüyle yaşayan
bizler, sadece kendi dairemizdeki tuvaletin
değil, yan komşumuzun tuvaletinin de gürültüsünü çekmek zorunda kalıyoruz.
Atalarımızın naif isimlendirmesi ile “yüznumara” ya da “ayakyolu” olarak bilinen
tuvaletler, kendi başlarına bir medeniyet
göstergesi olarak kabul görmeyi fazlasıyla
hak ediyorlar. Şair Özdemir Asaf ’ın meşhur sözünü biraz değiştirip söylersek; bütün mekânlar aynı hızla kirleniyordu, birinciliği tuvalete verdiler…
MAYIS2016
KATI
13
ŞAHSİYET OLUŞTURUCU
BİR MEKAN: ÜNİVERSİTE
Ahmet Çapku
[email protected]
S
MAYIS2016
KATI
14
anırım 2000 ya da 2001 yılı idi. Sivas’a yolum düşmüş ve Gök Medrese’yi ziyaret etmiştim. Zamanın
akışı bu anıt yapıyı bir kenar mahallenin
ortasına itmişti. 1270’li yıllarda inşa edilmiş bu eğitim yuvası restore halindeydi.
İlkokullu yıllarımda ders kitaplarında resmini görerek büyüdüğüm bu tarihi anıtın
şimdi önünde idim. Girişe, taç kapıya
geldiğimde adeta büyülenmiş ve ceketimin düğmesini gayri ihtiyarî ilikleme ihtiyacı hissetmiştim. O ne muhteşem sanat
ve ne muhteşem bir heybet idi! Taşlara
kazınmış, ete kemiğe bürünmüş görkemli bir düşünce ile karşı karşıya kalmıştım.
Bundan yedi-sekiz asır öncesinde bu
topraklarda yaşamış atalarımızın ortaya
koyduğu mirastan etkilenmemek elimde
değildi. Eğitime, sanata, tarihe velhasıl
insana verilen değer gözlerimin önünde
idi.
Mezkûr yapının giriş kısmında bir süre
öylece kalakalmıştım. Dışarıdan heybetli
görünen yapı bir o kadar da dışarıya kendini kapatmış halde idi. Şöyle ki; eserin
içine girdiğimde ortada havuzu olduğu
anlaşılan genişçe bir iç avlu vardı. Giriş
kapısının sağ ve solunda biraz büyücek
odaya benzer yerler vardı. Buralar mescid ve dar-ul hadis imiş. İçeride, talebelerin dış dünya ile irtibatını nerede ise sıfırlayan ve sadece iç avludan gökyüzünün
görülebildiği bir alan mevcut. İç avlunun
kenarlarında talebe hücreleri/odaları
vardı; böylece talebelerin dış dünya ile
irtibatları mümkün mertebe kapatılmış
olmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki, söz konusu anlayış sadece eğitim kurumlarında
değil, mabetler için de geçerlidir. Maksat
maddî alakaları azaltıp aklî açılımı çoğaltmak. Başka bir ifade ile amelî/pratik aklı
uyarıcı etkileri saf dışı bırakarak nazarî/
teorik aklın kendi üzerine katlanarak
yükselişe geçişini sağlamaktır.
İnsan, doğduğu yerde değil doyduğu
yerdedir, derler. Ancak yine de insan
doğduğu yeri unutamaz. Mekânın insan
bilincine etkisi ömür boyu devam eder.
Özellikle çocukluk ve gençlik yıllarında
bilinçte oluşan intibaların etkisi daha
belirgin ve kalıcıdır. Her şeyden evvel
insan, duygu ve akıl varlığıdır. Duygu halinden akletmeye geçiş, yaşın ilerlemesi
ile irtibatlıdır. Çocukluktan gençliğe ve
oradan olgunluk yaşlarına doğru ilerledikçe, insan bilincinde oluşan birikim
duygululuktan akıllılığa, tecrübeye doğru
bir geçişkenlik gösterir. Şu halde idraki
etkileyen şeyler, somuttan soyuta doğru
yol alır. Bu yürüyüşte çocukluk ve gençlik dönemlerinde duyguya hitap eden
nesnel varlıkların etkisi daha fazla ve
kalıcıdır. Buna göre kişiliği oluşturan unsurlar arasında içinde yaşanılan mekânın,
yani somut varlıkların daha çok etkisinin
olması duygululuk döneminde meydana
gelir diye düşünebiliriz.
Beşerden insan olmaya doğru yürünen
yolda duygu ve aklın eğitiminin önemi
ortadadır. Aklîleşme yolunda en ileri
aşama herhalde üniversite olsa gerektir.
Duygululuktan (maddî tikellere bağımlı
olmaktan) aklîliğe (maddeden bağımsız
olmak) gidilen yolda bu mekân, kişinin
şahsiyetinin de şekillendiği yer olacaktır.
Bu hususu nazar-ı itibara alarak şunları
dile getirebiliriz: Özellikle yirmili yaşlardaki genç insanların eğitim yuvası olan
üniversite, bir gencin aklîleşme ve şahsiyet kazanmasına hem görsel hem de
düşünce planında yardımcı olmalıdır.
Görsellik planında ilk akla gelen husus,
özellikle üniversitenin mimarisidir. Eskilerin “külliye” dedikleri, bizim bugün
daha çok “kampüs” kelimesi ile ifade
ettiğimiz mimari bütünlük içinde, gencin
duygusuna ve aklına hitap edecek bir görünüm önemlidir. Onun için üniversite
mimarisi geçmişten izler taşıması yanında günün icaplarını yansıtan bir kapasiteye sahip olmalıdır. Buna göre üniversite
binalarının mimarlarının mimarlık bilgisi
yanında tarih, doğa, sanat ve psikoloji
bilgisine de sahip olması beklenir. Eski
üniversitelerin mimarî yapılarına bakılınca, tıpkı Gök Medrese mimarisinde
olduğu gibi, insanı cazibesi altına alan
ve insanda yücelik, tarih ve estetik bilinç
kazandıran bir görünüm arz ettikleri görülür. Bu bağlamda mesela 1096’dan bu
yana eğitim yapan Oxford Üniversitesi,
1209 doğumlu Cambridge Üniversitesi ve daha sonrasında Batı dünyasında
vücut bulmuş üniversitelerin binalarının
görkemli yapısı, oraya adım atanlarda
sözü edilen duygu ve bilinci uyandırır niteliktedir. Dış görünüm yanında zengin
programları ile dünyanın her yanından
güzide beyinleri kendilerine çekmektedirler. Anılan üniversitelerin sloganları,
amblemleri bile neleri içerdiklerine, neleri önemsediklerine işaret eder. Bunların bir kısmının aydınlanma öncesi Avrupa’sında ortaya çıktığını ve dolayısıyla
söz konusu yapıların ilgili dönemle irtibatlı olduğunu hesaba katmamız lazım.
Bu cümleden olarak Oxford Üniversitesi’nin ambleminde Zebur’dan bir alıntı
vardır: “Dominus Illuminatio Mea/Rab,
benim ışığımdır” (Ayet: 21/1). Harvard
Üniversitesi’nin ambleminde ise “Veri-tas/Hakikat” yazılıdır. Bu ifade hem
antik Roma düşüncesi hem de ahlakta
“doğruluk” erdemi ile ilgilidir.
Özetle ifade edilirse üniversite, insanın
duygu varlığı olmaktan akıl varlığı olmaya
yol aldığı bir eğitim mekânıdır. Aklın terbiyesi bağlamında, Mevlana’nın pergeli
misali, kişiyi kendi köklerine bağlayan ve
bu arada dünyaya açılımını sağlayan unsurların üniversitede olmasını beklemek
tabiidir. Bu cümleden olarak mimariden
programa, amblemden slogana, sahalarında uzman hocalardan üniversiteyi
destekleyen sivil kuruluşlara kadar üniversite, yetişmekte olan talebelere şahsiyet kazandıran bir mekân hatta bir yuva
olmalıdır. Sözü edilen yuva, talebenin
sadece diploma aldığı bir mekân değil
onu ömür boyu aklen besleyen ve duygu
yönü ile de kendine bağlayan özellik arz
ettiği takdirde bir milletin düzgün işleyen
hâfızası ve nâtıkası olmayı hak edecektir.
DAR BOĞAZLAR ve
GEÇİTLER ÜZERİNE
İ
nsanoğlu nedendir bilinmez, tarihi
kendi ömrüne denk gelen diliminden
öteye bir uzamla kavramakta zorlanır.
Mekânı ise bir yaşam alanı olarak işlevsel
bir anlamla bütünleştirme eğilimindedir.
Yaşadığı yer dağlık bir coğrafya ise, doğrudan günlük hayatın getirdiği sebeplerle
dağların ardındaki bilinmez tehditler yahut dağların kendisine sağladığı güvenlik
duygusu coğrafyaya anlam yüklemesine
neden olur. Deniz kıyısında yaşayan bir
kişi daha çok ufka baktığında görebileceği
bir yabancı misafirin bekleyişi içindedir. O
misafir bazen üretilen ürünleri değerlendirecek bir tüccar, bazen de elde avuçta
ne varsa yağma edecek bir korsan gemisi
olabilir. Belki de bu nedenle farklı zaman
ve mekân bileşimleriyle düşünerek sonsuz
sayıda farklı dünya algısına ulaşmak mümkün olabilir.
Yeryüzünde öyle yerler vardır ki üzerinde
yaşayıp giden halkların kavrayışının ötesinde tarihin derinliklerinde çok daha farklı
anlamlara bürünmüş, ancak zaman içinde
o anlamlar unutulmuş sadece ilgili olan çok
az kimsenin hatırasını yaşadığı mekânlara
dönüşmüştür. O mekânlar adeta tarihin
boğum noktaları olarak kendi büyüklüklerinden beklenmeyecek olaylara sahne olmuş, ancak zamanla unutulmuş alelade bir
hale bürünmüştür. İnsanoğlu kendi devrini bilir, onu hatırlar onu anlatır. Eski çağları, akrabası olmayan kişilerin tarihini çokça
merak ettiği söylenemez. Yahut bugün yaşadığı olaylar gelecekte hatırlanacak mı, ne
kadarı hatırlanacak, gelecekte yaşayacaklar
için ne anlam ifade edecek diye kendi kendisine sorduğu da pek vaki değildir.
Pers Kralı Kserkes’in ordusu baş döndürücü büyüklükte bir insan, hayvan ve alet,
giysi ve silah seli ile Atina üzerinde sefere
çıkarken, binlerce yıl sonra kendi hikâyesinin nasıl anlatılacağı hakkında durup
düşünmüş müdür bilmek zor. Ama Yunanistan üzerine yürümekte olan ordusu
karşı kıyıya geçebilsin diye Hellespontos1
’da hazırlattığı köprü büyük bir fırtına ile
parçalanıp atılınca çılgına döndüğünü biliyoruz. Herodot’un anlattığına göre; derhal
Hellespontos’a üç yüz sopa çekilmesini ve
bir çift bukağı takılmasını emreder. Cellat-
Ufuk Özer
[email protected]
lar gönderip, Hellespontos’u kızgın demirlerle dağlatır. Bir yandan denizi döverken
çılgın ve fena küfürler savurmayı da ihmal
etmeyeceklerdir. “Deniz, deniz, sana bu cezayı efendin çektiriyor, çünkü ondan hiçbir kötülük
görmediğin halde, sen ona kötülük ettin. İstesen
de istemesen de Büyük Kral seni geçecek. Hiç
kimsenin sana kurban kesmemesi haklı, çünkü
sen suları pis ve acı bir dereden başka bir şey değilsin”2 . Kserkes, denize uyguladığı cezalar
bitince köprü yapımında görevli olan herkesin kafasını kestirmeyi unutmadı. Yeni
bir köprü kurulması emrini verdikten sonra Sardes’e yürüdü.
Abidos’a vardıklarında Kral’ın içinde bir
güvensizlik duygusu iyiden iyiye kendini
göstermeye başlamıştır. Gücünden emin
olmak için ordusu defalarca teftiş eder,
çokluğundan denizin suyunu görünmez
kılan gemilerine manevra ve tatbikatlar
yaptırır. Ordusunu tepelerde kurulan karargâhından seyrederken tüm okçuları aynı
anda ok fırlatacak olsa, gündüz vakti güneşi karartacak kadar çok askerleriyle gururlanır. O büyük gurur anında birdenbire
ağlamaya başlar ve neden ağladığını soran
amcasına şöyle söyler; “Şunun için ki, insan ömrünün kısalığı geldi aklıma, yüreğim
kabardı, gözlerimizin önündeki şu insanlardan, şu kalabalık içerisinden, yüz sene
içinde bir teki bile kalmayacak!”
Kserkes’in ordusu aydan bakılsa görülecek devasa bir çekirge sürüsü gibi nehirlerin suyunu içip kurutarak, yol üzerinde
yiyecek ne denk gelmişse yiyip tüketerek
Ege denizinin doğusundan Trakya’yı, Makedonya’yı, Thessalia’yı geçip Thermopylae’ye varır. Thermopylae dar bir geçit, bir
kere geçildi mi Atina’ya kadar yolun açık
olduğu bir nihayet noktasıdır. Dağlar arasındaki bu dar geçitte kendisini bekleyen az
sayıdaki Yunan’ın korkup kaçmasını bekler
ama beklediği gerçekleşmez. Kserkes o bir
avuç Yunan’ın neden kaçıp gitmediğini anlaması için gönderdiği atlı gözcü dönünce
iyice şaşkına döner. Zira gözcü ona üç yüz
kadar askerin yarısının kılıç talimi yaptığını, diğer yarısının ise özenle saçlarını taradığını haber vermiştir. Kserkes bu işe anlam vermekte zorlanır, anlatılanın altındaki
gerçeği, yani bir avuç Yunan’ın ölmeye ve
son nefeslerine kadar öldürmeye hazırlandığını anlayamaz.
Thermopylae’de savaş birkaç gün sürer.
Bu dar geçitte Kserkes’in devasa ordusu
bir anlam ifade etmez. Savaşı Persler’in lehine döndüren şey bir ihanet olacaktır. Bir
hainin verdiği bilgiyle Persler dağlardan
geçen bir patikayı kullanarak düşmanını arkadan kuşatıp yok eder. Leonidas’ın cesedini buldurur, başını kesip kazığa geçirerek
zaferini ilan eder. Ancak bundan sonraki
bütün savaşları kaybedecektir. Kserkes’in
içine düşen kurt giderek büyüyecek; ya Leonidas’ın yazgısı kendisinin başına da gelirse diye düşünmeden edemeyecektir. Ya
ordusunu karşıya geçirdiği Hellespontos
köprüsü Yunanlar tarafından yok edilirse?
Düşmanının zafiyetini kendisine bildiren
hain gibi başka hainler bulunamaz mı en
zayıf noktasını düşmanına söyleyecek! O
zaman ordusu Avrupa’da kalır mahvolurdu. Kral’ın artık tek düşünebildiği bir an
önce oradan savuşmaktır. Daha savaş bitmeden savaş meydanından kaçar, ülkesine
döner, saltanatı boyunca sadece ihtişamlı
sarayı ve sarayındaki kadınlarla ilgilenir.
Bu hikâye/efsane bize mekânları insan
ömrünü hayli hayli aşan tarihi içinde yeniden düşünmek gerektiğini anlatmıyor
mu? Herodot’tan 2400 yıl sonra bugün
biz Hellespontos üzerinde yaşananların
hikâyesini anlatacak olsak neler anlatırdık,
sularının hala pis ve acı oluşunu mu? Feribotta çayımızı yudumlayarak geçtiğimiz bu
“dere’nin” üzerine hala bir köprü kuramadığımızı mı? Yüzyıl evvel burada zırhlı gemiler, ağır toplar, makinalı tüfekler ve süngülerle beş yüz bin kişinin öldüğü devasa
bir savaşın yaşandığını mı? Anlatacağımız
şeyler Herodot‘u hayretler içinde bırakır
mıydı gerçekten? Bilemiyoruz. Belki de tek
bildiğimiz “…gözlerimizin önündeki şu insanlardan, şu kalabalık içerisinden, yüz sene içinde
bir teki bile kalmayacak!” ama aynı yerlerde
farklı hikâyelerin yaşanmaya devam edeceğidir. Kim bilir!
DİPNOTLAR:
1- Çanakkale Boğazı
2- Herodot’la Yolculuklar, Ryszard Kapuściński,
(Çev. Osman Fırat Baş), Habitus Yayınları, 2012.
MAYIS2016
KATI
15
S
DOSTLUK ve DELİLİK
avaşı başlatan "ya sonra" sorusunun
tereddütlüğü ya da "sonrası yok"
umursamazlığı arasından sıyrılmaya
çalışma çabasıdır. Mantık, masalını okuyup aklı uykuya yatırdıktan sonra galip,
duygu olur ve tüm endişelerin bittiği noktada delilik başlar. Sonra derinden gelen,
yaklaştıkça uğultusu artan bir ses dalgası
kafayla bedeni ayırır. Artık ikisi de farklı
coğrafyadır. Birinde güneş doğar, birinde
fırtına kopar. Biri aşkı arar, biri nefreti
kollar. Biri dünyaya küfreder, biri dünyayı
omzunda taşır. İkisi de tekin değildir. Güvenilmeyecek kadar cesur, kör bir kuyu
gibi belirsiz, sorgulanamayacak kadar pervasız ve hadsizdir.
MAYIS2016
KATI
16
Kimisi normalleşemeyenler olarak tanımlar onları, kimisi de düşünmeme imkânsızlığını öğütler onlara. Hâlbuki bilmezler,
yıllar yıllar önce kaptıkları bir virüs vardır
onların ve bu virüs, öyle yataklara falan
da düşürmeyen cinstendir. Beyin kemirir,
uykusuz bırakır, oradan oraya koşturur,
dünyayı sorgulattırır. Sorguladıkça bir yere
ait olamama hissi ve kendi bağımsızlığını
ilan eden içe yolculukları başlar ve bu iki
ayrı coğrafya ancak orda birleşir.
Bu kimine göre deliliktir ve delilik, tüm
endişelerin bittiği noktada başlar. Sonrası
hep aynı sarmaldır, ta ki akıl uyanana dek.
Belki de bu delilik tanımı bize, yani küçük
şehirlerin "büyük insanlığı"na aittir. Biz
ağız dolusu güler, gözlerimiz şişene kadar
ağlarız. Öyle yapay, sıradan mutluluk ve
hüzünlerimiz, kör egolarımız, bıçak gibi
keskin inatlarımız, ısırgan dilimiz yoktur
bizim. Yaptığımız, okuduğumuz, dinlediğimiz, öğrendiğimiz her şeyi paylaşmak
Z
Elif Bolu Türker
[email protected]
isteriz. Yol arkadaşımız dediğimiz dostlar
biriktiririz mesela. İyiyi, güzeli, doğruyu
anlatırız. Yaptığımız işler dünyanın en
önemli işiymiş gibi davranır, biz olmazsak
dünya yıkılacakmış gibi çalışırız. Bu arada
gerçek ne; doğru, mutlak mı falan diye
sorgulamayız büyük şehirlerin kozalanmış
insanları gibi. Çünkü gerçek, küçük şehirde büyük hayaller kurma, kendine, hayata,
insanlığa inanma ve kendini var etme çabasıdır bize göre.
Oysaki insanların birbirine ve hayata yabancılaştığı bir hayat var şimdi. Çoğu insanın kulağı sağır, çoğu insan da dilsiz oldu.
Kurgulanmış mutluluklarla yalandan güzel
hayatlar yaşanıyor. Bir suskunluk sarıyor
ilişkileri. Herkeste bir yere yetişecekmiş
gibi koşturma var sanki. Oysa kimsenin
yok öyle bir yeri. Sürüden ayrılmak bilinçli
tercih, ancak sürü dışında yapılanlar asıl
olan. Yani sadece sürüden ayrılma direncini göstermek değil güçlülük. Güçlü olmak, doğru yol arkadaşlarıyla yola devam
etmek, hem yürümek, yürürken de konuşabilmek. O yol arkadaşları için şiirler
ezberlemek, kitaplar okumak, yeni müzikler keşfetmek. O yol arkadaşlarıyla hayatımızdaki inişleri ve çıkışları paylaşmak. Bu
yüzden bizler için değerli olan duygularımızdır kurduğumuz dostluk ilişkilerinde.
Kimisi anlamlandıramaz bunu. Duygularımızı silah gibi kullandığımızı düşünür ve
yanılır, çünkü silah gibi kullanıyor olsak
bile silah, bize çevrilidir. Belki biraz boğucudur bu, ama soluksuz bırakmaz, aşk
gibi karında kelebekler uçuşturmaz, ayakları yerden falan da kesmez mutluluktan
ama zihni aydınlık tutar, diri tutar. Çünkü
dosta anlatacak şey biriktirmek ister insan. Mesela baharın güneşli bir gününde
birdenbire bastıran yağmuru ya da bir
akşamüstü güneşle ayın nöbet değişimini
anlatmak ister. O yüzden bekler gökkuşağının çıkmasını, ilk yıldızın parlayışını.
A.Kadir’in (İbrahim Abdülkadir Meriçboyu) şiirinde de dediği gibi “başımıza gelen bütün bu şeyler dünyada olmamaktan
daha iyi. Hem bizim için hasret falan da
neymiş ki? Sen orda yıldızlara bakar dalarsın, ben burada bir cigara yakar dalarım.
İşte bu olur biter…” İlk satırlarda bahsettiğim iki farklı coğrafyanın yollarının kesişmesi gizli sanki bu satırlarda. Mesafeler,
mekân farklılıkları, zaman kayıpları, hayat
koşturması anlamsızlaşır gerçek ve doğru
olduğuna inandığımız yol arkadaşımızla.
Ayrı yollarda geçirilen vakit, bir kahve
molasından uzun değildir bizler için. Bir
ermişin anlatacağı kadar çok hikâye biriktirmişizdir bu arada. Yeter ki mantık en
güzel masalını anlatsın, akıl en derin uykusuna yatsın ve duygu zafer şarkılarını söylesin. Peki ya delilik nerde? Sende, bende,
bizde... O halde yaşasın delilik!
MEMLEKET SAAT AYARI
or zamanlar yaşıyor günümüzde
insan zor mekânlarda. Bilmiyoruz
belki de hep böyleydi bu işler bu
dünyada, yoksa şimdi mi iyice sıkıştı bir
çıkmaza insan. Ya aynı şey ise zaman ve
mekân; ya gökte gördüğümüzü sandığımız Ay, aslında onun 1¼ saniye önceki
hali ise; ya gördüğümüzü sandığımız Güneş, 8½ dakika önceki halinde ise neyi
gördük biz o zaman? Sosyal medyaya
soralım hele, uzay-zaman konusu da tartışılsın hemen. Herkes saçmalayacak bir
şeyler bulur elbet.
Onca çokbilmişliğimizi, kibrimizi, arsızlığımızı kazıdıkça görüyoruz ki, ne zamanı
ne de mekânı yerli yerine oturtabilmişiz.
Belki de küçüklüğünden olmalı aklımın,
çok geç anladım Bursa’daki Koza Han’ın
Amerika’nın keşfinden bile daha eski olduğunu. Demek ki burnumun dibindeki
bir mekânı bile zamana oturtamamışım… Oysa biraz kışkırtsanız- “Ver coşkuyu” mu ne diyorlar şimdi- üç saat susmadan konuşurum. Uzun uzadıya CV’ler
çalışmam boşuna. Çocukken gözüme
dev gibi görünen evler şimdi birer yıkıntı.
Oysa ne düğünler ve ne ölümler gördü
o evler; ne kahkahalar, ne acılar… Laf
yokmuş gibi, dağ gibi adamdı yahu ölüm
ona hiç yakışmadı demeler falan filan…
Neyin yakışıp yakışmadığı da hep bize
kalmış sanki…
Necmi Gürsakal
[email protected]
yazmayacağım filan desem de yalan. Herkes gibi ben de elbet kapılmış gidiyorum
arsızlığımın rüzgârına. Bilgisayarlar hiç
acımadan, “Öyle mi demek istedin, böyle
mi demek istedin?” diye tüm köpeklerini hatalarımın üstüne saldığında azıcık
toparlansam da, bir çeyrek sonra yine
başlıyorum olanları unutmaya. İşime geldiği gibi zamanla hep oynayabileceğimi
sanmaya koşullanmışım bir kere. Ahmet
Hamdi Tanpınar gibi bakmak istesem de
Bursa’ya, onun baktığı yerden bakmaya
Çocukluğumuzda ağır ağır geçmek bilmeyen zaman neden şimdi koşuyor?
Zaman mı akıyor, yoksa biz mi onun
içinden koşa koşa geçiyoruz, bununla da
uğraşıyor fizikçiler. İyice suyunu çıkardığımız o özçekimlerle mi durduracağımızı sanıyoruz zamanı ve mekânı yoksa…
Her saniye eşe dosta konum atıp mı hükmedeceğiz yoksa mekâna… Saçmaladıkça savruluyor, savruldukça saçmalıyoruz.
Sözcükler sakız oluyor ağzımızda, zamanı
da mekânı da çiğneyip, orasından burasından çekeleyip duruyoruz durmadan.
Ne yaptığımızı sorsanız, gün kısa gelir
anlatmaya. Çoktan unuttuk bilgisayarın
üstümüze saldığı köpekleri…
BİR HAKİKAT
MEKÂNI: MEKKE
Ahmet Dağ
M
ekân, insandan önce yaratılmıştır ve insan, mekâna iskân
edilmiştir. Hatanın diyeti bir
mekândan bir diğer mekâna hicreti yaşamaktır. Yaratılmış bir varlık olarak
mesken inşa etmiş ve meskûn bir varlık
olarak mekânda yaşamıştır. Mekânın yaratıcısı insana mekânı yapma yetisi veren
varlık, O’na –Âdem ve İbrahim’e- mekânı/Kâbe yapma emrini verdi.
Dünyanın kalbi ve insanlığın ilk şehri
olan Mekke, Ummu-l Kura yani şehirlerin
anasıdır. Dünyanın rahmi, yani rahimdir
ve rahmettir. Binlerce dağla sübut ettirilmiş bir beldedir. Müminin sabitesi, veçhi
ve kıblesidir. Bekke yani Mekke, Âdem’le
Havva’nın buluştuğu Arafat, İbrahim’in
(A.S.) muradı ve tevhidin mekânıdır.
Hz. Peygamberin (A.S.) hakemliği, ayrılırken ardına bakıp döneceğini hissettiği
ocağın/dasein adıdır. Ve Beytullah, İbrahim’in (A.S.) vazife bilincinin mücessem
halidir. Müminin girdiğinde güven bulduğu yerdir. Âdem ve Havva’nın vuslatı,
İbrahim ve İsmail’in emeği, İbrahim’in
hicreti, Hacer’in “ekinsiz yerde” intizarı,
İsmail’in gözyaşı ve makberidir. Abdullah
b. Mesut’un okuyuşu ve Resul’ün hükmü
yani hakemliği, Ebrehe ve Ebu Cehil’in
hezimetidir. İnsanlığın anavatanı ve Müslüman’ın hasreti Mekke, dünyanın cüzüdür. “İnsanlığın ilk evi” ve Mekke’nin
özü Kâbe, lüks, şatafat, estetik ve hendese kaygısından uzak, sıradan bir ustanın
yapabileceği gibi yalın fakat büyük bir
mananın temerküzüdür. Yunus’un kalbe
benzettiği bu mekân, her Müslüman için
sılanın hüznü, vuslatın mesruriyetidir.
Bu mekân; aziz yapının/Kâbe’nin bir
bardakta görselliğine şahit olan oğlumun
üç yaşındaki günahsız dilindeki duası ve
mümeyyiz kalbindeki hissedişidir. Şahsımın da kemalat çağı olarak gördüğü
kırk yaşında olma duasının karşılığıdır.
Ömrün yaşanmış en güzel, en manalı üç
yıl üç ayıdır. İlk müşahedesinde zihnini
rasyonaliteyle, spekülatif kurgularla inşa
etmiş bir adamın akıldan inşa ettiği tüm
yapıları yıkan sübutun mekanıdır. İnşa
edilmiş tüm sanal ve simülatif dünyanın
karşısında dünyanın özeti ve hakikatin
[email protected]
mekânı ve seferi olmadığınız asli vatanınızdır.
Dağ bir çağrıdır, şahit ve mühürdür.
Mekke, -şahit olan- dağların yıkıldığına
şahit olunan ender şehirlerden biridir.
Düzlenip yerine oteller ikame edilen dağ
olmasa da siz Harem’in avlusundayken
yok edilen Cebeli Ömer tarafına hüzünle
bakıp, Ömer’in (R.A.) heybetini düşlersiniz. Tüm yağmaların ve hatıratların yok
edilmesine rağmen tavaf ederken yıkılıp
yerine ikame edilen saltanatın meskeni
sarayı değil, mağlup müşriklerin sıralandığı Ebu Kubeys’i hatırlarsınız. Say’dayken dağın köklerinin bırakıldığı Safa’dan
Merve’ye Hacer hissiyatında giderken
Safa’da bıraktığı İsmail’ine su arayan Hacer’in havf ve recasını yaşarsınız. Acılı ve hüzünlü yedi geliş-yedi gidiştir bu
yürüyüş… Denizin med-ceziri insanın
med-cezirine dönüşmüştür. Merve’ye giderken İsmail’in gözyaşı gözünüzde, Safa’ya dönerken İsmail’in ağlayışı kulağınızdadır. Her ağlayan çocuğun gözyaşı ve
ağlayışı, İsmail mesabesinde bir hatırattır
sizin için.
Cebeli Nur’a çıkıp Harem’e baktığınızda Resul’ün günahtan kaçışını, kavminin haline hüznünü, refikası Hatice’nin
Mekke sıcağındaki rızkı taşıyışını, kutlu
yürüyüşünü ve sadakatini düşünürsünüz.
Hira’ya sığındığınızda Resul’ün yükünün
ne kadar ağır olduğunu düşünür, Sevr’e
çıkışınızda mağara arkadaşı Ebubekir’in
kaygısını, Resul’ün teskin edişini ve bir
devrim yürüyüşünü anlarsınız.
Müşriklerin Müslümanlara ambargo uyguladığı Ebu Talip Mahallesine yöneldiğinizde zalim-mazlum, iyi-kötü kavramlarının temerküzü ve müşriklerin zulmünün
mekânını müşahede edersiniz. İlk şehit,
Anne Sümeyye’nin çığlığını, Baba Yasir’in inleyişini kulağınızda duyar, gencecik Ammar’ın hüznünü kalbinizde hissedersiniz. Mekke’den Taif ’e giderken zor
bir yolculuğu, dönerken Köle Attas’ın
bahçesine uğrayarak Resul’e hizmet eden
bir kölenin asaletini ve müşfikliğini yâd
edersiniz.
Gece-gündüz kavramlarının geçersiz olduğu, sürekli ibadetin ve hareketin tek
mekânı Kâbe’dir. Sabah ve akşam serinliğinde tavaf ederken yalnızca siz tavaf
etmezsiniz. Müminlerin dua ve Kuran
okuyuş seslerine, cıvıltısı eklenen kuşların
müminlerle birlikte dönüşüne şahit olursunuz. Bu dönüş tüm samanyolunun dönüşü gibidir. Kâbe’yi tavaf eden insanları
seyrederken Âdem’den beri geçip gitmiş
insanları düşünür ve Zarifoğlu’nun “Bir
değirmendir dünya” sözlerini mırıldanırsınız. Merkez haline getirilen insanın/
hümanizm terk edildiği tüm dillerin, milletlerin, renklerin, sınıfların, soyların ve
sopların ortadan kalktığı KUL, İNSAN
ve MÜMİN kavramlarının geçerli olduğu
tek boyut ve tek merkez Kâbe’dir.
Kâbe’de insan ve sohbet başkadır. Mekânın sirayet ettiği insanların gözleri parlar.
Milletini ve sınıfını terk eden insanlarla
bu aziz mekânda “Kahve Arabi” içmek
ve “hurma/ temr” yemek başka bir zevktir. Zamanın ve mekânın tek düzleme indirgendiği tek mekânda zamanın süreye/
duree indiğini yaşarsınız. Mekanik zamanı terk edip biyolojik mekânı yaşarsınız.
Ramazan ise bambaşkadır. Yeryüzünün
en mütevazı fakat en bereketli sofrasıyla
-temr ve zemzem en lüksü bir ekmek belki yoğurt- iftar açarsınız. Yorucu bulunan
teravih namazı bitmesin istersiniz. Çölün
sesi olan Sudeysi’nin ve Mahir’in kıldırdığı namazın huşusunu yaşarsınız. İki-buçuk saat sürer fakat ne yorulma ne sıkılma hissedersiniz. Bazen imam, bazen siz,
bazen de yanı başınızda kardeşiniz ağlar.
Ve O’na her gidiş ve O’nu her görüş bir
heyecandır. Dönmeye on gün kala ağlamaya başladığınız aziz bir mekânın adıdır.
Bir yüreğin 3 yıllık duası Kâbe imamı Mahir’le buluşma ve dua –ilim sahibi olması
için-, bir yürek çarpışı ve gözlerdeki parıltı bu mekânın bereketidir. “Baba, her
Mekke ve Medine’ye gidişte neden bu kadar heyecanlanıyorsun” sorusuna karşın
“Sen heyecanlanmıyor musun?” sorusuna, küçük bir dile, “ben de heyecanlanıyorum” dedirten aziz bir beldenin adıdır
MEKKE…
MAYIS2016
KATI
17
SANAL GERÇEKLİK
MEKÂNLARINA
HOŞGELDİNİZ!
Serhat Dalgalıdere
[email protected]
G
MAYIS2016
KATI
18
ünümüzün en popüler teknoloji gelişmelerinden biri olan
“Sanal Gerçeklik” konusunu
sizlerle paylaşmak istiyorum. Dergimizin dosya konusu “mekân” olunca
sanal gerçeklikte oluşturulan mekânlardan söz etmeden olmaz diye düşünüyorum.
Son dönemde hızla gelişen teknolojiler ile sanal gerçeklik, insanların
kendilerini farklı mekânlarda hissetmelerini sağlamayı başardı. Öncelikle
“sanallık” kavramının ne olduğundan
kısaca bahsedelim. Wikipedia’da sanallık kavramına baktığımız zaman
karşımıza şu tanım çıkmakta: Latincedeki virtualis kökeninden gelen sanallık, kavram olarak var olmayan ancak sanrılarla var olduğu kabul edilen
şeyler için kullanılmaktadır. Türk Dil
Kurumu'nun karşılığını “sanal” olarak
belirlediği “virtual” gerçekte var olmayan kavramlar, olgular ve mekânlar
için kullanılır; terimin kökü “sanmak”
fiilinden gelmekte. Dolayısıyla sanal
bir kavram gerçek ya da var olan değildir. Ancak yine de gerçeğin karşıtı
da; yani sahte ya da yanlış da değildir.
Sanallık tanımına baktığımız zaman
benim en çok dikkatimi çeken cümle
şu oldu; “Sanallık ancak yine de gerçeğin karşıtı da; yani sahte ya da yanlış
da değildir!” Sanallık, insanların belki
de istedikleri zaman farklı mekânlara
gitmek istemelerinin getirdiği bir yenilik olabilir. Yani, insan istediği zaman istediği yere farklı birçok sebepten dolayı gidememekte, bazen maddi
bazense manevi nedenlerden dolayı
gidemediği birçok mekâna insanı
“sanal gerçeklik” götürebilmektedir.
Sanal gerçekliğin geldiği son nokta
gerçekten tüyler ürpertici. Yaptığım
araştırmalar sonucunda vardığım
kanı; Samsung’un geliştirdiği sanal
gerçeklik gözlüğünün bu konuda en
iyi sonuçları verdiği yöndedir. Geliştirilen 360 derece çekim yapabilen kameralar ile görüntüler kayıt edilmekte
ve bu görüntüler gelişmiş yazılımlarla
birleştirilerek sistemin içine entegre
edilmekte. Böylelikle yazılım ve çekim sisteminden dolayı gözlüğü taktığımızda başımızı nereye çevirirsek
çevirelim, önceden kaydedilen görüntünün kusursuz birleşimi sayesinde kendimizi inanması güç bir sanal
gerçeklik içinde bulmaktayız. Gözlüğü taktığımda ilk olarak düşündüğüm
husus şu oldu: 3D teknolojisine sahip
televizyonlarda izlediğim deneyimin
bir ileri seviyesi ile karşılaşacağımı
sandım... Fakat başımı aşağı doğru
çevirdiğim zaman karşımda duran kişinin ayaklarını gördüğümde, gerçekten çok şaşırdım. Daha sonra başımı
sağa ve sırasıyla arkaya çevirdiğimde,
her bir hareketimde, farklı insanlar ile
karşılaştım.
Kusursuz bir görüntü birleşiminin ve
sistem yazılımının eseri olan bu sanal
gerçeklik, bilişim uzmanı olarak beni
hayrete düşürdü. Aklıma ilk gelen
soru şu oldu: Acaba bu görüntü teknolojisi ile insanların gitmek istedikleri birçok mekân çekilerek bu sistem
aracılığıyla sanal bir gerçeklik yaşatılabilir mi? Sorumu sorarken cevabın
aynı anda başka bir yerde gerçekleştiğini daha sonra internette yaptığım
araştırmalar ile öğrendim. Bu sistemin aslında daha önce cep telefonlarında var olan panorama çekimlerinin
benzeri olan bir teknoloji olduğunu,
fakat daha da geliştirilmiş versiyo-
nu olduğunu fark ettim. Görüntüler
360 derece kayıt edilerek birleştirme
yöntemi ile sistem içerisine atılıyor.
Bu sistemle beraber gözlüğün kendi içerisinde olan komut sistemi ile
birleştirerek sanal gerçeklik kusursuz
noktalara taşınmak isteniyor. İsteniyor diyorum çünkü teknoloji ve bilim
konusunda herhangi bir kesin yargıya
asla varılamayacağını düşünüyorum.
Daha iyisinin, daha iyisinin, hep daha
daha iyisinin çıkacağına inanıyorum.
Gözlük içerisinde sensör sistemleri
ile sağa ve sola başımızı çevirdiğimiz
zaman gözlük bunu komut olarak
algılıyor, tıpkı klavye üzerindeki yön
tuşları gibi emir veriyor. Böylelikle
başımızı sağa çevirdiğimiz zaman sağ
taraftaki kamera ile kayıt edilen anları
izliyoruz. Başımızı sola ya da arkaya
çevirdiğimiz zaman, o noktalarda kayıt edilen görüntüleri seyrediyoruz.
Kendimizi tüyler ürpertici bir gerçeklik içerisinde buluyoruz. İleri zamanlarda yaygınlaşarak gelişecek bu
teknoloji ile kendimizi peri bacalarını
gezerken ya da Eyfel Kulesi’nin tepesinde sağa sola bakarken bulabiliriz.
Bunun üzerinden geliştirilecek oyun
teknolojilerini sizin hayal gücünüze
bırakıyorum.
İnsanoğlu gelişmelerine devam ederken, yine ve yeniden söylemek istiyorum ki maalesef çoğu zaman maddi
kaygılar ile çalışmalar yapmakta. Bilişim çağında bilişim uzmanlarının ve
bu alanda çalışan bilim insanlarının
asıl yapması gerekenlerin insanların
acılarını dindirecek projeler olması
gerektiğini düşünüyorum.
İNSANIN
BİÇİMLENDİRDİĞİ
MEKÂN
Halil Kökcü
S
ıvılar nasıl bulundukları kabın şeklini alıyorsa, insanlar da bulundukları
mekândan etkileniyorlar. Hal sâridir demiş eskiler. İçinde bulunulan hal
bulaşıcıdır yani. Eğer ferah mekânlarda
yaşıyorsanız, içiniz ferahlarken, aksi durumlarda içiniz daralacaktır. Büyük şehirlerdeki evleri düşünelim; sefertası gibi üst
üste dizilmiş, birinin öteki ile irtibatının
olmadığı, olamadığı daire olarak adlandırılan birimlerden oluşuyorlar. Ulaşım
hatlarına yakınlığı, ilk önceliğimiz. Nasıl
çevrenizdeki insanlarla iletişim içinde
olabilirsiniz ki? Önceliğiniz ulaşım iken
evin bahçesi olmuş olmamış nasıl dikkatinizi çeker?
Ya, sahi mekân ne kadar da birinci öncelik değil mi? E ne demiş halk denilen büyük bilge; dünyada mekân ahirette iman.
O kadar mühim bir mesele bu mekân.
Artık nasıl bir benzeşimse bu, hepimiz
bir yerinden toprak sahibi olmak, kat sahibi olmak istiyoruz. Toprak anlaşılabilir
belki, biz öldükten sonra da dünyada kalır ama binalar öyle değil, ömürleri 50-60
yıl, sonra yıkılıyorlar, dönüştürülüyorlar.
Satın almak için onlarca yılımızı harcıyoruz hâlbuki.
Size de garip gelmiyor mu çevremizdeki
inşaatlar. Geçen ay bir haftalığına İstanbul’daydım, daha önce gördüklerim bir
kere daha pekişti; şehrin simgesi, vinçler
ve sarı hafriyat kamyonları olmuş. Nereye
gittiğinizin önemi yok. Her yerde karşınıza çıkıyorlar. Sadece bu rant üzerinden
ekmek yiyen insanlar var mesela. Ev alıp,
kiraya verip, kredi çekip ev alıp kiraya
verip, kredi çekip ev alıp… Hayatını sürdürenler var. Fatih semtinde 4-5 senelik
ev, 2 sene önce 1 milyon TL’ye alınmış
(1 trilyon) bugün aynı ev için 1 milyon
600 bin (1 trilyon 600 milyar) TL istiyorlar. Korkunç değil mi? İnsanların hiçbir
şeye güvenmedikleri, betona yatırım yaptıkları bir ortamı düşünün. Nasıl olacak?
Bu derginin okuyucusunun zannederim
kültür sanatla “medeniyet” kavramları ile
ilgili meseleleri vardır. Yoksa niye okusun? İnsanların barınma ihtiyaçlarının
ötesinde zahmetsiz bir gelir metodu olarak araçsallaştırılan bu konutlarla neyin
[email protected]
medeniyeti olabilir ki? Çevrenize bakın,
az önce okuduklarınız belki yanınızda
çay içiyor.
Siyasetçiler şanslı. Sözlerinin hakiki karşılığına gerek yok. Başarılı oldukça, yapılan
propagandanın bir önemi yok. Turgut
Cansever gibi bir bilge mimar, belediye
başkanlarından randevu alamadı mesela.
Çözüm önerilerinin dikkate alınmadığını
takdir edersiniz sanırım. Gelinen noktada ona o dönemde randevu vermeyen
siyasetçiler, ölümünden sonra Turgut
Cansever’in ne kadar önemli bir mimarımız olduğunu söylediler. Ama Cansever
ölmüştü ve fikirleri dikkate alınmamıştı.
Bugün Cansever’in adını anan (görece)
çok ama kitabını okuyan ilgili var mı, bilmiyorum. Sonuçlara bakınca olmadığını
düşünüyorum.
Dağınık bir şekilde paragraf paragraf yazıyorum. Ana akım medyada her konuda
yazan popüler gazeteci – köşe yazarı gibi
hissediyorum kendimi. Konforlu ama tedirginim.
Siyasetçiler şanslılar çünkü talep etmeyen
vatandaşlara sesleniyorlar.Evlerimiz belki sağlam bile değil. Hastaneler depreme
dayanıklılık anlamında sağlam değildir.1
Aslında olması gereken ilk etapta sadece
temeli üzerinde güvenli durması gerekenden öte bir şeyler de olmalı. Öncelikle
binanın varlığının çevresi ile olan uyumu
önemlidir mesela. Bina çevresi ile nasıl
etkileşim halinde? Binanın diğer binalarla
olan ilişkisi nasıl? Bir ötekinin mahremine giriyor mu, manzarasını kesiyor mu?
İnsanlarla olan ilişkisi nasıl? Önünden
geçen insanların üstüne üstüne mi geliyor, rengi nasıl, o rengin çevresiyle, sokakla uyumu nasıl? Ya da insana hiç alan
bırakmış mı? Onlarca dairelik bina için
7-8 kişilik dahi bir kamelya koymuşlar
mı acaba? Yoksa olabilecek hatta olamayacak her alanı çift daire sığdırmak için
mi kullanmışlar? (ne yani insanlar para
kazanmasın mı?) İnsan için ne öngörülmüş acaba? Evlerin içi nasıl peki? Altıgen
salonlar, karanlık odalar, dar mutfaklar,
bir yatağın zor sığdığı küçük odalar. Bir
dairenin bitişiğindekinin konuşmasını,
bulaşık yıkamasını, ihtiyaç gidermesini
duymak zorunda olduğu kâğıttan duvarlı daireler mi? İnsanı evin içine hapsedip
daracık balkonları camla kaplayıp soluk
alma alanı yaratmaya çalıştığınız daireler. Birbirine yakın, el sıkışacak derecede
yakın binalar arasında sürdürdüğümüz
yaşamlarımız. Biz itiraz etmedikten sonra müteahhit süregiden düzenini neden
bozsun ki!?
Örnekleri genişletebilirim ama lüzumsuz,
zira yaşıyoruz. Bu evlerin bahsedilen şekilde organizasyonu, bizim önceliklerimizi çok güzel anlatıyor okumasını2 bilene.
(bu klişeyi kullanmak üzse de, yeri gelince kullanılıyor demek ki…) Sokaklarımız
adaletli değil. Olması gereken olması gerektiği yerde değil. Her ne kadar siyasilere söylensem de bizim daha iyi yaşam
sürmek gibi bir niyetimiz yok.
Ülke olarak yaşadığımız travmaların yarattığı güvensizliklere karşı bir güvence
mekân sahibi olmak galiba (evlatlarına
bir daire bırakmak için hayatını yaşamayanları düşünün) hiç olmadı garanti gelir,
güvence, ne derseniz. Hayatı bu kadar
güvence altına alma duygusu takdir edersiniz ki, geride kalanları çok önemsemez.
Müreffeh devletlerin müstakil bahçeli,
ufki evlerine, düzenli şehir planlamalarına iç geçiririz (en azından ben geçiriyorum) bu tarz şehirleşme yapamadığımız
için değil, öyle olmasını istemediğimiz
için.3
DİPNOTLAR:
1- Depremde hastaneler toplu mezar mı olacak?
(4 Kasım 2011) Hasta Hakları Aktivistleri Derneği http://www.hastahaklari.net/Depremde-Hastaneler-Toplu-Mezar-Mi-Olacak-330-haberi.aspx
2- Okumak davete icabet anlamına da geliyor
kabaca ayrıntılar için bkz: Burçin Aydoğdu, Oku
Kelimesinin Kökenine Yolculuk, http://bianet.org/biamag/yasam/154711-oku-kelimesinin-kokenine-yolculuk
3- Ayrıntılı yazmak isterdim ama lütfen okuyun:
İlhan Başgöz, Bir belediye nasıl çalışırmış, ibret
ola... (3 Haziran 2010) http://www.radikal.com.
tr/yorum/bir-belediye-nasil-calisirmis-ibret-ola-1000364/
MAYIS2016
KATI
19
HATIRA BIRIKTIRDIĞIM
ÇAY OCAKLARI
Çayevlerine gereken özeni göstermeliyiz.
-Ah Muhsin Ünlü
İskender Gümüş
[email protected]
ay ocaklarını bir başka önemsiyorum kişisel tarihçemde. İlk gençlik yıllarımdan yolun yarısını geçtiğim bugüne kadar yaşadığım şehirlerde
zihnimi dinlendirdiğim ve hayata şahitlik ettiğim önemli birer mekân olmuştur
çay ocakları. Gündemleri, hüzünleri ve
sevinçleriyle hepimizin hayatını yansıtır
çay ocakları. Dertlilerin, kimsesizlerin,
ihtiyarların, mecnunların ve şehrin tutunamayanlarının evidir aynı zamanda.
Hayatımın bir bölümünün geçtiği Konya, Ankara, İstanbul ve Kırklareli’nde
mekân edindiğim bazı çay ocaklarıyla
aramda duygusal bir bağ oluştu. Benim için çay ocağı salt çayımı içtiğim bir
mekân olmanın ötesinde hayata şahitlik
etmeme imkân sağlayan bir kültürel öge
olmuştur. Çay ocakları sosyalleşmenin
bir aracıdır. Samimiyet, misafirperverlik
ve dayanışma çay ocaklarının yapı taşlarıdır. Birbirini tanımayan kişiler, çay
ile samimiyeti yakalar, dostluk geliştirir.
Çay ocakları aynı zamanda bir kültür taşıyıcısıdır ve sözlü kültürün oluşmasında önemli bir yere sahiptir.
Ç
MAYIS2016
KATI
20
Erken dönem gençlik
Konya’da üniversitede öğrenci olduğum
yıllarda şehrin merkezi sayılabilecek bir
yer olan Zafer’de ikamet ediyordum.
Ders bittikten sonra Alaeddin Keykubad kampüsünden tramvaya binip Zafer durağında inip, Zafer caddesinden
Nasuh Bey Camii’ne komşu evime yürüdüğüm günlerin birinde Akdeniz çay
ocağını keşfettim. Camlı köşkün karşısında, bir apartmanın bodrum katında
yer alan bu çay ocağı, düzenli olarak
gitmeye başlayacağım ilk mekân oldu.
Akdeniz çay ocağının müdavimleriyle
tartışmalarımız, küçücük mekâna çöken
sigara dumanı, havasız ortam, demli çay
ve ilk gençlik yıllarım bende bir hatıra
olarak yaşar. Bugün, bulunduğu binanın
yıkılmasıyla yerinde yeller esen Akdeniz
çay ocağı başka bir yere göç etmiş midir
bilmiyorum. Konya’ya her gittiğimde
gözlerim Akdeniz çay ocağını arar.
Gençlik yılları
2005 yılında Ankara’da çalışmaya başladığımda her cumartesi Kızılay’a gider,
yayınevlerini, kitabevlerini dolaşırdım.
Vadi Yayınları’na, İmge Yayınları’na,
Akçağ kitabevine, Dost kitabevine,
Adilhan Sahaflar Çarşısı’na hemen hemen her hafta sonu uğrardım. Kitabevi
olarak bana en sıcak gelen yer ise Birleşik kitabeviydi. Birleşik kitabevinden
aldığım kitap ve dergileri kitabevinin
hemen yanında bulunan Gökkuşağı çıkmazında çay eşliğinde okurdum. Üç buçuk yıl kaldığım Ankara’da Gökkuşağı
çıkmazı nefes alabildiğim ender mekânlardan olmuştur. Çalışma hayatımın ilk
dönemine dair tüm hatıralarımı barındırır burası. Sanırım 2010 yılında pasaj
tamamen yıkıldığı için Gökkuşağı devri
de bitti.
Gençliğin sonu
2008 yılında İstanbul’da çalışmaya başladığımda ise yine bir çay ocağı arayışına
girdim. Atpazarı henüz popülerleşmemişken, Eski Kafa’nın yeni açıldığı günlerde, Metin ve Mehmet dayının yerini
keşfettim. Yaklaşık bir yıl, haftada en az
üç akşam orada kahve içip kitap okudum. O dönemde Atpazarı bugünkü
kadar kalabalık değildi. Dayıların müdavimi ise epey vardı. Genellikle öğrencilerin mekânı olarak bilinse de kimsesizler, garibanlar, emekliler de burada nefes
alıp veriyordu. Metin amca geçtiğimiz
yıl vefat etti. Mehmet amca da yaşlandığı için çay ocağına pek uğrayamıyordu. En son gittiğimde Metin amcanın
yokluğu belli oluyordu. Hamza abi yine
bildiğimiz gibiydi. Daha ne kadar işletilir
o çay ocağı bilemiyorum. Fatih civarına
uğradığımda mutlaka bir çayını içerim
dayıların. Orta yaş hatıralarımın arasında önemli bir yeri var dayıların yerinin.
Kemâlât dönemi
2010 yılında Kırklareli’nde çalışmaya
başladım. Bu küçük şehirde yaklaşık beş
yıldır Sadık abinin çay ocağının müdavimiyim. Açıldığı ilk yıl bir adı yoktu bu
mekânın. Vicdanolog İsmet Amca “Öz
Akademi Çay Ocağı” koydu bu küçük
çay ocağının adını ve bir tabela yaptırıp
girişe astırdı: Öz Akademi Çay Ocağı.
O zaman öğrenmiştik Kırklareli’nde
akademi çay ocağı adında bir mekânın
olduğunu.
Sabah namazından sonra açılır Öz Akademi Çay Ocağı. İşe gidenler, işten dönenler, arkadaşıyla görüşmek isteyenler, ezanın okunmasını bekleyenler bu
küçücük çay ocağına sığınır. Gazeteler
okunur, çaylar yudumlanır. Taşrada zaman yavaş akar. Zaman zaman derin
bir sükût yaşanır. Böyle dönemlerde çay
ocağının anlık bir kesiti Nuri Bilge Ceylan filmlerinden kesilmiş bir kare hissini
verir. Diafon çalar, sessizlik bozulur. İki
çay, biri açık…
Sadık abi, Şükrü abi, Kadir hoca, Baki
hoca, İlyas hoca, Ufuk hoca, Tarkan
abi, Neşet abi, Semih, Ahmet abi, Erhan hoca, Sefer amca ve İsmet amca Öz
Akademi Çay Ocağının nev-i şahsına
münhasır müdavimlerinden sadece bir
kaçı. Kimsesizin de, müteahhidinin de,
öğrencinin de, akademisyeninin de uğrak yeri burası. Bir nevi ruh dinlendirme
ocağı. Sadık abi ise terapist. İyiyiz, iyi
olacağız inşallah.
Kırklareli’nin merkezinde olup da ne
zaman elim ayağım dolaşsa yüreğim
beni Öz Akademi Çay Ocağına götürür.
Dünyanın kirlenmişliğinden, gösteriş
çılgınlığından, epistemolojik bombardımandan kaçtığımız bir liman. Orta yaş
döneminin hatıralarını biriktirdiğim bir
mekân. Sadık abinin “hay hay hocam”
deyişi, Kadir hocanın yediği on numara beş yıldız yemekler, Şükrü abinin
olayları komplo teorileri ve illüminatiye
bağlaması, Baki hocanın derin sessizliği,
İsmet amcanın vicdan dersleri bir akşamın özeti niteliğinde. Gecenin sonunda
Sefer amca hepimize çay söyler. Ahmet
abi yorgundur. Sadık abi dışarıdaki sandalyeleri toplar. Gece vardiyasında çalışanlar servis beklerken son çaylarını yudumlar. Bir gün daha sona erer.
BU TOPRAKLARI VATAN
YAPAN ÂHİLERİN
HİKÂYESİ-2
Cihad Meriç
H
akikate dayanan, mayasını hak
ile tutmuş kurumlar her çağa
yeni şeyler söyler. Öz sabittir,
dönüşen ve değişen kabuktur. Bazen
kabuk özden makbul görülebilir; fakat
kabuğun iktidarı özün tekrar olgunlaşacağı güne kadardır. Mayasını hakikat ile
tutmuş Ahilik 21. Yüzyıl’a ne diyor? Ahiliğin anayasası hükmündeki Fütüvvetnameler incelendiğinde arka planda hadis
ve ayetler fark edilir. Ahilik geleneğinin
bugünkü iktisadi ve toplumsal sisteme
ilişkin farklı önerileri vardır. Hakikatten
aldığı hikmetle insanın ve kainatın fıtratına uygun çağlar üstü önerisi aklı selim
düşünenler için tefekküre açıktır. Bugün
kimsenin memnun olmadığı; fakat kendini mahkum hissettiği düzen; 18. Yüzyıl’da haksız rekabetle insanlığın ve kâinatın ruhunu hiçe sayarak, zorla para ve
emtia akışlarını kendi lehine çevirmiş ve
galibiyetini ilan etmiştir. Ürettiği göz boyama araçları ile öyle bir algı operasyonu
yapmıştır ki, rakiplerini sindirmiştir. İnsanlık yeni çözümler aramaktadır.
Ahilik geleneğinin yüzyıllarca biriktirdiği
tecrübe iyi anlaşılırsa; adil ve emeğe saygılı bir gelecek için umudumuz olabilir.
Arayış halindeki insanlık bu tecrübeden
istifade edebilir. Ahi Evran, İslam dinini
hayat tarzı haline getiren ve ahilik yolunu
kuran büyük adamdır. İyilik üzerine nasıl teşkilatlanılacağını bizlere ve gelecek
nesillere miras olarak bırakmıştır. Letaif-i
Hikmet adlı eserinde neden mesleklere
ihtiyacımız olduğunu, meslek erbabı iyi
adam yetiştirilmesini ve gelecekte doğacak mesleki ihtiyaca göre hazırlık yapmamızı öğütlemiştir.
Eğitim ve kültür mekanı olarak Ahi Zaviyeleri… Zaviyelerde namaz kılındığı gibi,
yemeklerden sonra, Kur'an okunduğu,
hep birlikte sema ve raksa kalkıldığını
da kaydeden İbn Batuta, ahilerin günlük
yaşayışları içinde ibadet ve zikrin yanında eğlencenin de ayrı bir yeri olduğunu
göstermektedir.1 Zaviyeler gündüzleri usta yanında mesleki eğitim görmüş
[email protected]
gençlerin, akşamları ahlak eğitimi aldıkları mekanlardır. Bu mekanlarda muhabbet usulü eğitim yöntemi benimsenmiş,
gençleri sıkmayan; aklı, kalbi ve bedeni
birlikte olgunlaştıran bir eğitim metodu
geliştirilmiştir. Hem akran öğrenmesi,
hem de usta-çırak eğitimiyle meslek erbabı iyi adamlar yetiştirilmiştir. Bugün mesleki eğitim kurumları, gençlik merkezleri,
gençliğin eğitimine kendini adamış vakıflar ve dernekler bu gelenekten ziyadesiyle
faydalanabilir.
Sanayi devriminden sonra kurulan mesleki eğitim sistemi daha çok sanayide
çalışacak personel eğitimi üzerine kurgulanmıştır. Aslında Ahilik felsefesinde olduğu gibi talip ileride usta olacak şekilde
yetiştirilmelidir. Çırak gelecekte kendi işini kuramasa bile bu sorumluluk bilinciyle yetiştiğinde başkasının yanında çalışsa
bile kendi işi gibi çalışır. Kalite, kurumsal
yönetim, iş güvenliği ve sağlığı kavramları
batı kaynaklarında sanayi devrimi ile başlatılır. Ahiler 13. Yüzyıl’dan başlayarak bu
kavramların farkında olarak çalışmıştır.
İstanbul'daki kadayıfçı esnafı ile ilgili üretim nizamında kadayıfın hazırlanmasında
temizliğe riayet edilmesini, kadayıfın pişirilmesini ve yangın tehlikesine karşı ateşe
dikkat edilmesi belirtilmektedir.2
Ahilik araştırmalarında “Orta Sandıkları
ve Sosyal Güvenlik” kısaca değinilen konulardandır. Oysa bugün sandık sistemi
rant ve faiz üzerine kurulu düzenin tek
alternatifidir. “Sandığın giderleri; tamir,
vergi, meslek mensubu fakirlere yardım,
alimlere, şeriflere ve ilim mahfillerine yardım, çalışanların maaşları, yıllık ödenekler...”3 Orta sandığı, hammadde alımı,
çalışamayacak ustanın geçiminin sağlanması, yardım faaliyetleri gibi birçok işlevsel hizmet yapmıştır. Para geliri kısmını
sistemi anlamayanlar faiz olarak algılamıştır. Paranın işletilmesinden elde edilen
kâr-zarar ortaklığı iyi anlaşılmalıdır.
Ahilik geleneğinde sosyal güvenlik konusu günümüz sisteminin önündedir ve iyi
anlaşılırsa açık veren ve gelecekte daha
da açık vermesi muhtemel sosyal güvenlik sisteminin reformunu sağlayabilir. Bu
sistem doğrudan ihtiyaç sahibini hedef
almıştır. Emeklilik kavramı çalışamayacak durumda olanlar için geçerlidir. Yaşlandığı halde iş yeri faal olan ve bir yerden geliri olanlar sandık yardımı dışında
tutulmuştur. “Ahinin eli, kapısı ve sofrası
açık olmalı; yoksullara, düşkünlere, misafirlere yemek yedirmeli ve yardım etmelidir. Ahinin gözü, dili ve beli bağlı olmalı,
haramdan sakınmalıdır.” (Fütüvvetname)
Ahilik toplumun bel kemiğidir. Mahallenin namusu ve emniyeti, çarşının güveni
Ahi gençlerinden sorulur. Bugün mahallenin şehrin emniyetinin bozulması sadece güvenlik güçlerine bırakılamayacak
kadar önemli bir konudur. Kişi başına
bir güvenlik gücü dikemeyeceğimize göre
toplumsal otokontrol ve toplumsal sorumluluğun arttırılması önemlidir. Tekkeler, zaviyeler, medreseler mahallenin
ve toplumun sigortaları olmuştur. Bunlar
dikkate alınmadan büyüyen şehirlerde
emniyet ve güvenlik sağlanamaz.
Toplumsal hayat sorumluluk sahibi iyi
adamların omuzlarında yükselir. Derdimiz iyi adamların liderlik ettiği bir hayat
sistemi kurmak olmalıdır. Ben iyiliği temsil eden vesile sancağının her alanda göndere çekilmesinin en önemli başlangıç
olduğuna inanıyorum. Arayanların ulaşabileceği iyi örnekleri çoğaltırsak görevimizi yapmış oluruz. Gelenekten miras
kalan Ahi, Aile, Külliye, Mahalle ve Şehir
tasavvurumuz iyi anlaşılırsa diriliş yakındır. Gayret bizden, yardım Rabbimizden.
DİPNOTLAR:
1- Mehmet Şeker, Anadolu'nun Türkleşmesi
ve Kültürel Hayatı, Ötüken Yayınları, İstanbul,
2011, s. 180.
2- Muhittin Şimşek, Ahilik: TKY'nin Tarihteki
Uygulaması, Hayat Yayınları, İstanbul, 2002, s.
207
3- Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk Ahiliği, İbn-i Batuta'ya Zeyl, Çeviren Cezair Yarar,
İşaret Yayınları, İstanbul, 2008, s. 381
MAYIS2016
KATI
21
ŞEHRİN ÇAĞIRAN
HAFIZASI ve FELSEFE
Nurullah Turan
[email protected]
F
elsefenin ancak şehirde yapılabilecek bir şey olduğu, Antik Yunan
filozoflarından beri dile getirilir.
Çünkü şehir, diyalojik bir felsefe tarzı için gerekli bir açık mekândır. Kırsal
alanlar, henüz yer’den mekan’a dönüşmemiş alanlar olarak felsefe için uygun
zemini oluşturmazlar.
MAYIS2016
KATI
22
Şehri şehir yapan, bir başka deyişle şehri
herhangi bir yer'den özgün bir mekan'a
dönüştüren şey, şehrin insanın ahlaki
tecrübesi için varoluşsal bir zemin oluşudur. İnsanın iyi ile kötü arasındaki
salınımı, yaşadığı mekân ile diyaloğunu
biçimlendiren temel saiktir. Görebildiğim kadarıyla şehrin geleneğini teşekkül
ettiren unsurlar, tam da ahlaki ve sanatsal tecrübenin ürünleri olarak tezahür
etmektedir.
Şehir bir metin gibi anlaşılmaya, yorumlanmaya açık farklı boyutlar içerir.
Kuşkusuz anlaşılması güç, sembol yüklü, ezoterik tarafları da vardır şehrin. Bu
açıdan iç içe geçmiş farklı anlam katmanlarına sahiptir ve bir tür “göstergeler
bahçesi” olarak okura/ sakinine kendi
varoluş tecrübesi bağlamında özgün bir
anlama imkânı sunar.
Şehir, tarihsel insan ve ürettikleri hakkında ve böylece kendisi hakkında konuşması bakımından kendini ifade eden bir
öznedir. Şehir, insanı sürekli hafızaya, bir
başka deyişle geleneğe geri çağırır. Şehrin geleneği o şehrin sakinlerinin birlikte yasama tarzları ile ürettikleri kültüre
tekabül eder. Şehrin barındırdığı tarihi
eserler, şehrin binaları, mimarisi, yolları; hepsi de yakın ya da uzak tarihe ve
şehrin geleneğine referansta bulunan
anlamlı göstergelerdir. Şehre bakan kimse, bu göstergelerden hareketle kendine
bir şehir imajı çizer. Şehrin sakini ya da
misafiri, farklı perspektiflerle şehre yaklaştığı müddetçe şehrin çağrısını daha iyi
alımlayabilir. Şehrin hafızasında yer alan
bazı göstergeleri aşırı yücelten, şehre
metafiziksel yahut idealist bir tasarımla
yaklaşan ve böylece şehrin anını ve geleceğini anlayamayan bir bakış da mevcuttur. Bu bakış, var olan şehir ile iletişime geçmemesi, yalnızca bakakalması
sebebiyle üretken ve dinamik olmayan,
nostaljik ve durağan bir bakıştır. Şehrin
hafıza göstergelerinin tek biçimli yorumunu dayatarak bu geçmiş anlamı sürekli tekrar eder.
Bir şehri yalnızca müzelerden, bazı tarihi yapılarından hareketle tanı(t)mak,
kişi için nostaljik mekan algısının varlığına işaret eder. Durağan bir bakış olarak
nostaljik bakış, yüceltmenin bir başka
türüdür. Hiçbir zaman ulaşamayacağımız, hep-orada kalan geçmiş karşısında
duyduğumuz hayranlık, çoğu zaman baskın bir haldir. Bizim var olan zamandan
geriye doğru gidemeyeceğimiz, vardığımız “burada-şimdi”ye bağlı olduğumuz
gerçeği, mezkûr hayranlığın kesinliğini
ve dozunu artırır.
Bugünün biteviye değişen şehirlerinde
duyduğumuz karmaşık his ve düşünceleri, yalnızca gelenek-modernlik düalizminden hareketle ele almak, tarihe
yönelik yüceltici bakışı besliyor olabilir.
Bunun ötesinde içinde “varlığımızı açtığımız” şehre, kendi yaşadığımız varoluşsal tecrübe eşliğinde ve belirli idealist
şehir tasarımlarını aşarak yaklaşmamız
gerekiyor. Şehrin bazı göstergeler ve
semboller barındırdığını, hatta bir metin
gibi yoruma açık olduğunu belirtmiştik. Bu bağlamda bazı sorular gündeme
gelmektedir: Acaba yeni(leşen), modernleşen Anadolu şehirleri, bu şehirlerde
yaşayan bireyler için ne ifade etmektedir? Üstü gün geçtikçe bir beton ve techno-örtüyle kaplanan tarihsel atıflar silsilesiyle dolu şehirler, bizi hangi hafızaya,
kimin tarihine çağırıyor? Daha farklı bir
tarzda sormamız gerekirse, şehirlerimizin ahvali bize geçmişi mi yoksa geleceği mi işaret etmektedir? Sabit geçmiş ile
hareketli gelecek tasavvurları bir yana,
şehir, içindeki insanların ahlaki tecrübelerinden hareketle mi d/okunmalıdır?
Bu soruların cevabını ararken evvelemirde şu önermenin altını çizelim: Şehrin
sürekliliğini sağlamaya matuf geleceğe
yönelik şehir politikaları, şehri bugüne
kadar var kılan tecrübelerden bağımsız
inşa edilemez. Şehrin tarihini anlama ve
gelecek kurma süreçleri, birbirinden ayrı
süreçler değildir. Bu toplumsal projeksiyonun merkezinde duran şehrin insanı,
hâlihazırda geçmiş ve geleceği kendi ahlaki tecrübesinde birleştirmelidir.
Roland Barthes’ın da dediği gibi, şehir
sakinleriyle konuşmaktadır ve dile gelmektedir sürekli. Üstelik Anadolu şehirleri, kendi “sesleri”ne: kendi sembol
ve göstergelerine sahiptir. Önemli olan,
şehrin sokaklarında, meydanlarında,
mezarlıklarında; kısaca ufuklarında yankılanan sesi duymak ve şehrin arzularını
görmektir. Felsefe, dinamik ve diyalojik
ilişkilerin olduğu şehirlerin sesine kulak
verir. Fakat bunu mevcut bir şema veya
şablonu şehre uygulayarak değil, şehrin
özneleri olan insanların kimliklerine alan
açarak gerçekleştirir. Bugün kimliğini
yitirmiş, kopya şehirler çağında yeni bir
mekân kavramına ihtiyacımız vardır. Var
olan mekânı sorunsallaştıracak ve tarihsellik bilinciyle bu mekanın eleştirisini
yapacak bir felsefi tavır geliştirilmelidir.
Şehirlerimizde beliren ve mimariyle “şehir plansızlığı”na büyük ölçüde yansıyan
birlikte yaşama sorununu rasyonel biçimde tartışacak olan felsefedir.
Tarihte klasik eserlerin var oldukları şehrin gerçekliğine uygun düşecek, farklı
kimliklerin üzerinde uzlaşabileceği müşterek yorumlara imkân tanıyan sembolik
bir dile sahip olduklarını görmekteyiz.
Herhangi bir yer’i muayyen bir mekân’a
dönüştürecek potansiyel, böylesi bir ortak dili oluşturma sürecinde ortaya çıkar.
Ortak bir dilin inşası için felsefenin diyalojik ve ahlaki karakteriyle şehrin hafızasına kulak vermesi ve onu sembolik
düşünme yoluyla yeniden, yeniden yorumlaması gerekir.
Mustafa Özel diyor ki!
İskender Gümüş
Marx’ı kapitalizmi anlamak için okumalıyız,
sosyalizm hakkında ileri geri konuşmak için değil.
VİTRİNDEKİLER
İlber Ortaylı
Türklerin Tarihi 2
SAHAFİYE
DERGİ FUARI AÇILIYOR
7. Uluslararası Dergi Fuarı
10 Mayıs’ta Sirkeci Garı’nda
açılıyor. Yurt içinden ve dışından 100’den fazla edebiyat,
siyaset, sanat, mizah, gençlik
ve çocuk dergisinin katıldığı
fuar 15 Mayıs Pazar gününe
kadar devam edecek. Fuar,
09.30-21.00 saatleri arasında
ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek. Vagon söyleşileri,
konferanslar, paneller, müzik
dinletilerinin yer alacağı fuarda Dergiciliğin Enleri ödül
töreni de yapılacak.
MÜSTAKİL GAZETE KAPANDI
Gazeteci Yazar Hakan Albayrak'ın
yönetiminde 11 Ocak'ta yayın hayatına başlayan ve reklamsız olarak çıkan
Müstakil Gazete 22 Nisan 2016 tarihinde yayın hayatına son verdi. İlk
çıktığı dönemde bayilere 20.000 tirajla
dağıtılan gazeteye “pdf abonelik” yoluyla abone olunabiliyordu. Müstakil
Gazete, yaklaşık dört aylık süreçte yayın çizgisiyle okurun damağında güzel
bir tat bıraktı. Hakan Albayrak gazetenin yayın hayatına son verdiği yazısında okurlara veda etmenin yanında
bir de müjde verdi. Müstakil Kitaplar,
Albayrak’ın yeni yayınevi projesi.
Nikolas Gardner
Kut’ül Amâre
Hülya Küçük
Uzatılmış Yol
Ahmed Güner Sayar
Sahhaf
Raif Yelkenci
Somalice - Türkçe Sözlük Çıktı
Bir başka açıdan David Hume
2011 yılından beri Türkiye’de yaşayan ve Kırklareli İmam Hatip Lisesi’nde eğitim gören Suleyman İbrahim Sheikh Hussein ve Abdinur Sheikh
Ali Muhammed, Somalilerin günlük yaşamlarında kullanabilecekleri 10 bin kelimenin yer aldığı
“Türkçe-Somalice/ Somalice-Türkçe Sözlük hazırladı. Diyanet Vakfı’nın bastırdığı 191 sayfalık
sözlük, bu alanda bir ilk. Türkiye'de eğitim gören
yaklaşık üç bin civarındaki Somalili öğrenciye
yardımcı olması amacıyla hazırlanmış. Sözlüğü
hazırlayanların da henüz lise öğrencisi olması
takdire şayan…
Dr. Ahmet Dağ’ın “Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Oluşumunda David Hume” adlı kitabı Külliyat Yayınları
arasından çıktı. Dağ, yeniçağ düşüncesinin en mümbit filozoflarından biri olan
Hume’un din-ahlak ve siyaset odaklı
felsefe anlayışını eleştirel bir analize tutarak modern ve postmodern dünyanın
oluşmasına katkısını ele alıyor. Hume,
mevcut dünya düzeninin lokomotifi olan
Amerikan Düzeni’nin yani Yeni Kudüs’ün
oluşmasına katkıda bulunduğu gibi pragmatistlere, mantıksal pozitivistlere, Fransız Devrimi’ne, dinî, siyasî, ahlaki olarak
günümüz dünyasına da etkide bulunuyor.
MAYIS2016
KATI
23
Mukadder Gemici
Kar Makamı
Adalet Canlı Akbaş'a
başucu eserlerini sorduk
1. Mevdudi – Kuran’a Göre Dört Terim
2. Cervantes – Don Kişot
3. Kafka – Dönüşüm
4. Mustafa Kutlu – Ya Tahammül Ya Sefer
5. Rasim Özdenören – Kuyu
Adalet Canlı Akbaş kimdir?
1983 yılında Aksaray’da doğdu. Aksaray Anadolu Öğretmen Lisesi’nden 2001, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2005
yılında mezun oldu. 2006 yılında avukatlık mesleğini icra etmek
için geldiği İstanbul’da, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları
Grubuna dâhil oldu ve hukuk alanındaki çalışmalarına devam etti.
2010 yılında Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Av. Muharrem Balcı’nın Hukuk Danışmanı olarak görev yaptı. Hâlihazırda
Kırklareli Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Kadir Metin Akbaş ile evli ve Görkem Çelebi’nin annesi.
05
MAYIS/ 2016
AFRİKA'NIN
YENİDEN KEŞFİ
Hakan Aydın
[email protected]
frika; tanımlanması hem
kolay hem de oldukça
zor bir kıtayı ifade ediyor. Coğrafi açıdan dünya topraklarının % 22’sini kapsarken,
aynı zamanda çok sayıda etnik ve
dini kimliğe sahip 1 milyarı aşkın
insanı barındırıyor. Afrika’nın,
uzun yıllar uluslararası sistemdeki politik, ekonomik ve sosyal
süreçlerde marjinal ve incelemeye değer görülmeyen bir bölge
olarak kalması, tanımlanmasını
da zorlaştırıyor. Ancak insanoğlunun doğuşuna ev sahipliği yapmış bu toprakların, insanoğlunun
geleceğinde belirleyici olacağı
aşikâr.
A
Osmanlı Devleti, hâkimiyetini
Kuzey Afrika bölgesinden Sahra
altı Afrika’ya kadar ilerletmiştir.
Bölgedeki siyasal ve ekonomik
faaliyetler yanında 1862’de Güney Afrika’daki Cape Town Müslümanlarını eğitmek üzere Kadı
Ebubekir Efendi gönderilerek,
dini konularda halkın bilgilendirilmesi amaçlanmış ve bölge
halkıyla olan rabıta korunmak
istenmiştir.
Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle Afrika’da sömürgeleştirme süreci başlamıştır. Afrika’da
sınırlar “cetvelle” tayin edilmiş,
toplumsal bölünme kimlik karmaşası yaratmış ve halklar birbirlerine karşı düşmanlaşmıştır.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı
sonrasında “dekolonizasyon” süreciyle Afrika devletleri Batılı
devletlerden
bağımsızlıklarını
kazanmışlar ancak sömürgeleştirmenin sona ermesi post
sömürgeleştirme dönemine ge-
çilmesini beraberinde getirerek,
yeni sömürgeci anlayışı ortaya
çıkarmıştır. 1945-90 Soğuk Savaş
döneminde Türk Dış Politikası,
iki kutuplu anlayışa binaen oluşturulmuştur. Bu durum, uluslararası ilişkilerin blok yaklaşımı
içerisinde anlaşılmasını gerekli
kılmıştır. Türkiye, cumhuriyetin
ilanından beri dış politikasını
“Batılılaşma” perspektifi çerçevesinde inşa ederek, uzun yıllar
Afrika ülkeleriyle yakın ilişkiler
içerisinde olamamış ve bu minvaldeki politikalarını ötelemiştir.
Örneğin; Türkiye, 1955 Bandung
Konferansı’nda ve sonrasında
bağımsızlıklarını yeni kazanmış
ya da kazanmak üzere olan Afrika ülkelerini desteklememiş ve
bu durum, Afrika’yla olan ilişkilerinde, tamiri uzun yıllar alacak bir
dönemi başlatmıştır. Türkiye’nin
“Batılılaşma” yaklaşımı içerisinde
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği (SSCB) tehlikesine karşı
ABD yanlısı blok içerisinde yer
alınmış olup; askeri, siyasal ve
ekonomik süreçler bu minvalde
kurulmuştur.
Dönemin siyaseti ve entelektüel
yaklaşımı arasında temel farklılıkların olduğu görülmektedir.
Türk mütefekkir Fethi Gemuhluoğlu 1956-59 yılları arasındaki
Arapgir Postası’ndaki yazılarında, Cezayir ve Gana’nın bağımsızlığını sevinçle karşılamış, Türkiye’nin Tunus’ta büyükelçilik
açmasını fazlasıyla önemsemiştir.
Gemuhluoğlu “Uyanan Afrika”
tanımlamasında bulunarak, Türkiye’nin bölge ile olan ilişkilerini
ilerletmesini isterken, Türkiye
ve Mısır ilişkilerinde lider odak-
lı değil, halk tabanlı politikaların
benimsenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunun da ancak insana,
fikre, coğrafyaya ve tarihe dost
olmak silsilesiyle başarılı olacağının altını çizmiştir. Gemuhluoğlu: “Uyanan Afrika’ya basiret ve
dikkatle yeni ve hassas bir zihniyetle eğilmekte büyük maddî ve
manevî menfaatlerimiz olduğunu
unutmamak mecburiyetindeyiz”
diyerek, kendi vizyoner düşünce
perspektifini ortaya koymuştur.
1990’da Soğuk Savaş’ın sona ermesi, blok yaklaşımını ortadan
kaldırmıştır. Çok boyutlu diplomasinin gelişimiyle birlikte Türkiye’nin de bölgesel politikaları
önem kazanmıştır. 1998’de Afrika’ya Açılım Eylem Planı’yla başlayan sürecin 2005 yılının Türkiye’de “Afrika Yılı” olarak ilan
edilmesi, açılım sürecinin devam
ettirilmesine yönelik önemli bir
adımdır. Ayrıca dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan; Güney Afrika, Etiyopya ve Afrika
Birliği ziyaretlerinde bulunmuş,
12 Nisan 2005’te Türkiye Afrika
Birliği’nde gözlemci ülke statüsünü kazanmıştır. 2008’de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül’ün katılımıyla düzenlenen
Türkiye – Afrika İşbirliği Zirvesi, ilişkilerin gidişatı açısından
oldukça mühimdir. Afrika Birliği
İcra Konseyi’nin aynı yıl yaptığı
toplantıda Türkiye, Afrika’nın
stratejik ortaklarından biri olarak
kabul edilmiştir. Stratejik ortaklık
sonrasında açılan 30’un üzerinde yeni büyükelçiliklerle büyük
ilerlemeler kaydedilmiştir. Daha
sonrası dönemde sektörel toplantılar ve yapılan resmi ziyaret-
lerle Türkiye ve Afrika ilişkileri
daha da ilerletilmiştir. Nitekim
Başbakan Erdoğan’ın 2011’de
Somali’ye gidişi, bu ülkeye 20 yıl
sonra Afrikalı olmayan bir devlet
tarafından yapılan ilk ziyaretti.
2013’te Türkiye, Afrika Boynuzu
ülkelerinin hepsinde elçiliği olan
ilk ülke haline gelmiştir. Sahra altı
Afrika ülkelerinden sadece Güney Afrika’nın elçiliği Türkiye’de
bulunmaktayken, hâlihazırda 25
Afrika ülkesi daha elçilik faaliyetlerine başlamıştır. Ekonomik veriler açısından değerlendirildiğinde de Türkiye’nin Afrika’yla olan
ticaret hacminin toplam ticareti
içerisindeki ihracatı lehine payı
% 5’i bulmaktadır.
Bugün gelinen noktada Türkiye
ve Afrika özelinde sadece elçiliklerin açılması, insani yardım
ve sivil toplum kuruluşu faaliyetleri noktasında kalınmamalıdır. Türkiye’nin Afrika siyaseti
derinleştirilerek özellikle proje
bazlı işbirlikleri ve alt yapı yatırımları desteği noktasında teknik
bilgi birikiminin transferi gerçekleşmelidir. Ayrıca Afrika’nın
hep kıtasal ve bir bütün olarak
ele alınması, tartışılması problemlidir. Çünkü Afrika kıtasında
54 ülke bulunmaktadır. Hem bu
ülkelerin tanınması hem de bölgedeki potansiyelin de keşfedilmesi açısından her ülke ayrı ayrı
ilgiyi ziyadesiyle hak etmektedir.
Nihayetinde Türkiye’nin, tarihi
değişim yaşayarak ortaya koyduğu yeni Afrika siyasetinde bir dönüşüme ihtiyacı vardır.