II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler

Transkript

II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler
Bülent Ecevit Üniversitesi Yayınları No: 4
II. Uluslararası Türk
ve Dünya Edebiyatları
Arasında Etkileşimler
Sempozyumu
TÜDEAS
Bildiriler Kitabı
Editörler
Dr. Musa DEMIR
Dr. Hasan ÖZER
Hüseyin ALPSOY
Bülent Ecevit Üniversitesi Yayınları No: 4
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
TÜDEAS Bildiriler Kitabı
Editörler: Dr. Musa DEMIR, Dr. Hasan ÖZER, Hüseyin ALPSOY
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Bülent Ecevit Üniversitesi’ne aittir. Bütün hakları saklıdır.
Kitabın tümü ya da bölümü/bölümleri Bülent Ecevit Üniversitesi’nin yazılı izni olmadan
elektronik, optik, mekanik ya da diğer yollarla basılamaz, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
Copyright 2015 by Bülent Ecevit University. All rights reserved.
No part of this book may be printed, Reproduced or distributed by any electronical, optical,
mechanical or other means without the written permission of Bülent Ecevit University.
ISBN: 978-605-84301-0-5
1. Baskı, 1000 adet, Mayıs 2015
II
BULUŞ Tasarım ve Matbaacılık Hizmetleri San. Tic., Ankara
Tel: +90 (312) 222 44 06 Faks: +90 (312) 222 44 07
www.bulustasarim.com.tr
Yayıncı Sertifika No.: 18408
SEMPOZYUM ONURSAL BAŞKANI
Prof. Dr. Mahmut ÖZER Bülent Ecevit Üniversitesi Rektörü
SEMPOZYUM ONUR KURULU
Ali KABAN
Prof. Dr. Mahmut ÖZER
Prof. Dr. Ramazan KAPLAN
Prof. Dr. Turan KARATAŞ
Prof. Dr. Hayati DEVELİ
Hilmi YAVUZ
Doğan HIZLAN
Zonguldak Valisi
Bülent Ecevit Üniversitesi Rektörü
Bartın Üniversitesi Rektörü
Atatürk Kültür Merkezi Başkanı
Yunus Emre Enstitüsü Başkanı
Prof. Dr. Abdullah UÇMAN
Prof. Dr. Agiemin BAUBEC
Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN
Prof. Dr. Alaattin KARACA
Prof. Dr. Ali YAKICI
Prof. Dr. Birsen KARACA
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU
Prof. Dr. Ekrem ARIKOĞLU
Prof. Dr. Ekrem CAUSEVİC
Prof. Dr. Erdoğan BOZ
Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ
Prof. Dr. Hicabi KIRLANGIÇ
Prof. Dr. İbrahim İLKHAN
Prof. Dr. İsmet EMRE
Prof. Dr. Mahmut KAPLAN
Prof. Dr. Mehmet NARLI
Prof. Dr. Mehmet TÖRENEK
Prof. Dr. Muhammet Nur DOĞAN
Prof. Dr. Musa Yaşar SAĞLAM
Prof. Dr. Nazım Hikmet POLAT
Prof. Dr. Rahmi ER
Prof. Dr. Ramazan GÜLENDAM
Prof. Dr. Şükrü Halûk AKALIN
Prof. Dr. Yakup ÇELİK
Doç. Dr. Adem İŞCAN
Doç. Dr. Alpay Doğan YILDIZ
Doç. Dr. Azamat AKBAROV
Doç. Dr. Burul SAGINBAYEVA
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Universitate Dın Bucureşti
Gazi Üniversitesi
Muğla Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Yıldız Teknik Üniversitesi
Kırgızistan- Türkiye Manas Üniversitesi
University of Zagreb
Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Bartın Üniversitesi
Fatih Üniversitesi
Balıkesir Üniversitesi
Erzurum Atatürk Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Yıldız Teknik Üniversitesi
Ürdün Üniversitesi
Ürdün Üniversitesi
International Burch University
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi
III
BILIM VE DANIŞMA KURULU
BILIM VE DANIŞMA KURULU
Doç. Dr. Hakan SAZYEK
Doç. Dr. Nesime CEYHAN AKÇA
Doç. Dr. Öztürk EMİROĞLU
Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN
Yrd. Doç. Dr. Betül MUTLU
Yrd. Doç. Dr. Emine TUĞCU
Yrd. Doç. Dr. Gökhan TUNÇ
Yrd. Doç. Dr. Gül Banu DUMAN
Yrd. Doç. Dr. Hasan ÖZER
Yrd. Doç. Dr. Selma BAŞ
Yrd. Doç. Dr. Leyla Burcu DÜNDAR
Yrd. Doç. Dr. M. Kayahan ÖZGÜL
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ÇELİK
Yrd. Doç. Dr. Musa DEMİR
Yrd. Doç. Dr. Osman ARICAN
Dr. Selçuk KIRBAÇ
Sadık YEMNİ
Kocaeli Üniversitesi
Çankırı Karatekin Üniversitesi
Varşova Üniversitesi
International Burch University
Bülent Ecevit Üniversitesi
Başkent Üniversitesi
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Başkent Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Bahçeşehir Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
İsveç
İzmir
DÜZENLEME KURULU
Yrd. Doç. Dr. Musa DEMİR
Yrd. Doç. Dr. Hasan ÖZER
Yrd. Doç. Dr. Betül MUTLU
Yrd. Doç. Dr. Gül Banu DUMAN
Yrd. Doç. Dr. Osman ARICAN
Bülent Ecevit Üniversitesi (Başkan)
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
SEKRETERYA ve DÜZELTİ
IV
Arş. Gör. Merve MENTEŞE
Arş. Gör. P. Nurdan GÜMÜŞTEPE
Arş. Gör. Kübra AKGÜN
Arş. Gör. Arda KARADAVUT
Arş. Gör. Nagehan KUNDUZ
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
Bülent Ecevit Üniversitesi
İÇİNDEKİLER
Takdim.........................................................................................................................................................IX
Teşekkür.................................................................................................................................................... XIII
Dünya Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Oynadığı Rol
The Role of Translation in Formation of World Literature
Musa Yaşar SAĞLAM....................................................................................................................................... 3
Edebiyatlar Arasında Bilingual Yazarlar Aracılığı ile Kurulan Köprüler
The Bridges Set Interliteratures Through the Mediation of Bilingual Authors
Birsen KARACA............................................................................................................................................ 15
Türk Halklarında Lakapların Özellikleri
Features of Turkish People’s Sayings
Burul SAGINBAYEVA, Kadian BOOBEKOVA.............................................................................................. 21
Yırdan Türküye Geçiş ve Türk Dünyasında Türkü Geleneği Üzerine
Transition From Yir to Folk Song and Folk Songs in Turkish World
Ali YAKICI..................................................................................................................................................... 29
Irak’ta Türk Edebiyatı Gelişimi
The Development of Turkish Literature in Iraq
Emir İçhem İDBEN........................................................................................................................................ 35
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
Waiting or Not Waiting for Godot
Melih ERZEN................................................................................................................................................. 41
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu: Düşmancıl İmgelerin Ezberini Bozan Türk ve Avrupalı
Seyyah, Elçi ve Yazarların Yazın Eserlerine Yorum Bilimsel Yaklaşım
Europe in East - East in Europe: Scientific Approach and Comments on the Went Beyond the Ordinary
Written Compositions of the Turkish and European Voyagers, Ambassadors and Writers
İlker ÇÖLTÜ.................................................................................................................................................. 53
Âsaf-Nâme’de Leylâ ve Mecnûn İzleri
Traces of Layla and Majnun in Âsaf-Nâme
Necip Fazıl DURU.......................................................................................................................................... 89
V
Şerifî’nin Şehnâme Çevirisi ve Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Farsçadan Yapılan Çevirilerin
Türk Dili ve Edebiyatı Üzerindeki Etkileri
The Influences of Translation of Sherifi Sahname and the Translations from Persian in Old Anatolian
Turkish Period on the Turkish Language and Literature
Zuhal KÜLTÜRAL......................................................................................................................................... 83
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
Persian Poets in Perspective of Divan Poets of the First Period
Fatih SONA.................................................................................................................................................... 97
Celil Memmedguluzade (Molla Nesreddin) Realizmi ile Rus Yazarı Gogol Realizmi
Arasında Tipolojik Bağlantılar
Typological Links Between Jajil Memmedguluzade’s (Molla Nasraddin’s) Realism and
Russian Writer Gogol’s Realism
Ebülfez EZİMLİ............................................................................................................................................ 109
Paul Eluard’dan Orhan Veli’ye Şiirin Anlamı ve Geleceği
The Meaning and Future of Poetry from Paul Eluard to Orhan Veli
Recai ÖZCAN..............................................................................................................................................121
Klasik Türk Edebiyatı ile İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim Bağlamında
Fantastik İnsan Tasavvurlarından “Âfet, Âfet-i Âb ve Şâh-ı Mârân” Örnekleri
Interaction Between Classical Turkish Literature and Iranian Literature in the Context of
Fantastic Human Imagining: Examples of “Âfet, Âfet-i Âb ve Şâh-ı Mârân”
Merve MENTEŞE......................................................................................................................................... 129
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi
Üzerine Bir Karşılaştırma
The Letters that the Fathers Couldn’t Read: A Comparison of Father Image Between
Franz Kafka and Oguz Atay
Yaşar ŞİMŞEK............................................................................................................................................... 141
Türk- Gürcü Edebi İlişkileri Üzerine Bazı Meseleler
Some Concerns About Turkish- Georgian Literary Relations
Gül Mükerrem SEZGİN............................................................................................................................... 155
Kırgız Edebi Nazım Türü ve Dünya Edebi Nazım Türü: Tesirler, Karşılaştırmalar
Kyrgyz and World Poetry: Influences and Comparisons
Nurzat KAZAKOVA....................................................................................................................................165
“Germinal” ile “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
A Comparative Analysis on “Germinal” and “Mükellefiyet” and “Göldağı”
Mehmet BAŞTÜRK.....................................................................................................................................173
VI
Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Cengiz Aytmatov Tesiri
Influences of Cengiz Aytmatov in the Refik Özdek’s “Kendi Mezarini Kazan Adam” Story
Ömer Faruk ATEŞ........................................................................................................................................ 189
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Edgar Allan Poe’s “Single Effect” Theory and Classical Turkish Story: Nev’î-Zâde Atâyî Example
Osman ÜNLÜ.............................................................................................................................................. 195
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
Reflections of Sartre’s Nausea on Demir Özlü’s “Bir Uzun Sonbahar”
Esra KARLIDAĞ.......................................................................................................................................... 213
Üç Romanda Postmodern Kurgu
Umberto Eco: Gülün Adı; Orhan Pamuk: Beyaz Kale; Emre Kongar: Hocaefendi’nin Sandukası
Mehmet NARLI, Şaziye AYALI....................................................................................................................229
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı Dünyaların Mutsuz İnsanları
Unhappy People of Different Worlds in the Narratives of the Wild Palms
and the Man Who Raises Roses
Mehmet GÜNEŞ..........................................................................................................................................237
Araba Sevdası’na ve Bihruz’un Zihnine Sızan Fransız Edebiyatı
French Literature Permeating a Carriage Affair and Bihruz’s Mind
Fatih ALTUĞ...............................................................................................................................................247
Antikahraman Bağlamında İki Karakterin Karşılaştırmalı İncelemesi: Oblomov ve C.
Comparative Study of Two Characters in the Context of Antihero: Oblomov and C.
Hasan SAKIN............................................................................................................................................... 255
Türk Edebiyatında Akademik Roman
Academic Novel in Turkish Literature
Çiğdem PALA MULL................................................................................................................................... 263
V. Nabokov’un “Karanlıkta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” Romanları Üzerine
About V. Nabokov’s “Laughter in the Dark” and O. Pamuk’s “The Museum of Innocence”
Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN....................................................................................... 269
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
Nazim Hikmet’s Influences on Resul Rıza’s Poetry
Ayşe ATAY................................................................................................................................................... 279
VII
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
Philosophical Foundations of the Concept of Love in Eastern and Western Literature
Engin GÜNEŞ.............................................................................................................................................. 295
TAKDİM
Ürettikleri bilgiyi paylaşarak yaygınlaştıran ve bu bilgi sayesinde ulaşılan seviyeyi geniş kitlelere
mal eden kurumlar olan üniversiteler, bireyden topluma her birimi ile insanların yaşamına ışık tutmak
durumundadırlar. Bilimsel bilginin irfana, erdeme, ahlaka ve tüm bunlarla yoğrulmuş bir yaşam felsefesine
dönüşmesinde üniversitelerin hayati derecede önem ifade eden rolleri mevcuttur. Bu rol yaşama geçirilirken
yalnızca teknolojik, ekonomik, siyasi, sosyal ve güncel gelişmeler üzerinden bir yol haritası çizilemeyeceği de
aşikârdır. Ulaşageldiğimiz yeni ufuklar ancak sanatsal, ahlaki, kültürel değerlerle işlenerek insanlığın yoğun
çalışmalar neticesinde bilgiyi ulaştırdığı zirvelere taç yapılmak suretiyle anlam kazanabilecektir.
Akademisyenlerine, öğrencisine, personeline ve içerisinde yaşadığı topluma dair iyi niyet besleyen,
onların dertleriyle dertlenen bir üniversite oluşturma gayreti, samimiyet ve fedakârlık derecesi nispetinde
ürünler ortaya koyabilmektedir. Bu değerlendirmelerin bir yaşam, yönetim ve davranış biçimi haline
getirildiği kurumların başarılarını tespit etmek hiç de güç değildir. Bülent Ecevit Üniversitesi olarak bizler
tüm bireylerimizin bu yönde ürettikleri değerleri desteklemek ile kendimizi bahtiyar hissetmekteyiz.
Bu itibarla; üniversitemizin genç birimlerinden olan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün ilkini 2012 yılı
Mayıs’ında ikincisini ise 2014 yılının aynı ayında gerçekleştirdiği Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları
Arasında Etkileşimler Sempozyumu (TÜDEAS) adını taşıyan akademik gayretlerinin yarattığı tesirleri de
son derece büyük bir memnuniyetle izlemekteyiz. 8-10 Mayıs 2014 tarihlerinde üniversitemiz ev sahipliğinde
ve uluslararası bir katılımla ikincisini gerçekleştirdiğimiz sempozyumun bildirilerini kalıcı bir biçimde
bilim âlemine takdim ediyor olmaktan şahsım ve üniversitemiz adına büyük bir mutluluk duymaktayım.
Gerek bu eserin ortaya çıkmasında gerekse her iki sempozyumun titizlik ve ciddiyetle hazırlanarak hayata
geçirilmesinde büyük katkıları olan herkese teşekkürü borç biliyorum.
Kurumsal iş birliklerinin doğurduğu en güzel neticelerden bir tanesi olarak değerlendirdiğim II.
Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu’na sundukları eşsiz katkı ve
desteklerden ötürü Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Turan Karataş beyefendiye özellikle teşekkür
etmek istiyorum. Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı Yrd. Doç. Dr. Musa Demir’e, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Hasan Özer’e, bölümümüzün tüm değerli akademisyenlerine ve kıymetli
öğrencilerine içten tebrik ve teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
Kurumumuzun etki gücü yüksek markalarından biri haline gelen TÜDEAS’ın elde ettiği başarıların
ve oluşturduğu tesirlerin artarak devamını ve sürdürülebilirlik prensibi doğrultusunda düzenli biçimde
gerçekleşerek güçlenen bir akademik platform olmayı sürdürmesini diliyorum.
Prof. Dr. Mahmut ÖZER
IX
Bülent Ecevit Üniversitesi Rektörü
TAKDİM
Hayat yolculuğu yazma uğraşı ile şekillenen, renklenen, anlamlanan bir serencam olsa gerektir.
Yazdığı, okuduğu, düşündüğü kadar yaşar insan, gerçek ve tam manasıyla. Bu değerler/değerlendirmeler
üniversitelerde yaşanan bilimsel ve kültürel hareketliliklerin bilinen ve kabul edilenin ötesinde anlam
kazandığı yönünde ipuçları vermektedir. Son dönemde sayıları ve sıklıkları artan ulusal ya da uluslararası
ölçekli sempozyumları birkaç farklı pencereden değerlendirmek gerekmektedir. Sözünü ettiğimiz araştırma,
okuma ve yazma uğraşları temelinde yükselen akademik çalışmaların tartışılacağı nitelikli birer bilimsel zemin
olarak düşünebileceğimiz bu buluşmaların arzu edilen seviyede olup olmadıkları etraflıca düşünülmelidir.
Bu sebeple her bilimsel etkinlik, kendisini farklı gözlerle değerlendirerek fikirden eyleme dönüşmeli, bu
değerlendirme süreçlerinde aceleci davranılmamalıdır.
Bu ilkeler doğrultusunda içeriden ve dışarıdan “bakma” imkânı bulduğum II. Uluslararası Türk ve
Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu (TÜDEAS) genel itibarla içerisinde bulunduğumuz
vasatın üzerinde bir noktaya konumlanmayı başarabilen nadir toplantılardan bir tanesi olabilmiştir. Hazırlık
ve değerlendirme aşamaları ciddiyetle tamamlanmış ve organizasyon esnasında planlanmayan durumlarla
karşılaşılmayarak sempozyum başarılı bir biçimde nihayete erdirilmiştir.
Sempozyumları gerçekleştirmek ile burada sunulan bildirileri kitaplaştırmak birbiriyle bağlantılı,
neden –sonuç ilişkisi de barındıran ödevler olarak düşünülse de bildiri kitabı hazırlamak işine müstakil bir
çalışma olarak yaklaşmak daha sağlıklı olacaktır. Bu cihetle ele alındığında, II. Uluslararası Türk ve Dünya
Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu (TÜDEAS) Bildirileri Kitabı’nın da başarılı ve titiz bir
çalışma neticesinde ortaya çıktığı görülecektir. Bu noktada sempozyuma ev sahipliği yapan Bülent Ecevit
Üniversitesinin program sırasında ve sonrasında işin önemine uygun bir bilinçle hareket etmiş olmasının
önemini vurgulamak isterim. Bilimsel etkinlik gerçekleştirme olgunluğu, zaman isteyen bir öğrenme süreçleri
bütünü olsa da henüz çok genç bir Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsü durumundaki bölümün akademisyenleri
samimiyetleri ve çalışkanlıkları ile bu açığı kapatmayı bilmişlerdir. Bu noktada Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı olarak verdiğimiz desteğin önemi de ortaya çıkmakta ve bu destek neticelerini somut bir biçimde
göstermektedir.
Ortaya konan her ürün, bir dahaki sefere daha iyisini oluşturmak üzere yeni bir beklentiyi üretme
potansiyeli taşımaktadır. Türk ve Dünya edebiyatlarının münasebetlerini incelemek ve araştırmak
gayreti, TÜDEAS’ı bir gelenek olarak yaşatmalı ve nice başarılı çalışmaların ortaya konacağı bir zemine
dönüştürmelidir. Bu noktada bir akademisyen olarak katılma ve tüm tartışmaları takip etme olanağı
bulduğum sempozyumun bildirilerini bir kitap olarak bir arada görmekten büyük bir mutluluk duyuyorum.
Sempozyumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı iş birliği ile gerçekleştiren ve bu eserin ortaya konmasına
büyük katkı sunan Bülent Ecevit Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Özer’e özel olarak teşekkür etmek
istiyorum. TÜDEAS Bildirileri Kitabı editörleri Yrd. Doç. Dr. Musa Demir, Yrd. Doç. Dr. Hasan Özer ve
Okutman Hüseyin Alpsoy’a şükran ve tebriklerimi iletiyor; Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında
Etkileşimler Sempozyumu (TÜDEAS)’nun uzun yıllar başarı ile gerçekleştirilmesini ve böylesi çalışmaları
vücuda getirmesini diliyorum.
Prof. Dr. Turan KARATAŞ
XI
Atatürk Kültür Merkezi Başkanı
TEŞEKKÜR
Tarih boyunca sanat, insanlığın evrensel değerler hiyerarşisinde daima müstesna bir yer işgal edegelmiştir.
İnsan kimi zaman bir sanatkâr, kimi zaman bir zanaatkâr ve kimi zaman da sanat ve zanaat üstüne düşünen,
fikirler, teoriler öne süren bir konumda ve fakat her halükarda sanatın doğasının gereği olan estetik plan
dâhilinde, daima, tarihin akışını yumuşatmış ve yer yer de değiştirmiştir.
En kısa ve mümkün yoldan “malzemesi dil olan güzel sanat faaliyeti” olarak tanımlanan edebiyatın söz
konusu tarihi oluşum süreci içerisindeki rol ve ehemmiyeti ise; hiç şüphe yok ki, bin yıllar ötesinden bugüne,
tüm yorgun ve de zinde yönleriyle sürekli seslenen müşterek beşeriyet hafızasının en vazıh ve en natık
tabakasını teşkil ediyor olmasıdır.
Bizleri bugün, Grek ve Roma mitolojisinden, Mısır ve Sümer’den, Babil’den, Çin ve Hint’ten, Hunlardan
ve Köktürklerden hülasa bütün kadim kültür ve medeniyetlerden haberdar eden en gür sesli andaçlar,
kabul edilmelidir ki mitler ve destanlardır. Şüphesiz ki bu “imtidat”, bugünden geleceğe elan ve tüm hızıyla
devrolmakta; şairler, yazarlar, dilin gelişen tüm imkânlarıyla, bugün de geleceğe söz söyleme ayrıcalıklarını
son haddine kadar kullanarak “kökü mazide olan ati”nin temellerini atmaktadırlar.
Bu sürekliliğin bir gereği olarak, zamanımızdan geriye doğru bakıldığında görülecektir ki nasıl ulusal
kültürler etkileşim halinde evrensel bir medeniyet inşa etmişlerse, ulusal edebiyatlar da sürekli etkileşerek
ortak bir dünya edebiyatı inşa etmişlerdir. Modern zamanların baş döndürücü bir hızla ve sürekli etkileşen
dünyasında, edebiyat da artık, “Avrupa edebiyatı”, “Doğu edebiyatı” “Batı edebiyatı” gibi uluslar üstü bir
nitelik ve hüviyet kazanmıştır.
Bu itibarla, yaklaşık son iki yüzyıllık zaman içinde bilimsel bir disiplin olarak teşekkül eden “karşılaştırmalı
edebiyat bilimi” (comparatistik), tarihçesindeki tüm ideolojik dönemeçlerden sonra, bu gün artık ağırlıklı
olarak, “medeniyetlerin çatışmaktan” başka seçeneklerinin kalmadığının ve dolayısıyla da “tarihin sonuna”
gelindiğinin ilan edildiği çağımızın kritik ve de kaotik atmosferine sükûnet telkin etme yoluna girmiştir. Bir
başka ifadeyle karşılaştırmalı edebiyat, nihai noktada, kendi metotlarını devreye sokarak, zihni alabildiğine
sıkışan insanlığa unuttuğu ortak paydasını hatırlatmak ve onun ortak vizyon arayışlarına katkıda bulunmak
misyonlarını üstlenmiştir.
Bu eser, böylesi bir refleksten hareket eden akademik bir duyarlılığın semeresidir. Dünden bugüne edebi
etkileşimlerin, çok farklı açılardan ele alındığı II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler
Sempozyumu (TÜDEAS)’na iştirak eden kıymetli bilim insanlarının özgün bilimsel çalışmalarıyla vücut
verdikleri bu kitap, umut ediyoruz ki geçmişten geleceğe uzanan bu yolda anlamlı bir adım ve tarihe düşülen
bir kayıt olarak hak ettiği yeri alsın.
Bülent Ecevit Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü olarak ikincisini Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı destek ve iş birliğiyle gerçekleştirdiğimiz sempozyumumuzun bundan böyle ulusal ve uluslararası
bilim camiasında benimsenip ortak bir bilimsel zemine dönüşmesi en büyük temennimizdir.
Musa DEMIR
Hasan ÖZER
Hüseyin ALPSOY
XIII
Bu vesileyle, sempozyumun düzenlenmesinde bizleri teşvik eden, her türlü imkân ve desteği veren
Üniversitemiz Rektörü Prof. Dr. Mahmut Özer’e, sempozyumda emeği geçen üniversitemiz akademik ve
idari personeline, sürecin tamamında akademik görüş ve deneyimlerinden istifade ettiğimiz Atatürk Kültür
Merkezi Başkanı Prof. Dr. Turan Karataş hocamıza, gösterdikleri yakın ilgi ve iş birliği dolayısıyla kurumun
emeği geçen personeline, bölümümüz öğretim elemanlarına ve son olarak heyecanımıza ortak olan sevgili
öğrencilerimize teşekkür ediyoruz.
1. Gün
Açılış Oturumu
08 Mayıs 2014 Perşembe
Prof. Dr. Turan KARATAŞ
Prof. Dr. Musa Yaşar SAĞLAM
Dünya Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Oynadığı Rol
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
DÜNYA EDEBİYATININ OLUŞUMUNDA ÇEVİRİNİN
OYNADIĞI ROL
THE ROLE OF TRANSLATION IN FORMATION OF
WORLD LITERATURE
*Musa Yaşar SAĞLAM
Özet
Geçen yüzyılın sonlarına doğru olumlu ve olumsuz bağlamda sıkça işitmeye başladığımız küreselleşme hareketi, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda yaşamın her alanında etkisini hâlâ yoğun bir şekilde hissettirmektedir. Ülkeler arasındaki sınırların artık neredeyse sadece harita üzerinde kaldığı, “birleşik bir Avrupa” ve
“küresel bir dünya”dan söz edildiği bu dönemde, toplumlar arasında öncelikle iktisat, siyaset, teknoloji, askeriye ve bilim alanında kurulan ilişkiler yoğunlaşmış ve bunun bir sonucu olarak çevirinin önemi günümüzde
daha da artmıştır.
Dünyaya açılabilmek, toplumlar arasında sağlıklı ilişkiler kurabilmek, her şeyden önce yabancı kültürleri iyi
bilmek ve tanımak sayesinde mümkün olmaktadır. Bir toplumun edebi eserleri, o toplumun kültürünü yansıtmaktadır ve bizler, çeviri sayesinde farklı ülkelerin, kültürlerin edebi eserlerini okuyarak, onlar hakkında
bilgi edinme fırsatını yakalarız. Çeviri, edebiyatlar arası etkileşim açısından önemli olduğu kadar, ülke edebiyatlarının zenginleşmesi açısından da önemlidir. Bu çeviriler sayesindedir ki, karşılaştırmalı çalışmalar yürütülmek suretiyle Türk edebiyatı ile diğer edebiyatlar arasındaki etkileşim, benzerlik ve farklılıklar saptanabilmektedir. Nitekim bizler edebiyat klasiklerini ancak çevirileri sayesinde okuyabilmekteyiz. Dolayısıyla çeviri
olmadan bir dünya edebiyatından söz etmek mümkün değildir. Bu bildirinin amacı, çevirinin Türkiye ve Türk
edebiyatındaki yeri ve önemi ile dünya edebiyatının oluşumunda çevirinin oynadığı role dikkat çekmektir.
Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, dünya edebiyatı, Türk yazarlar, TEDA, çeviri
The effects of the globalization movement, which we have been hearing about in a positive or negative context
since the end of last century, are still highly prevalent in every aspect of life. In this era when the borders between
the countries exist almost only on the map, when a “United Europe” and a “Global World” is discussed; the economical, political, technological, military and scientific relationships among societies have intensified and, as a
result, the importance of translation has increased today even more.
3
To open up to the world and to establish healty relationships among societies is possible primarily by knowing and
recognizing the foreign cultures. A society`s literary works reflect its culture. By translation we can read the literary works of foreign nations and cultures and have the opportunity to get information about them. Translation
is important for interactions among different literatures, as well as for the enrichment of the national literature. It
is by these translations and through comparative studies of them, that the interactions, similarities, and differen-
Musa Yaşar SAĞLAM
Abstract
* Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
ces between the Turkish literature and other literatures can be detected. Thus we can read the classics of literature
only by means of their translations. Hence, it is impossible to talk about the world literature without translation.
The purpose of this paper is to point out the place and importance of translation in Turkey and in the Turkish
literature, as well as the role that translation plays in forming the world literature.
Keywords: Turkish literature, world literature, Turkish writers, TEDA, translation
4
Dünya Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Oynadığı Rol
Geçen yüzyılın sonlarına doğru olumlu ve olumsuz bağlamda sıkça işitmeye başladığımız küreselleşme
hareketi, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda yaşamın her alanında etkisini hâlâ yoğun bir şekilde
hissettirmektedir. Ülkeler arasındaki sınırların artık neredeyse sadece harita üzerinde kaldığı, “birleşik
bir Avrupa” ve “küresel bir dünya”dan söz edildiği bu dönemde, toplumlar arasında öncelikle iktisat,
siyaset, teknoloji, askeriye ve bilim alanında kurulan ilişkiler yoğunlaşmış ve bunun bir sonucu olarak
çevirinin önemi günümüzde daha da artmıştır.
Dünyaya açılabilmek, toplumlar arasında sağlıklı ilişkiler kurabilmek, her şeyden önce yabancı
kültürleri iyi bilmek ve tanımak sayesinde mümkün olmaktadır. Bir toplumun edebi eserleri, o
toplumun kültürünü yansıtmaktadır ve bizler, çeviri sayesinde farklı ülkelerin, kültürlerin edebi
eserlerini okuyarak, onlar hakkında bilgi edinme fırsatını yakalarız. Çeviri, edebiyatlar arası etkileşim
açısından önemli olduğu kadar, ülke edebiyatlarının zenginleşmesi açısından da önemlidir. Bu çeviriler
sayesindedir ki, karşılaştırmalı çalışmalar yürütülmek suretiyle Türk edebiyatı ile diğer edebiyatlar
arasındaki etkileşim, benzerlik ve farklılıklar saptanabilmektedir. Nitekim bizler edebiyat klasiklerini
ancak çevirileri sayesinde okuyabilmekteyiz. Dolayısıyla çeviri olmadan bir dünya edebiyatından söz
etmek mümkün değildir.
“Dünya Edebiyatı” (Alm. Weltliteratur) kavramı Aydınlanma Çağı düşünürlerinden Christoph Martin
Wieland’a dayanıyor olmakla birlikte, ancak 1827 yılında Goethe tarafından yoğun olarak kullanılmıştır.
Yine aynı dönemde Almancada “Weltgeist”, “Weltkultur” gibi kavramlar da oluşmuştur. UNESCO
tarafından kullanılmak suretiyle âdeta kurumsallaşan “Dünya Kültür Mirası” (Alm. Weltkulturerbe)
kavramı da yine buna örnek gösterilebilir. Nitekim dünya edebiyatı kavramının ortaya çıkış düşüncesi,
dünya kültür mirası kavramınınkiyle büyük benzerlik taşımaktadır.
19. yüzyılın başı Avrupa’da, özellikle de Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’da dergiciliğin hız kazandığı,
mektup trafiğinin arttığı ve kitap çevirilerinin yoğunlaştığı bir dönemdi. Dolayısıyla bu bir anlamda,
ulusal edebiyatların sınırlarının aşılması anlamına geliyordu. Goethe, dünya edebiyatı kavramıyla ulusal
edebiyatın aksine, uluslar üstü bir ruhtan (Alm. Geist) ortaya çıkan edebiyatı kastetmektedir. Dünya
edebiyatı, kültürler arasında yoğun bir alışverişi ve ulusal edebiyatlar arasında karşılıklı bir etkileşimi
şart koşmaktadır, başka bir deyişle dünya edebiyatı karşılıklı tanıma ve hoşgörü üzerine kuruludur.
Goethe’nin zihninde tasarladığı dünya edebiyatı kavramı, bir anlamda kişinin diğeri hakkında bilgi
sahibi olması, ulusların birbirine anlayış göstermesi, bölgecilik (özerklik) çabalarının dengelenmesi,
milliyetçilik rüzgârlarının yatıştırılması anlamına geliyordu. Dolayısıyla, dünya edebiyatı kavramı
böylece sosyal ve siyasi bir işlev yerine getirebilecek, daha doğrusu yerine getirmeliydi.
Goethe’ye göre dünya edebiyatı, yazar ve metinler arasında bir alışveriş, başka bir deyişle uluslararası
fikir alışverişi anlamına geliyordu. Dünya edebiyatına girecek olan eserler ise, ulusal ve bölgesel sınırları
fazlasıyla aşan ve aynı zamanda dünya genelinde insanlar için önem arz eden eserlerdi.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Dünya edebiyatı kavramı bugün artık iki ayrı şekilde tanımlanabilir. Bunlardan ilki nitelik, diğeri ise nicelik
yönündendir. Nitelik açısından baktığımızda, bir eserin ulusal sınırları aşıp uluslararası düzlemde yayılıp,
talep görmesi, onun dünya edebiyatına dahil olması için yeterli değildir. Bu konuda belirleyici olan husus,
söz konusu eserin örnek sanatsal değeri ve dünya genelinde edebiyatın gelişimine bulunduğu katkıdır.
19. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise, Batı‘da sosyal bilimler pozitif bilimlerden ayrılarak kendi sistemini
kurmuş ve edebiyat tarihi bağımsız bir bilim dalı olarak kabul edilmiştir. Edebiyat bilimine özgü bir
araştırma metodu olan „karşılaştırmalı edebiyat“ çalışmaları da aynı dönemde başlamıştır. Ancak
belirtmek isterim ki, karşılaştırma insan zihninin önsel (Lat. a priori) bir işlemi olup, bütün bilimler için
vazgeçilmez bir yöntemdir.
Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ’a göre “Karşılaştırmalı Edebiyat” (Alm. vergleichende Literaturwissenschaft)
başlığı altında yürütülen faaliyetlerin görev ve işlevi ise, farklı dillerde yazılmış iki eseri konu, düşünce
ya da biçim bakımından incelemek, ortak, benzer ve farklı yanlarını tespit etmek, nedenleri üzerine
yorumlar getirmektir. Bu da, hem birey olarak bizlerin hem de yeryüzündeki ulusların birbirlerini daha
iyi anlamalarına ve mevcut önyargıların ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır (bk. 2013).
Karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının mutlaka iki farklı dile ve kültüre ait eserler üzerinde yapılması
gerektiğini savunan Fransız ekolünün yanında; bu çalışmanın ulusal edebiyatın sınırları içerisinde
yapılabileceğini savunan ve daha çok ilgi gören bir de Amerikan ekolü bulunmaktadır.
Bu bildiriyi sunmaktaki amacım, çevirinin Türkiye ve Türk edebiyatındaki yeri ve önemi ile dünya
edebiyatının oluşumunda çevirinin oynadığı role dikkat çekmektir.
Böylesi kapsamlı ve planlı bir şekilde yürütülen bir çeviri faaliyetiyle Cumhuriyet tarihinde ikinci
kez karşılaşmaktayız. Üstelik bu kez, kendi edebiyat, kültür ve sanatımızla ilgili eserlerin farklı dillere
çevrilmesini sağlayarak bir anlamda kendimizi diğer kültürlere tanıtmaktayız. Türkiye Cumhuriyeti
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca 2005 yılında başlatılan TEDA (Türk Edebiyatının Dışa Açılımı)
Projesini ikinci çeviri hareketi olarak nitelendirebiliriz. Birinci çeviri hareketinde dünya edebiyatının
seçkin eserleri Türkçeye çevrilirken, ikincisinde, Türk edebiyatının önemli eserleri dünya dillerine
çevrilmektedir. Bu proje çerçevesinde bugüne kadar 401 farklı yazarımıza ait 891 farklı eser 61 farklı
ülkede 407 farklı yayıncı tarafından 56 farklı dilde yayımlanmış ve bu bağlamda toplam 1559 destek
verilmiştir (bk. Grafik I). Bu bağlamda belirtmeliyiz ki, Orhan Pamuk’un 2006 yılı Nobel Edebiyat
Ödülünü alması ve Türkiye’nin 2008 yılı Frankfurt Kitap Fuarı’nda konuk ülke olarak yer alması Türk
edebiyatına gösterilen bu yoğun ilginin temel nedenleri arasındadır.
5
Ülkemizde yayımlanan kitapların büyük bir bölümünün çeviri olduğu göz önünde bulundurulursa,
çevirinin Türk edebiyatındaki yeri ve önemi kolayca anlaşılacaktır. 1940’lı yıllarda dönemin Milli
Eğitim Bakanı Hasan Ali YÜCEL zamanında Tercüme Bürosu aracılığıyla, Sabahattin EYÜBOĞLU
ve Nurullah ATAÇ başkanlığında Batı ve Doğu edebiyatlarından Türkçeye büyük bir çeviri hareketi
gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda 365 farklı yazardan yaklaşık 850 eser Türkçeye kazandırılmıştır.
Musa Yaşar SAĞLAM
Ülkemizde yayımlanan kitapların büyük bir bölümünü çeviriler oluşturmaktadır. Ne var ki, Türkiye’de
çevirmenler, hak ettikleri saygınlığı görmek şöyle dursun, hep arka planda kalmıştır. Bir kitap söz konusu
olduğunda, onun yazarı anılır sadece; kitabın çevirmeninin kim olduğu pek söz konusu olmaz. Oysa
Goethe, Brecht, Nietzsche, Zweig Türkçe yazmamışlardır, ama onları bu dilde konuşturan çevirmenlerdir.
Üstelik yaptıkları iş “düz bir aktarım değil, bir metni başka dilde yeniden yazmak”tır (Bora 2011: 34).
Başka bir deyişle, bir metnin, içinde oluştuğu kaynak-kültür ortamından, farklı olan erek-kültür ortamına
aktarılması demektir. Bu aktarım sırasında, metin erek-kültür koşullarında kısmen “benzeştirilecek”
(Alm. assimilieren) ve kısmen de “yabancılaştırılacak”tır (Alm. verfremden). Amaç ise, erek-kültür
alıcılarına bir yabancı yazar ve eserine, yazarın amaç ve biçemine ilişkin bir yaklaşım sunmaktır.
Grafik I: TEDA Bağlamında Çevrilen Eserlerin Yıllara Göre Dağılımı
6
Dünya Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Oynadığı Rol
Türkiye’de çeviriye verilen değeri yansıtması açısından, düzenlenmekte olan çeviri atölyeleri ve verilmekte
olan Tarabya Çeviri Ödüllerini kısaca belirtmekte fayda görüyorum.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı-Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü ve Uluslararası Çeviri
Fonları, Vakıf ve Çeviri Merkezleri ile ÇEV-BİR ve Çeviri Derneği işbirliğiyle 2006 yılında Türkçeİngilizce ile başlayan çeviri atölyelerine, 2011 yılında Türkçe-Almanca ile Türkçe-Fransızca eklenmiş ve
bugün Arapça, Çince, İspanyolca, İtalyanca, Lehçe, Rusça, Çocuk ve İlkgençlik Edebiyatı da dâhil olmak
üzere, bu çeviri atölyelerinin sayısı ona ulaşmıştır. Bu atölyelerde, alanında uzman bir ya da birden fazla
moderatörün başkanlığında üstat çevirmenler ile genç çevirmenler, hatta çevirmen adayları buluşmakta
ve yaklaşık on gün boyunca, üzerinde çalıştıkları bir eserden hareketle deneyimlerini paylaşmaktalar.
Ayrıca, “Kültürlerarası Diyalog ve Anlayış için Ernst-Reuter-Girişimi” çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, S. Fischer Vakfı,
Robert Bosch Vakfı ve İstanbul Goethe Enstitüsü’nün işbirliği içerisinde, ilki 2010 yılında olmak üzere
üç yıldan bu yana düzenli olarak “Tarabya Çeviri Ödülleri” verilmektedir. Birer büyük ödül ve birer
teşvik ödülünden ibaret olan bu ödüller, Türkiye’de edebi çeviri alanında verilen en büyük para ödülü
olup, Türkçeden Almancaya ve Almancadan Türkçeye edebiyat alanında nitelikli çeviri yapanların
özendirilmesi düşüncesiyle verilmektedir. Amaç, Almanya ve Türkiye arasındaki düşünsel ve kültürel
alışverişi desteklemek ve edebiyat çevirmenlerinin kültürlerarası elçiler olarak oynadıkları önemli role
dikkat çekmektir.
Yaptıkları tüm çeviriler için bugüne kadar “Tarabya Çeviri Büyük Ödülü”nü alanlar sırasıyla, Türkçeden
Almancaya için Ingrid Iren (2010), Gerhard Meier (2011), Cornelius Bischoff (2012) ile Ute Birgi (2013)
ve Almancadan Türkçeye için Ahmet Cemal (2010), Kamuran Şipal (2011), Ahmet Arpad (2012) ile
Sezer Duru (2013) olmuşlardır.
“Tarabya Çeviri Teşvik Ödülü”nü alanlar ise sırasıyla, Türkçeden Almancaya için Michael Hess (2010),
Angelika Gillitz-Acar, Angelika Hoch (2011), Johannes Neuner (2012) ile Monica Demirel (2013) ve
Almancadan Türkçeye için Cemal Ener (2010), Nafer Ermiş (2011), Ayça Sabuncuoğlu (2012) ile Tanıl
Bora (2013) olmuşlardır.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
TEDA Projesi bağlamında başta roman ve şiir olmak üzere tarih, tiyatro ve gezi-inceleme türünde eserler
desteklenmiştir. En çok destek verilen diller arasında Almanca, Bulgarca, Arapça, Arnavutça, İngilizce,
Farsça, Makedonca, Fransızca, Boşnakça ve Yunanca öne çıkmaktadır. Bugüne kadar Almancaya yapılmış
olan çeviriler incelendiğinde, 56 farklı dil arasında 230 eser ile Almancaya kazandırılan eserlerin ilk sırada
geldiği dikkat çekmektedir (bk. Grafik II). Bu eserlerin 222’si Almanya, 7’si İsviçre ve 1’i Avusturya’da
yayımlanmıştır. Grafiği incelediğimizde, Almancaya yapılan çevirileri, Türkiye’nin komşuları olan ülkelerin
dillerinden Bulgarca ve Arapçaya yapılan çevirilerin izlediği ortaya çıkmaktadır. Hâlen iki milyona yakın
Türkün başta Almanya olmak üzere, Avusturya ve İsviçre gibi Almanca konuşulan ülkelerde yaşadığını
düşünürsek, bu durumun ne kadar isabetli olduğu ortaya çıkar. Bir anlamda, ev sahibi ülke tarafından
Türk vatandaşları için bir program dâhilinde yürütülen uyum faaliyetlerine, Türkiye, Türk edebiyatından
seçkin eserlerin Almancaya çevrilmesini ve ilgili ülkelerde yayımlanmasını desteklemek suretiyle katkıda
bulunmaktadır. Başka bir deyişle, ev sahibi konumundaki ülkenin vatandaşları, Türkler hakkında Türk
kültür, sanat ve edebiyatı ile ilgili eserlerin çevirileri üzerinden bilgilendirilmekte, bu ise bir anlamda uyum
sürecinin iki yönlü işlemesi anlamına gelmektedir. Bu iki taraflı uyum çabaları, Avrupa Birliği’nin “Çokluk
İçinde Birlik” parolasının bir dışavurumudur.
Eserleri dünya dillerine çevrilmek ve yayımlanmak üzere TEDA tarafından desteklenme kararı alınmış
Türk edebiyatı yazarları arasında en çok talep gören yazarların Orhan Pamuk, Orhan Kemal ve Ahmet
Hamdi Tanpınar olduğunu belirtmek isterim (bk. Grafik III)
12 Ekim 2006 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak Nobel Ödülü kazanan ilk Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olarak tarihe geçen Orhan Pamuk, 87 destekle en çok çeviri desteği alan yazardır.
Eserleri 32 ayrı dile çevrilmiştir. Yazarın “Masumiyet Müzesi” adlı eseri 14 dilde ve “Kara Kitap” adlı
eseri 11 dilde yayımlanmıştır.
Yazdığı toplumcu gerçekçi romanlarıyla Türk edebiyatında ayrı bir öneme sahip olan ve bu yıl
doğumunun 100. yılını kutladığımız Orhan Kemal, 59 destekle ikinci sırada yer almaktadır. Eserleri
15 ayrı dile çevrilmiştir. Yazarın “Baba Evi” adlı eseri 10, “Cemile” adlı eseri ise 7 ayrı dile çevrilmiştir.
7
Grafik II: TEDA Bağlamında Çevrilen Eserlerin Dillere Göre Dağılımı
Musa Yaşar SAĞLAM
Turgay Kurultay’a ait bir bibliyografya çalışmasına göre, 1912-2007 yılları arasında Türk edebiyatından
Almancaya yapılmış çevirilerin sayısı 275’tir. Oysa TEDA Projesi kapsamında 2005 yılından bu yana,
daha doğrusu dokuz yıl gibi göreceli kısa bir süre içinde, Almancaya yapılmış çevirilerin sayısı 230’u
bulmuştur. Bu ise, TEDA Projesinin ne derece kapsamlı ve başarılı olduğunun bir kanıtıdır.
Üçüncü sırada gelen Ahmet Hamdi Tanpınar ise toplam 55 destek almıştır. Eserleri 33 ayrı dile
çevrilmiştir. Yazarın 25 ayrı dile çevrilen “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı eseri aynı zamanda, TEDA
tarafından en fazla desteklenen eser olmuştur.
8
Dünya Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Oynadığı Rol
Grafik III: TEDA Bağlamında Çevrilen Eserlerin Yazarlara Göre Dağılımı
Eserleri Almancaya çevrilen yazarlar incelendiğinde ise (bk. Grafik IV) Mevlana İdris Zengin, Behiç Ak,
Gülsüm Cengiz, Ömer Seyfettin ve Aytül Akal’ın ilk sıralarda yer aldığı görülmektedir. Bu yazarların
ortak bir yönü, çocuk edebiyatı alanında yazıyor olmalarıdır. Almancaya çevrilen eserlerinin çoğu da
Almanca ve Türkçe olmak üzere iki dilli olarak yayımlanmıştır. Bu kitapların gerek Türkiye’de, gerekse
Almanya’da çocukların iki dilde yetiştirilmesinde önemli bir araç olduğunu da belirtmek isterim.
Grafik IV: TEDA Bağlamında Almancaya Çevrilen EserlerinYazarlara Göre Dağılımı
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
9
Musa Yaşar SAĞLAM
TEDA bağlamında Almancaya çevrilen eserlerin çevirmenleri incelendiğinde ise (bk. Grafik V), Sabine
Adatepe’nin 41 eser çevirisiyle açık ara önde olduğu dikkat çekmektedir. Kendisini 19 eser çeviriyle
Beatrix Caner ve 17 eser çevirisiyle Monica Carbe izlemektedir. Bir diğer kayda değer husus da, hedef dilin
Almanca olması nedeniyle Alman olmasını beklediğimiz çevirmenler arasında iki de Türkün bulunuyor
olmasıdır. Bunlar, Tevfik Turan ve Türkiye kökenli Alman yazar Yüksel Pazarkaya’dır. Pazarkaya’nın bir
diğer özelliği de, kendi öykü kitabı olan “Balinanın Bebeği”ni Almancaya yine kendisinin çevirmiş olması,
dolayısıyla “özçeviri” (Alm. Selbstübersetzung) konusunda başarılı bir örnek sunmuş olmasıdır. Bundan
başka, Sabine Adatepe, Beatrix Caner ve Monika Demirel gibi kimi kadın çevirmenlerin Türklerle evli
olması da yine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda belirtmekte fayda gördüğüm bir diğer husus da, Beatrix
Caner’in, TEDA bağlamında Almancaya çevrilen eserlerin yayımlandıkları yayınevleri arasında ön
sıralarda yer alan Literaturca Verlag’ın kurucusu, aynı şekilde Tevfik Turan’ın da Verlag auf dem Ruffel‘in
ortağı ve yöneticisi olmasıdır. Ayrıca, dikkat çeken bir diğer husus da, “Tarabya Çeviri Büyük Ödülü”nü
alan Gerhard Meier (2011) ve “Tarabya Çeviri Teşvik Ödülü”nü alan Johannes Neuner’in (2012) de
çevirmenler arasında ön sıralarda yer alıyor olmasıdır.
Grafik V: TEDA Bağlamında Almancaya Çevrilen Eserlerin Çevirmenlere Göre Dağılımı
Dünya Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Oynadığı Rol
TEDA bağlamında Almancaya çevrilen eserlerin yayımlandıkları yayınevlerini incelediğimizde, ilk
sırada Schulbuchverlag Anadolu’nun geldiğini görmekteyiz (bk. Grafik VI). Bir aile işletmesi olan bu
yayınevi, Almanya’da ders kitapları alanında faaliyet gösteren ilk Türk yayınevidir. Listede yer alan
yayınevlerini incelediğimizde, bunların neredeyse tamamına yakınının Türkler, özellikle de Türk
eğitimci ve yazarlar tarafından kurulmuş yayınevleri olduğu dikkat çekmektedir.
10
Grafik VI: TEDA Bağlamında Almancaya Çevrilen Eserlerin Yayımlandıkları Yayınevlerine Göre Dağılımı
TEDA Projesi desteğiyle yayımlanan birçok eserin ilgili ülkelerde ödül aldığını burada belirtmek
isterim. Örneğin Ferit EDGÜ’nün “Hakkâri’de Bir Mevsim” adlı eserinin 2005 yılında Bosna-Hersek’te
yayımlanan çevirisi, Bosna-Hersek Yazarlar Birliği’nin 2005 Yılı En İyi Çeviri Ödülünü almıştır. Aynı
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
şekilde, Talat S. Halman’ın “Türk Aşk Şiirleri Antolojisi” (Nightingales und Pleasure Gardens: Turkish
Love Poems) adlı eserinin İngilizceye yapılmış çevirisi Amerikan ForeWord Dergisince 2005 yılının en
iyi on kitabı içerisinde gösterilmiştir.
Bu bildirinin başında da belirttiğim üzere, dokuz yıl gibi göreceli kısa bir süre içinde, Türk edebiyatının
farklı kuşaklarını ve evrelerini temsil eden 401 yazarımıza ait eserlere toplam 1559 destek verilmiştir.
Böylesine kapsamlı ve planlı bir şekilde yürütülen bir çeviri faaliyetiyle Cumhuriyet tarihinde ikinci
kez karşılaşmaktayız. Üstelik bu kez, kendi edebiyat, kültür ve sanatımızla ilgili eserlerin farklı dillere
çevrilmesini sağlayarak, bir anlamda kendimizi diğer kültürlere tanıtmaktayız. TEDA projesinin
yurtdışında tanınması, başka bir deyişle projeye katkıda bulunacak yeni yabancı yayınevleri ve
çevirmenlerin kazanılması konusunda, yurtdışındaki temsilciliklerimize ayrıca TİKA, TÜRKSOY gibi
Türk dünyasına yönelik çalışmalar yapan kurumlar ile dünya genelinde yapılanmakta olan Yunus Emre
Merkezlerine görev düşmektedir.
Kaynakça
AYTAÇ, Gürsel (2013). Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, SAY Yayınları,
BORA, Tanıl (2011). “Editör: Tadilatçı Terzi”, Notos Öykü, nisan-mayıs sayısı (27). (s. 32-35)
SAĞLAM, Musa Yaşar ve SAYDAM Oktay (2011). “TEDA. Cumhuriyet Tarihimizin II. Çeviri Hareketi”, Lacivert. Öykü
ve Şiir Dergisi, temmuz-ağustos sayısı (40), (s. 97-102)
11
Musa Yaşar SAĞLAM
TEDA. Erişim: www.tedaproject.gov.tr (28.04.2014).
1. Gün
I. Oturum
08 Mayıs 2014 Perşembe
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Zuhal KÜLTÜRAL
Prof. Dr. Birsen KARACA
Edebiyatlar Arasında Bilingual Yazarlar Aracılığı İle Kurulan Köprüler
Doç. Dr. Burul SAGINBAYEVA, Dr. Kadian BOOBEKOVA
Türk Halklarında Lakapların Özellikleri
Prof. Dr. Ali YAKICI
Yırdan Türküye Geçiş ve Türk Dünyasında Türkü Geleneği Üzerine
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
EDEBİYATLAR ARASINDA BİLİNGUAL YAZARLAR
ARACILIĞI İLE KURULAN KÖPRÜLER
THE BRIDGES SET INTERLITERATURES THROUGH THE
MEDIATION OF BILINGUAL AUTHORS
*Birsen KARACA
Özet
Edebiyat tarihinin her döneminde bilingual yazarlar olmuştur, ancak günümüzde söz konusu yazarların
kültür aktarımında ve edebiyatlararası etkileşimde oynadığı rol farklı ve dikkate değer bir karakter taşıyor.
20.yüzyılda yaşanan büyük savaşlar, bu savaşlara ortam hazırlayan ve söz konusu savaşların sonucu olarak
oluşan siyasi, ekonomik ve sosyal koşullar dünyanın demografik yapısında ciddi değişikliklere neden oldu.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren akıl almaz bir ivme kazanan teknolojik gelişmişlik düzeyi de bu olguyla
birleşince insanlık, yalnızca sanat ve edebiyat dünyasının temsilcileri değil, yeryüzünde yaşayan hemen her
birey tarafından duyumsanan bir etkilenme ve etkileme evresine girdi. Bu bağlamda, Türk ve Rus/Sovyet
edebiyatları göz ardı edilemeyecek zenginlikte deneyim ve bilgi birikimine sahiptir. Bu çalışmanın amacı
Türk ve Rus/Sovyet edebiyatlarını ön planda tutarak çağdaş edebiyatın, melez ortamlarda doğmuş bilingual
yazarlarına dikkat çekmektir.
Anahtar Kelimeler: Bilingualism, multilingual, etkileşim, melez, edebiyat bilimi, göç
Every term of literature history has witnessed bilingual authors, however nowadays the role of the authors at
issue in culture conveying and interactions among litretures bears a distinct and imperative character. The dramatic wars of 20th century and the political, economic and social circumstances as the causes and consequences
of these wars resulted in striking changes in the demographic composition of the world. When the level of technological advance that gained an incredible pace as of the second half of 20th century has combined with this
phenomenon, the humanity has accessed in an affected and affecting era perceived not only by the representers of
the art and literaute community but by every individual living on Earth. With this regard, Turkish and Russian/
Soviet literatures have an experince affluence and acknowledge agglomeration that cannot be disregarded. The
main purpose of this dissertation is to draw attention to the bilingual authors of contemporary literature who
were born in hybrid environments, by holding Turkish and Russian/Soviet literatures in priority.
15
Keywords: Bilingualism, multilingual, interaction, hybrid, literature science, migration
Birsen KARACA
Abstract
* Prof.Dr., Ankara Üniversitesi, Kafkas Dilleri ve Kültürleri Bölümü, [email protected]
Bu çalışmanın amacı, Türk ve Rus/Sovyet edebiyatlarını ön planda tutarak çağdaş edebiyatın, melez
ortamlarda doğmuş bilingual yazarlarına dikkat çekmektir. Ama daha önce, kullanılan terimden
kaynaklanan bir sorunu gündeme getireceğim. Söz konusu sorun, sözcüğün Türkçe karşılığı ile ilgili:
İngilizce yazımını referans alıp “bilingual” olarak aktardığım sözcüğün, iki dilli sözlüklerde Türkçe
karşılığı yok ama tanımı var: “iki dil konuşan”.1 Ancak, bilingual olma durumu iki dili anadili kadar
rahat ve düzgün konuşmayı ve yazmayı gerektiriyor, tıpkı Çingiz Guseynov (Azerice-Rusça), Vladimir
Nabokov (Rusça-İngilizce), Cengiz Aytmatov (Kırgızca-Rusça), Joseph Conrad (Lehçe-Fransızca), Metin
Arditi (İspanyolca-Fransızca), Osman Necmi Gürmen (Türkçe-Fransızca), Rosie Pinhas- Delpuech
(Almanca-Fransızca) ve burada adını sayamadığım diğer yazarlar gibi. Dolayısıyla, şu an için çift anadili
olan yazarları ve bireyleri tanımlarken “bilingual” ya da “bilinguist” sözcüklerini kullanmaktan başka
çıkar yol yokmuş gibi görünüyor.
Bilingualizm, genel ve karşılaştırmalı edebiyat bilimlerinin, çeviribilimin, dilbilimin, eğitim bilimlerinin,
psikolojinin araştırma alanına doğrudan giren bir olgu, “dilsel bir deneyim ve çok özel bir durumdur.” 2
16
Edebiyatlar Arasında Bilingual Yazarlar Aracılığı ile Kurulan Köprüler
Bilingualizmin doğduğu noktalarda, kişiler ve sosyal gruplar arasındaki ilişkide birden fazla dilin işlevsel
olma durumu söz konusudur. Bu durum, daha çok kültürel difüzyon ve nüfus hareketliliklerinin yoğun
olduğu bölgelerde gözlemlenen doğal bir süreçtir ama Rus aristokrasisinde görüldüğü gibi entelektüel
bir gereksinim olarak da doğabilir.
Kültürel difüzyonun olduğu noktalarda dil, din ve etnik hareketlilik kaçınılmazdır. Demografik yapıdaki
bu hareketlilik ise doğal afetler, savaşlar, siyasi, ticari ya da ekonomik koşullar gibi dış etmenlerin etkisiyle
oluşan göç mekânlarında görülür.
Somut örnekler vermek için zaman olarak, iki büyük savaşın yaşandığı 20.yüzyılda kalalım. Birinci
ve İkinci dünya savaşlarına ortam hazırlayan ve söz konusu savaşların sonucu olarak oluşan siyasi,
ekonomik ve sosyal koşullar dünya ülkelerinin sınırlarını ve demografik yapısını değiştirdi. Birinci
Dünya Savaşını hazırlayan etkenler, sundukları dil profili ile bu çalışmanın ilgi alanına giren Osmanlı ve
Rus imparatorluklarının yıkılmasına neden oldu.
Geçen yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması aşamasında ve sonrasında Osmanlının kaybettiği
topraklardan ülkenin merkezine, Anadolu’ya sığınan ya da emniyetli olduğu düşünülen ülkelere giden
göçmenler oldu. Birinci grup göçmenlerin dil sorunu yaşamadıklarını biliyoruz, ancak her iki gruptaki
göçmenlerin de bilingualizm bağlamında dil profillerini gösteren bilimsel çalışmalardan yoksunuz.
Osmanlının yıkılma sürecinin ardından, devlet kimliğini inşa sürecine başlayan Türkiye’ye gelmeyi ya
da Türkiye’de kalmayı tercih etmeyen Osmanlı aydınlarının ve bu göçmenlerin devamı olan nesillerin
gidilen coğrafyalarda nasıl bir dil profili sergilediklerini araştıran çalışmalar da yok elimizde. Ama şöyle
bir olgunun varlığından haberdarız: İkinci Dünya Savaşından sonra, siyasi ve ekonomik koşullardan
doğan bir gereksinimle geçici veya sürekli olarak başka bir ülkeye yerleşmiş onlarca iki dilli ve Metin
Arditi, Osman Necmi Gürmen, Rosie Pinhas-Delpuech gibi bilingual yazarlar var.
Türkiye dışındaki Türk edebiyatlarının dil profili de bu tabloya dahil edilince bilingualizm olgusu daha
karmaşık ve renkli bir karaktere bürünüyor.
Asya’da yaşayan Türklerin dil ve edebiyat tarihi geçen yüzyılda Rus İmparatorluğunun ve Sovyetler
Birliğinin kaderine ve uyguladığı politikalara bağlıdır. 1917 yılından sonra gelişen olayları takiben
Sovyet edebiyatı çatısı altında toplanan edebiyatlar 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte
1 Golden Dictionary, Altın Kitapları Yayınevi, 1989, s.128.
2 Ellen Bialystok, Dr., York Circle Lecture - Bilingualism, Brain, and Behaviour: What’s the Connection?
https://www.youtube.com/watch?v=gOniN0PMyJg (16.03.2014)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
yeniden ulusal kimliklerine döndüler. Sovyet döneminde yetişmiş iki anadili olan onlarca yazardan
bahsedebiliriz. Bu konuda Cengiz Aytmatov, sanatı ve kişiliğiyle adını anmadan geçemeyeceğimiz bir
yazardır. Aytmatov, edebiyat dünyasına Rusça yazarak girdi, 1991 yılından sonra ise yerinin Kırgız
edebiyatı içinde olduğunu söyledi ve Kırgız edebiyatını dünya edebiyatları standardına çekme görevini
üstlendi. Aytmatov, okurlarına Rusçayla Kırgız kültürünü anlattı, onun eserlerinde yalnızca Kırgız halk
kültürünün değil, eski Türk geleneklerinin, efsanelerinin, dini inançlarının, halk inanışlarının izlerini
de süreriz. O sözlü edebiyat ürünlerini çağdaş edebiyat kurallarına uygun olarak işlemeyi başarmış bir
yazardır.3
Konuya bakış açımızı değiştirince Rus/Sovyet edebiyatlarına özgü dikkat çeken iki önemli durumu
daha tespit ediyoruz. Bunlardan birincisi, Rus edebiyat tarihinde yazarların çoğunun iki dilli oldukları
ve dünya edebiyatlarını özgün metinlerden takip edebildikleridir. Bu yazarlardan A. S. Puşkin ve L.N.
Tolstoy’un adı anılmaya değerdir. Uzmanlar, Puşkin’in lise yıllarına kadar şiirlerini Fransızca yazdığını
söylüyorlar.4 Tolstoy ise Savaş ve Barış’da, dönemin ruhunu yansıtabilmek için Fransızca açıklamalara
ve konuşmalara özellikle başvurmuştur. Rus edebiyatıyla ilgili bahsetmek istediğim ikinci durum ise
Sovyetler Birliğinin kurulması aşamasında ve sonrasında büyük gruplar halinde Rusya’yı terk eden yazar
ve şairlerin çizmiş olduğu dil profilidir. Bu dönemde yalnızca ülkeler arasında değil, Rus okurlar ve yurt
dışında kalan Rus yazarlar arasında da demir perde engeli vardı. Bu göçmen yazarların bazıları, Rus dilli
okurlarını kaybedince eserlerini bildikleri diğer dillerde yazmaya başladılar. Göçmenlik durumlarına
vurgu yaptığım yazarların ortak özelliği Rus aristokrasisine mensup olmalarıdır. Rus aristokrasisinin
entelektüel alt yapısında ise Rusçanın yanı sıra ikinci hatta üçüncü bir dil öğretimini içeren güçlü bir eğitim
geleneği vardır. Bunu Vladimir Nabokov örneği üzerinden detaylandıralım. Biyografik bilgilerinden,
Nabokov’un ailesinde, güncel pratiğin yanı sıra çocuklar için son derece bilinçli bir şekilde planlanmış
Rusça, İngilizce ve Fransızca dil eğitimi olduğunu öğreniyoruz. Baba Nabokov, çocuklarının İngilizceyi
anadillerinden daha güzel kullandıklarını fark edince, ailede Rusça eğitime verilen ağırlık özel bir önem
kazanmış ve tutulan özel eğitmenlerle açık kapatılmış. Bu eğitimden Vladimir Nabokov’un kazanımı
hem Rusçayı hem de İngilizceyi anadili olarak kullanabilme becerisi olmuştur.5
Türkiye çıkışlı bilingual yazarları ikinci, hatta üçüncü dili öğrenmeye iten etkenleri de, şu an Lozan’da
yaşayan 1945 Ankara doğumlu Metin Arditi’nin kendisinden öğrenelim:
3 Gülsine Uzun, “Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Falcılık, Kehanet ve Rüya Motifi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi The Journal Of International Social Research, Volume 1/3 Spring 2008, s.424. http://www.sosyalarastirmalar.
com/cilt1/sayi3/sayi3_pdf/uzun_gulsine.pdf (22.03.2014)
4 V.İ.Kuleşov, Puşkin, çev.: Birsen Karaca, Multilingual, 2000, s.16.
5 Olga Chekalina, Документальный фильм ‘Владимир Набоков. Русские корни’ (belgesel), http://yandex.ru/video/
search?text=%D0%B2%D0%BB%D0%B0%D0%B4%D0%B8%D0%BC%D0%B8%D1%80%20%D0%BD%D0%B0%
D0%B1%D0%BE%D0%BA%D0%BE%D0%B2&where=all&filmId=pmOFizKPUXI (23.2014)
6 Serhat Bali, “İsviçre’nin Köklü Orkestrasının Başında Bir Osmanlı” (röportaj), Andante, 13 Kasım, 2011. http://
www.andante.com.tr/index.php?page=soylesi_detay&soylesiID=314&Soylesi=%C4%B0svi%C3%A7re%E2%80
%99nin%20k%C3%B6kl%C3%BC%20orkestras%C4%B1n%C4%B1n%20ba%C5%9F%C4%B1nda%20bir%20
Osmanl%C4%B1 (19.03.2014)
17
Ne yazık ki bilingualizm olgusu, edebiyatta yalnızca yazarların biyografileriyle gündeme geliyor: Çoğu
zaman yayınevlerinin inisiyatifiyle yazarın biyografisinde sıralanan bildiği diller listesi, okurun esere
Birsen KARACA
“Evimizde annem ve babam aralarında İspanyolca konuşurlardı. Annem benimle hassas konularda
İspanyolca, diğer zamanlarda ise Türkçe ve Fransızca konuşurdu. Babam ve dadımla ise Fransızca
konuşurduk. Öte yandan babam dadımla Almanca, evin diğer çalışanlarıyla ise Yunanca konuşurdu,
çünkü kendisi İstanbul’da Rumların bulunduğu ortamlarda büyümüş. Yani düşününüz, evimizde
Türkçe, Fransızca, İspanyolca, Almanca ve Yunanca<yı> <…> aynı anda duyuyordum! İşte size
40’ların, 50’lerin İstanbul’u…”6
karşı ilgi duymasını motive etmek için referans olarak kullanılıyor. Araştırmacıların konuya karşı ilgisi
yok gibi. Oysa edebiyatta bilingualizm olgusunun son derece karmaşık ve tartışmalı bir yönü vardır.
Örneğin, bilingual yazarların da içinde olduğu iki dilli ve çoğunlukla da göçmen yazarların eserlerini
yaşamakta oldukları ülkenin dilinde yazmaları, ortaya çıkan ürünün ve yazarın kimliği sorununu
gündeme getiriyor. Söz konusu tartışma, bugünkü konuşmamın ilgi alanı dışında kalıyor, bu nedenle
aşağıda sunacağım tabloda mantıksal boşluğa yer vermemek için şu kadarını söylemekle yetineceğim:
sürüp gitmekte olan bu tartışmaya (dil, yazar, kültür, okur gibi) her geçen gün yeni bir motif ekleniyor ve
sorun farklı bir boyutuyla gündem konusu oluyor. Bu sorunla ilgili tamalgının sağlanabilmesi sürecinde
bilingual yazarların katkısı göz ardı edilemeyecek kadar önemli. Çünkü bazıları kendi kimliklerinin
oluşum süreçlerini, bilinçli bir yaklaşım sergileyerek yaşıyorlar ve de yaşanmışlıklarını çoğunlukla saklı
tutmuyorlar. Bu konuda Amin Maalouf örneği dikkat çekicidir. Lübnan asıllı Fransız yazar Ölümcül
Kimlikler’de şöyle der:
18
Edebiyatlar Arasında Bilingual Yazarlar Aracılığı ile Kurulan Köprüler
“1976’da Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi ‘daha çok
Fransız’ mı, yoksa ‘daha çok Lübnanlı’ mı hissettiğim ne çok sorulmuştur bana. Cevabım hiç değişmez:
‘Her ikisi de!’. <…> Beni bir başkası değil de ben yapan şey, bu şekilde iki ülkenin, iki üç dilin, pek çok
kültür geleneğinin sınırında bulunuşumdur. Benim kimliğimi tanımlayan da tam olarak budur. <…>
Kimlik bölümlere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan.
Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir ‘dozda’ onu biçimlendiren
bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var.” 7
Bir başka yazar, Çingiz Guseynov da, kendisine edebiyat dünyasında ayrıcalıklı bir yer hazırlayan kültür
ve dil değerlerine benzer bir tepkiyle sahip çıkar ve Muhammed Memed Memiş’in epigrafında “Yazarın
anadili Azericeden anadili Rusçaya çevirisini yaptığı bu romanda…”8 ifadesini kullanırken sahip olduğu
diller ve kültürler arasında tercih yapmaktan yana olmadığını anons eder. Bu listeye Rosie Pinhas’ı
dahil ediyoruz ve yazarı Bizans Süiti adlı eserinde bildiği Türkçe, Almanca, İspanyolca, Fransızca dilleri
arasında gezinirken buluyoruz. Örnekleri çoğaltmak mümkün: Örnek vermek için seçtiğimiz yazarlar
değiştikçe, kaçınılmaz olarak dil yelpazesinin renkleri de, aktarımı için seçilen unsurlar da değişecektir.
Sonuç olarak, edebiyat tarihinin her döneminde bilingual yazarlar olmuştur, günümüzde ise söz
konusu yazarların kültür aktarımında ve edebiyatlar arası etkileşimde oynadığı rol dikkate değer bir
karakter taşıyor. Geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren akıl almaz bir ivme kazanan teknolojik
gelişmişlik düzeyi ile oluşan melez ortamlarda, yalnızca sanat ve edebiyat dünyasının temsilcileri değil,
yeryüzünde yaşayan hemen her birey tarafından duyumsanan bir etkilenme ve etkileme evresine girildi.
Bu nedenledir ki, bilingual (ve de multilingual) yazarların edebiyat aracılığıyla aktardıkları kültürel
unsurlar, bu yazarların kimlik ve aidiyet sorunu kadar ilginç bir araştırma konusudur. Örneğin, yukarıda
sıkça andığım, adını hem Rus hem de Amerikan edebiyat tarihine kaydettirmeyi başaran Vladimir
Nabokov kendisiyle röportaj yapan Peter Duval-Smith’in, “Rusya’ya geri dönecek misiniz?” sorusuna
şöyle cevap veriyor: “İhtiyacım olan tüm Rusya’nın benimle birlikte olması gibi çok basit bir nedenle asla
dönmeyeceğim: Bunlar, edebiyat, dil ve benim Rusya’da geçen çocukluğumdur.”9 Yaptığı çalışmalara Türk
kültürünün genlerini kaydeden Pertev Naili Boratav’ın torunu David Boratav’ın tepkisinde ise farklı bir
ton hissediliyor. Boratav, özgün metni Fransızca olan Beyoğlu’nda Fısıltılar kitabı için, “Gerçek İstanbul’un
benim kitabımdaki İstanbul olduğunu iddia etmiyorum ama benim yaşadığım İstanbul buydu. Bana pek
çok şey veren bu şehre armağanımdır bu kitap,”10 derken Türkçe öğrenmek için ders almaya başlamasının
7 Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, çev.: Aysel Bora, YKY, İstanbul, 2001, s.9.
8 Çingiz Guseynov, Muhammed Memed Memiş, Rusçadan çeviren: Birsen Karaca, Roman Kahramanları, İstanbul,
2013, s. 12.
9 Olga Chekalina, a.g.e. (23.2014)
10 Kaya Genç, “Üç Kuşağı Buluşturan Bir Roman” (Röportaj), 23.10.2010. http://www.radikal.com.tr/kitap/uc_kusagi_
bulusturan_bir_roman-1024887 (23.03.2014)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
gerekçesini de açıklar konuşmasının alt metninde. Rosie Pinhas da Bizans Süiti’nde “Anadolulu kadınlar
tarafından dokunan eski halılarda tıpkı sözlükteki sözcükler gibi üst üste yığılan dil ve kültürlerin tarihleri
var…”11 derken okurlarına Anadolu’yu okuyabilmek için Anadolu’da dokunan kilimlerin dillerini
de bilmek gerektiğini duyumsatır. Emine Sevgi Özdamar’ın Türkçe düşünüp Almanca yazması ise,
Türkçenin dil mantığının Almancaya yeni bir renk katması olarak okunmalıdır. Çingiz Guseynov’un
Keloğlan masalını Muhammed Memed Memiş adlı romanının içinde Rus dilli okurlarına sunması,
Türk folkloruna ait kültürel genlerin Rusça aracılığı ile bir başka kültüre aşılanmasıdır aslında. Eserde,
kirlenmiş ve yıpranmış ilişki ve duyguların arasında, “Bir zamanlar bir Keloğlan varmış, padişahın kızına
aşık olmuş ve onunla evlenmeyi hayal ediyormuş…”12 diye başlayan masalı anlatan nine, torunu Memiş’le
birlikte okurları da naif bir dünyaya doğru sürükler.
Kaynakça
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, çev.: Aysel Bora, YKY, İstanbul, 2001.
Çingiz Guseynov, Muhammed Memed Memiş, Rusçadan çeviren: Birsen Karaca, Roman Kahramanları, İstanbul, 2013.
Ellen Bialystok, Dr., York Circle Lecture - Bilingualism, Brain, and Behaviour: What’s the Connection?
https://www.youtube.com/watch?v=gOniN0PMyJg (16.03.2014)
Gülsine Uzun, “Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Falcılık, Kehanet ve Rüya Motifi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
The Journal Of International Social Research, Volume 1/3 Spring 2008, s.424. http://www.sosyalarastirmalar.com/
cilt1/sayi3/sayi3_pdf/uzun_gulsine.pdf (22.03.2014)
Kaya Genç, “Üç Kuşağı Buluşturan Bir Roman” (Röportaj), 23.10.2010. http://www.radikal.com.tr/kitap/uc_kusagi_
bulusturan_bir_roman-1024887 (23.03.2014)
V.İ.Kuleşov, Puşkin, çev.: Birsen Karaca, Multilingual, 2000.
Olga Chekalina, Документальный фильм ‘Владимир Набоков. Русские корни’ (belgesel), http://yandex.ru/video/sear
ch?text=%D0%B2%D0%BB%D0%B0%D0%B4%D0%B8%D0%BC%D0%B8%D1%80%20%D0%BD%D0%B0%D0%
B1%D0%BE%D0%BA%D0%BE%D0%B2&where=all&filmId=pmOFizKPUXI (23.2014)
Rosie Pinhas-Delpuech, Bizans Süiti, çev.: Aysel Boran, YKY, 2004.
Serhat Bali, “İsviçre’nin Köklü Orkestrasının Başında Bir Osmanlı” (röportaj), Andante, 13 Kasım, 2011. http://
www.andante.com.tr/index.php?page=soylesi_detay&soylesiID=314&Soylesi=%C4%B0svi%C3%A7re%E2%80
%99nin%20k%C3%B6kl%C3%BC%20orkestras%C4%B1n%C4%B1n%20ba%C5%9F%C4%B1nda%20bir%20
Osmanl%C4%B1 (19.03.2014)
19
Birsen KARACA
------- Golden Dictionary, Altın Kitapları Yayınevi, 1989, s.128.
11 Rosie Pinhas-Delpuech, Bizans Süiti, çev.: Aysel Boran, YKY, 2004, s. 29.
12 Çingiz Guseynov, a.g.e., s.18.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
TÜRK HALKLARINDA LAKAPLARIN ÖZELLİKLERİ
FEATURES OF TURKISH PEOPLE’S SAYINGS
*Burul SAGINBAYEVA
**Kadian BOOBEKOVA
Özet
Lakaplar, dil biliminde özellikle paremiyolojide araştırılan edebi eserlerin bir türüdür. Paremiyalara atasözleri,
lakap, bulmaca, tekerleme, dua, beddua gibi küçük ölçüdeki edebi eserler (türler) girmektedir.
Herhangi bir olayın temelinde yatan ya da insan davranışını, karakter özelliğini göz önünde canlandıracak
şekilde veren, kendi oluşum tarihi olan, çoğu zaman benzetilerek ve mecazi anlamda kullanılarak, söz gelimine
ve metne göre anlamı bilinen kısa ve olayı yansıtan cümlelere “lakap” denir. Lakaplar, bünyelerinde hem
evrensel, hem de milli özellikler taşır. Evrensel boyutta insanoğluna ait olan anlamında, ömür-ölüm, kötü-iyi,
zengin-fakir, gerçek-yalan gibi durumlar yansıtılırken, milli özelliklerinde ise bir millete veya topluluğa ait
olan dünyaya bakış açısı ve görüşleri yansıtılır.
İnsanların hayat deneyimlerinin çeşitliliğine bağlı olarak, lakapların meydana gelme ve yaratılma olayı da
durumlara göre farklılık gösterir. Örneğin, lakaplar tarihi olaylardan, destanlardan, sözlü edebiyatımızdan,
toplumsal hayatın çeşitli alanlarından, bir olaydan, bazı insanların yaptığı iş ve davranışlarından, duruma
bakış açısını yansıtması vb. durumlardan ortaya çıkar.
Bu çalışmada Türk halklarındaki hem yapısı, hem de içerik açısından da benzer olan, yapı veya şekil olarak
farklı olsa bile, kökü aynı halkların hayatındaki benzer ve ortak yönleri anlatan lakaplar, karşılaştırmalı olarak
incelenmeye çalışılmıştır. Burada daha çok Türk halkları içinden Kırgız ve Türkiye Türklerinin lakapları
örneklerle açıklanacaktır.
Bu konuyu ele almadaki amaç, Türk halklarının edebi hazinesinin bir türü olan lakapların unutulmaya yüz
tutmuş olmasını önlemek, genç nesillere bunları aktarmak, lakapların mecazi anlamda kullanılması yoluyla
onları eğitmektir. Bununla birlikte “lakap” kavramının takma ad veya rumuz değil, darb-ı mesel şeklinde ve
anlamında kullanılması gerektiği hususunu vurgulamaktır.
21
Anahtar Kelimeler: Paremioloji, milli miras, kaynak, lakap, darb-ı mesel, olay
Burul SAGINBAYEVA, Kadian BOOBEKOVA
Lakaplar, düşüncenin yansıması olarak dilde ifade edilmektedir. O düşünce sahibinin hayata karşı kendi
görüşünü açıklama aracı olarak kullanılır. Paremiyalar, hayatın çeşitli yönlerinin her yönden yansıtılması,
mecazi anlamda kullanılması ve yapı özelliğinin devamlılığı gibi hususlarda kendi içinde benzerlik gösterseler
de, sadece kendine ait özellikleri ile birbirinden farklı yapılara sahiptirler. Bu yazıda paremiyanın bir türü
olarak bilinen lakapların özellikleri, dilsel oluşumu, yapısı, Türk halklarının çeşitli durumlarda meydana
gelen lakapların olayları ve onların güncel hayatta kullanılması açıklanacaktır.
* Doç. Dr., Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Türkoloji Bölümü, [email protected]
** Dr., Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, [email protected]
Abstract
Epithets is a kind of literary works in linguistic especially in paremiology. Proverbs include literary works such as
nicknames, puzzles, rhymes, prayers and curses.
Sayings are used in the languages as a reflection of thoughts. İt is used as a tool to describe views of thinking
man towards life. Proverbs are constructions different from each other with their own characteristics in spite of
their similarity in reflecting every aspects of the aspects of life, in being used in a metaphorical sense and in their
structure. Characteristics of sayings used as a kind of the proverbs, its linguistic formation, structure, events of
the Turkish people’s sayings occuring in a different situation and their usage in daily life will be described in this
article.
“Sayings” are the sentences underlying in any event and describing human behavior envisaging character trait,
having own formation, often used the sense simulation and figuratively, whose meaning known according to
text, reflecting short events. Sayings have both universal human being’s character and national trait. While they
express cases belonging to human as universal such as life and death, bad and good, rich and poor, truth and lies,
they reflect opinions and views of community and nation in national characteristics.
Creation and occurence of sayings vary according to the situation as depending on the diversity of people’s life
experiences. For instance, sayings emerge from the historic events, epics, folklore, the various aspects of social life,
the behavior of the people and the work made by some people.
In this study, the comparative research has been made on sayings describing similarities and common aspects of
people from the same root despite the fact that they are different or similar both in structure and in contents in
Turkish people. Sayings of Turkish and Kyrgyz people will be considered mostly here.
The purpose of considering this theme is to prevent sayings, a kind of literary treasures of the Turkish people, from
being forgotton, to hand them to young generation and to educate them with a figurative sense of the sayings.
22
Türk Halklarında Lakapların Özellikleri
Keywords: Paremiology, national heritage, resources, saying, event
Giriş
Lakap, yani Türkçedeki “darb-ı meseller”, dilbiliminde paremiyoloji alanında incelenen bir türdür.
Paremiyalara atasözleri, darb-ı meseller, bilmeceler, tekerlemeler, hayır dualar, beddualar vb. küçük
çaptaki türler girmektedir. Bunlar düşünceyi direkt olarak yansıtacak dille söylenerek, o düşünce
sahibinin hayata olan bakış açısını açıklama aracı olarak kullanılır. Paremiyalar, hayatın çeşitli yönlerini
etraflıca yansıttığı, görkemliliği, tasavvur edilebilirliği ve yapı olarak devamlılık özelliği ile ortak yönü
olmasının yanı sıra, sadece kendine has özelliği ile birbirinden farklılık gösterir (Usupbekov 1982: 4-5;
Kırgız Tilinin Sözdügü, 2011).
Örneğin, atasözleri, toplum hayatının her yönünü kapsayan, insanların yaşam tecrübelerinden elde
edilmiş ve onların dünyaya bakış açılarını yansıtan, eğitici özelliği derin, kesin ifadelerle, kendi arasında
nakaratlı ve ritmik olarak söylenen, düşünceyi tamamlayan kısa poetik şiirsel cümlelerdir (Koyçumanov
2012: 540).
Lakap, darb-ı mesel ise, herhangi bir olaya dayalı veya insan davranışlarının, karakterinin özelliğini
özetleyerek, net ve göz önünde canlandırılabilir, kendine has bir açıklaması olan, çoğu zaman mecazi
anlamda söylenerek, içeriğe göre anlamı bilinen, kısa ve canlı cümlelerdir. (Usupbekov 1982: 4-5).
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Lakap, darb-ı mesel, çağdaş Uygurcada “tamsil”, Kazakçada “metel”, Kırgızcada “lakap” şeklinde
adlandırılırken kitap isimleri ise, “Uygur makal-tamsilliri”, “Kazak makal-matelderi”, “Kırgız makallakaptarı” gibi adlarla atasözlerinden ayrı olarak değil, birlikte bakılmaktadır (Karmıştegin Makelek
Ömürbay uulu 2009: 21).
Lakaplar, yani darb-ı-mesellerin, Türk dilinde de atasözlerinin, deyimlerin içinde bakılarak ayrı olarak
işlenmediğini görmek mümkündür. Bu nedenle, Türk halklarının önemli miraslarından olan lakapları
ayrıca derleyip çeşitli bilim dalları kapsamında incelemek günümüzün talebidir.
Bu çalışmada “Lakap” denilince aklımıza gelen takma ad hakkında değil, belli olaylardan sonra meydana
gelen ve halkın hafızasında kalan örnek olaylar, yani darb-ı mesel - lakapların özellikleri, dil açısından
oluşum özellikleri hakkında, çeşitli durumlarda meydana gelen lakaplara ait olaylar, onların günlük
yaşamda kullanılması açıklanacaktır. Lakapların halkın deneyimlerini yansıtan, davranış etik kurallarını
koruyup, yaygınlaştırıcı işlevlerinin önemi vurgulanacaktır.
Bu çalışmanın amacı, Türk halklarının edebi zenginliklerinin bir olan lakapların unutulmaya yüz
tutmuş ve kullanımdan çıkmak üzere olmasını önlemek, gelecek nesillere koruyarak iletmek, lakapların
mecazi anlamları aracılığıyla onları eğitmektir.
Lakapların Özellikleri
Lakaplar, halkın önemli manevi servetidir. Edebi eserin bu türü tüm insanoğluna ve millete ait
özellikleri bünyesinde barındırmaktadır. Tüm insanoğluna ait özelliğinde tüm insanlığa ait olaylar,
olgular incelenerek, ömür- ölüm, iyi- kötü, zengin- fakir, doğru-yalan vb. durumlar yansıtılırken
milli özelliğinde ise, bir millete ait dünya bakış açısı da yansıtılmaktadır. Onları anlam ve yapı olarak
aşağıdaki gibi sınıflandırmak mümkündür.
3. Lakaplar tamamlanmış düşünceyi bildirir ve yapı olarak basit ve birleşik cümle şeklinde oluşur ve
kendi içinde cümle ögelerine ayrılır. Anlatan kişi lakabı bazen kendisinin düşüncesi veya eseri gibi
intikal ettiriyorsa lakabı dolaylı cümle şeklinde verir
4. Bazı lakaplar aynı köklü dillerde hem içerik, hem yapı açısından benzerlik teşkil eder.
Lakapların İşlevleri
Lakaplar, çok fonksiyonlu olup aşağıdaki gibi işlevlere sahiptir:
- Anlatanın bazı olay ve olgulara, davranışlara olan düşünce ve hislerini, duygularını ve yaklaşımını
bildirme işlevi.
- İma edilen düşünce ile dinleyeni etkilemek.
- Halkın başından geçirdiği hayat tecrübesini, tarihini, kültürel özelliklerini, ekonomisini ve bilgisini
açıklama işlevini görür.
- Gelecek nesil için malumat biriktirme işlevi vardır.
23
2. Lakapların söylenmesi yerel özellik taşır. Çoğu lakaplar şu ve ya bu bölgede meydana gelerek, benzer
olayların, davranışların açıklanmasında tekrar tekrar dile getirildiği için yaygınlaşabilir. Ancak
bazılarını sadece yerli halk anlar, başkalar anlayamaz. Bu tür yerel lakaplara her yerde rastlamak
mümkündür.
Burul SAGINBAYEVA, Kadian BOOBEKOVA
1. Lakaplar, şartlara göre benzer olay veya davranışla ilgili olarak, karşılaştırılarak, örnek olarak tekrar
dile getirilir. Dinleyici ise söylenen lakabı göz önünde canlandırarak anlar, algılar.
- Bireyin davranış tarzından haber verir.
- Başka halkların kültürünü, gelişmişlik düzeyini, sosyo-ekonomik durumunu ve psikolojisini
öğrenme işlevini içerir.
- Son olarak da insanlarda kelime hazinesini geliştirme işlevi vardır.
Lakapların Meydana Gelme Özellikleri
İnsanların hayat tecrübeleri, şartları çok çeşitli olmasına bağlı olarak, lakapların meydana gelme
özellikleri de, lakapları meydana getiren olayların farklılıklarına göre çeşitlilik gösterir.
Lakapların var oluş sebepleri olarak şunları saymak mümkündür:
• Tarihi olaylardan;
• Destanlar, sözlü halk edebiyatlarından;
• Belli bir büyük olaydan veya sadece bir olaya bağlı olarak;
• Bazı insanların davranışından, kişiliğinden, alışkanlıklarından; toplumsal yaşam durumlarından;
• Başka halkların lakaplarını çevirerek benimseyerek kullamandan da meydana gelir.
Aynı geçmişe sahip Türk halklarının hayat tarzlarında içerik olarak benzerliği açıklayan, ancak yapı
olarak farklılık teşkil eden lakaplar vardır. Ayrıca, hem yapı hem de içerik olarak benzerlik gösteren
lakaplar da vardır. Bu olay, lakapların yapısal özelliklerini açıklayan olayları anlatırken açık bir şekilde
görülmektedir.
Tarihi olaylardan dolayı meydana gelen lakaplar
24
Türk Halklarında Lakapların Özellikleri
Örneğin, “Kazak, kayın saaganda, Kırgız Isarga kirgende” lakabında Kazak ile Kırgızların başından geçen
olaylar yansıtılmaktadır (Osmonov 2003: 51-52, 76).
Aynı şekilde bu olay Kazaklarda “Kayın saagan cut cılı” lakabı ile ifade edilmektedir. Burada olay,
Kazakların kıtlık geçirerek, yiyecek bulamaması, kayın ağacının suyunu içmesi, hatta yurdundan olması
söz konusudur. Bu iki lakap, anlam olarak birbirine denk gelmektedir (Kebekova 1982).
Kırgızlardaki “Ormon opuza” lakabı, XIX yüzyılda Kırgız kağanı olan Ormon Han’ın bir savaşta düşmana
karşı gösterdiği taktiği ile ilgilidir. Ormon Han ve halkı, düşmanların saldırısına uğramış, ancak askeri
güç olarak düşman üstünmüş. Bir gece düşmanların bulunduğu yere gözükecek, ancak uzak bir yerde
çeşitli yerlere kendi askerlerine alevler yaktırmış. Bunu gören düşman askerleri, Ormon Han’a yardım
etmek için çok asker geldiğini zannederek geri kaçmışlar. Bu lakaba Türkçedeki “Karaman’ın koyunu,
sonra çıkar oyunu” lakabı anlam olarak denk gelmektedir.
Masallardaki olaylardan dolayı meydana gelen lakaplar
Bu gruba çeşitli destanlar, efsaneler ve masallardan, kısa hikayeleriden alınmış olaylar girer.
Örneğin, “Manas” destanında büyük savaş sırasında Çubak adlı asker, düşman Konurbay tarafından
şehit edilmiştir. “Çubak’ın diyetini isteyeceğiz” diyerek, Kalmuklardan haraç alma veya atlarını alma
işi uzun süre devam etmiştir. Bu yüzden bitmeyen bir işe halk arasında “Çubak’ın kununday çuvalgan”
(süregelen) diye lakap kalmıştır (Kırgız adabiyatının tarıhı 2004: 249).
“Tazdın köönü bolboso da, kızdın köönü emespi” (Kelin gönlüne değil, kızın gönlüne bak) lakabı,
“Er Töştük” destanından yerin altındaki yaşamından alınmıştır (Kırgız adabiyatının tarıhı 2004: 250).
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Kırgızlarda “Manas” destanında “Akkula candan kayranbı” (At candan daha mı değerli) lakabı vardır.
Bu lakap, Manas’ın atı Akkula ölmüş, yakın arkadaşı Almambet şehit düştüğünde Manas’ın başına ağır
iş gelmiş, ancak iyi hayvan cana feda diye kendini avutmasından dolayı söylenmiştir. Bu lakaba anlam
olarak yakın olan Altay dilinde “At ölböskö altın bedi, er ölböskö möngü bedi” (At ölmeyecek kadar altın
mıydı, er ölmeyecek kadar bengi miydi) lakabını örnek göstermek mümkündür. Bu lakaplar kardeş iki
milletin erlik ve ata olan yaklaşımını yansıtmaktadır.
Bazı insanların davranış tarzı ve karakter özelliği hakkında lakaplar
Bu tür lakaplar büyük bir grubu oluşturmaktadır. İnsanların davranış tarzı hakkında lakaplar kendi içinde
laf ebesi olma, hazır cevaplılık, korkaklık, tembellik, inatçılık gibi küçük gruplara ayrılır. Kırgızlardaki
“Taz tarangança toy tarkaptır” (Kel saçını tarayıncaya kadar düğün bitivermiş) lakabı, Özbeklerde
“Toz tarongiça tuy tarkarlar” lakabına denk gelmektedir. Kırgızcadaki “Alma bış, oozuma tüş” lakabına
Türkçedeki “Armut piş, ağzıma düş” lakabı denk gelmektedir (Türkiya Türk Adabiyatı 2003: 135).
Korkaklık hakkında lakaplar
Buna örnek olarak Kırgızcadaki “korkkongo koş körünöt” (korkan adama her şey ikişer görünür)
lakabına, Kaşgarlı Mahmut’un eserindeki “korkmuş kişige tay başı koş körünür” lakabı denk düşer.
Kırgızlarda “oozu sütkö küygön ayrandı üylöp içet” lakabının karşılığını Türkçedeki “Sütten ağzı yanan
yoğurdu üfleyerek içer” dab-ı -meseli verir.
Düşüncesizlik hakkında lakaplar
Kırgızlardaki “baka mayrıgın bilbey cılandı iyri deptir” (kurbağa kendi ayaklarının eğriliğine bakmadan
yılana eğri demiş) lakabına Kaşgarlı Mahmut’un “yılan kendü egrisin bilmes, tebi boynın egri ter” (yılan
kendi eğrisini bilmez, deveye eğri demiş) lakabı anlam bakımından benzemektedir.
İnsan bir şeye ulaşamayıp onu beğenmediği durumlarda, “mışık mayga cetpey sasık deptir” lakabı
vardır. Bu lakaba anlam olarak en yakın Türkçedeki “Kedi ulaşamayacağı ciğere mundar der” lakabını
kullanmak mümkündür. Kırgızlarda kendi halini bilmez, durumundan haberi yok, ancak yüksekten
uçanlara “aydaganı beş eçki, ışkırıgı taş carat” (elinde ancak beş keçisi var ancak çaldığı ıslık kulakları
deler) derler. Buna anlam olarak en yakın Türkçe lakap, “Haline bakmaz, Hasan dağına oduna gider”
olur (Türkiya Türk Adabiyatı 2003: 141).
Kurnazlık, çıkarcılık hakkında lakaplar
Bu gruba “Bir ok menen eki koyon atıptır” adlı Kırgız halkında söylenen lakaba, Özbekçedeki “bir kesak
bilan iki kartoni urmok”, Türkçedeki “bir taşla iki kuş vurmak” lakapları biri birine denk gelmektedirler.
“Bilem degen tutuluptur, bilbeym degen kutuluptur” Kırgız lakabı, kurnazlıkla bir işten kaçabilir, paçayı
kurtarabilir, ancak saf insan ise “biliyorum” derken, iş yapmak zorunda kalmaktadır. Özbekçede
“bildim dedim, tutuldim, bilmadim dedim, kutuldim” lakabı hem anlam, hem de yapı olarak birbirini
tutmaktadır.
25
Kibirlik, kendini beğenmişlik hakkında lakaplar
Burul SAGINBAYEVA, Kadian BOOBEKOVA
Kırgızlardaki “bitke öçöşüp köynögün otko cagıptır” (Bite kızarak, gömleğini ateşe vermiş) lakabına
Özbeklerdeki “Burgaga aççik kilib kürpanı yakma” lakabı hem anlam hem yapı bakımından aynıdır.
Türkçede ise “Pire için yorgan yakmak” şeklindedir. Kırgızcadaki “kargaga tengelip kazdın butu sınıptır”
(kargayı taklit ederken kazın ayakları kırılmış) denen lakab, Kaşgarlı Mahmut’un eserindeki “karga
kazga ötgünse, butı sınur” lakabına ve Altay dilinde “karga kazga tengelip, butu çıgargan” lakapları hem
anlam, hem yapı bakımından benzerlik göstermektedir (Musabaeva 1975: 51).
Kötü alışkanlıklar hakkında lakaplar
Sarhoş insanın akılsız bir insandan da aşağı, daha da ileri giderek hayvanlar gibi davranacağı bellidir.
Bunun gibi durumları yansıtan lakaplar Türk halklarında vardır. “mastan cindi kaçıp kuluptur” denilen
Kırgız (sarhoştan deli kaçarak kurtulmuş) lakabı, deli adam bir şeye değer veremeyen düşüncesiz
davranan bir insan ise, sarhoş insan deliden de aşağı konumdadır. Bu lakabın “sarhoştan deli bile korkar”
şeklindeki benzeri Türkçede karşımıza çıkar (Türkiya Türk Adabiyatı 2003: 141). “Uurunu karakçı
tonoptur” Kırgız lakabı, Kazakçada “urını karakşı urlaydı” şeklinde kullanılmaktadır. Bunların Türkçe
karşılığı “dinsizin hakkından imansız gelir” darb-ı meseli olabilir.
Denkleştirme anlamında lakaplar
Kırgızcadaki “Eceme cezdem caraşkan” lakabına Türkçedeki “Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş”
lakabı; Kırgızcadaki “Teng tengi menen, tezek kabı menen” lakabı Türkçedeki “Davul bile dengi ile vurur”
lakabına anlam olarak benzerlik sergilemektedir.
Lakaplar dilbilgisi açısından genelde geçmiş zamanın –ıptır // -mış ekiyle oluşur.
Örneğin, “Ayran içken kutuluptur, çelek calagan tutuluptur” (Kırgız.). (hırsızlık yapıp ayran içen
kurtulmuş, fakat kovayı yalayan tutulmuş, ona hırsız gözüyle bakmışlar).
“Ayran işken kutuldı, şelek calagan tutuldı” (Kazak.).
-day // gibi ile oluşmuş lakaplar
Örneğin, Apendinin koyonunun sorposunun sorposunday (Kırgız.). “Tavşanın suyunun suyu” gibi
(Türk.).
Soru cümleleriyle oluşmuş lakaplar
“Kuday berbese Kubarıngdın akısı barbı?” (Kırg.); “Vermezse Mabut, ne yapsın Mahmut?” (Türk).
26
Türk Halklarında Lakapların Özellikleri
“Kız kezinde baarı cakşı, caman katın kaydan çıgat?” (Kırg.).
-ça // gibi ile oluşmuş lakaplar
Örn: “Ölgön attın takasın izdep, altı ay cer kazgan bayça” (Kırg.). (Ölmüş atın topuğunu altı ay arayıp
yer kazan zengin gibi).
-gan // -mış eki ile oluşmuş lakaplar
“Sen kızındı ketip catat dep ıylap catsang, men kızımdı kelip kalat dep ıylap catam” (Kırgızcada. Kızın
babası hanımına seslenmiş: sen kızını gidiyor diye ağlıyorsun, ben ise geri gelir diye ağlıyorum)
(Zakirov 1972).
Sonuç
Sonuç olarak, Türk halklarında ortak yapı ve anlam içeren lakapların çok olması; Türk halklarının hayata
bakış açısının birbirine yakın ve benzer olması; Türk halkları genelde hayvancılığa yakın olduklarından
dolayı, onların darb-ı mesel lakaplarında öküz, oğlak, kuş, at, tavşan, inek, koyun gibi evcil ve yabani
hayvan adlarının çok kullanılması; süt, ayran, yağ, et, kuyruk, vb. süt ürünlerinin ve hayvansal ürünlerin
adlarının çok kullanılması dikkat çekicidir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Öneri
Türk halklarının milli miraslarından biri olan lakap - darb-ı meselleri atasözlerinden ayırıp ayrı bir
gruba toplayarak, lakabı meydana getiren olaylar ile beraber bilimsel yönden araştırılması, günümüzün
geciktirilmeyecek önemli meselelerinden biridir, diyebiliriz. Farklı bilim dalları tarafından örneğin,
dilbilimi, edebiyat, tarih, sosyoloji, eğitim, psikoloji, iletişim bilimleri tarafından farklı açılardan
bakılarak incelenmesi ve sonuçlarının genç nesillere öğretilmesi, gençlerimizin dilimizi unutmamasına,
kültürümüzü koruyabilmesine etki eden önemli unsurların başında geleceği kanaatindeyiz.
Kaynakça
Aksan Doğan, Her Yönüyle Dil, (2009) Ankara.
Aksan Doğan, Türkçenin Gücü, (2001) İstanbul.
Zakirov Saparbek (1972), Kırgız Elinin Makal-Ilakaptarı, Frunze.
Karmıştegin Makelek Ömürbay uulu (2009), Til Cana Kotormo: Ilakaptın Örüşün Özünçö Alalı, ŞUAR uluttar til-cazuu
kızmatı komiteti, Kıtay-Ürümçü.
Kebekova Batma (1982), Kazak-Kırgız Folklorduk Baylanış, Frunze.
Koyçumanov Cumaş (2012), Makal-Lakaptar, Nuska Sözdör, Nakıl Kepter, Zalkar Oylor, “Biyiktik Plyus”, Bişkek.
Kırgız Adabiyatının Tarihi (2004), Bişkek.
Kırgız Tilinin Sözdügü, (2011), A.Akmataliev, C.Mamıtov, S.Musaev (ed.), Avrasya Press, T. 1, Bişkek.
Osmonov Öskön, (2003), Kırgizstan Tarihi, Bişkek, 51-52, 76-b.
Musabaeva Zebi (1975), “Divani Lügat-it Türk” Mahmuda Kaşkarskogo, Frunze.
Türkiya Türk Adabiyatı (2003), Özener Matbaacılık, Ankara.
27
Burul SAGINBAYEVA, Kadian BOOBEKOVA
Usupbekov Şabdan (1982), Kırgız Makal-Ilakaptarı, “Kırgızstan” basması, Frunze. 4-5.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
YIRDAN TÜRKÜYE GEÇİŞ VE TÜRK DÜNYASINDA
TÜRKÜ GELENEĞİ ÜZERİNE
TRANSITION FROM YIR TO FOLK SONG AND FOLK SONGS
IN TURKISH WORLD
*Ali YAKICI
Müzik insanlık tarihi kadar eski bir kültürel olgudur. Kimi araştırmacılara göre müziğin oluşumunda
dini arayış, kabul ve uygulamalar önemli rol oynamıştır. Kimi bilim adamı, müzikolog, sosyolog,
antropolog, etnolog ve edebiyat tarihçileri yalnız müzik değil bütün güzel sanatların temelinde dini
arayış, kabul ve uygulamaların olduğuna dair ortak görüş belirtmektedir. Ünlü sosyologlar Durkheim
ve Ribot’ya göre güzel sanatların başlangıcında raks/dans vardır. Bu bilim adamlarına göre dini ayinler
raks icrasıyla başlamıştır. Rakslarda ise tanrının/tanrıların hoşuna gidecek sözler enstrüman eşliğinde
besteli olarak icra edilmiştir. İşte, bu dini törenlerde danslar esnasında müzik aletleri eşliğinde sözlerin
besteli olarak icra edilmesi müziği, güfte yerine söylenen sözler şiiri, şiirler ise edebiyatın oluşmasını
sağlamıştır (Köprülü, 1986: 49-52).
Benzer görüşler Türk müziği ve edebiyatı için de söz konusudur. Köprülü, “Türklerde Musiki” başlıklı
yazısında şu görüşlere yer vermektedir: “Türk müziğinin en eski şeklini, baksı/ozanların kopuzla
çaldıkları dini/sihri nağmelerde aramak icap eder. İlk dönemlerde şiir ve müzikle beraber olan raksın
ayrılmasından sonra bile şiirle müzik beraberliği asırlarca devam etmiştir” (Köprülü, 1986: 109-110).
Türklerin sosyal ve kültürel tarihine bakıldığında; İslamiyet’in kabulünden asırlar önce dini muhtevalı
müzik dışında, sosyal ve kültürel içerikli törenlerde, kutlamalarda, eğlencelerde kopuz eşliğinde
içeriğine göre farklı ezgilerle icra ettikleri güçlü bir müziklerinin de bulunduğu belirtilmektedir. Ozan,
şaman, kam, baskı, oyun, bugu, tadıbey vd. adlarla anılan sanatçıların ellerinde kopuzlarıyla dolaşarak,
genel ve özel toplantılarda eski kahramanlara/kahramanlıklara ait menkıbeleri terennüm ettikleri,
Oğuz Han efsaneleri söyledikleri, yeni olaylarla ilgili ya da o andaki duruma göre doğaçlama türküler
söylediklerine dair bilgiler bulunmaktadır. VIII. ve IX. yüzyıllara ait eski Uygur metinlerinde bu
türkülere “yır” denilmektedir. Abdülkâdir Merâgî; bu müzik türünün “ır” olarak adlandırıldığını, eski
Türkçedeki ırlamak fiilinden geldiğini ifade etmektedir. Bu terim kimi lehçelerde de “cır” olarak telaffuz
edilmektedir (Köprülü, 1986: 114).
Arat da, Divanü Lügati’t-Türk’te yer alan ır/yır terimlerinin “koşma, türkü düzmek, şarkı söylemek,
manzume yapılmak, şiir düzülmek” karşılığında kullanıldığını belirtmekte ve Eski Türk Şiiri adlı
kitabında Uygurlar dönemine ait yır örneklerine yer vermektedir (Arat, 1986: XV).
Ali YAKICI
Bugün Türk dünyasının türkü geleneğine bakıldığında; Başkurtlarda yırın, özellikle de halk yırlarının
müzik gelenekleri içinde önemli bir yerinin olduğu görülmektedir (Galin, 1977: 8-16).
29
XI. yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan, Türk ve dünya şaheseri/başyapıtı olarak kabul gören
Divanü Lügati’t-Türk’te de türkü karşılığı olarak ır/yır terimleri yer almaktadır (Atalay, 1992: 3).
* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
Başkurtların türkü geleneğinde “savra yurı” biçiminde adlandırdıkları mani tarzı yırların çoğunlukta
olduğu belirtilmektedir (Yılmaz-Mişşi 2003: 158-159).
Yır/cır geleneğinin Karaçayların müzik hayatı için de önemli bir yeri vardır. Hatta Karaçay türkü
geleneğinin kimi etkilenmeler dışında yır/cırlardan oluştuğu da söylenebilir (Rimma, 1969: 255-256).
Karakalpakların türkü geleneğinde özellikle “beşik cır/yırları” nın önemli bir yeri bulunmaktadır
(Maksetov 1992: 86-87).
Kazakların türkü geleneğinde “beşik cır/yırları”nın yanı sıra “tarihi cır/yırlar” da önemli bir yer
tutmaktadır (Ergun 2002: 38-72).
Kültürel hayatlarının önemli bir bölümünü oluşturan “Manas” dışında Kırgızların türkü geleneği içinde
“arman ır/yırları (eleştiri/şikayet türküleri), “oyun ır/yırları”, “sanat/nasiyet/terme ır/yırları (öğüt verici/
eğitici türküler)”, “emgek ır/yırları (emek türküleri)”ve “baldar ır/yırları (çocuk türküleri/ninnileri)”
ağırlıklı olarak yer almaktadır (Aytaş, 2003: 403-418).
Yazılı edebiyatları oluşana kadar Kırım Türklerinin ideallerini, milli karakter özelliklerini, örf ve
adetlerini, medeniyetlerini, sosyal, siyasal ve iktisadi durumlarını, arzu ve umutlarını, dünya görüşlerini
çok eski zamanlardan beri “yır”larla dile getirdikleri bilinmektedir (Yüksel 1998: 259).
30
Yırdan Türküye Geçiş ve Türk Dünyasında Türkü Geleneği Üzerine
Bugün de Kırım Türklerinin yırlarının konusunu aşk ve sevdanın yanı sıra vatandan sürgün, göç ve
ayrılığın oluşturduğu belirtilmektedir (Yakıcı 2013: 438).
Kumukların müzik kültüründe yırların önemli bir yeri bulunmaktadır. Kumuk yırları kendi içinde farklılık
arz etmektedir. Bunlardan “yiğitlik yırları”, “kalendar (Nevruz) yırları”, “sibir ve tunsak yırları (sürgün ve
esaret türküleri)”, “zahmat yırları (iş türküleri), “haşık yırlar (aşk türküleri)” içerikleri, söylendiği ortam
ve hedef kitlelerine göre kendine özgü ezgilerle icra edilmektedir (Pekacar, 1998: 321-322).
Geleneksel Nogay kültüründe de türkü karşılığı olarak yır terimi kullanılmaktadır. Nogay yırları kendi
içinde; “yaşav yırları (gelenek, bayram, düğün türküleri), beşik yırları” vb. olarak çeşitlilik göstermekte,
bunlarda icra edildiği yer ve duruma göre alt dallara ayrılmaktadır (Yıldız, 2002: 97).
İdil boyu Türk halklarından Kazan Tatarlarının müzik ve edebiyat geleneğinde de “cır/yır”ların önemli
bir yeri vardır. Kazan Tatarları türkü geleneğinin önemli bir bölümünü “kıska cır/yır”lar oluşturmaktadır.
Dört dizeden oluşan “kıska cır/yır”lar en popüler müzik türlerinden biridir. Popülerliği, sadece günlük
hayatta sıklıkla rastlanmasından ve çok sayıda olmasından değil, geniş bir alana yayılmasından
kaynaklanmaktadır. Türkiye de dahil olmak üzere Kazan Türklerinin Orta İdil Bölgesi, Kama kıyıları,
Ural etekleri ve Sibir düzlüklerinde, kısacası Tatarların yaşadığı her şehir ve köyde “kıska cır/yır”
icrasıyla karşılaşmak söz konusudur. Araştırmacıların bugüne kadar tespit etmiş oldukları 50.000 cır/
yır metninden 49.000 kadarının kıska cır/yır olduğu belirtilmektedir (Yakıcı, 2013: 453-454).
Kazan Tatarların müzik ve edebiyat geleneğinde “kıska cır/yır” dışında terennüm edilen diğer cır/yırlar
ise; yola (örf/adet) cırları, uyun-biyü (oyun-dans) cırları, tarihi ve lirik cırlardır (Nadirov, 1976: 7-33).
Kerkük Türklerinde de yırların müzik gelenekleri içinde yer aldığı görülmektedir (Yakıcı, 2013: 382).
Türk dilli halklardan Tuvaların sözlü geleneğinde müzik kültürü ır/yır ve kojan olmak üzere iki kolda
teşekkül etmiştir. Bunlardan ır/yırlar, ezgili olarak söylenen, genellikle aşk, sevgi, yurt sevgisi, ekonomi,
sosyal yaşantı vb. konuları işleyen lirik ve manzum sözlerden oluşmaktadır (Pürbü, 1976: 84).
Yır (ır/cır) yerine türkü karşılığı olarak Türk dünyasının farklı coğrafyalarındaki Türk dilli halklar
tarafından farklı terimler de kullanılmıştır. Bunlardan bazıları alfabetik olarak şöyle sıralanabilir:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
An (Kazak), Aytıs (Kazak), Beyit/peyit (Başkurt, Çuvaş, Kazan), coktav (Kazak), deyişme (Azerbaycan),
hoyrat/hoyrat (Azerbaycan, Kerkük), kojon/kojan (Altay ve Tıva Türkleri), kosık/koşik (Karakalpak,
Özbek), koşak (Uygur), mahnı/mani (Azerbaycan, Kerkük), mugam (Azerbaycan), sarın (Kumuk),
tahpah (Hakas), takmak (Başkurt, Kazan), tensi (Azerbaycan), tolgav (Kazak), yuurisem (Çuvaş). Bunun
dışında kalan coğrafyalarda ise ezgili her söyleyiş için türkü/şarkı terimleri kullanılmaktadır (Yakıcı,
2013: 323-498).
Bu tabloya bakıldığında Türk dünyası türkü geleneği içinde; icra edildikleri ülke, bölge, coğrafya,
toplum ya da topluluk içinde “türkü” karşılığı olarak kullanılan terimlerin başında ır/cır/yırın geldiği
görülmektedir. Türkiye, Kıbrıs ve Balkanlar dışında kalan bütün coğrafyalarda yırın bilindiği ve yaygın
olarak kullanılan ortak bir terim olduğu görülmektedir (Yakıcı, 2013:498).
Türkü ise; Türklerin İslam’ı kabulünden sonra, muhtemelen komşu kültürlerin insanının “Türk’e ait”
karşılığında söyleyerek galatlaştırmış olduğu bir terimdir. Zaten ilk olarak “türkü” terimine 15. yüzyılda
yaşamış olan Ali Şir Nevai’nin Mizanü’l-Evzan adlı eserinde rastlanmaktadır (Ali Şir Nevayi 1993: 196197).
Peki, Türk kültürünün en eski Türkçe müzik terimlerinden biri olarak bilinen ve bütün Türk dünyasında
türkü karşılığında kullanılan yır (ır/cır) terimi varken neden bu terimin yerini Türkiye başta olmak
üzere kimi coğrafyalarda türkü almıştır?
Bu sorunun cevabını araştırmacılar farklı biçimlerde vermişlerdir. Bu araştırmacılardan Yazıcı, bu
konuda şu görüşlere yer vermektedir:
Ir/cır/yırlara Türki/türkü adının verilmesi bilinçli bir tepkinin sonucudur. 11. yüzyıla kadar bütün Türk
boylarında, türkü için makamlı, besteli söz anlamına gelen ır/cır/yır terimi kullanılırken İslamiyet’in
kabulüyle birlikte Arap ve Fars kültürlerinin etkisi artınca Türkler karşı harekete geçerek bilinçli bir
şekilde türkü kelimesini kullanmıştır (Yazıcı 1995: 1).
Kültürel oluşum ve yapılanmalarla ilgili her tür görüş ve düşünceye saygı duymak gerekir. Yırın türküye
dönüşmesi konusunda da söylenen her sözün bir gerçeklik payının olduğu belirtilebilir. Bugün türküden
yıra dönüş olabilir mi? Duygusal olarak belki ama bu dönüşüm gerçekte çok zor görünmektedir. Çünkü
günümüzde zengin kültürler baskın ve etkili kültürler olarak dünyadaki yerini almıştır. Asya, Avrupa,
Afrika gibi üç kıtanın kültüründen güç almış ve uydularıyla dünyanın her coğrafyasındaki insana
ulaşabilen Türkiye’nin içinde yaşattığı kültürel zenginlik ciddi kabuller görmektedir. Bunlardan biri de
türküdür. Türkü günümüzde “Türk’e ait olma” özelliğinin dışına çıkarak uluslar arası bir müzik terimi
olmuş, sadece Türkçe olarak değil, Arapça, Farsça, Slavca, İngilizce, Fransızca dillerindeki söylenecek
ezgili sözler için de kullanılır hale gelmiştir.
Kaynakça
Ali Şir Nevayi (1993), Mizanü’l-Evzan, Haz. Kemal Eraslan, Ankara.
Arat, Reşid Rahmeti (1986), Eski Türk Şiiri, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Atalay, Besim (1992), Divanü Lügati’t-Türk, İstanbul.
Ali YAKICI
Ayrıca, türkü karşılığı olarak Türkçenin diğer lehçelerinde de farklı terimlerin olması türkü geleneği için
bir güzellik, Türk kültürü için bir zenginliktir.
Galin, Salavat (1977), Başkort Halık İcadı/Yırzar, Öfo.
Köprülü, Fuad (1986), Edebiyat Araştırmaları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Maksetov, Kabıl (1992), Karakalpak Halkının Körkem Avizeki Döretpeleri, Nökis.
Nadirov, İlbaris (1976), Tatatr Halk İcatı/Kıska Cırlar, Kazan.
31
Ergun, Metin (2002), Kopuz Sarını/Kazak Aşık Tarzı Şiir Geleneği/Akın ve Cıravlar, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Pekacar, Çetin (1998), “Kumuk Türkleri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları,
Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını.
Rimma, Ortabaylanı (1969), Karaçay Halk Cırla, Moskova.
Yazıcı, Rıfkı (1995), “Türkülerimizin Türklüğü”, Erciyes, 214, Kayseri.
Yakıcı, Ali (2013), Halk Şiirinde Türkü, 2. Baskı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Yıldız, Mustafa (2002), “Nogay Halk Edebiyatı”, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 21/Nogay Edebiyatı,
Ankara.
Yılmaz, Metin- Mişşi, Yuhma (2003), “Çuvaş Edebiyatı”, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 26/Çuvaş
Edebiyatı, Ankara.
32
Yırdan Türküye Geçiş ve Türk Dünyasında Türkü Geleneği Üzerine
Yüksel, Zühal (1998), “Kırım Türkleri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, Türkiye
1. Gün
II. Oturum
08 Mayıs 2014 Perşembe
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Birsen KARACA
Prof. Dr. Emir İçhem İDBEN
Irak’ta Türk Edebiyatı Gelişimi
Yrd. Doç. Dr. Melih ERZEN
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
Dr. Mehmet KAHRAMAN
İntibah’ın Bileşenleri
Dr. İlker ÇÖLTÜ
Doğu’da Avrupa- Avrupa’da Doğu: Düşmancıl İmgelerin Ezberini Bozan Türk ve
Avrupalı Seyyah, Elçi ve Yazarların Yazın Eserlerine Yorum Bilimsel Yaklaşım
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
IRAK’TA TÜRK EDEBİYATI GELİŞİMİ
THE DEVELOPMENT OF TURKISH LITERATURE IN IRAQ
*Emir İçhem İDBEN
Türk edebiyatı, Türkiye’nin dışında Irak başta olmak üzere, geniş bir alana sahip olmuştur. XI. yüzyıldan
itibaren Türk edebiyatı Irak’ta yayımlanmıştır. Selçuk İmparatorluğu döneminde Irak’ta Türk kültürü
büyük merkez olmuştur.
Tarih boyunca Irak’ta büyük ve ünlü Türk şâirleri, yazarları ve sanatçıları şiir, makale ve diğer edebi
sanatlarını dikmişlerdir.
Irak’ta bazı şâirler, resmi bir görev alarak şiir yazmışlardır. XI. yüzyıldan itibaren birçok şâirler ve
yazarlar büyük bir miras bırakmışlardır.
Türk edebiyatı İslamiyet’i kabul eden Karahanlılar ve Selçukluların XI. ve XIII. yüzyıllar hakimiyetleri
arasında gelişip tekâmül etmişlerdir. Bu iki devlet zamanında Arapça ilim Farsça edebiyat dili
idi. Türkçeye de ancak halk arasında konuşulan dili olma mevkii kalmıştır. Selçuklular Horasan,
Maveraünnehir ve Mezapotamya bölgelerine hakim oldukları zaman İran’ın Abbasi halifeliği ile
münasebetlerinin gelişmesine yardım ettiler. Bu yardımın İran’lıların Irak’lılar ile karışmasında etkisi
çok büyüktü. Böylece her iki memleket en önemli merhalelerinden birinde İslam medeniyetini en güzel
bir şekilde temsil ettiler.
Nitekim kendisinin Türk tasavvuf şiirinde üstün bir yeri vardır. Bu sahada güzel mesneviler ve lirik
tasavvufi kasideler yazmıştır.
Nesimi’nin divanından birkaç beyit alalım:
Ey Habubu’llah ki ismin yazılıptır arşda
Ahmed ü Mahmûd Ebu’l-Kasım Muhammed Mustafa
Ol kim anun hakkında min nûrı vâhid söyledin
Hem anun şânında Haktan nâzil oldu hel etâ
* Prof. Dr., Bağdat Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
35
XIV. yüzyılda yaşayan Türk şâiri İmamüddin Nesimi Bağdat civarında doğdu ve orada yetişti. Nesimi,
(Öl.1404) Irak’ta Türk edebiyatının kurucusu sayılır. Şiirde, doğu Anadolu lehçesi ile Azeri lehçesinin
karışımı olan Irak Türkmen lehçesini ilk defa kullanan şâirdir. Şiirlerinde derin manalı sofiyâni
kasidelerinde Nesimi iç duygularını kuvvetle ve bütün derinliği ile dile getiren ince ruhlu bir şâir olarak
görünür. Nesimi Irak’lı ile Türk şâiri olması sebebiyle Divan edebiyatının gelişme ve tekâmül etmesinde
en büyük çaba sarfeden şâirlerden sayılır.
Emir İçhem İDBEN
XIII. yüzyılın başlangıcında Moğol orduları Türkistan’ı Harezm bölgelerini, İran, Horasan ve Irak’ı
istila edince, edipler, şâirler, mütefekkirler ve bilginler küçük Asya’daki Selçuklu İmparatorluğu’na iltica
ettiler. Böylece Anadolu’da edebi hayat canlılık kazandı ve kısa bir zamanda Anadolu, İslam kültürünün
merkezlerinden biri haline geldi.
Ol velâyet kânı vü Sultân-ı din Şâh-ı Necef
Tâc-dâr-ı enbiyâ vü Ser firâz-ı evliyâ
Diğer bir tarafında (Hint-Moğol) devletinin kurucusu Sultan Babür Şah (1482-1530)“Babur-Nâme” diye
isimlendirdiği kitapta hayatını yazdı. Bu da tam klâsik nesir kitabı sayılır. Babür, kitabını sade ve açık
bir Türkçe ile yazmıştı. Milâdi XVI. yüzyılda Osmanlı şâirlerinin çoğu şiirlerini Türkçe yazıyorlardı.
Bu çağda edebiyat ve sanat oldukça gelişmişti. Müsteşrik Kramers XVI. yüzyıl Türk edebiyatından
bahsederken diyor ki: “Edebi hayat sadece İstanbul’da gelişmiş değildi, burada olduğu gibi Bağdat,
Diyarbakır ve benzeri yerlerde de gelişmişti. Bu asırda Bağdat şâirlerinin en çoğu şiirlerini Türkçe ile
yazıyorlardı. Bağdat’lı Fuzulî Hekim Zâde, Zihni Abdü’l-Celil, Necefzâde el-Bağdadi gibi bazı şâirler de
hem Türkçe hem Farsça ve hem de Arapça şiir yazıyorlardı. Bunun için bu çağı Irak’ta Türk edebiyatının
altın çağı sayabiliriz. Zira bu çağ Türk şiirine yeni bir ahenk veren ve devrinde şiir liderliği ve nazım
önderliği kendisinde sonuçlanan eşsiz Türkçe şâiri Bağdat’lı Fuzûlî zuhur etti.
Fuzûlî
Türk şâiri Bağdat’lı Fuzûlî Irak’ın Hille şehrinde doğan, Kerbelâ, Bağdat’ta yaşayan, Türkçe ifadenin
üstadı, nazım ve nesir sanatının eşsiz yaratıcısıdır. Abdülhak Hamit’in de dediği gibi “şâir-i a’zam”dı.
Eserleri zamanımıza kadar yaşaya gelmiştir. Bu Fuzûlî’nin ifade kudretinden ve kainata karşı şuurlu
bakışından ileri gelmiştir.
Fuzûlî, Nesimi’nin kullandığı aynı lehçeyi kullanmıştır. Fuzûlî, Arapça’ya, Farsça’ya ve Türkçe’ye (nazım
ve nesir hazinesi) bırakmıştır. O yüzden Fuzûlî, Araplara, Türklere, İranlılara büyük bir miras bırakmıştır.
Yine de bu asırda manzum destan türü ortaya çıktı. Bunların en belli başlısı İran ve Moğol savaşlarına
katılan kahramanlarından biri olan Köroğlu’nun mücadele ve kahramanlıklarından bahseden “Köroğlu
Destanı”dır. Diğer bir taraftan da bu asırda dini şiir de gelişti. Safevi hükümdarı Şah İsmail, şiir mahlasıyla
Hatâi dini şiir türünün en belli başlı şiirlerindendir. Hatâi, üslup ve metodu ile şiir tekniğinde daha
sonraki tasavvuf şâirlerinin öncüsü olmuştur. Nitekim, bu çağda Hz.Peygamber’in ve ölümsüz şehit
Hz.Hüseyin’in hayatından bahseden halk hikayeleri de oldukça gelişmiş ve çoğalmıştır.
36
Irak’ta Türk Edebiyatı Gelişimi
Fuzûlî’yi yetiştiren tarihi, ictimai ve coğrafi faktörlerin başında onun doğup büyüdüğü ve yine orada
öldüğü Bağdat-Kerbelâ toprağının ve bu toprağı çerçeveleyen oldukça geniş bir çevrenin hayatı, tarihi
ve kaderi vardır.
Denilebilir ki Fuzûlî, Bağdat ve Kerbelâ toprağının tarihini, kaderini kendi şiirlerinde en iyi aksettiren
bir Kerbelâ evladıdır. Çünkü Bağdat ve çevresi, İslam çağındaki kuruluşundan Fuzûlî’ye kadar olan
sekiz asırlık tarihi içinde insanlık âlemine gittikçe artan bir şiddetle sosyal romantizmin her bakımdan
gerçekleştirdiği, münevver fakat muztarip bir muhit çehresi ve böyle bir kader çizgisi göstermiştir.
Bir kere Kûfe, Bağdat ve Kerbelâ çevresi İslâm âleminin en büyük bir kültür ve medeniyet muhitidir.
Selçuk Türkleri Bağdat’a hakim oldukları zaman şehri tahrip etmemişlerdir. Esasen fethedilen şehirleri
tahrip etmemek ve halkını incitmemek Türklerin bir fetih üslubudur. Fakat asırlarca tamir ve imar
edilerek bir masal şehri kadar güzelleşmiştir. Bağdat, 1258’de Hülâgu orduları tarafından sarılıp
zaptedilince hem halife El-Müsta’sim bi’llah ailesiyle birlikte öldürülmüş hem de Moğol ordusu şehri
yakmış, yağma etmiştir.
Bağdat’ın yakışı hakkında Osmanlı Divan şâirlerinden Semih Efendi şöyle demiş:
Şehr-i Bağdâd gibi kişver-i dil oldu harâb
O cilvânın Sitem-i Çeşm-i Hulagu’sundan
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Büyük şâir Nedim de şöyle demiş:
Tehammül mülkünü yıkdın Hülagu misin kâfir
Amân dünyayı yakdın âteş-i suzân mısın kâfir
Fuzûlî’nin (Burc-ı Evliyâ) diye vasıflandırdığı Bağdat, onun doğup yaşadığı yıllarda ise hayatının yine
acı günlerindeydi.
Halbuki Bağdat ne kadar yıksa yeniden yapılması tekrar mamûr edilmesiyle de tanınmış bir şehirdir.
Bu yeni mamûr oluşlar, asırların halkı arasında o inancı uyandırmıştır ki Bağdat tahrip edilebilir ama,
onu yakıp yıkanı da bir gün Bağdat’ın Allah’ı harap eder. Nitekim XIV. asır, Azeri Türk şairi Kadı
Burhaneddin’in bir tuyuğuna Bağdat’ın bu kaderi şu şekilde mevzû olmuştur;
Şol ki kuş tutkan kuşın-âzad kılur
Sanma ki dünyada ol az ad kılur
Bağdatnı kim viran kıla bilür
Ol yine bu vireni Bağdat kılur
Bunun içindir ki XVI. asırda zengin, güvenli ve muhteşem Osmanlı İmparatorluğu sahasındaki şiiri temsil
eden Bâkî’nin şiiri ile Bağdat’ın buhranlı hayatı içinde yetişen Fuzûlî’nin şiiri arasında büyük fark vardır.
Halbuki Bağdat’ın o zamanki hakimi ve Safevilerin adamı Tekeli Mehmet Bey, fikir edince, şehrin
anahtarları Bağdat’ın ileri gelenleri tarafından Kânûnî’nin sadrazamı İbrahim Paşa’ya teslim edilmiş,
Osmanlı sadrazamı da yağma ve tahrip olmasın diye, her ihtimale karşı, askerini Bağdat’a sokmamıştı.
Böylelikle Kânûnî Sultan Süleyman, Bağdat’a asayişi temin edilmiş bir Osmanlı şehrine girer gibi girmişti.
Fuzûlî’nin Bağdat’a vâlilik yapan Ayas Paşa’ya yazdığı bir terci-i bendeki:
Dehre halk-ı Basra vü ehl-i Cezayır fitnesi
Çok zamanlar gerçi kan yutturdu pinhan eyledi.
mısraları da Bağdat çevresindeki bu fitnelerin bir hulâsası gibidir.
Kânûnî Sultan Süleyman’ın Bağdat’a üzerine ve Bağdat çevresiyle birlikte Fuzûlî’de Osmanlı Türkiyesi
tabiiyetine geçmiş hatta yeni ve büyük hükümdara Bağdat kaidesi gibi bir incelik ve bir vatanperverlikle
şaheseri sunmuştur. Bu kasîdenin: Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâdar mısrası Bağdat’ın Osmanlılar
tarafından fethi hadisesine yani o tarihe düşürülmüştür.
diyen Fuzûlî, Bağdat hakkında kendisinde derin bir yer almıştır.
Bilindiği gibi kölemenlerin Irak’ta hükümleri (1750-1831) yılları arasında idi, Davut Paşa ise (18171831) yılları arasında paşalığını sürdürdü. Bu dönemde Irak’ta kimi tarihsel ve kültürel bakımdan
gelişmeler oluştu. Böylece ilmî ve edebî kültür geniş bir çapta görüldü, marifet yayıldı, ilmî ve edebî
öğrenim yaygınlaştı. Arapça okulları çoğaldı, Türk ve Fars edebiyatı daha da gelişti. Fakat bu iki edebiyat
Arap edebiyatının düzeyine ulaşmadı.
Türkçe yazar ve şairler bu dönemde her şeyden önce Osmanlıca şiir ve nesir yazmaları için Türkçe’den
başka Arapça ve Farsça’yı öğreniyorlardı. Büyük bir yazar veya şair olmak için üç dili (Arapça, Türkçe ve
Farsça’yı bilmek zorundaydı).
37
Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazı
Diyâr-ı Rumin gözet hâk-ı Bağdat et
Emir İçhem İDBEN
Bununla beraber, şair bir zamanlar nasıl Bağdat’tan ayrılıp Tebriz’e gitmek istemişse tıpkı bunun gibi
Osmanlı iktidarının ülkesine de halkı bir özleyiş duymuş, bu arada;
Davut Paşa döneminde yetişen şairlerden biri Resul Havi’dir. Resul Havi’nin yazdığı (Devhat-ül vüzerâ)
eseri Irak’ın yüzyıllık geçmiş için değerli bir belgedir.
Davut Paşa birçok Iraklı şair tarafından övülmüş ve hakkında çeşitli şiir ve yazılar yazılmıştır. Davut
Paşa’ya Arapça şiir yazanlar “Osman bin senet, Abdül Gaffar el-Ahreş Sâlih et-Timimi” ve başkaları idi.
Davut Paşa’ya Türkçe şiirler yazanlar ise:
1. Nami Abdullah Efendi
2. Havi Resûl Ya’kup Mahuni
3. Abu Bekir İsmail Müftü
4. Muhammet Es’at Naiboğlu
5. Sakip Hıdır Ya’kup Mahun
Şair Hacı Abdullah Sati’nin Hz. Hüseyin hakkında yazdığı uzun mersiyesinin bir bölümünü dinsel şiir
bir örnek alarak veriyoruz:
Hele bir kalk ayaga ehl-i harem halini gör
Baş açık düşman elinde nedir ahvâlini gör
Hele bir gözlerin aç bak bize neyler a’da
Ettiği İbn-i Ziyadın hele bir alını gör
Şair Abu Bekir İsmail Müftü’nün vakfıyla Bağdat’ta Sabuncular Kilisesi hakkında irticalen söylediği
gazelden bir parça:
Yandırdı beni verdi külüm bâde firengi
Âşıkların katline âmâde firengi
Bir bağ gül u gül semen ü sünbül firengi
38
Irak’ta Türk Edebiyatı Gelişimi
Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemlerinde Irak’ta yetişen Türk şairleri Muallim Naci, Süleyman Nazif,
Ahmet Haşim ve Namık Kemal’dir.
Muallim Naci’nin Irak hakkında (Dicle) kasidesinden örnek alalım:
Vatanımdan tebâüd etmiş idim
Sorma amma nasıl tebâüd ediş
Sonra Bağdat’a doğru gitmiş idim
Unutulmaz o âşık-âne gidiş
Süleyman Nazif, 1909 yılında Basra, 1913 yılında Musul ve 1919 yılında Bağdat valiliklerine atandı.
Süleyman Nazif ’in Irak’ta yazdığı şiirlerinden (Firak-ı Irak) manzumesini incelersek, “Dicle ve Ben” adlı
kasidesinden bir örnek alalım:
Ey Irak’ın Melike-i nazı
Kalacaklar cihanda bir sensiz
Yeryüzünde değil bu ömr-i zelîl
Ahirette cinânı istemeyiş
Ahmet Haşim ise, 1885 yılında Bağdat’ta doğmuştur. Arif Hikmet Bey Bağdat vilayetinde çeşitli devlet
memurluklarında ve bir ara mutasarraflık vazifesinde bulundu. Ahmet Haşim Bağdat dışına çıkmak
zorunda kaldı.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyıl içinde Irak’ta büyük şairler yetişmişlerdir.
Türk edebiyatında Irak bölge olarak geniş bir alan tutmuştur. Bağdat, Kerkük, Musul, Kerbela, Basra ve
Necef şehirleri Türk şairlerin şiirlerinde geniş bir yer almışlardır.
Kerbela Vakıası da Türk edebiyatında geniş bir biçimde tutulmuştur. Şair Fuzûlî Kerbela Vakıası
hakkında (Hadikatü’s Süeda) eserinde yazmıştır.
Nesîmî ise, divanından Kerbela ve Necef şehirleri hakkında bir nasip almıştır. Şimdi Irak’ta birçok Türk
eserleri ve belgeleri bulunmaktadır.
Kaynakça
A- Arapça
El- Azzavi, Abbas; İki İşgal Arası Irak Tarihi
El- Mısrî, H. Mucip; Türk Edebiyatı Tarihi
Zâbıt- Şâkırsabır; Irak’ta Türkmen Tarihi
B- Türkçe
Köprülü, Mehmet Fuat; Türk Edebiyatı Tarihi
Özön, Mustafa Nihat; Türk Dili ve Edebiyatı
Banarlı, Nihat Sami; Türk Edebiyatı Tarihi
Kutlu, Şemsettin; Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı Antolojisi
39
Emir İçhem İDBEN
Dakûkî, İbrahim; Irak Türkmenleri
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
GODOT’YU BEKLERKEN YAHUT BEKLEMEZKEN
WAITING OR NOT WAITING FOR GODOT
*Melih ERZEN
Özet
20. yüzyılın önemli yazarlarından Samuel Beckett, 1949 yılında kaleme aldığı Godot’yu Beklerken isimli
tiyatro oyunu ile büyük bir ilgi toplamıştır. “Absürd tiyatro”nun temel yapıtları arasında kabul edilen ve
bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa insanının içerisine düştüğü karamsar ruh halinin edebi
eser üzerindeki etkisine iyi bir örnek teşkil eden bu oyun, “varoluş” sorunsalı karşısında bireyin durumunu
kurcalamaktadır. Oyunun başkişileri Vladimir ve Estragon, oyun boyunca, “Godot” isimli kişiyi ya da şeyi
bekler durur. Kim veya ne olduğu tam olarak kavranamayan Godot ise bir türlü gelmez. Hayatla aralarında
zayıf hatta kopuk bağlar bulunan bu başıboş, fakat çaresiz iki kişi için Godot, mahkûm olunan çıkmazdan
kurtuluşun umududur. Modernist yazını derinden etkilemiş bir yazar olan Beckett’in Türk edebiyatındaki
yansımalarını görmek de mümkündür. Bilhassa Cahit Atay’ın 1994 tarihli Godot’yu Beklemezken isimli
eseri, bu etkiyi açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Atay’ın Beckett’ten esinlenerek kaleme aldığı bu oyunda
Vladimir ve Estragon’un yerini Ahi ve Vahi almıştır. Hayata karşı duruşlarıyla benzer bir görünüm sergileyen
bu kişilerin farkı ise Godot’yu beklememeleri hatta ondan kaçmaya çalışmalarıdır. Bu noktada yazarların
Godot kavramına yüklediği anlam önem kazanmaktadır. Godot bir umut mudur, yoksa yaşamın olağan
akışını sekteye uğratan bir saplantı veya kaygı mı?
Bu çalışmanın amacı, Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı tiyatro eseri ile Cahit Atay’ın ondan esinlenerek
yazdığı Godot’yu Beklemezken adlı eserini bir arada değerlendirmek suretiyle modernist yazının sembol
eserlerinden birinin Türk edebiyatındaki etkisini örneklendirmektir.
Anahtar Kelimeler: Samuel Beckett, absürd tiyatro, Cahit Atay, Godot, varoluşçuluk, toplumsal gerçekçilik
* Yrd.Doç.Dr., Gazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
41
Samuel Becket who is one of the leading writers in 20th century was drawn attention with his theatre play Waiting
for Godot written in 1949. His work, related to the status of the individuals against “the existence” problem,
is accepted as one of the pioneering samples for “theatre of the Absurd” and it describes well the effects of the
pessimistic mood of the European people after the Second World War on the literature. Main characters of the
game, Valdimir and Estragon, wait for Godot throughout the whole game. Godot, who cannot be fully grasped
who or what it is, somehow, does not come. The two desperate people, who are vagrants and have little expectation
from the life, accept Godot as a hope for salvation from their everlasting predicament. The reflection of Becket,
who deeply influenced the modernist writings, can be seen in Turkish literature as well. Godot’yu Beklemezken
(Not Waiting for Godot), the theatre play of Cahit Atay written in 1994, clearly shows this reflection. Ahi and
Vahi were replaced for Vladimir and Estragon in this theatre game that Atay wrote this work by inspiring from
Beckett. Despite resembling vision of life, the difference between the two plays’ characters is Ahi and Vahi are not
waiting for Godot and they even try to run away from it. Thus, the meaning of Godot for both writers becomes
different at this point. Is Godot a hope or an obsession or an anxiety disrupting the life sequences?
Melih ERZEN
Abstract
The aim of this study was to evaluate the effects of the pioneering drama of the modernist writings on the Turkish
literature by comparing the dramas Waiting for Godot of Beckett and Not Waiting for Godot of Cahit Altay who
was inspired by Beckett.
Keywords: Samuel Beckett, theatre of the absurd, Cahit Atay, Godot, existentialism, social realism
Giriş
42
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
Yirminci yüzyıl, insanlık tarihinde önemli kırılmaları barındıran bir dönemi teşkil eder. Bu kırılmalardan
biri de milyonlarca insanın katledilmesiyle sonuçlanan II. Dünya Savaşı’dır. Savaşın yarattığı büyük
tahribat, aklın üstünlüğüne dayalı bir medeniyet anlayışını öngören modernizmin dünyaya ve insanlığa
mutluluk getireceği düşüncesini temelinden sarsmıştır. Modern dünyanın değerlerine yabancılaşan
bireyin, yeni bir değerler bütünü oluşturamaması ise bunalım ve umutsuzluğun yaygın ruh hali olarak
kanıksanmasını beraberinde getirmiştir. İçsel anlamda boşluğa düşen insanda, yaşama yönelik çabanın
anlamsız ve gereksiz olduğu inancı yer etmiştir. Varoluşçu düşünürlerde sıklıkla ifadesini bulan bu
inanç, belki de en öz şekliyle Albert Camus›nün Le Mythe de Sisyphe (Sisifos Söyleni) adlı eserinde dile
getirilmiştir. Yunan mitolojisindeki Sisifos adlı karakterden esinlenerek kaleme aldığı bu eserde Camus,
yaşamın anlamını sorgular. Büyük bir kayayı dağın zirvesine çıkarmakla cezalandırılan Sisifos, kayayı
zirveye taşımaya çalışırken her seferinde kaya geri gelmekte ve tekrar başa dönülmektedir. Ancak Sisifos,
bu kısırdöngünün farkında olduğu halde aynı eylemi sürdürür. Camus, Sisifos’un hikâyesini insanlığın
yaşam mücadelesine benzetir. Buna göre insanoğlu da giriştiği çabayı sonuca vardıramaz ancak bu trajik
çabanın içerisinde yaşamın “saçma”lığını kavramış olur.1 Esasen Camus, insanın konumunu yadsımadığı
halde “uyumsuz” ve “saçma” kavramlarına dikkat çekmesi dolayısıyla büyük yankı uyandırmıştır.
Dönemin edebi yönelimini de etkisi altına alan bu düşünce, neredeyse tüm türlerde verilen numunelerle
işlenmiştir. 1950’lerde kendini hissettiren bir “bunalım edebiyatı»ndan söz edilmesi de bu düşüncenin
edebiyat üzerinde ne denli etkili olduğunu açıkça göstermektedir.
Metne dayalı bir sanat olması dolayısıyla edebiyat içerisinde önemli bir cepheyi teşkil eden tiyatro da
varoluşçu anlayışın izlerini taşımaktadır. Hatta «absürd tiyatro» kavramı dikkate alındığında bu etkinin
tiyatro türü üzerinden bir adım öteye taşındığı fark edilir. İlk olarak Martin Esslin tarafından kullanılan
«absürd/uyumsuz tiyatro» kavramı yaşamın anlamsızlığını, dünya düzeninin stabil olumsuzluğunu ve
insanın çıkmazlarını gözler önüne sermeye odaklı, sıra dışı eserleri tanımlamaya yöneliktir. Temsilcileri
arasında Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Arthur Adamov ve Jean Genet gibi isimlerin gösterildiği bu
tiyatro anlayışı, «II. Dünya Savaşı’nın da yol açtığı tinsel bunalımdan kaynaklanan kötümser, bilinmezci
ve hiçlikçi bir dünya görüşü doğrultusunda, insanın varoluşunu ve yaşamını mantık dışı, saçma ve
anlamsız olarak ortaya koymaya, insanlar arasında iletişimin olanaksızlığını göstermeye çalışmıştır.”2
Dış gerçekliği saçma kabul eden bu anlayışta dilin mantıksal örgüsü altüst edilmiş ve çağrışıma dönük
imgesel bir anlatıma başvurulmuştur. Kötümser bir ruh hali ve eylemsizliğin hâkim olduğu bu eserler,
karşı-kahramanlar üzerinden insanın durumundaki saçmalığı işler. Seyircinin beklentisini karşılamak
yerine algısını tersyüz ederek “dil”in insanı ifade etmedeki yetersizliğini açığa vurmak hedeflenir. Bu
yüzden klasik bir eserdeki gibi giriş-gelişme-sonuç bölümlerinin mevcudiyetinden söz etmek mümkün
değildir; diyaloglar, kişilerin bunalım ve çıkmazlarını yansıtan sonuçsuz bir akışı sürdürmeye yöneliktir.
Yeryüzündeki çelişki ve uyumsuzlukları, sahneye taşınan uyumsuzluklarla temsil etmek nihaî amaç
1
2
Daha geniş bilgi için bkz. Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 2014.
Aziz Çalışlar, Tiyatro Kavramları Sözlüğü, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul 2004, s.155.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
halini almıştır.3 Bu gerekçeyle “oyunlarda alışılmış, doğrusal tarzda gelişen, bir olay örgüsü (linear plot),
makul bir karakter gelişimi ve rasyonel bir dil bulunmaz.”4 Belirtilmesi gereken bir diğer nokta, varoluşçu
düşünce ve absürd arasındaki farktır. Varoluşçu düşünce, yaşamın ve dünya düzeninin olumsuzluğunu,
saçmalığını açıkça tartışırken absürd tiyatro bu düşünceyi somut ve sembolik bir biçimde sahneye taşır.5
Bu açıdan daha aykırı bir niteliğe bürünmüş olur.
Beckett ve Godot’yu Beklerken
İrlanda asıllı modernist yazar Samuel Beckett’in (1906-1986), 1949 yılında Fransızca olarak kaleme
aldığı En Attendant Godot (Godot’yu Beklerken) adlı tiyatro oyunu, tüm zamanların en çok yankı bulan
eserlerinden biridir. Aynı zamanda absürd tiyatronun başyapıtı olarak kabul edilen bu eserde Beckett,
olay örgüsünden yoksun bir kurgu içerisinde insanın varoluş sancılarını gözler önüne serer. Vakit,
akşamdır. Vladimir ve Estragon, ıssızlık intibaı uyandıran bir yolda durmuş Godot›yu beklemektedirler.
Godot›nun kim veya ne olduğuna dair hiçbir şey belirtilmez. Tek bilinen, «Yapacak bir şey yok.” cümlesiyle
başlayan oyunun baştan sona sıkıntılı, bunalımlı bir atmosfer üzerine kurulu olduğu ve iki arkadaşın bu
saçma, olumsuz durumdan kurtulmak için Godot’yu beklediğidir. Vladimir ve Estragon’un diyalogları
oyun boyunca benzer çizgide devam eder. Bu diyaloglar, neden-sonuç ilişkisinden soyutlanmış, ilgisiz
ve çoğu kez anlamsızdır. Ancak yine de bu diyaloglara bakarak birtakım çağrışımlar üzerinden yorum
geliştirmek mümkün olmaktadır.
Her şeyden önce merak uyandırıcı olan, “Godot” kelimesinin mahiyetidir. Kelime itibariyle Godot,
İngilizce God (Tanrı) sözcüğünü anımsatmaktadır. Nietzsche’nin “Tanrı öldü.” dediği bir çağda Beckett’in
Valdimir ve Estragon’u tek kurtuluş olarak Tanrı’yı; üstelik bir türlü gelmeyen Tanrı’yı bekliyor şekilde
kurgulaması anlamlı olabilir. Yine de Godot’ya kesin bir anlam yüklemek mümkün görünmemektedir.
Nitekim Martin Esslin, Godot’ya kesin bir tanımlama getirmek gayretini Rembrandt’ın tablolarındaki
büyüleyici ışığı yakalamak adına tablo üzerindeki boyanın kazınmasına benzetir ve bu gayreti aptalca
bulur.6 Zaten Beckett’in de böyle bir kesinlik sunmamakta kararlı ve kendince tutarlı olduğu aşikârdır.
Hem Vladimir hem de Estragon›un oyun boyunca bilincinde oldukları ve üzerinde uzlaştıkları tek
fikir, kaçınılmaz bir şekilde Godot›nun bekleniyor oluşudur. «Ne mutlu bize ki, yanıtı biliyoruz. Evet bu
muazzam karışıklığın içinde açık seçik olan bir şey var: Godot’yu bekliyoruz-”7 diyen Vladimir, içerisinde
bulundukları durumu özetler gibidir. Sırf bu yüzden yerlerinden kımıldamaktan bile imtina ederler
bazen:
ESTRAGON: Nereye gidelim?
VLADIMIR: Fazla uzağa değil.
ESTRAGON: Yok yok, buradan iyice uzaklara gidelim.
VLADIMIR: Gidemeyiz.
ESTRAGON: Neden?
VLADIMIR: Godot’yu beklemek için.8
Melih ERZEN
Sevda Şener, “Absürd Tiyatro”, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Dost Kitabevi, Ankara, 1998, s.299-305.
Hasan Boynukara, Modern Eleştiri Terimleri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyatı Fakültesi Yayınları, Van, 1993, s.2.
Martin Esslin, “Giriş”, Absürd Tiyatro, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995, s.24.
Martin Esslin, Absürd Tiyatro, Çev. Güler Siper, Dost Kitabevi, Ankara, 1999, s.41.
Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Çev. Uğur Ün - Tarık Günersel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000, s.104.
Beckett, a.g.e., s.122.
43
VLADIMIR: Yarın buraya dönmemiz lazım da ondan.
ESTRAGON: Niçin
3
4
5
6
7
8
Bu oyun ile 20. yüzyıl insanının saplandığı bunalım ve karamsarlık arasında bir bağ bulunduğu,
sürekli olarak ileri sürülmüş bir görüştür. Vladimir ve Estragon’un intiharı düşünmesi de bu görüşü
güçlendirmektedir. Godot’nun gelmemesi durumunda intihar etmeyi planlayan bu iki arkadaş, yine de
hiçbir değişikliğe başvurmadan beklemeyi sürdürür. Yani Godot›nun gelmesi ihtimali, mevcut umudu
zayıf da olsa sürekli kılar. Oyuna hâkim olan eylemsizlik, bağlı oldukları umutla ya da yeni umutların
olanaksızlığıyla ilgilidir ve insanoğlunun yeryüzündeki durumunu tasvir eder. Her iki perdenin de, bu
durumu vurgulamak adına, aynı diyalogla sonlandırılması çarpıcıdır:
VLADIMIR: Eee, gidelim mi?
ESTRAGON: Evet, gidelim.
Kımıldamazlar.9
Her iki perdenin de sonunda sahneye çıkan Çocuk, Godot’nun ertesi gün geleceğini haber verir, ama
Godot bir türlü gelmez. İkinci perdenin sonuna doğru Çocuk tekrar geldiğinde Vladimir onun vereceği
haberi ezberlemiş gibidir. Yani Godot’nun o akşam değil ertesi gün geleceğini bildirdiğini ve dolayısıyla
daha önce gelmediği gibi hiçbir zaman gelmeyeceğini de bilir. Fakat yine de beklemekten kendilerini
alamazlar. «‘Eylemsizlik’ böylece Beckett tiyatrosunun temel eylemini oluşturur.”10
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
Oyunda zaman ve bellek işlevini yitirmiş gibidir. Oyun kişileri sürekli bir şeyleri karıştırır veya unuturlar.
Bu durum kimi zaman o denli ileri boyuta ulaşır ki unuttukları veya karıştırdıkları şey, isimleri dahi
olabilir. Mesela Vladimir ve Estragon, birbirlerinden hangisinin kim olduğuna dair bir diyalog içerisine
girer. Gerçekte asıl unutkan olan Estragon›dur. Çünkü o, kendi ismini unutmakla kalmaz. Aynı zamanda
dünya tarihindeki efendi-köle ilişkisini temsil ettiği de düşünülebilecek Pozzo ile Lucky arasında
yaşananları ve hatta Lucky›den tekme yediğini de unutmuştur. Bu itibarla denilebilir ki Estragon,
toplumun belleksizliğini temsil etmektedir. Ayrıca iki arkadaşın birbirlerine zaman zaman Gogo ve
Didi diye hitap etmesi, sahneye gelen çocuğun Vladimir›e «Bay Albert» diye seslenmesi, Estragon›un
kendisini «Cattulus» diye isimlendirmesi, kişileri birbirinden ayırmaya yarayan isimlendirme olgusunun
işlevsiz kaldığını ve kimlik yitiminin hâkim olduğunu işaret eder.
44
Varlığın anlamsızlığına ya da saçmalığına dair göndermeler, oyundaki ilgisiz ve tutarsız diyaloglar arasına
bölük pörçük ifadeler vasıtasıyla yerleştirilmiştir. Pozzo’nun körleştiğini, onun yardımcısı Lucky›nin ise
dilsiz olduğunu fark eden iki arkadaşın bu durumu sorgulaması üzerine tepki olarak Pozzo «Şu uğursuz
zaman hikâyelerinizle bana yeteri kadar işkence yapmadınız mı? Anlamsız bir şey bu! Ne zaman! Ne zaman!
Günün birinde! Yetmez mi işte! Başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum.
Günün birinde sağır olacağız. Günün birinde doğduk, günün birinde öleceğiz. Aynı gün, aynı an, size
yetmiyor mu bu kadarını bilmek? (Daha sakin.) Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an
parıldar, sonra yeniden gecedir.”11 der. Bu cümleler, bir taraftan zaman mefhumunun geçersizliğini ortaya
koyarken bir taraftan da yaşamın absürdlüğünü gözler önüne sermeye yöneliktir. İnsanoğlunun kötü bir
kadere yazgılı olduğu fikri, yaşamı anlamsız kılmaktadır. “Bir ayağımız mezarda, zor bir doğum doğrusu.
Mezarcı çukurun dibinde forsepsi yerleştirir. İhtiyarlığa vakit var daha önümüzde. Hava çığlıklarımızla
dolu. (Dinler.) Ama alışkanlıklar duyarsızlaştırıyor insanı.”12 diyen Vladimir de aynı duruma dikkat çeker.
9
10
11
12
Tıpkı belleğin devre dışı kalması gibi zaman mefhumu da alışıldık işleyişini kaybetmiş gibidir. Oyunda
zamanın çok hızlı değiştiğine şahit olunur. Mesela birden gece olabilir. Vladimir ve Estragon›un orada
ne kadar zamandır beklediğini kestirmek mümkün değildir. Hatta birinci perdeden ikinci perdeye kadar
Beckett, a.g.e., s.70, s.124.
Ayşegül Yüksel, “Samuel Beckett ve Çağdaş İnsanın Söyleni”, Littera, Ankara, 1991, C.2, s.116.
Beckett, a.g.e., s.117.
Beckett, a.g.e., s.119.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Damdan düştü bir köpek.
Titretti kuyruğu.
Yoldan geçen bir jandarma
Aldı götürdü onu.
Mezarını kazdılar.
Mezar taşına şöyle yazdılar:
Damdan düştü bir köpek- 14
Samuel Beckett, oyunlarına yaklaşımda esas alınabilecek anahtar sözcüğün “belki” olduğunu15 ifade
ederek farklı okumalara açık eserler yazdığını teyit etmiştir. Dünya tiyatro tarihinde derin izler
bırakan ve hâlâ tartışılan bir eser olduğu dikkate alınırsa Godot’yu Beklerken için de bu durumun
fazlasıyla geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim bugüne dek oyun üzerinde birçok farklı okuma
gerçekleştirilmiştir. Bu oyunla Beckett’in aydınlanma düşüncesi ile bu düşüncenin inşa ettiği değerler
sistemine bir başkaldırı sergilediğini ispatlamaya dönük dikkat çekici okumalara16 ve oyunda devrin
sosyal-siyasi ortamını da veren birtakım şahıs sembolizasyonuna başvurulduğunu gösteren tespitlere17
rastlamak mümkün olduğu gibi metne yaklaşımda genellikle varoluş sorunsalı, yaşamın anlamsızlığı/
saçmalığı gibi düşüncelerden hareketle yola çıkıldığı görülmektedir. Eserin çevirmenlerinden biri
olan Hasan Anamur’a göre; “Bu yapıtta var olan, tüm genel nitelikleri ve temel beklentileriyle Birey’dir:
doğumla ölüm arasında, yerle gök arasında sıkışmış kalmış, ayakları gittikçe daha fazla yere gömülen,
göğe ulaşmanın olanaksızlığının, dolayısıyla varoluşun anlamsızlığının bilincine varmış Birey; yenilgisinin
bilincine varmış olan Birey; bir karabasan içinde yaşayan Birey.”18 Beckett üzerine yaptığı araştırmalarla
dikkat çeken Ayşegül Yüksel de yazarın karamsar ve ironik tutumunun onun tüm eserlerinde belirleyici
rol oynadığını; modern dünyanın yarattığı çıkmazda debelenen ve anlamsızlığın acısıyla kıvranan bireyin
ona ilham kaynağı teşkil ettiği sonucuna varır: “Beckett, geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış, geleceğin
değerlerini yaratamayan, bir yandan içinde yaşadığı ve anlayamadığı dünyanın karmaşası içinde edilgen
bir konuma itilmiş, bir yandan da hem ‘dünya’ denen toplumsal olgunun vazgeçilmez ‘varlığı’ olmanın
hem de ‘yeryüzü’ndeki tüm yaratıklar gibi ‘ölüm’e yazgılı oluşunun ikilemini sonsuz bir tedirginlik içinde
yaşayan insan adına dile getirilmiş amansız bir başkaldırının yazarıdır. Bu başkaldırı, insan yaşamının
‘anlamlı’ olduğu yanılsamasını uyandıran olguların olumsuzlanmasıyla dile gelir.”19 Gerçekten de oyunun
gelip dayandığı esas mesele varoluş sancıları içinde kıvranan bireyin bir kurtuluş, anlam arayışı, Tanrı
veya en genel anlamıyla bir umut olarak Godot’yu beklemesidir. Bu bekleyişin -yani umudun- tamamen
umutsuzluğun egemenliğinde kurgulanması ise yazarın tutumunu açığa vuran en önemli noktadır.
13
14
15
16
Ayşegül Yüksel, Samuel Beckett Tiyatrosu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992, s.58.
Beckett, a.g.e., s.73.
Yüksel, Samuel Beckett Tiyatrosu, s.111.
Bkz. Nurten Birlik, “Godot’yu Beklerken: Epistemolojik Kategorilerin Sorunsallaştırılması”, Hacettepe Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, Haziran 2011, C.28, S.1.
17 Bkz. Yüksel, “Samuel Beckett ve Çağdaş İnsanın Söyleni”, Littera, s.114.
18 Hasan Anamur, “Beckett’le Godot’yu Beklemek”, Godot’yu Beklerken, Can Yayınları, İstanbul, 1994, s.6.
19 Yüksel, “Samuel Beckett ve Çağdaş İnsanın Söyleni”, Littera, s.99.
45
VLADIMIR:
Melih ERZEN
geçen zaman dilimini tam olarak belirlemek de zordur. İlk perdede kuru dallarıyla görünen ağacın ikinci
perdede birkaç yaprak taşıyor olması, aradan aylar veya uzun yıllar geçtiği şeklinde de yorumlanabilir.13
Daha da dikkat çekici olan, oyunda her iki perdenin de büyük benzerlikler göstermesi; hatta birbirinin
tekrarı gibi olmasıdır. Perdelerin aynı şekilde son bulması, Vladimir ve Estragon şahsında insanlığın
saplandığı kısırdöngüyü verir. İkinci perdenin başında Vladimir›in mırıldandığı tekerleme ise oyunda
yaşam çıkmazının vurgulandığına ilişkin belki de en önemli göstergelerden biridir. Çünkü bu, sürekli
olarak kendi içerisinde kendini tekrarlatan; yani bir türlü nihayet bulmayan ve başka sözlere evrilmeyen
bir tekerlemedir:
Cahit Atay’dan Yeni Bir Godot Yorumu: Godot’yu Beklemezken
“Her şeyin canına okunur bu dünyada, her şey sıfırı tüketir zamanla.”
“Buldum! Umudu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.”
1925 yılında Çorum’da doğan Cahit Atay, yakın dönem Türk tiyatrosunun üretken sanatçılarından biridir.
1950’li yıllarda başladığı tiyatro yazarlığı boyunca sayısı 30’u geçen eser veren Atay, bu oyunlarında
genellikle Anadolu halkının problemlerini irdelemiştir. Ağa zulmü, kan davası, toprak kavgası gibi
sorunları Orta Anadolu halkının yaşayışı üzerinden ele alan Atay’ın ikinci dönem oyunlarında ise
kırdan kente göçün doğurduğu uyumsuzlukların ağırlıklı olarak yansıtıldığı söylenebilir.20 Atay’ın ses
getirmiş tiyatro oyunları arasında Pusuda (1961), Karaların Memetleri (1963), Ana Hanım Kız Hanım
(1964), Sultan gelin (1965), Mangoma Maskeleri (1984), Göğsü Lenin Döğmeli Adam (1993), Godot’yu
Beklemezken (1994) bulunmaktadır.
46
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
1994’te yayımlanan Godot’yu Beklemezken adlı oyununda Atay, Beckett’in eserini esas almak suretiyle
yeni bir oyun meydana getirmiştir. Oyunun kurgusu ve karakterleri tamamen bu doğrultuda seçildiği
gibi diğer benzerlikler de başından sonuna kadar ağırlığını hissettirir. Oyunun girişinde Atay, sahne
düzeninin bir parçası olarak, fonda Vladimir ve Estragon’un kocaman resimlerinin yer alacağını
belirtmiştir. Çünkü onun oyunun esas kişileri olan Ahi ve Vahi, tamamıyla Beckett›in oyun kişilerinden
yola çıkılarak kurgulanmıştır. Nasıl ki Beckett, Vladimir ve Estragon›u birbirine bağımlı ya da birbirini
tamamlayan kişiler olarak sahneye taşımışsa Atay da Ahi ve Vahi›yi aynı şekilde konumlandırır. Ahi
ve Vahi de sürekli olarak birbirinin varlığına ihtiyaç duyan, birbirinden bağımsız hareket edemeyen
kişilerdir. Daha makul ve tutarlı olması açısından Vahi›nin Vladimir›e, unutkan ve umarsız olması
dolayısıyla da Ahi›nin Estragon›a benzediğini belirtmek gerekir. Ayrıca oyun metninde yer verdiği
bazı ifadeler vasıtasıyla Atay, oyununu Beckett›in ünlü oyunundan yola çıkarak yazdığını hatta bir nevi
parodi yaptığını ortaya koymaya çalışır. İkinci perdede Ahi ve Vahi arasında geçen diyalogda, bu gayreti
açıkça yansıtan bir kullanıma rastlanır:
AHİ: Eee, ne yapıyoruz şimdi?
VAHİ: Godot’yu bekliyoruz.
AHİ: Nasıl! Çıldırdın mı sen!
VAHİ: Şey, bu başka bir oyundaydı.
AHİ: Oyuna aklını taktı ya beyimiz, çocukluk oyunları da yattı ya...
VAHİ: Dediğim, büyükler için bir oyundur.
AHİ: Godot her dönemde bir büyük oyundu.21
Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyununun her dönemde büyük olmayı başarmış bir eser
olarak nitelendirilmesi, Atay’ın niçin bu eseri esas aldığı sorusuna da bir yanıt doğurmuş olur. Birinci
perdenin başında Ahi ve Vahi’yi, tıpkı Vladimir ve Estragon gibi, terk edilmiş intibaı uyandıran bir
yol kenarında buluruz. Ancak Beckett›in oyun kişilerinin aksine onlar Godot›yu beklememekte hatta
ondan korkmakta ve kaçmaktadırlar:
AHİ:Şurada bir soluklanalım hele.
VAHİ: Soluklanalım.
VAHİ: (Birden aklına gelerek toparlanır.) Hayır, olmaz!
AHİ:Neden olmazmış?
VAHİ: Godot çıkar gelir bakarsın!
20 Kolektif, Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, C.I, s.135.
21 Cahit Atay, Godot’yu Beklemezken, Gerçek Sanat Yayınları, İstanbul, 1995, s.45.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
AHİ:(O da toparlanarak) Evet, gelebilirler.
(Korkuyla birbirlerine sokulup, başları omuzları arasında kaybolmuş gene sağı solu, çevreyi
sanki başlarına kocaman bir yumruk indi inecekmiş gibi beklerler.)22
dinler,
Oyun boyunca iki arkadaş, Godot’yu sinirlendirecek, onun hışmına uğramalarına sebebiyet verecek
eylemler yapmaktan kaçınmaya çalışır. Bu noktada Godot, Beckett’in oyunundaki gibi bir umut
belirtisi değil baskıcı, olumsuz bir gücün ifadesidir. Godot’nun gelişini gök gürültüsüne benzer korkunç
bir sesin haber vermesi ve bu ihtimalin her seferinde panik yaratması, Godot’nun olumsuzluğunu
pekiştirmektedir. İki arkadaşın Godot’ya uzaklıklarını ölçmek adına başvurdukları yöntem de oldukça
manidardır:
VAHİ: Güldük Godot gelmedi, ne demektir bu? Çalıştır kafanı.
AHİ:(Şapkasına bir fiske vurarak) Godot’un sınırları dışındayız demektir.
VAHİ: Gül öyleyse hadi.
AHİ: Ben mi?
VAHİ: Anımsa, anımsa...
AHİ: (Şapkasına peş peşe fiskeler vurur ama, tersine yüzü ağlamaklı olur.) Ben yapamıyorum işte, sen anımsa
VAHİ: Bu konuda anımsanacak pek bir şeyim yok.23
Ahi ve Vahi’nin diyalogları içerisinde yoksulluğa sık sık vurgu yapıldığı görülmektedir. Her ikisi de
açlıktan yakınan bu arkadaşlar, bir bakıma, muktedir gücün ağırlığı altında ezilen halkı temsil eder.
Zaten kendilerine memleketleri sorulduğunda “Geristan”lı olduklarını, isimlerininse muhtemelen Ah
22
23
24
25
Atay, a.g.e., s.9.
Atay, a.g.e., s.20.
Atay, a.g.e., s.18.
Seçkin Özkan, Cahit Atay’ın Yapıtları, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kütahya, 2011, s.25.
47
Oyunda yer verilen diğer sosyal ve siyasi eleştiri unsurları da Godot’nun “acımasız, baskıcı, zalim gücün
veya yönetim”in ifadesi olarak tanımlanabileceği fikrini destekler. Açlık-yoksulluk, sosyal adaletsizlik,
savaş karşıtlığı ve emperyalizmin eleştirisi bunlar arasındadır.
Melih ERZEN
Bu durumda Godot, insanların gülmesine dahi tahammül edemeyen, baskıcı, zalim biridir. Zaten Vahi,
onun, konuşması tehditlerden ibaret olan ve “Evet özgürlük ama sizin özgürlüğünüz benim sınırlarımda
bitmelidir.”24 kuralıyla hükmeden biri olduğunu hatırlatır. Onların şahsında insanlığın somutlaştırıldığı
dikkate alınırsa Ahi ve Vahi’nin artık gülmeyi unutmuş kimseler olması da dikkat çekicidir. Gülmeyi
başardıkları anda ise büyük bir suç işlemiş gibi korkuyla etrafı yoklarlar. Yani Godot, hükmettiği
topraklarda insanların gülmesine bile tahammülü olmayan bir güçtür. Onun hükmettiği yerde insanlar,
tüm özgürlüklerini yitirmiştir. Gülmek, ağlamak, eleştirmek, bağırmak hatta yüksek sesle konuşmak
bile yasaktır. İnsanların yaşam ve ölümü konusunda da Godot›nun müdahalesi görülür. Bir karabasana
dönüşen baskıcı düzenden kurtulmak için intiharı düşünen Ahi ve Vahi, birinci perdenin sonunda,
denize atlayarak intihar etmeye kalkışmışken birdenbire Godot›nun engellemesiyle karşılaşırlar.
Sahnede sesi duyulan Godot, denizin kendisine ait olduğunu ve intihar etmelerine izin vermediğini
söyler. Bu kullanımıyla Atay›ın Godot›yu «Tanrı» karşılığında kullandığı akla gelebilir. Ancak oyunun
seyri, «tanrılaşmış bir olumsuz güçten» söz etmenin daha doğru olacağını göstermektedir. Üstelik Cahit
Atay da kendisiyle yapılan bir görüşmede bu eseri için «İki kişi var; Ahi ile Vahi’dir. Godot ise bunları
ezen toplumsal baskıdır.”25 diyerek oyunun özünü sosyal-siyasi kaygıların teşkil ettiğini doğrular.
ile Vah’tan türemiş olduğunu söylerler.26 Atay, bu perişan haldeki iki oyun kişisinin memleketini «geri»
kelimesinden isimleriniyse acı, üzüntü bildiren nidalardan türeterek halkın durumunu işaret etmek ister.
Yine oyun içerisinde bir yer ismi olarak geçen Ezilonya, «ezil-» kökünden türetilmiş olup bu kanaati
güçlendirmektedir. Oyunda emperyalizm eleştirisine yer verildiği de fark edilir. Çaresiz bir şekilde
ortalıkta kalmış intibaını veren Ahi ile Vahi, toprak edinme hayalleri kurarken dünyanın emperyalist
aktörlerinin ismi geçer:
VAHİ: Hangisi olursa, kıraç toprağa bile razıyım ben.
AHİ: Kıraç toprağı ne yapacakmışız ki?
VAHİ: Kendi İsrailimizi!
AHİ: (Şapkasına çabucak bir fiske vurur) İsrail? (Bir fiske daha) Ya Filistinliler?
VAHİ: Eh, biz de buluruz bir Amerika.27
Ahi ve Vahi’nin kurduğu diyalogda “olumsuz dünya”ya ilişkin tüm göndermeler, aynı zamanda
onların yaşamının da bir parçasıdır. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan birçok insanın olduğu
gibi bu adamların da bir Godot’su vardır ve ondan kaçmaya çalışırken yurtsuz, kimliksiz bir duruma
sürüklenmişlerdir. Onlar da Beckett›in oyununda olduğu gibi isimlerini karıştırırlar; çünkü Ahi ya da
Vahi olmalarının bir farkı kalmamış gibidir. Her koşulda «Ah»i ya da «Vah»i olmak zorunda bırakılmış
kimselerdir:
48
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
VAHİ: (Düşünmekte güçlük çekerek) Sen Ahi ben Vahi demiştim dün değil mi?
AHİ: Demiş miydin?
VAHİ: Evet, sen Vahi’sin gibi geliyor bana bu gün.
AHİ: Fark etmez.28
Görüldüğü üzere Ahi ve Vahi, kimlik karmaşasının içerisine düşerek şahsiyetin yitimi noktasına
sürüklenmiş iki kişidir. Esasen oyunun sonunda bu durumu telafi etmeye dönük olumlu bir adım
atacaklardır. Ancak oyunun başında Godot’dan korktukları için kaçmakta ve onun baskısı altında
sinerek susmayı tercih etmektedirler. Kimliklerinin önemini yitirmiş olması daha çok bu yüzdendir.
Godot tarafından yönetilen veya Beyzo’nun hüküm sürdüğü topraklarla çevrili olan bir ülkede yalnızca
«Ahi»lerle «Vahi»lerden söz etmek mümkün olduğu gibi insanlar için zaman mefhumunun önemini
kaybetmesi de normalleşmiştir:
AHİ: Dün günlerden...
VAHİ: Perşembe de olabilir, salı da, ne gereği var.
AHİ: Bu gün...
VAHİ: Çarşamba da, cuma da! Beyzo’nun toprakları üzerinde olduğumuzu unutma yeter.29
Cahit Atay’ın birçok tiyatro eserinde köy gerçekliğini irdeleyen bir sanatçı olduğu dikkate alınırsa bu
oyunun da benzer çizgileri taşıması olası görünebilir. Zaten bu dikkatle metne yaklaşıldığı zaman ağaköylü ilişkisine dair birtakım göndermeler göze çarpar. Beckett’in oyunundaki Pozzo ile Lucky’nin
yerini alan Beyzo ve Muto, bu açıdan dikkat çekicidir. Çünkü bir binek hayvanı gibi kullandığı Muto’nun
sırtına binmiş bir halde sahneye çıkan Beyzo, tam bir ağa edası taşımaktadır. Onu ilk bakışta Godot
sanan Ahi ile Vahi›ye çıkışan Beyzo, bu iki arkadaşın izin istemeden topraklarına girmesine öfkelenir.
Onu sırtında taşıyan Muto›nun sancılanıp yere düşmesi üzerine sendeleyen Beyzo daha da sinirlenince
Muto›yu tekmelemeye başlar; ardından da vücuduna batırdığı iğne ile onu kanlar içinde bırakır. İlk
26
27
28
29
Atay, a.g.e., s.23.
Atay, a.g.e., s.22-23.
Atay, a.g.e., s.50.
Atay, a.g.e., s.39.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
aşamada bu saldırılara tepki gösteren Ahi, dayak yediği halde Muto›nun bağlılık göstermesine şaşırır. Bu,
bir anlamda, ağanın elinden zulüm gören köylünün veya yöneticiler tarafından ezilen halkın uysallığını
verir. Dolayısıyla Atay’ın bu noktada halka yönelik bir eleştiri geliştirdiği söylenebilir:
AHİ: (Düşüncelerinden sıyrılarak atılır.) Vurma adama be, vurma! Seni sırtında taşımağa mecbur mu
bu adam.
MUTO: (Yakarır gibi inler.) Beyzo! Beyzo! Beyzo!
AHİ: Hem tekme ye, hem Beyzo ha? Aklım duracak...
VAHİ: Durmasın! Bir beylikten, bir saltanattan söz ediliyor sana. Gerçekçilik der, gerçekçilik duyarsın,
şimdi gerçekçiliğin tam sırası.
AHİ: Ne demeğe bu adam onu sırtında taşıyor peki?
BEYZO: Ha, o mu? Bilmiyordunuz demek. Bir şefkat, bir bağlılık, bir sevgi meselesi bu! Öteden beri
sürüp gelen bir şey. Yalnız beni değil, dedemi, babamı da taşıyıp durmuş bu koca katır.
MUTO: (Sevgiyle inler.) Beyzo! Beyzo! Beyzo!
BEYZO: Evet işte, bu koca emektarın kısa öyküsü.30
“Görüyorsunuz işte! Bir taht gibi sunuyor sırtını önüme.”31 diyen Beyzo, Muto’nun köleliği içselleştirdiğini;
yani köylünün, halkın ezilmeye alıştığını hatırlatır. Denilebilir ki Beyzo ve Muto, özel anlamda ağalık
siteminin genel anlamda ise yönetici-halk ilişkisinin ele alınmasına olanak tanıyacak şekilde sahneye
çıkarılmıştır. Beyzo›nun iki arkadaşla diyalogu sırasında dikkat çeken «gazete okuma» tartışması da baskıcı
yönetimleri hatırlatır. Beyzo, ilk olarak sahneye çıktığı zaman Ahi’nin başında gazeteden yapılma bir şapka,
Vahi’nin ise elinde bir gazete bulunduğunu fark eder ve bu durum karşısında fena halde sinirlenir. Çünkü
Beyzo, okuyan yani mevcut sistemi sorgulayan adamların onun arazisinde bulunmasını istememektedir.
Onun devam etmesini istediği sistem, hükmeden olarak kendisinin başta bulunduğu, halkın ise bir köle
hatta binek hayvanı gibi muamele gördüğü bir sistemdir. Oyunda «ezilen halk»ı temsil eden Muto, ağadan
ölesiye dayak yediği halde ona şükran duyarak mevcut düzenin sürdürülmesine neden olur.
Hatırlanacağı üzere Beckett’in oyununda Vladimir ve Estragon, Godot’nun gelmemesi durumunda ilk
ve tek çare olarak intihar eylemine kalkışmaktaydı. Çünkü onların tek umudu Godot’nun gelmesi ve
onları içinde bulundukları çıkmazdan kurtarmasıydı. Cahit Atay’ın oyununda da “intihar”a gönderme
yapıldığı görülmekle birlikte oyunun sonlarına doğru Ahi ve Vahi’nin intihar düşüncesi geçersiz kılınır.
Artık daha umutlu bir bakış hâkim olmaya başlamıştır. Nitekim Beckett’in oyununun aksine kısa bir
30 Atay, a.g.e., s.27-28.
31 Atay, a.g.e., s.30.
32 Atay, a.g.e., s.41.
49
Kentleşme, oyunda gönderme yapılan bir diğer meseledir. Geldikleri arazinin kentlerden uzak bir
yer olabileceği konusunda fikir yürüten iki arkadaştan Vahi, geldikleri yerin henüz beton tarafından
kirletilmemiş olduğunu; dolayısıyla kentten uzaklaştıklarını söyler. Doğanın tahribatı ve betonlaşmanın
getirdiği olumsuzluklar, ikinci perdede de Vahi ağzından verilir. Denizin verdiği huzur duygusundan
söz açılmışken Vahi, «Evet, onun da içine etmeğe başladılar çoktan. Şimdi o güzelim körfez kocaman
bir lağım gölü olmuş, can çekişip duruyordur garanti.”32 diyerek betonlaşmanın doğaya verdiği zararı
hatırlatmış olur.
Melih ERZEN
İkinci perdede de sahneye çıkan Beyzo, tıpkı Beckett›in oyunundaki Pozzo gibi, daha önce gördüğü iki
arkadaşı tanıyamaz. Üstelik bu kez savaş havasına girmiştir. Ama düşmanının kim olduğu tam olarak
belli değildir. Beyzo›nun savaş çığırtkanlığı esnasında yapılan bir gönderme de siyasi kutuplaşmaya ve
bunun doğurduğu kaotik ortama yöneliktir. Ahi ve Vahi›ye hangi tarafta olduklarını soran Beyzo, onların
hiçbir tarafta olmadıklarını öğrenince hem kızar hem de alaycı bir eda takınarak artık tarafsızlıktan söz
edilemeyeceğini belirtir.
süreliğine olsa da sahnede görünen Godot’nun sakat, kör, sağır, yıpranmış bir halde olduğu fark edilir ve
bu durum, Ahi ile Vahi’yi sevince boğar:
VAHİ: Godot bu, Godot!
AHİ: Nasıl olur, iki ayaklı...
VAHİ: Bir insan olamaz ama...
AHİ: Ayakları noksan bunun.
VAHİ: Yalnız ayakları mı? Godot’da genel bir döküntü var görüyorsun.
AHİ: Emin misin?
VAHİ: Evet, yüzlerinin çoğu dökülmüş baksana.
AHİ: Ya o müthiş kolları?
VAHİ: Onların da yerinde yeller esiyor, çoğu dökülmüş.33
50
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
Godot’nun perişan hâlini gören iki arkadaşın güven duygusu tazelenir ve tam da bu noktada, “zamanla
her olumsuzluğun üstesinden gelinebileceği” fikri tekrarlanır. Aslında bu durum onlara her anlamda
rahatlık kazandırmıştır. Ancak bu sırada sahneye giren Beyzo ve Muto’nun da savaştan çıkmış gibi bir
hâli vardır. Beyzo’nun elindeki kılıcın ucu kırılmıştır, kendisine kalkan gibi kullandığı Muto’nun ise yüzü
kanlar içinde kalmıştır. Muhtemelen Godot’ya karşı girişilen bu savaştan zararlı çıkan yine Muto yani
halk olmuştur. Beyzo, iki arkadaşa meydan okuyarak onları da savaşa dâhil etmek ister. İlginç bir şekilde,
oyunun bu noktasında Beyzo ile Muto bahsini atlayan ve Ahi ile Vahi›nin diyaloglarına devam eden Cahit
Atay, dikkatleri yine umut etmek meselesine çevirir. Oyunda bir kopukluk meydana geldiği izlenimi
doğuran bu durum, absürd tiyatro için doğal karşılanabilecek bir kullanım olmakla beraber oyundan
elde edilebilecek net bir çıkarım yerine farklı yorumların yapılabilmesine de imkân tanımaktadır. Çünkü
Godot›nun yıpranmış hâlini sevinçle karşılayan iki arkadaş, Muto›nun kanlar içindeki hâlini görünce
tekrar üzüntü ve paniğe kapılır gibidir. Bu ikili durumun yarattığı duygu değişimi içerisinde hem savaş
karşıtlığı, üzüntüsü, korkusu hem de zafer umudu yer alır.
Yazdığı oyunda umuda geniş yer ayıran Atay, sonu da bu şekilde bağlamıştır. Daha önce oyunun birinci
perdesinde geçen ve Nasrettin Hoca›nın kaybettiği eşeğini ararken keyifli olmasına şaşıran insanlara
verdiği cevapla34 pekiştirilen “dağın ardındaki umut” vurgusu, bir taraftan umudun varlığını bir taraftan
da uzaklığını ifade eder. Ancak Beckett’in oyunu ile karşılaştırıldığında temel vurgunun umutsuzluk
değil umut üzerinden yapılması, asıl dikkat çekici olandır. Öyle ki; iki arkadaş birbirine dağın ardındaki
umudun büyümeye başladığını, Hoca’nın eşeğini bulmak üzere olduğunu söyler. Tam da bu sırada Ahi,
kaybettiği şapkasını bulur. Gazeteden yapılma bu şapkayı açıp okuyan arkadaşlar, birdenbire heyecana
kapılır. Gazete eski olmasına rağmen içinde yeni bir şey bulmuş gibidirler:
VAHİ: Hayret! Yepyeni haberler bunlar, yepyeni! Nasıl olur, bütün bunlar senin eski şapkanda ha?
AHİ: Ne var bunda bu kadar şaşacak, yıllar yılı kafamda yenilenip durmuş olamaz mı?
VAHİ: Nasıl yani?
AHİ: Senin bahçe nasıl yeşerdiyse öyle.35
İki arkadaşın sevinmesini sağlayan şey, kendilerini bilhassa fikirsel açıdan yenilenmiş bulmalarıdır.
Yeni olmayan bir durumu ya da anlayışı, yeni bir gözle yorumlamayı başardıkları için umutlanmış ve
ferahlamışlardır. Bu umudun ve ferahlığın metindeki somut göstergesi ise “deniz” imgesidir. Farkına
vardıkları olumlu gelişmeler üzerine birdenbire denizin sesini duymaları bu yüzdendir. Hatta yeni
hedefleri, ilk fırsatta «denizle kucaklaşmak» yani feraha kavuşmaktır. Dolayısıyla oyun boyunca
Godot›dan kaçış içerisinde olan bu iki arkadaşın amaçsız hallerinin son bulduğu veya en azından umut
33 Atay, a.g.e., s.58.
34 Atay, a.g.e., s.14-15.
35 Atay, a.g.e., s.60.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ışığı taşıyan bir hedefe odaklandıkları söylenebilir. Gerçi onlar da Vladimir ve Estragon gibi oyun sonunda
«kımıldamazlar» ama planlanan eylemi hayata geçirmek adına yakın zamanı işaret ederler. Üstelik daha
kararlı olduklarını da hissettirirler. Aslında oldukça benzer fakat bir bakıma da tamamen farklı olan
böyle bir sonu uygun bularak Atay, Beckett›in kurgusunu tamamen farklı bir şekilde değerlendirmiştir.
Sonuç
1994’te yayımlanan Godot’yu Beklemezken’de Cahit Atay, Samuel Beckett’in ünlü eserinden hareketle
yeni bir absürd tiyatro örneği vermiştir. Eserin ismi, bu etkiyi apaçık bir şekilde ortaya koymakla birlikte
Atay’ın tamamen Beckett çizgisinde hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Atay’ın eseri, karakter
tercihi ve kurgu bakımından Beckett’in eseriyle birçok ortak özellik taşımaktadır. Hatta Beckett’in
eserindeki şablon olduğu gibi kullanılmıştır. Bu oyunda da -Beckett’in oyunundaki kadar yoğun
olmamakla birlikte- absürd ifade hâkimdir. Birtakım diyaloglarda bütünlükten ve nedensellikten söz
edilemeyişi; açık ve net bir şekilde varılan düşüncelerin ya da birkaç tema etrafında kümelenmiş sistemli
bir kurgunun bulunmayışı, eseri absürd kılmaktadır. Fakat tüm ortaklıklara ve benzerliklere karşın eserin
düşünsel anlamda Beckett›in eseriyle aynı doğrultuda olduğu söylenemez. Çünkü bu metnin imkân
tanıdığı yorumlar, kaynak esere getirilen açıklamalarla paralel değildir. Nitekim toplumcu bir tiyatro
yazarı olarak Cahit Atay, gerçekleştirdiği küçük müdahalelerle eseri farklı bir yoruma kavuşturmayı
başarmıştır. Beckett›in oyununda bir umut ışığı olan Godot, Atay›ın oyununda beklenilen biri olmaktan
çıkarak birdenbire kendisinden korkulan, olumsuz, kötü bir güç hâlini almıştır.
51
Beckett’in varoluş sorunsalı karşısında acı çeken oyun kişileri oyun boyunca aynı hâl içerisinde kalmayı
sürdürürler. Hatta bu oyun için bir “son”dan söz etmek mümkün değildir. Vladimir ile Estragon, doğum
ve ölümle sınırlandırılmış bir yaşam algısının esiridir. Oysa Atay’ın oyununda Ahi ile Vahi’nin yaşamını
belirleyen güç, olumsuz ve somuttur. Bu yüzden Godot, sahnede görünür ve iki arkadaş, aslında onu
yenilgiye uğratmanın mümkün olabileceğini anlar. Durumun farkına varmalarıyla birlikte umudun
gücü hatırlatılır; deniz imgesi vasıtasıyla rahata kavuşmanın imkânı işaret edilir. Fakat bu noktada
gerekli olan harekete geçmek, yani mevcut eylemsizliği sona erdirmektir.
Melih ERZEN
İki eser arasındaki dikkat çekici asıl fark şudur: Beckett›in oyununda bir anlamda umudu simgeleyen
Godot beklendiği halde tamamen umutsuz bir tablo çizilmektedir. Oysa Atay›ın oyununda Godot
beklenmediği hatta bir düşman olarak resmedildiği halde umutlu ve inançlı bir tavır hâkimdir. Öyle
ki; oyunun sonunda Ahi ile Vahi, içerisinde bulundukları olumsuz durumdan kurtuluşa ilişkin yeni
fikirler bulur; yani harekete geçerek bir umut edinirler. Bu açıdan, metinde yer alan «Her şeyin canına
okunur bu dünyada.” ve “Umudu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.” vurguları oldukça önemlidir. Hatta
denilebilir ki Cahit Atay, Beckett’in oyunundan esinlenerek yazdığı bu oyunu en çok umut-umutsuzluk
karşıtlığı üzerine oturtmuştur. Beckett, yazdığı oyunda mütemadiyen Godot’yu bekleyen, hayatın tüm
manasını Godot’nun varlığında veya gelme ihtimalinde arayan iki çaresiz insanı; Vladimir ve Estragon’u
resmederek varoluşun ve umut etmenin “absürd”lüğünü vurgular. Atay da benzer şekilde Ahi ve Vahi
isimli iki oyun kişisi kullandığı ve bu kişilerin Beckett’in karşı-kahramanlarıyla birçok ortak yönü
bulunduğu halde Godot bu kez özlemle beklenen olumlu bir varlık veya umut ışığı değil; kendisinden
kaçılan zalim, acımasız, baskıcı bir güçtür. Ancak oyunun sonunda perişan haldeki bir insan olarak
sahnede görünen Godot, Ahi ile Vahi’nin yani dolayısıyla ezilen halkın zafer kazanabileceği yani rahata
kavuşabileceği yönündeki algıyı güçlendirir. Böylelikle Atay, oyunundaki temel vurguyu “umudun gücü
ve gerekliliği”ne dayandırmakla aynı kurgudan tamamen farklı bir oyun üretmiş olur.
Kaynakça
ANAMUR, Hasan, “Beckett’le Godot’yu Beklemek”, Godot’yu Beklerken, Can Yayınları, İstanbul, 1994.
ATAY, Cahit, Godot’yu Beklemezken, Gerçek Sanat Yayınları, İstanbul, 1995.
BECKETT, Samuel, Godot’yu Beklerken, Çev. Uğur Ün - Tarık Günersel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000.
BİRLİK, Nurten, «Godot’yu Beklerken: Epistemolojik Kategorilerin Sorunsallaştırılması”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, Ankara, Haziran 2011, C.28, S.1.
BOYNUKARA, Hasan, Modern Eleştiri Terimleri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyatı Fakültesi Yayınları, Van, 1993.
CAMUS, Albert, Sisifos Söyleni, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 2014.
ÇALIŞLAR, Aziz, Tiyatro Kavramları Sözlüğü, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul 2004.
ESSLIN, Martin, Absürd Tiyatro, Çev. Güler Siper, Dost Kitabevi, Ankara, 1999.
ESSLIN, Martin, «Giriş”, Absürd Tiyatro, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995.
KOLEKTİF, Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003.
ÖZKAN, Seçkin, Cahit Atay’ın Yapıtları, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kütahya, 2011.
ŞENER, Sevda, «Absürd Tiyatro”, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Dost Kitabevi, Ankara, 1998.
YÜKSEL, Ayşegül, “Samuel Beckett ve Çağdaş İnsanın Söyleni”, Littera, Ankara, 1991, C.2.
52
Godot’yu Beklerken Yahut Beklemezken
YÜKSEL, Ayşegül, Samuel Beckett Tiyatrosu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
DOĞU’DA AVRUPA - AVRUPA’DA DOĞU: DÜŞMANCIL
İMGELERIN EZBERINI BOZAN TÜRK VE AVRUPALI
SEYYAH, ELÇI VE YAZARLARIN YAZIN ESERLERINE
YORUM BILIMSEL YAKLAŞIM
EUROPE IN EAST - EAST IN EUROPE: SCIENTIFIC
APPROACH AND COMMENTS ON THE WENT BEYOND
THE ORDINARY WRITTEN COMPOSITIONS OF THE
TURKISH AND EUROPEAN VOYAGERS, AMBASSADORS
AND WRITERS
*İlker ÇÖLTÜ
Anahtar Kelimeler: Kadın, misafirperverlik, kültürlerarasılık, çalışma şartları, gelenek
Abstract
Due to the encounters took place on mostly the warlike grounds between east and west, as a part of hostile
aspect of the societies to one another, intercultural prejudice, stereotypical, reduced reflection of foreigners and
* Dr., Çukurova Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı Müzik ve Bale Orta Okulu, [email protected]
53
Tarihte doğu - batı arasındaki karşılaşımların daha çok savaşçıl zeminde gerçekleşmesinden ötürü toplumların birbirine düşmancıl bakış açısı çerçevesinde kültürlerarası önyargı, stereotip, yabancının olumsuz
olarak yansıtılması, doğu kültürünün barbar olarak aktarımı ile bu süreç içerisinde kültürlerin birbirlerine
yakınlaşamaması ve birbirlerini tanıyamamaları söz konusu olmuştur. Oysaki Kanuni döneminde Fransız
elçi “Ogier Ghislain de Busbeq”in 16yy daki “Türk mektupları” adlı eserinde Osmanlı’da askeri ve kültürel
yaşamı önyargıdan uzak yansıtması; bir elçinin eşi olan İngiliz Lady Montagu’nun 18. yy daki ”Briefe aus
dem Orient” adlı eserinde Türk kadınına objektif yaklaşımı ve 19. Yy’da Dr. Edmund Naumann‘ın “Vom
Goldenen Horn zu den Quellen des Euphrat” (Altın Boynuzdan Fırat’ın Kaynaklarına Kadar) adlı eserinde
Türk imgesi ile kültürüne yönelik olumlu yaklaşım ve izlenimleri, önyargıların beslenmesine inat bu bağlamda ezber bozarlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcı olan 19.
ve 20. yüzyıllarda olmak üzere Avrupa seyahatlerini gerçekleştirmesi ile Cenap Şahabettin’in “Avrupa Mektupları”, Ahmet Haşim’in “Frankfurt Seyahatnamesi” ve Halid Ziya’nın “Almanya Mektupları”nda yazarların seyahatleri sırasında Avrupa hakkında edindikleri sosyal ve kültürel yaşanımlar, yazınsal etkinliklerinde
geniş bir yer vererek ışık tutarlar ve Avrupa’lı hakkında olumsuz imgelere geçit vermemeye çalışırlar. Tüm
bunlar özünde doğu – batı kültürünün yazınlar arası etkileşiminin olumlu resmidir. Günümüz kültürlerarası
diyalogun yapı taşlarının oluşumuna belirli oranda katkıda bulunmuş olan bu hümanist yaklaşımlara kültürlerarasılık ve karşılaştırmalı yazınbilim felsefesi çerçevesinde yine yabancı ve Türk yazarlarımızın çizimleri
eşliğinde kadın-erkek imgesi, dostluk, misafirperverlik, gelenek, güven, sevgi gibi motifler yorum bilimsel
bağlamda irdelenecektir.
İlker ÇÖLTÜ
Özet
by the convention of the eastern society as barbarians, resulted to be subject to incapability in rapprochement
of the cultures with each other and incapability in recognition of one another. However, without prejudice of
the reflection of the Ottoman military and cultural life during Kanuni era, in 16th century by the composition of French Ambassador “Ogier Ghislain de Busbeq” called “Turkish Letters”, objective approach of “Lady
Montagu’s” who herself was an ambassador wife in “Briefe aus dem Orient - Letters from East” to the Turkish
women in 18th century and Dr. Edmund Naumann’s “Vom Goldenen Horn zu den Quellen des Euphrat - From
the Gold horn to the source of Euphrat” positive approach and impressions towards the Turkish Image with
culture in 19th century, persistent to support the prejudice, went beyond the ordinary in this context. In the 19th
and 20th century when it’s the end of the Ottoman Empire and beginning of the young Turkish Republic, with
the procured social and cultural earnings while the rendering of the journeys to the West in Cenab Şahabettin’s
“Europian Letters”, Ahmet Haşim’s “Frankfurt Travel Book”, Halid Ziya’s “Germany Letters” feature wide
place in literally works and try not to provide access to negative images regarding Europeans. These are positive
portraits of the interaction eastern and western cultures fundamentally. Motives such as women-men image, friendship, hospitality, tradition, trust, love with the company of foreign and our Turkish writers by the
compared poetics philosophy and intercultural humanist approaches that has contributed with a particular
proportion to the form integral part of the today’s intercultural dialogues will be examined in scientific context.
Keywords: Women, hospitality, interculturality, working conditions, tradition
1. Giriş
54
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Kültürlerarası çalışmaların temelinde bireylerin ve toplumların birbirlerine yaklaşımları, öz kültürel
değerlendirim ve ötekini tanıtma, bu tanıtımın içerisinde kültürlerin tarihi irdelenimi söz konusudur.
Kültürlerin olumlu ve olumsuz öz yapı değerlendirimi ve bu değerlendirimin yansıması özellikle yazınsal imge alanında yer alır. Bu imgeler tarih sürecinde genellikle savaşçıl karşılaşmalar sonucu daha çok
ön yargılarla beslenmişken özünde değişik olanı, yani yabancıyı kabullenmeme eğiliminden kaynaklanmış ve kültürlerarası olumlu ilişkilere engel olmuştur.
Kültürlerarası iletişim ve etkileşim yaşanımlardan çıkarılan deneyimler, özün yabancıya – yabancının
öze yaklaşımı kültürlerin ötekini tanıma gayretini, olumlu veya olumsuz aktarımını beraberinde getirecektir. Bu etkileşim sürecinde elbette sözlü ve yazılı aktarımlar büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda
“ötekine” ilişkin kültürel bilgi aktarımı, her türlü tarihsel, yazılı ve sözlü kültürel ürün, toplumsal koşullara dayalı birincil deneyim kaynaklarıdır. (bkz. İmren, 2001: 9-10)
Bu değerlendirim sürecinde bilgiyi aktaranın rolü çok önemlidir. Çünkü geçmişte yaşanmış olanların
bizlerin geleceğimizi kurarken bize kılavuzluk etmesi, olası aynı hatalara düşmememiz açısından doğru
bilgi aktarımı ile donatılmış olmamız gereklidir. İnsanlar beşeri varlık olmalarından ve bir takım zaaflarının olmasından dolayı her ne kadar da tamamen nesnel olmasalar, bilgiyi aktaranın olabildiğince
nesnel olması bu gibi çalışmalarda aranan en büyük özelliktir.
Bir yabancı hakkında yanlı değerlendirim, birincil olarak elde edilmiş bilgilerden kaynaklanır. İmgeler ister olumlu ister olumsuz olsun, yayınlandıklarında dilsel bir iletişimde her zaman özgün olgu ile
örtüşmezler. Çünkü İmge:
“… düşsel bir patlama, zihinsel bir yansıma; dilsel bir ilişki tasarımıdır. Fotografik bir canlandırma
olan imge, yazınsal söylem söz konusu olunca, dil temeline oturur. Düşünce metin aracılığı ile dile
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
yansır; imgelem bu yansımayı çağrışımlar yolu ile algılar. Algılama süreci ise, bu evreden sonra üretimsel olarak gerçekleşir”. (Bülbül, 2009, 176)
Tarihte ve günümüzde bu değerlendirim süreçlerini irdeleyen öz ve yabancının bu kültürlerarası diyalogda yerini betimlemeye çalışan yazın eserlerinde kültürlerarası karşılaştırmalar sonucu bir kültürün diğerini veya diğerlerini aktarımına yönelik yorum getirmeye çalışan bilim dalı karşılaştırmalı yazınbilimdir.
Bu bağlamda araştırmacı hem ötekini tanıyabilmekte hem de kendi kültürü ile kıyaslayabilmektedir.
Yazınlar arası karşılıklı etkileşimde her kültürün bir diğeri hakkında oluşturduğu ve belirlediği imgeler
vardır. Bu imgelerin irdelenmesi Kula’ya göre “bireyler arası ilişkiler bağlamında farklı işlevlerin gerçekleşmesini yerine getirerek kültürler ile ulusal topluluklar arasındaki insani ilişkileri ve iletişimi zorlaştıran
tarihsel birikimi açığa çıkarmayı, söz konusu kültürleri ve o kültürler içerisinde yetişmiş insanların karşılıklı saygı ve kabul çerçevesinde buluşmasına katkı sağlamayı amaçlar. (bkz. Kula, 2011: XXXIII)
Ele aldığımız ve irdelediğimiz yazınsal metinler çok büyük çeşitlilik gösteren mektuplar, anılar ve gezi
yazılarıdır. Peki, bu imgeler kültürlerarası karşılaşmalarda nasıl oluşmuştur? Bu soruya cevap bulabilmek
için Kula’nın batı yazınında Türk imgesinin oluşum tarihçesi açısından şu ifadesine bakmak gerekir:
“Türkler ile Avrupalılar arasında ki ilişkilerin yaklaşık bin yıllık bir geçmişi vardır. Kitlesel olarak
karşılaşma, 11. Yüzyılın sonunda gerçekleştirilen I. Haçlı Seferi’yle başlamıştır. Haçlı Seferleri, başta
“Kutsal Topraklar” olmak üzere, Doğulu ülkeleri fetih amacını taşıdıkları için, doğaları gereği, çatışma ve savaşlara yol açmıştır. Kara yoluyla çıkılan Haçlı Seferleri’nde zorunlu olarak Anadolu’dan
geçilmiştir. O dönemlerde Anadolu’da Avrupalı Haçlıların karşısına çıkan başlıca güç ve topluluk
Türkler olmuş veya Haçlılar bu topraklarda karşılaştıkları toplulukların tümünü “Türk” adıyla
genelleştirmiştir”. (Kula, 2011: XXXIII)
Bu bağlamda bizlerde Avrupalı yazarların eserlerinde Doğu imgesi çerçevesinde gittikleri Osmanlı topraklarını ve diyalog içinde bulundukları toplulukları Türk olarak belirtmek isteriz. Doğu- Batı karşılaşımındaki kronolojik süreç içerisinde özellikle bir dönem Osmanlının yenilmez imgesi batıda toplumun
birçok kesiminde korku bağlamında travma yaşatmıştır.
Ticaret için ise kervanlar ve gemilerle yapılan ticari faaliyetler, 15. ve 16. Yy. da yapılan coğrafi keşifler,
İpek yolu (Çin-Anadolu-Akdeniz-Avrupa) ve Kral yolu (İzmir-Ankara-Bağdat/İran) gibi ticaret yollarının sağladığı ekonomik ve sosyal alandaki değişimler ticaretin doğu ve batı arasındaki etkileşimine
örnek olabilmektedir.
Kültür aktarımı açısından ise yine önce Araplar ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğuna kadar varan
Anadolu Selçuklu Devleti, Artuklu Beyliği gibi devlet ve beyliklerin yayılmacı politikaları vasıtasıyla
elde ettikleri yeni topraklarda bakir kalmış olan binlerce yıllık bilgileri kendi kültürleri ile bir pota-
55
Savaşlar için önce Araplar’ın, Kuran’ı Kerim’deki “Tanrının yolunda savaşma” ya da “Tanrının yolunda çalışma” ifadesi olan “Cihat” kelimesini kendilerine düstur edinip her yeri Allah adına elde etmeye
çalışmaları, daha sonraları ise Türklerin 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya artık kesin olarak girerek
Bizanslıları yenmeleri, yine İslam’ın yayılmasını durdurmak amacı ile 1095 yılında başlayıp 1272’ye
kadar süren ve neredeyse tersine bir akım olarak değerlendirebileceğimiz Haçlı Seferleri’nin yanı sıra
1299’da Osmanlı Devleti’nin kurulması ve Osmanlıların da fetih üzerine kurulu politikaları sonucu
yapılan savaşlar örnek olarak verilebilir.
İlker ÇÖLTÜ
Doğu-Batı kavramları arasında süre gelen “öz” ve “yabancı” nın bakışı, eleştirileri ve özeleştirileri gazete, vaaz, seyahatnameler gibi yazılı metinlerde aktarılmıştır. Doğu ve Batının düşmancıl imgelerle dolu
sürekli olarak karşı karşıya gelmesi birçok unsura dayanmaktadır. Bunları özellikle savaşlar, ticaret ve
kültür aktarımı gibi kavramlarla açıklayabilmemiz olasıdır.
da eritip yeni bilgi ve kültürlerin doğmasına vesile olmuşlardır. Irak’ın işgali ile elde edilen Hristiyan
okullarındaki “yabancı bilimler” yani Yunan felsefesi, tıp, gök bilim ve benzerleri öğrenilerek eserlerin
birçoğu bu devletlerin dillerine çevrilmiştir. 1100’lü yıllarda ise süreç tam tersine işlemiş, Avrupalılar
büyük bir çeviri dönemine girmiş ve Arapça bilim ve edebiyat içerikli metinler Latinceye çevrilmiştir.
Bu çeviriler yaklaşık 200 yıl sürmüş, 1450’lerden sonra matbaanın icat edilmesi ve birçok eserin çok
basılıp hızlı yayılması kültürün de artmasına vesile olmuştur.
Doğu ve Batının iletişimini, savaşcıl karşılaşmalarla başlayan ve daha sonra ticaret, seyahat, elçilik görevlerinin gereği zorunlu yapılan seyahatler gibi gidilen “ötekinin” toprağında gözlemlenen veya kurgulanan gelenek görenek, din, batıl inanç, sosyolojik gelişim, yerleşik hayat gibi unsurlara bağlamak olasıdır.
Bu doğrultuda Avrupalı gerek halkını cesaretlendirmek, gerekse özellikle dini baskı altında tutmanın
yolu olarak yabancıyı düşman olarak betimlemesinin yanı sıra, ondan çok şey öğrenilecek olarak da
tanıtır. Genelde bu tanıtımda önyargı ve stereo tiplemelerin yaygın olduğu yazılı aktarımlarda genel
geçer olumsuz bir Türk imgesi yerleşir ve işte burada özellikle batılı seyyah ve elçiler gözlemlerini sübjektif veya nesnel aktardıkları oranda “diğer, öteki” hakkında gözlemleri yabancının olumlu veya olumsuz yansıtılması anlamına gelir.
“Başka ve yabancı olan hakkında verilen kararlar, öz üzerine aktarılan düşüncelerde duygular tarafından etkilenmektedir. Bu bağlamda, bir taraftan öznel süreçlerle, izlenimlerle, deneyimlerle; diğer
taraftan bilgilerle karar verme süreçleri genel kanıdan ortaya çıkar. Bu kanının psikolojik ve toplumtarihsel olmak üzere iki kaynağı vardır. Bir olgunun, bireyin, kültürün değerlendiriminin de toplumsal, tarihsel ve psikolojik etmenlerin etkinliği öznel betimlemeler olarak adlandırılır”. (İmren,
2001:2)
56
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Çoğu kişi başka bir kültür hakkında çok fazla deneyim sahibi olmadan, her şeyi ayrıntıları ile görmüş
gibi aktarırken, bu tarihsel süreç içerisinde üç farklı ülkeden (Fransa, İngiltere, Almanya), üç farklı
nedenden dolayı Osmanlı topraklarına değişik yüzyıllarda seyahat etmiş olan elçi, elçi eşi ve bir demiryolu konsorsiyumunun görevlendirdiği bireyleri tanıtıp, Avrupalının zihninde olumsuz olarak yer
etmiş olan “öteki” imgelerini bir yerde kırmış olduklarının resmini sunmak isteriz. Seyahat veya bu
çerçevede kişinin gezip gördüğü yerleri kendi anavatanındaki arkadaşlarına, yönetimde olanlara veya
üst konumda bulunanlara gerek mektuplarla gerekse raporlarla aktarımı, günümüz belgesel aktarımı ile
eşdeğer kılınabilir.
Seyahat, yani diğer bir deyişle seyahatname veya sefaretname, tarih araştırmalarına çok farklı ve değişik
bir bakış açısı kazandırmakta ve çoğunlukla iki toplum arasındaki görüş farklılıklarını ortadan kaldıran,
dostluklar sağlayan önemli kaynaklardır. Seyahatnameler tarihi belgeler arasında birinci elden değerli
dokümanlar olarak değerlendirilip gezilen ülkelerin tarih, etnoloji, sanat, dil, din, coğrafya ve sosyoloji
disiplinlerine yönelik önemli kültür kaynakları oldukları var sayılmaktadır.
Bu bağlamda Püsküllüoğlu (1997: 928) seyahatnameyi; “bir yazarın gezip gördüğü yerlerden edindiği
izlenimleri, bilgileri yansıttığı yapıt” olarak tanımlamaktadır.
Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi söz konusu olan seyahatlerin sonucunda meydana gelen deneyimler, izlenimler ve yaşantılar ele alınarak karşılaştırmalı bir çalışma sunulacaktır. Karşıt kültürün yapısını, sosyal düzeyini, eğitimini ve ekonomisini öğrenmede seyahatname ve günlüklerin yerinin önemi
son derece büyüktür.
Gültekin ise (2003: 355-356) ; “Bir gezi yazısının ya da seyahatnamenin yazıldığı dönem, o dönemdeki
siyasal ve sosyal ortamın durumu, yazan kişinin dünya görüşü ve yazma ereğinin son derece önemli olduğunu aktarmaktadır”.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Yine bu bağlamda bu imgelerin alımlanması ile “bilgi ediniminin” yanı sıra “edebiyatın dışında barışçıl
bir hizmet” işlevi görmektedir. Gezilen yerlerde geçerli olan toplumsal ilişkiler, insana bakış, sorunların
algılanışı, estetik beğeni ve değerler dizgisi gibi olumlu imgeler yazarlar tarafından sunulmaktadır. (bkz.
Gültekin, 2003: 360)
Seyahatnamelerin çoğu Doğulular hakkında olumsuz imgelerle doludur. Bunun gerekçesini ise söyle
irdelemek olasıdır. 16.yy başlarına doğru gittikçe güçlenen topraklarına toprak katan ve artık bir İmparatorluk haline gelen Osmanlı Devleti hem toprak hem de maddi olarak kendisi ile denk gelemeyecek
olan devletlerde daimi elçilikler kurmamıştır. Bunun sebebi ise Osmanlı Devletinin kendisini her alanda
üstün görmesiydi. Bu kibirli yapısından dolayı diğer devletlerde sürekli olarak temsil edilmeyi küçüklük saymıştır. Oysa 15. yüzyıldan itibaren Venedik, Ceneviz, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi devletler
ise Osmanlı başkentinde daimi elçilik bulundurmaya başlamışlardır. İşte bu elçiliklerde görev yapan
seyyahlar Osmanlı ve Doğu hakkında genelde öznel ama ara sıra da olsa nesnel bilgiler aktarmışlardır.
Çalışmamızda seyyah ve elçilerin gözlemlerinde karşıt kültürün yaşam tarzı, yaşadıkları yerler, yönetim
şekli ayrıntılı bir şekilde verilmiştir. Mektuplar o dönemin özgün düşünce malzemelerinin Avrupa’nın
bir ucundan diğer ucuna yayılabilecek olan haber kaynağıdır. Doğu ve Batı üzerine yazılmış olan onlarca hatta yüzlerce yazı bulabilmek mümkündür. Bu yazıları kaleme alan edebiyatçı, tarihçi, gezgin, elçi
veya seyyahların büyük bir kısmı yazmış oldukları yazılarını çoğu zaman nesnellikten uzak tutmuşlardır. Yazılarını neredeyse tamamen öznel bir şekilde dile getiren bu yazarlar Osmanlı’ya ve dolayısıyla
Türkiye’ye ön yargılı ve nefretle bakmış, eksik ve yanlış bilgilerle Türk imgesini sürekli olarak olumsuz
gelişmesini sağlamışlardır. Oysa ele aldığımız eserlerin yazarları, ulusları tümden olumsuz ve medeni
olmamakla suçlamaz.
57
Yinelemek gerekirse, bu çalışmada amaç, yüzyıllardır doğu ve batı arasında var olan savaşcıl, yazınsal ve
kültürel karşılaşmalarda oluşmuş olan olumsuz ön yargıların yanı sıra olumlu izlenimlerin aktarımıdır.
Bu bağlamda “Ogier Ghislain de Busbeq”in 16yy daki “Türk mektupları” adlı eserinde Osmanlı’da askeri ve kültürel yaşamı önyargıdan uzak yansıtması; bir elçinin eşi olan İngiliz Lady Montagu’nun 18 yy
daki ”Briefe aus dem Orient-Frauenleben im 18.Jjahrhundert” “Doğudan mektuplar-18.yy da kadınların yaşantısı” adlı eserinde Türk kültür yaşantısının içerisinde özellikle Türk kadınına objektif yaklaşımı
ve 19. yy da Dr. Edmund Naumann‘ın “Vom Goldenen Horn zu den Quellen des Euphrat” “Altın Boynuzdan Fırat’ın Kaynaklarına Kadar” adlı eserinde Türk imgesi ile kültürüne yönelik olumlu yaklaşım
ve izlenimleri, önyargıların beslenmesine inat bu bağlamda ezber bozarlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun
sonu ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcı olan 19. ve 20. yüzyıllarda olmak üzere Avrupa seyahatlerini gerçekleştirmesi ile Cenap Şahabettin’in “Avrupa Mektupları”, Ahmet Haşim’in “Frankfurt
Seyahatnamesi” ve Halid Ziya’nın “Almanya Mektuplarında” yazarların seyahatleri sırasında Avrupa
hakkında gözlemledikleri sosyal ve kültürel yaşanımlar ele alınmıştır.
İlker ÇÖLTÜ
Çalışmamızdaki irdelemeleri iki bölümde ele alacağız. Karşılaştırmalı yazın bilim ve yazın sosyolojisi
yöntemi çerçevesinde birinci bölümde Avrupalı yazarlar olan Ogier Ghislain De Busbecq, Lady Mary
Wortley Montagu ve Dr. Edmund Naumann’ın eserlerinin tanıtımının yanı sıra onların hayat hikâyeleri
hakkında da bilgi verilmesi ve eserlerinde Doğu yani Osmanlıyı yansıtan olumlu imge ve motifler ile
ortak bulabildiğimiz ana başlıklara değineceğiz. İkinci bölümde ise Türk yazarlardan Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin ve Ahmet Haşim’in tanıtımının yanı sıra onların gezi yazılarında Batıyı yansıtmaları, bu yansıtmada ortak olumlu imge ve motifler aktarılacaktır.
2. Batılı Yazarların Doğu Hakkındaki Ortak Gözlemleri
2.1 Batılı Yazarlar
2.1.1 Ogier Ghislain De BUSBECQ
Busbecq soylu bir ailenin çocuğu olarak Şarlken’in (V. Karl) idaresi altındaki Kutsal Roma-Cermen
İmparatorluğu’nun Lille kentinde 1522’de doğmuştur. Botanik ve zoolojiden dil bilime dek pek çok
konuda bilgi ve ilgi sahibi bir Rönesans adamıdır.
Ogier Ghislain de Busbecq 1554 yılı civarında Avusturya İmparatoru I. Ferdinand’ın hizmetinde çalışmaya başlar ve görevi Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya arasında var olan sınır anlaşmalarını çözmektir. Busbecq’in, elçilik dönemindeki Türk ve Doğu izlenimleri “Türk Mektupları” adı altında ilk kez
Latince olarak 1595’te Paris’te basılır. Avusturya Habsburg İmparatorluğu’nun İstanbul’daki büyükelçisidir Ogier Ghislain de Busbecq. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gözlemlerini 1555-1562 yılları arasında
Osmanlı’da bulunduğu süre içerisinde dostu ve meslektaşı Macar asıllı diplomat Nicholas Michault’a
yazmış olduğu bu mektuplarından söz konusu eseri meydana gelmiştir.
Eseri, toplamda dört adet mektuptan oluşmaktadır. Her mektubun içerisinde verilmiş küçük ara başlıklarla anlatılmak istenen konu aktarılmıştır. Eser, Osmanlılar hakkında çok önemli bilgi edinim kaynağı
olarak kabul görmektedir. Çünkü bu bilgiler elçinin birebir gözlemlerine dayanır. Özellikle yeniçeriler
ve onların ordugâhtaki düzenleri, Kanuni ile Hürrem ve Kanuni ile Şehzade ilişkisi, paşalarla görüşmesi
gibi ayrıntılı bilgiler bir batılı tarafından edinilir (bkz. Busbecq, 2005: x-xii).
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
2.1.2 Lady Mary Wortley MONTAGU
1716 da Avusturyalılara yenilen Osmanlılar geri çekilmek zorunda kalır ve İngiliz elçilik görevlisi olan
Edward Wortley Montagu eşi ve oğlu ile birlikte 1716’da İngiltere’nin emri ile İngiltere ve Osmanlılar
arasında barış müzakerelerinin sürdürülmesi amacıyla diplomat nezdinde İstanbul’a gönderilir. İngiliz
elçinin eşi olan Lady Mary Wortley Montagu, Osmanlı topraklarında özünde 1 yıl kadar kısa bir süre
kalsa dahi bir bayan olarak Hareme girebilmiş, Türkçeyi kısa sürede öğrenmeye çalışmış, azmi ve girişkenliği sayesinde Osmanlı kültürü hakkında birinci elden birçok bilgi edinerek gözlemlerini 54 adet
mektuplarında asilzade arkadaşları ve İngiltere’deki Ladylere aktarmıştır. Bu aktarımında ise, söz konusu ifadelerine kesin inanılmasını bekler. Çünkü yazmış olduğu “Doğudan Mektuplar- 18.yy.da Kadın
yaşantısı” adlı eseri ile o güne değin daha çok kendisinden önce seyyahlık yapmış olan ve Osmanlı ile
Türkler hakkında olumsuz ve ön yargılı örnekler veren Giovanni Francesco Gemelli-Carreri, 1661’de
İstanbul Sekreteri ve daha sonra İzmir konsolosu olan Sir Paul Rycaut ile Jean Baron Dumont de Carlscroon gibi elçi ve seyyahları kitabının birçok bölümünde eleştirerek bir ezberi bozmaktadır.
Yine o güne değin diğer başka Avrupalı seyyahların görmeden yorum yapmış olmalarına da tepkide
bulunur. Anlatımların çoğu Osmanlı Padişahı III. Ahmet’in 1703-1730 arası hüküm sürdüğü Edirne’de
gerçekleşir. 1717 Mayısına kadar Edirne’de kalan aile, sultanın Belgrad’a sefer düzenlemesi üzerine
İstanbul’a göçmek zorunda kalmışlardır (bkz. Montagu, 2006: 28-30) .
Montagu, eserinde ressamlara çizdirilmiş olan resimlerle anlatılarını aynı zamanda görselleştirmeye
çalışır.
58
2.1.3 Dr. Edmund NAUMANN
1893 yılında basımı gerçekleştirilmiş olan “Vom Goldnen Horn zu Den Quellen Des Euphrat” ¹ “Altın
Boynuzdan Fırat’ın kaynaklarına kadar” adlı seyahatnamede Naumann’ın kendi kaleminden yazdığı ve
1890 yılında altı aylık bir seyahatin sonucunda ortaya çıkan deneyimleri, izlenimleri ve yaşantıları yer
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
almaktadır. Frankfurt madenciler derneği, Alman Bankası ve Württemberg dernek bankasının şirketler
birliğinde yeni Anadolu Demiryolu’na ve daha sonra aynı amaçla Ergani madenine bağlanan hattın
oluşmasındaki temel amaç teknik bir arazi keşfi ile başlamıştır. Bu keşif programı sayesinde Naumann,
coğrafi ölçüm ile haritalandırma müdürü olarak Anadolu topraklarının genel doğa ve kültür koşullarını
öğrenebilme, gözlemleme ve yargıda bulunma olanağına sahip olur. 1
Coğrafya bilimcisi ve jeolog olan Dr. Edmund Naumann bu eserinde son derece betimleyici ve ayrıntılı bir yazım ve 140 farklı resim, fotoğraf çekimi ve çizim ile Anadolu yaşamında kılık kıyafet, davranış, Müslümanların yaşantısı, Türklerde kadının yeri, hukuk, camiler, zengin Türk mutfağı, Romalılar,
Bizanslılar ve Osmanlı’lar hakkında tarihsel bilgi aktarımı sağlamaktadır.
Eserin oluşum amacı Anadolu Demiryolu ağında var olan harika kültür hakkında bilgi vermek, yine
neredeyse unutulmuş olan bir ülkenin barışsever ve azimli bir halk olarak yaşayan insanlarını coğrafi
koşullar çerçevesinde gerçek beyanlarla geniş çevrelere tanıtarak haklarındaki kökleşmiş olan ön yargıları ortadan kaldırmayı gayret edinmektir. Eserin diğer bir özelliği Anadolu insanının Avrupa’da doğru
tanıtılmasına yönelik çaba sarf etmiş ve genel geçer ön yargıların kırılmasına bir ölçüde katkı sağlamayı amaçlamıştır. Naumann, Osmanlı’da Hıristiyanlar, Müslümanlar, Çingeneler, Çerkezler, Kürtler,
Ermeniler gibi her türlü etnik ve dini kökendeki insanların iç içe son derece uyumlu yaşadığı ve insanların ister şehir ortamında ister ise köy ve kasaba ortamlarında azimle çalışan son derece çalışkan bir halk
olduğunu, yeme ve içme kültürlerini, dini ritüellerini, taşra yaşantısında kadın ve erkeklerin kendilerine
ait sorumluluklarını, ev yaşantılarını ve çalışma koşulları gibi bilgileri eserinin birçok bölümünde aktarır. (bkz. Naumannn, 1893: VIII-IX)
Tıpkı Busbecq ve Montagu’nun eserlerinde de olduğu gibi, Naumann’da yine eserin içerisinde bölge
halkı ile yapılan konuşmalar, bazı deyimler ve söylemler Türkçe ve hemen ardından yazarların ana
dilindeki çevirileri ile aktarır. Naumann, bunların yanı sıra farklı olarak halk masalları, efsaneler veya
gerçek hikâyelerin bire bir orijinal aktarımını sağlar ve dönemin çağdaşlık ve uygarlık sembolü olan
Doğu ve Batıyı bağdaştıran imge haline gelen Anadolu tren hattından sıkça ve ayrıntılı bahseder. Gelişmekte olan sanayi için Anadolu’nun önemini Avrupa’ya tanıtır. Naumann, Busbecq ve Montagu’ya
oranla eserinde daha çok doğa ve çevre betimlemelerinde son derece güçlü bir üslup kullanır. Seyahatindeki gözlemlerini aktarırken her konuyu alt başlıklarla sıralar ve okura aktaracağı konu veya mekânla
ilgili kısa birer kelimelik ön bilgi verir. Örneğin:
Busbecq’in yaşadığı yüzyılda Avrupalının o dönemlerde Doğulu hakkında merak ettiği çok konu vardır.
Dinin çıkarları doğrultusunda Türkler oldukça olumsuz, kaba, barbar ve vahşi gösterilmişken elbette
kendilerine dayatılan ve aktarılana daha çok inanacakları gerçeği yadsınamaz. Dinsel metinlerde ötekileştirme açısından bu dönemde çok büyük etki yaratmış olan Martin Luther örnek olarak verilebilir. Bir
1 Elimizdeki eser 1893 baskısı ile gotik yazıyla mevcuttur. Lady Montagu eserinde de olduğu gibi Edmund
Naumann’ın bu eserindeki alıntılar Almancadan Türkçeye tarafımdan çevrilmiştir
59
Ele aldığımız her 3 eserde de gezginler Osmanlı, Türkler ve Osmanlı topraklarında yaşayan diğer halkların kültürleri hakkında birçok konuya, motif ve imgelere değinmişlerdir. Elbette yaşanılan yüzyılın
sosyopolitik koşullarını yazarlar kendi öz kültürleri ile de karşılaştırmış, çıkarımlarda bulunmuş ve adeta örnek alınmasını istedikleri birçok olay ve davranışı da aktarmışlardır. Bizler bu aktarımlarda anılan
bu eserlerde, daha çok her üç yazarda da aynı motif ve imgelere ne yönden değindiklerini ve karşıt
kültürü ne denli olumlu gösterdiklerini aktararak bunlar hakkında yorum getirmeye çalışacağız. Öncelikle saptamak istediğimiz belirli konularda kendi beğenilerinin ötesinde toplumda var olanları nesnel
sergilemeleri ve yaşanımların resmini nasıl yansıttıklarıdır.
İlker ÇÖLTÜ
“İstanbul’dan vedalaşma. İzmit’e tren yolculuğu. Hannibal’ın mezarı”... (Naumann, 1893: 15)
din adamı olan Alman keşiş Martin Luther (1483-1546) Alman tarihinde birçok evrenin değişmesini
sağlamıştır. 1522’de İncil’i Almancaya çevirmesini takip eden üç yıl sonra (1525) başlayan köylü/çiftçi
savaşları (Almanca: “Bauernkrieg”) Avrupa tarihinde hem dini hem de sosyoekonomik değişikliklerin
yaşanmasına neden olmuş ve Reform ile Protestanlık kavramları ortaya çıkmıştır. Koyu Hristiyan olan
Luther, İncil’i Almancaya çevirdiğinde elbette Protestanlık kavramının oluşmasını, insanların kiliseye
ve derebeylerine karşı geleceklerini tahmin etmemişti.
Okuma yazma oranının artması, özgürleşme ve akılcılaşma yönünde ilerleyen köylülere “soyguncular ve
katiller sürüsü” (Kula, 2011: 23) diye hitap eden Luther Türklere gelince çok daha acımasız ön yargılarla yaklaşmaktadır. Yine Kula (2011: 24) Luther’in Türkleri “Tanrının Kırbacı”, “Şeytanın Uşağı” diye
nitelendirdiğini aktarmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kökten dinci sayabileceğimiz Martin Luther Hristiyanlığa karşı gelen her
kim olursa olsun onlara karşı çıkmış ve Hristiyanlığı hem yazmış olduğu kitapları hem de vaaz ve söylemleri ile desteklemiştir. İşte Türkler bu denli olumsuz önyargılarla tanıtılmış olarak Avrupa’da yüzlerce yıl ilkel bir topluluk, tanrıtanımaz kavramları ile Avrupalıların belleğine yerleşir. Bu denli olumsuz
ön yargılar elbette ki sadece Luther tarafından değil, Osmanlıya seyahat eden tacirlerin de gerçeği yansıtmayan söylemleri Osmanlıyı ve bu bağlamda Türkleri en acımasız şekli ile ötekileştirmiştir.
İşte bu olumsuz önyargıların yıkılması, gözlemlerini objektif olarak aktaran seyyah ve gezginlerin çabası
ile gerçekleşmektedir. Avrupalıların özellikle Busbecq ve Montagu döneminde yani 16. ve 18. yüzyılda
merak ettikleri alanlar, siyasi ilişkiler doğrultusunda ağırlık yönünden farklılıklar gösterse de şaşırtıcı
düzeyde ele alınan konu ve imgeler hemen hemen aynıdır. Bizler bu doğrultuda salt daha önce de belirttiğimiz gibi Avrupa toplumunda önyargı dolu Doğu imgesi hakkında ezber bozan ortak imge aktarımlarını yansıtmaktayız. Bu bağlamda bizim için Türk imgesi çerçevesinde ön plana çıkan başlıklar; eğitim
ve ordu, misafirperverlik, batıl inanç, dini inanç, kadınlar, yeme- içme, mekân betimlemesi ve temizlik
olmuştur.
3. Busbecq, Montagu ve Naumann’da Olumlu Doğu Gözlemleri
60
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
3.1 Eğitim ve Ordu
Eğitim konusunda Busbecq dönemin savaş koşullarına uygun olarak düzenli ve disiplinli askeri eğitimden, Montagu Osmanlının kölelerine uyguladığı hümanist eğitimden, Naumann ise okul ortamındaki
eğitimden söz etmektedir. Busbecq tam da Doğu- Batı Türk- Hristiyan arasındaki savaşçıl karşılaşmaların en yoğun olduğu yüzyılda, yani Avrupa’nın doğuyu tehlikeli, barbar düşman olarak betimlediği,
Hristiyanlığın ve dinin vaazlar aracılığıyla halkı Osmanlıya karşı güdülediği dönemde Osmanlıyı keşfetmiştir.
Avrupalı, Osmanlıyı bu denli güçlü ve muzaffer kılanın ne olduğunu ve Osmanlının neden kolay kolay
kaybetmediğini merak eder. Busbecq ise yapmış olduğu çalışmasında bu merakı giderir.
Busbecq’i en çok etkileyen unsurlar arasında, ordudaki askerlerin, yeniçerilerin giyim ve kuşamları,
soğuğa ve açlığa dayanaklıkları, bir zafer elde ettiklerinde gösterdikleri tevazu ve alçakgönüllülük, zafere
alışkın olmaları ve ordu içerisindeki disiplindir. Askerlerin üstlerine itaat etmeleri, üstlerin de askerler
arasında sağladığı eşitlik Busbecq’i büsbütün hayran bırakır ve eserinin birçok kısmında bu disiplin ve
başarı yollarını kendi ülkesinin askerleri ile kıyaslayarak eleştirir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki orduda
disiplin ve eğitimin getirdiği başarıyı en üst seviyede şu şekilde över:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Onlarda güçlü bir İmparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkarlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük,
eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: “Düşman zafere alışkın, biz ise yenilgiye.
Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz?” (Busbecq, 2005: 122)
Bir Yeniçeri (Busbecq, 2005: 159)
“Sırtını dönmek onlara göre saygısızlık addolunuyor “. (Busbecq, 2005: 12)
Avrupalıda genel geçer var olan bir ön yargıya göre köleler neredeyse hayvanlarla eşdeğer muamele gördükleri kanısı hâkimdir. Batılılar, Doğuluların köleleri hiçsizlikleştirdiği ve kimliksizleştirdiği inancına
sahiptirler. Oysa Montagu kendi vatandaşlarını diğer kültür hakkında bilgi sahibi olmadan fikir yürütmeleri konusunda kızgın bir edayla eleştirir. Çünkü Montagu, eserinin birçok bölümünde de de değinmiş olduğu gibi, kendisinden önce seyyahlık yapmış olan ve Osmanlı ile Türkler hakkında olumsuz
ve ön yargılı örnekler veren Giovanni Francesco Gemelli-Carreri, 1661’de İstanbul Sekreteri ve daha
61
Yine bir aktarımında yeniçerilerin saygısına o denli hayrandır ki “onlar” saygı duydukları birine veya
üstlerine asla sırtını dönerek mekânı terk etmezler. Saygılarından geri geri yürürler diye ifade etmektedir. Kendisiyle görüştükten sonrada da sırtlarını kendisine dönmeden geri geri yürüyen yeniçerilerden
övgü ile bahseder.
İlker ÇÖLTÜ
Busbecq kendi öz kültürüne bir göndermede bulunur. Kendisi de Doğuyu yani Türklerin özellikle askeri disiplinini takdir edip övse de yine düşman olarak betimlemekten vaz geçmeyerek “Öteki” nin azmi
ve disiplininin başarıyı ve zaferi getirdiğini tanınmasını ister. “Düşman” zafere alışkındır “biz” yenilgiye. Bu karşılaştırma son derece önemlidir. Böylelikle Batılılara Türklerin askeri alandaki başarılarının
sırrını verir. Kendi yanlışlarını ve nefislerine hükmedememelerini eleştirmektedir.
sonra İzmir konsolosu olan Sir Paul Rycaut ile Jean Baron Dumont de Carlscroon gibi elçi ve seyyahları
da eleştirerek yine onların olumsuzluklarını ortaya çıkarmakta ve asıl görünümün böyle olmadığını
aktarmaktadır.
Bayan Thistlethwayte’e 1 Nisan 1717’de yazmış olduğu mektupta bariz olarak şunu söyler:
“Belki de sizi bu anlatı gerçekten çok şaşırtacaktır. Çünkü yazdıklarım sizin okumuş olduğunuz alışagelmiş seyahat anlatılarından farklıdır. Onların yazarları hiçbir zaman görmedikleri şeyleri görmüşçesine öznel arzularına göre anlatmışlardır” (Montagu, 2006: 139) .
Montagu’nun eğitim ile ilgili değindiği unsurlardan biri de kölelerin eğitilmesidir.
“Köleler sıradan kişiler değildir. Onlar köle olarak 9-10 yaşlarında satın alınsalar dahi şarkı söylemek, dans etmek, dikiş dikmek vs. gibi alanlarda eğitilmektedirler ve hiç kimse durup dururken
kölesinden olmak istemez. Bu bağlamda Türkiye’ye belki de doğru dürüst gelmemiş ve görmemiş
olanlar Türk kadını ve içinde erkeklerin bulunduğu bir toplum hakkında bile bile olur olmaz şey
yazmaktadırlar”. (Montagu, 2006: 167)
Montagu işte bu ifadelerle Batının köle anlayışının neredeyse tamamen yanlış olduğunu belirtmektedir.
Naumann’da ordu kavramı pek fazla önem taşımamaktadır. Çünkü onun Osmanlı topraklarına gitme
nedeni farklıdır. Naumann’ın aktardığı eğitim yapısı Osmanlı’da birçok yabancı ülke misyonerlerinin
açtığı okullarla ilgilidir. Bu okullarda karma eğitim verilerek azınlıkların yanı sıra Türkler ve Türk kızlarının da katılabileceği bir eğitim söz konusudur.
“Adapazarı’nda Amerikan misyonerleri tarafından açılmış olan kızlar okulu mevcuttur. Ermeni, Türk,
Çerkez ve Çingene kökenli kızların çok iyi eğitildiği bir okuldur burası. Okuldan erken ayrılanlar evlenmektedir. Aslında ilk önce erkeklerin eğitilmesi gerektiğini savunan bayan yöneticiye bizde de kadınların
eğitiminin bu denli ileri düzeyde olmadığını söyleyerek onu teselli ettim”. (Naumann, 1893: 31)
Naumann, bu karşılaştırmada da kültürüne yönelik öz eleştiride bulunur ve doğuya eğitim konusunda
“biz de sizden çok da ileride değiliz” söyleminde Batıya anlamlı bir mesaj iletir.
62
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
3.2 Batıl İnanç
Batılı seyyahlarımız dini inançların yanı sıra Osmanlı’da şahit olup öğrendikleri batıl inançlara da
değinmektedirler. Busbecq üzerine yazı yazılan kağıtlarla ilgili batıl inanç aktarımı yaparken Montagu
ve Naumann ise leyleklerden örnekler vermektedirler. Busbecq Türklerin kağıtları kutsal olarak kabul
ettiklerine değinerek şöyle ifade eder:
“Türklerin imaret dediği hanlarda kalırken duvarlardaki çatlaklara sokulmuş kağıt parçaları sık sık
dikkatimi çekti. Bunların ne olduğunu merak ettiğimden çekip çıkardım. Fırsat bulduğumda Türk
dostlarıma üzerlerinde ne yazılı olduğunu sordum ve böyle muhafaza edilmeyi gerektirecek hiçbir
şeyin yazılı olmadığını öğrendim. Bundan dolayı duyduğum merak daha da arttı. Aynı şeye sık sık
başka yerlerde de rastladım. Sorduğum zaman Türkler cevap vermekten kaçındılar. Ya bana inanmayacağımı sandıkları bir şeyi söylemeye utandılar ya da yabancı bir dinden olana böyle bir sırrı açıklamak istemediler. Sonraları Türklerle yakınlaştıkça dostlarımdan öğrendim ki üzerine Tanrı’nın adı
yazılabileceği için kâğıda çok saygı duyarlarmış. Bu nedenle kâğıt parçalarının yerlerde sürünmesini
istemezler, bulduklarında çiğnenmesin diye derhal alıp bir deliğe sokarlarmış”. (Busbecq, 2005: 28)
Naumann mekânlarda yaşanılan geleneklere de değinir ve öz kültürü ile karşılaştırma yapar. Şahit
olduğu düğün merasimlerini anlatırken kendi ülkesi olan Almanya ile karşılaştırmakta ve aynı geleneklerin var olduğunu söylemektedir. Kütahya ve Eskişehir bölgelerinde karşılaştığı düğün manzaralarında
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
gelinin damadın evine girmeden önce nazardan sakınmanın bir batıl inancı olarak tabak çanak kırmalarının Almanya’da yine “Polterabend” olarak adlandırılan ve bir düğün geleneği olan düğün öncesi
evliliğin sonuçlanması için tabak çanak kırılmasını karşılaştırmaktadır. (bkz. Naumann, 1893: 100)
Leylek kavramı birçok ulusta farklı disiplinlerde karşımıza çıkmaktadır. Masal ve fabllardaki anlatımlarının haricinde Avrupa ülkelerinde yuvaya bebek taşıyan hayvan olarak da kategorize edilmektedir.
Avrupa’da da batıl inanç kavramı adı altında görebildiğimiz leylek Montagu ve Busbecq’in örneklerinde
de söz konusudur.
“Lady Montagu leyleklerin göç ederek kış aylarında Mekke’ye gidip hacı oldukları inancından dolayı
Osmanlıların leylekleri ve günahsız olmalarından dolayı kumruları kutsal saydıklarını bildirmektedir”.
(bkz. Montagu, 2006: 137)
Naumann ise yine Montagu’da olduğu gibi leyleklerin Türk kültüründe kutsal olduğunu vurgular. Çünkü bu batıl inanca göre leylekler yuva yapan ve evi koruyan hayvanlardır.
“Türkler, leylekler ile ilgili kimin evine yuva kurarlarsa o ev yangından korunur şeklindeki batıl inancı
korumaktadırlar ”. (Naumann, 1893: 23)
Bu bağlamda Osmanlıda yuvanın kutsallığını özellikle vurgulamış olur Naumann.
3.3 Dini İnanç
Batının elbette en çok merak ettiği Doğulunun dini inancı olsa gerek. Yine bunda da Kuran’ın yanlış
veya yanlı çevrilmesi, dini yaşantıların yanlı aktarımının payı elbette fazladır. Busbecq ve Naumann
Türk insanının nefsine hâkimiyeti, Ramazan ayında bireylerin davranışlarına ve disiplinlerine değinmektedirler. İster savaşcıl ister barışçıl ortamda veya doğa koşulları ne olursa olsun Türklerin yani Müslümanların Ramazan ayında oruca sıkı sıkı bağlı olduklarını ve hiçbir şekilde oruçlarını zamanından
önce bozmadıklarını aktarırlar. Yiyecekleri de bir o kadar sadedir. Yine oruç döneminde insanlar aç
olmalarına rağmen daha sakin davranarak dinin gereklerine sıkı sıkıya bağlı oldukları aktarılır.
“Ordudaki yeniçerilerden birinin yemeğine baktığımda yeniçerinin önündeki tahta veya toprak çanaktaki tuz ve sirke ile çeşnilendirilmiş şalgam, soğan, sarımsak, yaban havucu ve hıyar karışımını yiyordu. Bütün canlıların müşterek içeceği olan sudan başka bir şey içmiyorlar. Bu sade yemek hem sağlıklı
hem de keselerine uygun. Bizim Büyük Perhiz’e benzeyen ramazan ayı yakın olduğundan böyle davranışları beni daha da hayrete düşürdü. Bu dönemde bizim en düzenli şehirlerimize –ordugahlardan
bahse gerek yok- umumi bir cuşuhuruş hâkim olur. Danslar edilir, şarkılar söylenir, oyunlar oynanır,
sarhoş olunur, bağırılıp çağırılır ve bir curcunadır gider”. (Busbecq, 2005: 162)
Batılı bazı yazarların olumsuz ön yargılı yazmış oldukları ve Türk imgesini Batıda dışlayıcı ve kötüleştirici olarak gösteren ifadelerin aksine adı geçen Batılı elçi ve gezginlerimiz Osmanlı topraklarında hem
etnik köken hem de dini inanç bakımından çok kültürlülüğün yaşanmasına rağmen birbirlerini dışlayıcı ve ötekileştirici davranış ve unsurların olmadığını vurgularlar. Üç büyük dinin bu topraklarda barışçıl
ve iç içe yaşadığı gerçeğini de gözler önüne sererler.
63
“Çepne’den geri dönerken öğle yemeği için mola verdik. Yer sofrasına açtığımız yiyecek, ekmek ve
şarabı gören İzmit’li zaptiye yiyeceklere özlem dolu bir bakış atmasına rağmen nefsine hâkim oldu.
Ramazan ayında olduğumuzdan dolayı gerçek Türk töreleri güneş batımına kadar açlığını durdurması gerektiğini ona öğretmişti”. (Naumann, 1893: 23)
İlker ÇÖLTÜ
Naumann, İzmit’li bir zaptiyenin kendileri yemek yerken oruç tuttuğu için nefsine hâkimiyetini yansıtır.
Hz. Musa döneminden itibaren tarih sayfasında sürekli olarak sürgün edilen, katledilen veya köleleştirilen Yahudiler Osmanlıda kültürlerini rahatlıkla yaşayabilmiş ve Müslümanlarla eşit şartlar altında yaşamışlardır. Dinlerini değiştirme baskısı ile 1290’da İngiltere’den, 1392’de Fransa’dan ve en nihayetinde
1497’de İspanya’dan çıkarılan Yahudilere II. Bayezid döneminde Osmanlılar kucak açmışlardır. (bkz.
Temel Britannica, cilt 19, 1992: 74)
Osmanlıdaki ekonomik gücün yoğunlukta Hristiyan ve Yahudilerin elinde bulunmuş olduğu gerçeği
yanlış olmasa gerek. Batıda takip edilen ve yakılan Yahudiler Osmanlı topraklarında refah bir yaşam
sürmüştür. Özellikle Naumann, Osmanlı’da Hristiyanlığın özgürce yaşandığını ve maddi gelirin büyük
bölümünün Müslümanlardan çok Hristiyanların ve Yahudilerin ellerinde olduğunu belirtmesi oldukça
dikkat çekicidir.
“Kayseri’de Hristiyan ve Müslümanlar o denli iç içe yaşar ki, Cuma günleri Cuma namazı ve sonrası
da olsa Kayseri merkezindeki dükkânlar çalışır. Ancak bunun tam tersi Pazar günleri ise hiçbir Hristiyan çalışmaz, dükkânlar kapalıdır. Çünkü her ne kadar Türkler yoğunlukta da olsa maddi gelirin
büyük bölümü Hristiyanların elindedir” (Naumann, 1893: 214)
Yine Naumann, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında yardımlaşmada ayrımın olmadığını ve eşitliğin
söz konusu olduğunu dile getirir.
“Hacı Bektaş Veli’nin dergâhında hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar doyurulmaktadır. Sadece
Müslümanlar değil Hristiyanlarda buraya gelerek hacı olmaktadırlar”. (Naumann, 1893: 194)
Bu ifade ile dinlerin kardeşliği ve mekânın ortak paylaşımının güzelliğinden bahsedilmektedir.
Bir başka güzellik aktarımı Türk kadını imgesinde yatar.
3.4 Kadınlar
64
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Avrupa kültüründe ve Avrupalıların ilgi odaklarından biri de doğulu kadınlar olmuştur. Gerek Bin Bir
Gece Masallarından okudukları ile gerekse sarayda yaşayan kadınlar hakkında edindikleri değişik bilgilerle, kadınlar Batılının merakını cezbetmiştir. Doğu hakkında yazan Busbecq, Montagu ve Naumann
kadınların giyim tarzlarından yaşam tarzlarına kadar ayrıntılı bir şekilde yer verirler eserlerinde.
Busbecq’in anlatımına göre Türk kadınları yüksek ahlak seviyelidir. Namuslarına düşkündürler. Erkeklerin kadınlar hakkındaki davranışlarını şöyle aktarmaktadır:
“Türkler aslında odalıklardan ve cariyelerden olan çocuklarını, nikâhlı eşlerinin doğurduğu çocuklardan farklı görmezler. Onlar da aynı miras haklarına sahiptir”. (Busbecq, 2005: 31)
Busbecq, Türk erkeğinin birçok kadınla yaşadığı gerçeğini aktarırken, farklı eşlerinden olan çocukları
arasında fark gözetmediğini ve miras konusunda hepsinin eşit haklara sahip olduğunu ifade eder.
“Türkler karılarının iffetine diğer milletlerden çok daha fazla önem verirler. Bu nedenle onları eve
kapatır ve öyle saklarlar ki kadınlar neredeyse gün ışığı görmez. Eğer sokağa çıkmaları gerekirse o
derece örtülü ve kapalı gönderilirler ki, yoldan geçenlere hayalet gibi görünürler. Hiçbir yerleri erkeğin
gözlerine açık değildir. Türkler en ufak bir güzelliğe veya gençlik cazibesine sahip olan kadına, erkeklerin arzuları tahrik olmadan ve onu hayalinde lekelemeden bakabildiğine inanmazlar. İşte bu nedenle
bütün kadınlar kapalı tutulur. Kadının erkek kardeşleri onu görebilir ama kocasının erkek kardeşleri
için bu söz konusu değildir. Karısının ve cariyelerinin doğurduğu çocuklar arasında hiçbir fark gözetilmez, hepsi aynı haklara sahiptir. Cariyeler ya satın alınır ya da savaşlarda ele geçirilir. Sahiplerinin,
bıktıkları zaman onları esir pazarına gönderip satmalarına engel yoktur. Ancak çocuk doğururlarsa
hürriyetlerine kavuşurlar.” (Busbecq, 2005: 126-127)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Burada aslında hafif bir kinaye sanatı sezinlense de Türk erkeğinin eşini kapatması ve diğer erkekleri
tahrik etmemesine yönelik alınan önlem, kadına verdiği değerden çok aynı zamanda kendi şeref ve
haysiyetine bir leke gelmemesi çabası yatar. Oysa Lady Montagu, kadının bu iffetli yansımasına özünde
neredeyse cinsel özgürlüğü olarak yansıtıp farklı bir bakış açısı sunar:
“Ahlaki yapıları bizimle aynı olup Hristiyan olmadıklarından bir günahı bile bizden daha az işlememektedirler. Kadınların bizlerden daha fazla özgürlükleri vardır. Kadınlar hangi mertebeden olursa
olsun gözleri açıkta ve yüzleri kapalı ve yine başları ve bedenleri kapalı olarak dışarı çıkabilmektedirler. Giyimlerinden dolayı o denli serbesttirler ki, kim kimin karısıdır bilinmez ve eğer kadın kocasını
aldatmak ister ve sevgilisine bir Yahudi’nin dükkânında randevu dahi vermek istese yakalanmadan
istediği her şeyi yapar. Böylelikle asil ile köle arasındaki fark belli bile olmaz. İşte eğer kadının farklı
arzuları var ise bu arzularını bu yolla yerine getirebilmektedir.” (Montagu, 2006: 123)
Lady Montagu bir bayan olma avantajını kullanarak hareme ve hamama girip özellikle Osmanlı kadınlarının olağanüstü güzelliklerinden ve sonsuz hoşgörülerinden bahseder.
“Doğal olarak büyük siyah gözler, muhteşem bir ten söz konusu. İngiliz sarayında dahi bu kadar güzelliği
bir arada bulamazsın”. (Montagu, 2006: 122)
“Hamama giderken kendi seyahat kıyafetim olan ata binme tuvaletim ile hamama girdim. Yaklaşık
200 bayandan hiç kimse bizde olduğu gibi duruma veya modaya göre giyinmemiş olanlar hakkında ne
kendi aralarında konuşup gülüştüler ne de aşağılayıcı bir bakış attılar. Söyledikleri ise sadece “güzel,
pek güzel” kelimeleri idi”. (Montagu, 2006: 107)
Hamamdaki kadınların oturma düzenine ve ahlaklı davranışlarına kadar aktarır ve çıplaklığın doğallığını resmeder. Hamamın ön sıralarında ev sahibi bayanlar arka sıralarında ise köleleri oturmaktadır.
Ancak burada hiç kimse herhangi birinden bir şey saklamamakta, hiçbir uygunsuz davranış sergilenmeyerek herkes anadan doğma çırılçıplak olarak hamamda bulunmaktadır. (bkz. Montagu, 2006: 107)
65
İlker ÇÖLTÜ
Lady Montagu doğulu kadınların giyimlerine hayrandır. Çoğu zaman kendisini turban ve işlemeli kaftanlar içerisinde resmettirir.
Türk giysileri içerisinde Lady Mary Wortley Montagu (Montagu, 2006: 121)
Lady Montagu kadınların olağanüstü güzelliklerinden bahseder. “Doğal olarak büyük siyah gözler,
muhteşem bir ten söz konusu. İngiliz sarayında dahi bu kadar güzelliği bir arada bulamazsın”. (Montagu, 2006: 122).
Montagu olağanüstü güzelliği sadece doğulu kadında varmış gibi yansıtmaktadır. Çok eşlilik ve kadının
evlenmesine ve çoğalmasına yönelik Kuran’dan örnekler verir. Doğulu kadının neden evlenmesi gerektiğine dair öğrendiği dini bir bakış açısını şu şekilde mektubuna aktarır:
“Kuran’daki çoğalma buyruğuna uymak isteyen kadın büyüme ve çoğalma görevini üstlenmiştir.
Evlenmeden ölen her kadın cehennem azabındadır. Dişilerin yaradılışlarındaki temel gaye büyümek
ve çoğalmaktır. Bu bağlamda ancak çocuk doğurduğu ve onları yetiştirdiği zaman Allah’ın kendilerinden istediği görevi yerine getirmiş olmaktadırlar.” (Montagu, 2006: 161)
Oysa Hristiyanlık öğretisindeki rahibelere baktığımızda onlar Hz. İsa’ya adanmışlığın emrini uygulamaktadırlar. Montagu mektuplarının birçoğunda sanki karşısındakilerle diyaloğa geçmişçesine doğruları söylediğini belirtir. Bunun gerekçesi ise Avrupa’da daha önceden yerleşmiş ve kökleşmiş olan
olumsuz ön yargıları yıkma çabasıdır. Kendisi dahi Osmanlı’ya gelmeden önce bu ön yargılı ifadeleri
duymuş ve okumuş biri olarak Batıdaki en yakın arkadaşlarını gerçeklerle yüzleştirmek, onlara doğruları aktarmak ister.
Çok eşlilik konusunda ise, “Erkeklerin kadınları kendi çıkarları için satın aldıklarını söyleyerek belki itiraz edeceksiniz ama bunun aynısını Hristiyanlık âleminde olan şehirlerdeki erkekler aleni ve aşağılayıcı
bir şekilde de yapmaktadırlar.” (Montagu, 2006: 196)
66
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Montagu bu ifadesi ile Müslümanların dini nikâh ile birden fazla eş ile evlendiklerini, Batılıların
bunu erkeklerin cinsel ihtiyaçları olarak görüp Doğuluları aşağıladıklarını ifade etmektedir. Ancak
Montagu’nun kendi ülkesinde bu durumun kadınları para karşılığında elde etmenin daha da aşağılayıcı
olduğunu aktarır. Dolaylı olarak Batılı kadınların erkekler tarafından aldatıldığına ve Batılı erkeklerin
birçoğunun metresi olduğunu vurgular. Kadının o dönmelerde sanılanın veya savlananın aksine Batıda
çok fazla söz hakkının olmadığını sadece öyle gösterilmek istediğini de anlatır Montagu.
Naumann, kadınları ayrıntılı tasvir ederken daha çok Türk ve Türkmen ile kentli ve kasabalı olarak
kategorize eder. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Anadolu’da onlarca halk bir arada yaşamaktaydı. Bu
bağlamda özellikle Naumann’ın ifadeleri farklı azınlıkta olan kadınların yine kendilerine has giyim
tarzları ve güncel hayatlarının akışı ile ilgili tutulabilmektedir. Türkmen kadınlarının başlarının açık
gezmelerine karşın Türk kadınlarının peçenin ardında sadece gözlerinin görünmesi aynı coğrafyada
yaşayanlar arasında zaman zaman bir tezat oluşturmaktadır. Kadınlar ve yabancı erkekler arasındaki
iletişimin özellikle refah düzeyinin azaldığı ve Anadolu’nun kıyı kesimlerindeki yerleşim yerlerinden İç
Anadolu’ya gidildiği müddetçe daha da azaldığı, köy ve kasaba ortamında sokaklarda neredeyse hiçbir
kadının bulunmadığı bildirilmektedir.
“İznik ilinde ister şehir ortamında olsun ister köy ortamında olsun kadınlar siyah mantoları veya
peçeleri olmadan dışarı çıkamamaktadırlar. Hatta bu geleneksel kurallar bazen o kadar katıdır ki
kadın, erkek kardeşi ve babasının karşısına dahi peçe ve mantosu olmadan görünemez.” (Naumann,
1893: 56-57)
Özünde Hristiyan kadınlar bile örtünür. Naumann rahibelere işaret ederek örtünenlerin nedenini
dolaylı yönden de geleneksellikle bağdaştırmak ister.
“Şark bölgesinde kalan kadınlar evlerinden çıkarken bilerek en eski ve göze batmayan kıyafetlerini
giyinir, başkalarına sadece gözlerini göstermeleri istenir. Bu kıyafetler olabildiğince bol olmalı ki vücut
hatları başkaları tarafından görünmesin. En geniş ayakkabılar en geniş abalar ile yola çıkılmalıdır. Bu
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
gelenek sadece Müslümanlara ait değil onlardan daha önceleri de bu bölgelerde yaşamış olanlara da
aittir. Erkeklerin dışarıya görünmeyen eşleri, kendi evlerinde tam tersi olarak bakımlı, krem sürülmüş
ve süslenmiş olarak hizmet etmelidirler”. (Naumann, 1893: 173)
Naumann giyimi salt dine bağlı kılmak istemez. Aynı zamanda bunun daha önce yaşanmış geleneklere
de dayandığını aktarır. Kadınlar Osmanlıda kapalı dolaşabilir, fakat evlerinde eşlerine gayet süslüdürler.
Osmanlıda kadınların hepsi peçeli değildir. Peçesiz olanları da görmüştür ve onları da ayrıntılı olarak
tasvir eder.
“Ankara Elmadağ’a bağlı Akviran köyünden geçerken Türkmen kadınlarını peçesiz ve başı açık olarak
gördük. Türk köylerinde kadınların gündüz yaptıkları işleri izleme olanağımız olamamasına rağmen
Türkmen köylerinde kadınları gündelik işlerinde izleyebilmek son derece doğaldı. Türk köylerinde
kadınların sadece gözlerini açık bırakan ve bol giydikleri kıyafetlerine karşın Türkmen kadınları saçı
başı açık, pantolon ve ceket dahi giymelerinde bir sakınca yoktur”. (Naumann, 1893: 175)
Naumann bu şekilde Türk köylerindeki kadınlarla Türkmen kadınlarını karşılaştırır ve Batılıya başı açık
olan Müslüman Türk kadını imgesini tanıtır. Hatta onların ceket ve pantolon giydiklerini de belirtir.
3.5 Yemek ve İçecek
Seyyahlarımızın değindikleri diğer bir konu ise Türklerin yemek ve içecekleri ile ilgilidir. Türkler genelde ne yemekten hoşlanırlar? Gelenekselleştirdikleri veya dini açıdan günah saydıkları bir yemek var
mıdır? Yemeklerinde sade mi yoksa abartılı mıdırlar? Bu soruların cevaplarını yine her üç yazarımızdan
farklı olarak şu şekillerde alabiliriz:
Anılan her üç yazarımız olan Busbecq, Montagu ve Naumann, Türklerin neredeyse her yemekte veya
öğünde en çok keskin baharatlar, sarımsak, soğan ve acı soslu gıdalar tükettiklerini vurgularlar. Hatta buna herkesin alışması gerekir diye genel bir yorum getirirler. Türkler yemek konusunda genelde
kanaatkârdırlar. Özellikle yolculuk sırasında hafif ve sağlığa iyi gelen besinlerden yaralanmasını bilirler. Busbecq, yemek konusunda Türklerin abartıya kaçmadığını belirtirken kendi ülkesindekilerle kıyas
yapar ve onların müsrifliğinden bahseder.
“Tavşanlı ve Kütahya arasında Köprüören köyüne vardığımızda dinlenmek üzere gittiğimiz misafir
odasına varan sıradan bir köylü sorgusuz sualsiz yolluğumuzda var olan etten bir parça alarak yedi.
Bunun domuz eti olduğunu öğrenince endişe içinde yerinden fırladı sağa sola tükürdü ve bir tarantula
sokmuş gibi merdivenlerden inerek kaçıp gitti. Domuzdan bunca nefret ve tiksinti duymak Türklerin
haricinde semitik dinlerde ve hatta birçok Hristiyan’da da mevcuttur”. (Naumann, 1893: 79)
67
Bu ifadelerle Avrupa’lının müsrif ve hoşnutsuz olduğu tekrarlanmış olup yine “biz” ve “onlar” olarak
karşılaştırma yapılır. Neumann’ın gözlemlerine göre Müslümanlıkta dinen günah olarak kabul edilen domuz etini Osmanlı’da sadece Müslümanların değil, semitik dinlere mensup olanlar ile birçok
Hristiyan’ın da yemediği belirtilir.
İlker ÇÖLTÜ
“Türkler yemek konusunda o kadar sade ve yemek yeme zevkinden öyle uzak ki, ekmek, tuz, biraz
sarımsak ve soğan, bir de adına yoğurt dedikleri bir çeşit mayalanmış sütten başka bir şey istemezler. Bu
ekşitilmiş sütü buz gibi suyla sulandırıp içine ekmek doğrayarak susadıkları zaman içiyorlar (…) Türkler yolculuk sırasında ete veya sıcak yemeğe rağbet etmezler. Hoşlandıkları şeyler ekşitilmiş süt, peynir,
kuru erik, armut, şeftali, ayva, incir, kuru üzüm ve vişnedir. Bu meyveleri temiz suda kaynatıp büyük
toprak tepsilere koyarlar. Herkes bundan canının çektiğini satın alır. Meyveyi ekmeğin yanında katık
olarak yerler. Sonra da suyunu içerler. Böylece yiyecek ve içecek çok ucuza mal olur-öyle ki bizde bir
kişinin günlük yemek masrafı bir Türk’ün 12 günde harcayacağı paradan daha çoktur”. (bkz. Busbecq,
2005: 56-58)
Türklerin kendilerine yasaklanmış olan domuz gibi temiz olarak kabul etmedikleri hayvanları asla
yemediklerini aktaran Busbecq, yine Türklerin kurallara ne denli katı uyduklarının resmini çizer okura.
“Bir Türk, kurbağa, sümüklüböcek ve kaplumbağa gibi temiz kabul etmediği yiyeceği ağzına koymaktansa dilinin kesilmesine yahut dişlerinin sökülmesine razıdır”. (Busbecq, 2005: 38)
Bu da bize sadece domuz etinin değil, temiz olarak kabul edilmeyen başka hayvanlarında Türkler tarafından yenmediğini göstermektedir. Naumann sarımsağın önemli bir ticaret maddesi olduğuna değinir.
Ve neredeyse bu toprakların olmazsa olmazları arasına koyar.
“Pırasa ve soğan ormanın kenarında bulunan ve dut ve meyve bahçelerinin arasında da yetişmektedir. Konstantinopel’de ikamet eden sevimli Levantenler tarafından bile tiksindirici bulunmayan bu
sebzelerin hazzından çiftçiler, tomrukçular ve hizmetliler neden mahrum olsunlar ki. Sarımsak yine
bunun haricinde önemli bir ihraç maddesi olarak rol oynamaktadır. Sarımsak, pırasa ve soğan doğuda sevilen tatlardır. Burada gezintiye gelenlerin bir an önce bu kokulara alışmaları tavsiye edilir”.
(Naumann, 1893: 23)
Doğuda yani Osmanlıda Türklerin geleneksel içeceklerinin başında Türk kahvesi gelir. Kahve imgesi
misafire duyulan saygının göstergesidir ve o günkü dostane ziyaretin kapanış simgesi olarak kabul edilir. Çünkü lezzetli bir yemeğin ardından hoş kokular ve tütsüler içerisinde kahvedir ikram edilen.
Misafire duyulan saygıdan ötürü sunulan kahve için bizler de belki bu nedenle bir kahvenin kırk yıl
hatırı var diyebiliriz. Özellikle Montagu ve Naumann, içecekler arasında Türk kahvesini misafire olan
saygı ile eşdeğer gösterirler.
“Soslar çok acı ve et epeyce pişirilmiştir. Oldukça fazla baharat kullanılır. Yemeklerde en son ikram çorbadır. Hoş tütsü kokuları eşliğinde kahve yemeğin kapanışını belirler. Bu ise onların misafire olan aşırı
hürmetine işaret eden bir eylemdir.” (bkz. Montagu, 2006: 144)
Naumann Türklerde kahveyi yemekten sonra içmenin doğallığına işaret eder.
68
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
“Yemekten önce olduğu gibi yemekten sonra da nasıl ki Yunan ve Romalılar döneminde söz konusu ve
yörenin bir geleneği olan el yıkama gerçekleşti. Yemeği ise kahvenin takip etmesi doğal bir şeydi”. (Naumann, 1893: 77)
Yemeğin bitimini içecek olarak tamamlayan Türk kahvesi tek içecek türü olarak algılanmamalıdır.
Batıda Müslümanlık denildiği zaman alkollü içeceklerden uzak durulduğu şeklindeki ön yargı akla
gelmektedir. Müslümanların kesinlikle alkollü içki tüketmedikleri izlenimi hakimdir. Oysa Montagu
ve Naumann bu konuda sanılanın aksini aktarırlar. Lady Montagu seyahati esnasında bir müddet bir
handa ağırlanmak zorunda kalır. Burada karşılaştığı alkol tüketiminden ve tüketilen şaraptan şu şekilde
bahseder:
“Ev sahibimiz Ahmet Bey ile “ki Bey ifadesi” bizlerin “Kont” ifadesine denk gelmektedir, kadınların ayrımı veya tecridi ve bunun yanı sıra gelenek ve göreneklerimiz hakkında konuştuk. (…) Ahmet Bey ile
yapılan sohbetlerde biz Hristiyanların birçok kola ayrıldığımızı anlatmaktayım. Ona özellikle Katolik
inanışında kudas ayininde şarabın Hz. İsa’nın kanına dönüşmesi gibi dogmatik inancımız çok komik
gelmiştir. Ahmet Bey ise Müslümanlık âleminin de kendi içinde birden çok kola ayrıldığı anlatılır. Bu
esnada Ahmet Bey, Hz. Muhammed’in kanununa aykırı gelerek şarap içer: Yani bizler gibi normal şarap
içer. Neden içtiğini sorduğumda, tanrının bütün nimetlerinden faydalanmak gerektiğini, doğru dürüst
içip kimseyi rahatsız etmedikten ve kavga çıkarmadıktan sonra peygamberin de buna karşı gelmek istemeyeceğini belirtir”. (bkz. Montagu, 2006: 112-113)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Montagu ve Naumann Avrupalılarda sanılanın aksine bütün Müslümanlara yönelik şarap ve içkiden uzak durdukları şeklindeki genel yargıları eserlerinde yıkarlar ve Osmanlının birçok şehrinde ve
Doğu’da da alkol tüketiminin olduğunu, şarap ve rakı tüketildiğini, hatta bunun ne denli miktarda bile
olduğu sayısal ifadelerle ayrıntılı olarak verilir.
“Adapazarı’ndaki gar mutfağında gerçek Türk yemeklerinin yanı sıra Alafranga yiyeceklerde mevcuttur.
Her türlü azınlık ve Müslümanın bulunduğu Adapazarı’nda yaklaşık 25.000 nüfusa yılda 128.400 kilo
rakı tüketimi söz konusudur”. (Nauman, 1893: 29)
Fakat belirli şehirlerde her nedense içki tüketimi yasaklanmıştır.
“Kütahya’nın meşhur elmaları, armutları ve kirazlarının yanı sıra etrafındaki yerleşim yerlerinden gelen
afyon açısından Kütahya ana pazar görevi görür. Diğer başka şehirde (kıyı şeridi şehri) rakı ve şarap
bulunurken Kütahya’da yasaklanmıştır.” (Naumann, 1893: 99)
3.6 Misafirperverlik
Busbecq refakatçiler eşliğinde Estergon’a olan gidişini aktarır. Tahmin etmediği ve alışık olmadığı bir
süvari birliğinin kendisini karşılamaya geldiğini görünce çok şaşırır.
“Başka refakat geleceğini sanmıyordum, hâlbuki daha alçaklara indiğimizde kendimi 150 kadar süvarinin arasında buldum. Parlak boyalı kalkanları, mızrakları, değerli taşlarla süslü palaları, rengârenk
sorguçları kar beyazı sarıkları, pembe veya mavimsi yeşil kıyafetleri, muhteşem atları ve koşum takımlarıyla gözlerimin alışık olmadığı pek hoş bir manzara karşısındaydım. Subayları yaklaşarak beni
hürmetle selamladılar, sağ salim gelmiş olmamdan memnuniyet duyduklarını söyleyip yolculuğum iyi
geçti mi, diye sordular. Ben de gerektiği şekilde cevap verdim. Böylece onların refakatinde Estergon’a
vardım. Bu ise Türklerin misafirlerine, daha doğrusu kendilerine emanet edilene gösterdikleri titizlik
ve hassasiyetin bir diğer göstergesidir”. (Busbecq, 2005: 8-9)
Busbecq, Osmanlı askerinin yabancı bir misafir olarak kendisini karşılamaya gelmelerinden çok etkilenir. Aynı yaşantılanımı Montagu’da da görmekteyiz. Elçi ailesi olarak kalabalık bir Türk eskortu tarafından karşılanırlar. Alexander Pope adlı arkadaşına yazmış olduğu 12 Şubat 1717 tarihli mektubunda
Türk eskortları olan cesur yeniçerilerden serasker –ki bunun karşılığına general der- ifadesini aktarırken haksız yere öldürülmüş olan bir paşanın halkın dilinde onurlu mücadelesini anlatır Montagu.
“Paşa, Edirne’den gelecek haberi beklerken bu haberin bir ay süreceği kanaatine varılarak buradaki en
güzel eve yerleştirilmemiz ve korunmamız için yeniçerilerin görevlendirilmesi misafirperverliğin bir
başka boyutu olarak karşımıza çıktı”. (bkz. Montagu, 2006: 101)
“Ahmet bu tanışmadan kısa süre sonra ayrılırken bizi bir “Çorba” içmeye davet etti. Gerçi akşam
yemeği çorba ile başladı ama devamı da geldi. Tarhana çorbası, tavada taze soğan ile pişmiş yumurta,
peynirli börek, yumurtalı ıspanak, makarna ve yoğurt. Ertesi sabah yola çıkılmadan önce ise bize yolluk olarak bir koyun verdi”. (Naumann, 1893: 76-77)
Nauman yine Kapadokya’ya doğru yol alırken Sofular adlı bir yerleşim yerinden geçer ve yine Türkler
ile Türkmenler arasında karşılaştırma yapar.
69
Naumann Bursa’dan Kırmasti ve Sultan Çayır’a vardıklarında ovanın ağası olan Ahmet Derebeyzade
ile tanışılır. Söz konusu zengin Türk aile buralara gelen her yabancıyı barındırmak ile görevlendirmiştir
kendini.
İlker ÇÖLTÜ
Naumann ise bir ağa tarafından ağırlanır, yola çıkacakları zaman yolluk olarak kendilerine bir koyun
verilir.
“Türkmenler evlerinde Türklerden daha çok düzene, daha çok sanat anlayışına, daha fazla çalışkanlık ve
azme sahiptirler. Yine kıyafetleri çok daha temiz ve son derece misafirperverdirler”. (Naumann, 1893: 189)
Naumann’ın Türkler hakkında neden böyle düşündüğünü pek öğrenemeyiz. Kendisi sadece yapmış
olduğu gözlemleri aktarır bizlere.
3.7 Bedensel Temizlik
Türklerin bedensel temizliğine dikkat ettiği özellikle de din ile bağdaştırılması Luther’in vaazlarında
dahi geçmektedir. Günde 5 kez abdest almanın vücudu temiz tutmanın bir örneği olarak gösterilen
meziyetlerdendir. Türklerin vücut temizliğinde önemli rol oynayan hamamlar her üç yazar tarafından
ayrıntılı anlatır. Busbecq 16. yüzyılda bile Türklerin ne denli temiz olduklarından övgü ile bahseder.
“Evlerinde kendilerinin ve kadınlarının kullandığı hamamlar vardır. Yoksul tabaka umumi hamamlara gider. Türkler vücut pisliğinden suçmuş gibi tiksinirler ve bunu ruhun kirliliğinden daha kötü
addettikleri için sık sık abdest alırlar. Kadınların çoğu kendilerine mahsus çarşı hamamlarına gittiğinden, hürriyetini elde etmiş olanlarla köleler oralarda toplaşır ”. (Busbecq, 2005:128)
Montagu hamamdan çok her evin içerisindeki banyolara gösterilen özene dikkati çeker.
“Her evin bir banyosu vardır. Bu banyo ise iki veya üç küçük odacıktan ibaret olup tavanı kurşun dökümdür. Zemini ise mermerdendir. Hem sıcak hem de soğuk banyolar mevcuttur. Havuzlar ve musluklarla
donanmış olan bu banyolar evinizin rahatlığını aratmazlar”. (Montagu, 2006: 139)
Elbette anılan yüzyıllarda birçok kaynaktan da edindiğimiz bilgiye göre Batılıda temizlik ve hijyen pek
yaygın değildi. Temizlik konusunda ise Batılının Doğulu hakkında edindiği bu bilgiler çok merak uyandırmıştır. Bu mektuplarda ve anı yazısında ise mekânlar çok güçlü tasvir edilmiştir.
3.8 Mekân
70
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Bu seyahatnameler ve mektuplarda yerlerin, mekânların şehirlerin tasviri son derece güçlüdür. Örneğin
Busbecq tıpkı bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmış gibi Osmanlıda yaşadığı mekanlar hakkında ayrıntılı bilgi verir. “Busbecq evlerin son derece sadeliğinden bahsederken halkın görkeme düşkün
olmadığını ve israfı sevmediğini aktarır”. (Busbecq, 2005: 13)
Gerek Busbecq gerekse Montagu anlattıklarına inanılmasını isterler. “Anlattıklarıma inanmayacaksınız
ama hepsi gerçek” (Busbecq, 2005: 49) gibi bir söylem ile sık sık karşılaşırız
Binaların temizliği, yapıların görkemliliği ve özellikle İstanbul’daki kapalı çarşının düzeni konusunda
yazmış olduğu mektuplarında batılının olumsuz önyargılarının kendilerine yalan haber ileten Yunanlılardan kaynaklandığını belirtir Montagu. (Montagu, 2006: 195-197)
Naumann ise, güçlü biçem kullanımı ve betimleyici anlatımıyla Galata kulesinden İstanbul’un görünümünü şöyle aktarır:
“İstanbul’un sırtını örterek kaplayan evlerden oluşan renkli örtüde donuk koyu kahverengi hüküm
sürerek kırmızı ve açık sarı lekeleri kesintiye uğratmaktadır. Eski sarayın yeşil tepesi büyüleyici bir
güzellikte olup, açık yeşil ağaç tepeleri ile kokan büyük bir bahçe ve koyu servilerin ortasında sivri bir
kulenin taşmakta olduğu beyaz çatılar ve kubbeler görülmektedir. Şehir görüntüsünü çepeçevre yeşil
taklar süslemiş, denizin kenarında ise çalılar ve ağaçlar dikilmiştir. Mağrur servilerin yanında fıstık
çamları, çınarlar, kestaneler, fındık ve incir ağaçları bölgenin cazibesini arttırmaktadır. Bunların yanı
sıra zakkum, mersingiller, defne, yasemin, izole edilmiş narenciye, şeftali, kaysı, badem ve erik ağaçları
bulunmaktadır. Eski duvarlar ve ağaç gövdelerine ise duvar sarmaşığı ve hanımeli gibi bitkiler tırmanmaktadır”. (Naumann, 1893: 6)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Batıdaki Anadolu şehirlerinin tamamında evlerin yapısı ise şu şekildedir:
“Evlerin çoğu topraktan ve samandan yapılmıştır. Hatta birçok ev iki katlı olup ikinci katında oturulmakta alt katında ise kiler, atlar için ahır, banyo ve gerçek Anadolu Türklerinin evinde önemli bir rol oynayan
çadır bulunmaktadır”. (Naumann, 1893: 54)
4. Çok Dillilik ve Çok Kültürlülük
İstanbul’daki çok dillilik ve çok kültürlülüğe değinen Montagu bu dönem içerisinde onlarca azınlık
mensubu insanın burada yaşamakta ve geçinmekte olduğunu da aktarır. Dolayısıyla bunların her birisi
ile ayrı ayrı da olsa iletişim kurması gerektiğini ifade eder. Her ne kadar iletişimleri zayıf da olsa yine
de ev halkı içerisinde belirli bir “kültürler arası” atmosfer hüküm sürmektedir. Bu atmosfer içerisinde
Montagu açısından olumlu olan birçok Türk kelimeyi öğrenmiş olması, olumsuz olan ise neredeyse
anadilini unutmasıdır.
“İstanbul’da ve özellikle Pera’da bulunduğum sürede Türkçe, Yunanca, Ermenice, Arapça, Farsça,
Rusça, Slovakça, Almanca, Felemenkçe, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Hırvatça dillerinin konuşulduğu ve bunun daha kötüsünün ise bu dillerin en az 10 tanesi benim mahiyetimdeki hizmetliler
tarafından kullanılmalarıdır. At seyislerim Arap, hizmetliler Fransız, İngiliz ve alman, dadı Ermeni,
ev işlerine bakan temizlikçi kızlar Rus, kâhya İtalyan ve en nihayetinde yeni çerilerim ise Türk’tür.
Bunca dil karmaşasında tek bir dil tam manasıyla konuşulamamakta, beş veya altı dilden aşağı dil
bilen çocuklara ise rastlanamamaktadır. Hatta üç veya dört yaşına gelmiş küçük çocukların İtalyanca, Fransızca, yunanca, Türkçe ve Rusçayı çok rahat konuştukları görülmektedir. Ben ise yaklaşık bir
yıldan beri burada neredeyse anadilimi unutmak üzereyim”. (Montagu, 2005:188)
Naumann tıpkı Montagu’nun İstanbul’u anlatımında da olduğu gibi burada yaşayan farklı azınlıklara
değinmiştir. Halkların bu denli karışımını yine şöyle aktarır:
“Avrupa’nın ve ön Asya’nın her yerinden, hatta kuzey Afrika’dan bile insanlar farklı yapıda, giyimde
ve gelenekte olmak üzere bu şehre gelmelerinden dolayı fiili olarak ismin verilmesini hak etmektedir.
Nüfusun ana yapısını Türkler, Yunanlılar ve Ermeniler oluşturmaktadır. Bunları ise Bulgarlar, eski
Venedikli ve Cenevizlilerin son nesli olan ve Perot olarak adlandırılan İspanyol Yahudileri, Arnavutlar, Yugoslav, Karadağlılar, Hırvatlar, Ulahlar, Sırplar, Çingeneler, Dürziler, Kürtler, Çerkezler,
İranlılar, Gürcüler, Araplar, Sudanlılar ve diğer başka sayısız ırkların temsilcileri takip etmektedir”.
(Naumann, 1893: 12)
71
İlker ÇÖLTÜ
Naumann’da Busbecq ve Montagu gibi resmeder birçok aktardığı güzellikleri. Fakat elbette onun avantajı kendi döneminde kullanılan fotoğraf makinesi ile çekimler yapabilmiş olmasıdır. Aşağıdaki resim
tüm eserinde olduğu gibi gotik yazıyla belirtilmiş olan Sultan Ahmet Cami’sinden bir görüntüdür.
Sultan Ahmet Camii (Naumann, 1893: 6)
Busbecq, Montagu ve Naumann Doğu olarak eserlerinde Osmanlıyı ve çoğu yerde Türklerin yaşantısını, kültürlerini gözlemleri doğrultusunda önyargıdan uzak aktarmışlardır. Bu bağlamda Türklerin de
Batılıya bakış açısı söz konusu olmuştur. Türklerin Batılıyı ve Batıyı gezi yazılarında nasıl değerlendirdiklerine yönelik çalışmalarını Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin ve Ahmed Haşim’in eserlerinde
irdeleyeceğiz.
72
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
5. Doğulu Yazarların Batı Hakkındaki Ortak Gözlemleri
Doğunun Batıya yönelmesi Batının Doğuya olduğundan bir hayli geç gerçekleşir. Elbette burada Evliya
Çelebi’nin seyahatnamesi unutulmamalıdır. Fakat gerek şarkı, şiir gerek yazı, vaaz veya seyahatname
gibi yazınsal araçları “Öteki” ni tanıtma açısından sayısal oranla ölçmemiz gerektiğinde Osmanlının
veya Türkün Batıya yönelik izlenimleri ve aktarımı daha çok 19. ve 20. Yy.da ivme kazanır.
“Osmanlılara modern Almanya’yı geniş olarak tanıtan seyahatnameler çoğunlukla 1910’lu yıllarda
kaleme alınmıştır. XIX. yüzyılın sonlarında da bazı Almanya seyahatleri bulunmakla birlikte Almanların asıl tanınması XX. yüzyılın başlarından itibaren gerçekleşmiştir. Buna karşılık, bu tarihlerde
yapılan seyahatlerde, öncekilere göre nesnel sayamayacağımız bir bakış açısının varlığını tespit etmek
zor değildir. Çünkü özellikle 1890’lardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu ile Alman İmparatorluğu
arasındaki yakınlık giderek artmış, 26 Ağustos 1890’da imzalanan ticaret anlaşmasıyla bu yakınlık belli bir alanda resmiyet kazanmıştır. Daha sonraki gelişmeler Almanların Osmanlı İmparatorluğu’nun
askeri ve idari alanlardaki ıslahatında etkili olması sonucunu doğurmuş, XX. yüzyılın başlarında iki
imparatorluk arasındaki yakınlık kesin bir belirginlik göstermiştir. Bunların ve bunlara bağlı çeşitli
gelişmelerin sonucu olarak tabir caizse “Alman hayranlığı” devlet katında bile kendini göstermiş ve bu
durum Almanya’ya yapılan seyahatlerin sayısında gözle görülür bir artışa yol açmıştır. Seyyahların
bakış açısındaki “hayranlık” payı da inkâr edilemez boyutlardadır. I. Dünya Savaşı’nda Almanlarla kurduğumuz ittifak ise, seyyahların Alman halkını hakiki bir dost ve mükemmel insanlar olarak
değerlendirmelerine yol açar.” (Asiltürk, 2000: 393)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
20. Yy.da Osmanlı Almanya ilişkilerinin özellikle tren hattı çalışmaları, I. Dünya Savaşı ve Hitler zulmünden Türkiye’ye kaçan Alman bilim insanları, yani gerçekleşen beyin göçü kanımızca yazar, şair,
seyyah ve elçilerin Avrupa’ya olan ilgisini arttırmış ve izlenimlerini ayrıntılı bir şekilde yazıya almalarını
sağlamıştır. Batılı yazarlarda izlediğimiz tarihsel açıdan kronolojik sıralamaya sadık kalarak yaptığımız
seçkiyi Türk yazarlarımıza da uygulamak isteriz.
5.1. Doğulu Yazarlar
5.1.1 Halid Ziya UŞAKLIGİL
1866-1945 arası yaşamış olan Halid Ziya Uşaklıgil Servet-i Fünun ve Cumhuriyet dönemi Türk yazarıdır. Servet-i Fünun edebiyatının en büyük nesir ustası kabul edilir. İlk büyük Türk romanı olarak kabul
görmüş olan Aşk-ı Memnu’nun yazarıdır. Siyasal görevlerle Almanya ve Romanya’da bulunan Halid
Ziya Uşaklıgil yabancı dil eğitimini Fransızca üzerinde tamamlamıştır. (bkz. Temel Britannica, cilt 18,
1992: 224 )
“Halid Ziya Almanya ve Avusturya’da Alman kültürü hakkındaki izlenimlerini 1915’te “Almanya Mektupları” adlı eserinde aktarır. Yazarımız gezi notlarında Almanya’da 48 şehir dolaşır ve yolculuğu esnasında Almanya’nın büyükşehirlerinin yanı sıra Passau, Regensburg ve Nürnberg’e geçer”. (Asiltürk,
2000: 101)
Ağdalı bir dil ile yazmış olduğu eserinde Busbecq, Montagu ve Naumann’ın aksine tanıtıcı bire resim
dahi bulunmaz.
5.1.2 Cenap ŞAHABETTİN
1870-1934 yılları arasında yaşayan Cenap Şahabettin Servet-i Fünun döneminde eserler vermiş olan
bir yazardır. İlk ve ortaokul yıllarından sonra meslek olarak askeri tıbbiyeden hekim yüzbaşı olarak
mezun olmuştur. Yayınlamış olduğu eserinde Avrupa’da gezip gördüğü ülkeleri doğulu bir sanatçı gözü
ile değerlendirir. Dolaylı olarak da doğu ve Batıyı karşılaştırmaktadır. Seyahatini gerçekleştirmiş olduğu Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlının ne denli sorunlu günler geçirdiği bilinci ile de yapmış
olduğu karşılaştırmada Avrupa’nın ne kadar çok hayranlık uyandırdığını belirtir. Tıpkı Dr. Edmund
Naumann gibi ayrıntılı ve betimleyici bir anlatımı vardır.
Özellikle Türk yazarlardan Ahmet Haşim anlaşılır bir dil kullanır ve gezip gözlemledikleri yerleri,
mekânları, toplumları yansız ve arı bir şekilde anlatmaktadır. Dönemin okuru tarafından okunmuş
olan bu eserler batı edebiyatını, kültürünü özellikle yazarların ortaya koydukları olumlu batı imgeleri
ile hafızalarında yer etmiş olduklarına inanmaktayız. Olumlu imgeler her daim kültürlerin ve ulusların karşılıklı olarak birbirlerine dostluk köprüsünü kurmaya, birbirlerini anlamaya çalışmada güçlü bir
etken olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Çünkü imgeler: “Duyuların bilinçteki izleri” ve “nesnel gerçekliğin insan zihnindeki yansımalarıdır” (Gültekin, 2003: 360)
Şiir ustası olan Ahmed Haşim yazılarını yine süslü bir dil ile aktarır (bkz. Thema Larousse, cilt 6, 1993: 69)
6. Uşaklıgil, Şahabettin ve Haşim’de Olumlu Batı Gözlemleri
İlker ÇÖLTÜ
5.1.3 Ahmed HAŞİM
“Halid Ziya Almanya’da 48 şehir dolaşır. Hiç sıkıntı çekmez, yolların düzgünlüğü sayesinde her yere
kolay seyahat ettiğinden bahseder. Her yerde bir ahenk vardır. İnsanlar sürekli çalışkan ve işlerinin
başındadır. Ara vermeden bilimle uğraşırlar”. (Asiltürk, 2000: 101)
73
6.1 Mekân ve Şehirler
Halid Ziya yolculuğu esnasında Almanya’nın büyükşehirlerinin yanı sıra Passau, Regensburg ve
Nürnberg’e geçer. Özellikle Regensburg hububat ticareti açısından zengin bir mekândır. Sessizlik ve
sükûnet, geniş caddeler, tarihten izlenimler, eski ve yeni hayatın iç içe geçen yapısı, antika eserlerin
sergilendiği müzeler dikkatini çeker.
“Nürnberg Almanya’nın büyük şehirleri içinde eskiliklerini muhafaza edenlerin birincilerindendir, bu
itibar ile müntesibin-i sanat ve tarihten olan seyyahın için bir cazibe-i mahsusaya maliktir”. (Asiltürk,
2000: 114)
Halid Ziya Avrupa ülkeleri arasında karşılaştırma yapar ve ona göre İngiltere, İspanya ve İtalya gibi
şehirlerde bakımsızlık söz konusu iken Almanya’da eski şehir bakımlı şehir demektir.
Cenap Şahabettin’in “Avrupa Mektupları” adlı eserinde Sofya’da binaları ve özellikle “Aleksander Nefski” kilisesini betimlerken bu kilisenin görkemini Kremlin Sarayı’ndan koparılmış bir parçaya ve dış
görüşünü mermerden bir Moskof pastasına benzetir. Burada da her şey bir uyum ve bütünlük içerisindedir. (bkz. Şahabettin, 1996: 1-3)
Ahmet Haşim böbrek rahatsızlığının tedavisi için Almanya Frankfurt’a gider. Bu vesileyle görmüş
olduklarını Frankfurt Seyahatnamesi adı altında 1932 de kaleme alır. O da öncelikle Almanya’ya ulaşmadan Bulgar kırlarını ve Bulgar istasyonlarında gördüğü manzara sonucunda çevreyi Cenap Şahabettin kadar olumlu görmez ve anlatılan Bulgar uygarlığının istasyonlarda olmadığını savlar. Oysa
Macaristan ve Avusturya’dan başlayarak birden her şey kendisine değişmiş görünür. Demir yolun iki
tarafındaki tarlalar, değerli atlaslar gibi temizlenmiş, ayıklanmış, taranmış, ekilmiş ve ayrı renklerle yan
yana ta ufuklara kadar uzanıyordu. Belli idi ki büsbütün başka güçlerle donatılmış bir insanın yaşadığı
bir âleme girmiştik. (bkz. Haşim, 2007: 103)
Bu bağlamda Bulgaristan’ın tren istasyonlarını Avrupa topraklarına yabancılaşmış gibi görür ve betimler. Macaristan ve Avusturya’nın düzeni toprağın kullanımında dahi kendini göstermektedir.
74
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Haşim’de tıpkı Halid Ziya gibi Passau’u ziyaret eder ve Türklerde “Alman imgesini” çevresi ve insanı
temiz ve düzenli olarak belirtir.
“Ahmet Haşim Passau’a doğru yol aldığında dışarıda büyük bir istasyonun mimarisi, geniş rıhtımlar,
havada elektrik saatlerinin ışıklı işaretlerini, yön gösteren okları, birtakım iri harfleri, Spor, dağ ve göl
ilanlarını, temiz tabaklar içinde elma, armut, üzüm satan ve sattıkları meyveler kadar pembe, sıhhatli,
tertemiz giyinmiş çocuklar ve kızları betimlerken her tarafta düzene ve temizliğe dikkat çeker”. (bkz.
Haşim, 2007: 104)
Bulgarların bize benzemediklerini, çok çalışkan, düzenli ve itaati sevdiklerini gösterişe asla önem vermediklerini, fedakâr oldukları, kar ve kazancı çok sevdiklerini ve kazanma aşığı olduklarını belirtir.
Alman kültürü ve imgesi ile özdeşleşmiş olan Alman dakikliğini şu sözlerle aktarır Ahmet Haşim;
“Passau’a kırk dakika gecikerek gelen trenimiz kaybettiği zamanı, Alman hatları üzerinde de saklayamayacağından, o istasyondan sonra gecenin karanlıklarına bir yıldırım çılgınlığıyla saldırmaya başladı”.
(Haşim, 2007: 104)
Verilen sözün zamanında tutulması önemlidir ve trenin varacağı yere zamanında varabilmesi için
Haşim’in usta betimlemesiyle bir yıldırıma benzetilir.
Halid Ziya’nın Avrupa’daki ülkeler arası güzelliklerin karşılaştırımını Cenap Şahabettin şehirlere indirgeyerek birinciliği Berlin’e verir. Cenap Şahabettin Berlin kentinden bahsederken mükemmelliği ve
temizliğini en mübalağalı şeklinde aktarır. Berlin’de yaşam ulaştırma araçları, aydınlatma araçları, pos-
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ta, belediye, zabıta düzeni ve her türlü yaşama kolaylığı bakımından bütün şehirlere üstündür. Hatta
daha da öteye giderek eserinde bir Fransız yazarın olumsuz imgelerle dolu karşılaştırımına değinir:
“Şehir temizliği Berlin ile karşılaştırılınca, Paris bir ahır, Londra bir lağım, New York bir domuz
yuvasıdır!...”der. (Şahabettin, 1996: 51)
Duyguları o kadar yoğundur ki Berlin’de gördüğü düzen, güzellik ve mükemmellik karşısında adeta
sarhoş olur. Çünkü Berlin diğer Avrupa şehirleri gibi tıpkıbasım mimariye sahip değildir. Berlin’de
tekdüze yapılandırma yoktur.
“Çoğunlukla büyük Avrupa şehirlerinin ilk etkisi daima çekicidir. Bir sokaktan ötekine geçerken bir
mükemmellikten diğerine geçtiğinizi sanırsınız!(...) Burada hemen hemen hiçbir şeyi hatırlamadan
ve hiçbir şey hayal etmeden sadece gözlemlerinizin ortasında kalıyorsunuz (...) Benim büyük Avrupa
sokaklarında sevmediğim hal o inatçı bir tekdüzeliktir. Özellikle Paris’te aynı biçimde evler, evlerin
yanında dizilmekte o kadar ısrar ederler ki pinti değişik manzaraların verdiği usançla esneyeceğiniz
gelir; bir caddeye bakarken geçit resmine hazırlanmış bir taburu hatırlarsınız. Berlin’de bu aşırı üslup
yoktur… ve bir bina ötekinin belki kardeşi, fakat eşi değil.” (Şahabettin, 1996: 52)
Bir diğer muhteşem şehir Viyana’dır. Viyana’yı Halid Ziya Almanya Mektupları’nda insan hafızasında
unutulmaz hatıralar diyarı olarak gösterir. Unutulmazdır çünkü bu şehirde büyük gazinolar, oteller,
lokantaların yanı sıra halkın cana yakınlığı şehrin mükemmeliyetini bütünleştirir. Yine Viyana’da sanat
adeta doruk noktasındadır, çünkü Beethoven, Mozart, Haydn gibi büyük besteciler şehir yaşantısına
dinamizm katmışlardır. Bu görkemli dinamizmin bütünlüğünün aktarımı ulaşımın zenginliği ile bağdaştırmak isteriz. Halid Ziya bu eserinde tren yollarının Almanya’yı bir ağ gibi sardığını ve en ücra
köşelere ulaştığını Almanya Demiryolları sisteminin üstün bir seviyede olduğunu aktarır.
(…) “Öyle zannediyorum ki demiryolu inşaat-ı cedidesi Almanya’da kapanmış bir fasıldır. Yarılmamış
orman, üstünden atlanmamış uçurum, geçilmemiş nehir, tırmanılmamış dağ kalmamış…” (Asiltürk,
2000: 238)
Tren yolu medeniyetin göstergesidir Ziya’ya göre. Dolayısıyla ulaşımın olduğu yerde özgürlük vardır.
6.2 Kadınlar
Halid Ziya “Almanya Mektuplarında” kadınların giyimlerinin uyumsuzluğu ve göz zevkinden uzak
görünümünü aktarır. Oysa Cenap Şahabettin’e göre de özellikle Viyana’daki kadınlar çok güzeldir.
“Caddelerin sağında ve solunda tıpkı ikinci Frederik’in ünlü piyadeleri gibi sert, bir sırada dizilmiş ve
kurumlu cepheleri baştan başa ticari altın yazılarla kaplanmış granit renginde yaşam kaynağı koca
binalar…Bunların bana verdiği göz zevkinden burada ayrıca söz etmeyeceğim . Yalnız pencereler
üzerinde duracağım: Arkalarında kış fidanlarının kırmızı çiçekleri ve iri yeşil yapraklarının tembel
tembel dinlendiği, silinmiş büyük kristal camlı, bembeyaz tül perdeli mutlu Frankfurt pencereleri!
Hastane, kışla, köşk, mağaza ve okul pencereleri burada hep Alman kadınlarının eliyle, ruhu aynı gizli
hayallerle süslendirilmiştir”. (Haşim, 2007: 111)
75
Ahmet Haşim “Frankfurt Seyahatnamesinde Frankfurt bina pencerelerinin Alman kadınlarının elinin
estetiği ile düzenlendiğini aktarır.
İlker ÇÖLTÜ
“Viyana’nın büyük caddelerinde rast geleceğiniz kadınlar ve erkekler size sık sık muhterem şairemiz
Nigar Hanımefendi’nin sözlerini hatırlatır: Yarabbi, bu şehirde hiç mi çirkin yok? Hele kadınlar, hemen
hepsi seher gibi pembe ve masumluk kadar beyazdır.” (Şahabettin, 1996: 108) Bu bağlamda kadın şairimizin de Viyana’ya seyahat etmiş olduğunu vurgular.
Bu binalar estetiktir, göz zevkine göre hitap eder. Camlar temizdir. Bembeyaz kavramı ile yine temizliğe
değinir yazar. İnsanlar evlerinde bu düzen ve temizliğe göre mutlu olmalıdır.
Macaristan’a girerken tarlalarda çalışarak askere yiyecek yetiştiren kadınları takdirle seyreden Cenap
Şahabettin Almanya ve Avusturya’daki kadınların çoğunu şişman, fazla güzel olmayan ama neredeyse
erkekler kadar sigara tiryakiliğinde yarışanlar olarak tarif etmektedir. (Asiltürk, 2000:438)
6.3 Eğitim, Öğretim ve Disiplin
Türk seyyahların anılan yüzyıllarda Almanları neredeyse üstün ırk olarak nitelendirmelerinin başlıca
nedenlerinden biri eğitime, çalışkanlığa ve disipline verdikleri önemde yatar. Tertip ve düzenlerinin
kendini şehirlerin yanı sıra köylerde dahi göstermesi, binaların düzenli ve görkemliliği gibi unsurların hepsi yazarlara göre çalışkan Alman zihninin ve ellerinin sayesinde olmuştur. Bu bağlamda bütün
yazarlarımızda Almanların çalışkanlığı ve disiplinli olmaları ile zamana bağlılıkları açısından olumlu bir
ön yargıyı beslemişlerdir.
Halid Ziya’nın “Almanya Mektuplarında” Almanya’da eğitim ve öğretime verilen önem herkesin hangi
konumda olursa olsun, kendi iş alanında eğitim almış olma şartının olduğunu; Münih’teki “Deutsches
Museum” (Alman Müzesi) gezisinde gördükleri karşısında hayranlığını ayrıntılı olarak aktarır.
76
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
Yine okullar kendisini en derinden etkileyen kurumlardır. Çünkü Halid Ziya Uşaklıgil’e göre okullar
kusursuz bir yapıdadır. İstanbul’daki okullarla karşılaştırır buradakileri.
“Halid Ziya’ya göre bir memleketin kudret ve marifetini en iyi gösteren yerler mekteplerdir. Almanya’daki diğer okulları gezerken okulların mükemmeliyeti karşısında kıskançlık duyar. Tozdan, çamurdan, rahatsız edici kokulardan, çirkin görüntülerden uzak Alman okulları onda ister istemez bir mukayese fikri uyandırır. İstanbul’un basık tavanlı, dar ve dolaşık merdivenli, kambur duvarlı, neredeyse birer
harabe halindeki okullarını düşününce hem üzülür hem de Alman okullarını kıskanır. İstanbul’daki
okullarda öğrencilerin kıyafetleri fakirliğin bir numunesi gibi görünürken Alman okullarında öğrenciler tertemiz, pırıl pırıl giysileriyle dikkat çeker. Öğrenciler hem okulda hem de sokakta çok dikkatli, terbiyelidirler. Bedenlerinden olduğu gibi ruhlarından da sağlık fışkırır sanki. Öğretmenlerin öğrencilere
davranışları haşin olmayıp, şefkatlidir: “ Buralarda vazıhan müşahede olunan, asırların arasından tasfi
ve tekmil ederek gelmiş bir hür memleket çocuk ruhudur, (…) bunun üzerinde terbiyenin demirden
kuşağı vardır. (…) Bilir ki ancak bu kuyud ile bir mukayyed hürriyet onu tam manasıyla hür bir insan
yapacaktır.” (bkz. Asiltürk, 2000: 488)
Halid Ziya duygularını net olarak ifade eder. Kendi ülkesi ile karşılaştırır. Avrupa’daki bu düzenin
doğuda yani Osmanlı’da olmaması onu hem kızdırır hem de kıskandırır ve de buna çok üzülür.
Cenap Şahabettin’in “Avrupa Mektuplarında” sanatın kökeni ilim olarak aktarılır.
“Sanayiyi geliştirmek için öncelikle halkı aydınlatarak adeta tarlaya tohum serpilir gibi memleketin her
tarafına okullar serpildi; ilköğretim zorunlu hale getirildi. Şimdi Almanya’da hiçbir çocuğun okulsuz kalmaması için her türlü tedbir alınmıştır. Bu tedbirler sonucu Almanya’da cahillik tamamıyla ortadan
kaldırıldı, denilebilir ki okuma yazma bilmeyen orada bir ucube gibi sayılıyor”. (Şahabettin, 1996: 78)
Şahabettin Almanların çalışma azmini en üst noktaya ulaştırır ve bunu beden ziyafeti ve kutsal bir görev
olarak aktarır.
“Almanlar doğadan “Düşün ve Çalış” fermanını almışlar ve memnunlukla düşünüyor ve memnunlukla çalışıyorlar. Onlarca fikir ziyareti çalışmak, beden ziyafeti çalışmaktır. Almanya’da takvim her gün aynı bayramı ilan eder. ÇALIŞMA BAYRAMI!..bütün millet çalışmayı güzel ve kutsal bir görev tanıyor. Almanya’da
hukuk bakımından herkes özgür, fakat görev itibarı ile her kişi bir zenci gibi esirdir”. (Şahabettin, 1996: 49)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Yine Cenap Şahabettin’e göre eski Cermen çiftçileri azimli bir çalışma sonrası memleketin manzarasını
değiştirmiş ve böylelikle askerlik medeniyetine koşut olarak sanayi medeniyetini geliştirmiştir. (bkz.
Şahabettin, 1996: 78)
Yazar askeri düzeni, disiplini, sanayi ile de bağdaştırıp medeniyetin yansıması olarak gösterir. Düzen
ve ilim Avrupa’daki Cermen halklarının her birinde vardır. Gözlem ve düşüncelerini belirli bir ırka
indirger ve Cermen hayranlığı en üst düzeye çıkar.
6.4 Düzen, İtaat ve Doğruluk
Türk seyyahlar Almanların daha çok tren yolları, şehirlerin düzeni ve temizliği, dakiklik doğuya oranla
daha çok dürüst olduklarını ve yalandan uzak olduklarını yansıtmaya çalışırlar. Hastaneler bile tertemiz
ilaç kokusundan uzak ve düzenlidir. Bu düzen mezarlarında bile söz konusudur. Okulları çirkin görüntüden uzaktır.
“Ulaşımın en yoğun olduğu saatlerde bile hiçbir tarafta sessizlikten ve düzenden başka bir hal görülmüyor. Çünkü aslında Alman düzene saygılıdır. Bir şeyi yasak, denildi mi, o yasağın dışında davranmak hiç
kimsenin hayalinden geçmez”. ( Şahabettin, 1996: 63)
Ahmet Haşim yalan söylemenin genelde doğululara has bir davranış olduğunu belirtmektedir.
Hastanede tedavi gören Ahmet Haşim kendisine ve diğer hastalara her gün usanmadan güler yüzle hizmet eden hemşireye ciddiye alacağını tahmin etmediği bir şaka yalanı söyleyerek şunu aktarır:
“-Seni İstanbul’a götürelim mi dedim. Tabi benim için buna olanak yoktu. Bu yalnızca bir incelik yalanı
idi. Kız yanıt vermedi. On gün geçti. Bir akşam ben çağırmadan odama geldi. Yüzü sevinç ışıkları içindeydi. Önerinizi mektupla ana babama bildirmiştim. Şimdi yanıt aldım. İstanbul’a gitmem için izin
veriyorlar. Donakaldım! ( Haşim, 2007: 121-122)
Tarih içerisinde söz konusu olan bu ön yargıları yıkmaya çalışan bireyler böylelikle kendi öz kültürlerine de bir ayna tutmuş ve buradaki yansımalarının izlenimlerini göstermek istemişlerdir. Yine bu
bireyler korku ve nefretin hâkim olduğu karşılaşmalardan doğan düşmanlıkların nedenine ve gereksizliğine vurgu yapmışlardır. Anılan bu nedenlerin aktarım ustaları olarak betimlemek istediğimiz üç Batılı (oryantalist) ve üç Doğulu yazar ve seyyahlar bu misyonu üstlenenler arasındadır. 16. Yy.da Fransız
elçi Ogier Ghislain de Busbecq, 17. Yy.da İngiliz elçinin eşi Lady Mary Wortley Montagu ve 20. Yy.da
Alman Dr. Edmund Naumann’ın yazıları bilmeyenlere bilinmesi gerekeni aktarır. Özellikle üç farklı
77
Doğu ve Batı arasındaki kültürlerarası karşılaştırmalar yüzlerce yıl geriye dayanır. Gerek savaşçıl gerekse ticari nedenlerle olsun kültürünü temsil eden grup “Biz”, diğeri “Öteki” olmuştur. “Biz” bilinendir
“Öteki “ bilinmeyen, “Biz” olumlanan “Öteki “ olumsuzlaştırılan. Bu olumsuzlaştırmaya bağlı olarak
yüzyıllar içerisinde özellikle Haçlı Seferleri ve Türk savaşları ile birlikte ön yargılar ve stereo tipler çığ
gibi büyümeye neden olmuştur. 16.-19. Yüzyıllar arasında yaşamış olan okurda da “Öteki” ne karşı
oluşabilecek olumsuz ve çoğu yerde haksız ön izlenim ve ön yargılar, döneme göre iletişim araçlarının
ve nesnel bilgilerin azlığından dolayı birikerek çoğalmıştır. Karşılaştırmalı yazınbilim çerçevesinde ele
aldığımız bu çalışmada Doğu-Batı etkileşimi ve karşılıklı imgeler ele alınmıştır. İmge çalışmalarında
daha çok olumsuzlukların irdeleniminin tersine bizler üç Batılı ve üç Doğulu yazar, seyyah ve gezgin ile
kültürlerin nesnel gözlemler sonucunda imgelerin ne denli olumlu aktarılabildiğini belirlemeye çalıştık.
Bu gibi çalışmalara ise daha fazla katkı sağlanması amacıyla özellikle yabancı dil bilen uzmanların hem
ülkemiz arşivlerini hem de tarih sürecinde etkileşim içerisinde bulunmuş olduğumuz diğer ülkelerin
arşivlerini araştırmaları, eserlerin çeviri yolu ile yayımlanarak “Öz” ve “Yabancı” arasındaki uçurumun
kapatılmasına destek vermelidirler.
İlker ÇÖLTÜ
Sonuç
batılı elçi veya seyyahın (Fransız, İngiliz ve Alman) ve onların gerek mektup tarzında gerekse bütüncül
bir eser bağlamında ele aldığımız eserleri var olan ön yargılara eleştirel bir yaklaşım olmuştur aslında.
Batılı yazarların Doğuya -ki burada Osmanlı-Türk- yönelik imgelerini hangi alanlarda yansıtıp öz kültürleri ile karşılaştırdıklarını saptadık. Ele aldığımız kavramlar her üç yazarda da yaşamış oldukları yüzyıllara yönelik ortak gözlemlerdir. Avrupalı seyyah ve elçilerin ortak kanısı Türklerin orduda disiplinli
olmaları, başarının bu disiplin sayesinde gerçekleştiği, kadınların ise sanılanın aksine daha özgür olup
istediklerini yaptıkları ifade edilmektedir. Naumann Türk kadınları ile Türkmen kadınları arasında bir
ayrım yaparak Türkmenlerin daha özgür ve misafirperver olduklarını aktarır.
Doğulu dinine bağlıdır. Oruç ayında en zor koşullar altında dahi oruçlarına sadıktırlar, haram ve pis
olarak tanımladıkları hayvanları yemezler. Bu seyahatlerin bir diğer olumlu yönü ise bilinmeyen yeni
şeylerin öğrenilmesidir. Montagu’nun seyahati sayesinde Avrupa çiçek aşısı ile tanışmış ve böylelikle
bu hastalığın tedavisi başta İngiltere olmak üzere Avrupa’ya yayılmıştır. Avrupa’da sanılanın aksine
Doğulu içki de tüketir.
Kültürlerarasılık Osmanlıda her alanda yaşanır. Hatta Yahudiler ve Hristiyanlar daha fazla imtiyaza
sahiptir. Batılı yazarlar eserlerine el çizimleri, resim ve fotoğraflar ekleyerek anlatımlarının ne denli
gerçekçi olduğunu ispat ederler.
Doğunun Batıya bakışını destekleyenlerden Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin ve Ahmet Haşim’dir.
Bu yazarlar özellikle Batıya bakışı kendi seyahatleri ile bağdaştırır ve onlar da daha çok merak edilenlere
cevap verme misyonunu üstlenmiş gibidirler. Türk yazarlar gezi yazılarında Avrupa’ya hayrandırlar.
Kendi özlerinin bu “meziyetlere” sahip olmamalarına kızarlar. Avrupa’yı medeni ülke olarak betimlerken kendi ülkelerinin bu değerleri elde edebilmelerinde bile neredeyse ümitlerinin hiç olmadıklarını
sezinleyebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğu’na matbaanın geç ulaşması ve daha çok 16.yy.da Osmanlı’nın Viyana kapılarına kadar dayanması doğal olarak Avrupa’da kolektif korku bilincini tetiklemiştir. Daha sonraki dönmelerde Osmanlı’nın kapıları batıya açılmış olsa da ön yargıların kırılması güçleşmiştir.
78
Doğu’da Avrupa - Avrupa’da Doğu
19. yüzyılda Osmanlı-Habsburg ilişkileri ve özellikle Servet-i Fünun döneminde belirli yazarların Batıya
yönelme merakı veya görevlendirilmeleri ile Avrupa imgesi Doğudaki insanlara daha kolay aktarılmaya
başlanmıştır.
Üç Batılı ve üç Doğulu yazarın, seyyahın veya elçinin yazmış oldukları eserlerinde karşıt kültürde olumladıkları her imge, motif ve kavram, kendilerinde var olmayan ve olması gereken olarak gösterilmiş,
aynı zamanda dostluğun ve kültürlerin birbirlerini nesnel tanımaları gerektiğinin mesajı verilmiştir.
Dönemin bir nevi belgesel aktarımı tarzında sağlanmış olan bu elçi, düşünür, gezgin veya seyyahlar
kültürlerin ve dillerin dostluğuna katkı sağlamış ve tıpkı Alman yazar Johan Wolfgang von Goethe’nin
“Dünya Edebiyatı” (Weltliteratur) betimlemesinde dediği “İster Doğu ister Batı olsun hangi yöne baksak birbirimizden etkilendiğimiz birçok şey ile karşılaşırız” ifadesi her iki tarafın birbirini beslediğini
göstermektedir.
Kaynakça
Asiltürk, Baki: Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2000
Busbecq, Ogier de Ghislain: Türk Mektupları –Kanuni Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri (1555-1560), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005
Bülbül, Melik: Kurt Martin’in “Neapel Sehen” adlı öyküsü ile M. Şevket Esendal’ın “Hasta” Adlı Öyküsünde Sanrılı İnsan
İmgesi, III Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi Kongresi, Eskişehir, 2010
Gültekin, Ali: Çağdaş Türk yazar İncile Çalışkan’ın “Yaşamdan sevinç Yaratanlar” adlı eserinde olumlu olumsuz Avusturya ve Avusturyalı İmgesi, I Uluslararası karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi, Eskişehir, 2003
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Haşim, Ahmet: Frankfurt Seyahatnamesi, İskele Yayıncılık, İstanbul, 2007
İmren, Çöltü Cavidan: Barok Dönemi Alman Baladlarında Türk İmgesinin Yazın Derslerinde Öğret Bilimsel Açıdan
İrdelenmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi, Adana, 2001
Kula, Onur Bilge : Batı Edebiyatında Oryantalizm-I, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2011
Montagu, Mary Wortley: Briefe aus dem Orient- Frauenleben im 18. Jahrhundert, Promedia Verlag Wien, 2006
Naumann, Edmund Dr.: Vom Goldnen Horn zu den Quellen des Euphrat, Oldenburg Verlag, Müchen und Leipzig, 1893
Püsküllüoğlu, Ali: Arkadaş Türkçe Sözlük, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 1997
Şahabettin, Cenap: Avrupa Mektupları, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996
Temel Britannica: cilt 18, Ana Yayıncılık A.Ş., İstanbul, 1992
Temel Britannica: cilt 19, Ana Yayıncılık A.Ş., İstanbul, 1992
79
İlker ÇÖLTÜ
Thema Larousse: cilt 6, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1993
1. Gün
III. Oturum
08 Mayıs 2014 Perşembe
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Musa Yaşar SAĞLAM
Prof. Dr. Zuhal KÜLTÜRAL
Şerifî’nin Şehnâme Çevirisi ve Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Farsçadan
Yapılan Çevirilerin Türk Dili ve Edebiyatı Üzerindeki Etkileri
Doç. Dr. Necip Fazıl DURU
Âsaf-Nâme’de Leylâ ve Mecnûn İzleri
Yrd. Doç. Dr. Fatih SONA
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ŞERİFÎ'NİN ŞEHNÂME ÇEVİRİSİ VE ESKİ
ANADOLU TÜRKÇESİ DÖNEMİNDE FARSÇADAN
YAPILAN ÇEVİRİLERİN TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
THE INFLUENCES OF TRANSLATION OF SHERIFI
SAHNAME AND THE TRANSLATIONS FROM PERSIAN
IN OLD ANATOLIAN TURKISH PERIOD ON THE TURKISH
LANGUAGE AND LITERATURE
*Zuhal KÜLTÜRAL
Özet
Bir toplum, yüzyıllar boyu bir arada yaşama, kültür ilişkileri, savaşlar, aynı din çevresi içinde bulunma gibi
çeşitli nedenlerle ilişkide bulunduğu diğer toplumların dil ve edebiyatından etkilenmekte ve bu durum
diller arasında söz varlığı açısından birtakım alışverişlere sebep olmaktadır. Bu etkileşim sonucunda başta
sözcükler olmak üzere bazı ses, yapı ve söz dizimi öğeleri dilden dile geçebilmektedir. XI. yüzyıldan itibaren
Oğuzların çeşitli coğrafî bölgelere dağılıp Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra oluşan ve XIII-XV. yüzyıllarda
Eski Anadolu Türkçesi adı verilen yazı dili döneminden günümüze pek çok dil yadigarı kalmıştır. Bu eserler
arasında Arapça'dan yapılan dinî, tasavvufî konulardaki çevirilerin yanısıra Ahmedî'nin Cemşid ü Hurşîd'i
Hoca Mesud'un Süheyl ü Nevbahar'ı, Şeyhî'nin Hüsrev ü Şirin'i, Diyarbakırlı Şerifi'nin Şehname'si gibi pek
çok eser bulunmaktadır. Bu çeviriler oldukça sade bir dille meydana getirilmiş olsalar da Arapça, Farsça alıntı
öğeler de eserlerin söz varlığının büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Arapça veya Farsça kelimelere bulunan
Türkçe karşılıklar, alıntı kelimelerin Türkçede kullanılış şekilleri ve dile yerleşme sürecinde geçirdikleri ses ve
anlam değişikliklerini göstermesi bakımından bu eserler, Türk dili tarihi açısından oldukça önemlidir.
Abstract
A society is influenced by other socities that have affiliations due to living together for centuries, cultural
relations, wars and same religion environment. This leads to mutual interactions between the languages in
terms of vocabulary. As a result of this interaction, vocabularies, some sounds, structure and syntax items can be
transferred from a language to another. There are many relics in language still existing from the Old Anatolian
Turkish language period that has been composed between XIII-XVth centuries after Oguzes has moved to different
geographical regions from the beginning of XIth century. Beside the translations of religious and sufistic topics from
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
83
Anahtar Kelimeler: Farsça çeviri eserler, eski Anadolu Türkçesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Zuhal KÜLTÜRAL
İranlıların meşhur destanı Firdevsî'nin Şehnâme'si pek çok dile çevrildiği gibi Türkçe manzum ve mensur
çevirileri de vardır. Eserin tek manzum çevirisi Memlûk sultanı Kansu Gavri'nin isteği üzerine Diyarbakırlı
Şerifî tarafından yapılan çeviridir ve Farsçanın Türk dili Edebiyat’ı üzerindeki etkilerini göstermesi
bakımından önem taşımaktadır.
Arabic, there are many other literary works like Ahmedi’s Cemsid ü Hursid, Hoca Mesud’s Süheyl ü Nevbahar,
Seyhi’s Husrev ü Sirin, Sehname of Serifi from Diyarbakir. Although these translations have been composed with
very plain language, Arabic and Persian citations constitute most part of the vocabulary as well. These literary
works are significantly important for the history of Turkish language due to showing the changes of the meanings
and sounds during the placement process into the language with the types of usage of the citations in Turkish and
the Turkish equivalents for Arabic and Persiond words.
The famous epic of Persian’s Firdevsi’s Sahname have Turkish manzum and mensur translations as well as having
translations in other languages. The only manzum translation of this literary work is the one made by Serifi from
Diyarbakır with the request of the sultan of Memluk, Kansu Gavri and plays an important role by showing the
influence of Persian on Turkish language and literature.
84
Şerifî'nin Şehnâme Çevirisi ve Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Farsçadan Yapılan Çeviriler
Keywords: Translations from Persion, old Anatolian Turkish, Turkish Language and Literature
Giriş
Yüzyıllar boyu bir arada yaşama, kültür ilişkileri, savaşlar, aynı din çevresi içinde bulunma gibi nedenler,
toplumların dil ve edebiyatları arasında etkileşimlere sebep olmakta ve bu etkileşim sonucunda çeşitli
edebî türler ve konular, bazı mitolojik unsurların yanı sıra başta sözcükler olmak üzere ses, yapı ve
söz dizimi öğeleri dilden dile geçebilmektedir. XI. yüzyıldan itibaren Oğuzların çeşitli coğrafî bölgelere
dağılıp Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra oluşan ve XIII-XV. yüzyıllarda Eski Anadolu Türkçesi adı
verilen yazı dili döneminden telif ve tercüme pek çok dil yadigarı kalmıştır. Bu eserlerin önemli bir
bölümü de Arapça ve Farsça'dan yapılan çevirilerdir. Bu eserler arasında Arapça'dan yapılan dinî,
tasavvufî konulardaki çevirilerin yanı sıra Ahmedî'nin Cemşid ü Hurşîd'i Hoca Mesud'un Süheyl ü
Nevbahar’ı, Şeyhî’nin Hüsrev ü Şirin'i, Diyarbakırlı Şerifi'nin Şehname Çevirisi gibi Farsça’dan çevrilmiş
pek çok eser bulunmaktadır.
Şehnâme ve Şehnâme Çevirileri
Dünya edebiyatında önemli bir yeri olan Şehnâme İran’ın mitolojisi, tarihi ve geleneklerini toplayan
60 bin beyitlik bir destandır. Firdevsi, yaşadığı çağdan yüzyıllarca önce dilden dile dolaşan hikâyeleri
halkın sözlü geleneğinden yararlanarak işlemiş; ayrıca İran, Hint-Avrupa, Yunan mitolojilerinden ve
İslâmî kaynaklardan faydalanmıştır. Kendisinden önce Zerdüşt’ün ortaya çıkışını, Güştasb ve Ercasb
kıssalarını yazmış olan Dakikî’nin bin beyitten oluşan eserini de Şehname’ye almıştır. Eserin en önemli
kaynaklarından biri de I. Hüsrev zamanından beri mevcut olan ve İran’ın tarihini, mitolojik geleneklerini
toplayan Hudâynâmedir.1 Şehnâme’de Pîşdâdîler, Keyânîler, Eşkânîler ve Sâsânîler dönemine ait destansı
olaylar ele alınmakta, Cemşîd, Dahhâk, demirci Gâve, Ferîdun, Zaloğlu Rüstem, Efrâsiyâb, Keykâvûs,
İskender, Dârâ gibi kahramanlar yer almaktadır. Bu arada Türk kültürü ile ilgili bilgiler de aktarılır.
Şehnâme destanlarıyla, başta Türk ve Çin destanları olmak üzere Doğu Asya destanları arasında ne
gibi ortak yanlar ve etkileşimler olduğu bugüne kadar yeterince araştırılmamıştır. Güçlü doğa ve savaş
tasvirlerinin yer aldığı esere zaman zaman Bîjen ile Menîje öyküsünde olduğu gibi aşk hikâyeleri
de serpiştirilmiştir.2 Doğu ve batı dillerine çevrilen Şehname’nin Türkçe’ye de manzum ve mensur
çevirileri yapılmıştır. Kaynaklarda Şehnâme’nin ilk çevirisi II. Murad’ın isteği üzerine yapılan ve Topkapı
Sarayı Müzesi Kütüphanesinde Hazine1518 numarayla kayıtlı mensur çeviri olduğu belirtilmektedir.
1 Bu konuda geniş bilgi için bak. H. RITTER, ‘Firdevsî’, İslam Ansiklopedisi, c. IV, s. 646-649
2 Mehmet Kanar, “Şâhnâme”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2010, c. 38, s. 290.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
İkinci çeviri, Diyarbakırlı Şerifî tarafından yapılan tek manzum çeviridir. Memlûk sultanı Kansu
Gavri’nin isteği üzerine Şerîfî adıyla bilinen Hüseyin bin Hasan bin Muhammed el-Hüseynî el Hanefî
tarafından on yıl içinde tamamlanan eser, 916(1511)'da Kansu Gavri'ye sunulmuştur. Eserin, Yavuz
Sultan Selim'in Mısır seferi dönüşünde İstanbul'a getirildiği düşünülen iki ciltlik mütercim hattı nüshası
56 506 beyit ihtiva etmektedir. Eserdeki ilk 422 beyit ve Firdevsî'nin Gazneli Mahmud ve yanındaki
sanatkârlarla tanışması, Sultan Mahmud'a gücenip memleketine dönmesi gibi olayların anlatıldığı son
kısımlardaki mensur bölüm Şerîfî tarafından ilave edilmiştir.3 Manzum Şehnâme Çevirisi konusunda
bazı kaynaklarda şöyle bir bilgi bulunmaktadır: Jules Mohl, eserin Fransızca çevirisi (Livre des Rois)
“Şahlar Kitabı”nın ön sözünde 916 (1510)da Tatar Ali Efendi adlı bir zatın Kansu Gavri'ye Şehnâme’nin
tam bir Türkçe çevirisini sunduğunu yazmaktadır. Zajaczkowski'nin de aynen tekrar ettiği bu bilgi4 daha
sonra Şehnâme'nin ilk yirmi bin beytini Türkçe'ye çeviren Necati Lugal'in kitabına bir ön söz yazan
Kenan Akyüz tarafından tekrar edilmiştir. Son yıllarda yapılan çalışmalardan «Firdevsî, Şeh-nâme, Şehnâmecilik ve Meşâhir-i İslâm’da Firdevsî Maddesi» adlı makalede de aynı bilgi tekrarlanmış ve Tatar Ali
ile Şerifî tarafından yapılan iki ayrı manzum çeviri bulunduğu ifade edilmiştir.5 Şerifî tarafından yapılan
manzum çeviri tek çeviri olup Latif Beyreli ile birlikte hazırladığımız 4 ciltlik Şehnâme Çevirisi'nin I.
cildinde Şehnâme üzerinde yapılan çalışmalar hakkında ayrıntılı bir bibliyografya hazırlanmış ve Tatar
Ali tarafından yapılan manzum bir çeviriye rastlanılmadığı belirtilmiştir.6 Şerifî’nin manzum çevirisinin
Türkiye ve Türkiye dışındaki kütüphanelerde birçok nüshası bulunmaktadır. Bu da Şehnâme'nin dünya
edebiyatında olduğu kadar Türk edebiyatında da ilgi duyulan bir eser olduğunu ve tek manzum çeviri
olan Şehnâme Çevirisi'nin tam veya bazı bölümlerinin çeşitli müstensihler tarafından tekrar tekrar
kaleme alınmasının da bu ilgiden kaynaklandığını göstermektedir.
Şehnâme ve Şehnâme Çevirilerinin Türk Dili ve Edebiyatına Etkisi
85
3 Geniş bilgi için bk. Zuhal Kültüral, “Şâhnâme, Türkçe Tercümeleri” TDV. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2010, s. 290292.
4 Geniş bilgi için bk: A. Zajaczkowski, “Mısır Memluk Devletinin Şahâme’sinin En Eski Şiir Çevirisi (XV-XVI. yy.)Türk
Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1966, Ankara 1967, s. 66.
5 1.Tatar Ali: Kansu Gavri adına manzum Şeh-nâme Tercümesi’ni 1510 yılında yazmıştır. 2. Şerifî-i Amidî: Kansu Gavri
adına manzum Şeh-nâme Tercümesi’ni 1514 yılında yazmıştır. (Gültekin: 2013, 249).
6 Kültüral-Beyreli: Kültüral-Beyreli, Şerifî Şehnâme Çevirisi, Ankara 1999, c. I, s. XX-XXII.
7 Hasan Gültekin, “Firdevsî, Şeh-nâme, Şeh-nâmecilik ve Meşâhir-i İslâm’da Firdevsî Maddesi, 2013, s. 243.
8 A. İnan, İran destanları, ihtimal ki Şehnâme Türkler arasında yayıldıktan sonra bu destanlarda Turanlı kahraman
olarak gösterilen Efrasyab’ın Alp Er Tonga’dan başka biri olamayacağına umumi bir kanaat hasıl olduğunu belirterek
şu açıklamaları yapmaktadır: Gerek Kaşgarlı Mahmud gerek Yusuf Has Hacib'in en büyük Türk kahramanı olarak Alp
Er Tonga'yı andıklarına göre X-XI. yüzyıllarda bu destan çok yaygın ve meşhur olmuştu. Yusuf Has Hacip eserinde
Tejikler ayur anı Efrasyab/ Bu Efrasyap tutdı iller talap (Farslar ona Efrasyab derler. Bu Efrasyab yağma ile dünyayı
tuttu). Kaşgarlı’nın naklettiği hikâyelerden, eserine serpiştirdiği kahramanlık şiirlerinden anlaşılıyor ki Türklerin
Büyük İskenderle ve eski İranlılarla savaş ve münasebetlerini aksettiren eski bir Türk destanı XI. yüzyıla kadar Türk
saz şairleri tarafından söylenmiştir. A. İnan “Türk Destanlarına Genel Bir Bakış”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara
1987, s. 222.
Zuhal KÜLTÜRAL
Firdevsî ve Şehnâme ile ilgili çok sayıda bilimsel çalışma yapılmış, Türk ve dünya edebiyatları
üzerindeki etkileri dile getirilmiştir. Hasan Gültekin, Anbarcıoğlu'nun verdiği bilgilere dayanarak bu
konuyu şöyle ifade etmektedir: «Şehnâme, bazı mesneviler için konu ve ilham kaynağı olmuştur. Türkçe
ve Farsça Şehnâmelerin yazılmasına, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı devirlerinde şehnâmeciliğin
ortaya çıkmasına; Behmennâme, Marzubannâme, Cihangirnâme, Ferâmurznâme türünden destan
kahramanlarına ait eserlerin Türkçeye tercüme edilmesine sebep olmuştur.”7 Klasik Türk edebiyatı
şairlerimizin eserlerinde Feridun, Cemşid, Keykubad, İskender, Rüstem, Behrâm-ı Gûr gibi Şehnâme
kahramanları, sıklıkla dile getirilmiştir. İran Turan savaşları Şehnâme'nin önemli bir bölümünü teşkil
etmektedir. Destanda Turan hükümdarı olan Efrasiyâb'ın İran'ı Pişdâdiyân sülalesinden alarak senelerce
hüküm sürdüğü anlatılmaktadır.8 İran’ın Sâsânî ailesine mensup, adaleti ile tanınan Nûşirevan, Behrâm-ı
86
Şerifî'nin Şehnâme Çevirisi ve Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Farsçadan Yapılan Çeviriler
Gûr da divan şairlerimizin şiirlerinde yer alan şahsiyetlerdendir. Şehnâme'deki önemli şahsiyetlerinden
bir diğeri de Rüstem ve babası Zâl'dir. Zâl'in, saçları, kaşı, kirpiği beyaz olarak doğduğu için bir dağa
bırakıldığı ve orada efsânevî bir kuş olan Sîmurg tarafından büyütüldüğü rivayet edilmektedir. Abdülkadir
İnan, Simurg efsanesininTürk edebiyatına bir motif olarak İran edebiyatından geçtiğini, hatta Türk
kavimlerinin folklorunda, destan ve masallarında uzun bir epizod olarak yer alan efsanenin İslâmdan
önce Türk kavimleri arasında yayılmış olabileceğini ve İslâm-İran edebiyatı eski Türk masalındaki kuşun
adı (Tuğrul, Alp Kara Kuş vb. gibi) yerine Simurg'u koymuş olabileceğini de belirtmektedir.9 Zâloğlu
Rüstem ise birçok efsanevî maceralar ve kahramanlıklar kendine isnat olunmuş meşhur kahramandır ve
Şehnâme’de adı sıklıkla geçmektedir.10
Şehname’nin yalnız klâsik edebiyatımızda değil halk edebiyatımızda da önemli bir tesiri vardır.
Saraylarda, halkın toplandığı yerlerde Şehnâme-hân veya kıssa-hân denilen kişiler tarafından eserden
bölümler okunması geleneği bizde de görülmektedir. Meclislerde, kahvehanelerde okunan Salsalnâme,
İskendernâme, Süleymannâme gibi eserler arasında Şehname tercümeleri ve ondan alınıp genişletilmiş
hikâyeler de bulunmaktadır. İstanbul Üniversitesi Nadide Eserler Yıldız bölümündeki 3 cilt ve 1778
varak olan Mensur Şehnâme Çevirisi de bu eserlerden biridir. Eser hakkında Orhan Şaik Gökyay şu
bilgileri vermektedir. «Şehname’nin halk arasında, toplantılarda okunmak için yazılmış bir çevirisi de
vardır. Üç ciltlik bu eser eksik olup Şehname’nin başından İskender’in doğumuna kadar olan bölümü
ihtiva etmektedir. Bu hacim bize, eserin ne kadar genişletilerek, halkın merak ve ilgisini çekecek daha
nice vakalar ve teferruat ilavesiyle, divler, periler, tılsımlar ve daha başka masal ve destan unsurlarıyla
beslenerek tercüme edildiğini gösterir. Bu tercümede halk hikâyelerinin üslubuna uygun olarak söz
başlarında kullanılan “üstâd öyle nakl ü beyan eder ki, râvî kavlince, râvîler öyle rivâyet ederler ki» gibi
ifadeler, Firdevsî'nin eseri esas tutulmakla beraber, başka rivayetlerden de faydalanıldığını gösterir.11
Eser, Yıldız kütüphanesinden 1924 yılında İstanbul Üniversitesi kütüphanesine nakledilmiş ve kütüphane
kayıtlarından öğrenildiğine göre 1933 yılında kayıt numaraları 6131- 6132 -6133 olarak değiştirilmiştir.
Eserin mütercimi belli değildir. Derviş Mustafa tarafından istinsah edildiği ve istinsahın 1773 yılında
tamamlandığı birinci cildin sonunda belirtilmektedir. Serbest bir çeviri niteliğinde olan eserde halk
arasındaki çeşitli rivayetler ilâve edilirken Süleymannâme, Tevârih-i Kebir gibi eserlerden yararlanılmıştır.
Hikâye üslubuyla kaleme alınan bu çeviride geçen deyimler ve atasözleri, savaş tasvirlerindeki yansıma
sözler, argo olarak nitelendirilebilecek bazı kelimeler dönemin söz varlığını ortaya koyması bakımından
önemlidir.12 Son yıllarda yapılan çalışmalardan Bekir Şişman ve Muhammet Kuzubaş’ın ortak hazırlamış
oldukları Şehnâme’nin Türk Kültür ve Edebiyatına Etkileri adlı çalışmada da özellikle halk edebiyatı
unsurları ön planda tutularak Şehnâme’nin Türk edebiyatındaki yansımaları ortaya konulmuştur.
Zajaczkowski, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1966'da, Şehnâme ve çevirileri üzerinde yapılmış
çalışmaları değerlendirerek eserin dil ve edebiyat incelemeleri bakımından önemine işaret etmiş ayrıca
söz varlığının iyiden iyiye incelenmesini gerektirecek bir önemi olduğunu belirtmiştir.13Ayrıca XI. Türk
Dil Kurultayı’ndaki bildirisinde çevirinin deyim ve atasözü bakımından zenginliğine dikkat çekerek bazı
atasözleri ve deyimleri karşılaştırmalı olarak örneklendirmiştir.14 Döneminin en hacimli çevirilerinden
olan Şehnâme Çevirisi'nin Latif Beyreli ile birlikte hazırladığımız IV. cildi eserin söz varlığını ayrıntılı
9 A. İnan, “Türk Folklorunda Simurg ve Garuda”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1987, s. 350.
10 Geniş bilgi için bk: A.S.Levend, Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, İstanbul 1984, s.
159-165.
11 O. Şaik Gökyay, “Şehnâme ve Türkçe Tercümeleri., Destursuz Bağa Girenler , 1982, s. 48.
12 Zuhal Kültüral, “17. Yüzyılda Yapılmış Mensur Şehnâme Çevirisi ve Söz varlığı Üzerine”, VI. Uluslararası Türk Dili
Kurultayı, Ankara 2008. Üzerinde Yüksek Lisans tez çalışmaları yaptırdığımız eserin I. cildi tamamlanmış olup diğer
ciltler üzerindeki çalışmalarımız devam etmektedir.
13 Geniş bilgi için bk. A. Zajaczkowski, TDAY-Belleten 1966, Ankara 1967, s. 70.
14 A. Zajaczkowski, “Şehname’de Atasözleri”, XI. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1966,
Ankara1967.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
olarak ortaya koyan bir metin sözlüğüdür. Şerifî'nin Şehnâme Çevirisi çevirisi sade bir dille yazılmış
olsa da eserde Arapça Farsça kelimeler oldukça fazladır. Türkçe deyimlerin yanı sıra bir unsuru Türkçe
diğer unsuru Farsça ağzınun âbı akmak- ağzının suyu akmak; ayağına baş komak- ayağına ser komak,
nazardan salmak” gözden çıkarmak”, râh iletmek “yol vermek”, râh kesmek “yol kesmek”, râh uğurlamak
“gizlice yola çıkmak, kaçmak”, râh tutmak “yola çıkmak”, râh virmek” izin vermek”, râha düşmek” yola
düşmek, yola çıkmak, rehden çıkmak”doğru yoldan ayrılmak” gibi şekiller birlikte kullanılmıştır. Bu
konuya metinden şu beyitler örnek verilebilir:
ağzınun âbı akmak: Ögerler ol kadar anda kitâbı / Ki Nûşirvânun akar ağzı abı (c. III, 55653). ağzının
suyu akmak: Güzel billûrdan havz-ı müdevver / Gören kişinün ağzı suyı akar (c. III, 38455).
ayağına baş komak: Yir öpdi şâh ayagına kodı baş / Gözinden çeşmeler gibi akar yaş (c. I, 15791). ayağına
ser komak: Dirildi bir araya anda leşker / Didiler kim koruz ayağuna ser (c.III, 54926).
bağrını hûn itmek: Bunun cânına düşmendür Firîdûn / Eline girse ider bağrını hûn(c. I, 1952). bağrını kan
itmek: Ol işde bulmadı derdine dermân / Yürek kahrından itdi bagrını kan (c.I, 2186).
divi başına ağmak: Irakdan gördi çün Lehhâk Gîv’i / Sanasın kim başına ağdı dîvi (c. II, 27683) divi başına
çıkmak: Görür Pîrân ki hadden aşdı Gîv’i / Başına çıkdı ol sa’âtda dîvi (c. II, 19973).
ocağına âb akıtmak: Komazuz bu gice Efrâsiyâb’ı / Ocağına akıtmayınca âbı (c. II, 26953). ocağına su
koymak: Niçe kez şeytâna uyupdur / Niçenün ocağına su koyupdur (c. II, 17870). ocağını suya virmek:
İdüp vesvâsı ol iblîs-i nâ-pâk / Ocağın suya virdi başına hâk (c.I, 3508).
Esere söz dizimi açısından bakıldığında Farsça ki bağlama edatı ile kurulmuş pek çok birleşik cümle
örneği görülmektedir. Türkçe kim soru zamiri de ki’nin etkisiyle aynı fonksiyonlarını yüklenmiş olarak
kullanılmaktadır. Eski Anadolu Türkçesi dönemi metinlerinde ki bağlama edatıyla kurulmuş birleşik
cümlelerin Türkçenin söz dizimine yabancı olup yaygınlaşmasında Farsça'dan yapılan çevirilerin de
önemli rolü olduğu bilinmektedir.
Kaynakça
Aksan, Doğan, Türkçenin Sözvarlığı, Ankara 1996.
Ergin,Osman, Muallim M. Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul 1937.
Gökyay, O. Şaik ‘Şehname ve Türkçe Tercümeleri’, Destursuz Bağa Girenler, İstanbul 1982.
Gültekin, Hasan, “Firdevsî, Şeh-nâme, Şeh-nâmecilik ve Meşâhir-i İslâm’da Firdevsî Maddesi, The Journal of Academic
Social Science Studies, Volume 6 Issue 3, March 2013.
A. İnan “Türk Destanlarına Genel Bir Bakış”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1987.
A. İnan, “Türk Folklorunda Simurg ve Garuda”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1987, s. 350.
87
İranlıların ünlü destanı Firdevsî’nin Şehnâmesi'nin Türk ve dünya edebiyatları arasında önemli bir yeri
vardır. Klasik edebiyatımız ve halk edebiyatımızdaki yeri konusunda çeşitli çalışmalar yapılmış ve önemi
dile getirilmiştir. Eserdeki efsanevî olaylar, mitolojik unsurlar, kişi ve yer adları ayrıntılı olarak ele alınıp
incelenebilir. Birçok dile çevrilen eserin Türkçeye de mensur ve manzum çevirileri yapılmıştır. Şerifî’nin
Şehnâme Çevirisi XVI. yüzyılda yapılmış tek manzum çeviri olup söz varlığı açısından döneminin
hacimli eserlerindendir. Oldukça sade bir dille yazılmış olan eserde Arapça, Farsça alıntı öğeler de
söz varlığının büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Eski Anadolu Türkçesi dönemindeki diğer çeviri
eserlerde de görüleceği gibi Arapça veya Farsça kelimelere bulunan Türkçe karşılıklar, alıntı kelimelerin
Türkçede kullanılış şekilleri ve dile yerleşme sürecinde geçirdikleri ses ve anlam değişikliklerini
göstermesi bakımından bu eserler, Türk dili tarihi açısından son derece önemlidir.
Zuhal KÜLTÜRAL
Sonuç
Kanar, Mehmet, “Şâhnâme», TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2010.
Kültüral, Zuhal-Latif Beyreli, Şerifî Şehnâme Çevirisi, I-IV cilt, Ankara 1999.
Kültüral, Zuhal, “Şehnâme Tercümeleri”,TDV İslâm Ansiklopedisi c.37, İstanbul 2010.
Kültüral,Zuhal, “Şehnâme Çevirisinde Bazı Kelime ve Deyimler Üzerine” Türk Kültüründe Argo, Harleem, Hollanda
2002.
Levend, A.Sırrı, Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, İstanbul 1984.
Lugal, Necati (Ön Söz: Kenan Akyüz), Şehnâme IV cilt, İstanbul 1967-1968.
Öz, Yusuf «Şeh-nâme Tercümeleri ve Sözlükleri», Name-i Aşina, III, Ankara 2002.
Özkan, Mustafa, Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Ortaya Konan Tercümelerin Türk Diline Etkisi The journal of
Turkish language and literature studies Winter, İstanbul 2011.
88
Şerifî'nin Şehnâme Çevirisi ve Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Farsçadan Yapılan Çeviriler
Turan, Osman, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1999.
Zajaczkowski, Ananiasz, “La Plus ancienne traduction turque (en verse) du Šah-name de I’Etat Mamelouk d’Egypte
(XV-XVI. S.) Türk Dili Araştırmalar Yıllığı-Belleten 1966, Ankara 1967.
Zajaczkowski, Ananiasz , “Şehname’de Atasözleri”, XI.Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1966, Ankara
1968.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ÂSAF-NÂME’DE LEYLÂ VE MECNÛN İZLERİ
TRACES OF LAYLA AND MAJNUN IN ÂSAF-NÂME
*Necip Fazıl DURU
Özet
Fuzûlî (ö. 1556)’nin şâheser mesnevisi Leylâ ve Mecnûn, yazıldığı asırdan itibaren ilgililerinin dikkatini
çekmiş, sonraki asırlarda aynı adla yazılan mesnevileri tabiî olarak etki halesi içine almıştır. Bununla birlikte,
başka adlar ve farklı konularda yazılmış mesnevilerde de Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’un izlerini görmek,
malum eserin edebî gücünü göstermesi açısından mühimdir. Çalışmamızda, Arap coğrafyasından başka
bir şair Sâmî (ö. 1685)’nin Âsaf-nâme adlı, sergüzeşt mesnevisinde Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’unun izleri
gösterilmeye ve etkisinin oranı tespite çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn, karşılaştırmalı edebiyat, Sâmî Yûnus, Âsaf-nâme
Abstract
Layla and Majnun, the masterpiece masnavi of Fuzûlî (d. 1556), has attracted the attention of those interested
since the age it was written in and it has naturally effected the masnavies that were written under the same
name in later ages. In addition to this, we can see the traces of Fuzûlî’s Layla and Majnun in masnavies that
have different names and subjects and this is important to see the literary power of the aforementioned work. In
this text, we will indicate the traces of Fuzûlî’s Layla and Majnun in the adventure masnavi Âsaf-nâme that was
written by Sâmî (d.1685) who was another poet of Arabic geography and we will try to determine the rate of its
effect.
Keywords: Fuzûlî, Layla and Majnun, comparative literature, Sâmî Yûnus, Âsaf-nâme
* Doç. Dr., Ordu Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
1 Nihat Öztoprak, Refî-i Âmidî Cân u Cânân (İnceleme-Hüsn ü Aşk ile Karşılaştırma-Metin), Türk Gençlik Vakfı Yay.,
İstanbul, 2000, adlı çalışmaya eser naziresi için bakılabilir.
89
Farklı iki ülkede ve/veya farklı zamanlarda yaşamış iki yazar veya şairin eserlerindeki aynı konuyu
veya motifi keşfetmeyi, bir çeşit iz sürme sonucu ortaya çıkarmayı amaçlayan karşılaştırmalı edebiyat
(komparatistik) çalışmaları, yazar veya şairin karşı eserden aldığı örnekleri ve etkilenmeleri keşfetmek
için de yapılır (Aytaç, 2001: 77, 80, 81). Her şair, yetişme döneminde başka bir şairin eser/eserlerinden
etkilenmiş veya esinlenmiştir. Bu yararlanma hatta taklit etme, şairin yetişmesi için gerekli bile
görülmektedir (Kurnaz, 2007: VI). Bilhassa Klâsik Türk şiirinde beğenilen şiir veya esere yazılan nazireler1
Necip Fazıl DURU
Giriş
sanatkârın beğenisini alenileştirir; beğeni saklı kalmaz. Nazireler dışında, eserler farklı şekillerde de
başka şairleri beslerler. Bu, sanatta etkileşimin kaçınılmaz olduğunu gösterir (Aytaç, 2001:1). Pozitivist
metotla yapılan çözümleme ile yazar/şairin kimden ne aldığı ve bunu eserinde nasıl ortaya koyduğu,
nasıl işlediği belirlenmeye çalışılır. Edebî eserin bileşkelerinin neler olduğuna ışık tutması bakımından
bu metot önemlidir (Aytaç, 2001: 81).
Klasik edebiyatımızda aynı adla kaleme farklı şairler tarafından kaleme alınan Leyla ve Mecnun, Yusuf
u Züleyha gibi mesneviler ilk örneklerinden tabiî olarak izler taşıdığı gibi, başka adlarda yazılmış
mesnevilerde de bu eserlerin tesirini görmek mümkün olmaktadır. Fuzûlî’nin Leyla ve Mecnûn
mesnevisinin Samî Yunus’un Asaf-nâme’si üzerindeki etkisi de bu bağlamda değerlendirilebilir.
Nizamî (ö. 1204)’nin aynı adlı eserinden ilhamla kaleme aldığı Leylâ ve Mecnûn’unda Fuzûlî, çoklu
okumaya fırsat veren bir eser ortaya koymuştur. Hayatı boyunca Irak-ı Arap’tan çıkmadan, içine doğduğu
coğrafyanın ıstırap ve sıkıntılarını, çileli tarihini eserinin ruhuna nakşetmiştir. Ölüm tarihleri esas alınarak
yapılan hesaplamayla ( Fuzûlî, Kerbela, 1556; Sâmî, Musul, 1685), aralarında yaklaşık 129 yıl mesafe bulunan,
aynı coğrafyanın mensubu bu iki şairin farklı zamanlarda kaleme aldığı iki eser mukayese edildiğinde
görülecektir ki Leylâ ve Mecnûn verici, Âsaf-nâme ise alıcı eser konumundadır. Farklı metinlerden
beslenmenin kusur, cürüm kabul edilmediği, metnin anlamının büyük ölçüde önceki metinlerden gelen
kesitlerin iç içe geçmelerine bağlı olarak üretildiğinin öne sürüldüğü (Aktulum, 2000: 7) günümüzde, bu
alış veriş, Âsaf-nâme’nin edebîliğine ve özgünlüğüne tabiî olarak halel getirmeyecektir. Çünkü hiçbir metin
daha önce yazılmış başka metinlerden bağımsız olarak yazılamaz; açık ya da kapalı bir biçimde her metin
daha önce yazılmış metinlerden izler taşır, önceki metinleri hatırlatır (Aktulum, 200: 19).
İki Eser Arasında Mukayese
90
Âsaf-Nâme’de Leylâ ve Mecnûn İzleri
Çift kahramanlı aşk hikâyelerinden olan ve mutsuz bir sonla biten Leylâ ve Mecnûn kıssasında vak’a,
hicretin I. yılında (M. VII. yüzyıl) Arabistan’da geçer. Her iki kahramanın ailesi ve kabilesi Necd’de
çadır hayatı yaşarlar. Sonradan Mecnûn lakabıyla çağrılan Kays, Leylâ’ya olan aşkı sebebiyle divane olup
çöllere düşer. Babası ile anası oğullarını kurtarmak için her çareye başvururlar. Nihayet ümitleri tükenir
ve dertlerinden ölürler. Gelişen olaylar neticesinde Leylâ hastalanır ve bu fani âlemden ayrılır. Durumu
haber alan Mecnûn da sevdiğinin kabri üzerine kapanarak canını teslim eder (Levend, 1959:VII-VIII).
Âsaf-nâme mesnevisi, diğer mesnevilerden farklı olarak iç içe geçmiş iki hikâyeden teşekkül eder. Asıl
hikâyeye zemin oluşturan çerçeve hikâye, Necm ibni Kevkeb ve altı arkadaşının hac niyetiyle Kerbela’dan
Hicaz’a doğru yola çıkmaları; yol şartları ve havanın aşırı sıcaklığı sebebiyle Necm’in beş arkadaşının
çölde ölmeleriyle başlar. Necd ehlinin önde gelenlerinden Hilal ibni Süreyya adında bir şahsın kaybolan
devesini bulmak için çöle çıkması, ölümün eşiğindeki Necm ile arkadaşına tesadüf etmesi ve onları
kurtarıp kabilesine getirmesiyle de asıl hikâyeye giriş yapılır. Bu noktadan itibaren Hilal, misafirlerine,
bir insan için tahammülü güç olaylardan sabırla, tevekkülle çıktığı hayat sergüzeştini hikâye eder. Bu
dramatik hikâye, Leylâ ve Mecnûn’un aksine mutlulukla neticelenir (Duru, 2011).
Ana hatlarıyla olay örgüleri aktarılan Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn mesnevisi ile Sâmî’nin Âsafnâme’sindeki vak’a, mekân, şahısların nitelikleri, betimlemeler, motif ve ifadeler açısından benzerlikler
dikkat çekici düzeydedir.
Benzerlik, eserlerin yazılış sebebi ile başlar. Dostları, Fuzûlî’den cihana gizli bir hazineyi (genc) faş
etmesini talep ederler. Sâmî de, sebeb-i telif kısmında gönül viranesinde bir hazine (genc) bulduğunu ve
onu nazm eylediğini söylemektedir. Her iki mesnevide de hikâye genc (hazine) istiaresi ile karşılanır2:
2
Leylâ ve Mecnûn mesnevisindeki alıntılar ve beyit numaraları, Muhammet Nur Doğan, Fuzulî Leylâ ve Mecnûn
(Metin, Düzyazıya Çeviri, Notlar ve Açıklamalar),Üçüncü Baskı, YKY, İstanbul, 2004, adlı esere aittir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Lutf ile dediler ey sühan-genc
Fâş eyle cihâna bir nihân genc (LM, B. 420)
Bulup vîrâne-i hâtırda bir genc
Hemân nazm eyleyüp oldum güher-senc (A, B. 98)
Kays’ın babasının nitelikleriyle, Âsaf-nâme’de çerçeve hikâyenin anlatıcısı Necm ibni Kevkeb’in nitelikleri
birbirine hayli benzer:
Kim hayl-i Arabda bir cevân-merd
Cem’iyyet-i izz ü câh ile ferd
Müstecmi’-i cümle-i fezâil
Bulmışdı riyâset-i kabâil (LM, B. 477-478)
Ki evlâd-ı ‘Arabdan bir cevân-merd
Fütüvvetde vahîd u cûdda merd
Bir ehl-i dâniş pâkîze-gevher
Ma’ârif evcine tâbende ahter (A, B. 163-164)
Bütün Arapları emri altına alan her türlü mal mülke sahip Kays’ın babasının tek isteği oğul sahibi olmak
ve yerine bir halef bırakmaktır. Oğul sahibi olmak için önüne çıkan her türbeye sayısız adaklar adar
ve Allah’a yalvarır. Bir gece duası gerçekleşir ve bir oğlu dünyaya gelir (B. 479-504). Âsaf-nâme’de de,
Süreyya’nın nitelikleri ve oğlu Hilal’e sahip olma öyküsü hemen hemen aynıdır. Süreyya, bütün Necd’e
hâkimdir. Aşiretler onun buyruğu altındadır. Cesaret ve cömertlikte dengi yoktur. Hesaba gelmez mal ve
mülke sahip olmasına rağmen Süreyya’nın tek arzusu bir çocuğa sahip olmaktır (A, B. 576-581).
Hoş ol ki halefden ola hoş-dil
Dünyâda bir oglı ola kâbil (LM, B. 491)
Ne denlü mezra’a kim oldı hâris
Ben oldum hâsıl-ı ‘ömrine vâris (A, B.580)
Kays on yaşına geldiğinde sünnet ettirilir; memleket ahâlisinin, bütün şeref ve itibar sahiplerinin davet
edildiği muhteşem bir sünnet şöleni yapılır. Hilal’in sünneti de benzer bir şölenle gerçekleştirilir:
Cem’ etdi ehâlî-i diyârı
Her sâhib-i izz ü i’tibârı
Bezl eyledi ol kadar zer ü sîm
Kim yetdi kıyâsa fakrdan bîm (LM, B. 550-553)
Bu hâl üzre geçüp bir nice müddet
Murâd itdi kim beni ide sünnet
Şurû’ idüp bir eyyâm-ı behârân
Ki zeyn itmişdi deşti mâh-ı Nîsân
91
Babasına muktezâ-yı âdet
Farz oldı ki anı ede sünnet
Necip Fazıl DURU
Çün sür’at ile dönüp zemâne
On yaşına yetdi ol yegâne
Ferâhem eyleyüp eşrâf-ı Necdi
Getürdi bir yire etrâf-ı Necdi
‘Azîmet eyleyüp pîr ü cevânı
Kuruldı bezm-i ‘ayş u şâdmânî (A, B. 585-598)
Kays’ın sünnet şöleninde babasının yaptığı abartılı harcama, çevresindekilere fakir kalacağını
düşündürtür. Hilal’in babası Süreyya’nın da oğlunun nişanını kutlamak maksadıyla verdiği görkemli
ziyafetin, fakirliğine sebep olacağı düşünülür. İfadeler birbirini hayli andırmaktadır:
Bezl eyledi ol kadar zer ü sîm
Kim yetdi kıyâsa fakrdan bîm
Halk anda görende kesret-i mâl
Bîm oldı ki mün’akis ola hâl (LM, B. 553-554)
O denlü mâl u rızk itdi revâne
Ki az kaldı ğınâ ire ziyâne (A, B. 757)
Sünnet sonrası, Kays gibi Hilal de mektebe başlar. Her ikisi de ders gereçleri hazırlanarak mektebe
gönderilirler. Bu olayı anlatan beyitte kafiyeyi Fuzûlî, müretteb ve mekteb kelimeleriyle kurar; Sâmî’nin
de aynı konuda aynı kelimeleri seçmesi dikkat çekicidir:
İtmâma yetüp tarik-i sünnet
Talîm-i ulûma yetdi nevbet
Esbâb ana eyleyüp müretteb
Verdiler anunla zîb-i mekteb (LM, B. 557-558)
Ez-ân pes eyleyüp teklîf-i mekteb
Bana levh ü kalem kıldı müretteb
92
Âsaf-Nâme’de Leylâ ve Mecnûn İzleri
İdüp nice zamân tahsîl-i dâniş
Fünûn-ı ‘ilme kıldum sa’y u kûşiş (A, B. 599-600)
Ka’be, varılacak bir yer olarak iki eserde de karşımıza çıkar. Aşk derdine giriftar olan Kays’ı şifa bulması
için babası Ka’beye götürür (LM, B.1090-1092). Âsaf-nâme’de de çerçeve hikâyenin kahramanı yedi
arkadaş Ka’be’ye varmak için yola çıkarlar (A, B. 234).
Kays’ın babasının Leylâ’yı babasından istediği, kendi hasletlerini saydığı ve kızın babasının kendisine
cevap verdiği kısım (LM, B. 1029-1066), benzer biçimde Âsaf-nâme’de de yer alır. Hilal’in babası oğluna
Şi’râ’yı istemeye gittiğinde kızın babası Ayyuk’a, sahip olduğu hususî hasletlerini sıralar (A, B. 702- 749).
Leylâ’nın ailesi Mecnûn’a, deliliğini gerekçe göstererek, kızlarını vermediğinden, Mecnûn’un babası
şifa için birçok tabibin kapısını çalar, lakin bir derman bulamaz. (LM, B. 1080-1088) Âsaf-nâme’de de
tabiplere müracaat motifi yer alır. Hilal, on dört yaşında iken nazar sebebiyle yatağa düştüğünde, babası
ne kadar hâzık hekimler getirdiyse de ona derman olamazlar (A, B. 601-616). Sâmî’nin ifadesi, neredeyse
kelime kelime Fuzûlî’ninki ile aynıdır:
Bîmârına min tabîb-i hâzık
Bir şerbet içürmedi muvâfık (LM, B. 1083)
Getürdi ehl-i tıbdan nice hâzık
Biri sunmadı bir şerbet muvâfık (A, B. 614)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Fuzûlî, çocuk Kays’ı yeni bir aya teşbih eder; gelişimini, büyümesini de ayın bedr-i kâmil olmasına
benzetir. Âsaf-nâme’de, Hilal’in hastalık sebebiyle zayıflaması, yaşının on dört olduğu da düşünülerek,
bedr iken hilale dönmesi veya büyümesi, hilal iken bedr olması benzetmesiyle anlatılır. Bu benzetme
Fuzûlî’den alınmış gibi durmaktadır:
Gün günden edüp kemâl hâsıl
Ol mâh-ı nev oldı bedr-i kâmil (LM, B. 547)
Çü tedric ile on dört oldı sâlüm
Meh-i bedr oldı gitdükce hilâlüm (A, B. 601)
Kays’ın aşkına karşılık bulamadığı için gitmeyi tercih ettiği; yokluğun, sıkıntının ve çilenin en uygun
mekânı çöl, Hilal’in sergüzeştinin cereyan edeceği bir mekân olarak seçilir:
Ol pîr kalup orada hayrân
Mecnûn dutuben reh-i beyâbân (LM, B. 1134 vd.)
Her iki mesnevide de, asıl kahramanların mensup olduğu kabileler Necd’de çadır hayatı yaşar. Sâmî, Necd
vadisinin niteliklerini anlatmadan önce, Sıfat-ı hadd-i Necd ki vâdi-i Mecnûndur (Duru, 2011:214),
demek suretiyle okuyucuya Leylâ ve Mecnûn kıssasından haberdar olduğunu söyler.
Şems İbn-i Şarik’in ordusunun Hilal’in kabilesine saldırdığının anlatıldığı kısımdaki betimlemeler,
Nevfel’in Leylâ’nın kabilesi ile savaşmasının anlatıldığı kısımdaki cenk betimlemesini fazlasıyla
hatırlatmaktadır. Nevfel sayısız askeri ile Leylâ’nın obasına hücum eder. İki tarafta da acıma duygusu
gider ve savaş hengâmesi kızışır. “O iki ordu, satranç (tahtasındaki) gibi birbirinin karşısında durdular.
Kâh mızrak can alıyor, kâh ok kan döküyordu. O (mızrak), sevgilinin boyuna; bu (ok) ise, yârin gönül
aldatan gamzesine benziyordu. Kılıcın keskin ve sivri dili bedenlere yokluğun ne olduğunu anlatıyordu.
Zırhın gözleri, halkın hâline ağlayıp kanlar saçmakta idi. Her yanda, gürz(ün darbesi) ile kaburga
kemikleri ufalanarak zırhlara karışıyordu. Savaş (meydanı) âdeta, tüfek ile kılıcın, gök gürültüsü ve
şimşeğe döndüğü belâ yağdıran bir bulut olmuştu.” (LM, B. 1512-1525).
Babası çok sevdiği oğlu Mecnûn’un derdinden harap olur; derdine derman bulamayınca, son nefesinde
en sevdiği kişinin, Mecnûn’un adını anarak canını teslim eder. Aynı şekilde, Leylâ’nın ölüm haberini
alan Mecnûn da, onun kabrine kapanıp, Leylî adını anarak ruhunu teslim eder:
Derdine bulınmaz oldı dermân
Mecnûn dedi verdi âkıbet cân (LM, B. 2155-2156)
93
İbni Selâm, Leylâ ile evlenmek istediğinde ona çeyiz olarak hesapsız mal mülk göndermiştir. Mısır, Irak
ve Hicaz cinsi bin altın nallı Arap atı; ipek ve atlas giyinmiş bin cariye ve yakışıklı hizmetçi; yaban gülü
renkli, menekşe tüylü, şeker kamışı yüklü bin deve; bin tabla abir, amber ve misk; yüz yük saf inci ve som
altın (LM, B. 1714-1716). Âsaf-nâme’de, Süreyya’nın, oğlu Hilal’e Şi’râ’yı eş olarak istemeye gittiğinde
tarafların birbirine takdim ettiği hediyeler mübalağa ile anlatılır. Yük yük har u diba; birbirinden güzel
ve kıymetli mücevherat; akik, lü’lü vb. Babası kızını gelin vermeyi kabul ettikten sonra da, inci bir
gerdanlık, hesaba gelmez altın, gümüş ve mücevherat; atlas ve diba türünden yük yük kumaşlar Şi’râ’ya
hediye edilir (A, B. 670-673; 744-746).
Necip Fazıl DURU
Sâmî’nin betimlemesi Fuzûlî’ninkine göre daha teferruatlı, canlı ve renklidir: “Büyük bir cenk meydanı
kurulmuştur. Oklar yağmur gibi yağmış; kılıçlar kınından sıyrılmış; çeliklerin birbirine temasından cenk
meydanı demirciler çarşısına dönmüştür. Dökülen kanlardan Ceyhun’da su yerine kan akmıştır.” (A, B.
912-937).
Leylî dedi verdi cân-ı şîrîn
Ol âşık-ı bî-karâr ü miskîn (LM, B. 2993)
Sevdiği kişinin adını anarak son nefesini verme motifi Âsaf-nâme’de de karşımıza çıkar. Torunu Süheyl’in
Yemen’e götürülmesine yüreği dayanmayan Süreyya hasta olur; bir süre sonra Süheylim diyerek canını
teslim eder:
Süreyyâ döymeyüp bu iftirâka
Tutuşdı yandı nâr-ı iştiyâka
Perîşân oldı hicrân ile hâli
Düşüp yaklaşdı gün günden zevâli
...
Dem-â-dem artırup âh u figânı
Süheylüm didi teslîm itdi cânı (A, B. 802-807)
Bilhassa astronomik unsurlar açısından her iki eser de zengin malzemeler içermektedir. Âsaf-nâme
tamamıyla yıldızlar, gezegenler gibi gökcisimleri bilgisi üzerine kurulmuş bir mesnevidir. Şahısların
adları gökcisimlerinden seçilmiştir. Necmettin Halil Onan, Leylâ ve Mecnûn’daki bazı sahnelerin
tahkiyede hiçbir tasvirî değeri olmadığı düşüncesini taşır (Onan, 1955:IX): Mesela, Mecnûn’un Necd’de
bir gece yalnız başına gökleri seyrettiğini anlatan kısımda, Fuzûlî felekiyata ait bildiklerini öylesine
döküp saçmaktadır ki Divan Edebiyatı’yla ilgileri çok sıkı olanlar bile o parçadaki yıldız, burç ve menzil
isimlerinin hepsini lügate bakmadan bilemez, hatta bunların bir kısmını her lügatte bulamazlar. (LM,
B. 2249-2298). Oysa Sâmî, aynı gökcisimlerini Süreyya’nın, oğlu Hilal’e Şi’râ’yı istemek üzere Yemen’e
gittiğinde, isteklerinin kabul olup söz kesildiği bir atmosferde sıralar ki, bağlamı içinde bu unsurlar
okuyucuya hiç de gereksizmiş hissi vermez:
Üçünci şeb ki bu çarh-ı mükevkeb
Bisât-ı ‘işreti kıldı müretteb
94
Âsaf-Nâme’de Leylâ ve Mecnûn İzleri
Fürûzân eyleyüp kandîl-i mâhı
Felekde açdı hâle nat’-ı şâhı
‘Abîr-i şâmı alam deyü erzân
Felekde Müşterî almışdı mîzân
Güneş rûyın çeküp müşgîn-nikâba
O da ahşamdan varmışdı hâba
Urup çengini Zühre yine sâza
Okırdı evcde bir nakş-ı tâze (A, B. 686-7001)
Sonuç Yerine
Sâmî, eserinde Fuzûlî’nin rüzgârına kapılmış, Leylâ ve Mecnûn’un gücüne direnmek yerine yer yer
ondan etkilenmeyi yeğlemiştir. Çünkü başka metinlerden beslenmek, onlara öykünmek edebiyatın
yapıcı bir unsurudur. Benzeyen unsurlar dışında, Âsaf-nâme’yi değerli ve okunabilir kılan Leylâ ve
Mecnûn’dan farklı taraflarıdır. Sâmî, daha önce okuduğu bir metinden kimi kırıntıları olduğu gibi
metnine yerleştirmekle yetinmeyerek (Aktulum, 2000: 14), tamamı gökcisimlerinin adlarından oluşan
bir şahıs kadrosuyla, yeni ve özgün bir dramatik yapı ortaya koymuştur. Eserlerin asıl kahramanlarının
doğma ve yetişme şartları birbirine benzese de Sâmî, çift kahramanlı bir aşk hikâyesi kurgulamak yerine,
tek kahramanın sergüzeştini anlatmayı tercih etmiştir. Gerilimi arttırmak, kahramanları olgunlaştırmak
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
için her iki mesnevide de mekân olarak çöl tercih edilmiştir. Leylâ ve Mecnûn, kahramanların ölümü ile
son bulan, yazar anlatıcının naklettiği, dramatik tonda bir hikâyedir. Sâmî, Fuzûlî’in aksine mutlu sonla
biten bir hikâye kurmayı yeğlemiştir. Âsaf-nâme’de farklı olarak, kahraman anlatıcı kullanılmıştır. Bu
durumda Âsaf-nâme, nazire veya taklit bir eser değil, başka eser/eserlerden de izler taşıyan özgün bir
eserdir.
Kaynakça
Aktulum, Kubilay (2000), Metinlerarası İlişkiler, Ankara: Öteki Yayınları.
Aytaç, Gürsel (2001), Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Ankara: KB Yayınları.
Doğan, Muhammet Nur (2004), Fuzulî Leylâ ve Mecnûn (Metin, Düzyazıya Çeviri, Notlar ve Açıklamalar), Üçüncü
Baskı, İstanbul: YKY.
Duru, Necip Fazıl (2011), Sâmî Yûnus Beg ve Eserleri, Ordu: Serüven Yayınları.
Kurnaz, Cemal (2007), Osmanlı Şair Okulu, Ankara: Birleşik Yayınları.
Levend, Agâh Sırrı (1959), Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve MecnûnHikâyesi, Ankara: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları.
Onan, Necmettin Halil (1955), Fuzulî Leylâ ile Mecnûn, İstanbul: Maarif Vekâleti.
95
Necip Fazıl DURU
Öztoprak, Nihat (2000), Refî-i Âmidî Cân u Cânân (İnceleme-Hüsn ü Aşk ileKarşılaştırma-Metin), İstanbul: Türk
Gençlik Vakfı Yayınları.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
İLK DÖNEM DİVAN ŞAİRLERİNİN GÖZÜNDEN İRANLI
ŞAİRLER
PERSIAN POETS IN PERSPECTIVE OF DIVAN POETS OF THE
FIRST PERIOD
*Fatih SONA
Özet
Türkler, İslamiyeti kabul etmeye başladıklarında bu dinin getirdiği yeni bilgileri kabul ettiler. Türkler bu dini
Araplar’dan ziyade İranlılar’dan öğrenmişler ve bu dinin kullandığı dili Farsça’dan almışlardır. Zira Türkler,
coğrafya itibarıyla İranlılara Araplardan daha fazla yakındılar. Selçuklular döneminde kültür ve devlet dili
Farsça idi. Sultanlar ve halk Türkçe konuşmaktaydı. Edebî ve ilmi eserler ise Arapça ve Farsça verilmekteydi.
13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkçe eserler verilmeye başladı.
13. yüzyılda başlayan ve 14. yüzyılda devam eden süreçte, kaside, gazel, rubai, musammat, terci-bend, terkibbend, mesnevi tarzında eserler verilmiştir. Artık Türk dili gelişmiş ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasından
sonra kendi dili artık oturmuştur. Türk dili, Arapça ve Farsça’dan kelime almış, bunları sadece malzeme
olarak ele almış ve kendi düşünce sisteminin içerisine yerleştirmiştir. Böylece Arap, Fars ve Türk milletinin
kültürünün ortak kelime ve kavramlar etrafında oluşan bir edebiyat meydana gelmiştir.
Bu edebiyatın bir ucu Harezm’de, bir ucu Mısır’da, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta, İran’da bir ucu da Anadolu’da
bulunmaktadır. Bu yüzyılda edebiyatımız geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır.
Klasik Türk şiirinin büyük ustalarının şiirini okuyanlar onların İranlı şiir ustalarına hayranlık duymalarına
karşılık, zaman zaman kendilerini onlarla mukayese ettiklerine ve hatta onları şiirde geçtiklerini ileri
sürdüklerine şahit olurlar. 16. yüzyılda şairler artık kendilerini onlardan üstün görmeye başladılar. Bu
dönemde devlet güçlüydü, imparatorluk haline gelmişti, başka ülkelere gücünü kabul ettirmişti.
Divan Edebiyatının ilk asırlarında bu durum nasıldı? Şairler 14.-15. yüzyıllarda İranlı şairlere nasıl baktılar,
onları nasıl gördüler? Biz bu bildirimizde bunun cevabını aramaya çalışacağız. Onların gözünden İranlı
şairlere bakmaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: 14-15. yüzyıl, divan şairi, İranlı şairler, şiir, karşılaştırma
97
Turks accepted new information which is brought by this religion when they began to accept Islam. Turks have
learned the religion from Iranians rather than Arabs and they took the language that they used from Persian.
Turks were also more close to Iranians than Arabs as geography. In period of Seljuks, the language of culture and
goverment were Persian. Sultan and people had been speaking Turkish. Literary and scientific works had been
given in Arabic and Iranian. After the second half of the 13th century, Turkish works have been begun.
Fatih SONA
Abstract
* Yrd.Doç.Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
Starting in 13th century and countining in 14th century and after, ode, ghazal, quatrain, musammat, terci-bend,
terkib-bend, mathnawi works have been given. From now on Turkish language made an important progress and
by founding of the Ottoman Empire, Turks settled own language. Turkish language have taken words from Arabic
and Persian only as materials and put them all their own thought system. By this way, common vacabulary and
concepts between Arabic, Persian and Turks were established.
One border of this literature was located in Harezm, one of them in Egypt and the others in Damascus, Baghdad,
Iran and Anatolia. In this century, our literature had been enlarged to a wide geography.
People who read the poetry of great masters of classical Turkish poetry witnessed that even if they admired to
Persian poetry masters, sometimes they compared themselves with them and furthermore prevailed them. In this
period, the state was strong, became an empire and made own power accept to the other countries.
How was the situation in the first years of Divan Literature? How did poets response to Persian poets in 14th and
15th centuries and what did they think about them? In this article, we will try to answer this question and look
them in the perpective of Divan’s poets.
Keywords: 14th-15th century, divan poets, Iranian poets, poetry, comparison
98
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
Türkler, İslamiyeti kabul etmeye başladıklarında bu dinin getirdiği yeni bilgileri kabul ettiler. Türkler bu
dini Araplar’dan ziyade İranlılar’dan öğrenmişler ve bu dinin kullandığı dili Farsça’dan almışlardı. Zira
Türkler, coğrafya itibarıyla İranlılara Araplardan daha fazla yakındılar. Selçuklular döneminde kültür ve
devlet dili Farsça idi. Sultanlar ve halk Türkçe konuşmaktaydı. Edebî ve ilmi eserler ise Arapça ve Farsça
verilmekteydi. 13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkçe eserler verilmeye başlandı.
13. ve 14. yüzyılda kaside, gazel, rubai, musammat, terci-bend, terkib-bend gibi Divan tarzında aşk
hikayesi, dini konular, kahramanlık hikayeleri, tasavvufî ve konusu tıp olan mesnevi tarzında eserler
verilmiştir. Artık Türk dili gelişmiş ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra kendi dili artık
oturmuştur (Kut 2010: 440). Türk dili, Arapça ve Farsça’dan kelime almış, bunları sadece malzeme
olarak ele almış ve kendi düşünce sisteminin içerisine yerleştirmiştir(Tarlan 1990: 90). Böylece Arap,
Fars ve Türk milletlerinin kültürünün ortak kelime ve kavramlar etrafında oluşan bir edebiyat meydana
gelmiştir.
Edebiyatımızın varlık gösterdiği coğrafyaya bakacak olursak, bu edebiyatın bir ucu Harezm’de, bir
ucu Mısır’da, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta, İran’da bir ucu da Anadolu’da bulunmaktadır. Bu yüzyılda
edebiyatımız geniş bir coğrafyaya sahiptir (Yavuz 2010: 632). Bu edebiyat, kendi devrinde yazar ve
şairleriyle, okuyucusuyla, edebî mahsulleriyle edebî faaliyet içinde bulunmaktadır. Bu edebiyatın kendine
has estetiği, dünya görüşü, üslubu, özellikleri vardır (Mermer: 1987: 227). Klasik Türk Edebiyatı şairleri,
kendi şiirlerini çevirdikleri vadide Osmanlı hayatının siyasi, sosyal, kültürel, tarihi, coğrafi özelliklerin
belirlediği farklı ve orijinal bir ifade tarzını benimsemişlerdir (Doğan 2002: 88).
Klasik Türk Edebiyatı, şiir ve şair üzerinde düşünen, tartışan, yorum yapan ve değerlendirmelerde bulunan
bir edebiyattır. Divan şairi bunu genelde biri birinden bağımsız beyitler içerisinde ortaya koymaktadır.
Divan şairinin yaptığı bu eleştiri bizzat kendi şiiri ve şairliği üzerinedir. Eleştirinin mahiyeti, şairin,
söz konusu beyitlerde kendi şiirini ve şairliğini tanıtması, kendi açısından bunları değerlendirmesidir.
Şair için amaç budur. Bu yolla, çağının, şiir, şair, sanat ve edebiyat konularındaki düşünceleri, görüşleri
ortaya çıkmış olmaktadır (Tolasa 1982: 15-17).
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Tarihin âlim, şair ve hâkim olarak kaydettiği bir çok meşhur şahsiyetlerle birlikte, zenginliği, cömertliği
ve cesareti efsane haline gelmiş kahramanların adları da eski edebiyatımızda sık sık geçer ve şöhretlerine
sebep olan hususiyetlerine telmihler yapılır
(Levend 1980: 145).
Klasik Türk şiirinin büyük ustalarının şiirini okuyanlar onların İranlı şiir ustalarına hayranlık
duymalarına karşılık, zaman zaman kendilerini onlarla mukayese ettiklerine ve hatta onları şiirde
geçtiklerini ileri sürdüklerine şahit olurlar (Doğan 2002: 85). 16. yy.ın başına kadar, Divan şairleri Fars
şairlerini örnek almışlar, onlara yetişmeye çalışmışlar. Güzel bir mazmun bulup mükemmel bir biçimde
ifade ettiklerinde eserlerini onlarınkilerle mukayese etmişlerdir. 16. yüzyılın başlarında vefat eden
Necâtî Bey, kendisini 15. yy.ın şairlerinden Şeyhî ve Atâyî ile karşılaştırıyordu. Onu takip eden Hayâlî
Bey de Necâtî’den Nevâyî’den üstün olduğunu iddia etmekteydi. Zâtî, gazel ve kasidede Isfahanlı Kemal’i,
Selmân’ı aştığını söylüyordu. Yahyâ Bey ise mesnevide Nizâmî’yi, Câmî’yi geçtiğini iddia ediyordu.
16. yy.da Osmanlı İmparatorluğu bir cihan devletiydi. Yalnız siyasette değil, şiirde ve sanatın bütün
dallarında İran’a üstünlük vardı (Çavuşoğlu 1986: 13).
Bu yüzyılda şairler artık kendilerini onlardan üstün görmeye başladılar. Bu dönemde devlet güçlüydü,
imparatorluk haline gelmişti, başka ülkelere gücünü kabul ettirmişti. Acaba Divan Edebiyatının
ilk asırlarında bu durum nasıldı? Şairler 14.-15. yüzyıllarda İranlı şairlere nasıl baktılar, onları nasıl
gördüler, onları nasıl değerlendirdiler? Biz bu bildirimizde bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.
Onların gözünden İranlı şairlere bakmaya çalışacağız.
Bu dönem şairlerini İran şairleri ile kendilerini kıyaslarken öncelikle iki kategoriye ayırabiliriz. Birinci
olarak kendilerini Fars şairleriyle eşit, denk görmeleridir. Ahmedî’nin sözü kemale erince şiiri, Selmân’ın
şiirine denktir:
Sözi irürdi kemâle Ahmedî
N’ola bes dutarsa ol Selmâna dak
Ahmedî G. 332/7
Necâtî Bey, kendi şiirini övmektedir. Onun sözü kuş dilini anlayacak kadar olmuştur. Sözü hazreti
Selmân’la beraber olmuştur, kendi şiiri onunla beraberdir:
Bu kuş dilinüñ oldı Süleymânı Necâti
İletdi sözi hazret-i Selmâna berâber
Necâti Bey G.62/7
Ahmedî, divanını hazırlayalı Selmân’ın Kemal’in ve Attâr’ın defterleri nedir diyerek kendisinin onları
geçtiğini söylemektedir:
Dîvân düzeli Ahmedi anı işidüp gör
Attâr nedür defter-i Selmân u Kemâli
Ahmedî G. 663/8
99
Selmânı mât kıluram idecegez senâ
Sa’dî’yi lâl eylerem eydicegez gazel
Ahmedî K.55/26
Fatih SONA
İkinci olarak bu dönemin Divan şairleri kendilerini İranlı şairlerden üstün olduklarını iddia etmişlerdir.
Örneğin Ahmedî, senâ edince Selmân’ı mat eyler, Sa’dî’yi de gazel söyleyince lâl, dilsiz eyler:
Ahmed Paşa, övgüye başlayınca Husrev’in nutku tutulur, Selmân’ın nefesi bağlanır. Şair, onlardan
kendisini üstün görmektedir:
Her kaçan kim Ahmed ider medhüñe feth-i kelâm
Nutk-ı Husrev tutılur enfâs-ı Selmân bağlanur
Ahmed Paşa G.103/7
Hamdullah Hamdi’nin şiirinin düzenini Kâtibî görse, mest olup elindeki kadehi gibi kalemini düşürür:
Nizâm-ı nazmunı ey Hamdî Kâtibî görse
Düşüre mest olup câmı gibi hâmesini
Hamdullah Hamdi G. 169/5
Bu beyitlerde gördüğümüz gibi şairlerimiz kendilerini onlardan üstün görmektedirler. İlk başta
şairlerimizin onlar karşısındaki durumlarını gösterdikten sonra, bu dönem şairlerimizin İranlı
şairleri nasıl gördüğünü, o döneme ait olan divanları taramamızdan elde ettiğimiz sonuçları şair bazlı
değerlendirmek istiyoruz. Buna göre İranlı şairler bazında şairlerimizin onları nasıl gördüğünü anlamaya
çalışacağız.
100
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
Selmân-ı Sâvecî
Tahran’ın güneybatısında yer alan Save şehrinde 1309 yıllarında dünyaya gelmiştir. Kendi yüzyılının
şairleri arasında en gıpta edilen şairlerindendir. Şiir türlerinde ustadır. Sözü sağlam, aynı zamanda akıcı,
dili kasidelerinde anlaşılırdır. Şair, kaside yanında gazelde de başarılıdır. Sözünün açıklığı ve mazmun
bulması, gazelde âşıkâne ve ârifâne düşünceleri karıştırması yüzyılın en iyi gazelcileri arasına girmesine
neden olmuştur. Kendisinin divanı kaside, gazel, tercî-bend, terkib-bend, kıta, rubai ve mesnevilerden
oluşur. Cemşîd ü Hurşid isimli mesnevisinde Çin Fağfurunun oğlu Çemşîd’in, Rum Kayserinin kızı
Hurşîd’e olan aşkını konu alır. Bunun yanında ayrılığı anlatan Firâknâme isimli mesnevisi vardır.
Selmân-ı Sâvecî 1376 yılında vefat etmiştir (Safâ 2005: 175-9). Selmân, ilk dönem Divan şairlerinin
şiirlerine sıklıkla konu olmuştur. Şairler kendi şiirlerini onun şiirleriyle kıyaslamaktadır, bazen de
kendilerini ondan üstün görmektedirler. Ahmedî, sevgilinin cemâlini vasf edeli, kemal ile sözde Selmân’ı
mat eylemiştir:
Vasfıñ cemâlünüñ ideli nakş Ahmedî
Selmânı mât eyledi sözde kemâlile
Ahmedî G. 567/7
Ahmedî’nin sözü Selmân’a erer derseler, bu doğrudur, haktır. Çünkü onun kelamı Selmân’ın sözünün
kemâlidir:
Dir isen Ahmedî irürdi sözi Selmâna
Dürüst ü râst bu da’vî kemâl-i Selmândır
Ahmedî G. 242/7
Bu dönemin şairlerinden Alî’nin şiirleri kemâl ehli katında Selmân’la beraberdir. Onun şiiri Selmân’ın
şiiri gibi güzeldir:
Kemâl ehli katında bu Alî’nün
Olupdur şi’ri Selmân’a beraber
Alî G.73/8
Şeyhî’nin sabah boyunca duası sıdk iledir ve İran sultanlarına ulaşır. Kemal ehli onun murtaza şiirinin
güzel olduğunu ve onun şiirinin Selmân kadar güzel olduğunu ifade ettiler:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Şeyhî’nin âh du’âsı eserin ey dem-i subh
Sıdk iledür nefesin husrev-i İrâna irür
Murtazâ şi’rine çün hüsn-i hasen verdi kemâl
Ehl-i beyt ol söze Hassânı ko Selmânı irür
Şeyhî G.56/7-8
Kemal ehli lafz ile Aynî’nin sözlerini beğenmekte, hatta onun şiirinin Selmân’dan daha leziz ve üstün
olduğunu söylemektedirler.
Didi fâyık lafz ile ehl-i kemâl
Şi’r-i Aynî şi’r-i Selmândan lezîz
Karamanlı Aynî G.118/7
Karamanlı Aynî, muazzam bir kaside söylemiştir. Şair, bu kasideyi Selmân’ın ruhu işitse onu bin kez
öpeceğini belirtmektedir:
Dil bir kasîde didi yüzün güninde iy şâh
Ağzında bin öperdi işitse rûh-ı Selmân
Karamanlı Aynî K.42/47
Nesîmi şiirini söyleyince kutsal ruh olan Cebrail, onun söylediklerini beğenerek güzel olduğunu ve
Selmân’la eşit olduğunu söylemektedir:
Söyledi zâhir Nesîmî şi’rini verdim cevâb
Ruh-ı kudsî kıldı tahsîn dedi kim Selmân budur
Nesîmî G.162/7
Çâkerî’nin şiirini gören devrinin dünya ve din işlerinin kemal bulduğu büyükler, onun şiirinin Selmân’ın
şiiri gibi olduğunu söylerler:
Ey livâyî defter ü dîn anun ile ber-kemâl
Diyeler kim eylemiş bu nazm-ı Selmân’ı dürüst
Çâkerî G. 6/5
Bu beyitlerden görüldüğü gibi Selmân, bu dönem Divan şairlerinin kendilerini kıyasladıkları İranlı
şairlerin başında gelmektedir.
Gülsitânın Sa’dî’nün yil aldı Bûstân’ını seyl
Ahmedî nakş ideliden işbu dîvân sûretin
Ahmedî G. 498/6
Ahmed-i Dâi, sevgilinin vasfını şerh eyleyince, açıklayınca Sa’dî ve Selmân onu kıskanırlar. Şair, bu
beytte kendisinin şiirini Sa’dî ve Selmân’ın kıskandığını söyleyerek, kendi şiirini onlardan üstün görür:
101
Şiraz’da dünyaya geldi. İlk dini ve edebî bilgileri Şiraz’da aldıktan, öğrenimini tamamladıktan sonra
Bağdat’a gitti ve Nizamiye Medresesi’nde ders aldı. 1292 yılında vefat etmiştir. Sa’dî’nin şiirinin en önemli
özelliği akıcı ve sehl-i mümteni örneği olmasıdır. Divanında âşıkâne gazelleri çoğunluktadır. Divanının
yanında dünyanın nasıl olmasını anlattığı Bostân’ı, bilgi ve becerisini belagat ve fesahatle yazıya döktüğü
mensur Gülistân’ı vardır. Bunların yanında Nasîhatü’l-Mülûk, risale-i Akl u Işk, Mecâlis-i Pencgâne,
Risale-i Selâse gibi eserleri vardır (Çiçekler 2008: 405-7). Bu dönem şairleri kendilerini Sa’dî ile çokça
karşılaştırmıştır. Ahmedî, kendi divanını nakş edince, Sa’dî’nin Gülistan’ını yel, Bostan’ını ise sel almıştır:
Fatih SONA
Sa’dî-i Şirâzî
İştiyâkuñ vasfınuñ kim şemmesin şerh eyleyem
Nazm içinde reşk iderler Sa’dî vü Selmân aña
Ahmed-i Dâ’i 27/37
Dönemin sultanı olan Fatih Sultan Mehmed kendi şiirini övmektedir. O, sözünü söyleyince Selmân ve
Sa’dî ona karşı haset ederler, onu çekemezler:
Bu kelâm ile Nizâmî işidürse sözüñi
İlteler saña hased Sa’dî vü Selmân bu gice
Avnî 84/7
Karamanlı Nizâmî, devrinde nazım ve nesir ile zamanının Sa’dî’si olduğunu söylemektedir:
Sa’dî-i devrân benem devrümde nazm u nesr ile
Bâg-ı hüsnüñdür Gülistân ile Bûstânum benüm
Karamanlı Nizami G. 74/8
Ahmed Paşa kendi sözünün Sa’dî’nin Gülistanı gibi sürekli hoş olduğunu dile getirmektedir:
Bûstânıñ sözümüñ lutfı suyıdur suvaran
Ki hemîşe hoş olur Sa’dî Gülistânı gibi
Ahmed Paşa G.314/5
102
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
Ahmed Paşa, kendisinin sözlerini Mısır gazelhanları okursa, Şirazlı Sa’dî gibi hoş şeker saçıldığını
göreceklerdir:
Hoş şeker-rîz olur Sa’dî-i Şîrâz gibi
Ahmed’üñ sözlerin okursa gazel-hân-ı Mısır
Ahmed Paşa G.85/9
Kadı Burhanedin, sevgilinin saçını anınca, koku almaya bile gerek yoktur, zira o çok güzel kokmaktadır.
Vasfını andığı zaman Sa’dî mat olmuştur. Kadı Burhaneddin, Attâr’ı da hem koku hem de şairi
betimleyecek şekilde kullanmıştır:
Zülfünüñ anıçah dünyâda Attârı niderler
Vasfunı kaçan ki ben aydam mât ola Sa’dî
Kadı Burhaneddin G. 946/2
Kadı Burhanedin, kendisinin Sa’dî gibi olacağını, Sivas’ı ise onun memleketi olan Şirâz gibi olacağını
söylemektedir:
Bini çü kılur Sa’dî aceb olmaya ger ol
Sivası dahı hıtta-i Şîrâz idiserdür
Kadı Burhaneddin G. 589/6
Nesîmî, söze gelip aşk sözünü söylese Şirazlı Sa’dî, zevkinden coşar, böylece onun şiirini beğenir:
Çün söze gelip aşk sözün kılsa Nesîmî
Zevkından anun cûşa gelir Sa’dî-i Şîrâz
Nesîmî G.180/7
Cemâlî’nin sözü kelâm içre olgunluğa ulaşmış, hayaller göstermektedir. Selmân ve Sa’dî’nin şiirlerinin
yanında mümtaz, seçilmiş olarak durmakta, onlar kadar etkileyici olmaktadır:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
İrdi çü sözüñ ehl-i kelâm içre kemâle
Gösterdi hayâlüñ
Selmânilere Fars u Sa’dîlere Şîrâz
Tâ kim ola mümtâz
Cemâlî 39/12
Görüldüğü üzere Sa’dî Gülistan ve Bostan isimli eserleriyle şiirimizde konu olmuştur. Şairlerimiz
kendilerini sık sık onunla kıyaslamışlardır.
Attâr
1142 yılında Nişâbur’a bağlı Kedken’de doğmuştur. İlk zamanlar tıp ve eczacılık ile uğraştığı için Attâr
lakabını almıştır. Belli bir zaman sonra ise tasavvufla uğraşmıştır. Kendisi İran edebiyatının ünlü
isimlerindendir. Onun sözleri aşk ile doludur. Birçok eser yazmıştır. Bazıları şunlardır: Fars edebiyatının
meşhur kitaplarından olan Tezkiretü’l-Evliya, çeşitli evliya ve şeyhlerin yaşamlarını, makamlarını
anlatmıştır. Mantıku’t-Tayr, kuşlardan bahsederek Allah’a ulaşmanın yollarını anlattığı eseridir. 10.000
beyitlik bir divanı vardır. Bunların dışında İlâhî-nâme, Esrâr-nâme, Hüsrev-nâme, Muhtâr-Nâme gibi
eserleri vardır. Attâr, 1221 yılında Nişabur yakınlarında Moğol askerleri tarafından öldürülmüştür.
Mezarı da aynı şehrin yakınlarındadır (Safâ 2002: 232-6). Şair, eseri olan Mantıku’t-tayr dolayısıyla
edebiyatımıza konu olmuştur. Ahmedî, kuş dilinde hoş sırlar vermektedir. Bunu Attâr işitse, kendisinin
meşhur eseri olan Mantıku’t-tayr’ı yırtar:
İşit saña diyeyim kuş dilinde hoş sırlar
Ki yırta Mantık-ı Tayr’ı işitse anı Attâr
Ahmedî K.23/3
Enverî
Horasan’da doğmuştur. Çok iyi bir eğitim gördüğü, felsefe, edebiyat, astronomi ve astroloji gibi ilim
alanlarında geniş bilgi sahibi olduğu bilinmektedir. Sağlam bir şiir tekniğine sahip olan Enverî, hayal
gücü geniş, edebî sanatları iyi kullanan bir şairdir. Edebî sanatlardaki başarısından dolayı, şiirlerinden
beyitleri belagat kitaplarında yer almıştır. Şiirde kullandığı dil, konuşma diline yakın ve akıcıdır. Kaside,
gazel, kıta ve rubailerinden oluşmuş divanı yayınlanmıştır. Enverî, İran edebiyatının en büyük kaside
şairi olarak görülür. 1189’da Belh şehrinde vefat etmiştir (Karahan 1995: 267-8).
Ahmedî, nazım nesirde üstün özellikli eserler vermektedir. Bundan dolayı Enverî, Hâce ve Selmân onu
beğenmektedir:
Hoş dut ol kuluñı kim hem fazl u nazm u nesrde
Gaşn iderler Enverî vü H˘âce vü Selmân aña
Ahmedî K. 6/50
103
Yüzini vasf idicek Ahmedînüñ
Sözini işiden dir ki Enverîdür
Devâvîn nesh olup unutuldı
Okınan şimdi anuñ defteridür
Ahmedî G. 268/7-8
Fatih SONA
Şair, sevgilinin yüzünü vasf edince, anlatınca; bu sözleri işiten, İran’ın ünlü şairi Enverî’nin şiiri olduğunu
zanneder. Ama artık eskiler unutulmuş, okunan Ahmedî’nin defteridir:
Firdevsî
Tûs şehrine bağlı Tâberân’ın Baj şehrinde 940-1 yılları arasında doğmuştur. En ünlü eseri olan Şâhnâme
İran’ın destan tarihini içermektedir. Kendi geçmişlerinin düşünceleri, öğütleri ve hikmetli sözleri,
topraklarının savunma ve koruma noktasındaki yol ve davranışları eserde yer almıştır. Bu eser İran’ın
milli kahramanlık eseridir. Dili sadedir, akıcıdır, seçicidir. Eser, bir sehl-i mümteni örneğidir. Firdevsî,
1020 yılında doğduğu yer olan Baj’da dünyaya gözlerini yummuştur (Safâ 2002: 90-6). Şeyhî, kasidede
kendini övmektedir. Kendisini Firdevsî ve Hâkânî ile eş tutmaktadır. Kendisi Türk dilinin Selmân’ıdır:
Âhirin Mahmûd u Firdevs eşiğin Hakan tapın
Medh eden bu hazreti Firdevsî vü Hâkânîdir
Şâh-ı Üveys-i sânîsin Şeyhî kemâlin vasfına
Gerçi Pârisî Türkî dilin Selmânıdır
Şeyhî K. 9/ 43-44
Hâcû-yı Kirmânî
104
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
Asıl adı Mahmud olup 1290 yılında Kirman’da doğmuştur. Usta bir şairdir ve özellikle gazel sahasında
büyük başarı kazanmıştır. Eserlerinde din dışı konularla tasavvufi ve hikemî meseleleri ustalıkla
bağdaştırır. 1349 yıllarında vefat etmiştir. Kendisinin 9000 beyitlik bir divanı, Humâyun’un Çin
fağfurunun kızı Humâ’ya aşkını konu alan Humâ vü Humâyun’u, Nevruz adlı bir şehzade ile Rum
kayserinin kızı Gül arasındaki aşkı anlatan Gül ü Nevrûz’u vardır. Bunların yanında Ravzatü’l-Envâr,
Kemâlnâme, Gevhernâme, Sâmnâme gibi eserleri bulunmaktadır (Tokmak 1996: 520-1). Ahmedî,
sözünü sırlarla doldurmuştur. Sözleri o kadar sırlıdır ki Selmân ve Hâce onun gizemini bilmez. Şair,
kendisini onlardan üstün görmektedir:
Ol sözi Ahmedî illâ bunı dir kim
Sırrın sözümün H˘âce vü Selmân dahı bilmez
Ahmedî G. 276/9
Ahmedî, kemal ehlinden Selmân ve Hâce var iken kendisini Elvan Çelebi’ye benzetmemesini istemektedir.
Şair burada çağdaşı olan Elvan Çelebî’yi de eleştirmekte, onu küçümsemektedir:
Ehl-i kemâl Ahmediyi hâşâ hâşâ kim
Selmân u H˘âce var iken Elvân’a beñzede
Ahmedî G.565/7
Hâfız
Şiraz’da dünyaya geldi. Hâfız, iyi bir eğitim görmüştür, Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği için hâfız lakabını
almıştır. Kaside, rubai ve kıtalar yazmış olmasına rağmen Hâfız şöhrete gazelleriyle ulaşmıştır. Gazelleri
Fars edebiyatında türünün en gelişmiş örnekleri arasında yer alır. Gazellerinde mecazi anlamlar taşıyan
aşk ve şarap meclislerini terennüm etmiştir. Divanı Türkiye’de en çok okunan Fars eserlerinden birisidir.
Ayrıca eserin çeşitli şerhleri de yapılmıştır. Hâfız, 1389-90 yılında Şiraz’da ölmüş, bugün türbesinin
bulunduğu Hâfıziye semtine gömülmüştür (Yazıcı 1997: 103-6). Karamanlı Aynî, kendi beyitlerinin
sevenin dilinden, gönlünden gitmemesini, zira bunun Hâfız’ın şiirleri gibi olduğunu dile getirmektedir:
Dilünden gitmesün ebyât-ı ‘Aynî
K’anun zımnındadur eş‘ârı Hâfız
Karamanlı Aynî G. 252/7
Çâkerî’nin şiirine bakanlar, inceleyenler onun akıcı üslubundan dolayı Hâfız’a, hayal dünyasının ise
Kemâl’e benzediğini söylerler:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Çâkerî her kim nazar iderse şi’rüne senün
Dir selâsetden bu Hâfız’dur tahayyülde Kemâl
Çâkerî G. 74/5
Nizâmî-i Gencevî
İran’ın büyük söz ustalarındandır. 1136 yılı civarlarında doğduğu düşünülmektedir. Uygun söz ve
kelimeleri seçme, yeni özgün terkipleri ortaya çıkarma, her konuda yeni anlamları bulma, ayrıntıları
tasvir etme, güzel manzaraları oluşturmadaki hayal gücü ve dikkati, tabiat, kişi ve yaşam biçimlerini
tavsif etmedeki inceliği gibi açılardan İran şiirinin önemli şairleri arasındadır. Şair, geniş Arapça kelime
ve terkipleri, filozofların birçok düşüncesini, felsefe ve bilim esaslarını kullanmaktan geri durmamıştır.
Onun eserleri bazen ansiklopedi gibidir. Şairin divanının yanında hamsesi vardır. Hamsesi Mahzenü’lezhâr, Hüsrev ü Şirin, Leyla ile Mecnun, Heft Peyker ve İskendernâme’den oluşmaktadır (Safâ 2002: 228232). Nizâmî’nin ismi nizam kelimesiyle birlikte kullanılmıştır. Nizâmî, Ahmedî’nin şiirini işitince kendi
sözünün nizamını bozar. Ahmedî, kendi şiirini Nizâmî’nin düzenini bozacak kadar güçlü görmektedir:
Bozayıdı nizâmını sözinün
İşitse Ahmedî nazmın Nizâmî
Ahmedî G. 654/9
Çakerî’nin beş beyitlik olan gazeli Nizâmî’nin Penc-Genc’i gibi ondan eser olarak kalacaktır. Bu gazeli
Nizâmî’nin bu eseri gibidir:
Kalısar Çâkerî bu penc bitigün
Nizâmî Genc’i gibi senden âsâr
Çâkerî G.10/7
Kemâl-i Hucendî
Maveraünnehir bölgesinde bulunan Hucend’de doğmuştur. Tasavvufi yola mensuptur. Tebriz’de 1401
yılında vefat etti. Aşk ve tasavvufa dair gazellerinde “Kemal” mahlasını kullanan Hucendî bu nazım
şeklinde üstün başarı sağlamıştır. Gazel nazım şeklinde Irak üslubunun Azerbaycan kolunu teşkil eden
şairlerin başında gelir ve bu üslupla Hint üslubu arasında köprü vazifesi gören şairler arasında yer alır.
Kemal-i Hucendî’nin yaklaşık sekiz bin beyit ihtiva eden divanı genellikle gazel, kıta ve rubailerden
oluşur (Şahinoğlu 2002: 226). Ahmedî’nin kelâmı Kemâl-i Hucende erişirse, onun ruhu Allah mükafatını
versin diyerek onun şiirini beğenir:
Ger Hucende irişürse bu kelâm
Derrühü lillah diyü rûh-ı Kemâl
Ahmedî G.377/7
Çâkerî, sultanın susana ihsanda bulunduğundan dolayı, kendisinin Kemâl gibi şiir söylemekten el
çekeceğini söylemektedir. Onun şiiri Kemâl gibi muazzamdır:
Şi’r-i Kemâl’den el çek sen Çâkerî ki sultân
İhsânı ana eyler k’anun zebânı yokdur
Çâkerî G.28/5
105
Ey sabâ şi’r-i Mesîhî’yi yüri Parsa ilet
Şâd olsun dir isen mühce-i üstâd-ı Hucend
Mesîhî G.33/5
Fatih SONA
Mesîhî sabâ rüzgarının kendi şiirini İran’a iletmesini istemektedir. Böylece Hucend’in üstadı olan
Kemal’in canı şâd, mesrur, sevinçli olacaktır:
Sonuç olarak ilk dönem diyebileceğimiz 14 ve 15. yüzyıl şairleri de kendilerini İran şairleri ile
kıyaslamaktadır. Bazen onları kendilerine eşit, bezen de kendilerini onlardan üstün görmektedirler.
Klasik Türk Edebiyatı şairlerimiz 16. yüzyıl ve sonrasında değil, ilk zamanlarda da kendilerini onlardan
üstün olarak gördüklerini müşahede ediyoruz. Şairlerimizin bu iddialarının gerçek olup olmadığını biz
burada sorgulamıyoruz. Biz bu dönem Divan şairlerinin burada bahsettiğimiz İranlı şairler olan Selmân’ı,
Sa’dî’yi, Hâfız’ı, Attar’ı, Kemâl’i, Hâcû-yı Kirmânî’yi, Nizâmî’yi, Firdevsî’yi, Kâtibî’yi beğendiklerini ve
şiirlerine çeşitli vesilelerle konu ettiklerini söyleyebiliriz.
Kaynakça
Akdoğan, Yaşar. Ahmedî Divanı. Doktora Tezi: İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 1979;
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128334/h/ahmedidivaniyasarakdogan.pdf.
Ayan, Hüseyin. Nesîmî Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1990.
Aynur, Hatice. 15.yy. Şairi Çâkerî ve Dîvânı, Yenilik Basımevi, İstanbul, 1999.
Çavuşoğlu, Mehmet. “Divan Şiiri” Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II, TDK Yay., Ankara, 1986.
Çiçekler, Mustafa. “Sa’dî-i Şîrâzî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.35, TDV. Yay., İstanbul, 2008.
Derdiyok, İ.Çetin. Cemâlî, Hayatı, Eserleri ve Dîvânı, Sources of Oriental Languages and Literatures, Harvard, 1994.
Doğan, Muhammed Nur. “Klasik Türk Edebiyatında İran Tesiri ve Divan Şiirinin Millî Karakteri” Eski Şiirin Bahçesinde.
Ötüken Yay., İstanbul, 2002.
Ergin, Muharrem. Kadı Burhaneddin Divanı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1980.
İpekten, Haluk. Karamanlı Nizâmî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Atatürk Üniversitesi Yay., Ankara, 1974.
İsen, Mustafa- Kurnaz, Cemal. Şeyhî Divanı. Akçağ Yay., Ankara, 1990.
Karahan, Abdulkadir. “Enverî, Evhadüddin” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.11, TDV. Yay., İstanbul, 1995.
Kut, Günay. “13. Yüzyılda Anadolu’da Şiir Türünün Gelişmesi” Acâibü’l-mahlûkât, Simurg
106
İlk Dönem Divan Şairlerinin Gözünden İranlı Şairler
Yay., İstanbul, 2010.
Levend, Agah Sırrı. Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar. Enderun Kitabevi, İstanbul,
1980.
Mengi, Mine. Mesîhî Divanı. Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995.
Mermer, Ahmet. Karamanlı Aynî Divanı. Akçağ Yay., Ankara, 1997.
Mermer, Ahmet. “Taşlıcalı Yahya Bey’in Kendi Şiiri Üzerine Düşünce ve Değerlendirmeleri”, Selçuk Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, Ayrı Basım, Sayı 1, Konya 1987, s. 228-234.
Özmen, Mehmet. Ahmed-i Dâ’î Divanı, TDK. Yay., Ankara, 2001.
Özyıldırım, Ali Emre. Hamdullah Hamdî ve Divanı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1999.
Sona, Fatih. Ali ve Divanı (14.-15.yy). Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara, 2005.
Şahinoğlu, M.Nazif. “Kemâl-i Hucendî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.25, TDV. Yay., Ankara, 2002.
Tarlan, Ali Nihad. Ahmed Paşa Divanı. MEB. Yay., İstanbul, 1966.
Tarlan, Ali Nihad. Necati Beg Divanı. MEB.Yay., İstanbul, 1997.
Tarlan, Ali Nihad. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, Atatürk Kültür Merkez
Yay., Ankara, 1990.
Tokmak, A.Necâti. “Hâcû-yı Kirmânî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.14, TDV. Yay., İstanbul, 1996.
Tolasa, Harun. “Divan Şairlerinin Kendi Şiirleri Üzerine Düşünce ve Değerlendirmeleri”, Türk Dili ve Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi, Sayı I, İzmir, 1982, s.15-46.
Ünsel, Kemal Edip. Fâtih’in Şiirleri. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1996.
Yavuz, Kemal. “XIV. Yüzyılda Türk Edebiyatı ve Bazı Dikkatler”, Ulusal Eski Türk Edebiyatı Sempozyumu, 15-16 Mayıs
2009, Adıyaman, 2010.
Yazıcı, Tahsin. “Hâfız-ı Şîrâzî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.15, TDV. Yay., İstanbul, 1997.
Zebîhullâh-ı Safâ (Çev. Hasan Almaz). İran Edebiyatı Tarihi I. Cilt, Nüsha Yay., Ankara, 2002.
Zebîhullâh-ı Safâ (Çev. Hasan Almaz). İran Edebiyatı Tarihi II. Cilt, Nüsha Yay., Ankara, 2005.
1. Gün
IV. Oturum
08 Mayıs 2014 Perşembe
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ali YAKICI
Doç. Dr. Ebulfez EZİMLİ
Celil Memmedguluzade (Molla Nasreddin) Realizmi İle Rus Yazarı Gogol
Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
Yrd. Doç. Dr. Recai ÖZCAN
Paul Eluard’dan Orhan Veli’ye Şiirin Anlamı ve Geleceği
Arş. Gör. Merve MENTEŞE
Klasik Türk Edebiyatı İle İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim Bağlamında
Fantastik İnsan Tasavvurlarından “Âfet, Âfet-i Âb ve Şâh-ı Mârân” Örnekleri
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
CELİL MEMMEDGULUZADE (MOLLA NESREDDİN)
REALİZMİ İLE RUS YAZARI GOGOL REALİZMİ ARASINDA
TİPOLOJİK BAĞLANTILAR
TYPOLOGICAL LINKS BETWEEN JAJIL MEMMEDGULUZADE’S
(MOLLA NASRADDIN’S) REALISM
AND RUSSIAN WRITER GOGOL’S REALISM
*Doç. Dr. Ebülfez EZİMLİ
Özet
Realizm Estetikası bakımından Mirze Celil Memmedguluzade’nin (1869-1932) Rus yazarı Gogol’a (1809-1852)
münasebetinde klasik pozitivizm vardır. Bu klasik pozitivizmde genel içerik Tenkidi Realizm metodudur.
Gogol da edebiyata yeni yaratıcılık poetikası getirdi, Mirze Celil de.
Mirze Celil Memmedguluzade’ye Gogol etkinlikleri tipoloji bağlantılardan ileri gelen etkinliklerdir. Bağlantıda
esas amil Gogol yaradıcılığına mahsus özel yansımalar- edebi havaya canlılık getiren doğuluşlar demek idi.
Mirze Celil Umum Türk, genel olarak Asya edebiyatına yeni yaratıcılık metodu –Tenkidi Realizm getirdi. Bu
Realizm Molla Nasreddin ruhu üzerinde köklenmiştir; ve tipoloji bakımından Molla Nesreddin Realizmi
demek idi.
Mirze Celil halen Gori Seminariyası’nda okuyorken Gogol’un eserleriyle tanış olmuş, onun bir yazıcı gibi
bedii ifade tarzını sevmiştir. Mirza Celil’de Gogol’a olan merak Rus yazarının hayatı aks ettirmek üslubundan
doğmuştur. Gogol’un eserleri Rus edebiyatında “edebi hadise”(Belinski) idi. Mirze Celil nesrinde ve
dramlarında, “Molla Nasreddin” dergisinde tenkidi realizmin yeni tipi yüze çıktı. “Gurbaneli Bey”i yazarken
“Gogol, Allah sene rahmet elesin”- dedi; “Molla Nasreddin” dergisinde “Gogol” adlı meşhur eserini derc
ettirdi.
Gogol gördü ki, onun tesvirlerinde Rus hayatı çok facievi ve can sıkıcı göründü--büyük sarsıntılar geçirdi,
“Ölü Canlar” adlı romanının ikinci hissesini yandırdı ve on gün geçmemiş özü de dünyadan göçtü. Ama
Gogol yazdığını yazmıştır. O yeni edebiyatın dahisi idi.
Celil Memmedguluzade’nin de Gogol’a olan sevgisi bu dahiliye bağlı idi.
109
Anahtar Kelimeler: Celil Memmedguluzade ve Gogol, Tenkidi Realizm, Azerbaycan-Rus edebi alakaları
Ebülfez EZİMLİ
Hayatın içerilerine nüfuz etmek, insanın gerçek ve gülünç münasebet ve yaşamlarını tasvir etmek tarzı Gogol
realizminin mahsusi mazmun ve fikir katlarını yansıtırdı. Gogol hayatın iç ve dış örtülerini kaldırdı, Mirze
Celil (Molla Nasreddin) de.
* Doç. Dr., Nahcivan Devlet Üniversitesi, Nahcivan Müellimler Enstitüsü, [email protected]
Abstract
From the realistic aesthetic point of view Mirza Jalil Memmedguluzade (1869-1932) has classical positivism with
respect to Russian writer Gogol (1809-1852). In this positivism general content is critical realistic method. Gogol
brought new creativity poetics to the literature, so did Jalil Memmedguluzade.
Gogol’s effects on Mirza Jalil are the effects arisen from typological links .
Key factor in connectivity is private reflections-meant births that brought vitality to literary atmosphere-belonging
to Gogol’s creative work. Mirza Jalil brought a new creative method - Critical Realism to all Turkish literature
commonly Asian literature.
This realism was put right on Molla Nasreddin’s spirit. While studying at Gori Mirza Jalil became familiar with
Gogol‘s works and liked his artistic expression style as a writer. Mirza Jalil’s curiosity to Gogol arose from the
Russian writer’s style of depicting the life. Gogol’s works such as “Evenings on a Farm near Dikanka”, “Kalyaska”,
“Mirgorod”, “TarasBulba”, “The Government Inspector”, “Dead Souls” and others were “literary event” in
Russian literature ( Belinski ).
110
Molla Nesreddin Realizmi İle Gogol Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
In MirzaJalil ‘s prose and dramas, and also in “ MollaNasreddin “ magazine a new type of critical realism
appeared. While writing “Gurbaneli Bey”- he said “Gogol, God bless you “ and published his famous work “ Gogol
“ in the magazine called “Molla Nasreddin”.
To penetrate into the depths of life , description style of the real and ridiculous lives and relations of human reflects
the layers of metaphor of Gogol’s realism. Gogol raised inner and outer cover of life, so did Mirza Jalil (Molla
Nasreddin). Gogol saw that Russian life seemed very tragic and annoying in his description, had concussion,
burnt the second part of the novel “ Dead Souls “ and after ten days he passed away. But Gogol wrote what he
wrote: he was the genius of the new literature .
Jalil Memmedguluzade’s love to Gogol is connected with this greatness.
Keywords: Jalil Memmedguluzade and Gogol, Critical Realism
Giriş
Realizm Estetikası Edebiyatların Tarihi, milli ve beşeri siması gibi, edebi ilişkilerde müşterek ve ferdi
karakter taşıyor. Bu cehet edebiyatların yeni dönemini doğurmak bakımından özel seciye taşıyor. Yeni
dönemin yeni edebiyat sisteminde Azerbaycan’ın kudretli yazarı Celil Memmedguluzade’nin mahsusi
yeri vardır. Böyle ki, Asya edebi âleminde Tenkidi Realizm büyük Azerbaycan yazarı Mirze Celil
Memmedguluzade’nin adı ile bağlıdır. O, “Molla Nesreddin” tahallüsünü de tesadüfen kabul etmemiştir.
Mirze Celil senet bakımından realizm poetikasının yeni mezmun ve ideya, bedii ifade hüsusiyetlerinin
XIX. asır Rus edebiyatı için de müstesna bir yer tuttuğunu anlamıştır. Bu edebiyatın ilk siması Nikolay
Vasilyeviç Gogol’la başlamıştır.
Yeni Edebiyat ve Senet bakımından Azerbaycan yazarı Celil Memmedguluzade’nin XIX. yüzyıl Rus
yazarı Gogol’a münasebetinde klasik pozitivizm vardır. Mukayeseli tespitten bu pozitivizmi böyle
seciyelendirmek olar:
- Gogol da edebiyata yeni yaratıcılık poetikası getirdi, Celil Memmedguluzade (Molla Nesreddin) de;
- Gogol hayatın iç ve dış örtülerini kaldırdı, Mirze Celil de.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
- Gogol gördü ki, Rus hayatı çok faciavi ve can sıkıcı göründü, büyük sarsıntılar keçirdi; hatta “Ölü
Canlar” adlı romanının ikinci cildini yandırdı ve on gün geçmemiş özü de dünyadan köçdü.
Ama Gogol yazdığını yazmıştır: o tekçe yenice formallaşan Rus edebiyatının değil, ümumen, Yeni
Dönem dünya edebiyatının da dahisi idi. “Molla Nesreddin” dergisinin neşri ile hem de özüne “Molla
Nesreddin” tahellüsü götürdü.
-Celil Memmedguluzade ile tekçe Azerbaycan edebiyatında değil, umumen Türk dili edebiyat tarihinde
yeni sahifeler yarandı. O, şair, nasir, dramaturk, muherrir kimi edebiyata yeni poetika özellikleri getirdi.
Bu, umumen hem de Yakın ve Orta Şark edebiyatları için yeni poetika demek idi. Bu poetika Molla
Nesreddin ruhundan boy atdı. Bununla, Mirza Celil tekçe Azerbaycan edebiyatına değil, bütünlükte
umum Türk yazılı edebiyatına Molla Nasreddin Ruhu getirdi.
Mirza Celil’in edebi mahsusluğu böyük Türk Müdrükü Molla Nesreddin’in karakter, insanlık mevkeyine,
cesaretli ve dramatik ifade, ince ve dikkatçeken sarkazm, kinaye, yumor-mizah, eyham tarzına bağlı
olan mahsusluktur.
Bedii ifadenin Molla Nasraddin tarzi XIX. asrın sonu- XX. asrın birinci rübünde edebiyata hem
mazmun ve münderice, hem de ideya-bedii cehetten“mollanasraddinçilik” akımı getirdi.
Azerbaycan yazarı Celil Memmeguluzade’nin rus yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol’a münasebeti ilk
önce, edebiyatta Realizm münasebeti içeriğine aittir. Bu manada, Mirza Celil realizmi ile Gogol realizmi
arasında hususi tipoloji bağlantılar vardır.
Şurada esas amil Gogol yaratıcılığına mahsus özel yansımalar- edebi havaya canlılık getiren doğuluşlar
demek idi.
Celil Memmedguluzade XIX. asrın sonu—XX. yüzyıl Azerbaycan, umumen Türk dilli yazılı edebiyata
Molla Nesreddin Ruhu getirdi. Bu ruhla o, her şeyden önce, edebiyata janr, mövzu, mazmun ve ideya,
şekil özellikleri, yeni dil, üslub poetizmi, bedii-poetik tezelik-yenilik behş etti.
I. Rus yazarı Nikıolay Vasilyeviç Gogol’un Mirze Celil Memmedguluzade’ye Etkinliğinin Tipoloji
Karakteri
Celil Memmedguluzade’nin Rus yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol’a reğbet ve sevgisi tesadüfi değildir.
Gogol ruhlu yazıçı idi; bu ruh halk meneviyatının yansımaları gibi tam olarak , bedii münasibetlerde yeni
tesvir ve inikas meyleri demek idi.
Gogol kendi iç dünyasında Ukrayna mekanlarının ab-havasını taşıyordu ; bu ab-hava, sözsüz ki, Türk
ahlak ve edebinin, Türk üslubunun renklerinin tezahürleri idi: çünkü o mekanlar Türk mekanları, o
mekanların insanları Türk soyunun soyları idi; her yer Türk nefesi ise nefeslenmişdir. Ona göre idi ki,
Gogol’da ciddi ve her zaman rağbet oyadan yanaşma tarzı var idi: bu, hayatı ve insanı öz renglerinde
tasvir etmek terzi idi. Bu tarz Mirze Celil Memmedguluzadenin’in bedii mezaclarına yatırdı.
111
Dünya edebiyatında indiyedek Molla Nesreddin sayak yaratıcılık –bedii ifade ve inikas tipi olmamıştır.
Bu anlamda, Celil Memmedguluzade (1969-1932) Tekçe Yeni Dönem Azerbaycan edebiyatının deyil,
eyni zamanda umum Türk ve Şark edebiyatının yeni sehifelerini yazdı. Onun Tengidi Realizm Yeni
Dönem umum Türk yazılı edebiyatları için enenevi olan Mezheke Realizmi’nin yeni ifade tipi idi. Mirze
Celil Realizmi Halk Realizmi yansımaları olarak, Molla Nesreddin terzinin Yeni tipi ve tam olarak, yeni
poetika sistemi idi. Dünyada indiyedek böyle bir yaratıcılık –bedii ifade ve inikas tipi olmamıştır.
Ebülfez EZİMLİ
Mirze Celil Realizmi Molla Nesreddin terzinin yeni tipi ve tam olarak, yeni poetika sistemi idi.
Hayatın içerilerine nüfuz etmek, onun gerçek ve gülünç münasibet ve yaşamlarını tasvir etmek tarzi
Gogol realizminin mahsusi mazmun katlarını yansıtırdı.
Hayatın içerilerine nüfuz etmek, onun gerçek ve gülünç münasibet ve yaşamlarını tasvir etmek tarzı
meşhur Rus yazarı Gogola mahsus realizmin mahsusi mazmun katlarını yansıtırdı.
Mirze Celil de halen Gori Seminariyasında okuyorken Gogol eserleriyle tanış olmuş, onun bir yazıçı gibi
bedii-poetik ifade tarzını sevmiştir. Mirze Celilde Gogol’a olan merak Rus yazarının hayatı aks ettirmek
üslubundan doğmuştur.
112
Molla Nesreddin Realizmi İle Gogol Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
Gogol Kimdir?
Rus yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol 1809’cu ilde Aprel’in 1’de (yeni stille Mart’ın 20’de) Poltava
Guberniyasının Mirgorod kazasında Bolşie Soroçin kesebesinde Ukrayna’lı mülkeder ailesinde
doğulmuştur (M.Cefer, seh.205). “Bisavryuk, yahut İvan Kupala günü erefesindeki akşam” adlı povest
1831- ilde “Oteçestvennıe zapiski” dergisinde derc edilir; hebele 1831-1832-ci illerde silsile povestlerden
ibaret olan “Dikanka yakınlığındaki Hutor akşamlar” adlı kitabın birinci ve ikinci hisseleri neşr edilir.
1835-ci ilde “Mirgorod” ve “Arabeskler” adlı povestler kitabını çap ettirir. Burada “Taras Bulba”, “Köhne
Dünya Mülkedarları”, “İvan İvanoviç’le İvan nikiforoviçin dalaşması”, “Portret”, “Neva Prospekti”,
“Delinin Geydleri”, “Kalyaska”, “Şinel” povestleri toplanmıştır. Tenkidçi Vissarion Grigoryeviç Belinski
“Mirgorod” ve “Arabeksler” eserlerini Rus edebiyatında “fevkalade hadise” adlandırır.”Kalyaska” hikayesi
1836-cı ilde “Sovremennik” dergisinde derc edilir. Gogol “Müfettiş” (1835), “Evlenmek” (1842) gibi
dram eserlerinin de müellifidir. “Ölü Canlar” romanının birinci cildini 1842-ci ilde çap etdirir.
“Dostlarla Yazışmalardan Sehifeler”(1847) kitabı tenkid edilir . Tenkidçi V.G Belinski “Gogola Mektub”
adlı meşhur eserinde Gogol’u sert şekilde tenkid ateşine tutur. Gogol 1847-de “Müellifin Etirafı” adlı
mekalesinde sehvlerini etiraf edir. Etirafdan sonra-1851-ci ilde “Ölü canlar”ın ikinci hissesini tamamlayır,
lakin çap etdirmemiş diger elyazmaları ile bereaber onu da yandırır(yakır). Sekiz gün sonra-21 fevral
(teze stille 4 Mart) 1852-ci ilde böyük edib N.V.Gogol vefat edir.. Gogol “İvan Kupala Günü Arefesindeki
Akşam”, ”Dikanka Yakınlığında Xutor Akşamları”, “Kalyaska”, “Mirgorod”, “Taras Bulba”, “Müfettiş”,
“Ölü canlar” ve başka Eserleri rus edebiyatında “edebi hadise” (Belinski) idi. Geniş yaradıcılık ürünleri
ile Nikolay Vasilyeviç Gogol (1809-1952) edebiyat alemine yeni nefes, yeni mazmun ve ifade poetikası
getirdi.
Gogol’la Rus edebiyatında yeni aşamaya kadem koyuyor: o,edebiyata Tenkidi Realizm getirdi, onunla
edebiyat, yüzünü insana ve onun hayatına, o hayatın gerçek ve bayağı yüzlerine çevirdi. Bununla
Gogol’un şahsında edebiyatta hayatı bütün gerçek simasıyla tasvir etmek pozitivizmi formallaştı. Gogol
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
bütün eserlerinde hayatın içerilerini tesvir etdi. Bu hayatda her şey zahirden aldadıcı görünür, illüzuya
gibidir; ama mahiyetde bu heyatın gerçeklikleri trajikomik haldadır.
Facielere komik renk vermek Gogol üslubunun en seciyevi hüsusiyyetlerindendir. Bütün bunların
metodoloji karakteri realizmin yeni tipini yarattı. Bu karakterde esas hat hayatın komizmine ve bu
komizmden ileri gelen hadiselerin facieler dahilinden tenkid etmek terzine bağlıdır. Bununla Nikolay
Vasilyeviç Gogol edebiyatta Tenkidi Realizm metodunun esas mazmun karakterlerini takdim etmiş oldu.
Nikolay Vasilyeviç Gogol’un bedii dühasının simasında yazı ve üslubun yeni ve tipik rengleri yüze çıktı.
Mirze Celil Memmedguluzade Kori Gimnaziyasında Rusca tehsil alırken Gogol (1809-1852) yaratıcılığı
ile tanış olmuştur. Mirze Celil’in Gogol’a münasibetinde genel bağlantı Tenkidi Realizm’dir.
Mirze Celil Tenkidi Realizm’i Molla Nesreddin tarzıdır. Hayata ve cemiyete, insanlara münasibetinde
Molla Nasreddin tarzı mahsusi realizm tarzıdır. Yumoristik ve satirik kinaye onun realizminin esas
elametlerindendir.
Celil Memmedkuluzade Kimdir?
Mirze Celil Memmedguluzade (1869-1932) Azerbaycan’ın en kadim mekanlarından olan Nahçıvan
şehrinde doğulub. Dede-babası eslen Cenubi Azerbaycan’ın Koy şehirinden idi. Atası onu 1882-1887-ci
illerde Rus dilli Gori Müellimler Seminariyasında okutmuşdur.
Azerbaycan’ın Ruslar tarafından ihlalından sonra Cenubi Azerbaycan’ın merkezi şehri olan Tebrize
getmiş, 1920-ci yılın sentyabrından 1921-ci yılın Mayıs ayına keder orada yaşamış, «Molla Nesreddin»
jurnalının 8 sayını da burada neşr etdirmişdir. Onun «Ölüler» eseri 1921-ci il mayın birinde Tebriz’de
tamaşaya koyulmuşdur.
113
1903-cü ilden Tiflis şeherinde yaşayıb işlemişdir. Burada «Şerki-Rus» gazetesi ile emekdaşlık etmekle
metbuata kedem koymuşdur. “Şergi-Rus” kapatılandan sonra Ömer Faik Nemanzade ile birlikde
gezetenin metbeesini almış, onu «Qeyret» metbeesi adlandırmışlar. Celil Memmedguluzade «Poçt
Gutusu» hekayesini de 1905-ci yılda «Qeyret» metbaasında çap etdirmişdir. 1906-cı il 7(20) Aprel’de
(Nisan’da) «Molla Nesreddin» jurnalını neşr etdirir.
Ebülfez EZİMLİ
Mirze Celil yaradıcılığa XIX. yüzyılın 80-lerinin sonunda başlamıştır. İlk eseri “Çay Desgahı” (1889)
adlı allegorik piyesidir. Sonra “Kişmiş Oyunu”(1892) hikayesini, “Danabaş Kendinin Ehvalatları”(1894),
«Danabaş Kendinin Mektebi» (1896) romanlarını da yüzyılın sonlarında yazmıştır.
Bakı’ya davet edilmiş ve ömrünün sonuna dek burada yaşamıştır. 1932’nci ilde yanvarın 4’ünde vefat
etmiş, Fekri giyabanda defn olunmuşdur.
Celil Memmedguluzade “Poçt Kutusu”, “Usta Zeynal”, “Dellek”, “Gurbaneli Bey”, “Pirverdinib Horuzu”,
“Sakallı Uşak”, “İran’da Hürriyet”, “Konsul’un Arvadı”, “Zırrama”, kimi onlarla hikayenin, “Çay desgahı”,
“Ölüler”, “Anamın kitabı”, “Er”, “Oyunbazlar”, “Deli Yığıncağı” gibi dram eserlerinin, yüzlerle felyetonun,
habele onlarla satirik şiirin müellifidir.
Onun en büyük hizmetlerinden biri “Molla Nesreddin” dergisinin neşri oldu. Mirze Celil 25 yıl (19061932) bütün ölkelerde okunması yasak edilen haftelik “Molla Nesreddin” dergisi ile bütün dünyanı dolaştı,
bununla hem de kendinin ve bütün türk dünyasının Molla Nesreddin sayak münsaibet- karakterini
ortaya koydu, edebiyata yeni metod, yeni üslup, yeni ideya ve yeni formalar getirdi.
Mirze Celil’in Gogola münasibetlerinin tipoloji mazmunu ve karakteri nelere bağlıdır?
Mirze Celil Memmedguluzade’nin Rus yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol’a münasibetinde klasik
pozitivizm vardır.
114
Molla Nesreddin Realizmi İle Gogol Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
Bu pozitivizmde genel içerik Tenkidi Realizm’dir.
Tenkidi Realizm heyat tasvir münasibetlerinde Molla Nesreddin terzidir. Hayat ve cemiyet, insanlar
kendi facia ve komediya mazmunları içerisindedir; lakin insan ilk bakışta hiç neyin farkında değil. İnsan
kendinin komik ve dramatik, ayni zamanda faciavi karakterine bakışlar donuk ve aldanış halındadır.
Azerbaycan yazıcısı Celil Memmedguluzade’nin Rus yazıcısı N.V.Gogol Realizmine münasibetinde
mahsusi tipoloji bağlantılar vardır. Bu bağlantıların tipik cehetlerini büyük yazıçının Gogol hakkında
söyledikleri sözlerden ve tesbitlerden daha konkret ve aydın görmek olar.
II. Mirze Celil Rus Yazarı Gogol Hakkında
Milletler ve edebiyatlar içeriğinde edebi münasibetler bedii yaradıcılık poetikası bakımından hüsusi
yer tutur. Bu menada, Celil Memmedguluzade’nin Rus yazıçısı Nikolay Vasilyeviç Gogol’a bakışları da
hüsusi bir poetika sahesidir.
Her şeyden evvel, keyd edek ki, Mirze Celil’in bütün edebi hayatına has olan Poetika bağlılığı yalnız Molla
Nesreddin bağlılığıdır. Molla Nesreddin’de yanaşma ve tesvir etme halis Türk Mezheke Poetizmidir ve bu
primitiv bir yumoristik meyl, yüngül gülüş terzi deyil, ictimai mezhekedir.
Gogol’da da ictimai mezheke var idi. Bu, sözsüz ki, Şarkden gelme bir münasibet tarzı idi. Mirze Celil
Memmedguluzade’nin Rus yazıçısı Nikolay Vasilyeviç Gogol bağlılığını biz teklid etme, Gogol forma
ve üsulunun suretini köçürme, kopyalama bağlılığı hesab etmirik. Bu yalnız münasibet bağlılığıdır.
Konkret olarak bu, edebi varisliyin klassizmine aid olan tipoloji bir bağlılığıdır. Ayrı ayrı eserlerle bağlı
uyumlar da tesadüfi değildir. Mesela, Gogul’un eserleri ile Mirze Celil’in eserlerinin uyumlarına dair
böyle sadalama vermek olar:
Gogol
“Kalyaska”
“Müfettiş”
“Ölü Canlar”
“Delinin Geydleri”
“Dikanka Yakınlığında Hutor Akşamları”
Celil Memmedguluzade
“Gurbaneli bey”
“Ölüler”
“Ölüler”
“Deli Yığıncağı”
“Danabaş kendinin ehvalatları”
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Mirze Celil’in yaradıcılığa başlamasından, tekriben, yarım esr evvel bedii sözün, edebiyyatın heyata
münasibetinde yeni nüanslar üze çıkmışdır: nece deyerler, edebiyyat heyata yakınlaşdı, heyatın dahilini
görmeye başladı.
Nikolay Vasilyeviç Gogol da heyatın dahilini gören ve onu öz mezmun ve formasında tesvir eden
yazıçı idi. Sözsüz ki, Mirze Celil de Gogol’un tasvir, üslup psikolojizmini derinden başa tüşen ve onu
kıymetlendiren bir senetkar olub. Bunu da nezere alak ki, Mirze Celil, Gogol’u okumasaydı da Mirze
Celil olacakdır. Çünkü Mirze Celil’in bedii duyum ve düşüncesinde derinden derin bir Molla Nesreddin
ruhu köklenmişdir. Yazıçı Celil Memmedguluzade’ni Rus realist senetkarı Nikolay Vasilyeviç Gogol’a
münasibetde celb eden esas elamet Gogol mezhekenevisliyi idi.
Mezhekenevislik Gogol realizminin mezmun ve forma poetikasının içerisinden gelirdi. Bu
meshekenevislik yeni realizm tipi gibi edebiyatta yeni bir tasvir menzeresi açtı. Bu adi menzere deyildi,
bu gerçekliyin yeni karakterlerden açım ve tesvir realizmi demik idi. Ve her şeyden önce, Gogol realizmi
Halk Realizmidir.
Gogol’un müasiri tenkidçi Vissario Grigoryeviç Belinski de Gogol mahsusluğunu onun realizmi
kriterilerinden değerlendirirdi. Mesela,Vissario Grigoryeviç Belinski yazıçı Gogol’dan behs ederken yeni
devr edebiyatının tipoloji karakterlerini böyle açıklıyordu: “Yeni devrde yaranmış senet eserlerinin esas
hüsusiyeti ondan ibarettir ki, bunlar hayat hakkında amansızcasına açık danışan(ayırma bizimdir—E.E)
eserlerdir; hayat özünün bütün çıplaklığı ile insanı dehşete getiren eybecerliği ve öz güzelliğini bütün
debdebesi ile bu eserlerde mühakimeğe çekilir” (Belinski, 1954: 265). Tenkidçi hayatı tesvir mevkeyinde
“hayat idealını değil, hayatın özünü olduğu gibi” (seh. 265). tesvir etmeği esas şert hesab edirdi. Gogolun
povestlerini(romanlarını) da bu karakteristikadan değerlendiren Belinski tesvirde gerçek yanaşmanı,
sadelik ve tipikliği esl senet hakikatı hesab edirdi: “Cenab Gogol’un povestlerini ferglendiren hüsusiyet
ondan ibarettir ki, bu eserlerde verilen mazmun sadedir, onlarda tesvir edilen hayatta halkilik ve esl
hakikat vardır; bu eserler orijinaldır, onlarda hemişe derin bir keder ve mayuslık hissi ile mağlup edilen
(yenilen) komik bir canlanma vardır”( Belinski, 1954: 265).
Gogol halk psikolojisini derinden derin ve inceliyine gibi beled idi.
Mirze Celil üçün de millilik psikoloji prosesdir. Burada harfı manada edebi tesirden deyil, edebi
merak ve münasibetler kontekstinden yanaşsak, demeliyik ki, Mirze Celil Şark Edebiyatı Poetikasının
yazıçısıdır. O, Gogol’u okumuşdur ve Gogol yaradıcılığındakı bedii psikologiyanı mehz milli
keyfiyyetler meziyyetinden ferklendire bilmişdir: Mirze Celil, her şeyden önce, Gogol’un mezmun ve
forma tesvirlerini, obrazların psikoloji tebietlerinin bedii ifade üsulunu beyenmişdir. Bu beyenme her iki
yazıçının bedii yaradıcılık ruhunun yakınlığından ireli gelirdi.
115
Tesvir ve ifade psikologizmine göre, Mirze Celil realizminin poetikası milli ümumtürk, daha sonra
Şerk poetikasıdır. Bes Gogol’dakı keyfiyyetler hangi meziyyetlere bağlı idi ki, Celil Memmedguluzade o
meziyyetleri görmüş ve beyenmişdir? Bunun üçün, ilkin olarak, biz onun böyük Rus yazıçısı Gogol’un
anadan olmasının 100 illiyi münasibetile 1909’uncu ilde yazdığı “Gogol” (“Molla Nesreddin”, 5 Aprel
1908, N- 14) mekalesine müraciet edek: “Bu ahır vaztlarda cemi müselman gezetelerinde müselman
kardaşların gözüne bir bele söz sataşdı: “Gogol”. İndi müselman kardaşlar okuyub bildiler ki, Gogol
bir meşhur Rus yazıçısının adıdır; bildiler ki, bu yazıçı yüz il bundan ileri anadan olub; bildiler ki,
mezhekenevislikde bu şekse beraber Rusya’da hele bir kes tapılmayıb; bildiler ki, Gogol’un hidmeti
Rus metbuatına ve Rus milletine o derecede olub ki, merhemun doğulmasının yüz illiyini Rusiya’da
kendlerde de mujikler eşidibler...”(6).
Ebülfez EZİMLİ
III. Mirze Celil’in Açımlarında Gogol Mahsusluğu
Makalenin ilk cümlelerinden başlayarak, Mirze Celil “meşhur Rus yazıçısının”—Gogol’un rusdilli ve
türkdilli kezetlerde ehtiramla yad edilmesini vurgulayır. Bu bir kaç cehetten karakterik mazmun taşıyor.
Birincisi, bu tür takdim Mirze Celil’in Gogol’u yad etmesinin ve onun hakkında tutarlı söz söylemesinin
bir mezmun üsuludur; ikinci bir terefden, bu tarz melumat onu gösterir ki, Gogol hakkındaki bilgiler
böyük edebiyyat dahilerinden biri hakkında olan merak dairesinden de geniş idi. Burada Mirze Celil
her cümlesinde Nikolay Vasilyeviç Gogol’un böyüklüyünü karakterize eden cehetleri mahsusi bedii
tesisler formasında açıklayır, onun yüz il bundan evvel anadan olmasına bakmayarak, indiye dek de
“mezhekenevislikde bu şekse beraber hele bir kesin tapılmadığını”, onun Rus milletine evezsiz hidmet
etmeyini, yüz illik yubileyinin Rusiya’nın kendlerinde bele “muziklerin” eşitdiyini söyleyir.
116
Molla Nesreddin Realizmi İle Gogol Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
Sonrakı cümlelerde ise Mirze Celil Gogol’un okuculara tanıdılması üçün tenkidçi-edebiyatşinas Firudin
Bey Köçerli’nin “açık ve menalı makalelerini”, Üzeyir Hacıbeyli’nin “şirin tercümelerini”, habele başka
yazıçıların Gogol baresindeki yazılarını ehtiramla yada salır ve Gogol hakkındakı tanıtım fikirlerine
yeni fikirler koşur ve bu zaman onun müselman ohucular üçün de gerekli olduğunu söyliyor, dikkatı
meselenin esesını umum edebi ve umuminsani mahiyetine yölendir:
“İndi menim fikrime bir bele şey gelir. Söz yok, Köçerli cenablarının açık ve manalı makalelerinden,
Üzeyir cenablarının şirin tercümelerinden ve geyri yazıçılarımızın Gogol baresinde verdikleri
melumatdan okucularımız hemin yazıçını bir növ tanıdılar; amma men bunu isteyirem, deyem ki,
yene bununla bele, yeni bu yazı-pozuların varlığı ile Rus dilini bilmeyen okucularımız indi hele yene
bilmirler ki, bu yazıçının adı nedir. Meselen, yazıçılarımız yazıblar “Gogol” ve ele hayal eleyirler ki, bu
sözü cemi müselmanlar o cür okuyacak, nece ki merhumun ele esas adıdır” (6).
Yazıçının bedii yaradıcılığına has olan tipik cehetleri dikket merkezinde saklayan Mirze Celil, Gogol
hakkında yazanların nezer yetirmediyi bir meseleni aydınlaşdırır:
”Demek, mekale sahibleri bir şeyi yaddan çıkardıblar; birce bunu yaddan çıkardıblar ki, Gogolun
baresinde yazdıkları mekalenin başında gerek bir bele “heberdarlık” eleyeydiler ki, ey müselman
kardaşlar, yüz il bundan kabak Rusiya’da bir şeks anadan olub ve Rus memurlarının baresinde bir
bele komediya yazıb ki, onu indi de adam okuyanda ele bilir ki, Nahçıvana, Şuşaya ve bütün Kafkaz
kendlerine ve balaca şeherlere hökumet terefinden “revizor” (mufettiş) gelir”(6).
Mirze Celil Memmedguluzade Gogol yaradıcılığına has olan bu elametleri tesadüfen söylememişdir;
Mirze Celil, her şeyden evvel Gogol realizminin tesir gücünden, bedii-poetik ifade kudretinden haberdar
idi. Bu o demekdir ki, Mirze Celil Gogol realizminin poetika sirlerini onun gerçekliyi inikasetdirme
terzine bağlayır. Gogol’un tesvir dili ve heyat sehneleri canlı ve tipik seciyye taşıyır. Bu taktimde Mirze
Celil Gogol yaradıcılığındakı milli ve beşeri keyfiyyetleri yada salır.
C.Memmedguluzade’nin estetik kanaeti bunda idi ki, Gogol heç kesin yaza bilmedikleri ve göre
bilmedikleri ve anlaya kavraya bilmedikleri mazmunları kaleme alırdı. Belinski’nin tabirince desek,
“Cenab Gogol hiç bir şeyden her şey yaratmağın ustasıdır” (Belinski, 1954: 266). Yeni Gogol her kesin
göre bilmediği manzara ve münasibetleri aydın gören sanetkardır.
Mirze Celil’in de Gogol’u mahsusi prizmalardan takdim etme hassasiyetleri onu gösterir ki, Mirze Celil,
Gogol realizminin ümum beşeri mezmununu aydın derk etmiş ve onu seciyyelendire bilmişdir.
Realizmin Poetika kanunlarında insan ve cemiyyet münasibetlerinin bedii inikası meselesinin bedii helli
hüsusi meyar hesab edilir. Gogol’da da, Mirze Celil’de de şekil, mezmun ve idea cem, birbirinden asılı
ve habele birbirini tamamlayan haldadır. Bu bakımdan her iki senetkarın yaradıcılığında hüsusi tesvir
mekanizmi, realizm tipi vardır. Bedii ifade özellikleri kontekstine göre inandırıcılık, gerçeklik Gogol’un
yaradıcılık meyarı idi.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Sözsüz ki, Mirze Celil’in Gogol’a münasibetinde de bu konseptuallık esas yer tutur. Gogol’un müsirliyi
de onun realizminin karakterik elametlerindendir. Mirze Celil de o böyük senetkarın tekdimindeki
bedii gerçekliyin ifade mehsusluğunu bilavasite bu aspektden deyerlendirir.
Celil Memmedguluzade Gogol realizminin bedii mezmunundakı özelliyi yazıçının hususi senetkarlık
bacarığı kimi tesnif etmiş olur: Gogol milli Rus heyatının ve cemiyyetin gündelik mezmununu eks
etdirmiş, heyat ve insan münasibetlerini mezhekelerin dramatizminden işıklandırmışdır. Ondakı tesvir
pozitivizmi yumor ışıkları ile aydınlaşır. Belinski ondakı komizm ile yumor arasındakı bağlılıkları Rus
karakterine bağlayır: “Cenab Gogol’un komizm ve ya yumorunun hüsusi bir karakteri var. Bu saf Rus
yumorudur, sakit, sadelövh bir yumordur”; tengidçi bunu da vurguluyor ki, “Gogol’un hakiki yumoru
onun hayata olan bakışından ibarettir” (Belinski,1954: 277). Mirze Celil’in yaradıcılığı da başdan başa
bir mezheke dramatizminden ibaretdir.
Gogol’a dek Avropa’da mezheke Molyer realizmi tipinde tekdim edilmişdir: Molyer mezhekesi
karakterlerin, obrazların ümumi halda götürsek, yumoristik heyat terzini eks etdirirdi. Gogol mezhekesi
ise daha hayat sehneleri içerisinde ictimai belalar mezhekesi kimi karakterik oldu. Bu, ciddi mezheke idi.
Cemiyyet ve insan hele de o mezhekenin içerisinde idi. Molyer’de de, Gogol’da da insan münasibetleri
dramatik, psikoloji seciyeler içerisinde idi. Janr timsalına göre, komediya özünde şairane bir mahremlik
eks etdirirdi. Ve bütün hallarda insan özünü cemiyyetin mezhekesine tabe etdirib.
Mukayise karşılaştirmalarından yanaşmalı olsak, böyle söyleye bilerik ki, Mirze Celil’in yaradıcılığında
da Gogol’a ve Molyer’e mehsus klassik pozitivizm vardır. Mirze Celil Gogol’u milli Rus heyatının tipik
mezmunlarını gerçek şekilde eks etdiren bir yazıçı kimi değerlendirir. Belinski’ye göre, Gogol’u anlamak
onu sevmekten efzeldir:
“Gogol birinci olarak Rus hayatına cesaretle ve açık nezerle bakan birinci adam olmuştur. Buraya onun
derin yumorunu, hedsiz istehzasını elave etsek, tamamiyle aydın olar ki, ne için Gogol’u hele uzun
middet başa düşmeyecekler, neye göre cemiyet için onu başa düşmekten daha asandır” (Belinski, 1954:
293). Buna nezeren söyleyebilerik ki, Mirze Celil’in Gogol’a münasibet ve bakışının esasında onu üslup,
bedii poetika bakımından anlamak dayanır. Rus cemiyeti XIX. Yüzyıl boyunca 50 yıl erzinde Gogol’u
başa düşmeğe o kadar da maraklı olmamıştır. Gogol’u ilk defe Belinsi anladı, derk etti ve sevdi. Ondan
sonra Gogol’u daha derindan anlayan ve deyerlendiren edib ise Celil Memmedguluzade oldu.
Bir sehifelik yazıda Celil Memmedguluzade Gogol’un adını sekkiz defe çekir, bu böyük senetkara onun
deyerini bilen başka bir dahinin ehtiramı demek idi. Mirze Celil fikirlerinin sonunda Gogol hakkında
yazan yazıçılara müracietle söyleyir ki, “hele indi müselmanlar yene Gogol’un adını bilmirler: “Ele birce
bunu demek isteyirem, demek isteyirem ki, kelem sahiblerimiz her ne yazırlar-yazsınlar, çok sağ olsunlar;
amma bunu gerek yaddan çıkarmasınlar ki, hele indi müselmanlar yene Gogol’un adını bilmirler. Bunu
heç kes gerek yaddan çıkarmasın”(6).
117
Sözsüz ki, Gogol’un yaradıcılığındaki bedii gerçeklik mezheke gerçekliyidir. Bu cehetleri aydın
seciyyendiren Mirze Celil “Gogol” adlı makalesinde fikrini davam ettirerek yazır: “Men deyirem ki,
mekle sahibleri bu sözlerden kabak gerek camaata deyeydiler ki, ey müselman kardaşlar, bu edibin
baresinde men size çok söz yaza bilerem, merhumun adını nece yazım ki, siz okuya bilesiniz? Men
yazaram: “Gogol”. Belke, Allah rast sala, bir adam bu sözü ele okuya, nece ki, şairin adıdır; amma bilirem
ki, biriniz bir cür okuyacaksınız, biriniz özge sayak okuyacaksınız, biriniz bir başka tövr okuyacaksınız
ve ahırda bele melum olacak ki, biçare yazıçının adını siz müselman kardaşlar 114 cür okuyubsunuz”(6).
Ebülfez EZİMLİ
Büyük edebiyat alemine mahsus olan yaradıcılık poetikasına nezeren deyebilerik ki, edebiyat ve cemiyet,
edebiyat ve insan münasibetlerinde her yazıçı kendi ile yeni sistematik nişanlar getirebilmez. Hem
Gogol, hem de Celil Memmedguluzade edebiyata büyüklük getirdi; her şeyden önce, bedii ifadenin
poetik ölçilerini yeni tasvir ve terennüm, yeni stil ve nişanlarla zenginleştirdi.
Göründüyü kimi, Celil Memmedguluzade sözü çevirib çevirib Gogol’a en semimi ve mehrem
münasibetini çözeleyir, yazıçıya mehebbet ve ehtiramını bildirir, bütün müselman okucularının da onu
tanımalarını isteyir. Bu istek neden ileri gelir? Heç şübhesiz ki, Gogol’un bedii dühasının ifade stilinden,
Gogol kaleminin ezemetinden, böyük senetkarın dahiliyinden, Gogol yaradıcılığındakı gerçekliyin en
mehremane işıklarından. Başka bir halda, Mirze Celil okuculara Gogol’un tesvirlerinin, obrazların heyat
terzinin müselmanların heyatları üçün de maraklı olduğunu çatdırmak isteyir.
118
Molla Nesreddin Realizmi İle Gogol Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
Bedii yaradıcılıkda her bir senetkarın öz poetika rengi vardır. Mövcud halda Mirze Celil, Gogol’un en
seçkin poetik renglerini görür ve kiymetlendirir. Böyle ki, Gogol’da her şey şairanedir ve ele bir okucu
olmaz ki, onun tesvirlerinden zövk almasın. Mirze Celil’in XIX. esrin sonları XX. esren ilk illerinde
yazdığı “Çay Desgahı”, “Kişmiş Oyunu”, “Danabaş Kendinin Ehvalatları”, “Poçt Kutusu”, “Usta Zeynal”,
“Pirverdinin Horuzu”, “Gurbaneli Bey” kimi eserlerinde de her şey yeni rengde, yeni tesvirdedir. Bu
tesvirler okucuya en karakterik renglerin özünü ve elametlerini tekdim edir.
Bu tipoloji mahsusluklar hem Gogol’un, hem de Mirze Celil realizminin üslub, mezmun, ifade
mhsusluklarının bir stile heyata ve insana öz renglerinden yanaşma poetizmine bağlı olduğunu gösterir.
Mirze Celil üçün heyat mezheke rengindedir. Gogol’un yaradıcılığındakı poetika mehsusluğunu da
yazıçının bu elametleri en mehrem ve tipik şekillerden eks etdirmek terzinde görürdü. Mirze Celil
hayat mezmunlarını tesvir etmek üçün heyatın öz renglerinden istifade etdi. Onun tesvirlerinde hayatın
rengleri obrazların renglerini yaratmışdır, yazıçının bedii strukturunda her şey öz rengindedir. Bu cür
tesvirler ile obrazların rengleri en karakterik tesvirlerin işıklarında daha canlı şekilde üze çıkarır. Bele
bir tipoloji mezmunlar Gogol realizminin de tipik cehetleri idi. Mirze Celil’in senetkar böyüklüyü hem
de bunda idi ki, o, Gogol’u Gogol Realizmi içeriklerinden deyerlendirir.
IV. Mirze Celil ve Gogol Realizmlerinde Müşterek ve Farklı Cehetler
Ruhuna ve üslubuna, tesvir karakterine göre, Gogol Realizmi- Mezheke realizmidir:
Bu realizmde her şey öz ışığından taktim edilir. Burada mezmun - mezheke mezmunu, forma- mezheke
formasıdır; dil, üsub, ifade terzi- mezheke dilinde, mezheke üslubunda, mezheke tipindedir.
Tenkidi Realizmin bütün Poetika mezmunları da bu tipoloji bütünlüğün inikasından bedii
yansımalarından ibaretdir. Realizmde yeni tesvir kriterilerini Gogol’un simasında gören Celil
Memmedguluzade ile Gogol arasında bir varislik alakesi var; en esası odur ki, Mirze Celil’in yaradıcılık
mezacları Gogol’un Realizm mezacları ile hemahengdir. Lakin ümumilikte, Mirze Celil’in Mezheke
realizmi Gogol’un mezheke realizminden sert ve dramatiktir.
Meselen, yaradıcılığının ilk sehifelerinden başlayarak, Mirze Celilin yazı mezacları Mezheke mezaclarının
inikası kimi dikketi celb etdi. İlk adım mezhekenin allegoriya tipi idi. Bütün temsiller, allegorik eserler
min iller boyu Şark, o cümleden Türk edebiyyatı sisteminde hususi yazı poetikası idi. Mirze Celil de
hemin Poetikanın renglerinden istifade ederek, allegorik timsallarla canlı insan obrazını (Nöker Elini)
bir müsteviden tekdim etdi. Bu bir terefden onu gösterdi ki, allegorik eserler, temsiller heyali bir forma
deyil, onlardaki mezmunlar insan heyatının ifadesidir. Bu eserlerdeki her obraz canlıdır ve onlar
bilavasite insana aiddir. Diger bir halda, Mirze Celil gördü ki, hayatı ve insan karakterlerini temsille,
allegorik mezmunlarla en sert ve aynı zamanda mahram şekilde, herhangi bir sarkazmda, dramatik
mizanlarda tenkid etmek için yeterli değildir.
Gogol’da allegorik rengler mitoloji motivlerle ifade edilmişdir.
Gogol’da heyali ehvalatlar da vardır ki, bu bedii gerçeklikden kenar olma deyil, eksine insanların
gündelik yaşamları üçün en karakterik hallardır. Realizmde gerçekliyin mitoloji mezmunları Gogol’un
povestlerinin, “Ölü Canlar” poma-romanının en ince poetika stilidir. Mirze Celil’in Gogol’a reğbet ve
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
münasibetlerinde aydın bir bakış vardır. Bu bakışa göre, Gogol’un tesvir etdiyi heyat ve karakterler
mehdud mekan ve zaman üçün deyil. Gogol’un mezhekenevisliyi ümum edebiyatı kontekstine aiddir.
Mirze Celil de bu meziyyetine göre, bütün müselman okuyucularının Gogol’u tanımalarını istemişdir.
Gogol’la edebiyyatda tenkidi realizmin struktur tesvirlerine aid elametler yarandı. Mirze Celil’in
yaradıcılığı ile de mezheke realizminin yeni tipi- Tenkidi Realizm yarandı. Burada realizm poetikasının
yalnız Mirze Celil’e, onun şahsında formallaşan “mollanesreddinçiliğe” mehsus olan struktur tipleri
tezahür etdi. Mirze Celil Gogol’un ölümünden otuz yedi il sonra yaratıcılığa başlamışdır. Yazıçı, Gogol’la
bağlı ilk melumatları da, sözsüz ki, Gori seminariyasında okuyarken elde etmişdir. Mirze Celil’in Gogol
realizmine mehrem ve semimi münasibeti de o illerde yaranmışdır.
Mirze Celil Memmedguluzade (Molla Nesreddin) ile Nikolay Vasilyeviç Gogol arasındakı bağlılıklar
metod, üsul bağlılığıdır. Gogol’un da, Mirze Celil’in de eserlerindeki mezmun ve ideyalar heyatın özüne
meksus mezmun ve ideyalardır. Bedii poetika stiline göre her iki senetkarın yaradıcılık metodu milli ve
beşeri seciyye daşıyır.
Ümumiyyetle, meseleye Realizm epokaları tipizminden yanaşsak, bunu dikket merkezinde saklamalıyık
ki, Mirze Celil realizmi ile Gogol realizmi arasında irsi bağlılık vardır. Her iki senetkarın yaradıcılığı
ümumdünya edebi kanunları ile temasda formalaşmışdır. Bu bağlılığa nezeren, Gogol yaradıcılığında
da, Mirze Celil poetikasında da regionallık yokdur.
Mirze Celil için edebiyatlar da insan karakteri gibi muhtelif bedii yanaşmalardan -tesvir-terennüm,
üslub şekillerinden, mazmun ve mana atributlarından- poetik remz ve simgelerden boy atır.
Her iki senetkar—hem Gogol, hem Celil Memmedguluzade ümum edebiyyat kontekstine-içeriklerine
yeni terz, yeni üsul, yeni ideya mazmunları getirmişdir. Edebiyatlar üçün hemaheng olan tarihi
enenelerin sintezinden XIX. esrin birinci yarısında Gogol realizmi yarandı, XIX. esrin sonunda ve XX.
esrin evvellerinde Mirze Celil realizmi. Her iki realizmi birleşdiren hat onlardakı hayat bağlılıkları idi.
Lakin Gogol’un Tenkidi Realizmi ile, Mirze Celil’in Tenkidi realizmi ayrı ayrılıkda birbirinden ferklenen
tipik yaradıcılık poetikalarıdır. Meselen; Gogol’da sakit satirizm var idise, Mirze Celil’de sert ve daha
dramatik tenkid satirizmi var idi.
Mirze Celil’deki cesaret ve mübarizlik Molla Nesreddin Şarkının realizmi idi.
Yekun Olarak
Mirze Celil yazıçı Gogol’un realizmindeki poetika mehsusluğunu onun heyat hadiselerine ve insanlara
münasibetindeki dramatizminde görürdü. Gogol hara üz tuturdu, oradan facie mezmunları üze çikirdi.
Gogol’un realizm poetikasında edebi mühitin indiye dek görmediyi mezmun-forma karakterleri vardır:
onun tesvirinde heyat hekiketleri tipik mezmunlardan tekdim edilir. Bedii gerçekliyin en tipik ve
119
Ve bu anlamda, edebiyatların hüsusi alage strukturları vardır. Zaman ve mekanından asılı olmayarak,
bu strukturlarda üslublar, tesvir dinamikaları danışır ve nehayet, bu strukturalizme göre, Mirzi Celil
yaradıcılığı ile Gogol realizmi arasında en tipik, habeleen yeni mezmun ve forma sinkronizmi vardır.
Bu esasla her iki senetkar orijinal üsluba, tipik tesvir dramatizmlerine malikdir. Mirze Celil’in Gogol’a
münasibetindeki edebi semimiyyet ve mehremlik böyük Rus yazıçısının poetika özelliyinden ireli gelir.
Ebülfez EZİMLİ
Avropa’da, o cümleden Rus heyatında Molla Nesreddin ve Molla Nesreddinçilik meyarı da yok idi. Mirze
Celil de Gogol’dakı realizmin ruhunun öz ruhuna yakın ve doğma olduğunu gördü ve bu görüm onu
sübut edir ki, edebiyatlar mehdud ve dar bir mekan demek deyil, edebiyatlar ruhen ve üslubca bir bütün
halındadır.
ifade bakımından en yeni prizmadan tesvirleri mezheke stili üzerinde kurulmuşdur; burada get-gede
tesvirin bedii müdahilesi get-gede derinleşir ve bu derinleşme facieler kabarık olduğuna göre Gogol özü
de heyrete gelmiş, neticede dahili sarsıntı ve sıkıntılar keçirmiş, hetta “Ölü Canlar” romanının ikinci
hissesini yandırmışdır.
Cemiyyet, heyat ve insanlar rengareng metod ve üslublardan ibaretdir. Bu mezmun ve forma içerikleri
Gogol’un da, Celil Memmedguluzade’nin de aydın senetkar mövkeyini inikas etdirir. Gogol’un da, Mirze
Celil’in de bedii-poetika özellikleri de bu mezmun ve formaların, metod ve üslubların şekilleridir.
120
Molla Nesreddin Realizmi İle Gogol Realizmi Arasında Tipolojik Bağlantılar
Celil Memmedguluzade’nin yaradıcılığında çok şekillilik vardır. Bu, sadece janr şekilliyi deyil, bu,
bütövlükde ses, söz, cümle, mezmun-münderice, ideya, kompozisiya elvanlığı ve rengarengliyi
demekdir. Mirze Celil’deki poetika mahsusluğu ve elvanlığı hardan gelmedir? Elbette ki, halk yaradıcılığı
poetikasından.
Ümumilikde, bütün yazılı edebiyyatların heyata aktif ve şairane bakışının şekilleri, üslub ve bedii-poetik
yatım özellikleri halk yaradıcılığından gelmedir. Janrların poetika özellikleri vahid bir sistem üzerinde
karar tutur. Celil Memmedguluzade’nin Nikolay Vasilyeviç Gogol’a bakışlarında esas amil edebiyatın
insanı ve hayatı tasvir etmek özelliklerine bağlıdır. Bütün bedii-potik strukturlar, tesvir-terennüm
şekilleri heyatın ve cemiyyetin, habele zamanın mündericesine bağlı meselelerdir. Bu anlamda, Gogol’da
da, Mirze Celil’de de heyat ve insan, cemiyyet ve insan mezmunları, lövheler ve tablolar bitkin dramatik
ve poetik bediilik formasıdır.
Kaynakça
Abramoviç Q. İ. Vvedenie v Literaturavedenie. İzd. Prosfeşenie, Moskva: 1980, 390 s.
Belinlki V.Q. Rus edebiyyatı klassikleri haqqında. Azerbaycan Uşaq ve Gencler Edebiyyatı Neşriyyatı, Bakı: 1954, 369 seh.
Şerif Eziz. Tapıntılar. Yazıçı, Bakı: 1987, 408 seh.
Memmed Cefer. XIX Esr Rus Edebiyatı. seh.205-210).
Memmedquluzade Celil. Eserleri, 6 cildde, II c., Azerneşr, Bakı: 1985.
“Molla Nesreddin”, 5 aprel 1909, N- 14.
Qarayev Yaşar. Realizm: Senet ve Heqiqet. Elm, Bakı: 1980, 257 seh.
Gogol N.V. Eserleri. 6 cildde, VI cild. Azerneşr, Bakı: 1956.
Gogol N.V. Povestler. Genclik, Bakı: 1975.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
PAUL ELUARD’DAN ORHAN VELI’YE ŞIIRIN ANLAMI VE
GELECEĞI
THE MEANING AND FUTURE OF POETRY FROM
PAUL ELUARD TO ORHAN VELİ
*Recai ÖZCAN
* Yrd.Doç.Dr., Düzce Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
1 Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1999,
sh.109.
2 Ekber Babayef, “Nazım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor”, Militan Aylık Dergi, 6 Haziran 1975, Sayı 6, sh.18.
3 Asım Bezirci, Orhan Veli, Oluş Yayınevi, İstanbul, 1972, sh.42.
121
1930’lu yıllarda, ilk örneklerine Varlık dergisinde rastladığımız şiirler, şiirimizde köklü değişim
isteklerini gösterir. 1941 yılında Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın, şiir kitaplarına “Garip”
adını vermelerinin sebebi, onların geleneksel şiir anlayışını yıkma istekleridir. Genç şairlere göre aslında
“garip” olan, geleneksel şiirlerin kalıplaşmış, sıradanlaşmış hâlidir; çünkü bu şiirlerde benzetmenin,
istiarenin her türü vardır. Geleneksel şiir, uzun yıllardan beri bu edebî sanatların etkisinde kalmış ve
anlamını yitirmiştir. Bu şiir, geniş halk yığınlarının değil, belirli bir azınlık sınıfın zevklerine hizmet
etmektedir. Geleneksel şiir, bu yönüyle yüzyıllar boyunca genel kabul görmüştür. Orhan Veli, “Garip”
tarzı şiirle “şaşırtmak” ister. Aynı zamanda “Garip” şiiri, aslında “normal”e dönüştür. Asım Bezirci’ye
göre Garip şiiri, Nazım Hikmet’in “toplumcu şiir”ine, geleneksel biçimi yaşatan “hece şiirine” ve Ahmet
Haşim’in şiir anlayışına bir tepki olarak doğmuştur.3
Recai ÖZCAN
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında siyasi gelişmelerin yanı sıra Türk edebiyatında da önemli
değişimler yaşanmaya başlanmıştır. Bu yıllarda Türk şiirinde önde gelen isimler arasında Yahya Kemal’i
görürüz. Fransa’da kaldığı gençlik dönemlerinde Batı edebiyatını yakından tanıyan Yahya Kemal,
İstanbul’a döndükten sonra “Yeni Türkçe”yi kullanarak kendi şiirini/şiir dilini inşa etmeyi başarır.1
1930’lu yıllarda Ahmet Haşim gibi geleneksel şiire yakın şairlerin yanında, geleneksel şiire karşı olan
şairlerin de etkili olduğunu görüyoruz. Nazım Hikmet, Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat gibi “yeni
nesil” şairler bu yönde hareket ederken, aynı dönemde, Yusuf Ziya, Enis Behiç, Orhan Seyfi gibi isimler
halk şiiri biçimlerinden yararlanarak “milli edebiyat”ı kurmaya çalışırlar. Bu yıllarda neredeyse her
şair, “yeni şiir”in peşindedir. Nazım Hikmet yeni şiirin oluşum şartlarını, biçim ve içeriğinin uyumlu
olmasına bağlar. Nazım Hikmet’e göre şiirin özü, biçimini bulur. Dolayısıyla şair, bir yandan geleneksel
şiir biçimlerinin sınırlayıcılığına karşıyken diğer yandan bu biçimleri tamamıyla yok saymaz: “Evvela
hiçbir şekil imkânını, tarzını, inkâr etmiyorum. Şiir, kafiyeli de, kafiyesiz de, vezinli de, vezinsiz de, bol
resimli, hiç resimsiz de, bağırarak da, fısıldayarak da yazılabilir, yeter ki yazılacak şey olsun ve bu yazılacak
şey en uygun şeklini, bazen belirli bir tarihi merhaleye göre en uygun şeklini-en ustaca bulmuş olsun.
Şahsen kendimse şekli öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi,
yani şekil belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat kendisi belli olmayan ince
bir çorap gibi”2 Nazım Hikmet’in şiir hakkındaki düşünceleri onun değişim konusunda Orhan Veli kadar
radikal olmadığını gösterir.
Orhan Veli Garip önsözünde, şiir konusunda ilham aldığı kaynakları işaret eder. Bu kaynaklardan biri
sürrealizmdir. Bununla birlikte kendisi, ne bütünüyle sürrealisttir ne de herhangi bir “edebî mektebe”
bağlıdır.4 Ona göre, Türk edebiyat tarihinde şiiri sınırlarından kurtarmak5 kendilerine “nasip” olmuştur.6
Orhan Veli, önde gelen sürrealist şairlerden Paul Eluard’ı okuduğundan, Nahit Hanım’a yazdığı bir
mektupta da bahseder.7 Şair, sürrealizmin şiire getirdiği bazı yenilikleri kabul etmekle birlikte, Garip
şiirinin orijinal olduğu konusunda iddialıdır: “..bizim arzumuza en çok yaklaşan sanat cereyanı
sürrealizme olmuştur. Ruhi otomatizmi fikir sistemlerinin ve sanat anlayışlarının çıkış noktası yapan bu
insanlar vezni ve kafiyeyi atmak mecburiyetinde kalmışlardır. Ruhi, otomatizmle zeka hokkabazlığının
gayrikabili telif şeyler olduğunu gören insan için bu zaruret de aşikardır. İkisinden birini tercih etmek
lüzumunu vazıh şekilde ortaya koyan ve “bütün kıymeti manasında olan şiir” için bu küçük hokkabazlıkları
fedadan çekinmeyen sürrealistler elbette takdire layıktır.” Şiirde otomatizmi kısmen kabul ettiklerini
dile getiren Orhan Veli’ye göre bilinçaltını şiire yansıtmanın yöntemi konusunda, sürrealistlerle farklı
düşünmektedirler.8 Bu farklılığa aşağıda daha ayrıntılı değineceğiz.
Garip hareketinin Türk şiirinde yaptığı değişiklikler; bu hareket hakkında ortaya çıktığı dönemde
ve sonrasında yapılan tartışmalar, bu bildirinin konusu değildir. Bildirimizin ana çerçevesini, Orhan
Veli’nin Garip önsözü ve Paul Eluard’ın şiir üzerine iki makalesi oluşturacaktır.
122
Paul Eluard’dan Orhan Veli’ye Şiirin Anlamı ve Geleceği
Paul Eluard 14 Aralık 1895’te Fransa’da doğar. Batı dünyasında dadaist ve sürrealist bir şair olarak
bilinen Eluard9 1919’da dadaistlere; 1924’te Andre Breton’un çevresinde toplanan sürrealist topluluğa
katılır. 1933’te Fransız Komünist Partisi’nden atılan Eluard 18 Kasım 1952’de kalp krizi sonucu ölür.10 I.
Dünya savaşında askerlik görevini cephede icra ederken başlayan şiir serüveni, 1919’da Tristan Tzara,
Andre Breton, Aragon gibi isimlerle birlikte devam eder. Dadaistlerin dağılmasıyla “gerçeküstücü”
anlayışla şiirler yazmaya başlar. Şair, büyük dünya savaşlarını yaşar, şiirinde bu savaşların ve özgürlük
arayışlarının izleri görülür.
Eluard’ın şiir hakkındaki düşünceleri ile ilgili olarak farklı kaynaklar vardır. Bizim bildiride ele
alacağımız metinlerden biri, şairin 1936’da Londra’da “Gerçeküstücü Şiir” başlığı altında yazdığı, daha
sonra “Şiirsel Gerçeklik”11 olarak değiştirdiği metindir. Diğeri şairin, 1937’yılında yayınlanan “Şiirin
Geleceği”12 başlıklı yazısıdır.
4 Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.21.
5 Orhan Veli ve arkadaşları “şiiri kalıptan kurtarmış” olmalarını basit bir adımmış gibi göstermeye çalışanları Varlık’ta
yayınlanan bir yazısında şöyle eleştiriyor:”Yazar, ilkin, yeni şairin şiiri kalıptan kurtarmış olmasının mühim
sayılamayacağını söylüyor. Söylüyor ama kalıbın ne olduğunu anlamadan. Sanıyor ki kalıp vezinden ibarettir. Mesele
o kadar basit olsaydı şiiri kalıptan kurtarmak hakikaten marifet sayılmazdı. Ama değil; kalıp vezinden ibaret değil.
O, vezniyle, kafiyesiyle kitaplardan öğrenilmiş çeşitli sanatlarıyla, bütün bir geleneğin, fakat dar görüşlü bir geleneğin
getirdiğidir. Hiçbir gerçek şair o kalıbın içinde kapalı kalmamıştır.Bütün güçlüğün o kalıptan ibaret olduğunu
sananlar, o yazıyı yazan zat gibi, boş bir kalıp hâlinde göçüp gitmişlerdir.”Bkz.Orhan Veli Kanık, Anlamak, Varlık
Dergisi, 1 Haziran 1947.
6 Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.19.
7 Orhan Veli Nahit Hanım’a gönderdiği mektuplardan birinde “Sizin İçin” adlı şiiri için “Biraz Eluard’ın şiirlerine
benziyor.” Notunu düşmüştür. Bkz.Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum-Nahit Hanım’a Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 2014, sh.55.
8 Orhan Veli Kanık, a.g.e., sh.21.
9 Prof.Dr.Cemil Göker, Fransa’da Edebiyat Akımları, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982, sh.103.
10 Paul Eluard, Şiirler, çev.Sait Maden, Yeni Ankara Yayınevi, İstanbul, 1976, sh.8.
11 Paul Eluard, Ozan ve Gölgesi, Çev. Özdemir İnce, Adam Yayıncılık, İstanbul, 1984, sh.56.
12 Paul Eluard, a.g.e, sh.66.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Şiir “Müreffeh Sınıfı” Değil “Halkı” Anlatmalıdır
Eluard’ın “Şiirsel Gerçekçilik” adlı yazısının giriş cümlesinde, şairlerin başlıca görevinin, sıradan
insanları anlatmak olduğunu belirtir. Halkın içinde olmadan, halkı tanımadan şiir yazan şairlerin devri
kapanmıştır artık. Bugüne kadar bu insanlar halkı anlatmaya çalışmışlarsa da muvaffak olamamışlardır:
“Evet, biliyorum, en tepede, bize bu mavalı anlatan birkaç kişi hep olmuştur, ama ne yazık ki bunlar o
dedikleri yerde hiç bulunmadıklarından, orada yağmur yağdığını, gece olduğunu, soğuktan kakırdandığını
bize anlatmayı becerememişlerdir; orada insanın ve onun acınası yönünün anısının saklandığını da
aşağılık budalalığın anısının saklandığını ve saklanması gerektiğini de, çamurdan gülüşler ve ölüm sözleri
duyulduğunu da anlatmayı becerememişlerdir.”13 Halkın içinde olmadan, onun zevkine hitap etmek
mümkün değildir. Bu yüzden, şairi halktan koparan “fildişi kuleler” olmamalıdır.
Eluard’ın bu eleştirisi, “Garip önsözü”nde, benzer şekilde karşımıza çıkar. Orhan Veli’ye göre geleneksel
şiir, bugüne kadar “müreffeh sınıfların zevkine” hitap etmiştir. Geleneği devam ettiren şair, bu yanlışın
bir parçasıdır; çünkü o, sıradan insanın zevkini önemsememiştir. Geleneksel şiir, müreffeh sınıfın/
azınlığın zevkine seslenmiş, bu bakımdan çoğunluğun hislerini görmezden gelmiştir. Bu noktada iş yeni
şiire düşmektedir. Yeni şiire göre, değerli olan, çoğunluğun yani halkın duygularıdır. Şair bu insanların
duygularına, zevkine yönelmelidir. Çünkü hayatın zorluklarını yaşayan, yaşamak için devamlı “didişme”
içinde olan insanın hakkıdır şiir. Orhan Veli’ye göre yeni şiirin asıl yapması gereken şey: “halkın zevkini
aramak, bulmak ve sanata hakim kılmak”tır.14
Halkın Zevkini Bulmak, Şiirin Hayatın İçinde Olmasıyla Mümkündür
13
14
15
16
17
18
Paul Eluard, a.g.e., sh.56.
Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.13.
Paul Eluard, a.g.e., sh.15.
Paul eluard, a.g.e., sh.145.
Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri-Oktay’a Mektuplar, Dergah Yayınları, İstanbul, 2001, sh.119.
Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.12.
123
Orhan Veli şiirinde bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Mehmet Kaplan, Orhan Veli’nin Oktay’a Mektuplar
şiirini tahlilinde şairin, şiiri vasıtasıyla hayatla bağ kurmamızı sağladığını ifade eder. Bu bağı kurmaya
başladığımız an, Orhan Veli’nin şiiri de var olmaya başlar. Orhan Veli’nin şiiri “bize beklemedik bir anda, bir
sırrın anahtarını verir.” Bu şiiri okuduktan sonra, “dünyaya ve insanlara başka bir gözle bakmaya”başlarız.17
Şiirin yaşamın içine girmesi ve şiir dilinden uzak durmak gerekliliği, Orhan Veli’de, “şairane söyleyiş”e karşı
çıkmak olarak ifade edilir. İmgelerle dolu bir şiir dili yaratmak için “yüzyıllardır” sarf edilen çaba sona
ermelidir; çünkü şiir dilinde her türlü teşbih, istiare, mübalağa gibi “şairanelik”le ilgili hususlar denenmiş ve
tekrar edilmiştir. Bu açıdan şiir dilini özgür bırakmanın vakti gelmiştir: “Yazının peyda olduğu günden beri
yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmıştır. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane
daha ilave etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklardır? Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya
gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”18
Recai ÖZCAN
Halkın zevki, geleneksel şiirin dayattığı şiir dilinin dar kalıplarıyla bulunmaz, ortaya konacak “yeni
yollarla ve yeni vasıtalarla” bulunabilir. Bu arayışın yolu Eluard’a göre “şiirin yaşamın içine girmesi”nden
geçmektedir. Şiirin yaşamın içine girmesi, “şiirleştirilmiş dilden, inci gibi birbirlerine tutturulmuş güzel
sözcüklerden” uzak durularak elde edilir.15 Geleneksel şiir dilinin “imgelem”e verdiği abartılı değer, şiirin
halkla arasında uçurum oluşmasına neden olmuştur. İmgelerle kurduğu dünya, şairi nesnel gerçeklikten
alabildiğine uzaklaştırmıştır ve bu da bir noktadan sonra onu geri dönemeyeceği bir yanlışa götürmüştür:
“İmgelemek, insanı kendini çevreleyen dünyadan ayırt etmek, ona soyut, bencil bir dünya yaratmak, onu
yalıtmak için elverişli bir sözcüktür. Somut gerçeklikten, imgelediği şeyden kuşkuya düştüğü andan itibaren,
onun hakkında bir fikir vermeye, göstermeye, bilmeye kalkışması boşunadır. Eğer, örneğin, düşlediği kadın
başkaları için yoksa, boşunadır sevmesi.”16
Şiir “Müstesna” Değildir
124
Paul Eluard’dan Orhan Veli’ye Şiirin Anlamı ve Geleceği
Geleneksel anlayış şiiri, ulaşılamaz, kutsal, büyülü bir zihinsel faaliyet olarak görür. Bu anlayışa göre hem
şiir hem de şair bu dünyada ayrıcalıklı bir yere sahip olmalıdır. Sanat içinse en tehlikeli durumlardan
birisi: sanatçının toplumdan uzak, ayrı bir sınıf oluşturmasıdır. Paul Eluard’da “şairlik” ya da “şiir”
istisnai bir durum değildir. Şair, gündelik hayatı anlatırken bu hayatın dilini de şiirde kullanmaktan
çekinmemelidir. Geleneksel düşünceyi kırmak biraz da bu şekilde başarılabilir. Fransız modern şiirinde
bu örneğe Rimbaud’a rastlanır. Bir metninde kahramanına şöyle söyletir Eluard: “Rimbaud19 bir şiirine
kauçuk sözcüğünü sokmak gözüpekliğini gösterdiği için kim çıkışıyordu, unuttum, oysa ne sevimli, ne tatlı
��
bir sözcüktür.” 20
Şiir halkın dışında/üzerinde bir olgu olarak görüldüğü için toplumun dışında kalmış;
yüksekte, ulaşılamaz, kutsal bir varlık olarak değerlendirilmiştir.21 Yeni şair kendisini “istisna” olarak
görmekten uzaklaşarak “sanatsal bir kaymak tabakanın korunması ya da yok edilmesinin” kararını
verebilecektir.22 Bununla birlikte, şair gerçekliğe egemen olmalıdır. Gerçeklik olumlu ya da olumsuz
her durumu içerebilir; farklı adlandırmalarla karşımıza çıkabilir. Bu, şair için önemli değildir. Her şair,
insanî heyecana “yol açmakla” mükelleftir. Şairin görevi bu olduğu için, onun nezdinde kutsal biçimler
ya da kutsal sözcükler yoktur:”Ozanın, insanın, gerçekliği ele geçirmesi ve ona egemen olması gerekir.
bu gerçeklik karışık değildir. Kendini gizlemez. Gerçekliğin meleği yoktur; pırıl pırıl değildir. Mutsuz ve
tozlu, acımasız ve saçma, korkunç olabilir. aptallık, yoksulluk, hastalık ve savaşla adlandırılabilir. Ozan
doruklarda yaşamaz, çoğu zaman tatlı ahiret mutluluklarıyla oyalanmaz; ama yıkımımızı değerlendirdiği
zaman ona boyun eğmemelidir. Kendisini, Lautreamont’un ‘Koca Yumuşak Beyinliler’ adını verdiği kişilerle
aynı çizgiye getirecek olan seçkin melankoliye özellikle kapılmamalıdır. Şiirin yollarının dar ve biçimlerinin
değişmez olduğunu da düşünmemelidir. Her yürekli ozan, insansal coşkunluğa olabildiğince geniş bir yol
açmakla görevlidir. Ve bu nedenle, bütün biçimler uygundur onun için, dili de bütün sözcükleri, bütün
nesneleri içerir. Kutsal biçimler olmadığı gibi, kutsal ya da kutsal olmayan, ya da bayağı konular ve
sözcükler yoktur.”23
Orhan Veli’nin, bu konuda da Eluard’la benzer düşündüğünü görüyoruz. Orhan Veli’ye göre halk
sanatkârının ölümsüz olmasının en önemli sebebi bilgisini “dünyadan” almasıdır. Halk şairinin hayali,
bilgisi, heyecanı hepsi gerçek hayattan alınmadır. Halktan uzak bir şair realizmi kitaptan; halkın içinde
yaşayan ise hayattan öğrenir.24 Halk şairi, gerçek hayatın içinde olduğu ve bunu bütün samimiyetiyle
yansıtabildiği için ölümsüzlüğü yakalayabilmiştir.25
19 Cevdet Perin’e göre Dadaistlerle birlikte sürrealistlerin de esin kaynağı olan şairlerin önde gelenlerinden birisi de
Arthur Rimbaud’dur. Rimbaud’nun şiirlerinde “şuurlu anlayış” yer alırken “sürrealistler gayrişuurun karanlık”
dünyasına yönelmişlerdir. Perin’e göre onların Rimbaud’dan ayrılan en önemli tarafları da budur.Bkz. Cevdet Perin,
Çağdaş Fransız Edebiyatı, Elips Kitap, İstanbul, 2011, sh.45.
20 Paul Eluard, a.g.e., sh.18.
21 Gerçi Rimbaud şairi bilinmezi keşfeden “kahin” olarak değerlendirir böylece onu sıradanlıktan ayırır ancak geleneksel
bakış açısını yıkması ile 1870’lerde ortaya koyduğu görüşlerle, geleneğe karşı oluşuyla dadaistleri, sürrealistleri
önemli ölçüde etkilemiştir. Rimbaud’nun şairi “bilinmezi gören” bir kişi olarak vasıflandırması, Orhan Veli’nin
Garip önsözünde yaptığı “kurucular” ve “yıkıcılar” ayrımını hatırlatır. Orhan Veli’ye göre bir şeyin “lüzumunu ya da
lüzumsuzluğunu hisseden” kişiler “kurucular ve yıkıcılardır” İki tür insan da gerçekliğin farkındadır. Yanlış olanın,
geleneksel de olsa devam ettirilmesine karşıdırlar. Yeniyi arayanlardır onlar. Rimbaud’nun şiir düşüncesi hakkında
daha geniş bilgi için Bkz. Özdemir İnce, Şiirde Devrim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, sh.48.
22 Paul Eluard, a.g.e., sh.18.
23 Paul Eluard, a.g.e., sh.47.
24 Talat Sait Halman’a göre Orhan Veli “Halk şiiri geleneğimizin (şekiller, vokabüler ve üslup hariç) temel estetik
değerlerini, özünü ve popülist anlayışını kente uygulayan ilk “Kentli Halk Ozanı”dır. Bu konuda daha geniş bilgi
için bkz.Orhan Veli Kanık, Orhan Veli’nin Edebiyatımıza Katkıları ve Şiirlerindeki “Yenilik Boyutları”, Editör: Semih
Gümüş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2011, sh.408.
25 Orhan Veli Kanık, Sanat ve Edebiyat Dünyamız, Derleyen: Asım Bezirci, Can Yayınları, İstanbul, 1982, sh.12.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Orhan Veli’ye göre şair, yeni bir “vokabüler” geliştirebilmelidir. Eğer şiire yeni bir vokabüler getirilebilirse,
şiir ve şair, edebîliğin yabancılaştırıcı etkisinden kurtulabilecektir. Kendi şiirine “Süleyman Efendi’nin
nasırı”nı sokarken amacının da bu yeni vokabüleri oluşturmak olduğunu ifade eder: “Şiire yeni bir
vokabüler getirme cehti, bu cinsten bir kurtulma arzusunun tezahürüdür. Nasır ve Süleyman Efendi
kelimelerinin şiire sokulmasını hazmedemeyenlerse şairaneye tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar,
hem de bilhassa arayanlardır.”26
Şiirde Biçimsel Özgürlük
Eluard’a göre şair, insanla ilgili ve hayatın içinde olan her türlü duyguyu, düşünceyi rahatlıkla ifade
edebilmelidir. Bütün bu duygu ve düşünceleri ifade ederken geleneksel şiir anlayışının şiire dayattığı
biçimsel ve içeriksel sınırlamalara gerek duymamalı, bu konuda tamamıyla özgür olmalıdır. Şiirde önemli
olan seslerin uyumu değildir. Şiir saf, asıl gerçekliği “eğip bükmeden”, değiştirmeden aktarabilmelidir. Bu
düşüncesini “Şiir Bulaşıcıdır”27 adlı metninde Eluard şöyle ifade ediyor: “Sanrı, saflık, bellek, şu Dengesiz
Proteus, eski öyküler, masa ve mürekkep hokkası, bilinmedik görünümler, değişen gece, beklenmedik
anılar, tutkunun kehanetleri, düşüncelerin, duyguların, nesnelerin kaynaşması, sonsuz çıplaklık, yararsız
amaçlı dizgeli girişimler ve çok yarar sağlayan yararsız amaçlar, mantığın dengesizliğine varıncaya kadar
tozutması, baş eğmez usa erişinceye kadar saçmanın kullanımı, işte bunlar, -yoksa seslilerin, sessizlerin,
hecelerin, sözcüklerin az ya da çok ustalıkla, az ya da çok başarılı bir araya getirilmeleri değil-işte bunlar bir
şiirin uyumuna katkıda bulunurlar… Eşek kulağına layık korkunç konserin dümbeleklerine, kemanlarına,
uyumlarına ve kafiyelerine gereksinimi olmayan uyumlu düşünceden konuşmak gerek.” 28
Şiirde vezin ve kafiye meselesi, Garip önsözünde, Orhan Veli tarafından da ele alınır. Orhan Veli’ye göre
vezin ve kafiye, öncelikle, ilk insanların şiiri kolay hatırlayabilmek için kullandıkları, onda bir güzellik
buldukları için devam ettirdikleri unsurlardır. Vezinle birlikte kafiye kullanımını “bir maharet” olarak
gören şairler, vezin ve kafiyeyi sonraları “bir oyun olarak” görüp şiir için biçimsel kural hâline getirdiler.
Bu iki unsuru, şiirde ahengi sağlamak amacıyla kullanan şairlere karşıdır Orhan Veli. Ona göre ahenk,
vezin ve kafiyede değil, onlara “rağmen” vardır.
Orhan Veli, şiirde vezin ve kafiyeyi tümüyle inkâr etmez; ancak bu unsurların şiir dilinin olmazsa olmazı
olarak görülmesine karşıdır. Kafiye ve vezinsiz şiirleri eleştirenlerin temel savı bu şiirlerin “konuşma
diline benzemesi”dir. Oysa Orhan Veli’nin kurmaya çalıştığı şiir dilinin özü tam da budur.29 Orhan Veli,
şiirde şekil değişmeleri konusunda pek de karamsar değildir. Edebiyat tarihimizde, şiirde meydana gelen
şekil değişmelerinin “küçük garipsemelerden sonra” kabul edildiğini ifade eder. Önemli olan ve şiirde
değişimi zor kabul edilen “zevke ait olan” yeniliklerdir.30
26 Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.26.
27 Bu metin Özdemir İnce’nin çevirisidir. Eluard’ın 1949 yılında Fransız radyosuna yaptığı konuşmalardan alınmıştır.
Ancak şiir hakkındaki bu görüşlerin birçoğu şair tarafından 1937’de dile getirilmiştir. Bkz. Paul Eluard, Ozan ve
Gölgesi-İlk Eski Görüşler (1937), Çev.Özdemir İnce, Adam Yayıncılık, İstanbul, 1984, sh.142.
28 Paul Eluard, a.g.e., sh.19.
29 Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.11.
30 Orhan Veli Kanık, a.g.e, sh.13.
125
Şiirde özgürleşme, sürrealistlere göre bilinçaltının iradenin boyunduruğundan kurtarılarak şiire
katılmasıyla gerçekleşir. Orhan Veli de şiiri özgürleştirmenin yolunun bilinçaltı ile şiir arasında bağlantı
kurmaktan geçtiğini kabul eder. Şiirde bilinçaltının kullanılması, sürrealistlere ve Garip şairlerine
göre aynı amaca hizmet eder. Sürrealistler mantığın egemenliğinden kurtulmak için bilinçaltını
özgür bırakmak isterler. Bu düşüncenin temelinde, bilinçaltı aracılığıyla “çocukluğun masumiyetine”
ulaşma amacı vardır. Tuğrul İnal’a göre bu yeni bir ‘hümanizma’ oluşturma arzusunun da göstergesidir:
Recai ÖZCAN
Şiirde Bilinçaltının Yeri
“Gerçeküstücülük, gelenekseli ve aktüel bilgiyi aşarak bilinçaltının, düşün, hayalgücünün özgürlüğünü
isteyen ve bu özgürlüğün insansal varoluşun değişiminde bir temel araç olduğuna bilimsel verilere dayanarak
inanan bir inanç topluluğudur. İçinden geldiği gibi yazış, bu özgürlüğü yakalamanın yeni bir dünyaya
ulaşmanın belli başlı kaynağıdır. Gerçeküstücü yazın ve sanat, bu gücü kullanmanın bir biçiminden başka
bir şey değildir. Gerçeküstücülüğün başlıca değerleri, isteğin, düşün, aşkın, çocukluğun, yani “insanın ilksel
durumunu” simgeleyen, toplumsal kuralların ve bilginin değişimine inanan, alışkanlıklara zorlamalara
inanmayan “yeni” bir hümanizma oluşturur.”31
Orhan Veli, şiirin bütün sınırlarından kurtulabilmesinde şairin en büyük yardımcılarından birinin
bilinçaltı olduğuna inanır. Çünkü ona göre tabiat “ibtidaî” ve “saf ” hâliyle şairin bilinçaltında
yaşamaktadır. Eğer şair, şiirde çocukluğun masumiyetini arayacaksa, bilinçaltına mutlaka başvurmalıdır.
İnsan zekâsı tabiata müdahale eder ve onu değiştirmeye çalışır. Oysa tabiat, Orhan Veli’nin ifadesiyle
”zekanın müdahalesiyle tağyir edilmemiş halde ancak burada (tahteşşuurda) bulunabilir. Keza insan ruhu
burada bütün giriftliği ve komplekslerle fakat ham ve ibtidaî halde yaşar.” Hedef, iki yaklaşımda da aynıdır;
ancak yöntem, yani bilinçaltını şiirde kullanma biçimi konusunda ayrılırlar. Orhan Veli, sürrealistler
gibi bilinçaltının tamamen özgürleştirilmesine, bilinçaltının iradenin hakimiyeti altında olmadan şiire
aktarılmasına/şiirleştirilmesine karşıdır. Daha doğrusu, bilinçaltının iradenin hakimiyeti olmadan
ifadesiyle sanat eseri yaratılabileceğini imkânsız görür. Orhan Veli’ye göre şiir, insan iradesi olmadan,
yalnızca “bilinçaltının boşaltılması”na dayalı oluşturulamaz. Bu yönüyle kontrolsüz “otomatizm”
fikrine karşıdır. Dolayısıyla ona göre şiir, “otomatizm” işi değil “cehit ve hüner” işidir.32 Bilinçaltından
yararlanmak “mümareselerle elde edilmiş bir şuur” hâli ile mümkün kılınabilir. Bilinçaltını “yazı haline
getirmek” normal şartlar düşünüldüğünde mümkün değildir. İşte sürrealistlerin yaptığının “bilinçaltını
boşaltmak” olduğunu söyleyenler burada yanılır. Onların yaptığı “olsa olsa tahteşşuuru taklit” tir.33
126
Paul Eluard’dan Orhan Veli’ye Şiirin Anlamı ve Geleceği
Şiirin Geleceği
Abdülhâk Hâmid Tarhan, Makber önsözünde “bu hissin lisanı anlaşılmaktan berîdir”34 diyerek,
duygularını anlatmaya kelimelerinin kifayet etmediğini ve bu durumda en güzel şeyin susmak olduğunu
söyler. Bu, bir bakıma Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum”35 şiirinin özet cümlesi gibidir. Şiirde anlamın
yakalanması mümkün müdür? Şiirde/şiiriyle anlam arayışında olan şairin işi zordur; çünkü onun bu
arayışta kullandığı vasıtalar kelimelerdir. Kelimeler ise anlamı yakalamak/korumak konusunda çok da
güvenilir araçlar değildir. Şiirin ana malzemesi olan kelimeler “fikirlerimizin sembolleri”dir. Her sembol,
onu yorumlayanın zihninde, “tabiattaki bir başka unsurla” birlikte oluşur. Yani tam anlamıyla soyut
düşünmek, kelimeleri somut bir takım varlıklara, görüntülere bağlamadan düşünmek zordur. Bu durum
şiiri resimle, müzikle bir arada görenleri haklı gösterir; ancak gerçek şiirin inşasında ne resme ne de
musikiye ihtiyaç vardır. Orhan Veli’ye göre “şiiri şiir yapan sadece edasındaki hususiyet” ve “mana”dır.36
Geleceğin şiirinin niteliği konusunda Paul Eluard ve Orhan Veli benzer düşünürler. 1946 yılında şiir
üzerine verdiği bir konferansta Orhan Veli, şiirde mananın anlamıyla ilgili ayrıntılı örnekler verir.
31
32
33
34
35
Tuğrul İnal, “Gerçeküstücülük”, TDK Yazın Akımları Özel Sayısı, Sayı 349, Ankara, 1981, sh.276.
Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.23.
Orhan Veli Kanık, a.g.e., sh.22.
Abdülhak Hamid, Makber, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1944, sh.9.
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
36 Orhan Veli Kanık, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969, sh.17.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Kendisine atfedilen “şiir manasız olmalıdır” düşüncesini reddeder. Şiir kelimelerle “söylendiğine”
göre şiirde “mana” aramamak düşünülemez. Şiirde mananın, kelimelerin kullanımında ne kadar farklı
biçimlerde karşımıza çıkabileceğini şöyle örnekler: “Şiirde mana meselesine geçmeyi, bir şairin mehtap
kelimesiyle ay ışığı arasındaki farktan bahsetmesi münasebetiyle hatırladım. Ay ışığı da mehtap da ikisi
de aynı manaya gelir. Ama şiirdeki yerleri, ne kadar başka başkadır. Şiir biriyle ne kadar şiir olacaksa,
öbürüyle o kadar berbat olur. Şiir bir dil sanatıdır, bir mana sanatıdır ama sırasında da manaya karşı bu
kadar müstağnidir.” “Mana” ile “fikir”, ayrı şeylerdir ve çoğu zaman insanlar bu iki kavramı karıştırırlar.
Orhan Veli’ye göre “fikir söylemek nesrin ya da nazmın işidir, şiirin değil.”37 Şiirde mananın ortaya çıkması
kelimelerin seçimi ve bir araya getirilmesi ile olur. Kelimeler bile, yeri gelir, şairi sınırlandırır. Şair, kimi
zaman şiir yazarken kelimelerin hakimiyetinden kurtulmak ister: “Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz
senelerden beri zevkimize ve irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların
sıkıcı ve bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak
mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da “şiir yazarken bu kelimelerle düşünmek lazımdır’38 diye yaratıcı
faaliyetimizi tahdit eden lisanı bile atsak” Bu istek, Eluard’ın şiirin geleceğiyle ilgili şu öngörüsüyle örtüşür:
“Bir gün gelecek, o(şiir); sadece kafa ile okunacak ve edebiyat yeni bir hayata kavuşmuş olacaktır.”39 Orhan
Veli’nin Garip önsözüne aldığı bu cümle, onun şiirde neyi aradığını, Eluard’la bu konuda da benzer
düşündüğünü göstermektedir.
Sonuç
Tanzimat’tan beri Türk edebiyatında meydana gelen değişim ve dönüşümlerin en önemli kaynaklarından
biri Fransız edebiyatıdır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Baudleare, Rimbaud, Verlain
gibi isimlerle modernleşen Fransız şiiri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan toplumsal ve siyasal
olayların da etkisiyle değişim içinde olmuştur.
Fransız şiirini bizzat yerinde, yaşayarak öğrenen Yahya Kemal Türk şiir dilini klasik şiir biçimini ve
ölçüsünü “kırmadan”, onlar üzerinden “kurmaya” çalışır. Orhan Veli’nin ifadesiyle Yahya Kemal, şiirde
değişimin “lüzumunu” hissetmiştir; ancak değişimin nerede başlayacağı/başlatılacağı konusunda
farklı düşünür ve bunu şiirine uygular. Orhan Veli, şiirin değişimi konusunda daha radikaldir. Onun
düşünceleri, geleneksel şiir anlayışına tamamen karşı olunması, şiirde biçim ve içeriğin eskinin dar
kalıplarından kurtarılması, sıradan insanların şiirinin (tabi onların müdafaasını yapmak için değil) inşa
edilmesi/söylenmesi gerekliliği, bunlara bağlı olarak sanatın gerçek hayatı yansıtması, şiirde bilinçaltının
özgürleştirilmesi noktalarından bakıldığında, Paul Eluard’ın şiir hakkındaki düşünceleri ile önemli
benzerlikler gösterir.
Kaynakça
Babayef, Ekber, Nazım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor, Militan Aylık Dergi, Sayı 6, İstanbul, 6 Haziran 1975.
Bezirci, Asım,Orhan Veli, Oluş Yayınevi, İstanbul, 1972.
Göker, Cemil, Fransa’da Edebiyat Akımları, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982.
Halman, Talat Sait, Orhan Veli Kanık-Orhan Veli’nin Edebiyatımıza Katkıları ve Şiirlerindeki “Yenilik Boyutları”,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2011.
Hamid, Abdülhak, Makber, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1944.
İnal, Tuğrul, Gerçeküstücülük, TDK Yazın Akımları Özel Sayısı, Sayı 349, Ankara, 1981.
37 Orhan Veli Kanık, a.g.e., sh.105.
38 Orhan Veli Kanık, a.g.e., sh.13.
39 Orhan Veli Kanık, a.g.e., sh.19.
127
Eluard, Paul, Şiirler, çev.Sait Maden, Yeni Ankara Yayınevi, İstanbul, 1976.
Recai ÖZCAN
Eluard, Paul, Ozan ve Gölgesi, Çev. Özdemir İnce, Adam Yayıncılık, İstanbul, 1984.
İnce, Özdemir, Şiirde Devrim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.
Kanık, Orhan Veli Anlamak, Varlık Dergisi, 1 Haziran 1947.
Kanık, Orhan Veli, Sanat ve Edebiyat Dünyamız, Derleyen: Asım Bezirci, Can Yayınları, İstanbul, 1982.
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru-Garip, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969.
Kanık, Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum-Nahit Hanım’a Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014.
Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri-Oktay’a Mektuplar, Dergah Yayınları, İstanbul, 2001.
Kemal, Yahya, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1999.
128
Paul Eluard’dan Orhan Veli’ye Şiirin Anlamı ve Geleceği
Perin, Cevdet, Çağdaş Fransız Edebiyatı, Elips Kitap, İstanbul, 2011.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
KLASIK TÜRK EDEBIYATI İLE İRAN EDEBIYATI
ARASINDAKI ETKILEŞIM BAĞLAMINDA FANTASTIK
İNSAN TASAVVURLARINDAN “ÂFET, ÂFET-I ÂB VE ŞÂH-I
MÂRÂN” ÖRNEKLERI
INTERACTION BETWEEN CLASSICAL TURKISH
LITERATURE AND IRANIAN LITERATURE IN THE
CONTEXT OF FANTASTIC HUMAN IMAGINING:
EXAMPLES OF “ÂFET, ÂFET-I ÂB VE ŞÂH-I MÂRÂN”
*Merve MENTEŞE
Özet
Klasik Türk edebiyatı beslendiği kaynaklar açısından oldukça zengin bir edebiyattır. Divan şairlerinin hayal
dünyasında derinlere inebilmek ve Divan şiirini tam anlamıyla değerlendirebilmek için, bu edebiyatın
beslendiği kaynakları ve diğer edebiyatlarla olan ilişkilerini derinlemesine incelemek gerekmektedir.
Kaynakları din, tasavvuf, günlük hayat, mitoloji, fantastik unsurlar, efsaneler, menkıbeler, gelenek vb. olan
Klasik Türk edebiyatının her yönünde İran edebiyatının etkisine rastlanmaktadır. Aruz veznini ve nazım
şekillerini İran edebiyatından almış bir edebiyat olan Divan edebiyatının şairleri, bahsedilen bu kaynakları
divan şiirindeki kullanış biçimlerinde yine en çok İran edebiyatından etkilenmiştir.
Bu çalışmada Klasik Türk edebiyatı ile İran edebiyatına genel bakış yapıldıktan sonra İran edebiyatından
etkilenmiş olan Divan şiiri üzerinde özellikle durulacak ve bu etkinin en bariz tezahürleri olan “âfet, âfet-i âb
ve şâh-ı mârân” örnekleri kaynağı olan kendi efsaneleri bağlamında beyitlerde ele alınış biçimleri gösterilerek
incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Klasik Türk edebiyatı, İran edebiyatı, âfet, âfet-i âb, şâh-ı mârân
Abstract
129
Classical Turkish Literature is a so rich literacy in terms of its sources. In order to draw out imagination word
of Divan poets and to evaluate Divan Poetry literally; the sources and relations of Divan Literature with other
literatures must be researched literally.
Merve MENTEŞE
Klasik Türk şiirinde mazmun, motif, imaj ve semboller sıklıkla kullanılmaktadır. Şiirlerde yer alan tüm
bu unsurlarda ise mitolojinin, fantastik unsurların ve efsanelerin izlerine rastlamak mümkündür. Divan
şiirinde karşımıza çıkan bu unsurlardan “âfet, âfet-i âb ve şâh-ı mârân”, İran edebiyatı etkisiyle kullanılmış
fantastik insan tasavvurlarıdır. Âfet; başı kız, gövdesi arslan şeklinde olan iki kanatlı bir mahlûktur. Âfet-i âb;
vücudunun üst kısmı kız, alt kısmı balık şeklinde olan, günümüzde de masallarda deniz kızı olarak geçen bir
canlıdır. Şâh-ı mârân; başı insan başı, gövdesi ise yılan olup yılanların padişahı olarak bilinen canlıdır.
* Arş. Gör., Bülent Ecevit Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
Classical Turkish Literature, which has sources such as religion, mysticism, daily life, mythology, fantastic items,
legends, sagas, traditions, etc., has under the effects of Iranian Literature for whole aspects. Poets from Divan
Literature, which has taken prosody and verse shapes from Iranian Literature, have again been affected by
Iranian Literature in terms of usage shapes of these mentioned sources in Divan Poetry.
İmagery, motif, images and symbols are generally used in Classical Turkish Literacy. All the items used in poems
have marks from mythology, fantastic items and legends. These items are also seen in Divan Literature as “âfet,
âfet-i âb ve şâh-ı mârân” and they are imagination of person affected by Iranian Literature. Âfet is a creature
which has two wings and its head looks like a girl and its body looks like lion. Âfet-i âb is a creature and top of its
body looks like a girl and the bottom looks like fish. It is mentioned in contemporary fairytales as mermaid. Şâh-ı
mârân known as the king of snakes is a creature having human’s head and snake’s body.
After general evaluation of Classical Turkish Literature and Iranian Literature; this study will especially focus on
Classical Turkish Literature which has been affected by Iranian Literature and “âfet, âfet-i âb ve şâh-ı mârân”
the special examples of this effect will be analyzed in terms of presentation styles in verses couplets in the contexts
of legends.
Keywords: Classical Turkish literature, Iranian literature, âfet, âfet-i âb, şâh-ı mârân
130
Klasik Türk Edebiyatı ile İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim ...
Giriş
Divan şiiri, yararlandığı kaynaklar açısından oldukça zengin bir şiirdir. Efsane ve menkıbeler, gelenek,
din, günlük hayat, masal, destan, mitoloji, fantastik unsurlar vb. divan şiirinin kaynakları ve kullandığı
malzemeler arasında yer almaktadır. Divan şiirinin tam olarak değerlendirilebilmesi için divan şiirinin
etkilendiği edebiyatlar ve bu edebiyatlardan ne derece etkilendiği, beslendiği kaynaklar, yararlandığı
malzemeler tespit edilerek incelenmesi gerekir. Hiç şüphesiz divan edebiyatının en fazla etkileşimde
bulunduğu edebiyat İran edebiyatıdır. Divan şairinin hayal dünyasının ve hayata bakış açısının şiirlerdeki
izdüşümleri çoğunlukla İran edebiyatı kaynaklıdır denilebilir. Bu zamana kadar yapılmış birçok çalışma
arasında divan edebiyatının kaynaklarından olan fantastik unsurlar ne yazık ki çok fazla irdelenmiş bir
konu değildir. Bu çalışmada bu eksikliğin bir nebze olsun giderilmesi amaçlanmaktadır.
Klasik Türk Edebiyatı ve İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim
Klasik Türk edebiyatı Türklerin İslâm dinini kabul etmelerinden sonra, XI. asırda Karahanlılar
devrinde Maveraünnehir’de başlayıp, XIII. yüzyıl sonlarından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar
bilhassa Anadolu’da gelişen bir edebiyattır. Bu dönem içinde İslâm kültürüne dayalı olarak Arap ve
İran edebiyatları tesiri altında gelişimini sürmüştür. Buna bağlı olarak bu edebiyat bünyesini sarsıcı
ve zayıflatıcı bir tepki ve değişikliğe uğramadan bünyesinde Arapça ve Farsça kelimeleri geniş ölçüde
barındırmıştır. (Akün, 1994: 389)
Klasik Türk edebiyatının dili XI. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar geçen zaman içinde Arap ve Fars dillerinin
tesirinden kendisini korumuş bir Türkçedir. Fakat XV. yüzyıldan sonra Arapça ve Farsça kelimeler
dilin bünyesi içinde büyük ölçüde yer almıştır. Sonraki dönemlerde de bu tesir yoğun şekilde devam
etmiştir. Hatta zaman içerisinde etkileşim yalnızca Arapça ve Farsça kelimeler almak suretiyle değil, aynı
zamanda bu dillerin bazı gramer kurallarını da kullanma şeklinde genişlemiştir. (Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi, C.2, 1977: 328-338)
Bu süreç içerisinde Klasik Türk edebiyatı şairlerinin dünya algısı, hayata bakış açıları ve şiirlerinde
ele aldıkları konular da İran edebiyatı etkisinde gelişmiştir. Şiirlerde İran edebiyatından alınan nazım
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
biçimlerinin ve vezin olarak aruz vezninin kullanımının yanı sıra söyleyiş biçimleri de İran edebiyatı
etkisi altında kalmıştır. Fakat bu durum Klasik Türk edebiyatı şairlerinin İran şairlerini taklit ederek
bu edebiyata ürün verdiklerini düşündürmemelidir. Zira Klasik Türk edebiyatı şairleri İran şairlerinin
söyleşini örnek almakla birlikte, daima o şairleri aşmaya çalışmışlardır. Yani Osmanlı şairleri, İran
edebiyatıyla olan ilişkisinde eziklik duygusu içinde değil, İranlı şairlerle rekabet içerisinde bulunmuşlardır.
Aksine Osmanlı şairleri özgün olma çabası göstermişlerdir denilebilir. (Özkırımlı, 1990: 385-389)
Klasik Türk edebiyatının büyük oranda etkisi altında kaldığı İran edebiyatı ise Arap edebiyatının etkisi
altında kalmış ve ilk ürünlerini Arap edebiyatını taklit ederek vermiştir. Klasik Türk edebiyatının İran
edebiyatından etkilenmesi ve İran edebiyatının Arap edebiyatının tesiri altında kalarak gelişmesi tüm bu
edebiyatlara sahip milletlerin ortak dininin İslam olması ile açıklanabilir. Din birliği üzerine kurulmuş
olan medeniyetler, içlerine aldıkları farklı farklı ulusların kültürleri ile ortak bir kültüre ulaşırlar. Hem
Türkler hem İranlılar İslam dinini kabul ettikten sonra kendilerine ait alfabeleri bırakıp Arap alfabesini
kullanmışlardır. Bu süreçte, Arap edebiyatından alınan yeni unsurlar, Türk ve İranlı şairlerin kullandığı
şahsî üslûplarıyla özgün bir edebiyat oluşturulmuştur. Arap, İran ve Türk edebiyatlarında bulunan
ortaklıklar, İslam medeniyet dairesi içinde bulunmaları ve edebî geleneklerinin ortak olmasından
kaynaklanmaktadır. (Kartal, 2006: 310-315)
Klasik Türk edebiyatı şairleri XV. asırdan itibaren kendi duygu ve düşüncelerini, yaşayışlarını, gelenek ve
göreneklerini, çevrelerini, kendi şahsiyetlerini İran edebiyatıyla ortak kullandıkları mazmun, mefhum
ve kavramlarla şekillendirerek İran edebiyatından ayrı bir Türk edebiyatı meydana getirmişlerdir. Hiç
şüphesiz Klasik Türk edebiyatı şairlerinin İran edebiyatı şairleriyle ortak olarak kullandıkları mazmunlar
arasında fantastik olanları önemli bir yer tutmaktadır.
Klasik Türk edebiyatını araştıranlar Klasik Türk şiirinin kaynakları arasında fantastik unsurların da
bulunduğu konusunda ortak görüşe sahiptirler. Fakat bu fantastik unsurların nereden, ne kadar ve nasıl
alındığı konusundaki görüşler bazı yönlerden çeşitlilik gösterir. Bu görüşlere göre Klasik Türk edebiyatı
fantastik unsurlarını daha çok İran kültürünün yarı tarihî yönüyle Şehname›den ve Arap kültüründen
almıştır. Çeşitli kaynaklarda verilen bilgilerden yola çıkarak şiir-fantastik ilişkisi Klasik Türk edebiyatı
açısından değerlendirildiğinde; Klasik Türk edebiyatının dünyası içinde fantastik unsurların önemli bir
yer tuttuğu, Klasik Türk şiirindeki fantastik unsurların Arap, İran ve İslâm mitolojisinin bir karışımı
olduğu görüşünün ön plâna çıktığı görülmektedir. Ancak, ağırlığın İran mitolojisi yönünde olduğuna da
dikkat çekilmektedir.
Tüm bunlara ayrıntılı olarak değinmeden önce çözümlenmesi gereken başka bir sorun vardır. Öncelikle
“fantastik” nedir? Fantastiğin sınırları nelerdir? Edebî bir esere fantastik denilebilmesi için onda
bulunması gereken özellikler nelerdir? Öncelikle bu gibi sorulara cevap bulunması gerekmektedir.
Bu alanda kaynaklar sınırlı olmakla birlikte Tzvetan Todorov “Fantastik Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım”
adlı eserinde edebiyat alanında fantastiğin tanımı ve sınırları hakkındaki görüşlerine şu sözleriyle yer
vermiştir:
“Bir edebî eserde olayları okurken “Gerçeklik mi, düş mü? Gerçek mi, yanılsama mı?” sorularıyla
başlar serüvenimiz. Böylece fantastiğin merkezine ulaşıyoruz demektir. Tümüyle kendimize ait
tanıdığımız şeytanı, hava perileri, vampiri olmayan bir dünyada öyle bir olay meydana gelir ki, o
bildiğimiz dünyanın yasaları bunu açıklamaya yetmez. Olayı algılayan kişi iki olanaklı çözümden
131
Kelime anlamı olarak fantastik, “gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayâlî” anlamlarına gelmektedir.
Aynı zamanda fantastik XVIII. yüzyıldan başlayarak Fransa’da gelişen bir edebî türün adıdır.
Merve MENTEŞE
Fantastik Nedir?
birini benimsemek zorundadır: Ya duyulardan kaynaklanan bir yanılsama, düş gücümüzün yarattığı
bir şey söz konusudur ve o zaman yasalar olduğu gibi kalır; ya da olay gerçekten olmuştur, gerçekliğin
bir parçasıdır, işte o zaman bu gerçekliği bizim bilmediğimiz yasalar yönetir. Örneğin, şeytan ya bir
yanılsamadır, düşsel bir varlıktır; ya da öteki canlı varlıklar gibi şeytan da az rastlanılması koşuluyla
gerçekten vardır. İşte fantastik bu kararsızlık süresinde yer alır. Yanıtlardan herhangi birini seçtiğimiz
anda fantastikten uzaklaşarak komşu bir alana, ya tekinsiz ya da olağanüstü türlerin alanına girmiş
oluruz. Fantastik, kendi doğal yasalarından başka yasa tanımayan bir öznenin görünüşte doğaüstü bir
olay karşısında yaşadığı kararsızlıktır. Bir edebî eserin fantastik olarak adlandırılabilmesi için öncelikle
o eser, olaylardaki kişilerin dünyasını canlı kişilerin yaşadığı bir dünya olarak görmesini ve anlatılan
olaylarla ilgili olarak doğal bir açıklama ile doğaüstü bir açıklama arasında kararsızlık duymasını
sağlamalıdır. Sonra bu kararsızlık, eserde yer alan bir kişi tarafından da hissedilmelidir ve böyle
kararsızlık metin boyunca ortaya konulmuş olmalıdır.” (Todorov, 2012: 31-39)
Todorov’un yanı sıra Jean-Luc Steinmetz, “Fantastik Edebiyat” isimli kitabında fantastik ile ilgili
düşüncelerine şu sözlerle yer vermiştir:
132
Klasik Türk Edebiyatı ile İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim ...
“Mitoloji ile fantastik birbirine çokça karıştırılan iki kavramdır. Zihnin yerinden yurdundan
uzaklaşmasını ifade eden mitolojik anlatıların veya peri masallarının geleneksek uydurmacılığından
farklı olarak fantastik, gerçek yaşam çerçevesine gizemin zorla dahil edilmesiyle nitelendirilir. Fantastik;
adeta günlük gerçekliğin yapısında bir kırılma, bir yırtılmadır. Başına gerçek dışı bir olay gelen, şoka
uğrayan ve zihnin karşı çıkışlarına rağmen bir olgunun gerçekliğini hisseden veya hissettiğine inanan
birinin düğümüdür denilebilir.” (Steinmetz, 2006: 16-17)
Klasik Türk edebiyatında ise fantastiğin yeri ne yazık ki çok fazla araştırılmış bir konu değildir. Oysa
ki fantastik Klasik Türk edebiyatının en önemli kaynakları arasında yer almaktadır. İran ve Arap
edebiyatlarının Klasik Türk edebiyatı üzerinde fantastik ve mitolojik etkisi büyük ölçüdedir. Nitekim
Klasik Türk edebiyatının fantastik ve mitolojik yönü doğrudan doğruya Şehnâme’den, büyük masallardan
ve Arap kültüründen alınmıştır. (Tanpınar, 1985: 4)
Tüm bunların doğrultusunda Klasik Türk edebiyatının, her edebiyat akımı ve grubunda olduğu gibi,
fantastik ve mitolojik figürlere başvurduğu, bazen bir insan, bazen bir hayvan, bazen de diğer unsurlar
olarak fantastik ve mitsel figürlerin şiire girdiği, bu fantastik figürlerin çok değişik anlamlarıyla şiiri
daha da zenginleştirdiği söylenebilir.
Bu konuda çeşitli araştırmalarda bulunmuş olan Dora D’istria, Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’da
bulunmuş, Divan şiiri üzerine bir inceleme yayınlamış ve bu eserle, bu şiire bambaşka bir açıdan
yaklaşmıştır. D’istria’ya göre; Osmanlı şairlerinin destansı dehaya diğer Turan kavimlerden daha az
sahip olmadığını ve Firdevsî’yi, Şehnâme’yi sürekli taklit etmek çabasında olmadıklarını söylemektedir.
Ona göre taklit meselesi bir zaruretten kaynaklanmıştır ve bu her milletin ilk zamanlarında başvurduğu
bir yoldur. D’istria’ya göre şiirdeki fantastik şahıslar birer semboldürler ve bu semboller vasıtasıyla şair
derin bir anlam katmanı yaratır. (D’istria, 1982: 21)
İran edebiyatı etkisinde gelişen Klasik Türk edebiyatı şiirlerinde de kullanılan fantastik tasavvurlar
vasıtasıyla şiirde anlam derinliği oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda bu çalışmada yarı insan
yarı hayvan ortak özelliğine sahip olan fantastik insan tasavvurlarından âfet, âfet-i âb ve şâh-ı mârân
tasavvurlarının incelenmesi amaçlanmıştır.
Âfet
Kelime anlamı olarak âfet, büyük felaket ve bela demektir. Mecâzî anlamda ise çok güzel insan anlamına
gelmektedir. (Devellioğlu, 2007: 11)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Klasik Türk şiirinde ise insanı, uğrunda her şeyi feda edecek kadar aşk derdine müptela eden güzeller
için kullanılan bir sıfattır. Ahmet Talat Onay’ın ifadeleriyle âfet: “Hurâfâttan başı kız, gövdesi arslan
şeklinde, iki kanatlı bir mahlûktur. Nihayet mertebede hüsne mâlik olduğundan gûyâ yüzünü görenler
vehle-i nazarda kendilerine mâlik olmayacak raddelerde belâ-yı aşka giriftâr oldukları için âfet tesmiye
olunmuştur. Bugün bile birinin fevkalâde güzelliğinden bahsederken âfet gibi demek âdettir. Şiirlerimizde
âfet, âfet-i devrân gibi tabirler de çok geçer. Bununla beraber şairlerimiz âfet sözünü bazen bela, musîbet
gibi manalarda da kullanmışlardır.” (Onay, 2000: 68-69)
Az önce de ifade ettiğimiz gibi âfet, başı kadın, boynundan aşağısı arslan şeklinde fantastik bir yaratıktır.
Bu tür âfetlerin yüzü o kadar güzelmiş ki onları bir defa gören kişi bir daha iflâh olmayacak derecede aşk
belasına tutulup helâk olurlarmış. Bugünkü âfet kelimesi de bu efsaneden dolayı kullanılır denilebilir.
Öyle ki, birinin fevkalâde güzelliğinden bahsederken “âfet gibi” denilir. Âfet kelimesinin bela ve musîbet
anamı da yine bu efsaneyle alakalıdır.
Klasik Türk şiirinde başı kız başı, gövdesi arslan gövdesi şeklinde olan âfet fantastik özellik göstermektedir.
Çünkü gerçek hayatta insanın aklının alamayacağı bir durum ile okur karşı karşıyadır. Yarı insan yarı
hayvan özelliği gösteren bu fantastik unsuru, başının insan başı olması nedeniyle fantastik şahıs kavramı
içerisinde değerlendirmek uygun olur. Bu fantastik şahıs, Klasik Türk şiirinde genelde sevgilinin
güzelliğine vurgu yapmak maksatlı kullanılır. Beyitlerde genellikle sevgilinin yerine geçer ve şair sevgili
yerine âfet demeyi tercih eder. İnsanı, uğruna ölünecek kadar aşk belalarına düşüren güzeller için
kullanılır. Bu bağlamda divan şiirlerimizi gözden geçirdiğimizde âfet, yalnızca âfet olarak şiirimizde
yer almaz. Birtakım tamlamalar ve terkibler şeklinde âfet sözcüğüne Klasik Türk şiirinde rastlıyoruz.
Divan şairi çoğu zaman sevgiliyi âfet-i devrân olarak tanımlar ve sevgili âfet güzelliği ile fitneler koparır.
Yani Klasik Türk şiirinde âfet kelimesi, sevgilinin baştan çıkarıcılığı ve âşığın başına açtığı belalar
münasebetleriyle kullanılır. Âfet, sevgili için kullanılan sıfatlardandır. Onun yok ediciliği, âşığa verdiği
ıstıraplar bu sıfatla anılmasına sebep olmuştur. (Pala, 2004: 8)
Âfet’in belâ manasında kullanıldığı örnek beyitler:
Âfet-i cân dediler gamze-i cellâdın için
Nahl-i gül söylediler kâmet-i şimşâdın için
(Nedîm D., G. 92, b. 1)
Kanumı içmege ol âfet-i cânum özenür
Meyl ider ölmege dil rûh-ı revânum özenür
(Bâkî D., G. 75, b. 1)
Can yakın olsa ne var öldürür âfetti elem
Ki habîbinden ırak cism ola nâ-gâh garîb
(Şeyhî D., G. 6, b. 4)
133
Gözün bir âfet-i cândır benin bir nâ-müselmândır
Saçın hod kâfiristândır nice kurtulsun îmânım
(Ahmed Paşa D., G. 186, b. 2)
Merve MENTEŞE
Nâm ü nişânı şöhretin âfettir ehl-i aşka çün
Var ey gönül cehd eyle kim nâm ü nişânı yakasın
(Nesîmî D., G. 314, b. 7)
Âfet’in sevgisi insana bela olan güzel manasında kullanımına örnek beyitler:
Tefe’’ül eyledim ol âfetin çeşm-i siyâhından
Sevâd-ı harf-ı vahşet geldi dîvân-ı nigâhından
(Şeyh Galib D., G. 237, b. 1)
Tıfl iken dahi fürûğ-ı hüsnü şehr-âşûb olup
Yakdı kundakdan o âfet ‹âlemi âteşlere
(Nedîm D., G. 78, b. 1)
Sevdigüm ise seni günâhum behey âfet
Öldürme beni cevr ile kim ‘ışk belâdur
(Avnî D., G. 18, b. 2)
Âfet’in musibet, felaket manasında kullanıldığı beyitlere örnekler:
Kad kıyâmet gamze âfet zülf fitne hat belâ
Ah kim ben hüsnünün bunca belâsın bilmedim
(Ahmed Paşa D., G. 191, b. 3)
134
Klasik Türk Edebiyatı ile İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim ...
Şol karşudan görinen âfet kıyâmet ancak
Bin nâz ile salınan ol serv-kâmet ancak
(Emrî D., G. 251, b. 1)
Bunlardan farklı olarak bir de “âfet-i devrân” kullanımı vardır. Bu ise “zamanın meşhur ve işvebaz
güzeli” demektir. Bu anlamda kullanılan beyitlere örnekler:
Reşk eder Bihzâd ‹aceb görse o rûh-efzâyı
Böyle bîr nûr-ı mücessem âfet-i devrânımdan
(Nedîm D., N. 12, b. 2)
Dil hayli zamân kalmış idi vâlih u hayrân
Gerdûn ile âfet-i devrân arasında
(Şeyh Gâlib D., Nâ-Tamam G., b. 1)
Klasik Türk edebiyatında âfetin bazı özelliklerini vermek amacıyla taranılan Nedîm, Nesîmî, Ahmed
Paşa, Fuzûlî, Şeyh Gâlib, Emrî, Avnî, Şeyhî, Bâkî, Leyla Hanım divanlarında kullanılan âfet ve âfet ile
ilgili tamlamalar ve kullanım sıklıkları şunlardır: Âfet: (Nedim: 16, Nesîmî: 3, Ahmed Paşa: 1, Fuzûlî:
12, Şeyh Gâlib: 11, Emrî: 6, Avnî: 1, Şeyhî: 5, Bâkî: 4, Leyla Hanım: 6), Âfet-i cân: (Nedim: 2, Nesîmî:
0, Ahmed Paşa: 3, Fuzûlî: 1, Şeyh Gâlib: 2, Emrî: 0, Avnî: 1, Şeyhî: 1, Bâkî: 1, Leyla Hanım: 1), Âfet-i
devrân: (Nedim: 2, Nesîmî: 0, Ahmed Paşa: 0, Fuzûlî: 0, Şeyh Gâlib: 1, Emrî: 0, Avnî: 0, Şeyhî: 0, Bâkî:
1, Leyla Hanım: 0)
Âfet-i Âb
Âfet-i âb (su âfeti), kelime anlamı olarak su kızı, deniz kızı demektir. (Devellioğlu, 2007: 11)
Su âfeti, su kızı, insânü’l-cer, mâlike-i deryâ, su mâlikesi. Ahmet Talât Onay’a göre: “Vücudunun nısf-ı
ulyâsı kız ve nısfından aşağısı balıktır. Günde bir defa sudan görünerek âyine edindiği bir cevher-i sâfda
letâfet-i sîmâsını görür görmez bir sayha-i cân-güdâz kopararak yine ka’r-ı deryâya çekilir ve gözden
kaybolurmuş.” (Onay, 2000: 69)
Âfet-i âb, diğer kullanımıyla mâlike-i deryâ; vücudunun yukarısı kız, belden aşağısı balık şeklinde
tasavvur edilen deniz kızıdır. Bu tasavvur hemen hemen bütün toplumlarda mevcuttur. Kaynağı
hakkında pek çok rivayet ortaya atılmışsa da kesin bir kanaate ulaşmak pek mümkün değildir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
İnanışa göre su kızı ekseriya girdaplara yakın bulunur, civarından geçen gemilerin dümenine saçını
dolayarak yakalayıp bu girdaba sürükler ve kendisi dalıp gemiyi gark eylermiş. Saçını gemiye sardığı
sırada görülebilse gemiyi altınla doldururmuş. (Onay, 2000: 318)
Klasik Türk edebiyatında ise şairlerimiz bu fantastik tasavvurla ilgili mazmunları genelde “mâlike-i
deryâ” terkibiyle yapmaktadır ve daha çok “âfet” anlamı kastedilmektedir. (Tökel, 2000: 453)
Klasik Türk edebiyatımızda kullanımı çok sınırlı olan bu tamlama için, bu tamlamanın su kızının
girdaplara yakın olması anlamına geldiği örnek beyitler:
Mâlik-i deryâ sana benzetti deyü hüsnünü
Burnuna tuzlu sular koydu anun girdâblar
Receb Edâî
Kaşların çâh-ı zenahdân rîsmân-ı zülfüne
Çekti gönlüm zevrakın mâhî gibi girdâbdan
Necâtî (Onay, 2000: 318)
Klasik Türk edebiyatında aynı tamlamanın âfet anlamında kullanıldığına örnek beyitler:
Bahr keffüñde n›ola la`lden itse tâcın
Hâtemüñ çün ki olupdur melîk-i deryâ-bâr
(Mesîhî D., G. 8, b. 32)
Yâ meliksin güzelim cismini gark eyledi nûr
Akdeniz içre yâhûd mâlik-i deryâsın sen
Lâedrî
Keştîye binmiş gelir gördüm o şûh-ı şîvekâr
Mâlik-i deryâ acebdir kim olur zevrak-süvâr
Nahîfî (Onay, 2000: 318)
Klasik Türk edebiyatında âfet-i âb’ın bazı özeliklerini vermek amacıyla taranılan divanlarda bu kullanımın
fazlasıyla sınırlı olduğu tespit edilmiştir. Recep Edâî, Necâtî, Mesîhî, Nahîfî divanlarında bu kullanıma
birer defa rastlanılmış olup, diğer divanlarda ise kullanımı yok denecek kadar azdır.
Şâh-ı Mârân
Şahmaran, yılanların şahıdır. Efsaneye göre Yemliya adında, insan başlı bir yılan varmış. Yemliya bir
mağara altındaki yeşillikler içinde bir ülkede yaşarmış. Zebercedden tahtı üzerine oturur, insan gibi söz
söylermiş. O devirde Danyal peygamber hüküm sürmekteymiş. Bir gün oğlu Cemşasb arkadaşlarıyla
dağda yağmura yakalanıp bu mağaraya sığınmışlar. Cemşasb can sıkıntısından elindeki değnek ile yeri
kazmaya başlamış. Ağaç sert bir maddeye dokunmuş. Bunun yuvarlak bir mermer olduğunu görüp
açmışlar. Bal ile dolu bir kuyu görmüşler. Satmak amacıyla balı çıkarmaya karar vermişler. Kuyunun
dibindeki son balları toplaması için Cemşasb’ı bir ipe bağlayıp kuyunun dibine indirmişler. Kalan balı
çıkardıktan sonra arkadaşları cemşasb’ı kuyuda bırakıp gitmişler.
Cemşasb kuyuda yalnız başına düşünürken bir delikten ışık sızdığını görmüş. Bıçağı ile kazıyıp deliği
135
Ahmet Talat Onay şâh-ı mârânı şu şekilde anlatır: “Hurâfâta göre başı insan başı, gövdesi yılan olup
yılanların padişahıdır. Bir mağaranın zemini altında bağ ve bahçelik bir yerde sâkindir. Benî âdemin
şerrinden kaçıp buraya yerleşmiştir. Zebercedden bir taht üzerinde oturur, insan gibi konuşurmuş.”
Merve MENTEŞE
Şâh-ı mârân’ın kelime anlamı, yılanların şahı, padişahı, ejderha demektir. (Devellioğlu, 2007: 975)
genişletmiş. İçerisinin güllük gülistanlık bir yer olduğunu görmüş. Oraya girerek biraz gezinmiş. Sonra
Yemliya ile karşılaşmış. Yemliya ona izzet ve ikramda bulunmuş, uzun uzun sohbetler etmişler. Cemşasb
yedi sene orada kalmış. Şâh-ı Mârân, yerini kimseye söylememek şartıyla onu yeryüzüne çıkarmış.
Cemşasb da yıllarca bu sırrı saklamış. Ancak günün birinde devrin padişahı hastalanmış. Sihirbaz olan
veziri tek çare olarak Şâh-ı Mârân’ın etini yemesini söylemiş. Oysa Şâh-ı Mârân’ın yerini bilen çıkmamış.
Vezir büyü ile Cemşasb’ın bu yeri bildiğini öğrenmiş ve zorla yılanı ele geçirmişler. Şâh-ı Mârân suçun
Cemşasb’da olmadığını anlayınca ona “Beni öldürüp etimi kaynatacaklar. İlk çıkan suyu vezire içir,
ikincisini kendin iç. Etimi de padişaha yedir.” demiş. Cemşasb denileni yapmış. İlk suyu için vezir karnı
şişerek ölmüş. Padişahı tedavi eden Cemşasb ise vezir olmuş ve saadetle ömür sürmüş. (Korkmaz, 2012:
241)
Klasik Türk edebiyatında şâh-ı mârân hazinenin muhafızı olarak ele alınır. Bu şekilde karşımıza çıkan
beyitlere örnekler:
Gûyiyâ zevk u safa dahmesine oldu tılısm
Şâh-ı mârânı ‘aceb ol cesed-i nûrânî
(Nedim D., G. 20, b. 14)
136
Klasik Türk Edebiyatı ile İran Edebiyatı Arasındaki Etkileşim ...
Çün şâh-ı mât-ı zülfünü görüp dil-i harâb
Etdi hayâl ânı k’ola pâsbân-ı genc
Tebrizli Lutfî (Onay, 2000: 412)
Klasik Türk edebiyatında şâh-ı mârân, insanı kötülük yapmaya zorlayan irade olarak karşımıza çıkar. Bu
kullanıma örnek beyitler:
Döndü ahlâk-ı zemîme mâra
Şâh-ı mârânı anın emmâre
Nev’izâde Atâî (Pala, 2004: 418)
Klasik Türk edebiyatında şâh-ı mârânın bazı özeliklerini vermek amacıyla taranılan divanlarda bu
kullanımın da tıpkı âfet-i âb gibi fazlasıyla sınırlı olduğu tespit edilmiştir. Yukarıdaki örneklerin dışında
kullanımı yok denecek kadar azdır.
Yukarıdaki örnek beyitlerde de görüldüğü gibi fantastik insan tasavvurlarından şâh-ı mârân Klasik Türk
edebiyatında yılan olması yönüyle ele alınmıştır. Kimi zaman uzunluğuyla, kıvrımıyla ve efsanesinde de
geçtiği şekil olan sürekli tahtında oturup beklemesiyle hazineyi koruyan bir bekçi gibi işlenmiştir. Kimi
zaman da yılanın fenalığına kurban gitmiş, kötü huyların benzetildiği bir yılan olmuştur. Yani yarı insan
yarı hayvan özelliği gösteren bu fantastik tasavvur, Klasik Türk edebiyatında kimi zaman bir hayvan
olarak görülmüş kimi zaman ise kendisine insani vasıflar atfedilerek ele alınmıştır.
Sonuç
Mitolojik ve fantastik unsurlar hem İran edebiyatında hem de bizim edebiyatımızdaki çeşitli türlerde en
fazla yararlanılan kaynaklardan olmuşlardır. Öyle ki, bilhassa Klasik Türk şiiri ile mitolojik ve fantastik
unsurlar arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. Bu hususta yapılan çalışmalar neticesinde divan şiirinin
dünyasında fantastik unsurların önemli bir yer tuttuğu, divan şiirinde yer verilen fantastik unsurların
ağırlığı İran mitolojisinden kaynaklı olmakla birlikte Arap, İran ve İslâm mitolojisinden ortaya çıktığı
görüşü ileri sürülmüştür.
Birçoğunun kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte divan şiirinde adı geçen kişilerin, hayvanların,
nesnelerin, bitkilerin vb. arka planında fantastik bir yön çoğunlukla bulunmaktadır. Özellikle şiirlerde
adı geçen şahıslarda da fantastik arka planı görmek mümkündür. Tüm bunların neticesinde divan
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
şiirinde karşılaştığımız, hatta bugün bile edebiyatımızda karşımıza sıkça karşımıza çıkan “âfet, âfet-i
âb ve şâh-ı mârân” unsurlarını fantastik tasavvur olarak nitelendirmek mümkündür. Âfet; başı kız,
gövdesi arslan şeklinde olan iki kanatlı bir mahlûktur. Âfet-i âb; vücudunun üst kısmı kız, alt kısmı balık
şeklinde olan, günümüzde de masallarda deniz kızı olarak geçen bir canlıdır. Şâh-ı mârân; başı insan
başı, gövdesi ise yılan olup yılanların padişahı olarak bilinen canlıdır. Ele aldığımız bu üç fantastik insan
tasavvurunun ortak özelliği, vücutlarının baş kısmının insan, alt kısmının ise farklı hayvan türlerinden
oluşmasıdır. Bu üç tasavvurun her biri efsanevî kaynaklıdır ve bu unsurlar Klasik Türk şiirinde kaynağı
olan kendi efsaneleri ile ilişkili olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Sonuç olarak, bu çalışma sonucunda Klasik Türk edebiyatı şairlerinin sanıldığı ya da genellikle söylendiği
gibi etkileşim hâlinde oldukları İran edebiyatı ile ortak malzemeyi aynen kullanmadığı, ortak malzemeyi
kullanırken dil ve anlatım bakımından mutlaka kendine özgü buluşlardan yararlandığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca Klasik Türk şiirinde fantastik insan tasavvurları ile ilgili malzemelerin olduğu da görülmektedir.
Bu tür belirli ortak malzemelerin şairler tarafından farklı kullanım biçimlerini belirlemeye yönelik
metne dayalı çalışmalar şairlerin dil ve üslûp özelliklerinin tespitine katkıda bulunacak çalışmalardır.
Fantastik unsurların divan şiirindeki yeri, fantastik motiflerin Klasik Türk şiirinde uğradığı değişim ve
dönüşümler, şairlerin fantastik insan motiflerini algılama biçimleri, bilinen motiflerle yeni çağrışımlar
yakalayarak anlatımı zenginleştirme, karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları için materyal sağlama gibi pek
çok özelliğin ortaya konulabilmesi için bu tür çalışmalar önemli katkı sağlayacaktır.
Kaynakça
Ahmed Paşa Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara
Akün, Ömer Faruk; Divan Edebiyatı, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Cilt 9, İstanbul, 1994
Bâkî Divanı, Türk Dil Kurumu Yayınları, İstanbul
Devellioğlu, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, 2007
D’istria, Dora; Osmanlılarda Şiir, Havass Yayınları, İstanbul, 1982
Emrî Divanı, Eren Yayıncılık, 2004
Fatih Divanı ve Şerhi, Yelkenli Kitabevi, 2009
Fuzûlî Divanı, İnkılap Kitabevi, 2000
Kartal, Ahmet; Türk-Fars Edebî İlişkileri, Türk Edebiyatı Tarihi, C. 1, İstanbul, 2006
Korkmaz, Mehmet; Mitolojik İran Efsaneleri, Alter Yayınları, Ankara, 2012
Leyla Hanım Divanı, Kitabevi Yayınları, İstanbul
Mesihi Divanı, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1995
Nedim Divanı, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2005
Nesimi Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara
Pala, İskender; Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları, İstanbul, 2007
Steinmetz Jean-Luc, Fantastik Edebiyat, Dost Yayınları, Ankara, 2006
Şeyh Gâlib Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara
Şeyhî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara
Tanpınar, Ahmet Hamdi; 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1985
Todorov, Tzvetan; Fantastik-Edebî Türe Yapısal Bir Yaklaşım, Metis Yayınları, İstanbul, 2012
Tökel, Dursun Ali; Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2000
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, C. 3, İstanbul, 1979
137
Özkırımlı, Atilla; Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 2, Cem Yayınevi
Merve MENTEŞE
Onay, Ahmet Tâlât; Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2000
2. Gün
I. Oturum
09 Mayıs 2014 Cuma
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Öğr. Gör. Yaşar ŞİMŞEK
Babaların Okuyamadığı Mektuplar:
Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
Gül Mükerrem SEZGİN
Türk – Gürcü Edebi İlişkileri Üzerine Bazı Meseleler
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
BABALARIN OKUYAMADIĞI MEKTUPLAR:
FRANZ KAFKA VE OĞUZ ATAY’DA BABA İMGESI
ÜZERINE BIR KARŞILAŞTIRMA
THE LETTERS THAT THE FATHERS COULDN’T READ:
A COMPARISON OF FATHER IMAGE BETWEEN
FRANZ KAFKA AND OĞUZ ATAY
*Yaşar ŞİMŞEK
Özet
Franz Kafka Türkçeye Babama/Babaya Mektup adıyla çevrilen eserinde, Oğuz Atay ise Babama Mektup
adlı öyküsünde kendi yaşantılarında en çok etkilendikleri, çatışma yaşadıkları en yakın otorite ve güç olan
‘baba’ karşısındaki duygu, düşünce, çelişki ve ikilemlerini dile getirmişlerdir. Toplumdan ve aile ortamından
kendilerini soyutlayan, yalnızlığı seven, çevresiyle iletişim sorunu yaşayan, güvensizlik ve umutsuzluk
kaygıları taşıyan her iki yazar, bu kişilik özelliklerini ortaya koydukları diğer eserlerinde de belirgin bir biçimde
yansıtmışlardır. Franz Kafka’nın kendisinden sonra gelen ve Türk edebiyatında en çok okunan isimlerden biri
olan Oğuz Atay’ı birçok yönden etkilediği bir gerçektir. Özellikle her iki yazarın içinde bulundukları ruh hâli,
kendilerini ifade etme konusundaki sıkıntıları, anlaşılamama korkuları ve babalarına karşı çekingen tavırları
benzerlik göstermektedir.
Bu çalışmada, karşılaştırmalı edebiyat biliminin imkânlarından yararlanmak suretiyle birbirinden farklı
zamanlarda yazılan iki mektuptan yola çıkarak Franz Kafka ve Oğuz Atay’daki baba algısı ve imgesi
üzerinde durulacaktır. Her iki yazarın babalarına yazdıkları, ama babaların okuyamadığı mektuplardan
hareketle babalarının tutum ve davranışları karşısında oğulların duygu ve düşünceleri değerlendirilecektir.
Mektuplardaki ortaklıklar ve farklılar belirtilerek yazarların babalarına karşı bakış açıları ve tavırları
tartışılacaktır. Özellikle babaya karşı duyulan öfke, kızgınlık, kırgınlık gibi olumsuz durumlar belirtilerek
bunların nedenleri sorgulanacaktır. Ayrıca babalarına karşı gizliden gizliye duyulan hayranlık ve bundan
kaynaklı oluşan ikilem üzerinde de durularak bunun psikolojik ve sosyal sebepleri aranacaktır.
Anahtar Kelimeler: Franz Kafka, Oğuz Atay, baba, imge, mektup
* Öğr. Gör., Gazi Osman Paşa Üniversitesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected]
141
In his work translated into Turkish as Babama/Babaya Mektup, Franz Kafka and in his story named Babama
Mektup, Oguz Atay verbalized the emotions, thoughts, contradictions and dilemmas about the “father” who is the
closest authority and power that they conflicted with and the figure that effected them most in their lives. Both
authors isolating themselves from society and family, loving loneliness, having communication problems with their
environment, having mistrust and despair feelings reflected these characteristics prominently also in other works.
It is a fact that Franz Kafka has many effects in many ways on Oguz Atay who is after Kafka and one of the most
widely read authors. Especially both authors’ moods, their troubles in expressing themselves, their fears of not
being understood and their timid attitudes towards their fathers are similar.
Yaşar ŞİMŞEK
Abstract
142
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
In this study, on the basis of two letters written in different times, the father perception and image in Franz Kafka
and Oguz Atay is focused by benefiting from the opportunities of the science of Comparative Literature. Based
on the letters the both authors wrote to their fathers but couldn’t read by them, the sons’ emotions and thoughts
about their fathers’ attitudes and behaviors are evaluated. The authors’ views of fathers and manners towards
their fathers are discussed by indicating the similarities and differences in the letters. Especially negative states
such as anger, rage and resentment towards the father are specified and the reasons behind them are questioned.
Also, the secret admiration to their fathers and the dilemma sourcing from that are focused, and the psychological
and social reasons behind it are investigated.
Keywords: Franz Kafka, Oguz Atay, father, image, letter
Giriş
Karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları, edebî eserler ve bu eserleri kaleme alan sanatçılar arasındaki
benzerliği, etkileşimi, farklılığı ortaya koyma açısından önem taşımaktadır. Edebiyatın malzemesinin
dil olduğu ve millî bir kimlik taşıdığı düşünüldüğünde edebî metinlerin yazılma süreçlerinde farklı
etkilere –ulusal veya uluslararası- açık olduğu da bir gerçektir. Yazarların ve şairlerin eser yazma
sürecinde okuyup etkilendikleri, esinlendikleri, kendilerini buldukları edebî eserler ve kendilerine yakın
hissettikleri sanatçılar her zaman olmuştur. Bu etkilenme aynı dile, kültüre mensup eserler ve sanatçılar
arasında olduğu gibi farklı dillere, kültürlere ait eserleri ve sanatçıları da kapsayabilmektedir. Bu nedenle
karşılaştırmalı edebiyat bilimi hem ulusal hem de uluslararası düzeyde bu etkileşimin ve etkilenmenin
izlerini arayan/araştıran edebiyat biliminin bir dalı olarak sıkça başvurulan bir yöntem olmuştur.
Claude Pichois ve Andre M. Rousseau, birlikte hazırladıkları ‘Littérature Comparée’ adlı eserde,
karşılaştırmalı edebiyatı şöyle tanımlamışlardır: “Karşılaştırmalı edebiyat; analoji, akrabalık ve
etkileşim bağlarının araştırılması suretiyle, edebiyatı diğer ifade ve bilgi alanlarına ya da zaman ve
mekân içerisinde birbirine uzak veya yakın durumdaki olaylarla edebî metinleri birbirine yaklaştırmayı
amaçlayan yöntemsel bir sanattır. Yeter ki bu edebî metinler, birçok dile ya da kültüre ait olsunlar; onları
daha iyi tanımlayıp anlamak ve onlardan zevk alabilmek için aynı geleneğe ait bulunsunlar.”1 Burada söz
konusu çalışmalarla ilgili etkileşim bağlarını araştırmada, edebiyat eserlerini birbirine yaklaştırmada
ve en önemlisi bu eserleri tanıma ve anlamlandırma hususunda bu yöntemin ne denli önemli olduğu
vurgulanmaktadır. Tieghem ise, karşılaştırmalı/mukayeseli edebiyatın esas itibariyle amacını, “muhtelif
edebiyatlara ait eserleri, aralarındaki münasebetler bakımından tetkik etmek”2 olarak açıklamaktadır.
Bu amaç, edebî eserlerin birbiri ile olan etkileşimlerinden yola çıkarak aralarındaki benzerlikleri ve
farklılıkları ortaya koymayı kapsamaktadır. İnci Enginün’ün Mukayeseli Edebiyat kitabının önsözünde
belirttiği gibi, “Milletlerin birbirlerini tanımaları ve birbirleri hakkında görüş sahibi olmalarında büyük
ölçüde edebiyat eserlerin rolü vardır. Bu bakımdan milletlerin birbirini tanımaları ve kurmak istedikleri
dünya hayalini, edebiyat ürünlerindeki imaj incelemeleriyle çıkarmak mümkündür.”3 Böylelikle bu türden
araştırmaların/çalışmaların farklı milletleri birbirine tanıtmada, yaklaştırmada ve sevdirmede önemli
bir vazifesi olacaktır. Gürsel Aytaç da karşılaştırmalı edebiyatın görevini/işlevini; “aynı dilde veya farklı
dillerde yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından incelemek, ortak, benzer ve farklı yanlarını
tespit etmek, nedenleri üzerine yorumlar getirmek”4 şeklinde ifade eder. Bu tanım, araştırmacıyı aynı veya
1
2
3
4
M.Andre Rousseau-Claude Pichois, Karşılaştırmalı Edebiyat, (Çev. Mehmet Yazgan), MEB Yay., İstanbul 1994, s.182.
Paul V. Tieghem, Mukayeseli Edebiyat, (Çev. Yusuf Ş. Çelikel), Maarif Matbaası, Ankara 1943. s. 42
İnci Enginün, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yay., 2. bs., İstanbul 1999, s. 5.
Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, Say Yay., 2. bs., İstanbul 2009, s. 13.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
farklı dillerde yazılmış edebî eserlerin içerik/konu, düşünce ve biçim açısından değerlendirilebileceği
düşüncesine götürmektedir.5 Mehmet Önal ise, karşılaştırmalı/mukayeseli edebiyatın varlık sebebini
kültür ve medeniyetlerin birbirini etkilemesi ve bu nedenle insanlık tarihindeki edebiyatların birbirini
etkilemesi olarak belirtmektedir.6 Bu etkilenme günümüze daha belirgin bir şekilde hissedilmekte
ve farklı kültürdeki edebî eserlerin bizim edebiyatçılarımızı ve sanatçılarımızı daha bir etkilediği
gözlemlenmektedir. Bu sebeple karşılaştırma çalışmaları, edebiyat eserleri arasındaki etkileşimi ve
yazarların birbiriyle olan münasebetlerini ortaya koyma açısından önemlidir.
Franz Kafka ve kendinden sonra gelen Oğuz Atay kaleme aldıkları eserlerinde bir sorgulama, kendini
arama, yaşadıkları çevreden kendilerini soyutlama, iç huzursuzluk içinde kendini yitirme gibi yönlerden
benzerlik göstermektedirler. Oğuz Atay’ın kimi eserlerinin ‘Kafkaesk’ özellikler taşıdığı düşünüldüğünde
bu etkilenme daha iyi anlaşılabilir. Yıldız Ecevit, Oğuz Atay öykülerindeki bu özelliği ve etkilenmeyi şu
şekilde belirtmektedir: “Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun
biçimde sinmiş olan ‘kafkaesk’ öğe gelir. Birçok dilde gündelik dil kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk
sözcüğükorku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/
terör/dehşet/suç/ceza/yargı gibi anlamların bileşkesidir. Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden
beslenir. Atayın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıra dışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu
su götürmez… Bu öyküler, kurgu/yapı düzleminde de Kafka izleri taşırlar.”7
Bu yönüyle bakıldığında Oğuz Atay’ın eserlerinde Kafka’nın birçok izleğinden/teminden esinlendiği
görülmektedir. Özellikle anlamsızlık, huzursuzluk, yalnızlık, iletişimsizlik gibi hususlar her iki yazarın
vazgeçilmez izlekleri arasında yer alır. Oğuz Atay kendisiyle yapılan bir söyleşide sevdiği yazarlar arasında
Dostoyevski ve Kafka’yı zikretmesi ve “İnsanı, bu arada Selim Işık’ı yalnız bırakanların dünyasında böyle
yazarlara da tutunamazsak sonumuz ne olur?”8 diyerek yaşamında âdeta bu yazarlara tutunduğunu
belirtmesi dikkate değerdir. Yalnızlık, huzursuzluk ve kendini ifade etmedeki çekingenlik hem Kafka’nın
hem de Atay’ın baba karşısındaki çekingenliğin ve kendini konumlandıramamanın bir yansımasıdır.
Baba karşısındaki oğulların hissettikleri ve var olan baba figürünü anlamlandırmada yaşadıkları
sıkıntılar her iki yazarın ortak yönleri olarak değerlendirilebilir. Ayrıca her iki yazarın hayatlarında
baba figürü son derece ön plana çıkmış, bu durum hâliyle eserlerinde bir mesele olarak yer almıştır.
Özellikle korku, nefret, pişmanlık, kızgınlık gibi duygular baba otoritesi karşısındaki bir çocuğun hayal
kırıklıklarını da içinde barındırmaktadır.
143
5 Yavuz Bayram, “Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi ve Bir Uygulama”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 16, s. 2.
6 Mehmet Önal, Edebiyat Sanatı, Kurgan Edebiyat Yay., Ankara 2012, s. 71.
7 Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s.
475-476.
8 Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s.
203.
Yaşar ŞİMŞEK
Bu çalışmada, karşılaştırmalı edebiyat biliminin imkânlarından yararlanarak Franz Kafka ve Oğuz Atay’ın
babalarına yazmış oldukları ancak babaların hiçbir zaman okuyamadığı mektuplar/metinler üzerinde
mukayeseli bir inceleme yapıldı. Öncelikle her iki mektup/metin ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız
olarak ele alındı. Sonraki bölümde ise iki mektup benzerlik ve farklılıklar açısından karşılaştırıldı. Sonuç
kısmında ise, iki yazar arasındaki etkileşim üzerine genel bir değerlendirme yapıldı.
Bir Muzdarip: Franz Kafka ve Gönderilmeyen Bir Mektup
“Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde
yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca.”
144
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
Franz Kafka
Franz Kafka, 1917 yakalandığı akciğer tüberkülozu sebebiyle dinlenmek için sık sık seyahatler yapmaktadır.
1919’da yakın dostu Max Brod’la birlikte gittikleri bu seyahatlerin birinde Prag’ın Schelesen kasabasında
Julie Wohryzek adında bir kızla tanışır. Kendisi gibi hasta olan bu kızla daha sonra nişanlanmaya
karar verir. Ancak babası toplumun en alt kesiminden gelen böyle bir kızla evlenmesine şiddetle karşı
çıkar. Franz Kafka da, aynı yıl kaleme aldığı Brief an den Vater (Babaya/Babama Mektup)9 eserinde bu
birlikteliğe/nişana karşı çıkan babası Hermann Kafka’ya yanıt vermektedir.10 Kafka, yayımlamak amacı
taşımayan yalnızca babasıyla ilgili duygu ve düşüncelerini dile getirmek için yazdığı mektubunu babasına
göndermemiştir.11 Kırgınlık ve kızgınlık içinde bir babaya yazılmış olan ve oldukça uzun bir metinden
oluşan eser/mektup, hem Franz Kafka’nın otobiyografisine açıklık getirmesi hem de eserlerinde işlediği
kimi izleklerinin ipuçlarını yansıtması açısından önem taşımaktadır. Bu mektup, Kafka’nın eserlerinin
günümüze ulaşmasını sağlayan Max Brod tarafından okuyucuya sunulmuştur. Brod, 1937’de hazırladığı
Kafka Yaşamöyküsü kitabında ilk kez Babaya Mektup’un bazı parçalarını yayımlamıştır. Brod, mektubun
tamamını Kafka ailesinin üyelerine saygısızlık etmemek için neşretmemiş, ancak söz konusu tarihten
on beş yıl sonra yine kendisinin hazırladığı ve 1952’de çıkan Taşrada Düğün Hazırlıkları kitabında
yayımlamıştır.12
‘Çok sevgili baba(cığım)!’ diye mektubuna başlayan Franz Kafka, eserin tamamına yakınında babasının
hayatında ne denli baskın ve etkili olduğunu uzun uzun anlatır. Mektubun ilk cümlelerinde babasından
korkan çocuğun düşüncelerini görürüz: “Bana son günlerde bir ara, senden korktuğum gibi bir savı
neden ileri sürdüğümü sormuştun. Her zaman ki gibi bir yanıt verememiş, bu da işte biraz yine senden
korkmamdan, biraz senden korkmanın nedeninin pek çok ayrıntıyı içermesinden, dolayısıyla bunları yarı
buçuk da olsa sözle belirtemeyeceğimden kaynaklanmıştı.” (s. 9) Bu korkunun Kafka’nın babasına bir
mektupla seslenmesine sebep olduğunu; “Şimdi sana yazıyla yanıt vermeye kalkıyorsam, bu yanıtta da
yine pek çok boşluk kalacak, çünkü söz konusu nedeni kaleme alırken, senden duyduğum korku ve bunun yol
açacağı sonuçlar sana karşı özgür davranmaktan beni alıkoyacak” (s. 9) ifadelerinden anlıyoruz. Burada
babasından korkan ve özgürlük konusunda endişeleri olan bir çocuk bizi karşılar. Bu çocuk, babasına
yeri geldiğinde hakkını teslim eder ve bir babanın oğlu için çabalamalarını, kaygılarını görmezden
gelmez. Ancak Franz, babasının minnettarlık beklentilerine yanaşmamış, korkup bir köşeye sinmiş,
odasına, kitaplarına, zır zop arkadaşlarına ve kaçık düşüncelerine sığınmıştır. Babasıyla asla içtenlikle
konuşmamış, aile duygusu denilen şeye gönlünde hiç yer vermemiştir. Kafka mektubunda iş konusunda
babasını yüz üstü bıraktığını, kız kardeşi Ottla’nın dik başlılığını desteklediğini açık açık belirtmektedir.
Babasının kendisi hakkındaki yargılarını da şu şekilde özetlemektedir: “-Belki son evlenme girişimimi
9 Orijinal adı Brief an den Vater olan eser ilk olarak Türkçeye Babama Mektup adıyla ve Kâmuran Şipal imzasıyla
tercüme edilmiş ve Cem Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Bu eserin Almanca baskısı Michael Müller tarafından
çeşitli eklemeler ve değerlendirmeler yapılarak hazırlanmıştır. Yazı içinde alıntılanan ve sayfa numaraları verilen
kısımlar bu kitaptandır. Franz Kafka, Babama Mektup, (Çev. Kâmuran Şipal) Cem Yayınevi, 2 bs., İstanbul 2002, 158
s. Ayrıca eser Babaya Mektup adıyla ve Cemal Ener çevirisiyle Can Yayınları arasından da çıkmıştır.
10 Michael Müller, “Metnin Oluşumu” Babama Mektup içinde, (Çev. Kâmuran Şipal) Cem Yayınevi, 2. bs., İstanbul
2002, s. 101.
11 Bu hususla ilgili Şebnem Sunar, mektubu “Kafka’nın, babasına ulaştırılması amacıyla kaleme aldığı, ancak annesi Julie
ile kız kardeşi Ottla’nın caydırması sonucunda” muhatabının eline hiç geçmediğini belirtmektedir. Şebnem Sunar,
“Babalar ve Oğulları, Oğullar ve Sevgilileri Franz Kafka ve Babaya Mektup”, Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, Eylül
2011, S. 21, s. 32.
12 Michael Müller, “Sonsöz” Babama Mektup içinde, (Çev. Kâmuran Şipal) Cem Yayınevi, 2. bs., İstanbul 2002, s. 149.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
saymazsak- doğrudan doğruya yakışıksız ya da kötü davrandığım gibi bir suçlama yöneltmedin bana;
soğukluk, yabancılık, nankörlük gibi özellikleri yakıştırdın. Hem de bunu öylesine yaptın ki, sanki hepsinden
ben suçluydum…” (s. 10-11)
Franz, mektubun devamında suçluluk-suçsuzluk düşünceleri içinde birbirlerine yabancılaştıklarını
söyler. Kendisinin tamamen suçsuz olduğunu babasına anlatmaya ve benimsetmeye çalışır. Babasından
bu suçlamalara son vermese bile kendisiyle ilgili kötü düşüncelerini yumuşatmasını ister. Babasının
kendisine olan yakınmalarını, söylediği sözleri ve odasına çekildiğinde arkasından yaptığı söylenmeleri
hatırlatır: “Dıştan bakınca, sana başka babaların normalde evlatlarına davrandığı gibi davranmadım,
çünkü başkaları gibi ikiyüzlülüğü beceremem, ama hep sevdim seni.” (s. 11) Franz Kafka, babasının
kendisine karşı iyi niyetinden şüphe duymamakla birlikte babasının çoğu sözünü doğru bulmadığını
da belirtir. Babasının karşısındaki güçsüzlüğünü şu cümlelerle açıklar: “Ne var ki, bir baba olarak benim
için fazla güçlüydün; üstelik erkek kardeşlerim küçük yaşlarda ölmüş, kız kardeşlerim onlardan ancak çok
sonra dünyaya gelmiş, yani ben ilk darbeyi düpedüz tek başıma göğüslemek zorunda kalmıştım; oysa buna
elverecek gücüm yoktu.” (s. 12-13)
145
Franz, düşüncelerinin babasının ağır baskısı altında olduğunu, artık babasına düşüncelerini söylemek
istemediğini ve bunun sebebinin babasının alaycı tavırlarıyla karşılaşmasından kaynaklandığını şöyle
belirtmektedir: “Bir olaydan ötürü mutlu, dolayısıyla yüreğim sevinçle dolup taşarak söz konusu olayı
açığa vurmaya kalksam, hemen alaylı bir göğüs geçiriş, onaylamayan bir baş sallayış, parmaklarla masayı
tıklatış yanıt yerine hazırdı.” (s. 20) Ayrıca babasının duygularını, fikirlerini ve yargılarını umursamadığını
kendisine karşı atıp tutmaya, kara çalmaya giriştiğini söyler. “Karşında herkes eli kolu bağlı kalmıştır hep”
(s. 22) diyerek sarsıcı, kırıcı baba otoritesini/sultasını ifade eder. Eğitim konusunda babasının kendisine
karşı tutumundan yakınır. Babasının eğiticilik yeteneği ile donatılmış olduğunu ancak düşüncelerinin
onun gibi veya kendisi yaşındaki birilerine yararı dokunabileceğini söyler. Kendisinin bir çocuk olduğunu
ve öğretilenleri yanlış anladığını/anlamlandırdığını belirtir. Ayrıca babasının kendisine yüklediği
sorumluluklara uymayışı da oğul Kafka’da bir bıkkınlık yaratmıştır. Bütün bu rahatsızlıklardan dolayı
kendisi için dünyanın üçe ayrıldığını şöyle açıklamaktadır: “Birincisi, yalnız benim için konan, ama benim
nedense bir türlü uyamadığım yasaların egemen olduğu ve içinde bir köle gibi yaşadığım dünya; ikincisi,
benimkine sonsuz uzaklıkta bulunup senin yaşadığın ve hükmetmeler, sağa sola buyruklar vermeler ve
verilen buyrukların yerine getirilmeyişine kızıp içerlemelerle vakit geçirdiğin dünya ve nihayet başkalarının
buyruklardan ve buyruklara uymalardan bağımsız, mutlu yaşayıp gittiği bir üçüncü dünya.” (s. 24-25) Bu
cümleler Franz Kafka’nın hem hayat karşısındaki tutumunu hem de baba otoritesine karşı duruşunu okura
göstermektedir. Ayrıca Franz’ın iç huzursuzluğu ve yaşantısındaki kırılganlıklarla ilgili ipuçları vermektedir.
Yaşar ŞİMŞEK
Franz mektubun devamında babası ile kendisini, babası ile amcalarını karşılaştırır. Babasıyla aynı
soydan gelme dışında pek benzerliklerinin bulunmadığını ve diğer amcalarının babasına nazaran
daha şen, yapmacıksız, yumuşak olduğunu belirtir. Bunun yanında kendinin babasından huy ve mizaç
olarak büyük bir miras devraldığını da inkâr etmez. Yine de ikisinin farklı insanlar olduğunu mektubun
bir yerinde söyler. Çocukluğunda babasının kendisini korkutmak amaçlı yaptığı şeyleri hatırlar. Bu
tür davranışların yıllar sonra bile kendisini ezdiği duygusuna kapılır. Mektubu yazdığı zamanlarda
kendisini çoklukla saran hiçlik duygusundan söz açar ve bu hissin babasının üzerindeki etkisinden
kaynaklandığını belirtir. Babasından beklediği şeyleri “biraz yüreklendirme, biraz güleryüz, yolumun
biraz açık tutulmasıydı” şeklinde özetler. Babasının yolunu kapamasından yakınır. Franz, babası
karşısındaki güçsüzlüğünü ve dünya karşısındaki âciziyetini gittikleri plajda bir kez daha anlar: “Sık sık
plajda bir kabinde yan yana soyunduğumuzu anımsıyorum. Ben sıska, zayıf, ince bir oğlandım; sense iri
yarı, uzun boylu, geniş bedenliydin. Daha bu kabindeki soyunmalarımızda kendime içler acısı biri gözüyle
bakmıştım, hem yalnızca senin karşında değil, bütün dünya önünde. Çünkü benim için her şeyin ölçüsü
sendin. (s. 18) Bu ölçü Franz Kafka’nın diğer eserlerinde de sıklıkla değindiği bir durumdur. Özelikle
babaya duyulan öfke diğer eserlerinin de arka planını oluşturur.
Franz’da babasının başkalarına yaptığı kötülüklerden kendisini sorumlu sayma/tutma duygusu vardır. Bu
sebeple mektupta babasının kötü davranışlarına maruz kalan insanlardan özür dileme, onların gönlünü
alma çabasına girdiğini söyler. Mektubun bir yerinde din/Yahudilik ile ilgili düşüncelerini babasıyla
olan anlaşmazlıklar ve aykırılıklar üzerinden açıklar. Eğitim ve meslek seçimi konusunda babasının
kendisini özgür bıraktığını söyler. Bu seçimi; “kendimi beğenmişlik duygumu fazla incitmeksizin söz
konusu umursamazlığı çevreme karşı gösterebilmemi sağlayacak bir meslek seçmemdi.”(s. 73-74) şeklinde
açıklarken hukuka yazılmasının pek doğal olduğunu belirtmektedir.
Franz, Babama Mektup’un son kısmını ise eserin çıkış noktası ve yazılma gayesi olan evlilik meselesine
ayırmıştır. Evlilikle ilgili düşüncelerini, babasının kadın ve evliliğe dair fikirlerini ve özellikle aile
kurumu ile ilgili düşüncelerini paylaşmıştır. Birkaç kez denediği evlenme girişimlerindeki başarısızlık
Franz Kafka’yı oldukça üzmüş ve mektubun sonlarına doğru evlenme girişimleri gibi kendisi için çok
önemli bir olayı babasının bütün hayatında asla yaşamadığını belirtmiştir. Franz için; “Evlenmek, bir yuva
kurmak, evliliğin meyveleri sayılan çocukları bağrına basmak, bu güvensizliklerle dolu dünyada onları
ayakta tutmak, hatta yaşam içinde kendilerine kılavuzluk etmek, bana kalırsa bir insanın erişebileceği
en yüce değerdir.” (s. 77) Yazar, burada evliliğine karşı çıkan babasına hem bu karşı çıkış hem de bütün
yaşamı boyunca ona karşı duyduğu nefretten kaynaklanan bir yaklaşımla seslenmektedir. Ayrıca evlilik
ve çocuk/evlat gibi değerlerin anlamını ona bir kez daha hatırlatmaktadır. Franz mektubunu babasının
kendisine cevap verebileceğini öngördüğü bir metinle bitirir ve en sonunda da bütün yazdıklarının her
ikisini biraz rahatlatabileceğini ve kendileri için yaşamayı ve ölmeyi kolaylaştırabileceğini söyler. Yazar
belki de bu mektubuyla; “toplumun, toplumsal yaşamın ve toplumsal kurumların yarattığı adı konmamış,
niteliği tam olarak açıklanmamış otoriteler karşısında tüm çıkış yolları kapatılmış bireyin ne yazık ki hiçbir
zaman başarıyla sonuçlandıramayacağı sonsuz savaşımını anlatmaktadır.”13
146
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
Franz Kafka mektubun ilerleyen kısımlarında babasının kendisini azarlamalarından ve paylamalarından
yakınır. Babasının, “Bir balık gibi parçalar, didik didik ederim seni!”(s. 30) sözünü çok korkunç bulur.
Babasıyla arasındaki yabancılaşmanın ona karşı beslediği iyi düşüncelerden ve göstermek istediği olumlu
davranışlardan alıkoyduğunu, çalışmalarını ileri götürmeme isteği oluşturduğunu söyler. Babasının
kendine sunduğu imkânlardan yararlanırken utanç, bezginlik, güçsüzlük ve suçluluk duyduğunu ve
bütün bu sunulan şeylere çalışarak değil de bir dilenci gibi teşekkür ederek minnet gösterdiğini belirtir.
Babasının annesiyle konuşur gibi yapıp kendisine laf dokundurmasından daima rahatsızlık duyar.
Annesinin kendisine karşı sonsuz bir iyilik içinde olduğunu söylese de bu iyiliğin kaynağını kocasından
aldığı için bir sorgulama içine girer. Yine de annesinin kendisini çok sevdiği ve koruduğu gerçeğini
yadsımaz. Çocukları yüzünden bir annenin çektiklerini söylerken babasına olan nefretini göstermeye
çalışır. Kız kardeşleri ve babasının birbirlerine karşı tutum ve davranışlarını paylaşır. Babasının ailesi
üzerindeki bütün olumsuz yönlerini sıralarken Franz’ın –bütün olumsuzluklara rağmen- içindeki
aile duygusunu yitirmediğini tersine, aile duygusunun -bir yuva kurma isteğinin- ruhunda varlığını
sürdürdüğünü görmek mümkündür.
13 Z. Aslıhan Tokdemir ve Elif Diler, “Franz Kafka ve Die Verwandlung (Değişim) İsimli Eseri,” Dumlupınar Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, S. 11, Kütahya 2004, s. 73
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Tutunamayan Bir Oğul: Oğuz Atay ve Ölen Bir Babaya Mektup
“Sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman
kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi?”
Oğuz Atay
Oğuz Atay’ın ilk olarak 1975 yılında yayımlanan ve tek öykü kitabı Korkuyu Beklerken14 içinde yer alan
“Babama Mektup”, öykü niteliğinden ziyade adından anlaşılacağı üzere bir mektup özelliği taşımaktadır.
Babasının ölümünün ardından iki yıl sonra kaleme aldığı bu mektupta/metinde yazar babasına karşı
duygu ve düşüncelerini açarken kendi yaşam öyküsünü de anlatmıştır. Yine mektupta belirttiği gibi
Atay, babasına yazdığı mektubu bir yerde kullanmış ve kitabın yedinci öyküsü olarak eserine koymuştur.
Otobiyografik bir metin özelliği taşıyan mektup/öykü Oğuz Atay’ın hayatından, aile çevresinden izler
taşımaktadır. Başka bir ifadeyle yazar; “babası Cemil Atay ve annesi Muazzez Zeki Atay’ın yanı sıra
bireysel dünyasında gerçekliği olan kimi unsurları da mektubunda kurgulayarak kullanmıştır.”15
14 Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 24. bs., İstanbul 2007, 202 s. “Babama Mektup” adlı metinden/
öyküden yapılacak alıntılar kitabın bu baskısındandır.
15 İbrahim Tüzer, “Oğuz Atay’dan ‘Babama Mektup’ Ya da Bir Yazarın Ölen Babasıyla/Kendisiyle Hesaplaşması”, Turkish
Studies -International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic-, S. 5/4, s. 1504.
147
Mektubun devamında, “Bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım” (s.
173) diyerek cenaze töreninin nasıl olduğundan bahseder. Bu törendeki izlenimleri daha doğrusu
hissettikleri yazarın her şeyi sorgulayan yönünü gösterir: “Ben ağladım. Okulda o günlerde ‘hatırı sayılır’
bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. Hayatın
boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz
gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. Tabut çukura konulduktan sonra üstüne
Yaşar ŞİMŞEK
“Sevgili Babacığım” diyerek mektubuna başlayan Atay mektubun daha ilk cümlelerinde pişmanlığını
dile getirir: “Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben
daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın
birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım. (s.
171) Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere babasının kaybeden ve bu kaybedişin ardında yaşamıyla ilgili
sıkıntıların kendisinden kaynaklandığının fark eden bütün suçun kendisinde olduğuna hükmeden bir
oğul görülmektedir. Babasına bir şeyleri anlatamadığından yakınan bu oğul, babasına keşke bir iki
yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya tekrar dönseydin serzenişleri içinde her şeyin daha güzel olacağını
belirtmektedir. Bunu dile getirirken gerçekler karşısında âciz kalışını; “Çaresizlik yüzünden birçok şeyin
anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar?” (s. 171) şeklinde ifade
etmektedir. Oğuz Atay’ın babası ile ilgili yazdıklarına baktığımızda daima bir özlem vardır. Babasına;
“Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum;
aklımca asıl babamı kendime saklıyorum.” (s. 172) diyerek kendisi için saklı bir babanın varlığını –ki
bu babayı kimselere anlatamaz- okura sezdirmektedir. Sonrasında ise babasını anlamadıkları zaman
karşısındakilere kızdığını belirtir. Yazar bu anlaşılmamayı “(…) gülümsemenin içindeki sevgiyi demek
ki anlatamıyorum. Şimdiki gençler başka türlü babacığım; her sözden tek anlam çıkarıyorlar.” diye
açıklamaktadır. Cemil Bey’in yaşantısından hareketle söylediği şu cümleler babasının karakteri ile ilgili
okura fikir vermektedir: “Ülkenin en zengin adamı senin paltonu tutarken ya da, ‘Rica ederim Cemil Bey,
müsaade buyurun.’ diyerek ‘bizzat kendisi paltoyu giydirmekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten
sonra, insan o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta
anlamaları neye yarar? Ya da meclise ilk girdiğin sıralarda, başkandan birkaç gün için izin istemeye gittiğin
zaman, ‘Cemil Bey siz galiba yenisiniz.’ diyen başkanın karşısında senin gibi utanmadıktan sonra insanın
böyle küçük ayrıntıları öğrenmesinin ne anlamı var?” (s. 172)
148
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
büyük beton bloklar yerleştirildi. (Bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.)
Seni, annemin yattığı mezarlığa gömmedik. Bazı yakınlarım öyle uygun gördüler. İnsanlar arasında, onlar
öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar.” (s. 173) Atay, burada akrabalıktan ne
anladığı hususunda ve gerçek bir akrabası kalmadığından bu tarz soğukluklara karşı olduğuyla ilgili
babasına dert yanmaktadır. Burada Atay’ın Kafka’da olduğu gibi yalnızlık düşüncesinin kendisini sarıp
sarmaladığı kolaylıkla görülebilir. Kalabalıklar içinde tek başına kalmış ve babasını kaybetmiş bir yalnız
ve tutunamayan bir oğuldur artık…
Babasının yazdıklarını karışık bulacağı düşüncesine; “Aslında karışıklık içimdedir ve bu mektubu
yazma isteğim, karışık ruhumun kapıldığı samimiyet buhranlarından biridir. Bu buhran, genellikle senin
ölümünden sonra içimde daha kuvvetle hissettiğim Cemil Beyi yaşatma çabasıyla ilgilidir.” (s. 174) diyerek
cevap verirken samimiyet buhranının kendisiyle olan hesaplaşmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Bu bir nevi yazarın babasının ölümünden sonra kendisiyle yüzleşmesi ve hesaplaşmasıdır. Atay
mektubunda, babasıyla benzer tarafları olduğunu söylerken birbirlerini anlamadan sevdiklerini de bir
yerde belirtir. Bazen de babasına gerçeklik buhranlarına kapıldığından dert yanar. Mektubun devamında
babasıyla ilgili bazı karşılaştırmalarda bulunur ve birtakım hesaplaşmalar içine girer. Ancak ondaki bu
hesaplaşma arzusu sınırları aşmaz, sadece bir sitemden ibaret kalır. Atay kırılganlıklar içinde babasına
şöyle yakınmaktadır: “Beni daha iyi yetiştirseydin, meselâ ne bileyim yabancı ülkelere filân gönderseydin,
bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kâinattaki yerimi
tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. Sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur
duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle
‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan Numan Beyin deyimiyle ‘güreş,
güreş, Hacı Muhammed altta’ bir durumdayım.” Burada babasının ölümünden sonra bir çocuğun iç
huzursuzluğunu geçmişine bağladığı ve ölen babasına yüklemek istediği görülmektedir. Çocuktaki bu
bocalayış bir nevi kendi olamama veya kendini bulamama düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Oğlunun yazdıklarından yola çıkarak Cemil Bey’in efendi ve mütevazi bir kişilik olduğuna hükmetmek
mümkündür. Ancak Atay’ın yer yer babasına eleştirilerde bulunduğu da bir gerçektir. Bir oğul
olarak babasına yönelttiği en kuvvetli tenkit; “kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım.” (s. 176)
şeklindedir. Ayrıca babasının sert, duygusuz ve bencil görünümlerini, tavırlarını huysuz bir çocuğa
benzetir. Çevresindeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırmasını eleştirir. Ancak bu yönüyle babasına
benzediğini de itiraf etmekten geri durmaz: “Özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın.
(Bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim.) Dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir
insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana
benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. Biz –annemle ben- sana itiraz ederdik;
fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflamalarını benimsemişim
babacığım.” (s. 176) Ayrıca, babasının işinin -kendisine nazaran- bir bakıma kolay olduğunu ve bunun
da birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşamasından kaynaklandığını belirtir. Kendi aşağılık
çelişkilerinin zorluğunda ve sabit gözlerle boşluğa bakışlarında babasının bu sakinliğine kızar. Babası
gibi tutarlı olamadığı için çoğu zaman kuşkulara kapıldığından bahseder.
Babasıyla olan münasebetinin alışılmışın dışında geliştiğini belirtirken dünyanın gidişatını ve hayatın
bazı yönlerini bu sebeple öğrenemediğinden yakınır ve babasını eleştirir: “Aramızda hiçbir zaman,
alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne
de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. Bu yüzden, birçok olayın nedenini zamanında
öğrenemediğim için, dünyanın birçok yönünü hiç bilemedim. Bazı olayların nedenini de çok sonraları
öğrenebildim.” (s. 179) Atay, burada babasının davranışlarında her zaman geç kaldığını belirterek yıllar
önce gösterilmesi gereken tavırları evlenip boşandığında gördüğünde tedirginlik duyar. Babasına oranla
aşırı davrandığından sinirli, sabırsız ve hırçın bir adam olduğundan bahseder. Mektubun devamında
zaman zaman babasıyla çatıştığını ve çoğu kez evden ona tepki olsun diye kapıları çarpıp çıktığını
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
söyler. Babasının kendisine hep haksızlık yaptığı duygusu içinde ukde kalmıştır. Bu haksızlık duygusu
öylesine içine işlemiştir ki, artık dünyanın suratına kapılar çarpan bir adam olmuştur: “Bence her zaman
bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde ‘bu çocuk kitap yüzü açmıyor,’ diye
homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin
beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bugün, belki de sen artık öldüğün için, bana bir zamanlar
haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık
bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan. Bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün
dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları.” (s. 179-180)
Mektubun son bölümlerine doğru oğlunu bu duruma kitapların getirdiğini söyleyen bir baba izlenimi
sunar Atay. Babasının, okuduğu bazı kitaplarda tanrılarla alay edildiğini fark ettiğinde; “Bu oğlan onun
için Allaha inanmıyor, bana karşı geliyor” (s. 183) gibi gerçekçi bulmadığı yorumlar yaptığını söyler.
149
Sonraki bölümlerde yazdıkları ise, bir oğulun yaşı ilerledikçe ve zaman geçtikçe babasına daha çok
benzediğini okura göstermektedir. Bu benzerlik bir babama özlemini de içinde barındırmaktadır.
Atay, babasına duyduğu özlem içinde sıcak bir yuva ve mutlu bir aile tablosuna da hasret duymaktadır.
Ve şu cümleler böyle bir arzunun yansımasıdır: “Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım,
durmadan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum. İstiyorum ki evde annem gibi biri
olsun ve ben de mutfağa giderek. ‘burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez,’ diye içeri seslenebileyim ve
bana “kaynadığını görüyorsan altını kıs Cemil Bey,” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan
çıkayım.”(s. 181) Burada yazarın babası gibi aile reisi olma isteğini görülür. Sıcak bir ev/yuva içinde
seslenebileceği bir eşin varlığının bile kendisini mutlu edeceği düşüncesindedir. Bir bakıma küçücük
şeyler aslında onun için mutlu olmaya, gülümseye yetecektir. Bu düşünceye, “aslında bizler de bir özenti
içindeyiz” yargısından hareketle varmak mümkündür. Belki de bu tür özentilerden kurtulup babası gibi
olma istediğini içinde taşır Atay. Bu istek mektubun son bölümünde kendini iyiden iyiye hissettirir.
Başlangıçta babasına zaman zaman acımasız tenkitler getiren oğul, artık gerçek hayatın acımasızlığını,
aleladeliğini ve ikiyüzlülüğünü anlamıştır. Ve bu anlayış özüne, yani babasına rücu etmekle mümkün
olacaktır. Yazar babasına -bir bakıma aslına- dönme isteğini ise şöyle açıklar: “Demek ki senin köylü
tabiatın bana miras kalmış babacığım: Medeniyeti sevmiyorum. Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim
gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan
görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filân sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre
değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede
belki de bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık
yaşlı bir mimara çizdirdim. (gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama,
oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir baş kaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben
orada bulunmakla onlara, “İşte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücû ediyorum’ (yani Cemil Beye
dönüyorum”), diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak.” (s. 182-183)
Yaşar ŞİMŞEK
Atay, mektubun ilerleyen bölümlerinde babasına benzediğinden söz açar. Kaldı ki, bu benzerlikten
memnun gibidir. Babası için söylenen bazı şeyleri kendisi hakkında da kullandıklarını söyler. Annesi
öldükten sonra bir süre yalnız kalan babasına ‘bu yüzden yalnızlığı bilirsin’ diye yakınmakta ve kendi
yalnızlığında babasına benzediğini itiraf etmektedir: “Gittikçe sana benziyorum babacığım: Kimseleri
beğenmez oldum. Aynaya pek bakmıyorum ama sevmediğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı
senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. Birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar
edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın
gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum; ne yapalım bu huyumu da annemden almışım. Gene
de hoşnutsuzluğumu belirten bir iki söz söylemeden edemiyorum. İstiyorum ki babacığım artık herkes
öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi.”(s. 180) Mektup belli belirsiz isyan hâlinde olan bir delikanlının
düşüncelerini yansıtır. Özellikle yalnız bırakıldığı kanısına vardığı andan itibaren kendi çapında mesele
çıkardığından, herkesin burnundan getirdiğinden bahseder.
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
150
Ayrıca son yıllarında ortadan kaybolup camiye gitmeye başlayan babasının dindarlığını sorgular.
Babasının her zaman “namazında niyazında” biri olduğunu ileri sürmesinin kendisini çileden çıkardığını
belirtir. Son olarak da oğul Atay, dağa çekilme meselesini babasıyla paylaşır. “Oysa ben kendimi modası
geçmiş biri olarak ‘telâkki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. Hareketimin, annemde
beğenmediğin bir biçimde duyarlılıkla ilgisi yok. Yani artık haddimi biliyorum…” (s. 183) Toplumun
sorunlarını çözemeyeceğini hisseden burjuvanın ya da başka bir ifadeyle şehirdeki aydın kesimin
benimsediği bu çekilmenin bir kaçış olarak adlandırıldığını belirtir. Özellikle iç huzurunu arayanların
sakin yerlerde yaşama özleminden kaynaklanan bu kaçış, çekilme ve yalnız kalma arzusu, o yıllardaki
bunalım ve ikilem içindeki kafası karışık Türk aydınının/entelektüelinin de durumunu yansıtmaktadır.
Atay mektubunu hem aydın eleştirisi yaparak hem de ölüm düşüncesinin soğukluğu içinde babasına
benzemekten korkarak –bir nevi babası gibi ölecek olmanın gerçekliğiyle- bitirir: “Ben bu asık suratlı
aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar
yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de
sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: Yani ben de sonunda senin gibi ölecek
miyim?”(s. 184)
İki Mektubun Söyledikleri: Benzerlikler ve Farklılıklar
“Biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileri ile birlikte acı çekeriz,
Hamlet’in meselesine katılırız. ‘Palto’ bizi derinden sarsar. Batılı değerlendirir, biz severiz.”
Oğuz Atay
Franz Kafka’nın Babama Mektup’u Kafka’nın kendisi, yaşantısı, ailesi ve bir çocuk için oldukça başat bir
simge olan baba otoritesi etrafında şekillenmiş bir eserdir. Kafka’nın babasıyla olan anlaşmazlıklarını,
çelişkilerini ve sürtüşmelerini yansıtan bu metin, az da olsa Kafka’nın kendi beniyle mücadelesinden, içinde
yaşadığı buhrandan ve karışıklıktan bahseder. Oğuz Atay’ın “Babama Mektup” öyküsü de aynı şekilde
hem bir babayı hem de baba-oğul ilişkisi üzerinde durması hasebiyle Kafka’nın mektubuyla benzerlik
göstermektedir. Oğuz Atay’ın Kafka’yı sevdiği, okuduğu hatta tutunduğu yazarlardan biri olarak belirttiği
düşünüldüğünde bu etkilenme daha iyi anlaşılabilir. Oğuz Atay’ın Kafka’nın mektubundan yıllar sonra bu
eseri/mektubu yazdığı ve mektubun çoğu yerinde ondan esintiler taşıdığı açık bir şekilde görülmektedir.
Atay da, Kafka gibi babasıyla olan ilişkisini, babasının hayat karşısındaki tutumunu dile getirmiş, bunun
yanında kendisini ve kendi iç karışıklığını anlatmıştır. Oğuz Atay’ın kendi içindeki karmaşası Kafka’ya
göre daha ön plandadır. Kafka çoğu durumda suçu babasına yüklerken kendini çoğu kez temize çıkarma
gayreti içindedir. Atay ise babasını eleştirmekle birlikte çoğu kez kendisiyle ilgili sıkıntıları itiraf eder ve
asıl sorunun kendi iç karışıklığından kaynaklandığını belirtir. Metinlerde baba-oğul ilişkisi üzerinde
durulmakla birlikte her iki yazar kendi iç huzursuzluklarını ve çelişkilerini de anlatmıştır. Metinler,
biyografik ve otobiyografik özellikler göstermekte olup her iki yazar, bu teknikleri başarılı bir şekilde
kullanmıştır. Ayrıca baba-oğul çatışması çerçevesinde yazılan bu metinlerin hem otobiyografik hem de
kurmaca özellikler taşıyor olması edebiyat ve hayat arasındaki ilgiyi de göstermektedir. İki mektuptaki
en belirgin ortaklıklardan biri de metinlerin edebiyatın psikolojisi ile ilgili olduğudur. Zira iki mektup
da; “yazarın nasıl bir insan olduğunun, bir edebî eserin nasıl yaratıldığının veya edebî eserlerde karşımıza
çıkan psikolojik insan tipleri ile bunların davranış özelliklerinin (…)”16 nasıl yansıtıldığını göstermesi
açısından önemlidir.
Kafka, mektubunu evliliğine karşı çıkan babasına cevap vermek, bir nevi onunla yüzleşmek, karşısına
çıkıp söyleyemediği şeyleri haykırmak için kaleme almıştır. Mektubun içeriğine bakıldığında babaya
16 Rene Wellek-Austin Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev. Ahmet Edip Uysal), Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yay., Ankara 1983, s. 101)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
duyulan öfke, kırgınlık açıkça görülmektedir. Oğuz Atay ise, iki yıl önce kaybettiği babasına yazmış
olduğu mektubunda öfkeden ziyade bir kırgınlığı ve pişmanlığı ifade etmektedir. Ayrıca bir baba özlemini
içeren ve zamanı geri alma/çevirme arzusu taşıyan Atay’ın mektubu, babasıyla yaşadıklarını sorgulayan
ama yaşayamadıkları güzel şeylerin üzüntüsünü taşıyan bir oğulun duygularını yansıtmaktadır.
Mektuplardaki oluşum süreci, gelişim çizgisi iki metinde de paralellik göstermektedir. Her iki metin
de konumlandırma ve oluşum açısından benzerlikler göstermektedir. Atay’ın Kafka’nın mektubuna
esinlenerek -belki de öykünerek- metnini kurguladığı ve bitirdiği görülmektedir. Gerek babaya seslenme
biçimleri gerekse aile, anne, eğitim, din, toplum vb. temalar her iki metnin anlatım ve muhtevasındaki
ortaklıklar olarak dikkati çekmektedir.
Kafka, mektubuna “Çok sevgili babacığım/baba”; Atay ise, “Sevgili babacığım” diyerek başlamıştır.
Her iki seslenme biçimi kendi içinde bir baba sevgisini de imlemektedir. Metinlerden anlaşılabileceği
üzere Kafka, babasından biraz cesaretlendirme, güler yüz ve yolunun açık tutulmasını ister. Özgürce
hareket etme ve kendi hayatını yaşama arzusu âdeta Kafka’nın mektubunun her sayfasında hissedilir.
Bu düşünceleri ve istekleri çoğu kez babası tarafından yadsınır ve yerine getirilmez. Bu sebeple oğul
Kafka hayatının her dönemine sirayet eden derin bir hayal kırıklığı yaşar. Oğuz Atay’da da, aynı
şekilde özgür olma, kendilik ve fikirlerinin önemsenmesi gibi benzerlikler vardır. Ancak Cemil Bey’in
davranışlarının, tavırlarının Kafka’da olduğu gibi kişiyi derin bir hayal kırıklığına uğrattığı söylenemez.
Kafka’da baba karşısındaki korku, daha sonra insanlara karşı güvensizliğe en nihayetinde kişinin kendine
güvensizliğine dönüşmüştür. Böylece kendi dışındaki her şeyden sürekli korkmaya başlamıştır Kafka.
Bu korkunun içinde oluşan kuşku, çekingenlik, insanlardan kaçma gibi özellikler içinde yalnızlığa
sürüklenmiştir. Oğuz Atay’da ise bu soyutlanma/tecrit hâli korku şeklinde tezahür etmez, ancak Atay
insanların yapmacıklığına ve ikiyüzlülüğüne dayanamaz. Bu nedenlerle insanlarla arasına mesafe koyar.
Kimseleri beğenmemesinin sebebi insanların yapmacıklığı ve samimiyetsizliğidir.
151
Kafka ve Atay’ın mektuplarda bariz bir şekilde görülen bir diğer özellik de babalarına anlatamadıkları
çok şeylerinin olduğudur. Bu çocuklar babalarıyla iletişim kuramazlar, karşılıklı oturup konuşamazlar.
Bazı şeyleri konuşmaya ve paylaşmaya da geç kalmışlardır. Kafka babasıyla konuşmayı, karşısına
dikilmeyi ve meydan okumayı düşündüğünde kendisini yaşı geçmiş, babasını ise yaşlanmış olarak bulur.
Anlatacağı ve anlatmak istediği çoğu şeyin anlamı kalmamıştır belki de… Oğuz Atay ise, bu paylaşımı
ve konuşmayı babası öldükten sonra yapabilmiş, mektubunda babasına anlatamadığı, söyleyemediği
şeyleri yazmıştır. Her iki yazar mektuplarında psikolojik tahlillere sıklıkla yer vermiştir. Kafka mektubun
sonunda yazdıklarının ‘yaşamayı’ değil, ‘yaşamayı ve ölmeyi’ kolaylaştırdığını söylemekte mektupların
-belki de itirafların- hem babasını hem de kendisini biraz rahatlatabileceğini düşünmektedir. Oğuz Atay
ise babasını konu edinme ile ilgili; “Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, ‘Ne güzel,’
diyorlar, ‘Bunu bir yerde kullansana. Onun için, çok özür dilerim sevgili babacığım, seni de bir yerde,
meselâ bir mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş
yaşantısı ancak böyle anlam kazanıyormuş” (s. 171-172) şeklinde belirterek babasını bir mektubun içinde
anlattığını daha doğrusu kullandığını itiraf etmektedir.
Yaşar ŞİMŞEK
Her iki mektuptan/metinden yola çıkarak iki yazarın da babalarıyla sağlıklı ilişki kuramadıkları
görülmektedir. Kafka’nın yaşamı oldukça güçlü, otoriter ve sert bir babanın gölgesinde geçmiştir. Atay’da
da sert, bencil, çocuk gibi huysuz bir baba imgesi okuru karşılamaktadır. Baba Hermann, herkesi ve
her şeyi eleştiren, oğluna en küçük hatasında kaba davranan onun düşüncelerini küçümseyen bir
adamdır. Cemil Bey ise, keskin çizgileri olan bir adam olarak takdim edilir. Sağlıksız baba-oğul ilişkisi
her iki yazarın içlerine kapanmalarına ve evden uzaklaşmalarına sebep olur. Her iki mektupta anneler
uyumlu ve en çok da eşlerinin gölgesinde kalmış karakterler olarak okurun karşısındadırlar. Özellikle
çocuklarına olan sevgilerinden ve annelik duygularından güç alarak eşlerinin acımasız ve bencil
tavırlarına katlanırlar.
Babaların Okuyamadığı Mektuplar: Franz Kafka ve Oğuz Atay’da Baba İmgesi Üzerine Bir Karşılaştırma
152
Mektuplardaki özgürlük, içtenlik, ikiyüzlülük yabancılaşma, yaşlılık, olgunluk, ölüm, suçluluk,
suçsuzluk, öğrenim, meslek seçimi ve din konularındaki benzer değinmeler önemlidir. Mektubun ilk
kısımlarına Kafka babasından korktuğunu dile getirirken Atay’da başlangıçta böyle bir korku düşüncesi
bulunmamaktadır. Atay’da daha çok babasını yaşarken anlayamamanın verdiği bir pişmanlık söz
konusudur. Mektupların sonuna gelindiğinde ise, her iki yazarın da ölümden bahsediyor olması da iki
mektup arasındaki benzerliğin bir başka yönünü göstermektedir. Sonluluğun ölüm ile bağdaştırılması
–belki de perçinlenmesi- dikkate değerdir. Özellikle Atay’da sıklıkla vurgulanan ve yaş ilerledikçe daha
da belirginleşen babaya benzeme durumu mektubun bitiminde; “yani ben de sonunda senin gibi ölecek
miyim?”(s. 184) cümlesiyle bir ölüm korkusuna dönüşmüştür. Oğuz Atay’ın yaşı ilerledikçe babasına
benzediğini dile getirirken belki de içinde sakladığı, itiraf edemediği şeyin sonunda babası gibi olacağı
yani ölüm gerçeğiyle yüz yüze geleceğidir. Kafka mektubunu bitirip altına ilk adı Franz’ı yazarken, Oğuz
Atay ise ‘Oğlun’ diyerek mektubuna son verir. Bu sözcük seçimleri, okura Kafka’da resmiyeti, Atay’da ise
samimiyeti göstermektedir.
Sonuç
Franz Kafka’nın Türk edebiyatında en çok etkilediği yazarların başında hiç kuşkusuz Oğuz Atay
gelmektedir. Bu etkilenme eserlere, eserlerin adına, içeriğine, kişilerine ve tekniğine kadar pek çok
açıdan yansımıştır. Kafka’nın Babama Mektup eseri, Atay’ın “Babama Mektup” öyküsü bu tesirin en üst
düzeyde olduğu metinler olarak edebiyat dünyasında yerini almıştır. Baba imgesi etrafında şekillenen her
iki metinden hareketle, Franz Kafka’nın Oğuz Atay’ın sanatçı kimliğine ve yazarlık serüvenine katkıda
bulunduğunu söylemek mümkündür. Mektuplarda anlatılan babalar, baba karşısındaki çocukların
konumları, korkuları, pişmanlıkları, çekingenlikleri, nefretleri, çelişkileri, bunalımları yer yer benzerlik
göstermektedir. Bunun yanında hayatı ve değerleri sorgulama, bireyin özgürlük mücadelesi gibi
meseleler de bu mektuplardaki ortaklığı yansıtmaktadır.
Oldukça içten ve samimi bir şekilde kaleme alınan bu mektupların, baba-oğul ilişkilerine karşı
bakışı yeniden sorgulamada, mukayese çalışmalarına yeni anlamlar ve farklı boyutlar kazandırmada
katkısı yadsınamaz. Her iki yazarın babalar ve oğullar arasındaki ilişkiyi ele alırken edebiyatın
psikolojik yönünü ihmal etmemesi dikkate değerdir. Otobiyografik özellikler taşıyan ve kurmacanın
imkânlarından yararlanarak yaşanmışlıkları anlatan mektupların edebiyat ve hayat arasındaki bağlantıyı
gösterdiği de bir gerçektir. Kafka ve Atay arasındaki etkileşim ve her iki yazarın diğer eserlerinin açık
yapıt kuramı içinde çoğul anlamlar taşıdığı düşünüldüğünde mektupların her zaman okunabilecek,
her okunduğunda yeni anlamlar üretilebilecek metinler arasında değerlendirileceği muhakkaktır. Son
olarak insanın kendinden, yaşamından anlar, esintiler ve parçalar, bulabileceği bu mektuplar, okurun
kendini sorgulaması, hayat karşısında kendini konumlandırması açısından yol gösterici olacaktır.
Kaynakça
ATAY, Oğuz, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 24. bs., İstanbul 2007.
AYTAÇ, Gürsel, Genel Edebiyat Bilimi, Say Yayınları, 2. bs., İstanbul 2009.
BAYRAM, Yavuz, “Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi ve Bir Uygulama”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 16, Güz 2004.
ECEVİT, Yıldız, “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.
ENGİNÜN, İnci, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yayınları, 2. bs., İstanbul 1999.
KAFKA, Franz, Babama Mektup, (Çev. Kâmuran Şipal) Cem Yayınevi, 2. bs., İstanbul 2002.
ÖNAL, Mehmet, Edebiyat Sanatı, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2012.
ROUSSEAU, M. Andre- PICHOIS, Claude, Karşılaştırmalı Edebiyat, (Çev. Mehmet Yazgan), Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul 1994.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
SUNAR, Şebnem, “Babalar ve Oğulları, Oğullar ve Sevgilileri Franz Kafka ve Babaya Mektup”, Alman Dili ve Edebiyatı
Dergisi, S. 21, Eylül 2011, ss. 31-39.
TIEGHEM, Paul V., Mukayeseli Edebiyat, (Çev. Yusuf Şerif Kılıçel), Maarif Matbaası, Ankara 1943.
TOKDEMİR, Z. Aslıhan- DİLER, Elif, “Franz Kafka ve Die Verwandlung (Değişim) İsimli Eseri,” Dumlupınar Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, S. 11, Kütahya 2004, ss. 69-82.
TÜZER, İbrahim, “Oğuz Atay’dan ‘Babama Mektup’ Ya da Bir Yazarın Ölen Babasıyla/Kendisiyle Hesaplaşması”, Turkish
Studies -International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic-, S. 5/4, ss. 14991515.
153
Yaşar ŞİMŞEK
WELLEK, Rene- WARREN, Austin, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev. Ahmet Edip Uysal), Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1983.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
TÜRK-GÜRCÜ EDEBI İLIŞKILERI ÜZERINE BAZI
MESELELER
SOME CONCERNS ABOUT TURKISH-GEORGIAN LITERARY
RELATIONS
*Gül Mükerrem SEZGİN
Özet
Bugün iki ülke arasındaki kültürel ve edebi ilişkilerin geliştirilmesinde her iki ülke yazar ve şairlerinin
eserlerinin karşılıklı olarak çevrilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu sayede ikili ilişkilerin kültürel boyutu
geliştirilirken diğer taraftan iki ülke toplumunun birbirini daha yakından tanımalarına katkıda bulunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Gürcü Edebiyatı, Çveneburi Dergisi, Gürcüce
Abstract
Turkish-Georgian relations go back a long way but literary relations between these countries have started recently.
Georgian readers make acquainted with Turkish literature thanks to the services of known Turcologists at Tbilisi
State University and Institute Of Oriental Sciences. These scientists have researched Turkish grammar rules,
* Batum Şota Rustaveli Üniversitesi, Edebiyat Bölümü Doktora Öğrencisi, [email protected]
155
Bugün Gürcü–Türk kültür ilişkilerini yayma girişimi Çveneburi dergisiyle başlamıştır. Çveneburi, Türkiye
Cumhuriyetinde yayınlanan ve Türkiye’de yaşayan Gürcüler için öngörülen ve Gürcistan’la ilgilenen Türkler
için iki ayda bir yayınlanan bir dergidir. Gürcistan’da, Türk tarihine, Türk dili ve edebiyatına olan ilgi
her zaman vardı ve bu ilgi bugünde devam etmektedir. Sayısız birçok monografi, tez, makale, araştırma,
Gürcücede kullanılan Türkçe kelimeler, Gürcü-Türk tarihi ya da edebi ilişkileri, Gürcüce ve Türkçe deyimler
topolojisi Türk dilin özelliklerine göre yazılmıştır. 1991 yılında Gürcü edebiyatın önemli yazarlarından Şota
Rustaveli’nin “Vephisyaosani (Kaplan Poslu Şövalye) adlı eseri Prof.Dr. Bilal Dindar tarafından Türkçeye
çevrilmiştir. Fakat bu tercüme doğrudan Gürcüceden değil Azerbaycan Türkçesi ve Fransızca tercümelerden
çevirmiştir. Dede Korkut Masalları, Köroğlu, Celalettin Rumi, Yunus Emre, Muhammet Fuzuli Nafi, Ahmet
Haşim, Mihri Hatun, Mehmet Emin, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Tevfik Fikret, Hayrullah Efendi, Fakir
Baykurt, Suat Derviş, Ruhi Bağdadi ve diğer ünlü yazarlar ve şairlerin hayatıyla ilgili eserler Gürcüceye
çevrilmiştir.
Gül Mükerrem SEZGİN
Gürcistan ve Türkiye’nin yüzyıllara dayanan ilişkileri vardır. Ancak bu iki ülke arasındaki edebi ilişkiler
yakın geçmişte başlamıştır. Türk edebiyatının Gürcü okuyucularla erken tanışması, Tiflis Devlet Üniversitesi
ve Doğu Bilimleri Enstitüsündeki tanınmış Türkologların hizmetleri sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu bilim
adamları Türkçenin gramer kurallarını, Türk-Gürcü dilleri arasındaki ilişkileri, Gürcücede kullanılan Türkçe
kelimeleri, Türk dili ve şivesine girmiş Gürcüce kelimeler, Gürcistan’da yaşayan Türklerin ağız ve şivelerini,
Türkiye’de yaşayan Gürcüleri halk dilini vs. incelemişlerdir. Gürcü edebiyatı ise Türk toplumuna daha geç
erişebilmiştir. 1940 yılında Niyazi Ahmet Banoğlu Gürcü edebiyatıyla ilgilenmişse de onun bu çabaları yeteri
kadar dikkat görmemiştir. 1969’da Nodar Dumbadze’nin “Güneşi Görüyorum” eseri Almancadan Türkçeye
tercüme edilmiştir.
relationships between Turkish and Georgian, Turkish words used in Georgian, Georgian words used in Turkish,
Turkish people living in Georgia and their accent and dialect, Georgian living in Turkey etc. However Georgian
Literature has reached Turkish society lately. Although Niyazi Ahmet Banoğlu was interested in Georgian
Literature in 1940, his attempt didn’t draw enough attention. In 1969 “Güneş’i Görüyorum” written by Nodar
Dumbadze was translated from German to Turkish.
Nowadays the attempt of spreading Turkish- Georgian culture relations has started with Çveneburi Journal.
Çveneburi is a bimonthly journal which is published in Turkish Republic for Turkish being interested in Georgian
and envisioned for Georgian living in Turkey. Georgian was always interested in Turkish language, history and
literature and their interest continues. Numerous monographies, thesis, essays, researches, Turkish words used in
Georgian, Turkish- Georgian history and literary relations, Turkish- Georgian idioms topology have been written
according to Turkish language properties. “Vephisyaosani (Kaplan Poslu Şövalye)” written by Şota Rustaveli was
translated into Turkish by Prof.Dr. Bilal Dindar in 1991. But this translation is not directly from Georgian, but
Azerbaijani and French. Dada Gorgud Epic and literal works about lives of Köroğlu, Celalettin Rumi, Yunus
Emre, Muhammet Fuzuli Nafi, Ahmet Haşim, Mihri Hatun, Mehmet Emin, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Tevfik
Fikret, Hayrullah Efendi, Fakir Baykurt, Suat Derviş, Ruhi Bağdadi and other well-known authors and poets
have been translated into Georgian.
Today, mutually translating works of writers and poets from both countries is important in developing cultural
and literary relationships between these countries. Thus on the one hand cultural dimension of bilateral relations
is developed; on the other hand, both societies know each other well.
156
Türk- Gürcü Edebi İlişkileri Üzerine Bazı Meseleler
Keywords: Georgian Literature, Journal of Çveneburi, Georgian Language
Gürcistan ve Türkiye’nin yüzyıllara dayanan ilişkileri vardır. Ancak bu iki ülke arasındaki edebi ilişkiler
yakın geçmişte başlamıştır.
İlk olarak Gürcü edebiyatının Türk okuyucularla tanışmasını ele alırsak Gürcü edebiyatı Türk toplumuna
daha geç dönemlerde erişebilme fırsatı bulmuştur. 1940 yılında Niyazi Ahmet Banoğlu Gürcü
edebiyatıyla ilgilenmiş fakat onun bu çabaları yeteri kadar dikkat görmemiştir. Gürcü edebiyatıyla ciddi
temaslar 1960 yılından itibaren baş göstermiştir. 1968 yılında Ahmet Melaşvili “Gürcistan1” adlı bir kitap
yayınlamıştır. Bu kitapta okuyuculara Gürcistan ve Gürcü edebiyatıyla ilgili bilgiler yer almaktadır.1969
yılında ise Gürcü yazar Nodar Dumbadze’nin “Güneşi Görüyorum” eseri Mehçure Karaören tarafından
Türkçeye çevrilmiştir. Mehçure Karaören daha sonra Gürcüceden çevrilen Nodar Dumbadze’nin diğer
eserlerinin Türkçesi üzerine de çalışmıştır. Bunlardan “Sonsuzluk Yasası” ve “Kukaraça“ 1990 yılında
yayınlanmıştır. “Ben, Ninem, İliko ve İlarion“, “Güneşli Gece” ve “Beyaz Yapraklar” eserleri üzerinde
de çalışmaya devam etmektedir. Ahmet Özkan Melaşvili 1973 yılında Gürcü edebiyatının önemli
yazarlarından olan Aleksandre Yazbeki’nin “Mzağo ile Elguca”2 adlı eserini Türkçeye çevirmiş ve
yayınlamıştır. Ahmet Özkan Melaşvili’nin mesleği mimarlıktır. Ataları 1877-1878 yılları arasında RusyaOsmanlı savaşında Gürcistan’dan Türkiye’ye göç etmişlerdir. O Gürcistan tarihine, Gürcü edebiyatına,
Gürcü sanatına, Gürcü halk bilimine ilgi duyan bir kişidir.
Bugün Gürcü-Türk edebi ilişkilerini geliştirme girişimi Çveneburi dergisiyle başlamıştır. Çveneburi
dergisi Türkiye’de yayınlanan, Türkiye’de yaşayan Gürcüler ve Gürcistan’la ilgilenen Türkler için iki ayda
1
2
MELAŞVİLİ Ahmet, “Gürcistan”, Bursa Yayınları, 1968.
KAZBEKİ Aleksandre, “Mzağo ile Elguca”, Çeviren: Ahmet Özkan Melaşvili, İstanbul Yayınları, 1973.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
bir yayınlanan bir dergidir. İlk sayısı 1977 yılında Türkçe olarak ve Türkiye’de yaşayan Gürcü kültür
temsilcileri önderliğinde Stockholm’de yayınlanmıştır. Derginin editörü Ahmet Özkan Melaşvili’dir.
O yıllarda derginin 2. ve 3. sayısı çıkmıştır ve daha sonraki yıllarda da 4. ve 5. sayısı yayınlanmıştır.
1979 yılında da Ahmet Melaşvili tarafından 6. ve 7. sayısı yayınlanmıştır. Bu sırada Ahmet Melaşvili,
Çveneburi dergisinde Gürcü edebiyatının önemli yazarlarından Şota Rustaveli’nin Vephisyaosani
(Kaplan Poslu Şovalye) adlı eserinin birkaç bölümünü çevirerek yayınlamıştır. 5 Haziran 190 yılında
ölümünden sonra Çveneburi dergisinin yayını durmuştur. Ölümünden 13 yıl sonra derginin yeninden
yayınlanması için birtakım girişimler olmuştur. Uzun süre Fahrettin Çiloğlu editörlüğünde tekrar
yayınlanmaya başlamıştır. Fahrettin Çiloğlu Ordu’nun Ünye ilçesinde doğmuş ve İstanbul Üniversitesi
gazetecilik bölümünü bitirmiştir. Yazar ve şairdir. Çiloğlu birkaç tarihi kitap, Gürcü şairlerin şiirlerini,
düzyazı eserlerini çevirmiştir. Gürcistan tarihiyle, Gürcü kültürüyle ve Gürcü edebiyatıyla ilgilenmiştir.
Çveneburi3 dergisi; hem şair, hem yazar hem de tercüman için Gürcistan ile bağlantı kuran işlevdedir.
“Çveneburi” ismi “bizden“ anlamındadır. Gürcistan’da yaşayan Müslüman Gürcülere verilen isimdir.
Buradan hareketle derginin başlığı bu şekilde oluşmuştur.
Derginin içeriği çok kapsamlıdır. Okuyucular Gürcü edebiyatıyla, Gürcü halk bilimiyle, sanatıyla,
kültürüyle, tarihiyle, etnografyasıyla, sosyal ve ekonomik durumuyla ilgili bilgilerle karşılaşmaktadır.
Ayrıca çocuklar içinde Gürcü çocuk yazarlığından hikâyelere ve şairlerin şiirlerine yer verilmiştir. Bu
dergiyle Gürcistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler daha da gelişmeye başlamıştır. Derginin edebiyat
kısmını da ele alırsak Fahrettin Çiloğlu’nun “5. Yüzyıldan Bugüne Kadar Gürcü Edebiyatı” adlı yazısı
yer almaktadır. Ayrıca Ahmet Melaşvili’nin “Svaneti Destanları” adlı çalışmasının Türkçe çevirisine de
yer verilmiştir. Akaki Tsereteli, Nikoloz Barataşvili, Galaktion Tabidze, Ana Kalandadze, Otar Çiladze,
Tamaz Çiladze gibi önemli Gürcü yazarlarının şiirleri Hasan Çelik Türkçeye çevirmesiyle dergide
yayınlanmıştır.
Yine 1997 yılında dergide Fahrettin Çiloğlun’un Gürcü yazar Otar Çiladze’nin şiirlerini Türkçeye çevirisi,
Gürcü yazar Galaktion Tabidze’nin şiirlerinin Türkçeye çevirisi, Köroğlu’nun Gürcü versiyonunun
Türkçeye çevirisi yer almaktadır.
1990 yılında Mamuli dergisinde Ali Altun’un Gürcü yazar Nodar Dumbdze’nin “Sonsuzluk Yasası“ adlı
eserinin Türkçeye çevirisi yayınlanmıştır.
Mamuli dergisinden sonra “Pirosmani“ dergisi Türkiye’de Türkçe ve Gürcüce iki dili olarak 2007 yılının
Temmuz ayında yayınlanmaya başlamıştır. Bu güne kadar 21 sayısı çıkmıştır. Bu derginin editörlüğünü
3
“ Çveneburi” dergisi, İstanbul, 1993 Yıl.
157
1997 yılında İsmail Yerguz’un Gürcü edebiyatının romantik şiir öncüsü Nikoloz Baratşvili’nin “Sevgilim”
ve “Dostlarıma” adlı şiirini Türkçe’ye çevrisi, Gürcü yazar K.Salia’nın Bedi Kartlisa dergisinden
önemli Gürcü yazar İlya Çavçavadze hakkındaki yazıyı Fransızcadan Türkçeye çevirisi, önemli Gürcü
yazarlardan Şota Rustaveli ve “Kaplan Poslu Şovalye”(vephisyaosani) eserini Türkçeye çevirisi, Gürcü
yazar Aleksandre Kazbeki hakkındaki makale çevirisi, “Bedi Kartlisa“dergisinde Gürcü yazar Akaki
Tsereteli adlı yazıyı Fransızçadan Türkçeye çevirerek “Mamuli” dergisinde yer almıştır.
Gül Mükerrem SEZGİN
Çveneburi dergisinden sonra Türkiye’de yayınlanan “Mamuli” dergisidir. İstanbul’da Ocak 1997- Mayıs
1998 yıllarında Türkçe olarak beş sayısı yayınlanmıştır. Bu dergide yine Çveneburi dergisinin devamı
niteliğindedir. Dergide Gürcistan ve Kafkasya’ya ait yazılar ve makaleler yer almaktadır. Ayrıca Evliya
Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden Kafkasya hakkındaki bölümlere de yer verilmiştir. Gürcü bilim adamı
Şuşana Putkaradze, Levan Cioşvili ve Tina Sioşvili’nin İstanbul’da Fransız Anadolu Araştırmaları
Enstitüsünde verdikleri seminer metinlerini de yayınlamıştır.
Fahrettin Çiloğlu ve Şenol Taban yapmaktaydı. Son sayısı 2010 yılında çıkmış ve ekonomik sebeplerden
dolayı yayınlanması sona ermiştir. Bu dergide diğer iki kültürel dergi gibi Gürcü sanatı, Gürcü edebiyatı,
Gürcü kültürü, Gürcü dili üzerine konular içermektedir. Bu dergide İbrahim Goradze’nin Türkçeye
çevirdiği Yusuf Pağava’nın “Sönmeyen Ocak” adlı eseri, Gürcü yazar Miheil Cvahişvili’nin “Şeytan Taşı”
adlı eserinin Türkçe çevirisi, Gürcü yazar Simon Kvarani’nin “Büyük Savaşçı – Giorgi Saakadze” adlı
eserini Türkçeye çevirisi yayınlanmıştır.
Dergide Hayri Hayrioğlu Gürcü masallarından “Tembel Adam”(1983) ve “Güneşin Kızı” (1986) eserleri
Türkçeye çevirisi yayınlanmıştır. Hayri Hayrioğlu’nun ailesi Gürcistan Açara bölgesinden Türkiye’ye
yerleşmiştir. Gürcüceyi ailesinden öğrenmiştir. Sanat Enstitüsü Mimarlık fakültesinden mezun olmuştur.
Şiirler, bilimsel makaleler, araştırmalar yapmıştır. Daha sonra da bilimsel çalışmalarına Kafkasya
alanında ilgilenmeye başlamıştır.
Fahrettin Çiloğlu yine dergide Gürcü bilim adamı İvane Caiani’nin “Borkça Mektupları” adlı eserini
Türkçeye çevirerek yayınlanmıştır. Bu eser Müslüman Gürcülerle yaşadığı dönemdeki durumları ve
oradaki halkla ilgili bir kitaptır.
Doktor Mehmet Arif İsmetzade tarafından “Sinatle” yayınevinde 2002 yılında “Gürcü Köyleri” adlı kitabı
yayınlanmıştır. Bu iki kitapta Türkiye’de yaşayan Gürcüler hakkındaki izlenimlerini ele almaktadır.
158
Türk- Gürcü Edebi İlişkileri Üzerine Bazı Meseleler
Fahrettin Çiloğlu Abdul Mikaladze’nin “Açara’dan Mektuplar” adlı eserini Gürcüceden Türkçeye
çevirmiştir. Abdul Mikaladze 1853 yılında aşağı Çara bölgesinde doğmuş ve ailesi halk hekimliği yapmıştır.
Mikaladze Trabzon’da medrese de eğitim görmüş sonradan o da halk hekimliğiyle ilgilenmiştir. Gürcüce
okuma yazma bilmiyordu, fakat Gürcüce harfleri biliyordu. Daha sonra Gürcüce okuma yazmayı da
öğrenmişti.1882-1884 yıllarında Gürcü edebiyatı önemli şair ve yazar İlia Çavçavadze ve öncü yazarların
eserleriyle tanışmıştır.
1987 yılında İstanbul’da yayınlanan Nodar Dumbadze’nin “Sonsuzluk Yasası” eserini Ali Altun
Gürcüce’den Türkçe’ye çevirmiştir. Ali Altun Gürcistan’da Gürcü dili ve edebiyatı bölümünü bitirmiş
Türkiyeli Gürcülerdendir.
Gürcü yazar Pridon Halvaşi’nin “En Sonunda4” adlı eserini 1988 yılında Fakir Baykurt ve Abdurrahman
Çetinkaya Türkçeye çevirmiştir.
Prof. Dr. İlyas Üstünyer’in “Gürcü dili ve Edebiyatı Üzerine okumalar“ adlı eseri 2010 yılında
yayınlanmıştır. İlyas Üstünyer Gürcistan’da yaşamaktadır. Aslen Bartınlıdır. Gürcistan Uluslararası
Karadeniz Üniversitesi’nde Türk dili hocasıdır. Gürcüce biliyor ve Gürcü edebiyatıyla ilgilenmiştir.
Ayrıca “Kaf Dağının Güney Yüzü Gürcistan“ ve “Gürcistan’da Türk Edebiyatı Üzerine Çalışmaları
Lisansüstü Tezler” adlı kitabı da yayınlanmıştır.
Gürcü yazar İlia Çavçavadze’nin şiirlerini, Fahrettin Çiloğlu, Osman Nuri Mercan, Tahsin Saraç, Hasan
Çelik, Asmat Japaridze (Yolcunun Mektupları) Türkçeye çevirmişlerdir. Ali Altun İlia Çavçavadze’nin
“Rahip” adlı şiirini Türkçeye çevirmiş ve Gürcü yazar Akaki Tsereteli’nin “ Hoca” şiirini de Türkçeye
çevirmiştir.
Türkiye’den Gürcü sanatıyla, tiyatrosuyla, yazarlığıyla ilgilenen Türk yazarlar da Gürcistan’da
bulunmuşlardır. Örneğin, 1979 yılında Temmuz ayında Türk yazar Ömer Faruk Toprak “Politika”
adlı gazetede Gürcistan’daki anılarının yer aldığı bir makalesi yayınlanmıştır. Türk yazar Zeynep Oral
“Sanat” dergisinde, ayrıca Refik Erduran ise “Güneş“ gazetesinde Gürcü tiyatroları üzerine makaleleri
yayınlanmıştır. Necati Cumali “Revizonis” kitabında, Tarık Dursun, “Yeni Ortam” gazetesinde ve Haldun
4
PRİDON Halvaşi, “Eninde Sonunda”, Çeviren: Fakir Baykurt-Abdurrahman Çetinkaya, 1988.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Taner de Gürcistan anılarını yayınlayan yazarlardır. Hayati Asılyazıcı ”Mayıs” dergisinde 1969 yılında
Ocak-Ağustos sayılarında Gürcü tiyatrosu ve yazarlığı üzerine makaleleri yayınlanmıştır. Ayrıca 1987
yılında Hayati Asılyazıcı ve Aziz Çalışlar İlia Çavçavadze’nin Tiflis’teki 150. doğum yılı anma töreninde
bulunmuş ve Türkiye’ye döndüklerinde oradaki izlenimleri ve görüşleri “Broy” dergisinde, 1987 Kasım
sayısında, 1988 yılının Ocak-Şubat 26. ve 28. sayılarında ise “Yolculuk İzlenimleri”ni yayınlanmıştır.
Türk yazarlardan Fakir Baykurt İlia Çavçavadze’nin doğum yılının anma töreninde bulunmuştur. Onun
teşebbüsüyle 4 Ekim 1987 yılında Batı Almanya’da çıkan “Türkiye Postası” İlia Çavçavadze hakkındaki
yazısıyla Gürcü yazarlığı Alman okuyucusuyla tanışmıştır. Gürcü yazar Şota Nişnianidze’nin “Sen ve
ben“, “Anımsa” adlı şiirini, Gürcü yazar Tamaz Çiladze’nin “Tbilisi” adlı şiirini, Gürcü yazar Muhran
Mcavariani’nin “O An” ve “Sessiz Çağrı” adlı eserini, Ana Kalandaze’nin “Dut” ve “Ölülerin Güneşiyim”
adlı eserini, Tsitsian Tabidze’nin “Doğuyor, Aydınlatıyor” ve “Karmaşa” adlı eserini Fahrettin Çiloğlu
Gürcüceden Türkçeye çevirmiştir.
Önemli Gürcü edebiyatı yazarı Şota Rustaveli’nin “Kaplan Poslu Şovalye” adlı eserini 1991 yılında
Prof. Dr. Bilal Dindar tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Fakat bu tercüme doğrudan Gürcüden değil
Azerbaycan Türkçesi ve Fransızca tercümelerden çevrilmiştir.
İlia Çavçavadze’nin “Mum“ adlı şiirini Hüseyin Uygun Türkçeye çevirmiş ve Cumhuriyet- Kitap’ da
yayınlanmıştır.
Türkiye tarihi, Türk dili ve edebiyatı her zaman için Gürcistan’da da ilgi odağı olmuştur. Bugün de
aynı ilgi devam etmektedir. Çok sayıda monografi, tezler, makaleler, bilimsel araştırmalar, Türk dilinin
özellikleri ve Türk diline girmiş Türkçe kelimeleri, Gürcü-Türk tarihi ve edebi ilişkileri hakkında yazılar
yazılmıştır.
Tüm bunları dikkate aldığımızda Türk-Gürcü edebi ilişkileri konusunda şöyle bir değerlendirmede
bulunabiliriz: İkili edebi ilişkilerin tarihi oldukça yeni sayılabilir. Zira uzun süre Gürcü edebiyatı Türk
toplumunda daha geç dönemlerde tanınmaya başlamıştır. Fakat 1990’lardan sonra Türkiye’nin eski
159
Gürcü Türkologlar Tiflis Devlet arşivinde bulunan Osmanlıca kaynakları dilsel açıdan öğrendiler ve
ilginç monografileri yayınladılar. Arşivde korunan 18. Yüzyıla ait Türk dili kitabı, Gürcü alfabesiyle
yazılmış “Köroğlu” ve Kuranı Kerim’in Gürcüce versiyonlarını ve daha başka çeşit kaynakları bu şekilde
incelemişler. Türkçe-Gürcüce ve Gürcüce-Türkçe sözlükler, konuşma kılavuzları ve kitapları oluşturdular.
2001 yılında iki ciltlik Türkçe-Gürcüce sözlüğü ve Türkçe-Gürcüce deyimler yayımlanmıştır. Türk
edebiyatına değinecek olursak “Dede Korkut Kitabı”, “Köroğlu” destanı, Celalettin Rumi’nin, Ruhi
Bağdadi’nin Yunus Emre’nin, Muhammet Fuzuli’nin, Nefi’nin, Ahmet Haşim’in, Mihri Hatun’un, Mehmet
Emin’in Yakup Kadri’nin Sabahattin Ali’nin, Tevfik Fikret’in, Hayrullah Efendi’nin, Fakir Baykurt’un,
Haldun Taner’in, Suat Derviş’in ve başka ünlü yazar ve şairlerin hayatını ve şiir sanatını öğrenmişlerdir.
Gürcüceye yapılan çevirilere olarak Türk masallar, Nasrettin Hoca’nın Fıkraları, “Dede Korkut” kitabını,
Nazım Hikmet’in şiirlerini, Sabahattin Ali’nin, Ömer Seyfettin’in, Orhan Hançerlioğlu’nun, Haldun
Taner’in “İstanbul’a Yağmur Yağıyordu” eserlerini, ayrıca Aziz Nesin’in, Suat Derviş’in, İsa Necati’nin,
Reşat Nuri Güntekin’in, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Ahmet Haşim’in, Bekir Yıldız’ın, Fazıl Hüsnü
Dağlarca’nın, Adalet Ağaoğlu’nun, Oktay Rıfat’ın, Orhan Pamuk ve diğer ünlü yazılarını gösterebiliriz.
Gül Mükerrem SEZGİN
Türk edebiyatının Gürcü okuyucularla erken tanışması, Tiflis Devlet Üniversitesi ve Doğu Bilimleri
Enstitüsündeki tanınmış Türkologların hizmetleri sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu bilim adamları,
Türkçenin gramer kurallarını, Türkçe ve Gürcü arasındaki ilişkileri, Gürcücede kullanılan Türkçe
kelimeleri, Türk dili ve şivesine girmiş Gürcüce kelimeleri, Gürcistan’da yaşayan Türklerin ağız ve
şivelerini ve yine Türkiye’de yaşayan Gürcülerin halk dilini Türk arşiv kaynaklarındaki dilsel açıdan ve
Orhun yazıtlarının dilini incelemişlerdir.
Sovyet cumhuriyetleri, özellikle komşu devletlerle ilişkilerinde yeni dönem başlamıştır. Bu ilişkiler
sadece ekonomik ve siyasi değil, aynı zamanda kültürel ilişkileri de kapsamaktadır. Türkiye’de 2006
yılında başta Kafkas Üniversitesi (Kars), daha sonra Ardahan Üniversitesi, Düzce Üniversitesi ve Rize (
Recep Tayyip Erdoğan Üniversiteleri ) olmak üzere 4 ilde Gürcü dili ve edebiyatı bölümü yer almaktadır.
Bunlardan sadece Düzce Üniversitesi ve Kafkas Üniversitesinde Gürcü dili ve edebiyatı bölümü aktif
bir şekilde devam etmektedir. Bu bölümlerde okuyanlar sayesinde de Gürcü- Türk edebi ilişkiler daha
da güçlenecektir. Ayrıca bugün iki ülke arasındaki kültürel ve edebi ilişkilerin geliştirilmesinde her iki
ülke yazar ve şairlerinin eserlerinin karşılıklı olarak çevrilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bu sayede
ikili ilişkilerin kültürel boyutu geliştirilirken diğer taraftan iki ülke toplumunun birbirini daha yakından
tanımalarına katkıda bulunulacaktır.
Kaynakça
Türkçe ve Gürcüce Yayınlanmış Edebi Eserler
BAYKURT Fakir, “Çilli Kadın”, Çev.: İbrahim Gorgadze, Batum1982.
CAVALİDZE Elizbar, “Ruhi Bağdadi: Yaşam, Dünya Görüşü”, Lirik Şiiri/ Doğu Bilimleri Enstitüsü, Tiflis 1968, s. 172.
CAVALİDZE Elizbar, “Fuzuli”, Tiflis 1972
CAVALİDZE Elizbar, “Türkçe Şiir Sanatı”, Yönetmen: A. Silagadze, E. Sarişvili: Tiflis 1988, s. 430.
CAVALİDZE Elene, “Türkçe Sembolizm Tarihi için( Ahmet Haşim’in şiir anlayışı için)”, Doğu Bilimleri Enstitüsü, Dil
ve Edebiyat, Tiflis 2006, s.243.
“Mükemmel Ayna” Türk Halk Masalları Çev.: E. Gudiaşvili; L. Gudiaşvili, Tiflis 1961, s. 126.
CİKİA Sergi, “Türkçe Okuma Kitabı”, Tiflis 1971.
CİKİA Sergi, “ Türkçe Okuma Kitabı”, Tiflis 1965, s. 1-2..
ÇİLOĞLU Fahrettin, “Sınırdışı Düşünceler”, Çev.: Lela Dadianma, Nana Kaçarava, Mirian Maharadze, Artanuci Yay.,
Tiflis 2006, s. 150.
ÇLAİDZE Lia, “Köroğlu Destanı’nın Gürcüce versiyonu”, Tiflis 1978.
Türk- Gürcü Edebi İlişkileri Üzerine Bazı Meseleler
DERVİŞ Suat, “Fosforlu Cevriye”, Çev.: Nana Canaşia, Tiflis 1967, s. 248.
“Dede Korkut Kitabı”, Çev.: Elizbar Cavalidze ve Giorgi shayulaşvili, Gürcistan 1987, s.191.
EMRE Yunus(1240-1320), “Düşüncenin Doruk Noktası”, Çev.: İmid Mamedli, Redaktör: Mayvala Gonaşvili, Tiflis 1996,
s.91.
“Fıkralar ve Hoca Nasrettin”, ა. შახბარათოვის გამოცემა, Kutaisi 1926, s.15.
GÜNTEKİN Reşat Nuri, “Çalıkuşu”, Çev.: Nana Gvarişvili, Batum 1961, 161
GÜNTEKİN Reşat Nuri, “Tanrı Misafiri”, Çev.:Sergi Cikia, “არმაღანი„ dergisi, Doğu yazarlığı örnekleri. Tiflis 1965, s.
219-227
GÜNTEKİN Reşad Nuri, “Bir Gümrük Kaçakçılığı”, Çev.: Viktor Çikaidze, “არმაღანი„ dergisi, Doğu yazarlığı örnekleri.
Tiflis 1988, s. 195-198.
GÜNTEKİN Reşat Nuri, “Tehdit”, Çev.: Maka Sonia, ” არმაღანი„ dergisi, Doğu yazarlığı örnekleri. Tiflis 1988, s.189193.
HİKMET Nazım,” Şiirler”, Batum 1956, s. 124.
HİKMET Nazım, “Yaşam İyi şeydir, Arkadaş”, Çev.: Guram Batiaşvili, Tiflis 1983, s. 199.
KANIK Adnan Veli, “Yüksek Toplum”, Çev.: Mzia Gurgenidze; “არმაღანი“ dergisi. Doğu yazarlığı örnekleri, Tiflis 1988,
s. 202-205.
KEMAL Orhan, “Kötü yol”, Çev.: Nana Gvarişvili, Batum 1974.
KEMAL Orhan, “Hanımın Çiftliği”, Çev.: İbrahim Goradze, Batum, Açara 1978, s. 276.
160
KEMAL Orhan, “El Kızı”, Çev.: İbrahim Goradze ve Niko Baraidze, Batum 1990, s. 399.
KEMAL Yaşar, “İnce Memed”, Çev.: Niko Baramidze ve İbrahim Goradze, Tiflis 1986.
NESİN Aziz, “Futbolcular Kralı”, Çev.: G.Batiaşvili, Tiflis 1987, s. 184.
NESİN Aziz, “Adamı Zorla Deli Ederler” Çev.: Osiko Gvarişvili, Batum Açara 1994, s. 164
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
NESİN Aziz, “Ah Biz Eşekleriz”, Çev.: Osiko Gvarişvili, Yön: Nugzar Caparidze]- Batum 1998, s. 190.
PAMUK Orhan, “Gizli yüz”, Çev.: Tamar Alpanidze, Tiflis 2008, s. 112.
PAMUK Orhan, “Beyaz Kale”, Çev.: Ketevan Tomaradze, Tiflis 2008, s. 218.
PAMUK Orhan, “Cevdet Bey ve Oğulları”, Çev.: Nana Canaşia, 2009.
PAMUK Orhan, “Sessiz Ev”,Çev.: Lia Çlaidze, 2012.
PAMUK Orhan, “Kara Kitap”,Çev.: Nana Canaşia, 2013.
PAMUK Orhan, “Masumiyet Müzesi”, Çev.: Ekaterine Axvlediani.
SABAHATTİN Ali, ”Doğum Belgesi”, Çev.:Nodar Canaşia,Tiflis 1961.
SABAHATTİN Ali, ”Kurt ve Kuzu”, Çev.: Nodar Canaşia, Tiflis 1961;
SABAHATTİN Ali, ”İçimizdeki Şeytan”, Çev.:Guram Batiaşvili,Tiflis 1972.
SABAHATTİN Ali, “Sıcak Su”, Çev.:Venera Cangidze, Tiflis 1988, s.198-202.
TANER Haldun, “İstanbul( Şişhane)’a Yağmur Yağıyordu”, Çev.: Lia Çlaidze, Tiflis 2004, s. 275.
TARHAN Abdülhak Hamit, “Mezar”, Çev.: Sergi Cikia, ” არმაღანი„ dergisi, Doğu Yazarlığı örnekleri, Tiflis 1977, s.
536-537.
TODUA M, “Armağan [ Doğu yazarlığı Örnekleri”, Tiflis 1988, s. 443.
“Türkçe Hikayeler”, Çev.: Nana Canaşia, Tiflis 1958.
”Türkçe Masallar”, Çev.: L. Çlaidze, Tiflis 1972.
YILDIZ Bekir, “Kara Çarşaflı Gelin”, Çev.: İrine Gotsiridze, “არმაღანი” dergisi, Doğu yazarlığı örnekleri, Tiflis 1988, s.
211-215.
161
Gül Mükerrem SEZGİN
45. YILDIZ Bekir, “Kesik El”, Çev.: İrine Gotsiridze, ”არმაღანი„ dergisi, Doğu yazarlığı örnekleri, Tiflis 1988, s. 206211.
2. Gün
II. Oturum
09 Mayıs 2014 Cuma
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Öztürk EMİROĞLU
Doç. Dr. Nurzat KAZAKOVA
Kırgız Edebi Nazım Türü ve Dünya Edebi Nazım Türü: Tesirler, Karşılaştırmalar
Yrd. Doç. Dr. Mehmet BAŞTÜRK
Germinal” ile“Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Arş. Gör. Ömer Faruk ATEŞ
Refik Özdek’in ‘Kendi Mezarını Kazan Adam’ Hikâyesinde Cengiz Aytmatov Tesiri
Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Uzman Esra KARLIDAĞ
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
KIRGIZ EDEBİ NAZIM TÜRÜ VE DÜNYA EDEBİ NAZIM
TÜRÜ: TESİRLER, KARŞILAŞTIRMALAR
KYRGYZ AND WORLD POETRY: INFLUENCES AND
COMPARISONS
*Nurzat KAZAKOVA
Özet
Kırgız edebi nazım türü hakkında bilgi vermeden önce, ünlü türkolog - araştırmacı V.Radlov’un “Kırgızların
konuşmalarını duyduğunuz zaman, şarkı söylüyorlarmış gibi hissedersiniz.”-ifadesini hatırlamakta fayda var.
Fikir, hayat düşüncesini, felsefesini, gelecek adına fikirler üretmesini tarihi şiir türü içerisinde muhafaza eden
Kırgız edebiyatı, nazmı çok zengin bir edebiyat olarak bilinir.
20-21-yy. Kırgız şiirine, şekil bakımından bir çok yenilikler getirmiştir.20.21.yy’da Kırgız edebiyatında,
japonların “Hayku” ve Batı edebiyatındaki “Sonet” şiir türleri çök popüler oldu. “Hayku” – üç satırdan oluşan,
kafiyesiz yazılan (bazen kafiyeli ola bilir), serbest bir şiir türüdür. Bu şiir japonlarda 17.yy.da yazılmaya
başlayarak, kendi tabiliğiyle özel değeri vardır.
İlmi makalede “Hayku” türü hakkında bilgi verilip, japon şairleri Basö ve Köray’ın Haykularını Kırgız
haykucusu Lira Üsönakun kızı’nın haykuları ile karşılaştırdık.
Kırgız edebi nazım türünde, sonet türü de değer kanmaya başladı. Sonet- Batı Edebiyatında iki katren,
iki tertsetaga, kafiye düzeni abba abba ccd eed ( bu fransız sonetinin kafiye düzeni) ve abab abab cdc dcd
(italya sonetinin kafiye düzeni). Kırgız edebiyatında, sonet türünde başarılı eserler ortaya koyan Sooronbay
Cusuyev gibi şairlerin sonetleri batı sonetleri ile paralel işlenerek, karşılaştırmalar yapıldı.
Sonuç olarak, “Kırgız edebi nazım türü ve Dünya edebi nazım türü: tesirler, karşılaştırmalar” isimli ilimi
makalemizde 20-21.yy.daki Kırgız ve dünya edebi nazım türleri – hayku ve sonet arasındaki ilişkiler incelendi.
Anahtar Kelimeler: Edebi nazım türü, kırgız, dünya, hayku, sonet, japon, kafiye düzeni
In the 20-21 centuries Kyrgyz poetry has also gained a popularity due to the influence of Japanese type of poetry
“Haiku” and “Sonnet” which has been widespread in Western literature. Japanese poem is unique with its
originality. In the paper, the nature of haiku will be analyzed and haikus of Japanese poets Basyo and Keoray will
be compared with the haikus of Kyrgyz poet Lira Usonakun kyzy.
* Doç. Dr., Kırgızistan Uluslararası Atatürk Alatoo Üniversitesi, Türkoloji Bölümü, [email protected]
165
In the discussion about Kyrgyz poetry, it is important to mention about the first and well-known scholar B.
Rodlov, who studied Turkic languages, and his saying about Kyrgyz people. According to what he said, Kyrgyz
people speak as if they are reciting a poem or singing a song. Kyrgyz literature and poetry as well, in which
thoughts, view of life, philosophy, view of future and the people’s history have been maintained in the form of
poetry is very rich and unique.
Nurzat KAZAKOVA
Abstract
Furthermore, sonnet is also popular in Kyrgyz poetry. Sonnet, as it is known, is a western type of poetry. Its
rhyming system consists of two quatrains and two tercets. The sonnets of Sooronbay Jusuev, who wrote beautiful
sonnets in Kyrgyz poetry, and the western sonnets will be studied in parallel, compared and conclusion will be
made.
To sum up, in this research paper the relationship between Kyrgyz and world poetry of the 20th-21st. centuries
will be studied.
166
Kırgız Edebi Nazım Türü ve Dünya Edebi Nazım Türü: Tesirler, Karşılaştırmalar
Keywords: Fuzûlî, Layla and Majnun, comparative literature, Sâmî Yûnus, Âsaf-nâme
Kırgız şiiri hakkında bilgi vermeden önce meşhur Türkolog ve bilim adamı Vasiliy Vasilyeviç Radlov’un
(Vilgelm Fridrih) “Kırgız milleti konuşurken kulağa şiir gibi akıcı konuşan bir millet” sözünü
hatırlatmakta fayda var, düşüncesini, hayat anlayışını, felsefesini, gelecek hakkındaki düşüncesini,
tarihini şiir şeklinde koruyan Kırgız edebiyatı, bundan dolayı Kırgız şiiri çok zengin ve benzeri olmayan
bir edebiyattır.
Kırgız şiiri XX. asırda biçim yönünden farklılaşarak konuları çoğalır. Yeni gelişmekte olan profesyonel
Kırgız şiirinin temsilcileri Kasım Tınıstanov, Aalı Tokombayev, Kubanıçbek Malikov gibi şairler Rus
Edebiyatı’nın klasikleri A. Puşkin, M. Lermontov, Vladimir Mayakovskiy gibi şairlerin şiirleriyle
tanışınca, onların etkisinde kalıp şiir yazmayı öğrenirler ve Rus Dili aracılığıyla Dante, Shakespeare,
A.Sent-Ezyuperi, Guy de Maupassant, Jack London vb. şair, yazarların şaheserleriyle tanıştıklarını
belirtmek gerekir.
XX.-XXI. asırlarda Kırgız Edebiyatı’nın bütün türlerinde araştırmalar yapılır. Başka milletlerden örnek
alınır, etkilenir; bu çalışma ve araştırmalar neticesinde Kırgız Edebiyatı’nda yeni türler kullanmaya
başlanır. Örnek olarak Kırgız şiirinde Japonların “Haiku” ve Batı şiirine ait olan “Soneti” gösterebiliriz.
“Hokku”, “Haiku” Doğu şiirinde, özellikle Japon şiirinde çok gelişmiş bir şiir türüdür. Ortaya çıkışına
bakarsak, “Haiku” birkaç asırlık geçmişi olan üç satırdan oluşan bir şiirdir. Yani, XVII. asırda ortaya
çıkan bu türün mısraları 17 heceden oluşur. Japonların dil özelliklerine ve kafiyelerine uygun olmayan
şiirlerdir. Japon halkının klasik şairi Basyo’yu Kırgızca konuşturan Akılbek Cumanaliyev’in dediği
gibi “Haiku küçük resimdir.” Haiku’yu okuduğumuzda anlayabilmemiz için Japonların gelenekleri,
mantalitesi, dünyaya bakış açısı ve dünya anlayışından haberdar olmamız gerekir. Japon halkında Basyo,
Kyoray, Buson gibi değerli Haikucular vardır. Dünyanın bütün meselelerini içine alan üç satır sadece
Japon Edebiyatı’na değil Dünya Edebiyatı’na da miras olarak bırakılacak seviyede bir şiir türüdür.
Yukarıda söz ettiğimiz fikirlerimizi ispat ve tahlil etmek için 17.asırda yaşamış Haiku stadı ‘Basyo’ (muz)
lakabıyla tanınmış Matsuo Tyudzaemon Munefusa’nın haikularından örnek vereceğiz.
“Fudzi boorunan kelgen cel!
Şaarga alparmakmın seni celpigiçke salıp,
En baaluu belek dep.”
***
“Kayradan eeledi cüröktü
Apam, atam cönündö kaygı-sanaa
Calgızdagan kırgool ünü!”
Fudzunun bağrından gelen rüzgar!
Seni şehir tarafına
En değerli hediye olarak götürdüm.
***
Yine dağlar gönlümü,
Anne baba tasası,
Çınlatır kulağımı kuş sesi gibi...
(Basyo, Irlar, 1996: 152 )
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
adlı haikusunda eski Japonlarda değerli hediyeyi beyaz yelpazenin içine koyarak götürme adetinin
olduğunu anlıyoruz. Şair yaşamış olduğu Edo devrindeki toplumuna, şehir halkına, Fudzi’den gelen
“temizleyici” rüzgarı milletine armağan olarak vermek istediğini, mecaz anlamda kullanarak, haikuların
tabiatı hakkında okuyucularını bilgilendirmek ister.
Fudzi’nin doğru yazılışı Fudzisan’dır. Sanatta Fujiyama olarak kullanılan bu dağ birkaç edebi esere konu olur.
Örneğin, Kırgız yazarı Çıngiz Aytmatov ile Kazak yazarı Kaltay Muhamedcanov’un birlikte yazdıkları
‘Fudziyamadaki Kadir Gecesi’ adlı tiyatro eseri bulunmaktadır. Bunu örnek olarak göstermemizin bir
nedeni var. Yazarlar bu dağ aracılığıyla hoşgörü, basiretli olma, affedicilik gibi insani sıfatları tahlil
ederek, eserdeki şahısların manevi dünyasını temizleyici özelliğe sahip olduğunu göstermek istediler.
Demek, devir değişip asırlar geçse de Fudzisan dağının özellikleri kendini korumaktadır.
İkinci haikusunda ise anne babasına olan özlemini sülün sesiyle bildirir. Sülün, Japonlarda anne babayı
sembolize eder. Sülün hiç bir zaman yavrularını bırakmazmış. Şair vefat etmiş anne babasına olan
hasretini, özlemini milli anlayış ile açıklayarak her bir okuyucunun iç dünyasını duygulandırır.
Bence haikunun kendine ait özellikleri vardır. Birincisi, şiirin kısalığıdır. Üç satırdan oluşan şiir çok
geniş küresel anlam taşır.
Agat, ketet baarı bu düynödö!
Tütün uzayt şamdan,
Köşögö büttü cırtılıp.
Akar, gider her şey ki, bu dünyadan,
Akşam vakti uzar gider sis, duman
Perdeler de kalkar bir an ortadan...
(Basyo, Irlar, 1996: 23)
İyilik, kötülük, sıkıntılar, saadet hepsi bu dünyada olur. Sıkıntılar başa gelince üzülmenin anlamı yoktur,
aksine ileriye adım atmak gerekir. Bazen insanoğlu elindekilerin değerini bilmeyebilir. Basyo insan
hayatını bir sanat olarak gösterir. Bazı sanatçıların kem küm ederek hayatla ilgili söyleyemediklerini üç
satırla, kısa ve net bir şekilde açıklar.
İkincisi, haiku tabiatının çok basit olmasıdır. Yazmak için kafiyelerle uğraşmazsın. Kaliteli şiir yazmaya
gayret edilmez, Haiku’nun aniden yazılması ve okuyucunun aklında kalabilecek bir şekilde olması
gerekir.
Gece karanlığındaki Ay ışığı sanatçıda farklı hisler bırakır. Örneğin, Ay ışığı gönlü ferahlatır, iç dünyayı
aydınlatır veya ay ışığı olumsuz düşüncelerden uzaklaştırarak ümit ışıkları verir. Bu basit satırları okuyan
her insan farklı yorumlar veya yorumlaması gerekir. ‘Ay’ Doğu Edebiyatı’nda güneş olarak bilinir.
Çünkü Japon ve Çinli şairlerin şiirlerinde Ay’la ilgili yazılmış şiirlere rastlanmaktadır.
Haiku’nun edebiyattaki en önemli fonksiyonun olduğunu söyleyebilirim. Örnek:
Kaygı menen can-düynöndü agartkın!
Daam tatkanında kınıldap ırda ırındı,
Sen, “ay kapakoru”!
Cefa ile ruh alemini beyazlat,
Yemek yerken yavaşça söyle şarkını,
Ey ay derdiyle dertlenen!
(Basyo, Irlar, 1996: 24)
Nurzat KAZAKOVA
İçini avuç kadar çadırımın
Işıkla aydınlatır her yanını,
Gizlice pencereden bir ay...
(Basyo, Irlar, 1996: 28)
167
Alaçıgımdın alakanday
Agarttı tört tarabın ten
Тerezeden şıkaalagan ay..
Ay’a küsen kim? O, Basyo’dur. Çünkü şair Ay’ı gördüğü zaman üzülür, yalnız olduğunu hatırlar. M.Ö.
yaşamış Aristo’nun ‘katarsis’ teorisini ‘aya küsen’ yukarıdaki üç satır şiiriyle açıkladığından haberi bile
yoktur. Katarsis, insandaki keder, üzücü gibi olumsuz olayları temizler.
Haiku ustası Basyo’nun şiirleri Kırgız Edebiyatı’na çeviri yoluyla girmiştir. Sagın Akmatbekova,
Egemberdi Ermatov, Ramis Rıskulov, Akılbek Cumanaliyev gibi şairler Rusça’dan çevirerek Kırgız
okuyucuların “Haiku” ile tanıştırır. Rahmetli genç şair Lira Üsönakun Kızı’nın yazdığı haikularla, haiku
türü pekiştirilir. Jopon Şiiri’ndeki haiku türüne veya ona benzeyen şiirlere önceleri Kırgız Edebiyatı’nda
rastlanmamaktadır. Haikular çeviri yoluyla Kırgız Edebiyatına kazandırılmış, sonra Kırgız şairler bu
türde şiirler yazmaya başlamıştır. Ancak böyle kısa ve önemli konuları içeren şiirleri yazmak herkesin
elinden gelmez. Lira Üsönakun Kızı’nın bağımsızlıktan sonra yazdığı haikuları okuyucular tarafından
sıcak kabul edilir. Genç şairin üç satırlık şiirleri farklı konuları içerir: insanoğlunun yaradılışı, ölüm,
ömür gibi konular. Aramızdan gençken ayrılan şair Kırgız haiku türünün gelişmesini sağlar. Milli
anlayışla, şahsi hayatından başlayıp toplumdaki meseleleri de üç satıra sığdırarak çok güzel şiirleri yazar.
168
Kırgız Edebi Nazım Türü ve Dünya Edebi Nazım Türü: Tesirler, Karşılaştırmalar
Hayatın zorluğu, sıkıntıları, iyilikleriyle kötülüklerin birlikte olduğunu;
Erkeletet, betten sılap,
Ceteleyt da buttan çalat.
Turmuş degen çon sabak.
Hem severek yanağını okşayan,
Hem yererek ayağına çelme takan hayat,
Bizim için büyük bir ders.
İnsan neslinin devamı, sonraki kuşakların vazifeleri, hayatın değeri, anne şefkati ile ilgili;
Tabiyattın keremetin karaçı!
Bir denede, bir ubakta, bipbirdey
Eki cürök sogup catat tınımsız. (s.24)
Tabiatın güzelliğine baksana
Tek bedende, bir anda hep beraber
Hiç durmadan çarpıyor iki yürek...
-diyerek anne şefkati bu üç satırda en güzel şekilde verilmiştir. Anne şefkatini, hamile kadının kutsallığı
şair Lira’nın dediği gibi bir vücudda, bir vakitte aynıdır. İki kalbin atışları kısa ve farklı anlatılır. Bazı
şairler doğanın bu mucizesini kısa ve net bir şekilde anlatamayabilir.
Lira Üsönakun Kızı’nın haikularını okuduğumuzda şiirin üç dizesinin konusu genel olarak doğa
olmakla birlikte şair tam ifade edecek olursak ilkbaharı resmedip tasvir etmekte, içeriğinde ise insanı
hayat hakkında düşündürüp ondan hayatı araştırıp incelemeyi talep etmektedir.
Cakşı köröm camgırdı,
Can denem caşargansıp,
Can-düynöm tazargansıyt. (s. 25)
İlkbaharın yeşilliği,
görülmektedir.
Severim ben yağmuru, çünkü,
Cesedim gençleşerek,
Ruhum temizleniyor sanki...
kokusu, baharın tekrarlanan güzelliği ve nazı şairin aşağıdaki mısralarında
“Tur, catpay, cazdı toskun!”-dep,
Kubulcup gimnin oynogon,
Keliptir kuştar – orkestri. (s.28)
***
Cabıluu ar bir eşıkke,
Taratkım keldi caz cıtın,
Capcanı, cakşı ır menen. (s.29)
Kalk karşıla baharı der ki bana
Güzelim sesi ile marş oynayan
Orkestrası gelmiş bize kuşların...
***
Her gördüğüm kapalı kapılara
Dağıtsam baharın kokusunu
Yepyeni, güzel şiir ile...
1 Lira Üsönakun Kızı. Caşagım kelet, caşagım …-Bişkek, 2009, s. 23
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Sonuç olarak, ilk olarak Japon Şiiri’nde başlayan haiku türü Kırgız şiirinde özel yeri vardır. A.Tokomayev,
S.Akmatbekova vb. şairlerin döneminde yazılmıştır. Bağımsızlıktan sonra Lira Üsönakun Kızı’nın devam
ettiği haiku türü günümüzde bazı genç şairler tarafından yazılmaya devam etmektedir.
***
Sone, Batı Edebiyatı’nda iki dörtlük, iki üç mısralı kıta, kafiyesi abba abba ccd ccd (bu Fransız sonesinin
kafiyesi), abab abab cdc dcd (İtalyan sonetinin kafiyesi) veya bazı durumlarda İngilizlerin abab cdcd
efef gg kafiyesine sahip olan şiir şeklidir. (3) Sone türü, XIII. asırda ortaya çıkmış, günümüze kadar
güncelliğini korumuştur.
İlkbaharın kıyafeti
(a) Yıllar geçer, yüzyıllar bile sıralanır,
(b) Hayır, bu ne! Sayısızca milyon yıllar
(a) Mayıs gelir, çayırlar bir an canlanır,
(b) Her şeyi yeşiller sarıp sarmalar...
Пытливцы видят на иной планете,
Что шар земной в зеленый блеск одет;
Быть может, в гимне там поет поэт:
“Как жизнь чудесна в изумрудном свете!”
(a) Meraklılar görür diğer gezeğende,
(b) Yeşilliğe yer küremiz bürünmüş
(b) Belki de şair söyler marş içinde,
(a) “Zümrüt nurunda hayat iyiye dönüşmüş”...
Лишь наш привычный взор, угрюм и туп,
Обходит равнодушно зелень куп
И свежесть нив под возрожденной новью;
(c) Aptaldır dar, sıradan bizim bakışlar,
(c) Yeşili görmez, boş zanneder, dışlar,
(d) Toprağın tazeliğini yeniden doğan
Наряд весны, мы свыклись в мире с ним;
И изумруд весенних трав багрим,
Во имя призрака, горячей кровью!
(e) Güzelliğine baharın biz alışmışız
(e) Azaba veririz zümrütten çimenlere
(d) Sıcak kanla, hayaletler adına...
(http://stihi-rus.ru/sonet/ 2014,28.03)
Göründüğü gibi şairin sonesi 14 satırdan oluşsa da kafiyesinde sonenin farklı türlerini kullanmıştır.
Valeriy Bryusov, sonesinde doğanın güzelliğini, özellikle ilkbahar mevsimin şiire dönüştürür. ‘İzumrud
vesennih trav’ (baharın zümrüt otları), ‘şar zemnoy v zelenıy blesk odet’ (yer yüzü parlak yeşille kaplı)
gibi benzetmelerle diğer şairlerden ayrılmaktadır.
Şiirde yıllar geçse bile, ilkbaharın dünyaya getirdiği yeşillikleri, yeni hayatı anlatmaktadır. Yerin
başka gezegenlerden farklılığı, ilkbahar dünyayı, bütün etrafı yeşillendirerek, kuşların sesiyle oluşan
orkestrasıyla farklılık veriyor.
169
Наряд весны
За годом год, ряды тысячелетий,
Нет! неисчетных миллионов лет
Май, воскрешая луговины эти,
Их убирает в травянистый цвет.
Nurzat KAZAKOVA
Kırgız şiirinde “Sone” türü Rus şairlerinin çevirileri aracılığıyla girerek edebiyatta popüler bir tür olmayı
başarmıştır. ‘Kırgız okuyucuları Petrarka, Dante, Shakespeare, İ.Beher, Gyote, L.Ukrainka, M.Rılskiy’in
sonelerini K.Irsaliyev, E.Tursunov, S.Cusuyev, T.Bayzakov, A.Aşirov, T.Ümetaliyev, C.Bekniyazov,
C.Mamıtov, K.Ceenaliyev’in çevirilerinden tanıdı. (Asanalieva K. Sonet canrındagı ErnisTursunovdun
izdenüü çeberçiligi, Kırgız tili cana adabiyatı, 2008, №14) Örnek olarak Rus şairi Valeriy Bryusov’un bir
sonesini orijinalinden tahlil etmeye çalışalım.
170
Kırgız Edebi Nazım Türü ve Dünya Edebi Nazım Türü: Tesirler, Karşılaştırmalar
Kırgız Edebiyatı’nda sone, Rus şairleri aracılığıyla tanınmıştır. İlk kez Smar Şimeyev tarafından
başlanmış olan sone türü edebiyatımızın tarihinde kaldı. Smar Şimeyev, 1967 yılında 30 sone yazdı.
‘Shakespeare’ kafiyesiyle yazılmış XXIV. sonesi en güzel sonelerimizden biridir. Shakespeare 116.sonesin
ve Smar Şimeyev’in sonelerin karşılaştıralım.
Shakespeare’nin 116.sonesi
Let Me Not to the Marriage of True Minds
Let me not to the marriage of true minds
(a)
Admit impediments. Love is not love
(b)
Which alters when it alteration finds,
(a)
Or bends with the remover to remove
(b)
O, no! it is an ever-fixèd mark,
(c)
That looks on tempests and is never shaken;
(d)
It is the star to every wand’ring bark,
(c)
Whose worth’s unknown, although his heighth be taken.
(d)
Love’s not Time’s fool, though rosy lips and cheeks
(e)
Within his bending sickle’s compass come;
(f)
Love alters not with his brief hours and weeks,
(e)
But bears it out even to the edge of doom:
(f)
If this be error and upon me proved,
(g)
I never writ, nor no man ever loved.
(g)
(The Norton Introduction to Literature. Eighth edition. New York, London. 2001.p.826)
Smar Şimeyev’in XXIV. Sonesi
Сени сүйгөм, адам кандай сүйө алса,
Кирсиз тунук жүрөгүмдү арнагам.
Сага күйгөм, адам кандай күйө алса
Башкаларды капарыма албагам.
(a) İnsan ne kadar sevebiliyorsa, o kadar sevdim seni
(b) Saf, temiz kalbimi armağan ettim
(a) İnsan ne kadar yanabiliyorsa, o kadar da yandım sana
(b) Başkalarla hiç ilgilenmedim
Эртен менен тутам роза үздүм да,
Алып келдим жыттачы – деп сүйүнүп.
Эмне үчүндүр сен кубара түштүң да,
Таштап койдуң, калдым ичтен күйүнүп.
(c) Sabah bir tutam gül kopardım
(d) Koklarsın diye getirdim sevinerek
(c) Nedense senin soldu yüzün
(d) Attın onu, kaldım içten üzülüp
Андан кийин өтө берди өмүр да,
Бирок дагы жыпар жыттуу гүлү жок
Күндөн күнгө сууй берди көңүл да,
Түтүн чыгат оту күйгөн түрү жок...
(e) Ondan sonra devam etti bu hayat
(f) Fakat hala o mis kokulu gül de yok
(e) Her gün geçtikçe gönül soğudu
(f) Dumanı var, fakat yanan ateş yok
Сенден мага болду белегиң,
(g) Senden oldu bana bir armağan
Гүлүм бала жыттап жашай беремин... (g) Gülüm evlat kokusuyla yaşamaya devam ederim
(Şimeev Smar. Tandalmalar. Irlar, poemalar. –Frunze,1978: 51)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Yukarıdaki sonelerde kafiyelerin tam kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan başka Shakespeare 116.
sonesi aşk hakkındadır. Âşık olan kalpleri birbirinden ayırmak insanlığa uygun olmadığı, aşkın paha
biçilmez bir his olduğunu anlatır. Eğer şair yanılıyorsa şiirlerinin ömrünün bittiğini belirtir. Smar
Şimeyev şiirinde cevapsız kalmış aşkını anlatır. Ama şiirinin son satırlarında yaşamı, ailesi, çocuklarından
memnun olduğunu belirtir. Şairin sonesinde aşka dalmış insanın ibrazı seçilmiştir. Âşık olan insanın iç
dünyası her zaman temiz ve o sevgilisi için her şeye hazırdır. Fakat o sevgilisine ulaşamaz ise kalbi
hastalanır, acı çeker. Şair şiirini aşktan acı çekerek, zorlandığı hakkında yazmıştır.
Kırgız şiirinde Smar Şamiyev’den başka Sooronbay Cusuyev ve 1980 yıllarında Nurpais Carkınbayev,
Tümönbay Bayzakov, Ernis Tursunov gibi şairler de sone ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Şairlerin her biri
sone yazarken şiir türün seçerek şiirdeki kahramanın iç dünyasını izah etmeye çalışırlar.
(a) İnsan dediğin insanla insandır
(b) Aklı, işi bir birine bağlıdır.
(a) İnsan gönlü de başkasına
(b) Yaptığı davranıştan anlaşılır.
А мамиле–өнөрлөрдүн татаалы,
Ар бир адам алалбаган үйрөнүп.
Мамиленин болот пайда, азабы,
Шартка карай турат улам түрдөнүп
(a) Davranış ise – hünerlerin en zoru
(b) Her bir insan beceremez onu
(a) Davranışın faydası ve azabı da vardır
(b) Durumuna göre hep değişir - durur
Аргымактай алкынса да намысы,
Максатынан мүмкүн өксүп калышы
Мамиленин маңыз, баркын билбеген.
(c) Küheylan gibi koşsa da namusu
(c) Amacına ulaşamazsa kırılabilir
(d) Davranışın anlam, değerini bilmeyen
Кээ бирөөлөр окчун ою, санаасы
Кала берет алыс бойдон арасы
Дидарлашып, сүйлөшсө да тил менен
(c) Bazıları içindekileri dökse bile olur düşünceli
(c) Araları açılır samimiyetten uzak
(d) Karşılıklı konuşsalar bile.
(Cusuev Sooronbay. Tandalmalar, 2011: 142)
Şairin bu sone dizisi kafiye meselesine gelince İtalyan ve Fransız sonesinin kafiyelerine benzemektedir.
Şiirin içeriğine bakılırsa, hayatta insanlar hangi şartlarda olursa olsun birbirine değer verir, iletişim kurar.
Bunlardan dolayı insanı tanıyıp eleştiri yapılabilir. Sonunda insan, insanla insan olabileceği bildirilir.
Sonuç olarak, Kırgız Şiirciliği’nin gelişmesinde milli anlayışla birlikte Rus ve Dünya Edebiyatı’nın
örnekleri vardır. Dolayısıyla Kırgız Şiirciliği tematik ve şekil bakımından zenginleşmiştir. Kırgız
Şiirciliği, dünya bunun içinde Batı ve Doğu Şiiri’nin örnekleri ile Rus şairleri aracılığıyla tanıştığı için
onlardan etkilenerek Kırgız şiiri günümüze kadar devam etmektedir.
171
Адам деген адам менен адам да,
Акыл, иши бир-бирине айкалат.
Адам пейли да бир башка адамга
Ал жагынан мамиледен байкалат.
Nurzat KAZAKOVA
Şiirde sone dizileri olur. Sone dizisi olması için her bir sonenin sonuncu satırı sonraki sonenin ilk satırı
olarak gelmesi gerekir. Bu durum tekrarlanarak bir diziyi oluşturur. Kırgız Şiirciliği’nde sone dizilerin
şair Sooronbay Cusuyev’in eserlerinden görsek olur. Şairin ‘Mamile’ adlı sonesinde insanlar arasındaki
çeşitli ilişkiler incelenir. Örnek olarak I.soneyi alalım.
Kaynakça
Basyo, Irlar, Bişkek, 1996.
Lira Üsönakun kızı. Caşagım kelet, caşagım …-Bişkek, 2009
http://ru.wikipedia.org/ 2014,25.03
Asanalieva K. Sonet canrındagı ErnisTursunovdun izdenüü çeberçiligi // Kırgız tili cana adabiyatı, 2008, №14
The Norton Introduction to Literature. Eighth edition. New York, London, 2001
Şimeev Smar. Tandalmalar. Irlar, poemalar, Frunze, 1978
Cusuev Sooronbay. Tandalmalar, Bişkek, 2011.
172
Kırgız Edebi Nazım Türü ve Dünya Edebi Nazım Türü: Tesirler, Karşılaştırmalar
http://stihi-rus.ru/sonet/ 2014,28.03
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“GERMİNAL” İLE “MÜKELLEFİYET” VE “GÖLDAĞI”
ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
A COMPARATIVE ANALYSIS ON “GERMINAL” AND
“MÜKELLEFİYET” AND “GÖLDAĞI”
*Mehmet BAŞTÜRK
Özet
Natüralizmin kurucusu ve en önemli temsilcisi kabul edilen Emile Zola’nın 1885’te yayımladığı Germinal,
kömür madencilerinin çalışma şartlarını ve yaşamlarını gerçekçi bir dille aktaran, dünya klasiği olmuş, önemli
romanlardan biridir. Germinal ile karşılaştırmalı değerlendirilecek Mükellefiyet ve Göl Dağı’nın yazarı
Metin Köse’dir. Zonguldaklı yazar, romanlarında “mükellefiyet” kanunuyla Zonguldak köylülerinin kömür
ocaklarında zorla çalıştırılmasını anlatır. Mükellefiyetin ilki 1867-1888 yılları arasında Osmanlı döneminde,
ikincisi ise İkinci Dünya Savaşı yıllarını içeren 1940-1948 yılları arasında Cumhuriyet döneminde uygulanır.
Köse, içinde binbir trajediyi barındıran kanun zoruyla çalıştırmanın ilkini Mükellefiyet’te ikincisini de Göl
Dağı’nda işler.
Bu çalışmada Emile Zola’nın Germinal adlı romanı ile Metin Köse’nin Mükellefiyet ve Göl Dağı adlı romanları
eklektik bir yöntemle “madencilerin zorlu yaşam koşulları / çaresizlikleri, sınıf farklılığı, isyan / grev” konuları
bakımından karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bahsi geçen konulardaki benzerlikler, farklılıklar ve bunların
sebepleri üzerinde durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Emile Zola, Germinal, Metin Köse, Mükellefiyet, Göl Dağı, madenci, sınıf farklılığı, grev
Germinal, published in 1885, by Emile Zola who is accepted as founder and the most significant representative
of Naturalism is one of the significant world’s classics novels which relays the working conditions and lives of coal
miners by using a realist language. Metin Kose is the author who is evaluated by comparing his Mukellefiyet and
Gol Dagi with Germinal. The author, is from Zonguldak, tells running the villagers in Zonguldak in coal mines
forcibly by law of “liability” (mukellefiyet). The first liability law is applied during The Ottoman period between
1867 -1888; second one is applied during Republic period, which involves Second World War years, between 1940
-1948. Kose discusses the first forcibly running by law involving many tragedies in Mukellefiyet, second one in
Gol Dagi.
In this study, Germinal by Emile Zola and Mukellefiyet and Gol Dagi by Metin Kose are comparatively analysed
by an eclectic method in regard to the subjects such as “hard life conditions/despairs, class differences, rebellion/
strike of miners”. The aforementioned similarities, differences and the reasons of all are emphasized.
173
Keywords: Emile Zola, Germinal, Metin Kose, Mukellefiyet, Gol Dagı, miner, class differences, strike
Mehmet BAŞTÜRK
Abstract
* Yrd. Doç. Dr., Bülent Ecevit Üniversitesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, [email protected]
174
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
1. Giriş
Geçmişten bu yana edebiyat kuramcıları ve eleştirmenlerinin üzerinde durduğu temel konulardan biri
içerik ve biçim meselesidir. Kimi eleştirmenler için önemli olan içeriktir. Yani eserin anlattığı konu
ve gerçeklerdir. Kimi eleştirmenler için ise ne anlatıldığının önemi yoktur. Onlar, doğrudan biçimin
kendisini önemserler. Katı biçimciler ve biçimi yadsıyıp sadece içeriğe odaklananların dışında bu iki
unsuru iç içe ele alıp bu ayrımı ortadan kaldırmaya çalışanlar da vardır. Bunlardan biri olan “yeni
eleştiri”ciler, içeriği biçime dâhil etmiş ve içeriğin değerini bu minvalde açıklamaya çalışmışlardır. Esere
dönük kuramlardan biri olan yeni eleştiricilere göre “eseri sanat eseri yapan biçimi (yapısı)’dir. Eserin
felsefi derinliği, önemi, hiçbir zaman sanat ölçütü olamaz, çünkü eseri iyi bir sanat eseri yapamaz. Ama
eserin böyle nitelikleri varsa, bu yönünü büyük eser diye ayrıca belirtmek doğru olur.” (Moran, 2003:168)
Bizce bu görüş, isabetli kabul edilebilir. Zira önemli, derinlikli konulardan bahseden ancak hiçbir edebî
kıymeti olmayan eserlere rastlayabiliriz. Lakin bu, eserlerde içeriğin önem taşımadığı anlamına gelmez.
Aksine zaman ve mekân sınırını aşarak klasik olmuş eserlere bakıldığında biçimin yanında konu edindiği
değerlerin de önemli olduğu görülür. Bu cümleden hareketle diyebiliriz ki sanayi toplumunun simgesi
haline gelen “maden işçileri”nin güç yaşam koşulları, trajik hikâyeleri salt kendi başına, eserleri iyi bir
edebî eser yapmasa da sağlam ve güzel bir anlatımla birleştirildiğinde büyük eser yapacak potansiyele
sahiptir. Tıpkı Emile Zola’nın Germinal’inde olduğu gibi.
Bilindiği üzere Germinal, kömür madencilerinin çileli yaşam koşullarını ve isyanını anlatan ve bu
yönüyle öncü olmuş bir eserdir. Sanayileşmenin simgesi olan kömür üretimi yerin yüzlerce metre
altında büyük tehlikeler ve zorluklarla gerçekleştirilir. Ve sosyolojik olarak yeni bir işçi sınıfının –maden
işçisi- ortaya çıkmasını sağlar. Dünyanın her yerinde maden işçilerinin ortak sorunları ve dramları
vardır. Bu bağlamda farklı dillerde ve edebiyatlarda kömür madeninde çalışan işçilerin trajik hikayeleri
ve başkaldırılarını anlatan eserlerde Germinal’in etkisini görmek mümkündür. Nitekim bu etkinin
izlendiği eserlerden biri de Mükellefiyet ve Göl Dağı’dır.
1960 Zonguldak doğumlu Metin Köse, Doğankitap’tan 2010’da çıkan Mükellefiyet’in ardından
Hürriyet’e verdiği röportajda, babası ve bütün akrabalarının madenci olduğunu, 1992’de iki yüz altmış
üç madencinin hayatını kaybettiği büyük grizunun meydana geldiği kuyunun kenarında büyüdüğünü
belirtmiş ve kitap fikrinin, “Emile Zola’nın madencilerin isyanını anlattığı Germinal romanını okuduktan
sonra yerleşti”ğini ifade etmiştir (30.05.2010. Hürriyet Pazar). Köse’nin bu cümlesinden hareketle
Mükellefiyet ve yine Doğankitap’tan çıkan serinin ikincisi Göl Dağı (2012) ile Germinal arasında, aracılı
ya da aracısız temaslarla gerçekleşen ilişkiler olarak tanımlanan “oluşumsal temas ilişkileri” ve aracılı ya
da aracısız temasın olmadığı fakat tipsel bir bağıntı ve koşutluktan kaynaklanan benzerlik ilişkisi olarak
açıklanan “tipsel bağıntılar” (Sakallı, 2012:250) bağlamında gönderen ve alımlayan eserler olarak dikkat
çeken benzerlikler karşılaştırılabilir.
Edebî metinler, kendilerinden önce yazılan metinler ile doğrudan veya dolaylı olarak etkileşim
içerisindedir. Metni vücuda getiren sanatçının o ana kadar verilmiş yerli ve yabancı eserlerden tamamen
bağımsız, katıksız “yeni” bir metin üretmesi düşünülemez. Zira bile isteye veya farkında olmaksızın
yazarın/şairin öncesinde beslendiği eserler, bir şekilde kendi ürettiği metinde tezahür edecektir. Bu
olağan etkileşim eser ve yazar için olumsuz bir durum olarak algılanmamalıdır. Gürsel Aytaç’ın deyişiyle
“sanatta etkileşim denen olgu vardır ve yazar için, sanatçı için bir artı puandır: Şu şartla ki, etkilendiği,
esinlendiği örneğin kopyasını değil, özgün yanı ağır basan bir başkasını üretmiş olsun.” (Aytaç, 2003: 13)
Germinal ile Mükellefiyet ve Göl Dağı arasındaki benzerlik ilişkileri irdelenirken vurgulanan bu gerçek,
göz önünde bulundurulmuştur.
Bu çalışma, sınırlılığı dolayısıyla eserleri karşılaştırmalı olarak incelerken eklektik bir yöntemle üç başlık
üzerinde durmuştur: “Madencilerin Zorlu Yaşam Koşulları / Çaresizlikleri, Sınıf Farklılığı, İsyan / Grev”.
Dikkatleri, daha çok bu konulardaki benzerliklere, farklılıklara ve bunların sebepleri üzerine çekmiştir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
2. “Germinal” ile “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
2.1 Ana Çizgileriyle Vaka
Eserleri tespit ettiğimiz başlıklar altında incelemeden önce ana hatlarıyla romanlarda anlatılanları şu
şekilde özetleyebiliriz:
Germinal: Yedi bölümden müteşekkil eserin ilk bölümü (1-73) giriş bölümü mahiyetindedir. Temel
karakterler ve maden-madenci trajiği anlatılır. Lille’de bir demiryolu şirketinde makinist olarak
çalışır iken bir tartışma sonucu işten ayrılan romanın başkişisi Etieenne Lantier’in iş bulma ümidiyle
bir maden beldesi olan Montsou’ya gelişi; burada Voreux maden ocağında şans eseri, işsizliğin kol
gezdiği bu dönemde tumbacı olarak işe başlaması ve maden ocağında geçirdiği zorlu ilk günü, gerçekçi
betimlemelerle gözler önüne serilir.
İkinci bölüm (74-138) üç dört kuşak önce bir maden şirketine yatırılan küçük bir meblağın zamanla
değer kazanmasıyla zenginleşen Gregoireların çiftliğinin anlatımıyla başlar. İlk bölümde anlatılan işçi
ailesi olan Maheulara paralel olarak bu burjuva ailenin gündelik hayatı verilir. Bunlar küçük, dertsiz
tasasız bir burjuva ailesidir. Tek tasaları, biricik genç kızlarıdır. Hisseleri sayesinde hiç çalışmadan yedi
nesle yetecek gelirleri vardır. Maheular ile Gregoirelar fakir-zengin, işçi-işveren karşıtlığında işlenir.
Yine okur, bu bölümde Montsou Kömür İşletmesinin altı franka kiraladığı evlerden müteşekkil işçi
mahallesini ayrıntılarıyla tanır.
Beşinci bölüm (307-388) leit motif olarak sık sık tekrarlanan “ekmek, ekmek, ekmek” nidalarıyla
cendereden boşalan, yaklaşık üç bin işçinin isyanını anlatan korkunç bir günün özetidir. İşçiler öncelikle
çalışan ocaklara müdahale etmiş, buradaki makinelere, buhar kazanlarına zarar vermiş, ardından da
kendilerinin kanını emen kentsoyluların evini talan etmek istemişlerdir. Günün kurbanı ise işletmeyle
ortak çalışarak kene gibi kanlarını emen, avuçlarındaki birkaç kuruşa göz diken, hatta bununla
yetinmeyip vereceklerine karşı kızlarının ve kadınlarının namusunu isteyen, mahallenin bakkalı Maigrat
olur. Etienne bu öfkeyi kontrol edemez. Jandarmanın gelmesiyle kalabalık dağılır. Etienne kaçar.
Altıncı bölüm (389-454) yaklaşık bir aylık süreyi içerir. Etienne eski bir maden kuyusunda (Requillart)
saklanır ve ancak geceleri çıkabilir. Bıçak kemiğe dayanmış, direnecek güç kalmamıştır. Etienne, bir
175
Dördüncü bölüm (205-306) grevle başlar. Roman boyunca “kentsoylular ve işçiler” paralel verilmiştir.
Bu bölümde de işçilerin insanlık dışı yaşamı gözler önüne serilirken öte yandan işletme müdürü
Hennebeular, kömür işletmesinin hissedarlarından Gregoirelar, işletme sahibi Deneulinlerin kendi
aralarında sürdürdüğü burjuva hayatı, açlığın ortasındaki zevki sefaları verilir. Okuyucu, aslında
romanın başında er ya da geç bir isyanın olacağını sezer. Grevin üzerinden iki ay geçmiştir. Hâlâ işçilerin
talepleri karşılanmaz. Ekmeğin, kış ortasında bir avuç kömürün kalmadığı bir ortamda adeta yaşayan
cenazelere dönüşen işçilerin öfkesi had safhaya ulaşır. Etienne, artık eyleme geçmenin bir zorunluluk
olduğunu düşünür. Ve ormanda yapılan bir toplantı sonunda ertesi sabah farklı maden ocaklarında
çalışmaya devam eden ve grevin başarısına engel olan işçilerin ikna veya zorla madene indirilmemesi
kararlaştırılır.
Mehmet BAŞTÜRK
Üçüncü bölüm (139-204) yedi sekiz aylık süreyi kapsar. Etienne, kiracı olarak kaldığı meyhaneden yine
kiracı olarak Maheulara taşınır. İşçi mahallesinin içinde yaşadığı insanlık dışı koşulları soluyan ve her
yerde sefaleti gören Etienne bu dönemde sosyalizm ve devrimle ilgili eline geçenleri okur ve böylece
bilgi eksikliğini tamamlamaya çalışır. Fransa’da iyice hissedilen sanayi bunalımının etkisiyle işletmelerin
kemer sıkma politikaları, işçilerin şartlarını daha da kötüleştirir. Durumun nereye varacağını gören
Etienne, öncelikle işçi yardım sandığını kurar. Ardından işçileri bilinçlendirir. Yaşanan bir göçükten
sonra grevin ve başkaldırının ilk tohumları atılır.
176
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
ara ümitsizliğe ve pişmanlığa kapılıp işçilerden vazgeçmelerini ister fakat işçiler, bu kadar zorluktan
sonra tıpış tıpış madene inmektense direnip ölmeyi yeğleyeceklerini söyler. Kasaba jandarmanın
sürekli kontrolü altındadır. İşletme, ocakta çalıştırılmak üzere Belçika’dan işçiler getirir. Bunu duyan
işçiler madenin önünde toplanır. Madeni bekleyen askerlerle madenciler arasında çıkan gerginlik ve itiş
kakıştan sonra yaşanan arbedede askerlerin ateş açmasıyla Maheu ve Yanıkkarı da dâhil olmak üzere
ikisi kadın üçü çocuk on dört kişi, hayatını kaybeder. Yirmi beş kişi de yaralanır.
Yedinci bölüm (455-550) Montsou’da patlayan tüfeklerin Paris’te yaptığı yankıları anlatmakla başlar.
Çıkan haberler ve baskı üzerine işletmeden bir heyet, Montsou kasabasına gelir. Ortamı yatıştırırlar.
Ve işçilerin ağzına bir parmak bal çalarak onları madene indirmeye ikna ederler. Aslında açlık ve
soğuktur yemin ettikleri, kurban verdikleri halde onları yerin altına indiren. Anarşist bir devrimci
olan Suvarin, grevin işe yaramadığını görünce Montsou Kömür Ocağını tamamen uçurmayı planlar
ve ölümü göze alarak işçilerin sabah ineceği ocağın hassas olan yerlerini -zaten ocak, çok da güvenli
değildir- matkap ve testereyle göçmeye müsait hale getirir. İşçiler indikten birkaç saat sonra kıyamet
kopar. Göçük olur. Her tarafta sular yükselir. Kafesler iptal olur. Voreux olduğu gibi toprağa gömülür.
Bu kızılca kıyamette göçük altında kalan işçilerden ikisi de annesinden gizli madene inen Catherine ve
onun için aşağı inen Etienne’dir. Kitabın son elli sayfası gerçekten okur için büyüleyicidir. Yerin altında
geçen on iki gün, inanılmaz hayatta kalma mücadelesi, itiraf edilemeyen aşkın ölümün kollarındayken
zuhur etmesi, kurtarma çabaları, Catherine’nin Etiennenin kucağında ölmesi ve nihayet on iki günün
ardından saçları beyazlamış, ölmek üzere olan Etiennenin kurtarılışı anlatılır. Etienne hastanede tedavisi
tamamlandıktan sonra işletmenin verdiği yardımı almaz. Kendisine Paris’ten bir mektup ve yol parası
gönderen Enternasyonal’de önemli yerlere gelmiş eski makine ustası arkadaşı Pluchart’ın çağrısına
uyarak arkadaşlarıyla vedalaşarak geldiği gibi Montsou’dan ayrılır. Daha büyük adam olma, devrimi
gerçekleştirme düşüncesi ve heyecanıyla.
Mükellefiyet: İki bölümden oluşun Mükellefiyet, Dilaver Paşa Nizamnamesi ile on üç ile elli yaşları
arasındaki civardaki köylülerin zorla madende çalıştırılmasını konu edinir. Bu uygulamanın ilki 1867’de
başlamış ve yirmi bir yıl sürmüştür. Belgesel roman tarzında hazırlanan eserlerin ilki olan Mükellefiyet,
tarihî bilgilerle birlikte mükellefiyetin dört yılını anlatır.
Birinci bölüm (13-181) madenden kaçan on yedi yaşındaki Ahmet’in jandarma tarafından takibi ve
sonrasında Ahmet’in kendini uçurumdan aşağıya salarak kurtuluşuyla başlar. Ardından dört yıl öncesine
dönülerek on üç yaşındaki Ahmet’in ve köylülerin hiç unutamayacakları “mükellefiyet”le tanışmaları
anlatılır. On üç ile elli yaşındaki köylülerin kanun zoruyla madende çalıştırılması, zorluklar, çavuş ve
eşkıyanın zulmü, geriye dönüşlerle Ahmet ve ailesinin geçmişi, Ahmet’e kız isteme, madendeki ilk kazı,
göçük, grizu, ölümler ve nihayetinde ikinci on iki günün sonunda köyüne giden grubun çavuşla işbirliği
içinde olan Kör Bekir adlı eşkıya tarafından çevrilmesi, maaşlarının gasbedilmesi, Ahmet’in babası Şakir
Ağa ile Selahattin’in öldürülmesi bu bölümde işlenen konulardır.
İkinci bölüm (185-258) dört yıl atlanarak on yedi yaşına gelmiş romanın başkişisi Ahmet’in artık
haksızlık karşısında duramayan öfkesine ve başkaldırışına tanıklık eder. Ahmet “kıvırcık koyun” olmayı
reddeder ve “yörük” olmanın getirisiyle önce madende kimsesiz bir kadının ırzına geçen iki jandarmayı,
sonrasında on iki yaşındaki küçük bir çocuğa tecavüze yeltenen maden çavuşu Dimitri’yi ve başkasıyla
evlendirilecek olan sözlüsü Cemile’yi kaçırmak üzere madenden kaçtığı gün kendisini yakalayan,
babasının katili eşkıya Kör Bekir’i öldürür. Tarihî bilgilerle Osmanlı’nın zor günleri, eşkıyalık, zorbalık,
imtiyazlı yabancı kömür tüccarları gibi konuları toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla işleyen roman,
jandarma çavuşundan kutulan Ahmet’in Cemile’yi kaçırmasıyla sona erer.
Göldağı: 1940-48 yılları arasında uygulanan ikinci mükellefiyeti anlatan serinin ikinci kitabı “Göl
Dağı”, üç ayrı sahne üzerinden ilerler. “1941 Eylül” başlığı altında “Ereğli-Alaplı-Kozlu-Zonguldak-
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Devrek-Gökçebey-Çaycuma-Bartın-Karabük madenci köylerinden biri veya hepsi” yazılı bilgiyle kitap
başlar. Adı geçen bölgelerde uygulanan mükellefiyet ve köylünün ortak yazgısı, buraları aynileştirmiştir.
İnsanlar artık madencidir. Bu bölgelerde doğan çocuklar yörenin kaderi olarak erkekse kazmacı, kız ise
madenci gelini olmaya doğar.
Birinci sahne kanun zoruyla çalıştırılan madencilerin anlatıldığı bölümlerdir. Anlatılanlar ilk kitapta
bahsi geçenlerin torunlarıdır. Okuyucu ilk romanın başkişisi Ahmet’in akıbetini de öğrenir ilerleyen
sayfalarda. Nitekim burada köylülerin zor yaşam koşulları, madendeki insanlık dışı uygulamalar,
ölümler, jandarma ve eşkıya zulmü, giderek artan vergiler -ilk eserde var olan vurgulamayla- kanaatkâr ve
kaderci işçilere “Allah’ım yok musun?” dedirtecek kadar dayanılmaz noktalara ulaşan zulümler anlatılır.
Bu bölümün öne çıkan ismi ilk bölümdeki Ahmet’in torunu olan genç Ahmet’tir. Nişanlısının jandarma
zorundan dolayı nehre atıp kendisini öldürmesinden sonra isyan eder ve dağlara çıkar. Halkı eşkıyadan
kurtarır. Jandarma zulmüne engel olmaya çalışır. Sonunda ise bir handayken jandarmalar tarafından
öldürülür. Fakat ağzına tükürülmeyi, itilip kakılmayı kabul etmez. Koyun olmaya, her denileni yapmaya
adeta genlerinden getirdiği bir özellikle karşı çıkar.
İkinci sahne, Zonguldak’ta memur olarak çalışan Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu, Mehmet Çelikel
Lisesinde edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde
öğrenci olan Kemal Uluser’in hayatından karelerin sunulduğu kısımlardır.
1970’e uzanan üçüncü sahne ise Kozlu ocağında çalışan –aslında yazarın ailesidir- Hasan Başçavuş ile
ailesinin anlatıldığı yerlerdir. Biyografik bilgiler içeren bu bölümün kahramanı olan Ahmet’in yaşamı
aslında yazarın çocukluk döneminden sunulan karelerdir. Yetmişli yılların Zonguldak’ı verilir. 1973
yılında meydana gelen ve çok sayıda işçinin öldüğü Kozlu göçüğünün anlatıldığı bölüm etkileyicidir.
Belli aralıklarla, 1941’den 48’e kadar düzenli ilerleyen romanın sonunda kısa özetlemelerle 1950, 55,
60, 65 yıları başlığı altında, ilgili tarihlerdeki Zonguldak ve madencilerle ilgili önemli gelişmeler verilir.
Nitekim 1965’teki ülke çapında ses getiren grev, bu bölümün esas kısmını oluşturur.
Eser, yazarın kendisi olduğu düşündüğümüz, Ahmet’in 1973’teki Kozlu Uzun Memet İlkokulunda her
yıl düzenli olarak “8 Kasım Kömür Günü” vesileyle tertip edilen tören izlenimleriyle sona erer.
2.2. Madencilerin Zorlu Yaşam Koşulları / Çaresizlikleri
“Bütün umudu, dedenin akşamdan kalan çorbanın hepsini içmemiş olmasındaydı. Ama küçük kabı
bomboş buldu, bunun üzerine, üç gündür sakladığı şehriyeyi pişirdi. Yağ yoktu, sade suya olacaktı
çorba (… ) Hiçbir şey kalmamıştı evde, ne bir dilim ekmek, ne pişirilecek bir kuru sebze, ne de bir kemik
parçası.” (G1 s.88)
1 “Germinal”, “G” şeklinde kısaltılmıştır.
177
Avrupa’daki sanayi bunalımına paralel olarak dönemin Fransa’sında işsizlik artmıştır. Germinal’de
anlatılan Montsou bölgesinde karın tokluğuna da olsa yapılacak tek iş, madenciliktir. Çaresizlik ve
yaşa(t)ma zorunluluğundan ötürü dünyanın en ağır işlerinden birini yapan madenciler, göçük, grizu
ve meslek hastalıkları gibi ciddi tehditler altında çalışır. Fakat madencilerin eline geçen üç kuruş, onları
insanca yaşatma bir yana çoğu zaman karınlarını bile doyurmaz. Aile boyu madende çalışan Maheu
ailesinin annesi, yaşadıkları fakirliğe şöyle işaret eder:
Mehmet BAŞTÜRK
Bahsi geçen eserleri bir arada değerlendirme imkânı tanıyan temel benzerlik ilişkisi, anlattıkları
madencilerin hayat hikâyelerinden doğar. Eserlerde, madencilerin zorlu yaşam koşulları, çaresizlikleri
üzerinde durulan temel konudur.
178
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Germinal’de parasızlığın getirdiği çaresizliği gösterme adına en vurucu örneklerden birisi, eserin sonunda
eşini direnişte, oğlunu ve kızını madende kaybetmiş, bir oğlu da göçükten dolayı sakat kalmış ve “Madene
ineni vururum.” diyen Maheude’nin kırk yaşından sonra otuz metelik için yerin altına inmesidir.
Köse’nin eserlerinde işçileri yerin altına indiren sebep, Germinal’dekinden farklıdır. Her ne kadar bahsi
geçen bölgede yaşayan köylülerin kıt kanaat bir yaşantısı olsa da hayvancılık ve tarımla karınlarını
doyurabilmektedir. Fakat Batı’da sanayi bunalımının yaşandığı dönemler, Osmanlı ekonomisi
için hiç de iç açıcı değildir. Gemisini yürütecek kömürü tedarik edemeyen Osmanlı, “Dilaver Paşa Nizamnamesi” ile civardaki köylüleri kanun zoruyla madenci yapar. Mükellefiyet2 uygulaması bu yörenin
insanları için İkinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü şartları gerekçe gösterilerek Cumhuriyet döneminde
tekrar uygulanır. “Bundan böyle kömür çıkaracaksınız! Her kim ki çalışamaz duruma gele, eşeğe bindirilip
köyüne gönderile!” (M3 s.58) fermanıyla maden işçisi yapılanlar, insanlık dışı bir muameleyle karşılaşır.
Madenden kaçan işçiler, eşkıya ve jandarma işbirliğiyle yakalanıp cezalandırılır, dövülür, hatta işçi lazım
olmasa oracıkta öldürülüverir. “Allahım yok musun?” dedirtecek ezalar ve güçlükler için tek kurtuluş
yolu ölümdür. (Bazıları, kendilerini de böyle ölebileceğini düşünüp ürperirken bazıları da “kutuldu”diyerek
ölüye imrenmişlerdi” M s.63) Öldükten sonra sıradanlaşan bir uygulamayla ceset torbalanıp eşeğin
sırtında köyüne gönderilir. Mükellefiyetten kurtulmak için köylüler elini kolunu keser. Kimileri de bu
yolla ölmüşlerdir. Ölene kurtuldu gözüyle bakılan madenciler, Germinal’de olduğu gibi emeklerinin
karşılığını alamaz. Çoğu zaman öğünlerini mısır unundan yapılmış kuru ekmek ve patates haşlamasıyla
geçirirler. Bu yokluk şu cümlelerden okunabilir:
“Ne bu be! Ocağa git para yok! Köye gel; aşar, ağnam! Allah’tan reva mı be!” (M s.112)
“Tarlalardan ocaklara, sefaletten mükellefiyete geliyorlardı” (GD4 s.121)
Kelle koltukta yaşayan madenciler için en büyük tehlike göçük ve grizudur. Bunlar, sürekli üretimi
artırmayı ve böylelikle kârını düşünen işletmenin iş güvenliğine dikkat etmeyişi, işçilerin dikkatsizliği
gibi çeşitli nedenlerden kaynaklanır. Göçük ve grizu5, olağan işlerdendir madende. Eserlerde bunlarla
ilgili benzer canlı sahnelere rastlanır. Germinal’de büyük grizu patlaması sonucu ortaya çıkan ve okurun
içini burkan felaketin küçük bir görüntüsü şöyledir:
“Ölüm tehlikesi içinde, insanüstü çabalar harcayarak üç saat didindikten sonra dehlize girebildiklerinde
pek acıklı bir görünümle karşılaştılar. Maden çavuşuyla işçiler gerçi ölmemişti ama sözün en gerçek
anlamıyla kavrulmuşlardı, her yanları yanık et kokuyordu; hiç durmadan uluyor, ne olur öldürün
bizi diye yalvarıyorlardı. (…) En sonunda Zachaire’nin cesetleri göründü. Giysileri yanmış, vücudu
tanınmaz hale gelmişti, kaskatı kesilip kömürleşmişti. Patlama sırasında başı uçmuştu.” (G s.506)
Mükellefiyet’te ise grizu sonrası görüntüler şöyle betimlenir:
“Üçünün de durumu ağırdı. Parmak kemikleri ve kafatasları görünüyordu. Grizu açıkta gördüğü yerleri
eritmişti. Her şeye rağmen bunlar şanslıydı. En azında yaşıyorlardı. Ekipler onları çuvala koyarken
2 Osmanlı Dönemi’nde Ereğli Kömür Havzası’nda, yerli ve yabancı sermayedarlar aracılığıyla kömür üretimi yapılmış,
ancak bunda istenen üretim hedefine ulaşılamamıştır. Bunun üzerine 1867 yılında Dilaver Paşa Nizamnamesi
uygulamaya konularak ocaklarda zorunlu çalışma denilen “mükellefiyet” uygulamasına gidilmiştir. (Geniş bilgi
için bkz: Murat Kara, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Ereğli Kömür Havzası (1829-1920)”) Bu mükellefiyet
1940-1947 yılları arasında aynı havzada ikinci defa uygulanarak köylüler maden ocaklarında zor şartlar altında
çalıştırılmıştır. (Geniş bilgi için bkz: Murat Kara, “Ereğli Kömür Havzası’nda II Mükellefiyet (Zorunlu Çalıştırma
1940-47)”
3 “Mükellefiyet”, “M” şeklinde kısaltılmıştır.
4 “Göl Dağı”, “GD” şeklinde kısaltılmıştır.
5 Grizu: “Normal sıcaklık ve basınçta kömür ocaklarında açığa çıkan ve büyük bölümü saf metandan oluşan, kolayca
tutuşabilen gaz” (Türkçe Sözlük, 2010:991)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
inlemeleri dayanılır gibi değildi. Acı haykırışları madenin duvarlarında yankılanıyordu. (…) Kırk elli
adım ileride cesetler, daha doğrusu ceset parçaları vardı. Bu işçiler grizuya ayakla yakalanmışlardı.
Bir işçi tam belinden ikiye bölünmüş, birinin kolu, birinin kafası kopmuştu. Bir işçi de bazı parçaları
eksik olarak çamur gibi duvara yapışıp kalmıştı. Kopan parçaları bulamadılar. Bulduklarını da hangi
parçanın hangi cesede ait olduğunu bilmediklerinden bir çuvala topladılar.” (M s.243)
İncelenen eserlerde göçükte kalanları diri veya ölü kurtarmak için yapılan seferberlik aynı minvaldedir:
“Negrel insanüstü bir çaba harcıyordu, hani on kolu olsa, onuyla da çalışacaktı; bütün işçiler kardeşçe
bir dayanışma içinde yardıma koşuyorlardı. Grevi çoktan unutmuş, ücret artışı falan gibi günlük
dertleri bir kenara bırakmışlardı; arkadaşları ölüm tehlikesindeyken hiçbir şey verilmese de kelle
koltukta çalışırlardı.” (G s.500)
“Durman! Vurun kazmayı” Kazmayı vuruyorlardı. “gazması olmyan eliylen eşelesin!” Kazması olmayanlar
eliyle eşeliyordu. “onları almadan köye gitmeycüz!” Onları almadan köye gitmeyeceklerdi.” (M s.166)
Doyma bilmeyen kömür madenine verilen kurbanları duyuran habercileri gören veya acı siren seslerini
işiten madenci yakınlarının özellikle anne ve gelinlerin yüreği ağzında bekleyişleri ve tepkileri de
benzerdir:
“Herkesin çok iyi tanıdığı o kara habercinin gelişi mahalleye yayılmıştı bile. Kadınlar çılgınca sokağa
fırlıyor, kimisi büyük bir sıkıntı içinde, başlarına bir şey geçirmeyi falan unutarak arabaya doğru
koşuyordu. Kısa zamanda otuzu, kırkı, elliyi buldu sayıları, hepsi aynı korku ile çılgına dönmüştü. Bir
ölü vardı demek? Kimdi acaba?” (G s. 201)
“Aynı anda Kozlu’nun birçok yerinden acı acı bağırıyordu. Siren, kara haber demekti, ölüm demekti.
Kozlu’da herkes bunu çok iyi bilirdi. İnsanlar tıpkı bir vadinin yamaçlarından akan azgın sel gibi, Kozlu
dere yatağına doğru var güçleriyle koşmaya başladılar. Yalınayaktılar. Koşarken yere düşenler oluyor,
ancak kimse dönüp onlara bakmıyordu. Kadınlar başlarından eşarplarının uçtuğunun farkında bile
değildiler. Ölümüne koşuyorlardı. Ölüme koşuyorlardı.” (GD s.240)
İnsanları koyunlaştıran ve sürü psikolojisiyle idare etmeye çalışan sistem, Köse’nin eserlerinde de sık sık
geçen “koyun” simgesiyle eleştirilir ve yukarıdaki görüntüye uygun düşen şu cümlelerle anlatılır:
“Baraka ekşi ter kokuyordu. Horultudan uyumak imkânsızdı. Duvarlar is kaplı ve karaydı. Kömür
karası. Ocak çevresi, yorganlar karaydı. İşçiler karaydı. Her şey karaydı. Kömür karası. Madenciler
yorgunluktan ölüyordu. Bitler ölmüyordu. Bitler kömür tozunda yaşıyordu. Madenciler üşüyordu.
Koyun sürüsü gibi birbirlerine sokulmuşlardı.” (M 156)
“Gündoğumu-günbatımı madende çalışıyor, akşam olunca oldukları yere sızıp kendilerinden
geçiyorlardı. Sabahları birkaç kaşık çorba, öğlen ve akşam malay ve haşlanmış patates yüzünden iyice
zayıf düşmüşlerdi. Gözler, kara bir çukurdaydı. El ve yüz kuruyup çatlamıştı. Çatlaklara işleyen kömür
179
“İnsanlar sabahın sisinde o karanlık yollar boyunca kesimevine götürülen koyunlar gibi, başları önde,
ayaklarını sürüye sürüye akıp gidiyorlardı, incecik giysiler içinde titreşiyor, ellerini koltuklarının altına
kıstırıp kalçalarını kıvıra kıvıra, omuzlarını büzerek yürüyor, gömlekle ceket arasına sıkıştırılmış azıklar
sırtlarını kamburlaştırıyordu. Ve toplu halde, çevrelerine bakmadan, gülümsemeden, konuşmadan
madene dönen bu karaltıların dişlerini sıktıkları, yüreklerinin kinle dolu olduğu, sırf karın doyurmak
için boyun eğdikleri seziliyordu.” (G s.538)
Mehmet BAŞTÜRK
Her üç eserde madencilerin zorlu yaşam koşulları “koyun” benzetmesiyle birlikte anlatılır. Fakat bu
sözdinlerlik, kadere teslim olmuş uysallık çaresizlikten gelmektedir. Zola bunu şöyle betimler:
karası derin bir yara gibiydi. Tırnakların kenarları ziftleşmişti. Üşüyüp ellerini oğuşturduklarında, paslı
teneke sürtünmesi gibi bir ses çıkıyordu. Burun ve kulak deliklerindeki tüyler sırıtıyordu. Terle yoğrulup
çamurlaşan kömür tozu, boğazlarına geçirilmiş bir ip gibiydi. Gözlerin feri kaçmış, vücutlar kambur,
eğikti, büküktü. Haraeketler yavaş ve cansızdı. Vücutlar, kerpiçleri sökülmüş, direkleri kırılmış, ayakta
zar zor duran eski evler gibiydi. Her zaman tek sıra gidiyorlardı. Tek sıra. Tıpkı koyunları gibi!” (M s.163)
Madende çalışan çocuk işçilerin dramı da ortaktır. Oyun oynamak yerine madenin eksi bilmem kaçında
küçük ciğerlerini kömür tozlarıyla doldururlar:
“On iki on üç yaşlarındaki bu veletler korkunç küfürlerle sesleniyorlardı birbirlerine, vagon göndereceğiniz
zaman işittirebilmek için daha hızlı bağırmanız gerekiyordu. Vagonlardan biri boşaltılıp hazır edilince,
aşağıdaki oğlan sesleniyor, tumbacı kız yüklü vagonu hızla kaptırıyor, yukarıdaki oğlan freni açtı mı,
dolu vagonun ağırlığı boş olanı yukarı çıkarıyordu.” (G s.43)
180
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
“Bitkin, umutsuz, çaresiz duruşlarıyla, tedavisi imkansız ölümcül bir hasta gibiydiler. On üç, on dört
yaşındaki katırcı çocuklarda bile çocukluk tavırları görünmüyordu.” (M s.83)
“Kömür tozları solunum yoluyla uzun süre yutulunca akciğerler görevini yapamaz hale geliyordu.
Çocuk işçilerde ise Pnömokonyozun yanı sıra kömür isinden kaynaklanan Scrotum kanserleri ortaya
çıkıyordu madencilere göre tüm hastalıkların adı aynıydı. Hepsi meslek hastalığıydı.” (M s.237)
Çocukluğunu ve gençliğini yaşayamadan ihtiyarlayan gençler, umutsuzca ölümü çağırmaktadır:
“Bitmeyecek miydi artık şu Tanrı’nın cezası dertli ömür?” (G s. 450)
“Ben dayanamayon! Ocakta direkle üsdüme geliya’ direkle bennen gonuşuya’ canım çıkıvese deyon,
çıkmaya! Üsdüme ocak göçüvese deyon, göçmeya! Allahım duymayon mu! Allahım nerdesin!” (M s.159)
Germinal’de genel olarak işçilerin içinde bulunduğu durumu ve onlara nasıl bakıldığını şu ifadelerden
anlamak mümkündür:
“Bir yiyip bin şükredelim arkadaş, elin oğlu anamızı belleyen şu işi bile bulamıyor.” (G s.27)
“… bir davar sürüsü bir yere tıkılıyordu sanki.” (G s.32)
“Açgözlü kuyu, o günkü payını, yani aşağı yukarı yedi yüz işçiyi yutmuştu; işçiler şu anda o kocaman
karınca yuvasında koşuşuyor, toprağı dört bir yanından kazıyor, kurtların yiyip bitirdiği tahtalar gibi
delik deşik ediyorlardı.” (G s.37)
“Ve onlar bu köstebek yuvasında, toprağın yüzlerce metre altında, ciğerleri havasızlıktan yanıp, tutuşa
tutuşa kazma sallıyorlardı.” (G s.51)
“Gün ışığında, yüzleri balçıkla sıvanmış zencilere benziyorlardı.” (G s.67)
“… altı yüz metre aşağısında, gece gündüz kayaları oyan insan-böcekler bulunurdu.” (G s.67)
“… hepsi bu demir cenderenin verdiği sıkıntı içinde oflayıp puflamaya başlıyordu” (G s.173)
“Artık ne veresiye alacak bir yer, ne satacak çanak çömlek kalmıştı, bir köşeye çekilip uyuz köpekler gibi
can vermekten başka çare yoktu.” (G s.263)
“Kansızlık, sıraca, kara bronşit, insanın soluğunu kesen astım, bacakları kötürüm eden romatizma. Bu
zavallı insanlar makinelerde öğütülüyor, hayvan sürüleri gibi daracık evlere tıkılıyor, büyük işletmeler
tarafından sömürülüyor, kölelik kitabına uyduruluyor, emekçi yığınları, milyonlarca kol ve kafa asker
gibi çalıştırılıyordu.” (G s.302)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Ancak sokağa atılmış köpek gibi …” (G s.438)
“… uyuz köpek gibi çamurlar içinde yuvarlanmaktan…” (G s.450)
“Koyun sürüsü madene dönecek demektir.” (G s.472)
“Artık her şey bitmişti, kovuğunda çöreklenip yatan, insan etiyle beslenen canavarın derin ve ürkünç
sesi duyulmaz olmuştu” (G s.496)
“… yeraltı mahpuslarının verdiği o hafif, ama belirgin işaret duyulmaz olmuştu.” (G s.507)
“… o günkü insan eti payını yutmakta olan canavar yine karşısındaydı işte” (G s.539) “… öç almak için
yanıp tutuşan, kapkara bir insan ordusu boy atıyordu.” (G s.550)
Benzer tablo ve söylemlere Mükellefiyet ve Göl Dağı’nda rastlarız:
“Bakışlarındaki soğukluk ve küçümseme öylesine belliydi ki sanki karşısında böcekler vardı.” (M s.55)
“Azarlanan, horlanan, dövülen, sövülen bu insanların yüreklerine sürekli korku yükleniyordu. Ereğli’nin
on dört kariyesindeki köylülerden sanki yeni bir insan türü yaratılıyordu.” (M s.73)
“Garanuk’da ocağa giriyoz. Garanuk’ta çıkıyoz. Allahın verdüğü güneşi bile göremeyoz” (M s.78)
“Ağzından köpükler saçarak hakaret ediyordu; Nankörler! Uyuşuklarrrr!” (M s.99) “Koyun gibi tek sıra
anladınız mı?” (M s.153)
“Sanki bir hayvan ölüsü görmüşçesine yüzlerini ekşitiyorlardı” (M s.164)
“… koyunlar gibi birbirlerine sokuldular.” (GD s.16)
“Zayıf, çelimsizdiler. Kapkara elbiseleri ıslaktı, yağlı kara gibiydi. Dudakları et kırmızısı, dişleri
bembeyazdı. İnsandan çok, masalların korkunç yaratıklarına benziyorlardı.” (GD s.38)
“Katır ölürese katırcı kesin ceza alırdı. Madenci ölürse, hiçkimse ceza almazdı.” (GD s.39)
“Biz yesir müyüz be!” (GD s.40) “Kapkara kuyu, kafesi, içindeki işçilerle yutmuştu.” (GD s.123)
Anlaşılacağı üzere eserlerde işlenen işçiler, benzer bir söylemle6 yerin altında yaşayan köstebek, karınca
ve böceklere benzetilmiştir. Onlar adeta insanlıktan çıkmış, korkunç masal yaratıklarına dönüşmüştür.
Bu zavallı yaratıkları çalıştıran ve onları köleleştiren sistem, onlara madende çalışan katır veya at kadar
dahi önem vermez. Çaresizce ölümü bekleyen madenciler çocuk ve genç olmadan ihtiyarlamakta ve
emekliliğini göremeden genç yaşta ama yaşlı olarak ölmektedir. Az da olsa emekliliği elde edenler için
ise ciğerlerinde birikmiş kömür tozlarından dolayı yerin altını aratmayan acı bir yaşam vardır:
181
“O sırada, korkunç bir öksürük nöbetine tutulmuştu. Bonnemort öksüreyim derken bağırsaklarını
tükürecekti sanki; sonunda, koyu kara bir balgam tükürdü kül dolu tabağa. Kül ıslandı, kapkara bir
toprak oluşturdu, maden ocağındaki bütün kömürü yutmuş, şimdi gırtlağından söküp çıkarıyordu
sanki.” (G s.510)
Mehmet BAŞTÜRK
“Kaç can aldı bu ocak! Kaç can!” Doymadı! Doymadı, gitti!” (s.130) “Bunlar direk değil! İnsan!” (GD
s.149)
6
Bu söylemlerden kimileri “bir tür kapalı-anlatım, kapalı-sezdirim yolu” (Aktulum, 2007:111)olarak tanımlanan
kapalı metinlerarası ilişkilerden “anıştırma” kapsamında değerlendirilebilir.
2.3. Sınıf Farklılığı (İşçi-Burjuva / İşçi(Köylü)- Mütegallibe)
Eserlerde önemli müşterek temalardan biri de işçiler ve onları bir şekilde sindiren, ezen, sömüren,
onların sırtından beslenenler ile iki uç arasındaki çatışmadır. Germinal’de Zola, toplumcu gerçekçi
bir bakışla sermaye sahibi veya üretim araçlarını elinde bulunduranların rahat içerisinde, çalışmadan
daha fazla kazanma hırsını eleştirirken bu sınıfın köleleştirdiği işçi sınıfının insanlık dışı yaşamını
verir. İşletme sahipleri, hissedarlar, müdür, mühendis, jandarma, işçi başı, bakkal ve benzerleri işçiyi
köleleştiren sistemin parçalarıdır.
182
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Germinal’de keskin olarak işçi-burjuva (çevirmenin tercihiyle kentsoylu) karşıtlığı vurgulanır. Evleri,
yemek sofraları, içkileri, kıyafetleri, ilişkileri, dertleri, hayalleri birbirinden tamamen farklı olan bu
insanlar, aynı mekânda bambaşka hayatlar sürdürürler. Bir yanda kuru ekmek bulamayan insanlar öte
yanda şehirden balık, çörek vs. getirip keyif çatanlar:
(Hannebeauların çiftliği) “bahçe kapısından evin önüne dek uzanan, iki yanına ıhlamur ağaçları
dikilmiş anayolu ve kışın çırılçıplak soyduğu meyve sebze bahçeleriyle uykuda gibiydi. Sımsıkı kapalı
pencereleri içerinin sıcacık havasıyla buğulanmış evde en küçük bir kırpıntı yoktu, bu dinginlikte ev
sahiplerinin sürdüğü akıllı sulu yaşamı, yumuşacık döşekleri, her şeyi tamam ama gösterişsiz sofraları
yansıtan bir saflık ve rahatlık, babacan bir hava vardı.” (G s.351)
“Kadınlar mutfağı keşfetmişti, kokusu boş mideleri kazındıran o güzelim sofralara, nar gibi kızarmış
sülünlere küfürler yağdırıyorlardı. Ah pis kentsoylular, ah! Öyle çok mantar yedirip, şampanya
içireceklerdi ki onlara, sonunda çat diye çatlayacaklardı! Ekmek! Ekme! Ekmek!” (G s.369)
Mükellefiyet’te işçilerin çalıştığı ocak, Osmanlı’ya aittir. Fakat bu ocakların işletilmesi çoğu Rum
ve Sırp olan kömür tüccarlarına devredilmiştir. Göl Dağı’nda ise devletin işletmesi olan EKİ (Ereğli
Kömür İşletmesi) tarafından idare edilir. Fakat ne olursa olsun tarlada çalışan, yabanda hayvan otlatan
köylüleri zorla maden işçisi yapanlar, onları sömürmektedir. Romanlarda anlatılan Fransa ile Osmanlı
ve Türkiye Cumhuriyeti’nin toplum yapısı farklı olduğu için eserlerde işlenen sosyal sınıf yapısı bire
bir örtüşmez. Ancak benzer bir şeklide iki uç vardır: İşçiler-işçileri sömürenler. Emeğini, sağlığını,
ailesini, çocukluğunu, gençliğini, hayallerini vs. Kösenin eserlerinde işçi-burjuva çatışmasından ziyade
işçi/köylü-mütegallibe karşıtlığı egemendir. Köylülere istemedikleri bir yaşamı zorla dayatan, onların
iradesini ve kişiliğini yok sayan bu yapı sopa zoruyla onları hizaya getirmeye çalışır:
“Çavuş, jandarma, ocak çavuşları; Dimitri, Hristo, Simon, Panayot, mevki sorumlusu Nikola, ocaktaki
göçük, ezilip tozlaşan kömür, kırılan direk, ölen katır… Hepsi korkulacak şeylerdi. Korkulması gereken
şeylerdi. Yaratılışta Tanrı’nın vermediği korku, sopa zoruyla beyinlerine yükleniyordu.” (M s.75)
Köse’nin eserlerinde yetkisini kötüye kullanan mütegallibenin önde geleni işçilerin denetlenmesiyle
sorumlu jandarma çavuşudur. Sonrasında çoğu Sırp ve Rum olan maden çavuşları, eşkıyalar, Osmanlı
döneminde mültezimler, Cumhuriyet döneminde vergi memurları, devletin işletmesi EKİ ve diğer
bürokratlar.
Mükellefiyeti baskı ve türlü işkencelerle uygulayan jandarma çavuşu, her iki mükellefiyet uygulamasında
da baş mimardır. Köyden işçileri toplar. Onları korkutur, sindirir. Madene yeni girecek olanları bu
korkuyu aşılamak için yaşı kaça olursa olsun ilk gün koyun gibi tek sıraya dizer, ağızlarına tükürür
ve zorla tükürüğünü yutturur. Kanun zoruyla kömür kazacaklarını söyler. Kaçanları yakalar. Falakaya
yatırır. Ek çalışma cezası verir. Eğer yakalayamazsa eşini, annesini, kız kardeşini teslim oluncaya kadar
hapseder. Kimi zaman bunların namusuna göz diker. “Cenderme lafı duyulur duyulmaz köyde bir telaş
başladı. Sanki, aniden bir yangın çıkmış da evler, samanlıklar tutuşmuştu” (GD s.7) gibi ifadeler civarda
yaşayanlar için jandarma algısını gösterir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Kösenin eserlerinde çoğu Sırp ve Rum olan maden çavuşlarıyla madenciler arasındaki görüntü sınıf
farklılığı adına dikkat çekicidir. Kanun zoruyla bunlara “yabancı” gözüyle bakılması yasaklanmıştır.
Fakat bunlar bölgenin gerçek sahibi olan köylülere eziyet eder. Onları ite kaka çalıştırır. Durduk yere
ceza keser. Çocukların ırzına göz koyar. Madenciler üç kuruş kazanırken onlar madencilerin sırtından
kat be kat fazlasını kazanır. Yetmez pavyon işletir, bakkal açar. Bu yolla da işçileri sömürür. Sanki oraların
yegâne efendisi onlardır. Zaman zaman onların varlığı jandarma ve kanuna rağmen sorgulanır:
“ ‘Az eveli bunların adını saydın ya! Bi ta say bakam!’ ‘Dimitri, Hristo, Simon, Panayat, Nikola.’ Recep, hiç
bir şey anlamamıştı. Ahmet: ‘Bi de ocaktakileri say.’ ‘Ercep, Şaban, Irmazan, Ehmed, Memed.” (M s.149)
Köylülerin, işçilerin canına ve malına kasteden eşkıyalar, Osmanlı yönetiminin zayıflamasıyla toplumu
tehdit eder hale gelmiştir ve Mükellefiyet’te şöyle anlatılır: “Kafası sarıklı, saçı sakalı birbirine karışmış
ve vücutları omuzlarından aşağıya çaprazlama fişeklik bağlı bu adamlar bölgeyi kasıp kavuran eşkıyanın
yalnızca bir bölümüydü. Köy basan, hayvan çalan, samanlık yıkan, bazen kadın ve kızları dağa kaldıran
eşkıyanın sayısı son dönemde artmıştı.” (M s.108)
Dönemin mütegallibe sınıfının bir ayağı da iltizam sistemin güçlendirdiği toprak ağalarıdır. “İltizam
rejimi ve miri arazinin icare-i muaccele biçimindeki toprak ağalarına kiraya verilmesi onları güçlendirmiş
ve böylelerinin köylü üzerindeki sömürüsü artmıştı.” (Ortaylı, 2003:214) Böylelikle devlet ve köylüyle
olan ilişkileri tam olarak tarif edilmeyen “büyük toprak sahipleri devleti dolandıran ve köylüyü ezen bir
zümre” (M s.112) olarak eserde yerini alır. Aynı zamanda maden işçileri olan köylüler için Cumhuriyet
dönemindeki İkinci Dünya Savaşı’na denk gelen mükellefiyet uygulamasında jandarma zoruyla
toplanan ağır vergiler, Osmanlı’nın son dönemlerindeki vergi zulmünü hatırlatır: “Tarla köylünündü.
Köylü kendisi ekip biçiyordu. Bir yıllık çiftçiliğin sonunda, dağ bayır araziden zaten kıt kanaat yetecek
kadar buğday çıkıyor, onun da yarısını jandarma alıp gidiyordu. Jandarma harmanda beklerken insan
kendisini hırsız gibi hissediyordu.” (GD s.199)
Köse’nin eserlerinde, yetkilerini kötüye kullanan idarecilerin, devletlilerin zorba ve ikiyüzlü tavrı,
köylülerin tepkisini çeker:
“Bi de, köylü milletin efendisi demezle mi!” (GD s.51)
“Paşa, masanın baş kısmına oturup oğlunu yanuna aldı. Diğerleri de oturunca servis başladı. Kızgın ateşte
nar gibi kızarmış kuzular, bulgur pilavı, bakır taslar dolusu ayran ile marul ve yeşil soğandan oluşan sofra
oldukça zengindi. Ayrıca koca bir tepsi dolusu mevsim meyvesi Paşa’nın önündeydi. Yamaklar kestikleri
kuzu butlarını birer tabak içinde Dilaver Paşa ve Paşazadenin önüne koydular.” (M s.88)
183
“İşletme bu yeni evleri yalnız maden çavuşlarına verdiğinden işçiler buraya İpek Çorap Mahallesi adını
takmışlardı; kendi mahallelerineyse, yoksulluğunu alaya alan temiz yürekli çocuklar gibi, Anadan
Doğma Borçlular Mahallesi diyorlardı.” (G s.99) “Beni bağışlayacağınız umarım dedi, sizlere bugün
istiridye yedirmek istiyordum… Bilirsiniz, her pazartesi Marchiennes’e yeni mal gelir, aşçı kadını
arabayla göndermeyi tasarlamıştım… Ama sonra taşa tutarlar diye gitmek istemedi kadın…” (G
s.212) “Onun bu şiddetli çıkışyla eğlendiler, sıra tatlıya geldiğinde işçi direniş unutulmuştu. elmalı
pasta çoşkun övgülerle karşılandı. sonra hanımlar, doğrusu gerçekten pek nefis olan ananaslı kremanın
tarifne daldılar. Son olarak sofraya getirilen üzüm ve armutlar bu tantanalı yemeğin verdiği gevşekliği
tamamladı. Tatlı bir uyuşukluk çökmüştü hepsine, hep bir ağızdan konuşuyorlardı, o arada uşak da pek
sıradan buldukları şampanyanın yerine Rhin şarabı dolduruyordu kadehlere.” (G s.219-220)
Mehmet BAŞTÜRK
Eserlerin kurgusunda görülen bir diğer benzerlik fakir, zor durumda olan madencilerle aynı kasabada,
şehirde bulunmasına rağmen halktan izole, sınırlı bir alanda lüks yapılar içinde yaşayan hissedarlar veya
yöneticilerin paralel anlatılmasıdır:
Göl Dağı’nda yıllarca Zonguldak madeninde mühendis olarak çalışmış Mösyö Blaco’nun evi şöyle
betimlenir: “Bir tepeye kurulmuş, yemyeşil bir alan içinde çevresi güllerle donatılmış, bu şatafatlı evin
hizmetinde birçok insan vardı. İşçiler ve çevredeki gecekonduda oturanlar bu eve bakarken imrenir,
kıskanırlardı. Madam Blaco, giyimi ve yaşam tarzıyla çok farklıydı. Özellikle halkın yiyecek ekmeği bile
bulamadığı zamanda yaptığı süt banyosu en büyük merak konusuydu.” (GD s.219) Yine madende çalışan
idareci ve mühendislerin kaldığı tenis kortları dâhil lüks yapıların bulunduğu Fener mahallesi ile işçilerin
yaşadığı gecekondu mahallesi bu karşıtlığı gözler önüne serer.
184
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Mükellefiyet’te madende çalışan on iki on iç yaşındaki kararmış çocuklarla aynı sahnede anlatılan
Dilaver Paşa’nın çocuğu Salih Hulusi’ni betimlenmesi sosyal sınıf farklılığını göstermesi açısından
dikkat çekicidir. Yaşıtı olan ayağı yalın, perişan, karınca gibi çalışan çocukları gören Salih Hulusi,
bunları “köle” zanneder. Madenci çocuklardaki Salih Hulusi izlenimi ise şöyledir: “Aslında Salih Hulusi
kıyafetinin tesirinden kurtulamamıştı. Kendisinin bayramlarda özenerek giydiği urbalar bile bu kadar
güzel değildi. Hayatında ilk kez böyle bir ceket ve çarık görüyordu. Yakası işlemeli gömlek, masallarda
anlatılan ipekten olmalıydı. Kaftanın omuzlardan başlayan simli deseni, bir yılan gibi kıvrılarak diz üstüne
kadar iniyordu.” (M s.90) Bu kıyafet karşılaştırması Germinal’de kentsoyluların kızı Cecile ile madenci
çocukları aracılığıyla verilir.
Germinal’de sınıf bilincine erememiş şuursuz işçiler eleştirilir. Zachure, Pierron, Chaval gibi kimseler
içinde yaşadıkları sömürü düzenini önemsemez. Ya işi şakaya, sarhoşluğu vurup insanlıklarını unutur ya
da kan emici kentsoylularla işbirliği yaparak kendi sınıflarına ihanet ederler. (“Onlara neydi direnişten?
İş miş olmadığına göre, keyiflerine bakabilirlerdi!”G s.277 “Pierron’a işletme köpeği, satılık herif diye
bağırdılar, alçaklıklarına karşılık olarak aldığı yağlı kemikleri kemirebilmek için hep eve kapandığının
söylediler.” G s.407)
Köse’nin eserlerinde ise özellikle Ahmet aracılığıyla yapılan her zulme korkudan ses çıkarmayan, koyun
gibi kaderine rıza gösterenler eleştirilir:
“Ayı gelsin, sus! Paramızı çalsınlar sus’ Sövsünle sus! Biz insan değil müyüz?” (M s.225)
Germinal’in sonlarında akli dengesini yitirmiş, kırk yılı aşkın kömürde çalışan Bonnemort Baba’nın,
evlerine yardım için gelmiş olan hissedarlardan birinin kızı olan Cecile’yi öldürmesi manidardır. Zira
aslında iki sınıfın en masum, apolitik temsilcisi olan bu insanlar, sınıflar arasındaki uçurumun toplumda
bir öfke nöbetine dönüşeceği ve bu atmosferin de herkesi boğabileceğini göstermektedir:
“Kızın pamuk gibi boynu karşısında adamcağızın, çıldırdığına, karşı konmaz bir öldürme etkisine
kapıldığına karar vermek zorunda kaldılar. Yıllarca, hiç düşünmeden, ancak söyleneni yaparak yaşamış
olan bu sessiz ve kötürüm ihtiyarın böyle bir saldırganlığa kalkışabilmiş olmasına herkes şaştı. Kendisinin
bile bilmediği, yılların biriktirdiği korkunç hınç, bir anda beynine vurmuştu besbelli.” (G s.513)
Anlaşılacağı üzere eserlerde ortak bir kurguyla işçiler ve onların emeğini sömürenlerin durumu paralel
olarak verilir. Germinal’de sosyal sınıf farklılığı işçi-burjuva üzerine kurulurken Mükellefiyet ve Göl
Dağı’nda ise işçi/köylü-mütegallibe kutupluluğunda işlenir
2.4. İsyan / Grev
Konu ve konuyu ele alma tarzının beraberinde getirdiği bir diğer temel benzerlik maden isçilerinin
bilinçlenmesi, “koyun olmayı” reddedip var olan sömürü düzenine, insanlık dışı muameleye
başkaldırmasıdır. İşçiler önce bilinçlenir ve sonrasında kendilerine sunulan insanlık dışı düzeni kabul
etmezler. İstekleri yerine getirilmeyen, yıllarca koyun gibi güdülen, üstünler sınıfının insan saymadığı
maden işçilerinin isyanı, “işçilerin örgütlü olarak işverenden kaynaklanan hoşnutsuzluğu ifade etmek ya
da herhangi bir talebi zorlamak adına işi topluca bırakmaları ve üretimi tamamen durdurmaları veya
önemli ölçüde aksatmaları” (Kümbül Güler, 2012:113) olarak tanımlanan grev şeklinde tezahür eder.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
İşçilerin artık eskisi gibi olmadığı, okuyup bilgilendiği, tecrübesinin arttığı ve köleliği kabul etmeyeceği,
sonunda adaletin sağlayıcısı olacağı, Germinal’de Etienne’in ağzından şu şekilde ifade edilir:
“Yakında her şey değişecekti, çünkü işçi artık düşünmeye başlamıştı. Büyükbabanın zamanında kömür
işçisi bir mağara adamı gibi ömrünü madende geçiriyor, yeryüzünde olup bitenlere gözünü kulağını
kapatıyordu. Onun için de zenginler aralarında anlaşıyor, işçiyi diledikleri gibi alıp satıyor, iliğini
kemiğini sömürüyorlardı; işçiyse bunun farkına bile varmıyordu. Ama şimdi artık emekçi de uyanıyor,
toprağın derinliklerinde kıpırdayan bir tohum gibi baş veriyordu; bir sabah bir de bakacaklardı ki,
tarlalardan birinin ortasında bitivermiş: Evet, evet, yerden insan fışkıracak ve bu işçi ordusu hakkı
adaleti yerine getirecekti.” (G s.173)
Germinal’de grevin öncüsü Etienne’dir. Etienne’yi etkileyen iki önemli isim vardır. Bunlar, işçi
devrimini gerçekleştirmek isteyen Enternasyonal temsilci Pluchart ve devrimin anarşist bir yolla
gerçekleşebileceğine inanan makinist Suvarin’dir. O, Suvarin’in aşırılığını benimsemez. İşçilerin birlik
ve kararlılığıyla, kan dökmeden işletmeyi hizaya getireceğine inanır. Her ne kadar romanda tipik bir
“olumlu kahraman” olarak sunulmasa da grevdeki işçilerin önderidir.
İşçiler aslında greve gitmek istemez. Zira yeterli donanımları yoktur. Fakat işletmenin sanayi bunalımını
da bahane göstererek işçilerin aleyhine yaptığı uygulamalar, grevi zorunluluk haline getirir.
Etienne, önce grevin başarıya ulaşabilmesi için “yardım sandığı”nın kurulmasını sağlar. Fakat bu yol
isabetli olsa da sandıkta çok az para birikmiş olması, umulan sonucu doğurmaz. Yine Enternasyonalden
gelen yardım da tez elden tükenmiş ve devamı gelmemiştir. Bunlar grevdeki işçileri açlığa ve nihayetinde
yeniden yerin altına inmeye mahkûm bırakmıştır.
Köse’nin eserlerinde başkaldırı ve isyan, öncelikle mükellefiyet döneminde işçilere kan kusturan
jandarma çavuşu, maden çavuşları ve eşkıyaya karşıdır. Bu isyanın temsilcisi, birey olma bilincine ererek
koyun olmayı reddeden Ahmet’tir. “Ayı gelsin, sus! Paramızı çalsınlar sus’ Sövsünle sus! Biz insan değil
müyüz?” (M s.225) diyen Ahmet, işçi arkadaşlarının Etieene’si sayılabilir. Kendilerine hakaret eden
maden çavuşlarına karşı çıkar. Cevap verir. “Kıvırcık koyun”7 diye seslenenlere “Gıvırcık sensin. Ben
yörüğüm’ Yörük!” (M s.232) diyerek tepkisini dile getirir.
7
Zonguldak yöresinde köylerde yaşayan ve bu bölgenin yerlisi kabul edilen ahaliyi genellikle “kıvırcık” olarak
tanımlarlar. Ne anlama geldiği ve ne zamandan beri söylenegeldiğiyle ilgili farklı rivayetler vardır.
185
Jandarma kontrolündeki açlığın kol gezdiği Montsou’daki bir aylık sessiz bekleyiş, işletmenin Belçika’dan
getirdiği işçilerin ocağa inmesiyle son bulur. İşçiler ocağa inmek ve çalışmayı durdurmak ister. Onlara
engel olmaya çalışan jandarmayla işçiler arasında çıkan itiş kakış, birden silahların patlaması ve birkaç
işçinin ölmesine neden olur. Bu olay hem işçiler hem de işveren için şok etkisi yapar. Fransız askerleri,
Fransız işçilerini öldürmüştür. (Kazak mıyız biz be! Fransızlara ateş açılmaz, dinine yandığımın! G s.448)
Olay ulusal basına yansır. Devlet işletmeden grevin sonlandırılmasını ve olayın daha da büyümeden
bitirilmesini ister. İşletmenin ücret politikasında iyileştirmeye gideceğini taahhüt etmesi, artık yokluğa
tahammülü kalmayan işçileri madene indirtir ve grev sonlanır.
Mehmet BAŞTÜRK
İki aylık direniş, hem işçiler hem de işveren için zarar verici boyutlara ulaşır. İşçiler için bıçak kemiğe
dayanmıştır. Günlerce aç kalan işçiler, öfke ve kinle dolmuş, patlamak üzeredir. Nihayet yaklaşık üç
bin işçi, bir sabah civarda çalışan maden ocaklarını tahrip eder. Ardından “ekmek, ekmek, ekmek”
sesleriyle önce müdürün evini basmak ister. Hissedarlardan Gregorilerin kızı, linç edilmekten son anda
kurtulur. Fakat kurban isteyen ve artık yönetilemeyen kalabalık, mahallenin asalak bakkalına yönelir.
Korkusundan binanın çatısına çıkan Maigrat, buradan düşerek ölür. Öfkesini yenemeyen kalabalık,
Maigrat’ın erkeklik organını sopanın ucunda bir bayrak gibi dolaştırır. Bu toplumsal öfke jandarmanın
gelmesiyle dağılır.
Her zulme itaat ederek insanlıktan çıkan işçilerin bir şekilde buna karşı koymaları gerektiğini düşünen
Ahmet, şartların itmesi ve mizacının gereğiyle önce madende bir kadına tecavüz eden iki jandarmayı
ardından bir çocuğa tecavüze yeltenen maden çavuşu Dimitri’yi öldürür. Romanın sonunda madenden
kaçan Ahmet, eşkıya Kör Bekir’i de öldürerek babasının intikamını alır ve halk için bir kan emiciyi
daha ortadan kaldırır. “Ruhunun derinliklerinde kopan büyük fırtına, adaletsizliğe karşı doymak bilmeyen
isyan özlemi”dir (M s.239) onu harekete geçiren.
186
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Serinin ikinci kitabında isyanın temsilcisi, ilk kitaptaki Ahmet’in torunudur. Dedesinin hem ismini
hem de haksızlığa karşı çıkma cesaretini alan Ahmet, pavyon amirinin sopalı işkencesine başkaldırıp
madenden dağlara kaçar. At sırtında saklanarak geçen zamanda köylüleri eşkıyanın elinden kurtarır.
Madencinin düşmanı olan “Fehmi Çavuş’u bir kadını döverken öldürür. Fakat genele yayılamayan bu
baş kaldırı, Ahmet’in jandarmalar tarafından öldürülmesiyle son bulur.
Belgesel roman olan Göl Dağı, Zonguldak’ta geçmişten günümüze yaşanan grevlere değindikten sonra
10-12 Mart 1965 grevlerini konu edinir. EKİ’nin çalışma ve ücretlendirmede adeta bir kast sistemini
uygulayıp eksi altı yüz metrede çalışan işçilere üç kuruş verip yerin üstünde terlemeden ve kararmadan
çalışan idarecilere bol kepçe dağıttığı para ve yeni prim uygulaması, zaten epeydir kaşlarını çatmış, diş ve
yumruklarını sıkmış olan işçileri çileden çıkarır ve Karadon’da işçiler, birinci vardiyada işçi pavyonlarıyla
ocakları birbirine bağlayan tek köprüyü keserek grevi başlatır. Grev aynen Germinal’de olduğu gibi bir
zorunluluk olarak başlatılmıştır. Zira işçi, yetkili ve güçlü olan “İşletme Müdürü, Vali, Jandarma, Temsilci
Sendikası” bloğu karşısında kıskaca alınmıştır. Ciddiye alınmadığını ve sömürüldüğünü düşünür.
Karadon’da başlayan grev Kilimli ve Kozlu ocaklarına da yayılır. Patlama noktasına gelen işçilerin öfkesi
zaman zaman kontrol edilemez. Birkaç mühendis yaralanır. İşletme binasına saldırılmak istenir. Madene
girmek isteyen diğer işçilere mani olunur. Ve bir işçi kendilerini ikna edemeyince tehdit etmeye başlayan
devletin valisine tokat atar. Jandarmalar hemen tokat atan işçiyi yakalar. Arkadaşların götürülmesiyle
iyice gerilen sinirler boşalır ve işçiler jandarmaya tıpkı Germinal’de olduğu gibi taş atmaya başlarlar.
Ve jandarmadan çıkan ateş sebebiyle iki işçi hayatını kaybeder. “Mehmetçik, Mehmet”i (GD s.272)
öldürünce isyan, iyice alevlenir. Linç edilmek istenen iki mühendis işçilerin elinden zor kurtulur:
“Gecenin karanlığında bağırarak, sert adımlarla dispansere doğru yürüdüler. Gözler, sabit bir noktaya
kilitlenmişti. Yumruklar sıkılmıştı. Hepsi de yırtıcı bir avcıydı. Avlanacaklardı. Av arıyorlardı. Asker,
işletme müdür, mühendis, sendikacı fark etmezdi.” (GD s.273)
Bu öfke seli karşısında Bolu’dan askerî birlikler gelir, sıkıyönetim ilan edilir. Şehrin üstünde jetler uçurulur
ve dönemin İçişleri Bakanı İsmail Akdoğan’ın şehre gelip işçileri telkin etmesiyle grev sonlandırılır.
Tahkikat yapılır. Elebaşı olan işçilerin işlerine son verilir. Ölenlere de ağıtlar yakılır. Yazar, roman boyunca
kullandığı farklı metinlere burada da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Zonguldak Ağıdı”nı ekler:
“Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin / Ellerin, yeraltında yitmiş, kocaman ellerin / Yıllarca çalışırsın
gündeliğin on lira / Açsın, susar kuyular bağıra bağıra / Ko, yamyassı ayakların balçık toprağa girsin / Kim
yürürse öldürler bilirsin” (GD s.276)
Sonuç olarak Germinal’de isyanın, grevin altında devrimci bir bilinç yatar. Etienne’nin “Elbet bunun da
bir sonu gelecek, günün birinde suyun başına biz geçeceğiz!” (s.152) inancı roman boyunca takip edilir. Her
ne kadar açlıkla boğuşan işçiler için öncelik, çalışma şartlarının iyileştirilmesi olsa da nihai hedef bir işçi
ayaklanması ve kapitalist düzenin yerle bir edilmesidir. Bu, özellikle Suvarin’in konuşmalarında görülür.
Metin Köse’de ise direniş ve grevde böyle keskin bir arka plan görülmez. Hatta yazar Göldağı’nda işçi
haklarını savunanlara hemencecik “komünist” yaftası takılmasını eleştirir. Burada aslolan sürekli üretim
miktarını düşünen işletmenin (EKİ), işçi güvenliğini arka plana atması ve emeğin gerçek sahibi olan
işçilere hak ettiği ücretin vermemesidir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Eserlerde ortak bir sahne de işçiler ve jandarma arasında yaşanan arbede ve kimi işçilerin jandarma
kurşunuyla ölmesi ve bu olayın işçiler arasında bir galeyana sebep olması ve ülke genelinde ses
getirmesidir. Her iki eserin sonu da benzer biter. Grevin sonunda ölüm olaylarının üzerine devlet
müdahale eder, işletme işçilerin ağzına bir parmak bal çalar, asayiş artırılarak direniş kırılır ve işçiler
tekrar yerin altına iner
3. Sonuç
Emile Zola’nın Germinal’i ile Metin Köse’nin Mükellefiyet ve Göl Dağı adlı eserleri karşılaştırma
yöntemiyle incelenmiştir. Çokça benzerliğin bulunduğu eserler, eklektik bir yöntemle daha çok
“madencilerin zor yaşam koşulları/çaresizliği, sınıf farklılığı, isyan/grev” başlıkları altında analitik
olarak incelenmiştir.
Romanlarda işlenen madenciler üç kuruş için hayatını riske atarak kelle koltukta çalışır veya çalıştırılır.
Kararmış ve yorulmuş bedenleriyle kurtuluş olarak ölümü bekleyen bu kahramanların çaresizlikleri,
bütün çıplaklığıyla sunulur. Germinal’de sosyal sınıf farkı işçi-burjuva ekseninde toplumcu gerçekçi
yaklaşımla ele alınmıştır. Mükellefiyet ve Göl Dağı’nda ise bu kutupluluk daha çok işçi-mütegallibe
şeklinde belirir. Emeği sömüren, üretimi gerçekleştiren işçilerin hakkını vermeyen, Germinal’de işletme
sahibi kentsoylular ve onların kullandıkları diğer araçlar iken Mükellefiyet ve Göl Dağı’nda ise devletin
resmi görevlileri veya işletme hakkını verdiği kimselerdir. Hakkını alamadığını ve adil bir bölüşümün
yapılmadığını düşünen işçilerin yürüttükleri grev ve öfke sahneleri Germinal’de kurgunun önemli bir
parçası iken Zonguldak’ta 1965’te gerçekleşen üç günlük grevin belgelerle anlatıldığı Göl Dağı’ndaki
kısım ise Zonguldak il yıllığının bir parçası gibidir.
Eserlerde yer alan, işlevi ve değeri bakımından benzer olan ögeler şu şekilde tablolaştırılarak verilebilir:
Tablo 1: Germinal ve Mükellefiyet ile Göl Dağı Arasındaki Benzer Ögeler
Etienne Lantier
Ahmet
Moheu
Şakir Ağa
Fatma Teyze
Moheude
Maden İşçileri (Kararmış Bedenler)
Maden İşçileri (Kararmış Bedenler)
Danseart (İşçi Başı)
Jandarma Çavuşu
Maden Çavuşları
Maden Çavuşları
Cecile
Salih Hulusi
Bonnemort Baba
Kara Mehmet
Çocuk İşçiler
Çocuk İşçiler
Atlar
Katırlar
Montsou Kömür İşletmesi
Ereğli Kömür İşletmesi
Enternasyonal
Maden İşçileri Sendikası
Montsou
Zonguldak
Paris
İstanbul / Ankara
İki Yüz Kırklar Mahallesi
Zonguldak Gecekondu Mahallesi
İpek Çorap Mahallesi
Fener Mahallesi
Mehmet BAŞTÜRK
Mükellefiyet / Göldağı
187
Germinal
“Germinal” İle “Mükellefiyet” ve “Göldağı” Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
188
Sanayi Bunalımı
Osmanlı’nın Dağılma Dönemi / II. Dünya Savaşı
Göçük / Grizu
Göçük / Grizu
Trajik Hayatlar
Trajik Hayatlar
Sömüren / Sömürülen
Sömüren / Sömürülen
İsyan / Grev
İsyan / Grev
Bütün Çağrışımıyla “Kara”
Bütün Çağrışımıyla “Kara”
Meslek Hastalıkları
Meslek Hastalıkları
Patates Haşlaması
Patates Haşlaması
Yapılan inceleme sonucunda, bahsi geçen eserler arasında çok sayıda benzerlik görülür. Bu benzerlik
ilişkisi “oluşumsal temas ilişkileri”nden ziyade “tipsel bağıntılar” olarak değerlendirilebilir. Metin
Köse’nin, Zola’nın Germinal’ini okuduktan yazma fikrinin oluştuğunu söylediği Mükellefiyet ile
Germinal arasında metinlerarasılık bağlamında alıntı, gönderge gibi açık ilişkiler görülmez. Bunun
yanında kapalı ilişkilerden biri olan anıştırma kapsamında değerlendirilecek ögeler bulunur. Çok sayıda
aynı işlevi gören benzer ögelerin varlığı, daha çok mekân ve konu ortaklığı ile benzer bakış açısının bir
sonucu olarak düşünülmelidir.
Kaynakça
AKTULUM, Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınevi, İstanbul 2007.
AYTAÇ, Gürsel, Genel Edebiyat Bilimi, Say Yayınları, İstanbul 2003.
DAĞLAR, Ali, “Her Kim Ki Çalışmaz Eşeğe Bindirilip Köyüne Gönderile…”, Hürriyet Pazar, 30.05.2010.
KARA, Murat, “Ereğli Kömür Havzasında İkinci Mükellefiyet (Zorunlu Çalıştırma, 1940- 1947)”, ZKÜ Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt 7, Sayı 14: 411-435, 2011.
……., Murat, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Ereğli Kömür Havzası (1829-1920)”, History Studies, Volume 5
Issue 1 Ocak/January: 223-259, 2013.
KÖSE, Metin, Mükellefiyet, Doğan Kitap, İstanbul 2010.
……..., Metin, Göl Dağı, Doğan Kitap, İstanbul 2012.
KÜMBÜL GÜLER, Burcu, “Psiko-Sosyal Boyutuyla Grev”, Çalışma ve Toplum, 2012/1, 113-146.
MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul 2003.
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul 2003.
SAKALLI, Cemal, Karşılaştırmalı Yazınbilim ve Yazınlararasılık / Sanatlarasılık Üzerine, Seçkin Yayınları, Ankara
2012.
Türkçe Sözlük, (Hazırlayan: Şükrü Haluk Akalın ve başk.), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2010.
ZOLA, Emile, Germinal, (Çeviren: Bertan ONARAN), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2013.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
REFİK ÖZDEK’İN “KENDİ MEZARINI KAZAN ADAM”
HİKÂYESİNDE CENGİZ AYTMATOV TESİRİ
INFLUENCES OF CENGİZ AYTMATOV IN THE REFİK
ÖZDEK’S “KENDİ MEZARINI KAZAN ADAM” STORY
*Ömer Faruk ATEŞ
Özet
Yazar ve şairler çeviri yaptıkları sanatçılardan gerek materyal unsurlar, gerekse anlatım teknikleri açısından
etkilenir, yapıtlarında zaman zaman benzer imge ve metaforlara yer verirler. Modern Kırgız edebiyatının
önde gelen temsilcilerinden Cengiz Aytmatov’un eserlerini Fransızca’dan tercüme eden Refik Özdek, roman
ve hikâyelerinde kullandığı anlatım teknikleri ve temalar açısından Kırgız yazarla benzerlikler gösterir.
İki yazar arasında “Tabiat sevgisi”, “Avlanmaya karşı çıkış”, “Sovyet sisteminin bazı yönlerinin eleştirisi”
gibi konularda görülen tematik benzerliğin yanında, betimlemelere fazlaca başvurma, geleneksel masal ve
mitlerden yararlanma ve benzer karakterler yaratma gibi unsurlar açısından da yakınlık vardır.
Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi, tema, hikâye kişileri ve onların tabiat ve toprak
karşısındaki tutumları açısından Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi, Toprak Ana ve Gün Olur Asra Bedel
romanlarıyla benzeşir. “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesinde yer alan kişiler, yaş, sosyal konum ve
tabiatın korunması konusunda benimsedikleri farklı tutumlar itibariyle Beyaz Gemi romanının kişilerine
benzer. Refik Özdek’in hikâyesinin başkişisi Mehmet Ağa, toprağa olan bağlılık ve toprağı “sırdaş “ olarak
görme yönüyle Toprak Ana romanının başkişisi Tolganay ile benzer bir bakış açısına sahiptir. Yapılaşmanın
tabiatın dokusunu bozması, “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi ve Gün Olur Asra Bedel romanında
benzer bir yaklaşımla ele alınır.
Bu makalede Kırgız edebiyatının önde gelen yazarı Cengiz Aytmatov’un sözü edilen romanları ile onun
eserlerini Türkçe’ye kazandıran Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi arasındaki benzerlikler,
karşılaştırmalı edebiyat disiplini çerçevesinde incelenecek ve iki yazarın eserleri tema, karakter özelliklerinin
benzerlikleri ve anlatım teknikleri açısından karşılaştırılacaktır.
Authors and poets who have translations besides literary works are influenced from authors in terms of material
elements and thecnique, and use similar image and metaphors. Refik Özdek translated Cengiz Aytmatov’s novels
and short stories from French and he was influenced from Aytmatov in terms of choosing themes and using
narration thecniques. Both of similar to using “Love of Nature”, “Against hunting”, “Critique of Soviet System”
themes, thecnique of description, benefit from traditional story and mythos.
Story namely “Kendi Mezarını Kazan Adam” similar to Cengiz Aytmatov’s Beyaz Gemi, Toprak Ana and Gün
Olur Asra Bedel novels according to theme, story person, and their behaviour about natur and clay“Kendi
* Araş. Gör., Kastamonu Üniversitesi, Çağdaş, Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü, [email protected]
189
Abstract
Ömer Faruk ATEŞ
Anahtar Kelime: Refik Özdek, Cengiz Aytmatov, tema, anlatım teknikleri, karşılaştırmalı edebiyat
Mezarını Kazan Adam” ‘s persons similar to Beyaz Gemi according to age, social status and different behaviour
about saving nature, also it similar to Toprak Ana according to see clay as a confidant. Structuring spoil the
texture of nature, “Kendi Mezarını Kazan Adam” story, and in the novel Gün Olur Asra Bedel a similar approach
is taken.
This article Kyrgyz literature a leading writer Cengiz Aytmatov mentioned novels, and her works into Turkishsaving Refik Özdek’s " Kendi Mezarını Kazan Adam" the story of the similarities between comparative literature
of the discipline in the context will be examined and two author's works themes, character traits and similarities
will be compared in terms of narrative technique.,
Keywords: Refik Özdek, Cengiz Aytmatov, theme, thecnique of narration, comparative literatüre
190
Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Cengiz Aytmatov Tesiri
Giriş
Tercümeler edebiyat tarihi ve karşılaştırmalı edebiyat incelemeleri için büyük önem taşır.1 Çünkü
tercüme yazarı “tema, imaj ve teknik” gibi unsurlar açısından çeviri yaptığı sanatçıdan beslenir.2 Çeviri,
karşılaştırmalı edebiyat araştırmalarının olmazsa olmaz unsurlarından birisidir.3 Gazeteci kimliğiyle ön
plana çıkmış bir yazar olan Refik Özdek şiir, roman ve hikâye gibi çeşitli türlerde telif eserler yazmanın
yanı sıra Fransızcadan yaptığı tercümelerle çok sayıda eseri Türkçeye kazandırmıştır. Yazarın yaptığı
tercümeler içerisinde en çok Cengiz Aytmatov’un roman ve hikâyeleri dikkat çeker. Cengiz Aytmatov
yazarlık hayatına başladığı dönemden itibaren fikirlerini sürekli geliştiren, siyasal ve sosyal meselelere
farklı bakış açıları getiren bir sanatçıdır. Onun bu çok yönlü sanatçı kişiliği Türkiye’de farklı kesimler
tarafından sevilmesini ve sahiplenilmesini sağlamıştır. Beyaz Gemi romanıyla “kötüyü iyiye galebe
ettirdiği” için eleştirilen ve sosyalist sisteme ihanet etmekle suçlanan4Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel
romanıyla Türkiye’deki toplumcu gerçekçilerin tekelinden çıkarak sağ görüşlü milliyetçilerin de yazarı
olmaya başlar.5 Bu bağlamda milliyetçi bir gazeteci-yazar olan Refik Özdek, hitap ettiği okuyucu
kitlesinin entelektüel birikimine katkı yapmak için Cengiz Aytmatov’dan çeviriler yapar. Yazarın
Aytmatov çevirileri 1990-1995 yılları arasındadır. Bu yıllar aynı zamanda Refik Özdek’in ortaya koyduğu
telif eserler açısından da en aktif olduğu yıllardır. Yazarın Aytmatov çevirilerini yaptığı yıllarda aynı
zamanda çok sayıda roman ve hikâye yazması eserlerindeki Aytmatov tesirini belirgin hale getirir.
Refik Özdek, Cengiz Aytmatov’dan tema, anlatım teknikleri ve millî folklorun kullanımı açısından
fazlasıyla etkilenmiştir. Aytmatov’un eserlerinde önemli yer tutan “sözlü halk anlatısını modern bir motif
olarak kullanma”6 tekniği Refik Özdek’in eserlerinde de görülür. Yazar, Yazı Yazmaktan Karnı Nasırlaşan
Adam romanında Kazak kültürüne ait bir masalı eserin kurgusu içerisinde başkişiye dinlettirir. Başkişi
bu masal vasıtasıyla kıssadan hisse çıkartır ve masal Şark tahkiye geleneğine uygun bir işlev üstlenmiş
olur. Cengiz Aytmatov da eserlerinin yapısında önemli bir unsur olarak yer alan millî efsane ve sözlü
halk anlatıları aracılığıyla okuyucuya maksadını anlatır.
1 Emel Kefeli, “Edebiyatın Gelişmesinde Tercümelerin Rolü: Tercüme Edebiyatı”, Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri,
Kitabevi Yayınları, İstanbul 2000, s. 154.
2 “Edebiyatın Gelişmesinde Tercümelerin Rolü: Tercüme Edebiyatı”, Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri, s. 146.
3 Gürsel Aytaç, “Karşılaştırmalı Edebiyat Çalışmalarında Edebi Çevirinin Önemi”, Bülent Ecevit Üniversitesi Uluslararsı
Türk ve Dünya Edebiyatında Etkileşimler Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Ankara 2012, s. 19.
4 Orhan Söylemez, “Türkiye’de Cengiz Aytmatov’u Anlamak”, Cengiz Aytmatov Hayatı ve Eserleri Üzerine İncelemeler,
KaraM Yayınları, Ankara 2002, s. 12.
5 “Türkiye’de Cengiz Aytmatov’u Anlamak”, Cengiz Aytmatov Hayatı ve Eserleri Üzerine İncelemeler, s. 14.
6 Ali İhsan Kolcu, “Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Metinlerarasılık”, Cengiz Aytmatov Üzerine Yazılar, Salkımsöğüt
Yayınları, Erzurum 2008, s. 30.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Aytmatov, Refik Özdek’i tema seçiminde de fazlasıyla etkilemiştir. Kırgız yazarın eserlerinde yer alan
insan ve tabiat arasındaki sıkı ilişki, Refik Özdek’in roman ve hikâyelerine tabiat sevgisi olarak yansır.
Gece Yarısı Güneşi romanı, “Elma Kız” ve “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyelerinde belirgin bir şekilde
görülen tabiat izleği, Refik Özdek’in didaktik tutumuyla okuyucuya aktarılır ve doğanın korunması
gerektiği mesajı verilir. Aytmatov’un eserlerinde görülen ve geleneksel değerlerin unutturularak
geçmişin yok sayılması” üzerine yoğunlaşan sistem eleştirisi7 Refik Özdek’in Yazı Yazmaktan Karnı
Nasırlaşan Adam romanında daha belirgin bir şekilde görülür. Refik Özdek’in roman ve hikâyelerinde
fazlaca görülen mekân tasvirleri de Aytmatov etkisine bağlanmalıdır. Refik Özdek, mekânı insanın his
ve heyecanlarını etkileyen bir unsur olarak görür ve betimlemelerinde estetik bakış açısına önem verir.
Onun eserlerinde mekân aynı zamanda insana ait olduğu medeniyetin tarihî-kültürel kodlarıyla ilgili
çağrışımlar yapan bir unsurdur.
Başta “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi olmak üzere roman ve hikâyelerinde sade bir üslup
kullanan Refik Özdek, bu seçimini de Cengiz Aytmatov ile ilişkilendirir. Türk Edebiyatı dergisinde
Aytmatov çevirileriyle ilgili yazdığı bir yazıda Kırgız yazarın başarısını “karışık olmayan cümleler
kurmasına” ve “akıcı bir üslup kullanmasına” bağlar.8 Bu yazıdan bir yıl sonra üç roman ve bir hikâye
kitabı yayımlayan yazar, Aytmatov’un üslup ile ilgili tutumunu kendisine örnek almıştır.
“Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Cengiz Aytmatov Tesiri
7 Ayrıntılı bigi için bkz. Alpaslan Oymak, “Aytmatov’un Romanlarında Sistem Eleştirisi”, Cengiz Aytmatov: Tematik
İncelemeler, haz. Orhan Söylemez, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2010, s. 161-167.
8 Refik Özdek, “Cengiz Aytmatov ve Eserleri”, Türk Edebiyatı, S. 231, İstanbul 1993, s. 38-39.
9 Refik Özdek, “Kendi Mezarını Kazan Adam”, Kiziroğlu Mustafa, Ötüken Yayınları, İstanbul 1998, s. 8.
10 Mehmet Güneş,” “Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Tekliğin Simgesi, Sığınak ve Dost Olarak Meşe Ağacı”,
Turkish Studies, Volume 6/3 Summer 2011, p. 1415-1422.
191
Her iki anlatının bir başka benzer yönü de başkişilerin tarlalarında gökyüzünü ve gök cisimlerini
izleyerek benzer duygulara kapılmalarıdır. Mehmet Ağa, güneşin doğuşunu ve batışını tarlasından
seyreder; gök cisimlerinin ihtişamı karşısında büyük bir haz duyar. Tolganay da tarlasından Samanyolu
galaksisini izler; bir ekincinin gökyüzünde yürürken elindeki samanları döktüğünü ve Samanyolu’nun
görünümünün bu şekilde oluştuğunu hayal eder. Bu hayal romanın sonuna kadar Tolganay’ı bırakmaz;
tarlasından her gökyüzüne bakışta benzer duygulara kapılır.
Ömer Faruk ATEŞ
Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi Cengiz Aytmatov’un eserlerinden izler taşır.
Hikâyenin başkişisi Mehmet Ağa, Marmara Denizi’ne kıyısı olan bir köyde yaşayan, tabiata özellikle
de toprağa bağlı yaşlı bir adamdır. Başta kendi oğulları olmak üzere pek çok köylü topraklarını şehirli
müteahhitlere satar. Bir tek Mehmet Ağa tarlasını satmamak için direnir. Bu davranışı nedeniyle de
hem çocukları hem de diğer köylüler tarafından yadırganır. Mehmet Ağa’nın toprakla ilişkisi, Cengiz
Aytmatov’un Toprak Ana romanının başkişisi Tolganay’ın toprağa bakış açısına benzer. Mehmet Ağa
için toprağın, çevresinde barındırdığı tabiata ait unsurlarla birlikte sahiplenilmesi gerekir. O, “bahar
yağmurundan sonra oluşan alkımı ve gökkuşağını” bile tarlasının bir ürünü sayar.9 Toprak Ana
romanındaki Tolganay da toprağa benzer şekilde bağlıdır. Tolganay toprağı bir dert ortağı ve sırdaş
olarak görür. Roman boyunca geçmişte yaşadığı olayları ve bu olayların onun iç dünyasında bıraktığı
izleri Toprak Ana’ya anlatır. Başkişilerin tabiata dair unsurları sırdaş ve dert ortağı edinmesi her iki
anlatının ortak özelliğidir. Toprak Ana romanında Tolganay yıllar boyunca eşiyle birlikte çalışıp ürün
elde ettiği tarlasıyla konuşurken, “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesinde Mehmet Ağa tarlasının
ortasındaki meşe ağacı ile sırlarını paylaşır. Bu tarla ve ağaç, Mehmet Ağa’nın hem sırdaşı, hem de
sığınağıdır.10
192
Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Cengiz Aytmatov Tesiri
Mehmet Ağa’nın mutluluk anlayışı, Tolganay ve eşi Suvankul’un mutluluk tanımıyla benzerlik gösterir.
Suvankul “Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.” der.11 Tolganay da
Toprak Ana’nın varlık nedeninin insanlara mutluluk vermek olduğunu “Bizlere mutluluk vermeyeceksen
neye yarar senin toprak ana oluşun?” diyerek belirtir.12 Mehmet Ağa içinse mutluluk “kendi gibi
yaşamaya” bağlıdır. Bu düşüncesini İbrahim Ağa’ya söylediği “Bey gibi yaşamak istemiyorum, ben gibi
yaşamak istiyorum.” sözleriyle anlatır.13 Yaşlı adamın kendi gibi yaşaması ise toprağı ekip biçmesine,
ondan ürün almasına ve tarlasının ortasındaki meşe ağacının gölgesinde dinlenerek onunla sohbet
etmesine bağlıdır. O, toprağı sadece bitki örtüsüyle değil, tavşanından faresine kadar bütün canlılarıyla
birlikte sever. Tarla onun sadece karnını değil, ruhunu da doyurur. Çağdaşlaşma denen şeyi bir türlü
anlayamadığını düşünen Mehmet Ağa, kendisini yaşadığı topluma yabancılaşmış hisseder ve bu
yabancılaşma nedeniyle gurbette olduğunu düşünür. Her iki anlatıda da başkişiler toprağı ve ondan elde
edilen ürünleri mutluluğun kaynağı olarak görür.
“Kendi Mezarını Kazan Adam”, hikâye kişileri bakımından Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanına
benzer. Her iki anlatıda da yaşlı dedeler ve onların kendi değerlerine göre yetiştirmek istediği torunları
vardır. Mehmet Ağa, torunu Ömer’in tabiatı seven ve koruyan bir insan olarak yetişmesini ister. Onun,
oğulları gibi duyarsız olmasından endişe eder. Beyaz Gemi romanında ise Mümin Dede tabiatı ve
ormandaki geyikleri korumak için uğraşır. Torununa Boynuzlu Maral Ana efsanesini anlatarak sözlü
geleneğin ürettiği geleneksel değerler yardımıyla onu eğitmeye çalışır. Hem Mehmet Ağa, hem de
Mümin Dede eşlerini kaybetmiş kimselerdir. Mehmet Ağa bir daha evlenmezken, Mümin Dede ikinci
bir evlilik yapar ancak yeni eşiyle mutsuz olur. Her iki yaşlı da çevresi tarafından yadırganan kimselerdir.
Mehmet Ağa tarlası ve meşe ağacına yüklediği anlam nedeniyle yadırganırken, Mümin Dede orman
ve barındırdığı geyiklere olan koruyucu tutumu ve Ana Geyik efsanesine inanması nedeniyle dışlanır.
Mehmet Ağa, yapılaşmaya dayalı modern şehir hayatına adapte olamadığı için, Mümin Dede pozitivist
felsefeyi temel alan Sovyet rejiminin itibar etmediği efsane ve mitlere inandığı için çevresi tarafından
garipsenir. Mehmet Ağa’nın köyün tarlalarını koruma çabasına karşın Mümin Dede ormanı koruma
görevini üstlenir. Mümin Dede ve ailesinin görevini torunu şu şekilde anlatır:
Zaten biz orada ormana kimseyi sokmamak için yerleşmişiz. Ormana bizden başka kimse adımını
atamaz, hiçbir şeye, en ufak bir dala dokunamaz. Bir defasında bilginler bile geldi bizim oraya. İkisi
kadındı, pantolon giymişlerdi... Dediklerine göre, bizim San-Taş ormanları gibi orman pek az kalmış
dünyada. Hatta, böylesi hemen hemen hiç yokmuş. Onun için de ormanın her ağacını çok iyi korumamız
gerekiyor.”14
İnatçı bir yapısı ve güçlü bir kişiliği olan Mehmet Ağa, tüm tehditlere rağmen toprağını korumak için
direnirken, insanlara karşı çıkamayan, çevresindekiler tarafından sözü dinlenmeyen bir insan olan
Mümin Dede ise Orozkul’a karşı aynı direnci gösteremez.
Her iki anlatıda da başkişilerle zıt özellikler taşıyan ve bu yönleriyle toprağı ve tabiatı sevip koruyan
başkişilerin özelliklerini ön plana çıkartarak daha belirgin hale getiren folyo karakterler15 vardır. “Kendi
Mezarını Kazan Adam” hikâyesinde İbrahim Ağa, Beyaz Gemi romanında ise Orozkul tabiata zarar
veren ve bu yönleriyle başkişilerle tezat özellikler gösteren folyo karakterlerdir. İbrahim Ağa, köye yazlık
villalar yapmak isteyen müteahhitlerle ve inşaat mafyasıyla anlaşmıştır. Çıkarı için köylüleri topraklarını
müteahhitlere satmaya ikna etmeye çalışır. Köylünün büyük çoğunluğu tarlalarını satar ancak Mehmet
11
12
13
14
15
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 2013, s. 11.
Toprak Ana, s. 12.
“Kendi Mezarını Kazan Adam”, Kiziroğlu Mustafa, s. 9.
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 2014, s. 47.
Folyo karakter terimiyle ilgili bilgi için bkz. Manfred Jahn, Anlatıbilim, çev. Bahar Dervişcemaloğlu, Dergâh Yayınları,
İstanbul 2012, s. 117.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Ağa bir türlü ikna olmaz. Onu güzellikle ikna edemeyeceğini anlayan İbrahim Ağa, çocuklara para
vererek önce Mehmet Ağa’nın ürünlerini yağmalatır, sonra çok sevdiği meşe ağacının dibine mazot
dökerek yakmaya çalışır. Bunlardan sonuç alamayınca en sonunda Mehmet Ağa’yı tehdit eder.
Beyaz Gemi romanında Mümin Dede’nin damadı olan Orozkul orman bekçisidir. Ancak çıkarcı bir
adam olan Orozkul, kendisine verilen hediyeler ve onun için hazırlanan ziyafetler karşılığında kesimi
yasak olan ormandan ağaç keser. Ona içki ısmarlamayıp ziyafet vermeyenler kereste bulamadığından
evlerini bir türlü tamamlayamaz. Mümin Dede damadının rüşvet karşılığında çıkarı için ormanı tahrip
etmesine çok kızar ama Orozkul’a karşı elinden hiçbir şey gelmez. Orozkul sadece ağaçlara değil,
ormanda yaşayan geyiklere de zarar verir. Arkadaşlarıyla birlikte geyikleri acımasızca öldürür. Mehmet
Ağa nasıl tarlasını içindeki tavşan ve farelerle seviyorsa, Mümin Dede de ormanı geyiklerle sever. Yıllar
önce bu ormanı terk eden geyikler başka bir ormandan gelir ancak daha önce insanlar tarafından hiç
korkutulmadıkları için avcılardan kaçmayı bilmez ve kolayca öldürülürler.
“Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi, yapılaşmanın doğanın dokusunu bozduğu fikri üzerine
kuruludur. Hikâyenin başkişisi Mehmet Ağa bu konudaki fikirlerini şu şekilde açıklar:
“Onlara deniz tarafındaki tarlayı vermiştim. Sattılar. İşte şurasıydı. Bak, bak ne oldu! Sözde lüküs villalar
oldu. Lüküs villalar! Ikış ntıkış beton ve taş yığınları. Biri ötekinin denizini, öteki berikinin güneşini,
hepsi birden, göğün yerdeki gözü olan güzel Marmara’yı kapatıyor. Eskiden denizin orası deniz gibi
kokardı, şimdi helâ gibi kokuyor.”16
Sonuç
Refik Özdek’in roman ve hikâyeleri karşılaştırmalı edebiyat bilimi disiplini içerisinde incelendiğinde
Cengiz Aytmatov’un eserleriyle seçilen temalar, kullanılan anlatım teknikleri ve oluşturulan anlatı
kişileri açısından benzerlikler gösterir. “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi bir yazarın tercüme
yaptığı sanatçıdan etkilenmesinin boyutlarını göstermesi açısından dikkate değer bir örnektir. Bu
16 “Kendi Mezarını Kazan Adam”, Kiziroğlu Mustafa, s. 9
17 Cengiz Aytmatov, Yıldırım Sesli Manasçı-Yüzyüze-Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, çev. Refik Özdek, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1993, s. 14-15.
193
Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanı, tıpkı “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesi gibi
gelişen teknolojinin beraberinde getirdiği yapılaşmanın tarihî ve doğal dokuyu bozduğu fikrini esas alır.
Kazangap, uzay üssü yapıldığı için Ana Beyit mezarlığına gömülemez. Tel örgülerle çevrilen mezarlığın
bulunduğu yere bir şehir kurulacağını öğrenen Yedigey kendi kültürü için önemli bir mekân olan
bozkırdaki Ana Beyit mezarlığının doğal dokusunun bozulacağını öğrenince çok üzülür. Bu mezarlık
sadece bozkırda ölülerin tabiata emanet edildiği bir arazi değil, aynı zamanda efsanesiyle geçmişle
tarihî-kültürel bağ kuran önemli bir mekândır. Bu nedenle Yedigey yöneticilere mezarlığın kendileri için
önemini anlatmaya gider ama bir sonuç alamaz. Hem “Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesinde hem
de Gün Olur Asra Bedel romanında kişiler gömülmek istedikleri yere dair birer vasiyet bırakırlar. Ancak
Mehmet Ağa’nın vasiyeti topraklarının yapılaşmasını engellemek içindir. Kazangap ise geleneklerinde
önemli yer tutan bir mezara gömülmek ister ancak uzay üssü nedeniyle ancak tel örgülerin yanına
gömülebilir.
Ömer Faruk ATEŞ
Refik Özdek’in Marmara Denizi’ni göğün yerdeki gözü olarak nitelemesi dikkat çekicidir. Zira Cengiz
Aytmatov’un “Yıldırım Sesli Manasçı” hikâyesinde Eleman’ın annesi oğlu için dua ederken, Isık Göl’ün
Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gözü olduğunu belirtir.17 Refik Özdek bir iç deniz olması itibariyle göle
benzeyen Marmara Denizi’ni göze benzetirken Aytmatov’dan çevirdiği bu hikâyenin tesirinde kalmıştır.
Kırgız mitolojisinde de Isık Göl göz ile ilişkilendirilir.
hikâye, anlatı kişilerinin toprak ve tabiatla kurduğu yakın ilişki ve tabiata dair unsurları anlamlandırma
biçimleri açısından Toprak Ana romanıyla benzerlik gösterir. Refik Özdek’in hikâyesi kişilerin yaşı, sosyal
konumu ve tabiata dair düşünceleri bakımından Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanına benzer. Her
iki anlatıda da doğayı ve barındırdığı canlıları seven yaşlı insanlar ve onların torunları vardır. Çatışma
“Kendi Mezarını Kazan Adam” hikâyesinde yaşlı adam ve oğulları arasında yaşanırken, Beyaz Gemi
romanında Mümin Dede ve damadı arasında cereyan eder. Refik Özdek hikâyesinde modern hayatın bir
sonucu olan yapılaşmanın tabiatın dokusunu bozduğunu savunurken, Aytmatov’un benzer düşünceleri
Gün Olur Asra Bedel romanında belirgin şekilde ortaya çıkar.
Kaynakça
Aytaç, Gürsel, “Karşılaştırmalı Edebiyatta Edebi Çevirinin Önemi”, Bülent Ecevit Üniversitesi Uluslararası Türk ve
Dünya Edebiyatında Etkileşimler Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Ankara 2012
Aytmatov, Cengiz, Yıldırım Sesli Manasçı-Yüzyüze-Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, çev. Refik Özdek, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1993.
Aytmatov, Cengiz, Beyaz Gemi, çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 2014.
194
Refik Özdek’in “Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Cengiz Aytmatov Tesiri
Aytmatov, Cengiz, Toprak Ana, çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 2013.
Güneş, Mehmet, ” “Kendi Mezarını Kazan Adam” Hikâyesinde Tekliğin Simgesi, Sığınak ve Dost Olarak Meşe Ağacı”,
Turkish Studies, Volume 6/3 Summer 2011.
Jahn, Manfred, Anlatıbilim, çev. Bahar Dervişcemaloğlu, Dergâh Yayınları, İstanbul 2012.
Kefeli, Emel, “Edebiyatın Gelişmesinde Tercümelerin Rolü: Tercüme Edebiyatı”, Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri,
Kitabevi Yayınları, İstanbul 2000.
Kolcu, Ali İhsan, “Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Metinlerarasılık”, Cengiz Aytmatov Üzerine Yazılar, Salkımsöğüt
Yayınları, Erzurum 2008.
Oymak, Alpaslan, “Aytmatov’un Romanlarında Sistem Eleştirisi”, Cengiz Aytmatov: Tematik İncelemeler, haz. Orhan
Söylemez, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2010.
Özdek, Refik, “Cengiz Aytmatov ve Eserleri”, Türk Edebiyatı, S. 231, İstanbul 1993.
Özdek, Refik, “Kendi Mezarını Kazan Adam”, Kiziroğlu Mustafa, Ötüken Yayınları, İstanbul 1998.
Söylemez, Orhan, “Türkiye’de Cengiz Aytmatov’u Anlamak”, Cengiz Aytmatov Hayatı ve Eserleri Üzerine İncelemeler,
KaraM Yayınları, Ankara 2002.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
EDGAR ALLAN POE’NUN “TEK ETKİ” KURAMI VE KLASİK
TÜRK HİKÂYESİ: NEV’İ-ZÂDE ATÂYÎ ÖRNEĞİ
EDGAR ALLAN POE'S "SINGLE EFFECT" THEORY AND
CLASSICAL TURKISH STORY: NEV’Î-ZÂDE ATÂYÎ EXAMPLE
*Osman ÜNLÜ
Özet
Batı Edebiyatında modern kısa hikâyenin babası olarak kabul edilen Edgar Allan Poe’nun “tek etki” kuramı
kısa hikâye türüne ilişkin ilk kuramsal yaklaşım olarak görülür. Poe’ya göre bir hikâye okuyucunun zihninde
tek bir etki yaratacak şekilde kurgulanmalıdır. Hikâye metninin tamamındaki kişiler, olaylar ve mekânlar
bu tek etkiyi oluşturmak için hizmet etmelidirler. Bu tek etki, okuyucuyu derinden sarsacak şekilde olmalı
ve uzun bir süre etkisinde kalmasını sağlamalıdır. Poe’ya göre tek etkinin sağlanabilmesi için hikâyenin
uzunluğu da önemlidir. Ona göre böyle bir hikâye tek bir oturuşta bitirilecek kadar kısa olmalıdır.
Atâyî’nin ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra ortaya Poe’nun ortaya koyduğu “tek etki” kuramının birçok
özelliği, Atâyî’nin hikâyelerin bazılarında dikkat çekici bir şekilde görülmektedir. Çalışmada, Poe’nun
hikâyede “tek etki kuramı” hakkında temel bilgiler verildikten sonra Atâyî’nin bu özelliği taşıyan dört hikâyesi
tahlil edilmiş, bu hikâyelerin minyatürlerinin de söz konusu "tek etki"yi pekiştirdiği gösterilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Edgar Allan Poe, Nev’î-Zâde Atâyî, kısa hikâye, tek etki
Abstract
Nearly 200 years after the death of Atâyî, revealed many features of Poe's “single effect” theory are shown in a
remarkable way in some stories of Atâyî. In this study, after giving basic informations about Poe's "single effect”
theory in story, Atâyî’s four stories that feature are assayed. In addition, miniatures of these stories have been
shown to consolidate “single effect”.
195
Keywords: Edgar Allan Poe, Nev’î-Zâde Atâyî, short story, single effect
Osman ÜNLÜ
Considered of the father of the modern short story in the West Literature, Edgar Allan Poe's "single effect" theory
is seen as the first theoretical approach to the type of short stories. According to Poe, story must be constructed
so as to create a single effect in the reader's mind. In the text of the story on the people, events and places should
serve to create the single effect. This single effect, should be deeply of the reader and keeps to under influence a
long time. According to Poe,to ensure single effect the length of story is also important. According to him, such a
story should be short enough to finish in a single sitting.
* Yrd. Doç. Dr., Düzce Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
196
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Batı’da modern kısa hikâyenin babası olarak kabul edilen Poe, her ikisi de profesyonel oyuncu olan David
ve Elizabeth (Arnold) Poe’nun ikinci çocuğu olarak 1809 yılında Boston’da doğmuştur. Doğduktan bir
yıl sonra babası evi terk eder, ertesi yıl da annesi veremden ölür. Virginia’dan İskoç tütün tüccarı John
Allan tarafından evlatlık olarak alınır. Ortanca adı Allan da buradan gelir. 1815’te Allan’ın ailesiyle
İngiltere’ye gider. Londra, Richmond’daki özel okullarda okur. 1820’de Virginia’ya geri döner. Virginia
Üniversitesi’ne kaydolur ama burada sadece bir yıl kalır. Bu dönemde kumar borçları yüzünden manevi
babasıyla arası açılır. Önceleri başarısız fanzin denemeleriyle başladığı edebiyat yaşamı, 1832’de Saturday
Courrier’da basılan beş öyküyle ve 1833’te Baltimore Saturday Visiter tarafından düzenlenen yarışmada
“MS. Found in a Bottle” (Şişede Bulunan Elyazması) adlı öyküsüyle birinciliği kazanmasıyla devam
eder. 1843’te, Godey’s Lady’s Book’ta yayımlanan “The Visionary” adlı öyküsüyle adı ülke genelinde
duyulmaya başlanır. Düzyazılarından başka kurgu ve yazım teknikleriyle dikkat çeken “The Raven”
(Kuzgun) başta olmak üzere, “Annabel Lee” ve “To Helen” (Helen’e) adlı şiirleriyle de tanınan Poe 7 Ekim
1849’da ölmüştür.
Poe’nun 40 yıllık kısa hayatındaki düzensizlikler ve gel-gitler onun eserlerine de yansımış, zaman zaman
şaşırtıcı, etkileyici, gizemli bir hava meydana gelmiştir. Hikâyelerindeki karakterler genellikle isimsiz,
dış dünyaya kapalı ve melankoliktirler. Poe’nun hikâyelerine genellikle kasvet, gizem ve korku hâkimdir.
Onun hikâyelerindeki korku, dönemin yazarlarının ele aldığı gibi dış etkenlerin neden olduğu bir durum
değildir. Poe’nun korku teması genellikle insanın içinden gelen psikolojik bir olgu olarak ele alınır.
Korku hikâyelerde bir temadan çok bir duygu olarak ele alınmış ve yazar tarafından içselleştirilmesi
sağlanmıştır.
Poe’nun hikâyelerinde anlam yüzeyde değil derinlerdedir. Bundan dolayı birçok okura Poe’nun
hikâyeleri ilk okuyuşta anlamsız ve karmakarışık hissi uyandırır. Hikâyelerin birçoğunda sembolik bir
dil kullanır. Onun hikâyelerinde hiçbir konu, kahraman veya motif yersiz ve gelişigüzel kullanılmamıştır.
Zaten onun edebiyat çevrelerinde saygın bir yer alması kendisinin ölümünden çok sonraları olmuş ve
hayatında değeri anlaşılamayan yazarlar kervanına katılmıştır. Onun Nathaniel Hawthorne’un “İki
Kez Anlatılan Öyküler- Twice-Told Tales” adlı kitabına 1842’de yazdığı önsözde formüle ettiği “tek etki
kuramı” kısa hikâye türüne ilişkin ilk kuramsal yaklaşım olarak kabul edilir. Bu teoriyle Poe, “kısa
öyküye, daha üstünü asla elde edilemeyen teknik bir kusursuzluk kazandırdı.”(Bates, 2005: 18) Bu
teori, hem çağdaşları arasında hem de daha sonraki nesillerde geniş yankı bulmuş ve çok tartışılmış bir
görüştür. Amerika’daki çağdaşları tarafından hikâyelerinde işlediği konular nedeniyle çok eleştirildiği bir
dönemde büyük bir cesaret örneği göstererek geliştirdiği bu teoriyle Poe, Amerikan kısa öyküsünün en
önemli temsilcilerinden biri haline gelmiştir. (Ellingham :4) Poe’nun tek etki kuramı, modern zamanda
kısa hikâye üzerine yorum yapanlarca “ilkel” olarak değerlendirilirse de kısa hikâye üzerine yazılan her
yazıda onun isminin geçmesi, bu teorinin etkilerinin modern teorisyenler üzerinde hala devam ettiğinin
bir göstergesi olarak düşünülebilir.
Poe’ya göre bir hikâye okuyucunun zihninde tek bir etki yaratacak şekilde kurgulanmalıdır. Hikâye
metninin tamamındaki kişiler, olaylar ve mekânlar bu tek etkiyi oluşturmaya hizmet etmelidirler. Bu tek
etki okuyucuyu derinden sarsacak ve uzun bir süre hikâyenin etkisinde kalmasını sağlamalıdır. Poe’ya
göre tek etkinin sağlanabilmesi için hikâyenin uzunluğu da önemlidir. Ona göre böyle bir hikâye tek bir
oturuşta bitirilecek kadar kısa olmalıdır. Hikâyede tek etkinin sağlanabilmesi için şu hususlara dikkat
etmek gereklidir:
* Hikâyenin olay örgüsü okuyucunun muhayyilesinde “tek bir etki” yaratacak bir biçimde düzenlenmelidir.
Okuyucunun dikkati bu etkiye odaklanmalıdır.
* Bu tek etkinin sağlanabilmesi için okuyucunun dikkatinin taze kalabilmesi gereklidir. Bu dikkat de
hikâyenin ancak bir oturuşta bitirilebilecek uzunlukta olmasıyla sağlanabilir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
* Olaylar, kahramanlar ve hikâyenin diğer bileşenleri bu tek etkiye hizmet edecek bir şekilde kurgulanmalı
ve geliştirmeye uygun olmalıdır.
* Yazar, üslubu o kadar sağlam bir şekilde belirlemelidir ki tek bir cümlenin metinden çıkarılması bile
hikâyenin bütünlüğünü bozabilecek bir durum olmalıdır. (Poe, 1956: 448; Ellingham :4; Özer, 1999: 83;
Erden, 2002: 36)
Poe’ya göre önerilen bu kuram sadece hikâyeye değil şiire de uygulanmalıdır. Poe, 1846’da kaleme
aldığı “The Philosophy of Composition- Yazmanın Felsefesi”1 adlı yazısında hikâyeye “düzyazı şeklinde
düzenlenmiş bir şiir” gözüyle bakar. Bu yazı bir bakıma daha önce temel özelliklerini belirttiği kısa
hikâye teorisinin –şiir olarak da olsa- örneklendiği ve açıklandığı bir makaledir. Burada Poe, bir şiirin
–dolayısıyla bir hikâyenin- nasıl bir yazma sürecinden geçtiğini ve bu süreçte nelere dikkat edilmesi
gerektiğini “The Raven – Kuzgun” adlı ünlü şiiri çerçevesinde anlatmaktadır. Kuzgun, gerek kurgu gerekse
planlama açısından bir şiirden çok “tek bir etki” yaratmaya (sevgilinin ölümü nedeniyle duyulan hüzün
ve hasret psikolojisi) yönelik yazılmış bir kısa öyküydü (Özer, 1999: 85). Poe’ya göre “haz vermesi gereken
şiir kendi içerisinde bir bütünlüğe sahip bulunmalı ve yapıt yoğun bir duyguyu aktarabilecek uzunlukta
olmalıdır –yani ne uzun, ne de çok kısa-. Poe’ya göre ideal uzunluk yüz satırla sınırlandırılmalıdır. Diğer
taraftan sahip olacağı bütünlük ve birlikle doğru orantılı olarak yapıttan açıklık da beklenilmelidir. Yani
şairin ortaya koyduğu sorun yeteri kadar anlaşılır olmalı, okuyucu kavrama sürecinde eser dışında başka
hiçbir kaynağa başvurmamalıdır. Aksi halde yapıtın bütünlüğü bozulacaktır (Silkü, 1991: 164). Şiir ne
bir oturuşta okunup bitirilemeyecek kadar uzun, ne de okuyucuda iz bırakmayacak kadar kısa olmalıdır.
Poe’nun deyişiyle “mühür balmumu üzerine sağlam bir şekilde bastırılmalıdır” (Silkü, 1991: 172).
Poe’nun “tek etki” kuralı, günümüzde kısa öykü tekniği üzerine düşünenlerin büyük bir çoğunluğu
tarafından “ilkel” bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Örneğin Thomas A. Gullason oldukça yakın
bir zamana dek –daha 1960’larda- kısa öykünün değeri anlaşılamamış bir sanat olmasının nedenini
Poe’nun yazarlar ve dergiler tarafından abartılarak uygulanan kurallarına bağlamaktadır (Özer, 1999:
85-86). Ancak, bu alanda çalışma yapan birçok kişinin, çalışmalarında onun adını anması da Poe’nun
kaleme aldığı tanım ve kuralların önemini gösterir. Elbette, kısa öykünün bir oturuşta okunması
gerektiğini söyleyen Poe’ya William Saroyan’ın verdiği “Bazı kişiler daha uzun süre oturabilir” yanıtına
da, Norman Friedman’ın, Poe’nun bütünlükle yoğunluğu birbirine karıştırdığı iddiasına da katılmamak
mümkün değildir (Friedman, 1998: 32).
1 Edward H. Davidson (ed.): Selected Writings of Edgar Allan Poe. The Riverside Press. Cambridge-Massachusetts
1956, 452-463; (Türkçesi için Edgar Allan Poe Bütün Hikayeleri, (Çev. Dost Körpe) İstanbul. İthaki Yayınları 2007, s.
7-18)
197
Poe’nun önerdiği bu “tek etki” kuramı, esasta hikâye kurgusunun “son”unu esas alarak düzenlemiş
olabilir. Klasik hikâye düzeninde “giriş-gelişme-sonuç” veya “serim-düğüm-çözüm” olarak adlandırılan
kurguda en önemli kısım olarak üçüncü bölüm olarak görülür. Bundan dolayı hikâyelerin “son”a yönelik
bir anlatı olduğu ifade edilegelmiştir. Gerçekten de klasik anlatıda her şeyin “son”larda çözümlendiği,
gelişme bölümünde iyice yükselen gerilimin bu noktada bittiği görülmektedir. Bu etkinin tipik bir örneği
Poe’nun Kara Kedi adlı hikâyesinde görülebilir.
Osman ÜNLÜ
Edgar Allan Poe, kısa hikâyede tek etkinin meydana getirilmesi için etkileyici bir son olması gerektiğini
düşünür. “… adına yaraşır her olay örgüsünün özenle “dénoument”ına (sonucuna) götürülmesi gerektiğinden
daha açık bir şey olamaz”(Poe, 2007: 7). Yani hikâyenin sonucu, onun başlangıç ve gelişme bölümlerini
kontrol eder ve hikâyenin kurgusu bu “son”un etrafında şekillenir. Poe’ya göre hikâyedeki olaylar, mekânlar,
kahramanlar ve onların hareketleri hikâyedeki bu “son”a hizmet etmeliler, bütün hazırlıklar hikâyenin
etkili “son”unu oluşturmak için yapılmalıdır. Hikâyenin okunuşu bittiğinde okuyucunun belleğinde olayın
çarpıcı sonunun etkileri kalmalı ve okuyucu uzun bir süre bu etkinin altında kalmalıdır.
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
198
Poe’nun en bilinen hikâyelerinden biri olan bu metinde yumuşak huylu, hayvanları çok seven birinin
kendi dilinden başından geçenler anlatılır. Kahramanın evindeki hayvanlardan biri olan Pluto adlı
kedisi en sevdiği hayvanıdır. Sarhoş geldiği bir gece bu kedinin bir gözünü elindeki çakıyla oyarak kör
eder. Bir sabah da bu kediyi boynundan bir iple ağaca asar. Aynı günün gecesi evi yanar. Aradan bir süre
geçtikten sonra, meyhanede otururken gördüğü kediyi evine götürür. Ertesi gün kedinin bir gözünün eski
kedisininki gibi kör olduğunu görür ve ondan nefret etmeye başlar. Bir gün kediyi öldürmeye niyetlenir
ama karısı ına engel olur. Fakat buna kızan kahraman, elindeki balta ile karısını öldürür. Cesedi evin
bodrumunda ocağın duvarının içine yerleştirerek üzerine yeniden bir duvar örer. Ama ilginçtir kedi
de ortadan kaybolmuştur. Karısının kaybolduğunu polislere bildirir. Polisler eve gelirler, evi ararlar bu
arada bodruma da girerler. Polisler tam çıkarken kahraman elindeki bastonu karısının cesedini gizlediği
duvara vurur: “Daha gürültünün yankıları dinmeden mezarın içinden bir ses yükseldi! Önceleri bir
bebek ağlamasını andıran bu boğuk ve kısık ses, çabucak uzun, tiz ve sürekli bir çığlığa dönüştü, hayvansı
bir çığlığa; ancak cehennemde acı çekenlerin ve onlara acı çektirmekten tat alan iblislerin boğazlarından
çıkabilecek yarı ürkü, yarı zafer dolu bir çığlık. O andaki duygularımdan söz etmek gereksiz olur.
Sendeleyerek karşı duvara yıkıldım. Bir dakika kadar merdivendeki polisler, korkudan ve heyecandan
donmuşçasına beklediler. Sonra on iki güçlü kol işe girişti. Duvar, kalıp halinde yıkıldı. Epeyce çürümüş
ve yer yer pıhtılanmış ceset, dimdik duruyordu gözlerimizin önünde. Başının üstünde, kıpkırmızı ağzı
ve ateş gibi yanan tek gözüyle beni kurnazca bu cinayete götüren, şimdi de çığlığıyla ele verip cellada
teslim eden uğursuz hayvan vardı. Canavarı, cesetle birlikte gömmüştüm (Poe, 1982: 250-261).
Klasik hikâyelerin “son”a büyük önem vermesinin yanında modern/son dönem metinlerinde ise klasik
“son” anlayışının terk edildiği görülmektedir. Anton Çehov’un hikâyelerinde uygulamaya başladığı
bu anlayışla hikâye okurun zihninde devam eder ve hikâyenin sonunu okurun hayal gücüne bırakır.
Çehov’un öncülüğünü yaptığı bu anlayış, günümüzde hikâyedeki yeni yönelim ve arayışlarla iyice
şekillenmiş, hikâyelerin “son”ları eski değerini kaybetmiştir. Hatta bazı metinlerde özellikle “son”suzluk
vurgulanmakta ve okur, anlatıcı tarafından yönlendirilmemekte ve tamamen özgür bırakılmaktadır.
Bu durumu Murathan Mungan şu şekilde özetlemektedir: “Hikâye sonunu size bırakıyor, sonra?
Diyorsunuz, peki sonra ne oldu? Ne yapacaksın sonra ne olduğunu? Sana ne! Diye tersliyor hikâye; hatta
belki, sonunu ben bilmiyorum, ya sen biliyor musun? Diye dalgasını geçiyor. Ya da, peki sence ne oldu
sonra? Diye bir karşı soru soruyor. Ya da omuz silkerek: Hepsi bu kadar, diyor. Kusura bakma ama, hepsi
bu kadar! Tıpkı hayat gibi! Hayatta da daha fazlası yok ki! (Mungan, 1998: 16).
Türk edebiyatında klasik anlamda hikâyenin “son”una önem verenlerin en başında şüphesiz Ömer
Seyfettin gelmektedir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde sonların çarpıcı ve vurucu olmasına özellikle
dikkat edilmektedir. Olayların başlangıcı, kahramanların takdimi, tasvirler hep bu “son”a yöneliktir.
İnci Enginün, Ömer Seyfettin hikâyelerinin bu yönüne vurgu yaparken Topuz ve Diyet’te en iyi şekilde
yansıtıldığını ifade etmektedir (Enginün, 1992: 47)
Ömer Seyfettin’in birçok hikâyesinde, verilecek mesaj öykünün sonuna bırakılmıştır. Ömer Seyfettin’in
hikâyelerindeki en belirgin özelliklerden biri, onların durum hikâyesinden çok olay hikâyesi tipinde
yazılmış olmasıdır. Hikâyenin ana özelliği de gelişen olayların birbirini çok hızlı bir şekilde takip etmesi
ve en nihayetinde vurucu bir etkiyle son bulmalarıdır. Hikâyenin sonunda okuyucu bütün olayları
birbirine bağlar ve karanlıkta kalan bir nokta olmaz, bütün düğümler çözülür, karışıklıklar düzeltilir.
Onun hikâyelerindeki “son”un düzenlenişi o kadar güçlü ve sarsıcıdır ki okurun zihninde sadece “o an”
kalır. Aynı zamanda bu son, okurda dramatik bir travma da bırakabilir.
Aralarında Kaşağı, And, Falaka, İlk Cinayet, Bomba’nın da bulunduğu pek çok hikâyede Ömer Seyfettin
bu etkiyi ustalıkla kullanır. Ayrıca birçok hikâyeyi kahramanın dilinden aktarması da okurunu hikâyenin
merkezine koyması bu dramatik etkiyi artıran unsurlardan biridir. “Ömer Seyfeddin dramatik boyutu
verirken genellikle insanlarda dehşet uyandıran bir durum ortaya koyar. O noktadan sonra artık
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
okuyucunun neredeyse nefesi tutulmuştur. Hikâyenin okuyucu üzerinde uyandırdığı bu son derece
kuvvetli dehşet duygusu, uzun müddet uzun müddet o hikâyeleri okuyucuya hatırlatır”. Ömer Seyfettin’in
üslûbundaki bir diğer özellik de mizaha sıkça başvurmasıdır. Bu şekilde olayları daha unutulmaz ve
çarpıcı kılma amaçlanmıştır (Enginün, 47). O, her hikâyesinde çarpıcı bir vak’a veya durum ortaya
koyar. Bunlarda da vak’a ne kadar önemsiz olursa olsun çarpıcıdır. (Enginün: 48)
Bazıları ilkokul ve ortaokul düzeyindeki çocukların okuması için tavsiye edilen bu hikâyelerin, henüz
gerçek ile kurmacanın arasındaki farkı tam olarak kavrayamayan çocukların dimağlarında oluşturduğu
psikolojik travma, onun hikâyelerinin tesir gücünün bir göstergesidir2. Onun Diyet adlı hikâyesinin en
etkili bölümü şu cümlelerdedir: “Hacı Kasap: Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba,
ben olmasam şimdi çolak kalacaktın… Koca Ali, yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı.
Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma
kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satırı öyle bir indirdi ki… o anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü
şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’ın önüne: -Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!
diye fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı. (Toplu, 1997:
130-131)
Bir başka hikâye olan Topuz’un en etkili bölümü de metnin sonlarındaki şu cümlelerdedir: “Elçi
koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi. Tahtta murassa bir heykel
gibi kımıldamayan prense uzattı. Prensin sağ elinde altın bir asa vardı. Sol eliyle aldığı bu kâğıda gayet
ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi baktı. Sonra solundaki mavi sorguçlu genç mabeyincisine verdi. Elçi yine
gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı
parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler harekâtını takip ediyordu.
Tahtın önüne geldi. Ansızın… gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu
prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki… salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde
dondu. Taş kesildi. Akabinde kaftanının altından büyük bir kılıç sıyıran elçi, Ulahça, işte gördünüz ya…
istiklal sevdasına düşen asi cezasını buldu! … Sebebi bilinmez bir korkunun şaşırtıcı heyecanıyla dilleri
tutulmuş kurt kürklü zengin Boyar reisleri, büyük kılıçlı cesur muharipler, çelik zırhlı voyvodalar, iki
dakika evvelki hükümdarlarının daha soğumayan naşını çiğneyerek, bir anda, bir darbeyle bütün Eflak’ı
zapt ediveren bu korkunç Türk’ün elini öpüyorlar, yüzüne bakamıyorlardı” (Toplu, 1997: 153-155).
2 Bu yaşlardaki çocuklara tavsiye edilen Ömer Seyfettin hikâyelerinin bu çocuklarda bıraktığı etki, eğitimciler ve
psikologlar tarafından ayrıntılı bir biçimde incelenmesi gerektiği düşüncesindeyiz.
199
Nev’î-zâde Atâyî İstanbul’da doğdu (Şevval 991 / Ekim 1583). Sultan III. Mehmed devri kazaskerlerinden
tanınmış şair ve âlim Nev‘î Yahyâ Efendi’nin oğludur. Önce babasından, daha sonra Kaf-zâde Feyzullah
Efendi’den ders okudu. 1601 yılında Ahî-zâde Abdülhalim Efendi’den mülâzım olarak tahsilini
tamamladı. İstanbul kadısı Zekeriyyâ Yahyâ Efendi’nin yardımıyla 1605’te kırk akçelik Canbaziye
Medresesi müderrisliğine tayin edildi. 1608’de müderrisliği bırakarak kadılığa başvurdu ve Lofça
kadılığına gönderildi. Bir süre sonra kadılıktan alındı. 1610’da Babaeski kadısı, ardından Varna, Rusçuk
ve 1618’de Silistre kadısı oldu. 1620 yılında Tekirdağ, arkasından da Hezargrad kadılıklarına tayin
edildi. Buradan azledilince bir süre Tırnova ve Sahra kadılıklarının gelirleri kendisine verildi. 1624’te
Tırhala kadılığına gönderildi. Manastır ve yeniden Tırhala kadılıkları yaptıktan sonra 1632’de Üsküp
kadısı oldu. Üç yıl sonra azledilerek İstanbul’a döndü ve çok geçmeden yeni bir tayin beklerken vefat etti
(Cemâziyelevvel 1045 / Ekim 1635). Mezarı Şeyh Vefâ Tekkesi hazîresinde babasının yanındadır. Atâî,
Osman ÜNLÜ
Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde bu tekniği Edgar Allan Poe’nun etkisiyle kullandığına dair elde herhangi
bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak hem Edgar Allan Poe’dan hem de Ömer Seyfettin’den yüzyıllar önce,
XVII. yüzyılın ilk yarısında Nev’î-zâde Atâyî’nin mesnevilerindeki bazı hikâyelerde bu tekniğe yaklaşan
bir üslup özelliği bariz bir şekilde görülmektedir.
mâzul bulunduğu kısa süreler dışında ömrünü İstanbul’dan uzakta, Balkanlar’daki çeşitli kadılıklarda
geçirmiştir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre güzel konuşan, nükteli ve alaycı bir insandır. Dedesi ve
babası gibi o da tasavvufa yönelmiş ve Celvetiyye’nin kurucusu Aziz Mahmud Hüdâyî’nin müridlerinden
olmuştur. (İpekten, 1991: 40-41)
200
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Nizâmî’yi örnek alarak meydana getirdiği hamsesinde Atâî’nin bu şaire bağlılığı sadece iki müsveddesinin
adlarında ve dış görünüşlerindedir. Şair bu eserlerinde çok kullanılmış konular yerine yeni konuları ele
almıştır. Yer yer mahallî hayatı, halkın yaşayış ve törelerini dile getirmiş, özellikle İstanbul’un değişik
manzaraları ve güzelliklerini ortaya koymaya çalışmıştır; hatta hikâyeler içinde bazı gerçek olayları
dahi anlatmıştır. Böylece mesnevilerine yerli unsurlar katarak İran mesnevi geleneğinden kurtulmayı
denemiştir. Yazmalarının çokluğu mesnevilerinin sevilerek okunduğunu gösterir. Bundan dolayı da
Atâyî daha çok mesnevi şairi olarak tanınmıştır. (İpekten, 1991: 41)
Atâyî, IV. Murad’a sunduğu bir kasidesinde “eski tarihlere dair birçok az bulunur eser kaleme aldığını,
Şakayık’a zeyl yazdığını, hamse yazıp Nizâmî’yi aştığını, birçok eserini onun adına yazdığını, selefleri
hazır konular bulmuşken, kendisinin yeni tarzda yazdığını, eserlerinin yararlarını, güzelliğini anlatır
(Kortantamer, 1997: 130). Gerçekten de Atâyî’nin hamsesinde ve özellikle Nefhatü’l-ezhâr ve Sohbetü’lebkâr mesnevilerinde bulunan hikâyeler hem yerli, orijinal te’lif hikâyelerdir hem de modern hikâyeye
çok yakın bir teknikle kaleme alınmıştır. Hatta bazı hikâyeler plan, kahramanlar arası ilişkiler, olay
örgüsü, gerilim ve sonuç bakımından sanki modern hikâyenin XVII. Yüzyıldaki öncüleri gibidirler.
Atâyî’nin hamsesindeki bazı hikâyeler, gerilim yaratma ve sonuç yönünden modern hikâyeye öncülük
etmişlerdir.
Bu çalışmanın konusu olan “tek etki” kuramının birçok özelliği Hamse’deki bazı hikâyelerde bariz bir
şekilde görülmektedir. Burada örnek olarak hamsenin ikinci mesnevisi olan Nefhatü’l-ezhâr’ın onbeşinci
nefhasından sonra anlatılan “destan” ele alınacaktır. Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr adlı mesnevisine bir
cevap olarak kaleme alınan (Kortantamer, 1997: 177) bu eserde ahlâkî öğütlerin verildiği 20 nefha ve bu
öğütlere ilişkin hikâyelerin anlatıldığı 20 destandan oluşmaktadır. Her destan kendisiyle ilgili nefhadan
hemen sonra verilir. Atâyî, hikâyeye geçmeden önce hikâyeye hazırlık olması için okuyucuya seslenir
ve bundan ders çıkarması gerektiğini tembihler. Örnek alınan nefhada Atâyî, “Zen-bâre-i bî-nevâlarun
hidmeti beyânında anber-efşânî-i kilkün müşgîn erkâmıdur” başlığından sonra nefsine düşkün olan ve
nefsine hâkim olamayanlara seslenir ve zinadan kaçınmalarını öğütler. Nefsin tutsaklığından kurtulmak
gerektiğini, kurtulamayanların aşağılık kişiler olduğunu söyler. Zina edenlere idam, recm, sopa vurma
gibi cezaların verildiğini, zina edenleri taşlamanın Ka’be’yi ziyaret etmek kadar sevabının olduğunu
söyler ve
Dinle bu efsâneyi de ârif ol
Hezl déme nüktesine vâkıf ol
beytiyle nefhayı bitirir. Bu beyit aynı zamanda destana geçişi de ifade eder3. Bu beyitle Atâyî, okuruna
olayın hezl olduğuna bakmayıp, hikâyenin anlatılma amacını kavramaya gayret etmesini söyler. Atâyî,
bundan sonra “Dâsitân-ı zen-bâre-i harîs ki bir zen-i ferhâd-küşe mübtelâ olup câriyesiyle safâda iken
esîr-i dâm-ı belâ olmuşdur” başlığıyla destana geçer: Hevâ şarabıyla sarhoş ve nefsine mağlup olmuş bir
kadın düşkünü vardır. Aleti, nefsine bir yular takmıştır ve onu istediği yere çeker. Hep alaca bir elbise
giyer ve sarığını da kadınlar gibi sarar. Kadınların kendisine hoş bir şekilde “kırık” demeleri için her
tarafını kırmaya hazırdır. İstanbul şehri onun için kadınları seyretmek için bir yol ve vatandır. Bir gümüş
tenli güzel için her zaman çarşıda kuyumcu bekler. Cumartesi günleri bu şekilde Eyüp’te gezer. Kadınlar
3
Bu hikâyenin metni için mesnevinin Manisa İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Bölümü 5073/1 numarada bulunan
nüshası kullanılmıştır. Hikâye, nüshanın 68a-71b yaprakları arasındadır.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
gelirken bayram salıncakçısı gibi önlerine geçer, yüz vermezlerse bile onların alay etmesine razı olur. Bu
kadın düşkünü adamın iki yüz yaşında bir analığı vardır. Fitne çıkarmakla birbirine düşüremeyeceği
kimse yoktur. Başı zayıflığından titremesine rağmen gözü kaşı hileyle oynamaktadır. Onun tuzağına
birçok adam düşmüştür ve âlemde aldatmadığı kimse kalmamıştır. Bu kadın, bir gün oğulluğuna
nasihat eder. Onun evlenmesi gerektiğini, ona cennete beraber girebileceği bir gül alabileceğini söyler.
Ay kadar güzel, işveli ve nazlı bir kız olduğunu, kız olmasa da kızların eline su dökemeyeceğini anlatır.
Bu şekilde oğulluğunu aldatıp yaşlı ve hileci bir kadını ona alıverir. Gelinin perişan yüzünü düzeltip
süsler, güzelleştirir. Ateşi kalmayıp yeni sönmüş fitil gibi beyaz telli saçlarını taze bir gelin gibi yapar.
Kırmızı duvakla ayıplarını örter ve başı örtülü olarak oğluna getirir. Adam gelinin perdesini kaldırınca
“neuzu” der. Şüpheyle bir iki “kul euzu” okur. Sonra hacet namazı kılıp Allah’tan ondan ayrılmak için
dua eder. Adamın karısının çirkinliği oranında güzel bir câriyesi vardır. Adamın gönlü bu câriyeye akıp
gider. Câriye de ondan hoşlanmaktadır. Fakat yaşlı kadın onlara hiç göz açtırmaz, sürekli gözü onların
üzerinde olur. Günlerden bir gün evde bir toplantı olur. Birçok kadın gelir. Bunların hepsi de kocalarının
düşmanlarıdır. Oturup kocalarının arkasından konuşmaya başlarlar. Hepsi farklı farklı konuşsalar da
sözlerinin konusu aynıdır. Sürekli olarak kocalarının gözünün dışarıda olduğundan, câriyeye hatta
oğlanlara düşkün olduklarından şikâyet ederler. Kendilerine kocalarının iyi bakmadığından dert
yanarlar. Bu konuşmalara şahit olan dul kadınların ağızları sulanıp gözleri süzülür. Hepsi de erkeklerin
tarafını tutarlar. Sidikli Kamer, Çürük Râziye, Kirli Fâtı ve Kör Aynî söz alıp kocalarının hasretini yâd
ederler. Bu arada fırsatını bulan adam ve câriye planlarını yaparlar. Câriye, toplantıyı perdenin yanından
seyrederken adam da câriyenin arkasında işini görmektedir. Bahçede adamın yastıkla, bohçayla tos
vurmağa alıştırdığı bir koç vardır. Adamı hareket eder görünce gene tos vurmağa çağırıyor sanır. Gerilip
hızla adamın arkasına vurur vurmaz adamla câriyeyi toplantının ortasına yüz üstü savurur4.
4
Hikâyenin geniş bir incelemesi için bkz. Ünlü: 2007.
201
Atâyî’nin hikâyesine bu gözle bakıldığında bu unsurların hepsinin de yer aldığı kolayca fark edilmektedir.
Olaylar hızlı bir biçimde akar. Kişilerin ön plana çıkarılan özellikleri hikâyenin sonuna hizmet eder.
Hikâye yaklaşık 1400 kelime içeriğiyle bir oturuşta rahatlıkla bitirilebilecek bir uzunluğa sahiptir.
Olaylar zinciri ise dehşetli bir sonla biter. Bu son, hikâyenin akılda kalan kısmını yani “tek etki”nin
oluştuğu bölümü karşılamaktadır. Hikâyenin yazılış amacı da aslına bu “tek etki”ye hizmet etmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi hikâye, zinanın ve kadınlara düşünlüğün zararlarını somutlaştırmak için
kaleme alınmıştır. Bu somutlaştırma da çok dikkat çekici ve okuru bu kötülüklerden uzaklaştırmak
için yeterince etkili olmak zorundadır. Yani yazar, hikâyenin başında oldukça bilinçli bir şekilde olay
zincirini bu dehşetli sona götürmekte ve kişileri de bu şekilde yönlendirmektedir. Kişilere bakıldığında
kahraman, analığı, karısı, karısının cariyesi, eve gelen misafirlerin kısaca bütün kahramanların birleştiği
ve ön plana çıkarılan özellikleri, nefsine düşkün olmalarıdır. Yazara göre kötü yoldaki bu insanların
cezalandırılması gerekmektedir. Bu cezalandırıcı da kimsenin tahmin bile etmediği, ev sahibinin bohça
ve yastıkla tos vurdurmayı öğrettiği koç olacaktır. Hikâye kahramanlarının kurulu düzenini bozan
koç, bu yönüyle ihtilalcı bir kimliğe kavuşur (Ünlü, 2007: 249). Bu durum tam da Edgar Allan Poe’nun
tarif ettiği etkiyi göstermektedir. Hikâyede dekoratif olarak tanımlanabilecek olan kadınlar sohbetine
katılanların da aslında bu “son”un dehşetini artırmak için olay içine dâhil edilmiş olabileceği izlenimi
vermektedir. Olay akışı içinde bu kadınların konuştukları bölümde zaman biraz yavaşlar ve dinginleşir.
Bu arada okur da olayın genel havasına uyar. Ama bu dinginlik ortasında, okur da dâhil olmak üzere
Osman ÜNLÜ
Edgar Allan Poe’nun “tek etki” teorisi göz önünde bulundurularak Atâyî’nin bu hikâyesine bakıldığında
örtüşen birçok nokta bulunduğu görülmektedir. Kısaca tekrar edilecek olursa, Poe’ya göre bir hikâye,
tek bir etkiyi yaratmak için kaleme alınmış olmalıdır. Olay, kişiler ve diğer unsurlar bu etkiye hizmet
etmelidir. Dikkatin dağılmaması için bir oturuşta bitirilecek uzunlukta olması gerekmektedir. Hikâyenin
okunması bittiğinde okurun derinden sarsılması ve uzun süre etkisinden kurtulamaması sağlanmalıdır.
202
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
hikâyenin bütün kahramanlarının gafil bir haldeyken koç sahneye çıkmakta ve herkesi dehşet içinde
bırakan eylemini gerçekleştirir. Kısacası koçun tos darbelerine maruz kalan sadece evin beyi ve cariye
değildir. Olayı uzaktan ve kayıtsızca seyreden okur da koçun boynuzlarına hedef olmuştur. İşte Poe’nun
hikâyede görmek istediği “tek etki” böyle bir şey olmalıdır.
Hikâyelerdeki bu etkileyici ve dikkat çekici özellik minyatür sanatçılarının da dikkatini çekmiştir.
Atâyî’nin Hamsesinin minyatürlü üç nüshasını minyatür sanatı açısından değerlendiren Günsel Renda,
bu sanatçıların “hikâyelerin en can alıcı noktalarını, hareketli, ifadeli yüzlü iri figürlerle göstermeyi”
başardıklarını vurgular (Renda, 1980: 485). Yani hikâyeyi resimleyen minyatür sanatçısı, olayı özetlemek
için bu “tek etki”nin olduğu, vurucu ve etkileyici sahneyi ele alarak bir açıdan Poe’nun bu teorisinin
işaretlerini vermiştir. Bu tür minyatürler sadece bu metinde değil örneğin Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn
mesnevisinde olduğu gibi başka edebî metinlerde de vardır. Bu eserlerdeki minyatürlerin temel işlevi
olayların dikkat çeken yerlerinde yer almalarıdır. Sadece bu minyatürlerden bile eserin ana hatlarıyla
bile olsa anlaşılabildiği belirtilmektedir (Açıkgöz, 2011: 282). Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi R.
816 numarada bulunan minyatürlü hamse nüshasındaki minyatürlerden ikisi bu hikâyeye aittir. İlk
minyatürde adam ve karısı bir odada oturmakta ve ortada bir sofra bulunmaktadır. Ayakta duran ve
onlara hizmet eden genç ve güzel kızsa olayın kahramanlarından olan cariye olmalıdır. Sanatçı, bu
iki kadın kahraman arasındaki tezatı vurgulamak için cariyeyi olabildiğince güzel, karısını da yaşlı ve
çirkin olarak nakşetmiştir. Diğer minyatürde ise nakkaş, hikâyenin asıl sahnesini bütün çıplaklığıyla
resmetmiştir. Manzaranın üst kısmında ev sahibi dönemin ünlü fahişeleriyle sohbet etmektedir.
Evin efendisi ile cariye sofanın ortasında, belden aşağısı çıplak bir şekilde yere yuvarlanmış olarak
görünmektedir. Koç ise arkalarındadır. Ancak minyatürün ortasındaki bu sahne sonradan silinmiştir.
Yukarıdaki hikâyeye benzer bir şekilde birçok hikâyede aynı yolu takip eden Atâyî, kaleme aldığı
hikâyelerde kendisinden yaklaşık 200 yıl sonra hikâyelerin “son”larıyla ilgili bir hikâye teorisi oluşturan
Poe’ya benzer bir kurgu yolunu seçmiştir. Burada tabii ki Atâyî’nin bir hikâye teorisi kurduğundan
söz edilmemektedir. Ancak Poe’dan çok önce bilinçli veya bilinçsiz (bize göre bilinçli) bir şekilde
onunkine benzer bir kurgu kullanmaya çalışmış ve başarılı olduğu kanaati meydana gelmiştir. Klasik
edebiyatımızın en önemli eksikliklerinden biri olan edebiyat eleştirisinin çok az gelişim göstermesinde
teoriğe değil pratiğe yönelen bir yüzünün olması bu eksikliğin en önemli nedenlerinden biri olduğu
düşünülmektedir. Bundan dolayı, bu metinlerdeki üslûp ve yazarın tasarladığı ancak yazıya dökmediği
teorileri ortaya koymak sanırım biz modern bilim insanlarına düşmektedir.
Kaynakça
AÇIKGÖZ, Nâmık (2011). “Anlatma Problemi Açısından Fuzûlî’nin Leylî vü Mecnûn’undaki Gazel ve Murabba’lar”,
Bu Alâmet ile Bulur Beni Soran -Fuzûlî Kitabı, Kesit Yayınları, İstanbul. s. 281-295.
BATES, H.E. (2005). Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü (Çev. Gökçen Ezber). Bilge Kültür Sanat, İstanbul.
ELLINGHAM, Patrick M.: “Edgar Allan Poe: Master Story Teller”, (www1.broward.edu/~pelling/poerespap.pdf)
ENGİNÜN, İnci (1992). “Ömer Seyfeddin’in Hikâyeleri”, Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin. Atatürk Kültür
Merkezi, Ankara.
ERDEN, Aysu (2002). Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, Gendaş, İstanbul.
FRIEDMAN, Norman (1998): “Kısa Öyküyü Kısa Yapan Nedir?” (Çev. S.Gökçen Ezber), AdamÖykü, Eylül –Ekim, S.
18, s. 31-44.
İPEKTEN, Haluk (1991). “Atâî, Nev’îzâde”, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, C.IV, s. 40-42.
KORTANTAMER, Tunca (1997). Nev’î-zâde Atâyî ve Hamse’si, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir.
MUNGAN, Murathan (1998). “Hayatım Roman, Hayatım Hikâye” AdamÖykü, S. 16, İstanbul.
ÖZER, Sevinç (1999): “Kısa Öykü Kuramının Manyetik Alanı: Poe’nun “Tek Etki” Kuralı”, AdamÖykü, TemmuzAğustos, S. 23, s. 78-88.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
POE, Edgar Allan (1956). Selected Writings of Edgar Allan Poe (ed. Edward H. Davidson). The Riverside Press.
Cambridge-Massachusetts.
POE, Edgar Allan (1982). Olağandışı Öyküler (Çev. Memet Fuat_Tomris Uyar), Adam Yayıncılık, İstanbul.
POE, Edgar Allan (2007). Bütün Hikâyeleri (Çev. Dost Körpe), İthaki Yayınları, İstanbul.
RENDA, Günsel (1980). “18. Yüzyıl Osmanlı Minyatüründe Yeni Konular: Topkapı Sarayındaki Hamse-i Atâyî’nin
Minyatürleri”, Bedrettin Cömert’e Armağan Kitabı, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Beşeri Bilimler
Dergisi Özel Sayı, s. 481-496.
SİLKÜ, Atilla (1991). Ralph Waldo Emerson ve Edgar Allan Poe’nun Eserlerinde XIX. Yüzyıl Yazın Eleştirisi. Ege
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, İzmir.
TOPLU, Erhan Sezai (1997). Türk Edebiyatından Seçme Hikâyeler, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul.
203
Osman ÜNLÜ
ÜNLÜ, Osman (2007). “Ömer Seyfettin’in “Tos” Hikâyesinde Klasik Kısa Hikâye Geleneği Etkileri”, Ege Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, S. 13, s. 235-250.
Ek: Hikâye Metni5
(68a) Dâsitân-ı Zenbâre-i Harîs ki Bir Zen-i Ferhâd-küşe Mübtelâ Olup Câriyesiyle Safâda İken Esîr-i
Dâm-ı Belâ Olmuşdur
Varıdı bir câm-ı hevâyile mest
Nefsine maglûb har-ı zen-perest
Hâdisesi nefsine takmış zimâm
İstedügi yére çekerdi müdâm
Hânede bir nahli édüp ser-nigûn
Sakfa ururdı iki yérden sütûn
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Derdi hemân hokka-i la’l-i ferâh
Vasfına vérürdi anuñ berg ü şâh
Hâtıra-i kâse-i la’li ile
Nakş-ı hatâyîler éderdi dile
Éyleridi bulsa cahîme sefer
Urmaga gül-gûnına la’lîn eger
Kande ki zen işide ol bî-hicâb
Olurıdı katre-zen-i pür-şitâb
Baş götürüp deste-i hâven gibi
Ağzı sulanurdı kes-i zen gibi
Giydügi cümle alaca perniyân
Çenber-i destârı misâl-i zenân
Érse eli bulsa eger bir mesâs
Éyleridi kavs-i kuzahdan libâs
Her yérini bulsa kırardı eger
Tek aña bir hoşça kırık déseler
Muglime ardı galat-endâz idi
Zenler içün öñi fiten-sâz idi
Yol eri olunca bu yolda dürüst
Bir niçe soykun vérüp olmuşdı cüst
Çâpük idi hayli misâl-i gazâl
Baskın éder hep aña fikr ü hayâl
Sıçrarıdı gelse öñe taglar
Yırtmışıdı niçe niçe aglar
Şehr-i Sitanbul idi aña vatan
Yolda zenân seyri içün râh-ı zen (68b)
204
Gözi ile étdügi ef ’âl-i şûm
5
Nev’î-zâde Atâyî, Nefhatü’l-ezhâr (Manisa İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler 5073/1 (68a-71b))
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Sayılamazdı çü vebâl-i nücûm
Bir büt-i sîmîn-ten içün her zamân
Bekleridi çârsû-yı zergerân
Sebt güni hazret-i Eyyûbde
Kûçe-güzâr idi bu üslûbda
Öñin alurdı geliyorken zenân
‘Iyd salıncakçısı gibi hemân
Arza girüp olmasa ger feth-i bâb
Bir alaya dahı éderdi şitâb
Varıdı bir analıgı pîre-zen
Bihken ömr-i dü-sâd kûhken
Zâl-i felek gibi cihân fitnesi
Niçe cihân fitnesi cân fitnesi
Âb-feşân dil her gülle-i huşk
Bâd-ı sabâ-yı haber-i ‘aşk u meşk
Gûş-be-gûş gül-i ra’nâ-yı nâz
Mahrem-i esrâr-ı dil-i pür-niyâz
İstese mâhı getürür bî-gümân
Kapuya gerdûnesi ile hemân
Étse füsûn-sâzî-i mihr ü vefâ
Zühreyi Keyvâne éder mübtelâ
Garbı güne mazhar éder istese
Subhı şebe hem-ser éder istese
Olsa eger âzim-i ifsâd-ı beyn
Nefretile ayrılalar fark-ı deyn
Mihre eger mâh içün étse nifâk
Bakmazıdı yüz yüze bi’l-ittifâk
Tolı yüki çömlegi her bucagı
Kör sobaya dönmüşidi ocagı
Fitneyi kaynatmada her subh u şâm
Söyleridi çömlege çömlek müdâm
Mâr-ı münakkaş gibi bir hîzerân
Binse küpe niyyete ki zâl kühen
Duhter-i râyı getürür Hindden
Ditremede za’fıla gerçi başı
Osman ÜNLÜ
Elde asâ éylemiş ol nâtüvân
Dest-i mühennâsı édüp katl-i âm
205
Oynamada mekrile gözi kaşı (69a)
İki eli kanda éder subh u şâm
Duhter édüp kahbe-i sad-sâleyi
Kız çıkarır delle-i muhtâleyi
Hıtta-i erhâma açup şâh-râh
Mekri ile hâl-i bekâret tebâh
Bendine düşmüşdür anuñ niçe merd
Aldamadık komadı âlemde ferd
Vâsıl olup çiftine mısra’-ı bâb
Çok kapu yapmışdur o hâne-harâb
Dédi ogulluguna pend éyleyüp
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Pendile ol eblehi bend éyleyüp
Cânum ogul niçeye dek bu hevâ
Olmazımış cem’ zinâ vü gınâ
Göre mi râhat yüzin erken yigit
Etmegin it yér yakasın dahı bit
Gel saña alıvérelüm bir gelin
Cennete gir göz göre alup elin
Şunda bir ay-merdüm-i mehpâre var
‘İşve vü nâzı yaraşık şîve-kâr
Ancak olur hâsılı hüsn ü cemâl
‘İffet ü asl ve haseb ü mülk ü mâl
Gerçi tutulmuş çalaca kız degül
Kızlar aña öykünemez biz degül
Alup anı bâri gel éyle huzûr
Dîdeye sal ñur ve derûna sürûr
Göñlin éderseñ éresin bolluga
Vâsıl olursuñ tevbe yohsulluga
Hîle ile aldar o zen-bâreyi
Alıvérür bir zen-i mekkâreyi
Safha-i pejmürdesini mühreler
Yüzini yazar anı düzer koşar
Telli saçın kıldı o turfa halîl
Ateşi kalmış yeñi sönmüş fetîl
Aklıgıla safhayı pür-âc éder
Her segini tolı sefîd-âc éder
Köhne bahârî-veş olup reng-i rez
206
Ruhlar olur iki kızıl berg-i rez (69b)
Çenberile çehre-i bî-nûr u fer
Bir çeñesi baglu ölüye döner
Al tuvak aybını éyler nihân
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Anı başı örtülü satar heman
Perdesini kaldırıcak dér ne’uz
Vehmle okur bir iki kul e’uz
Hâcet içün soñra ki kıldı namâz
Hakdan anuñ firkatin étdi niyâz
Hırsı bu deñlü iken ol bî-nevâ
Oldı o fertûte zene mübtelâ
Berd-i acûzî gibi her yéri serd
Mürgini merg éder vérür dîne derd
Kıssası çün kûze-i gassâl idi
Karnı ise kubbe-i yehcâl idi
Kara kurı arık uruk zişt idi
Sözleri âteş dişi engüşt idi
Çak zen-i ferhad-küşüñ bendeşi
Zâl-i sipihrüñ ulu kız kardeşi
Sâfi sinirle kemik éder hemân
Kâmet-i hâm-güşte sinirsek gümân
Sürmesi taşkın gözi sâfi çapak
Nûra karışmış iki mühmel çanak
Vesmeli ebrûları mâh-ı mahâk
Ya suvası kopmış iki köhne tâk
Beñzi sararmış hem agarmış tudak
Safrası çıkmış göne benzer kulak
Étse kınalı topugın âşikâr
San derisin yüzmüşidi rûzgâr
Kef-i mühennâyile gûyâ benân
Şol kızaran yengece beñzer hemân
Eski semer gibi haşin yanları
Yorgun eşek hâyesi pistânları
İki yanında ayak iki sütûn
Kıssası gûyâ ki çeh-i bâz-gûn
Düşmege turur yüregi dâimâ
Bir keçi basdırmasıdur bî-nemek
Kim cigerin bile kurutmuş felek (70a)
Kapusına varsa kaçan kim zeker
Osman ÜNLÜ
Kasıgına bir teber urmuş kazâ
Fikri elif gibi hep ehlîlde
Mîm-sıfat iki gözi mîlde
Kâlıb-ı fersûde idi ser-be-ser
207
Barmagına sanki takardı çıñır
Rûh hulûli idi aña zeker
Barmaguna ur-geçürüp yâ hemân
Şem’ idi işkenbe fenerde ‘ayân
Zevcinüñ ol zevce-i fertût u şûm
Oldı yıkık göñline mânend-i bûm
Tâ ki ugurlık éde déyü eri
Uyhu mı görürdi ‘aceb gözleri
Zîr-i lihâfından olup dîde-bân
Beyzeyi gözlerdi keşef-deş hemân
Korur idi âleti ol nâbe-kâr
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Sanki yetîm almış eline hıyâr
Varıdı bir câriye-i bî-bedel
Avratınuñ bedlügi deñlü güzel
İnce beli kad güzel a’lâ topuk
Yukarısı az aşagısı çok
İki meme dest-hûş sîm-nâb
Âb-ı hayât üzre ya iki habâb
İki gümüş hokka idi gûyiyâ
La’l idi Eyyûbe hamret-nümâ
Yarma bilekli ucası bir yıgın
Sımsıkı et hep yakışık bel yakın
Yumrı idi gerd idi hem tort mort
Başmagı biñ kadına verirdi zort
Kıssa koç âleti gibi yumrı barmak
Tokuşup olmışdı meger iki şak
Halka-sıfat nîzeye hâzır gibi
Öñde idi zahm-ı bahâdır gibi
Hasmına göz dikmede bî-kem ü kâst
Déyü depri çeşmi gibi şakkı râst
Şehveti ol cezbe-i zurrâka san
Elli kulaç yérden éderdi revân
Olup o merdek aña germ-iştihâ
Hot hot éderdi çeñesi dâimâ (70b)
Âh-ı ciger-sûzını germ éyledi
Şem’-sıfat göñlini nerm éyledi
Vermez idi anlara hergîz amân
208
Vuslata bulmazlar idi bir zamân
Âkıbet ol deñlü bulur fursatı
Germ olur ol évde zenân sohbeti
Müctemi’ olur niçe mekkâreler
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Erlerinüñ düşmeni sehhâreler
Bir koca baykuş idi her pîre-zâl
Kondıgı ma’mûrede şenlik muhâl
Cümlesinüñ dagdagası derd-i kîr
Sözleri çok gerçi ki mazmûnı bir
Şâh-ı cihân olsa eri fahri yok
Kuş varısa aña yeter bir yoluk
Girmeyicek araya bir ter-zebân
Éyleyemez teslîh cümle cihân
Kimisi dér var erile birligüm
Gâyetile tatlu hele dirligüm
Yufka eli gerçi ki yok évde nân
Tatlı diliyle toyurur her zamân
Kimisi dér gerçi kesüp biçmede
Niçesi yanumda yéyüp içmede
Hîç ri’âyetde de étmez kusûr
N’éyleyeyin étmedi cânum huzûr
Kimisi dér gerçi beni de sever
Câriye meyli verir ammâ keder
İki gözüm gibi tutardum ânı
Bakmasa yabana gözetse beni
Kimisi dér âh ki oglancıdur
Kendi de burnı gibi yalancıdur
Geçdi hırıldı ile subh u mesâ
Dirligüm it dirligidür dâimâ
Nevbet érince iki evlilere
Başladılar nâle vü veylîlere
Hâin imiş déyü édüp bedduâ
Éylediler la’netile iktifâ (71a)
Bîve zenân işidüp ol sözleri
Agzı sulanup süzilüp gözleri
Baş götürüp dédi Sidikli Kamer
Bilmediñüz kıymetini erlerüñ
Kadrini sarrâf bilür gevherüñ
Bir gözimüz ursa çıkarsaydı er
Osman ÜNLÜ
Cümlesi er cânibini tutdılar
Ölse de unutmazıduk subh u şâm
Hep yedisin kırkın éderdük tamâm
Biri hak emriyle girince yére
209
Étmezidük biz ere egri nazar
Gerçi ki kırkında varırduk ere
Tutmazıduk hiç mezâhim yine
Dügün aşın merd ölenüñ kırkına
Gitdi bu vech üzre otuzı bile
Hürmetile ‘izzet ü ikrâmıla
Soñra Çürük Râziye açdı dehân
Toldı necâr-ı necrile cihân
Dédi ki evvelki eri âdemüñ
Beñzemezimiş birine mahremüñ
Yüzine toyunca nazar kılmadum
Edgar Allan Poe’nun “Tek Etki” Kuramı ve Klasik Türk Hikâyesi: Nev’i-Zâde Atâyî Örneği
Tâze idüm kıymetini bilmedüm
Kirli Fâtı dédi ki hey dostlar
Pâk ölene hayf öle nâ-pâk er
Evvel erüm haste vü dil-gîr idi
Cânına güç gelmeye pek pîr idi
Olmuşidi za’fıla hâli tebâh
Elli tokuzuncu erüm âh âh
Başladı Kör Aynî de âhir söze
Câm-ı tarâb şevkile geldi göze
Dédi ki hep erlerüm a’lâyidi
Kuvveti yerinde tevânâyidi
Her ne olursaydı olaydı bu kez
Togrusı budur ki yogı yaramaz
Kâşki öñünde öleyidik erüñ
Gireyidük altına kara yérüñ
Küştelerün ‘add édüp ol şûmlar
Hayrile añıldı o merhûmlar (71b)
Laklakaya müştagil olup év cem’
Kimi zebân olmuşidi kimi sem’
Bu arada ol iki hasret hemân
Vuslat içün ferce bulup ol zamân
Niçe niçe hîle ki fikr étdiler
Kavli bunuñ üstüne berk étdiler
Câriye dédi turayın saña ben
Kapu arasunda bakup perdeden
Arduma geç sen benüm éyle safâ
210
Lîk şu şartile yolundan ola
Vâsıl-ı kâm olup iki pür-mihen
Kurdılar ol şevkle a’lâ düzen
Tâli’i gör kim felek-i bî-amân
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Çok görür anlara bu zevki hemân
Varidi bir kebşi kavîyyü’l-beden
Koç degül a kûh-sıfat gergeden
Çarha ki bir sadme çala ol koyun
Éyleridi hâk-sıfat çalkoyun
Sadmeye ögretmişidi anı er
Bogça vü bâlin tutup aña siper
Édicek amed şod râh-ı safâ
Bogçasını gördi taharrük-nümâ
Da’vet éder sadmeye sandı yine
Bir iki hatve çekilüp ardına
Éyledi bir hamlede ânı zebûn
Étdi évüñ ortasına ser-nigûn
Zenlere ol merdek olup mashara
211
Osman ÜNLÜ
Göti açıldı yüzi düşdi yére
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
SARTRE’IN BULANTI’SININ, DEMIR ÖZLÜ’NÜN BIR UZUN
SONBAHAR’INDAKI YANSIMALARI
REFLECTIONS OF SARTRE’S NAUSEA ON DEMİR ÖZLÜ’S
“BİR UZUN SONBAHAR”
*Esra KARLIDAĞ
Özet
Varol(ama)ma probleminin temel alındığı kimi eserlerde özünde, insan gerçeği, insanın bu dünyadaki
edimleri, yarattıkları ve yaratamadıkları kıstas alınır. Varlık kavramı da sorgulanır; tabi insanla ilişkili
boyutunda. En önemlisi de bu kurama göre, dünya içerisinde varolan her türlü kavram, değer, bakış açısı,
insanın kendini kurmasında bir anlam ifade etmeyen idealardır. İnsan, bu evrende yalnızdır ve kendi
yaşamını kurmada, öncelikle her türlü şeyi bir kenara bırakarak işe başlamalıdır. Sartre’a göre etrafımızdaki
değerler, insanın hayatını çalmakta, onun kendine bir yol çizmesine engel olmaktadır. Temeli bu algılamaya
dayanan egzistansiyalizmin, varlığını hissettirdiği eserlerde de genelde odaklanılmış tek bir insan ve onun
çevresindeki her şeyden kendini çekerek kurduğu bir süreç vardır. Varoluşçuluğun kült eserlerinden biri
olan Bulantı ve onun yolundan giden eserler, Türk edebiyatında 1960’lardan sonra kendini hissettirmeye
başlamış, Demir Özlü, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Leyla Erbil vb. yazarlarda tematik ya da yapısal
sesini duyurmuştur. Bu makalede de, Bir Uzun Sonbahar’da genel anlamda Bulantı’nın, özel anlamda ise
varoluşçuluğun izleri araştırılıp belli bir sınıflandırma yapılarak anlatılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Varoluşçuluk, Sartre, bulantı, Demir Özlü, Bir Uzun Sonbahar, insan
The human reality, his actions in this world, the things he could or could not create are set as criteria in certain
works that are based on the existential problem. The concept of existence too is questioned, of course within the
context of human relationships. The most important thing according to this theory is that all worldly concepts,
values, and points of view are but ideas devoid of meaning in man’s act of establishing himself. Man, is alone
in this universe and ought to throw himself to the task of building his life by primarily setting every thing else
aside. According to Sartre, the values around us rob us off our lives, thwarting our attempts to build a life for
ourselves. In those works, in which existentialism that is based on this perception makes itself heard, usually
there are the focus on one individual and the process that he has established by setting himself free from all the
things surrounding him. Nausea, an existential classic that has achieved cult status, and other works following
in its wake have begun to make themselves felt in Turkish Literature after the 1960’s, making their thematic or
structural voice heard through such authors as Demir Özlü, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, and Leyla
Erbil. Thus, in this article, the traces of Nausea regarding a general sense and those of existentialism regarding a
specific sense in One Long Autumn have been investigated and elucidated by establishing a certain classification.
Esra KARLIDAĞ
Abstract
213
Keywords: Existentialism, Sartre, nausea, Demir Özlü, One Long Autumn, human
* Bilkent Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, [email protected]
Giriş
“Toplumdan kopuş” ya da daha optimist bir dille söylersek “birey olma hali” şeklinde tanımlanmaya
başlanan egzistansiyalizme; özünde kişinin kendi doğasında yarattığı bir hesaplaşma da diyebiliriz.
Varoluşçuluk, insanın kendi yaşam sürecinde en etkin rolü oynadığını ve kişisel yaşanmışlıklarıyla,
algılarıyla kendi yaşam kurgusunu oluşturduğunu benimseyen bir felsefe kuramıdır. Kimileri için tek
bir sözcükle anlatılabilecek kadar basit; kimileri içinse anlamsızlıklar yığınıdır.
214
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
“Varoluşçuluk nedir? Şimdiye değin çeşitli karşılıklar verilmiş bir sorudur bu. Sözgelişi Well’e göre
varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye göre
kötümserlik, Wahl’a göre başkıldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’a göre idealizm (düşüncülük),
Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir.” (Bezirci, 2010: 7)
Tanımların ne kadar yeterli olabileceği, tartışılır olsa da, tüm tanımların ortak kavramlarından yola
çıkarsak eğer, tümel bir değerlendirme olarak şunları söyleyebiliriz: Sartre’a göre varoluşçuluk, öz, nesne
ve varlık arasındaki ilişkiye dayanan bir düşünce sistemidir. Evrendeki her nesnenin bir özü, bir de varlığı
vardır; öz nitelikler topluluğu, varlık ise yaşamda etkin olmak, demektir. Birçok düşünce sistemine göre
önce öz, sonra varlık gelir. Sartre’a göre ise varlık, özden önce gelir. İnsan özünü, kendi alımlamasına,
yaşam deneyimine göre kurar. Kaderciliğin tam tersi bir bakış açısına sahip olan egzistansiyalizme göre;
insan dünyadaki en etkin varlıktır. Sartre insanın edilgenliğine inanan her türlü düşünme biçimine karşıdır.
Örnek üzerinden açıklarsak eğer; tanrıyı ve kaderi insan yaşamını belirlemede temel ölçüt olarak kabul eden
dine göre varoluşçuluk; insanın, yaşamını kurmada en büyük rolü insana verir. İnsan özünü kendi yaratır.
Yaşam karşısında insanı birebir sorumlu yapan bu doktrine göre, çevresel koşulların, ailesel, toplumsal,
kültürel değerlerin bir önemi yoktur. İnsan yaşadığı sürece her eylemini kendine göre kurar, kendi yapar.
Varoluşçuğu benimseyen Kierkegaard, Heidegger, Marcel, Jaspers, Sartre, Camus vb. filozofların
varoluşçuluğu alımlaması ve yorumlaması farklı olsa da, ortak olan nokta ise bireyciliğin sarsılmaz
tekliğinde birleşmeleridir.
Varoluşçuluğun savaş ve bunalım evresinin hemen arkasından ortaya çıkması, sanatta, felsefede karşılık
bulan, romanlarda klasik bir tipe dönüşen, belli bir insan gerçeği yaratmıştır ki; bu gerçek savaşın olduğu
her toplumda kendini belli etmiştir.
“ “... köklerinden kopmuş (…), temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş (….), toplumda
yabancılaşmış (…), mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren” bir felsefedir. Bu felsefe daha çok,
“toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu (….), günümüzle gelenek arasındaki bağının
koptuğu (….), insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş
gösterdiği yerde” ortaya çıkar.” (Bezirci, 2010: 10)
Bu belirtilen insan gerçeğinin ortaya çıkmasındaki en büyük etkenlerden biri Birinci ve İkinci Dünya
Savaşı’nın yarattığı güvensizlik, şiddet, karamsarlık atmosferiyse; diğeri de modernizmin şekil verdiği
yeni bireyin, algılama sistemlerinin değişmesidir. Çünkü insanın kendi doğasına çekildiği, kapitalizm
sonrası ülkelerde, günlük yaşam pratiği iletişimi, sosyal değerleri, insanın varlık bilincini öldürmektedir.
Modernizmle birlikte zaman algısı değişir; bulunduğu çevreye yabancılaşan bireyler ortaya çıkar, insan
hızlı dönen bir çarkın içinde küçük, önemsiz bir şey haline gelir. İlginçtir ki; birey kavramının ortaya
çıkışıyla, insanın sistem içerisinde bir şeye dönüşmesi bir çeşit karşıtlığın çıkmazıdır.
Varoluşçuluğun özünde insanın seçimleri vardır; çünkü yaşam, insanın seçimleri sonucunda oluşur;
değerleri, ilişkileri, bağlantıları, kararları… Tüm bunlar bizim yaşamımızı kurmada belirleyici olan
olgulardır. Sartre’a göre, özellikle ilişkiler, insanın varoluşunu gerçekleştirmede en belirleyici olandır.
Başkalarının varlığı kişiyi eylemlerinde anlamlı kılar. Bu da Sartre’ın insancılık ilkesinin özüdür bir
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
bakıma. Her ne kadar varoluşçuluğa yapılan bütün karşı çıkışlar, özellikle Katolikler ve Marksçılar
için, karamsarlık kavramında bir küme oluştursa da, Sartre bu yakıştırmayı kabul etmez. Ona göre
varoluşçuluk, insancılıktır.
“Her insan durumunun somut gerçeğiyle öbür insanlara bağlıdır. Bundan dolayı özgürlüğün hem tek
insan için hem de bütün insanlar için istenmesi gerekir. Böylece özgürlük ve insancılık temeli üzerinde
bir ortaklaşalık oluşacaktır. Bu, açık bir insancılıktır, her gün yeniden kazanılacaktır. Nedeni şu: Bu
insancılık, her gün yeniden elde edilmesi gereken bir insan özgürlüğünü amaçlıyor; bir veri olarak
görmüyor onu.” (Sartre, 1961: 103)
İnsancılığın, özgürlükle bütünleştirilerek açıklandığı bu paragrafta, dikkat çeken bir diğer nokta ise;
her gün yeniden kazanma eylemindedir. Doğal olarak bu kuram, insana her gün yeniden sorumluluk
yüklemektedir.
Varoluşçulukla özdeşleşmiş bir kavram olan bulantı (bunaltı), özellikle sanatta, edebiyatta kendini
göstermiş, belleklere kazınan roman kişileri yaratmıştır. Acaba gerçekten nedir bunaltı? Onlara göre;
“insanlık bunaltıdır.” ; çünkü insan evrendeki her şeye karşı sorumludur. Bu sorumluluk kimileri
için görmezden gelinse de, özünde insanın eylemlerini belirlemekte, onu başkalarından da sorumlu
yapmaktadır. Bu sorumluluk duygusunun, insanı bunaltıya sürüklediğini söyleyen filazoflar, aynı
zamanda insanı eylemle birleştiren, harekete götüren bir itici güç olduğunu da iddia ederler. Çünkü
insan sorumluluklarının sonucunda bir karara varır. Tüm kararlar; insanın kendini sorumlu hissettiği
değerlerin, bağlantıların çokluğuyla, varlığıyla alakalıdır.
İnsanın bir boşluğa atıldığını savunur, varoluşçuluk. İnsan bu boşluğu kendi seçimleriyle doldurur.
Saçma bir dünyadır insanın içinde yaşadığı; insan bu dünyayı kendince anlamlı yapmaya çalışır.
Bu anlamlandırma serüveninde birçok kişi ailenin, çevrenin, toplumun değerlerini sorgulamadan
benimser; çünkü düşünmek, sorgulamak insanı karar vermeye, bir seçim yapmaya, yalnızlığa iten bir
itkidir. İnsan korkak bir yaratık olduğu için de, çok az kişi kabuğunun dışına çıkıp yaşam gerçekleriyle
yüzleşebilmektedir.
Egzistansiyalizm, insanın biricikliğine, insan dışında her şeyin ise anlamsızlığına, saçmalığına inanır.
Evren, dünya saçmadır, us-dışıdır. Dünyaya anlam veren insandır. Bu durumda da yaşamın merkezine
insanı oturtur. İnsanla her şey anlam kazanır.
“Yazar dünyanın bir parçası olmaktan herhangi birinden daha fazla kaçamaz ve yazdıkları tekil
evrenselin tipik bir örneğidir: ne olursa olsun bunlar birbirini tamamlayan iki yüze sahiptir: varlıklarının
tarihsel tekilliği, hedeflerinin evrenselliği -ya da tersi (varlığın evrenselliği ve hedeflerin tekilliği). Bir
kitap zorunlu olarak, içinde dünyanın bir bütünlük olarak asla tamamen açığa çıkmadan göründüğü
bir dünya parçasıdır.” (Sartre, 2010: 74)
1
Jean Paul, Sartre, Edebiyat Nedir?, 2008.
215
Sartre Edebiyat Nedir’de yazın kavramını üç başlık altında ele alır: yazar, yazarın görevi, okurun konumu.1
Yazarı, çağının aydını olarak görür ve gerçeklere sırtını dönme hakkı olmadığını belirtir. Çağının
gerçeklerini dile getiren, insanı varolmanın bilincine iten, düşündüren, yönlendiren; yani yazarken
değiştiren, yeni bir dünya kuran kişidir, yazar. İnsanı özgürleşme bilincine taşır.
Esra KARLIDAĞ
Varolmanın dile yaslandığı paradigmasında, en somut nesne ya da en belirgin gerçeklik, dilin bir ürünü
olan edebiyattır. Çünkü düşünceler dille iletilme imkanı bulur ki; özellikle bu bir edebi eserse. Sanatçı,
bireyin dünyasını her sorgulamasında bunu kişiler, olaylar, dil ve anlatım yoluyla eserine yansıtır. Bu tipler
de genelde kendini var etmeye çalışan, çoğunlukla da başarısız olan, bunaltıcı, karamsar kişiler olmuştur.
Doğal olarak edebi eserin değişmez bu çifte yüzü, onun zenginliğini, çokanlamlılığını, derinliğini
oluşturur.
Burjuva kültürüne, düşüncelerini belirttiği birçok eserinde karşı çıkmakta, eleştirmekte, sorumsuzlukla
suçlamaktadır. Çünkü bu sistem insanın tekilliğini öldürmekte, öznelliğini daraltmaktadır. Yapay bir
evren yaratmakta, üst sınıfın değer yargılarını, doğrularını tüm insanlığa evrensel doğrular olarak kabul
ettirmektedir. Hümanizm felsefesini de, Avrupa’nın kurduğu sömürü düzenini kapatmada uydurduğu
bir saçmalık olarak görür.
216
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
“Bugün burjuva sınıfı iktidardadır, ama hiçbir şey onu evrensel sınıf olarak kabul ettiremez. Sadece
bu bile onun “hümanizminin” köhnemişliğini ortaya koymaya yetecektir. Bu ideoloji aile kapitalizmi
zamanında ne kadar yeterliyse bugünkü tekeller çağına da o denli uymamaktadır. Gene de hala
dayatmaktadır: burjuvazi kendini hümanist ilan etmekte direniyor.” (Sartre, 2010:23)
Sartre’a göre burjuva kültürünün yarattığı ahlak anlayışı, toplum yapısı, sanat algısı insanı düşünen bir
birey olmaktan çıkarmakta, onu robotlaştırmaktadır. Üretim güçlerinin esiri olan halk gittikçe bilincini
kaybetmekte, sorgulama yeteneğini yitirmektedir. Bu nedenle bu sistem değişmelidir. Bu değişimde
Sartre en büyük rolü aydına vermektedir. Aydınlar sayesinde insanlar varolmanın bilincine varacak,
insanı robotlaştıran bu düzenin dışına çıkacaklardır. Sartre’ın aydın kavramı üzerine yaptığı tanım,
bence şimdiye kadar yapılan en doğru tanımlamadır, onu varoluşundaki nedenle açıklar.
“O halde, aydın kendi içindeki ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla (gerektirdiği bütün
normlarla), egemen ideoloji (geleneksel değerler sistemiyle birlikte) arasındaki karşıtlığın bilincine
varan insandır.” (Sartre, 2010: 34)
Aynı zamanda aydını, parçalanmış toplumların bir ürünü ve o toplumların varlığının da bir kanıtı olarak
görür.2
İlginçtir ki Marksistlerin, varoluşçuları en çok eleştirdiği konu birey ve toplum kavramlarının
çerçevesinde toplansa da; Sartre, aydın kavramına yükledikleriyle, aslında ona toplumda bir kimlik
kazandırır. Marksizmde de, varoluşçulukta da ortak olan düşünce; her ikisinin de burjuva düzenini
eleştirmesi, bu düzenden insanların kurtulması gerektiğini düşünmesidir. Özünde ikisi de eşitliğin
var olduğu bir dünyanın savunusunu yapmakta; ancak farklı teorilerle bu dünyayı kuracaklarına
inanmaktadır. Marksistler; üretimi gerçekleştiren halkın, kapitalist güçleri devirerek ve sömürü
düzenini yıkarak, herkesin aynı sınıfta olduğu sosyalizmi kuracağına inanmaktadır. Egzistansiyalistler
ise; burjuva düzeninin, bireyin düşünerek, sorgulayarak kendini var etmesiyle, düşünüyorum o halde
varım teorisiyle değişeceğine inanırlar. Gidiş yolları farklı olsa da vardıkları yer aynıdır, birisi toplumdan
yola çıkar, diğeri bireyden.
Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme
doğrultusunda olmadığını, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, hatta evrenin rasyonel bir tarafı
da bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.3 Vurgulanan aslında, insanın
biricikliğidir. Çünkü her şey onunla, onun düşünebilme yeteneğiyle değer ya da anlam kazanmaktadır.
Bu da insanın yaşama sürecinde gerçekleşir. Kişi bireysel yaşama sürecinde, özünü, anlamlandırarak
kazanır.
Varolma ya da olamama probleminin kıstas alındığı, sorgulandığı, kişinin kendi yaşamındaki
açmazlarının kıyasıya mücadelesinin sürdürüldüğü eserlerden biri olan Bulantı, dünya edebiyatında
mihenk taşı olan yapıtlardan biridir ve kendisinden sonra gelen birçok yapıt üzerinde, genelleştirerek
2 Jean Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, 2010, sf. 34
3 www.ansiklopedi.com
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
söylersek birçok sanat eserlerini de kapsayarak, etkili olmuştur. Birey olma, yabancılaşma, kent bunaltısı,
değerlerin anlamsızlığı, varlık kavramları doğrultusunda karşımıza çıkan bu eserlerde, dikkat çeken
noktalardan biri de savaşların ve kapitalizmin insanı hapseden yaşantısının yarattığı boğucu atmosferdir.
Genel olarak varoluşçuluğu temel yasalarıyla açıklamaya çalıştıktan sonra, Bulantı’nın, tema ve yapı
açısından Bir Uzun Sonbahar’daki izlerine geçebiliriz.
1. Bir Uzun Sonbahar’da Bulantı’nın İzdüşümleri
Bir Uzun Sonbahar, Demir Özlü’nün 1974’te, on beş gün içerisinde yazdığı romanıdır. İlk baskısı ise
1976’da Özkaya Matbaası tarafından yapılmıştır. Şu an da baskısı olmayan roman, yüz elli beş sayfadır.
“...çürümüş bağlantıların içinde bir tutsaktan başka bir şey değilim...”
Çürümüş bağlantılar ve tutsak kavramlarının çevresinde dönen bir roman olan Bir Uzun Sonbahar,
özünde dünya tarihinde derin yankılar bırakan ve edebiyatın çatısı altında eserlerin bünyesine giren
egzistansiyalizm kuramının, Türk Edebiyatı’ndaki izlerinden biridir. İçerisinde varoluşçuluğun
yapıtaşlarından biri olan Sartre’ın Bulantı’sının, kimi zaman temalar çerçevesinde; kimi zamansa dil ve
anlatım teknikleri bazında simetrik izleri görülür. İki romanın karşılaştırmalı incelemesine geçmeden
önce, Bir Uzun Sonbahar’ın kısaca özetini yapalım.
Bir Uzun Sonbahar, kendi doğası içine sıkışıp kalmış, varolmaya çalışan ya da varolamamanın yarattığı
anlamsızlığın, nihilist bakış açısının sonucunda, ucu ölüme varan saplantıların içine gömülen kişilerin
yer aldığı bir romandır. Birey ve toplum arasındaki uyuşamamanın belirgin bir şekilde görüldüğü
Bulantı, Demir Özlü’nün eserinde bir gelgite dönüşür. Anlatı kişisi romanın başlarında bunalımlı bir
dünyanın içinde karşımıza çıkar:
“...Zaman, uzamış uzamış, yıpranmış, bölünmüş, kopuk kopuk olmuştu. Herhangi bir eşya gibi, bıktırıcı
zaman. İçim karanlıkla örtülüydü, ardımda bıraktığım kötü günlerin yaptığı yığınak bilincimi eziyordu.”
(Özlü, 1976: 24)
4 Bakınız; Bir Düğün Gecesi’nde Aysel’i, Tezel’i; Yalnızlar’da Doktor Nevzat’ı, bu görüşe örnek verebiliriz.
217
Burjuva insanının çöküşünü anlatır, Bir Uzun Sonbahar. Topluma uyum sağlayamayan, yaşamda
tutunabilecek -alkol ve cinsellik dışında- bir dalı olmayan, kendi çemberinin içinde dönenip duran
insanlardır söz konusu olan. Bir de nihilizmin boşluğunu da çağrıştıran kişiler romanda karşımıza
çıkmaktadır; Gülgün gibi. Bir amacı olmayan, sıkıntılı, tatminsiz, boşluk içerisinde gidip gelen tipler.
Bu kişilerin, toplumda var oluşundaki nedenlerle ilgili doğrudan bir yorum yapmasa da anlatıcı, arka
planda tüm bunların siyasetin, polis-ordu baskısının, dünyadaki faşist politikaların ürünü olduğunu
hissettirir. Romanda açık olarak söylenmese de bir başka neden ise; öğrenci grupları arasındaki
sınıflaşma, kimilerini dışta bırakacak bir kümelenmedir. Özellikle burjuva kütürünün içinde yetişmiş
insanların, sol ideolojiyi benimsemiş gruplar tarafından yalnız bırakılmışlığı, o insanları boşluğa daha
fazla itmekte, kendi çevrelerinde dönenip duran kişiler yaratmaktadır. Türk romanında bu durumun
birçok örneği vardır.4
Esra KARLIDAĞ
Bu bireyin dünyasını ele geçiren karamsarlık, aynı zamanda kişiyi kendi çevresine de yabancılaştırmış,
yalnızlığı sığınabileceği bir yer olarak var etmiştir. Bu durumda da her iki romandaki anlatı kişisi, ya da
ana karakter de diyebiliriz, yaşamlarında kendilerini tek başına var etmiş kişilerdir. Bulantı’da bu “tek
başınalık” daha güçlü karşımıza çıkmakta, kişi çoğunlukla tüm vaktini yalnız geçirmekte, insanların
dünyasıyla bir bağlantı kuramamakta ve çabuk sıkılmaktadır. Aslında kaçıştan daha çok, bir çeşit farklı
evrenlerde yaşamaktır. Bunun sonucunda da kişi bu uyuşamama halinin ötesinde, kendini yabancı bir
varlık olarak tanımlamaktadır.
218
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
Bir Uzun Sonbahar; yaşamından bir kesiti sunan, adını bilmediğimiz kahraman, onun kız arkadaşları
Gülgün, Nazan ve erkek arkadaşları Hüseyin, Güngör ile ikinci planda Evin, Tan, Erten, Ara, Neco
arasında geçmektedir. Bir de unutmadan eklemeliyiz ki adını bilmediğimiz; ama zaman zaman karşımıza
çıkan kocasından ayrılmış kadın, tiyatro oyuncusu ve filoloji öğrencisi de vardır. Bu kişiler genellikle
toplumun üst sınıfından gelen, maddi imkanları oldukça yerinde, eğitimlerinin bir kısmını yurtdışında
tamamlamış, arada bir gezi amaçlı Avrupa’ya gidip gelen, ev partilerinde sıklıkla bir arada bulunan,
kendilerini Nouvelle Vague olarak nitelendiren kişilerdir. Kahraman dışında bu kişilerin yaşamıyla ilgili
bir şey bilmeyiz. Çoğunluğu sekse ve alkole sığınan, nihilist tiplerdir. Entelektüel bir yaşam biçimleri
yoktur, arada bir depresyona girip çıkarlar, yaşamda kendilerini bağlayacak bir planları, amaçları yoktur,
düzenli yaptıkları bir şey yoktur -Vogue Dergisi okumaktan ve alışverişten başka- , hiçbir şeyden tatmin
de olmazlar. Adını bilmediğimiz kahramanımız, bu nihilist gençlerden daha farklıdır. Onlarla bir arada
bulunsa da, zaman zaman bu birlikteliklerden sıkılır, bir şey yapmasa da öğrenci ya da işçi eylemlerini
takip eder, kendince etik değerler belirlemeye çalışır. Bir işi vardır; ama ayrıntısıyla bilmeyiz. O da kimi
dönem bunalımın içine sürüklenmiş, Avrupa’yı kendine kaçış yeri olarak görmüştür. Sıkıntısı; hiçbir yerde
kendine kimlik edinememesidir; çünkü her ortamdan bir süre sonra sıkılır. Yaşamını anlamlandırmaya
çalışır, kimi zaman da başarılı olur; hatta çevresindeki insanları bile bunalımın içinden çekip çıkarmakta
yardımcı olmaya çalışır, ancak başarılı olur mu, bilmeyiz.
Roman, İstanbul’da bir kahvede başlar; anlatı kişisi, arkadaşıyla buluşacaktır. Buluşmaya araları bozuk
olsa da karısıyla gider. Buluştuktan bir süre sonra, arkadaşı Güngör’ün iki kız arkadaşı da masaya
gelir; biri Gülgün’dür ve roman kişisiyle aralarında bir elektiriklenme olur. Bu tanışmadan kısa bir
süre sonra, karısı tarafından terk edilen kahraman, bir gece arkadaşlarının yanına ev partisine gider ve
orada Gülgün’le karşılaşır. Kısa sürede yakınlaşan ikili arasında cinsel bir devinim olur, birbirlerinin
evine gidip gelmeye başlarlar ve bir süre sonra da farklı kimliklerin uyuşamaması sonucunda ayrılırlar.
Gülgün’ün arkasına eski bir arkadaşı olan Nazan’la aşk yaşamaya başlar; ancak o da kendini tüketir;
çünkü yine farklı kimlikler devreye girmiştir. Bu ilişkiler, zaten, cinsellik etrafında dönen, çok da fazla
derinliğe inmeyen, yüzeysel birlikteliklerdir; anlatı kişisi de bu uyuşamamanın gayet farkındadır.
Genel olarak bu iki romanı kısaca özetledikten sonra, Bulantı’nın, Bir Uzun Sonbahar’daki izlerini şu
başlıklar altında sınıflandırabiliriz:
1.1. Toplum ve Birey Arasında Uyuşamama Hali: Yabancılaşma ve Yalnızlık
Bunaltı kavramını “İnsanlık bunaltıdır!” çıkarımıyla açıklamaya çalışan varoluşçuların vurgulamak
istedikleri nokta; insanın tümel sorumluluk duygusunu alarak, aslında bir iç sıkıntsını yüklenmesidir.
İnsan seçimleriyle vardır; her seçim ayrı bir sorumluluktur, doğal olarak da sorumluluklar ne kadar
çoğalırsa içinde boğulabileceğimiz ruh durumuna girme ihtimalimiz de artar.
“....Elbette insanı eylemsizliğe, durgunluğa götüren bir bunaltı söz konusu değil burada. Yalınç
(basit) bir bunaltı söz konusu. Sorumlulukları olan herkes bilir bu bunaltıyı. Nitekim bir saldırının
sorumluluğunu yüklenen bir komutan, nice insanı ölüme atmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olur.
Üstelik bu sorumluluğu kendisi seçer.” (Sartre, 1999: 45)
Doğal olarak sorumluluk hali, bir noktada da kişiyi, duygusal patlamaların yaşandığı sırada, tam tersi bir
noktaya da itebilir. Genelde romanlardaki kişiler de, bu tam tersi konuma sürüklenmiş burjuva tiplerdir.
Sartre’ın romanı Bulantı’da ana karakter kendi boğulmuşluğunun fazlasıyla farkındadır. Bir gün deniz
kenarında yürüyüş yaparken eline bir taş alır ve o anda içinde bulantı hisseder, başı döner ve bir sıkıntı
içini kaplar. Bu hali da roman boyunca birçok yerde tekrarlar. Ana karakterin bir çeşit kendisiyle
hesaplaşmasıdır; mutlu değildir, çevresinde dönen ikiyüzlü, yapmacık dünyanın farkındadır, insanlarla
çatışma içerisindedir. Uzun yürüyüşlerle bu bunaltının içinden çıkmaya çalışır; kimi zaman da çıkar,
hatta “Mutluyum!” yargısıyla kendini tatmin ettiği kısımlar da vardır. Tüm bunların altında yatan neden
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ise, topluma, insana, varlık kavramına ve zaman zaman da kendine duyduğu yabancılaşma halidir. Kimi
zaman kendini bile tanımlayamaz. Çevresine baktığında, insanlar, sıradan hayatların içinde yollarına
devam etmekte, sürünün içinde birey olamama halini benimsemektedirler.
“Bu kıvançlı, akıllı sesler ortasında yapayalnız biriyim. Bütün bu insanlar birbirlerine açılmakla,
aynı fikirde olmanın verdiği mutluluğu bölüşmekle geçiriyorlar zamanlarını. Anlamıyorum Tanrım,
hepsi birden aynı şeyleri düşünmeye neden bu denli önem veriyorlar. Balık gözlü, içe dönük görünen,
uzlaşmayacakları bir insan geçmeye görsün aralarından, başları çevriliyor hemen.” (Sartre, 1999: 15)
Tüm bu farkındalık hali ya da çemberin dışında olmak da diyebiliriz, roman kişisini kimi zaman
korkutan bir yalnızlığa itmekte; kimi zamansa tiksinti duyduğu bir ruh hali yaratmaktadır. Kendisini
“Evet, iğreniyorum kendimden, içimde bir bulantı.” nitelemesiyle, birçok bölümde tanımlar.
“Yalnızım, insanların çoğu yuvalarına döndü. Radyoyu dinleye dinleye akşam gazetelerini okuyorlar.
Sona eren bir Pazar, buruk bir kül tadı bıraktı damaklarında, şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama
ya ben, ne pazarım var, ne pazartesim: Günlerimin bir kısmı düzensizlik içinde geçiyor…..
Değişen hiçbir şey yok, ama yine de her şey başka bir biçimde varlığını sürdürüyor. Nasıl anlatsam bunu;
Bulantı gibi bir şey.” (Sartre, 1999: 76)
Topluma karşı yabancılaşmanın, kişinin kendi özünde aradığı çıkış yollarının kapanmasının sonucunda
ortaya çıkan bu bunaltı hali, tüm roman boyunca devam edecektir. Tüm bu pesimist dünyanın
oluşumunda etkili olan nedenlerden biri de “Neuköln evlerinin pencerelerinden atılan her kurşun,
sedyelerle taşınan yaralıların boğazından dökülen her hıçkırık…” cümlesinden de anlaşıldığı gibi,
savaşın yarattığı kaotik durumdur.
Bir Uzun Sonbahar’a baktığımızda “yabancılaşma ve yalnızlık” kavramlarını kişilerin hayatları üzerinden
görebiliriz. Kimileri için daha çok kaçışın yarattığı bir durum; kimileri içinse uyuşamama halinin
sonucunda ortaya çıkan bir tutumdur. Ana karakter, romanın başlarında kendi içinde birçok sorunla
uğraşan, karısıyla ayrılma aşamasına gelmiş, girdiği ortamlardan çok çabuk sıkılan biridir. Özellikle
geriye dönüşlerin olduğu bölümlerde, mutsuzluk çemberinde dönenip duran, psikiyatrik ilaçlarla içinde
sıkıştığı bunalımı atmaya çalışan, kendi iç dünyasına kapalı bir tiptir.
İki roman kişisinin de, aslında temel problemi burjuva dünyasına dahil olamamaları ya da olmak
istememeleridir. Onlara göre bu dünya anlamsızlıklar yığını, hatta daha da ötesine gidersek çürük bir
düzenin parçacıklarıdır. Kişiyi tutsaklaştıran, varolmasını engelleyen, dört bir yanı duvarlarla çevrili bir
“yokluğun” içine hapseden bir düzendir, burjuva yaşamı. Bulantı’da Antoine Roquentin, bu dünyanın
içinden tam anlamıyla çıkmıştır, burjuva bir nitelik kazandıracak hiçbir şey yoktur hayatında. Neredeyse
roman boyunca yalnızdır, kimseye de ihtiyaç duymaz; çünkü insanlar ona sıkıcı ve anlamsız gelir. Diğer
roman karakterimiz ise her ne kadar burjuva yaşamları eleştirse de, zaman zaman kendini de onların
arasında bulur, hatta onlarla olmaktan keyif alır.
219
Bu karanlık dünyadan çıkmaya çalışan anlatı kişisi, toplumun içine bir türlü giremez, insanlarla bağlantı
kursa da gelip geçici olur, her seferinde yine bir başına kalır. Zaman zaman arkadaş ortamlarına katılır,
sohbetlere bir ucundan dahil olur; ancak yine de yaşadığı “uyuşamama” her zaman kendini hissettirir.
Kimi zaman hayatına birileri dahil olur ki onlar da sorunlu kişilerdir, kimi zamansa yalnızlığı tercih
eder, uzun süreli birlikteliklerde, tıkandığını hissettiği yerde ayrılır.
Esra KARLIDAĞ
“Birkaç ay önce derin bir sinir bunalımı geçirdim ben. Ölümün kapısını yokladım. Kendimi
toparlayamadım daha. Bu örgensel bir bozukluk haline dönüştü. Üzerimde derin bir yükü var. Mutlaka
kurtulmak istiyorum ondan. Ama şimdi yapamıyorum. Aldığım ilaçlar da etkiledi beni; durgun,
eylemsiz yaptı.” (Özlü, 1976: 21)
Topluma, zaman zaman da kişinin kendisine duyduğu bu yabancılaşma hali; iki eserin de ana izleklerinden
biridir; tüm roman boyunca tartışılır, bireyin iç dünyasında yarattığı sorunlar sorgulanır. Aslında bu
durum iki roman karakterinin de kendi kapılarını kapatmaları sonucu ele alınan yaşantılarıdır.
1.2. Kaçışın Durakları: Alkol ve Cinsellik
220
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
Varoluşçu romanlarda karşımıza çıkan izleklerden biri olan kaçış, bireyin yabancılaştığı çevrede, kendi
dünyasına çekilmesi, herhangi bir sorunla ya da gerçekle yüzleşmekten kaçınması, kısacası kendini her
ortamdan soyutlamasıdır. Bunun altında yatan temel neden ise, insanın ait olduğu uzam ve zamandaki
farklılığının bilincidir. Farklılıklar, bir noktada yalnızlaşmayı getirir. Kaçışta olan kişi, kimi zaman
güçsüzlüğünün yarattığı sığınma ihtiyacıyla dayanak noktaları arar; kimi zaman da kendisini, vardığı
konuma getiren nedenleri bulup onlarla yüzleşmeye çalışır.
Ontolojik olarak kaçma eylemi; subjenin bir tehlike gördüğünde, kendini geriye çekmesidir. Dünyadaki
tüm canlıların özünde var olan bu kaçma eylemi, insanda nitelik kazanır. Kişi içsel ya da dışsal
nedenlerle -ki her türlü kaçış tamamen özneldir- kendini korumaya alır. Kimileri koruma eylemini,
her türlü olay ya da durum karşısında gösterip, gerçeklerin yarattığı sarsıntıyı yaşamak istemez ve
onları görmezden gelirler. Kimileri ise bunu algılayabilecek kapasitede bile değildir. Yaşadıkları camdan
fanusu algılayabilecek gözleri bile yoktur ki böyle insanlar da etrafta çoğunluktadır. Bir kesim de vardır
ki gerçekleri algılar, kimi zaman bu gerçeklerin üzerine gidip çözmeye çalışır; kimi zaman da kayıtsızca,
her şeyi gidişine bırakır ve kendilerini oyalayacak ya da sığınacak bir şeyler bulurlar. Bu sığınma
noktasındaki duraklar da alkol, uyuşturucu, cinsellik ya da uyku halidir. İki romanda da bu duraklardan
alkol ve cinsellikle karşılaşırız.
Antoine Roquentin, yalnızdır, geçmişinde takılıp kaldığı bir ilişki vardır, arada bir aklına gelir. Cinsel
isteğini ise sürekli gittiği bir pastanenin sahibiyle birlikte olarak kapatır. Aralarında cinsellik dışında
hiçbir yakınlık yoktur, konuşmaları bile neredeyse çok azdır. Hatta zaman zaman birlikte olduğu
kadından rahatsız olduğu, içinde bilemediği bir sıkıntı hissettiği anlar vardır. Bir Uzun Sonbahar’da ise
anlatıcının yaşamında iki kadınla karşılaşırız: Gülgün ve Nazan. Bu iki ilişki de cinselliğe dayanır ve
daha çok bedensel haz üzerine kuruludur.
Aynı şekilde cinsellik de, kaygıların bir kenara itilmesinde bir kurtarıcıdır. Tensel doyumla yetinmede
kalır her şey, güçlü bir aşk ya da sevgi yoktur. Fedakarlık kavramı ise kullanımda bile değildir. Aşkın
tanımı cinsellik çerçevesinde yapılır, sınırlanır.
“Kim ne derse desin! Tendir aşkı yapan. Kadın erkek aşkını. İlk gençlik yılları bunalımlarını, saplantıyı,
imgeci aşkı, melankoliyi bilmez değilim... Ama cinsel aşk, ‘tatlı deri’ sorunudur. Ciltlerin birbirine
yapışması, ayrılamazmış gibi olmasıdır birbirinden.” (Özlü, 1976: 106)
Romanda aşk, bu tanımla sınırlı kalmıştır. Tensel birliktelikler, roman kişileri için yeterli olmakta,
ötesini aramamaktadırlar. Belki de yazar, cinselliğe bir tabu gibi yaklaşılan ülkemize bir eleştiri getirmek
istemiştir.
Alkol de her iki romanda sıklıkla karşımıza çıkar; kişiyi toplumdaki sorunlardan geçici de olsa arada bir
uzaklaştırır. Antoine Roquentin, neredeyse tüm roman boyunca yalnızdır ve genelde uzun yürüyüşleri
dışında birçok zaman, alkol kendisine eşlik etmektedir. Yemek yerken, kısa süreli de olsa bir yere
oturduğunda, çok nadir de olsa bir tanıdığıyla bir araya geldiğinde vb. Yaşamında alkol vardır. Diğer
roman karakterimize de, benzer bir şekilde, girdiği her ortamda içki eşlik eder. İçki ile ilgili asıl dikkat
çeken ayrıntı ise; içkinin romandaki kadınların yaşamında baskın bir öğe olarak yer almasıdır. Ara,
Gülgün günlerini içki içerek geçiren, içkisiz hiçbir ortamda bulunmayan kişiliklerdir.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Ara’yla da konuşmak çok zordu. İlgilendiği, gerçekten ilgilendiği bir şey yok gibiydi. Son yıllarda henüz
bir genç kız olduğu halde iyice içkiye vermişti kendini. Hemen her gün öğleden sonar votka içmeye
başlıyor, abuk sabuk şeyler yapıyordu.” (Özlü, 1976: 18)
Gülgün de benzer şekilde her gününü içerek geçirmekte, eylemsizliğin verdiği boşlukla bunalımın içine
sürüklenmekte, sonlara doğru da hayal dünyasında varolan görüntülere inanmaktadır.
Genel olarak “alkolün ve cinselliğin” yarattığı bu duygu durumu, her iki karakter için de, yaşamlarında
varolma kaygısının sonucunda ortaya çıkan kötücül dünyanın sığınmalarıdır.
1.3. Kent Bunaltısı
Varoluşçuluğun temel problemlerinden biri olan “kent bunaltısı”, dünya edebiyatında 1930’lardan,
Türk edebiyatında ise 1960’lardan sonra kendini göstermiş bir izlektir. Özünde kapitalizmin yarattığı
koşuşturmacanın, insanın tek düze yaşamlara indirgenerek ve bireyin elindeki her türlü özgürlük
imkanının alınarak bir çeşit yok olmasının yarattığı bir durumdur, aslında. Bir çeşit karamsarlık da
diyebiliriz.
Sartre’ın eserlerindeki ana izleklerden biri olan “kent bunaltısı”, Antoine Roquentin’de dünya karşısında
duyulan bir tiksintiye dönüşür. Bu tiksinti romanın kimi yerlerinde öyle güçlenir ki, roman kişisi
hiç kimseyle konuşmaz, kimseyle bir bağlantı kurmaz ve bunun yokluğunu da hissetmez. Ona göre
toplumdaki herkes onlara verilmiş yaşamların izini sürmektedir:
“Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti; radyo dinleyerek akşam gazetelerini okuyorlar. Sona eren
Pazar günü ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır. Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim
için ne pazartesi ne de pazar var…” (Sartre, 1999: 76)
Antoine Roquentin için toplum yaşamında varolan şeyler anlamsızlık ifade etmektedir. Bu anlamsızlık
da, bireyi eylemsizliğe sürüklemekte, zaman zaman da farklı algılamalarla yaşamını yönlendirmektedir.
Roman boyunca, Antoine Roquentin’in, dikkat çekecek boyutta çevresine, dış dünyaya bir kızgınlığı
vardır. Kimi zaman bu kızgınlık, nefret boyutuna kadar varır.
Bir Uzun Sonbahar’da ise şehir yaşamının bu sıradan akışına duyulan karşı çıkma hali, diğer romandaki
gibi baskın değildir. Daha doğrusu ontolojik bir sorgulama ya da kızgınlık yoktur. Sadece bireyde dahil
olmama ya da arada bir dahil olmaya çalışsa da, ortamlardan çabuk sıkılma söz konusudur. Bu sıkılma
hali ikili ilişkilere bile yansır, birlikte olduğu kişilerden bir süre sonra ayrılır.
“Gençlik yıllarında gerçeküstücülükten, varoluşçuluktan etkilenmiş, bizi belirleyen kurallar dizininden
kopmuştuk. Bu bir anlamda toplumdan kopmak demekti. Topluma sonradan dıştan katışıyorduk.
Çatışarak ya da alaya alarak…” (Özlü, 1976: 19)
221
Bu kızgınlık hali, özünde kapitalist dünyanın yarattığı koşuşturmacanın ve bunun insan dünyası üzerinde
kurduğu hegamonyanın bir sonucudur. İnsanı tekdüzeliğe indirgeyen, onu dar bir çemberin içinde hep
aynı yönde dönenip duran varlık konuma getiren bir dünya. Anlatı kişisi tüm roman boyunca, her türlü
edimi ya da düşüncesiyle bu dünyanın karşısında yer alıyor, her ne kadar mutlu olmasa da.
Esra KARLIDAĞ
“Bu tepenin üstünde, kendimi ne kadar uzak hissediyorum onlardan. Başka bir türdenmişim gibi geliyor
bana. Bütün bir gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, memnun bir tavırla evlere, alanlara bakıyor, bu
kentin onların kenti olduğunu “güzel bir taşra kenti” olduğunu düşünüyorlar. Korkmuyorlar…. Gevşek
ve cılız yüzlüdür bu insanlar… Budalalar. Ablak suratlarını, memnun suratlarını yeniden göreceğimi
düşünmek iğrendiriyor beni. Yasalar koyuyorlar, bayağı romanlar yazıyorlar, hatta budalalıklarını
çocuk yapmaya kadar vardırıyorlar. (Sartre, 1999: 212)
Kişi kendi kendiyle bile uyumsuzlaşır ve bunun nedenlerini varoluşçulukta ya da nedensiz varlıkta
aramaya çalışır. İnsanı bu boşluğa sürükleyen dünyada, ona göre suçlu başkalarıdır; yani toplum. Doğal
olarak da bu pesimist yaklaşım insanı kendi evreninde yapayalnız bırakır, aynı zamanda güçsüz.
İki romanda bazı yerlerde, kişilerin kendilerini şehir içerisinde, ayrı bir topluluk olarak gördükleri
insanlar arasında, güçlü, mutlu bir birey olarak tanımladıkları yerler de vardır, nadir de olsa. Örnek
olarak Antoine Roquentin’in yazma eyleminden sonra kendini “Dört sayfa yazdım. Sonra uzun bir
mutluluk ânı.” (Sartre 2010:100) şeklinde nitelendirdiği kısmı verebiliriz. Ancak genelde bu nitelemeler
sınırlıdır.
222
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
2. Yapısal Ortaklıklar
Bulantı’nın ister dünya edebiyatı olsun, ister Türk edebiyatı, yapıtlardaki yapısal izlerine bakıldığında en
dikkat çeken noktalar; eylemsizlik yani olay akışının olmaması, zaman çizgisindeki daralmalar, kırılmalar,
psikolojik bir zaman algısının devreye girmesi, daha çok birinci tekil anlatıcı kullanılması gibi nitelikleri
verebiliriz. Bunların dışında, egzistansiyalizmin var olduğu eserlerin, dünya edebiyatına kazandırdığı
tekniklerden biri olan iç konuşma da varlığını birçok eserde göstermektedir. Karşılaştırdığımız iki
romanda da sıklıkla kullanılan bu teknik, anlatı kişisinin kendi dünyasıyla bir çeşit hesaplaşmasının
olduğu sahnelerdir, bir bakıma.
Yapısal anlamda her iki romanda da birinci tekil anlatıcı kullanılmış; bu kişi Bulantı’da Antoine
Roquentin’dir; Bir Uzun Sonbahar’da ise anlatı kişisinin ismi verilmemiştir. Her ikisi de daha çok kendi
iç dünyalarının ve yaşama bakışlarının sorgusunu yapmakta ve kendilerini bulundukları hiçbir ortama
dahil etmemektedirler ya da edememektedirler. Bu durum da sıklıkla, bir çeşit yargılamaya dönüşen
konuşmalarda karşımıza çıkmaktadır.
İki roman arasındaki yapısal ortaklıkların ele alınacağı bu bölümde daha çok “iç konuşma tekniğinin
sıklıkla kullanılması, olay çizgisinin yokluğu, yani kurgusuzluk ve zamanda kronolojik bir yapılanmanın
olmaması” üzerinde durulmuştur.
2.1. İç Konuşma Tekniğinin Sıklıkla Kullanılması
Modernizmin dünya edebiyatında sesini yükseltmesiyle, yapıtların içine giren bir anlatım tekniği olan
iç konuşma, Bulantı’da, neredeyse romanının temel yapıtaşını oluşturacak kadar sıklıkla kullanılmıştır.
Romanın neredeyse çoğunluğunu, Antoine Roquentin’in iç konuşmaları oluşturur. Bu konuşmalar,
kimi yerlerde bireyin kendinden tiksindiği satırlara dönüşür; kimi yerlerde de kişinin huzuru yakaladığı
satırlara bürünür.
“Dört sayfa yazdım. Ardından uzun bir mutluluk anı sökün etti.” (Sartre, 1999: 98)
Anlatı kişisi birçok kavramı, özellikle de kapitalist yaşamla, birey kavramına yönelik, bu teknikle, kendi
içinde tartışır:
“Biz, sıkılmış, kendi kendimizden bunalmış, bir yığın varolandan başka bir şey değildik, burda
bulunmamız için hiçbir neden yoktu. Şaşkın ve belirsiz tedirginlikler duyan her birey ötekilere oranla
kendini fazla buluyordu.” (Sartre, 1999: 172)
Bu tarz konuşmalarla sıklıkla karşılaşırız. İnsan, varlık, nesne, varolma, yalnızlık vb. neredeyse tüm
roman boyunca, anlatı kişisinin, iç konuşma tekniğiyle ele aldığı problemlerdir. Özellikle sonlara doğru
“hümanizm” algısını, farklı noktalardan bakarak, kızgın bir dille kendi içinde yargılar ve hümanist
insanları ironik bir dille sınıflandırır:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“…insanları kendi izinleriyle kurtarmak isteyen hümanist, yeni efsaneler yaratmak isteyen hümanist,
eskilerle yetinen hümanist, insanın ölümünü ve yaşantısını seven hümanist, her zaman şakacı, neşeli
hümanist, ölüm törenlerini kaçırmayan asık yüzlü hümanist…” (Sartre, 1999:158)
Tabi bu satırlarda anlatı kişisinden çok Sartre’ın güçlü sesi kendini hissettirmekte, egzistansiyalizmin
alımlaması devreye girmektedir.
Varolma problemini masaya yatıran romanlardaki kimi konuşmalara baktığımızda; zaman zaman,
cümlelerin yapısında kırılmalar, bozuk cümleler, hatta bilinçakışı tekniğini andıran kimi paragrafların
devreye girdiği görülür.
“Benim, varım, düşünüyorum o halde varım, varım çünkü düşünüyorum, neden düşünüyorum?
Düşünmek istemiyorum artık, varolmak istemediğimi düşündüğüm için varım, düşünüyorum, dü…
çünkü… ooof! Kaçırıyorum, adi adam, gövdesinin ırzına geçildiğinden kaçtı.” (Sartre, 1999: 137)
Cümlelere baktığımızda anlam ilişkisinin zayıf olması, eksiltili cümleler ya da kelimeler dikkat
çekmektedir. Özellikle Descartes’in ünlü sözünden yola çıkarak bir varoluş oluşturmaya çalışsa da,
beceremez; saçmalığın içine daha çok sürüklenir. Tüm bu anlatım biçimi, benzer bir biçimde Bir Uzun
Sonbahar’da da görülür. Oradaki karakterimiz de, iç ve dış dünyayla hesaplaştığı kimi yerlerde, benzer
bir anlatım biçimi kullanır:
“Salonda uzun bir koltuğun ortasına oturdum. Düşünceler içinde gibiydim, ama düşündüğüm açık
seçik de bir şey yoktu, sadece sinirsel bir yorgunluğun ağırlığı… Sinirsel yorgunluk düşüncelerin de
üzerine çıkıyor… düşünceler altta ezilip kalıyor, biçimsiz şeyler…” (Özlü, 1976: 14)
Anlatıcının sinirsel yorgunluk şeklinde adlandırdığı bu ruh hali, roman boyunca, zaman zaman
yoğunlaşacak, kimi anlar da ise, bilinçli bir insanın iç dünyasında olan güvenli ve kendinden emin bir
pozitif algıya dönüşecektir.
Bir Uzun Sonbahar’ın başlarında, anlatı kişisinin ruh dünyasının daha karmaşık olduğu zamanlarda,
iç konuşmaya yönelmesi daha çok karşımıza çıkar. İç dünyasını kontrol altına almaya başlamasıyla,
Nazan’la kurduğu birlikteliğin verdiği rahatlamayla, uzun soluklu, teorik alt yapısı olan konuşmalar,
yerini olayların aktarıldığı, anlık edimlerin söz konusu olduğu yorumlara bırakır.
“İçinde yüzdüğüm yumuşak sevdanın, kendimi koruma içgüdümü uyaran ilk sinyali oluyor bu. Kendini
koruma içgüdüsünün uyanması, bencil bir duygu değildir diye düşünüyorum, eğer insan pek yalın
birisi değilse, korumak istediği bir yaşama tavrı, yolundan ayrılmak istemediği bazı düşünceleri varsa.”
(Özlü, 1976: 107)
Varoluşçuluğun kendini hissettirdiği eserlerde, genel olarak karşımıza çıkan, yapıya özgü kuruluşlardan
biri eylemsizliktir; yani eserde, okuyucuların zihninde “ne olacak?” sorusunu uyandıran, herhangi bir
devinimin olmamasıdır. Olay çizgisinin olmaması, eserlerde kimi zaman tek düzeliği doğurmakta;
kimi zamansa romana hareketsizliğin farklı bir boyut kazandırdığı absürd bir dünya katmaktadır. Daha
çok anlatı kişisinin kendi kendisiyle konuşması, kimi yerde hesaplaşması, yaşamındaki kimi varlıkları,
ideaları sorgulaması roman içerisinde sıklıkla karşımıza çıkar.
223
2.2. Kurgusuzluk
Esra KARLIDAĞ
Paragrafın devamında da burjuva yaşamlar ele alınır, anlatıcının kendi dünyasında. Bu cümlelerde
Sartre’ın ve Bulantı’nın ideolojik dünyası kendini hissettirir.
Bulantı’da Antoine Roquentin’in yaşamında yer alan edimler; Rollebon üzerine bir kitap yazması,
uzun soluklu yürüyüşler yapması, cinsel haz ihtiyacını gidermek için düzenli olarak Rendez-vous des
Cheminots’un patron bayanıyla sevişmesi vb. sınırlıdır. Bu devinimsiz, heyecansız yaşamdan, genel olarak
memnundur; zaman zaman tıkandığı, nadir de olsa biriyle konuşmaya ihtiyaç duyduğu anlar varolsa
da, genel yapı itibariyle kendi kıpırtısız yaşamını devam ettirmektedir. Diğer roman karakterimiz ise
başlarda sıkıcı bir yaşamın içinde, kendi kendine günlerini geçiren bir bireydir. Bunalımlı bir dünyanın
verdiği içe kapanma da söz konusu olduğu için, bu durum roman kişisinde nihilizme yakın bir dünya
yaratmış ve onu amaçsızlığın, anlamsızlığın hüküm sürdüğü bir bakış açısına yaklaştırmıştır.
“Günler iyi geçmiyor Gülgün. İçim bomboş. Kendimi boşlukta duyuyorum. Yeni bir yaşam kurmak
için de hiçbir gereksinme duymuyorum… Gülünç, ilk gençlik yıllarının varoluşçu bunalımlarına
döndüm sanki.” (Özlü, 1976: 26)
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
Bu bakış açısı doğrultusunda eylemsizlik, tüm roman boyunca, yaşananlar bazında bakarsak eğer, küçük
aşk ilişkileri dışında, bir kurgusuzluğa dayanır. İlerleyen sayfalarda ise bu bunalımlı ruh hali azalsa da,
bireyin yaşamında önemli bir olayla, heyecan uyandıran farklılıklarla karşılaşmayız. Aslında anlatıyı
okuduğumuzda, önemli olaylar vardır; ancak roman kişisi, bu olayların dışında kalır.
“Ankara’da elleri bağlanmış bir şoför, banyo küveti içinde ölü bulundu. Birkaç yabancı yapının kapısına,
bir profesörün dairesi önüne bomba atıldı. Bir banka daha soyuldu. Başka bir soygundan sonra bir genç
ağır yaralandı.” (Özlü, 1976: 144)
Bu gibi olaylar roman içerisinde karşımıza çıkar, anlatı kişisi ise bu yaşananlara dışarıdan bakar, bireysel
bir algılama söz konusu olduğu için, kendini toplumsal hiçbir eyleme karıştırmaz. Kimi sözleriyle
sosyalist bir dünya görüşünü benimsediğini belirtse de, bu düşünceler, sadece sözlerde kalır.
Eserlerdeki bu yapılanma, genel olarak varoluşçu eserlerde, sıklıkla görülür. Birey günlük yaşamdaki
olay akışını devam ettirir, insanlarla ortak bir noktada buluşamasa da. Ayrıca da bireyin kendisiyle
ilgili verilen bilgi o kadar azdır ki, Bir Uzun Sonbahar’da adını bile bilmeyiz. İkisinin de geçmişiyle
ilgili verilen bilgi çok sınırlıdır, yaşamlarında bir amaçları yoktur, onların hayatını değiştirecek önemli
bir olay olmamıştır, beklentileri yoktur; en önemlisi de geleceklerini mutlu bir şekilde kurmaya itecek
hiçbir itkileri yoktur. Bu olaysız, kimi yerde anlamsız dünyada, kendilerini adadıkları tek şey yazmaktır.
İki karakter de kimi zaman, yazmak için uzun zamanlarını ayırır, kendilerini yazarak var ederler,
yaşamlarındaki en önemli edimdir. Yazma ediminin dışında da, yaşamlarında bir soluk oluşturacak
hiçbir olayla karşılaşmayız.
2.3. Zamanda Kırılmalar
Modernizmin edebiyatın çatısı altına girmesiyle, romanda değişen zaman çizelgesi, farklı bir boyut
kazanmış, kronolojik akışını kırmıştır. Kimi eserlerde sorgulanmış, ontolojik açıdan masaya yatırılmış
ve öznel çıkarımlarda bulunulmuştur. Varoluşçu bir çizgide ele alınan romanlarda da, subjektif bir
zaman algısı söz konusudur. Daha doğrusu “an”lardır önemli olan.
“Sıkıntılı gözlerle şöyle bir baktım çevreme: Her şey içinde var olduğum andı, yalnız ve yalnız içinde
yaşadığım an… Şimdiki zamanın gerçek yapısı, üstündeki örtüyü atıyordu: Var olan an içinde yaşadığım
andı, yaşadığım andan başka hiçbir şey gerçek değildi. Geçmiş bir gerçek değildi.” (Sartre, 1999: 130)
224
Anlatı kişisinin yaşamı, tüm bu anlar üzerine kuruludur. Geçmiş ya da gelecek diye bir varlığa inanmaz.
Her iki romanda da belli bir olay çizgisi olmadığı için, zaman da tek çizgi üzerinden ilerlemez. Zamanda
atlamalar, geriye dönüşler, iç-içe geçmeler sıklıkla karşımıza çıkar. İlk olarak Bulantı’dan başlarsak eğer;
roman 29 Ocak’ta başlayıp 21 Şubat 1932’de bitmektedir; yani yirmi beş günlük bir süre anlatılmaktadır.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Zamanla ilgili dikkat çeken bir diğer nokta ise; romanda çizgisel akış kimi yerlerde sıradan bir şekilde
devam ederken, kimi yerlerde durma noktasına gelecek kadar yavaşlamasıdır. Bu yavaşladığı anlar daha
çok anlatı kişisinin iç konuşma tekniğiyle kendi içinde bir şeyleri sorguladığı, tartıştığı kısımlardır.
Mesela 97. sayfadan 99. sayfaya kadar olan kısım, Antoine Roquentin’in kendi kendisiyle konuşması, bir
çeşit hesaplaşmasıdır.
“Genel düşünceler daha umut vericidirler. Üstelik deney üstatları ve hatta amatörleri bile sonunda
hep haklı çıkarlar. Bilgelikleri, elden geldiğince az gürültü etmeyi, az yaşamayı, bir köşede unutulmayı
öğütler. En iyi hikayeleri, cezalara çarptırılmış olan başkalarına benzemez, gözü pek kimselere ilişkindir.”
(Sartre, 2010: 98)
Hayat ve yaşamdaki her türlü varlık üzerine, bu tarz çıkarımlar, roman içerisinde birçok yerde, zamanı
bölmekte, adeta durdurmaktadır.
Bir Uzun Sonbahar’da da benzer şekilde zamanda duraklamalar, bireyin iç dünyasına yönelmesi, kendi
varoluşunu bir iç tartışmaya dönüştürmesi karşımıza çıkar. Ayrıca da Bulantı’dan farklı olarak, bölümler
arasında da çizgisel bir zaman akışı yoktur. Mesela yazar üçüncü bölümde askerlik ve sürgün dönemini
anlattığı kısımda, romanın başlarından daha eski bir zamana gitmiştir. Dokuzuncu bölümde ise, anlatı
kişisinin yaşamında, ölümünün arkasına bir iç acısı bırakan Tan’a, onunla tanıştığı bir ev partisine
gidilmiştir.
“Diri varlığımla, iç yaşantım uyumsuzlaşmıştı, boş yere bunun kaynağını varoluşta, ya da nedensiz
varlıkta arıyordum, oysa başkalarıydı… kişiye boşluğu da, kendini tüketmeyi de, saçmayı da, ölümü de
yükleyen başkalarıdır. İşte o günlerde tanıştım Tan’la.” (Özlü, 1976: 80)
Paragrafta da görüldüğü üzere anlatı kişisi, kendi yaşamından izlerle çıkarımda bulunurken, son
cümlede geçmişe Tan’la tanıştığı yıllara döner. Nişantaşı’nda eski bir politikacının kızının evindeki
partide tanıştıkları Tan’ın kişisel özellikleri, şiirleri ve son olarak nasıl intihar ettiği anlatılır. Genel olarak
zamandaki bu kopukluk, kimi noktalarda okuyucunun olaylar arası bağlantı kurmasını güçleştirmekte,
doğal olarak bunun sonucunda da sıradan bir okuyucu metne odaklanmakta zorlanmaktadır.
Aslında zamanın farklı tonlarda işlemesi, kimileri için romanı anlamakta zorlaştırsa da, dikkat
edildiğinde zamandaki tüm atlamalarda bir bağlantı vardır. Bu bağlantı kimi yerlerde entelijansiyanın
tıkanıp kaldığı boşluklarda, ana karakterin devreye girmesiyle, kimi yerlerde de ontolojik bir bakış
açısının hüküm sürmesiyle oluşur. Her ne kadar zamanda çizgiselliğin olmaması bağlantıyı zorlaştırsa
da, donanımlı bir okuyucu için “zaman”daki bu subjektif algıma metne ayrı bir tat da vermektedir.
İki roman arasında kurulan ilişkilerden yola çıkarak bir yargıya varacak olursak, dünya edebiyatında
yeni ve farklı bir ses uyandıran, egzistansiyalizmin varoluş kavramını mihenk taşı yapan romanlardan
biri olan Bulantı’nın, Türk edebiyatında, en çok sesini duyurduğu yazarlardan biri Demir Özlü’dür.
Hemen hemen birçok romanında ya da öyküsünde, insana toplumla ilişkisi bağlantısından çok, yalnız
bir birey ekseninde bakar. Bu durumda da eserlerinde daha çok kalabalık gruplar yerine tek başınalıklar,
bir kişi etrafında dönen yapılanmalar, bireyin kendi iç dünyasına odaklanması, toplumla kimi noktalarda
uyuşamaması söz konusudur.
225
Bulantı’nın ve Bir Uzun Sonbahar’ın tema ve yapı açısından karşılaştırılarak incelendiği bu çalışma
kendi içerisinde sınıflandırılmış ve örnekler üzerinden gidilerek açıklanmıştır. Bu yazıda da belirtilen
benzerlikler dışında, iki roman arasında derinlemesine bir çalışmada, birçok ortak nokta daha
yakalanabilir; ancak böyle bir çalışma daha uzun soluklu bir araştırma ve daha çok zaman gerektirir.
Esra KARLIDAĞ
Sonuç
Bir çeşit yalnızlığın ve yabancılaşmanın hüküm sürdüğü romanlar olan Bulantı ve Bir Uzun Sonbahar,
her ne kadar bireye odaklanan yapıtlar olsa da, arka planda zaman zaman, topluma yönelik eleştirilere
yer verir. Bu eleştiriler kimi noktada savaş, savaşın insanlar üzerinde bıraktığı acı etkileri; kimi zamansa
Avrupa insanın savaşın boğucu etkisini gizlemek amacıyla ortaya attığı hümanizm saçmalığı üzerinedir.
İki karakterin de toplumla uyuşamamasının nedeni, belki de kendi içlerindeki kaotik duygulanmanın
çözümünün yine kendi içlerinde olmasıdır.
Genel olarak varoluşçuluğun edebi bir eserdeki yansımalarını ve iki roman arasındaki bağlantıları
çözümlemeye çalıştığımız bu yazıda, odak noktası birey kavramının içeriğidir. İnsan bu içeriği kendi
yaşadıklarıyla doldurur ya da dolduramaz. Kimi zaman da toplumsal yaşantılar ya da gerçekler, insanın
kendi varoluş serüvenini gerçekleştirmesinde engel olur, kişinin önünü tıkar. Bu tıkanma bireyi yaşam
karşısında bırakılmış yapar. Tüm bunların yanında, bu iki romanda da belirtildiği üzere, insanın kendi
bırakmışlığının yanında, toplumdaki kopuş süreci, insanlar üzerindeki baskı, bireyi kimi zaman kendi
dünyasına bile yabancı kılacak kadar da etkilidir.
226
Sartre’ın Bulantı’sının, Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar’ındaki Yansımaları
Kaynakça
AKSOY, Ekrem (1981), “Varoluşçuluk” Türk Dili, Yazın Akımları Özel Sayısı, sayı 349, sf. 310-344 Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.
BOCHENSKİ, J. M. (1996), Felsefece Düşünmenin Yolları, çev. Kurtuluş Dinçer, Ankara: Bilim Sanat Yayınları.
COLETTE, Jacques (2006), Varoluşçuluk, Ankara: Dost Yayınları.
FOULQUİE, Paul (1976), Varoluşçu Felsefe, çev. Yakup Şahan, İstanbul: Gelişim Yayınları.
GÖKBERK, Macit (2004), Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
KURT, Mustafa (2007), 1950 Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Romanlarında Yapı
Tema ve Anlatma, Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi.
NACİ, Fethi (1990), “Demir Özlü’nün Bir Uzun Sonbahar Adlı Romanında Çizdiği Aydın Kişinin Özellikleri Nelerdir”,
Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, sf. 397-399, İstanbul: Gerçek Yayınevi
ÖZLÜ, Demir (1976), Bir Uzun Sonbahar, İstanbul: Koza Yayınları.
SARTRE, Jean-Paul (2010), Bulantı, çev. Selahattin Hilav, İstanbul: Can Sanat Yayınları.
……………………. (2010), Aydınlar Üzerine, çev. Aysel Bora, İstanbul: Can Sanat Yayınları.
…..............................(2010), Varoluşçuluk, çev. Asım Bezirci, İstanbul: Say Yayınları.
…..............................(2008), Edebiyat Nedir?, çev. Bertan Onaran, İstanbul: Can Sanat Yayınları.
WAHL, Jean (1965), Bugünün Dünyasında Felsefe, çev. Ferit Edgü, İstanbul: Çan Yayınları.
2. Gün
III. Oturum
09 Mayıs 2014 Cuma
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Burul SAGINBAYEVA
Prof. Dr. Mehmet NARLI – Okutman Şaziye AYALI
Üç Romanda Postmodern Kurgu -Umberto Eco: Gülün Adı;
Orhan Pamuk: Beyaz Kale; Emre Kongar: Hoca Efendi’nin SandukasıDoç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı
Dünyaların Mutsuz İnsanları
Yrd. Doç. Dr. Fatih ALTUĞ
Araba Sevdası’na ve Bihrûz’un Zihnine Sızan Fransız Edebiyatı
Hasan SAKIN
Antikahraman Bağlamında İki Karakterin Karşılaştırmalı İncelemesi:
Oblomov ve C.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ÜÇ ROMANDA POSTMODERN KURGU
UMBERTO ECO: GÜLÜN ADI;
ORHAN PAMUK: BEYAZ KALE;
EMRE KONGAR: HOCAEFENDI’NIN SANDUKASI
*Mehmet NARLI
**Şaziye AYALI
Özet
Postmodernizm veya postmodern, özellikle Türkiye’de yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren gelişen
siyasal ve ekonomik küreselleşme; bireysel ve toplumsal eşitlenmeyle ve bağıntısızlaşma; olgudan görüntüye
geçiş; kültürlerin iç içe geçişi; ideolojilerin dağılmasıyla ortaya çıkan tercihsizlik; gerçekle hayalin birbirine
geçişi gibi bağlamlarda birçok durumu ve tutumu anlatmak için kullanıla gelmektedir. Kavramın Türk
romanı ile ilişkisi de bu süreçte tartışılmaya başlanır. Üstkurmaca, metinlerarasılık gibi kavramların birer
anlatı tekniği olarak eleştiri konusu edilmesi, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş ve İhsan Oktay
Anar gibi yazarların romanları etrafında görülür. Postmodern roman eleştirisi genel olarak, üst kurmaca,
metinler arasılık, çoğulcu bakış açısı gibi bileşenler üzerinde durarak metinsel yapıyı incelemektedir. Çünkü
postmodernle birlikte denilebilir ki dünya romanında biyografik, sosyolojik, psikanalitik nedenselliklerin
yerini, kurmacanın kendisi almıştır; kurmacanın kendisi bir “neden”dir. Böyle olunca sanki farklı kültürlerde
üretilen romanların yapısal ortaklıkları da daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çalışma da Orhan
Pamuk’un Beyaz Kale, Emre Kongar’ın Hoca Efendi’nin Sandukası ve Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı
romanları arasında postmodern kurgunun etkileşimsel izlerini aramaktadır. Kurgularını aynı tarihsel
süreç (Ortaçağ) içinde kuran bu üç romanın yazılışları hakkındaki hikaye de ( bir sahafta bulunan torbalar
içinde çıkan yazmalardan biri Beyaz Kale’yi,biri Hoca Efendinin Sandukası’nı biri de Gülün Adı’nı meydana
getirmiştir) postmodern kurmacanın nitelikleri hakkında çözümleme yapmaya yardımcı olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Roman, postmodern, kurmaca
* Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
** Okut. Balıkesir Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, [email protected]
229
Postmodernism or postmodern has been used to tell a lot of situations and attitudes in such contexts as political
and economic globalization which has developed since the last quarter of 20th century in Turkey; with personal
and social equalization and getting irrelevant; the pass from fact to image; the intertwinement of cultures; the
situation of getting without preference which has come up with scattering of ideologies; mesh of the real and
dream. The relation of the concept with Turkish novel is started to be discussed in this process, too. Being made a
topic of criticism of the concepts like metafiction, intertextuality as one each narrative technique is seen around
the novels of the authors like Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş and İhsan Oktay Anar. Postmodern
critics of novel examines the textual structure by emphasizing the components like metafiction, intertextuality,
pluralistic perspective in general. Because it can be said with postmodern that fiction itself has taken the place
of biographic, sociologic, psychoanalytic causality in the novel of world; fiction is a “cause” itself. Therefore, the
structural commonalities of the novels which have been produced in different cultures nearly come up more
apparently. This work searches the interactional traces of postmodern fiction among the novels named “Gülün
Adı” by Umberto Eco, “Beyaz Kale” by Orhan Pamuk, “Hocaefendi’nin Sandukası” by Emre Kongar, too. The
story about the writing of these three novels which have constituted their fictions in the same historical process
Mehmet NARLI, Şaziye AYALI
Abstract
(medieval) (one of the inscriptions which have come up in the glands that have been found in a second-hand
bookstore has formed “Beyaz Kale”, one of them has formed “Hocaefendi’nin Sandukası”, one of them has formed
“Gülün Adı”, too) will help to make an analysis about the qualifications of postmodern fiction.
Keywords: Novel, postmodern, fiction
Kuramsal Çerçeve
230
Üç Romanda Postmodern Kurgu
Postmodernizm, tarihsel olarak yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren bilim, teknoloji ve ideolojiler
ekseninde toplanan modern değerlere şüphe duymaya başlamış; bu rasyonel, Newtoncu kategorizasyona
karşı felsefede, sosyolojide, siyasette, sanatta ve edebiyatta eleştirel bir tutum geliştirmiştir. Siyasal ve
ekonomik küreselleşme, bireysel ve toplumsal eşitlenmeler, olgudan görüntüye geçiş, yerel, ulusal ve
evrensel kültürler arasındaki yoğun geçirgenlik, ideolojilerin dağılmasıyla ortaya çıkan tercihsizlik;
gerçekle hayalin birbirine geçmesi gibi birçok durumu ve tutumu postmodernizmin görünüş biçimleri
olarak belirlemek mümkündür. Artık modernnizmin mutlak değerleri sarsılmıştır. Görecelik tabanından
gelen “hem o hem bu” şeklindeki yumuşak itiraz giderek bir başkaldıraya dönüşmüştür. “Ancak, sıra dışı/
alışılmamış bir başkaldırıdır bu. Çünkü başkaldıranlar bir yandan yerleşik ölçütlere karşı bir davranış
içindeymiş görünümü sergilerlerken, öte yandan söz konusu ölçütleri metinlerinde çekinmeksizin
kullanmaktadırlar” (Ecevit, 2008: 67). Mutlağın, kesinliğin olmadığı yerde bireyin/sanatçının kendi
kabulü, kendi özgürlüğü ve kendi sınırsız yaratıcılığı başlayacaktır. Bu çerçevede “herkesin kendi
biçemini oluşturduğu; yaratıcılığa, her türlü estetik tabunun dışında sınırsız olanağın sunulduğu bir
dönem” (Ecevit, 2008: 68-69) olur postmodern.
Genel olarak denilebilir ki 1980’lere kadar romancı, okur ve eleştirmen için romanda ne anlatıldığı;
nasıl anlatıldığından daha önemli olmuştur. İdeolojik problemi olan romanlar da psikolojik problemli
olan romanlar da tematik yapılarıyla tartışıla gelirler. Toplumcu gerçekçi veya milli romantik dünya
görüşlerine yaslanan eleştirmenlerin romana bu açıdan bakması da doğaldır. Fakat 1980’lerden sonra
gelişen postmodern roman eleştirisi, genel olarak, üst kurmaca, metinlerarasılık, çoğulcu bakış açısı gibi
bileşenler üzerinde durarak metinsel yapıyı incelemektedir. Toplumcu gerçekçi veya idealist eleştirinin,
hatta geleneksel estetik eleştirinin, postmodern yapıyı ve bu yapı çevresinde geliştirilen eleştiriyi
anlamakta veya hazmetmekte zorluklar yaşadığı açıktır. Biyografik, sosyolojik, hatta psikanalitik
nedenselliklerin yerini kurmacanın kendisinin alması, modern bilinci epey zorda bırakmıştır.
“Postmodern romanın temel özelliklerinin üst kurmaca, metinlerarasılık, çoğulcu bakış olduğu
noktasında tartışma yok gibidir. Yine bu romanların tarihe yöneldiği, kurguda, entrika ve gizemi öne
çıkardığı da bilinmektedir. Üst kurmaca çok genel anlamıyla, romandaki evrenin, kurmaca olduğunun,
metinsel bir gerçeklik olduğunun açıkça vurgulanmasıdır” (Narlı, 2012: 83). Bu kurgu düzeneği üç şekilde
olabilmektedir: “1. Metnin kuruluşunu, yazılış sürecini olgu içine konumlandırma, ayrıca diğer kurmaca
metinleri kısmî olarak yerleştirme, 2. Nesnel gerçeklik ile kurmaca ilişkisini/ çelişkisini belirginleştirme,
3. Modern romanda kimliği örtükleştirilen anlatıcıyı, etkin bir figür olarak belirginleştirme” (Sazyek,
2002: 494-497). Metinlerarasılık, bütünüyle postmodern romanın getirdiği bir teknik değildir. Özde
“iktibas” geleneğine dayandırabileceğimiz bu metin dışılığın, hem bilimsel hem de edebiyat metinlerinde
yapıla geldiği bilinmektedir. Fakat postmodernistin bu alıntı ve göndermelerinin bir amacı, oyunu çok
boyutlu ve ilginç kılmak ise diğer amacı da bilgi ve değerlerin gelenekselleşmiş bütünlüğünü bozmaktır.
Üstkurmacanın bir alt kategorisi olarak değerlendirilen metinlerarasılık, üç yöntemle uygulanabilmektedir:
“Pastiş, gülünç dönüştürüm ve parodi. Özde taklit ve kopya sayabileceğimiz pastiş yöntemi, Jameson’a
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
göre, modernizmde yabancılaşan bireyin, postmodernizmde parçalanan özneye dönüşmesidir. Buna
bağlı olarak kişisel üslup yitmiştir. Bu yüzden geçmişin bütün üslupları, postmodern metnin üslubu
olabilirler. ‘Gülünç dönüştürüm’de kendisinden önce yazılmış bir kurmaca metinle kurulan bağ, mizahî
bir nitelik taşır. Yazar örneksediği metnin biçim ve figüratif özelliklerini, kurgu ve tekniklerini alaya
almak ya da okuyucuyu eğlendirmek amacıyla deforme eder. Parodi, bir kurmaca metnin başka bir
kumaca metnin içeriğini örneksemesidir. Yazar kendinden önceki metni ana konu bağlamında
dönüştürerek kendi eserine uygulayabileceği gibi; örneksenen metnin içerik parçalarını da kendi eserine
uygulayabilir (Sazyek, 2002: 502).
Çoğulculuk, “akıl ve düşün, bilim ve ezoteriğin, teknoloji ve mitosun, burjuva dünya görüşü ile toplum
dışı bir marjinalliğin yan yana/eş zamanlı var olduğu bir yaşam biçiminin adıdır” (Ecevit, 2008: 66). Yani
çoğulculuk, postmodernizmin bir değerler eşitlemesi olarak karşımıza çıkar, hiçbir değerin birbirine
karşı üstünlüğü ya da alçaklığı konu edilmeden “tarih ile tarih dışı, mekânla mekân dışı, dinsel ile
dindışı, olgu ile tasavvur, ahlak ile ahlaksızlık kısaca her şey [in] üstünlüğünü ve alçaklığını kaybederek
eşitlen[mesidir]” (Narlı, 2012; 85).
1. Üstkurmaca
Postmodern romanların üstkurmacası etrafındaki tartışmalar, aslında bu tekniğin geleneksel anlatılarda
var olduğu gerçeğini de ortaya çıkarmıştır. Modern romancı kendini, sorumlu ve entelektüel bir
konuma çekerek modern bilinç düzleminde açık ve örtülü olarak iddia ve önermelerde bulunmuş;
romanın gerçeği anlattığı noktasında bir iknaya girişmiştir. Üstkurmacanın modern roman kesitinde
dikkat çekmemesinin temel sebebi budur. Postmodern süreçte ise romancı, zekasıyla haz veren bir oyun
kurmak peşindedir. Dolayısıyla kurduğunun bir oyun olduğunu gizlemesine, kendini bir “anlatıcı”
olarak saklamasına gerek yoktur. Kurmacayı daha eğlenceli, daha gizemli ve daha “gerçekçi” kılmak
için yazar olarak metninin daima içindedir. Bu da yetmez okuru da kurmacaya dahil eder. Bu haliyle
“üstkurmaca; edebiyatı oyun olarak gören bir anlayışın ürünüdür; özne-nesne, iç dünya-reel yaşam,
kurmaca-gerçeklik karşıtlıklarının birbirine karıştığı ya da aynı anda yaşandığı çoğulcu (pluralist) ve eş
zamanlı (simultaneous) bir gerçeklik anlayışını yansıtır” (Ecevit, 2008: 99).
231
Modern roman, olgusalın ve ideolojik olanın temeli olan tarihe yönelir. Postmodernin tarihe
yönelmesinin amacı ve tarihi işlemedeki mantığı ise oldukça farklıdır. Örneğin Orhan Pamuk, Beyaz
Kale’de, Kemal Tahir’in Devlet Ana ve Tarık Buğra’nın Osmancık’ındaki aydınlatmacı tutumun, siyasal
bakış açısının epey uzağına düşmüştür. Postmodern romanın bakışı, tarihin dönüm noktalarından çok
ilginç olaylarına, kahramanlarından çok alt sevideki kişilerine yönelir. İhtimal postmodern romancı
tarihi, ders verici bir yaşanmışlıktan çıkarmakta, yaşanmışlığın ilginçliğine, zıtlıklarına ve uyumlarına
yönelmektedir. Bu yüzden tarihi figürler, sıradan askerler (Puslu Kıtalar Atlası), küçük buluşlar peşinde
koşan mucitler (Kitab-ül Hiyel), ev kadınları, çocuklar, nakkaşlar (Benim Adım Kırmızı), Fetih sırasında
top dökümüyle uğraşan frenk mühendisleri (Kara Büyülü Uyku) gibi sıradan insanlar olmuşlardır.
(Sazyek, 2002: 507) .
Mehmet NARLI, Şaziye AYALI
Postmodern romanın önemli özelliklerinden biri de entrika ve gizemi öne çıkarmasıdır. Polisiye roman
denilen modern popüler romanlarla, fantastik ögeleri, postmodern popüler kültür ortamında yeniden
üretmek gibi görünen bu yeniliğin, karma bir zevke hitap ettiğini söylemek mümkündür. Avam ile elit
arasındaki sınırın, medyaların oluşturduğu imgelerle, yakınlaşmış olması; bu karma durumu besleyen
en önemli etkendir. Polisiye durum genel olarak postmodern romanda “üst kurmaca bir düzlemde
belirlenir; Sazyek’in dediği gibi, Bir Cinayet Romanı, Tehlikeli Masallar, Benim Adım Kırmızı gibi
romanlar, yazma edimini, estetik meseleleri sorunsal edinerek aksiyonel ve figüratif durumları bunun
çevresinde oluştururlar (Sazyek, 2002: 506).
Gülün Adı, Beyaz Kale ve Hocaefendi’nin Sandukası romanlarını söz konusu etmemizin sebebi
sadece kendilerine özgü üstkurmacaları değildir; aynı zamanda bu üç romanın çerçeve hikayeleri
arasında ortaklıklar vardır: Bulunmuş elyazması metinler, bu metinleri yazanlar ve bu yazanların
metinlerini okura hazırlayan yazarlar. Gülün Adı’nda Eco, Vallet tarafından kaleme alınmış Melkli
Adso’nun hikâyesini, Beyaz Kale’de Orhan Pamuk, Faruk Darvinoğlu’nun, Venedikli köle hikâyesini,
Hocaefendi’nin Sandukası’nda Emre Kongar, Calavela tarafından yazılmış Hocaefendi’nin hikâyesini
anlatırlar.
Umberto Eco’nun eline 16 Ağustos 1968’de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmış bir kitap
geçmiştir. Bu, Melkli Dom Adso’nun, Dom J. Mabillon’un baskısından Fransızcaya çevrilmiş elyazmasıdır
(Eco, 1987: 11). Bu bilgiden sonra Eco, bu metnin eline nasıl geçtiğini, metni nasıl okuduğunu,
araştırdığını ve romanlaştırmaya nasıl karar verdiğini anlatır. Artık sıra Adso’nun kendi hikâyesini
anlatmasına gelir; fakat her bölümde araya giren, notlar düşüp açıklamalar yapan Eco, hep yanındadır.
232
Üç Romanda Postmodern Kurgu
Beyaz Kale’nin hikayesi de bir elyazmasıdır. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanındaki kurgusal kişi
Faruk Darvinoğlu, Beyaz Kale’ye yazdığı ön sözde Gebze Kaymakamlığının arşivinde 17. yüzyıla ait,
Yorgancının Üvey Evladı adlı bir el yazması metin bulmuş, okumuş ve günümüz Türkçesine aktarmıştır.
Bir masanın üstüne koyduğu elyazmasından bir iki cümle okuduktan sonra, kâğıtlarının bulunduğu
başka bir odaya geçmiş; aklında kalanı yazmıştır. Her şeyi birbiriyle ilgili görmek şeklindeki çağın
hastalığı yüzünden bulduğu hikâyeyi yayımlamıştır (Pamuk, 2005: 7). Romandaki ikinci anlatıcı, bu
el yazması metni yazan Venedikli köledir ve Beyaz Kale’nin üçüncüsü anlatıcısı da Orhan Pamuk’tur.
Hikâyeye karışan bu üç kişinin varlık sebebi, olay örgüsünü, gerçek, düş ve kopya arasında kaynaksız
hale getirmektir. Bu kaynaksızlaştırma postmodernizmin bütün değerleri bir arada çoğaltan, birbirine
eşitleyen ve sadece metin gerçekliğine varan tavrının sonucudur.
Hocaefendi’nin Sandukası’nın üstkurmacası yukarıdaki iki romanın üstkurmcasını da içine alan bir
hikayeye sahip: Emre Kongar adlı yazar, “Aslan Kaynardağ’ın Elif Kitapevi’ne sıcak bir çay içmeye gitmiş;
Aslan Bey onu, her zamanki filozof tavrı ile ortadaki sobanın başına buyur etmiştir. Sobanın başında iki
kişi daha oturuyordur. Bunlardan biri, Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi, estetikçi ve semiyolog
olan Umberto Eco adlı bir İtalyan’dır. Daha genç olanı ise çok önemli bir yazar olacağına inandığı Orhan
Pamuk’tur. Aslan Kaynardağ’ın, dükkanının önüne içinde bir sürü Latince ve Osmanlıca elyazması olan
bir koli bırakılmıştır. Emre Kongar geldiği sırada İtalyan Profesör, Latince, Orhan Pamuk da Osmanlıca
yazmalara bakmaktadır. Kongar’a da yazarının adı Latince olan yer yer yanmış Osmanlıca bir yazma
kalmıştır. İşte Eco’nun Adso’nun ünlü elyazmasını ilk kez bulduğu gün, o gündür. Faruk Darvınoğlu’nun
1982’de Gebze’de bulduğu elyazmasını da, Orhan Pamuk ilk kez, yine aynı gün keşfetmiştir (Kongar,
1999: 8-9). Kongar’ın oluşturduğu bu kurmacanın kurmacasında Eco’nun ve Pamuk’un kendi romanları
için kurdukları çerçeve hikayeleri boşa çıkarır. Çünkü Eco, kendi romanında Adso’nun elyazmasını
bir yolculuk esnasında bulduğunu söyler. Orhan Pamuk’un el yazmasını ise Faruk Darvinoğlu Gebze
Kaymakamlığı sırasında bulmuştur.
Yazarlar çerçeve kurgunun duvarlarından atlayarak bazen iç anlatıcıların hikayelerine müdahale
ederler; okurun dikkatini kendi yazarlıklarına çekerler. Gülün Adı’nda Eco; “Bana bu güzel açıklama
bağışlandığı için efendimiz İsa Mesih’in kutsal adına övgüler olsun. Ama yolundan sapma, ey
öyküm, çünkü yaşlanmakta olan bu rahip ayrıntılar üstünde gereğinden çok duruyor” (Eco, 1987:
48) der. Orhan Pamuk, Beyaz Kale’de; “kitabının sonuna geldiğini akıllı okuyucuların dikkat etmesi
gereken şeyler olduğunu, romanı iç anlatıcının bitirdiği şekilde bitirmeyeceğini söyler (Pamuk, 2005:
163). Hocaefendi’nin Sandukası’nda ise yazar, isterse okurun hikayeyi başka bir düzlemde yeniden
yazabileceğini söyler (Kongar, 1999: 17-18-19).
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
2. Metinlerarasılık
Postmodern romanın yaspısını oluşturan en önemli tekniklerden biri de metinlerarasılıktır. “Yansıtmacı
ve modernist tarzlarda daha çok anlamı etkileme ya da belirleme noktasında birleşen metinlerarasılık, ne
dış ne de iç gerçekliği yansıtma ya da işleme gibi bir hedefi olan; bunun yerine romanı bir sanal gerçeklik
ortamı, çoğulcu bir sentez olarak gören postmodernist romanda bu çoğulculuğu sağlayan öğelerden
biri olma konumuna getirilmiştir” (Sazyek, 2002: 499). Çoğulculuğu sağlayan metinlerarasılık, başka
metinlerin iç içeliğinden ötürü metinlerdeki özgünlüğü ortadan kaldırdığı için çoğu zaman eleştirilmiştir.
Fakat “eskilerin taklitçilik diye aşağıladıkları bu eğilim, çağ edebiyatının biçimsel yeniliklerinden biridir;
özgünlüğün içerikte değil, biçimde önemli olduğu bir estetik anlayışın ürünüdür” (Ecevit, 1996: 31).
‘Orijinal metin yoktur’ ilkesini benimseyen bu yöntem, daha önceden oluşturulmuş metinlerden
yararlanma yoludur. “Metinlerarasılık denilen bu kullanım, postmodernizmin edebiyatta özgünlüğün
mümkün olmadığını kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu aynı zamanda metnin başka metin ya
da metinlerle de birleşerek zenginleşmesini sağlar” (Argunşah, 2002: 23). Bu yararlanma/zenginleşme
açık ya da örtük olabilir. Metinler arası ilişkiler, montaj/kolaj, anıştırma, gönderme, parodi/pastiş gibi
teknikler kullanılarak yapılabilmektedir.
Beyaz Kale’de Hoca ile Venedikli kölenin Padişah’ı memnun etmek için uydurdukları hikâyelerin dışında
ilişki kurdukları metinlerin geneli Doğu kültürüne ait eserlerdir: Köle,bir sahafta Takiyüddin’in yaptığı
rasatların sonuçlarını toplayan ve kötü bir el yazısıyla çıkarılmış bir nüshasını bulmuştur (Pamuk, 2005:
56). “Padişah’a sunmaya karar verdiği Hayat-ül-Hayvan ve Acaib-ül-Mahlukat adlı iki risale için ona
Empoli’deki evimizin geniş bahçelerinde, çayırlarında gördüğüm güzel atları, alelade eşekleri, tavşanları,
233
Gülün Adı’nda Ortaçağ eserleri başta olmak üzere, kimi zaman detaylı bilgi vermek kimi zaman da
eserlerin adlarından, yazarlarından ve kısa içeriklerinden söz etmek suretiyle birçok metinle ilişkiler
kurulur. Romanın kurgusunda özellikle gönderme yapılan bir eser, Aristo’nun Poetika’sıdır. “Venantius
ise Aristo’nun kendisinin esprilerinden ve sözcük oyunlarından, gerçeği daha iyi ortaya koyma araçları
olarak söz ettiğini, bu nedenle de gülmenin gerçeğin bir aracı olabilirse kötü bir şey olmaması gerektiğini
öne sürdü. Jorge, anımsadığı kadarıyla, Aristo’nun bunlardan Poetica adlı kitabında ve benzetimlerle
ilgili olarak söz ettiğini söyledi” (Eco, 1987: 164). Romanın iç hikâyesinin özünü de teşkil eden Aristo
ve eserine yönelik örneklemeleri çoğaltmak elbette mümkündür. Romanda dikkati çeken, Hristiyanlık
dünyasına ait olan metinlerle birlikte başka milletlere ve inanç sistemlerine ait dini ve ilmi metinlerle de
ilişkiler kurulmasıdır: “Ebubekir Ahmed bin Ali bin Vaşiyye en-Nebati, yüzyıllar önce, Kendini Bilime
Adamışların Eski Yazıların Bilmecelerini Çözmeye Duydukları Çılgınca İstekle İlgili Kitap diye bir kitap
yazdı ve büyüsel işlemlerde olduğu kadar, gizemli alfabeler düzenlemek ya da çözmekte, ordular ya da
bir kralla elçileri arasında haberleşmede yararlı birçok kural ortaya attı” (Eco, 1987: 238). Atıf yapılan,
alıntılanan diğer bazı metinler şunlardır: “El Hazan’ın, De aspectibus (Görünüşlere Dair) (Eco, 1987:
246) adlı kitabı, Platearius’un De virtutibus herbarum (Bitkilerin Erdemlerine Dair) (Eco, 1987: 108) adlı
kitabı. Bazı metinlerden alıntılar yapılmış bazı metinler hakkında yorumlarda bulunulmuştur. Örneğin:
Kur’an, inançsızların sapıkça bir kitabıdır, İncil’den faklı bilgiler içerir (Eco, 1987: 444). Bourbonlu
Stephan, Kutsal Ruh’un yedi erdemi üstüne yazdığı incelemede, Ermiş Dominique, Fanjeaux’da,
sapkınlar aleyhinde vaaz verdikten sonra bazı kadınlara o zamana dek hizmet etmiş oldukları efendilerini
göreceklerini açıkla (mıştır)” (Eco, 1987: 462). Romanın üzerine kurulduğu elyazmasının yazarı Adso
aslında ‘Libellus de Antichristo (Deccal Hakkında Kitapçık) adında büyük ve olağanüstü bir kitabın
yazarı(dır)” (Eco, 1987: 130).
Mehmet NARLI, Şaziye AYALI
Gülün Adı, Beyaz Kale ve Hocaefendi’nin Sandukası’na metinleraralık bağlamında bakıldığında da
önemli benzerlikler hatta etkileşimler görülür. Her üç yazar da romanlarının nasıl ortaya çıktıklarını
anlatırlarken ve iç kurgunun içine kendilerini karıştırırken başka metinlerle sürekli ilişkiye girerler.
Hatta Hocaefendinin Sandukası’nda yazar diğer iki metnin nasıl kurulduğu hakkında bilgi verir.
kertenkeleleri anlattım” (Pamuk, 2005: 51). Hoca’nın astronomi merakından ötürü bu metinlerin
içerisinde üzerinde çok durulan metin Takiyyüddin’in metnidir. Romanda Batılı metinlerle ilişki kuran
tek kişi Venedikli köledir. Venedikli, Paşa’ya Hipokrat’tan Thukidides’den, Boccacio’dan aklında kalan
veba sahnelerini anlattır (Pamuk, 2005: 79). Başka bir gün eline yine kötü bir el yazısıyla yazılmış, aslı
Almageist’e ait olan bir özet metin geçmiştir. Türkçesi yetersiz olduğu halde anlayabilmiştir (Pamuk,
2005: 25)
Hocaefendi’nin Sandukasın’nda da birçok metin çerçeve ve iç kurguların kurulmasında işlev görür:
“Tarihe bakın. İbn Haldun, İlm-i Umran’da ne diyor?” (Kongar, 1999: 30); “Biz, Kur-an’ı Kerim
ilkelerine göre yaşarken, örgütümüzü Kabusname’ye göre kurup yaşatacağız!” (Kongar, 1999: 31).
“Meşşai düşüncesinin yeni kurmakta olduğu cihan imparatorluğunun temel zihniyetini oluşturacağına
yürekten inanıyordu. Bu nedenle de büyük alim Gazzali ve İbn Rüşd’ün düşünceleri arasında bir
uzlaşma arıyordu” (Kongar, 1999: 52); “örneğin ünlü alim, el Biruni, Âsâr-ül-Bâkiye adlı kitabında bu
yöntemi kullanmıştır” (Kongar, 1999: 115) gibi atıflardan anlaşılacağı üzere daha çok İslam metinleriyle
temasa geçilmiştir. Bu metinlerin içerisinde Raşid ve arkadaşlarının baş kitabı olan Kabusname biraz
daha öne çıkar. Hocaefendi’nin Sandukasın’nda metinlerarası düzlemde Umberto Eco’nun Gülün Adı
romanındaki içeriğe de göndermelerde bulunulur: “Ünlü engizitör Baskervilleli William’ın da uzun
uzun şikayet ettiği Hıristiyanlar arası ayrılıklar düşünüldüğünde, bir İslam himayesinin, Papa’nın siyasal
olarak çok işine yarayacağı açıktı” (Kongar, 1999: 26) “İlk sözü Raşid aldı. ‘Arkadaşlar!’ dedi. ‘Yenildik.
Neden yenildik? Çünkü aptal gibi bir sandukanın peşine düştük. Sapık rahiplerin manastırda işledikleri
cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan engizitör eskileri gibi sandukanın esrarı ile uğraştık” (Kongar,
1999: 148) gibi atıflarda Gülün Adı’ndaki durumlar ve tutumlarla adeta tartışmaya girilir. Kongar’ın
romanındaki ölüm biçimleri de zehirler, vücuttaki görüntüler genel anlamda ortaçağ ölüm imgesine
özel anlamda da Gülün Adı’ndaki ölüm görüntülerine oldukça benzer. Örneğin: “Doğan’ın vücudu
kaskatı kesilmişti. Cesedi çevirdi. Sol avucunun içine baktı. Oradaki küçücük kırmızı noktayı hemen
gördü. Bir arı iğnesi kadar ince ve küçük kıymık da oradaydı tabii” (Kongar, 1999: 22).
234
Üç Romanda Postmodern Kurgu
Atıf yapılan metinlerden tarihsel olarak gerçek olanlar da vardır; kayıtlarda hiç rastlanılmayan da
vardır. Bir kısmının sırf oyunu gizemli kılmak ve anlatma zevkini kurmak için uydurulduğu oldukça
belirgindir. Bu çerçevede metinlerarasılığın getirdiği geçişlilik, çeşitlilik ve karnaval, tarihsel bir
gerçeklikten çok metinsel bir gerçeklik kurar. Bu gerçeklik, tarihseli, hayali, yazarı, okuru içine alan
kurgusal bir gerçekliktir. Böyle bir oyunda aksiyonun, bakış açısının çoğulcu yapısı da kendini göstermiş
olur.
3. Çoğulculuk/Çoğulcu Bakış Açısı
Siyasal ve kültürel bağlamda postmodernin en belirgin görünüş biçimi çoğulculuk olduğu gibi edebiyatta
da kaynaklık eden bir yöntem olarak kendini gösterir. Bir bakıma üstkurmacaya ve metinlerarasılığa
kaynaklık eder. Kurgudaki çoğulcu yapı ve bakış açısı metnin anlamını ve etkisini çeşitlendirir; çoğaltır.
Modernizmin “mutlak” anlayışına karşı olan postmodernizmin gerek kurgu gerek anlatıcı gerekse
zaman ve mekânda çoğulculuğu benimsemesi kaçınılmazdır. “Tek”liği, “mutlak”lığı kabullenmeyen
postmodernizm; belirsizliği, dağılmayı, çözülmeyi ve değişimi esas alır; bütünleşmeye karşı çıkarak
her şeyi ayrıştırma yoluna gider. Romanı oluşturan bütün unsurları –anlatıcıyı, zamanı, mekanı, olayı,
kişileri vb. çoğullaştırır” (Özdemir, 2008: 5).
Gülün Adı, Beyaz Kale ve Hocaefendi’nin Sandukası’nda da gerek hikâye gerek kişiler gerekse zaman ve
mekânda birçok çoğulluk söz konusudur. Üç romana bakış açısındaki çoğulculuk açısından bakılabilir:
Üç romanda da birden çok anlatıcı ve bakış açısı vardır. Gülün Adı’nda, Adso’nun, onun metnini çeviren
kişinin ve Umberto Eco’nun seçiminden, görmesinden ve anlatmasından söz edebiliriz. Hatta Adso,
olayları yaşayan Adso ile onları yazan Adso olarak ikiye ayrılır. Yaşlı Adso ile yazar Eco arasında
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
zaman zaman kurmacanın biçimi ve işlevi hakkında çatışmalar da yaşanır. Adso olayı belirli çizgide
bitirme eğilimindeyken; yazar açıklamalar ve notlarla yaptığı müdahalelerle sürekliliğe karşı olan
postmodernizmin süreksizlik ve parçalanmışlık ilkelerini işaret eder. Eco’nun şu notu anlatıcı ile yazarın
farklılaşmasını gösterir: “Ölümün eşiğindeki bu yaşlı rahip için, yazdığı mektubun gizli bir anlamı ya
da birçok anlamı olup olmadığını ya da hiçbir anlamı olmadığını bilmemek çok zor bir şey.” (Eco, 1987:
690). Bazen de Adso olarak konuşan kişinin aslında yazar Eco olduğunu düşünebiliriz. Örneğin “yazı
salonu soğuk, başparmağım sızlıyor. Bu elyazmasını kime bıraktığımı bilmiyorum; artık neye ilişkin
olduğunu da bilmiyorum” (Eco, 1987: 691) diyen Adso aslında romanıyla okur arasında belirsiz bir alan
açan Umberto Eco’dur.
235
Hocaefendi’nin Sandukası’nda ise yazar, Calevela ve Raşid olmak üzere başlıca üç bakış açısı söz
konusudur. Yazmayı bulan Kongar, hem yazmayı buluşunu ve yayımlama sürecini anlatır hem de
d’Abussion de Calevela’nın metnini, günümüz diline aktardığı bilgisini verir (Kongar, 1999: 15ama aynı
zamanda her mektubun başına koyduğu açıklamalarla romanın sonuna kadar metnin içerisinde yer
aldığını özellikle vurgular. Calevela’nın anlatma tutumunu ve üslubunu çok ilginç bulur. Calevela, bazen
Raşid’in özel kişisel sorunlarını anlatır, bazen de gerçek bir strateji uzmanı gibi Fatih Sultan Mehmed’in
yaptıklarını ve yapacaklarını Avrupalıların bunlara karşı tepkilerini çözümler (Kongar, 1999: 14)
Olayları ise yazarın sözcüsü diyebileceğimiz Raşid anlatır. Yazar, mektupların sırasının değiştirilip yeni
kurguların da oluşturulabileceğini ifade ederek bir taraftan okura d özgürlük tanır ve onu da metnin içine
çekerek çoğullaşmasını sağlar: “Elinizde tuttuğunuz kitap, d’Abussion de Calevela’nın mektuplarının
‘bana göre’ bir düzenlenişidir. Okuyucu isterse, bir başka düzenleme yapabilir ve kitabı bir başka yapıya
kavuşturarak değişik bir metin oluşturabilir” (Kongar, 1999: 17-18-19).
Mehmet NARLI, Şaziye AYALI
Beyaz Kale’de ise dört bakış açısından bahsetmek mümkündür. Yazarın bakış açısı, Faruk Darvinoğlu’nun
bakış açısı, Hoca’nın bakış açısı ve kölenin bakış açısıdır. Tek bir anlatıcının bakış açısının doğruları,
düşünceleri ve seçimleri ile yetinmeyen postmodern roman, kurmacayı birlikte oluşturan kişilerin
bakış açılarını bir arada gösterir. Böylece bakış açısında da çoğulculuğu sağlamış olur. Hatta metinler
arası ilişkiler vasıtasıyla bu bakış açılarının da sınırlarını genişletir ve anlamda da bir çoğulluğa
ulaşır. Özellikle Hoca ve köle arasındaki diyaloglardan doğan “benlik çatışması, onlar/biz çatışması”
çoğulculuğun kültürler arası boyutuna da atıf yapar. Şu örnekler aynı kişinin kendini nasıl çoğalttığını
gösterirler: “Birkaç gün sonra Doğu’dan getirtilen o pahalı ve temiz kağıtların üstüne, her sabah, ‘niye
benim ben’ diye yazmaya başladı” (Pamuk, 2005: 70). “Evde kalan Hoca’nın, ben olduğunu söylerdi
Padişah. Aklımı iyice karıştıran bu zeka oyunlarını kanıksamıştım artık. Benim Hoca olduğumu
söylediğinde, hiçbir şey anlamamak daha iyi, diye düşünürdüm, çünkü az sonra bütün bunları Hoca’ya
benim öğrettiğimi ileri sürerdi. Şimdiki uyuşuk ben değilmiş, ama bunu yapan, eskiden değiştirmiştim
Hoca’yı!” (Pamuk, 2005: 135). “Tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil!
Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri.
Benim hikayemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya
bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış” (Pamuk, 2005: 173). Yazar,
romanda bir taraftan Darvinoğlu’na yazmayı buldurup, “bu elyazmasını, 1982 yılında, içinde her yaz
bir hafta eşelenmeyi alışkanlık edindiğim Gebze Kaymakamlığı’na bağlı o döküntü ‘arşiv’de, fermanlar,
tapu kayıtları, mahkeme sicilleri ve resmi defterlerle tıkış tıkış doldurulmuş tozlu bir sandığın dibinde
buldum” (Pamuk, 2005: 7) dedirtirken diğer taraftan da Venedikli köleye “kitabımı onu bitirmeye karar
verdiğim günü anlatarak bitireceğim” (Pamuk, 2005: 176) dedirtir. Yani romana başlayan Darvinoğlu
iken romanı bitiren Venedikli köle olur.
Sonuç
Postmodern romanlar, modern bilinç düzleminde eleştirileri, önermeleri, tercihleri olmayan ya da bu
önerme ve tercihleri hem taşıyan hem de onları geçersiz kılan anlatılardır. Merkezi ve dış çevreyi ala
bildiğine genişleten ve dağıtan; metinden başka hiç bir şeyle bağı kalmayan, hiç bir şeye ve kimseye
sorumluluk duymayan anlatılardır bunlar. Özellikle postmodern kurgularını tartıştığımı üç romanda
da olgusal, mistik ve simulatik bütün bilgiler; yaşanan zaman, tarih, mitoloji ve hayal iç içe girer. Adeta
romanların kurgularını, bütün zaman ve mekânlarda dolanan, yörüngesinden fırlamış gizemli bir zihin
kurmaktadır. Fakat bu metinlerdeki imgesel dil, bir bütünlüğü işaret etmez; hatta insanı, kendi içinde
sürekli parçalayarak görünemez ve bilinemez hale getirir. Modern popüler roman kurgusunun önemli
teknikleri sayılan merak, gizem ve fantastik ögeler, postmodern romanlarda yeniden üretilir. Böylece
okuru da içine alan bir oyun kurulur. Estetik problematiğin polisiye ile birlikte kurulması çelişki gibi
görünse de, postmodernizmin çoğulculuğu içinde bu, seçkinle avamı birleştiren ya da seçkinin içindeki
avamı ortaya çıkaran bir yeniliktir. İster tarihe ister fantastiğe yönelsin; kurguda entrika ve gizemi ön
plana çıkaran postmodernist romanda, üstkurmaca çok genel anlamıyla, romandaki evrenin, kurmaca
olduğunun, metinsel bir gerçeklik olduğunun açıkça vurgulanmasıdır. Postmodern kurmacanın
entelektüel boyutu, gizemli ve entrik yapısı, sentaksı popüler romanlardaki sıradanlığı aşar niteliktedir.
Modern roman da olgusalın ve ideolojik olanın temeli olan tarihe yönelmiştir. Fakat postmodernin tarihe
yönelme amacı ve tarihi işlemedeki mantığı oldukça farklıdır. Öncekilerdeki aydınlatmacı tutumdan,
siyasal bakış açısından uzaklaşmıştır. Artık, geçmişin bilimsel yorumu veya idealizasyonu ortadan
kalkmıştır. Bunun sonucunda da tarihsel gerçeklik, kendi dışındaki gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan ve
gerçek bir geçmişe gönderme yapmayan edebi metinlere indirgenir. Tarihin olgusal gerçekliği, kurmaca
bir yapı içinde yeniden canlandırılır fakat, tarihsel verilerden yola çıkarak okurlarına bazı iletiler
sunmak amacı taşımaz. Postmodern roman, bakışını, tarihin dönüm noktalarından, kahramanlarından,
daha alt sevideki kişilere ve olaylara kaydırır. Çünkü postmoderne göre, kimliği ve kültürü etkileyen,
idealleştirilmiş kişi veya olaylar değil, hayatın kendisidir.
Kaynakça
Argunşah, Hülya, “Tarihi Romanda Post-modern Arayışlar”, İlmi Araştırmalar 14, 2002, İstanbul.
Ecevit, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları,2008, İstanbul.
Eco, Umberto (1987), Gülün Adı, Can Yayınları, 1987, İstanbul.
236
Üç Romanda Postmodern Kurgu
Kongar, Emre (1999), Hocaefendi’nin Sandukası, Remzi Kitabevi, 1999, İstanbul.
Narlı Mehmet, “Postmodern Roman”, Çağdaş Türk Romanı, Çelik Y., Kolaç E. (ed.), Anadolu Üniversitesi Yayını, 2012,
Eskişehir.
Özdemir, Gülseren, “Postmodern Edebiyatın Postmodern Bir Eleştirisi: Yeni Yalan Zamanlar”, http://turkoloji.cu.edu.tr,
Ç.Ü. Türkoloji Makale Bilgi Sistemi, No: 3954, 21.10.2008.
Pamuk, Orhan, Beyaz Kale, İletişim Yayınları, 2005, İstanbul.
Sazyek, Hakan, “Türk Romanında Postmodernist Yöntemler ve Yönelimler”, Türk Romanı Özel Sayısı, Hece, Mayıs/
Haziran/Temmuz 2002, s. 493-509.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ÇILGIN PALMİYELER VE GÜL YETİŞTİREN ADAM
ANLATILARINDA FARKLI DÜNYALARIN MUTSUZ
İNSANLARI
UNHAPPY PEOPLE OF DIFFERENT WORLDS IN THE
NARRATIVES OF THE WILD PALMS AND THE MAN WHO
RAISES ROSES
*Mehmet GÜNEŞ
Özet
Amerikalı yazar Faulkner’ın Çılgın Palmiyeler ile Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam anlatıları anlatım
teknikleri ve kurgu bakımlarından dikkate değer benzerlikler gösterir. Çılgın Palmiyeler de Gül Yetiştiren
Adam da birbirinden bağımsız gibi görünen iki farklı hikâyeden oluşur. Her iki eserde de farklı iki hikâyedeki
olaylar farklı mekânlarda geçtiği gibi hikâye kişileri arasında herhangi bir iletişim ya da ilişki yoktur. Ancak
her iki eser dikkatle okunduğunda hikâye kişileri arasında bazı benzerlikler görülebilmektedir. Çılgın
Palmiyeler’de iki farklı hikâye “Çılgın Palmiyeler” ve “Irmak Baba” adlı farklı bölümler hâlinde ilerlerken
Gül Yetiştiren Adam’da anlatılar iç içe anlatılmakta olup iki farklı hikâye eserin sonunda bir gazete haberiyle
kesişir. Çılgın Palmiyeler’de ise hikâye kişilerinin hayatı hiçbir zaman kesişmez, fakat dikkatli bir okuyucu için
“Irmak Baba” ile Harry arasında benzerlik kurmak çok da zor değildir. Her iki anlatının da kişileri mutsuz
oluşta birleşir. Ancak her birinin mutsuzluğunun nedeni farklıdır. Bu bildiride kişilerin mutsuzluklarının
nedenleri tespit edilip iki farklı anlatı, dört farklı hikâye kişisi arasındaki benzerlikler üzerinde durulmuştur.
“Gül Yetiştiren Adam”ın hikâyesi hâkim anlatıcı tarafından aktarılırken modern toplumda her şeyden doyum
alan idealsiz, yozlaşmış Sitare’nin hikâyesi ise ben anlatıcı tarafından aktarılır.
Anahtar Kelimeler: Anlatı, aşk, vicdan, iç çatışma, tepkisellik, kayıtsızlık
Keywords: Narrative, love, conscience, inner conflict, reactance, recklessness
* Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
237
The narratives of The Wild Palms by American writer William Faulkner and The Man Who Raises Roses by
Rasim Özdenören show a remarkable similarity in terms of narrative technique and plot. Both consist of two
different stories which look like independent stories. In both works, different events of two different stories take
place in different spaces, and there is no connection between the characters. However, when someone read both
works carefully, they can see similarities between the characters. While two different stories, “The Wild Palms”
and “The Old Man”, in The Wild Palms progress as two chapters, the narratives in The Man Who Raises Rosesare
narrated interbedded and they intersect with a piece of news on a newspaper in the end of the book. The lives of
characters in The Wild Palms never intersect, but for a careful reader, it is not difficult to see similarity between
Old Man and Harry. The characters of both narratives unite with unhappiness. However, the reason of each
one’s unhappiness is different. In this paper, the reasons of characters’ unhappiness were determined and the
four characters of two narratives were examined in terms of their similarities. While the story of “The Man Who
Raises Roses” is narrated by an omniscient narrator, the story of Sitare, who is degenerated and satisfied with
everything in modern society, is narrated by narrating I.
Mehmet GÜNEŞ
Abstract
Giriş
238
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı Dünyaların Mutsuz İnsanları
Edebî eserler kendisinden önceki eserlerle bazı benzerlikler gösterebilir. Bu benzerlik bazen konuda
bazen üslupta bazen kurguda bazen anlatım tekniklerinde bazen de birçok yönden olmaktadır. Benzerlik
yazarların kaynaklarıyla ya da sanat anlayışlarıyla ilgili olduğu gibi bazen de rastlantısaldır. Amerikalı
yazar Faulkner’ın Çılgın Palmiyeler ile Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam anlatılarının kurgulanış
biçimi birbirine benzer.1 Her iki eserin anlatı kişileri mutsuz oluşta birleşir. Bir söyleşide Faulkner
için “işte benim üstatlarımdan birisidir” ifadesini kullanan2 Özdenören’in öykülerinde de Faulkner’ın
anlatılarındaki gibi bilinç akışı, iç monolog vb. modernist yazarların sıklıkla başvurduğu anlatım
teknikleri yoğunluktadır. Çılgın Palmiyeler ile Gül Yetiştiren Adam anlatılarında anlatım tekniklerinde
ve kişilerin hayat karşısındaki tavırlarındaki benzerliklere karşın, Rasim Özdenören, Faulkner’ın birçok
eserini okuduğu halde Çılgın Palmiyeler anlatısını okumadığını söylemektedir.3
Faulkner’ın Çılgın Palmiyeler, Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam anlatılarının her ikisi de birbirinden
bağımsız gibi görünen iki farklı hikâyeden oluşur. Her iki eserde de hikâyelerdeki olaylar farklı
mekânlarda geçtiği gibi hikâye kişileri arasında da herhangi bir iletişim ya da ilişki yoktur. Ancak her iki
eser de dikkatle okunduğunda hikâye kişileri arasında bazı ilişki ya da benzerlikler kurulabilmektedir.
Yine Faulkner’ın anlatı kişileriyle Özdenören’inkiler hayat karşısındaki tavırları bakımından benzerlik
göstermektedirler. Gül Yetiştiren Adam’da anlatılar iç içe geçmiş ya da yan yana anlatılırken Çılgın
Palmiyeler’de olaylar “Çılgın Palmiyeler” ve “Irmak Baba” adlı farklı bölümler hâlinde ilerler. Gül
Yetiştiren Adam anlatısındaki iki farklı hikâye eserin sonunda bir gazete haberiyle kesişirken Çılgın
Palmiyeler’de ise hikâye kişilerinin hayatı hiçbir zaman kesişmez.
Faulkner Çılgın Palmiyeler’i 1939’da yayınladığında eserin sıra dışı tekniği ilgi görmesini engeller. Bu
durum eserin birbirinden bağımsız gibi görünen iki farklı hikâyeyi anlatmasıyla ilgilidir. Ancak dikkatli
bir okuyucu için farklı hikâyeler arasında ilişki kurmak çok zor değildir. Ömer Türkeş Çılgın Palmiyeler
anlatısındaki “Çılgın Palmiyeler” başlıkları altında anlatılan uzun hikâyeyi andıran metinle “Irmak
Baba” başlıkları altında anlatılan metindeki kişiler arasındaki benzerliği şu şekilde ifade eder:
“‘Çılgın Palmiyeler’de gemileri yakarak bir araya gelen, yaşamak ve aşklarını yaşatmak için umutsuzca
çırpınan Harry ve Charlotte’un, ‘Irmak Baba’da rastlantıyla hapishaneye düşmüş, sel sayesinde kaçma
fırsatı bulmuş isimsiz mahkûmun çevre koşullarıyla girdiği ölümcül mücadele insanî sorunlar etrafında
hikâyeleri ve kahramanlarını yaklaştırıyor. En büyük ortak paydaları, hayat karşısında düştükleri
yalnızlık ve çaresizlik. Harry’nin kentteki tecrit edilmişlik duygusu ve ümitsizliği selin içinde küçük bir
kayıkla kendisini ve doğum yapmak üzere olan bir kadını kurtarmaya çalışan mahkûmdan çok daha
ağır.”4
Ünal Aytür de Harry ile Adsız Mahkûm’un durumları arasındaki benzerliklere dikkat çeker. Faulkner
“Harry’yi de, mahkûmu da uzun süredir içinde yaşadıkları bildik, güvenli ortamdan çıkararak hiç
tanımadıkları bir dünyaya sokar.”. Her ikisi de bir “deneme sınavı”ndan geçer, yeni şartlar ve durumlar
onların “davranış biçimleri”ni ve “karakter yapıları”nı belirler.5
1 Şu anki tespitlerime göre her iki eser arasındaki benzerliğe ilk dikkat çeken M. H. Maraşlıoğlu’dur. Sözkonusu yazı
için bkz. Mehmet H. Maraşlıoğlu (2011): “İki Dünyanın Romanı”, Medeniyetin Burçları Rasim Özdenören Kitabı,
(haz. Ali Dursun, Turan Karataş), Memursen Kayseri Şubesi Kültür Hizmetleri: Kayseri, s. 219-223.
2 Âlim Kahraman (2007): “Rasim Özdenören’le Üç Oturum”, (Röportaj), Işıyan Kelimeler, (haz. Âlim Kahrman),
Kaknüs Yayınları: İstanbul, s. 168.
3 Rasim Özdenören bu durumu, kendisiyle yaptığım bir konuşmada belirtmiştir.
4 Ömer Türkeş (2011): “Hangisi Daha Vahşi Doğa mı, Toplum mu?”, Radikal Kitap, 4 Şubat 2011.; http://www.radikal.
com.tr/kitap/hangisi_daha_vahsi_doga_mi_toplum_mu-1039119
5 Ünal Aytür, “Önsöz”, Çılgın Palmiyeler, Yapı Kredi Yayınları: İstanbul, s. 7.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“İki ayrı düzlemde” ilerleyen Gül Yetiştiren Adam anlatısında Doğu/Müslüman Türk toplumundan
“iki ayrı kesit” anlatılır.6 Eser içinde Gül Yetiştiren Adam’la Sitare’nin hikâyesi “”yıldız/*” ile ayrılır.
Cumhuriyet dönemindeki devrimlere tepkisinden dolayı dış dünyayla bağlarını koparıp elli yıldır evine
kapanan “Gül Yetiştiren Adam”ın hikâyesi hâkim anlatıcı tarafından aktarılırken modern toplumda her
şeyden doyum alan idealsiz, yozlaşmış Sitare’nin hikâyesi ise ben anlatıcı tarafından aktarılır. Rasim
Özdenören, bu anlatıda niçin iki farklı anlatıcı tipi kullandığını şu şekilde açıklar:
“Bunu bilerek yaptık. Birinci düzlemde üçüncü kişi ağzını kullanmakla Gül Yetiştiren Adam’ı tenzih
etme, belki kendi kirliliklerimizin dışında tutma gayreti vardı. Hatta şu gerçeğin payı da söz konusu
edilebilir. Gül Yetiştiren Adam, fiilen, mevcut toplum içinde yaşayan bir kişi değildir. Mevcut topluma
iştirak ettiği hiçbir nokta yoktur. Onun bu durumunu ancak üçüncü kişi ağzıyla vurgulayabileceğimi
düşündüm. Oysa diğer bölümde yaşayan insanlar, halen bizim içinde bulunduğumuz toplumun
insanları, üyeleridir. Birinci tekil kişi ağzıyla anlatılmaları, onların, bizim içinde bulunduğumuz
toplumun üyeleri, yaşayan kişileri olduğunu belirgin biçimde ortaya koyabilirdi.”7
Gül Yetiştiren Adam anlatısında mekân ve zihniyet olarak birbirinden uzak olan Gül Yetiştiren Adam
ve torunu Ahmet’le, Sitare ve çevresinin hikâyesi anlatılır. Gül Yetiştiren Adam da Sitare de mutsuzdur.
Ancak ikisinin hayata bakışları, hayattan beklentileri gibi mutsuzluk nedenleri de birbirinden çok
farklıdır. Hayatı hep tüketim ve eğlenceden ibaret gören Sitare, arzu ettiklerinin tadına varınca daha
da mutsuz olur. Milli Mücadelede yurdu, bağımsızlığı ve inançları uğrunda büyük mücadele veren Gül
Yetiştiren Adam ise savaşın ardından Cumhuriyet’in ilanı ve devrimlerle değerlerinin yok edilmesi,
birkaç yıl önce uğruna savaşılan değerlere sahip olmanın artık suç sayılması üzerine hayata küser. Gül
Yetiştiren Adam, modern yaşama biçimi ve paradigmalarının dayatmaları dolayısıyla mutsuz iken
modern hayatın imkânlarından olabildiğince yararlanan Sitare ise, değerlerini yitirdiği için mutsuzdur.
Bu nedenle hayatını intiharla sonlandırarak hiçliğe karışır. Anlatı içindeki iki farklı hikâye, eserin
sonunda bir gazete haberiyle birleşir. Sitare’nin arkadaşı konumundaki anlatıcı, gazetede şu haberi okur:
“80 yaşında bir adam tutuklandı.
(…)
Halkı ayaklanmaya kışkırttığı iddiasıyla tutuklanan ihtiyarın aklî dengesinin yerinde olmadığı sanılıyor.
Bundan bir süre önce…
…evinde yapılan araştırmada Arap harfli kitaplar bulunarak el konulmuştur. Tuhaf bir kıyafetle
mahkeme önüne çıkan yaşlı adam ‘elli yıldır gül yetiştirmekten başka bir işle uğraşmadığını’ iddia
etmektedir.”8
6 Âlim Kahraman (1985): “‘Gül Yetiştiren Adam’ veya Çağdaş İnsanımızın Sergilenmesi”, Bir Duyarlılığın Çağdaş
Biçimleri İncelemeler, Akabe Yayınları: İstanbul, s. 29.
7 Cahit Zarifoğlu (1999): “Gül Yetiştiren Adam Üzerine Yazarıyla Bir Konuşma”, Zengin Hayaller Peşinde, Beyan
Yayınları: İstanbul, s. 105.
8 Rasim Özdenören (2013): Gül Yetiştiren Adam, İz Yayıncılık: İstanbul, s. 139-140.
239
Faulkner’ın çizdiği Adsız Mahkûm’la, Özdenören’in “Gül Yetiştiren Adam”ı farklı dünyaların özü
bozulmayan insanlarıdır. Faulkner’ın üslubu ironik iken Özdenören’inki ise trajiktir. Okuduğu
romanlarda anlatılan yöntemlere uygun biçimde bir treni soymaya çalışan Adsız Mahkûm daha ilk
teşebbüsünde yakalanır, “özgürlüğü ile şeref ve gururunu” kaybeder. Modernist bir yazar olan Faulkner,
modernist romancıların sıklıkla başvurduğu ironik anlatımı tercih eder. Son derece ustalıklı ve ironik
anlatımla Adsız Mahkûm’un trajedisini şu şekilde ifade eder:
Mehmet GÜNEŞ
Kandırılan ve Küskün İki Masum: Adsız Mahkûm ve Gül Yetiştiren Adam
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı Dünyaların Mutsuz İnsanları
240
“Tren soymaya kalkışmaktan on beş yıl hüküm giymişti (on dokuzuncu yaş gününden kısa bir süre önce
girmişti içeri). Soygunun planlarını önceden yapmış, kitaplarda yazılanları harfi harfine uygulamıştı;
iki yıl boyunca biriktirdiği o karton kapaklı kitapları, tekrar tekrar okumuş, ezberlemiş, öykülerini ve
yöntemlerini birbiriyle karşılaştırmış, her birinin iyi yanlarını alıp işe yaramayan kısımlarını atarak
planını geliştirirken, acele etmeden, sabırsızlanmadan, tıpkı saraya takdim edilecek birine dikmekte
olduğu kostümde her yeni çıkan bültene göre değişiklikler yapan titiz bir terzi gibi o da ince bir takım
değişiklikler için zihnini son dakikaya kadar açık tutmuştu. Soygun günü vagonları dolaşıp yolcuların
saatlerini, yüzüklerini, yaka iğnelerini, kemerlerine gizledikleri paraları toplayacak vakti bile bulamadı,
çünkü kasayla altınların bulunması gereken vagona girmesiyle yakayı ele vermesi bir olmuştu. Kimseye
kurşun sıkamamıştı, çünkü elinden aldıkları tabanca doluydu ama o tür bir tabanca değildi; (…) Onun
istediği, para pul, zenginlik ya da kaba bir soygundan elde edilecek ganimetler değildi; bunlar yalnızca,
gurur dolu göğsüne takacağı şeyler -çağının canlı, hareketli dünyasında seçtiği dalda herkesi geçtiğini
gösteren birer rozet, birer semboldü ancak- tıpkı olimpiyatlardaki amatör yarışçıların kazandığı
madalyalar gibi. Öyle ki, ara sıra sabanının gerisinde kara toprağı sürerken, çapasıyla pamuk ve
mısır fidelerini seyreltirken ya da akşam yemeğinden sonra ranzasında somurtup sırtüstü yatarken,
sürekli, sel gibi akan ağır küfürler savuruyordu –hedefi, kendisini buraya kapatan gerçek insanlar
değildi; gerçek kişiler olmadıklarını bilmediği, takma ad kullandıklarını bile bilmediği kimselere,
hayal ürünü şeyler hakkında yazan birtakım hayalî kimselerin hayalî adlarına küfrediyordu o.”9
Soygunu gerçekleştirirken romanlardaki yöntemlere uygun hareket ettiğini düşünen Mahkûm, kendisini
kandıran yazarlardan ömür boyu nefret eder. On dokuz yaşında hayat karşısında yenik düşen, hayalî/
kurgusal kişiler tarafından kandırıldığına hükmeden Mahkûm her şeye kayıtsız olmasına karşın insanî
duyarlılığını yitirmez. Dünyaya kötüler ve kötülük hâkim olsa da o hep saf ve masum kaldığı için eylem
ve tavırları da bencil olmaktan uzaktır. Hayattan beklentisi kalmadığı için de insanlık dışı tavır ve
eylemlerden çok fazla korkmaz. Missisipi nehrinin taşması üzerine mahkûmlara da görev verilince o da
hamile bir kadınla, pamuk deposunun damında kalan bir adamı kurtarmakla görevlendirilir. Daha önce
hiç kayık sürmeyen Mahkûm; akıntılar, vahşi hayvanlar, yol kesicilerle karşılaşır. Onun doğaya karşı
verdiği mücadele şu şekilde aktarılır:
“Artık iyice tanıdığı, karşı koymaya kalkışmayacak ölçüde iyi bildiği, daha önceki o güçlü akıntıydı
bu; dolayısıyla pruvanın akıntı yönünde gitmesine izin verdi, çünkü kendi hızından yararlanarak
kayığa tam bir daire çizdirmeyi ve böylece onu yeniden ırmağın yukarısına doğrultmayı umuyordu;
kayık kanalda, karşıdaki sulara gömülmüş ağaç duvarına doğru çaprazlama yan yana ilerliyor, derken
doğruluyor, sonra yeniden yan yana gidiyordu; korkunç bir hızla yol almaya başlamıştı; bir girdabın
içindeydiler ama mahkûm bunu bilmiyordu; aklı yürütüp sonuç çıkarmaya, hatta merak edip şaşmaya
bile vakti yoktu; kanları kuruyan yüzü şişmişti, dişlerini sıkarak kayığın dibine çömelmiş, tepesinden
üstüne doğru eğilen koca koca ağaçların altında, küreği ciğerlerini parçalamasına sulara vurup
duruyordu. Kayık bir ağaca çarptı; kadın yarı yatar durumda pruvadaydı, kayığın iki yanına sımsıkı
yapışmıştı, sanki kendi şiş karnının arkasına sığınmaya çalışıyormuş gibi bir hâli vardı; mahkûm şimdi
sulara değil de, özsuları akan canlı ağaç gövdelerine vuruyordu; artık bir yere gitmek istemiyor, yalnızca
kayığın ağaçlara çarpa çarpa parçalanmasını önlemeye çalışıyordu. Sonra birden bire patlama oldu,
bir şey bu kez başının arkasına çarpmıştı; parlak sessiz bir ışık çaktı ve üstüne doğru eğilen ağaçlar, baş
döndürücü sular, kadının yüzü, her şey sinip gitti, yok oldu.”10
Mahkûmun maruz kaldığı doğal tehlikelere ve güçlüklere karşı mücadelesi ve ürettiği çözümler,
Homeros’un ünlü eseri Odysseia’nın kahramanı Odysseus’un mücadelesini andırır. Adsız Mahkûm, her
ne şart ve durumda olursa olsun korkmadan yılmadan kendisine yüklenen sorumluluğu yerine getirmeye
9 William Faulkner (2011): Çılgın Palmiyeler, (çev. Necla Aytür-Ünal Aytür), YKY: İstanbul, s. 33-34.
10 Çılgın Palmiyeler, s. 129.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
çalışır; bin bir güçlüğe rağmen, hamile kadını kurtarmayı başarır. Görev bilincine sahip Mahkûm birçok
kez arayıp sormasına rağmen pamuk deposunun damındaki adamı bir türlü bulamaz. Kaçmak için
eline fırsat geçmesine rağmen biraz insanî duyarlılığı, biraz da dürüst kişiliği dolayısıyla kaçmayı hiç
düşünmez. Onun o anda tek istediği ve düşündüğü “kadını bırakacak düz bir kara parçası bulmak, sonra
da gidip bir görevli, bir Şerif aramak”tır.11 Karşılaştığı tehlikelere ve tehditlere karşı koyarak kendisine
verilen görevi yerine getirir. Hamile kadının çocuğunu sağlıklı biçimde doğurmasını sağlar. Kendisine
teslim edilen kayığı ve kadını, Şerif ’e teslim eder; kendisi de hapishaneye gidip teslim olur.
Mahkûm kendisini yanlış yönlendiren yazarlara tepki gösterir, kendisinin kandırıldığına hükmeder. Gül
Yetiştiren Adam da kendisini kandırılmış/aldatılmış olarak görür. Gül Yetiştiren Adam’ın karakter özelliği
ve duruşuyla Atatürk devrimlerine tepkili kişileri sembolize ettiği söylenmiştir. Atatürk devrimlerine
tepkisi dolayısıyla uzun yıllar evine kapandığı bilinenlerden biri de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dır.12
Bu husus kendisine de sorulan Rasim Özdenören “Kişimiz kendi fantezimizin ürünü değil. Fakat bunlar
yıllarca evlerine kapanmış oldukları için yok farz edilmişlerdir. Kaç tanesini biz tanıyoruz.”13 şeklindeki
sözleriyle Gül Yetiştiren Adam’ın sembolik/toplumsal bir anlama sahip olduğunu ifade eder. Değişen
paradigmalar ve yönetim sistemi sonucu, inançlarına aykırı biçimde yaşamaya zorlanan birçok kişi bu
tür baskı ve dayatmalar karşısında ya sessiz kalıp hayata küsmüş ya da çalışmalarını gizlice yürütmüştür.
Gül Yetiştiren Adam, Milli Mücadele döneminde neyi kovmak için savaştılarsa savaştan sonra onların/o
zihniyet ve paradigmaların ülkeye hâkim olduğunu, millî mücadele uğrunda savaşıp o değerlere sahip
olmakta kararlı olanların da dışlandığını düşünüp kahrolur:
“Savaşırken bir şey elde edeceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanındaysa bu yok işte. O zaman
savaşta ölmek kolay oluyor, barıştaysa zor. Ölümü göze almakla elde etmek istediğimiz bir şey vardı
bizim de, savaşırken… savaştan sonra baktık ki, onlar için savaşmamışız. İşte insanın zoruna giden
bu oluyor. (…) Mesele yalnızca bu değil tabiî. Bizi aldatanlara karşı bir şeyler yapmamız gerekirdi,
yapamadık. Bilmem, belki de bunun utancına katlanamadım, onun için eve kapandım. (…) Hiçbir
şey yapamadığıma inanmak daha doğru olur. En doğrusu belki nankörlüğe katlanmış olduğumuzu
söylemektir. Bu da iyi bir şey değil açıkçası. (…) asıl önemlisi, en önemlisi, savaştan sonra olup bitenlere
bulaşmak istemedim.”14
11 Çılgın Palmiyeler, s. 139.
12 Servet Gündoğdu (2011): “Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ı Örneğinde Yazar ile Karakteri Özdeşleştirme
Sorunu”, Hece, S. 169, Yedi Güzel Adamdan Biri Rasim Özdenören Özel Sayısı, Ocak 2011, s. 274.
13 Cahit Zarifoğlu (1999): “Gül Yetiştiren Adam Üzerine Yazarıyla Bir Konuşma”, Zengin Hayaller Peşinde, Beyan
Yayınları: İstanbul, s. 103.
14 Gül Yetiştiren Adam, s. 38-39.
15 Mehmet H. Maraşlıoğlu (2011): “İki Dünyanın Romanı”, (haz. Ali Dursun, Turan Karataş), Medeniyetin Burçları
Rasim Özdenören Kitabı, Memursen Kayseri Şubesi Kültür Hizmetleri: Kayseri, s. 220.
241
Gül Yetiştiren Adam tam elli yıl, şehrin dışında kalan evine kapanır. Kesin ifadelerle belirtilmemekle
beraber, Maraş olduğu tahmin edilen şehirdeki değişimi evinden izler. Ziyaretine gelen torunu ve gelini
dışında kimseyle iletişim kurmaz. Gül Yetiştiren Adam, kendisini toplumdan soyutlamakla birlikte
tamamen inzivaya çekilmez, çünkü karakteri ve inancı buna müsait değildir. “Peygamberimiz güzel
kokuyu severlerdi.” diyen Gül Yetiştiren Adam, kendisine önder kabul ettiği Peygamber Efendimizin
Mehmet GÜNEŞ
Milli Mücadelede gösterdiği kahramanlık ve yararlılıklar, hiçe sayılarak önemsiz hatta suçlu gibi görülen
Gül Yetiştiren Adam, Cumhuriyet dönemindeki devrimlerde ve kendince yanlış uygulamalarda etkin
olmadığını düşünerek rahatlasa da sürekli bir iç çatışma yaşar. Arkadaşları “kelle ver”irken kendisinin
bir yerlerde gizlenmesinin “korkaklık”, “alçaklık” olduğunu düşünüp onlara gıpta etse de durup dururken
“kelleyi ipe uzatma”nın çok makul bir tavır olmayacağını göz ardı etmez. Çünkü o yıllarda “direnişler
katı yöntemlerle sindirilmiş, savunmasız bırakılmıştır.”15
242
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı Dünyaların Mutsuz İnsanları
sembolü olan güller yetiştirir. Elli yıl evine kapanıp sessiz eylem yapan Gül Yetiştiren Adam, torununun
ısrarı üzerine sabah namazını camide kılmaya karar verir. Elli yıllık zaman diliminden sonra evinin onun
için sığınak olmaktan uzaklaştığını söyleyen Cemal Şakar, onun bu haliyle uzun süre balık karnında
kalan Hz. Yunus’un balığın karnından çıkışı arasında benzerlik kurar.16 Camide karşılaştığı manzara/
durum onu şaşkına çevirir. Değişen değer yargıları, Müslüman Türk halkında birçok değişim yaptığı
gibi onların kıyafetini, ibadet ediş tarzını da etkilemiştir. Öyle ki cami olabildiğince boş olup içerisinde
fötr şapkalılar da vardır, sakalsız olan imam namazdan sonra cüppesini de çıkarır. Gül Yetiştiren Adam,
cemaatteki değişime oldukça beliğ bir üslupla sert tepki gösterir:
“Ey cemaat-i Müslimîn (…) Ey cemaat-i Müslimîn ve gâfilîn.. (…) Sizler Nasranî misiniz? (…)
Yoksa Mecusi misiniz? (…) Hangi millettensiniz? (…) Şimdi namazdan çıktığınıza göre siz İslam
milletindensiniz, (…) Ama bunu ispat edebilir misiniz? Siz buraya, camiye namaz kılmaya geldiğinize
göre İslam’a uygun insanlarsınız? Fakat hani İslam’ınız? (…) Sizler namaz kılan Nasranîlere
benziyorsunuz. Namaz kılıyorsunuz ama görünüşünüz Nasranîler gibi. Kardeşler! Dışı kâfire benzeyen
insanın içi de ona benzemeye başlar. Söz çok, ama uzatmaya gerek yok. (…) Kâfirleri dost edinenler
ve onlara benzemek isteyenler onlardan olur. Onlar zalimlerdir. Zalimler olarak huzura varmak ister
misiniz? Sözleri mi düşünün. Boşa konuşmadığımı anlayın. (…)”17
Elli yıldır sessiz kalan Gül Yetiştiren Adam’ın edilgen direnişi, çığlığa dönüşür. Onun beliğ konuşması
da manifesto niteliğindedir. Yazar, Gül Yetiştiren Adam’ın tepkilerini bütün olarak aktarmak yerine yer
yer anlatıcının ifadelerine yer vererek cemaatin şaşkınlığını yansıtır. Gül Yetiştiren Adam’ın ününü işiten
cemaat, uzun hitabetinden ve elli yıl öncesine ait kıyafetinden onun kim olduğunu anlarlar.18 Onun
özellikle Nasranî benzetmesi cemaati etkiler; cemaatten Ökkeş Usta ve Bekir Efendi gibi kişiler yaşama
tarzlarını sorgularlar, bir kişi de başından şapkasını çıkarıp avucunun içinde buruşturarak sıkar. Gül
Yetiştiren Adam’ın eleştirileri, halkı isyana teşvik ettiği gerekçesiyle seksen yaşında tutuklanmasına
neden olur.
Adsız Mahkûm cezaevinde dış dünyadan daha mutlu yaşarken, Gül Yetiştiren Adam da kendisini
kapattığı evinde huzur bulur. Nasıl ki Gül Yetiştiren Adam, yurdu işgalden kurtarmayı büyük görev
olarak kabul edip ölümü göze alarak kahramanca çarpışırsa, Adsız Mahkûm da biraz görev bilinci,
biraz da insanî duyarlılığın tesiriyle doğanın çetin gücüne karşı kahramanca savaşarak hamile kadını ve
çocuğunu kurtarır. Her iki kahraman da görevlerini yerine getirirken mutlu iken, yozlaşmış düzen ve
insanlık karşısında mutsuzdurlar.
16 Cemal Şakar (2011): “Gül Yetiştirilen Ev”, Medeniyetin Burçları Rasim Özdenören Kitabı, (haz. Ali Dursun, Turan
Karataş), Memursen Kayseri Şubesi Kültür Hizmetleri: Kayseri, s. 217.
17 Gül Yetiştiren Adam, s. 131-134.
18Anlatıda Gül Yetiştiren Adam’ın yaşarken efsaneleştiği ifade edilir. Dilden dile dolaşırken farklı söylentiler
oluştuğundan olsa gerek üç farklı Gül Yetiştiren Adam olduğu sanılır. “Şurda burda, kıyıda köşede gül yetiştiren üç
beş adam vardı. Tuhaf insanlar. Zaman zaman, çarşılarda, dükkânlarda bunlardan konuşulurdu. Bir saygıdan çok
uğraştıkları işin tuhaflığına ilgi duyulurdu. ‘Ne adamlar var dünyada?’ diyerek, anlam veremedikleri bu uğraşılara
gülümserlerdi. Bu adamlar hakkında çeşit çeşit hikâyeler uydururlardı. Söz gelimi, birisi için: ‘karısı öldükten sonra
bu hallere düştü zavallı’ diyorlardı. Bir başkası için: ‘harpte kulağının dibinde bir bomba patladıktan sonra böyle
olmuş’ diyorlardı. Fakat uzun uzadıya durulmazdı bunların üstünde. Konuşulup geçilirdi. Bu hikâyelere zaman
zaman yeni ilaveler yapıldığı da olurdu. Aşk yüzünden böyle evlerine kapandıkları da söyleniyordu. ‘Vaktiyle bir kıza
âşıkmış, istemiş vermemişler. Karasevda.’ Genel olarak zararsız deli gibi bakılıyordu bunlara. Böyle konuşanlardan
çoğu da onlardan herhangi birinin yüzünü bir kerecik olsun görmüş değildi. Aslında kimsenin içtenlikle önemsediği
de yoktu onları. Saygı denemeyecek bir saygı duyuyorlardı. Zararsız delilerdi, işte bu.” Bkz. Gül Yetiştiren Adam, s. 71.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Batı ve Doğu’nun Mutsuz Zengin Kadınları: Charlotte ve Sitare
Alain Finkielkraut “aşk özgürlük ister ama baskıya katlanır”19 der. Çılgın Palmiyeler anlatısında saf ve
aşkın bir duygusal hayata özlem duyan Charlotte da aşkını özgürce yaşamak ister, bu uğurda her türlü
tehlike ve tepkiyi de göze alır. İki çocuk annesi de olan Charlotte hayattan para, tensel isteklere dayalı
hazları almasına karşın, duygularını sürekli bastırmak zorunda kaldığından kendisini huzursuz hisseder.
Aşkını doyasıya yaşayabileceğini umduğu Harry’i20 bulunca elinde tutmaya çalışarak onunla doyasıya
bir aşk yaşamayı hayal eder. Paradoksal bir yapıda olan, “insanda iyi ve kötüyü yapabilecek durumlarla,
yani disharmonik durumlarla karşılaş”an21 Charlotte, eşini ve çocuklarını terk etmekle birlikte onlarla
bağını da tam olarak koparabilmiş değildir. Bu nedenle anlatı içinde onun eşi Reyenmer ve çocuklarıyla
görüşmesine de yer verilir.
İçgüdüleriyle yaşayan Charlotte’un aşka bakışı tensel/cinsel olmaktan çok onu yüceltici biçimdedir. Aşkı
ve ailesi arasında kalınca tercihini aşktan yana kullanır, aşkını özgürce yaşamak için eşini ve çocuklarını
terk eder. Ünal Aytür’ün ona ilişkin şu yorumları çarpıcıdır:
“Charlotte ise tüm dış etkilerden uzak, katıksız, salt bir aşk ve tutku özleyen deneyimli bir kadındır.
Belli ki evlendiği adamla böyle bir ilişki kuramamaktan dolayı düş kırıklığına uğramış, içinde yaşadığı
maddeci toplumun insanları doğal duygularından, içgüdülerinden uzaklaştırarak yüreklerinde aşk
diye bir şey bırakmadığı sonucuna varmıştır.”22
Sıradışı bir insan olan Charlotte her ne kadar toplumun değer yargılarına, ahlak anlayışına baş kaldırsa
da arzu ve tutkularının belirlediği yaşama biçimini olumlar, ona uygun yaşar. Charlotte, Nietzsche’nin
hayat karşısındaki tavırlarını “En azların işidir bağımsız olmak: -güçlü olanların ayrıcalığıdır.”23 şeklinde
özlü biçimde ifade ettiği karakterlere örnek oluşturur. Hayattan biricik beklentisi de aşkını doyasıya ve
özgürce yaşamaktır. Önündeki en büyük engel ise toplumun ahlak anlayışı ve iki çocuğuyla kan bağıdır.
Charlotte, içinde yaşadığı toplumun genel ahlak kurallarına ve değer yargılarına aykırı hareket etmesine
karşın, duygularının ilkelerine bağlılığa özen gösterir. Birkaç farklı mekânda oldukça sefil bir hayat
yaşamasına karşın her bakımdan aşkına sadık kalmaya özen gösterir, hep aşkın baharında yaşamak ister.
Bu bağlamda Harry’ye söylediği şu sözler çarpıcıdır:
243
19 Alain Finkielkraut (1995): Sevginin Bilgeliği, (çev. Ayşen Ekmekçi), Ayrıntı Yayınları: İstanbul, s. 49.
20 Harry; Charlotte ile tanışığında New Orlens’taki bir hastanede stajını yapan bir tıp öğrencisi olup küçük yaşta öksüz
ve yetim kalmış, üvey ablası tarafından büyütülmüştür. Hayat karşısında her yönden oldukça deneyimsiz/“çaylak”tır;
o radikal karar alacak kadar güçlü karakterli de değildir. Charlotte’un tesiri ve ilgisiyle işini ve ideallerini terk edip aşkı
aşkın biçimde yaşamaya çalışır.
21 Takiyettin Mengüşoğlu (1988): İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi: İstanbul, s. 290.
22 Ünal Aytür, “Önsöz”, s. 7.
23 Frıedrich Nietzsche (2010): İyinin ve Kötünün Ötesinde Bir Gelecek Felsefesini Açış, (çev. Ahmet İnam), Say Yayınları:
İstanbul, s. 46.
24 Çılgın Palmiyeler, s. 78.
Mehmet GÜNEŞ
“Dinle bak, hep balayı olarak kalmalı sürekli (…) Sonsuza kadar -ikimizden biri ölene kadar. Başka
türlüsü olamaz. Ya cennet, ya cehennem: Bu ikisi arasında doğru yol, erdem, utanç ya da pişmanlık
gelip yakamıza yapışıncaya kadar rahat, huzur ve güven bekleyeceğimiz bir Araf yok ikimiz için (…) İki
insan arasında aşk ölür, derler. Bu doğru değil. Aşk ölmez. Eğer ona layık değilsen, seni bırakır gider. O
ölmez; ölen sen olursun. Aşk deniz gibidir: Sen işe yaramaz biriysen, sularda kötü bir koku çıkarmaya
başlarsan, o zaman deniz, dışarıda bir yerde ölmen için kusar atar seni. İnsan nasıl olsa ölecek; ama
ben, kusulup cansız bir kumsala fırlatılarak güneş altında kuruyan, mezar taşında İşte Bu Kadar yazılı
adsız, ufak, pis bir leke olmaktansa, denizde boğulmayı yeğlerim.”24
244
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı Dünyaların Mutsuz İnsanları
Varoluşunu sorgulayan Charlotte, “aşksız, tutkusuz bir hayatın yaşamaya değmediğine içtenlikle
inanan korkusuz, güçlü bir kadındır.”25 Ona göre duyguların insanı fark ettirmeden yönlendirdiği
biçimde yaşanınca hayat ve insanın varoluşu, anlam kazanacaktır. Böylesine derin bir hayat felsefesini
benimsediği için zengin ve güçlü bir eşi terk edip hayallerine uygun bir hayat kurmaya çalışır. Onun
için tek önemli olan, Harry ile saf ve aşkın duyguların hâkim olduğu bir hayat sürmektir. “-Harry, ne
kadar paramız var şimdi?” ifadesi, anlatı içinde laytmotif olarak kullanılarak onun varlıktan yokluğa
düşüşü vurgulanır. “İstediğim, yalnızca başarılı bir koca, yiyecek ve yatak olsaydı, şimdi burada ne işim
vardı benim, ha?”26 şeklindeki sözleri de onun burjuva ailelerin kalıplaşmış hayat tarzına eleştirisini
göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Charlotte, aşkın bir hayatı bulmak için maddi refahı ve ailesini terk eder. Ancak tek başına onun böyle
düşünüp fedakârlıkta bulunması yeterli değildir. Erich Fromm “İki taraf da sevgiye değer olmaya,
sevgiyi canlandırmaya çaba göstermemeye başlayınca, her şey can sıkıcı olur ve güzellikler yitirilir.”27der.
İnsanoğlunun yadırgamadığı bir şey vardır ki aşkla başlayan birçok evlilik zamanla sıradan bir hâl
alır. Charlotte da zaman içinde Harry ile ilişkilerinin bayağılaşmasından, sıradan bir hâl almasından
endişelenir. Mutluluğu arayan Charlotte, hep mutlu kalmak ister. Freud’un da dikkat çektiği üzere
mutluluğun peşinde olanlar “bir yandan acı ve keyifsizliğin yokluğunu, öte yandan da yoğun haz duyguları
yaşamayı ister”.28 Arzuladığı hayat tarzını yaşama mücadelesi veren Charlotte da arzuları, tutkuları
uğrunda büyük acılar yaşar, tutkuları onu sefil hale getirse de esir edemez. Hamile kalınca çocuğunu
düşürmek isteyen Charlotte’un çocuk istememesi, onu mutlulukları önünde engel olarak görmek
düşüncesinden çok ona bakamayacaklarından korkmasıyla ilgilidir. Kendileri açlığa katlanabilecektir,
ancak çocuğun tahammül etmesi mümkün değildir. Charlotte da acıya katlanamayacaktır. Ne yazık ki bu
durum onun trajik biçimde ölmesine neden olur. Onun ve çocuklarının ölümüyle yargılanan Harry ise
“acıyla yokluk” yaşamakla/intihar arasında karar verirken acıyı/yaşamayı seçer. “Güvenli ama tekdüze,
kısır ve ruhsuz bir varoluş biçimini terk etmiş, Charlotte’la birlikte, onun deyimiyle, bir “Cennet” hayatı
yaşamayı denemiş, ama başarılı olamamıştır.”29
Gül Yetiştiren Adam anlatısında Batılı hayat tarzına özenen “modern” Türk toplumunun mutsuz
insanı Sitare, bazı yönleriyle Charlotte’a benzerken bazı yönlerden ondan ayrılır. Ne istediğinin ya da
istemediğinin farkında bile olmayan Sitare, tekdüze sığ bir hayat tarzını benimseyip arzuları da hep
maddi ve yüzeyseldir. Charlotte aşkı ve duyguları uğrunda ölümü göze alırken, o ise zayıf karakterinin
kendisini sürüklediği bunalımlar sonucu çıkış yolu bulamaz, intihar eder.
Evli iken başka bir erkekle çok rahat ilişki içinde olmakta sakınca görmeyen Sitare, mekânsal olarak
her ne kadar Doğu coğrafyasında yaşasa da aslında o, Batılı yaşama biçimine ait kodların, algılayışın
hâkim olduğu bir çevreye dâhildir. Kendi kendisi bile umurunda olmayan Sitare toplumsal kural
ve değer yargılarına karşı kayıtsız olup hiçliğe doğru yol alır. Kayıtsız, umarsız kişiliği, onu insanî
değerlerinden uzaklaştırır. Öyle ki eşini hastanede terk ederek bohem arkadaşlarıyla birlikte yurt dışında
kumarhaneleriyle ünlü bir şehre kaçar. Anlatıcı onun kaçtığı kenti şu şekilde tasvir eder:
“Kent ışıklı. Bir çölün ortasına kurulmuş. Başka hiçbir şey yapılamayacağı için bir kumar endüstrisi
kurmuşlar burada. Eczanelerde bile kumar makineleri var. Şehir tüm gezginlerle dolu. Ev, apartman
yok sanki kentte. Her taraf otel yahut motel. Banka ilanları. Korkunç ışıklı reklamlar. Kentin özeti: otel
ve banka. Adım başı eğlence yerleri. Ünlü şarkıcılar.”30
25
26
27
28
29
30
Ünal Aytür, “Önsöz”, s. 8.
Çılgın Palmiyeler, s. 103.
Erich Fromm (1990): Sahip Olmak ya da Olmak, (çev. Aydın Arıtan), Arıtan Yayınevi: İstanbul, s. 77.
Sigmund Freud (2009): Uygarlığın Huzursuzluğu, (çev. Haluk Barışcan), Metis Yayınları: İstanbul, s. 36.
Ünal Aytür, “Önsöz”, s. 11.
Gül Yetiştiren Adam, s. 27-28
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Sitare, mutluluğun değil mutsuzluğun peşinde gibidir. Kaçtığı kentte kumar oynayarak kendi kendisinden
kaçmaya, iç çatışmalarından uzaklaşmaya çalışır. Geçmişiyle bağlarını koparmaya çalışan31 Sitare, sakat
doğan çocuğunun ölümünü arzuladığı için zaman zaman vicdan azabı duyar:
“Şimdi niye aklıma geldi durup dururken bilmiyorum, dedi Sitare, fakat o çocuk böyle ikircikli bir yaşantı
verdi bana. Ölmesini istiyordum, sakattı çünkü. Ömrüm boyunca onun acısına katlanamayacağımı
düşünüyordum. Ama çocuğumdu benim. Ölmesini nasıl isteyebilirdim? İstedim işte. O da öldü.
(…)
Aslında yaşamasını istiyordum onun. Ölmesini değil. Ama sakat bir çocuğun yaşaması… onun çekeceği
acıya katlanamayacağımı düşünüyordum ben. Bu, o hayattayken düşündüğüm şey. Şimdiyse, onun
hayatta kalmış olmasını nasıl istiyorum, kimse bilmez.”32
Sitare’nin ruhî dengesinin sarsılması, hayat karşısında umarsız hatta kötümser bir tavır alması yaşadığı
bu travmayla da ilintilidir. O da Charlotte gibi paradoksal ve disharmonik bir yapıda olup, umarsız
tavır sergilemesine karşın vicdanının sesinden kaçamaz. Sitare’nin eşi, arkadaşları Çarli, Zelda, Tansel,
Yavuz da ondan farksızdırlar. Charlotte da Sitare de maddî olarak hazza kavuşmakla birlikte ruhî olarak
mutluluğa kavuşamamışlardır. Ruhî bakımdan boşlukta kalmaları, onlar için hayatı anlamsızlaştırmıştır.
Ancak Charlotte’un hayatı Harry ile yeniden anlam kazanıp o yeniden doğuş yaşarsa da Sitare’nin hayatı
hep anlamsız/tekdüze kalır, yaşamakla ölmek arasında bir fark görmediği için de intihar eder. Onun
intiharı üzerine arkadaşlarının şu yorumları çarpıcıdır:
“Aslında hepimiz gizliden gizliye düşünüyorduk böyle bir şey yapacağını… ama sahiden cesaret
edebileceği kimin aklına gelirdi. Bazen öyle dikbaşlıydı ki, ancak böyle biri ölüme meydan okuyabilir
diyordum.
Belki de meydan okuduğunu göstermek için öldürdü kendini, dedi Tansel, tuhaf bir ironi var bu işte,
tamamen özel bir şey, Sitare’ye mahsus...
Düpedüz umutsuzluk, dedim, şimdi düşünüyorum da gösteriş gibi duran tavırlarının altında yatan şey
hep bu zavallı umutsuzlukmuş... tutunmak istediği her şey sonunda bir sahtekârlık olarak görünmüş..
(…)
Onu sahiden sevdiğine hiç inanmadım, dedi Tansel, bir duygu vardı içinde ama hepimizinki gibi bir
şeydi o, aşk değildi.”33
Gül Yetiştiren Adam ile Adsız Mahkûm, kendilerinin kandırıldığına hükmedip sessiz kalarak edilgen
direniş gösterseler de vakti geldiğinde gereken tepki ve eylemi gerçekleştirebilmektedirler. Her ikisi
de dış dünya ve toplumu güvensiz bulup kapalı mekânları daha güvenli bulurlar. İç mekânda sürekli
31 Didem Deliklitaş (2008): Rasim Özdenören’de İnsan, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, s. 183.
32 Gül Yetiştiren Adam, s. 65.
33 Gül Yetiştiren Adam, s. 142-143.
245
Anlatım teknikleri bakımından benzer özellik gösteren Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam
anlatılarının kişilerin hayat karşısındaki tavırları da benzerdir. Farklı iki anlatı ve dört hikâyede iki farklı
dünya anlatılmakla birlikte bu hikâyelerde Doğu dünyasına ait olan tek kişi Gül Yetiştiren Adam’dır.
Yukarıda da belirtildiği üzere Sitare de zihniyet ve hayat tarzı bakımından Batı’ya aittir.
Mehmet GÜNEŞ
Sonuç
246
Çılgın Palmiyeler ve Gül Yetiştiren Adam Anlatılarında Farklı Dünyaların Mutsuz İnsanları
bir iç çatışma ve hesaplaşma yaşarlar, dışarı çıktıklarında da eylemsiz kalmazlar. Adsız Mahkûm
tehlikeleri göze alıp hamile kadınla çocuğunun hayatını kurtarır; Gül Yetiştiren Adam da özünden
ve manevî değerlerinden uzaklaştığını düşündüğü Müslümanları uyarmaya çalışır. Ancak bu durum
tutuklanmasına neden olur.
Charlotte da Sitare de maddî hazzın verdiği doyumla sarsıntı geçirir, bocalamaya başlar. Her ne kadar
Charlotte bazı yönleriyle Sitare’ye benzese de o ne istediğinin farkındadır. Onun istediği saf ve aşkın
duyguların hâkim olduğu bir hayat tarzıdır. Charlotte toplumun değerleriyle değil aşkın duygularıyla
hareket eder, hayatına da duyguları yön verir. Bu nedenle aşkı, para ve aile saadetine önceler; varlık
içinde yaşarken yoksul bir hayat yaşamaktan rahatsız olmaz. Sıradan bir hayat sürdüğü için mutsuz olan
Charlotte, Harry ile mutluluğu bulduğunu, idealize ettiği ilişkiyi yaşadığını sanır. Ne yazık ki bu ilişki
de mutlulukları da kısa sürer, Charlotte da trajik biçimde ölür. Sitare ise hep bir belirsizlik içindedir.
Önünde hiçbir hedef ya da arzu duyduğu/idealize ettiği bir hayat tarzı yoktur. Onun da hayatı trajik
biçimde sona erer.
Kaynakça
Aytür, Ünal (2011): “Önsöz”, Çılgın Palmiyeler, YKY: İstanbul, s. 5-16.
Deliklitaş, Didem (2008): Rasim Özdenören’de İnsan, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Faulkner, William (2011): Çılgın Palmiyeler, (çev. Necla Aytür-Ünal Aytür), YKY: İstanbul.
Finkielkraut, Alain (1995): Sevginin Bilgeliği, (çev. Ayşen ekmekçi), Ayrıntı Yayınları: İstanbul.
Freud, Sigmund (2009): Uygarlığın Huzursuzluğu, (çev. Haluk Barışcan), Metis Yayınları: İstanbul.
Fromm, Erich (1990): Sahip Olmak ya da Olmak, (çev. Aydın Arıtan), Arıtan Yayınevi: İstanbul.
Gündoğdu, Servet (2011): “Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ı Örneğinde Yazar ile Karakteri Özdeşleştirme
Sorunu”, Hece, S. 169, Yedi Güzel Adamdan Biri Rasim Özdenören Özel Sayısı, Ocak 2011, s. 272-277.
Kahraman, Âlim (1985): “‘Gül Yetiştiren Adam’ veya Çağdaş İnsanımızın Sergilenmesi”, Bir Duyarlılığın Çağdaş
Biçimleri İncelemeler, Akabe Yayınları: İstanbul, s. 27-46.
Kahraman, Âlim (2007): “Rasim Özdenören’le Üç Oturum”, (Röportaj), Işıyan Kelimeler, (haz. Âlim Kahraman), Kaknüs
Yayınları: İstanbul, s. 139-199.
Maraşlıoğlu, Mehmet H. (2011): “İki Dünyanın Romanı”, Medeniyetin Burçları Rasim Özdenören, (haz. Ali Dursun,
Turan Karataş), Memur-Sen Kayseri Şubesi Kültür Hizmetleri: Kayseri, s. 219-223.
Mengüşoğlu, Takiyeddin (1988): İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi: İstanbul.
Nietzsche, Friedrich (2010): İyinin ve Kötünün Ötesinde Bir Gelecek Felsefesini Açış, (çev. Ahmet İnam), Say Yayınları:
İstanbul.
Özdenören, Rasim (2013): Gül Yetiştiren Adam, İz Yayıncılık: İstanbul.
Şakar, Cemal (2011): “Gül Yetiştirilen Ev”, Medeniyetin Burçları Rasim Özdenören Kitabı, (haz. Ali Dursun, Turan
Karataş), Memursen Kayseri Şubesi Kültür Hizmetleri: Kayseri, s. 213-218.
Zarifoğlu, Cahit (1999): “Gül Yetiştiren Adam Üzerine Yazarıyla Bir Konuşma”, Zengin Hayaller Peşinde, Beyan Yayınları:
İstanbul, s. 99-105.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ARABA SEVDASI’NA VE BIHRUZ’UN ZIHNINE SIZAN
FRANSIZ EDEBIYATI
FRENCH LITERATURE PERMEATING A CARRIAGE AFFAIR
AND BIHRUZ’S MIND
*Fatih ALTUĞ
Özet
Recaizade Ekrem’in 1896 yılında Servet-i Fünun’da tefrika edilen romanı Araba Sevdası’nın başkişisi Bihruz’un
öznelliğinin oluşumunda ve dönüşümünde Fransız edebiyatının asli bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Bihruz’un aşk telakkisinde, aşkını ifade edişinde, aşk acısı çekişinde, hayal âlemindeki gezintilerde, beden
dilinde ve toplumsal alanda verdiği pozlarda Fransız edebiyatı okurluğu yoluyla edindiği davranışların izleri
roman boyunca gözlemlenir. Araba Sevdası’nda Bihruz’un kendi başına ya da Mösyö Piyer ile birlikte Fransız
edebiyatı okuyuşunu, okuma esnasındaki zihin süreçlerini, zihninin okunan metne verdiği tepkileri, Periveş’e
mektup yazarken Fransızca edebi metinleri model alışını takip etme fırsatı buluruz. Bu bakımdan Araba
Sevdası’ndaki okuma ve yazma deneyiminin Fransız edebiyatı eserleri tarafından nasıl dolayımlandığını
yakından incelemek, on dokuzuncu yüzyılda bir Osmanlı züppesinin bilincinin oluşumunda başka bir
edebiyatın etkisini görmek bakımından önemlidir.
Bu makalede, Fransız edebiyatı metinlerinin, Bihruz’un toplumsal davranışlarını, bilinç süreçlerini, duygusal
yaşantılarını nasıl etkilediğini göstermeye çalışacağım. Jean Jacques Rousseau’nun Nouvelle Heloise, A.
Person de Teyssèdre’in Le Secrétaire des amants [Aşıkların Sır Katibi], Lamartine’in Graziella ve La Chute
d’un ange [“Meleğin Düşüşü”], Abbé Prevost’un Manon Lescaut gibi eserlerinin metnin içine ve Bihruz’un
zihnine nasıl sızdığını kaynak eserleri ve Bihruz’un romandaki söylemini derinlemesine karşılaştırarak ortaya
koymayı amaçlıyorum.
Anahtar Kelimeler: Araba Sevdası, Fransız Edebiyatı, Bihruz, Recaizade Ekrem
247
French literature has an essential impact on the formation of the subjectivity of Bihruz, who is the main character
of a Carriage Affair written by Recaizade Ekrem and serialized in Servet-i Fünun in 1896. The traces of the
behaviors which Bihruz acquired by reading French literature, can be observed in Bihruz’s conception of love,
expression of love, sorrow, imaginary expeditions, body language and social gestures. In a Carriage Affair, we
can follow Bihruz’s reading of French literature on his own or with Mösyö Piyer, his mental processes during the
act of reading, his reactions to the text and how he used French literary texts as a model for writing love letters
to Periveş. Close examination of how reading and writing experiences in a Carriage Affair are mediated by
French literary texts is pivotal in order to understand the impact of an other literature on the formation of the
consciousness of an 19th century Ottoman dandy.
Fatih ALTUĞ
Abstract
* Yrd. Doç. Dr. İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
In this article, I aim to show how French literary works have influence on Bihruz’s social behaviors, cognition
processes and emotional experiences. My main objective is to present how literary works such as Jean Jacques
Rousseau’s Nouvelle Heloise, A. Person de Teyssèdre’s Le Secrétaire des amants, Lamartine’s Graziella and La
Chute d’un ange, Abbé Prevost’s Manon Lescaut permeate a Carriage Affair and Bihruz’s mind, by comparing
model texts and Bihruz’s discourse.
248
Araba Sevdası’na ve Bihruz’un Zihnine Sızan Fransız Edebiyatı
Keywords: A Carriage Affair, French Literature, Bihruz, Recaizade Ekrem
Recaizade Ekrem’in 20 Şubat – 8 Ekim 1896 tarihleri arasında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilen
romanı Araba Sevdası’na Fransızca ve Fransız edebiyatının nasıl sirayet ettiğine yakından bakmanın
romana dair tartışmalarımızı biraz daha zenginleştireceğini düşünüyorum. Araba Sevdası hakkındaki
değerlendirmelerin önemli bir kısmında, Bihruz’un dilinin Fransızcadan ne kadar şiddetli bir şekilde
etkilendiğinin, hatta bu etkilenmenin bazı durumlarda anlatıcının diline de yansıdığının ifade edildiği
görülür. Bu etkilenme daha çok Bihruz’un alafranga züppeliğinin bir işareti olarak okunur. Bihruz’un
dili, bir anadilin ideal bir örneği olmaktan uzak olup, tam aksine bir dilin oynak ve kaygan sınırlarında
ikamet eder. Osmanlı Türkçesinin Fransızcayla karşılaştığı, hatta kısmen Fransızcalaştığı bir ara bölgede
kurulur Bihruz’un dili. Bihruz’un, bu diller arası alandan Osmanlı Türkçesinin edebi örneklerine, mesela
Enderunlu Vasıf ’ın şarkılarına baktığında tecrübe ettiği yanlış anlamalar zinciri, “bir siyehçerde civandır”
şarkısını yanlış okumasından kaynaklanan hazin ve komik süreçler, romanın asal eksenlerinden biridir.
Bu makalede, bu ara bölgeden diğer dile, model dile bakarak, Fransız edebiyatının Bihruz tarafından
nasıl alımlandığını kavramaya çalışacağım.
1870 yılının mayıs ayında başlayan romanın olay örgüsünde park deneyimi ve parkta gerçekleşen karşılaşma
ile harekete geçen aşk hali, kurucu öğeler olarak yer alırken Bihruz’un Periveş ile karşılaşması sonrası
başlayan süreçte Fransızca edebiyat eserlerinin bir referans noktası olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Fransızca romanlar ilk olarak parktaki aşk karşılaşması esnasında başvurulacak davranışların modeli
olarak işlemektedir. Periveş’in içinde bulunduğu landonun dikkatini çekmek için çeşitli pozlara bürünen
Bihruz, başarılı olamayınca bir nevi krize girer. Ani titremeler baş gösterir, beklenmedik hareketler yapmaya
başlar. Çamlıca Bahçesi’nin kalabalığı ve uğultusu Bihruz tarafından bir “aheng-i cehennemî” (Recaizade
Ekrem, 1898: 16) olarak tecrübe edilmektedir. Landoyu etkileyememenin hayal kırıklığı içerisinde Bihruz
donup kalmıştır, kararsızlık içindedir. Fransız romanları bu noktada yardıma yetişir. Mösyö Piyer’le
birlikte okuduğu Fransız romanlarında buna benzer sahneler olduğunu hatırlar. “Onları düşündükçe
yavaş yavaş kanındaki hiddet soğumaya başlar.” Bu romanlarda kadınların bu tür davranışlarına karşı
en uygun tutumun endiferans, kayıtsızlık olduğunu aklına getirir ve kayıtsızlık pozunu benimser. (16)
Bu örnekte, Fransız romanları Bihruz’un davranış modeli olmaktadır. Başka bir deyişle, gerçeklikle baş
edilemediğinde, gerçeklik düzleminde hayal kırıklığı yaşandığında kurmaca, kurtarıcı olarak devreye
girer. Hayal kırıklığının doğurduğu krizi, sunduğu pozlar repertuarı ile teskin eder.
Bihruz, yine romanlardan öğrenilmiş olarak, ilk bakışta Periveş’in ve landosunun etkisi altına girmiştir.
Köşke geldiğinde Mösyö Piyer’le aşk hakkında konuşmak ister. Bihruz’un hali ile Mösyö Piyer’in
hali hiçbir şekilde örtüşmemektedir. Mösyö Piyer, Süveyş Kanalı hakkında çıkmış gazete haberini
okuyup siyasal ve ekonomik gündemi değerlendirme arzusunda (32) iken Bihruz aşktan söz etmek
istemektedir. Aşk hakkında konuşmaya zorlanan Mösyö Piyer’in söylemi aşk ve kadın düşmanlığından
ibarettir. La Rochefoucauld’nun tutkunun insanı gülünç duruma düşüreceğini ifade eden sözünden
kadınların ahlaken zayıflıklarına, azap meleklerinin yeryüzündeki temsilcileri ve “her türlü fenalığın
menbaı” oluşlarına uzanan söylemle (34-35) karşılaşan Bihruz, yine hayal kırıklığına uğrar ve bu sefer
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
de aklına Fransız romanları gelir. Bernardin Saint-Pierre’in Paul ve Virjini’si (1787), Alexander Dumas
fils’in Kamelyalı Kadın’ı, Alphonse Karr’ın Ihlamurlar Altında’sı (1832), Goethe’nin Genç Werther’in
Acıları’sı (1774) Bihruz’un duygusal / aşkî eğitiminin temel metinleri olmuştur. Mösyö Piyer’in “tatlı
tatlı anlat[ışı]”, “tatlı tatlı tefsir ve takrir e[dişi]” eşliğinde Bihruz, Paul ve Virjini’de ıssız bir adada “iki saf
kalbi birbirine bağlayan muhabbet-i masumane”yi tecrübe etmiştir. Mösyö Piyer, Kamelyalı Kadın’da pek
de iffetli görülmeyen Marguerite’in Armand’a yönelik halisane sevgisinden, bu sevginin “saffet, rikkat
ve nezahetinden” ve sonunda verem olarak vefat etmesinden müteessir olmuş, Bihruz da Mösyö Piyer’le
bu teessürü paylaşmıştır. Ihlamurlar Altında ve Genç Werther’in Acıları da Mösyö Piyer’in Bihruz’a
tutkunun mahiyetini ciddiyetle anlatmasının vesilesi olmuştur. (35-36) Görüldüğü gibi Bihruz’un
Periveş’le karşılaşmadan önceki duygusal eğitimi Mösyö Piyer yönetiminde ve Werther’i hariç tutarsak
Fransız romanları aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bihruz’un gerçek dünyada aşkla karşılaşmasından önce
yaşadığı edebi aşk karşılaşmalarında Mösyö Piyer’in dolayımlayıcı rolü ön plandadır. Bu aşk eğitiminin
etkisiyle Bihruz, gerçek karşılaşmayı da metinsel bir deneyim gibi yaşamıştır. Periveş’in gerçekten ne
olduğundan, ne dediğinden, ne istediğinden çok yanlış yorumlamaya, anlamı kavramaktan çok anlamı
atfetmeye dayalı bir metinsel ilişkidir Bihruz’un Periveş’le ilişkisi. Periveş’in bedenine nakşedilmiş olan
harfler, ancak tahrif edilerek birbirine bağlanmakta ve daima yanlış okunmaktadır.
Bihruz’un metinsel aşk deneyiminin tetikleyicisi olan Mösyö Piyer, gerçek aşk deneyimi ortaya çıktıktan
itibaren romantik aşk tasavvurundan çok bedensel ve cinsel bir tasavvuru teşvik etmeye başlar. Ancak
bu teşvik de yine metinler dolayımıyla olur. Aşk ve kadın düşmanı söyleminden dolayı öğrencisinin
yaşadığı hayal kırıklığının farkına varan Mösyö Piyer, hatasını telafi etmek için Bihruz’a kitap hediye
etmek ister. Önce Boccaccio’nun Decameron’unu almayı planlarsa da sonra arkadaşının tavsiyesi
üzerine Jean-Baptiste Louvet de Couvray’ın Les aventures du chevalier de Faublas [Şövalye Foblas’ın
Maceraları] (1786-1791) romanını hediye eder. Tabii bu hediyenin masrafını her zaman olduğu gibi
Bihruz karşılar. (54-55) Romanın ilerleyen bölümlerinde, Bihruz’u, Şövalye Foblas’ın cinsel tecrübelerini
ve sefahatini anlatan bu erotik romanın “şevk-engiz” imajlarına bakarken yakalarız. Daha öncesinde
Bihruz’un duygularını romantize eden Mösyö Piyer, bu müstehcen metin aracılığıyla Bihruz’un aşkını
duyusallaştırmak, şehevileştirmek istiyor gibidir. Bunda başarılı da olur. Kitabın resimlerine bakmanın
Bihruz’un hayal gücünü nasıl harekete geçirdiği şu sözlerde açıkça görülmektedir:
249
Mösyö Piyer’in Fransız edebiyatıyla Bihruz arasındaki dolayımlayıcı rolü ortadan kalktığında, romantik
aşk tasavvuru ile baş başa kaldığında, Bihruz Fransız edebiyatı örneklerine doğrudan başvurur. Periveş’e
aşk mektubu yazmak isteyen Bihruz, iki Fransızca metni mektubuna model olarak alır. Metinlerden biri
Jean-Jacques Rousseau’nun romantik edebiyat başyapıtlarından olan eseri Julie, ou la nouvelle Héloïse
(1761) diğeri de Apollon takma adıyla da bilinen A. Person de Teyssèdre’in ilk baskısı 1838’de Le Bailly
Yayınevi tarafından yapılan Le Secrétaire des amants, ou Recueil choisi de lettres d’amour (Âşıkların Sır
Kâtibi, ya da Aşk Mektupları Seçkisi) başlıklı eseridir. Bihruz, ilk olarak Rousseau’nun metnini örnek
alır ama bu metni dönüştürüp kendine mal etmek oldukça çetrefilli bir iştir. “Kitabın ibaresi pek çetin,
o ibarelerde gizlenen fikirler ise ziyade filozofik”tir. (40) Sonunda nispeten basit olduğuna karar verdiği
romanın birinci mektubunu seçer, onu tercüme etmeye çalışır, ancak bunda da başarılı olamaz. Mektubun
başından sonundan bazı kısımları alıp geri kalanları kendi “kariha”sından doldurur. Rousseau’nun
romanına Bihruz nüfuz edememiştir. Bihruz’un mektubunun başlangıç satırlarına ve La Nouvelle
Heloise’in ilk mektubunun ilk paragrafına birlikte bakmak Bihruz’un modelle ilişkisini örneklendirebilir:
Fatih ALTUĞ
“Salı akşamı Mösyö Piyer’in getirdiği kitabın içindeki şevk-engîz imajların temaşasından sonra
[nüzhetgâh-ı hayalî]nin ötesinde berisinde Venüz âlemine mensup som mermerden bir takım dilrübâ
heykeller, bu heykellerin etrafında üçer beşer dolaşır nenfler [Nymphe], suları yeşil havuzlar içinde
mercan gagalı, lâl gözlü, uzun boyunlu, kardan beyaz nazik kuğularla birlikte şinâverlik eder sırma
saçlı, mavi gözlü, güneş yüzlü periler de peyda olmuş idi.” (56)
“Ah! Güzel hanımefendi!
Sizden kaçmalıyım. Evet efendim! Burasını pek iyi hissediyorum. O kadarcık bile durup size bakmamalı
idim. Yahut sizi hiç görmemeli idim. Lakin bugünkü gün ne yapmalı?. Kendimi nasıl idare etmeli?.
Bakınız hâlime de aşık-ı biçarenize bir konsey veriniz.” (40, 42)
“Sizden kaçmak lâzım matmazel, bunu, iyiden iyiye anlıyorum. Bu kadar bile beklememeliydim. Daha
doğrusu, sizi hiç görmemeliydim. Fakat, şimdi ne yapsam? Nasıl hareket etsem? Bana dostluk vadettiniz;
şaşkınlığımı görün de bana akıl verin. [conseillez-moi]” (Rousseau, 1943: 3)
Bihruz, mektubu tekrar okuduğunda Rousseau’dan aktardığı yerleri beğenir ama kendi karihasından
çıkan yerler söz konusu olduğunda “mektubun ansamblını [bütününü] pek komün [sıradan],
ziyadesiyle fad [yavan], aşırı ensipid [tatsız] gördüğünden” mektubu göndermekten vazgeçer. Ancak
Bihruz, bu eksikliği, kendi kavrayış gücüne ve dil becerisine değil “lisan-ı Türkînin kifayetsizliğine”
bağlar. (Recaizade Ekrem, 1898: 43) Bundan sonra Bihruz, Le Secrétaire des amants’a başvurur. Klişe
mektuplardan oluştuğu için bu metni anlamak ve dönüştürmek çok daha kolaydır. Bihruz, Rousseau’nun
felsefi diline nüfuz edemezken Le Secrétaire des amants’daki mektubu kolaylıkla tercüme edip kendine
mal eder.
250
Araba Sevdası’na ve Bihruz’un Zihnine Sızan Fransız Edebiyatı
“Küçük hanımefendi!
Muterifim. Çakeriniz daima hayal ederdim ki, sevda ki bana ekseri karşı konulmaz eşkal altında ve bir
okluk ile müsellah reprezante olunmuş idi, gerçekten muhataralı değildir. İlla o zaif ve romanî canlar
için ki kuvvetli etüdlerle meşgul olamazlar ve şiddetli ve sıhhi jimnastiklere kendilerini veremezler de
her yerde işsiz güçsüz, tatsız tuzsuz, rahat yükü altında eğilir akıl taşırlar. Bu sizi görerek, letafetleriniz
içinde natürün en sevimli işlerinden birisini admire ederek kendimi kandırdım ki benim fikirlerim
mütecasirâne olduğu kadar sehivli de imiş! Çünkü hep çakerinizin mağrur safsatalarım karşı konulması
muhal bir letafetten bir cazibeden beni müdafaa edemedi. Sevdaya sabûrane karşı koymuş idim. Sevda
kendi kuvvet ve kudretini dil-firîb bir şey üzerinde kamaşmış gözlerime karşı kâmilen arz-ı izhar ederek
beni cezalandırıyor! Bundan böyle şevkli kahramanları üzerinde müellifleri istihza etmek haksızlığında
bulunamam mademki bizzat çakeriniz bile o müelliflere itaatli bir süje olmak hizmetini ifa edebilir
oldum! Bundan böyle elektriğe benzeyen pasyonlar hakkında - ki kaderden gelirler gibi görünürler ve
sizi, daha doğrusu çakerinizi nagehânî bir derin yara ile zahmdâr eder - şek ve şüphe etmeyeceğim! Oh
çakerinizi artık inanmazlık ettirmeyecek derecede derin vurdu!” (44-45)
Bihruz’un Le Secrétaire des amants’dan model olarak aldığı mektup ise “Esrarengiz bir buluşma talebinde
bulunan genç adam” başlığını taşımaktadır. Bu mektubun yukarıda alıntılanan kısmının günümüz
Türkçesine çevirisi ise şu şekildedir:
“Matmazel,
Her zaman benim üzerimde çok güçlü etkileri olan aşkın, yaradılış itibariyle bitkin ve romanesk ruhlar
için korkutucu olmadığını düşünmüşümdür. Sizi görmektir aşk, doğanın en sevimli eserlerinden biri
olan çekiciliğinize hayran kalmaktır ki pervasız düşüncelerimin iyice kayıtsızlaştığı kanısındaydım.
Evet, bütün kibirli safsatacılığıma karşın, karşı konulamaz bir cazibeye karşı korunamadım; korkmadan
meydan okudum aşka, aşk cezalandıracak beni, bütün gücüyle gözlerimi kamaştıracak büyüleyici
bir şeyi gözlerimin önüne sererek. Bundan böyle artık alay etmeyeceğim yazarlarımızın coşkulu
kahramanlarıyla ki bizzat ben bu uysal kahramanlardan biriyim artık. Yine de kuşku duyacağım şimdi
elektriğe benzeyen tutkularımızın azalacağından; kadere dokunan ve içinizde ansızın derin bir yara
açıveren tutkular.” (Teyssèdre, 1873: 92’den çeviren Melis Oflas)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Bihruz’un çevirisi ile günümüz Türkçesine yapılan çeviriyi karşılaştırdığımızda Bihruz’un orijinal
mektubun düşünce ve ifade zincirini sadakatle takip etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Ancak Bihruz’un
mektuptaki dili Osmanlı Türkçesi ile Fransızca arasındaki ara bölgede konumlanmaktadır. Birçok
Fransızca ifadeyi çevir(e)meyen Bihruz’un söyleminde Fransızcanın sözdiziminin izleri de belirgin bir
şekilde görülmektedir. Bihruz’un tekrar tekrar okuduğu ve her okuyuşunda memnuniyetle karşıladığı bu
mektubu anlatıcı, “udhuke-i garabet” ve “ucube-i kitabet” olarak nitelendirir. Bihruz, mektubun “biraz
ziyade alafranga düşmüş” olduğunu düşünmektedir ama muhatabın alafrangalığını düşündüğünde de
bunu kusurdan çok meziyet olarak telakki eder. (45) Mektubun mükemmel bir etki uyandırması için
aynı kitaptan bir şiiri seçip eklemeye karar verir. İsmi bilinmeyen bir kadın için yazılmış bir şansonu
beğenir.1 Ancak tercümeyi nasıl yapacağını bilememektedir. Nazmen tercüme etse Türkçenin yetersizliği
önüne engel olarak çıkacaktır, nesren çevirse şiirin letafeti kaybolacaktır.
“Gül tesmiye ederim
O müennese ki benim aklımı bulandırır.
Eğer kelime şeyi resmetmeye borçlu ise
O müennesin bu dilber isim almaya hakkı vardır,
Bir gül gibi.
Bir gül gibi
Beni kendisine doğru çektiğinden beri
Yüreğim hiç durmayarak vuruyor.
Onu koklamaktan yanıyorum.
Bir gül gibi!
Bir gül gibi
Düşünmeksizin mest eder;
Sebep olduğu santiman
O santimanlardan değildir ki geçtiği görülür
Bir gül gibi.” (45-46)
ADI BİLİNMEYEN GÜZEL BİR KADINA
Bir gül gibi
Düşüncesizce sarhoş eder;
Ve ortaya çıkardığı his
Geçip gidecek türden değildir hiç,
Bir gül gibi. (Verduu, 1810: 216’dan çeviren Melis Oflas)
1 Her ne kadar Araba Sevdası’nda bu şansonun Le Secrétaire des amants’dan ifade edilse de mektuplardan oluşan
bu kitabın değişik baskıları Fransız Milli Kütüphanesi’nden Sara Yontan tarafından kontrol edilmiş böyle bir şiire
rastlanmamıştır. Şiir aslında M. Pons (de Verduu)’ya aittir.
251
Bir gül gibi
Çekmesini bilir beni kendine,
Kalbim çarpar durmadan bir an bile;
İçime çekerken kokusunu yanıp tutuşurum
Bir gül gibi.
Fatih ALTUĞ
Gül koydum adını
Kurcalayan aklımı:
Sözcükler betimleyecekse
Layıktır o bu güzel isme
Bir gül gibi.
252
Araba Sevdası’na ve Bihruz’un Zihnine Sızan Fransız Edebiyatı
Anlatıcıya göre bu tercüme fena değildir ama Bihruz, orijinaline bakmayıp yalnızca tercümeyi dikkate
aldığında hiçbir anlam çıkaramamaktadır. Özellikle “kelime şeyi resmetmeye borçlu ise” ifadesini hiçbir
şekilde, hiçbir dilde kavrayamaz. Gül ile düşünmek arasında kurulan bağlantı da mantıklı değildir ona
göre. Güle insani bir özellik atfedilmesi anlaşılmazdır. Le Langage des Fleurs [Çiçeklerin Dili], Histoire
Naturelle [Tabiat Tarihi] gibi kitaplara başvurur, gülün düşünebilme yetisinden bahis yoktur. (Recaizade
Ekrem, 1898: 46) Bihruz’un anlayamadığı iki noktaya yakından baktığımızda Bihruz’un dilin temsili ve
mecazi doğasını kavramakta zorlandığı ortaya çıkar. Bunun sonucunda bu şiiri mektuba eklemekten
vazgeçer ve Enderunlu Vasıf Divan’ını karıştırarak “siyehçerde” şiirini bulur ve yanlış yorumlayarak
mektubuna ekler. Vasıf ’ı Bihruz’un gözünde değerli kılan “Türklerin Beranje’si[Beranger]” (52)
olmasıdır. Bihruz dilin kelime haznesi, mecazilik, göndergesellik gibi veçhelerinden habersiz olarak bir
ara-dilde ikamet etmekte ve oradan ne Osmanlı edebiyatına ne de Fransız edebiyatına ulaşamamaktadır.
Mektupta kararlaştırıldığı vakitte Çamlıca Bahçesi’nde olmayan, aslında mektubu hiç okumamış
olan Periveş’le buluşamamanın hayal kırıklığıyla Bihruz, mektubu tekrar kontrol eder. Amacını aşan
kırıcı bir şey olup olmadığına bakmaktadır. Mektubun tekrar okunması, mektubun yazılma anındaki
duyguların canlanması demektir, Bihruz bu defa da mektubundan etkilenir, güzelce ifade ettiği
duygulardan ve bu duyguların karşılığını görememekten müteessir ve tuşe olur. Ancak Bihruz’un
konumu gelgitlidir. Bir yandan ağlayacak kadar bu metnin etki alanına girmekte, diğer yandan kendi
tercümesini kavrayamamakta, bunun için metnin orijinaline ve Fransızca-Osmanlı Türkçesi sözlüklere
bakmak durumunda kalmaktadır. (80-81) Bihruz, metnin kolayca etkisi altına girmeyle metne zorlukla
nüfuz edebilme arasında münavebeli bir şekilde gidip gelen bir halin içerisindedir. Bihruz, mektubun
mükemmelen yazıldığına bir kere daha kani olduktan sonra mektuba eklediği Vasıf ’ın şiirini kontrol eder.
“Bir siyehçerde civandır” ifadesini bir türlü doğru okuyamamaktadır. Harflerden sese ulaşamamaktadır
Bihruz. Harfler ancak tahrif edilerek bir sözcük oluşturabilmektedir. Bihruz’un harfleri eklemlemesi ile
dilin özgün eklemlemeleri arasında mutlak bir yarık vardır. “Bir siyeh”i “bersiye” diye okur. Bu okumada
yalnız değildir, kalemde birlikte çalıştıkları arkadaşları da mısranın doğru telaffuzundan uzaktır.
Bağlamı içerisinde bir metni değerlendirebilme becerisi Bihruz ve çevresinde eksik olan bir beceridir.
Naim Efendi dışında kimse bu ifadeyi doğru okuyamaz, hatta kelimenin hangi dile ait olduğunu bile
tayin edemez. Ancak Naim Efendi’nin yorumuyla Bihruz sarışın bir kadına göndermek için pek uygun
olmayan bir şiiri seçmediğini anlar. (84-91)
Bihruz’un özür dilemek arzusuyla Periveş’i aradığı süreçte pek etkisini görmediğimiz Fransız
edebiyatı, Keşfi’nin Periveş’in ölümüne dair attığı yalan sonrasındaki yas sürecinde tekrar karşımıza
çıkar. Lamartine’in Graziella romanının sonundaki “Le Premier Regret” (“İlk Teessüf ”) şiiri bu süreçte
Bihruz’un yasına eşlik eder. Bihruz’u bu şiirden haberdar eden yine Mösyö Piyer’dir. Önce Bihruz’un
şiiri okuma, daha doğrusu (okumayı sökmedeki anlamıyla) sökme sürecine şahitlik ederiz. Bihruz’un
şiirin kelimelerini okuyuşu, okunanları anlamlandırma süreci ve bu ifadelerin Periveş ile ilgili olarak
çağrıştırdıkları iç içe geçmiş bir biçimde, bilincin akışı içerisinde sunulur. Şu ifadeler Bihruz’un okuma
sürecini, şiirin Bihruz’un zihnine, Bihruz’un deneyiminin şiire sızdığı bu okuma deneyimini örnekler:
“Birinci rögre, acâyip!.. Rögre, jö rögret, tü rögret, il rögret.. teessüf ederim, teessüf edersin, teessüf eder..
demek ki ilk yahut birinci teessüf... Güzel çok güzel!. Benim için ne kadar uygun.. Sonor.. sonor.. ses
çıkaran deniz kenarındaki oraya Sorrant denizi mavi dalgalarını.. portakal ağacının altında açar..
vardır.. ne vardır?. İnce yolun kurbünde [der kurb-ı Çamlıca-i sagîr gibi] kokulu çit duvarının altında
vardır. Ne vardır? Bir adet ufak ve dar.. yani ensiz.. ve yabancının dalgın ayaklarına endiferan.. yani
ilişiksiz bir taş vardır.” (128-129)
Mösyö Piyer’in gelişi ile Bihruz’un şiir okuma deneyimi dinleme deneyimine dönüşür. Mösyö Piyer,
şiirdeki Sorrant denizinin dalgalarının nağmesini imrendirecek bir “aheng-i hazîn ve latîf ile” şiiri
okumaktayken Bihruz, aklen ve ruhen şiirle dolmaktadır. Kendinden geçmiş bir şekilde şiiri tecrübe
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ederken “ruh-ı müteheyyici” sevgilisinin mezarını ziyarete gitmiştir. Bir yandan ruhu Periveş’in kabri
etrafında dolaşırken diğer yandan şiiri dinleyen Bihruz’un bedeni, tüm hisler ve duyulardan arınmış bir
şekilde donup kalmış bir haldedir. (130-131) Şiirin bittiğini anlamayacak kadar kendinden geçmiş olan
Bihruz’un gerçekliğe dönüşü şu şekilde ifade edilir:
“Bihrûz Bey hâlâ vaz’ını bozmuyordu. Fakat aheng-i kıraatin inkıtaıyla usul-i cevelanını şaşıran ruh-ı
âvâresinin yine aşiyanına avdeti üzerine havass ve meşairi de yerine gelmekle bey gözlerini saplanmış
olduğu noktadan ayırarak muallim efendiye çevirdi[:] -Bitti mi?..” (131)
“İlk Teessüf ” şiirinin Bihruz üzerindeki etkisi romanın ilerleyen sayfalarında da devam eder. Gündelik
hayatla ilgili düşüncelerinin aktığı, örneğin arabacısı Andon’un neden hala gelmediğine dair zihninin
akışının verildiği satırlarda birden bire bu şiirden dizeler araya karışır: “On altı yaş ölmek için pek
erkendir” (135)
“İlk Teessüf ”ü çok seven Bihruz, ikinci, üçüncü, ve diğer teessüfleri de okumak için gittiği kitapçı
tarafından aldatılır ve Lamartine’in küllliyatını satın alır. “İlk Teessüf ”teki mecazı anlayamamasından
kaynaklanan bu durum Bihruz’u çok etkilemez, bu sefer yine Mösyö Piyer’in önerisiyle külliyatta da yer
alan Lamartine’in “La Chute d’un Ange” [Meleğin Düşüşü] şiirini okumaya başlar. Aslında ruhaniyetin
mahiyeti üzerine oldukça felsefi bir şiir olan bu metni yanlış yorumlayan Bihruz, şiirden genç bir kızın
ölümünü anlatmasını beklemektedir. Metin beklentilerine uymadıkça ve metne nüfuz edemedikçe
sıkılan Bihruz, Mösyö Piyer’i durdurmaya çalışsa da bu sefer de Mösyö Piyer metnin yüce fikirlerinin
etkisine girip şiiri kendinden geçercesine okumaktadır. Bu esnada Bihruz mışıl mışıl uyumaktadır artık.
(156-157)
Makale boyunca Araba Sevdası’nın ve Bihruz’un Fransız edebiyatıyla kurduğu ilişkinin değişik
veçhelerini göstermeye çalıştım. Araba Sevdası, birçok başka boyuta sahip olmakla birlikte aynı zamanda
günümüz araştırmacı ve okurlarına on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’sında okuma pratiklerinin içselliği ve
toplumsallığı nasıl etkilediğine ve okumanın psikolojisine dair çok önemli temsiller de sunmaktadır.
Burada ortaya koyduğum örneklerin okuma psikolojisi ve fizyolojisi ile ilgili çalışmalarla birlikte
değerlendirilmesi modern edebiyat araştırmalarına önemli bir katkı olma potansiyeline sahiptir.
253
“Bihrûz Bey’in yine defaten canlanan hayalatı [romandaki] o vukuat ve onların tevlit ettiği hassasiyet
ile kendi ahval-i şahsiyesi arasında bir nevi mevcut olan muvafakati mutabakat derecesinde göstermeye
başladığından kitabı bitirmedikçe elinden bırakmamış, o cihetle sabahın saat dördüne kadar olduğu
yerde uyanık kalmış, esna-yı mütalaada - kendi kendine sönünceye kadar yanan - mumların isi odayı
doldurmuş idi. Bey kitabı kapayıp bir hayli müddet müstağrak-ı tefekkürat olduktan sonra yerinden
fırladı bir pencere açtı. Odanın içindeki duman pencereden baca dumanı gibi çıkıyordu. Bey ayak
üzerinde duramayacak kadar yorgun olduğundan odanın havasını süratle tecdit ederek hemen
yatağına düşmek için kapıyı açtı. Dadı kalfa ise sofada bulunuyordu. Kapı açılınca hemen geldi odaya
girdi. Beyin yatağı bozulmamış, odayı duman içinde görünce merak ilcasıyla beyinin yüzüne dikkatle
baktı. Beyin – birer siyah halka içine girmiş ve küçülüp çukura kaçmış fersiz gözleri, uykusuzluktan
heyecan-ı maneviden reng-i aslîsi kaçmış siması, dermansızlıktan tir tir titreyen dizleri hâlinde bir
büyük perişanlık gösteriyordu.” (169)
Fatih ALTUĞ
Ramazan ayının gelmesi ile birlikte Bihruz’un yası daha durgun, daha sakin bir hale bürünür. Dindarlaşan
Bihruz, daha dengeli bir şekilde davranmaktadır. Öğrencisinin elinden kaçacağını düşünen Mösyö Piyer,
Bihruz’un duygularını tekrar harekete geçirmek için bu sefer Abbe Prevost’un Manon Lescaut (1731)
romanını hediye eder. Mösyö Piyer’e göre bu roman, “bakınız ne kadar garip, ne kadar azgın, bununla
beraber ne kadar fedakar, ne kadar hazin neticeli bir aşk”ı (165) anlatır. Anlatıcıya göre Mösyö Piyer’in
Bihruz’a okuttuğu metinler “muharrik-i hevesat, mürevvic-i müştehiyat hikâyeler”dir. (170) Romanın
Bihruz üzerindeki etkisini şu ifadeler açıklıkla ortaya koymaktadır:
Kaynakça
Recaizade Ekrem, Araba Sevdası, Âlem Matbaası, İstanbul, 1898.
Rousseau, Jean Jacques, Julie yahut Yeni Heloise, çev. Hamdi Varoğlu, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1943.
Teyssédre, A. Person de, Le Secrétaire des amants, ou Recueil choisi de lettres d’amour, Le Bailly, Paris, 1873.
254
Araba Sevdası’na ve Bihruz’un Zihnine Sızan Fransız Edebiyatı
Verduu, M. Pons de, “A Une Jolie Femme Dont On Ignorait Le Nom”, Nouvel Almanach des Muses, Capelle et Renand,
Paris, 1810, 216.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ANTİKAHRAMAN BAĞLAMINDA İKİ KARAKTERİN
KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ: OBLOMOV VE C.
COMPARATIVE STUDY OF TWO CHARACTERS IN THE
CONTEXT OF ANTIHERO: OBLOMOV AND C.
*Hasan SAKIN
Özet
Modern dönemle birlikte dünya edebiyatına giren sıradan insan tipi, modern Türk edebiyatına da yansımıştır.
İşsiz, aylak ve hiçbir konuda herhangi bir yeteneğe sahip olmayan antikahramanlar, edebiyatta bilindik
kahraman profilinin yerine geçmiştir. Modern Türk roman ve hikâye yazarlarından Yusuf Atılgan’ın Aylak
Adam adlı romanındaki başkişi C. de söz konusu antikahramanlardan biridir.
Atılgan’ın sıradan, aylak, işsiz biri olarak kurguladığı C. karakteri, modern Rus romancı Gonçarov’un
Oblomov karakterine benzer. Her iki karakter herhangi bir konuda yetkin olamaz ve romandaki kurgusal
zaman boyunca belli başlı etkinlik kalıplarını aşamaz. Söz konusu iki karakter, modern edebiyatın, temel
karakter profillerini somutladığı roman kişileridir.
Bu çalışmamızda söz konusu iki karakter, antikahraman kavramı temel alınarak örneksemelerle birlikte
incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Ivan Gonçarov, Yusuf Atılgan, antikahraman, C., Oblomov
Abstract
Common man type that has entered to world literature with modern era is reflected to the modern Turkish
literature too. Antiheroes who is jobless, idle and have no ability have replaced known heroes profile in literature.
The protagonist C. who in the novel that is named Aylak Adam of Yusuf Atılgan who is modern Turkish storyteller
and novelist is one of the abovementioned antiheroes.
At this study, abovementioned two character will be analyse with examples using notion of antihero as base.
255
Keywords: Ivan Gonçarov, Yusuf Atılgan, antihero, C., Oblomov
Hasan SAKIN
Character of C. who Atılgan has fictionalised him as a idle, jobless resembles to character of Oblomov of
Gonçarov who is the modern Russian novelist. The both of character can’t be competent about any subject and
can’t overcome significant activity pattern during fictive time. This both of character is the novel figure that
modern literature has embodied their character profile.
* Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected]
İvan Gonçarov’un 1859’da yayımlanan romanı Oblomov1, İlya İlyiç Oblomov adlı bir Rus soylusunun
hayatını anlatır. İvan Gonçarov’un, temelde Rus aristokrasisini eleştirmek için yazdığı roman, dünya
edebiyatına Oblomov gibi bir antikahramanı2 ve Oblomovluk kavramını hediye etmiştir. Roman, İlya
İlyiç Oblomov’un, otuzlu yaşlarından başlayarak, geriye dönüşlerle çocukluğunu ve sonunda ölümünü
anlatır.
256
Antikahraman Bağlamında İki Karakterin Karşılaştırmalı İncelemesi: Oblomov ve C.
Gonçarov, Oblomov’u, klasik anlamdaki “kahraman”dan farklı olarak antikahraman niteliğiyle
somutlaştırmıştır. Oblomov, kendisine itiraf ettiği gibi elinden hiçbir iş gelmeyen, önüne çıkan engelleri
aşamayan, kendisini sarmış olan sorunlar karşısında sadece susan ve düşünmekle yetinen, kendi başına
karar veremeyen biri olarak toplumsal hayattan kendisini soyutlamış ve bir kısır döngünün içine
düşmüştür. Oblomov, yazarın, ruhundaki iyi nitelikleri övmesine karşılık, model olarak sunulabilecek
bir karakter değildir.
Çocukluğu Oblomovka denilen çiftlikte geçen Oblomov, ailesinin sıkı gözetimi altında büyümüştür.
Romanda “Oblomov’un Rüyası” adını taşıyan bölüm, Oblomov’un hayatını şekillendiren Oblomovka
çiftliğini ve buradaki yaşamı anlatır. Buna göre Oblomovka halkı, Oblomov’un gelecekteki hayat tarzının
bir prototipini yaşamaktadır:
“Başka bir hayatı ne isteyebilirler, ne de sevebilirlerdi. Yaşayışlarını bir rastlantı değiştirecek olsa
keyifleri kaçardı. Yarın bugüne, öbür gün de yarına benzemezse derde düşerlerdi.”3
Oblomovka halkı değişiklikten o derece korkar ki kendilerine rastlantı sonucu gelen bir mektubu açmak
için günlerce tereddüt geçirir ve mektuba cevap vermek için de bir o kadar süre bekler. Bu erteleme
şablonu, Oblomov tarafından bire bir kopya edilerek kendi hayatına uyarlanacaktır. Hayatlarında olay
denebilecek üç şey vardır: “Doğum, evlenme, ölüm.”4 Okul çağına gelen Oblomov, Verhlyova köyünde,
daha sonra en yakın dostu olacak Andrey Ştoltz’un babasının müdür olduğu okula gönderilir. Ancak
ailesi ondan ayrılmamak için okulda kaldığı süreyi sürekli kısaltır. Oblomov, böylece rahat bir hayata
ve ailesinin kendisini kollamasına alışır. Yazar, Oblomovka’daki uyuşukluğun derecesini anlatırken,
“Oblomovlara o kadar da haksızlık etmeyelim: İşlerin bozuk gittiği zamanlar telaşa düştükleri, kızdıkları,
kımıldadıkları olurdu.”5 der. Bu etki-tepki sürecine dayanan davranış kalıbı, daha sonra Oblomov
tarafından da kullanılacaktır: Oblomov, sadece hayatında herhangi bir sorun çıktığı zaman telaşa düşecek,
kımıldayacak, ancak kendi iradesi ve gücüyle hiçbir zaman sorunların üstesinden gelemeyecektir. Ve
Oblomovka’dan kalma bu değişiklik korkusu da Oblomov’un yaşamındaki temel niteliklerden biri
olacaktır.
Oblomov bir ara memurluk yapar. Ancak bir evrakı yanlış yere gönderir ve dairede Oblomov’un
azarlanacağı konuşulur. Oblomov, bu bekleyişe daha fazla katlanamaz ve müdürü kendisini çağırmadan
istifa eder. Bundan sonra onun için “iş ve sıkıntı” aynı anlama gelir. Bu olay, bir bakıma Oblomov’un,
Oblomovca yaşaması için kendi kendine bulduğu bir bahane olarak görülebilir. Ancak Oblomovka’daki
hayatı, onu bu tür durumlara hazırlamaktan uzak olduğu için o tökezlemiştir.
1 İncelemede Oblomov romanının şu baskısı kullanılmıştır: Ivan Gonçarov, Oblomov, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-Erol
Güney, Sosyal Yayınlar, İstanbul, Ekim 1983
2 Antikahraman kavramıyla ilgili olarak bkz. http://www.flowerstorm.net/disa/Gallery/anti-explain.html
3 Ivan Gonçarov, Oblomov, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-Erol Güney, Sosyal Yayınlar, İstanbul, Ekim 1983, sy. 150
4 A.g.y, sy 140
5 A.g.y,, sy. 143
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Romanın başında Oblomov’u, Petersburg’daki Gorohovi Caddesi’nde bulunan evinde uyur halde
görürüz. Uzanmak, Oblomov’un “doğal hâli”dir. Yazarın yaptığı oda tasviri6, Oblomov’un hareketsiz
hayatının eşyadaki karşılığı gibidir:
“Bu tabak, şu yatağın kenarında dumanı hala tüten pipo ve yatakta uzanan adam olmasa insan burayı
çoktan terk edilmiş sanırdı: O kadar tozlu, o kadar soluk, o kadar insan izinden yoksundu her şey.”7
Oblomov uykudan uyandıktan sonraki sayfalar boyunca yazarın gözü odadan ayrılmaz. Oblomov’u dış
dünyaya bağlayan tek şey, evine gelen misafirlerdir: Volkov, Penkin, Sudbinskiy, Aleksiyev, Tarantiyev.
Bu karakterler, dış dünyayla bağlantı içinde çizilmişlerdir. Son ikisi hariç hepsinin işi vardır. Son ikisi
(Aleksiyev ve Tarantiyev), yazarın deyimiyle “iki Rus proleteri”, Oblomov üzerinden geçinirler. Bunların
hepsi de Ekaterinenhov’daki etkinliğe gitmek üzere Oblomov’u davet ederler. Buna karşılık Oblomov
hepsine karşı belirli kalıpları tekrarlar: Hepsine “Dışarının soğuğunu getiriyorsun.” der. Yine hepsine
evde yemek yeme teklifinde bulunur. Eve her gelen misafirden, köyden aldığı mektuptaki sorunlarla ve
evden taşınmasıyla ilgili yardım ister.
Bu şahıslar, Oblomov’un karakterini ve yaşayış tarzını daha belirgin kılmak üzere sırayla odaya alınmış
gibidirler. Yaşayış tarzları Oblomov’unkiyle zıtlık içindedir. Oblomov’un hareket alanı odanın içindeki
koltuk ve yatak arasında sıkışıp kalmıştır. Onu dışarıya çekebilecek tek güç çocukluk arkadaşı Ştoltz’dur.
Ştoltz, Oblomov’un sonunu önceden tahmin eder ve onu kurtarmak için çabalar. Oblomov’un ruhundaki
çocukluk heveslerini tekrar uyandırmaya çalışan Ştoltz, onu Olga Sergeyevna ile tanıştırır. Oblomov,
Olga’ya âşık olur, ancak tereddütleri vardır: Kendisinin gerçekten sevilebileceğine inanmaz. Olga’nın
kendisine karşı hissettiklerinin aşk değil, “aşk umudu” olduğunu düşünür. Sonuçta Oblomov’u aşk da
Oblomovluktan çekip kurtaramayacak ve bu hayat onu ölüme sürükleyecektir.
Ştoltz, romanın başkarakteri olan Oblomov’dan farklı olarak klasik kahraman rolünü oynar. Her ne
kadar Alman olduğuna vurgu yapılsa da yazar ondaki meziyetleri över.8 Bir bakıma Oblomov, tıpkı
yazarın silik bir karakter olarak tanıttığı Aleksiyev gibidir. Eğer yazarın eleştirel bir amacı olmasaydı bu
romanın başkarakteri Ştoltz olurdu, denilebilir.
6 Pospelov, Edebiyat Bilimi adlı eserinde, “Gerçekçi eserlerde nesneler dünyasının tasvirleri, kahramanların yaşam
tarzlarını değişik yollardan karakterize ederler.” diyerek Oblomov’u örnek verir. Gennadiy Pospelov, Edebiyat Bilimi,
Çev. Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2005, sy. 271
7 Ivan Gonçarov, Oblomov, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-Erol Güney, Sosyal Yayınlar, İstanbul, Ekim 1983, sy. 17
8 Ivan Gonçarov, Oblomov, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-Erol Güney, Sosyal Yayınlar, İstanbul, Ekim 1983, sy. 185 vd.
9 İncelemede Aylak Adam romanının şu baskısı kullanılmıştır: Yusuf Atılgan, Aylak Adam (50. yıl özel baskısı), Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, Ekim 2009
10 C. karakterinin tahlili için bkz. Bilgin Güngör, Yusuf Atılgan’ın Hayatı, Eserleri ve Fikirleri (1921-1989), Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi), Mayıs 2014
11 Yusuf Atılgan, Aylak Adam (50. yıl özel baskısı), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Ekim 2009, sy. 150
257
İstanbul’da yaşayan C., babasından kalma servetle aylaklık eder. Koleji bitirdikten sonra üniversiteye
giderse de fazla kalamaz ve okulu bırakır. Roman boyunca C.’nin şehrin içindeki gezintilerini izler,
Hasan SAKIN
Oblomov romanından yüz yıl sonra yazılmış olan Aylak Adam9 romanındaki C.10 karakteri de nitelikleri
bakımından Oblomov’la çoğu noktada benzeşir. Tıpkı Oblomov gibi bir türlü kalıplarını aşamayan,
çevresi üzerinde herhangi bir hakimiyet kuramayan C., şehrin içinde sürekli bir arayış içindedir: O,
“toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek
tutamağı”, yani “gerçek sevgi”yi aramaktadır.11 Ancak antikahraman olarak C., umutsuz, beceriksiz
ve karmaşa haline gelen hayat üzerinde egemenlik kuramaz durumdadır. O, Oblomov gibi romanın
sonunda ölmez, ancak aradığı kadını tam bulduğunu düşünürken çevresini kuşatan toplum yüzünden
onu kaybeder.
fikirlerini dinleriz. İnsanları izler ve onların toplumsal normlara uygun davranışlar sergilemelerini
bekler. Kimi zamansa insanları şaşırtır: Yoldan geçen kadınlara gülümser, bir kadını öper, dilenciye
bolca para verir, kendisiyle konuşmak için kalıp cümleler kuranlarla dalga geçer vb.
C., modern zamanların tipik öznelerinden12 biridir. Yaşadığı hayata yabancılaşmış, toplumsal değer
yargılarını olumsuzlayan, ruhsal rahatsızlıkları bulunan patolojik bir tiptir. Çevresiyle uyum sağlayamayan
C., klasik kahramanların yaptığı gibi savaşmak yerine seyretmekle, kimi zamansa -yaptıklarının hiçbir
değişiklik etkisi yaratmayacağını bile bile- olaylar karşısında tepki gösterir.
Şimdi de “ortak konu ve motifler”13 bakımından Oblomov karakteri ile C. karakteri arasındaki koşutluk
ve ayrılıkları belirleyebiliriz:
258
Antikahraman Bağlamında İki Karakterin Karşılaştırmalı İncelemesi: Oblomov ve C.
1. Çocukluğu Oblomovka denilen çiftlikte geçen Oblomov, el üstünde geçen bir çocukluk geçirmiştir.
Bu çocukluk, Oblomov’un tüm ruhsal yapısını belirlemiştir. Oblomovka halkı, Oblomovca bir hayat
yaşamaktadır. Daha sonra Oblomov sık sık bu çocukluğa özlem duyacak, “cennet” olarak tanımladığı
hayat düşünü çocukluğundaki yaşam tarzı üzerine kuracaktır.
C. ise yaşadığı kimi travmalar yüzünden çocukluğunu pek de özlemle anmaz. Özellikle babasının
teyzesiyle olan ilişkisine gözleriyle tanık olduktan sonra babasına benzememeye çalışır: Babası bıyıklı
olduğu için bıyık bırakmayacağını söyler. Babası komisyoncudur ve teyzesi ona ilerde ne iş yapmak
istediğini sorduğunda “Komisyoncu olmayacağım.” der. Babası okula gitmemesini ister, ancak C.
yine ona tepki göstermek için okula gider. Ancak Oblomov gibi C. de teyzesinin anısı yüzünden
çocukluğunu özler.
2. Oblomov gibi C. de yatılı okulda okur. Oblomov için bu durum sıcak aile yuvasından uzaklaşmak
anlamına gelirken C. için babasının isteklerinin tersine hareket etmek anlamına gelir.
3. Mekân bakımından Oblomov, odasındaki koltuk ve yatak arasında sıkışıp kalmıştır. Onun mutlu
yaşam tablosu, hemen hemen yatak ve uyumak üzerine kurulmuştur. Buna karşılık C.’nin mekana
karşı tavrı daha farklıdır: C., sürekli bir arayış içindedir. Aradığı kadının, yaşadığı şehirde olduğuna,
onu mutlaka bulacağına inanır. Bu yüzden şehir içinde sürekli hareket halindedir.
Bununla birlikte her iki karakter de çevresine hâkim olmaktan uzaktır. Oblomov, odasındaki
perişan durumu dahi ortadan kaldıramaz, aradığı şeyleri (mektup, para) bulamaz. C. ise şehrin
karmaşasında çoğu kez rastlantılara göre hareket eder. Aradığı kadını bulacağını düşünür, ama bu
durum gerçekleşse bile C.’nin iradesiyle değil tamamen rastlantısal nitelikte olacaktır.
Oblomov’un mekânı daha dar olmasına karşılık, C.’nin hareket ettiği mekândaki karmaşaya sahiptir.
Ancak Oblomov’un mekânındaki fiziksel hareketsizliğe göre C.’nin mekânı daha hareketlidir ve
şehrin uğultusuyla doludur.
4. Oblomov, işlerini kendi başına halledemez. O, romanın başında evine gelen misafirlerden, yaşadığı
sorunlara (köyden gelen ve gelirin düştüğünü bildiren mektup ile evden taşınma işi) yardımcı
olmalarını ister. En zor zamanlarda Ştoltz Oblomov’a yardım eder. Oblomov’un en sıkıldığı
konulardan biri de para üzerine konuşmaktır.
Belki Oblomov kadar olmasa da C. de işlerini bir avukata bırakmıştır. O da Oblomov gibi para
üzerine konuşmaktan hoşlanmaz.
12 “Özne” kavramıyla ilgili olarak bkz. Bedia Koçakoğlu, Anlamsızlığın Anlamı Postmodernizm, Hece Yayınları, Ankara,
Mayıs 2012, sy. 128 vd.
13 Karşılaştırmalı edebiyat biliminin yöntemiyle ilgili olarak bkz. Gürsel Aytaç, Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Say
Yayınları, İstanbul, 2009, sy. 87 vd.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
5. Oblomov önceleri evliliği “aptallık” olarak niteler. Ancak gerçekte onun kurduğu mutlu yaşam
hayallerinde hep yanında bir kadın vardır.
C. ise evlilikle alay eder. O, aile kurumunu “eli paketliler” diyerek eleştirir. Güler, evlilik fikrini
kendisine açtığında C. kara bir tablo çizer.
6. Oblomov kalabalığa karışmaktan çekinir. Herkes günlerini balolarda, davetlerde geçirirken Oblomov
tüm bu etkin hayat tarzını “anlamsız” bulur. Bir kadın için bile olsa bir günde on yere gitmeye
katlanamaz.
C. ise hep kalabalığın içindedir. O, insanlar arasında yalnızlık çeker. Fiziksel olarak bulunduğu
kalabalığa ruhsal anlamda yabancılaşmıştır. Dış dünyadaki görüntüler üzerine düşünürse de aslında
bu bağlantı sadece alay etmek, eleştirmek için kurulur. C., Oblomov’dan farklı olarak, aradığı kadını
bulabilmek için sürekli hareket halindedir. Bu arayış, onun yaşam amacının bir parçası durumuna
gelmiştir.
7. Oblomov, “başkaları” dediği grubun hayatını bir yandan eleştirir: Mesela bir kadın için bir günde
on farklı yere gitmek ona göre katlanılacak gibi değildir. Yine Oblomov, çalışmayı bir “batak” olarak
niteler. Bunlara rağmen o, bu tarz bir hayata imrenir: Kendisinin de mektup yazabileceğini, yeni bir
eve taşınabileceğini, çiftliğe gidebileceğini düşünürse de bunları yapamayacağını da hüzünle kabul
eder.
C. ise topluma imrenmekten uzaktır. O, yaşadığı toplumsal çevreye yabancılaşmıştır. Sıradan
insanların yaşam tarzlarıyla ve ürettikleri kalıplarla sürekli alay eder.
8. Ne Oblomov ne de C. bir mesleğe sahiptir. Oblomov kısa bir süre memurluk yaparsa da burada uzun
süre kalamaz. C. ise kendine kimi uğraşlar edinir: Mesela sokak adlarını toplar.
9. Aşk, hem Oblomov’un hem de C.’nin hayatında önemli bir olgudur. Ancak ikisinin aşka hayatlarında
verdikleri yer farklıdır.
Oblomov’un hayalini kurduğu yaşam düşünde bir kadın silueti görünür, ancak onun için kadın
başlı başına bir amaç değildir. Belki de Oblomov, kadınların kendi hayatını değiştiremeyeceğini
bildiği için aşkı ideal olarak almaz. Zaten Olga’nın aşkı da Oblomov’u değiştirmeye yetmez. Ştoltz,
Oblomov’u değiştirmek için “kadın”ı seçerek hata ettiğini, çünkü yaşamın amacının kadın değil iş
olduğunu söyler.
Ancak C. için hemen hemen tek hedefi aradığı kadındır. Onda gerçek sevgiyi bulacağını düşünen C.,
aradığı kadını bulduğunda huzura ereceğini, en azından umar.
Atılgan, Yusuf, Aylak Adam (50. yıl özel baskısı), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Ekim 2009
Aytaç, Gürsel, Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Say Yayınları, İstanbul, 2009
Gonçarov, Ivan, Oblomov, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-Erol Güney, Sosyal Yayınlar, İstanbul, Ekim 1983
Güngör, Bilgin, Yusuf Atılgan’ın Hayatı, Eserleri ve Fikirleri (1921-1989), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi), Mayıs 2014
Koçakoğlu, Bedia, Anlamsızlığın Anlamı Postmodernizm, Hece Yayınları, Ankara, Mayıs 2012
Pospelov, Gennadiy, Edebiyat Bilimi, Çev. Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2005
http://www.flowerstorm.net/disa/Gallery/anti-explain.html
259
Kaynakça
Hasan SAKIN
10.Yazar, Oblomov’u “seyirci” olarak niteler. C., her ne kadar hayatın içinde gibi görünürse de o da
aslında bir seyircidir, çevresindeki kaosa hâkim olmaktan uzaktır.
2. Gün
IV. Oturum
09 Mayıs 2014 Cuma
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Necip Fazıl DURU
Doç. Dr. Çiğdem PALA MULL
Türk Edebiyatında Akademik Roman
Yrd. Doç. Dr. Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN
V. Nabokov’un “Karanlıkta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”
Romanları Üzerine
Okutman Ayşe ATAY
Resul Rıza Şiirlerinde Nazım Hikmet Etkisi
Engin GÜNEŞ
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
TÜRK EDEBİYATINDA AKADEMİK ROMAN
ACADEMIC NOVEL IN TURKISH LITERATURE
*Doç. Dr. Çiğdem PALA MULL
Özet
Batı edebiyatında romanın bir alt türü olarak incelenen akademik roman, kahramanları üniversite öğretim
üyeleri olan, akademik ortamlarda geçen, her yönüyle akademik hayatı konu olan bir roman türüdür. Sıklıkla
akademik hayatta yaşanan zorluklar, çelişkiler, çıkmazlar hakkında bir yergi içeren bu romanların geçmişi
1950’lere dayanmaktadır. Türk edebiyatına baktığımızda ise akademik roman olarak sınıflandırabileceğimiz
fazla eser olmadığını görmekteyiz. Akademik romanlar, tarih içerisinde üniversitenin geçirdiği değişimleri
gözler önüne sermenin yanı sıra, üniversite için politik, sosyal, etik, psikolojik bir ayna görevi görerek kendi
kendimize eleştirel bir gözle bakmamızı sağlarlar.
Bu çalışmada Türk edebiyatındaki oldukça sınırlı sayıdaki örneklerden Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının
Romanı, Dehen Altıner’in Sevgili Üniversite ve Zülfü Livaneli’nin Serenad adlı romanları, İngiliz ve Amerikan
edebiyatından akademik roman örnekleri ile karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Sözü geçen romanlarda
Türk tarihinin belirli bir döneminde yaşanan sosyal, ekonomik, politik değişimler ve Doğu-Batı ilişkilerinin
hayata yansımaları üniversite bağlamında dile getirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Akademik roman, Doğu-Batı ilişkileri
Abstract
This study presents a comparative look on the genre by examining Oğuz Atay’s Bir Bilim Adamının Romanı,
Dehen Altıner’s Sevgili Üniversite and Zülfü Livaneli’s Serenad together with the examples from English and
American academic novels. These Turkish novels discuss the social, economical and political changes that
happened in a specific period of Turkish history. This study also focuses on the reflections of East-West relations
in academic life.
263
Keywords: Academic novel, East-West relations
Çiğdem PALA MULL
As a subgenre of contemporary novel in English and American Literature, academic novel deals with academic
life and academicians in a university context. The subject matters of these novels frequently refer to the
challenges, dilemmas and problems of the academic life and offer a satirical point of view. Although the English
and American examples of this genre date back to 1950s, there are also earlier examples of Western fiction with
academic plots and characters. When we look at Turkish literature we see that there aren’t many instances of
academic novel. Besides revealing the changes that the university went through, these novels help us look at
ourselves critically by holding a political, social, ethical and psychological mirror to the university.
* Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, [email protected]
Türk Edebiyatında Akademik Roman
Türk edebiyatı eleştirisinde pek fazla rastlamadığımız akademik roman, batılı roman türleri içerisinde
bir alt tür olarak değerlendirilir. Akademik roman, üniversite romanı, kampüs romanı olarak da anılır
ancak kampüs romanı dendiğinde daha çok üniversite öğrencilerinin kampüs ortamında yaşadıkları
olayları konu alan romanlar anlaşılmaktadır. Öğrencileri konu olan romanlar, bildungsroman türünde
büyüme, gelişme, gelişim romanı olarak karşımıza çıkmaktadır ancak üniversite hocalarını konu alan
romanlar çok daha nadirdir. Akademik roman daha kapsayıcı bir tanımlama olarak kabul görmüştür
ve çoğunlukla akademisyenlerin hayatlarını konu alan romanlar için kullanılır. Modern Amerikan ve
İngiliz Romanının bir alt türü olarak değerlendirilen bu romanlar son yıllarda edebiyat eleştirmenlerinin
ilgisini çekmeye başlamıştır. Bu alanda batıda yazılmış sınırlı sayıda akademik çalışma bulunmaktadır.
John Lyons, The College Novel in America, (Amerika’da Üniversite Romanı) adlı kitabında akademik
romanı “yüksek öğretimin ciddiyetle konu edildiği ve başkahramanlarının öğrenciler ve hocalar olduğu
roman türü” olarak tanımlar. (Tierney,2002:161) Bu romanlar, genel okuyucuyu hedef alarak yazılmış
olmalarına rağmen, akademik olay örgüleri ve akademisyen karakterleri ile şüphesiz en fazla üniversite
hocalarının ilgisini çekmişlerdir.
Bir edebiyat eleştirmeni, kuramcısı ve aynı zamanda bir akademisyen olan Elaine Showalter, Faculty
Towers: Academic Novel and Its Discontents (Fakülte Kuleleri: Akademik Roman ve Hoşnutsuzlukları)
adlı kitabında akademik romanın neden en sevdiği tür olduğunu açıklar. Romanın doğuşuna dair
kuramlardan biri de okuyucuların kendi dünyaları, kendileri hakkında bir şeyler okumak istemeleridir.
Akademisyenler kendi hayatlarını romanın kurgusu içerisinde görmekten zevk alırlar ama bu romanlar
genel okuyucunun da ilgisini çekmeyi başarmışlardır.
264
Türk Edebiyatında Akademik Roman
Elaine Showalter, akademik romanın başlangıcı için 1950li yıllara işaret etmekle birlikte akademik
karakterlerin edebiyat tarihinde çok eskilere dayandığını belirtir. Aristophanes’in Bulutlar adlı
oyununda, Sokrates’in gökyüzünde bir sepetin içinde dolaşan bir adam olarak gösterildiğinden söz
eder. Bu betimleme ile entelektüellerin ve akademisyenlerin aklı havada bir beceriksizlik içinde olmaları
anlatılmak istenmiştir. Akademik romanlardaki karakterlere genel olarak baktığımızda belli durumlarda
belli davranışlar gösteren akademisyen tiplemelerini görüyoruz. John Lyons’a göre:
Rönesans’tan bu yana bilim adamının yazınsal portresi—ister hala öğrenci isterse hoca durumunda
olsun—ya onu gülünesi bir soytarı ya da yuhalanacak bir Faust olarak sunar. Bu roller birbirleri ile
ilişkilidir çünkü her ikisi de aynı malzemenin bir komik diğeri trajik olarak ele alınmasıdır. Sanatçı, bilim
adamının dünyasının dışında bırakılmış genel izleyici kitlesini, ya soytarıya gülmeye ya da bir Faust’u
lanetlemeye yönlendirir. Her iki yöntem de sıradan insanların sağduyusunu ve kutsal masumiyetini
öne çıkarır. (Tierney, 2002: 165).
Buna göre, akademik romanlarda, yazarların akademisyen roman kahramanlarına soylu, ahlaklı duruşlar
vermekten çok, insani zaaflarını ortaya sermeleri, modern hayatın zorluklarına karşı aldıkları eğitimin
yetersiz kalabildiğini göstermeleri, genel okuyucuyun kendisini daha iyi hissetmesini sağlar.
Akademik romanın başlangıcı ve en iyi örneklerinden biri olduğu konusunda birçok eleştirmenin hemfikir
olduğu eser, Mary McCarthy’nin 1952 yılında yayınlanan The Groves of Academe adlı romanıdır. Yazar
Mary McCarthy, kendi hocalık deneyimlerini yarattığı kurgusal kampüse yansıtmıştır. Roman, ilerici
eğitim verilen küçük bir kampüste 1950’ lerdeki komünist cadı avı döneminde geçmektedir. A.B.D.’de
1940’lı yılların başından 1950’li yılların sonuna kadar sürmüş olan bu dönemde, insanlar Komunist
ya da Komunizm sempatizanı olmakla suçlanmış, devlet kurumlarının saldırgan suçlamalarına maruz
kalmışlardır. Bu süreçte birçok kişi işini kaybetmiş ve tutuklanmıştır. Mary Mc Carthy’nin romanında
da itici, can sıkıcı bir profösör olan Henry Mulcahy, Jocelyn Üniversitesindeki görevinden alınır. O da
bu durumu tersine döndürmek için okulun onu bir zamanlar Komünist Partiye üye olduğu gerekçesiyle
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
attığı dedikodusunu çıkarır. Çünkü görev yaptığı ilerici okulun ve okuldaki akademisyenlerin bu türden
bir haksızlığa göz yummayacaklarının farkındadır. Mulcahy, ülkenin içinde bulunduğu politik durumdan
kişisel çıkar sağlamaya çalışarak birçok karışıklığa neden olur. Sonunda kurduğu plan ortaya çıkar ama
yine de ondan kurtulmak için rektörün istifa etmesi gerekecektir. McCarthy bu romanda, genel olarak
eğitim sistemini, entelektüelleri, liberalleri yargılamaz. Mulcahy dışındaki akademik karakterler idealist,
erdemli davranışlar sergilerler.
Batı edebiyatındaki akademik roman örneklerine baktığımızda temel öğenin yergi olduğunu görürüz.
En iyi akademik romanların çoğunlukla akademiyi terk eden biri hakkında olduğunu söyleyen
eleştirmenlerin sayısı çoktur. Yerginin dışında sıklıkla rastladığımız bir diğer unsur mizahtır. “The
Decline of the Campus Novel” (Kampüs Romanının Çöküşü) adlı çalışmasında Adam Begley şöyle der:
Her on yıllık dönemde, bütün kampüslerde yeni fonlar yaratmak için acil ihtiyaçlar, akademik özgürlük
konusunda sorunlar, kadro açma ya da öğrenci kontenjanları konusunda endişeler, küçük kıskançlıklar,
sonu gelmeyen bölüm içi ve bölümler arası anlaşmazlıklar olmuştur. Araştırmacıların ruh hallerinin
betimlemeleri her zaman sabit bir şekilde yapılmaya devam etmiştir. Görünen o ki yarım yüzyıldır
sosyal bilimciler adeta aynı kalıptan çıkmış gibi ortaya çıkıyorlar. Aynısı İngiliz Edebiyatı profesörleri
için de geçerli. Öğrenciler de toprak gibi, ateş gibi değişmez ve sabittir. (Begley, 1997: 40)
Bu aynı kalıptan çıkmış profesör tiplemesine Kingsley Amis’in Lucky Jim (Şanslı Jim) adlı romanında da
rastlıyoruz. Bu romanda profesörler ukala, komik derecede sahte davranışlar sergilemektedir. Jim Dixon
adlı genç akademisyen, kendisinden daha kıdemli profösörlerin akademik, sanatsal ve sosyal çevresinde
yabancılık hissetmektedir. Romanın sonunda da sahte bulduğu bu dünyadan ve akademisyenlikten
uzaklaşır. Janice Rossen’e göre “en iyi üniversite romanları kitabın sonunda birinin akademiyi terk
etmesiyle biter.” (Showalter, 2005: 23)
Akademik romanın tarihine baktığımızda her dönemde bu romanların akademisyenlere sosyal,
psikolojik ve politik bir rehber işlevi yerine getirdiklerini söylemek mümkündür. Amerikan ve İngiliz
akademik romanlarında yazıldıkları dönemin siyasi politikalarını, sınıf, ırk, cinsellik, cinsel taciz,
feminizm, politik doğruculuk gibi toplumsal tartışmaları, savaşa karşı olan tutumları dile getiren
örneklere rastlıyoruz. Bunun yanı sıra eğitimin en üst seviyesinde aktif rol oynayan insanların kişisel
yaşamları, zaafları, hataları, akademik bölümlerin kendi içlerindeki ve birbirleri arasındaki çatışmalar,
kadroya geçmek gibi akademisyenliğin en sıkıntılı durumları gözler önüne serilmektedir. Showalter’a
göre “üniversite kampüsleri pastoral bir alan, fildişi bir kule ama aynı zamanda hoşnutsuzluk, çatışma,
korku ve üzüntünün de mekanıdır” ( Showalter, 2005: 2).
265
Janice Rossen’a göre “üniversite romanı iktidar, dâhil etme ve dışarıda bırakma ile ilgilidir.” “Diğer
profesyonel meslek grupları gibi, akademisyenler de kendilerini gruba inisiye edilmemiş olanlara kapalı
olan çemberler olarak görürler. Ayrıca iktidar için de birbirleriyle yarış halindedirler. Akademik roman
daima temel olarak bu rekabeti ele alır.” (Showalter, 2005: 3). Kibir, hırs, iki yüzlülük, dedikodu, kadro
rekabeti bu romanlarda önemli yer tutar. Connor’a göre akademik romanlarda iki temel olay örgüsü
vardır. “Dışarıya kapalı bir dünyanın önce düzeninin bozulması ve yavaş yavaş düzenin yeniden tesis
edilmesi. Diğeri ise bu kapalı dünyada bir karakterin yaşadıkları ve sonunda bu kapalı dünyanın çekim
gücünden kurtulmasını anlatır.” (Showalter, 2005: 3)
Çiğdem PALA MULL
Romanda, genç tarihçi Jim Dixon’un doktora tezinin başlığı “İngiltere’de 1450’den 1485’e Gemi Yapım
Tekniklerinin Gelişmesinin Ekonomiye Etkileri” dir. Bu tez konusu için “garip bir şekilde ihmal edilmiş
bir konu” diyerek aslında akademisyenlerin aşırı sınırlandırılmış, dış dünyadan kopuk çalışmaları ile
dalga geçmektedir. Adam Begley’e göre “kampüs, gösteriş budalası, tehlikeli oranda sıkıcı, saldırgan
bir şekilde halinden memnun ve kararlı bir halde iki yüzlü olanların mekânıdır. Amis’in Lucky Jim
romanında Jim Dixon, her şeyi bırakıp gittiği için şanslıdır.” (Begley, 1997: 40)
Türk edebiyatına baktığımızda ise akademik roman olarak sınıflandırabileceğimiz pek fazla eser
olmadığını görmekteyiz. Bu çalışmada Türk edebiyatındaki oldukça sınırlı sayıdaki örneklerden Oğuz
Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı, Dehen Altıner’in Sevgili Üniversite ve Zülfü Livaneli’nin Serenad
adlı romanlarına yer verilmiştir. Sözü geçen romanlarda Türk tarihinin belirli bir döneminde yaşanan
sosyal, ekonomik, politik değişimler ve Doğu-Batı ilişkilerinin hayata yansımaları üniversite bağlamında
dile getirilmektedir.
Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı adlı eseri, kendi hocası olan fizikçi Mustafa İnan hakkında
yazılmış biyografik bir romandır. Atay, bir halk çocuğunun bir bilim adamı olana kadar geçirdiği
serüveni ve onun Türkiye’de bilime ve akademisyenliğe yaptığı katkıları anlattığı bu romanda adeta
bir akademisyen nasıl olmalıdır sorusuna cevap verir. Romanda 1911-1967 yılları arasında yaşamış
ve bilimde standartların yerleşmesine katkıda bulunmuş bir akademisyeni, ülkenin büyük bir değişim
sürecine girdiği 1930’lu yıllarda, Doğu ile Batı’nın, eski ile yeninin etkileşiminin en yoğun olduğu
bir dönem bağlamında anlatır. Sadece romandaki bölüm başlıklarına bile baktığımızda Mustafa İnan
hakkında birfikir sahibi olmamız mümkündür: “Bilim Hizmet Ödülü, Öğrencilikle Birlikte Öğreticilik,
Herkesin Dostu, Sözünün Eri, Bilimin Hizmetinde, Yorgun Adam, Her Şeyle Uğraşan Adam, Meşhur
Mukavemetçi, İlim ve İdare.” Bu roman, örnek bir akademisyenin ilham verici hayatını anlatırken aynı
zamanda bir dönemin fotoğrafını da çekmektedir.
Başka bir akademik roman örneği kendisi de bir akademisyen olan Dehen Altıner, (Marmara Üniversitesi,
Eczacılık Fakültesi) tarafından 2007 yılında yayınlanmıştır. Altıner, Sevgili Üniversite adlı romanında
Almanya’da Hitler rejiminden kaçan Yahudi bilim adamlarının Türk üniversitelerine gelmelerini anlatır.
Kitabının kapağında “1933 üniversite reformunu ve o süreçte gelişen bir aşkı konu alan dönem romanı”
ifadesini görürüz. Batılı akademik roman örneklerinde gördüğümüz gibi Altıner de romanını Türk
entelektüel tarihinde önemli bir dönemin içinde konumlandırmıştır.
266
Türk Edebiyatında Akademik Roman
Burada tartışacağımız üç Türk akademik roman örneğinde, arka plan olarak Cumhuriyetin ilk yıllarının
ve 1933 üniversite reformunun kullanıldığını görürüz. Cumhuriyetin eğitim anlayışı, Atatürk’ün deyişiyle
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmek üzerine temellendirilmişti. Cumhuriyet öncesi ve
sonrasında 10 yıl boyunca tek Yükseköğretim Kurumu olan Darülfünun’un artık yeterli görülmediği ve
Darülfünun’a karşı bir yaklaşım geliştirildiği görülmekteydi. Maarif Vekili Dr. Reşit Galip, 1.8.1933’te
yeni İstanbul Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşmasında şöyle der:
Memlekette büyük politik ve toplumsal dalgalanmalar olmaktaydı. Üniversite (Darülfünun) bunun
karşısında tarafsız bir seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişmeler olmaktaydı.
Darülfünun bunlarla tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Darülfünun
yalnızca yeni kanunları ders programlarına almakla yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi
hareketi başlamıştı; Darülfünun bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi
ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünun’un buna karşı ilgisini uyandırmak için,
üç yıl beklemek ve çabalar sarf etmek gerekti. İstanbul Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna
çekildi ve adeta bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış dünyadan tamamen koptu. (E. Hirsch, 1950: 312)
Atatürk’ün direktifiyle yüksek öğretim sistemimizdeki ilk üniversite reformu 1933 yılında yapılmıştır.
Çağdaş anlamda bir üniversite oluşturmayı amaçlayan 2252 sayılı Kanun bu yılda çıkarılmıştır. Aynı
tarihlerde Almanya’daki Hitler politikasından kaçarak Türkiye’ye sığınan çoğunluğu Yahudi asıllı bilim
adamlarının da bu süreçte büyük katkıları olmuştur. 1930’larda Almanya’da Alman kanının saflığını
muhafaza etmek için Nürnberg Yasaları kabul edildi ve İkinci Dünya Savaşı öncesi Alman Yahudi
bilim adamları ülkelerinden kaçma durumu ile yüz yüze geldiler. Sığınabilecekleri ülkeler arasında
Türkiye de vardı. Kader Konuk, Doğu Batı Mimesis: Auerbach Türkiye’de adlı kitabında, Almanya’dan
Türkiye’ye gelen bilim adamları arasında olan, daha sonra karşılaştırmalı edebiyat disiplininin en önemli
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
metinlerinden biri olacak olan Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili adlı ünlü çalışmasını
İstanbul’da yazan Erich Auerbach’ın sürgündeki hayatı ile birlikte, bu bilim adamlarının Türk eğitiminin
batılılaşması yolunda yaptıkları katkıları incelemektedir. Bu dönemde ülkemize gelen göçmen bilim
adamlarından ülkeye yenilikler getirmeleri, çağdaş dünyaya yetişmemizi sağlamaları ve çağdaş bilim
yolunda öncülük etmeleri isteniyordu.
“Cumhuriyet Dönemi Üniversite reformları Bağlamında Üniversitelerimizde Demokratiklik Tartışmaları”
adlı çalışmasında Mehmet Arslan şöyle der:
Türkiye’de Cumhuriyet’ten günümüze üniversitelerimiz ilki 1933, ikincisi 1946 ve üçüncüsü 1981’de
olmak üzere üç büyük reform hareketi yaşamıştır. Bu reform hareketlerinin üçünün de temelinde
bilimsellik ve demokrasi ilkeleri bulunmaktadır. Zira, 1933’teki reformun ana gayesi ülkedeki tek
üniversite olan İstanbul Üniversitesi’ni bilimsel bir kimliğe kavuşturmaktı. (24)
Romanda olaylar üniversite bağlamında geçmesine rağmen, romanın başkahramanı bir akademisyen
değildir. Maya, Halkla İlişkiler biriminde çalışan sözleşmeli bir memurdur ancak araştırmacı kişiliği,
mükemmel İngilizcesi ile bir bilim adamı duyarlığına sahip bir entelektüeldir. Onun için de akademi
kısıtlayıcı, baskıcı bir ortam yaratmış ve romanın sonuna doğru bazı dedikodular üniversitedeki
görevinden çıkarılması aslında onun kurtuluşu olmuştur. Batı edebiyatındaki akademik romanlarda
görülen akademiyi terk ederek mutluluğu bulma hali bu romanda da görülmektedir.
267
Zülfü Livaneli’nin 2011 tarihli Serenad adlı romanında ise yine Nazilerden kaçan ve İstanbul’a sığınan
bir bilim adamının hikâyesi vardır. Serenad, kişisel ve toplumsal tarihlerin iç içe geçtiği, kaynaştığı bir
anlatıdır. Livaneli, romanında İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümünde görevli Maya Duran ile
üniversitenin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Alman asıllı Amerikalı Profesör Maximillian Wagner
arasında geçen olayları anlatır. Prof. Wagner 60 yıllık aşkının izini sürmek için İstanbul’a gelmiştir. O
da 1930’larda Almanya’daki Nazi rejiminden kaçmış ve kendini İstanbul’da bulmuş bir akademisyendir.
Kendisi Ari soydan gelmesine rağmen karısı Nadia Yahudi’dir ve bu nedenle Almanya’yı terk etmeleri
gerekmiştir. Ancak Almanya’dan kaçarken yolda karısı Naziler tarafından yakalanır. Wagner, karısını
Nazilerden kurtarmak için çok uğraşır ve bir papazın yardımıyla Struma adlı gemiye binmesini sağlar
ancak uluslararası bir krize neden olan gemi iki buçuk ay İstanbul açıklarında kaldıktan sonra Ruslar
tarafından havaya uçurulur. Nadia da gemideki herkes ile beraber hayatını kaybeder. Kendini Wagner’in
hikâyesinin içinde bulan Maya Duran da hem kendi aile sırlarını ortaya çıkarır hem de Prof. Wagner’in
ölmeden önce huzur bulmasını sağlar.
Çiğdem PALA MULL
Bu çalışmada incelediğimiz bütün romanlarda bilimsel kimliğini kazanmaya çalışan Türk üniversiteleri
olay örgüsünün arka planını oluşturmaktadır. Dehen Altıner’in Sevgili Üniversite adlı romanında
bu tarihsel süreç, Darülfünun’un kapatılması, Darülfünun’un bazı hocalarının (romandaki erkek
kahramanın babası gibi) hak etmediği bir şekilde işten çıkarılmaları, yeni üniversitede Alman Yahudi
bilim adamlarının oynadığı rol, Alman bilim adamının Yahudi karısı ile Türk doktorun yasak ilişkisi,
sürgündeki Alman bilim adamlarının İstanbul’a uyum sağlamaya çalışmaları ile anlatılmış. Murat Belge,
14.10.2008 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan “Türkiye’de Üniversitenin Romanı” adlı eleştiri
yazısında İstanbul Üniversitesi’nde Alman bilim adamlarının üniversitedeki “varlığından hiç hoşnut
olmayan bazı ‘bize özgü ve bize benzeyen’ öğretim üyelerinin yaptıklarını da görüyoruz. Bunlar daha
da ayrıntılı anlatılabilirdi, çünkü sonunda, her şeye rağmen, bütüne gene bunlar egemen oldu” diyerek
Nazi ajanlarıyla işbirliği yapan, akademisyen arkadaşlarını çekemeyen, ilerlemek için intihal gibi yollara
başvuran akademisyenlerden söz eder. Gerçekten de romanda bu tür akademisyenlere karşı bir yergi
vardır ama olumlu örnekler daha ağır basmaktadır. Akademik romanlarda gördüğümüz üzere bu roman
da akademisyen Nejat Zeki karakterinin üniversiteden ayrılmasıyla son bulur. Romanın son cümlesi
“Hocam, yoksa siz de mi gidiyorsunuz?” bu anlamda dikkat çeker.
Türk edebiyatından seçtiğimiz akademik roman örneklerine bakıldığında üniversite hocalarının örnek
insanlar olarak görülmesi, bilimsel yeterliliklerinin aynı zamanda ahlaki bir üstünlüğü temsil etmesi,
entelektüel seviyenin insan psikolojisinin sağlığı ile doğru orantılı olduğu konusundaki varsayımların
devam ettiği gözlenmektedir. Bu romanlarda kötü örneklerden çok olumlu örneklere yer verilmiştir
ancak bunların yanı sıra akademide rastlanan bir takım olumsuzluklara karşı eleştirel bir yaklaşım da
dikkat çekmektedir.
Akademik romanlar, tarih içerisinde üniversitenin geçirdiği değişimleri gözler önüne sermenin yanı sıra,
üniversite için politik, sosyal, etik, psikolojik bir ayna görevi görerek kendi kendimize eleştirel bir gözle
bakmamızı sağlarlar. Bu romanlar, üniversite hocalarını, zekâ ve mantığını kullanabilen insanlardan
beklenmeyecek şekilde problemli durumlarda sunabilirler ama William G. Tierney’in “Interpreting
Academic Identities: Reality and Fiction on Campus” (Akademik Kimlikleri Yorumlamak: Kampüste
Gerçeklik ve Kurmaca) adlı çalışmasında belirttiği gibi “Akademisyenler için akademik romanlar sadece
yazınsal bir eseri okumaktan alınan haz açısından değil, metnin bize biz hakkında söyledikleri şeyler
açısından da yararlıdır; iyi bir roman hayatımıza ayna tutmalıdır” (Tierney, 2004: 161). Akademik
romanlarda çeşitli bilim alanlarında araştırmalar yapan, bilime katkıda bulunan, öğrenciler yetiştiren
akademisyenlerin erdemleri, hataları, zaafları gibi insani özelliklerinin tümüyle birlikte, özellikle yergi
ve mizah yoluyla okuyucuya sunulmaktadır. Tierney’in belirttiği gibi “öyleyse iyi akademik romanlar bizi
görünmek istediğimiz biçimde sergilemeyebilir ama akademik hayatın resmini bütün karmaşıklığı ile
ortaya koyarak bizleri görünmek istediğimiz gibi davranmamız konusunda yüreklendirebilir.” (Tierney,
2004: 176).
Kaynakça
Altıner, Dehen. Sevgili Üniversite. İstanbul: Boyut Yayıncılık, 2007.
Arslan, Mehmet. “Cumhuriyet Dönemi Üniversite Reformları Bağlamında Üniversitelerimizde Demokratiklik Tartışmaları”
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 18 Yıl : 2005/1 (23-49 s).
Atay, Oğuz. Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan. İstanbul: İletişim Yayınları, 1987. (1975)
Begley, Adam. “The Decline of the Campus Novel” Lingua Franca, Sept. 1997 (39-46)
268
Türk Edebiyatında Akademik Roman
Belge,
Murat.
“Türkiye’de
Üniversitenin
yazardetay/15.10.2008/1003213/default.htm.
Romanı”
http://www.milliyet.com.tr/-/murat-belge/kitap/
Hirsch, E. Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, Ankara ÜniversitesiYayınları No:23, Ankara
1950, I. Cilt.
Konuk, Kader. Doğu-Batı Mimesis: Auerbach Türkiye’de. İstanbul: Metis Yayınları, 2013.
Livaneli, Zülfü. Serenad. İstanbul: Doğan Kitap, 2011.
Mosely, Merritt. Ed. The Academic Novel: New and Classic Essays. Chester, UK: Chester Academic Press, 2007.
Scott, Robert F. “It’s a Small World, After All: Assessing the Contemporary Campus Novel” The Journal of the Midwest
Modern Language Association, Vol. 37. No.1 The University (Spring, 2004): 81-87.
Showalter, Elaine. Faculty Towers: The Academic Novel and Its Discontents. Philadelphia: University of Pennsylvania
Press, 2005.
Tierney, William G. “Academic Freedom and Tenure: Between Fiction and Reality” The Journal of Higher Education. Ohio
State University Press. Vol. 75. no.2 (Mar-Apr 2004):161-177.
Tierney, William G. “Interpreting Academic Identities: Reality and Fiction on Campus” The Journal of Higher Education.
Vol. 73, No.1 (Jan-Feb 2002): 161-172.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
V. NABOKOV’UN “KARANLIKTA KAHKAHA” VE
O. PAMUK’UN “MASUMİYET MÜZESİ” ROMANLARI ÜZERİNE
ABOUT V. NABOKOV’S “LAUGHTER IN THE DARK” AND
O. PAMUK’S “THE MUSEUM OF INNOCENCE”
*Çulpan ZARİPOVA ÇETİN
**Bilgen YILDIZHAN
Özet
Her iki romanda kadın karakter ilişkiye sevgi ile başlar ama sonra onu bir amaca bağlayarak erkeğin
servetinden faydalanır. Hem Margot hem Füsun film yıldızı olma hayaline kapılır ancak ikisi de amacına
ulaşamaz. Ayrıca, romanın sonunda ikisi de gerçek sevdiğine döner.
Eserlerde olaylar gelişme açısından ve sanatsal yönden birçok benzerlik barındırmaktadır. Fakat bütün bu
benzerliklerin yanında her iki romanda olayların geçtiği ortama ve topluma özgü farklılıkların da bulunması
onları özel ve ölümsüz eser niteliğine getirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Vladimir Nabokov, Orhan Pamuk, Karanlıkta Kahkaha, Masumiyet Müzesi, kıyaslama
Abstract
“Dark Laughter” was written by the original writer Nabokov and published in Russian first by the name of “The
Ccamera to Obskur” then was modified and translated into English. “The Museum Of İnnocence” was written by
the Nobel laureate Orhan Pamuk and it is very famous novel 2008. The aim of our study, daily life, loneliness, art,
* Yrd. Doç. Dr., Kafkas Üniversitesi, Slav Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, [email protected]
** Kafkas Üniversitesi, Rus Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected]
269
“Karanlıkta Kahkaha” ve “Masumiyet Müzesi” romanlarında olaylar her ne kadar değişik ülke ve toplumlarda
geçse de onlarda birçok ortak taraf bulunmaktadır. Romanın ikisi de büyükşehirde sosyetik bir ortamda
geçer ve kahramanların kişilikleri, geçmişleri, şimdiki hayatları ve gelecekle ilgili istekleri verilmektedir. Her
iki eserde aşk üçgeni mevcuttur ve aşk, erkek kahramanlar tarafından hayatlarını altüst edecek bir tutku
haline getirilmiştir. Hem Albinus hem Kemal zengin bir aileden gelerek sanatla bir bağlantı içinde bulunur ve
sevdiği kadına kariyerini yapması için finans sağlar. Fakat mutluluk bu kadar yakınken arkalarında gözü yaşlı
birilerini bırakarak bir tutku peşinden gitmeleri sonucunda gerçek bir mutluluğa ulaşamazlar.
Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN
“Karanlıkta Kahkaha” önce “Kamera Obskura” adıyla Rusça yayımlanarak sonraki yıllarda bir parça değiştirilip
İngilizceye çevrilen XX. yüzyılın en esas yazarlarından V. Nabokov’un Berlin dönemi romanlarındandır.
“Masumiyet Müzesi” ise Nobel ödüllü Türk yazar Orhan Pamuk’un 2008 tarihinde yayınlanan en ünlü
romanıdır. Araştırmamızın amacı, günlük hayat, yalnızlık, sanat, tutku, mutluluk ve aile gibi konular üzerine
kurulan bu iki romanı kıyaslayıp onlarda ortak ve farklı yönleri tespit ederek farklılıkların nedenlerini
açıklamaktır.
passion, happiness and family, founded on such subjects and compare it with these two novels and by identifying
the commonalities and differences in them is to explain the reasons for differences.
270
V. Nabokov’un “Karanlikta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” Romanlari Üzerine
“Dark Laughter” and “Museum of Innocence” events in the novels, although different countries and societies
overbuilt they have a lot similarities. İn both novels events held in the megoropolis in a secular society and
provides information on the nature of the characters, their past, present and dreams for the future. İn both novels
there is a love triangle and love hero man entrusted to an extent of glamor which turns their lives upside down.
and Albinus and Kemal rich and close to art and willing to sponsor your favorite woman. However, what they
indulge temptation and delusion and reserve offended women, not allowing them to be truly happy.
İn both novels, women use men who love them to achieve their goals. And Margot and Fusong dream of a movie
star career, but their dreams are not given true. At the end of the novel, both the heroine returns to her lover.
Many similarities in the novels and in the unfolding of events in the artistic sense. But along with these similarity
in both novels and many differences, are explained by the environment and by the society where they were novels
written. It is these differences and make unique and original novels.
Keywords: Vladimir Nabokov, Orhan Pamuk, Laughter in the Dark, The Museum of innocence, comparison
Yazılı ve sözlü edebiyat, bütün milletler tarafından kullanılarak daha sonraki tarihlerde değişik devletler
kurulunca birbirinden bağımsız birçok ülke edebiyatları olarak önümüze çıkar. Amerika, İngiltere,
Almanya, Fransa, Rusya, Türkiye gibi ülkelerin hızlı gelişen edebiyatları arasında doğal olarak çeşitli
etkilenmeler başlar ve edebiyat ürünleri milletlerin birbirlerini tanımaları ve birbirleri hakkında görüş
sahibi olmaları için büyük bir etken olur (Enginün, 1992: 5) Uluslararası boyutta kendini gösteren bu
etkileşim, aynı yüzyılda yaşamış ve farklı yüzyılda yaşamış edebiyatçılar arasında olan etkileşim olarak
bilinir. Farklı iklimlerde farklı ülkelerde eserler veren edebiyatçıların birbiri ile olan esinlenmesi, aynı
ülkede yaşayan edebiyatçıların birbirinden etkilenmesi kadar doğaldır. “Mukayeseli edebiyat” adlı çeşitli
edebiyatların ürünlerini, aralarındaki münasebetleri bakımından incelemekte olan bir disiplinin ortaya
çıkmasının sebebi de farklı veya aynı yüzyıl içinde ayrı mekânlarda yaşayan edebiyatçılar arasında oluşan
bu etkileşimdir. (Enginün, 1992: 14). Edebiyatlar arası etkileşim alanında önemli araştırmaları olan Rus
bilim adamı V.M. Jirmunskiy de bu konu ile ilgili tespitlerini ortaya koymuştur:
“İnsanlık tarihinde bir milletin sosyal ve kültürel gelişimini başka milletlerle temas etmeden tamamen
kendi içinde tamamlaması neredeyse görülmemiştir. Büyük olan hiçbir milli edebiyat başka halkların
edebiyatları ile canlı ve yaratıcı bir şekilde temas etmeden ve birbirinden etkilenmeden gelişmemiştir. Bir
halk ne kadar kültürlü ise, başka halklarla olan bağlantı ve etkileşimleri de o kadar sıkıdır.”(Jirmunskiy,
1960: 177-186)
Karşılaştırmalı edebiyat ile ilgili bilim adamları çeşitli bilgiler vermektedirler. Örneğin, Emel Kefeli’ye
göre karşılaştırmalı edebiyat, benzerlik, tesir ve yakınlık meselelerini inceleyen sistemli bir sanattır (Kefeli,
2000: 17); Gürsel Aytaç’a göre ise farklı dilde yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından
incelemek, ortak, benzer ve farklı yanlarını tespit etmektir (Aytaç,1997: 7); Mümtaz Sarıçiçek için de
edebi metinler ve devirler çerçevesinde ‘tesir’ araştırması yapan bir disiplindir (Sarıçiçek, 2011: 115).
XIX. yy. başında Avrupa’da ortaya çıkan ve gelişen, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Türkiye’de de görünmeye başlayan karşılaştırmalı edebiyat, en az iki ürünü gerektirir ve rastgele iki eser
üzerinde yapılamaz. Söz konusu eserlerin karşılaştırılabilir özellik göstermesi istenir (Aytaç,1997: 88).
Mukayese yapılacak eserler arasında konuda, motifte, anlatım tekniğinde benzerlik, etkilenme varsa
mukayese yapılır eğer etkilenme, ilişki yoksa o iki eser arasında mukayese yapılmaz. Karşılaştırmak
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
için aynı veya farklı ülkelerde çağdaş olan veya çağdaş olmayan iki kişi tarafından kaleme alınan eserler
alınabilir. Araştırmamızda karşılaştırılmak üzere alınan eserler farklı ülkelerde çağdaş olmayan yazarlar
tarafından yazılmıştır. “Karanlıkta Kahkaha” adlı roman, çoğunlukla psikolojik nitelikli ve karmaşık
yapıya sahip “Maşenka”(1926), “İnfaza Çağrı”(1935), “Lolita”(1958) gibi dünyaca ünlü eserleri ile
tanılan XX. yüzyılın en kendine özgü Rus asıllı ABD’li yazar Vladimir Nabokov’un (1899-1977) Berlin
döneminde 1938 yılında yazılan romanlarındandır. Önce Rusça olarak “Kamera Obskura” adıyla
yayımlanmış, sonraki yıllarda bir parça değiştirilerek İngilizceye çevrilmiş bir eserdir. “Masumiyet
Müzesi” romanı ise “Cevdet Bey ve Oğulları»(1982), “Beyaz Kale”(1985), “Kara Kitap”(1990), “Benim
Adım Kırmızı”(1998), “Kar”(2002), “ İstanbul”(2003) gibi romanları ile dünyaca tanılan Nobel ödüllü
Türk yazar Orhan Pamuk’un (d. 1952.) 29 Ağustos 2008 tarihinde yazılan eseridir.
Eşi Elizabeth, Albinus için endişelenir ve kardeşi Paul’ü onun yanına yollar. Albinus’u bulan Paul
karşısında çırılçıplak oturan Axel Rex’i görür (Paul onu ilk defa Alnibus’a kızının hastalığını haber
vermeye geldiğinde evde görmüştür). İşte o an her şeyi anlar. Paul Albinus’u alır ve oradan uzaklaşırlar.
Birlikte Paul’ün evine giderler. Albinus pişmanlığından ne Paul ile ne de eşi Elizabeth ile konuşamaz.
Ancak içinde büyüyen bir şeyler vardır: Kin ve nefret. Bu duygular onu Margot’u tekrar bulmaya iter
ve bulduğunda yapmak istediği şey Margot’u öldürmek olur. Fakat Albinus sevgilisi Margot tarafından
öldürülür. Roman burada biter.
“Masumiyet Müzesi” Adlı Eserin Konusu
Orhan Pamuk’un geçen yüzyılın 70’li yıllarında yazılmaya başlanan ve 2000’li yıllara kadar devam
eden “Masumiyet Müzesi” adlı eserinde 18 yaşındaki fakir bir kız Füsun ile onun uzak akrabası, 30
yaşındaki zengin bir ailenin okumuş oğlu olan Kemal’in İstanbul’da yaşadığı aşk hikâyesini konu
edinmiştir. Kemal nişanlanmak üzereyken Füsun’a âşık olur. Füsun tezgâhtarlık yapıp bir yandan da
üniversite sınavlarına hazırlanmaktadır. İki âşık sürekli Merhamet Apartmanı’nda buluşmaya başlar.
Kemal Sibel ile nişanlandıktan sonra bu buluşmalar sona erer çünkü Fusun artık apartmana gelmez olur.
271
1938 yılında yazdığı “Karanlıkta Kahkaha” eserinde V.Nabokov bir zamanlar Almanya’da yaşayan ve
bir erkeğin sahip olabileceği her şeye sahip olan ama bu sahip olduklarının kıymetini bilmeyip şeytana
uyan Albinus adlı bir erkeğin trajedisini ortaya koymakta. Albinus, ailesi tarafından kaderine terk edilen
kendinden yaşça küçük bir kıza onun uğrunda her şeyi kaybedecek kadar âşık olur ve bu aşk, onun
hayatını altüst eder. Artık Albinus bir zamanlar eşi ve çocuğuyla yaşadığı evde Margot ile yaşamaya
başlar. Kız Albinus’u kendine daha da bağlamıştır ve onu eşinden boşanması için ikna etmeye çalışır.
Bir gün Albinus evlerinde bir iş yemeği verir. Sinemacıların, karikatüristlerin olduğu bir yemektir. Bu
yemekte Margot’un Albinustan önceki karikatürist sevgilisi Axel Rex de vardır. Bu adam bir zamanlar
Margot’u terk etmiştir oysa şimdi onu gördüğünde onu asla bırakmayacağını geçirir içinden. Hergün
bir bahaneyle eve gelir ve Margot’u görür. Başta kendisine hiç yüz vermeyen Margot zamanla Axel
Rex’e daha da yakınlaşır ve böylece kendine âşık olan Albinus’u bu adamla aldatmaya başlar. Bir gün
Albinus’un kızı veremden ölür, sonrasındaysa başına gelenler okuru bir kâbusun içine sürükler. Axel
Rex’i bir aile dostu olarak kabul eden ve Margotla gittikleri her yere onun da gelmesine izin veren
Albinus bir gün Margot’un onu Axel ile aldattığını öğrenir ve Margot’u öldürmek ister. Ancak uyanık
sevgilisi onu yalanlarına inandırmayı başarır. Bir tatil dönüşü Margot’la kaza geçiririler ve Albinus kör
olur. Bu durumundan faydalanan Margot ve Rex onun paralarına konma planları yaparlar. Bankadaki
hesabından bol miktarda para çekerler. Albinus’un kör gözlerini fırsat bilip aynı evde yaşarlar ve onu
acımasızca aldatmaya devam ederler. Yaşça küçük olsa da hayatta istediklerine ancak cebi dolgun bir
erkeğin yardımıyla erişebileceğini anlayan Margot kendisine deli gibi âşık olan Albinus’u hayattaki
beklenti ve hayallerini gerçekleştirebilmek için eski sevgilisi ile beraber kullanır.
Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN
“Karanlıkta Kahkaha” Adlı Eserin Konusu
V. Nabokov’un “Karanlikta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” Romanlari Üzerine
272
Kemal bu durumdan mutsuzdur ve Füsun’a ulaşmaya çalışır. Sevdiği kız uğruna nişanlısından ayrılır ve
Füsun ile olmak ister fakat her iki aile de çeşitli sebeplerden dolayı buna izin vermez. Kemal, Füsun’la
buluştuğu dairede Füsun’un eşyalarıyla zaman geçirmeye başlar. Daha sonra Kemal Füsun’un peşine
düşer ve ailesinin bulunduğu yeri bulur. Fakat Füsun artık çocukluğundan beri onu çok seven Feridun
ile evlenmiştir. Buna rağmen Kemal Füsun’dan vazgeçemez. Bu evliliğin eninde sonunda biteceğini
düşünerek, sürekli Füsunlara yemeğe gider. Füsun’un eşi Feridun sinemacıdır. Kemal bir süre sonra,
Füsun’un evlenmesine rağmen ona adresi kocasının çekeceği Yeşilçam filmi için sermayeye ihtiyaçları
olduğundan yolladığını anlar. Kemal Füsun’la bağı kopmasın diye filmin finansörü olur. Bir gün Kemal
Füsun’un annesinden Füsun’un Feridun’la sadece namusunu kurtarmak için evlendiğini öğrenir. Kemal,
Füsun’a öyle takıntılı bir şekilde bağlıdır ki her gün Füsun’a ait bir eşyayı çalarak evine götürür. Feridun’un
çekeceği film için finansman sağlayacağınden Kemal ve Füsun’un kocası arasında bir arkadaşlık bağı
da oluşur. Kemal Limon Filmcilik’i kurar fakat ne Kemal ne de Feridun Füsun’un filmde oynamasını
istemezler. Başka bir kızı oynatırlar. Film başarı getirir fakat Feridun ve Füsun’un evliliği kötüye gider.
Feridun’un filmde oynayan kızla bir ilişkisi olduğu ortaya çıkınca evlilikleri biter. Füsun’un babası ölünce
de Kemal ile Füsun evlenmeye karar verirler. Füsun, Füsun’un annesi ve Kemal Paris’e gitmek için yola
koyulurlar. Fakat yolda Füsun’un kullandığı araçla kaza yaparlar ve Füsun ölür. Kemal ağır yaralanmış
olsa da kurtulur ve yıllardır topladığı Füsun’un eşyalarından bir sergi yapmak ister. Orhan Pamuk’la
iletişime geçer ve böylece kitabın son sayfalarında söz Orhan Pamuk’a verilir.
“Karanlıkta Kahkaha” ve “Masumiyet Müzesi”nin Mukayesesi
Mukayese için bu iki romanın alınmasının sebeplerini sayacak olursak, en önde gelen sebepler şunlardır:
Her iki eser de aynı yüzyılda yazılmıştır, her iki eserde de aşk üçgeni vardır ve yaşananlar, bir kadının
yaşadıklarından ziyade bir erkeğin yaşadıklarıdır, bir erkeğin tutkusudur. Her ne kadar günümüze kadar
“Masumiyet Müzesi” hiçbir araştırmacı tarafından “Karanlıkta Kahkaha” adlı eser ile yan yana getirilmese
de bu iki eserde tespit ettiğimiz birçok benzerlik bize bu iki eseri mukayese etmemizi sağlamıştır. Tabi
ki bu iki roman arasında doğrudan etkileşim söz konusu olamaz, daha çok tipolojik benzerliklerden
bahsedebiliriz. Orhan Pamuk’un kendini dünyaca ünlü klasikleri okuyarak yetiştirmesi, ayrıca 19851988 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nde kalması onun Vladimir Nabokov’un eserleri ile de
tanışmış olmasına yol açmaktadır. Ayrıca, “Masumiyet Müzesi”nin dünyadaki birçok müzeleri gezdiğini
anlattığı kısmında Orhan Pamuk Vladimir Nabokov’un müzesine olan ziyaretini de kaydetmiştir.
Mukayese kavramının mana bakımından içinde barındırdığı benzerlik ve farklılıklardan her ikisi de
tarafımızdan ele alınmıştır. “Karanlıkta Kahkaha” ve “Masumiyet Müzesi” romanlarında, olaylar her ne
kadar değişik ülke ve toplumlarda geçse de onlarda birçok ortak yön bulunmaktadır.
Eserlerdeki Benzerlikler
1. Her iki eserde de iki çeşit aşk üçgeni vardır. “Karanlıkta Kahkaha”da Albinus-Elizabeth-Margot
ve Albinus-Margot-Rex , “Masumiyet Müzesi”nde Kemal-Sibel-Füsun ve Kemal-Füsun-Feridun
üçgenleri.
2. Her iki romanda da aşk, bir kadının yaşadıkları değil bir erkeğin yaşadıklarıdır ve bu aşk hem Albinus
hem Kemal tarafından hayatlarını altüst edecek bir tutku haline getirilmiştir.
Erkek karakterler arasındaki benzerliklere gelirsek bunlar:
1. Her iki romanda sosyetik bir ortama mensup olan bir erkeğin hayat hikâyesi anlatılmakta ve onların
kişilikleri, geçmişleri, şimdiki hayatları ve gelecekle ilgili istekleri açıkça gösterilmektedir.
2. Her iki erkek karakter zengin bir aileden gelmekte ve onları sevgililerinin gözünde büyüten sahip
oldukları servet kendi emekleri değildir:
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Bir zamanlar, Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi,
saygındı, mutluydu… Ve hepsinden önemlisi babası ona çok iyi yatırımlarla pekişmiş bir servet
bırakmıştı.”(Nabokov, 2006: 5-10)
“Satsat büyük bütçeliydi, çok kar ediyordu, ama bu benim sayemde değil, fabrikaların ve öteki şirketlerin
karları muhasebe oyunlarıyla Satsat’a aktarıldığı için oluyordu.” (Pamuk, 2008: 19)
3. Her iki erkek karakterin aldattığı kadın vardır. Albinus karısı Elizabeth’i Margotla aldatırken, Kemal
nişanlısı Sibel’i Füsunla aldatır.
4. Aynı zamanda hem Albinus hem Kemal arkasında bıraktığı kadını (biri karısını, diğeri nişanlısını)
seviyordu, onu bırakmak istemiyordu.
5. Hem Albinus hem Kemal sanatla bir bağlantı içinde bulunurlar ve her ikisi sevdiği kadın için servetini
harcar. Margot’un ve Füsun’un kariyerini yapmak ve hayallerini gerçekleştirebilmek için hiçbir şeyi
ve hiç kimseyi umursamadan finans sağlarlar.
6. Her iki romanda da erkek karakter için önemli olan ve onu geçmişine bağlayan bir mekân vardır.
Bu mekân, evdir. Örneğin, “Karanlıkta Kahkaha”da Margot, kendisinden daha çok parasını sevdiği
Albinus’u büyük evlerinde yaşamaları için ikna eder. Albinus’a yıllarca ailesiyle beraber yaşadığı bu
evde artık Margot’la yaşamak ve anılarla her an burun buruna olmak bazen zorluk çıkarır. Fakat
Margot’a duyduğu aşk, anılarını unutturmasa da üstünü örtmeye yeter. “Masumiyet Müzesi”nde
ise Kemal Füsun’la ayrılınca sık sık buluştukları Merhamet Apartmanı’na gider ve orada Füsun’la
yaşanan anılarla yetinir.
7. Mutluluk bu kadar yakınken arkalarında gözü yaşlı birilerini bırakarak bir tutku peşinden gitmeyi
tercih eden Albinus ve Kemal mutlu bir sona ulaşamazlar.
“Geri gelmeyecek, bütün çabalar boşuna, bir daha hiç geri gelmeyecek” diye fısıldadı Elizabeth.”
(Nabokov, 2006: 82)
Sibel de nişanlısına gönderdiği yüzükle artık her şeyin bittiğini kabullenir.
‘’Sibel, bir hafta sonra Zaim ile nişan yüzüğünü geri yolladı. Sağdan soldan haberlerini almama rağmen,
ondan sonra onu otuz bir yıl hiç görmedim.’’ (Pamuk, 2008: 247)
2. Her iki romanda da sevilen kadın karakterler yaklaşık 18 yaşındadır ve fakir bir aileden gelmektedirler.
3. Hem Margot hem Füsun sevildikleri erkekler tarafından çocuksu bulunurlar:
“Albinus yan gözle genç metresine baktı. Evet, kız çok içiyordu. Tam o sırada uzanıp adamın kadehinden
de bir yudum aldı. “Nasıl da çocuk,” diye düşündü Albinus, masanın altından onun dizini elleyerek.’’
(Nabokov, 2006: 99) “Sen de çocuksun daha.” Dedi Albinus onun saçlarını okşayarak’’ (Pamuk, 2008: 136)
“Füsun’un giydiği beyaz külodu, beyaz çocuk çoraplarını ve bu kirli beyaz lastik ayakkabıları, hiçbir
yorum yapmadan o kederli, sesssiz anılarımıza işaret olsun diye sergiliyordum” (Pamuk, 2008: 114)
4. Her iki romanda kadın karakter erkek karakterin eşinden ya da nişanlısından ayrılmasına sebep olur.
273
1. İki romanda da aldatılan kadınların –Elizabeth ve Sibel- ayrılık sonrası acı çekerler ve bir süre
bekledikten sonra sevdikleri adamların geriye dönmeyeceğini anlarlar.
Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN
Kadın karakterler arasında olan benzerlikleri ise şöyle sıralayabiliriz: 5. Hem Margot hem Füsun fakir bir aileden geldikleri için zengin hayata özenirler. Bunun için ikisi de
önce modellik yapar, sonra oyuncu olmayı ister.
6. Hem Margot hem Füsun sevdiği ile değil sevmediği bir erkekle yaşamak zorunda kalırlar.
7. Hem Margot hem Füsun yanlarında kendilerine deli gibi âşık ve her istediklerini yapabilecek bir
adamın olduğunun farkındalar.
8. Hem “Karanlıkta Kahkaha”da hem “Masumiyet Müzesi” eserinde kadın karakter, erkeğin servetinden
faydalanır.
274
V. Nabokov’un “Karanlikta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” Romanlari Üzerine
9. Hem Margot hem Füsun film yıldızı olma hayalleri ile yanıp tutuşurlar, ancak ikisi de çeşitli
nedenlerden dolayı bu amaçlarına ulaşamaz.
10.Her iki romanın sonunda kadın karakterler ilk erkeğine, gerçek sevdiğine dönerler: Margot Rex’le
beraber olur, Füsun Kemal’e döner.
Eserlerde olayların gelişimi açısından da bazı benzerlikler görünmektedir:
1. Olup biten olaylar her iki romanda da büyükşehirde -biri İstanbul’da diğeri Berlin’de- geçen yüzyılda
gerçekleşir.
2. Her iki romanda da bir parti sırasında erkek karakterin sevgilisinden gözünü ayırmaması ve onu
heyecanla izlemesi gösterilmiştir:
“Albinus bir yandan onu dinleyip gülerken bir yandan da Dr.Lambert’in (çok iyi bir kulak-burunboğazcı, ama önemsiz bir kemancı) bol ak saçlı kafasının üstünden Margot’u gözlüyor, üstündeki siyah
tül tuvaletin, göğsündeki kadife yıldız çiçeğinin sevgilisine ne kadar da yaraştığını düşünüyordu. Parlak
dudaklarında, her an kendini savunmaya hazırmış gibi kıpırdayan gülücük, karşısındakinin dalga
geçip geçmediğinden emin olmadığının bir işaretiydi.”(Nabokov, 2006: 96)
“Bütün hayatımı birlikte geçireceğimi o gece artık iyice anladığım nişanlıma aynı içtenlikle sarılabilmeyi
ne de isterdim! Oysa aklım Füsun’a takılmıştı. Dans edenler kalabalığı içerisinde hem onu görmeye
çalışıyor hem de Sibel ile mutluluğumuza tanık olmasını istemediğim için kendimi tutuyordum.”
(Pamuk, 2008: 156)
3. Her iki romanda bir boşanmanın gerçekleşmesini bekleme vardır. “Karanlıkta Kahkaha”da Margot
Albinus’u eşinden boşanması için ikna etmeye çalışır. Kemal ise Füsun’un annesinin verdiği umutla
Füsun’un Feridun’dan boşanmasını bekler.
4. Eserlerde, yasak aşkta mutluluğun imkânsız olduğu gösterilmektedir. Sevgi ve tutku duyan bir
insanın aynı duyguları karşı taraftan bulamayacağı romanlarda bir gerçektir.
5. Her iki eserde de sevdiği kadınla birlikte yolculuk ederken bir trafik kazası söz konusudur.
6. Her iki roman karakterlerinden birisinin –Albinus’un ve Füsun’un- trajik ölümü ile biter ve bu
kazalara eserlerin başında işaret verilmektedir:
“Filmin sonuna gelmişti: kızın biri yere devrilmiş bir sürü eşya arasında geriliyor, eli tabancalı yüzü
maskeli bir adam da onun üstüne üstüne geliyordu. Başını görmediği için hiçbir şekilde anlamadığı
olayları seyretmek ilgilendirmedi onu.” (Nabokov, 2006: 14)
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Bir kaza olmuş, yol kapanmıştı. Az önce Hayat-Temiz Su tankerinin, yokuşu inerken sol şeride girip
bir dolmuşu ezdiğini gördüm. Freni patlayan su kamyonunun şoförü bir kenarda elleri titreyerek sigara
içiyordu. 1940’lardan kalma uzun burunlu Plymouth marka Teşvikiye-Taksim dolmuşunun önü,
kamyonun ağırlığıyla yok olmuştu. Bir tek taksimetre sağlamdı. Gittikçe artan meraklılar arasından
ön koltukta kırık cam ve ezilmiş araba parçaları içerisinde kanlı bir kadın gövdesinin sıkıştığını, bunun
az önce Şanzelize Butik’ten çıkarken gördüğüm esmer kadın olduğunu anladım. Yerler cam kırıklarıyla
kaplıydı. Füsun’un kolundan tuttum. “Gidelim,”dedim. Ama aldırmadı. Arabanın içinde sıkışıp ezilen
kadına gözlerini doyurana kadar baktı.” (Pamuk, 2008: 82)
Fakat bütün bu benzerliklerin yanında her iki romanda da olayların geçtiği ortama ve topluma özgü,
romanları özel ve ölümsüz eser niteliğine getiren farklılıklar da bulunmaktadır. Yaşam tarzı ve hayata
bakış itibarıyla ayrı iklimlerin eserlerinin aralarında fark olması son derece doğaldır. Çünkü her iki
roman zaman açısından birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen hayata bakış itibarıyla aralarında
büyük farklar olan toplumlara mensup yazarlar tarafından kaleme alınmışlardır.
Eserlerdeki Farklılıklar
Eserlerde erkek karakterler arasındaki farklılıklar:
1. Albinus evli, Kemal ise nişanlıdır. Bu yüzden terk ettikleri insanlar, konumlarına göre vicdan azabı
yaratırlar. Bu durumda Albinus’un vicdan azabı ve zaman zaman duyduğu pişmanlık daha baskın
bir şekilde okuyucuya hissettirilir. Kemal ise geride bıraktığı Sibel için çok fazla üzülmemiş, onu hiç
merak etmemiştir bile. Sibel’in bekâretini vermesi Kemal için bir modern davranış olarak algılanır.
Bu durumda onun için vicdan azabı duymasına gerek kalmadığını düşünür.
Ayrıca, arkasında bıraktığı karısını da hala sevmekte, ona karşı mahcubiyet hissetmekte ve ondan asla
boşanmak istememektedir. Margot ile olan ilişkisinde masumiyetin olmaması belki de bütün bu olup
bitenlere bağlıdır.
Kemal’in ise Füsun’dan önce yaşadığı tek ilişkisi Sibel ile olmuştur, hayatta duygularını fazla
parçalamamakla beraber Sibel’e karşı fazla bir duygu ve mahcubiyet de hissetmemektedir.
3. “Karanlıkta Kahkaha” adlı eserde karısı Albinus’u bırakıp ağabeyinin evine taşınır fakat onların
evliliği devam eder. Buna rağmen Albinus toplumun gözü önünde önceden ailesi ile yaşadıkları
evde, sevgilisi ile nikâhsız yaşamaya başlar. “Masumiyet Müzesi”nde ise böyle bir şey söz konusu
olamaz çünkü olaylar 1975’li yıllarda her ne kadar Avrupa’dan gelen yeniliklere açılmaya başlansa da
ahlaki kurallara değer verdiği bir Türk toplumunda gerçekleşir. Bu yüzden kahramanlar Merhamet
Apartmanı’nda gizli görüşürler. Çünkü gençler evlenmeden bir arada yaşayamazdı ve nişanlanınca
bir arada yaşamaya başlayan gençlerde o yıllarda ancak sosyete aileler göz yumardı (Kemal-Sibel):
275
“Öğrencilik yıllarında, kendisinden yaşlı, hüzünlü bir hanımla okkalı tabir edilebilecek bir ilişkiye
girmişti. Daha sonra, savaş sırasında, bu hanım ona (cepheye) elde örülmüş mor çoraplar, sırtını
kaşındıran yünlü iç çamaşırları ve parşömen kağıdına büyük bir hızla ve sökülmesi olanaksız bir el
yazısıyla yazılmış tutkulu mektuplar yollamıştı. Sonra Ren Nehri üstünde tanıştığı Herr Profesör’ün
karısıyla bir macerası olmuştu. Kadın belli bir ışıkta, belli bir açıdan bakıldığında güzeldi, ama
öylesine soğuk ve nazlıydı ki Albinus ondan çabuk vazgeçmişti. Son olarak Berlin’de evliliğinden
hemen önce, sıska, kasvetli bir kadın girmişti yaşamına. Her cumartesi gecesi gelir, geçmiş yaşamını tüm
ayrıntıları ile uzun uzadıya anlatır, aynı lafları binlerce kez yineler, kollarında bitkince içini çeker ve lafı
her seferinde bildiği tek Fransızca deyişle bitirirdi: “C’est la vie.” (Nabokov, 2006: 11)
Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN
2. Albinus Margot’a aşık olmadan önce birçok ilişki yaşamıştır:
‘’Sibel’in annesiyle babası, kışları geçirdikleri Ankara’daki asıl evlerine dönmüşlerdi. Anadoluhisarı’ndaki
yalı boştu. Sibel, artık nişanlandığımız için annesinin babasının bizim boş yalıda birlikte kalmamızı
görmezlikten geleceklerini söyledi’’ (Pamuk, 2008: 215)
Fakat Alman toplumunda bu tür ahlaki kurallar çok sıkı olmadığı için hala eşinden resmi olarak
boşanmayan Albinus sevgilisi Margot ile evlenmeden de rahatça aynı evde kalabiliyor.
4. Albinus’un Margot’a olan aşk ve tutkusu kinle, nefretle tamamlanır ve böylece kutsallığını yitirmiş
olur. Çünkü bu ilişkide aşkın ruhsal tarafından ziyade cinsel tarafı üstünlük etmekteydi. Büyük Rus
düşünürü N. Berdyayev aşkın bu tarafına değinerek şöyle yazmaktadır:
V. Nabokov’un “Karanlikta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” Romanlari Üzerine
Kemal de ise Füsun onu terk ettikten sonra cinsel bir tutkunun yerini gerçek bir aşk alır. Füsun öldükten
sonra, Kemal ona olan bu aşkını daha üst seviyeye taşır; her buluşmada ondan gizlice aldığı eşyalardan
bir müze oluşturur ve Füsun’a olan aşkını herkes bilsin ister.
276
“Cinsel hayatın hâkimiyetinde kalan insan kendisi ve hayatı üzerinde olan kontrolü kaybeder, iradesiz
kalır ve böylece yaşadığı bu tür aşk bir köleliğe dönüşür.” (Berdyayev, 1991: 311)
7. Margot sevgilisi Rex’le geçinebilmek için Albinus’tan para koparır, Füsun ise eşi Feridun’un film
yapabilmesi için sevdiği Kemal’den para ister. Burada, Margot’un niyeti ile Füsun’un niyeti para olsa
da, onu kim uğruna istemeleri onların temel farkını ortaya koyar.
Eserlerde kadın karakterler arasındaki farlılıklar:
1. Margot düşüncesiz, çocuk ruhlu bir kadındı. Tanımadığı insanları rastgele telefonla arayıp, eşleri
hakkında yalan yanlış bilgiler verip onların hayatlarına kuşku tohumları ekerdi. Füsun da Kemal için
bir çocuk olarak kabul edilse de romanın devamında sorumluluk sahibi olgun bir karakter olarak
karşımıza çıkar.
2. Margot için sanatın, güzelliğin hatta yaptığı işin etik tarafı önemli değildir:
“Çocukluğundan beri resme nasıl tutkun olduğunu, çalışmalarını, buluşlarını anlattı kıza; bir tablonun
sarımsak ve dövülmüş çamsakızı kullanılarak nasıl restore edileceğini, terabantine batırılmış flanel
bezle silinince üstü boyanmış karanlık ve kaba resmin nasıl yok olduğunu, altından asıl eserin nasıl
bütün güzelliğiyle parıl parıl çıktığını anlattı. Margot’u tek ilgilendiren, böyle bir tablonun piyasadaki
fiyatıydı.” (Nabokov, 2006: 69) Füsun’un ise sanata bir nebze de olsa yatkınlığı vardı, özgürlüğü
simgeleyen kuş resimleri çizerdi.
3. Margot geçimini sağlamak için erkeklerle para karşılığı yatmayı tercih eder, Füsun ise geçimine
namusu ile tezgâhtarlık yaparak katkıda bulunur.
4. Margot bir ilişkiye para için başlarken, Füsun Kemal ile sevdiği için aşk yaşar.
5. Margot Albinus ile ilişkiye başlar başlamaz hemen bunu onun karısına belli etmenin yollarını arayıp
bulur ve Albinus’un ailesinin parçalanmasına neden olur. Füsun ise Kemal’i hep sevse de bunu bir
Türk kadını olarak duygularını fazla belli etmeden kendi içinde yaşar. Kemal’in nişanlandığını
görünce onun hayatından çıkmayı, onu nişanlısıyla bırakmayı tercih eder. Yani Kemal’in hayatını
altüst etmemek için ondan uzaklaşır.
6. “Karanlıkta Kahkaha” romanında Margot artık bir arada yaşıyor olsalar da Albinus’u eski sevgilisi
Axel Rex ile aldatır. Fakat evlenip yuva kuran Füsun eşini Kemal ile aldatmaz, eşi kendisi onu
aldatana kadar ona sadık kalır, Kemal’e olan hislerini içinde saklar ve evlenmeden önce asla bir ilişki
yaşayamayacaklarını vurgular.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
8. Margot, kızları evden ayrıldığında onu arayıp sormayan bir aileye sahiptir. Margot’u bulan abisinin
ise ondan para almaya çalışması Margot’un ailesi için sorumsuz ve ahlaksız tabirlerini kullanmamıza
yol açar, Füsun ise fakir ama ahlaklı bir ailenin kızıdır. Füsun’un babası bir öğretmendir ve eşi ile
Kemal’in yıllar önce kızları ile yatmış olmasına parasından dolayı katlanarak evlerinde kabul etmeye
devam etseler de kızları ile yakından ilgilenirler, Kemal’in onu üzecek bir hareket yapmasına ve eşi
ile arasına girmesine izin vermezler. Aile içi ilişkileri çok sıcaktır.
Her iki eserde hem erkek hem kadın karakterlerin bazı hareketlerinde olan farklılıklar her ne kadar
onların farklı ülkelerde farklı şartlarda yetişmelerinden ve bu toplumun kurallarına uymaktan
kaynaklansa da bu farklılıkların birçoğunun tabii ki eserlerde verilen karakterlerin farklı kişiliğe sahip
olmaları ile anlatılması daha doğru olur.
Kıyaslanan eserlerde sadece karakter ya da olayların gelişme açısından değil sanatsal yönden de birçok
farklılıkları görünmektedir.
Eserlerdeki sanatsal yönden farklılıklar:
1. Vladimir Nabokov olayları üçüncü şahıs ağzından anlatırken, Orhan Pamuk’un romanı birinci şahıs
ağzından anlatılır.
2. “Karanlıkta Kahkaha”da olaylar kısa zaman içinde ve çok hızlı gelişir, “Masumiyet Müzesi”nde ise
zaman kavramı daha uzundur (yaklaşık yedi-sekiz yıldır).
3. “Karanlıkta Kahkaha”da tasvirlere ve iç monologlara fazla yer verilmemiştir. “Masumiyet Müzesi”nde
ise tasvirler ve iç monologlar uzun ve detaylıdır.
Her edebi eserde doğal olarak onu başka eserlerle yakın kılan bir şeyler mevcuttur çünkü çağdaş dünya
medeniyeti değişik medeniyetlerle sıkı bir temasta bulunmaya eğilimlidir. Hiçbir milli edebiyat her ne
kadar büyük ve gelişmiş olsa da uluslararası edebi bağlantıların dışında gelişemez.
Tabii ki benzerlik ve farklılıklar tamamıyla aynı olamaz, onlar her zaman birbirleriyle etkileşim
içindedirler ve her yetenekli yazar kendi yaratıcılığında hem varis hem yenicidir. Ayrıca, bütün edebi
türler kendinden daha önce gelen türlerle bağlantılıdır. Her akım önceki akımların başarılarını eritir
kendi içinde ve böylece gerçekliğin edebiyat ile yoğrulmasının ufuklarını genişletir. Karşılaştırma,
asla araştırılan eserlerin milli, tarihi vb. özünün kaybolmasına yol açmaz, tersine bu özü belirgin bir
biçimde ortaya koymaya yardımcı olur. Aynı yüzyıl içinde yazılmış bulunan ve farklı iki ülke edebiyatına
mensup olan “Karanlıkta Kahkaha” ve “Masumiyet Müzesi” romanlarına mukayeseli edebiyat açısından
baktığımızda, bu eserler arasında birçok benzerlikler olduğuna fakat bu kadar benzerliklere rağmen bu
romanların çok farklı olduğunu görmekteyiz. Her ne kadar Orhan Pamuk Vladimir Nabokov’un hayatı
ve eserleri ile ilgili bilgiye sahip olsa da “Karanlıkta Kahkaha”nın “Masumiyet Müzesi”ni doğrudan
etkilediğini düşünmek çok güç. Her iki romanda ortaya çıkan ortak yönler daha çok bir insanın hayatında
yaşayabileceği benzeri olaylarla anlatılabilir. Farklı ülkelerde ve zamanlarda yaşamalarına rağmen ortak
bir noktada buluşan kahramanlar ve bu kahramanları yaratan yazarlar Karşılaştırmalı Edebiyat çatısı
altında incelenebilme fırsatına erişiyorlar. Bu gibi doğrudan etkileşim ve esinleme olmadan yazılan
eserlerdeki benzerlikler, tarihi-tipolojik benzerlikler olarak adlandırılır ve onlar kişilik tarihinin ruhsal
yaşamını büsbütün bir tablo olarak oluşturmaya yardım etmektedirler.
277
Sonuç
Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, Bilgen YILDIZHAN
4. Ayrıca eserlerin adları da farklı ahlaki değerleri bildirmekle beraber eserlerin içeriğine bir işaret
vermektedir: “Karanlıkta Kahkaha” adı, bize romanda anlatılan aşkın karanlık ve çirkin biçimde
olduğunu yansıtırken, “Masumiyet Müzesi” adı, eserde anlatılan aşkın masumiyetini vurgular.
Bu tür benzerliklerin edebiyatta düşündüğümüzden daha çok olduğunu ve edebiyatlar arası etkileşime
temel attığını vurgulayan bilim adamı Vladimir Jirmunskiy şöyle devam eder:
“Bununla beraber, sosyal hayatın başka taraflarında da olduğu gibi, bu benzerliklerin yanında, tarihi
sürecin yerel özelliklerinden ve bu özelliklerin ortaya koyduğu milli ve tarihi görülmemişliklerden
kaynaklı ciddi farklılıklar da boy göstermektedir. Karşılaştırmalı araştırma, edebiyat gelişiminin
genel kanunlarını sosyal koşulluluğun içinde ayarlamamızı sağlaması ve kıyaslama malzemesi olan
edebiyatların ulusal kimliğini tespit etmeye yardımcı olması ile önemlidir.” (Jirmunskiy, 1960: 177-186).
Kaynakça
278
V. Nabokov’un “Karanlikta Kahkaha” ve O. Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” Romanlari Üzerine
AYTAÇ, Gürsel. (1997). Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Ankara, Gündoğan Yayınları.
BERDYAYEV, N.A. (1991) O Rabstve i Svobode Çeloveka (Opıt Personalistiçeskoy Filosofii): Mir i Eros, Moskova,
Progress.
ENGİNÜN, İnci. (1992). Mukayeseli Edebiyat, İstanbul, Dergâh Yayınları.
JİRMUNSKİY, V.M. (1960) “Problemı Sravnitelno-İstoriçeskogo İzuçeniya Literatur.”, İzvestiya AN SSSR. Otdeleniye
Literaturı i Yazıka. T. XIX. Vıp. 3, Moskva, s. 177-186.
KEFELİ, Emel. (2000). Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri, İstanbul, Kitabevi Yayınları.
NABOKOV, Vladimir (2006). Karanlıkta Kahkaha, İstanbul, İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan (2008) Masumiyet Müzesi, İstanbul, İletişimYayınları.
SARIÇİÇEK, Mümtaz. (2011). “Türk Romanında Modernist/Postmodernist Yönelişler ve Ulysses’ten ‘Aynadaki Kadın’a
Romanda Anlatma Problemi”, Türk Yurdu, N:292:103-116.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
RESUL RIZA ŞİİRLERİNDE NÂZIM HİKMET ETKİSİ
NAZIM HIKMET’S INFLUENCES ON RESUL RIZA’S POETRY
*Ayşe ATAY
Özet
Nâzım Hikmet ve Resul Rıza, Türkiye ve Azerbaycan sahası gibi Türk Dünyası edebiyatlarının iki önemli
kolunun yetiştirdiği iki önemli değerdir. Köklerinden beslenerek güçlendirdikleri sanatlarında yenilik, öncülük, çığır açma vasıfları kadar; ruhlarında yaşattıkları memleket ve insan sevdası, iyi ve haklının kazanacağına
olan yılmaz inanç ve yıkılmaz mücadele ruhları bu iki şairi yaklaştıran başlıca özelliklerdir.
Nâzım Hikmet’in ilk şiir kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü(1928)” Azerbaycan’da yayımlandığında başta
Resul Rıza olmak üzere Süleyman Rüstem’den, Mehmed Refili’ye, Samed Vurgun’dan Mikayıl Müşvik’e kadar
tüm Azerbaycan şairleri üzerinde etkili olmuştur. 1952’de Sovyetler Birliği’ne yeniden gelişiyle şiirleri daha
geniş yankı bulan Nâzım Hikmet ve Resul Rıza arasında bu kez fikir ve sanat yakınlığından dava ortaklığına
varan güçlü bir dostluk gelişmiştir. Türkçenin güçlü sesi Nâzım’ın şiirlerindeki coşkun ruh ve orijinal söyleyiş, Modern Azerbaycan şiirine serbest vezinli yeni soluklu şiir tarzını kazandırmaya çalışan Resul Rıza için
sonuna kadar beslenip etkilendiği bir kaynak olmuştur.
Türk edebiyatının bu iki büyük şairinin birbiri hakkında yazdıkları makale ve şiirler ise bir sanatçı gözüyle
bu iki değeri anlamak kadar onların şahsında temsil ettikleri edebiyat sahalarının anlaşılması için de büyük
katkılar sunmaktadır. “Burda Bir İnsan Ölüb”, “Gülxane Parkında Bir Ceviz Ağacı Var”, “Ulu Şair”, “Nazimle
Görüş” şiirleri Resul Rıza’nın yakın dostu büyük şair Nâzım’ın ölümü ardından yazdığı şiirlerdir.
“Benim şiirlerim dostum Resul Rıza’nın Azerî lehçesiyle çevirisinde daha güzel sesleniyor” diyen Nâzım
Hikmet’in şiirlerinin Azerbaycan okurları tarafından tanınmasında ilk ve öncü pay tartışmasız yine Resul
Rıza’nındır.
Bu bildirinin amacı Nazım Hikmet’in, Azerbaycan Edebiyatında öncü ve kurucu özellikleriyle yer edinen
Resul Rıza’nın sanatında, Sabir ve Mayakovski gibi etkili bir isim olduğunu ortaya koymaktır.
Anahtar Kelimeler: Türk Dünyası Edebiyatı, Modern Azerbaycan Şiiri, serbest şiir, Resul Rıza, Nâzım Hikmet
When Nazım Hikmet’s first poetry book “Güneşi İçenlerin Türküsü (1928)” (The Folksong of the Ones Absorbing The Sun) was published in Azerbaijan, it had a great influence of many Azerbaijani poets such as Resul
Rıza,Süleyman Rüstem, Mehmed Refili, Samed Vurgun, Mikayil Müşfik. After Nazım Hikmet’s revisit to Russia
in 1952, his poems became more widely known and a closer and strong friendship developed between Nazım
* Okut. Balıkesir Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, [email protected]
279
Nazım Hikmet and Resul Rıza are two important values raised by Azerbaijan and Turkish literature areas, which
are the two major branches of Turkish World literature. The main characteristics which these two poets share are
constant belief and ambition for the triumph of the good and the just, and the love they have for their homeland
and fellows as well as being pioneers, reforming and marking a new era, which they inherited from their roots.
Ayşe ATAY
Abstract
Hikmet and Resul Rıza since they shared similar ideas and views on art and common goals. The enthusiastic
spirit and originalty in the poetry of Nazım, the powerful voice of Turkish, became a resource for Resul Rıza who
tried to give a new free poetry style to modern Azerbaijan poetry.
Nazım Hikmet and Resul Rıza have written several articles and poems about each other’s’ arts, artistic personalities and friendships. These materials written by those two poets about each other, also provide major contribution to the literature researchers analyzing their arts and literatures they belong to with the sign of their artistic
view. “Burda Bir İnsan Ölüb”, “Gülxane Parkında Bir Ceviz Ağacı Var”, “Ulu Şair” and “Nazimle Görüş” are the
poems Resul Rıza wrote after his friend Nazım had died.
Resul Rıza’s translations of Nazım’s poetry had a major mission about this poet and his poetry widely known by
Azerbaijani readers. Nazım Hikmet, saying “My poems are sounded more beautiful with my friend Resul Rıza’s
Azerbaijani dialect translation “, shows the importance of this poetry translations.
The aim of this paper is to reveal that Nazım Hikmet, as Sabir and Mayakovski, had a great influence on the art
of Resul Rıza, who earned his place as a pioneer and a founder in Azerbaijani Literature.
Keywords: Turkish World Literature, Modern Azerbaijani Poetry, freestyle poetry, Resul Rıza, Nazım Hikmet
Giriş
280
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
20. yüzyıl, gittikçe ivme kazanan bir süratle sosyal, siyasi, kültürel anlamda güçlü değişim ve dönüşümlerin
yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. İnkılâplar, imparatorluk sürecinden uluslaşma sürecine geçilmesi,
iki dünya savaşı, rejim değişiklikleri, kitlesel insan kıyımları insanın hayat ve dünya tasavvurunu da
değiştirmiştir. Siyasi, sosyal değişimlerin önüne geçen çoğu zaman da onları öncüleyen sanatta,
edebiyatta ve bilimdeki gelişmeler olmuştur. Edebiyat ve sanattaki fikir akımlarındaki kutuplaşmalar
kadar etkileşimler de derinleşmiştir.
Fransa’da, resim sanatında Post Empresyonistlerden sonra gelen Fovistler, Kübistler, şiirde Dadaistler,
İtalya’da Fütüristler, Almanya’da Eksprestyonistler, Rusya’da Konstruktivistler, Mayakovski ve
takipçilerinin biçim arayışları, Amerika ve Avrupa ülkelerinde şiirde serbest veznin gelişmesi, sinema
gibi yeni bir sanat ürününün ortaya çıkması ve kısa sürede dünyayı fethetmesi, 20. asrın ilk on yılına
damgasını vuran olaylardır1.
Türkiye ve Azerbaycan sahası edebiyatları da bu gelişmelerden nasibini almıştır. Bu gelişmeler içinde
öne çıkan Türk serbest şiirinin ortaya çıkıp yerleşmesi süreci olmuştur. Bu dönüşüm sürecinin büyük
çınarı Türkiye’de Nâzım Hikmet iken Azerbaycan’da da Resul Rıza’dır.
Modern Azerbaycan şiirinde öncü ve yenilikçi özellikleriyle öne çıkan Resul Rıza(1910-1981), çağdaş
şiirin biçim ve söyleyişlerinin Azerbaycan şiirine kazandırılmasında önemli bir isimdir. Serbest şiirin
gelişip yerleşmesi için verdiği çaba, Modern Azerbaycan şiirine en büyük katkısı olmuştur. Birinci ve
İkinci Dünya Savaşları, Bolşevik İhtilali gibi tarihi olaylar; Sovyet Rusyası altındaki komünizm idealleri,
kanlı Represssiya yılları, 1960’lardan sonra beliren çözülme ve yeniden yapılanma dönemi gibi süreçlerin
şahidi bir isim olarak bu değişim ve dönüşüm karşısında Azerbaycan halkının farklılaşan duygu ve
düşüncelerini şiirlerinde yansıtmıştır. Halk ve klasik edebiyatın kaynaklarıyla beslediği şiirinde coşkun
bir insan sevgisi, gelecekten yana dinmeyen bir umut ve mücadele, varlığı anlamlandırma gayreti,
üslubunu her daim yenilemiş şairin şiirlerinde öne çıkan temalardır.
1 Anar; Mübarize Bu Gün De Var, Nurlan, Bakı, 2002, s.20-21.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Lenin”, “Bolşevik Yazı”, “Qızıl Gül Olmayaydı”, “Çınar Ömrü”, “Rengler” adlı eserleri sanatını karakterize
eden şiirleridir. Yazarlar Birliği Başkanlığı gibi önemli görevlerde bulunan Resul Rıza, Azerbaycan
Devlet Mükâfatı, Halk Şairi fahri adı, Sosyalist Emeği Kahramanı gibi unvanlarla taltif edilmiş, elliyi
aşkın verdiği eser başta Sovyetler Birliği’ne bağlı ülkeler olmak üzere birçok ülkede yayımlanmıştır.
1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet, kültürlü, kozmopolit bir aileye mensuptur. 1921’de
gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olmuş ve komünizm düşüncesini Anadolu ve Rusya’da
gördüğü sefalet içindeki halkın kurtuluşu için bir çare olarak benimsemiştir. Küçüklüğünden aşina
olduğu Mevlevî felsefesi, Fransız klasikleri, halk ve divân edebiyatı kaynaklarını zamanın fütürist ve
konstrüktivist akımlarıyla sentezleyerek Türk şiirine yeni bir soluk kazandırmış, edebiyatımızda serbest
şiirin kurucusu olmuştur. “Güneşi İçenlerin Türküsü”, “Salkımsöğüt”, “Makinalaşmak İstiyorum”,
“Açların Gözbebekleri” ve “Bahri Hazer” sanatını karakterize eden şiirlerindendir. Dünyanın birçok
ülkesinde birçok dile çevrilerek takdir toplayan eserleri, 1938’den 1965’e kadar Türkiye’de yasaklanmış,
sanat hayatının uzun bir kısmını memleketinin hapishanelerinde geçirmiştir. İnsan sevgisi, memleket
hasreti, barış ve adaletin hâkim olduğu bir dünya özlemi, yaşama tutkunluk ve ölüm korkusu, gazete
yazısı, öykü, roman, tiyatro eseri ve senaryoları da bulunan şairin şiirlerinde öne çıkan temalardır.
Nâzım Hikmet’in Bakü’de çıkan kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü(1928)”nün Süleyman Rüstem’den, M.
Refili’ye, Samed Vurgun’dan Mikail Müşvik’e ve Resul Rıza’ya kadar tüm Azerbaycan şairlerine etkisi
olmuştur. Ancak sonrasında Samed Vurgun daha çok hece şiirleri yazmış, Süleyman Rüstem hem hece
hem aruz şiirleriyle devam etmiştir. Refili, şiirden uzaklaşarak akademisyen olmuştur. Müşvik repressiya
kurbanı olarak hayattan ayrılmıştır. Nâzım’ın başlattığı serbest şiir tarzına sonuna kadar sadık kalan ise
Resul Rıza olmuştur. Nâzım’ın Azerbaycan edebiyatındaki daha tesirli etkisi 1952’de Sovyetler Birliğine
tekrar gelişiyle birliktedir. Şiirlerinin birçoğu Resul Rıza tarafından Azerbaycan Türkçesine çevrilmiştir.
Resul Rıza ve Nâzım Hikmet arasında fikir, dava ve sanat anlayışlarını bütünleyen güçlü bir dostluk
gelişmiştir.
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
Şair, dünyanın her yerinde hayata, insana, topluma, tabiata dair duyarlı, ilgili, dertli olan kişidir. Şairler,
dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, aynı dilde yazmasalar dahi birbirlerinden haberli ve birbirlerini
merak ederler. Hayattan, yaşadıkları toplumdan etkilendikleri gibi, birbirlerinden de etkilenirler. Hem
yakın coğrafyada hem aynı dil ve iklimde yaşamış Resul Rıza ve Nâzım Hikmet’in de kuşkusuz bu
etkileşimler içinde bulunmaları daha fazla, daha kolay olmuştur.
281
*diyen Nâzım Hikmet’in özünden beslenerek dünyayı kucaklayan bu sanatçı tavrı onu bir dünya şairi
yapmıştır. Bu Türk şairin sanatçı yetkinliği ve duruşunu takdir edip ondan etkilenen sanatçılar da
tabiatıyla dünya mikyasında olmuştur. Sibirya’dan, Patagonya’ya, Paris’ten Pekin’e, Meksika’ya kadar
Nâzım’ın sesi başka şairlerin dizelerinden duyulmuştur.
Ayşe ATAY
“Şiirimin kökleri yurdumun topraklarındadır. Ama kollarımla bütün topraklara, Doğuda, Batıda,
Güneyde, Kuzeyde uçsuz bucaksız uzayan bütün topraklara, o topraklar üstünde kurulan medeniyetlere,
büyük dünyamıza uzanmak istedim. İnsanoğlu, nerede, ne zaman ve hangi dilde olursa olsun, yüreğime
kafama uygun bir şey söylemişse, onun söylenişindeki ustalığı incelemeye, ondan bir şeyler öğrenmeye
çalıştım. Yalnız kendi edebiyatımızdakileri değil, Doğu ve Batı edebiyatının bütün ustalarını usta
bildim.2”
2 Aydın Aydemir; Nâzım, Broy Yay. , İstanbul, 1986, s.3
“Türkiye’den Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cahit Sıtkı Tarancı, Gülten Akın, Kemal Özer, Özdemir İnce,
Abidin Dino, Orhan Kemal, Cemal Süreyya onun sesine ses vermişlerdir. Ülkemiz dışında Nâzım’a
şiirler adayanları örneklendirecek olursak: Birleşik Devletler’den Howard Fast, Joseph North, Polonya
doğumlu Charles Dobzynski, Angola’dan Agostinho Neto, Sovyetler Birliği’nden Yevgeni Aleksandroviç
Yevtuşenko, Azerbaycan’dan Resul Rıza, Yunanistan’dan Yannis Ritros, Arjantin’den Jorge Boccanera,
Şili’den Pablo Neruda, San Salvador’dan Roque Dalton García, İspanya’dan Blas de Otero ilk akla
gelenlerdir.3”
Nâzım Hikmet ve Resul Rıza hayatları âdeta bir devrin panoramasını gözler önüne seren iki şairdir.
1900’lü yılların başlarında doğan bu iki şair; biri imparatorluk, diğeri çarlık gibi iki monarşik düzenin
bitmeye yüz bulduğu sancılı dönemlerine şahit olmuş, ardından Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi
şiddeti artan insanlık dramlarının kederini yüreğinde hissetmiş, insanlığı kurtaracak komünizm idealine
yürekten bağlanmış ve bu idealin de işlemeyen tarafları karşısında hüsrana uğramış iki insandır.
282
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
Şiiri mücadele ve etki aracı olarak gören Resul Rıza için Nâzım, sanatı ve doğru bildikleri uğruna hayatını
vakfetmiş bir ruhun somutlaşmış biçimidir âdeta. Ömrünün çoğunu hapishanelerde geçirmiş bu insanı,
ne özgürlüğünün elinden alınması ne de hakkında başlatılan karalama kampanyaları yıldırabilmiştir.
Her şeyinden çok sevdiği memleketinden mahrum bırakılmak dahi Nâzım’ı doğru bildiklerinden bir
adım geriye çekmemiş, aynı inançla mücadele meşalesini şiirleriyle yakmaya devam etmiştir.
Türk ve Azerbaycan edebiyatları, dünya sanatının benzer etkileri altında kalmaları ve köksel
bütünlüklerinden kaynaklanan etkileşimleri gibi sebeplerle benzer süreçlerin takip edebildiği iki
saha olmuştur. “Düşünceler Şairi Resul Rza” adlı yazısında, XX. yüzyılı Avrupa, Rusya, Türkiye ve
Azerbaycan’da avangard şiir anlayışının ortaya çıktığı bir zaman olarak değerlendiren Fuzuli Bayat,
Mayakovski’deki fütürizmin Nâzım Hikmet, Dadaistlerin Ercüment Behzat Lav üzerindeki etkilerini
hatırlatarak Azerbaycan şiirinin de bu zaman diliminde yeni fikir ve biçim arayışlarında olduğunu
belirtir. Serbest şiirle ilgili gelişim sürecine değinen Bayat, Resul Rıza’nın Azerbaycan şiirine getirdiği
yeniliği, Türk edebiyatında Garip Hareketinin şiire kazandırdığı yeni solukla bir anlamda benzeştirir.
Biçim konusunda benzer bir anlayışa sahip olmakla birlikte, 1950’lere gelindiğinde Garip şiirinin maruz
kaldığı eleştirilere bakarak Resul Rıza’nın başarısını ise geleneği inkâr etmemesine bağlar4. Bilindiği
üzere Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın öncülüğünde gelişen I. Yeni Hareketi,
şiiri, vezin ve kafiyenin boyunduruğundan kurtarmanın ötesinde gelenekçi tüm şairanelikten de sıyırma
gayretinde olmuştur. Resul Rıza’nın Azerbaycan şiirine kazandırmak istediği ivme ise Nâzım Hikmet’te
olduğu üzere geleneği inkârdan ziyade bu köklere de yaslanan, imkânları gelişmiş, yeni bir şiir tarzını
benimsetme yolunu açmak biçiminde olmuştur.
Nazım Hikmet ve Resul Rıza söz konusu olduğunda, her iki şairin de Türk şiirine soluk kazandıran yeni
tarz şiirlerine bakılarak en başat etkinin yine yenilikçi Rus şairi Mayakovski’den geldiği yolunda çok da
irdelenmeden kabul gören bir görüş yaygınlık kazanmıştır. Ancak meselenin aslı tam da böyle değildir.
Her şeyden önce bu iki şairin Mayakovski şiiriyle gerçek anlamda tanışmaları, kendisini takdirlerini
belirttikleri zamandan çok sonrasına tekabül etmektedir. Bu durum gerek Nazım’ın gerekse Resul’ün
kendi ifadeleri ile de sabittir.
Ataol Behramoğlu, Puşkin şiirinin Nazım Hikmet şiiri üzerindeki etkisinin, 20. yüzyıl Rus modernizmi
ve özellikle Mayakovski şiirinden çok daha belirgin olduğu düşüncesindedir. Aziz Çalışlar’ın Nazım
Hikmet’in sanat ve edebiyat üzerine yazılarını topladığı çalışmasında yer verdiği sözleri de bunu açıkça
ortaya koymaktadır:
3 Tahsin Aydoğdu; “Nâzım Hikmet’in Yankısı İspanya’da”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,
53,2(2013), s.136-137.
4 Füzuli Bayat, “ Düşünceler Şairi-Resul Rza” Resul Rza, Ömrün Birinci Yüz İli, Élm ve Tehsil, Bakı, 2011 , s. 56-57
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
“Yeryüzünde batısı, doğusu, kuzeyi, güneyi içinde, sevdiğin dört şair say deseler, bu dörtten biri Puşkin’dir.
Puşkin’i on dokuzumdan altmışıma kadar artsız arasız sevdim, çünkü artsız arasız sevdalandım
halkıma, bütün halklara, memleketime, bütün memleketlere ve dostlara, kadınlara. Puşkin’den birçok
şey öğrendim, ama öğrendiklerimin başında: kocalmamak sanatı gelir.”
Behramoğlu Puşkin’in Poltava adlı tarihsel içerikli destanıyla Nâzım’ın Şeyh Bedrettin Destanı ve Kuvâyi
Milliye Destanı adlı eserlerinde, betimleme, yöntem ve kurgu bakımlarından benzerlikler bulmaktadır.
Ona göre ana dili Rusça olmayan biri için okunup anlaşılması Mayakovski’ye kıyasla daha kolay olan
Puşkin, Nâzım Hikmet üzerinde daha tesirli olmuştur5.
Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e mektuplarından birinde bu durumdan bahsetmektedir:
“Mayakofski’nin 940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana
bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakofski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından vaktiyle
dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. Sanat meseleleri hakkındaki
görüşleri ise, seni temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor. Fakat, aynı şartların aynı düşünceleri
yaratması kaidesi kaba hattında burada da tahakkuk etti. Yani ben vaktiyle Mayakofski’den habersiz,
sonraları çok defa utancımdan Mayakofski’yi eserleriyle tanışmış olduğumu söylemiş olmama
bakma!....6”
Nâzım Hikmet, kendi şiirleriyle Mayakovski’nin şiirlerini karşılaştırıp şiirle nesir arasındaki kopukluğun
aşılması, lirik, yergi şiiri gibi türlerin birbirine yaklaştırılması ve şiire siyasa dilinin getirilmesi
bakımından ortaklıklar bulunduğunu söylerken şiir biçimlerinin farklı olduğunu ekler7. Resul Rıza’nın,
“Mayakovski” şiirinde yer alan “Sévirem Puşkin’i de Fikret kimi”8 sözleri de onun şiirlerinde salt
Mayakovski tesiri aramaya çalışan eleştirmenlerin gözden kaçırdıkları bir başka etkiyi ortaya koyması
bakımından önemlidir.
Resul Rıza, şiirinin Mayakovski etkisinde şekillendiği yolundaki indirgemeci yargıya karşı çıkmaktadır.
Birincisi, Resul Rıza’nın Rusça’yı Mayakovski şiirinin derinliklerine vakıf olacak derecede öğrenmesi
1930’lu yıllarla birliktedir. Rıza, Mayakosvki’yi onun şiirlerini tercüme ederken daha yakından tanımıştır.
5 Ataol Behramoğlu; Rus Edebiyatının Öğrettiği, Everest Basım Yayın, I.Basım Şubat 2008, İstanbul, s. 75-76.
6 Nâzım Hikmet; Sanat ve Edebiyat Üstüne, (Haz. Aziz Çalışlar), Bilsan A.Ş. Bilim ve Sanat Kitapları, İstanbul, 2004,
s.253.
7 Nâzım Hikmet; age, s.256.
8 Resul Rza; Séçilmiş Eserleri, (Haz. Anar), C.II, Önder Neşr., Bakı, 2005, s.121.
9 Ayşe Atay, “Anar ile Resul Rıza Üzerine Röportaj”, Bakü, 30.01.2014, (bk. Resul Rıza: Hayatı, Sanatı ve Şiirleri; Ekler/
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi)
10 Gülrux Elibeyova; Axtarışlar, Kéşfler, (Resul Rzanın Heyat ve Yaradıcılığı),Azerbaycan Dövlet Neşr., Bakı,1970, s.67-68.
283
Resul Rıza, Mayakovski’nin şiirinde iyimserlik, hayata sonsuz sevgi ve mücadeleye çağırış duygularını
bulmakta ve bu şiirleri Azerbaycan şiirinin kazanması gerektiğine inandığı devinim ve değişim için bir
örnek olarak görmektedir10. Ancak yine de Resul Rıza, kendi şiirlerinde de bulabileceğimiz bu özellikleri
Azerbaycan edebiyatının banileri arasında yer alan Sabir sanatına dayandırmakta, beslendiği köklerin
gelenekte aranması gerektiğini birçok yerde dile getirmektedir. Şüphesiz, Resul Rıza’nın sanatında
beslendiği kaynaklar, etkisi altında olduğu görüşler konusundaki yargılar; dönemin siyasal şartları
gölgesinde, objektif oldukları tartışılabilecek eleştirmen görüşleri ya da şairin düşüncelerinin ötesinde,
onun verimlerine bakılarak oluşturulmalıdır.
Ayşe ATAY
Bu konuda Rıza’nın oğlu değerli edebiyatçı Anar da, şair üzerindeki Mayakovski etkisinin Sovyet
döneminde abartıldığı kadar derin olmadığını belirtip şairin Mayakovski şiirini yazdığında aslında
onu görüp tanımadığını söylemekte ve babasının: “O zaman ben Yesenin’i seviyordum, sonralar ben
Mayakovski’yi tanıdım, sevdim.” dediğini eklemektedir9.
Resul Rıza, Türkiye’deki şairleri ve onların eserlerini yakından takip etmiş, Türkiye sahasındaki şairlerin
şiirlerini Azerbaycan Türkçesi’ne aktararak bu şairlerin Azerbaycan’da tanınmasında önemli ve öncü
bir rol üstlenmiştir. Şair, “Sulh ve Dostluk(1958)” adlı doğu edebiyatları antolojisinde Yunus Emre’nin,
Karacaoğlan’ın, Kul Mustafa’nın, Eşrefoğlu’nun, Kemalettin Kamu’nun, Şükûfe Nihal Başar’ın, Necip
Fazıl Kısakürek’in şiirlerine yer vermiştir. Resul Rıza, yine, sanat münasebetleri dışında yakın arkadaşı
olan, Nâzım Hikmet’in en bilinen şiirlerini Azerbaycan Türkçesine aktararak yayımlayan kişi olmuştur11.
Nâzım Hikmet ile Resul Rıza dönemin sosyalist ruhunun coşkusundan nasibini almış sanat ve dünya
algısı bakımından dava ortağı olmuş iki dosttur. Bu iki şairin birbirleri hakkında kaleme aldıkları şiir ve
makaleler de edebiyat ve tarih araştırmacılarının dikkatinden kaçmamıştır. Nâzım Hikmet’in Resul Rıza
hakkında “Dostum Rezul Rıza”, “Aydındır Şiirin Dili” ve “İkinci Nefes” adlı üç makalesi ve ona ithaf ettiği
şiirleri yanında Resul Rıza’nın da şair hakkında yazdığı “Gelebeni Tebrik Edirem, Nazim!” ve “Canlı
Nazım” adlı makaleleri ve şaire yazdığı “Burda Bir İnsan Ölüb”, “Gülxane Parkında Bir Ceviz Ağacı Var”,
“Ulu Şair”, “Nazimle Görüş” , “Şairin Anası” ve “Saman Sarısı” gibi şiirleri bulunmaktadır.
284
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
“İkinci Nefes” adlı yazısında Nâzım Hikmet, Resul Rıza’yı Sovyet şiirinin öncü-yenilikçi isimleri arasında
sayarken onu, gençlikle bilgeliği kendinde birleştirmiş bir şair olarak nitelendirir. Ona göre Resul Rıza,
Sovyet İKP XX. kurultayından sonra hür şiirini gençlik ihtirası ile yazmış, sosyalist realizm metodunu
cesaretli arayışlarla uygulamıştır. Yine Nazım’a göre, dünyayı gezme imkânı bulan Resul Rıza’nın, çeşitli
ulusların yüzyıllar boyunca ortaya koydukları manevi servetleri görmesi, onda, şairlerin sadece kendi
uluslarının değil, tüm insanlığın manevi servetinin varisleri olduğu düşüncesini perçinlemiştir. XX.
Kurultay, Resul Rıza’ya ülkesinde hoşa gitmeyen mirasla, geçmişin her tür köhneliği ile mücadele edip
bunları aradan kaldırmak için büyük manevi güç vermiştir12.
Resul Rıza, “Canlı Nazim” adlı yazısında dünyanın dört bir yanından, yalnız şehirlerden değil,
okyanustan, uçaktan bile şaire gönderilmiş mektuplardan ve şairin bunlara gösterdiği özenden bahseder.
Rıza, bir de anısını aktarır aynı yazıda. Nâzım Hikmet’in hayattan ayrılışının bir yıl sonrasında şairin
Moskova’daki evinde onu seven eşi dostu ve sanatçılarla birlikte büyük Türk şairini anmaktadırlar. Ona
gönderilen mektuplar içerisinde Japonya’da “Bin Turna” adlı bir gruptan gelen dikkat çekicidir. Hiroşima
faciasından sonra Japonya’da bu türlü gruplar kurulmuştur. Renkli kâğıtlardan kesilmiş bin turna resmi
de çocukların mektubuna iliştirilmiştir. Ölümünün ardından çocuklar Nazım’a:
“ Böyük şair, senin Xiroşimalı Ölü Çocuk- yéni ölü qız haqqındakı şérini héç bir şair tekrar yazmalı
olmasın déye, biz mübarize édirik. Bu mübarizede sen de bizim sıramızdasan, bizim destebaşımızsan.”
diye seslenmektedirler. Resul Rıza, Japonyalı gençlere hak vermekte ve “büyük sanatkâr”, “dost”, “kardeş”
adlandırdığı Nâzım’dan, mücadeleci, hümanist, yenilikçi, öncü şairden, yaşayan bir insandan bahseder
gibi konuşulması gerektiğini ifade etmektedir. Zira kendisi de bir gün öncesinde Moskova’ya Nâzım
adına bir telgraf çekmiştir13.
Türk şiirinin önemli isimlerinden Nâzım Hikmet, folklorun ve klasik edebiyatın tutkunlarından
olduğunu söylediği Resul Rıza’nın Azerbaycan şiirinin yenilikçi, orijinal şairleri arasındaki yerini teyit
eder. Nazım’a göre de yenilikçilik klasik mirası inkâr etmekten değil, ondan istifadeden başlamaktadır.
Şair, “Resul Rıza, Azerbaycan klasik mirası gibi, bütün başka halkların, öncelikle, Rus halkının klasik
mirasından şair için gereken değerli, ilginç ne varsa, ondan yararlanır.” demektedir14.
11
12
13
14
Resul Rıza; Çınar Ömrü, (Haz. Sabahattin Çağın), Ötüken Neşr, İstanbul, 1998, s.31.
Nazım Hikmet,“İkinci Nefes”, İki Ömrün İşığı,(haz: R.Hüseynov, N.Şemsizade), s.24-25.
Resul Rza; Séçilmiş Eserleri, C.4, Azerneşr., Bakı, 1974, s. 445.
Aslan Kavlak; “Bakü’ye Gidiyorum Ay Balam”, Nazım Hikmet’in Azerbaycan’daki İzleri (1921-1963), YKY, İstanbul,
2007, s.335-336.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Yeniliğin geçmişi inkâr etmeden kurulabileceği yolundaki inanç ve gelenekten beslenerek, öz ve millî
vasıflar üzerinden evrensele ulaşılabileceği biçimindeki düşünce için Nazım Hikmet, Resul Rıza’ya
bunun mümkünlüğünü somutlaştıran bir örnek teşkil etmiştir.
Nâzım Hikmet belli bir geleneğe bağlanmanın, onu geliştirmenin taklit etmek şeklinde anlaşılmasına
karşı çıkar. Çağdaş Azerbaycan şiirinde Marksist-Leninist şairler, mazmuna uygun düşecek şekil ve
ifade yollarına başvurup bunları geliştirmeye çalışmaktadırlar. Nâzım’a göre, Azerî şairlerinin Fuzûlî
gibi klasik şairlere ve âşık şiiri geleneklerine esaslanması onları taklit etmek olamaz. Taklit olan yerde
sanattan bahsedilemeyeceği gibi bu sanatçıları taklit etmek de mümkün değildir. Çünkü Fuzûlî gibi Âşık
Alesker gibi yazmak için onların döneminde ve koşullarında yaşamak gerekmektedir15.
Geleneğin çağdaş bir yorumcusu olan Nâzım Hikmet, geçmiş, ân, gelecek bağlamında hareketli
bir diyalektik zincir yaratarak, bunların dil, ölçü, şekil bakımından birbirleriyle eklemlenmelerini
sağlamıştır. Çocukluğundan aşina olduğu Mevlevî düşüncesi, Klasik ve Halk edebiyatı unsurlarını
modernizmin farklı arayışlarıyla birleştirerek şiirine toplumcu çizgideki devrimci niteliğini katmakla
yeni bir soluk kazandırmıştır. Nâzım Hikmet’in, açık ya da dolaylı olarak Hayâlî, Fuzûlî, Nedim ve Şeyh
Gâlib gibi Klasik edebiyat temsilcilerine yer verdiği; Mevlânâ, Hayyam ve Sa’dî’den etkilendiği; Tevfik
Fikret, Cenap Şahabeddin ya da Yahya Kemal’den esinlendiği; Leylâ ile Mecnûn, Kerem ile Aslı gibi
aşk hikâyelerinden söz ettiği; Klasik edebiyatın söz dağarcığı ve rubai gibi bir nazım şeklini kullandığı;
Tevrat ve Kur’an’dan yararlandığı görülmektedir16.
Nâzım’ın aşağıdaki dizelerinde bir halk söyleyişinden yararlanıldığını görmekteyiz:
Cigaramın dumanı
Yoktur yarin imanı
Bir şeyler yazmalıyım
Masamın üstünde gördüklerimi değil
Parmaklarımı değil
Bir şeyler yazmalıyım
İçimde bir şeyleri yakalıyarak17
Yine bir başka şiirinde insanı anlatırken Divan edebiyatının güçlü şairlerinden Hayâlî’nin bir beytine
gönderme yapar:
15 Aslan Kavlak; age, s.289-290.
16 Özge Öztekin, “Modern Türk Şiirinde Geleneği Yeniden Üreten Bir Şair:Nâzım Hikmet ve Metinlerarasılık”, Edebiyat
Fakültesi Dergisi, C. 25, S.1 (Haziran / 2008), s.148
17 Nazım Hikmet, Bütün Şiirler:6, Beyazıt Meydanındaki Ölü , Ortam Yay., İstanbul, 1978, s.116.
18 Nazım Hikmet; Henüz Vakit Varken Gülüm, YKY., İstanbul, 2009, s.58.
19 Abbas Zamanov; “Her Ulduzun Yéri Var…”,İki Ömrün İşığı, s.104.
285
Nizamî’nin felsefî derinliği, Nesimî’nin gayreti, Fuzûlî’nin insan sevgisi, Sabir’in keskin mizahı, Vakıf ’ın
şuhluğu, Vidadî’nin kederi ve Hadî’nin endişeli, huzursuz halini miras alan Resul Rıza da gelenekten
beslenerek öncü-yenilikçi şairler içerisinde kendi yerini almış bir şairdir19. Onun şiirinde Dede Korkut
söylemelerinin ritmi, üslubunu, bayatı ve mahnıların tadını bulmak mümkündür. Sabir ve Celil
Mehmedkuluzade beslendiği şairlerdendir. Bu anlamda her iki şair de için de alıntı, kolaj, gönderme,
anıştırma, yeniden yazma gibi biçimleriyle metinlerarasılık sıklıkla başvurdukları bir yöntem olmuştur.
Ayşe ATAY
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
Hani şu derya içre olup
Deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf 18
Hayâlî’nin dillere pelesenk olmuş beyti şu biçimdedir:
Cihan-ârâ cihan içindedir, arayı bilmezler
Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.
Rıza’nın “İblisle Söhbet” şiirinde edebiyatta öteden beri var olan iyi ile kötü mücadelesinde insanın
şeytanla sınanıp ona galip gelmesi yer bulur. “İki Meryem Oğlu”nda sanatçı, adlarının benzerliğinden
hareketle kendini Hz İsa ile insanlığın acılarını sırtlanmak anlamında karşılaştırır. “Kamança” şiirinde
ilk kan akıtma ve kardeş katli olarak kabul edilen Habil ile Kabil anlatmasına gönderme yaparken
“Promete”de insanın yılmaz gücü ve mücadelesini anlatmak için Yunan mitolojisinden yararlanır. Eski
Yunanlı filozof Ezop zamandan şikâyet için Resul Rıza’nın şiirlerinde hem adı hem üslubuyla yer bulur. İki
boynuzlu İskender, sihirli tüfek gibi mitolojik göndermeler yanında masal unsurları ve halk anlatılarına
da göndermeler yapan şair, “Hele Bu Harasıdır” şiirinde ejderha, Zümrüdü anka kuşu, yılanların dilini
bilen yaşlı Hintli, Nemrud, Şeddat, yedi anahtar, yedi qıfıl gibi masal ögelerine yer verir. “Nenem Déyerdi”
şiirinde Ay efsanesini hatırlatan şair “Nenemuç” şiirinde bir halk inanışına gönderme yapar.
286
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
Resul Rıza’nın Nâzım Hikmet’in şiirlerini Azerbaycan Türkçesine aktarması yanında şaire ithafen
yazdığı şiirler onun bu sanatçıya takdirini somutlaştıran örneklerdir. “Burda Bir İnsan Ölüb”, “Gülxane
Parkında Bir Ceviz Ağacı Var”, “Ulu Şair”, “Nazimle Görüş” şiirleri Resul Rıza’nın yakın dostu büyük şair
Nazım Hikmet’in ölümü ardından yazdığı şiirlerdir. “Burada Bir İnsan Ölüb” şiiri, M.Pavlova tarafından
Rusçaya çevrilmiş, “İntératurnaya gazeta”da yayımlanmış, Fransızcaya ve başka dillere de çevrilmiştir20.
Şair, sözü, yaptıkları ve istekleriyle “insan” diye tariflediği Nâzım’ın ölümünden duyduğu üzüntüyü “tuz
basılmış yara gibi kalbim sızladı”, “yeryüzünün toprağı, ağacın yaprağı” yandı sözleriyle ifade etmiştir.
“Ömrünün her günü, insanlığın ömrü-günü” olan böyle “iyi bir insanı yitirmek” çok acıdır. Resul Rıza,
dostunun ölümünü yakışıksız, zamansız buluyor olmalı ki ömrünü hep biraz daha uzatmak ve böylece
onu yaşatmak istemektedir:
Dédim:
-Héç olmasa yaşayaydı
gelen bahara kimi.
Gelen baharda ölseydi, yeqin
déyerdim:
-Kaş yayı göreydi.
Yayda ölseydi, yeqin payıza,
payızda ölseydi, qışa
möhlet isterdim.
Néyleyim, çox ağırdıryaxşı insanı
ebedi itirmek derdi.21
Mühlet isteyerek ölümü uzaklaştırmak böylece varlığı yaşar kılmak düşüncesi Sait Faik’in “Dülger
Balığının Ölümü” öyküsünü hatırlatmaktadır. Yazar, öyküde, balığın uzun ve meşakkatli bulduğu
ölümünden duyduğu üzüntüyü, balığın can çekişerek ölmesi yerine bu süreyi biraz daha uzatabilse belki
ölümü aşıp insanlar arasında yaşamayı öğrenebileceği gibi bir isteğe dönüştürmektedir. İnsanın değişmez
bir durum karşısındaki çaresizliğini kabullenmek yerine bu durumu biraz erteleyerek nihayetinde
tümüyle aşmak isteği sanırız tüm insanlara has bir dilektir.
Nâzım Hikmet’in “Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhane parkında” dizelerini hatırlatarak başlayan “Gülxane
Parkında Bir Ceviz Ağacı22” şiirinde Resul Rıza, “canı ceviz ağacında olan mavi gözlü dev”in ölümüyle
bir ceviz ağacının kuruduğunu, onun ölümüyle dünya-evinde büyük şairin tuttuğu yerin boş kaldığını
söylemektedir. “Ulu Şair23” şiirinde yine ölümü kabullenememe duygusunun izlerini buluruz. Bursa’nın
derin güzelliğini ve cezaevinin derin zulmetini betimleyen Resul Rıza, “Belki şair sağdır?” sorusunu
20
21
22
23
Gülrux Elibeyova, age,s.180.
Resul Rza; “Burda Bir İnsan Ölüb ”, Séçilmiş Eserleri, (Haz. Anar), C.I, Önder Neşr., Bakı, 2005, s.24
Resul Rza; “Gülxane Parkında Bir Ceviz Ağacı Var ”, age, C.I, s. 244-245.
Resul Rza; “Ulu Şair ”, age, C.I, s.245-247.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
yöneltmeden edememektedir Rıza, bir an şairin ölmesindense tutsak olup insanların onun bağımsızlığı
için seslerini dünyaya duyurmaya çalışmalarını tercih eder.
Nazım Hikmet, yine uykusunda Anadolu insanını görecek, Piraye’nin sesini işitecek, insanlık adına
yeni mücadele yolları düşünecektir. Oysa Uludağ da, Bursa zindanı da durmaktadır ancak ulu şair artık
yoktur. Resul Rıza’ya göre Nâzım, Bursa’daki cezaevinde ölmese de ölümüne sebep olan kalp hastalığı
ona buradan yadigardır. Resul Rıza’nın Türkiye’deki şairlere ilgisini de gösteren “Çınaraltı” şiirinde koca
çınar, ömrü insan ömrünü aşkın dolayısıyla ölümleri gölgesinde toplamış âdeta bir anı yığıncağı olarak
görülmektedir. Geçen zaman içinde Tevfik Fikret’in, Namık Kemal’in, Ahmed Haşim’in, Yahya Kemal’in,
Rıza Tevfik’in gölgesini şiir meclisine çevirdiği bu ağaç hayattadır, ancak bu şairler ölmüşlerdir. Resul
Rıza burada da Nâzım Hikmet’e anıştırma yapmakta, onu ulu çınarın -belki Osmanlı ve devamında
Türkiye’deki hükümetin- kurbanı olarak görmektedir:
Neylemişdi sene
o mavi gözlü çocuq.
Bursa zindanında
illeri illere calayanda,
ulu çinar.
Hele ne qeder qurbanlığın
insan var.24
24 Resul Rza; “Çinaraltı”, age , C.I, s. 248.
25 Aslan Kavlak; age, s.146.
287
Men seni görmedim, lakin bilirem:
Bir kommunist şair anasısan sen.
Menim de anam var, men kommunistem.
Demek tanıyıram seni görmeden.
…Ümid vérir onun sözü, yolu da,
emekçi kendliye Anadolu’da.
İstanbul fehlesi dost déyir ona,
Şé’rini gizlice qoyub qoynuna.
…Rus qızı Zoya’ya yazdığı dastan
Milyon dodaklarda neğmedir bu an.
Güneşli Sovyétler torpağında, bax,
Onun şé’ri gezir hey oymaq oymaq.
…Gelecek, bilirem, o sévinçli gün:
Qaranlıq zindanda dustaq gördüyün
Ayşe ATAY
Resul Rıza, 1950 yılında yazdığı ve 1951 yılında “İnkılâp ve Medeniyet” dergisinde yayımlanan “Şairin
Anası” adlı bir başka şiirinde Nâzım Hikmet’in annesine seslenmektedir25. Kendi gibi komünist bir
şairin, annesi olan bu kadını hiç görmemiş olsa da sureti karşısındadır, oğlu üstündeki emeğinin,
şefkatinin farkında olarak onu tanır gibidir. Resul Rıza, şiirde Nazım’ı ve komünizm ideallerini yüceltir.
Kendini komünist olarak nitelendirdiği şiirindeki ifadeleri ile Nâzım’ın sözleri ve yolunun, emekçi
köylüye umut vermesi, İstanbul işçisinin ona dost demesi, şiirlerinin koynunda gezdirilmesi, güneşli
Sovyetler toprağında şiirinin gezdiğinin söylenmesi buna örnektir. Nâzım Hikmet’in serbest bırakıldığı
gün, hayatın zulmet perdesini kırdığı, onu tutan cellâtların kolları bağlı olarak halkın ceza hükmünü
dinleyecekleri büyük, mukaddes bir gün olacaktır:
Oğlun duracaktır yanında azat.
Onun celladları qolları bağlı,
Dinleyecek xalqın ceza hökmünü…
İndiden görürem o böyük günü.26
Bu dizelerde bir şairin özgürlüğüne kavuşmasının ötesinde komünizmin onu esir eden güçlere galip
gelmesi arzusu sezilmektedir. Resul Rıza’nın yaklaşımının ideolojik olduğunu söylememiz mümkündür.
Nâzım Hikmet bazı şiirlerine şaşırtıcı, gözlenmeyen unsurlar katarak kavramları alışılageldik bakışın
dışında görüp algılamamıza yardımcı olur. “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?”
sorusu buna karakteristik bir örnektir. Nâzım Hikmet’in dizelerinde görüldüğü gibi Resul Rıza için de
sevmek her zaman sevilmeyi beraberinde getiren bir ön koşul olmayabilir. Sevilmediği hissine kapılan
âşık, kara kara düşünüp sevilmeyişine bir sebep arayabilir. Ancak sevilmemek sıradan, basit bir sebebe
de dayanabilir. Olmazlanan, kendisinden kaçan sevgilinin bu haline âşık için gözlerinin rengi, çenesinin
çıkıklığı, şekil almayan saçları hatta belki boyunun kısalığı bile bir bahane görülebilir. Resul Rıza bu
bahanelere bir muziplik katmayı da bilmiştir:
Axı tapmışam:
men sarımsağı sevirem,
sen öpüşmeyi.27
288
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
dizelerinde olduğu gibi.
Sanatını Rus devrimine adamış bir şair olan Mayakovski için şiir, toplumsal bir buyruğa hizmetle
görevli üründür. Ritmi, şiirsel yapıtın içinde baştan sona gümbürdeyerek ona ses veren temel öğe28 olarak
tanımlayan sanatçı için şiir matbu bir metin olmanın ötesinde kürsülerden kalabalıklara okunarak
kitleleri harekete geçiren bir buyruğun taşıyıcısıdır29. Sovyet Rusya’sında partinin edebiyata biçtiği
görev tam da böyle bir şeydir. Nazım Hikmet’in coşkun, dakik bir ritimle, güçlü natık edasında yazılmış
şiirlerinde kitleleri toplumsal bir buyruğa çağırış ve eyleme davet, âdeta bir haykırış sezilir. Şairin 1930
yılında yazdığı “Kerem Gibi” şiirinden aldığımız parça buna bir örnek teşkil etmektedir:
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit
-meğe
çağırıyorum….30
Aşağıda sosyalist realizm metodunu Azerbaycan şiirine kazandıran isimlerden Resul Rıza’nın “Bolşevik
Yazı(1931)” eserinden bir bölümü örnek veriyoruz:
26
27
28
29
30
Resul Rza; Séçilmiş Eserleri, (Haz. Anar), C.I, Azerneşr, Bakı, 1967, s.133-134.
Resul Rza; “Sade Sebeb”, Séçilmiş Eserleri, (Haz. Anar), C.II, Önder Neşr., Bakı, 2005, s.166.
Mayakovski; Şiir Nasıl Yazılır, (Çev.Yurdanur Salman), Yaşantı Yay., İstanbul, 1983, s.31.
Mayakovski; age , s.47-48.
Nazım Hikmet; Henüz Vakit Varken Gülüm, YKY., İstanbul, 2009, s.23.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Bir ses déyir:
Rza, durma!
Rza, yaz!
Yaza, yaz!
Qarşı günden gülümseyen
yaraşıqlı yaza, yaz!
Qırçın tarla,
Faraş qoza,
Bol pambıklı yaza, yaz!
Bu ses mene emrédir.
Bu ses
sesi sesim olan
bir varlığın emridir.31
Bu dizelerde Nazım Hikmet’in şiirlerinde gözlediğimiz insanı sarsan, eyleme geçirmeye çağıran yüksek
ritmi, eylem ve nidaların tekrarıyla sağlanmış güçlü iç sesi bulmamız mümkündür.
Nazım Hikmet ve Rus şairi Mayakovski gibi Resul Rıza da şiirle ilgili şekli deneme ve değişiklikler
yapmış bir şairdir. Dizeleri kırarak bir mısra düzeni oluşturduğu şiirleri buna örnektir. Görüntü olarak
andırdığı için Behçet Necatigil, bu şekil tercihini “merdiven şiir” olarak adlandırır32. Şiirin okuma ritmi
ve vurgusuna da etki eden kırık mısra düzenine “Soruş” şiirini örnek gösterebiliriz:
Od ne çekdi,
külden soruş!
Baş ne çekdi,
dilden soruş!
İşe susuz barmaqların
kederini insan bilir.
Neğmelerin hesretini
bir qırılmış télden soruş!33
Nâzım Hikmet, “Dostum Resul Rıza” başlıklı yazısında onun şiir tekniğinde dogmatik olmadığını
söyler. Çünkü sanatçı, şiirde ölçü ve uyağı kabul etmekle birlikte bu ahenk kaideleriyle şiirini
sınırlandırmamaktadır34. Nitekim Resul Rıza, “Kanonları Pozaraq” adlı makalesinde “Poeziya,
kanunlaşmış ölçü ve kafiye değil, fikrin, hissin, kavrayışın poetik ifadesidir ki, bu da başka unsurlarla
birlikte sözü şiire çevirir.35” derken bu tespiti doğrulamaktadır.
31
32
33
34
35
Resul Rza; “Bolşévik Yazı”, age, C.I, s.89.
Nurullah Çetin, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitap, Ankara, 2004, s. 159.
Resul Rza; “Soruş”, age, C.I, s.30.
Aslan Kavlak; age, s.336.
Resul Rıza, “Kanonları Pozaraq”, Séçilmiş Eserleri, C.4, Azerneşr, Bakı, 1974, s. 486-487.
289
“Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de; kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler de dar kafalıdır.
Şiir öyle de yazılır, böyle de… Ben şimdi bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de
yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersinin de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz, vezinsiz
şiir de yazıyorum. Sevdadan, barıştan da, inkılâptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de,
Ayşe ATAY
Nâzım’a göre ölçülü, ölçüsüz; uyaklı, uyaksız yazılabilecek olan şiirde ahenk yaratma kaygısıyla onu
biçimciliğe kurban etme tehlikesine düşülmemelidir:
kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz ediyorum; insana has her şeyin şiirime has olmasını
istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, bütün duygularının ifadesini bulabilsin…36”
Resul Rıza’nın, çağdaş Azerbaycan şiirine kentin konuşma dilini ve ahengini getirmiş olması yönüyle
de Sabir ananesini devam ettirdiğini belirten Nâzım Hikmet’e göre de “Konu ve mazmun yönünden şiire
sınır konulmadığı gibi, mazmunu yansıtan sözlere de sınır konulmamalıdır.37”
Resul Rıza’nın şiirin dili, biçimi konusundaki görüşleri ve şiirlerinde bunların somutlaşmış tezahüründeki
benzerliği yanında, poetikası tema, mazmun ve imgelem dünyası açısından değerlendirildiğinde Nazım
Hikmet ile güçlü bir biçimde benzeşen taraflar görülecektir.
“Bir renk değildir mavi, huydur bende/ Ve benim yetinmezliğimdir” diyen Edip Cansever’in dizelerini de
hatırlayarak Nâzım Hikmet’in şiirlerinin renklerle örülmüş bir tarafı olduğunu söylemeliyiz. Nazım’ın
şiirinde renk ögesi, şiirin içinde mazmunu besleyen dekoratif unsurlar olmanın ötesinde zaman zaman
duyular arası aktarmalar bazen somut duyguların ifadesi bazen de “Mavi Gözlü Dev”, “Saman Sarısı”
gibi şiirlerde görüldüğü üzere bizzat şiire adını verecek kadar ön plandadır. Resul Rıza’nın şiirlerine
bakıldığında da “Dünyayı renklerin dili ile görür ve öyle gösterir38” denmesi mümkündür. 1960’lı
yıllarla birlikte şiiri yeni bir soluk kazanan sanatçı için de renklerin dünyayı başka bir gözle görmek
ve göstermekle vazifeli bir işlevi olmuştur. Şair, “Rengler” şiir silsilesinde, satır altı anlamlar yüklenen,
simge ve metaforlarla güçlenen renklerle âdeta yeniden yaratılan dünyanın dilini sunar bize. Medine
Sivri, Fransız şairlerden çeviri yapabilecek kadar Fransızcayı iyi bilen bir ressam anne ve dolayısıyla
resim yapma tutkusuyla iç içe büyüyen Nazım Hikmet’in resim ve ressamlarla yakından ilgili olmasının
şairde renklere karşı ayrı bir hassasiyet geliştirdiği tespitini yapmaktadır. Sivri, Paul Eluard ve Nazım
Hikmet’te renklerin kullanımından bahsettiği eserde Eluard gibi gerçeküstücü çizgide olmasa da
Nazım’ın alışılmadık bağdaştırmalar ve olağanüstü benzetmelerle dönüştürücü bir unsur olarak
renklerden faydalandığını ifade etmektedir39.
290
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
Nâzım’ın Vera Tulyakova’ya ithafen yazdığı “Saman Sarısı” şiirinde:
genç bir kadın uyuyordu alaca karanlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı40
dizelerinde kirpiğin mavi oluşu alışılmadık bir durumdur. Yine kırmızı rengi şımarıklık ve somurtkanlık
gibi gözlenilmeyen iki özelliği beraberce çağrıştırmaktadır.
Resul Rıza şiirindeki metafiziğin, sözle rengin ayrılmaz birlikteliği üzerine kurulduğu düşüncesinde
olan Rüstem Kamal, şairin şiirlerine sanatçının ışık dilini bilmekle nüfuz edilebileceği görüşündedir.
Kamal, Resul Rıza’nın şiirinde renkler içerisinde hem peyzaj elementi hem de faal poetik figür olarak
beliren sarı renginin ayrı bir önemi olduğunu belirtir41.
Tenhalığın, qüssenin
rengi varsa,
sarıdır
dizelerinde görüldüğü üzere yalnızlık, sarı rengin ilişkilendirildiği duygular içerisindedir.
36 Anar; Nazım Hikmet, Kerem Gibi , Bengü Yay., Ankara, 2009, s. 35.
37 Aslan Kavlak; age, s.336-337.
38 Kamran Aliyev; “Resul Rıza’nın Sanat Yolu”, Kardeş Kalemler Aylık Avrasya Edebiyat Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği,
Y:4, S: 40, Nisan-2010, s.30.
39 Medine Sivri; Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te Renklerin Dili, Kanguru Yay.,Ankara, 2008, s.87.
40 Nazım Hikmet, Bütün Şiirler:6, Beyazıt Meydanındaki Ölü , Ortam Yay., İstanbul, 1978, s.93.
41 Rüstem Kamal; “Resul Rza: Günün İşıq Felsefesi”, Resul Rza: Ömrün Birinci Yüz İli , Élm ve Tehsil Bakı, 2011, s. 86-89.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Resul Rıza, “Rengler” şiir silsilesinde “Saman Sarısı” adını verdiği parçada Nâzım’ın memleket hasretini
ve inandığı idealin yıkılışından duyduğu pişmanlığı somutlaştırır:
Anadan olduğu evin
çılpaq divarlarına hasret.
Péşmanlıq qoxuyan heqiqet.
Qürubun şefeqlerinde
Yaralı qelbine méydan oxuyan
Nazim Hikmet
Ve onun ağrılı mehebbeti.42
Resul Rıza şiiri alışılmadık çağrışımlarla zenginleşen renkler metafor ve mazmunlarla yüklüdür.
“Üvertür” şiirinde renklerin alışıldık kabullerine karşı çıkan Rıza, Rengler silsilesindeki diğer şiirlerinde
renkleri âdeta kendi algı ve dünya duygusuna göre yeniden tanımlar. “Sevince Çalan Beyaz”, Muhabbete
Çalan Beyaz”, “Teselliye Çalan Mavi”, “İnanca Çalan Kırmızı”, “Derde Çalan Siyah” gibi şiirleriyle rengin
duygu dünyasında gezinir.
“Nazım, Anadolu köylerindeki insanların ağır yaşam şartlarını; kendi yurdunda ve Rusya’da acı “insan
manzaralarını” gördükten sonra, 1920’li yıllarda Moskova’ya bir “kurtuluş tapınağı”na gelir gibi gelmişti.43”
Şair, “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü bu ruh hali içinde yazmıştır:
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaapt edeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır
gök bakır
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!44
Vecihi Timuroğlu, Nazım’ın şiirinde köklü öğelerinin bulunduğunu söylediği Marksçı hümanizmin,
bireylerin ortaklaşa üretime yönelerek, toplumla bağlar kurarak mutluluğa ulaşabilecekleri yolundaki
kolektif bilince yaslandığını belirtmektedir. İnsanlık aşığı bir devrimci olan Nâzım’ın özlemini duyduğu
adil, barış dolu dünya için “Hürriyet Kavgası” safları sıklaştırılarak verilebilir45.
42
43
44
45
46
Resul Rza; age, C. III., Önder Neşr., Bakı, 2005, s. 235.
Anar; Nazım Hikmet ,Kerem Gibi, Bengü Yay., Ankara, 2009, s. 59.
Nazım Hikmet; 835 Satır , YKY, İstanbul, 2012, s. 12-13.
Vecihi Timuroğlu; “Hümanizm ve Nâzım Hikmet”, Sözcükler, İki Aylık Edebiyat Dergisi, N:2011/2, s. 46.
Resul Rza; age, C.I, s.47.
291
diyen Nâzım, insanın özgürlüğüne pranga vurmaya kalkan tüm güçlerin karşısında olup şiirinde
hem mazmun hem de şekilce bu duruşu yansıtmaya çalışmıştır. İnsana duyduğu sevgi ve inanç tüm
şiirlerinde bir leit-motif olarak yer alan Resul Rıza da ezilen, sömürülen tüm halkların bağımsızlığını
arzulamakta, tarih boyu putlaştırılan güçlere karşı durmaktadır. “Elcezairli Dostuma” hitabını eklediği
“Azadlıq” şiirinde esaret, yaralı bir ülkenin üzerine dikilmiş kan lekeli bir bayrak olarak betimlenirken,
bağımsızlık gününün coşku ve arzusu “qollarını géniş açdı insan./qucaqlaşdı güneş, hava, torpaq”46
Ayşe ATAY
Kapansın, bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…
ifadesiyle somutlaştırılır. İnsanın gücü üzerinde başka bir güç olmaması gerektiğini düşünen Rıza,
“Rotterdamda Heykel” ve “Xeops” eserlerinde ilahlaştırılmış taşla, hiçleştirilmiş insan tezadını ortaya
koymaktadır47.
Esline baxsan,
Her ikisini yaradıb insan
Biri qatar-qatar iller boyu
qalxıb ağır-ağır,
qulların küreyinde.
Biri qanlı bir günün balasıdır.
Her ikisi insan oğlunun
zülm abidesi,
felaket qalasıdır.48
Vasili Vasiliyeviç Vereşçagin’in “The Apotheosis of War(1871)” tablosuyla, Mısır piramidi Keops, biri
kanlı savaşın trajik sonunu resmeden kafatasları diğeri firavun mezaliminin abideleşmiş hali olarak
hümanist şairin şiirinde lanetlenmek üzere bir araya gelmiştirler.
292
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
Nazım Hikmet’in insanlığın dertlerini dert edinen bilincinde vardığı nokta “Kerem insanı”dır. Kerem
insan, aydınlığın ateşini yakmakla kalmayıp gerekirse bu ateşte yanan kişidir. Nazım, en bireysel halinde
bile insanlığı dert edinen bilinçten sıyrılmaz. Fuzulî’nin dillere pelesenk olmuş
Dost bîperva felek bîrahm devrân bîsükun
Dert çok hemdert yok düşmen kavî tali’ zebun
beyti Nazım’da “Deeeert çok,/ hemdert/ yok” ifadesiyle hatırlanır.
Ben yanmazsam
Sen yanmazsan
Biz yanmazsak,
Nasıl
Çıkar
Karan
-lıklar
aydın
-lığa.
sözleri insanlığın derdini içselleştirmiş Kerem insanın sorumluluk yükünü gösterir.
Yunus Emre’nin “Sen kendine ne sanursan/ ayruğa da onu san.” bilinci Resul ile Nazım’ı derin bir kökte
birleştirir. Resul Rıza da tıpkı Nazım Hikmet gibi insanlığın derdini dert edinmiş bir sanatçıdır. Rıza da
bir başka biçimde Fuzuli’yi hatırlatır:
Kime deyim derdimi
Dünya dolu adamdır
Resul Rıza’nın dünya derdine müptela hali
Meni yatmağa qoymur
dünyanın derdi,
toprağın ağrısı.
47 Rahid S Ulusel; Ustad Resul Rza,(Böyük Azerbaycan şairi Resul Rza’nın 100 illiyi münasibetile), “Letterpresss” Yay.,
Bakı, 2010, s.47.
48 Resul Rza, age, C. I, s.285.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
ifadesinde oldukça nettir. Şair bu derdi karşısında anlaşılamamak, susmak, susturulmaktan kaynaklanan
başka bir acıya gark olur. Tezatlar içinde sunulan duygu kalabalıklar içindeki yalnızlıktır: çok içinde bir
azat tutsak gibi…
“Rusya’yı anlamazsınız, sadece ona inanırsınız.” diyen Aleksandr Puşkin’in bu sözü bir dönem
komünizme yürekten inanmış Resul Rıza ile Nâzım Hikmet’in yaşadıkları hayal kırıklığını somutlaştırır
mahiyettedir. Dava ortağı olmuş bu iki şair bu anlamda da kadersel bir birlikteliği paylaşmışlardır.
Sovyetler Birliğinde Stalin’in ölümü ardından, 1956 yılında Kruşçev tarafından sistemin günahları
ifşa edildiğinde komünizme yürekten bağlı bu iki şairin yaşadığı hayal kırıklığından bahseden Beşir
Ayvazoğlu, Nâzım’ın dostu Resul Rıza’ya itirafına yer verir: “Kardeşim, buranın hürriyetindense,
Türkiye’nin mapushanelerinde yine on beş yıl yatmaya razıyım.49”
Resul Rıza’nın oğlu Anar da konu ile ilgili düşüncelerini aktarırken “Ne hazindir, hayatın ne garip
cilvesidir ki, burada, Türkiye’de Türk milliyetçileri tarafından “hain” ilan edilen şair, orada, Sovyetler’de,
Doğu Bloku’nda Türkçenin direniş kaynaklarından, Türklüğün yapıcılarından biridir.50” demektedir. Anar,
çeşitli vesilelerle komünizm ideali karşısında bu insanların takındıkları tavrı ve düştükleri çelişkileri
anlaşılmasını sağlayacak yorumlarda bulunmaktadır. Sanatçı, kendisiyle yaptığımız bir röportajda
düşüncelerini şöyle aktarmaktadır:
“Sovyetler Birliği demir perde ile dünyadan ayrılmıştı, dünyada ne olup bittiğine dair bizim hiçbir
bilgimiz yoktu. Batı dünyasında her şey açık ortadayken orada da en büyük insanlar Lenin’e, Stalin’e
inanıyorlardı. Picasso, Aragon, Nazım Hikmet gibi sanat ve düşün insanları inanıyorlardı. Komünisttiler.
Bunları suçlamak yanlıştır. Komünizm ideası, Lenin ve Stalin, 20. asrın en büyük mistifikasıydı.
İkincisi… Batı toplumu, kapitalist dediğimiz toplumun çoklu tezatları var. Sistemin açmazları, kötülük
ve adaletsizlikleri var. Bu yüzden insanlar komünizmi kapitalizme alternatif olarak görüyorlardı. Batı
dünyası ve kapitalizm böyle kötüyse Sovyetler ve komünizmin iyi olduğunu düşünüyorlardı. Ama
onlar bilmiyorlardı, bu sistemde yaşamanın ne olduğunu biz biliyorduk. Biz de kapitalizmin güzel bir
şey olduğu yanılgısındaydık. Bir fıkra var, her zaman onu örnek veririm. Sovyet propagandası bize
sosyalizm hakkında ne söylediyse hepsi yalan oldu ama kapitalizm hakkında söylediklerinin hepsi
doğru çıktı. Azerbaycan’ın bugününde biz bunu gördük.51”
Nitekim Resul Rıza’nın 1960’lardan itibaren yazdığı şiirlerde gözlediğimiz dünya görüşü ve algısı
değişikliği, sisteme karşı yoğunlaşan keskin eleştiri bu durumu ortaya koymaktadır. Şairin Mikayıl
Müşfik’in şahsında repressiya kurbanlarına adanmış olarak görebileceğimiz “Qızıl Gül Olmayaydı”
poeması ve yine “Rengler” silsilesi içerisindeki şiirleri bu değişen tavrın sadece birkaç örneğidir.
49 Beşir Ayvazoğlu, “Nazım ve Resul Rıza”, (Cuma Yazı Köşesi), Zaman Gazetesi, 27 nisan 1998.
www.zaman.com.tr. E.T.: 13.04.2014
50 Anar; Nazım Hikmet, Kerem Gibi, Bengü Yay., Ankara, 2009, s.6.
51 ATAY, Ayşe; “Anar ile Resul Rıza Üzerine Röportaj”, Bakü, 30.01.2014, (bk. Resul Rıza: Hayatı, Sanatı ve Şiirleri; Ekler/
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi)
293
Nazım Hikmet, Resul Rıza için; şiirden mücadele ve etki aracı olarak faydalanmak, şiiri alışıldık
kalıplarından kurtararak çağın gereklerini karşılayabilecek biçimde yeniden tanzim arayışlarında olmak
gibi bakımlardan beslendiği kaynaklar arasında olmuştur. Resul Rıza, dünya algısı, gelecek tasavvuru ve
idealleriyle yakınlık bulduğu bu istidatlı şairin, Türk şiirine getirdiği yenilikten feyz almış; sanat hayatını,
Nazım Hikmet’in Anadolu sahasında yaptığı işi Azerbaycan edebiyatında gerçekleştirmeye adamıştır.
Bu iki şair arasında edebiyatımızın geleneksel nüvelerinden çağdaş sanatı yaratacak biçimde istifade
etmek, şiirin söz ve konu dağarcığını genişletmek, türler arasındaki ayrımı azaltmak gibi bakımlardan
Ayşe ATAY
Sonuç
ortaklıklar bulunmaktadır. Her iki şairin üsluplarında alışılmadık bağdaştırmalar, coşkun söyleyiş, natık
edası, zaman zaman kırılgan bir naiflik, aşkın bir lirizm bulmak mümkündür.
Sonuç olarak haklı ünü ülkesinin sınırlarını aşmış Türk şairi Nâzım Hikmet’in ortak köklerden beslenip
benzer süreçler yaşayan Azerbaycan edebiyatında serbest ve yeni soluklu Türk şiirinin yerleşmesi
noktasında özellikle Resul Rıza’nın sanatında somutlaşan etkisi aşikardır. Resul Rıza, şiirlerinde gözlenen
tema ve söyleyiş yakınlığı yanında, fikir ve dava ortağı olmuş bu şair dostuna ithaf ettiği şiirleri ve
makaleleri, Azerbaycan Türkçesine aktardığı şiirleri ile de şairin sanatına duyduğu takdiri belirtmiştir.
Kaynakça
ALİYEV, Kamran; “Resul Rıza’nın Sanat Yolu”, Kardeş Kalemler Aylık Avrasya Edebiyat Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği,
Y:4, S: 40, Nisan-2010.
ANAR; Mübarize Bu Gün De Var, Nurlan, Bakı, 2002.
_______; Nazım Hikmet , Kerem Gibi, Bengü Yay., Ankara, 2009, s. 59.
ATAY, Ayşe; “Anar ile Resul Rıza Üzerine Röportaj”, Bakü, 30.01.2014, (bk. Resul Rıza: Hayatı, Sanatı ve Şiirleri; Ekler/ Ege
Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi)
AYDEMİR, Aydın; Nâzım , Broy Yay., İstanbul, 1986.
AYDOĞDU, Tahsin; “Nâzım Hikmet’in Yankısı İspanya’da”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,
53,2(2013), s.136-137.
AYVAZOĞLU, Beşir; “Nazım ve Resul Rıza”, (Cuma Yazı Köşesi), Zaman Gazetesi, 27 nisan 1998. www.zaman.com.tr.
E.T.: 13.04.2014.
BAYAT, Füzuli; “ Düşünceler Şairi-Resul Rza”, Resul Rza, Ömrün Birinci Yüz İli, Élm ve Tehsil, Bakı-2011, s. 54-69.
BEHRAMOĞLU, Ataol; Rus Edebiyatının Öğrettiği, Everest Basım Yayın, I.Basım Şubat 2008, İstanbul.
ÇETİN, Nurullah; Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitap, Ankara, 2004.
ELİBEYOVA, Gülrux; Axtarışlar, Kéşfler, (Resul Rzanın Heyat ve Yaradıcılığı), Azerbaycan Dövlet Neşr., Bakı,1970.
HİKMET, Nâzım; Sanat ve Edebiyat Üstüne, (Haz. Aziz Çalışlar), Bilsan A.Ş. Bilim ve Sanat Kitapları, İstanbul, 2004.
_________; 835 Satır, YKY, İstanbul, 2012.
_________; Henüz Vakit Varken Gülüm, YKY., İstanbul, 2009.
294
Resul Rıza Şiirlerinde Nâzım Hikmet Etkisi
_________; Beyazıt Meydanındaki Ölü , Bütün Şiirler:6, Ortam Yay., İstanbul, 1978.
_________;“İkinci Nefes”, İki Ömrün İşığı,(haz: R.Hüseynov, N.Şemsizade), Gençlik, Bakı, 1987, s. 24-25.
KAMAL, Rüstem; “Resul Rza: Günün İşıq Felsefesi”, Resul Rza: Ömrün Birinci Yüz İli , Élm ve Tehsil Bakı, 2011.
KAVLAK, Aslan; “Bakü’ye Gidiyorum Ay Balam”, Nâzım Hikmet’in Azerbaycan’daki İzleri (1921-1963), YKY,
İstanbul, 2007.
MAYAKOVSKİ, Vladimir; Şiir Nasıl Yazılır, (Çev.Yurdanur Salman), Yaşantı Yay., İstanbul, 1983.
ÖZTEKİN, Özge; “Modern Türk Şiirinde Geleneği Yeniden Üreten Bir Şair: Nâzım Hikmet ve Metinlerarasılık”, Edebiyat
Fakültesi Dergisi, C. 25, S.1 (Haziran / 2008), s.129-150.
RZA, Resul; Séçilmiş Eserleri, C. IV, Azerneşr, Bakı, 1974.
_________; Séçilmiş Eserleri,(Haz. Anar),5 Ciltte, Önder Neşr., Bakı, 2005.
_________; Çınar Ömrü,(Haz. Sabahattin Çağın), Ötüken Neşr, İstanbul, 1998.
SİVRİ, Medine; Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te Renklerin Dili, Kanguru Yay.,Ankara, 2008.
TİMUROĞLU, Vecihi; “Hümanizm ve Nâzım Hikmet”, Sözcükler, İki Aylık Edebiyat Dergisi, N:2011/2, s. 39-49.
ULUSEL, Rahid S; Ustad Resul Rza,(Böyük Azerbaycan şairi Resul Rza’nın 100 illiyi münasibetile), “Letterpresss” Yay.,
Bakı, 2010.
ZAMANOV, Abbas; “Her Ulduzun Yéri Var…”,İki Ömrün İşığı, (Haz. R.Hüseynov, N. Şemsizade), Gençlik, Bakı, 1987,
s.103-104.
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
DOĞU VE BATI EDEBİYATLARINDA AŞK KAVRAMININ
FELSEFÎ TEMELLERİ
PHILOSOPHICAL FOUNDATIONS OF THE CONCEPT OF
LOVE IN EASTERN AND WESTERN LITERATURE
*Engin GÜNEŞ
Özet
Aşk nedir? Geçici bir arzu mu? Kara sevda mı? Üremek için bir araya gelmek mi? Zamanla geçecek bir yangın
mı? Tanrı’da yok oluş mu? Bu soruya verilecek yanıt olabildiğince bireysel bir duygu yoğunluğunu içinde
barındırmakla birlikte, bireyin duygusal tutumlarında da kültürel kodlarının büyük etkisi olduğu göz ardı
edilmemelidir. Bu bağlamda iki temel kültür, iki temel dünya ve iki temel edebiyat karşımıza çıkmaktadır. Bu
iki kültürün aşk kavramı hakkında birbirine benzer ve farklı yönleri bulunmaktadır.
Her iki kültürde de aşk kavramı dini inanışlara dayanmaktadır. Batı aşkı bir günah olarak algılar ve âşık
olunca Tanrısından uzaklaşır. Doğu, aşkı Allah’ına kavuşmak için bir vasıta olarak görür. Batı’da aşk tutkudur.
Doğu’da ise yanmaktır. Batıda aşk bedeni temsil eder ve somuttur. Doğu’da ise aşk ideal olandır ve somut
gerçekliklerin ötesindeki manevi olanı arar. Batı edebiyatında vuslat esasken Doğu’da firak hatta nâr-ı firak
makbuldür.
Batı’da güzellik olabildiğince nesnel Doğu’da olabildiğince özneldir. Batı edebiyatında kahraman herkesin
sevdiği, beğendiği kıza âşık olur. Doğu edebiyatında âşık, maşukunu dilden dile anlatılan bir efsane haline
getirir ki kızı gören halk şaşkınlık içinde bu muymuş Leyla diye hayıflanırlar.
Aşkın ele alındığı bu çalışmada Shakespeare’in Romeo ve Juliet adlı eseri ile Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk adlı
eseri karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Bu iki eser çalışmanın amacı doğrultusunda içerik yorumlaması
yöntemi ile ele alınacaktır. Aşk kavramı ekseninde, iki eser ve temsil ettikleri medeniyetler mercek altına
alınacaktır. Her iki medeniyetin aşk kavramı hususunda inandıkları ve hissettikleri felsefî bir bakış açısıyla
irdelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Aşk, Doğu Edebiyatı, Batı Edebiyatı, Romeo ve Juliet, Hüsn-ü Aşk
In both cultures, religious beliefs are based on the concept of love. Whereas West perceives love as a sin to be away
from God, East perceives it as a means to reach the God. While love is passion in the West, it is fire in the East.
* Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, [email protected]
295
What is Love? Is it a temporary desire? An infatuation? Breeding by coming together? A fire over in due course?
Annihilation from God? The answer to these questions in the intensity of emotions can accommodate an
individual, but an individual’s emotional attitudes have a huge impact on the cultural codes that should not be
ignored. In this context, two main cultures, two basic and two main literary worlds come up. These two cultures
are similar and have different aspects about the concept of love.
Engin GÜNEŞ
Abstract
Love represents body in the West and it is solid. Love is an ideal looking for spiritual beyond the concrete reality,
though. “Ultimate Union” is basic in the West, but literature firak even nâ-i firak is desirable in the East.
While beauty is as objective as possible in the West, it is as subjective as possible in the East. Hero in the literature
of the West falls in love with the girl whom everybody loves. Yet In the literature of the East, lover Mecnun turns
his beloved into a myth, as such, people resent about Leyla who is beloved.
Love has been dealt with in the study. Shakespeare’s Romeo and Juliet and with his work-ü Aşk Sheikh Hosni
Winners will be studied by comparing their works. These two works for the purposes of the study will be discussed
by the method of interpreting the content. On the axis of the concept of love, their two works will be under the
spotlight of civilizations. Both civilizations will be evaluated in the framework of love term which has been
believed and felt by them through an outlook of philosophy.
Keywords: Love, Eastern Literature, Western Literature, Romeo and Juliet, Hüsn-ü Aşk
296
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
Giriş
Sözlükte “Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda”(tdk.gov.tr). Şeklinde tanımlanan, aşk kelimesi,
Kuzubaş (2010)a göre Farsça, ışk kökünden türetilmiş olup zehirli sarmaşık anlamına gelmektedir.
Banarlı(1997) ise Türkler ‘in ışk kelimesinin söylenişini daha kuvvetli hale getirmek için aşk şekline
çevirdiklerini belirtir. Sevgi sözcüğünün bütün dillerde bir karşılığı olmasına rağmen “Aşk’ın bütün
kültür ve medeniyetlerde, ortak bir biçimde ve aynı içerikle algılandığını ve öyle yaşandığını sanmak bir
önyargıdır”(Taftalı, 2004: 255). Çalışmada aşkın edebî alanda en iyi şekilde ifade edildiğine inanılan iki
eser seçilmiştir. Batı edebiyatını temsilen Shakespeare’in Romeo ve Juliet adlı eseri ele alınırken, Doğu
edebiyatını temsilen Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk adlı eseri seçilmiştir. “William Shakespeare, İngilizcenin
en büyük yazarı ve dünyanın seçkin drama yazarı kabul edilen İngiliz şair ve oyun yazarıdır. Oyunları
bütün büyük dillere çevrildi ve diğer bütün oyun yazarlarından daha çok sergilendi”(tr.wikipedia.org).
İngiliz şaire karşın Şeyh Galip “26 yaşında Türk edebiyatında mesnevi türünün en başarılı örneklerinden
biri sayılan Hüsn-ü Aşk adlı eserini tamamladı. Gâlib’in asıl şöhretini sağlayan, kendisinin de övündüğü
bu mesnevi 2101 beyitten meydana gelmiştir. Çok genç yaştayken güçlü bir şair ve geniş kültürlü bir aydın
olarak tanındı”(www.semazen.net). Şeyh Galip 42 yaşında, Shakespeare ise 52 yaşında ölmüştür. İki şair
de genç denebilecek yaşta hayata gözlerini yummuştur. İki eser de yazarlarının gençlik dönemlerinde
verilmiştir ve yazın alanındaki dehalarını ortaya koymaktadır.
Her iki eser de aslında anonimdir. Doğu ve Batı edebiyatlarını temsil eden bu iki şair önceden işlenmiş olan
bu hikâyeleri ustalıklarını kullanarak yeniden yorumlamışlardır. Hikâyelerin konusu öznel olmamakla
birlikte sunumlar eşsiz bir orijinalliktedir. “Shakespeare’in bu oyun için esinlendiği kaynak, 1563’te genç
yaşta boğularak ölen Arthur Broke adlı ozanın 1562 yılında yazdığı Romeus and Juliet adlı şiirdir. Bu ozan
da şiirine kaynak olarak Boisteau’nun Fransızca öyküsünü almıştı. Boisteau ise bu öyküyü Bandello’nun
İtalyanca öyküsünden aktarmıştır”(Romeo ve Juliet çeviren notu). Aynı şekilde Şeyh Galip Hüsn-ü Aşk
adlı eserinde “Esrârını Mesneviden aldım/Çaldımsa da mirî malı çaldım” (Şeyh Galip, 1992: 91) diyerek
eserin özünü Mevlânâ’nın mesnevisinden aldığını söylemektedir. Hz. Mevlana’nın şu beyitleri adeta
Hüsn ü Aşkın özeti gibidir. “Kimi âşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber maşuk
tarafından sevildiği cihette maşuktur da”(Mevlana,1995: 126 ). Yani seven kişi aynı zamanda sevgilidir.
Romeo ve Juliet’in hikâyesini Dilek(2010: 60) e göre kısaca özetleyecek olursak: Romeo’nun mensup
olduğu Montegue ailesiyle Capulet ailesine mensup Juliet’in aileleri arasında geçmiş yıllara dayanan bir
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
düşmanlık vardır. Romeo, Juliet’in evinde düzenlenen bir maskeli baloya kimliğini gizleyerek katılır. O
günlerde Rosaline adlı bir kıza ilgi duymasına rağmen baloda gördüğü Juliet’e âşık olur. Juliet de Romeo’nun
duygularına karşılık verir. Juliet’in dadısı iki sevgili arasında haberleşmeyi sağlar. Bu arada, Juliet, ailesi
tarafından Kont Paris ile evlendirilmek istenir. Romeo, Rahip Laurance’e giderek Juliet ile evlenmek
istediğini söyler. Rahip Laurance, iki genci gizlice evlendirir. Juliet’in dadısı da onlara yardım eder. Kısa
bir süre sonra Romeo, Juliet’in kuzenlerinden Tybalt’ı bir kavgada öldürür. Bunun üzerine Verona prensi
Escalus, Romeo’yu Mantua’ya sürgüne gönderir. Juliet ve Kont Paris arasında düğün hazırlıkları başlar.
Juliet, gizlice Rahip Laurence’in yanına gider. Rahip Laurence, Juliet’e istemediği evlilikten kurtulması
için onu kırk saat ölü gibi gösterecek bir iksir verir. Aynı zamanda Rahip, Romeo’ya durumu anlatan
bir mektup yazar. Ancak, mektup Romeo’ya zamanında ulaşmaz. Romeo, uşağı Balthasar’dan Juliet’in
öldüğünü duyunca yanına zehir alarak gizlice Verona’ya döner. Juliet ise, iksiri içmiştir ve ailesi onu öldü
zannederek defneder. Verona’ya dönüp Juliet’in mezarına gelen Romeo, burada Kont Paris ile karşılaşır.
İkisi arasında çıkan kavga neticesinde Paris ölür. Ardından Romeo, Juliet’in yanına yatarak zehri içer ve
ölür. Rahip Laurence, mezarlığa gelir, Juliet’i uyandırır. Romeo’yu ölmüş olarak gören Juliet, Romeo’nun
hançerini alarak kendini öldürür. Başından sonuna kadar olayların tek şahidi olan Rahip Laurence,
ailelere tüm olanları anlatır ve bundan sonra iki aile arasındaki düşmanlık sona erer.
Batı’da Romeo ve Juliet, Doğu’da Hüsn-ü Aşk
Shakespeare’in oyununda Romeo âşık olmak için birini arayan delikanlı bir genç rolünde karşımıza
çıkmaktadır. Romeo öncelikle Roseline’e âşık olduğunu iddia etmekte fakat aşkına karşılık bulamamaktan
yakınmaktadır. Roseline’e âşık olan Romeo ve kuzeni arasındaki konuşmada bu karşılıksız aşktan
bahsederler:
297
Her iki eser de kendi kültür alanlarında hatta tüm dünyada meşhur olmuştur. Bu eserlerin etkileri edebî
ve düşünsel alanda devam etmekte hatta sinema, tiyatro vb. alanlarda dahi ilham kaynağı olmaktadır.
“İngiliz yazar William Shakespeare’in, günümüzde ölesiye aşkın sembollerinden Romeo ve Juliet hikâyesi
bugün de Verona’yı cazibe merkezi yapmaya devam ediyor. Juliet’in evi ve Romeo’nun altında kendisine
aşk şiirleri okuduğu balkonu ziyaretçi akınına uğruyor”( karagoztravel.com). Gâlib ise eseriyle, “Genceli
Nizâmî’yi örnek alan Türk mesnevi edebiyatını sona erdirir ve hiçbir edebiyatta eşine rastlanmayacak bir
şaheser ortaya koyar” (Bilgegil, 1992: 17). “Hüsn ü Aşk, bir Türk binyılının şiirsel pratiğinin doruğu ve
tamamlanışıydı.” (Holbrook 2008: 15). Şeyh Galip’in bu eserinden etkilenerek birçok tiyatro oyunu da
kaleme alınmıştır ve hâlâ sergilenmektedir.
Engin GÜNEŞ
Hüsn-ü Aşk’ı Koçakoğlu(2012: 168) na göre kısaca özetleyecek olursak: Hikâye alâmetlerle dolu bir
gecede Ben-i Muhabbet adlı bir kabilede, Hüsn ve Aşk adlı iki çocuğun dünyaya gelmesi ile başlar.
Birlikte Mekteb-i Edeb’e devam edebilecek yaşa geldiklerinde, bu iki çocuk Molla Cünun adındaki
hocadan ders okudukları sırada birbirlerine âşık olurlar. Bir gün Nüzhetgâh-ı Ma’nâ’da yani anlam
bahçesinde gezinirlerken, yaşlı bir bilge olan Sühan ile karşılaşırlar. Bu yaşlı bilge iki gence yardımcı
olur. Kabilenin ileri gelenlerinden Hayret, bu ikiliyi görene kadar bu gizli birliktelik devam eder. Hayret
bu aşkı yasaklayınca, Aşk kabile büyüklerinden Hüsn’ü istemeye gider. Ancak onlar da Aşk’ı bir sınava
tabi tutacaklarını, bunun için Diyâr-ı Kalp’teki kimyayı getirmesi gerektiğini söylerler. Bunun üzerine
Aşk, tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Çeşitli kılıklara giren Sühan, yol boyu Aşk’a ve yol arkadaşı Gayret’e
rehberlik edip, onları çeşitli engellerden kurtarır. Yolculuk sırasında çeşitli tuzaklarla karşılaşan Aşk, en
sonunda Diyâr-ı Kalp’e vardığında anlar ki Aşk, aradığı (Hüsn) aslında kendi içindedir. Hüsn, ondan hiç
ayrılmamış, hep kendisiyle birlikte olmuştur. Bu yüzden Aşk’ın yolculuğu kendini bulmaya yönelik bir
iç seferden ibarettir.
ROMEO
Ve iffetten bir zırh ile korunup silahlandığından
Etkilenmiyor aşkın çocukça oklarından,
Ölünce çünkü güzelliğiyle birlikte gidecek varı yoğu.
BENVOLlO
Kız kalmaya ant içmiş desene.
ROMEO
Öyle, bu tutumluluğu sürüklüyor onu israfa
BENVOLlO
Beni dinle ve onu düşünme, unut!
ROMEO
Öğret bana, nasıl unutulur düşünmek?
BENVOLlO
298
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
Özgür kıl gözlerini; başka güzellere bak! (Shakespeare, 2006: 27).
Yukarıdaki dizelerden anladığımız kadarıyla iffet ve aşk birbirlerine zıt kavramlar ve Shakespeare’e göre
Roseline’nin güzelliği ölünce kendisiyle beraber gidecek, yani bakire kalmaya yemin eden Roseline
bir erkeğin aşkına sonuna kadar kapalı kalmaya karar vermiştir. Bu anlayış Batı’nın Hristiyanlığı
yorumlaması ile yakından alâkalıdır. Çünkü Hristiyanlık aşkı ve cinselliği birbirinden ayırt etmez ve
cinselliği insanlığa verilmiş bir ceza olarak düşünür. “ İlk Hristiyan filozoflardan Augustinus’un, irade
dışı oluşu dolayısıyla insanı ister istemez utandırdığını söylediği cinsî arzu, hemen her zaman imanın
karşısına konulmuş ve şeytanın kışkırtma araçlarından biri olarak kabul edilmiştir. Augustinus’a göre,
Adem peygamber eğer memnu meyveyi yemeseydi, cinsî alâka şehevi duygulara ihtiyaç hissedilmeksizin
devam edecekti. Bu bakımdan, Hristiyanlık ’ta evlilik bile aşağı bir kurum olarak görülür ve kadın Kutsal
Bakire lik açısından yüceltilir” (Ayvazoğlu, 1996: 62). Hristiyanlık ’ta kadınlığın modeli Kutsal Bakire
Meryem’dir.
Eradam (2004)a göre Batı’da aşkın birkaç formu vardır: karşılıksız aşk, gizli aşk, aşk üçgeni ve imkânsız
aşk. Shakespeare’ de eserinde, bu formlardan imkânsız aşkı kullanmıştır. “İmkânsız aşk anlayışı bireyleri
geleneğe ve topluma karşı meydan okumaya zorlamaktadır. Serbest aşk yalnızca toplumun kuralları
hiçe sayılarak yaşanabilmektedir” ( Çavuş, 2004: 188). “Zenginle yoksul, güçlüyle güçsüz arasında
gerçekleşmesi mümkün olmayan aşk, içerdiği ‘tragikos’ dolayısıyla acı-acıma duygularına yol açar ve
üçüncü şahıslarda bir ruhsal arınma (katharsis) sağlar. Aristoteles’in formüle ettiği bu etik veri, yakın
dönemlerde kapitalist Batı tarafından zengin bir gelir kaynağına dönüştürülmüştür” (Taftalı, 2004: 259).
Sonra o lügat olup diğer-gûn
Leyla dedi Aşk’a Hüsn’e Mecnûn (Şeyh Galip, 1992: 59).
Muhabbet kabilesinde iki çocuk doğduktan ve kabile bunların birbirlerine âşık olacaklarını anladıktan
sonra kıza Hüsn, oğlana Aşk adını verdiler. Sonraları bazısı Hüsn’e Leyla dedi, bazısı Şirin, bazısı da Azra
dedi. Aşk için de kimi Mecnun, kimi Vâmık, kimisi de Ferhad ismini koydular. Sonra Galip’in yukarıda
bahsettiği gibi kelimeler renk değiştirip Aşk’a Leyla, Hüsn’e Mecnun dediler. Dizelerden de anlaşılacağı
üzere Şeyh Galip anlatacağı aşk hikâyesinde erkek ve kızın rollerini yerine oturtmak yerine öncelikle onların
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
cinsiyetlerini belirsizleştirmektedir. Aslında karakterlerden ziyade onların yaşadığı duygu yoğunluğunu
ve ruhlarını ön plana almaktadır. Aşağıdaki dizelerde ise erkek ve kadına yüklenen statü ve rollerde de
değişiklik yapan şair kahramanların dilinden yine maddi olana değil manevi olana vurgu yapmaktadır.
Bin cân ile Hüsn-i âlem-ârâ
Çün oldu o Yûsuf ’a Züleyhâ
Mâşûk olacakken oldu âşık
Azrâ olacakken oldu Vâmık (Şeyh Galip, 1992: 75).
Şeyh Galip yukarıdaki dizelerinde erkeğe yüklenen âşık rolü ile kadına yüklenen maşuk rollerinin yer
değiştirmesinden bahsediyor.
Ger Yûsuf olaydı haml-i Meryem
Olurdu cemâl-ı Aşk’a tev’em (Şeyh Galip, 1992: 95).
Şeyh Galip yukarıdaki dizesinde eğer Meryem Yusuf ’a hamile olsaydı o çocuk Aşk’ın güzelliğine
benzemiş olurdu. Bu dizeler Hüsn’ün niçin maşuk değil de âşık olduğunu izah ediyor.
İsmet komaz olmağa dehen-bâz (Şeyh Galip, 1992: 78).
Şeyh Galip yukarıdaki mısrada Hüsn’ün dadısı olarak sembolize ettiği İsmet’in, Aşk ile fazla konuşmaya
müsaade etmediğini, fakat devam eden mısralarda yine de bu sohbetten gizli cevherlerin ortaya
çıktığını, Hüsn’ün sevgi ve dostluk hakkındaki konuşmalarıyla Aşk’ın hayretten hayrete düştüğünü
belirtiyor. Hüsn’ün dadısı İsmet, görevi gereği Hüsn’ün temiz olarak kalması için mücadele ediyor. Hüsn
ve Aşk’ın nişanlı olmasına rağmen rahat konuşamadıklarını görüyoruz. Şimdi de Romeo’nun Juliet’le
nasıl tanıştığına ve aralarındaki ilişkiye bakalım.
JULIET
İyi yürekli hacı! Haksızlık ediyorsun eline
Saygılı bir bağlılık var tutuşunda;
Hacıların eline ermişlerin eli değer,
Onlar böyle avuç avuca öpüşürler.
ROMEO
Dudakları yok mudur ermişlerle hacıların?
JULIET
Öyleyse sevgili ermiş, dudaklar yapsın ellerin yaptığını.
Yakarıyorlar işte, inanç dönmesin ne olur umutsuzluğa.
JULIET
Kımıldamaz ermişler yakaranı dinlerken.
299
ROMEO
Engin GÜNEŞ
Vardır, ama Tanrı’ya yakarmada kullanırlar.
ROMEO
Kımıldama öyleyse yakarım gerçekleşirken,
İşte senin dudaklarınla, dudaklarım arındı.
(Onu öper.)
JULIET
Öyleyse şimdi günah dudaklarında kaldı.
ROMEO
Günah dudaklarından mı geçti?
Tatlı bir dürtüyle işlenen bir günah!
Ver bana günahımı geri. (Tekrar öper.)
JULIET
Kitabına uydurup öpüyorsunuz beni. (Shakespeare, 2006: 48).
300
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
Görüldüğü gibi Romeo ve Juliet’in karşılaştıkları daha ilk sahnede buseler havalarda uçuşuyor.
“Shakespeare’in oyunlarında aşkın her zaman bedensel bir boyutu vardır. Saf ve romantik aşkın en derin
şekilde hissedildiği Romeo ve Juliet’te bile, fiziksel duyguların varlığı yadsınamaz”( Çavuş, 2004: 176).
Bu idi kabile içre âdet
Kim ede cüvân nigâre rağbet (Şeyh Galip, 1992: 142).
Şeyh Galip yukarıdaki dizesinde Muhabbet Kabilesindeki delikanlıların güzel kızları sevmesinin
adet olduğundan bahsediyor. Dolayısıyla Hüsn’e âşık olan delikanlılardan bahseden şair, kitabın ana
karakterlerinden biri olan Hüsn’ün oldukça güzel bir kız olduğunu vurguluyor.
Romeo ve Juliet’ te sınıfsal mücadele söz konusu iken bunların mücadelesi kendi kendilerine… Aşk,
mektubunda Hüsn’e şöyle sesleniyor “Ey bendesin öldürücü hünkâr” (Şeyh Galip, 1992: 162). Ben senin
kölenim, padişahım beni niçin öldürüyorsun? diye sitem ediyor.
Şimdiden gerü şöhre-i diyârım
Günden güne gamla bî-kararım (Şeyh Galip, 1992: 170).
Hüsn yukarıdaki dizede halinden dadısı İsmet’e şikâyet etmekte, bu şikâyetinden dolayı da halka rezil
olmaktan korkmaktadır. Cevap olarak dadısı İsmet aşağıdaki dizeleri söylüyor. Bu dizelerde yine hayâ
ve namusu ön plana alıyor.
Efgaanını eyleme ziyade
Namus-u hayâyı verme bâde
Esrarını halka fâş edersin
Havfım bu ki sen telâş edersin (Şeyh Galip, 1992: 175).
Dadısı İsmet’in bu sözleri üzerine Hüsn ben dünya başıma dar geldi derken sen Eflatunca sözler
söylüyorsun diyerek ona çıkışır. Kendisinin ateşe koşan bir pervane olduğunu ve hayânın bu yolda
anlamsız olduğunu belirtiyor. Buna benzer sözleri Juliet’te dadısına söylüyor: “Ama uğurlar olsun görgü
kurallarına” (Shakespeare, 2006: 58).
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Gelmez ana da bu kâr mahbûb
Sen tâlip olup ol ola matlûb
Hâhiş-ger isen de bîzebân ol
Kızsın kerem eyle sen girân ol (Şeyh Galip, 1992: 179).
İsmet, Hüsn’e senin isteyen, onun istenilen olmasından Aşk’ da memnun değildir. İstekli isen de
söyleme, sen kızsın, kerem et, ağır ol diye uyarılarda bulunuyor. Yukarıdaki dizelerde İsmetin yaptığı
öğütler işe yarıyor ve hikâyede roller tekrar yerine oturuyor. Aşk artık hikâyede âşık rolündedir ve Aşk,
aşka düşünce karasız kalmıştır. Burada hikâyeye Aşk’ın lalası Gayret girer ve Aşk’a Hüsn’e talip olması
gerektiğini söyler. Muhabbet kabilesinden kızı ister fakat kabile üyeleri onunla dalga geçerler. Onun,
Hüsn’ü bu kadar kolay elde edebileceği fikrine gülerler.
Nush etmenize ne oldu hâil
Mâ’kûle değil miyim ya kaail
Ger tâlib-i Hüsn olursa mecnun
Tîmârhâne olur bu gerdûn
Şeyh Galip yukarıdaki dizelerde Aşk’ın halini belirtiyor niçin maskaraya çevrildiğini niçin öğüt
verilmediğini sorguluyor. Eğer Hüsn’ü her isteyene deli derseniz bu dünya tımarhaneye döner, diyor.
Bunun üzerine kabile kimsenin bir sözle yârine kavuşamadığını, kavuşması için Diyâr-ı Kalb’e gidip,
oradan kimyâyı getirmesi gerektiğini söyler. Bundan sonra aşk için uzun ve sıkıntılı bir yol başlıyor ve
Hüsn için eziyetlere katlanıyor. Eser, bundan sonra alegorik vasfı yanında fantastik bir hâl alıyor. Devler,
periler, dipsiz kuyular, Çin padişahları, uçsuz bucaksız çöller, aşılmaz dağlarla müthiş bir hayal dünyası
ve sembolizm okuyucusunu hayran bırakmaktadır. Bu hikâye Aşk’ın Hüsn olduğunu, Hüsn’ün de Aşk’la
bir ve aynı şey olduğunu izah ederek sonuçlanır.
“Klasik edebiyatımızda aşk, bir taraftan beşeri ve tabiî bir ilişki(aşk-ı mecazî); diğer taraftan da hayatın
ve varlığın oluş nedenine metafizik ve mistik boyutta açıklama getiren bir felsefe, bir dünya görüşü (aşk-ı
hakiki) durumundadır”( Doğan, 2004: 36).Klasik edebiyatımız tasavvuf felsefesinden çok etkilenmiştir.
“Esas hedefi Allah’a ulaşmak olan tasavvuf yolunda, insanın içinde bulunduğu ve sıradan kelimelerle
anlatılması mümkün olmayan manevi halleri tarif edebilmek için bazı benzetme ve sembollere
başvurulması zaruri bir durum arz ediyordu” ( Şentürk, 2004: 62). Bu zarurî durum dini normlarla ters
düşmeyecek, oldukça soyut bir sembolik anlatımın doğmasına sebep olmuştur.
301
“Mutlak varlık dışındaki tüm varlıkları, mutlak gerçekliğin bir yansıması, bir sembolü olarak gören
tasavvuf ehli, mutlak varlıkla ilgili derin düşüncelerini ifade ederken yine sembollerden istifade etme
yoluna gitmişlerdir. Zira akılla algılanması ve günlük dille ifade edilmesi mümkün olmayan soyut
gerçekliklerin anlatılmasında sembollerin kullanılması kaçınılmaz bir olgudur”(Doğan, 2004: 97).
Demirel (2005) e göre Hüsn, hüsn-i mutlak olan Allah’ı sembolize ederken, Aşk, ona ulaşmaya çalışan
sâlik, yani derviştir. Ben-i Muhabbet Kabilesi, tarikat mensuplarını ifade ederken, Mekteb-i Edeb,
dergâhtır, Mollâ-yı Cünûn, mürşittir. Gayret, mücâhededir, İsmet, ihlastır; Kalp Kalesi, gönüldür.
Hûşrübâ, nefistir. Ayrıca eserde yer alan kuyu, cadı, gulyabani, harâbe-i gam, deryâ-yı ateş ile diğer kişi
ve yerler sâlikin aşmak zorunda olduğu engelleri temsil etmektedir.
Engin GÜNEŞ
Şeyh Galip’in eserinden yapacağımız alıntılar burada bitiyor, eserin alegorik bir tarzı vardır. Sembollerle
anlatılan metinlere alogerik denir. Soyut kavramlara insan niteliği verilerek yapılan Hüsn ü Aşk’ın
bu özelliklerini dikkate almadan gerçekleştirilecek bir okuma, onu beşeri bir aşk hikâyesinden öteye
götürmez. “Eser, ancak sembollerin diline kulak verildiğinde kendisini ifşa edip, okuyucusuna
Mevlevîlikte geçirilen bir iç tekâmülü anlatır” (Türinay, 1995: 102).
II. perde, I. sahnede Romeo’nun arkadaşı ve kuzeni dalga geçerek Romeo’nun odasının altında Romeo’yu
çağırmaktadırlar. Romeo’nun çok derinden bir uykuda olduğunu düşünerek, onun ruhunu çağırmaya
karar verirler:
MERCUTIO
Ey ruh, Rosaline’in parlak gözleri için gel,
O yuvarlak alnı ve kızıl dudakları,
Biçimli ayakları, düzgün bacakları, oynak kalçaları,
Ve kalçalarına bitişik yerleri için gel;
Gel, ey ruh, olduğun gibi, görün bizlere…
Ah Romeo, sevgilin şöyle bir açsa da günebakan gibi,
Yeseydin sen de yemişini. (Shakespeare, 2006: 54).
“Batı düşüncesinde aşkın yönü ruhtan bedene doğru bir yol izlemiştir”(Yakupoğlu, 2004: 16). Cinselliğin
oldukça rahat bir biçimde kullanıldığı hikâyede Romeo daha sonra aşkının öznesini değiştirerek,
düşman olduğu ailenin kızı Juliet’e sevdalanır. “Yazar, romantik ve katıksız aşkı tanımlamak ve
sınamak için, oyunda nefret ve düşmanlık ortamı yaratarak iki insanın sevgilerini hangi noktaya kadar
yaşayabileceklerini sorgular”( Çavuş, 2004: 177 ).
302
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
JULIET
Şu merdiveni topla, dadı.
Siz de aldatıldınız zavallı ipler,
Siz de, ben de: Sürüldü çünkü Romeo.
Bir yol olacaktınız yatağıma uzanan;
Oysa bakire olan ben, bakire-dul kaldım şimdi.
Gelin ipler; gel dadı. Gelinlik yatağıma gireceğim,
Bekâretimi, Romeo’ya değil, ölüme vereceğim. (Shakespeare, 2006: 99).
“Aileler arasındaki düşmanlığın, Romeo ve Juliet arasındaki romantik aşkın açık ve sağlam bir şekilde
yaşanmasını engellemesinin yanı sıra, iki âşığın sevgilerinin trajik potansiyeline ivme kazandıran bir
başka faktör ise aşklarını hızlı yaşamak konusundaki ısrarlarıdır. Shakespeare aşk duygusunun kontrollü
yaşanması konusunda önemle durmaktadır. Oyunda mantığın sesi olan Papaz Lawrence’ın Romeo’ya
duygularını akıl ve mantık çerçevesinde yaşaması yönünde tavsiyeler vermesine karşın bunlara kulak
asmayarak hem dinsel hem de rasyonel rehberliği reddetmesi, Juliet ile yaşadıkları aşk hikâyesinin trajik
sonunu hızlandırmada önemli bir etkendir” ( Çavuş, 2004: 178). Juliet’te yine ölmenin derdinden çok
bakire olarak dünyadan göçmenin derdini görmekteyiz.
CAPULET
Ah zavallı kurbanları düşmanlığımızın. (Shakespeare, 2006: 160).
İmkânsız aşk olarak tasarlanan bu hikâye bir trajedi ile bitmiştir. Batı edebiyatında bunun birçok örneğini
görmekteyiz. “Binbir türlü şekle sokularak pazarlanan Romeo ve Juliet karakterlerinden Paul ile Virgin’e
oradan mitolojik boyutu da olan Tristan ve Isolde’ye kadar birçok Batılı başyapıt, mutsuzlukla biten aşk
öykülerini ifade eder” (Taftalı, 2004: 258). “Antik Çağ’dan beri, varlığı, hiyerarşik bir bütünlük içerisinde
ele alan Batı düşüncesi, kendi mantığı içinde aşk’ı da, bu hiyerarşik tasnife tâbi tutmak zorundadır.
Batı’da feodal egemenlerin şatolarına, asil kandan gelmeyen hiçbir kadın adım dahi atamazken, Osmanlı
saraylarında, göçebe roman kızları bile sultanın gözdesi olabilmişlerdir” (Taftalı, 2004: 257).
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Sevgi duygusunu ciddi bir biçimde ilk irdeleyen filozof Eflatun olmuştur. “Şölen (Symposium) Diyaloğunda
irdelenen sevgi, İlkçağ Atina’sında kadın ve erkek dünyalarının birbirinden kesin bir biçimde ayrılmış
olması dolayısıyla yaygınlaşan çarpıklığı da yansıtmaktadır”(Ayvazoğlu, 1996: 60). “Yunanistan’da aşk,
homoseksüel ve pedagojik bir anlama sahipti, bir erdem, bir tutkuydu”( Baudrillard, 2004: 91).
Antik Yunan’da erkekle kadın arasında yalnızca üreme amacıyla var olan bir cinsellikten bahsedilir; aşk
ise erkekler dünyasına aittir. Bauman da Hristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bile iki cins arasında
şimdi anladığımız şekliyle bir romantik aşktan uzun zaman söz edilemeyeceğini, bu dönemde yine
üreme amaçlı bir cinselliğin hüküm sürdüğünü belirtir. Aşkın romantik ve insana ait özel bir hissiyat
olarak kurulması, Evans ve Bauman gibi yazarlara göre, Aydınlanma sonrası romantizm akımıyla
ilgili bir durumdur. 18. yüzyıl, Batı’da belli bir rasyonalizm ve buna dayalı modernlik anlayışına karşı
bir tepkiyle gelişen romantizm, Aydınlanma’nın genel, niceliksel ve hesaplanabilir olanın peşinde
koşan önermelerine, duygu dünyasından arındırılmış soyut bir insan ve insan aklı varsayımına itiraz
ederken, sorumluluklar ve yükümlülüklerle birlikte yurt/toprak ve din ile ilgili olanı sahneye davet
eder; sadakat, aidiyet, arkadaşlık gibi duygulara ve insanlar arası ilişkilere vurguda bulunur. İşte
kadınla erkek arasında yüceltilen aşk kurumu da –kurum sözcüğünün her iki anlamıyla- bu dönemde
karşımıza çıkmakta, dönemin romantik şair ve yazarlarının yapıtlarında ifadesini bularak yaygınlık
kazanmaktadır (Tarhan ve Bekâr, 2004:241).
Batı’nın aşk sembolleri: Don Juan ve Casanova işte bu dönemin romantik kahramanlarıdır. Batı’nın
bu sembolleri de aşktan çok cinselliği ifade etmektedirler ve bu kahramanların oluşumunun temelinde
dini motifler yer almaktadır. “Goethe’nin dört kıtalık bir şiiri, Kazanova’nın on altı cildinden çok
daha iyi anlatır bize, aşkı…”(Zweig, 2004: 129). Laffont (2004) a göre namuslu görünen her kadının
Don Juan tarafından baştan çıkartılması, insanlıkla ilgili bir sorun değil, Katolik düşünceyle ilgili bir
sorundur. Aslında, Don Juan pişmanlık duymanın yaşamdaki sorunları bir anda silebileceğine ve
Tanrı’nın kendisine tövbe için zaman vereceğine inanmaktadır. Don Juan’ın sapkınlığı, çiğnediği ahlakın
temellerini esas olarak reddetmemesidir.
Aslında Don Juan romantik bir kahraman değil sapkın biridir. “Don Juan, şeytanın kızları olarak gördüğü
kadınların hiçbirinin saflığına ve temizliğine inanmaz; her birinin, elbisesinin altında, çıplak ve baştan
çıkarılmaya yatkın olduğunu bilir. Küçük düşürdüğü ve böylece tıpkı bir hizmetçi kadının duyabileceği
türden bayağı ve kaba bir cinsel zevk duyurtarak maskesini düşürdüğü her kadının daha sonra kendini
kaptıracağı umutsuzluğu düşünerek duyduğu inanılmaz bir zevktir” (Zweig, 2004: 129).
303
“Modern dünyada aşkın yokluğundan söz edilmesinin nedeni, aşkın bir yoksunluk olduğunun fark
edilmesidir. Aşk arzunun önündeki bir engeldir ve bu engelin yıkılması gerekir. Aşk modern dünyada
kaçınılması gereken bir hastalık olarak değerlendirilmektedir” (Yakupoğlu, 2004: 18). Bu bağlamda
“Aşkın altında yatan şeyin adı cinsel ilişkidir”( Baudrillard, 2004: 93). Baudrillard bu gerçekliğin nasıl
olur da farkına 20. yüzyılda varırız? diye hayretle sormaktadır. Şu sözleriyle de cinselliği aşkın yerine
kutsamaktadır: “İki kişiyle geçen ayartmayı, evrensel aşka yeğlerim”( Baudrillard, 2004: 87). Ona
göre aşk cinselliğe çeşni katacak, cinsel arzu uyandıracak bir duygudur. “Arzuyla zevki özgürleştirmiş
ve cinsellikten bıkmış bir kuşak, aşkı cinselliğe ilave edebilecek bir duygu ya da tutku olarak yeniden
keşfetmeye çalışmaktadır.”( Baudrillard, 2004: 89).
Engin GÜNEŞ
Günümüz batı dünyası romantizm anlayışından da oldukça uzaklaşmış bir haldedir. “ Batı’daki bu
romantik aşk kurgusu sonraki modern aşk kurgusundan farklılıklar göstermektedir. Evans’a göre, 19.
yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleşen ve 20. yüzyılda hızlanan bir dönüşümle birlikte aşkın giderek
cinsellikle örtüştüğü başka bir aşk temsiliyle karşılaşmaktayız. Bu aynı zamanda, Batılı toplumlarda
sanayileşme ve kapitalistleşmenin de yerleşikleştiği bir döneme karşılık gelmektedir; aşk da bu arada
tüketimin yeni bir alanı olarak yeni bir ifade bulacaktır” (Tarhan ve Bekâr, 2004:243).
“Bauman’a göre günümüzün postmodern Batı toplumu cinselliğin ne aşk ne de üremeyle ilişkilendirildiği,
başka türden bir kültürel stratejiye sahnedir: Cinsel hazların kendi başına değerli addedilmesi ve peşlerine
düşülmesi Batı toplumunda artık kültürel bir norm halini almıştır. Romantizm eşlerin özgürce seçimi
gibi bir temsile dayanıyorduysa, post-romantizm de kendisini cinsel hazların özgürce peşine düşmek
olarak sunuyordu”( Tarhan ve Bekâr, 2004:243).
Klasik edebiyatımızda ise “erkek-dişi kutuplaşması âlemin özünde vardır, Mevlana, Mesnevi’sinde bunu
şöyle ifade eder: Ezeli hükme göre kâinatın bütün zerreleri çifttir ve her cüz’ü de kendi çiftine âşıktır.
Arifin nazarında gökyüzü erkek, yeryüzü kadındır”(Ayvazoğlu, 1996: 56). Bu bağlamda cinsi içgüdü de
aşktan bağımsız ve anlamlı değildir bizim edebiyatımız ve felsefemiz için. Yani cinsi içgüdü sevginin
kaynağı değil, sevmek ihtiyacının görünümlerinden yalnızca biridir. Çünkü sufîler âlemin yaratılmasının
biricik sebebi olarak aşk’ı görürler.
Sonuç
304
Doğu ve Batı Edebiyatlarında Aşk Kavramının Felsefî Temelleri
Batı ve Doğu edebiyatlarındaki aşk öyküleri sadece biçim yönünden birbirine benzemekte, içerik ve
felsefe olarak çok farklı şeyler ifade etmektedir. Batı’da kahramanların oldukça çocuksu ve aceleci
olduğunu, Doğu’da sabrın bir erdem olduğunu görmekteyiz. Batı edebiyatında aşk, cinsellik ya da
cinselliğe giden yoldur. Doğu edebiyatında aşkın cinsiyeti yoktur. Batı edebiyatında aşk, beşerîdir. Doğu
edebiyatında beşerî aşklar bile ilahî bir kapı açar. Batı edebiyatında aşk, sınıfsal bir mücadeleyi temsil
eder. Doğu edebiyatında aşk kendinden kendine yapılan bir iç yolculuktur. Dolayısıyla Batı edebiyatında
aşk, sosyolojiktir. Doğu edebiyatında aşk, psikolojiktir. Doğu’da hâkim olan gönüldür, batıda ise akıldır.
Batı’da Don Juan ve Kasanova varken doğuda Hz. Yusuf vardır.
Her iki kültürde de aşk kavramı dini inanışlara dayanmaktadır. Batı aşkı bir günah olarak algılar ve
âşık olunca Tanrısından uzaklaşır. Doğu, aşkı Allah’ına kavuşmak için bir vasıta olarak görür. Batı’da
aşk tutkudur. Doğu’da ise yanmaktır. Batı’da aşk bedeni temsil eder ve somuttur. Doğu’da ise aşk ideal
olandır ve somut gerçekliklerin ötesindeki manevi olanı arar. Batı edebiyatında vuslat esasken Doğu’da
firak hatta nâr-ı firak makbuldür. Batı’da güzellik olabildiğince nesnel Doğu’da olabildiğince özneldir.
Batı’da aşk Leyla’da başlar, Leyla’da biter. Doğu’da ise Leyla’da başlar ve Mevla’da biter.
Batı’da aşk romantik, Doğu’da ise semboliktir. Batı’da aşk haz için istenilirken Doğu’da aşk bela ile
hoş olmaktır. Doğu’da âlemin temelinde aşk vardır. Batı da ise dünyalarının merkezinde tüketim
vardır. Cinsellik için aşkı sonuna kadar tüketen Batı için artık cinsellikte manasız bir hal almıştır. Bu
anlayışı günümüz modern batı toplumları, yön ayırt etmeksizin tüm kültürlere empoze etmektedirler.
Küreselleşmeyle beraber artan kütlesel tüketici yığınlar, farkında olmadan âşığın, maşukunu yediği ve
ortada aşk diye bir şeyin kalmadığı bir çağı yaşamaktadırlar.
Çalışmada iki farklı felsefenin, aşk kavramı hakkındaki görüşlerini yansıtmaya çalıştık. Son söz
olarak toplumsal farklılıklarımıza sahip çıkmak, düşünsel ve duygusal manada Batıcı olmaktan artık
vazgeçerek, farklı bir kültür, felsefe ve edebiyat olarak kalmaya çalışmak, her ne arıyorsak kendimizde
arayıp kendimizde bulmak âcizane önerimizdir.
Kaynakça
Ayvazoğlu, B,. (1996), Aşk Estetiği, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Banarlı, N,S., (1997), Yahya Kemal Yaşarken, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul.
Baudrillard, J., (2004), “Tutkunun Kötülük Meleği”, Çev.: Oğuz Adanır, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (27), s.87-97.
Bilgegil, M,K.,(1992), “Hüsn ü Aşk’a Dair”, Hüsn ü Aşk, Dergâh Yayınları, İstanbul
Çavuş, R., (2004), “Shakespeare’de Aşkın Farklı Kimlikleri”, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (27), s.175-189.
Demirel, Ş., (2005), “Hüsn-ü Aşk’ta Ateşle İlgili Teşbih Unsurları”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (15), s.57-78
II. Uluslararası Türk ve Dünya Edebiyatları Arasında Etkileşimler Sempozyumu
Dilek, İ.,(2010), “Aşkın İki Yüzü Tek Hâli: Âşık Garip Hikâyesi ile Romeo ve Juliet’in Mukayesesi”, Millî Folklor Dergisi,
( 87), s. 58-72.
Doğan, A., (2004), “Hüsn ü Aşk’ta Sembolik Anlatım”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (9), s.87-98
Doğan, M, N., (2004), “Dîvan Şiirinde Aşk”, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (26), s.35-58.
Eradam, Y., (2004), “Batı’nın Aşk Pazarı ve Paradigmaları Üzerine Bir Deneme”, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi,
(27), s.13-26.
Holbrook V., (20008), Aşkın Okunmaz Kıyıları, İletişim Yayınları, İstanbul.
İçli, A., (2010), “Hüsn ü Aşk Mesnevisinde Dramatik Aksiyonu Oluşturan Değerler Üzerine Bir İnceleme”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (20), s.57-78
Koçakoğlu, B., (2012), “Postmodern Bir Aynada Hüsn ü Aşk’ın Kırılışı”, Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi, (2) s. 165-178
Kuzubaş, M., (2010), “Muhibbî Divanı’nda Aşk Üzerine Teşbihler”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,(3), s. 409419
Laffont, R., (2004), “Don Juan Mitosu”, Çev.: Özcan Doğan, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (27), s.101-116.
Mevlana Celaleddin-i Rumi 1995,Mesnevi, Çev.: Veled İzbudak, M.E.B. Yayınları, İstanbul.
Shakespeare, W., (2006), Romeo ve Juliet, Çev.: Özdemir Nutku, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Şentürk, A, A., (2004), “Osmanlı Şiirinde Aşk’a Dair”, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (26), s.59-73.
Şeyh Galip., (1992), Hüsn ü Aşk, (Haz: Okay, O. ve Ayan, H.), Dergah Yayınları, İstanbul.
Taftalı, O., (2004), Kötümser Aşk ve Batı, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (27), s.255-260.
Tarhan, B. ve Bekar, F., (2004), “Batı Dolayımıyla Aşk Temsilleri: Romantik ve Seyirlik Aşk Hikayeleri”, Doğu Batı Üç
Aylık Düşünce Dergisi, (27), s.239-253.
Türinay, N.,(1995), Klasik Hikâyenin Son Merhalesi Hüsn ü Aşk, Şeyh Galip Kitabı,(Yay. Haz: Beşir Ayvazoğlu) İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul.
www. karagoztravel.com
www.semazen.net
www.tdk.gov.tr
www.tr.wikipedia.org
Yakupoğlu, M., (2004), “Batı Düşüncesinin Temel İkilemi Olarak Aşk ve Cinsellik”, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi,
(27), s.13-26.
305
Engin GÜNEŞ
Zweig, S., (2004), “Casanova Homo Erotıcus”, Çev.: Ayda Yörükan, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, (27), s.117-134.