Kertenkele

Transkript

Kertenkele
Multipl Skleroz
Yazan-Çizen
Doç. Dr. Sultan Tarlacı
28 Kasım 2012
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Kertenkele
Öyküleri
Ve
Kertenkeleler, tehlike anında, kendi kendilerine, kuyruklarını bırakıp kaçabilirler.
Buna kendiliğinden uzuv koparma denir. Başka hayvanlarda da bu durum olmasına
karşın, özellikle kertenkelelerde sık izlenir. Kuyruğu bırakma bir savunma ve
korunma yoludur. Kuyruk, saldırıyı yapanı oyalarken, gövde uzaklaşır ve hayatta
kalma oranını bu yöntemle arttırır. Diğer yandan, kertenkele gibi bir hayvanın
ağırlığının önemli bir kısmını kuyruk ağırlığı oluşturduğundan, ağırlığın bırakılması
daha da hızlı kaçmaya imkan verir.
Kuyruk bırakma tam olarak hayvanın durumuna bağlıdır. Kertenkeleler, kuyruklarına
dokunulmadan da kuyruklarını bırakırlar. Dışsal uyaran olmadan, içsel sinir hücresel
uyarışlarla kuyruk bırakılır. Sadece görsel olarak tehlikeyi görmek bile kuyruk
bırakma için yeterli bir etki yapar.
Bazı kertenkeleler, enerjilerini sağlayan yağın önemli bir kısmını kuyruklarında
depolarlar. Bu da saldırganların kuyruğu tercih etmelerini sağlayabilir. Bazı türlerde
ise kuyruk daha dikkat çekici olsun diye, gövdeden daha farklı ve parlak renklidir.
Diğer yandan, enerjiden zengin kuyruk daha uzun hareket eder ve saldırganın
oyalanmasını uzatır. Uzun oyalanma esnasında kertenkelenin kaçma-kurtulma oranı
daha da yükselir.
Bu ilginç korunma yönteminin daha da ilginç yanı, bırakılan ya da kaybedilen
kuyruğun kısa sürede, tüm kısımları ile (sinirler, kas, toplar ve atar damarlar)
oluşmasıdır. Kertenkelelerin çoğunun kuyruğu 12 haftada eski halini alırken, bazı
türlerde bu süre 4-5 hafta sürebilir. Düzelme tüm dokuların bütün olarak oluşması
anlamına gelir. Bırakılan kuyruğun nasıl yerine geldiği sorusu üzerinde çok çalışma
olmasına karşın, cevaplarda henüz çok uzaktayız. MS açısından ise en önemli şey,
özellikle sinir hücresi gelişmesinin, kuyrukta tekrar nasıl olduğunu anlamaktır.
Bunun sırrını çözdüğümüz gün, MS dahil bir çok hastalığın tedavisini bulmuş
olacağız.
Kertenkelelerin bu olağandışı ve mucizevi kendini yenileme yeteneği önümüzde çok
iyi bir örnek olarak durmaktadır.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Kertenkele Kuyruğu Hakkında Bilimsel Not
Kafamdaki Kertenkele
Kuyruğu
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
BÖLÜM I
Sıradan akşamlardan farklıydı
Saat sekize doğru, yüzümün sol tarafında, yanağımda, seğirmeler başlamıştı. Birkaç
saat içinde, seğirmeler, yanağımdan göz çevreme yayıldı ve ‘Bir şeyler mi oluyor
bana?’ diye düşündüm.
Hatta iki gözümü aynı anda kapatmaya çalıştığımda, sol gözümün daha geç
kapandığını hissediyordum.
Eşime dönüp ‘Bir bakar mısın? Sol gözüm daha mı geç kapanıyor?’ diye sordum. O da
her zamanki rahatlığıyla ‘Yok canım… Bir şey yok’ dedi. Sanki bana göre bir şey vardı
ama ne? Saat gece yarısına yaklaşmıştı ve uyku saatim gelmişti. “Haydi hayırlısı!
Sabaha belli olur” diye düşünürken, eşime “Yatalım” dedim.
Aslında uyumak için yatmaya gitmek de anlamsızdı. Çünkü yaklaşık beş-altı aydır –
daha sonra da uzun zaman olacağı gibi – uyku tutmuyordu. Her zaman, saat gece
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
23 Mayıs 2001
Asıl neden “uyku hijyeni” denen şeyin eksikliği değildi. Odanın ısısı normaldi ve 96
m² nispeten küçük bir ev için gayet iyiydi. Dışarıdan gelen gürültü, patırtı yoktu. Aç
değildim. Yoğun çay, kafein almamıştım. O saatlerde, uykumu kaçıracak yeni bir film
izlememiş veya kitap okumamıştım. Evet, sanırım bunlar yerli yerindeydi ama yine
de uykuya dalamıyordum. Dışsal uyku hijyenim görünürde iyiydi. Eksik olan, içsel
uyku hijyenimdi.
Üç aydır her yerde, gece gündüz, yerken içerken, kafamda aynı şey dolanıp
duruyordu: ‘Bana bunu nasıl yaptılar? Nasıl bu iftirayı attılar?’” Ben bunu hak
etmemiştim. Ya da hak etmek için ne yapmıştım ve belki de en önemlisi ne
yapmamıştım? Evet, bir şeyleri eksik yapmıştım.
Bu düşünceler arasında koyun saymayı ısrarla reddetme sebebim belki de lisedeyken,
Almanya’da işçi olarak çalışan babamı senede bir gördüğümde bana “Oku. Doktor ol.
Yok, ‘okumayacağım’ dersen ve istersen sana otuz-kırk tane koyun alırız, çobanlık
yaparsın” demesi miydi? Oysa çevremizde o güne kadar otuz-kırk küçükbaş hayvan
alıp da çobanlık yapan da yoktu ama belki de koyun saymaya bu kadar karşı olmam
ve her sayışımda yedinci koyundan başa dönmem bundan olabilirdi.
Babamın korkutması ile değil, kendi isteğimle tıp doktoru olmaya karar vermiştim.
“Ben doktor olacağım” diye sürekli kafamdan geçiriyordum. Aslında doktor olmak,
benim için ‘hasta muayene etme’ ile eş anlamı değildi. Doktor olmak, bilim adamı,
araştırmacı olmaktı. Bu nedenle doktor olmayı istiyordum, hasta muayenesi yapmak
için değil. Daha ortaokuldayken babama zar zor bir mikroskop aldırmış ve yaprakları,
soğan zarlarını evde inceler olmuştum. Kışın soğuklarında kar tanelerini görebilmek
için mikroskobumla dışarıya çıkıyor, sıcak lamdan ve nefesimden kar tanelerinin
buharlaşmaması için kendimi ve mikroskobumu önce soğutuyor, yarım saat sonra da
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
yarısına yaklaşırken “tık” diye uyuyan ben, gecenin ilerleyen saatlerine kadar yatakta
debelenip duruyordum. Herkesin önerdiği “koyun sayma” işini çok denemiştim o
geceye kadar ama tekdüze işler beni sıktığı için, koyun saymak da sıkıyor, hatta
yatakta daha fazla döndürüyor, adeta boğuyordu.
Ama çok iyi hatırlıyorum, o dönemde evlerde olan gaz lambaları ışığında adeta
zihnim açılıyor ve muhteşem bir öğrenme yeteneği kazanıyordu. O gaz lambaları
ışığında hazırladığım dönem ödevi ardından, ortaokul müdürü (o zamanlar fen bilgisi
ve tasarım dersine de giriyordu) amcamı çağırarak “Bu çocuğu meslek lisesine değil
de düz liseye verin. Bu çocuk çok parlak, zeki, gelecek vaat ediyor” diye uyarmıştı.
Babam, işçi olarak çalıştığı Almanya’dan senede bir ve nadiren iki kez geldiği için
benim okul ve diğer durumlarımla amcam ilgilenirdi. Yalnız beni bu gibi meseleler
ilgilendirmezdi. Beni ilgilendiren –bir şekilde– bilim adamı olmaktı. Bunu nasıl
başaracağımı bilmeden amcamla, ‘düz lise’ denilen liseye kaydolmaya gittim.
Lisede çok başarılı sayılmazdım. Özellikle Matematik ve Tarih dersleri benim için
zordu. Ha evet bir de Edebiyat dersi... Özellikle Divan Edebiyatı… Ama buna rağmen,
minyon tipli güzel Edebiyat öğretmenimden mi ne edebiyat derslerine severek
giderdim. Her şeye karşın, yine de en çok sevdiğim ders, lise ve ortaokulda
Biyoloji’ydi. Biyolojide de sinir sistemine bayılırdım. Elime geçen Fen ve Biyoloji
kitaplarının “sinir sistemi” bölümlerini defalarca okur ve hatta yıl bitince tatile
girdiğimizde Fen kitaplarının sinir sistemi kısımlarını kesip-koparıp bir kenara
özenle saklardım. Sinir sisteminde özellikle yıllar sonra daha çok kullandığım, sinir
hücrelerinin kendini baştan yaratmasını veya yenilemesini anlatan “rejenerasyon”
kelimesi beni etkilerdi. Rejenerasyon yani kendini yenilemesi, yeniden oluşturması…
“Hücrelerin AnKa kuşu gibi küllerinden yeniden DOĞMASI…”
Her kitapta şöyle yazardı: “Diğer tüm organlar rejenere olabilir ama sinir sistemi
rejenere olamaz, yani kendini yenileyemez. Hasar gördüğünde büyük oranda
düzelmeden aynı kalır…”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
kar tanelerinin o mucizevî görüntülerine ulaşıyordum. Kitaplardaki o birbirine
benzemeyen kar tanelerinin muhteşemliklerini görüyordum. Şimdilerdeki gibi bilgiye
rahatça ulaşma imkânı sağlayan internet olmadığı için de bulduğum birkaç kitabı,
şehrin 20 km. yukarısında olan ve elektrikler bir kesilince üç gün gelmeyen bir dağ
köyünde inceliyordum.
Benim lisedeki çocuk aklıma göre bu kuyruğun yeniden oluşmasını ve büyümesini
sağlayan şey her neyse tüm kitaplarda dillendirilen, sinir hücrelerinin ‘rejenere
olamama’ sorununa bir çözüm getirebilirdi ve sanki bunu bir ben biliyordum da tüm
dünyanın bundan haberi yoktu.
Bu düşüncemden dolayı kurak yaz aylarında gözlerimi kesme taştan örme sıcak
duvarlara diker, kaçışan kertenkele görünce, bulduğum bir şeylerle hayvanın üzerine
hızla vurmaya çalışır ve kuyruğunu bıraktırmaya zorlardım. Başarıyordum da bazen.
Çok zor bir şeydi bu çünkü kertenkeleler, epey hızlı kaçıyor ve duvarda 90 derece
dönüşlü hareket ediyor, göz açıp kapayana kadar örme duvarda bir deliğe girip
kayboluyordu. Onun kaybolmasının ardından kuyruğunun geride kalan kısmına
saatlerce bakıp kalıyordum ama aklım kertenkelenin gövdesinde yani kaçan
kısmındaki kuyruk yerinde kalıyordu. Orada ne oluyordu da, sinir sistemi yeni bir
kuyruk oluşturabiliyordu? Nasıl?
Ama beni uyutmayan bu kertenkele anılarım değildi ki… O anılarımı hep bir saflık ve
sıcaklık içinde hatırlardım. Bu değildi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Ben de “Allah Allah bunu neden hala çözemediler ki…” diye düşünerek, kafamda bir
mantık üretip sanki sadece benim bir küçük bilim adamı olarak bildiğim,
başkalarının bilmediği kertenkeleler üzerinden çözüm üretmeye çalışırdım.
Kertenkeleler, bir tehlike anında kuyruklarını bırakıyorlardı… Kuyrukları kendi
kendine hareket ederek düşmanı oyalarken kertenkelenin ana gövdesi kaçmaya
zaman buluyordu. Bu kertenkele, zaman içinde, herhangi bir tehlike anında
bırakılmaya hazır yeni bir kuyruk geliştirebiliyordu ve bu ‘yeni kuyruk oluşturma’
işini, kopan kuyruk yenilenirken rejenere olan bir sinir sistemi ile sağlıyordu.
Sinir sistemi aşkım fizyoloji derslerinde adeta en üst noktaya çıktı. Fizyoloji
hocamızın Üner Tan olması da ayrı bir güzellikti. Sanırım benden başka herkes onu
yarı deli kabul ederdi. Ancak ben deliliğinin dahilikle bağlantılı olduğunu sezgisel
olarak onda görmüştüm.
Sinir sistemine dair öğrendiğim her şey, bende derin heyecanlar ve mucize hissi
oluşturuyordu. Bu derslerle “Kertenkele” sırrına artık daha çok yaklaşmıştım. Altı
yıllık bir eğitim ardından Tıp Fakültesini birincilikle bitirip bilim adamı olmanın yolu
aradım. (Diplomamı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf
Denktaş’tan almıştım, her zaman boynunda taşıdığı fotoğraf makinesi ile beni de
çekerek ölümsüz karelerine eklemişti)
Yalnız, fakülte bitince, her ne kadar adınızın önünde “Dr” unvanı olsa da “Pratisyen
Hekim” oluyorsunuz ve araştırıcı bilim adamı olmakla uzaktan yakından ilginiz
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Yoksa üniversite yıllarımın verdiği bir sıkıntı mıydı? Liseyi başarılı bir derece ile
bitirmiş ve üniversite giriş tercihlerim arasında Astronomi ve Arkeolojiyi de
düşünmüştüm ama beşinci ve altıncı sıralardaydı onlar. Çünkü öğretmenim bana
“Oğlum o meslekler aç kalır” deyip gözümü korkutmuştu. Ben de Biyoloji ve sinir
sistemi aşkına ilk beş tercihime Tıp Fakültesi yazdım ve Erzurum Atatürk üniversitesi
Tıp Fakültesini iyi bir puanla kazandım. Fakültede kötü bir birinci ve ikinci sınıf
geçirdim. Çünkü Tıp Fakültesi olmasına rağmen, ilk iki yıl, Matematik, Fizik, Türkçe,
Tarih gibi liseden beri hoşlanmadığım dersler yoğunluktaydı. “Allah Allah! Yanlış
yere mi geldim” diye de sık sık düşünürdüm. Üstelik bu düşünceler içinde İstatistik
dersinden adeta çakıyordum. Ama Tıp 3. sınıftan sonra zihnim iyice açıldı. Çünkü
sinir sistemi ve fizyoloji gibi beklediğim dersler vardı.
O zaman ne yapmalıydı? Herkesin kafasında olduğu gibi benim de kafamda elbette
bir alanda uzman olmak vardı. Ne uzmanı? Sinir sistemi aşkı beni yine de bırakmadı
ve beyin cerrahisi seçmeyi düşündüm ama çevremde bugün de geçerli bir söz vardı:
“Doktorun aptalı cerrah olur, daha da aptalı beyin cerrahı olur.” Bu söz kafamda
yankılanıp duruyordu. Belki de öyleydi. Daha bir yıl önce, bir beyin cerrahı asistanı
ile gece nöbet tutarken karşılaşmış ve bana Amerika’nın Irak’a girdiğini bir ay sonra
öğrendiğini söylemişti. Şoke olmuştum. Dünyadan kopuk bir uzmanlık! Ayda on altı
gece nöbet… Yat, uyu, yemek ye, nöbete git, ertesi gün çalış, akşam evine uyumaya
gel, ertesi gün nöbete git şeklinde bir düzen… Bunu yapamazdım.
O zaman, yine, sinir sitemiyle ilgilenebileceğim bir alan tercih etmeliydim.
Herhalde o günlerde kafamda “Buldum! Buldum!” gibi bir aydınlanma olmadı ama
sonunda nöroloji uzmanı olmaya karar verdim. Bu buluş ardından uzmanlık
sınavında ilk beş tercihimi nöroloji uzmanlığına ayırdım. Formalite olarak altıncı
tercihe beyin cerrahisi yazdım. Nörolojiyi seçmem, arkadaşlar arasında sorun
olmuştu. Sürekli yanıma gelip “Oğlum ne yapıyorsun! Sen fakülte birincisisin. Sen
kazanırsın. Göz yaz, dâhiliye yaz… Ne yapacaksın nörolojiyi?” diyorlardı. Ama ben her
zamanki dik başlılığımla devam ettim. Uzmanlık sınavı geldi geçti ve Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Nöroloji bölümünü çok yüksek bir puanla 20 bin kişi içinde 19. olarak
kazandım. Bu kadar yüksek puanla genelde “göz” gibi çok istenen -göz’de
uzmanlıklar- seçildiğinden, sık sık “Ya sen ne yaptın… Puanına yazık oldu” diyorlardı.
Ama ben öyle düşünmüyordum. Nöroloji İstediğim bir uzmanlıktı. Ege Üniversitesine
Ana Bilim Dalı başkanıyla tanışmaya gittiğimde de olumlu bir görüşme yaptım. Çok
sakin ve olgun tavırlı gördüğüm bayan başkan “Çok güzel, galiba sen çok yüksek bir
puanla bize gelmişsin. Bu bizim için de iyi… Çıtayı yükseltecek bu… Senden sonra
gelecekleri de zorlayacak” dedi. Ama bu sözlerden tam beş yıl sonra çıtanın
yüksekliğinin ne durumda olduğunu, kişilere göre nasıl değiştiğini anlayacaktım.
Asistanlığım dört buçuk yıl sürmüş, göz açıp kapayana kadar bitmiş ve uzmanlığımı
alalı üç ay olmuştu. Beni uyutmayan ve yüzümde seğirmelere neden olan şey, uzman
olarak bir yerlere tayin olma heyecanı mıydı? Yok, yok… Sanırım o da değildi.
Bütün bunların nedeni bana atılan iftiraların verdiği kaygıydı. Çünkü kafamda “Bana
bunu nasıl yaparlar? Ben fakülteyi birincilikle bitirdim. Bu üniversiteye ilk tercihimle,
yüksek bir puanla girdim. Asistanlığımda birçok uluslararası yayın yaptım. 2000 ve
2001 yılında iki kez TUBİTAK beyin araştırmaları derneği ödülü, ardından da Sedat
Simavi sağlık bilimleri ödülü aldım ve bütün bunları yok sayarak ‘sana bu
üniversitede kalman için yeşil ışık yakmıyoruz’ dediler” düşüncesi dolanıp duruyordu.
Tüm bu düşünceler arasında “Yarın ilk iş olarak bir avukata gideceğim ve bu iftiraları
atanları mahkemeye vereceğim” diyordum kendi kendime…
Bu iftira benim tüm hayatıma girmiş, iftiraların sınırları İzmir’in dışına taşmış ve
sağır sultan bile iftirayı duymuştu. Başvurduğum diğer hastanelerde bana “senin için
o’cusun diyorlar” diye yüzüme söylüyorlardı. Manisa Celal Bayar Üniversitesine
gitmişti aynı iftira… Aydın Adnan Menderes Üniversitesine başvurdum oraya da
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
olmuyor. Sadece düz bir hekim oluyorsunuz ama her konudan da anlıyorsunuz!
Genelde bu istenmeyen bir konumdu.
Biraz uyku sarhoşluğu, yüzümün sol tarafındaki seğirme ve göz kırpmalarımdaki
gecikmeler arasında “Tabip odasına da şikâyette bulunmalıyım” diye düşündüm. Saat
sabaha karşı 03:00 gösteriyordu. Uyuyamıyordum ama ne de olsa sabah gideceğim
bir işim yoktu. İşsizdim… Nöroloji uzmanıydım ve klinikten ayrılmam gerektiğinden
aktif olarak çalışamıyordum. Uyumasam ne olacaktı ki? Eşime baktım, gayet derin bir
şekilde uyuyordu.
Yataktan kalktım. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Yüzüm ısrarla seğiriyordu. Bir
nörolog olarak içimden bir ses geçti. Ama bu ses sezgisel değil, tam olarak bilgi ve
tecrübeye dayalıydı: “Oğlum bu seğirmelerin ardından bir pislik çıkacak… Hadi
hayırlısı…”
Beni, seğirmeden ve uykusuzluktan daha çok atılan iftira geriyordu. Güya ben bir
dinci gruba bağlıymışım. Dinciymişim! ‘Ben, ne yaptım da acaba böyle bir fikre neden
oldum?’ diye ısrarla ve karşı konulmaz bir şekilde düşünüyordum. Kendi kendime:
“Bunu nasıl derler? Ben ömrüm boyunca hiçbir –loji uzantısı içeren fikrin peşinden
gitmedim. Sadece mantığımın ve bilgimin egemenliğinde, doğru bildiğim yolda hep
yalnız gittim. Ve hiçbir gruba ait olmadım. Evet, dinci kabul edilen, geniş bir takipçisi
olan ve sözü edilen kişinin grubuna dahil olup onun peşinden giden pek çok kişi
Erzurum’da, Tıp Fakültesinde okurken çevremde vardı. Onlardan çokça arkadaşlarım
da vardı ama aynı arkadaş çevremde PKK’lı olduğunu sonradan öğrendiğim kişiler de
vardı. Ülkücüler de, dev solcular da… Ben hiçbirisine ait olmamıştım ki... İpimi
birilerinin eline vermek zaten mantığıma aykırıydı. Çünkü ben, sürüler oluşturan,
güdülen koyunlar gibi olamazdım. Evet, belki de tüm gece koyun saymayı bundan
reddediyordum. Bana sen “bir sürüye katılan koyunsun” demekle, sen “o’cuymuşsun”
demek arasında fark yoktu ki…
Balkonda sigaramı içerken derin bir sessizlik hissettim. Bazen bu gibi derin
sessizliklerde sorguladığım, tanrı, yaradılış gibi felsefi-mistik konuları klinik içinde
tutamadığım dilimle konuşmam ve tartışmam mı bu iftiralara neden oldu acaba diye
düşünürken sigarayı söndürüp yatağa döndüm. Saat sabaha karşı 4’e gelirken
yüzümün solundaki seğirmelerle ve iftira düşünceleri arasında koyun olmayı ve
saymayı reddederek uykuya daldım.
Her günkü gibi sabah 08.00’de, saatin çalması ile uyandık. Ben hemen yatak odamda,
sol yanımda duran aynaya yönelerek, yüzüme baktım. Eşime dönerek “Galiba yüz
felci oldum!” dedim. Sakindim. Ne de olsa uzman bir nörologdum. Yüz felci benim
tedavi hastalıklarımdandı ve bu güne kadar, asistanlığımda, hiç saymadım ama belki
50, belki de 200 hastayı tedavi etmiştim. Hepsi de gayet iyi şekilde iyileşmişti. Eşim,
sabahları her zaman zor uyanır ama “Ben yüz felci oldum”u duyunca heyecanla
yatağa oturdu ve “Bakıyım” dedi. Bakmasına gerek yoktu. Ne de olsa ben uzmandım.
Aynaya bakmaya devam ettim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
gitmiş. Bu iftiradan kurtulmalıydım. Oysa ben yaşamım boyu bir gruba, fikre ve
ideolojiye ait olmamıştım.
Kaşımı kaldırmaya çalıştım olmadı. Gözümü kapamaya çalıştım olmadı. Burun
kanadımı kaldırmaya çalıştım olmadı… Islık çalmak için dudaklarımı büzdüm, cılız ve
başımın arkasında nefesini hissettiğim eşimin duyamayacağı bir ses çıkardım.
Yanaklarımı şişirmeye çalıştım ama dudağımın sol tarafından “püf, püf” diye hava
kaçtı. Evet, yüz felci olmuştum. Kalkıp banyoya, yüzümü yıkamaya gittim ve çıkar
çıkmaz “Ben bir eczaneye gideyim, kortizon başlamam lazım” diye eşime endişeli
bakışları arasında söyledim. Endişeliydi çünkü üç-dört aydır hiçbir şey yolunda
gitmiyordu. Sıkıntımı görüyor ve içinde yaşadığım iftira patlamasının seslerini bir o
duyuyordu.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Eşim de sırtımdan öne uzanmış ve aynadaki yüzüme bakıyordu.
Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben!
Her günkü gibi Ege Üniversitesinde Nöroloji kliniğinin olduğu altıncı katın yolunu
tuttum. Önümde on gün kadar bir zaman kalmıştı ve uzmanlığımı aldıktan sonra
ayda bir yapılması gereken, akademik kurul kararı ile sürenin aylık uzatılması işi
yapılmıyordu. Biraz ne olacağını bilememenin heyecanıyla Ana Bilim Dalı başkanı
Prof. Cumhur Ertekin’in odasına gittim... Gözleri sulanmıştı. Belki de ağlamıştı.
“Günaydın hocam” diyerek açık kapıyı formalite icabı tıklatıp odasına girdim.
Asistanlığım süresince tezimin yöneticisi ve çalışma hocam olduğundan sık sık
odasını ziyaret ederdim. Araştırmaların sonuçlarını değerlendirmek için veya
konuşma yazma planlarımız için… Odasına birçok insana göre rahat girerdim. Ama
saygımı da hiçbir zaman eksiltmedim. Dört yıl boyunca her zaman yaptığım gibi
masasının önündeki deri koltuklardan birine oturdum. Daha ben söze başlamadan ve
nereden başlayacağımı düşünüp, biraz daha zaman kazanmak için koltuğa
yerleşmeye çalışırken söze girdi:
—Görüyor musun bana ne yapıyorlar. Ben ki, 1980’lerde demokrasi mücadelesi için
üniversiteden uzaklaştırılmış bir adamım. Bana adeta ültimatom gibi yazı yazıyorlar
ve çocuğum gibi yanımda yetiştirdiğim, bir çoğunun doçent olması için makalelere
adını yazdığım insanlar ‘Klinik içinde anti-demokratik ortam düzelinceye kadar
akademik kurul toplantılarına katılmayacağız” diye bana yazı yazıyorlar. Konuşurken
gözlerine bakıyordum. Zaten beraber çalıştığımız dört yıl boyunca, tez hocam da
olduğu için hep kafasına ve gözlerine bakmıştım. Son zamanlarda o gözlerini, yaşı
altmışı geçmesine karşın çoğu kez ıslak görüyordum. İntihar eden oğlunun yoğun
bakım zamanlarını ve daha da eskilerde oğlunun trafik kazası geçirip uzun dönem
komada kaldığı dönemleri bana anlatırken de gözlerindeki ıslaklığı görmüştüm. Ama
şimdi biraz daha ıslaktı, muhtemelen ağlamıştı. “Beni “antidemokratik” olarak
sunuyorlar” diyerek düşüncelerimi böldü ve ekledi “Daha sekiz ay önce hepsi bana
‘Hocam sen başkan ol, seni seçelim’ dediler. Hepsi bana anabilim dalı başkanı olmam
için oy verdi. Dört yıl önce de başkan olmamı kendileri istemişti. Şimdi ne değişti ki
beni protesto ediyorlar, istemiyorlar!
Bu arada masasının arkasındaki duvara gözüm ilişti. Her zaman arkasında çerçeveli
iki şey görürdüm. Birisi 1980’de üniversiteden atıldıktan sonra geri gelme yazısı,
diğeri ise neredeyse ülkemizin sayılı altın bilim adamlarının üye olabildiği Türkiye
Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliği belgesiydi. İlerlemiş yaşına rağmen, basit
kavramlardan büyük heyecanlar yaşayarak adeta çocuk gibi sevinerek bilimsel
çıkarımlar yapan, sürekli yanındaki kişilerin kendinden daha yaratıcı olmasını isteyen
ve bununla mutlu olan hocamın sayısız denilebilecek ödül belgesi vardı. Yurt içinden,
yurt dışından… Ama bunların hiçbirini ne Ana Bilim Dalı başkanı olmadan önce ne
de başkan olduktan sonra duvarlara astığını görmüştüm.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
27 Şubat 2001
— Bu sabah neşeli ama çelebi olmayan bir hoca geldi. Daha önce bir gün de aracı gibi
başkası gelmişti. Senin için ‘dinci bir gruba dahil’ diyorlar. Ben bunu kimseye
sormam. Zaten kimin ne olduğu, ideolojisi, dini inancı beni ilgilendirmez ama bana
böyle dediler. Sultan’ı buraya almayalım dediler. Onlara yanıt vermek için ben sadece
senden bir yanıt beklerim. Aynı şeyi dekana da söylemişlerdi.
O sırada Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. Ben, olmadığım bir
şeye eklenmiştim. Ya da öyleydim de benim haberim yoktu. Öyle miydim? Doğru
bildiğim yolda yalnız giderim düsturu benim değil miydi? Benimdi…
Tüm bunlar ışık hızı ile kafamdan geçerken:
—Hocam, bu nasıl olabilir? Beni dört yıldır yakından tanıyorsunuz, evinize bile
geldim. Kendi evimden daha çok bu klinikte yaşadım. Beni arkadaşlarıma, asistan
arkadaşlarıma sorun. Böyle bir şey yok. Nasıl böyle bir kanıya varmışlar?
—Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben.
Bu basit olarak gördüğüm meselenin yaşamımda önemli yol ayrımlarına neden
olacağını bilmeden ve belki de önemsemeden içimden geçirdim.
“Bunlar Cumhur hocamın sol görüşlü olduğunu biliyorlar. Beni almaması için böyle
bir yalan attılar ortaya… Ama tutmaz bu.” Çünkü biliyordum ki Cumhur hocam
objektif ve bilimsel bir insandı. Gerçekte dedikleri gibi bir grubun gizli bir üyesi
olsam da buna karışmazdı ki öyle değildim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Bu ültimatom beni 1980’dekinden daha çok zedeledi, diye ekledi. Sözünü
bitirmeden “Ya kusura bakma, benim sıkıntılarımı da sana anlatıyorum” diye ekledi.
Kime anlatabilirdi ki? Klinikte herkes ona karşı cephe almıştı.
—Haklısın ama akademik kurulu toplayamıyorum. Baksana yazılan ültimatoma...
Anti-demokratik ortam düzelene kadar katılmayacaklarmış kurul toplantılarına. Oysa
YÖK yasasına göre akademik kurul toplanmaması suç. Ceza gerektiriyor ama dekan
da işe karışmak istemiyor. Ben Ana Bilim Dalı başkanı olarak onlara Sultan’ı
üniversiteye alalım diyorum. Onlar hayır diyorlar. Daha önce tüm başkanlar kendi
istediklerini almışlardı. Herkes saygı göstermişti ama şimdi herkes bana karşı çıkıyor.
Bize rağmen istediğini alamazsın diyorlar. İstersen Manisa Celal Bayar ya da
Çukurova Üniversitesi Nöroloji başkanları ile görüşeyim. Beni severler. Oralara
akademik yükselme için geçebilirsin. Bu son sözlerin ardından başımdan aşağı
dökülen suyun sıcaklığı artarak sanki buharlaşma derecesine yaklaşmıştı.
—Hocam “Ben istiyorum alınsın” tavrınızdan ziyade bu isteğinizi akademik kurulda
sunup ‘Bu çocuğu alalım mı?’şeklinde bir oylama yapılırsa…
—Akademik kurul toplanamıyor ki nasıl bir araya geleceğiz?
—Hım… Evet, diye başımı salladım ama sallanan herhalde tüm dünyaydı. Aslında
benim zamana ihtiyacım vardı. Belki kliniğin içindeki soğuk savaş düzelir ve sonra
şansım yaver giderdi. Ama süreyi nasıl uzatacaktım? Sadece on gün vardı ve on
günün ardından uzun bir kurban bayramı tatili geliyordu. O, hafta sonları ile
birleştirilmiş ve uzamış bayram tatillerinden…
—Hocam izin verirseniz, uzatma kâğıdı elimde, akademik kuruldakileri tek tek
dolaşıp, onlara imzalatayım.
—Olur, bir dene…
Hemen odanın açık kapısının önünde duran sekreterine, her zaman neşeli ve gür
çıkan sesinden başka bir sesle seslenerek “Fehmi, bir uzatma kâğıdı getir” dedi. Kâğıt
geldi ve elime tutuşturuldu. Hayatımda istemek, hep kendi adıma zor, başkaları adına
kolay olmuştur. Gene aynısı oldu. Sıkıla sıkıla koridorda yan yana duran akademik
kurul öğretim üyelerinin kapılarını tıklatarak içeri girdim. Genelde hepsinin
bildiğinden emin olduğum klasik bir cümle ile başlıyordum:
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Hocam on gün sonra sürem bitiyor. Uzatma yapılamaz ise ilişiğim hastaneden ve
üniversiteden aniden kesilecek. İşsiz kalacağım.
—Hocam, biliyorsunuz, uzatmam on gün sonra bitiyor.
toplanamıyor. Bir anda ilişiğim kesilecek, işsiz kalacağım.
Akademik
kurul
Hepsi söz birliği etmişçesine bana aynı şeyi söyledi. Sanki ortak bir kalıptan çıkmış
gibi:“Bizim senle bir sorunumuz yok. Sen iyisin, çalışkansın ama bu kâğıdı
imzalayamayız.”
Her seferinde aldığım ve mantığını kavrayamadığım bu yanıtlarla son odayı tıklattım.
Aynı isteğimi safiyane bir tavırla bilgin olan hanım bir hocama tekrarladım ama
cevap beklediğim gibi ve herkesin kullandığı kalıpta olmadı.
—Senin burada kalmanı hiç kimse istemiyor. On gün sonra bayram var. Hastaneden
ve kadrodan ilişiğin pat diye kesilecek. Bana sorarsan sen bu on gün içinde Sağlık
Bakanlığına başvur ve tayin iste.
—Ama hocam az önce çoğu öğretim üyesi ile görüştüm ve bana senle sorunumuz yok
dediler.
—Sen onlara inanma, diye ekledi. “Seni burada hiçbiri istemiyor. Sen çok dik başlısın,
başına buyruksun. Kafana göre işler yapıyorsun.”
Bir anda şaşkınlığım en üst noktaya ulaştı. Bu lafı ben asistanlığımın ilk yılında
duymuş gibiydim. Daha altıncı ayımda, kendimce ilginç gördüğüm bir hastayı vaka
sunumu olarak yazmıştım. Yazmıştım derken, psikiyatriden, bizim nöroloji kliniğine
rotasyona gelen bir arkadaşın yardımıyla ikimiz İngilizce olarak ve çatlak bir dille de
olsa vakayı yazmıştık.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Beş-altı odayı dolaştım.
Ya da beni dik başlı nitelendirmelerinin sebebi, tüm bunlardan ders almayıp,
asistanlığımın üçüncü yılında Nörolojik Yoğun Bakım’a yatan hastaların arşivde
toplanmış ve çürümeye terk edikmiş bilgilerinden yararlanmak için yoğun bakım
sorumlusu olmayan kumral hoca ile yaptığım, beyin kanaması olan hastaların sağ
kalım ve sakatlığı seyri üzerine vücut ısısı etkisi hakkındaki çalışmam mıydı? Öyle
ya… Bu çalışmayı yaptığımı öğrenen ve kendisinin bilgisine güvendiğim, saygı
duyduğum yoğun bakımdan sorumlu hoca, sağduyusundan uzak şekilde, beni yoğun
bakımın önünde çok rezil edici bir şekilde haşlamıştı: “Bizim iznimiz olmadan, bu
kliniğin parçası da olsan, yoğun bakım hastalarının dosyaları üzerinde araştırma
yapamazsın. Ya da bizim adımız da yazacaksın… Hastaları biz takip ettik çünkü...” Bu
uyarıyı bana yapan da asistanlığım süresince bilimsel bilgi yaklaşımını kendime
model aldığım bir bayan öğretim üyesiydi. Çok kırılmıştım ve hatta çok çok
kırılmıştım. Ama anlaşılan onlarda kırılmaktan fazlası olmuştu. Ben bir asiydim, dik
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Hemen ertesi gün bir uzman ve iki öğretim üyesi profesör bana haber göndermişti:
“Bizim adımızı da yazsın o makaleye, ben hastayı acilde görmüştüm…” Bir diğeri de
“Ben hastaya yoğun bakımda vizit yapmıştım.” diyerek isimlerini eklettirdiler. Bana
ters gelmişti bu durum. Çünkü o zamana kadar öğrendiğim, bir makaleye adının
yazılması için çalışmanın hazırlanması, verilerin değerlendirilmesi, sonuç çıkarımı ve
yazımda emeklerinin geçmesi gerektiğiydi. Neredeyse hastayı sokakta önceden gören
bir öğretim üyesi de adını yazdıracaktı. Hiçbir yerde emekleri olmadığı için yazmak
istememiş ve dik başlılık yapmıştım. Acaba bu muydu dik başlı demelerinin nedeni?
Ama yazmıştım isimlerini. Bir vaka sunumuna göre yedi yazarlı olması çok dikkat
çekiciydi. Üstelik geçen zaman içerisinde o vaka yayınlanmak için birçok dergiye gitti
ama kabul edilmedi. Gençlik heyecanı ile yazdığım olgu sunumundan literatürde
yeterince vardı ve aslında o kadar da yeni bir vaka değildi. Ama adını yazdırmak için
istek yapanlar için bu da önemli değildi.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
başlıydım. Kendi kendime işler yapıyordum. Evet, kesin buradan çıkmıştı asilik.
Başka nereden olabilirdi ki…
Ya da aynı öğretim üyesinin Türkiye’de ilk kez, tarafımdan hazırlanan Multiple
Skleroz web sayfasında kendi adı olmadığı için Ana Bilim Dalı başkanına beni şikâyet
etmesi ardından mı “kendi başına iş yapar” olmuştum. Üstelik sonradan onun adını
da web sayfasına eklemiştim ama aynı kişi ortak iş yapıyoruz deyip, eşek gibi
çalıştırdıkları ve istatistiklerini dahi yaptırdıkları bir araştırmaya adımızı yazmak
şöyle dursun, teşekkür bile etmediler yazıda. Ya da tamamen benim verilerini
toplayıp, analiz edip Türkçe yazdığım bir makaleyi, sadece İngilizceye çevirdiği için
kendini birinci isim yazan ve yanında da başka bir hocayı ekleyip, araya benim adını
sıkıştıran hocaya mı bir şey yapmıştım? Yapmamıştım bir şey… Olsun deyip içime
atmıştım bu tavırları. Başkaldırmamıştım.
“Asi” diye nitelendirilmemin sebebi bunlar olmalıydı. Ya dik başlılık? O da bunlardan
çıkmış olmalıydı. Ama “dik başlılık, kendi başına işler yapma” kötü müydü?
Üniversitede akademik kariyer yapacak kişi bu özellikleri taşımamalı mıydı? Kendi
başına fikir üretip bir şeyler yapmamalı mıydı? Bunlar olmaz ise yeni fikirler farklı
bakış açıları nasıl doğabilirdi üniversitelerde? Bunlar olmadan, koyun sürüsünden
nasıl ayrı kalınabilirdi…
Bu karmaşık düşünceler içerisinde, bayan hocamın söylediklerinin yarattığı derin bir
çöküşle son bir kez dekanı ve ardından da rektörü ziyaret etmeyi planladım. Belki
onlar derdime çare olabilirdi. Belki mantığı iyi çalışan benim gibi birine denk
gelirdim ve şansım dönerdi. Dekana ulaşmak rektöre nispeten kolaydı. O gün dekanla
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Ama rektöre ulaşmak o kadar kolay değildi. İlk randevu alma girişimlerim bayındırlık
bakanlığından randevu almaktan zor oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Tekrar tekrar
aramamla beş gün sonraya randevu alabildim. Beş gün, beklemek için çok uzun,
bitmeye başlayan sürem içinse çok kısa bir zamandı.
Beş gün geçti ve rektörlüğe gittim. Rektörün odası üst kattaydı. Yaz sıcağında içerisi
epey serin, hatta soğuktu. Belki de ben heyecandan, salınan adrenalinden damarlarım
büzüşmüş ve üşümüştüm. Üst kata çıktım ve geldiğimi sekretere söyledim. “Saat
13:00’da randevum vardı” diye ekledim. “Buyurun oturun. İçeride bir misafiri var”
dedi. Zaman akışı yine yavaşlamıştı... Sonra, ahşaptan yapılmış, yüksek tavanlı eski
İzmir evlerinde olan odalara benzer odanın kapısı açıldı ve bir genç odadan çıktı.
Sekreter, o çıkınca kapıya yanaşarak. “Dr. Sultan Bey geldiler” dedi ve ardından bana
el işareti ile içeri girebileceğimi ifade etti. Girdim ve masanın önündeki koltuklardan
birine oturdum. Ben otururken, rektörün önünde bir ajanda açıktı ve bir şeyler
yazıyordu. Sonra birden “Buyurun sizi dinliyorum” dedi. Sanki yüzüme hiç
bakmamıştı ya da ben öyle algılamıştım. Ajandasına bakıyordu. Ya bir şey çiziyordu
ya da benim söylediklerimi not alıyordu.
Daha önce bir rektörle hiç görüşmemiştim. Rektörler toplantılarında vali, il garnizon
komutanı ile bir arada oturduklarını biliyordum. Protokolde hep yüksek
yerlerdeydiler. Kendilerine ait fildişi kuleleri vardı. Sağdan soldan duyardık: “Falan
kişi, rektör seçilince 500 kişiyi kadroya aldı. Hepsi kendi adamları... Falan rektör
dincileri alıyor. Falan rektör Alevileri yolluyor, Hıristiyanları tercih ediyor…” Gerçi bu
duyduklarımın zamanla gerçek olduklarını gözlerimle de görecektim.
Belki de rektörlerde olduğunu düşündüğüm güç beni heyecanlandırmıştı. Belki
mucizevî bir çözüm oluştururdu. Durumu bizim nöroloji kliniğindeki öğretim
üyelerine ve dekana anlattığım gibi rektöre de aynen anlattım. Fark ettim, ben
konuşurken ajandasına hala bir şeyler yazıyordu. Bir an aklımdan geçirdim: “Her
halde ziyaretçisi fazladır, olan biteni hatırlamak için notlar alıyor…” Ama beni hiç
dinlemeyip kafasına göre o haftaki programını da yazıyor olabilirdi. Bir ara yazmayı
kesip, ince, Erbakan benzeri kestiği bıyığı altından:
—Sizin klinikte fazla uzman var. Bu aşamada sizin kliniğe uzman almayı
planlamıyoruz”
Bu sefer bir anda donup kaldım. Çünkü son 1–2 aydır aldığım olumsuz yanıtlardan
olsa gene şaşırmazdım (Bir yıl kadar geçmeden ülküsü olmayan bayındırlık
makamındaki aynı rektör görevdeyken, AKP hükümete gelince, sıradan bitiren üç
nöroloji asistanı kısa sürede üniversite kadrosuna uzman olarak aldılar. AKP
kadrolaşacak diye!)
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
görüşüp sürenin bittiğini ama akademik kurulun klinik içindeki kavga nedeni ile
toplanmadığını, üniversite ile ilişiğimin kesileceğini, bana yardımcı olmasını rica
ettim. Ama “Ben sizin kliniğin içişlerine karışmam” diyerek karamsarlığımı devam
ettirdi. Bu da ilginçti. “Kliniğin iç işleri…” Her şeye burunlarını köküne kadar sokan
dekan ve rektörler, bu duruma karışmamayı tercih etmişlerdi. Belki daha önce
pisliklere daldırdıkları burunları hassasiyetlerini kaybetmişti ya da koku alamaz
olmuşlardı.
Rektörlükten ayrılırken artık tüm umutlarım tükenmişti ama yine de belki fikri
değişir umuduyla, özgeçmişimi içeren bir dosya bırakmıştım ona. Bu iş olmayacaktı.
Asistanlığıma başladığım üniversitede akademisyenliğe devam ettirilmeyecektim.
Tüm bunların ardından kliniğimizdeki Ana Bilim Dalı başkanına gittim. Durumu
anlattım. “Sen Manisa Celal Bayar’a git orası İzmir’e yakın, oranın başkanı beni sever.
Ben rica ederim” dedi. Kabul ettim. Ege Üniversitesi olmazsa Manisa olsun. En
azından akademisyenliğe devam ederim diye düşündüm.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Sözüne devam ederek:
—Kliniğin iç işlerine karışmak da istemem” diye tamamladı. Oysa o, üniversitedeki en
üst iradeydi ama karışamıyordu Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğine… YÖK yasalarına
göre suç sayılan, akademik kurulun toplanmaması gibi bir olay oluyor ve rektör
karışmak istemiyordu. Sen kimdin ki? Ne iş yaparsın? Bayındırlık bakanlığında kapıcı
mısın?
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Denize Düşen Yılana Sarılır!
Manisa Celal Bayar Üniversitesi ve benim yaşadığım İzmir’in ilçesi Bornova birbirine
adeta komşu yerlerdi. Hatta üniversite, İzmir sınırına yerleşikti. Zaten öğretim
üyelerinin çoğunluğu İzmir-Bornova’da yaşıyor, çalışmak için sabah servisleri ile
Manisa’daki üniversiteye gidiyorlardı. Kendime ait aracım olmadığından, yaklaşık
20-25 km olan Bornova-Manisa Celal Bayar arası yolu her sabah otobüslerle almak
zorundaydım.
Manisa’daki üniversite hastanesine ilk gidişim zor olmadı. Birbiri yanında üç bloktan
oluşan bir hastanesi vardı. Bir üniversite hastanesine göre epey küçük bir hastane
diye düşünmüştüm ilk gördüğümde. Belki bu düşünceye beni daha önce çalıştığım
Atatürk Üniversitesi ve Ege Üniversitesi hastanelerinin yataklı birimlerinin çok büyük
olması itmişti. Her neyse ben yine hazırlandığım kalın bir çalışma ve biyografi
klasörü ile Celal Bayar Nöroloji bölümü başkanının yanına vardım. İlk görüşmede
bana “Burada bir ay çalışın. Biz sizi tanıyalım size de bizi tanıyın. Dışarıdan
başkalarının söyledikleri benim için önemli değil” demişti. Bugün gibi net bir ses
tonuyla hatırlıyorum bu ifadeyi. Verdiğim çalışma dosyasına bakarak “Çalışmalarınız
çok güzel” dediğini de hatırlıyorum.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Aradan bir ay geçti. Bir aylık çalışma ve tanışma planlamıştık... Bu süre sonunda
sabırsızlıkla verilecek kararı bekliyordum. Manisa Celal Bayar Nörolojide Ana Bilim
Dalı başkanı dosyamı akademik kurula sunacağını ve diğer kişilerin de onayını
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Beni kliniğe götürüp asistan ve uzmanlarla tanıştırdı. Bir hastaneye göre dar ve kalpdamar, nöroloji ve nöroşirurji hastalarının ortak yattığı bir koridordan geçip en
sonunda seminerlerin verildiği ve asistan uzmanların dinlendiği bir odaya ulaştık.
Ortam aslında sıcaktı. Beni de sıcak karşıladılar. Kısa sürede bu sıcaklık karşılıklı hal
aldı ve kaynaştık. Bu arada ben onların vizitlerine katıldım, seminerlerinde dinleyici
olarak bulundum hatta dergi saatinde beyin ödemi konusunda bir makale sundum.
Epey hoşlarına gitti. Ancak benim klinik içi gözlemim bu kadar olumlu değildi. Çok az
sayıda yataklı birimleri vardı. Yatırdıkları hastalar arasında basit denilen “yüz felci”
hastaları bile vardı. Bunu garipsemiştim. Çünkü bu hastaların kalitesi ve
hastalıklarının ortaya çıkardığı problemlerle asistan eğitimi yapılıyordu. Bu asistanlar
da eğitim ve çalışmalarının sonunda nöroloji uzmanı olarak görev alıyordu. Büyük
üniversitelerle karşılaştırıldığında, görülen hastaların oluşturacağı tecrübe ve hasta
çeşitliliği yeterli sayılmazdı. Bu nedenle pek de istekli değildim ama başka çarem de
yoktu. Denize düşen yılana sarılır misali bir durum vardı ortada…
Bu arada Manisa ile olan bir aylık bekleme süresi üzerine iki hafta eklendi ve hocayı
aradım.
—Hocam merhabalar. Müsait misiniz? Dr. Sultan ben…
—Evet…
—Herhangi bir karar çıktı mı acaba akademik kuruldan? Bana bu hafta toplanacağını
söylemiştiniz de…
—Biz arkadaşlarla görüştük.
Sana şimdilik yeşil ışık yakmıyoruz. Kadro sorunu var. Sen istersen Pazar devlet
hastanesine git. Daha sonra, kadro ayarlayabilirsek biz belki seni çağırırız.
—A… ma… Hocam… Siz!
—Arkadaşlar, bizim kendi üniversitemizde yetiştirdiğimiz birisini alalım, diyor. Bizim
üniversite ekolümüzle yetişmiş birisi. Onların dediklerini de dikkate almalıyım.
—Tamam hocam… Teşekkürler… Sağ olun.
Artık Manisa umutları da tükenmişti. Oysa karşılama, bir ay içindeki karşılıklı
izlenimler ve mesajlar, bu durumun tam tersiydi. Nasıl böyle olmuştu ki? Biraz
umutsuzluk biraz gerginlikle tekrar cep telefonumu aldım ve Cumhur hocamı aradım.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
isteyeceğini, bu arada kadro sorunu olduğundan devlette bir yerlere tayin
yaptırmamın iyi olacağını, oradan geçişin daha rahat olacağını söyledi. Sözünü
dinleyip Ankara’ya gittim. Sağlık Bakanlığının kapısını aşındırıp uzman olarak tayin
istedim. Henüz, uzmanlık sonrasında mecburi hizmetin olmadığı zamanlardı… Her
ihtimale karşın, doğduğumum memleket olsun diyerek, Rize, Pazar devlet
hastanesine tayin istedim… Olmaz olmaz diye düşünürken bir hafta sonra tayin yazısı
geldi. “On beş gün içinde görev yerinize ulaşmanız gerekmektedir, Yer: Rize Pazar
devlet Hastanesi…”
Bir anda ne olduğumu anlamadım. Şaşırdım. Öfkelendim. Kızardım, bozardım.
Beynimin ilkel kısımları herhalde en şiddetli çalışmasını gösterdi. Hiçbir şey
diyemedim. “Tamam, hocam” diyerek telefonu kapadım. Kapamamla Manisa Celal
Bayar Nöroloji Ana Bilim Dalı hocasının cep numarasını çevirmem bir oldu.
—Hocam, Cumhur Bey ile görüştüm. Ona beni, bir dinci gruba dahil olduğum için
almadığınızı söylemişsiniz. Buna nasıl inanırsınız? “Siz bizi tanıyacaksınız, biz de
seni” demiştiniz. Böyle bir şeye nasıl inanırsınız! Bunu Ege Üniversitesi nörolojiden
birisi uydurdu. Size iletti…
—Ben böyle bir şey söylemedim, diye ekledi. İnanmamıştım:
—Az önce Cumhur Bey ile görüştüm. Böyle demişsiniz hocama…
—Yok, ben öyle bir şey söylemedim, dedi ısrarla…
Artık epey öfkelendiğimi kendim de fark ettim ama bana açık açık yalan söylendiğini
hissettiğimden kendimi dizginlemeyi düşünmedim bile.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Hocam şimdi az önce Manisa’daki hocamla ile görüştüm. Bana “Sana yeşil ışık
yakamıyoruz” dedi. Bu nasıl olur? Çok umutluydum ben…
—Tamam, Sultan, bir dakika ben doktor hanımı arıyorum.
—Tamam hocam… Sağ olun.
Aradan iki dakika geçmedi herhalde. Benim telefonum çaldı. Arayan Cumhur
hocamdı:
—Kendisiyle görüştüm. Diyor ki “Onun için dinci bir gruba dâhil diyorlar, ben onu
buraya alamam.”
Bu beni daha da öfkelendirdi. Bu söylediğinden, söylediklerimi onaylamadığımı
anlamıştım ama açık olarak söylemiyordu. Ben yine konuşmasının arasına
sıkıştırdım:
—Başka yolu yok. Mahkemeye başvuracağım.
—Bak… Daha geçen ay buradan iki kişiyi… Hatta gözde doçent olan birini
uzaklaştırdılar. Afyon üniversitesine gitti. İstersen oraya git, diye tavsiyede bulundu.
Ama bu sözlerinden “Sen bir dincisin. Dinciler oraya gitti, kabul edildiler. Sen de
oraya git. Seni de kabul edebilirler” gibi bir anlam çıkıyordu. Ben yine “mahkemeye
başvuracağım” dedim ve telefonu kapattım. Dış kapıya baktım. Sokağa çıkıp önce bir
avukat bulacaktım. Çıktım. Epey yürüdüm. Biraz avukat tabelalarına bakıp hiçbir
yarar sağlamayacağını düşünerek eve döndüm.
Eve geldiğimde biraz daha sakindim. En iyisinin “bir meslektaşına iftira atmak”
suçunu tabip odasına bildirmek olacağını düşündüm. Öyle de yaptım. Tabip odasına
gittim. Odanın avukatı ile ücretsiz görüştüm. Durumu anlattım. Yazılı anlatmamı
istedi.
T.C.
İZMİR TABİP ODASI YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA
İZMİR
1995 yılı, Kasım ayında TUS sınavıyla Nöroloji Asistanlığı yapmak için Ege Üniversitesi
Nöroloji ABD çalışmaya başladım (EK1). Bu dönem içerisinde birçok yurt dışı ve yurt içi yayımlarımız
oldu, Nöroloji alanında başarılı çalışmalarımızdan dolayı ödül de aldık (EK2). 20.11.2000 tarihinde Ege
Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji uzmanlığımı aldım (EK3). Uzun dönem birlikte çalıştığım, Ana
Bilim dalı başkanı sayın Prof.Dr.C.E tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim
dalında kalmam istendi. İki ay kadar klinikte Nöroloji Uzmanı olarak çalıştım. Bu arada dekanlıktan
kadro istekleri oldu. 3 ay geçmesine rağmen kadro olmadığı gerekçesiyle bekledim. Ancak, uzmanlık
sınavı sonrası olan uzatmalarımın ikisini (2’şer aydan toplam 4 ay) kullandığımdan, tekrar uzatma izni
alınması gerekti. Bunun verileceği tek yerde Akademik kuruldu. Fakat o dönemde öğretim üyelerinin bir
grubunun ana bilim dalı başkanı Dr.E’le, kliniğin işleyişi nedeniyle olan tartışmaları sonucu Akademik
kurul 3 ay toplanamadı. Uzatmamın yapılması için dekan Dr.A.E ile, rektör Prof.Dr.Ü.B ile bireysel
olarak görüşmeme rağmen, uzatmam yapılmadı ve daha önce nöroloji kliniğinde hiç olmamış (daha önce
uzmanlığını alan herkes, uzatmalarını kullanmıştır) bir şekilde 2 ayda maaşım kesildi. Bir ay ücret
almadan devam ettim ve 15.3.2001’de açıkta kaldığım için ayrılmak zorunda kaldım.
Dekanla görüşmemde, hiç bir yetkim ve yaptırımım olamayacağı halde akademik kurulu benim
toplamamı söyledi. Ana bilim dalı başkanı karşısında olan grupla tek tek görüşmelerde adeta bir
inatlaşmayla, kanuni olarak yapılması gereken ve YÖK kanununa göre yaptırımlar gerektiren, akademik
kurul toplantısı bir türlü yapılamadı. Ege Üniversitesi rektörüyle yaptığım görüşmede, uzatmalarımın
bittiğini ve kurulun toplanmadığını, bu konuda yardımcı olmasını rica ettiğimde; bunun olamayacağını,
kliniğin iç işlerine karışamayacağını, kendilerinin bunu halletmesi gerektiğini belirtti. Sorunu benim
halletmem gerektiğini söyledi. Bu arada Nöroloji Ana bilim dalı öğretim üyelerinin başkan dışında
tamamı, kanuni olarak suç olan; devamlı yapılan asistan eğitimleri, seminer ve bilimsel toplantıların hiç
birisine katılmama ve protesto kararına devam ettiler. 3 ay kadar bu eğitimden çekilme devam ettiği
halde, klinikte asistanların eğitimi-öğretimi aksadığı halde, YÖK’ün bir üniversitesinde, Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim dalındaki bu şahıslara hiç bir yaptırım uygulanmadı.
Bu dönemde, 1980’li yıllarda siyasi görüşünden dolayı üniversiteden uzaklaştırılan, 3.5 yıl
beraber çalıştığım, TÜBA üyesi ve saygın bilim adamı, Prof.Dr.C E’in beni akademisyenliğe alma için
çaba göstermesi nedeniyle bana karşı da tavır aldılar ve bahsettiğim siyası düşüncesinden yararlanmak
için, beni tam tersi karşı görüş olabilecek “dini bir gruba dahil ve eşiminde kapalı (!)” olduğu şeklinde
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Ya hocam… Buna nasıl inanırsınız? Bunu söyleyenleri ve yayanları mahkemeye
vereceğim. Başka yolu yok gibi görünüyor. Bu iftira üzerimde kaldı. Öyle biri olsam
üzülmeyeceğim. Hani deşifre oldum, beni almadılar deyip bir kenara çekileceğim ama
öyle bir grupla ilişkim olmadığını biliyorum. Siz de mahkemede şahit olacaksınız, size
kimin bunu aktardığını söyleyeceksiniz.
—Yapma. Keskin sirke küpüne zarar... Sen sakin ol. Tayinin çıkmış. Sen Rize Pazar
devlet hastanesine git. Biz seni durum sakinleşince oradan çağırırız…
Dr.Sultan TARLACI
Nöroloji Uzmanı
Yazdım verdim ve iki hafta sonra yanıt geldi. Benim için anlamsızdı:
“Şikâyet dilekçenizde belirttiğiniz kişilerden Cumhur Ertekin ile görüşülmüş ve
konu ile ilgili kanıt belgesi sunmanız gerektiği yargısına varılmıştır.”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
bir yalan/iftira/hakaret ortaya attılar. Bu kişilerin değişik zamanlarda, Aralık 2000-Ocak 2001 tarihleri
arasında, Ana bilim dalı başkanına giderek “dinci bir gruba dahil birisini uzman olarak almaması”
yönünden baskıları ve söylemleri olmuş. Daha sonra gelişen Celal Bayar Üniversitesine başvurumda aynı
problem olması sonucu, Prof.Dr.C. E’nin Ağustos 2001’de bana ifadesiyle bu kişiler:
Prof.Dr.S. B,
Prof.Dr.N.A,
Doç.Dr.A.S,
Doç.Dr.H.Ş,
Doç.Dr.N.Ç,
Doç.Dr.H.K olduğunu öğrendim.
Ana Bilim dalı başkanı Prof.Dr.C,, bu konuda ellerinde bir kanıtları varsa getirmelerini, o
zaman akademik kadro isteminde bulunmayacağını belirtmiş. Bu tarihlerde, Ana bilim dalı başkanı beni
çağırarak, bu söylenenlerin doğru olup olmadığını sordu. Bende açık bir dille bunun doğru olmadığını
belirttim. Oysa benim yaşantım, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlığım 5 yıl aynı yerde çalıştığım
arkadaşlarımca bilinmekteydi. Bahsedilen kişi ile ve gruplarıyla en ufak aktif ya da pasif ilişkim ya da
katkım olmamıştı. Yaşamım boyu, benim için tek doğru yol bilimdi ve hayat felsefem açısından bu yaşıma
kadar hiç bir siyasi, dini görüş ve grupla bağlantım olmadı. Bunu Sayın Ana bilim dalı başkanı da
bilmekteydi. Bu iftiraları Dekan beye ve rektöre ilettiklerini ve bu nedenle uzatma isteğime en ufak bir
çaba göstermediklerini daha sonra öğrendim. Daha sonra, Ege Üniversitesinden 15.3.2001’de ayrıldım.
Bu olaylar ve ana bilim dalı başkanına alınan tavırdan dolayı o da istifa etti.
Olaylar bununla da kalmadı. Nisan 2001 sonlarına doğru, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi,
Nöroloji Ana Bilim dalı başkanı olan Prof.Dr.D.S ile görüşerek, (resmi bir kadro açılmamıştı)
başvurdum. Kendileri, tanımak için 1 ay Nöroloji ana bilim dalında çalışmamı önerdiler. Bir ay gönüllüücretsiz çalıştım. Ancak, açıkta olduğum için resmi bir kadroya geçmem gerektiği ve daha sonra resmi bir
yazı ile istek yapılıp Celal Bayar Üniversitesine geçebileceğim belirtildi. Sağlık Bakanlığına Başvurup
tayinimi istedim. Tayinim çıktı (EK4). Daha sonra Prof.Dr.S, konuyu kendi akademik kurullarına
götürdü ve Kurul kararı sonucu olarak bana yeşil ışık yakamayacaklarını, arkadaşlarının istemediğini
belirtti. Tatmin edici bir cevap değildi. Çünkü, zaman geçmesi gerektiğini ve belki daha sonra
olabileceğini ifade etti. Prof.E’le tanıştıkları için, görüşmesini ve alınmama nedenimi öğrenmesini rica
ettim. Prof. E’ye alınmama gerekçem olarak “dini bir gruba dahil” olduğumu duyduğunu ve bu nedenle
alamayacağını, bunun dekan ve rektörle arasında soruna neden olacağını belirtti. Aynı gün, Prof. Dr.
D.S ile bizzat telefon görüşme ile öğrendim ki sebep benim “dini bir gruba dahil” olmammış. Ege
üniversitesindeki karşı ekibin yalanı/iftirası oraya da ulaşarak benim önüme engel olarak kondu.
Bu dönemdeki ruhsal sıkıntılardan dolayı bedensel olarak da zarar gördüm ve 3 Nisan 2001’de
ağır bir yüz felci geçirdim (EK5). Bütün bu olumsuzlukları bir mektupla, Haziran 2001’de YÖK başkanı
sayın Prof.Dr.Kemal GÜRÜZ’e ilettim (EK6). Ancak, herhangi bir yanıt tarafıma iletilmedi.
Temmuz 2001’de Ege Üniversitesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı başkanlığına, Dr.E’in istifası
sonrası seçilen Prof.Dr.A.Ü’ye giderek, bu söylentilerin devam ettiğini ve öğretim üyelerini uyarmalarını,
yoksa hukuksal girişimlerde bulunacağımı belirttim. Böyle bir girişimin herkese zarar vereceğini
belirterek, yapmamam gerektiğini ve öğretim üyelerinin böyle bir şey söyleyeceğine inanmadığı söyledi.
Konuşma içinde de, yanımda bulunan eşimi “şimdiye kadar kapalı” bildiklerini belirtti! Daha sonra,
yukarıda ismi bulunan öğretim üyelerinden bazılarını bu konuda bilgilendirdiğini (!) öğrendim.
Bu arada başvurduğum, SSK Bozyaka/İZMİR’de Nöroloji Klinik şefi Doç.Dr.M.G’ye ve Aydın,
Adnan Menderes Üniversitesi Ana bilim dalı başkanı Doç.Dr.A.A’ya aynı iftiranın ulaştırıldığını
öğrendim. Bürokratik işlemlerden dolayı bu yerlere çalışmaya başlayamadım. Bu kişilerle görüşmemde,
söylentilerin kendileri üzerinde etkisi olmadığını öğrendim.
Yapılan bu tür davranışların meslek ilkeleri içinde olmadığını, maddi ve manevi olarak zarar
gördüğümü, kendimin çizdiğim akademik çizginin tamamen bahsettiğim kişilerce değiştirildiğini ve
geleceğimle oynandığını, bu günkü ortamda tarafı olduğumu iddia ettikleri kişilerin “irtica” kapsamında
olduğunu, bunun beni çevremde de küçük düşürdüğünü, dolayısıyla adı geçen Ege Üniversitesi, Nöroloji
ABD’da çalışan; Doç.Dr.N.Ç, Prof.Dr.S.B, Prof.Dr.N.A, Doç.Dr.A.S, Doç.Dr.H.Ş, Doç.Dr.H.K’dan
şikayetçi olduğumu belirtir, adı geçen kişilerin meslek ahlakı yönüyle değerlendirilmesi ve gerekli
işlemlerin yapılması dileğiyle bilginize arz ederim.
Saygılarımla.
Benzer bir dilekçe ve şikâyet yazısını YÖK başkanı Kemal Gürüz’e gönderdim (Kemal
Gürüz, 6 Aralık 1995 tarihinde YÖK Başkanı seçilmiş. Daha sonra aynı göreve,
Cumhurbaşkanı tarafından ikinci kere atanmış. 7 Ocak 2009 tarihinde Ergenekon
soruşturması kapsamında gözaltına alındı. 28 Şubat Soruşturması kapsamında 25
Haziran 2012 tarihinde tutuklanarak Sincan Cezaevi'ne gönderildi). İadeli taahhütlü
gönderdiğimden alındı notu dışında bir yanıt alamadım:
Sayın Prof. Dr. Kemal Gürüz,
Düşünce ve yaşadıkları anlatabilmem için bu mektubu uzun tutmak zorunda olduğumu belirterek
sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum.
20.11.2000 tarihinde Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji Uzmanlığımı aldım. Uzun
dönem birlikte çalıştığım, Ana Bilim dalı başkanı ve TÜBA üyesi sayın Prof.Dr.Cumhur ERTEKİN
tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim dalında kalmam istendi.
…
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Belge! İftiranın belgesi? Rüşvetin belgesi bazen bulunabiliyor ama iftiranın belgesinin
nasıl bulunabileceğini o gün bugün öğrenemedim!
Hemen her gün üniversitelerin internet sayfalarına bakıyor ve kadro açıp
açmadıklarını inceliyordum.
Asistanlığımda abone olduğum Neurology dergisinin arka sayfalarında yer alan,
nöroloji uzmanı arayan Amerika’daki hastanelerin ilanlarına bakıyordum ancak, yurt
dışı beni endişelendiriyordu. Evliydim ve yurt dışına gittiğimde uzman olarak hemen
başlayamıyordum. Hatta pratisyen hekim olarak da çalışamıyordum. Her şeye adeta
sıfırdan başlamak gerekiyordu. Böyle durumda işi olan eşim de her şeye yeniden
başlayacaktı. Dolayısı ile akademisyenliği yurt içinde yapma arayışlarına gidiyordum.
Ama Ege Üniversitesindeki uzatmam yapılmadığından adeta kıç üstü düşmüş ve işsiz
kalmıştım. Artık günlerim evde, telefon başında geçiyordu. Yakın çevredeki
üniversiteleri arayarak nöroloji uzmanına ihtiyaçları olup olmadığını soruyordum.
Afyon Kocatepe Üniversitesini aradım. Bana “Hemen dosyanı al gel... Bizim
uzmanımız yurt dışında… Birine ihtiyacımız var” dediler. Ama bu deyiş beni çok
çabuk vazgeçirdi. O sırada internette dolaşırken Isparta Süleyman Demirel
Üniversitesi web sayfasında bir nöroloji uzmanı kadrosu açıldığını gördüm. “Evet,
Isparta…” diye düşündüm ve ertesi gün otobüse binip Isparta nöroloji başkanının
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Isparta’nın dikenli gülleri…
— Dekan kadro açmış. Spor hekimliğinde uzman bir bey var. Eşi Hacettepe’den yeni
mezun bir nöroloji uzmanı… Onu buraya almak için kadro açmış.
O anda ne düşüneceğimi bilemedim ya da ne söyleyeceğimi… Zaten Isparta’yı pek
sevmemiştim. Bir zamanların cumhurbaşkanının memleketi de olsa küçük şehir
görünümü vardı. Tek güzel yanı şehre girerken yeni yapılan ağaçlandırılmış alandı.
Ha bir de çok modern üniversite hastanesi. “Aman, ne olacak burası da olmazsa ne
yapayım.” Diye düşünürken başkan, sözüne devam etti:
—Ama dosyan iyi… Seni daha önceden bizim Hasan da biliyor. Seni almak isteriz.
Bu “Seni almak isteriz” lafı bana hemen bir savaş izlenimi verdi. Habersiz açılan bir
kadro için Ana Bilim Dalı başkanı ile dekanın arenada savaşı…
Bu savaşta gladyatörlerden biri olacağımı o anda anlamıştım ya da içime doğmuştu.
Ne olabilirdi ki? Zaten buraya gelene kadar bütün uzuvlarımı kesmişlerdi. Geride bir
başım ve onu taşıyan gövdem kalmıştı. Arenada başımı kaybetsem ne çıkardı? Hiçbir
şey... Savaşı kabul ettim ve dosyamı ilgili personel işlerine vermem gerektiği söylendi.
Dosyayı verdim.
Bana İngilizce ve bilim sınavı yapılacak tarihleri bildirdiler. Ardından aynı gün
İzmir’e döndüm. Daha sonra yabancı dil sınavı için verilen tarihte sınava girdim ve
sınavdan geçer not aldım. Ertesi gün de on sorudan oluşan yazılı bilim sınavı yapıldı.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
yanına ulaştım. Sıcak bir karşılamanın ardından bana “Aslında bu kadro isteğini biz
yapmadık. Yani bundan bizim haberimiz yoktu. Gazetede gördük.” Deyince ağzım bir
karış değil üç karış açık kaldı. Daha “öyle mi?” demek için ağzımı kapamaya fırsat
bulamadan:
Ancak sınav sonuçlarının açıklanacağı tarih gelmesine karşın personel işlerine telefon
ettiğimde, sonucun açıklanmadığını söylediler. Bir hafta sonra tekrar aradım. “Dekan
şehir dışında… O gelince sonuç belli olacak” dediler. Oysa YÖK yasasına göre iki hafta
sonra sonuç bildirilmeliydi. Bu durum, arenada zaten beklenen bir şeydi. Bu arada sonuç belli mi diye- nöroloji Ana Bilim Dalı başkanını aradım. “Dekan bastırıyor”
diye yanıt verdi. Aslanlarını arenaya sürmüştü. Çünkü benim hem yayınlarım hem de
bilim sınavımdan aldığım puan belirgin olarak diğer adaydan yüksekti.
Aradan üç-dört gün geçmedi ki personel işlerinden beni aradılar: “Doktor Bey, sınav
sonuçları açıklandı. Ancak rektör bey iki kişiden hangisinin alınacağına karar
veremedi. Sizlerin bir sözlü sunumunu istiyor. Ondan sonra karar verecek. Salı günü
saat 10.00’da burada olun…”
Bu kadar da olmazdı. Rektör karar verememiş(!) Neye bakıyordu ki… Puanlar
belliydi. Yayınlar ve sayıları belliydi. Bunlar objektif sayılardan oluşmuyor muydu? 3,
2’den daha büyük değil miydi?
İnternete girip rektörün e-posta adresini buldum ve bildiklerimi yazdım:
Sayın Prof. Dr. M. Lütfü ÇAKMAKÇI,
Süleyman Demirel Üniversitesi web sayfasında e-pota adresinizi gördüğüm için size
yazma gereği hissettim. Rektörlüğünüzün en son açtığı, Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana
Bilim Dalı için Yardımcı Doç. öğretim üyesi kadrosu için başvurmuştum. İngilizce ve
Bilim sınavına katıldım. İngilizceden 72 ve bilimden 74 geçer not aldım. Ancak, daha
sonra edindiğim duyumlara göre, benimle birlikte aynı kadro için başvuran arkadaş
sınav sonucuna, sınav sorularının ana bilim dalınca bana verildiği gerekçesiyle
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Sınav o kadar iyi geçti ki, soruları kendime ben hazırlasam, o kadar iyi
hazırlayamazdım. Sınav sonrası on beş gün içinde sonuçları beklemek üzere İzmir’e
döndüm.
Bu nedenle ve bahsettiğim söylentiler nedeni ile çarşamba günü yapılacak sözlü
sınava katılamayacağımı bildirir, mektubumu hoş görüyle karşılayacağınızı
düşünerek, sağlıklı günler dilerim.
Saygılarımla.
Bu yazdıklarımdan rektörün ne hissettiğini bilmiyorum ve de önemsemiyordum da.
Üç beş ay sonra, bir toplantıda ana bilim dalı başkanının bana “Ne yazdın rektöre?
Küplere binmiş!” dediğini gayet iyi hatırlıyorum. Daha sonra öğrendiğim bilgi de,
diğer başvuran kişinin üniversiteye alındığı ve bir yıl sonra kendi isteği ile ayrıldığı.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
itiraz etmiş. Oysa ana bilim dalı başkanını bir başvuruda dosyamı verirken gördüm
bir de sınav sırasında. Ve bu arada dekanlık da diğer başvuran kişinin alımı için
ısrar ediyormuş. Bu söylentilerin geçek olup olmadığını bilmiyorum ama gerçekten
üzücü. Lise 1. sınıftan bu yana kendi mesleğine yönelmiş, Tıp fakültesini dönem
birinciliğiyle bitirmiş, TUS sınavında çok yüksek bir puanla ilk tercihime giren kişi
olarak ve asistanlık dönemimde alanımızla ilgili saygın dergilerde 10 yurtdışı yayın
ve 7 yurt içi yayın yapan birisi olarak bu söylentilere gerçekten çok üzüldüm. Ve bu
Cuma günü, bütün bu söylentiler üzerine, puanlarımız eşit olduğundan (!) ve karar
verilemediğinden tekrar çarşamba günü, sizin önünüzde istediğimiz bir konuyu
anlatmak için beni çağırdılar. Yer, saat ve ne ile anlatılacağını belirtmediler.
Bilimsel objektiflikle değerlendirilen, iki kişinin sınav sonuçlarının ve diğer
değerlendirmelerin aynı olması mümkün olduğunu düşünmek zor.
Kortizon başlamama rağmen yüz felcim dördüncü gününde daha çok ağırlaştı.
Gözkapağım birazcık hareket ederken hiç kapanmaz oldu. Artık, yüzümün sol
tarafında en ufak bir hareket yoktu.
Yiyecekleri ağzımda kontrol etmekte zorlanıyor, hemen sağ yanağıma doğru dilimle
itiyordum…
Çok sevdiğim kolayı içmek, su içmekten daha zordu. Baloncukları sol dudağımdan
kontrol edilemez bir şekilde kaçıyordu. Pipet iyi bir seçimdi ve kola içmemi epey
kolaylaştırmıştı. Dışarı çıktığımda ise güneş ışığı, tüm fotonlarının her birini, bir
toplu iğne gibi gözüme sokarcasına rahatsız ediyordu. En koyusundan bir güneş
gözlüğü kullanmak, görmemi rahatlatmıştı. Bir nöroloji uzmanı olarak anladığım şey,
hastalıklar kitaplarda yazdığı gibi değildi. Aynı zamanda hastaya empati yapmak bile
hastalığa karşı hisleri ve hastalığın verdiği yetersizliği anlamaya yetmiyordu. Hasta
olunmalıydı anlamak için…
İlk iki hafta boyunca yüzümde pek bir düzelme olmadı. Zaten olmasını da
beklemiyordum. İkinci haftada asistanlık yaptığım ve kovulurcasına uzaklaştırıldığım
nöroloji kliniğindeki ağabeylerimden birine gidip “Yüzüme bir EMG yapalım mı abi?
En azından yüz sinirim ne kadar hasar var, öğreniriz” dedim.
“Olur yapalım. Geç şöyle…” dedi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Yüzüme Batırılan ElektroMiyoGrafi İğneleri!
Sonra teşekkür edip ayrıldım EMG yapılan odadan. Beş yıldır çalıştığım, gece nöbette
sessizliğini hissettiğim boş koridorlarda dolaşırken, abla dediğim bir öğretim üyesi
gördü beni.
—Geçmiş olsun. Yüz felci olmuşsun. Şimdi nasılsın?
—İyiyim. EMG’de total aksonal zedelenme çıktı.
—eMaR çektirdin mi?
—Yok çektirmedim.
—Neden? Çektirseydin.
—Tipik bir yüz felci… Hastalarıma çektirmiyorum. Kendime de çektirmedim.
—Ya… Allah korusun. eMeS, meMeS olmayasın. Sen bir eMaR çektir bence.
Klinikten uzaklaşırken geçirdiğim beş yıldan ziyade son dört-beş ayda yaşanan
olumsuzlukları hatırladım ve aklımdan “bedenimi zedelediniz zannediyordum ama
aslında daha büyük zedelenmeyi ruhumda yapmışsınız. Farkında değilsiniz. Ya da
farkındasınız ama umursamıyorsunuz.” diye geçirdim ve “akademik ortamda”
olmayan bir iş aramak için evin yoluna koyuldum…
Kertenkelenin gövdesinden kopmuştum. Kendi kendime hareket etmem gerekiyordu
ama kaçan gövdeyi korumak için değil. Kendim için… Belki de daha çok beş parçaya
ayrılmış bir denizyıldızı gibiydim ve bir parçası olarak ben küçük de olsa başka bir
denizyıldızı oluşturacaktım.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Yatağa uzandım. Önce elektrikli uyarılar geldi. Ardından eşek arısı sokar gibi iğneler
battı yüz kaslarıma. Gözümü sıkmaya, ıslık çalmaya, dudaklarımı büzmeye, burun
kanadımı kaldırmaya çalıştım. Cihazdan normalde yüz kaslarının hareketinden çıkan
seslerden hiçbiri gelmedi. EMG yapan tecrübeli öğretim üyesi, “Total aksonal
dejenerasyon” dedi. Bu, yüz sinirinin bıçakla kesilircesine tam olarak işinin bittiği
anlamına geliyordu.
Küçük, özel bir hastanede nöroloji uzmanı olarak iş bulmuştum. Haftanın altı günü
çalışıyor ve sadece Pazar günlerini kendime ayırıyordum. Daha doğrusu
ayırabiliyordum. O Pazar sabahı, tatil olan, değerli pazarlarımdan biriydi. Aynı
zamanda Pazar günü kahvaltı günüydü çünkü kalan altı gün eşim ve ben kahvaltı
yapmazdık. Her Pazar olduğu gibi zevkle, hemen her şeyi içeren geniş bir kahvaltı
masası hazırladım. Bu Pazar günlerinin klasiğiydi çünkü… Masaya oturdum ve eşim
sanki beni yeni görüyormuşçasına yüzüme baktı… Baktı… Bu bakış, ilk görüşte aşktan
hatırladığım bakış değildi. Daha çok “bir sorun var” türündeki bir bakıştı.
O bana bakarken ben de “ne var?” dercesine gözlerine baktım ve hemen ekledi “Senin
gözünde… Göz kapağında bir kasılma var. Yerken kapağın düşüyor. Sağ yana göre
epey aşağı düştü. Şimdi dikkatimi çekti. Gözün mü sulanıyor?” diye bakışının
anlamını açıkladı.
Aslında bu durumu uzun zaman önce ben de fark etmiştim ama diğer birçok
hastalığın bıraktığı sekelleri bildiğimden, geçirdiğim yüz felci ardından bunu
önemsememiştim. Yüz sinirim düzelirken, dudağıma gelmesi gereken sinirler göz
kapağıma gitmişti. Bu nedenle yemek yerken, sadece ağzıma değil göz kapağıma da
uyaran gidiyor ve göz kapağım bir şey çiğner gibi aşağı çekiliyordu. Bunun
farkındaydım ama eşimin fark ettiği diğer şeyi ben fark etmemiştim. “Gözün
sulanıyor muydu?” deyince aklıma geldi. “Eh bir de o olsa ne olacak” diye düşündüm.
“O” dediğim durum “timsah gözyaşları”ydı. Normalde dudaklarıma gelmesi gereken
sinirler hedefini şaşırarak gözyaşı bezlerine ulaşmıştı ve yemek yeme esnasında
dudağımı hareket ettiren sinir uyarıları aynı zamanda gözümü uyarıyor ve
yaşartıyordu. Ya da daha nörolojik bir ifade ile “timsah gözyaşları” döküyordum.
“Timsah gözyaşları” ilk duyduğumdan beri aklıma takılmıştır. Günlük dilde “timsah
gözyaşları” deyimini “Sahte ağlama, naz yapma ya da dikkat çekmek için ağlama”
anlamlarında kullanırız ama yemek yeme sırasında olan, üstelik sadece sol gözümden
olan ağlamalarım sahte değildi. Eşime o gün naz yapmak gibi bir isteğim de yoktu.
Onlar, acı ifadesinin ürünü olmayan, yemek yemeye eşlik eden tükürük salgısı gibi
salgılardı ve içlerinde ne sahte ne de gerçek bir duygu vardı. Belki de bu gözyaşları,
geçmişte akıtmadığım gözyaşlarımın dışa duygusuz vurmasıydı. Çünkü ben hep
gözyaşı dökmek yerine çabalayarak ter dökmeyi tercih etmiştim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Bir Yıl Sonra…
Aslında onların gözyaşları da acı, üzüntü ya da mutluluk gibi duygu içermeyen
gözyaşlarından… Belki gözyaşı bile değil… Bir yanılsama. Çünkü timsahların gözyaşı
kanalı soluk borusu ile bağlantılıdır ve bu durum yemek yeme esnasında gözlerinde
küçük hava kabarcıkları oluşturur. En azından benimkiler, duygusuz da olsa gerçek
gözyaşıydı.
Aradan geçen zaman içerisinde geçmişteki deneyimlerimle, AKP hükümeti
döneminde, YÖK için başlatılan tartışmalara bir gazeteye yazı göndererek bende
katılmıştım. Katılmalıydım, çünkü olayın doğrudan tanığıydım.
Değişim fırsatı kaçmasın
Radikal Gazetesi, 11/12/2003
Üniversite denilince hemen akla gelen ve çok tartışılan YÖK'te yönetim nöbet değiştirdi. Görev süresi dolan Prof. Dr.
Kemal Gürüz'ün yerine Prof. Dr. Erdoğan Teziç YÖK Başkanlığı'na getirildi.
Politikacılar 'koltuk sevdalısı' diye sunulurken, dekan ve rektörler gözden kaçar. Üniversitede laiklik karşıtı
yaklaşımlar kabul edilemez, ama bu, değişim fırsatını tepmek anlamına gelmez
YÖK ve üniversitelerimiz, kendilerine ördükleri taş duvarlar arkasında dünyadan ve dışlarındaki rüzgârdan uzak
kalmaya çalışıyorlar. YÖK yasa tasarısına esas karşı çıkış nedenlerini ideolojik-radikal kökten dinciliğin önünü
açmaya engel olarak göstermeye çalışıyorsalar da esas gayeleri, içinde bulundukları taştan kulelerin zarar görmesini
engellemeye çalışmak, bunca yıldır üniversitelerde ne yapıldığı ve nasıl yapıldığı tartışmasını başka bir zemine
kaydırarak, kendilerine gelebilecek eleştirileri engellemeye yöneliktir. 'Manastır keşişleri' gibi yaşamaya devam
etmek istiyorlar çünkü.
Bugün, Türkiye'deki üniversitelerin iç yapılarına bakıldığında, bilim dışında pek çok şey yapılmaktadır -az da olsa
özverili bilim insanlarına haksızlık etmeyelim. Kabile içi evlenme geleneği yürürlükteymiş gibi, öğretim üyeliklerine
yakın akrabalar alınmakta ve bazı bölümlerde belirgin olarak bu durum dikkat çekmektedir. Kişilerin bilimsel
yeterliliklerine, üretkenliğine, düşünce sistemine bakılmaksızın, sadece uysal, söz dinleyen, çanta taşıyan, özgür
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Aklımdan uzaklaştıramadığım düşünce ise timsahların gözyaşı döküp dökmediğiydi.
Daha doğrusu ağlayıp ağlamadığı... 1400’lü yıllardan kalma bir batıl inanca göre
timsahlar insan yerken gözyaşı dökerlermiş.
bilimsel fikirleri yeşertemeyecek taş duvarların içine, yeni kadro olarak alınmaktadır. Çünkü, hem bir birlerine benzer
görünmek istemekteler hem de bir birlerine benzer kişileri kendi aile içlerine almaktadırlar.
Dışarıdan bakıldığında üniversite hocaları apolitik, derin bilgi sahibi, '-lojiler'i aşmış insanlar olarak görülürler. Oysa
hemen herkes gibi öğretim üyelerinin de politik, ideolojik ve dinsel görüşleri vardır. Hatta bu bireysel eğilimler,
ülkemizde çok iyi görüleceği gibi, grup psikolojisine dönüşür ve o üniversite kampüsünü bütünüyle etkisi altına alır.
Sonuçta da o üniversitenin bir '-lojisi' doğar. Bugün, ülkemizdeki her üniversitenin kendine ait politik, dini-siyasi
eğilimleri vardır ve bu içinde barındırdığı öğretim üyelerince de gayet iyi bilinir. Oysa politik görüşleri siyasal
bilgiler fakültesinde, dini görüşleri ilahiyat fakültesinde tartışma konusu yapma dışında, akademik ortamda hiçbir
değerinin olmaması gerekir. Tartışmasının da... Bireysel olarak kişi her türlü ideoloji, dini kabul edebilir, savunabilir.
Ama öğrenci karşısında yalnızca bilimsel konuşulması gereken konu konuşulur. Öğretim üyelerinin ve üniversitelerin
politikalarının, siyası ve dini görüşlerinin, akademisyen seçiminde etkili olması önümüzdeki karanlık bir engeldir.
Bazı üniversiteler 'dinci' bazıları ise 'solcu' olarak adlandırılmaktadır. Bunu yapan, geçtiğimiz 20 yılda yapılan
akademisyen seçimindeki tercihlerdir.
Bilimsel vizyon ilk sırada değil
Her zaman politikacılar 'koltuk sevdalıları' olarak halka lanse edilmelerine karşın, aslında birileri daima gözden
kaçar: Taş duvarlar arkasındaki dekanlar ve rektörler. Dekanlık ve rektörlük seçimlerini kazanmak girişimi tam bir
siyasi çekişmedir. Bilimsel vizyon ise ilk sıralardan sonra gelmekle birlikte, kaçıncı sırada olduğunu tespit etmek çok
zordur. Koltuklarını elde eder etmez, ilk yaptıkları şey kendi siyasi-dini görüşlerine sahip olan, kendini seçimlerde
destekleyen öğretim üyelerinin sırtını bir şekilde sıvazlamaktır.
Yardımcı doçentler doçent, uzmanlar yardımcı doçent yapılır. Kendini desteklemeyenleri ise bir şekilde yıldırarak,
başka birimlere göndererek üniversiteden uzaklaştırmak ya da doğrudan atmaktır. Bunun örnekleri çoktur... Ve
ardından da bir sonraki seçimde, koltuğu sağlama almak için kendine yakın insanları bir yerlerden (belki üniversite
dışından) bulup getirip yeni kadro açarak oy artırmaktan ibarettir.
Kişisel düşmanlık!
Öğretim üyeleri arasında kişisel ilişkilerde zıtlık ve soğukluk her yerde ciddi şekilde göze çarpar. Çoğu öğretim üyesi
arasında fikir ve ideal birliği yoktur. Adeta düşmandırlar. Bu sadece bilimsel alanlarla sınırlı değildir, sokakta
anabilim dalı koridorlarında bir birlerini görseler ya yönlerini değiştirir ya da başlarını öne eğerler.
Bazen ise, anabilim dalı başkanları yıllarca eksik öğretim üyeleri kadrolarını dekanlık aracılığı ile rektörlüklerine
bildirirler. Ancak, anabilim dalı -dekan-rektör üçlü bağında bir kopukluk varsa bu kadro uzun yıllar gelmeyebilir.
Bazen de hiç bir kadro isteği yapılmadığı halde, bir gün bir gazeteyi açan anabilim dalı başkanı, kendi bölümü için
yardımcı doçent kadrosu açıldığını görebilir. Kadro isteğinde ne zaman bulunduğunu düşünürken, istek yapmadığını
ve 'tepeden inme' birinin geldiğini anlar.
'Söz uçar, yazı kalır'
Gazeteyi gören başka biri de 'tepeden inme' gelecek kişiyi bilmeden o kadroya başvurur. Yapılan yabancı dil, bilim
sınavı ve yayın sayısına güvenerek sınavlara girer. Sınavlar var olan YÖK Yasası'na göre, üniversite içinde
yapılmaktadır. 'Tepeden inme' gelenin yayın sayısı komik, bilimsel sınav puanı yeterli olmadığı halde, anabilim dalı
başkanından habersiz kadroyu açan rektörün isteği ile 'Başvuran iki aday arasında seçim yapılamadığından, sözlü
sınava gelmesi...' gayriresmi olarak bildirilir. Kararı rektör verecektir. Oysa YÖK Yasası'nda böyle bir kanun yoktur.
Sonuçta, 'söz uçar, yazı kalır' misali 'tepeden inme' rektör yardımı ile yerine iniş yapar.
Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de bilim üreten insanlar vardır. Bunların bazıları da şans eseri olarak
üniversitelerde kalmıştır. Üniversitelerimizdeki, yayın üretmeyen, köşe başlarını tutan öğretim üyeleri de ne
hikmetse son günlerde gazete ve dergilerde, yayın sayısının yabancı dergilerde belirgin arttığını ve uluslararası
sıralamalarda yükseldiğimizi savunmaktadırlar.
Sayılar neyi gösterir?
Yayınların yapıldığı kesin. Elde sayılar var. Ama bu yayınların çoğunluğu, genellikle yüzde 5'i oluşturan bir grup
tarafından yapılmaktadır. Geri kalan öğretim üyelerinin böyle bir yayın, bilgi üretme kaygısı yoktur. Üretilen makale
ve SCI'e (Science Citation Index) giren makale sayısı ile ülkeler sıralamasında yükselmiş olabiliriz. Ancak, yayınların
niteliğine bakıldığında orijinal yeni fikir denilebilecek yayın sayısı bir elin parmakları/yılı geçmez.
Nitelikli yayın sayısının aynı oranda arttığını kimse söyleyemez. Bunun yanında üniversite öğretim üyesi sayısı
başına düşen yayın sayısı komik derecede düşüktür. Yapılan yayınlarda adeta bir isim bolluğu da her zaman
dikkatleri çeker. 'Çalışmacı sayısını çoğaltma' sanıldığından da çok sık yapılmaktadır. Akademisyenlerin bir yanılgısı,
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
İdeolojik-akademik yükseltme
uzun yıllardır ellerinde olan (hatta yüzyıllardır) 'kutsal bilginin/bilimin' yalnızca kendi şatoları içinde olduğudur.
Oysa gelişen teknoloji ve iletişim yöntemleri ile artık aklı eren herkes, istediği her bilgiye en ince ayrıntısına kadar
ulaşabilir. Bunun için 'Profesör Aklıderin' olmak gerekmiyor.
Öneriler
1. Yeni öğretim üyesi alımı merkezi sistemle yapılmalıdır. Böylece, eskilerin yanı başında 'söz dinleyen' taze
akademisyenler yerine, 'fikir üreten, dik başlı' öğretim üyesi yetişir. Merkezi sistemle akademik kadro alımı,
üniversitelerin siyasi-ideolojik yapısını heterojenleştirecek ve farklı fikirlerin yeşerebileceği bilimsel bir ortama
imkân sağlayacaktır. Üniversitelerin siyasallaşması da ancak bu şekilde önlenebilir.
2. Gerektiğinde, doçentlik ve profesörlük unvanları belli koşullar yerine getirilmediğinde geri alınabilmelidir. Buna
ek olarak, özellikle tıp fakültelerindeki doçent ve profesörlerin unvanlarını muayenehanelerinin duvarların kamyon
büyüklüğündeki panolara yazması yasaklanmalı, unvanla 'ekonomik kazanç sağlama' yolu engellenmelidir.
3. Belli bir süre içinde, belli bilgi üretimi yapmayan veya bu konuda katkıda bulunmayan öğretim üyeleri
üniversitelerden uzaklaştırılabilmelidir. 65 milyon yıl önce soyu tükenen bir türü korumaya gerek yoktur.
4. Öğrenciler de öğretim üyelerini belli ölçülerde değerlendirebilmeli ve bu değerlendirme sonuçları, 'üniversitede
kal' veya 'git' kararında etkili olabilmelidir.
Sonuç
Üniversitelerin işlevi, yalnızca ekmek parası kazanmayı öğretmek ya da okullarda öğretmen yetiştirmek değildir. Her
şeyden önemlisi, gerçek hayat ile hayata ilişkin gittikçe artan bilgiler arasındaki ince ayarlamayı yapmaktır.
Üniversitelerimiz bunu yapabilmişler midir? Bu güne kadar hayır. O zaman değişim şarttır.
Elbette ki üniversitelerin ve ülkemizin geleceğini tehlikeye atacak, laiklik karşıtı, gerici yaklaşımlar kabul edilemez.
Ama üniversitelerimizin ve özellikle YÖK Başkanı'nın, (yazı, Kemal Gürüz'ün görev süresi dolmadan önce kaleme
alınmıştır) sanki 'Her şey yolunda ve üniversiteler şimdiye kadar ideal şekilde işlevini yerine getirmiştir' gibi
davranması, her düşünceyi ideolojik çerçevede değerlendirerek karşı çıkması kabul edilemezdir. Bu bir fırsattır ve
bilim insanı sezgisi ile 'değişim' fırsatı değerlendirilmelidir.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Bilime artık üniversite dışında rahatlıkla ulaşılabilmekte ve şatolarla çevredeki dünya arasındaki dengeyi üniversite
algılamalı ve ona göre davranmalıdır. Çünkü dışarından bakıldığında, şatoların içini görenler, içeride bir şeylerin
eksik olduğunu farkındalar.
Kertenkele Kuyruğundaki
MS
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
BÖLÜM II
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Sıradan bir “O Gün”…
O sabah -Pazar günleri dışında- her gün gittiğim hastaneme gittim ve her sabah
yaptığım gibi ilk iş olarak bilgisayarımı açıp maillerime baktım. Bir-iki maile cevap
yazdım ve ardından, dışarıda bekleyen poliklinik hastamı, muayene için odaya aldım.
Otuz yaşlarında bir kadındı. Odaya girerken, çoğu hastada olmayan endişeli bir hal
vardı. Heyecanlıydı. “Günaydın” dedi ve muayene masasının önünde duran iki
koltuktan soldakine oturdu. Ben de o esnada “Günaydın, geçmiş olsun” dedim ve her
zamanki aceleciliğimle ekledim:
— Şikâyetimiz nedir?
Bir anlık tereddütle:
—Yüzümün sol tarafı uyuşuyor ve dilimin de sol tarafında tat alamıyorum, diye söze
başladı ve devam etti:
—İki ay önce sağlık ocağına gittim. Bana B-vitaminleri verdiler ama iki aydır geçmedi.
Bu arada internetten araştırdım. Şikâyetlerim, birçok hastalığın belirtisi
olabiliyormuş.
Biraz durakladı, ardından:
—Çok korktum ve geldim, dedi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
— Neden korktunuz?
— Şey… Beyin sapı tümörü ya da MeSe diye bir hastalık…
Ben, hemen refleks olarak ekledim:
— eMeS, Multipl Skleroz!
— Evet, şikayetlerim, o hastalığın da belirtisi olabiliyormuş. Çok kaygılandım
doğrusu.
Kaygılanmakta haklı olduğunu tekrar düşündüm ve başımla “evet” şeklinde onaylar
gibi hareket yaptım ve ekledim:
—Evet, haklısın, bazen basit ve anlamsız denilebilecek şikâyetlerin altından eMeS
çıkabiliyor. Bu şikâyetlere eşlik eden başka şikayetiniz var mı? Çift görme,
dengesizlik, el-kol uyuşması gibi?
Daha sözümü bitirmeden:
— Yok, diye ekledi.
— Peki, bu şikâyetiniz iki aydır devamlı var mı? Bazen düzeldiği oluyor mu?
—Yok, hep aynı… Sürekli var. Sabah uyanıyorum var, akşam yatıyorum var…
Sözünü bitirmeden ben ekledim:
— Ya tat?! O da mı iki aydır kayıp?
—Evet, iki aydır dilimin sol kısmında hiçbir tat alamıyorum
— Çiğnemede bir sorun
toparlayamama gibi…
var
mı?
Ağzından
dökülme,
yiyecekleri
ağızda
— Hayır, yok.
Bu cevapların ardından, ben, her hastaya sorduğum klasik sorularımı sıraladım:
— Başka bir hastalığınız var mı? Yüksek tansiyon? Diyabet? Ya da başka bir hastalık!
Kullandığınız herhangi bir ilaç var mı?
Bunların hepsine topluca bir “Yok, hayır” dedi.
Ardından “Şöyle buyurun, muayene masasına oturun, bir muayene edelim” dedim
Muayene masasına geçti. Ben de her hastama yaptığım şekilde önce kan basıncını
ölçtüm.
Normaldi. Duyu muayenesinde yüzünün sol tarafı, yanak ve çene bölgesinde, özellikle
ağrı duyumunun farklı olduğunu ve değdirilen iğneyi, iğne olarak değil de kalın ve
kunt olarak hissettiğini söyledi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Aslında korkmakta haklıydı. Şikâyetini söylemesinin ardından bir nöroloji uzmanı
olarak benim de aklıma gelen MS’di. Olmamasını da umdum ama kendine bakımı ve
giyimi açısından elit görünümlü ve sosyal düzeyi iyi, otuz yaşlarında genç bir kadın,
bu yakınmalarla bana doğrudan, sezgisel olarak MS düşündürmüştü. Ne de olsa MS
hastalarının %70-75’i kadındı (bu kadınların çoğu sosyal düzeyi yüksek kadınlardı) ve
hastaların %90’ında görüldüğü üzere, hastalık 15-30 yaş aralığında ortaya çıkıyordu.
Yoğunluk 28-30 yaş aralığıydı. 10 yaşın altında bu ihtimal %1’di ve hasta zaten çocuk
değildi. Kızılderili, Eskimo, Aborjin de olmadığına, bizim memlekette yaşadığına
göre, zihnim sezgisel bir hesap yaptı ve buna rağmen sordum:
Kollarında ve ayaklarında ise bir farklılık, bunlara benzer bir problem yoktu. Sağasola, yukarı-aşağı bakışında herhangi bir kısıtlılık veya istemsiz göz hareketi var mı
diye muayene ederken, onun kanında artan endişe hormonları, yani adrenalin
seviyesi göz bebeklerinden adeta görünüyordu. Her iki göz bebeği de sanki göz bebeği
büyütücü damla damlatılmış gibi kocaman olmuştu ve sağa-sola endişeli bakışlar
savuruyordu. Daha muayene bitmeden, heyecanlı bir sesle sordu:
— eMeS var mı?
Bu soru ardından, içimden bir gülücük geçti ama hastamın, bunu yüzümden
algılayabildiğini sanmıyorum. Çünkü çok heyecanlıydı. Yine de bir yutkundum ve:
—Şu an yüzünüzde ve dilinizde hakikaten bir sorun olduğunu düşündüren bulgular
var ama bunlar, bize doğrudan bir hastalık adı söyletecek kadar yeterli bulgular değil.
Tabii, ön tanı dediğimiz birçok hastalık listesi aklımıza geliyor ama doğrudan eMes ya
da tümör diyemeyiz. Bu bulgularla kesin tanıya ulaşamayız.
Ben, bir duraklama ve nefes ardından:
—Öncelikle bir, beyin görüntülemesi, eMaR yapmamız gerekiyor, derken, o hemen
ekledi:
—Tomografi?
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Yanağında, yüzeysel dokunmaları hissetmesi de normal değildi. Yüzünün sol tarafı,
sağ tarafına göre dokunmaları daha az hissediyordu. Aynı farklılık yanağının içinde
ve dilinin sol tarafında da vardı. Bunların hepsi yüzün duyusunu alan ve “trigeminal
sinir” denen sinirde bir sorun olduğunun işaretiydi.
—Yo, hayır. eMaR çekmemiz lazım. Tomografi, kırığı, beyin kanamasını iyi gösterir
ama bu konuda bize pek yardımcı olamaz, dedim. eMaR yapmamız lazım, diye
tekrarladım.
O sırada, ben, her zaman yaptığım gibi, hastamla konuşurken MR beyin isteğimi
yapmaya başlamıştım bile…
— Alt katta radyolojide MR bölümü var. Bugün çekilir. Bir-iki saat sonra sonucu
çıkar. Ardından sonuçla geliniz, konuşalım, diye ekledim. Yanıtını aldığı halde tekrar
sordu:
—Tamam. Bugün çıkar mı sonuç?
—Hı… Hı… Bugün çıkar. Sanırım bir-iki saatte sonucu elinizde olur. Çıkınca geliniz.
“Tamam” dedi ama sanırım aklındaki sorular ve kaygısı iyice artmıştı.
Benim için aynı şey geçerli değildi çünkü birçok nörolog için bu tablo ilk başta MS’i
düşündürür. Bende de aynı şeyi düşündürmüştü ve bu nedenle hastamın kafasında
olan sorular bende yoktu ve onun kadar kaygılanmıyordum. Zaten bir profesyonel
olarak, hastam ile aynı kaygıyı yaşamaya hakkım yoktu. Böyle bir durumda, akıllıca
karar verme zincirim büyük ihtimalle bozulurdu. Bu hastalık, hastamın hastalığıydı!
İki saat sonra kapıyı tıklatarak girdi. Daha oturmadan:
—Sanırım bir şeyler var ama anlamadım, dedi
Ben de biraz gülümseyerek: “Evet, biz doktorlar bazı şeyleri hastalar anlamasın diye
farklı kelimelerle yazarız” dedim. Yerine otururken filmi masanın üzerine bıraktı…
Her zamanki gibi ilk önce raporu okudum:
“…T2 ağırlıklı serilerde 2 adet periventriküler bölgeye lokalize, biri sağ corona radiata
seviyesinde, 4 mm boyutunda, diğeri sol oksipital hornda 6 mm çapında
demyelinizasyon alanı. FLAIR kesitlerde de aynı bölgelerde demyelinizasyonla uyumlu
plaklar tespit edildi. Ancak, post- kontrast incelemede bahsedilen lezyonlarda kontrast
tutulumu tespit edilmedi. MS? Vaskülit??”
—Evet, bizim dille yazılmış
açıklayabilecek bulgular var.
ama
söylenebilecek
şu
MR’da
şikâyetlerinizi
Bu MR’ın anlaşılır açıklaması şöyle olabilir:
“…Farklı ve doku hasarını gösteren (T2 ağırlıklı serilerde) çekim tekniğinde 2 adet
beyin boşluklarının hemen yanında yerleşik (periventriküler bölgeye lokalize), biri sağ
derin beyin boşluğunda (corona radiata seviyesinde), 4 mm boyutunda, diğeri sol arka
görme beyin kabuğunun altındaki beyin boşluğunun boynuz gibi olan kısmının hemen
kenarında (oksipital hornda) 6 mm çapında sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren
(demyelinizasyon) alanı. eMeS plak alanlarını daha iyi ortaya koyan teknikle yapılan
çekimde (FLAIR kesitlerde) de aynı bölgelerde Sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren
(demyelinizasyonla uyumlu) hasarlı alanlar (plaklar) tespit edildi. Ancak, damardan
ilaç verilip bunların boyanıp boyanmadığına baktığımız başak çekimlerde (postkontrast incelemede) bahsedilen hasarlı alanların (lezyonlarda) boyar ilaç (kontrast)
tutulumu tespit edilmedi. Öncelikle tanımız görüntülemede eMeS? Ancak görüntüler
damar cidarı iltihabı (Vaskülit) da düşündürmektedir?”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Tamam, hemen çekelim, diye onayladı.
—Bu sorunun yanıtı keşke her zaman siyah-beyaz gibi, hayır-evet şeklinde olsa… Ama
siyah-beyaz arasında“gri” bölge denen bir şey var. Şimdi bu görüntülere bakınca
kesin MS diyemiyoruz. Biz şu görüntülere “olabilir” gözü ile bakıyoruz. Bu
görüntülerde bazen MR’a bakınca hastayı görmesek de “Ha… Bu MS” deriz ama
maalesef gri bölgelerde tanı kolay olmuyor. Bazen tanı aynen “puslu mantığa”
benzer…
Derken aklıma bilgisayarlardaki bit’ler geldi: 0’lar ve 2’ler. Teknik detaylara girip
ipin ucunu kaçırmamak ve anlaşılır olmak için başka bir yöne kaydırdım konuyu:
—Yani şunu demek istiyorum: Bir tanı, eMeS var-SİYAH diyor, başka bir tanı, eMeS
yok-BEYAZ diyor. eMeS hastalığında, sıklıkla, tanı, siyah-beyaz gibi kolayla
konamıyor. Bazen arada GRİ bölgeler vardır ve siyah veya beyaz durumuna geçmesi
için, zaman içerisinde hastayı takip etmek gerekebilir ya da yeni tamamlayıcı, destek
verici laboratuvar testleri gerekebilir.
— Peki, ne yapacağız? Diye endişeyle sorarken sesi titriyordu.
— Başka testler de yapmak lazım. Bu filmdeki görüntüleri taklit eden başka
hastalıklar da var. Tüberküloz yani verem, vaskülit dediğimiz damar cidarı iltihapları,
kadınlarda sık olan anti fosfolipid antikor sendromu, Lyme hastalığı, Behçet, Çölyak
hastalığı gibi bir dizi hastalıklar… Bunlara uygun testlere de bakmak lazım. Olup
olmadıklarını araştırmamız lazım… Vitamin eksiklikleri, genetik bazı hastalıklar da
benzer bir görüntü oluşturabilir!
—Olur, hemen bakalım, dedi ve arttığı gözlerinden anlaşılan merakını bir soru ile dışa
vurdu.
— Bu MS’i ilk kez internette gördüm. Nasıl bir hastalık bu? Nadir galiba?
— Evet, diğer nörolojik hastalıklara göre gerçekten nadir. 100 bin kişide 5-30 kişide
görünüyor. Bizim ülkemizde nispeten sık. Bu sıklık, iklimle sıkı ilişkilidir. Avrupa’da
da sıktır. Kuzeye ve güneye gidildikçe sıklığı azalır. Soğuk yerlerde o kadar azdır ki,
Eskimolar’da neredeyse görülmez.
— O zaman Erzurum’a mı taşınsak? Orası bildiğim kadarı ile kışın -35 derece kadar
soğuk olabiliyor, diyerek espri ile araya girdi.
— Evet… Taşınabilirsin. Ama senin için hastalık tanısı zaman içerisinde “kesin”
olacaksa bu pek değişmez. Yine de senden sonraki kuşaklarda değişebilir. On beş
yaşından önce Erzurum’a göç etseydin bu durum ortaya çıkmayabilirdi. Her neyse
şaka bir yana, bilinen, MS’in çevresel ve genetik nedenlerle ortaya çıktığıdır. Yüksek
riskli bölgeye gidersen ama genetiğin iyi ise hastalık çıkmayabilir. Ya da çıkma
ihtimali azalır.
—Yani genetiğimin sağlam olması gerektiğini söylüyorsunuz.
—Tüm hastalıklar için geçerli. Psikiyatrik hastalıklar için bile…
Dikkatli ve söylediklerimi kavradığını anlar bir bakışla “MR’da parlak alanlar dediniz.
Orada ne olmuş farklı olarak?” diye devam etti.
—Orada ne olmuş? Aynen bir elektrik kablosu gibi düşünebilirsiniz. Bir kablonun
içinde bakır tel, telin dışında nasıl bir plastik kaplama var… Beynindeki sinir
hücrelerinde de bir çeşit, kablo benzeri uzantılar vardır. Bu parlak görünen
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Yani ben MS miyim? Diye ekledi beklemeden.
bölgelerde kablonun dışındaki plastik soyulmuş ya da zedelenmiş… Böyle bir
benzetme yapabiliriz… Bu…
— Bunu zedeleyen, plastiği eriten kendi bağışıklık sistemimiz… Normalde bağışıklık
ya da savunma sistemi, bedeni dışarıdan gelen yabancılara, mikroplara karşı korur.
Onlara saldırır. Ama burada olan, kendinden olana saldırmak, onu yabancı saymak…
Bu bir nevi iç terör. Kendinden olana saldırmak… Öncelikle, yönünü şaşırmış ve bir
dereceye kadar neredeyse anarşist hale gelmiş bağışıklık sistemindeki bazı hücreler
hem kendileri hem de salgıladıkları hormon benzeri maddelerle, sinir sisteminde
(beyin + omurilik) zayıf olan bölgelere saldırıya geçerler. Aslında bu terörist hücreler
az sayıda hepimizin bedeninde bulunurlar. Bunlar çoğalmazlar ve bedenin herhangi
bir yerine saldırıya cesaret etmezler. Bir kenarda adeta beklerler. Fakat nedenini
bugün tam anlayamadığımız bir (ya da birden çok) nedenle bedende, kendi kendine
terör başlar. Kendinden olanı yabancı kabul ederler!
Normal şartlarda, kandan beyne her şey elini-kolunu sallayarak geçemez. Arada bir
koruma-engel vardır. Aynen tarihi Berlin duvarı ya da Çin Seddi gibi. Bu duvardan
sadece beyine gereken belli maddeler, seçilerek, özel kapı bölgelerinden geçerler.
Ancak, terör olan yerde, giriş kapılarına ya da yerlerine bakılmadan, engeli kıran ve
zedeleyen saldırılar yapılır. Yıkılmalar belli bir seviyeye ulaştığında ise, artık kan ile
beyin arasındaki engel bozulmuştur. Kontrolden çıkmış terörist bağışıklık sistemi
elemanlarının karşısına sinir sistemi savunmasız olarak kalır. Bu bozulma durumu,
çekilen tetik sonrası, hastalık sürecini başlatan ilk aşamadır.
İkinci aşama ise terör saldırıları nedeni ile aradaki engelin kalktığı beyne saldırıdır.
Beyinde ise ilk saldırı noktası, yukarıda belirtildiği üzere, oligodendroglia
hücrelerinin oluşturduğu yağ kılıfları ya da bilimsel adı ile miyelin kılıfıdır. Saldırıya
geçen hücreler daha çok, lenfosit olarak adlandırılan hücre grubu içinde yer alan,
saldırgan ve yok edici özelliği olan CD8+ kod adlı hücrelerdir. Bunlar çok iç kısımlara
ulaşarak belirgin hasar yaparlar. Daha az oranda ise, çevrede bulunan ve saldırı
merkezine çok ilerlemeyen, ağırlıklı olarak bu terör saldırısına yardımcı olan CD4+
kod adlı savunma hücreleridir. Burada bu terörist saldırıları yapan hücreler aslında
ciddi bir yanılgı içindedirler. Saldırıları iyilik için, bedeni korumak için yaptıkları
yanılgısındadırlar. Ama onlara bilgi aktaran ve onları terörist saldırıya sevk eden
hücreler yanlış bilgi aktarmışlardır. Artık iş işten geçmiş ve zarar verilmiştir bile…
Kendilerinin yaptığı saldırılardan sonra, serbest bırakılan kimyasal ve biyolojik
silahların ardından, bağışıklık sisteminin başka hücreleri de aynı yoldan gider ve
hasar daha da artar. Beyinde ya da omurilikte doku hasarı ortaya çıkar. Zedelenmiş
bölgede, miyelin kılıfları iyice soyulur. Sinir iletimleri ve elektrik akımları, bu yalıtım
kılıfı yokluğunda aksar ve kısa devreler yaratır. Artık sinir hücresi ana uzantıları olan
aksonlar çıplak kalmıştır. Saldırı şiddetli olduğunda ise bazen aksonların kendileri
bile etraftaki kılıfları ile birlikte zedelenirler. Saldırı sonrası ortalığı tamir etmeye ve
toparlamaya gelen destek hücreleri ise çalışmaya koyulur ama zarar büyüktür. Hele
hele aksonlar da zedelenmiş ise tamir etme iyice zorlaşır. Ortaya çıkan bu hasar
görünür olduğunda plak (skleroz=sertleşme) olarak adlandırılır. Bu plaklar,
saldırının şiddetine göre bir bölgede ya da bir anda beyin-omurilikte birçok alanda
(multipl=çoklu) ortaya çıkabilirler. Plakların beyin ve omurilikteki yerlerine göre
klinik belirtiler ortaya çıkar. Görme sinirinde ise görme kaybı, ayak hareket
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Daha sözümü bitirmeden, “Neden soyulmuş ki? Onu zedeleyen nedir? Diye ekledi.
— Neden böyle bir şey olur ki?
— Normal şartlarda, bir insanda beyin, kişinin mikroplara karşı savaşan bağışıklık
sisteminden gizlenmiş ya da saklanmıştır. Bağışıklık sistemi insanı "mikrop" diye
tanımlanan, enfeksiyona yol açabilen virüs, bakteri, mantar ve parazit gibi zarar verici
etkilerine karşı korur. Beden çevrede bulunan çok sayıdaki mikrobun saldırısına
uğrar ve bu organizmalar vücudumuza girebilmek için uğraş verir. Bağışıklık
sistemimiz koruyucu, yok edici hücrelerden ve bazı hormon benzeri salınan
maddelerden oluşur.
Daha önce de konuştuk. Temelde muhtemelen genetik bir neden var. Bu genetik
olumsuzluk kendi içsel saatini çalıştırır ve çevresel bir nedenle, belki enfeksiyon, belki
stres ile saatin zili çalar ve saldırı başlar. Bu saldırı dıştan gelenlere değil de, bedenin
bir parçası olan sinir sistemine karşı olur. Beyine, görme sinirine, omuz iliğine karşı…
Saldırının şiddetine (ve yerine) göre şikâyetler çıkar. Siz de bu saldırı ve iç çatışma ya
da terör durumu az gibi görünüyor. Bu nedenle şimdilik endişe etmeyiniz…
—Yine de endişeliyim. Eğer bir MS tanısı alırsam ya da öyle bir şey gelişirse en kötü
ihtimalle ne olur?
—Bence bu kadar ileri gitmeyelim. Şu an size “kesin MS” diyemiyoruz. “Olası”
diyoruz. Bu nedenle önce diğer testleri yapalım ve onların sonucuna göre konuşalım.
—Olur… Hemen yapalım! Ne yapacağız?
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
bölgesinde ise ayak güçsüzlüğü, el-yüz his bölgesinde ise el-yüzde uyuşma,
karıncalanma ya da duyu kaybı, beyincikte ise denge kaybı gibi…
Poliklinikte Sıradan Bir Gün…
Daha önceden bana tekrarlı gelen ve takip ettiğim hastamdı. Polikliniğe girer girmez,
masanın önündeki sandalyeye tam oturmadan, neredeyse ayakta bir pozisyondayken,
hemen söze girdi.
—Sol gözümü üç aydır çıkacakmış gibi hissediyorum. Sanki çıktı-çıkıyor. Eşime
anlatıyorum ama dalga geçiyor. ‘Bir şey yok’ diyor. Gazete okuyorum ama bulanık
görüyorum. Yakın gözlüğümü takınca iyi geliyor. Ama gözlüğü çıkarınca kendimi
kötü hissediyorum. 15–20 dakika yatıyorum.
— Yani gözlükle düzeliyor?
— Evet, daha iyi görüyorum.
— Daha önceden gözlük kullanıyor muydunuz?
— Evet, kullanıyordum ama esas çıkarınca sorun oluyor. Bir de dışarı çıkınca
kalabalıkta sağa-sola kayıyorum. İnsanlara çarpıyorum. Çok utanıyorum.
— Evde de oluyor mu?
— Evet, evde de oluyor.
— Peki, hiç düştünüz mü?
— Yok, düşmedim ama sendeliyorum. Kafamın içinde sanki örümcekler dolanıyor.
Rahat değilim. Mutfakta her şeyi çıkarıyorum, ortada kalıyor. Sonra gidiyorum ve
yatıyorum.
— Düşünceleriniz mi karışık?
— Evet.
En son ne zaman MR beyin çekmiştik? Ben kayıtlara baktım en son 2006’nın Haziran
ayında çekmişiz ve eskisinden farkı yok. 18 aydır çekmedik galiba.
— Evet, siz ‘Yeni muayene bulgunuz yok, şikâyetin de yok’ demiştiniz. ‘MR’da eskisi
gibi çıktı çekmeyelim’ dediniz.
— Hım… Evet. Doğrudur ama epey zaman geçti. Herhangi bir şikâyetiniz olmasa da
bir MR yapalım. Normalde bizim “lezyon yükü” dediğimiz bir şey var. Yani, bu şu
demek: Beyinin bazı alanları sessizdir ve plak olsa da kişi kendinde bir atak
hissetmeyebilir. Muayenelerde normal çıkar ama beş-on yıl sonrasını düşünecek
olursak bu şikâyet oluşturmayan sessiz plaklar beyinde yer tutar. 10 yıl sonra 1+1 plak
2 plak etkisi ya da kayıp yapmaz, toplamda 2 yerine 3 etki yapabilir. Bu nedenle yeni
MR yapıp bu tür bir şey var mı bakalım. Eğer belirgin plak varsa, o zaman koruyucu
ilaçlara başlayabiliyoruz. Ama eski MR’da getirin, karşılaştırırız. Belki koruyucu, atak
engelleyici ilaca gereksinimimiz olabilir.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Mart 2004
— Biraz kilo aldım. Kilo almaktan korkuyorum. Bu B- Vitaminleri kilo yapar mı?
— Normalde kilo yapmazlar.
— Korkmayın… Bir daha belinizden su almayız. Genelde, başlangıçta tanı koyarken
belden su alıyoruz. Bu arada arılarla aranız nasıl?
— Arılar? Neden?
— Söylemedim mi? Söylemişimdir. Arı sokmaları bazen yorgunluğu alır, canlandırır.
Hatta bazı kişilerde plakları engellediği de görülmüştür.
— O zaman arı görürsek sokturalım.
— Bir sakıncası yok. Bence, özellikle balarısı gördüğünüzde “Arı… Arı güzel arı” deyip
sokturun kendinizi. Tabii boyundan değil... Tehlikeli olabilir. Önkol – koldan
sokturun…
— Arı sütü ya da poleni de iyi gelir mi?
— Sakıncası yok. Günlük kullanabilirsiniz.
— Tamam. O zaman biraz alalım. Kullanırız.
— Olabilir. Hatta iyi de gelebilir.
— Bazıları “beyin” yiyin diyor. İyi gelir…
—Valla ben sinir sistemi ile ilgilenen biriyim. Sakatat olarak hiç beyin yemedim.
Duygusal bir bağ var. “Düşünen şeyi” yiyemem gibi geliyor bana. Ama MS’de
zedelenen kılıfları düzeltme yönünde yarar olabileceğini öne sürenler var. Bir de bana
bu soru sorulurken ürologlar aklıma geliyor… İspanya’da boğa testisi yemek
afrodizyak ve gelenek gibidir.
-…
Tamam. Bir muayene yapalım. Bakalım bir ek bulgu var mı? Görmedeki problem
dışında... Ciddi bulgu yok sanırım. O da gözünde “çekilecekmiş hissi” değil mi?
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
— Belimden su alırken ‘Şişmanlarda zor oluyor’ demiştiniz. Ben de bir daha su almak
gerekir diye kilo almaktan korkuyorum.
Baktığın nesnelerin renklerini görebiliyorsun? Görme alanında siyah lekeler ya da
göremediğin alanlar var mı?
— Yok. O tür değil!
— Yok…
— Cinsel sorun var mı? Orgazm olamama, cinsel isteksizlik?
Biraz beklenmedik bir soru gibi olmuştu. Kısa bir sessizlik ardından:
— Yok… Hiçbir sorun yok. Olabilir mi? Hastalıkla bağlantısı olur mu cinsel
bozukluğun?
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
— İdrar kaçırma var mı? Tuvalete yetişememe?
Yüzünde biraz kızarma oldu. Ne de olsa her yerde konuşulmayan, mahrem
kelimelerdi bunlar.
— Aman… Yok, yok… Şimdilik sorun yok… Zaten aklıma da gelmiyor desem!
— Hım…
— Neyse bir sorun olursa haberim olsun. İdrar sorunu var mı? Yapamama? Tuvalete
yetişememe gibi… Yanma?
— Yetiştirememe oluyor. Bazen ıslatıyorum. Çok stresliyim. Acaba ondan mı başladı?
Çok sıkıldım son günlerde olan olaylara…
— Duygusal stresin, MS’in sebeplerinden biri olabileceği ya da MS’i harekete
geçirmek için tetiği çekebileceği kabul edilir aslında… Ancak bu konu çok
araştırılmasına karşın hala kesin bir ifade kullanılamaz. Stresten oldu denemez. Belki
stres durumu da hastalıktan önce çıkıyordur. Bu biraz yumurta-tavuk meselesi gibidir
yani… Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan…
— Benim işim de stresli ondan sordum.
— Ne iş yapıyorsunuz?
— Bankacıyım…
— Bankacı?
— Yani bankada memur olarak çalışıyorum. Veznedeyim.
— Ha… Evet… Bankacı deyince bankayı sizin zannettim… Stres dediğimiz şey zaten
dışarıdan bize gelmez. Dışarıdaki iş yoğunluğu, aile sorunları aslında bizi stresli
yapmaz. Yani polis, memur, doktor olmak stres yapmaz insanda. Stres dediğimiz,
yaşadığımız olaylara verdiğimiz içsel tepki ve onu hissetmektir.
— Yani meslekle pek ilgili değil…
— Değil. Çobanlar da streslidir. Koyununu kurt kapar, ot yetişmez, süt vermezler,
yavrulama sayısı az olur… Çobanlar da strese girer, girebilir… Ama bu meslekle ilgili
değil. Olaylara verdiğimiz tepkiyi hissetmektir, tepkimizin bizde uyandırdığı
duygulardır. Aynı olaya bir başkası gülüp geçebilir.
— Haklısınız. Hiç böyle düşünmemiştim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
—Nadir olarak evet… Fakat zaman içinde mutlaka bir sorun olur. Bu psikolojik de
olabilir, hastalıkla ilişkili de… Bazen kullanılan ilaç yan etkilerinden… Bazen
evlilikleri bile bitirir. Özellikle depresyonda kullanılan bazı ilaçlar seksüel problem
yapabilir. Bunun yanında omurilik plakları da aynı sorunu oluşturabilir. Yani çok
faktörlü… Özellikle idrar yapma ile ilgili problemleri olan hastalarda, cinsel
bozukluklar daha sık izlenir. Tüm hastalık seyri boyunca erkeklerin %91’i, kadınların
%72’si cinsel bir problemden yakınırlar. Genel olarak, cinsiyet ayrımı olmaksızın,
hastaların %71’inde cinsel sorunlar aile içi ilişkileri etkiler. Bu oranlar fizyolojik
nedenli olabileceği gibi psikolojik nedenlidir de. Her ikisine ilave olarak, kullanılan
bazı ilaçlar da yan etki olarak cinsel sorunlara neden olabilir. Erkeklerde, penis
sertleşmesi ya da boşalma sorunları daha ön plandayken, kadınlar sıklıkla orgazm
olma zorluğundan yakınırlar. Bu durum cinsel organlarda duyum azalması veya
kayganlaştırıcı salgısında azalma ile ilişkili olabilir. Erkeklerdeki penis sertleşmesi
bozuklukları psikolojik olabilir. Psikolojik durumlarda, genelde sabah sertleşmesi
denen durum devam eder. Gerçek omurilik sorunlarına bağlı sertleşme sorunlarında
ise sabah sertleşmesi olmaz. Bu ayrım için önemli bir ayrıntıdır.
— Ya kafa çarpması? Geçen yıl trafik kazası geçirmiştik. Gerçi ‘Bir şey yok’ demişti
doktorlar. Başımı ön koltuğa çarpmıştım.
— Bak bu konu strese göre daha tartışmalı. Bu konuda genelde bir “hatırlamada
seçicilik” olabiliyor. Yani aynı kazada kolun veya bacağın da zedelenmiş olabilir ama
senin ilk söylediğin başın.
— Doğru valla! Boynum bir hafta ağrımıştı. Kas ağrısı dediler.
— Evet, belleği bir oyunu olarak hatırlamada seçicilik olabiliyor. Fiziksel travma ile
MS ortaya çıkışı arasında açık bir nedensel ilişki tespit edilmediğini söyleyebilirim.
Ataklarda da bağlantı bulunmamıştır. En azından şu ana kadar… Ruhsal travma ve
acıları daha çok dikkate almak lazım bence…
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
— Ama hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. Çünkü psiko-nöro-immünoloji denen
bir durum var. Yani bu şu demek psikolojik yapımız sinir sistemimizi, oradan da
geriye dönerek beynimizi etkiler. Etkilenen sinir sistemimiz de bağışıklık
sistemimizin sapıtmasına neden olup, oraya buraya, kişinin kendi parçası olan
beynine ve omuriliğine serseri veya terörist saldırılar yapabilir. Olan zedelenme de
MS’i oluşturur. Bundan tam emin değiliz ama bu ruhsal-beyinsel-bedensel bağlantı
yolları nedeni ile ruhsal durumu iyi tutmak lazım. Mesela stresle ilgili cilt hastalıkları
var. Stresle artan mide ülseri var. Stresle olan kalp krizi var. Neden MS olmasın?
Olabilir… Tetikleyebilir yani… Tekrar etmesi lazım bizim olaylara verdiğimiz tepkileri
kaygılı-endişeli ise…
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Hastanede: Grinin Elli Tonu
Bu gelişlerinde beraberlerinde 3–4 yaşlarında çocuklarını da getirmişlerdi ve çocuk
muayene masasında ortada durarak masadaki kalem ve diğer eşyalara karşı
konulamaz şekilde uzanıyor, el atıyordu. Bu arada annesi onu gövdesinden “yapma”
dercesine geri çekiyordu. Ben “nasılsınız” diye söze başladım ama kaygı gözlerinden
okunuyordu. Sormaya gerek var mıydı aslında?
— Sağ gözüm kapanıyor gibi geldi bana ve korktum. Estetik olarak korktum.
Sinirlerim bozuldu. Ağzıma bir şey alırken düşecek gibi hissediyorum. Beni çok
korkuttu.
— Evet ama ağzınıza aldığınız şeyin dökülmesi ya da kontrol zorluğu kuvvet kaybıyla
değil, duyu kaybıyla ilgili. Yüzünüzde olan duyu kaybı ağzın içinde, yanak içinde de
var. Bazı testler yazmıştım size getirdiniz mi?
— Evet. Burada, hepsi tamam…
Kendi kendime, hafif sessiz konuşmaya başladım.
—Hepsi normal görünüyor. Karaciğer işlevleri, üre, şeker normal… Guatr… Böbrekler
normal. Bağışıklık testleriniz de normal.
Sesimi hastaya duyurmak için yükselttim.
— Hepsi normalmiş. B–12 vitamini de normal. Hiç birinde problem yok. Görüntüler
ağrılıklı olarak MS hastalığını düşündürüyor ama MR’daki o görüntüler ve
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
“Hiçbir şey olmazsa da 6–8 ay sonra tekrar MR çekeceğiz” diye vurguladım.
— Ha evet, söylemiştiniz, diye atladı unutmadığını ima ederek…
— Evet… Çünkü beynin her tarafı işe yaramaz. Hatta komik ama çoğu her ana işe
yaramaz veya yapılan işe karışmaz. Yani bazı bölgelerde olan plaklar sizde bir şikâyet
yaratmayabilir. “Sessiz” plak dediğimiz bir durum olur. Bedensel bir şikâyet fark
etmezsiniz. Mesela hastada 5 cm beyin tümörü vardır ama hiçbir bedensel şikâyeti
yoktur. Baş ağrısı bile olmayabiliyor. Yakalıyoruz. Bunu da takip etmemiz tanıyı
koymaya yardımcı olur ve hatta yapacağımız tedaviyi bile değiştirebilir.
— “Burada olsaydınız daha önce de konuşacaktım sizinle…”
“Neden burada değilmişim ki?” der gibi baktığımı görünce, beş günlük yıllık izin
tatilimi ima ederek:
— Tatildeymişsiniz, diye ekledi. Sözü bitmeden eşi devreye girdi:
— Çok şiddetli kaygılar yaşıyoruz evde. Geçen gece sabaha kadar uyumadı.
Hanımı:
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
anlattığınız bu şikâyetlerle kesin bir tanı koyamıyoruz. Siyah-beyaz gibi net bir tanı
yok. Şu an gri bölge dediğimiz bir durumdayız. Zaman içerisinde takiple tanınızı
koyacağız. Ön tanı bu… Belki yaşam boyu başka bir şey olmayacak ama belki bir sene,
on sene sonra bu plaklarda artış olacak ya da başka bir bulgu yaşatacak… Elinizde
uyuşma, kolunuzda uyuşma, çift görme, dengesizlik gibi… Şu an için, bunun ne
zaman ve nasıl olacağını tahmin etmemiz mümkün değil… Dikkat etmeniz gereken
şey, yeni, farklı bir şikâyet çıkar ve yirmi dört saatten uzun sürerse, erkenden
gelmeniz gerektiği… Gerekirse yeni MR çekeceğiz. Ama hiçbir şey olmazsa da 6–7 ay
sonra tekrar ilaçlı MR çekeceğiz. Bu aklınızda kalsın.
— Sinirlerim bozuldu ya…
Bu arada çocuk kendi kendine şarkı söylüyor ve ritim tutuyordu. Masaya tekrar tekrar
uzanıyordu. Annesi de ısrarla ve bıkmadan geriye doğru çekiyordu.
— Verdiğim ilaçla geçmedi mi yüzünüzdeki uyuşmalar?
Hemen “geçti, geçti” diye ekledi… “…ama bitince kestim…”
Bu tür durumlarda hep olduğu gibi biraz gerilerek, her zamanki tarzımla söze
başladım:
— Devam etmeliydiniz. Uyuşma, karıncalanma, yanma, keçelenme, iğnelenme için
kullanılan ilaçlar sadece kullanılınca yarar sağlarlar, kesince şikâyetiniz geri gelir…
Büyük olasılıkla geri gelir yani…”
Hızlı bir onaylama yaptı, yapmak zorundaydı çünkü zaten tecrübeyle yaşadığı bir
şeydi.
— Evet, evet… İçerken iyiydi.
— O zaman devam edeceğiz. Hatta ilacı biraz daha da arttıracağız. Sabah akşam bire
çıkaralım.
— Tamam… Bugün tekrar başlayacağım.
— Kaygınızı bir kenara bırakın. En kötü ihtimalle, bugün MS hastalığınız var desek
bile iyi seyir ihtimaliniz %66, kötü seyir ihtimaliniz %33. Bu nedenle daha çok,
olumlu taraftasınız. Özellikle bayanlarda, uyuşma ile başladığında, iyi seyir şansı
yüksektir. Hafif-orta-ağır diye bir sınıflama yapacak olursak sizin bulgu ve
şikâyetleriniz hafif grupta… Ama psikolojik faktörlerin kötü olması hastalığı
olumsuzlaştırabiliyor. Bu nedenle, ilaçlarınıza kaygı giderici bir ilaç ekleyelim. Stres
hissi bağışıklık sisteminizi yanlış yöne saldırtabilir. Yani rahat olun… Şu an sizi
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
— Ağzımın ve burnumun içinde bile tuhaflık hissediyorum.
endişelendirecek bir şeyiniz yok. Yaşamınızın bağımlı ve kötü olma ihtimali %33.
Olumsuz bir şey olursa o zaman üzülürsünüz.
— Açıkçası yok ama belden aldığımız omurilik sıvısında bakılan bazı testler bazen
tahmin ettirici olabiliyor…
— Yani belimden su mu alınması gerekiyor? Diyerek endişeli halinin arttığını
gözlerini büyüterek gösterdi. Oturduğu koltuk rahat olmasına karşın, rahatsızlık
veriyormuş gibi ve belini kaldırıp sağa-sola hareket ettirip tekrar oturdu.
Huzursuzdu.
— Evet. Bu bize bir fikir verebilir. Lomber Ponksiyon ya da belden su alma dediğimiz
işlemi yapabiliriz. Özellikle ilk atak olduğunda bize tahmin ettirici bir fikir verir.
— Neye bakılacak peki?
— ‘Oligoklonal bant’ dediğimiz şeye bakılacak ve ek olarak çok özel olmayan diğer
birkaç test yapılacak. Oligoklonal bant, normalde bağışıklık sisteminden korunan,
uzak olan omurilik ve beyin sıvısında artarsa ya da pozitif dediğimiz değer çıkarsa MS
deme şansımız artar. Gerçi başka bazı kronik hastalıklarda da pozitif çıkabilir ama
özellikle MS’e özgüdür. Başlangıçta hastaların %60-65’inde pozitif çıkar ama zaman
içinde bu oran %90-95’e ulaşır ama negatif olması da tam olarak MS’i dışlamaz.
— Ha o zaman biraz düşünelim. Yani tedavi değişmeyecek. Nerede yapacaksınız?
Yatmam mı gerekecek hastaneye?
— Yok. Yatmanız zorunlu değil. Acil servisimizde de yapabiliriz. 1–2 saat orada sizi
gözleyip eve gönderebiliriz.
— Felç-melç olmam değil mi?
—Şu ana kadar felç olan biri olmadı. Olanı da duymadım. Zaten omurilik suyu
aldığımız yer, omuriliğinizin bitiş yerinin epey aşağısında. Endişelenmeyin.
Böyle dememle eşinden destek almak istercesine bana olan dikkatli bakışlarını hızla
eşine çevirdi ve “Yaptıralım mı?” dercesine başını salladı. Yandaki eşi cevabını bana
verdi.
— Siz bilirsiniz doktor bey… Ne gerekiyorsa yapalım.
Her şeyi bana bırakırcasına bir sözdü bu. Eskiden okullarda, öğrenciler kayda
götürüldüğünde sık sık söylenen “Öğretmenim, eti senin, kemiği benim…” dedikleri
söze benzer bir sözdü. Bu tür ifadelerden oldum olasıya hoşlanmazdım. Çoğu hasta,
hastalığının adını öğrendiğinde, tüm tedavisini büyük bir teslimiyetle doktora bırakır.
Sadece tedaviyi değil, hastalık hakkında da bir şey öğrenme çabasına girmezler. Ama
konu pop starlar, şarkıcılar, politikacılar, dizilerin oyuncuları olursa neredeyse tüm
ailesini öğrenirler. On beş yıl önce migren tanısı almış bir hasta, “Neden başım
ağrıyor ya da migren nedir ki?” diye sorduğunda, kanımın boynumdan kafama doğru
basınç yaptığını hissederim. İnsanlar beden ve hastalıklarına karşı nasıl bu kadar
ilgisiz kalabilir diye şaşkına dönerim.
Ben bunları düşünürken “Tamam o zaman, bir saat kadar sonra yapabiliriz. Acil
servise geçip beni bekleyiniz, orada yapalım” dedim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
— Gözüme taktım ben! Diye ekledi. “Çok gerginim. Olabileceğini, yani atak
olabileceğini nasıl anlayabiliriz, hiçbir yolu yok mu? Belirsizlik beni çok rahatsız
ediyor. Hani deprem gibi… Olacak ama ne zaman ve nasıl? Belirsiz!”
Murphy kanunlarından biri “Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir” idi ve
bu hasta için bunun geçerli olduğunu düşünmüyordum. Gayet ince, bir o kadar da
uzun boylu bir bayandı. Lomber Ponksiyon bu gibi genç bir bayanda hiç de zor
olmayacaktı ve zor olacağı konusunda da beklentim yoktu. Ama obez ya da Türkçe ile
şişko olan, ileri yaştaki bel kemikleri eğrilmiş hastalarda Murphy’nin “ters gitme
olasılığı” hep aklıma gelmiştir ve çoğunda da sorun olmuştur. Sorun dediğim
omurilik kanalına ulaşamadığımdan, sıvı almayı becerememişimdir. Bu durumda
Murphy’ın başka kanunu devreye girer: “Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz,
vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir.” Bu nedenle ponksiyon yapamadığım, başarısız
olduğum hastalarda başka bir arkadaşımı çağırır “el değişikliği” yapardım. Hiçbir
zaman Murphy’in “Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi” kanununa
uymazdım. Çünkü burada üzerinde iş yaptığımız bir alet değildi ve kırılırsa da yerine
pek konamazdı. Yok, emindim bu bayan için hiç de zor olmayacaktı…
Polikliniğimde bekleyen başka bir hastayı muayene ettikten sonra Lomber Ponksiyon
yapmak üzere acile gittim. Acile ulaşmak uzun sürmedi. Hemen bir kat aşağıdaydı.
Her zamanki gibi, hemşirelerden hasta ile ilgilenene dönüp “Bir Lomber Ponksiyon
iğnesi alalım eczaneden, sarı ya da pembe olsun!” diye uyardım. Genelde
numaralarını söylemezdim. Romantik olan “pembe renkli iğne” ifadesini kullanırdım.
Uyardım ama yıllardır, her Lomber Ponksiyon yaparken gelen “yanlış iğne” vakası ile
yine karşılayacağımı biliyordum. Bu arada, hastayı Lomber Ponksiyon yapacağım
odaya alıp, ona, muayene masasında yan yatmasını ve bel kısmını açmasını söyledim.
Ek olarak, hemşirelerden birine “Erkek bir personel istiyorum” diye seslendim. Bu,
aslında benim klasiğimdi! Erkek personel… Gerekli olan güçlü, kuvvetli birisiydi ve
genelde de istediğim güç bir erkekte bulunacağından “erkek personel” istemiştim. Üçbeş dakika sonra eczaneden dönen diğer hemşire elindeki iğneyi görmem için bana
uzatarak:
—Doktor Bey, iğne geldi, dedi ama sözü duymamla iğneyi görmem ve tepki vermem
neredeyse aynı anda oldu.
—Yahu gene mi! Bu Lomber Ponksiyon iğnesi değil. Bu kaç santim bak? Üzerinde 70
milimetre yazıyor, yani 7 cm. Bu, kanala ulaşmaz. Bana gereken 120 mm ve pembe…”
Sinirli halim biraz daha artarak:
—Nedense bunu eczanedeki kalfalar öğrenemedi. Lomber iğne olacak. Verdikleri iğne
ise anjiyoda kullanılan iğne… Bir daha baksın! Lomber Ponksiyon ya da spinal iğne
istiyorum.” Derken, bekleyen hastanın tedirginliğini de yansıtarak “hemen, hemen”
diye ekledim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Yüzlerindeki tereddüdün daha da arttığını gördüm. Ancak, on yıl boyunca her
“Belinden iğne ile omurilik suyu alacağız” dediğim hastada gördüğüm yüz
ifadelerinden farklı olmadığından benim üzerimde olumsuz bir yansıma yapmamıştı.
Endişeli hallerini görünce muayene odasının kapısına doğru onları yönlendirerek
“Endişe etmeyin, korktuğunuz kadar zor olmayacaktır” diye ekledim. Kendime olan
güvenimi de ses tonuma yansıtarak söylemiştim bu sözü… Biliyordum ki, kendine
güvenen bir doktor, hastanın teslimiyetini ve kaygısını daha da azaltırdı.
Zaten birçok hastanede yan üzerine yatar şekilde yapılır. Ben de iğneyi beklerken
hastaya anlatıyordum: “Şimdi, olabildiğince başınızı dizlerinize doğru yaklaştırmanız,
dizlerinizi kavramanız, çenenize kadar çekmeniz, yanaştırmanız gerekiyor. Bu, hani
bilirsiniz, anne karnındaki bebek pozisyonu da denir. Depremden korunma
pozisyonu da buna benzer.” Şeklinde hastaya tarif ederken bir taraftan boynundan
kavramış aşağı doğru itiyor, ayaklarını karnına doğru çekiyordum. Her zaman
yaptığım gibi de hastayı sakinleştiriyordum.“Korkmayın… Elim hafiftir… Bitince
göreceksiniz, boşuna korktuğunuzu anlayacaksınız. Çok fazla ağrı olmaz. Sadece
ciltten geçerken biraz ağrı duyulur…” diye telkinde bulunuyor ve konuşmama da biraz
neşe bulaştırıyordum. Öyle ya, belinizden uzun bir iğneyi batıracak kişiye
güvenmelisiniz ve kendinizi ona teslim etmelisiniz. Doktorun da yapacağınız şeyi
yapmakta da iyi olduğu hissini hastaya vermesi gerekir. Siz endişenizi ve korkunuzu
hastaya yansıtırsanız, hasta ne yapmaz ki…
Her şeyde olduğu gibi, Lomber Ponksiyonu da yapınca zaman içinde güven ve tecrübe
kazanırsınız. Ama ben ilk tecrübemden ciddi şekilde kaçmıştım. Daha tıp
fakültesinde, nöroloji stajında öğrenciyken, nöroloji kitaplarını yutmam nedeni ile
hocalarımdan birisi bu durumdan çok etkilenmiş ve kendi uzmanına dönerek:
“Orhan… Orhan! Bu çocuğa sen bir Lomber Ponksiyon yaptır. Bu çok çalışkan… Ödül
olarak bir ponksiyon yaptır” demişti. Herhalde bana nöroloji hastalığı bulaştırmak
gibi bir niyeti vardı ama benim liseden hatta ortaokuldan ağır hasta olduğumu fark
etmemişti! Üstelik bu, bana bir neşe verici ödül gibi gelmemişti. Daha tıp
fakültesinde öğrenciyim, etim ne budum ne ki ponksiyon yapacağım. Bende yoğun bir
kaygı uyandıran bu hediyeyi kabul etmemiştim. Kaçmıştım…
Sonunda, hastanın başında beklerken iğne geldi. “Ha... Bu! Pembe iğne…” diye görür
görmez ekledim. Ama iğneyi hastamın görmesini istemedim. Genelde göstermezdim
zaten. 120 mm uzunluğunda, kürdandan biraz ince bir iğnenin beline gireceğini bilen
birinin psikolojisi iyi olmasa gerekti. Bu nedenle iğneleri olabildiğince hastanın
görme alanının dışında tutardım. İğneyi hastadan uzak bir bölgeye yerleştirirken, bir
yandan da gelen erkek personele, hastanın boynunu ve baldır kısmını gösterip,
“Hastanın önüne geçeceksin, buradan ve buradan sıkı tutacaksın. Kavraman yeterli.”
dedim. Her zaman farklı bir personelle karşılaştığımdan tekrar tekrar ne yapması
gerektiğini vurguladım.
Aslında bu “durdurma” ya da tutma işini en iyi “Durmuş Bey” yapardı. Durmuş,
nöroloji asistanlığı sırasında karşılaştığım, en olgun, eğitici ve paylaşımcı kişilerden
biriydi. Kendisi sıradan bir sağlık personeliydi ama tüm Lomber ponksiyonlar onun
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Lomber Ponksiyonun dikkat edilmesi gereken noktalarından biri hastaya uygun
beden pozisyonu vermektir. Bu pozisyonu vermek için hastaya ne şekil alması
gerektiğini anlatmak gerekir. Lomber Ponksiyon, bazı hekimlerce oturur durumdaki
hastaya yapılması bana epey ters bir durumdu. Özellikle bulaşıcı hastalıklar
bölümlerinde menenjit şüphesi olan hastalara oturur durumda yaparlar. Ama oturan
birinin beline iğne batırmaktansa, yatan birinin beline iğne batırmak bana hep daha
güvenli gelmiştir. Belki de bu alışkanlık, nörolojide eğitim alan bizlerin hastalarının
bir kısmının oturamamasındandır. Öyle ya, bilincinin kapalı, komadaki hastaya,
“Oturun lütfen, belinizden bir su alacağım” demenin bir mantığı olmazdı.
Çekingenlik ve korku ile iğneyi yeteri kadar batırmadığımızı görünce “Biraz daha
derinde galiba” der, iğneyi batırmamız gerektiğini ima ederdi. Bazen de, omurilik
sıvısı tekrar tekrar girişlerde gelmeyince “Sert bir şeyi geçmek lazım, hissettin mi?”
diye eklerdi. O sert şey dediği “duramater” zarıydı. Yani “sert zar”dı. Biz hep
durameter öğrenmiştik, o “sert bir şey” diye tariflerdi.
Hasta yan üstü yatmış, sıkı sıkıya tutulurken, ben hızlıca eldiveni giymiş, yeşil örtüyü
yaymış, iğnenin gireceği yeri silmiştim ve “dura zarını” da geçmiştim. Hasta kilolu
olmadığından bu iş düşündüğüm gibi kolay olmuştu ama tam iğnenin ucundan “kaya
suyu” gibi berrak omurilik sıvısı damlarken hastanın çığlığıyla sakin hava bozuldu.
— “Ahhggghhhhh… Ayağımı elektrik çarptı, elektrik çarptı doktor bey!”
Bu esnada hasta pozisyonunu biraz bozmaya çalıştıysa da personel “durdurucu” işini
iyi yaptı ve kıpırdayamadı. Aynı anda benim ağzımdan kalıplaşmış gibi “Tamam sakin
olun, iğnenin ucu ayağınıza gelen sinir uçlarına değdi. Biraz yer değiştireceğim,
geçecek” dedim. “Sakin olun” diye eklerken iğneyi biraz geri çektim ve elektrik
çarpması kayboldu. “Var mı?” diye sordum. Hasta, durdurucunun kolları arasında,
nefesi bir engelin ardından ve boğuk gelir gibi “Hayır, hayır, bir anda oldu geçti” dedi.
Ardından “kaya suyu” rengindeki omurilik sıvısından örnekler aldım. Her zaman
yaptığım gibi tüpteki bir örneği de hastaya gösterip “Bak, aldığımız bu. Ne kadar
berrak değil mi? Kutsal su!” diye ekledim. Bu, hastanın çok umurunda değil gibiydi.
En azından o anda yüz ifadesinden anladığım oydu.
Ardından iğneyi çıkarıp, giriş yerini kapattım ama kapatır kapatmaz, hasta azarlar
gibi “Çok korktum, ayağıma elektrik vurunca felç oluyorum sandım!” dedi. Aslında
bu, her Lomber ponksiyon yaparken duyduğum ve alışık olduğum bir ifadeydi. “Bir
yakınım anlattı, belinden su almanın felç tehlikesi varmış. Felç olma tehlikesi var
mı?” derler. Ben de her zaman dalga geçer gibi bir yanıt verirdim: “Ben şimdiye kadar
hiçbir hastanın felç olduğunu görmedim, hatta duymadım… Zaten, iğne ile girilen yer
omuriliğin bittiği yerin aşağısında… Orada omurilik yok. Bir de omuriliğin içine iğne
ile girsen bile felç olmazsın! Size bunu söyleyen nereden görmüş felç yaptığını?”
Genelde aldığım yanıt da aynıdır “Bilmem, öyle dedi…” Bunu daha hastaya önce de
söylemiştim ama sanırım bu sözleri tekrar duymak istiyordu.
Sıvıyı laboratuvara gönderip sonuçlarını beklemek üzere hastayı eve gönderdim. “Bir
hafta sonra uğrayın. Ancak sonuçlanmalı” diye ekledim. Sanırım giderken aklında
epey büyük bir soru işareti vardı: “Sonuç ne çıkacak?”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
önünde olurdu. Çünkü Durmuş, hastalara pozisyon verir ve onları tutardı. Kanımca,
en azından bilgime göre hiç ponksiyon yapmışlığı yoktu. Daha asistanlığımızın ilk
zamanlarında Lomber ponksiyon yaparken, adeta bir hoca gibi nasıl yapmamız
gerektiğini de tariflerdi. “Doktor Bey, biraz daha göbeğe doğru girin, göbeğe doğru
iğne ucunu açılayın.” Uzman doktor adayı asistana bunu söylerken biraz çekingen bir
tavır da alırdı ama gene de söyleyeceğini söylerdi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
BÖLÜM III
Öylesine Bir
Deneme…
O gün de geç kalkmıştı. “Allah kahretsin! Yine uyuya kalmışım. Uyanamadım… Geç
kalacağım” diye sesli sesli söylenip, şiş gözlerle yatağının yanında duran saate baktı.
Uykulu uykulu kalkmaya çalışırken bir yandan da “keşke daha erken yatsaydım” diye
homurdandı. Hızla banyoya geçti ve yüzünü yıkadı. Aslında aklında sabah duş almak
vardı ama daha da geç kalmasına neden olacağını düşünerek, sadece dişlerini
fırçalamakla yetindi. Sonra hızlıca makyaj malzemelerine uzandı. Kutuyu alelacele
karıştırarak içlerinden birini seçti. Ne de olsa yirmi sekiz yaşında bekar bir iş
kadınıydı; kendine bakması, bakımlı olması gerektiğini biliyordu.
Üzerinde KIRMIZI çizgileri olan parlak ipek geceliği çıkararak elbise dolabına uzandı.
Ojelerine uyan KIRMIZILI elbisesini bir çırpıda giydi. Hem giyiniyor hem de yatak
odasından koridora geçiyordu. Ayakkabı dolabını açarak ayakkabılarına uzandı. En
sevdiği KIRMIZI ayakkabısına uzanmak isterken ellerinde sanki kararsız bir
dalgalanmalar ortaya çıktı. Çocukların oynadığı gibi “ya bundadır ya şunda” misali.
Oysa giyeceği ayakkabıyı bir ay önce satın almıştı ve onları genelde sağ üst köşeye
koyardı. Uzandı ve sağ üst köşedekileri eline aldı ancak yere bıraktı. O sırada “Bu
ayakkabılarım KIRMIZI değil miydi? Kırmızı!” diye kendi kendine konuştu. Ardından
biraz daha yakından bakınca “Evet bu ayakkabılar, bir tuhaflık var, sanki renkleri
kaybolmuş gibi” diye mırıldandı ve hızlıca ayakkabılarını ayağına yarım yamalak
geçirip, sağ ayağının bağcıklarını bile bağlamadan evden çıktı.
İş yeri, evine yakın olduğundan, genelde sabah yürüyüşü olsun diye işe yürüyerek
giderdi. Ama bugün biraz daha hızlı adımlarla yürümesi gerekiyordu. Yarım saatten
fazla geç kalmıştı. Adım sıklığını arttırdı. Bu arada sağa-sola bakınıyor ve tabelaları,
beyaz üzerine KIRMIZI yazıyla yazıldığını bildiği “Eczane” kelimesini de gri-siyah gibi
görüyordu. Oysa o eczanenin önünden belki yüz kez geçmişti ve hep kırmızıydı yazısı.
Adımlarını bu garip görme sorununa rağmen hızlandırdı. Ne de olsa “sert”
patronundan “Geç kaldın yine… Bugün için geldiysen çok geç, yarın için geldiysen çok
erken!” şeklindeki yarı dalgalı sabah fırçasını yemek istemiyordu. Daha da hızlandırdı
adım sıklığını. Sağ ayağına tam giymediği, sanki öylesine iliştirilmiş, her adımda
sallanan ayakkabısı tam çıkmak üzereyken, ayağını esnek bir hareketle ayakkabı içine
yerleştirdi. Alelacele makyaj yaparken gözlerine pek bakmamıştı. Sadece ruj sürmekle
yetinmişti. Yaya kaldırımından yürürken, hemen yola park etmiş bir SİYAH
otomobilin yan aynasına eğilerek gözlerini iri iri açarak gözlerine bakmaya çalıştı.
Ama pek de bir anormallik görmedi. Kızarık değildi. Azcık şiştiler sadece.
Dudaklarına aceleden dikkat edememişti.
Hızlı adımlarla devam ettiği yolu sonunda bitirdi. İş yerinin kapısından girerken “Bu
arada sabah yürüyüşünü de yapmış oldum” diye mırıldandı. Hızlıca iş yerindeki
odasına geçti ve ezile-büzüle kendi masasına yöneldi. Çantasını atarcasına yana
bıraktı. Kendini koltuğuna bırakırken “Üf! Nihayet… Gelebildim” diye mırıldandı.
Sonunda işe ulaşmıştı. Kolundaki beyaz saatine bakarken 45 dakika geç kaldığını
anladı. Koltuğuna oturmanın verdiği rahatlıkla sağa doğru masaya gözleri kaydı ve
masa üzerinde üç tane SİYAH gül gördüğünü fark etti. Zaten sabahtan beri olan
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Siyah Güllerle İlan-ı Aşk
“Günaydın! Yine geç kaldınız…” sözleri kulaklarına çınladı. Endişeli bakışlarla,
dudaklarını büzerek azcık ısırdı. Ardından aynı ses devam etti “ Ama bugün geç
kalmaya hakkınız var, doğum gününüz bugün, doğum günün kutlu olsun!” Bu sözleri
duyunca hem yüzünde tebessüm oluştu hem de şaşırdı. Bugün doğum günü müydü?
Ne diyeceğini bilemedi. Her zaman alıştığı kinayeli konuşmalardan farklıydı bu ses
tonu. Düşünceler kafasında dolaşırken patronunun “Bu kırmızı güller senin için. Geç
geldiğinden masana bıraktım. Tam üç adet… Çünkü seninle üç yıldır tanışıyoruz”
demesinin ardından kafasında çakan şimşeğin parlaklığı sanki bakışlarına yansıdı:
KIRMIZI güller! “Teşekkür ederim hatırladığınız için. Bunlar hakikaten kırmızı mı?
GRİ-SİYAH mı” diye de bir anda sormadan edemedi. Sabahtan beri yaşadığı renk
karmaşasını sorabileceği birisine rastlamamıştı. Patron, bir güllere bir de yüzüne
bakarak şaşkınlığını gizleyemedi. Güller KIRMIZIydı ve de aşkının bir ifadesiydiler.
“Bu nasıl bir soruydu?” diye düşünürken “Yani bunlar gerçekten bana üç yıllık itiraf
edemediğin aşkını gösteren KIRMIZI güllerle itirafı mı diye mi sormak istiyor” diye
aklından geçirdi. GRİ ya da SİYAH değildiler. Evet, aşıktı ve bunun ilk itirafını
KIRMIZI güllerle yapmıştı. Yoksa nasıl birisine, herkesin KIRMIZI gördüğü gülleri,
“Kırmızı mı bunlar?” diye sorulurdu. Hiç tereddüt etmeden, birazcık da utanarak,
düşüncesine devam etmeden “Şey evet, o manada soruyorsan evet, yani…
Duygularımı da ifade ediyor bu KIRMIZILAR…” deyiverdi. Ama aldığı cevaptan pek
tatmin olurmuş gibi hali yoktu kadının. Endişesi daha da artmıştı. KIRMIZI güller
gerçekten GRİ-SİYAH görünüyordu kendisine. Patlarcasına bir ses tonuyla “Ya, ben
renkleri göremiyorum galiba, KIRMIZI rengi göremiyorum” dedi. Sesi odada
yankılandı. Odadaki diğer iş arkadaşlarının “Yeni bir aşk başlıyor” bakışlarında bir
anda “Hımm.. Ne oluyor ya, bu bir redd-i aşk yolu mu?” dercesine soru işaretine
döndü. Ama bakışlara aldırış etmeden “Sabahtan beri bir tuhaflık var. Renkleri
kaybettim. Sanki görmemde bir şeyler var. Renkleri göremiyorum sanki…” diye
endişeli bir sesle yüzlerine bakarak konuştu. Sonra “Her şey sanki SİYAH-BEYAZ…
Sanki değil hakikaten öyle… Her şey SİYAH-BEYAZ ya da GRİMSİ...”
Bu sözlerin ardından arkadaşları biraz daha masaya yanaşıp durumu anlamaya
çalıştılar. Aşkını KIRMIZI güllerle doğum gününde ilan eden patron ise hala ne
demek istediğini anlamaz bir şaşkınlık içindeydi. Bu, reddetmenin başka bir ifadesi
miydi yoksa hakikaten renkleri görmesi mi bozulmuştu. Endişesi KIRMIZI güllerle
ilan-ı aşkının önüne geçmişti. Bunları düşünürken kadın “Sanki sağ gözümde de bir
ağrı var, sağa-sola bakarken ortaya çıkıyor…” diye ekledi. Patron kendi aşkına gizli bir
ret değil, gerçekten de bir sorun olduğunu kavramaya başlamıştı.
Kendini toparlayarak “Şey, bir göz doktoruna gidelim istersen, önemli bir sorun
olabilir” diye ekledi. Diğer arkadaşları da bir ağızdan, bozuk koro halinde “Evet,
önemli bir sorun olabilir, bir görün…” dediler.
Çantasını almadan kapıya yöneldi. Üç yıldır işe gelip gittiği bu sokakta bir göz
hastalıkları uzmanı vardı. Hemen yakındaydı. İki dükkân ötede… Hızlı adımlarla
muayenehane merdivenlerini çıkarken, patronunun sesini duydu “Bekle beni, ne bu
acele? Sakin ol biraz…” Hızlıca ikinci kattaki kapının ziline bastı ve kapıyı GRİ
önlüklü bir bayan “Hoş geldiniz, buyurun” diyerek açtı. Ardından “Doktor beyin
hastası var, çıkınca sizi hemen alırım” diyerek onları bekleme salonuna davet etti.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
görme ile ilgili probleminin ne olduğunu anlamaya çalışırken, siyah güllerin masasına
ne aradığını kendi kendine sordu. Güller KIRMIZI olmaz mıydı? Kafasında soru
işaretleri büyürken güllere uzandığı anda patronunu ensesinde hissetti:
Sabahtan beri neler yaşadığını doktora hızlı hızlı anlattıktan sonra göz doktoru uzun
bir muayene uyguladı. Bir aletten diğerine, renk kontrolleri ve görme alanı
muayeneleri… Gözlük camı değişimleri… Sonunda doktor kararını vermiş ve işini
bitirmiş hissi ile koltuğuna geçti. Doktor, biraz sıkılarak söze başladı: “Şimdi… Sadece
renk görmeniz bozuk değil, görme alanında da kayıplarınız var görünüyor…” Bunu
kendisinin de az çok bildiğini düşündü kadın. Evet, öyleydi. Ardından doktor devam
etti “Testlere ve düşünceme göre sizin sorununuz gözünüzde değil”. Şaşkınlığını
gizleyemedi ve kısık sesle ekledi “Ee… Nerede o zaman?” Doktor “Göz değil. Yani göz
küreniz değil ama görme sinirinizde sorun var. Bu görme siniri iltihabı hastalığı
dediğimiz bir durum.
Ya da tıbbı adıyla optik nörit.
Genelde kendi başına olabileceği gibi eMeS dediğimiz hastalığın ilk belirtisi de olarak
karşımıza çıkabiliyor”. Şaşkınlığı iyice artmıştı. eMeS de neydi? Daha önce adını hiç
duymamıştı. Göz doktoru ekledi “Gerekirse beyin MR ya da başka testler yapmak
gerekecek… Bunun için nöroloji uzmanına görünmenizi önereceğim size.” Hemen,
sanki yanıtı daha önceden hazırlamış gibi, doktorun sözü bitmeden ekledi “Evet,
evet… Hemen bir nöroloji uzmanına görünelim” ciddi bir sorunla karşı karşıya
olduğunu ilk kez düşünmüştü.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Patronla yan yana oturdular. Bekleme salonunda, adeta gözlerinde problem değil de,
aklında bir problem varmışçasına duvardaki tablolara, masadaki dergilere bakınıyor
ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Masanın üzerinde eline geçirdiği derginin
kocaman yazılmış başlığını “Bil… Tek…” olarak görebildi. Eksikti yazılar. Tam da iç
sayfada, küçük yazılar nasıl görünecek diye sayfayı çevirirken sekreterin sesi duyuldu
“Buyurun hanımefendi, doktor bey sizi bekliyor”.
gülünce dudakların
bir gonca güle benzerdi
ben dudaklarını sense gülleri severdin
güller ve dudaklar şimdi
ne kadar acı ve gizli
eski bir aşkı anlatır
güller ve dudaklar şimdi
döküldü yaprakları
mazim denen o bahçeye
kayboldu dudakları
seven yok artık gülleri.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
Kertenkele Kuyruğu Öyküleri
Göz doktorunun muayenehanesinden ayrılırken, nöroloji uzmanının en yakın
hastanede olabileceğini düşündü. Yanındaki endişeli patronuna da sorunca kendisini
onayladı. En yakın hastaneye gitmeleri gerekiyordu ve yürüme mesafesi ile gidilecek
yakınlıkta değildi. Patronu yoldan geçen bir taksiye refleks olarak elini kaldırarak
durma işareti yaptı. Bir anda yanında duran araca baktığında kadın, önce neden
durduğunu anlayamadı. Araç GRİ-SİYAH bir araçtı. Bu aracın neden yanlarında
durduğunu anlamaya çalışırken üzerindeki panodaki yazıyı gördü: “TAKSİ”…
Taksiye bindiğinde bir şarkı çalışıyordu. Kulağını şarkıya verdi:

Benzer belgeler