Merhaba Bahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Transkript

Merhaba Bahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir
Yayına Hazırlayanlar:
Dr. Nevnihal BAYAR
Şehkâr FAYDA KINIK
Kübra YETİŞ ŞAMLI
Kapak Tasarım:
Gazi ÖZTÜRK
Dizgi:
Ayşe EREN
Işıl İlknur SERT
Basım:
ÖZAL Matbaası
Dağıtım:
Mübin SOYYER
Yazışma Adresi :
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve Sanat Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokak No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
Yazılarınız, görüş ve eleştirileriniz için
[email protected]
www.kubbealti.org.tr
Merhaba – Bahar 2008 / 1
İÇİNDEKİLER
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN
MERHABA ········································ 3
SİYAH AFRİKA’NIN BEYAZ UCU..
Doç. Dr. Güleda ENGİN ······················ 45
HANGİ MEHMET
Sâmiha AYVERDİ ································ 4
ŞİİR: KAR TÂNELERİ
Orhan DURSUN ································ 49
DİLİM LÂL
Aliye AREN ······································· 6
SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİ
Mehru ÖZTÜRK ································ 50
YAHYÂ KEMAL’İN KALEMİNDEN: EĞİL
DAĞLAR
Buğra ŞAMLI ······································ 8
TÜRK DÜNYASI EDEBİYATÇILARI
ANSİKLOPEDİSİ
B. İzzet TAŞÇI ··································· 52
HZ. MUHAMMED (S.A.V.) GÜNEŞİ
Gülmisal GÜRSOY····························· 14
DENEMELER: ÜMİTLİ BEKLEYİŞ
Yıldız SERT ······································· 54
KISACA KİM?
Şehkâr FAYDA KINIK ························ 19
150 YAZ BELLİ: CEMRELER, KOCAKARI
SOĞUKLARI, HIDRELLEZ…VE YAZ GELDİ
Dr. Işıl İlknur SERT ····························· 57
HANGİSİ İYİ?
Hayri BİLECİK ·································· 22
HAYÂTA DÂİR
Aliye ALTUN ··································· 26
KÜLTÜMÜN İNCE GÜLÜ: HIDRELLEZ
A. Seval YARDIM ······························ 30
ŞİİR: YALNIZLIĞA SEFER
Kübra YETİŞ ŞAMLI ·························· 37
KEMİKLİ KİLİSE
Gülniyaz TAHRALI ··························· 38
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ··························· 60
YAZI ATÖLYESİ’NDEN: VE BU,
YOLCUNUN EN SEVDİĞİ ŞARKIDIR…
Gülnar MIZRAK ································ 64
ŞİİR: BEYTULLAH’TA BEN
Cengiz NUMANOĞLU ······················· 66
FACEBOOK’UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Kemâl Y. AREN ································· 67
KISA KISA…
Şehkâr FAYDA KINIK ······················· 40
PROF.DR. MUSTAFA FAYDA İLE
RÖPORTAJ
Hazırlayan: Güller KÖSE ····················· 69
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KELİMELER
Dr. Nevnihal BAYAR ························· 42
NEŞRİYAT
Vedat ÖZSÜLLÜ ································ 75
2 / Merhaba – Bahar 2008
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA
Değerli Merhaba Okurları,
Öncelikle siz bu sayfalarla buluştuğunuzda geride bırakmış
olacağımız 18 Mart Çanakkale Zaferi dolayısıyla aziz Çanakkale
şehitlerimizi rahmetle ve minnetle bir kez daha anıyor; bu vesîleyle
şehitlerimize ithaf ettiğimiz sayımıza gösterdiğiniz alâkaya teşekkür
ediyoruz.
Bu sayımızda Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın
kurucularından, büyük mütefekkir ve yazar Sâmiha Ayverdi’yi ve
muhterem Ekrem Hakkı Ayverdi’yi; ayrıca klasik Türk mûsikîsinin
büyük üstâdı Cinuçen Tanrıkorur’u yâd ediyoruz.
11 Mart 2008 târihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan Coşkun
Yıldıran’a Allah’tan rahmet, yakınlarına da baş sağlığı ve sabır
diliyoruz.
Bahar sayımızda, kültürümüzde mühim bir yeri bulunan
Hıdrellez’i de sizlere tanıtmayı, böylece geleneklerimize sâhip
çıkabilmeyi ümit ediyoruz.
Merhaba Yayın
Kurulu
Merhaba – Bahar 2008 / 3
HANGİ MEHMET
Sâmiha AYVERDİ
Komşu medeniyetlere yakınlık ve alış verişin, bir nevi sirâyetlere de
yol açtığı gerçeği yadırganamaz. Husûsiyle, kültür bereketleri zaafa uğramış
ve ortaya bir maarif yıkımı çıkmış ülkeler için, komşu ve farklı medeniyetlerin
içlerine sızması daha da kolaylaşmış demektir.
İşte batının farklı medeniyetine kapı aralayan Tanzîmat, bu yabancı
kültürün Osmanlı gelenekleri arasına kocaman adımlarla yaklaştığı devrin tâ
kendisidir.
***
Oldu olası, Türk’ün âile hayâtında “gelin-kaynana” çekişmesi
bulunuyor idi ise de, çok defa kaynananın gelinini bağrına bastığı da inkâr
edilemez. Hatta, oğlun ya da erkek kardeşin karısına nezâketle ihtâr edilmek
istenen aksaklıkları anlatabilmek için meşhur atasözlerinden birinin yardımı
istenircesine: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” diyen bu îkaz,
kendi kızını muhâtap ederek bildirmek şeklindeki mâlûm keyfiyetlerden biri
değil midir?
Bu ara, yakından uzaktan tanıdığım nice âile vardır ki gelinleri ile
aralarında ihtilâfsız, gürültüsüz geçen bir hayâtın örneği olarak, âdeta tablo
gibi karşımda durmaktadır.
Kimler mi? Meselâ büyük dayım, kendisinden on yaş büyük ablası
olan anneannemi her ziyârete geldiğinde, ikisi de sözlerini evirip çevirip,
yengemin medhi üzerine getirerek, onun fazîlet, meziyet ve bilhassa insânî
değerleri nasıl yaşadığı keyfiyeti üstünde dururlar ve büyük annem, kendi
kızını senâ etmekten de üstün bir şevk ve istekle, gelinini göklere çıkarırdı.
Gerçekten yengem, medhe de her türlü övgüye de lâyık
müstesnâlardan idi ise de, onun etrâfına ışık saçan mümtazlar sınıfından
olduğunu görmek, gördükten sonra dile getirmek de gene cemiyetin millî
yapısı gereği değil miydi?
Âile arasına, gelinler gibi sonradan karışan dâmatların da,
kayınvâlideler ve kayınpederler tarafından sıcak ve tatlı bir alâka ile hoş
tutulması bir gelenekti.
4 / Merhaba – Bahar 2008
***
Babamdan defâlarca dinlemiş olduğum bir hikâyeyi, kısaca burada
nakletmek isterim: Kadıncağızın biri, tenceresinde tavuk pişirmekte iken
sokak kapısı çalınca, kocasına: “Efendi, hele pencereden bir bak, kim geldi
öğrenelim!” deyip adamcağız: “Mehmet gelmiş, kapıyı çalan o..” cevâbını
verince kadın: “Hangi Mehmet? Oğlum Mehmet mi, dâmâdım Mehmet mi?”
der demez, kocasının: “Gelen, oğlun değil, dâmâdın Mehmet!” cevâbını alınca
pişirdiği tavuğu oğluna değil de dâmâdına yedirmek için tencereyi saklamaz,
sonra da kocasına: “Siniye bir kaşık, bir tabak daha koyuver.” diyerek, tavuğu
dâmâdına ikrâma hazırlanır.
Babam, bu hikâyeyi anlatırken, kayınvâlidesi olan büyük annemle
aralarındaki anlayış ve yakınlığı göstermek isteyerek âdeta gururlanırdı.
***
Batı, daha kendi çocuğu palazlanırken dahî kendi ekmeğini kazanması
için başından atarken, gelini mi, dâmâdı mı düşünsün? Zîra batı insanı, kendi
çıkarından başka ne düşünmüştür ki, ondan Türk insanının anlayışına uygun
bir yakınlık beklenebilsin?
Bu farklı ve komşu medeniyetten Osmanlı ülkesine sıçrayan bulaşıcı
illet, Türk’ün asırlardır devam etmekte bulunan örf ve âdetlerini sarsarken
iffetine musallat olan lâubâlîlik ve tehlikeler de bunlardan biri bulunuyordu.
Ölünceye kadar kocasına sâdık kalan kadının, bunu bir tabiat zarûreti olarak
görmesi acaba devam edebilecek miydi? Yoksa on üç, on dört yaşlarında
diskolarda gönül eğlendirmeye alışan kızın gönlü, evliliğin kutsî çatısı içine
girince, gene balolarda, düğünlerde derneklerde tanıştığı erkek arkadaşları ile
kaçamak mâcerâları, günübirlik aşkları yüzünden âilesini târ u mâr etmeye
râzı olacak mıydı?
Arada şu ne büyük tesellîdir ki, Türk âilesi bugün dahî temelleri
derinlere işlemiş bir salâbet (güç) ve metânette oluşunun temînâtı altında
ayakta bulunmaktadır.
Merhaba – Bahar 2008 / 5
DİLİM LÂL
Aliye AREN
Gözleriyle ağlayanlardan olamadım pek. Benim yüreğim kanar,
sözlerim ağlar. Ne zaman mı? Her giden, çocukluğumu götürürken… Her
giden, dünyâmı soluklaştırırken…
Bir Erol Amcam vardı benim, bilenler bilir. Susarak konuşurdu,
gözleriyle gülerdi. Hâlâ her Ege türküsü işittiğimde burnumun direğini
sızlatır. Toprağının insanıydı. Yere sağlam basan, vakur, kaya gibi sağlam…
Ben onunla tanıdım sessizliğin gücünü. Onunla kavradım insanları gözleriyle
sevmeyi. Dilsiz karikatürler gibiydi. Kahkaha atmadan güldürür, komik
olmadan neşe verirdi. Ama o hepsinden çok “vefa”ydı benim için, “güven”di.
Yaşadığı gibi sessizce ve âniden bir gün gitti.
Bir Hayri Amcam vardı sonra. Neşeydi o! Işıltı, canlılık ve dolu dolu
kahkaha… Ben onunla öğrendim “dolu başak” olmayı. Kıvrak bir zekâ,
kocaman bir gönül, ince düşünceydi o. Bir söz ustasıydı; ama “âyinesi iş”ti
onun. Kırmadan, incitmeden, ahkâm kesmeden, göstererek yetiştirendi. Dolu
dolu kahkahalarını alıp bir gün gitti.
Ali Yardım Amcam vardı benim. Adıyla müsemmâ… Çelebi insandı.
Hani baktığınızda sükûnetinden etkilendiğiniz; ama konuştuğunda sizi
çarpan, gözünüzde devleşen, hayran olduklarınızdan… O, benim için hep
“duru bir akıl”dı. Ciddiyetti, sorumluluktu. Sizi boğmadan, sıkmadan, “size
göre” konuşanlardandı. Her cümlesi sapasağlam bir mantık silsilesi, her sözü
baştan ayağa giydiği bir ilim kaftanıydı. Ben, aklın insanı güzelleştirdiğini
onda gördüm. “Mütevâzı olanı rahmet-i Rahman büyütür!” derler ya, işte
“rahmet-i Rahman”ın büyüttüklerindendi. Bir gün gitti, boğazımda kocaman
bir yumru bırakıp.
Dünyâlar güzeli bir Muallâ Teyzem vardı benim. Nezâketi, sükûneti
onunla tanıdım ben. “Huzur”du o, benim için. Varlığıyla içinizi
dinlendirenlerdendi. Hanımeli gibi nahif, sâde ve zarif… Gülümsemenin
güzelleştirdiği insanlardandı. Ağırlığınızı alıp sizi kuş gibi hafifletenlerden
hani. Gülümseyen yüzüyle o da bir gün kuş gibi gidiverdi.
6 / Merhaba – Bahar 2008
Bir Coşkun Amcam var(dı) benim, hâlâ geçmiş zamanla konuşmaya
alışamadığım. “Yel değirmenleri”yle savaşmayı onunla öğrendim ben.
“Kavga”yı ondan öğrendim. Hem kendinle hem dünyayla mertçe kavga
etmeyi… O, “savaşmak”tı benim için. Eğilip bükülmez, toprağının deli akan
coşkun nehriydi. Hani derler ya ”Ağaçlar ayakta ölür!” Ben, anbean, koca bir
çınarın ayakta öldüğünü onda gördüm. Acının bile mertçe taşınabildiğini;
ama çâresizlik duvarına çarpınca orada isyan etmeden, yiğitçe boynunu eğip
beklemeyi onda gördüm.
Evet, o benim koca çınarımdı. Dik, sert; ama hep dürüst, hep mert, hep
yiğit!.. Sızlanmadan, söylenmeden, dimdik oldu gidişi de. Bugün o da gitti!
“O güzel insanlar,
O güzel atlara binip gittiler!”
Ben onlarla öğrendim vefâyı, dürüstlüğü, sükûneti, zerâfeti. Belli ki
her giden gibi onlar da memnun yerlerinden. Ama her biri giderken bir parça
çocukluğumdan götürdüler. Her giden biraz daha canımı acıtarak, beni biraz
daha eksiltip gitti. Bencillik bu ya, kalanlara: “Durun!” demek geliyor
yüreğimden. Sevgiyi, inancı, dostluğu, azmi de alıp gitmeyin benden, ne olur!
Azaltmayın artık beni! Ne var ki şimdi dilim lâl, kalemim yaşlı…
Ne diyeyim ki ?.. “Mekânınız cennet olsun!”
Merhaba – Bahar 2008 / 7
YAHYÂ KEMAL’İN KALEMİNDEN MİLLÎ
MÜCÂDELE: EĞİL DAĞLAR
Buğra ŞAMLI *
17 Şubat günü Kosova, Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığını îlân etti.
Henüz millî marşı olmadığı için Avrupa Birliği’nin resmî marşı 9. Senfoni’yi
bunun yerine kullanacak olan; kutlama gösterilerinde halkının Avrupa
Birliği’ne, Arnavutluk’a, Amerika Birleşik Devletleri’ne teşekkür pankartları
açıp, Arnavutluk, Büyük Britanya ve ABD bayraklarını salladığı; Sırbistan’ın
askerî müdâhalesine karşı NATO korumasına, ekonomisinin ayakta kalması
için de AB fonlarına güvenen; ülkesinin bağımsızlığını meclis kürsüsünden
îlân eden başkanını yüzlerinde en ufak bir coşku ifâdesi olmadan alkışlayan
vekilleri ile hatırlanacak bağımsız Kosova, Birleşmiş Milletler’e kabul edilirse
söz hakkı bakımından Türkiye ile denk bir konumda olacak. Eğer mukāyese
BM’deki temsil güçleri ile değil de istiklâllerini nasıl ve ne şartlar altında
kazandıkları üzerinden yapılsaydı, hiç şüphesiz Kosova’nın Türkiye yanında
esâmesi okunmazdı. Belki Kosova’nın şimdiki ve gelecek kuşaklarına
anlatılmak üzere kendi bağımsızlık destanları hazırdır bile. Lâkin kendi
istiklâlinin alternatifini ölüm kabul eden ecdâdımızın bunu elde etmek için
verdiği gerçek mücâdele, hiç şüphesiz en olağanüstü öğelerle süslü destanları
bile gölgede bırakır.
Millî mücâdeleyi Türk edebiyâtının en mümtaz isimlerinden biri olan
Yahyâ Kemal’in kaleminden tâkip etmek, sâdece şâirimizin bu hayâtî meseleyi
nasıl sanatkârane yorumladığını görmek için değil, aynı zamanda işgālin yeisi
ile istiklâlin ümîdini İstanbul’da yaşayan bir vatanperver mütefekkirin his ve
fikir dünyâsına nüfuz etmek açısından da mühimdir. Bunun için en iyi kaynak
da, o devirde çeşitli gazetelerde çıkan yüzün üzerinde yazısının toplandığı
Eğil Dağlar1 adlı kitaptır. Bu yazılarda Yahyâ Kemal “Millî Mücâdele’yi sâdece
desteklemekle kalmaz, bir taraftan mücâdelenin yollarını ve şartlarını anlatırken diğer
taraftan Ankara Hükûmetinin politikasına ışık tutmaya çalışır.”2 Bu yazılarda
İstanbul’daki işgal güçlerinin işbirlikçilerine, işgal yanlısı yerli veya yabancı
( )
* E-posta: [email protected]
İsteme adresi: İstanbul Fetih Cemiyeti, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi, Yeniçeriler
Cad., No:43 Çarşıkapı – İstanbul.
2
Kâzım Yetiş, Yahya Kemal Hayatı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1998, s: 165.
1
8 / Merhaba – Bahar 2008
gazetelere cevap, İstanbul’da işgālin ve uğradıkları haksızlığın elemini çeken
Türklere moral, kimi zaman da îkaz ve tenkit vardır. Hatta çekilen
sıkıntılardan ve başa gelen felâketlerden ders çıkarılması husûsunda savaştan
sonrası için yol bile gösterilmektedir.
Kitapta yer alan yazılar kronolojik olarak sıralandığı için devrin
hâdiselerinin İstanbul’da nasıl akisler yarattığını, işgālin en karanlık
günlerinin bedbinliğinin, Birinci ve İkinci İnönü ve Sakarya zaferleriyle gelen
iyimserliğe nasıl dönüştüğünü zaman çizgisinde tâkip etmek mümkün
oluyor. Yazarın millî hislerindeki samîmiyetinin yazılarına tesiri, okuyucuya
da o kara günlerin havasını soluturken, işgal sebebiyle hakkını
savunamamanın ezikliğini ve öfkesini yüreğinizde hissediyor ve her zaferle
birlikte biraz daha ziyâdeleşen millî gurûru da o günlerde yaşıyormuşçasına
tadıyorsunuz. Ancak gerçek şu ki okur, hissiyâtı ne kadar kuvvetli olursa
olsun, vatanının gözlerinin önünde gün be gün yok edildiğini dehşetle ve
çâresizce izleyen, yarın ne olacağını bilmeden yaşayan o neslin hissetiklerini
yalnızca tahmin etmeye çalışabilir. Yahyâ Kemal, bizzat yaşadığı bu dehşeti
şöyle ifâde etmektedir: “Bu son on senenin muhârebelerinde vatanı müdâfaa için
şehit düşenler iki türlü bahtiyardırlar: Bir taraftan bir müslümana göre ölümlerin
hem en mübâreği hem de en kolayı olan ölümle öldüler. Diğer taraftan da bizim gibi
kalan bedbahtların her gün, her saat, her adımda gördüklerimizi görmemek için
gözlerini müebbeden yumdular. Yalnız dînî bir görüşle değil aklî bir görüşle de
diyebiliriz ki o bahtiyar şehitler cennette, biz kalanlar bugün cehennemde yaşıyoruz.”1
Daha sonraları Anadolu’dan gelen zafer haberleri Yahyâ Kemal’e şehitlerimizi
yâd ederken daha ümidvâr bir üslûp kullandırırken, onu Türk’ün düşmana
olan hıncının da sözcüsü yapmaktadır: “O Türkler ki bu milletin en sütü temiz,
hepimizden fazîletli, hepimizden hayırlı, hepimizden hâlis oğullarıydı; onlar
kumandan, zâbit, nefer, İnönü’de muzafferiyet için can verdiler, onlar muzaffer
olduğumuzun haberini bile alamadılar! Vâkıa onlar bizden birkaç türlü daha
bahtiyardırlar, Müslüman oldukları için Müslümanlığın en büyük lezzeti olan
şehâdet zevkini tattılar, şehit düşmeden, gözlerini Allah’a yummadan biraz önce de,
Yunanlıları karşılarında, yüzleri sapsarı, korkudan gözleri dönmüş, elleri titrek,
tabanı gevşek bir kılıkta bir daha gördüler! Onlar bizden daha bahtiyardırlar!”2
Yahyâ Kemal bu zaferi, en güzel netîcenin müjdecisi olarak görmüş
olmalı ki aynı yazıda “İzmir’e Yunanlılar çıktığı günlerde nasıl perîşan, çâresiz,
kimsesizdik, Paraskevopulos Bursa’ya, Zımbarakakis Edirne’ye saldırdığı günlerde
nasıl ancak Allah’tan imdat umuyorduk, bütün o hazîn günleri kalp ve zekâ sahibi
1
2
Eğil Dağlar, s: 79.
a.g.e., s: 95.
Merhaba – Bahar 2008 / 9
Türkler dâima tahattur edecek, dâima o günlerde yaşıyor gibi yaşayacaktır. İstikbâlin
kuvveti bu hâtıralardadır.”1 derken, yaşananları yazıya döktüğü kadar millî
şuura da hakketmektedir.
Yahyâ Kemal için gerçekten de bu şuur en az verilen silâhlı mücâdele
kadar önemlidir ve Anadolu’da verilen savaşa katılamayan İstanbul’un
hâdiseleri ıstırapla seyrinin bir bilinç oluşturmasının önemini şöyle belirtir:
“İstanbul Türklerini, kader bu istiklâl cidâlinin hâricinde bıraktı, mahrûmiyetlerine
rağmen kalpten millî harekete karşı gösterdikleri hâhişi kaydettik, temennî ederiz ki bu
hâhiş fikren de aynı kuvvette olsun.”2 Bununla birlikte, Yahyâ Kemal bu hâhişi
(istek, arzu) gösterenlerin bahsedilen şuura aykırı hareketlerini gördüğünde
tenkitten de geri kalmaz. İstanbulluların tüm fukarâlık ve yokluklarına
rağmen Kızılay kanalıyla Türk ordusuna yüz seksen beş bin lira gönderip de
düşman ordusunu hem fiilen hem iktisâden destekleyen Yunan azınlıktan
alışveriş yapma îtiyâdını değiştirmemesi karşısında: “Biraz iz’ânı olan bir Türk,
İstanbul halkının bu hazîn günlerimizde bile devam eden gafletine baka baka
teessüründen verem olur gider. Birçok kereler dediğimiz gibi hissiyle millî varlığına
pek ziyâde bağlı olan bu halk fikirce bilâkis son derece de kayıtsızdır.”3 diye yazacak,
yazısının sonunda da “Bu hakîkati idrâk edenler, henüz edemeyenlere mahallelerde,
câmilerde, mescitlerde telkin etse, bu cemaati büyük bir günahtan kurtarmakla berâber
bir sevâba da nâil ederler.”4 diyerek bu şuurun yayılması için yol gösterecektir.
Gerçekten de Yunan azınlığın işgal kuvvetlerine sırtını dayayıp yüz
yıllarca tebaası olarak yaşadığı Türklere karşı sergilediği düşmanlık, savaş
sonrası yapılacak mübâdele, 1942’de çıkarılacak Varlık Vergisi, hatta çok daha
sonra patlak verecek 6-7 Eylül olaylarına psikolojik bir zemin hazırlaması
açılarından da yakın târihimizde önemle ele alınması gereken bir konudur.
Türklerin hâfızasına ihânet ve savunmasız bir millete karşı girişilmiş kirli bir
savaşla kazınan azınlıkların bu tavrına elbette Yahyâ Kemal de değinecektir:
“Mütâreke’nin ilk senesi, eli bayraklı Yunan taşkınlığı, yapılacak her alâyiş gibi
yapılmayacak her nümâyişi yapmış, İstanbul’u yâr ü ağyâra bir Yunan şehri olarak
göstermeye çalışmış, bizim gibi, ecnebîlerin gözlerini de uzun bir müddet
Elenizmos’un tütsüsüyle bulandırmıştı.”5 İşte böyle bir ortamda kendi vatanında
1
a.g.e., s:96.
a.g.e., s:116.
3
a.g.e., s: 124, yine aynı konudaki bir başka yazısı için a.g.e., s:190-192.
4
a.g.e., s: 126.
5
a.g.e., s: 127.
2
10 / Merhaba – Bahar 2008
esir gibi yaşamanın ne demek olduğunu Yahyâ Kemal hârikulâde bir sanatla
şöyle ifâde eder: “Uzun seneler vatanda gurbet nasıl olurmuş duyduk.”1
Her güne böyle bir elemle uyanan Türk milletinin o günlerdeki tek
ümîdi hiç şüphesiz Ankara’daki Meclis ve onun yürüttüğü mücâdele idi. Türk
târihinin adlarını minnet ve şükranla kaydettiği bu kadronun lideri Mustafa
Kemal Paşa ile Türk milleti arasındaki râbıtayı Yahyâ Kemal, ancak böyle
büyük şâirlerde görülebilecek derin sezgisi ile fark etmiş ve bunu veciz bir
şekilde şöyle ifâde etmiştir: “Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun
şahsında böyle temessül etmemişti.”2 Bir milletin cepheye mermi taşıyan
kağnıcısından başkomutanına kadar nasıl tek bir yürek hâlinde istiklâl uğruna
çarptığının bugüne kadar yapılmış belki de en güzel îzâhı yine aynı yazıdadır:
“Bir milletin tekevvün devresinde fertler böyle kendilerini göremezler, millet kendini
bir timsalde görür. Bugün Anadolu’da vâki olan da bu hâldir.”3 Yahyâ Kemal,
başka yazılarında da Mustafa Kemal Paşa’dan “millî timsal” diye bahsederken
Gāzi’ye olan övgü ve şükranlarını dile getirmekte ama aynı zamanda da onun
şahsında yine Türk milletini görmektedir. Zâten Yahyâ Kemal’in sevdiği bir
şeyin arkasında Türklüğe âit bir değer bulmak onu tanıyanları
şaşırtmayacaktır. Yeri gelmişken, Atatürk’ün en bilinen vecîzelerinden olan
“Ya istiklâl, ya ölüm!” ile Yahyâ Kemal’in Türk’e lâyık bir şiar olarak
gördüğü4 “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” sözleri arasındaki paralelliğe
dikkat çekmeden de geçemeyeceğiz.
Buraya kadar verdiğimiz örneklere bakarak Yahyâ Kemal’in dâimî bir
iyimser olduğunu düşünmemek gerekir. “İstanbul’da Bekāmız”5 başlıklı
yazısı besbelli ki o günlerin kasvetiyle yazılmıştır: “İktisâdî varlığımızın
tehlikede olduğunu çarçabuk anlamayıp da aklımızı başımıza devşirmezsek İstanbul da
tıpkı İspanya’da câmi ve kasırları ziyâret edilen bir Gırnata şehri olacak!”. Bu
vaziyetin üzerinde yarattığı ruh hâliyle Yahyâ Kemal yazının devâmında
“İstanbul’da yaşamamız mukadderse, Rum, Ermeni, Yahudi cemaatleri gibi bir
Müslüman cemaati olmamızla kābildir.” demektedir. Hakîkaten de İstanbul’un
Türk elinden çıkması ihtimâliyle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilmemek,
yeni nesillerin şükrünü etmekten âciz olduğu bir nîmettir.
1
a.g.e., s: 128.
a.g.e., s: 133.
3
a.g.e., s: 134.
4
a.g.e., s: 245.
5
a.g.e., s: 184-186.
2
Merhaba – Bahar 2008 / 11
Ancak Yahyâ Kemal’in “Son Oyun”1 başlıklı bir başka yazısı vardır ki
gerek üslûbu gerek muhtevâsıyla okuyanın yüreğini kabartır. “Uşak ve Bursa
cephelerinin muzaffer genç zâbitleri, muzaffer genç neferleri, iyi bilsinler ki” diye
başlayan yazı, Türk’ün nâmusunu ve hakkını müdâfaa eden bu kahramanlara
bir hitaptır. Millî mücâdelenin aslî unsuru olan fakir ve yetersiz donanımlı
Türk ordusuna duyduğu îman ve îtimâdı, onları Fâtih’in, Yavuz’un
ordularıyla aynı safa koymakla gösteren Yahyâ Kemal, daha Haziran 1921’de
bu orduyu muzaffer îlân etmektedir. Ayrıca yazı, kahramanlık destanlarında
pek üzerinde durulmayan bir noktaya da değinir ki bununla en tabiî insânî
hisleri uyandırarak yüreklere dokunur. Şâirimiz, okurlarının önüne o vakitler
işgal altında olan İzmir, Manisa, Bursa, Edirne, Aydın vesâir şehir, kasaba ve
köylerin istiklâllerini kazanmış, pencerelerine al bayraklar asılmış hallerini
resmederken, “göz bebeklerimiz” dediği askerlerimizi de unutmaz ve onların
da bu mutlu tabloda evlerinde olacaklarını söyler. Yıllar yılı dört bir cephede
savaşmaktan harap ve bîtap düşmüş, asla tanımayacağı kendinden sonra
gelecek nesiller için canını vererek fedâkârlığın târifini yeniden yazmış
milletin bu asil evlâtlarının hâlinden anlayan, onların da yuvalarına
duydukları hasreti biraz olsun tesellî etmek isteyen bu sözler, “altında binlerce
kefensiz yatanı düşünen” sonraki nesiller için ne tesirlidir.
Benzer duygular “Bu Muhârebenin Askerleri”2 başlıklı yazısında da şu
satırlarda görülür: “Bir gün sulh olacağını düşünüyorum. O gün istiklâl ordusunun
askerlerine denilecek ki: “Haydi çocuklar evlerinize dönünüz! Kur’ân’ın devletini
kurtardınız! Allah, Peygamber, Osman Gāzi, Fâtih, Selim bütün büyük cetlerimiz
sizden hoşnutturlar!” İstiklâl askerleri, Ankara’da anlı şanlı bir resm-i geçitten sonra
dağılacak, küme küme, birer birer, arkalarında torbaları, türkü söyleyerekten köylerine
dönecekler!” Yahyâ Kemal adı sanı bilinmeyen bu kahraman askere madalyayı
az bir mükâfat görerek, adlarının selâtin câmilerinin sütunlarına hakkedilmesi
gerektiğini yazacaktır. Böylece “Bu isimleri o sütunlarda mahkûk görecek Türk
nesilleri, cetlerimiz, tehlikeli, bir anda ebedî uykularından bu isimler altında uyandılar
ve bu mâbetler onların yüzü suyu hürmetine duruyor, (diyeceklerdir).”
Yahyâ Kemal, muzaffer olacağından şüphe duymadığı bu ordunun
verdiği harbe fiilen iştirâk edemese de İstanbul’un kalp ve aklıyla dâima
onlarla birlikte olduğunu vurguladığı diğer bir yazısıyla3 da bir taraftan
Anadolu’ya moral verirken diğer taraftan da işgal kuvvetleri ve onların iş
1
a.g.e., s: 214-216.
a.g.e., s: 238-240.
3
a.g.e., s: 249-251.
2
12 / Merhaba – Bahar 2008
birlikçilerinin İstanbul halkına aşılamaya çalıştığı millî mücâdele aleyhindeki
fikirlere karşı mücâdelesini sürdürür.
Yek vücut olmuş bir milletin, topyekün giriştiği ölüm kalım
mücâdelesi sonunda kazandığı istiklâli için, başka kimseye minnet
duymamanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu, Kosovalılardan ziyâde Türk
milleti bilebilir. Nisan 1924’te yazılmış olmasına rağmen millî mücâdeleyle
ilgili olduğu için Eğil Dağlar’a alınan bir yazısında da ifâde ettiği gibi “dört
sene içinde dört yüz senenin yürüdüğü”1 millî mücâdeleyi Yahyâ Kemal’in
yazılarından tâkip edenler o günleri ilme’l-yakîn bilmekten fazlasını
kazanırlar. Zîra olup bitenleri târih kitaplarından öğrenmek konuya ilgi
duyan herkesin harcıdır. Ancak bu târih eğer kendi dedesinin başından
geçenleri anlatıyorsa, ezberden konuşmak yetmez, o günleri mümkün oldukça
hissetmeye çalışmak gerekir. Zâten edebiyat kimi zaman târihî bir vesîkada
geçen isimlere bir nevî yeniden can vererek, söz konusu şahsiyetleri satır
aralarından çıkarıp okurun gözü önüne getirmeye vesîle olur. Bu hayâli en
büyük bir tesirle yaratanlar ise büyük birer edip olarak anılırlar. Yahyâ Kemal,
edebiyâtımızdaki tartışma götürmez kudretiyle millî mücâdelenin
komutanlarını, adsız neferlerini, çâresiz halkını hatta düşmanı gözümüzün
önünde canlandırmakta, o günlerin gurur, dehşet, öfke, ümit, korku gibi
karmaşık hislerini yüreğimizin tâ içinde uyandırmaktadır. Bu yazıların etkisi,
hiçbirinin kurgu olmadığı ve edebî kaygılarla yazılmadıkları bilindiğinde ise
katlanarak artmaktadır. Eğil Dağlar’ı millî mücâdele ile ilgili sonradan yazılan
diğer birçok eserden ayıran en önemli özelliği ise her bir yazının ertesi gün ne
olacağı bilinmeden yazılmış olmasıdır. Böylece, yazılardaki hissiyâtın tam
olarak o günün havasını aksettirdiğinden emîn olunabilir. Zîra zaferden ve
kurtuluştan sonra o günleri hatırlayarak yazmak ile nihâî Türk taarruzunun
başladığı haberini bekleyerek geçen bir gün sonunda yazı yazmak arasında
fark olacağı âşikârdır. Bu sebeplerle millî mücâdeleyi hissen idrâk etmek için
Eğil Dağlar biçilmiş kaftandır.
1
a.g.e., s: 313.
Merhaba – Bahar 2008 / 13
HZ. MUHAMMED (S.a.v) GÜNEŞİ
Gülmisal GÜRSOY*
Çocuk bir yaz akşamında babasına soruyor: “Babacığım” diyor,
“Yıldızlardan, güneşten, aydan hatta uzaylılardan bile yukarıda olan birileri,
dünyâya telefon edecek olsa sence kimi arar?” Babadan cevap yok. Çocuk,
dertli dertli içini çekiyor “Ah!” diyor, “Beni aramazlar ki.” Başlıyor
düşünmeye, neden sonra kimin aranacağını buldum, diyerek yerinden
fırlıyor. “Onlar ararsa Hz. Muhammed (s.a.v)’i arar.” diyor, “Ama o da ölmüş,
peki şimdi ne olacak?” Bâzen düşünüyorum da acaba diyorum, bizler çocuk
sâfiyetimizi mi kaybettik de bu noktada bile çoğu kez yer alamıyoruz ve tabiî
kendi sorularımıza, cevaplarımıza ulaşmakta güçlük çekiyoruz?
Oysa insan gören, duyan, dokunan, tat ve koku alan bir varlık olduğu
kadar, düşünen hisseden de bir varlık. Beş duyusuyla algıladığı, yüreğiyle
sezdiği her değeri muhâkeme edebilecek güce sâhip... O halde kimim? Neyim?
Neredeyim? Hayattan ne bekliyorum? Nereye gidiyorum? Din nedir? Peygamber
kimdir? gibi soruları er ya da geç kendisine soracak. Bulabildiği cevaplardan
da kendisine lütfedilmiş olan kābiliyet nispetinde alışveriş etmeye, ettirmeye
çalışacak.
Bilindiği gibi yaklaşmakta olan 20 Nisan’ın da içinde bulunduğu hafta
“Kutlu Doğum Haftası”. Bu dönemde peygamberimizi anmaya, anlamaya ve
biraz olsun tanımaya yönelik muhtelif etkinlikler düzenleniyor. “Her zaman
bu gayret içinde bulunmalı, Allah resûlünü yüreğimizde taşımalı, ondan feyz
almalı, şefaat ummalıyız.” diyenlerin o gür sesini duyar gibiyim. Fakat dünya
bizim gibi düşünenlerden oluşmuyor. Meselâ, öyle yürekler var ki, o
yüreklerde Hazreti Muhammed (s.a.v.) güneşi hiç doğmuyor ve öyle yürekler
de var ki, onlarda da Hazreti Muhammed (s.a.v.) güneşi hiç solmuyor. Bence
gelin bu haftayı vesîle kılalım. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bir küçük avuç açalım.
Hem kendimiz için dînimizin peygamberimizin ne ifâde ettiğini bulup
geliştirelim, hem de Hazreti Muhammed (s.a.v.) güneşinden hiç nasîbini
almayanlara küçük bir zerre sunmaya çalışalım.
Peygamberimiz bundan 1437 sene evvel Rebiyülevvel ayının on ikinci
gecesi dünyâya gelmiş. Bir takım hesaplamalar sonucu peygamberimizin
( )
* E-posta: [email protected]
14 / Merhaba – Bahar 2008
doğduğu 571 senesinin 12 Rebiyülevvel’i mîlâdî takvime göre 20 Nisan’a denk
gelmekte. Diyânet İşleri Başkanlığı 14-20 Nisan târihleri arasını bu sebeple, bu
yıl da “Kutlu Doğum Haftası” olarak îlân ediyor. Yâni; gelen bir peygamber,
doğan bir kul. Abdullah’tan olma, Âmine’den doğma, adı Muhammed
Mustafa. Bu ne demektir? Bir şeftâli çekirdeğini alalım ve toprağa ekelim. O,
yağmurda karda gelişecek çilelerle muhâtap olup filiz verecek, dal budak
salacak, yaprakları çiçekleri olacak, nihâyetinde vâr oluşundaki gāye olan
peygamberlik meyvesi zuhûr edecek. Peygamberliğin zuhûr etmesi demekse,
kulluğun bitmesi demek değil. O bir kul. Kul olduğu kadar da resul. Bunun
için o, dokunulabilecek kadar yakın, bunun için o, dokunulamayacak kadar
uzak.
Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Allah resûlü olması, dikkat edilirse,
Allah’ın bildirmek istediği hakîkatin, peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
ağzından âleme döküldüğü mânâsı taşır. Melek Cebrâil Aleyhisselâm
vâsıtasıyla gelen vahiy, peygamberimizin ağzından âleme yağmıştır. Bu
hakîkat, vâr oluşumuz hakkında bilgi verir, bizi kimin vâr ettiğini anlatır.
Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, sıfatlarını Hakk’ın bildirmek istediği ölçüde açıklar.
Ahlâkımızın nasıl olması gerektiğini, birtakım kāidelerle varlığımızı nasıl
sürdürmemizin uygun olduğunu söyler. Estetik olarak -söz gelişi; oruçtan,
namazdan bahsedip- kulluğumuzu fiilî olarak nasıl ifâdelendireceğimizi
vurgular. Güneş, ay, pozitif ilimler hakkındaki bu gün için çözülebilmiş veya
daha içinde sırlar barındıran pek çok îzahlar içerir. Âlemlere yağan bu
hakîkati gerektiği gibi anlamakta ve anlatmakta âciz kaldığım muhakkak,
fakat Kur’an bütün bunları içermekle birlikte, bana göre, Cenâb-ı Hakk’ın
kullarına duyduğu sevginin de bir ifâdesi... Yoksa niçin gönderilsin, niçin
peygamberler ve en son peygamber olan Hazreti Muhammed (s.a.v.) vâr
edilsin?
Peygamber yaşayan Kur’an’dır. Kur’an onun özüdür. O “Güzel ahlâkı
tamamlamak üzere geldim.” der. O, Kur’an ahlâkını fiilî olarak gösteren
yaşayandır. Peygamberimiz mîraçtan “ümmetim” diyerek geri döndü. O,
kendisine verilmiş olan kutsal emâneti insanlığa ulaştırabilmek için ezâ cefâ
gördü. Bütün mesele insanlığı gerçek mânâda bir kulluğa dâvet edebilmekti.
Rabbini tanıtabilmekti. Bâzıları çıkıp diyebilirler ki: “Biz Allah’a inanıyoruz.
Çünkü biz varız. Bakın elimize iğne batırıyoruz canımız yanıyor, demek ki
varmışız. O halde biz varsak Allah da var. Yâni bir büyük güç(?!) bizi mutlak
vâr etmiş olmalı. Fakat biz peygambere inanamayız. Bu büyük güçle aramıza
kimseyi sokamayız. Bu büyük güç hakkında da yeteri kadar bilgi sâhibi
değiliz. Durum bu.”
Merhaba – Bahar 2008 / 15
Şüphesiz ki Allah tek yaratıcıdır ve yarattığı her varlığa da şah
damarından daha yakındır. Kendisine şah damarından da yakın olan Allah’ın
varlığını hissedip bu müjdeyi getiren ümmî bir peygamberi inkâr edenlere
şaşarım. Aslında bir takım aklî ifâdelerle bir sevda hakîkatini îzah derdinde
olanlar da beni şaşırtır. Çoğu kez bu ikisi arasında da bir fark göremem.
Çünkü, değil ilâhî anlamda, beşerî seviyede dahî bir âşık, âşık olabilmek için
karşısındakinde muhtelif ispatlar arıyorsa, orada basit seviyede bile bir
ilişkiden söz edilemez. Neden, niçin, niye yapayım, (Allah affetsin ama) sen de
kimsin? gibi sorular insanın beynini kemirebilir. Îmân bu tip sorulara cevaplar
ve ispatlar bulmak için mücâdeleye gelmez. Gönlü huzur içinde aşka teslim
etmek gerekir. Yâni; kendi aklımızı, acabalarımızı bir kenara itip,
“Peygamberim dediyse doğrudur.” diyebildiğimiz ölçüde îmânı, aşkı,
teslîmiyeti, edebi, kısaca İslâmiyeti yaşarız. Bu, aklı çöpe atmak demek de
değildir. Aklı yerli yerine oturtarak gerektiği gibi kullanmak demektir. Fakat
bir müslümanın işi bu noktada olmakla bitmez. Müslümandan tatbik istenir.
“Ben Müslüman değilim, dîne de inanmıyorum.” deyip bir kenara çekilmek,
gözümüzü ellerimizle kapatıp “Dünyâ yoktur.” demeye benzer. Bir
gayrimüslim de, bir ateist de Hz. Muhammed (s.a.v.) gerçeğine kendini
kandırarak yaklaşamaz ve sorumluluktan kaçamaz.
Büyük zâtlar, peygamberliği de âdeta bir ağaca benzetir. “Ağaçtan
gāye meyvedir.” derler ve şöyle söylerler: “Meyveyi elde etmek için önce
tohumu ekersin, sonra o tohum yeşerir, dalı budağı olur, yaprakları oluşur,
çiçekleri açar ve nihâyetinde meyvesi görünür. Yâni; peygamberlik gelmiş
geçmiş cümle peygamberle bir ağaç misâli dal budak hâlindedir, fakat bu
ağacının meyvesi Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O meyveyi dalında seyretmek
elbette olmaz, onu koparıp yemek gerekir ki ondaki şifâ bünyeye ulaşsın.
Fakat bunu yaparken meyveye odaklanıp dalı budağı kırmanın, çiçeğini
yaprağını yolmanın da anlaşılabilir bir tarafı olamaz. Zirâ o dallar budaklar
olmazsa o meyve nasıl zuhur eder?”
İslâmiyetin bütün insanlığa çağrı içerdiği ortadadır, fakat bu gerçeği
bâzıları göremiyor, meyve yerine dal yemekle meşgul oluyor diye kimseyi
kınayamayız, kimseye tavır geliştiremeyiz, ancak tebliğde bulunabiliriz.
Son birkaç senedir dinler arası diyalogdan -toleranstan- bahsediliyor.
Kimisi bunun bir tuzak olduğunu söylüyor, kimisi günümüz dünyâsının bir
gereği olduğunu savunuyor. Bana göre her kim olursa olsun ister diyalog
yanlısı, ister diyalog aleyhinde olan biri; şahsiyetini doğru geliştiremediği
takdirde, mutlak yenilgiye uğrar. Hele dînimiz nüfus kâğıdımızda yazılı bir
hâneden ibâretse zâten vay bizim hâlimize. Hal böyle olunca misyonerlik
16 / Merhaba – Bahar 2008
rüzgârında da, molla tûfânında da yıkılır gideriz. O halde şahsiyet nasıl doğru
gelişir? Yazar, öğretmen Sn. Nazik Erik Hanımefendi’nin bir sözü vardır. O,
“Saçmalayın ama saçmalıklar kendinize âit olsun.” der. Sanırım şahsiyetin
doğru gelişimi için çıkılacak ilk basamak bu. Saçmalığı kendine âit olmayan
biri hangi temeller üzerinde yükselebilir ki?! Bırakalım başkalarını önce
kendimize dürüst olalım. Şâyet üzerimizde taşıdığımız ola ki bir taklit
maskesi varsa, onu söküp atalım. Kendi sorularımıza ve cevaplarımıza
ulaşalım. Her nefes bulunduğumuz noktayı muhâkeme ve muhâsebe ederek
yollar aşalım. İspatlar arayışıyla değil, tanımak, öğrenmek, tatbik edebilmek
maksadıyla ilerleyelim.
Yegâne eser sâhibi şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Cümlenin yaratanı O’dur.
Hak’tan gayrı olan yoktur. Cenâb-ı Hak hadîs-i kutsî de “Ben gizli bir
hazineydim istedim ki bilineyim.” diye buyurur. Ondan gayrı olan
olmadığına göre, Allah kendinden vâr ederek yaratır. Bu bakış açısıyla cümle
mevcûdat Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu taşır. Dolayısıyla da tek nur vardır o da
Cenâb-ı Hakk’ın nûrudur. Âlemin her neresine gidersek gidelim, hangi
zerreyle yüz yüze olursak olalım ya da kendimizi tepeden tırnağa bir süzelim,
her bir zerremizde bu nûrun farklı bir zuhûrunu görürüz. Peygamber
efendimize lütfedilmiş olan nur, hiçbir zuhurla -hiçbir mevcutla- kıyas kabul
etmeyen zirve bir noktadır. Allah, “Sen olmasaydın Habîbim, bu âlemi
yaratmazdım.” der. Yâni cümle varlık zirvedeki bu nûrun yüzü suyu
hürmetine yaratılmıştır. O kemâlin zirvesidir. Bu zirve nokta “Yâ Rabbi, senin
arzun ne ise benim de arzum odur. Senden gayriye meylim yoktur.” diye
kendini yok kılmış ve böylece hakîkati, o hakîkatin sâhibini -kendisini bildirmek
istediği ölçüde- yansıtan bir ayna olmuştur. Bizler peygamber vâsıtasıyla
Allah’ı bilmeye, tanımaya, içimizdeki Allah’a dokunmaya çalışırız. Tasavvuf
erbâbı bu tip konulara işte böyle derin îzahlar getirse de “Asıl olan bu
aynadan -Muhammed aynasından- yansıyanla hemhâl olabilmektir.” der. Bu
da sanıldığı kadar kolay bir iş olmasa gerek. Fakat bu alış veriş yolunda
bulunmanın zevksiz olduğunu îtiraf edeyim pek söyleyemeyeceğim. Çünkü
dünya türlü zorluklarla dolu. Hele bir de nefsin peşine koşmayı tercih
etmişsek hiç huzur da yok. O halde bu sıkıntıları niye yaşayalım. Herhalde
dünyâdaki en güzel şey Hak’ka kul olmak, en azından olmaya çalışmak ve
tabiî peygamber aynasından akseden Hakk’ın o bildirmek istediği hakîkatini
seyredebilmek, kendi mütevâzı mevcûdiyetimizde de elden geldiğince
seyrettiğimizi yansıtabilmeye gayret etmek. Bunlar da olmasa dünya çekilir
yer değil ya!
Merhaba – Bahar 2008 / 17
Yaklaşmakta olan “Kutlu Doğum Haftasında” âlemlere rahmet
peygamberimin şefaatine, merhametine bir kez daha sığınıyorum.
Düzenlenecek bütün etkinliklere de gücüm nispetinde kulak vermek
niyetindeyim. Onun hakîkat güneşinden bir zerrenin gönlüme düşmesi için
elbet ki niyazdayım. Onunsa rahmeti, merhameti o kadar bol ki, bunca
kusûrumuza, bunca günâhımıza rağmen adını bizlere andırıyor ve hakîkatine
dâvet ediyor. Ne için? Rabbini bildirmek için.
18 / Merhaba – Bahar 2008
KISACA KİM?
Şehkâr FAYDA KINIK *
ULUĞ BEY 1

Uluğ Bey dünyâca ünlü Türk matematikçisi ve astronomi bilgini olan
hükümdardır.

22 Mart 1395 târihinde Semerkant’ta doğdu.

Timurlenk’in torunlarından olup, hükümdar Muînüddin Şah Ruh’un
oğludur. Asıl adı Mehmet Torgay’dır.

13 yaşında iken Horasan ve Mâverâünnehir eyâletlerine hâkan nâibi
oldu.

1446 yılında babasının ölümü üzerine hükümdar oldu.

Uluğ Bey hâkan olunca, Osmanlı Devleti ile münâsebetlerini
sıklaştırmaya ve geliştirmeye gayret etti. İki Türk ülkesi arasında
elçiler, bilim adamları gidip gelmeye başladı. O, savaştan çok kendisini
bilime adamış bir hükümdardı. Sarayına zamânın bilginlerini topladı
ve onları korudu. İnceleme için Çin’e kadar heyetler gönderdi. Uluğ
Bey Semerkant’ta bir medrese, bir de rasathâne yaptırdı. Astronomi
ilminin gelişmesi için çalıştı. Bu rasathâne, orta çağdaki astronomi
bilgisini en yüksek seviyeye ulaştırdı.

Uluğ Bey, târihe adını “Asya Fâtihi” diye yazdıran Büyük Cihangir
Timurlenk’in öz torunuydu. Ama dedesinin askerlik ve savaşçılık
açısından hiçbir huyu onda görülmüyordu.

İlme ve âlimlere büyük değer verirdi. Onun Horasan’ın başkenti olan
Meşhed’de yaptırdığı câmi bir şâheserdir.

İktidârı döneminde, başta Semerkant ve Buhâra olmak üzere tüm ülke,
Türk mîmârisinin seçkin eserleriyle donatıldı.
( )
* E-posta: [email protected]
"http://tr.wikipedia.org/wiki/Ulug_Bey" sitesinden derlenmiştir.
1
Merhaba – Bahar 2008 / 19

Fen bilimleri ve astronomiye merâkı, ileride kendisini, dünya târihinin
en büyük astronomlarından biri hâline getirdi. İlim adamlığı yanında
devlet adamlığı vasfı da yüksek olan Uluğ Bey, Semerkant’ta 38 yıl
hükümdarlık yaptı.

Bir akademi hâline getirdiği sarayı, devrin meşhur âlimlerinin toplanıp
bilimsel tartışmalar yaptığı ve eserler hazırladığı bir mekân oldu.
Matematikçi, astronom, târihçi ve şâir olan Uluğ Bey, Mesud el-Kâşî,
Bursalı Kadızâde Rûmî, Ali bin Muhammed (Ali Kuşçu) gibi bilginleri
sarayına topladı.

Semerkant’taki medrese ve rasathânesini büyüttü ve yeni âletlerle
donattı. Uluğ Bey zamânında yeni astronomi âletleri yapılmış, eski
âletler geliştirilmişti. IX. ve X. yüzyılda bir usturlab ile ancak 43 işlem
yapılırken, Uluğ Bey zamânında geliştirilen ve çapı 40 metre olan
usturlab, 1000’den fazla işlem yapıyordu. Uluğ Bey, bu arada
gökyüzünün haritasını yapmayı da başarmıştı. Bu gökyüzü haritası,
kendisinden sonra gelecek nesillere astronomi çalışmalarında ışık
tutacak, onlara rehber olacaktı.

Uluğ Bey, astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri
ilmi üzerinde de geniş çalışmalar yaptı. Kendisinden önceki doğu ve
batı dünyâsının tahmînî bilgilerini bir kenara bırakıp, bilimsel esasları
tespit ederek, trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı.

Dünya onu, astronomi alanındaki eseriyle tanıdı. Semerkant’taki
rasathânesinde yapılan çalışmalar, bugünkü astronomiye hâlâ ışık
tutmaktadır Zîc-i Ulûgî denilen cetveli, diğer ilmî eserleri ve rasatları,
akademiden farkı olmayan sarayındaki çalışmalarının sonucudur. Zîc-i
Ulûgî, diğer adı “Gûrgânî Takvimi” olan bu cetvel, o devrin ilmî
esaslara dayanan yegâne takvimi sayılmaktadır. Bu eser, daha önce
yazılan ‘zîc’lerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketini daha
mükemmel gösteriyordu.

Zîc-i Ulûgî, 1655 yılında İngiltere’de Oxford şehrinde İngilizce, 1853’te
de Fransızca olarak basıldı. Daha sonra da çeşitli dillere tercüme edildi.
Batı bilim dünyâsı, Uluğ Bey’e “XV. yüzyıl Astronomu” unvânını lâyık
görürken, Milletrerarası Astronomi Derneği de ay yüzeyindeki bir
kratere onun adını verdi.
20 / Merhaba – Bahar 2008

Beş ülkenin astronomlarından ve özellikle aya uydu gönderen
ülkelerin uzmanlarından oluşan bir komisyonun hazırladığı ay
haritasında, üç Türk astronomunun adları da yer alır. Bu haritada
adları bulunan diğer iki Türk âlimi, Bîrûnî ve Nasîreddîn Tûsî’dir.
Uluğ Bey’in kozmografya konusunda yazdığı bir kitap da günümüze
kadar birçok ilmî araştırmalara kaynak olmuştur.

Târihin en âlim olduğu kadar en âdil hükümdarlarından biri olarak da
tanınan Uluğ Bey, aynı zamanda kötü tâlihli bir hükümdardı. Oğlu
Abdüllatif Mirza, babasına baş kaldırmış ve gözünü tahta dikerek, işi
bir iç savaşa kadar götürmüştü. Bu savaşta ağırlığını ortaya koyan
Uluğ Bey, oğlu Abdüllatif Mirza kumandasındaki âsileri yenmeyi
başarmıştı. Bu iç savaş sonunda Abdüllatif Mirza da esir düşmüştü.

Uluğ Bey, dedesi Timurlenk gibi katı yürekli bir insan değildi. Âsi
evlâdını bağışladı, kendisine nasîhatte bulundu. Bu konuda bir
hükümdar olarak değil de, yüreği evlât sevgisiyle dolu hassas bir baba
olarak düşünmüş ve ona göre hareket etmişti. Fakat oğlu Abdüllatif
Mirza, o iyi yürekli, âlim ve kâmil babanın oğlu değilmiş gibi, Uluğ
Bey ile taban tabana zıt karakter taşıyan bir insandı. Babasına baş
kaldırıp yenilmesinden sonra, onun verdiği mânevî dersi alamamıştı.
Serbest kalır kalmaz derhal yeni bir darbenin hazırlıklarına koyuldu.
Bu kez geçen seferkinden daha kuvvetli bir ordu toplayıp başarı
kazanmak için ne gerekirse yaptı. Ve bütün hazırlıklarını
tamamladıktan sonra babası Uluğ Bey’e tekrar baş kaldırdı. Bu ikinci iç
savaşta şans hiç de Uluğ Bey’e gülmedi.

Affettiği oğlunun kendisine karşı yeniden bir hücûma girişeceğine
ihtimal vermiyordu âlim baba. Uluğ Bey fenâ halde gāfil avlanmıştı.
Emrindeki kuvvetler yenildi. Her şey tamâmen tersine gelişti. Bu kez
54 yaşındaki baba, âsi oğlunun eline esir düştü. Uluğ Bey, oğluna
göstermiş olduğu anlayış ve merhameti ne yazık ki ondan göremedi.

İsyankâr evlât, savaşın gālibi kumandan olarak, babasını 25 Ekim 1449
târihinde ölüme mahkûm etti.

Dünyânın en ünlü matematikçisi ve astronomi bilgini olan Uluğ Bey,
bir hükümdardan ziyâde bir baba için en acı son ile hayâtını kaybetti
ve dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi.
Merhaba – Bahar 2008 / 21
HANGİSİ İYİ?..
Hayri BİLECİK
Son dersten sonra eve uğrayıp fileleri aldım. Bu gün semtin pazarıydı.
Hem mektep havasından uzaklaşır hem de haftalık yiyeceğimizi alırım, diye
düşünmüştüm.
Pazara giden yokuşu yavaş yavaş tırmanırken iki elin dostça koluma
yapıştığını hissettim:
— Hocam bu ne dalgınlık, selâm sabah yok mu? Gel bir çayımı iç, hem
de iki lâf ederiz.
Dönüp baktım. Bu, bizim 4-A sınıfındaki Hüseyin’in babası Selim
Efendi idi. Ne çay içecek zamânım ne de konuşacak hâlim vardı. Nezâketle:
— Dalgınlık değil, yorgunluk Selim Efendi.. Pazara gidiyorum,
inşaallah başka bir sefere… diyerek kurtulmak istedimse de koluma daha sıkı
yapışıp âdeta çekerek:
— Dünyâda olmaz, bir çayımı içmeden bırakmam, diye kestirip attı.
Çâresiz itaat ederek dükkâna girdim. Hemen bir sandalye çekip
üzerini sildi ve babacan bir tavırla:
— Buyur şöyle, rahat otur Allah aşkına, diyerek yer gösterdikten sonra
gümbür gümbür bir sesle çırağına:
— Koş oğlum! İki demli çay söyle, diye bağırdı ve teklifsizce karşıma
oturdu.
Kocaman yüzünden hiç eksik etmediği tebessümüyle bir yandan hal
hatır sorarken, pahalı cinsten bir sigarayı da elime tutuşturup hürmetle
yakmayı ihmâl etmedi. Beni hoş tutmak için âdeta çırpınıyordu.
***
Selim Efendi; tıknaz, kırk-kırk beş yaşlarında tam bir çarıklı erkân-ı
harpti. Anadolu’dan beş parasız gelmiş, çalışıp çabalamış bu hırdavatçı
dükkânını açmıştı. Evlerimizin yakınlığı sebebiyle tanışırdık. Âilecek gidip
gelmezdik ama o, her gördüğü yerde kırk yıllık dost gibi sarılırdı. Pek
yakından tanımamakla berâber bu hoşsohbet ve çalışkan adama ben de ölçülü
bir yakınlık gösterirdim.
22 / Merhaba – Bahar 2008
İşini iyi biliyordu. Bana gösterdiği aşırı muhabbetin altında, pek parlak
bir talebe olmayan Hüseyin için bir şeyler koparma arzusunun yattığını
sezmemek mümkün değildi.
Çaylar gelmişti. İşi şakaya vurarak:
— Selim Efendi, sen adama boş yere çay ısmarlamazsın, haydi bakalım
çıkar şu baklayı ağzından, dedim.
Yüzündeki tebessüm genişledi. Babacan bir tavırla ellerini kaldırıp
mâsum bir ifâdeyle:
— Aşk olsun hocam, dostluk öldü mü? O nasıl söz öyle? diyerek
gülmeye başladı. Sözü uzatmamak için:
— Haydi, haydi sıkılma dedim, oğlanı merak ettiğini biliyorum ve
cevap vermesine fırsat bırakmadan devam ettim. Maalesef durumu pek iyi
değil. Bu gidişle herhalde üç dört dersten bütünlemeye kalır. Çalışmadığı bir
yana, imtihanlarda kopyaya da teşebbüs ediyor.
Birden ciddîleşti. Yüz hatları gerilmişti. Üzgün ve kızgın bir ifâdeyle:
— Yapma hocam, annesi de ben de bir dediğini iki etmiyoruz. Niçin
çalışmıyor? bilmiyorum. Her akşam da sıkıştırıyorum: “Oğlum çalış!
Çalışmayana ekmek yok.” demekten dilimde tüy bitti. Ama nâfile… Gözü
haylazlıkta, deyip bir müddet sustuktan sonra karalı bir tavırla devam etti:
Fakat ben yapacağımı biliyorum. Akşamları dükkânı erken kapatacağım,
elime değneği alıp başına oturacağım keratanın. Bak, o zaman nasıl çalışıyor!..
Öfkesi çâresizliktendi. “Olmaz!” mânâsında başımı salladım. Bu
hareketim onu daha da sinirlendirmişti.
— Ne o hocam, beğenmedin mi? Başka ne yapabilirim? Biliyorsan
söyle Allah aşkına. Ben derslerinden anlamam, o da böyle başıboş çalışmıyor
işte. Başka çâre var mı?
Mevzû ciddîleşmişti. Bir an evvel kurtulmak için beylik bir cevap
verdim:
— Zorla güzellik olmaz.
Selim Efendi sözüme içerlemişti. Kızgın bir ifâdeyle:
— Yumuşak davrandık da ne oldu? Zâten bir sene kaybı var, şimdi de
gözü haytalıkta. Yok, yok hocam, benim usûl sağlam, basarsın değneği kuzu
olur, çalışır, dedi.
İşin şakası yoktu. Adam gāyet ciddî ve dediğini yapmaya da
niyetliydi. Bir an düşündükten sonra:
Merhaba – Bahar 2008 / 23
— Bak Selim Efendi, dedim, sözümü iyi dinle. Dayaktan önce
yapılacak çok şeyler var. Evvelâ çocukla dost olup onun meselelerine,
dertlerine ortak olmak, güvenini kazanmak sonra da yol göstermek lâzım.
Hemen atıldı ve:
 Ne derdi, ne meselesi olacak hocam? Ekmek elden, su gölden,
ondan para pul isteyen de yok, dedi. Biraz sertçe:
 Sözümü kesme. Sonuna kadar dinle. Sonra îtiraz edeceksen yine
edersin, dedim. Yumuşak bir tavır takınarak:
 Kusûra bakma hocam, buyur, cankulağı ile dinliyorum, dedi.
 Hah şöyle, deyip devam ettim. Bugün sizler velî bizler hoca olarak
çocuklara: “Çalış! Çalış!” diyoruz ama niçin çalışacaklarını anlatamıyoruz.
İnsan bir hedefe ulaşmak için çalışır. Sınıf geçmek, diploma almak, para
kazanıp zengin olmak bir gāye değil, vâsıtadır.
 Eğer çocuk, vâsıtayı gāye kabul ederse ki, hep öyle öğretiyoruz, o
zaman kopya ile rahat sınıf geçmek ve diploma almak varken, bir de babası
zenginse, niye çalışsın? Niye ter döksün? Önünde sonunda bütünlemeyle,
tamamlamayla nasıl olsa bu tahsîli bitireceğini o bizden iyi biliyor.
Ama çocuk doktor, avukat, mühendis vb. olmadan önce adam olmak,
memleketine milletine hizmet etmek gibi yüce ideallere yönelirse, bilgisiz
hizmet olmayacağını er geç anlayacağı için “Çalışma!” desen de çalışacaktır.
Köklü bir îman ve ahlâk şuurundan mahrum yetişen çocuklarımız, ne
yazık ki, karşılık beklemeden sırf Allah için hizmet etmenin zevkini de
tadamıyorlar. Çünkü menfaat ümîdiyle yapılan hareket ve davranışlar, iyi de
olsa, hizmet değil, belki ticârettir.
Küçücük yüreklerine Allah sevgisi ve korkusu nakşedilmemiş
yavrularımız, menfaat-perest dünyâmızda, böyle bir idrak seviyesine nasıl
erişebilirler? Haram-helâl, sevap-günah nedir bilmiyorlarsa onları kopya
çekmekten, hîle yapmaktan, yalan söylemekten ne alıkoyabilir? “Allah’tan
kormayan, kuldan utanmaz.” diyen ne kadar doğru söylemiş. Çocuklarımıza
bu yolda ne verdik ki, onları ayıplıyoruz?
Selim Efendi’ye baktım, pür-dikkat dinliyordu.
 Bak sana bir hikâye anlatayım, hissesini sen çıkar, dedim.
Sigarasından derin bir nefes çekerek kısık bir sesle:
 Buyur hocam, dedi. Tâzelenen çayımdan bir yudum alıp anlatmaya
başladım:
24 / Merhaba – Bahar 2008
 Arabın biri sabah akşam câmiye gelirmiş, fakat o kadar çabuk
namaz kılarmış ki, ne secdesi secde ne rükûu rükû olurmuş. Bu hal imamın
dikkatini çekmiş. Bir gün adamı önüne alıp: “Kardeşim, böyle çabuk çabuk
namaz olmaz, usûlüne, kāidesine göre kıl.” diye îkaz etmiş. Arap: “Peki imam
efendi, sağol. Bundan sonra dediğin gibi kılarım.” demiş, demiş ama
bildiğinden de şaşmamış.
Nihâyet imam efendi dayanamamış, namazdan sonra eline değneği
aldığı gibi Arabı önüne katıp hakîkaten usul ve erkânına göre bir namaz
kıldırdıktan sonra gürlemiş: “Anladın mı nasıl kılınacağını?” Arap: “Evet,
iyice anladım imam efendi.” deyip teşekkür etmiş.
İmam memnun bir halde: “Peki söyle bakalım, hangisi daha iyi? Senin
kıldığın mı, yoksa bu mu?” diye sormuş. Arap çekinerek: “Kızmazsan,
doğrusunu söyleyeyim.” İmam efendi: “Tabiî söyle, neden kızacakmışım?”
diye temînat verip değneği bırakınca: “Vallâhi imam efendi, benim kıldığım
daha iyiydi. Çünkü ilkini Allah korkusundan kılıyordum, şimdikini ise
değnek korkusundan..” deyivermiş.
Selim Efendi acı bir tebessümle:
 Anladım hoca, anladım, dedi. Müsâade isteyip pazara doğru
yollandım.
Merhaba – Bahar 2008 / 25
HAYÂTA DÂİR
Aliye ALTUN *
Merhaba, bu sayıdan îtibâren sizlere hayâta dâir küçük ipuçları
vermeye çalışacağız. Özellikle işimiz, hayâtımızın büyük bir bölümünü
kapsamakta. Bu nedenle sevdiğimiz işte çalışmak, iş yerinde mutlu olabilmek
hepimizin arzusu. Sevdiğimiz işi yapabilmemiz için, öncelikle o işi bulmamız
gerekir. Bu yazımızda, iş bulmanın en önemli adımı olan özgeçmiş oluşturma
konusunda sizlere birkaç ipucu vermek isteriz.
Gerek yeni mezunlar gerekse işini değiştirecek olanlar için ilk ve en
önemli adım, güzel bir özgeçmiş hazırlamaktır. Ancak çoğu zaman bu ilk
adımda tam olarak nasıl bir yol tâkip edeceğimizi, neleri yazıp neleri
yazmayacağımızı bilemiyoruz.
Özgeçmiş hazırlarken nelere dikkat edilmeli, nasıl hazırlanmalı?
Sizlere bu konu ile ilgili birkaç kurtarıcı bilgi vermek istiyoruz:
İşverenle sizden önce karşılaşacak ve sizi tanıtacak ilk unsur
özgeçmiştir. Özgeçmişinizin, gittiği yerde sizin “ilk imajınızı” oluşturacağını
unutmayın.
Özgeçmişte birinci kural, “arkasında duramayacağınız” hiçbir şeyi
yazmamanızdır! (Meselâ yabancı dil kısmına “başlangıç seviyesinde
Almanca” yazan birisinin lisânının, en azından hal hatır soracak seviyede
olması beklenir.)
Öncelikle özgeçmişiniz mümkün olduğunca basit olmalı. Detayların
fazla olduğu, karışık ve uzun bir özgeçmiş, amacına kolaylıkla ulaşamaz. Pek
çok özgeçmişi incelemek durumunda olan iş veren, zamânı kısıtlı olduğu için
önemli detayları hemen görebilmek ister. Kısa ve açık bir özgeçmiş, karmaşık
ve uzun bir özgeçmişe göre ön plana çıkacaktır.
Özgeçmişinizde anahtar kelimeleri kullanmayı unutmayın. Meselâ
uluslararası faaliyetleri olan büyük bir firmanın “muhasebeci aranıyor”
îlânına mürâcaat eden kişinin özgeçmişinde, işveren, muhtemelen UFRS, SAP
gibi kelimeleri arayacaktır. Yâni UFRS, SAP bilgisi olan kişinin bunları
yazmayı unutmaması gerekir.
( )
* E-posta: [email protected]
26 / Merhaba – Bahar 2008
İngilizce hazırladığınız özgeçmişlerde Türkçe karakter olup olmadığını
kontrol edin. (İsimlerinizde Türkçe karakter bulunabilir.)
Önemli bir nokta da, özgeçmişinizi düz yazı şeklinde değil, belirli bir
sırayı tâkip ederek, adım adım hazırlamanızdır. Bir ya da iki paragraftan
oluşan düz bir metin okunurken önemli noktaların ayırt edilmesi çok kolay
olmamaktadır.
Özgeçmişinizi bilgisayarda hazırlamanız, 11-12 punto, arial veya times
new roman yazı karakteri ile yazmanız, okunaklılığı arttıracaktır.
En önemli noktalardan bir tanesi de, bir veya iki sayfalık kısa bir metin
olan özgeçmişinizde yazım hatâsı yapmamanızdır. Özgeçmişinizi
hazırladıktan sonra gözden geçirin ve varsa yazım hatâlarınızı muhakkak
düzeltin. Kısa bir metinde yapılan hatâlar sizin dikkatsiz ve îtinâsız birisi
olduğunuz yönünde bir kanaate yol açabilir. Hatta arkadaşlarınızdan
hazırladığınız özgeçmişinizi okumalarını isteyin.
Zaman zaman özgeçmişinizi gözden geçirin, gerekiyorsa içeriğinde
veya şeklinde ufak tefek değişiklikler yapın.
Özgeçmişinizde bulunması gereken noktaları ise şu şekilde
sıralayabiliriz:
Telefon: Cep ve ev telefonu numaralarınızı verebilirsiniz. Size ulaşılamayan
durumlar için bir yakınınızın telefonunu yazmanız, karşınıza çıkabilecek iş
imkânlarını kaçırmanızı engelleyecektir.
Adres: İş başvurunuzla ilgili sınav veya mülâkat dâvetleri, genellikle
elektronik ortamdan yapılsa bile, adrese gönderilen mektuplar da olmaktadır.
Ayrıca özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde iş yeri ile sizin oturduğunuz
yer arasındaki mesâfe de önem taşıyabilmektedir. Bu nedenle açık adresinizin
özgeçmişinizde yer alması önemlidir.
E-posta adresi: İş verenin sizinle kolaylıkla irtibâta geçebileceği, her zaman en
hızlı ve kolay ulaşımın sağlandığı bir araç olduğu için e-posta adresinizin
özgeçmişinizde yer alması önemlidir. İş başvurusu yaptığınız dönemde
mümkün olan en kısa aralıklarla e-postalarınızı kontrol etmeniz, size gönderilmiş
olan mülâkat, sınav gibi dâvetleri kaçırmanızı engelleyecektir.
Askerlik durumu: İş veren için önemli unsurlardan bir tânesi de erkek
adayların askerlik durumudur. Askerliğinizin tamamlanmış olup olmadığını,
tecilli ise tecil edildiği târihi, muaf iseniz muafiyet nedenini açık olarak
yazmanız önemlidir.
Merhaba – Bahar 2008 / 27
Ehliyet: Başvurduğunuz iş için ehliyet sâhibi olmak önem taşıyorsa ehliyet
bilgisini muhakkak vermeniz gerekmektedir.
Eğitim durumu: En son mezun olduğunuz okulu ve bölümünü, giriş ve
mezuniyet târihi belirterek, devam etmekte olduğunuz bir okul varsa (yüksek
lisans, ikinci bir üniversite vb.) giriş târihinizi ve devam durumunuzu
belirterek yazmanız önemlidir. Ayrıca daha önce mezun olduğunuz lise, orta
okul vb. okulları da yazabilirsiniz. Özellikle yabancı dil eğitimi veya meslekî
eğitim veren liselerden mezun iseniz, bu durumu belirtmeniz iş başvurunuz
açısından önem taşıyabilir.
İş tecrübesi: En son çalıştığınız / çalışmakta olduğunuz iş yerinden
başlayarak, bölüm, unvan belirterek iş tecrübelerinizi yazabilirsiniz.
Yaptığınız işin tanımını kısaca belirtmeniz, varsa gerçekleştirdiğiniz
projelerinizden bahsetmeniz faydalı olacaktır. Çok yapılan hatâlardan bir
tânesi, stajların iş tecrübesi gibi yazılmasıdır. Yapılmış olan stajlar varsa ayrıca
yazılmalı ve staj olduğu belirtilmelidir.
Yabancı dil bilgisi: Bildiğiniz yabancı dil/dilleri yazarken gerçek bilgi
vermek çok önemlidir. Konuşma, anlama, yazma olarak üç bölüm hâlinde
yabancı dil seviyenizi belirtmeniz daha uygun olacaktır. Ayrıca yabancı dili
nereden öğrendiğinizi ve varsa TOEFL, KPSS vb. sınav sonuçlarınızı da
eklemeniz, yabancı dil seviyeniz ile ilgili vermiş olduğunuz bilgiyi
destekleyecektir.
Katıldığınız kurs / eğitim / seminerler: Katılmış olduğunuz kurs, eğitim ve
seminerlerin târih ve sürelerini, gerekli durumlarda bir iki cümle ile içeriğini
ve nereden aldığınızı belirten detayları yazmanız yeterli olacaktır.
Bilgisayar bilgisi: Bildiğiniz bilgisayar programlarını, paket program hâlinde
yazmanız yeterlidir. (Office programları vb.) Bilgisayar bilginizin hangi
seviyede olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bilgisayar programcılığı,
yazılım-donanım, mühendislik gibi pozisyonlarda ihtiyaç duyulan bilgisayar
bilgisini, detaylı olarak yazmak ve açıklamak gerekmektedir.
Hobiler: Kısaca hobilere yer vermekte fayda vardır. Ancak bunları yazarken
yazdığınız hobiler ile ilgili soru sorulabileceğini unutmamanız gerekir.
(“Kitap okumak” yazdıysanız; son okuduğunuz kitap, bu kitabı ne zaman
okuduğunuz, yazarının ismi, o yazarın başka kitaplarını okuyup
okumadığınız gibi detaylı pek çok soru sorulabilmektedir.)
Referanslar: İstenildiği takdirde vereceğinizi belirtmeniz yeterlidir. Referans
olarak belirttiğiniz kişilerin akraba veya bir yakınınız olmaması, iş
hayâtınızda size referans olabilecek kişiler olması gerekmektedir.
28 / Merhaba – Bahar 2008
Üye olunan kuruluşlar: İş hayâtınızda faydası olabilecek kuruluşları
yazmanız yeterlidir. (Meselâ: Ticâret Odası, İş Adamları Derneği vb.)
Projeler: Yukarıda belirtilenlerin dışında iş hayâtınızda önem taşıyan
projelerde yer almış olabilirsiniz. Proje konusu, amacı, süresi, projedeki
göreviniz vb. açıkça belirtilmelidir.
Merhaba – Bahar 2008 / 29
KÜLTÜMÜN İNCE GÜLÜ: HIDRELLEZ
A. Seval YARDIM
Allah insanlığa îmanlı ve ahlâklı bir dünya hayâtının mükâfatı olarak
adına “cennet” dediği bir “bahçe”de ebedî saadeti vaad eder. Zâten “cennet”
de kelime anlamı olarak “bahçe” demektir. Bu “bahçe”nin tasvîrinde ne çok
sıcak ne de çok soğuk bir hava, yeşil bir mekân, dallarında türlü meyveler
olan ağaçlar, içlerinden ırmaklar akan köşkler, güzel içecekler ve eşler vardır.
Bâzı kaynaklar idealize edilen cennetin özelliklerinin târihî ve yerel olduğunu,
yâni çölde yaşayan Arapların hayallerini ancak su, yeşillikler ve meyvelerin
süsleyebileceğini, tasvirlerde bu nedenle mesîre yerlerine özgü motiflerin
kullanıldığını ifâde etmektedirler. Bu kabul edilebilir bir îzah gibi görünse de
sâdece Araplara değil, âlemlere gönderilen dînin ebedî mutluluk vaadinin,
yalnızca Arapları tatmin etmesi insana çok mantıklı gelmiyor. Ancak şu bir
gerçek ki cennet tanımlaması, dünya ölçülerine göre, anlayabileceğimiz
şekilde yapılmış. Hakîkatini ise Allah bilir. Esas olan, sâdece çölde yaşayan
kavimlerin değil bütün insanlığın, yeşilden, bahçelerden, bereketten zevk
alacak, onunla ferahlığı, özgürlüğü, huzûru, dinginliği özdeşleştirecek
nitelikte yaratılmış olmasıdır. Bu yüzden kavuşulacak ebedî hayat mekânında
-cennette-, bereketli, ırmaklar akan yemyeşil bir bahçe imajı bulunsa gerektir.
İnsanlığın tabiatın yeniden canlanmasını, yeşermesini, bereketin
gelmesini, ırmakların akmasını, ne çok sıcak ne de çok soğuk olan bahar
havasının dünyâyı kaplamasını, İslâmiyet’ten hatta Hıristiyanlık’tan çok önce
ilk çağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinden beri, “bayram”
olarak kutlaması da coğrâfî, kültürel, dînî pek çok açıklamanın yanında bu
“yaratılış sırrı”nın bir tezâhürü şeklinde yorumlanabilir. “Bahar
bayramları”, Doğu hıristiyanları arasında Aya Yorgi, müslümanlar arasında
da Hızır ve İlyas isimleri etrâfında dînî bir hüviyet kazanmıştır.
Hızır ile İlyas’ın buluştuklarına inanılan gün Anadolu, Balkanlar, Kırım,
Irak ve Sûriye bölgelerinde yaşayan Müslüman Türkler arasında “bahar
bayramı”dır. Halk söyleyişi bu iki ismi birleştirerek Mîlâdî takvime göre 5
Mayıs’a “Hıdrellez” demiştir. Diğer Türk ve müslümanlar arasında kutlamalar
farklı târihlere tekābül etse de Hızır ile İlyas’ın buluşması her zaman özel bir
anlam taşımış ve kutlanmıştır.
30 / Merhaba – Bahar 2008
***
Bu ismin terkîbindeki İlyas’ın Kur’an’da adı geçen peygamberlerden
biri olmak hasebiyle Peygamberliği sâbittir. İslâmî literatürde Kur’an ve
hadîsler dışında İsrâiliyat’tan da rivâyetlerin yer aldığı hikâyesi şöyledir:
“İsrâiloğulları, Kral Ahab ve Kraliçe İzabel devrinde Baal adını
verdikleri bir puta tapmaktaydılar. Allah onlara İlyas Peygamber’i gönderdi.
Tebliğini kabul etmediler. İlyas da bunu üzerine Allah’tan ülkeye kuraklık
vermesini niyâz etti. Üç yıl kuraklık oldu. İsrâiloğulları bu kuraklıktan
kurtulmanın ancak İlyas’ı bulup ona yalvarmakla biteceğini düşündüler.
İlyas Peygamber onların kendisini öldüreceğini düşünerek yaşlı bir kadının
evine saklandı. Kadının Elyesa adındaki hasta oğlunu iyileştirdi. Elyesa,
İlyas Peygamber’e îman etti. Bir süre sonra İlyas (a.s), İsrâiloğulları’na
yeniden tebliğe karar verdi ve ona biat ettiler. İsrâiloğulları puta tapmayı
bırakınca yağmur başladı, kuraklık bitti, bolluk ve bereket geldi. Ama bir
zaman sonra her şey eskisi gibi oldu. Bunun üzerine İlyas Peygamber
Allah’tan kendisini kurtarmasını niyâz etti. Allah da ona ateşten bir at
göndererek gökyüzüne çıkardı.”
Hıdrellezin merkez şahsiyeti, bâzı kaynaklara göre velî, bazı kaynaklara
göre nebî (peygamber) olan Hızır’dır. Hızır’ın baharın, bereketin sembolü
olması ve Hıdrellezin dînî- tasavvufî zemîninin kaynağı Kur’ân-ı Kerim’de, elKehf sûresinde geçen Hz. Mûsâ-Hızır kıssası ile kıssa hakkındaki hadîslerdir.
Sûredeki 60-82. âyetlerde anlatılanlar şöyle özetlenebilir:
“Hz. Mûsâ bir gün yakınındaki bir gence iki denizin birleştiği yere
ulaşmaya karar verdiğini söyler ve birlikte yola çıkarlar. Hz. Mûsâ burayı
tanıyabilmek için yanlarında yemek olarak aldıkları kurutulmuş balıktan
yararlanacaktır. Balığın canlanarak denize atladığı yer ulaşmaları gereken
yerdir. Mola verdikleri bir yerde balığı unuturlar ve balık canlanarak denize
kaçar. Oradan geçip uzaklaştıktan bir müddet sonra Mûsâ gençten yemek için
balığı çıkarmasını ister. Genç de balığın bir önceki durdukları yerde kaçtığını
ve söylemeyi unuttuğunu ifâde eder. Bunu üzerine Hz. Mûsâ ulaşmak istediği
yerin geride kaldığını anlar ve geri dönerler. Burada Allah’ın ona kendisinden
rahmet verdiği ve nezdinden bir ilim öğrettiği kul ile karşılaşırlar. Mûsâ o
kula, kendisine öğretilen ilimden ona da öğretmesi için tâbî olmayı teklif
eder. Kul da Mûsâ’ya iç yüzünü kavrayamadığı bilgiye sabredemeyeceğini
söyler. Mûsâ ona sabırlı olacağına ve hiçbir işte karşı gelmeyeceğine dâir söz
verir. Yola çıkarlar.
Bu zât, yolda önce berâber bindikleri bir gemiyi deler; sonra
rastladıkları bir çocuğu öldürür; ardından vardıkları, yemek taleplerini geri
Merhaba – Bahar 2008 / 31
çeviren ve onlara hiç misâfirperver davranmayan bir köydeki yıkılmak üzere
olan duvarı düzeltir. Mûsâ her ne kadar sabredeceğini, îtiraz etmeyeceğini
söylese de yaşadıkları karşısında zaman zaman îtiraz eder. Son olaydan
sonra yaptığı îtiraz üzerine zât ona “Ben sana sabredemezsin demedim mi?
Bu benimle senin ayrılışımızdır.” der, olayların içyüzünü anlatır. Gemi,
denizcilik yapan yoksullarındır, onları bütün sağlam gemilere el koyan bir
hükümdar tâkip etmektedir; çocuk büyüyünce azgınlık ve kâfirlik yapacak,
îman eden anasıyla babasına zarar verecektir; duvar ise o köydeki iki yetim
oğlanındır, altında defîne vardır, oğlanlar rüşdlerine erince defîneyi
çıkaracaklardır. Sonunda da bunları Allah’ın emriyle yaptığını söyler.”
Âyetlerde kendisine özel bir bilgi öğretilen kulun Hızır (el-Hadr)
olduğunu, balığın -râvi zinciri verilmemekle berâber- kaçtığı yerde bulunan
“âb-ı hayât çeşmesi”nden isâbet eden su ile canlandığını, Buhârî, Müslim,
Tirmizî gibi muhaddislerin kaydettiği hadîslerden öğreniyoruz. Bunlardan
biri şöyledir: “Ona el-Hadr denilmişti, çünkü otları sararmış kupkuru bir yere
oturduğunda orası derhal yemyeşil oluyor ve otlar dalgalanıyordu.”
Türkçe söylenişi “Hızır/Hıdır”, Arapça’da “Hadr/Hıdr” olan kelime “yeşil,
yeşilliği çok olan yer” anlamındadır. Bâzı kaynaklarda Hızır’a bu ismin “kuru
yerde oturduğunda altındaki otların yeşerip dalgalanması, cennet
pınarlarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi dolayısıyla”
verildiği belirtilmektedir.
***
Yukarıda anlatılanlar, halk muhayyilesinin neden Hızır ve İlyas’ı
tabiatın canlanması, yeşermesi, bahar, yağmur, bereket, bolluk, sağlık,
dileklerin kabul olması vb. ile ilişkilendirdiğini açıklamaktadır. Türkler
Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da da baharın gelişini yeryüzündeki
birçok kavim gibi bayram yaparak kutluyorlardı. İslâmiyet’le berâber
hayatlarındaki her şeyi İslâmî bir kimliğe büründürmek konusunda büyük bir
dehâ gösterdiler. Bu, hem îmanlarının gücünü artırdı, hem de millî çizgilerini
kaybetmemelerini sağladı. Nitekim İslâmî kaynaklarda Hızır ve İlyas
hakkında çok çeşitli bilgiler olduğu halde Hıdrellez hakkında hiçbir bilgi
bulunmaması, ilişkiler ağının halk arasında teşekkül ettiğini göstermektedir.
Hz. Mûsâ-Hızır kıssasının önemli bir vechesi de İslâm tasavvufundaki
Allah’ın kullarından birine kendinden öğrettiği bir “ilim-ilm-i ledünnî” ve
“Hızır’ın Mûsâ’ya yol göstericiliği-irşad” gibi iki temel kavramı işliyor
olmasıdır. Bu yüzden kıssa, mutasavvıflar arasında, olayların bir “görünen”
bir de “görünmeyen” yüzü olduğunun anlatılması; mürîdin mürşîdine asla
32 / Merhaba – Bahar 2008
îtiraz etmemesi, bunu kalbinden dahî geçirmemesi, mürşîdinden şüphe
etmemesi, “gassal elinde meyyit” tâbir olunan şekilde ona teslim olması, onun
ilm-i ledün bildiğini kabul etmesi konularının îzâhında sürekli anlatıla
gelmiştir.
Tasavvufun temel kaynaklarında Gazâlî, İhyâ’sında; Kuşeyrî,
Risâle’sinde; Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb’da; Serrâc, El-Lüm‘a’da; İbni Arabî,
Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm’de kıssaya ve Hızır’a dikkate değer bir yer
vermişlerdir. Bu kaynaklardan beslenen Anadolu coğrafyası mutasavvıflarında
da aynı özellikler görülür. Tasavvufun meseleyi değerlendirme tarzını kendi
bütünlüğü içinde ayrıca ele almak gerekir ki bu, yazının sınırlarını
aşmaktadır. Ancak, İslâmî halk kültürünün, tasavvuf muhitlerinin dışında da
Hızır ve İlyas’ın bilhassa Hızır’ın şahsiyeti etrâfında teşekkül etmesi,
Türklerin dînî yaşayışında tasavvufun, İslâm tasavvufunda da Hz. Mûsâ-Hızır
kıssasının mühim bir yer tutmasındandır.
***
Hıdrellez bir bahar bayramı olarak gerek Anadolu’da ve gerekse Anadolu
dışındaki Türk topluluklarında büyük bir folklorik birikimi berâberinde
getirmektedir. Bu bayram genellikle “hıdırlık” adı verilen mesîre yerlerinde
kutlanır. Suların aktığı, ağaçların çokça bulunduğu, bolluk ve bereketi temsil
eden yemyeşil geniş arâzilerin adının Hıdır/Hızır kelimesinin bir yansıması
olduğu açıktır. Bâzı bölgelerdeki hıdırlıklarda türbe-yatır gibi kutsal kabul
edilen kimselere âit mezarlar vardır. Hıdrellez yaklaşırken evler, eşyâlar,
kıyâfetler Hızır’ın eve uğraması için temizlenir. Yiyecekler hazırlanır, bâzı
bölgelerde bir gün öncesi oruç tutulur.
Hızır, o gece yeryüzünde dolaşarak, değdiği her şeye bolluk ve
bereket getireceğinden yiyecek ve içeceklerin ağzı açık bırakılır. Ev sâhibi
olmak isteyenler, hayallerindeki evi taşlarla açıklık yerlere yaparlar yâhut
toprağa çizerler. Hastalıklarına şifâ dileyen ve sağlık isteyenler o gece Hızır
değdiği için, şifâlı hâle gelen kır çiçeklerini kaynatarak suyunu içerler; yine
aynı sebeple nur yağan sulara girerler. Gül dallarına içinde gümüş kuruşlar,
çeyrekler bulunan keseler bereket getirsin, diye besmelelerle asılır. Genç
kızların tâlihlerini açmak için niyet oyunu oynanır. Çeşitli bölgelerde “niyet
çekme, baht çömleği, bahtiyar, bahtıbar” gibi isimlerle anılan oyun, bir
çömleğe testiden su dökülmesiyle başlar. Çömleğin etrâfında toplanan genç
kızlar, çömleğe yüzük, küpe yada çeşitli otlar atar; gül ağacının dibine
bıraktıkları çömleği kilitlerler. Hıdrellez günü kilidi açıp niyet çekerek, mâniler
okurlar. Çıkan mânilerin bahtları olduğuna inanırlar. Bahtı açılmayanın
Merhaba – Bahar 2008 / 33
başında kilit açarlar. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece ve öncesi bunları
yaptıktan sonra 6 Mayıs Hıdrellez günü bol ağaçlı, pınarı olan mesîre yerlerine
giderek, çeşitli oyunlar, eğlenceler ile bayram yaparlar. Bâzı yörelerde tıpkı
Nevruz ateşi gibi Hıdrellez gecesi, Hıdrellez ateşi yakılarak etrâfında eğlenceler
tertip edilir.
Halk arasında “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil.”, “Kul
daralmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişmek”, “Hızır eli değmek” gibi
birçok atasözü ve deyim, kıssanın ve kıssa etrâfında gelişen İslâmî halk
kültürünün izlerini taşır.
Hey bahtiyâr, bahtiyâr
Yemenimin yeşili
Bahtiyârın vakti var
Sil gözünün yaşını
Bir güzelin çirkine
Bana müjdeler olsun
Sarılmaya vakti var.
Şimdi buldum eşimi
gibi ümit, neşe, sabır, aşk, sevgi, şefkat, iyilik, kardeşlik, gurbet gibi temaları
işleyen Hıdrellez mânileri bu geleneğin önemli bir parçasını oluştururlar.
Ayrıca edebiyâtımızın Halk Edebiyâtı, Tekke Edebiyâtı, Dîvan Edebiyâtı şeklinde
isimlendirilen bütün şiir ekollerinde ve Dede Korkut Kitabı’ndan Köroğlu
Destânı’na, Dânişmendnâme’den Kerem ile Aslı Hikâyesi’ne kadar birçok eserde
Hızır ile karşılaşırız. Hatta konusu sâdece Hz. Mûsâ-Hızır buluşması olan
müstakil eserler vardır. Tekke Edebiyâtı’nda daha çok Hızır’ın mürşidliği ve ilmi ledün bilgisi anlatılır. Musluhiddîn Uşşâkî’nin:
İşitmedin mi Hazret-i Mûsâ’yı
Arayuben buldu Hızır Nebî’yi
Önce Hızır oldu ânın delîli
Mürşidsiz varılmaz dost illerine
ya da Sâlih Baba’nın:
Mekteb-i irfâna girip almayan ders ü sebak
Hızır ile âb-ı hayâta varmayan derviş midir?
Vârını yağmaya veren İbrâhim Edhem gibi
Arayıp Hızır-ı zamânı bulmayan derviş midir?
mısrâları tasavvufta Hızır’ın temsîl ettiği mânâyı en güzel şekilde dile getirir.
Aynı tema sâdece çok bilinmeyen şâirlerce değil, Ahmed Yesevî, Yûnus Emre,
Mevlânâ, Sultan Veled, Niyâzi-i Mısrî gibi meşhûr tasavvuf şâirleri
tarafından da işlenmiştir.
34 / Merhaba – Bahar 2008
Hızır ve “âb-ı hayât”, Dîvan şiirinin en sık kullanılan mazmunları
arasındadır. Muhibbî (Kānûnî Sultan Süleyman)’nin:
Ey Muhibbî yâr elinden bir kadeh nûş eyleyen
Hızr elinden ger ölürse âb-ı hayvân istemez.
Nedim’in:
Söz açma Hızr ile âb-ı bekādan
Efendim, sevdiğim, ben bildiğim, ben
Bu şeker-hand ile bu kadd ile sen
Hayât-ı tâze, ömr-i câvidansın.
Râgıp Paşa’nın:
Olmayan mâye-i feyz-i ezelîden sîrâb
Âb-ı Hızr’ı yine Hızr olsa da rehber bulamaz.
Usûlî’nin:
Hâr bakma her nemed-pûşa sakın ey muhteşem
Her gedâyı Hızr gör, her şahsa dervişâne bak.
mısrâları Hızır’ın geçtiği yüzlerce örnekten sâdece birkaçıdır. Son dönem
edebiyâtımızda da Hızır ve Hıdrellezi işleyen şiirler vardır. Ârif Nihad
Asya’nın Hıdrellez’de Kızlar şiiri, Sezâi Karakoç’un Hızırla Kırk Saat isimli şiir
kitabı bu bağlamda değerlendirilebilecek eserlerdir.
***
Hıdrellez ve ona benzer geleneklerimiz karşısında değişik bakış açıları
müşâhede ediyoruz. Bunlardan biri, kökleri XVI. asra kadar giden ve din
adına meseleyi sâdece Hz. Mûsâ-Hızır kıssası etrâfında oluşan hurâfeler olarak
gören, yasaklayan anlayıştır. Diğeri ise konuyu bilimsellik adına, kırsalda
yaşayan halk kitlelerinin oluşturduğu “kült” (mânevî ve rûhânî kabul edilen
kimselere veya mezarlara gösterilen saygı) olarak gören; çağdaş insanların
böyle şeylerle oyalanamayacağını savunarak, inançların ve geleneklerin
sebeplerini alaycı ifâdelerle sorgulayan, biraz da anlamsızlığına hükmeden
görüştür. Söz konusu anlayışlarla, günümüz hayâtının sosyal pratikleri
bakımından, herhangi bir yere varmak mümkün değil gibi görünüyor.
Kanaatimizce, Hıdrellez tarzı inanışlar, halk arasında yakınlaşmayı,
birlik ve berâberliği, yardımlaşmayı artırdığı gibi kutsal karşısında saygı
duyma, kutsal değerler adına hareket tarzı belirleme pratiği kazandırıp, ortak
değerler oluşmasını sağlamaktadır. Bunlar, yeme-içme, gülme-eğlenme gibi
dünya zevklerini kutsala bağlayarak onlara mânevî bir veche verirler.
Merhaba – Bahar 2008 / 35
Asırlardır millî hâfızada ve şuuraltında yer eden Hızır, İlyas ve Hıdrellez,
Anadolu’nun bâzı bölgeleri hâriç geniş halk kitlelerinin hayâtından, özellikle
şehir hayâtından çıkmıştır. Yerini kendi kutsal kitabımızın, inançlarımızın
dışında başkalarının dînî geleneklerinden, kutsallarından beslenen Noel ve
Sevgililer Günü gibi nevzuhur gelenekler almıştır. Meseleyi sıradan halkın
efsânelerle oluşturduğu ilkel inanışlar olarak görenlere Saint Valantine
(Sevgililer Günü’nün atfedildiği kişi) ve Saint Nicholas (Noel Baba nâmıyla
anlatılan kişi)’ın, “kültün âlâsı” olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu noktada
bizlere düşen vazîfenin, dînî ve millî harsımızdan beslenen geleneklerimizi
canlandırmak, bunları gelecek nesillere aktarmak olduğunu da hatırlamanın
zamânı gelmedi mi?
KAYNAKLAR:
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, I. baskı, İstanbul 2005, “Hızır”, “Hıdrellez”,
“cennet”, “kült” maddeleri.
Musâhipzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946.
Ahmet Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyâs Kültü, II. baskı,
Ankara 1990.
Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyâtında Mazmunlar, Ankara 1992.
T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Hıdrellez” maddesi, c. 17, s. 313-316, İstanbul 1998.
T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Hızır” maddesi, c. 17, s. 406-412, İstanbul 1998.
T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “İlyâs” maddesi, c. 22, s. 160-162, İstanbul 2000.
T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Kehf Sûresi” maddesi, c.25, s. 188-189, Ankara 2002.
http://www.kulturbakanligi.gov.tr
36 / Merhaba – Bahar 2008
ŞİİR
Kübra YETİŞ ŞAMLI *
YALNIZLIĞA SEFER
Bu sefer de gözünü hiç kırpmadı gece,
Büyük savaşa şâhitlik etti.
Yalnız başıma savundum şehri
Kolumu kanadımı kıran Neşe
Kalabalığı ve onca gürültüsüyle
Yalnızlığın coğrafyasını işgal etti.
Geldi, kuruldu Hicran’ın tahtına.
Kurumuş yaprakları yeşertti ilk iş.
Güneş açtı,
Çiçekler açtı,
Gülüşler açtı en kuytu tenhâlarda.
Şafağa kadar sürdü savaş.
Yıkılmadık hüzün, yakılmadık acı bırakmadı.
Bu seferde gözünü hiç kırpmadı gece.
Bekledi ki herşey sonsuza dek öylece kalsın.
Ama Neşe
yeni seferlere, yeni zaferlere açtı.
Ordularını toplayıp giderken
Ağaran gece ardından baktı.
Yarın, bu büyük fâtihin şerefine,
Her yastığa derin uykular bırakacaktı…
( )
* E-posta: [email protected]
Merhaba – Bahar 2008 / 37
KEMİKLİ KİLİSE
Gülniyaz TAHRALI *
1200’lerin başında Doğu Avrupa topraklarından kutsal topraklara yola
çıkan soylu ve güvenilir bir kimse, dönüşünde ibâdethânesini de kutsal
topraklardan nasiplendirmek ister. Yanında getirdiği kavanoza doldurduğu
kutsal toprağı, kilisenin toprakları üzerine serper. O kilisenin toprakları da
artık kutsal toprakların bir parçası olur. Öyle ki, vebâ salgınından ölenler,
savaşlarda ölenler ve diğer ölümler için akla gelen ilk ve en kutsal gömülme
yeri bu kilisenin bahçesi hâline gelir. Yüz yıl içerisinde otuz binden fazla
beden buraya gömülür. İlerleyen yüzyıllarda da kilise, ölüleri gömmek için ilk
sırada yer alan mekânlardan biri olmaya devam eder. Sonunda kırk binden
fazla insanın gömülü olduğu bahçede, kemikler artık yüzeye çıkmaya başlar.
Buna bir çözüm olarak, yerel bir ahşap oymacısı bu kemiklerin kilisenin iç
dekorasyonunda kullanılabileceğini söyler ve öneri kabul edilir. Kilisenin
avîzesi, duvarları, aksesuarları artık muntazam bir şekilde dizilmiş kuru
kafalardan, kol ve bacak kemiklerinden oluşmaktadır…
Korkutucu bir masalı andıran bu hikâye, karanlık orta çağ
Avrupası’nın gerçek bir mîrâsı aslında. Yerinde görmesem de televizyondan
seyrettiğim bu manzara beni ürküttü. Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri
oluğu herkesçe kabul edilen Prag’da, karanlık çağların ve zihniyetlerin izleri
meydandaydı.
Toprağa karışmakta kim bilir ne hikmetler gizliyken, bu manzara hem
ölen insanın bedenine eziyeti, hem de ibâdet etmek ya da gezmek üzere
kiliseye gelen ve yaşayan bir insanın rûhuna eziyeti barındırarak, “iki kere
kötü” yü temsil etmiyor mu?
Programı yapan Türk sunucu “Burayı size tanıttığımız için özür
dileriz; ancak böyle bir manzara Türkiye’de bulunsaydı, şimdiye dek kim bilir
ne eleştiriler almıştık…” diyordu. Bu gerçekten can alıcı bir noktaydı. Üstelik
bu turizm noktasında dikkatleri çeken bir şey daha var: “Türk askerinin
gözünü oyan karga” tasvîri. Bunu seyrettiğim programda değil de, internette
kiliseyle ilgili arama yaptığımda çıkan gazete haberinde okudum:
( )
* E-posta: [email protected]
38 / Merhaba – Bahar 2008
“Kilisenin sol tarafında ünlü Schwarzenberg âilesinin amblemindeki ‘Türk’ün
gözünü oyan karga’ figürü, kiliseyi ziyâret edenlerin tepkisini çekiyor. Figürdeki
karganın 1591’de Raab Savaşı’nda Schwarzenberglerin Türkleri yenmelerini
sembolize ettiği, kiliseyi gezen turistlere rehberler tarafından anlatılıyor. Bu bilgi
kiliseyle ilgili broşürde de yer alıyor.”1
Kilisenin dekorasyonunun o kadar da korkunç olmadığını düşünsek,
“Ölüsünden değil, canlısından korkmak lâzım.”2 desek de, en azından
“Türk’ün gözünü oyan karga” figürüyle Kemikli Kilise, bütün dinlerin esâsen
buluşması gerektiği “ortak insan sevgisi”nden yoksun bir ibâdethâne.
Prag, ben dâhil henüz gitmeyen birçok insanın görmek istediği bir
şehir… Kemikli Kilise yüzünden Prag düşmanlığı da yapmamak lâzım tabiî.
Sâdece, edindiğim bu bilgi bana ufak bir hatırlatma yaptı: Hayranlık, güzel bir
yabancı şehir gördüğümüzde kolayca kapıldığımız bir his; ancak beğeniyi
hayranlık boyutuna vardırmamak doğru olsa gerek. Çünkü ucu bize
dokunan, bize dokumasa öze dokunan bir şeylere her an rastlanabilir.
1
“Avrupa’da ırkçılık ve Türk düşmanlığı diz boyu”, Radikal, 3. 9. 2007.
Kiliseyi gezen turistlerden biri, kilisede çalışan bir râhibeye burada çalışmaktan hiç rahatsızlık
ya da tedirginlik duyup duymadığını sorduğunda râhibe gāyet rahat bir biçimde “Bunlar yalnızca
kemik, beni asıl korkutan yaşayanlardır.” demiş.
http://www.outsideprague.com/kutna_hora/bone_church.html.
2
Merhaba – Bahar 2008 / 39
KISA KISA…
Şehkâr FAYDA KINIK *

Yahyâ Kemal’in vefâtının 50. yılı münâsebetiyle İstanbul Fetih
Cemiyeti ve Yahyâ Kemal Enstitüsü’nün gayretleriyle, 2008 yılı Kültür
Bakanlığı tarafından Yahyâ Kemal yılı olarak îlân edilmiş olup, yıl
boyunca bu minvalde geniş bir yelpâzede çeşitli faaliyetler
gerçekleştirilecektir. Yine aynı vesîleyle 4 Ocak 2008 târihinden
îtibâren İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından her cuma saat 16:00’da
Yahyâ Kemal Okumaları tertiplenmektedir. Konuşmacı Prof. Dr.
Kâzım Yetiş’tir.

Kubbealtı Sohbetleri çerçevesinde 12 Ocak 2008 târihinde
“Mûsikîmizle İlgili Düşünceler” konulu bir konferans düzenlendi.
Konuşmacı, Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça idi.

sanatalemi.net adlı internet sitesinde Ocak ayı îtibariyle Sâmiha
Ayverdi’nin “Muharrem-i Şerif Hakkında” başlıklı sohbet yazısı
yayımlanmaya başlandı.

http://www.youtube.com/watch?v=rfbDVVjF5Rk
adlı
internet
sitesinde Cinuçen Tanrıkorur’un kendi besteleri, gene kendi icrâlarıyla
yayımlamaya başlandı.

17 Ocak 2008 târihinden îtibâren her Perşembe, Polis Radyosu
“İmbikten Damlalar” adlı canlı şiir programı yayımlamaya başlamıştır.
Programı hazırlayan, MEHMET NURİ PARMAKSIZ’dır. Ayrıca,
Türkiye
Polis
Radyosu
internet
üzerinden,
http://www.polisradyosu.net adresinden de dinlenebilmektedir.

Merhum üstad Cinuçen Tanrıkorur adına düzenlenen ve kendisi ile
ilgili birçok bilgiye ulaşılabilecek www.cinucentanrikorur.org isimli
internet sitesi yayına başlamıştır.

22 Şubat 2008 târihinde vakfımızın Projeler Müdürü Dr. Fahrünnisa
Bilecik ve Türkçe Sözlükler Koordinatörü Dr. Nevnihal Bayar
tarafından, Kocaeli’de, Elginkan Vakfı’nın da desteğiyle Ahmet
( )
* E-posta: [email protected]
40 / Merhaba – Bahar 2008
Elginkan Meslekî Eğitim Merkezi’nde bölgenin lise ve dengi
okullarında görev yapan öğretmenlerine “İmlâ Meselemiz” başlıklı bir
konferans verildi. Vakfımızın ve faaliyetlerimizin tanıtımı, Tanıtım ve
Toplu Satışlar Koordinatörümüz Murat Oktay tarafından yapıldı.

27 Şubat 2008 târihinde Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
öğretim görevlileri ve öğrencilerine “Türkçenin En Büyük Romanı;
Kubbealtı Lugatı” konulu bir konferans verildi. Dr. Fahrünnisa Bilecik
ve Dr. Nevnihal Bayar tarafından verilen konferansta, lugatın
hazırlanmasına neden ve ne zaman karar verildiğinden, 34 senelik
hazırlık sürecinde yaşanan zorluklardan bahsedildi. Ayrıca 2007
yılında basılan Türkçe Sözlük de tanıtıldı. Vakfımızın ve
faaliyetlerimizin tanıtımı, Tanıtım ve Toplu Satışlar Koordinatörümüz
Murat Oktay tarafından yapıldı.

5-9 Mart 2008 târihleri arasında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat
Vakfı ile Altay Vakfı’nın ortaklaşa gerçekleştireceği “Lâle Sergisi”,
Emek’deki Hazîne ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Sergi Salonu’nda
yapıldı. Sergide taş çini, ebrû, tezhip ve sulu boya eserler sergilendi.

7 Mart 2008 târihinde İstanbul Fetih Cemiyeti’nde Dursun Gürlek
tarafından bir sohbet toplantısı düzenlendi. Sohbetin konusu, yazarın
yeni çıkan kitabı Kültür Dünyamızdan Manzaralar idi.

8 Mart 2008 târihinde Çemberlitaş Köprülü Medresesinde “İstanbul
Hâtıraları” konulu bir konferans verildi. Konuşmacı Selim İleri idi.

TÜRKKAD Genel Merkezi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesîlesiyle
“Türk Müziği Nağmelerinden... Kadın” konulu bir konser düzenledi.

18 Mart 2008 târihinde CENAN Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı,
TÜRKKAD Türk Kadınları Kültür Derneği ve ALTAY Kültür ve Sanat
Eğitim Vakfı tarafından İstanbul Lütfi Kırdar Kongre MerkeziAnadolu Salonu’nda Kutlu Doğum Haftası münâsebetiyle “Peygamber
Gecesi” tertip edildi.
Merhaba – Bahar 2008 / 41
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KELİMELER
Dr. Nevnihal BAYAR *
BİR KEZ DAHA İMLÂ İMLÂ İMLÂ...
Bir önceki yazımda imlâ meselesi üzerinde dururken, aslında
okullarda okuma ve yazmayı tam olarak öğrenemediğimizi ifâde etmiştim.
Bunun sebebini de alfabemizde birtakım işâretlerin eksik olmasına
bağlamıştım. Bu, işin bir yanı. Bir de öbür tarafı var. Artık herkesin kabul
ettiği (etmese gereken) bir gerçek var: Dilimiz, yabancı dillerin özellikle de
İngilizce’nin istîlâsı altında. Dolayısıyle Türkçe’ye bu dilden hemen her gün,
gerekli gereksiz, yeni bir kelime girmekte. Bunun yanında bizim dil
hâinlerimiz de boş durmamakta ve melez kelimeler1 türetmekte.
Dükkânlarına Simitchi, Tatlycy, Kanatchy, Dürümland, Kokosh, İncy, Selym,
Parılty vb. isimler vermekte. Ya da tamamen farklı bir yol tutup, nasıl
okunacağı belli olmayan, ne olduğu belirsiz kelimeler îcat edip bunları iş
yerine, ürüne isim olarak vermekte: Whisne, Dishe, Her  Shey, YeMc, Ashk,
Beshik, Sherbet, Ayaqqabı, Qurna vb.
Peki biz bu kelimeleri nasıl okuyup yazacağız? Dilimizde mevcut
bulunan, kültürümüzün bir parçası hâline gelmiş olan Arapça, Farsça kökenli
kelimelerimizi okuyup yazamazken, hiç bir kurala uymayan bu soysuz, ne
olduğu belirsiz kelimeleri, aslında ucûbeleri nasıl okuyup yazacağız?
Dilimizde hiç mesele yokmuş gibi, gelin bir de bunlarla uğraşın!
Çocuğunuz size Turkcell’i sorduğunda nasıl okuyorsunuz? Ya da
cafe’yi, center’ı, corner’ı. “Anne veya baba, bunları nasıl okuyup yazacağız?”
dediğinde ne cevap veriyorsunuz? Susup kaldığınızda ya da mantıksız
cevaplarla sorusunu geçiştirdiğinizde, “Biz nerede yaşıyoruz?”, “Burası
Türkiye değil mi?”, “Benim dilim Türkçe değil mi?” diye soran çocuğunuza
cevap verebiliyor musunuz? Düştüğünüz durumdan utanç duyuyor
musunuz? Yoksa, “Biz Avrupalıyız, batılıyız, dilimizi de onlara
uyduruyoruz.” diye gururla açıklama da mı bulunuyorsunuz? Karar verin, siz
hangi taraftasınız?!..
( )
* E-posta: [email protected]
Yarısı Türkçe, yarısı herhangi bir yabancı dilden oluşan kelimelere, daha doğrusu ucûbelere,
bendeniz melez kelimeler diyorum.
1
42 / Merhaba – Bahar 2008
***
Hemen her dilde kısaltmalar vardır. Bizim dilimizde de gerek kurum
gerek ürün isimleri uzunsa kısaltılır ve genelde bu kısaltmalar kelimelerin baş
harfleriyle yapılır. İETT, PTT, TC, MÜSİAD, İTO vb. Şimdi bir moda var. Biz
bu kısaltmalardaki harflerimizi kendi ses özelliklerimize göre değil,
İngilizce’ye göre okuyoruz. Meselâ “TV, VİP, F-16, GSM, IMF, CNR”. Bunları
Türkçe’nin ses özelliklerine göre okursak, ki doğru olan da budur, “te-ve, ve-ipe (ya da farklı bir şekilde vip), fe-16, ge-se-me, i-me-fe, ce-ne-re” şeklinde olur.
Oysa “ti-vi, vi-ay-pi, ef-16, ci-es-em, ay-em-ef, si-en-ar” diye okuyoruz. Ben bu
işin mantığını çözemiyorum. Sonu nereye varır, onu da bilemiyorum.
***
Geçenlerde alışveriş yaparken iki dükkân ismi dikkatimi çekti:
Abdullah Kebap ve Burcu Baharat. “Ne var bu isimlerde? Her ikisi de Türkçe.”
dediğinizi duyar gibiyim. Tamam isimler, kelimeler Türkçe’de, yapı nece? İlk
bakışta sıfat tamlaması gibi duran bu isimler, aslında isim tamlaması. “Haydi
canım, böyle isim tamlaması mı olur?” diyorsunuz. Haklısınız, olmaz. Ama
artık dil hâinleri sâyesinde böyle ucûbe tamlamalarımız da var. Abdullah,
kebapçının adı. Yâni kebabın adı değil. Burcu da baharatçının adı, baharatın
değil. Yakın zamâna kadar bu isimler: “Abdullah Kebapçısı” ve “Burcu
Baharatçısı” idi. Ama şimdi, iyelik eklerini atarak batı taklîdi, ne olduğu
belirsiz tamlamalar oluşturmak çok moda. Dilin yapısı bozulurmuş, kimin
umurunda?
Bir de bizim sokağın başında Eczane Tülin var. Hiç üşenmedim,
eczâneye girdim ve Tülin Hanım’a “Siz eczâne misiniz?” diye sordum.
Yüzüme ters, ters baktı. Sonra “Hayır! Ben eczâcıyım.” dedi. Ben durur
muyum? Hemen lâfı yapıştırdım: “Ama tabelanızda Eczane Tülin yazıyor.”
dedim. Kadın biraz sinirlenerek: “Ne olmuş? Ne demek istiyorsunuz?” dedi.
Anladım ki hiçbir şeyin farkında değil. Anlatsam da anlamayacak ya da uzun
uzun dil bilgisi dersi vermem gerekecek. Ben de sıkıldım, “Benimki de
işgüzarlık.” dedim ve eczâneden çıktım. Aslında durum çok vahim. İyelik
eklerini attıkları yetmiyormuş gibi bir de tamlamayı ters çevirip iyice
tanınmaz, kişiliksiz bir hâle getiriyorlar. Bizim Tülin Eczânesi oluyor Eczane
Tülin. Eczane Tülin’in ben dışarı çıktıktan sonra, arkamdan ne işâreti yaptığını
tahmin etmişsinizdir. Zâten dili için uğraşan, dilinin doğrularından tâviz
vermeyen insanlar için, arkalarından genelde bu işâret yapılmıyor mu?
***
Merhaba – Bahar 2008 / 43
Kelimelerini okuyup yazamadığımız, imlâ kurallarını hiçe saydığımız,
yapısını istediğimiz gibi bozduğumuz bir dilimiz var. Düşünüyorum da,
hangi millet kendi diline karşı bu kadar büyük bir hâinlikte bulunmuştur?
Vah bize, yazık çocuklarımıza...
44 / Merhaba – Bahar 2008
SİYAH AFRİKA’NIN BEYAZ UCU..
Doç. Dr. Güleda ENGİN *
Yaklaşık yirmi saatlik bir yolculuktan sonra uluslararası bir proje
kapsamında üç hafta geçireceğimiz Cape Town’a vardık. İstanbul’u Ocak
ayının son günlerinde bırakmışken 30 oC’lik yaz sıcağı bulmak, yâni kışın
ortasında yazı yaşamak çok hoştu.
Yaklaşık 45 milyon nüfûsa sâhip Güney Afrika, Afrika’nın genelinden
tabiat zenginliği ve ekonomik kalkınmışlık olarak çok farklı bir ülke. Her ne
kadar gitme imkânımız olmasa da Pretoria ve Johannesburg ve özellikle Cape
Town ile Güney Afrika, bir Avrupa ülkesi görüntüsü veriyor. Güney Afrika,
kıtanın Kuzey Afrika ülkelerinden bâzıları hâriç en demokratik ve geleceği en
parlak ülkelerinden biri olarak görülüyor. Dünyânın en zengin elmas, platin,
altın ve krom yataklarına sâhip… Bu zengin tabiî kaynaklara rağmen Güney
Afrika gelişmekte olan bir ülke olarak sınıflandırılabilir. İşsizlik oranları
maalesef hâlâ yüksek değerlerde seyrediyor.
Cape Town’da bulunduğumuz süre boyunca sâdece bir kere elektrik
kesintisi yaşandı. Cape Townlular bize çok şanslı olduğumuzu söylediler, zîra
2007’nin başlarından îtibâren ülke bir elektrik krizi yaşamakta. Bunun ana
nedeninin, ülkenin devlete âit en büyük elektrik üreticisi Eskom’un yaşlanan
tesislerinden dolayı, ihtiyaçtan daha düşük elektrik üretmesi olarak
bildiriliyor. Ancak bu elektrik kesintileri sâdece halkı değil, ülkenin refâhını
da etkiliyor, zîra en büyük elmas ve altın mâdenleri şu anda âtıl durumda.
Cape Town beyazların oldukça yoğun olarak yaşadığı bir şehir. Batı
dünyâsından ilk olarak Portekizli denizcilerin keşfettiği, sonrasında
Hollandalılar ve Danimarkalıların büyük ilgi gösterdiği bir coğrafya parçası.
Şehre yerleşen ilk beyazlar deniz ticâreti yapan Hollandalılar. 1652 yılında
doğuya giden ticâret yolunda bir durak olarak kurulmuş. Daha sonra 1800’lü
yılların başında da İngilizler bu tabiî kaynaklar bakımından çok zengin olan
ülkeyi sömürge olarak îlân etmişler. 1948’de yönetim, resmî olarak ırk ayrımı
dönemini başlatmış. “Apartheid” olarak bilinen bu dönemde halk beyaz,
Hintli, melez ve siyah olmak üzere dörde bölünmüş ve her bir ırkın
girebileceği bölgeler, çalışma ve yaşama alanları kesin çizgilerle birbirinden
( )
* E-posta: [email protected]
Merhaba – Bahar 2008 / 45
ayrılmış. Beyazların mutlak üstün olduğu bu keskin ırkçı yönetim anlayışında,
melezlerin statüsünün bile, zencilere göre çok daha yüksek tutulduğunu
belirtmek gerekir. Yine de bizi otelimize bırakan melez bir arkadaşımız,
“1994’te ben bu sokağa giremezdim.” dediğinde tüylerim diken diken oldu. 27
Nisan 1994’te fiilen sonlandırılmış olan bu dönemin acı etkileri hâlâ çok canlı
bir şekilde hissedilebiliyor.
Müslümanlar, ülkeye 1600’lü yıllarda Hollandalılar tarafından binâ
yapımında çalışmak üzere işçi olarak getirilmişler. Bu yüzden ülkede özellikle
Endonezya ve Malezya kökenli oldukça fazla sayıda müslüman bulunuyor.
Müslümanların etkisi rahatça hissedilebiliyor. Resmî dîni İslâm olmayan
hiçbir ülkede yeme-içme bakımından bu kadar rahat etmemiştik. Hemen her
ürünün üzerinde “Halal” damgası mevcut. Helâl ürünler o kadar yaygın ki
gittiğimiz üniversitenin yemekhânesinde bütün yiyecek ve içecekler helâldi.
Şehirde müslüman etkisini bir başka yönden de hissetmek mümkün. Câmiler
ve ezan sesleri insanı ilk zamanlar hayrete düşürebiliyor. Cape Town’da yirmi
üç tâne de türbe bulunuyor. Şehir halkı, müslümanı-gayrimüslimi, bu
türbelerde yatanların yüzü suyu hürmetine memleketlerinin tabiî âfetlerden
korunduğuna inanıyorlar.
Sultan Abdülaziz zamânında şehirde müslümanlar arasında bir
anlaşmazlık çıkınca, İngiltere kraliçesi, zamânın halîfesine bir mektup yazarak
bu meseleyi çözebilecek evsafta birinin gönderilmesini ricâ etmiş. Sultan
Abdülaziz Han, şehre Ebûbekir Efendi adında bir din âlimini göndermiş.
Meseleyi hallettikten sonra her hâliyle halk tarafından fevkalâde sevilen ve
sayılan bir kişilik olan Ebûbekir Efendi, ömrünü bu şehirde tamamlar. Kendisi
bahsettiğim bu türbelerden birinde medfûn bulunuyor. Şu anda Cape Town
şehrinde Ebûbekir Efendi soyundan gelen ve Efendi soyadını taşıyan pek çok
âilenin yaşadığını da öğrenmiş olduk.
Ülkede on bir resmî dil konuşuluyor. Bunlardan en önemlileri İngilizce
ve Afrikaaner (Güney Afrika Hollanda lehçesi). Bulunduğumuz süre
içerisinde sâdece bir kere İngilizce anlamayan birisi ile karşılaştığımız göz
önünde bulundurulursa, İngilizce’nin oldukça hâkim olduğunu söylemek
lâzım. Ancak tabelalarda, reklamlarda ve televizyon kanallarında yaygın
olarak Afrikaaner dilinin kullanıldığını da belirtmek gerekir.
Cape Town ülkenin en güzel şehri olarak tanıtıldı bizlere. Atlas ve
Hint okyanuslarının birbirine kavuştuğu varsayılan Cape Town, hakîkaten
bulunduğu konum îtibâriyle çok özel bir şehir. Şehrin en güney ucu “Ümit
Burnu” (Cape of Good Hope) olarak biniyor. Aslında, “Cape Point” adı
46 / Merhaba – Bahar 2008
verilen burun, şehrin en güney ucu. Burada hemen belirtmeliyim ki şehre
adını veren “cape” kelimesinin Türkçe karşılığı coğrâfî olarak burun. İki burun
(Cape Point ve Ümit Burnu) birbirine yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüme
mesâfesinde. Ümit Burnu’nun daha çok bilinmesinin sebebi, ilk buradan
karaya çıkılmış olması imiş. Cape Point’ten okyanusa baktığınızda “uçsuz
bucaksız” deyimini tam olarak anlayabiliyorsunuz. Hakîkaten büyüleyici bir
güzellik…
Üç hafta kalmamıza rağmen şehirde görülmesi gereken, Mandela’nın
hapis yattığı Robben Adası gibi, birtakım yerleri maalesef göremeden döndük.
Neredeyse görülmesi gereken en önemli yerlerden birini daha kaçıracaktık ki
son gün muvaffak olduk: 1086 metre yüksekliğinde ve tepesi âdeta bir
masanınki kadar düz olan Masa Dağı (Table Mountain). Masa Dağı’na
teleferikle çıkılıyor. İki teşebbüsümüz sisten ve şiddetli rüzgârdan
sonuçlanamadı. Dönmemize bir gün kala dağa çıkmak nasip oldu. En az Cape
Point kadar büyüleyici bir yer. Masa Dağı, okyanustan sâdece 3 km. içeride,
dolayısıyla yılın birçok gününde okyanustan yükselen su buharı, dağın
üstünde yoğuştuğu için dağın üzerinde bir bulut tabakası oluşturuyor. Bu
bulut tabakası zaman zaman şelâle gibi dağın eteklerine doğru akıyor. Bu
görüntüye de “masa örtüsü” adı verilmiş. Masa Dağı önemli bir mihenk taşı.
Dağa bakarak yön tâyini yapmak özellikle bizim gibi yabancılar için çok
önemli. Şehrin neresinde olursanız olun dağı görmeniz mümkün.
Oraya kadar gitmişken okyanusa girmeden olmazdı. Her ne kadar bizi
okyanusun soğuk sularına karşı uyardılarsa da, hava sıcaklığı 30 oC iken
suyun sıcaklığının çok da düşük olmayacağını düşünerek ve köpekbalığı
tehlikesinden habersiz, okyanusa girmeye kalkıştık. Üstelik, Hint
Okyanusu’nun sularının birkaç derece daha fazla olacağını söylediklerinden,
içimiz de rahattı. Cape Town’dan birkaç saatlik mesâfede Baffels Koyu’nda
değil yüzmenin, suda yürümenin bile imkânsız olduğunu tecrübe ettik.
Antarktika’nın eriyen buzullarının suyun bu derece soğuk olmasına sebep
olduğunu daha sonradan öğrenecektik.
Orada bulunduğumuz süre zarfında herhalde en çok duyduğumuz
cümle: “Aman, zencilere dikkat edin.” idi. Johannesburg ile belki
kıyaslanamaz ama bu şehirde de güvenlik en ciddî problemlerden biri. Akşam
hava karardıktan sonra şehirde yürüyen tek bir beyaz görmek dahî mümkün
değil. Özellikle bu saatlerde şehir merkezlerinde tehlike saçan çetelerin
olduğunu öğrendikten sonra, akşamları sâdece arabayla şehri gezebildik.
Geçmişte ülkede yaşanmış birçok haksız uygulama göz önünde
bulundurulunca, insan neredeyse zencilere hak verecek duruma geliyor.
Merhaba – Bahar 2008 / 47
İngilizlerin insan haklarından bahsetmesinin ne kadar acı olduğunu da
düşünmeden edemiyorsunuz. Osmanlı zamânında -sözde- yaptıklarımızla
suçlanmak insana daha da bir ağır geliyor bu ülkede.
Bu tip tehlikeleri olmasına rağmen tabiî güzellikleri daha ağır basan bu
güzel şehirde gönlümüzün bir kısmını bırakıp geldik. Temennim, her ne
kadar zor görünse de, sosyal düzenin yüzyıllar geçmesi gerekmeden
düzelmesi…
48 / Merhaba – Bahar 2008
ŞİİR
Orhan DURSUN
KAR TÂNELERİ
Geçmiş oluyorum çoğunca
Bâzen de gelecek
Ve uzunca bir boşluk arada.
Tenimin altında kar tâneleri
Üşüyorum gözlerime kadar.
Bakışlarımda donuk titreyişlerin izleri
Yalnızım sensiz bir an kadar.
Bir renk geliyor sürekli aklıma,
Geceleri daha koyu
Uykudayken daha beyaz
Olabildiğince sessiz bir renk.
Merhaba – Bahar 2008 / 49
SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİ
Mehru ÖZTÜRK *
Sosyal sorumluluk projeleri, şirketlerin sâdece üretmek ve tüketim
duygusunu güçlendirmek dışında, toplumsal sorumluluklarını yerine
getirmek amacıyla gerçekleştirdikleri projelerdir. 20. yüzyıl ile birlikte,
toplumun gelişmesinin yalnızca devlet eliyle gerçekleşemeyeceğine inanan bir
nesil vâr olmaya başlamıştır. Bu yeni nesil; eğitim, çevre ve sağlık gibi
toplumsal önceliğin olduğu konularda ve öncelik hâline gelmesi istenen
“kültür” konusunda daha duyarlı olmak için, bütçelerinin bir kısmını “sosyal
sorumluluk” projelerine aktarmaya başlamıştır. Bir diğer taraftan da, yine
aynı amaçla “Sivil Toplum” kavramına inanan insanlar tarafından kurulan
“Sivil Toplum Kuruluşları (STK)”, yaptıkları projeler ile toplumsal dönüşümü
gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Şirketlerin sosyal sorumluluk projeleri üzerine eğilmesi, yeni bir
kavramı ortaya çıkarmıştır: “Kurumsal Sosyal Sorumluluk”. Kurumsal Sosyal
Sorumluluk kavramı (KSS) dünyâda Kofi Annan’ın 2000 yılındaki Milenyum
Deklarasyonu’ndan sonra hızla yayılmıştır. Şirketlerin faaliyet raporlarında,
sâdece mâlî tabloları ve ilgili açıklamaları ile yetinmeyip, gerçekleştirilen
sosyal sorumluluk projelerinden de bahsedilmeye başlanmıştır. Avrupa
Komisyonu’nun Haziran 2004 târihinde yayımladığı bir belgede kurumsal
sosyal sorumluluk: “Sürdürülebilir gelişmeye dâir artı bir değerdir. Bu
gelişme çerçevesi içerisinde, yeni bin yılın hedeflerine ulaşmada, yoksulluğu
azaltarak sürdürülebilir gelişmeyi sağlayan bir araçtır.” şeklinde
tanımlanmaktadır. 1
KSS, genellikle kurumların faaliyet gösterdikleri alanlarda (çevre,
sağlık, eğitim vb.) gerçekleştirdikleri projelerle karşımıza çıkar. Bâzı kurumlar
kendi vakıflarını kurarak, bâzıları da mevcut STK’lar ile işbirliği yaparak proje
gerçekleştirme yoluna gidebilir. STK’ların yürütmekte oldukları projelere
destek vermek de yöntemlerden biridir. KSS, sâdece bir kuruluştaki bir iki
bölüme hitap eden kısa süreli sponsorluk faaliyeti ya da pazarlama projesi
değildir. Bu projelere imza atan kuruluşların yaptıkları tüm faaliyetlerde,
sosyal sorumluluk ilkelerini de göz önünde bulundurulmaları gerekmektedir.
( )
* E-posta: [email protected]
Ebru G. Ural, Stratejik Halkla İlişkiler Uygulamaları, Birsen Yayınevi, İstanbul 2006.
1
50 / Merhaba – Bahar 2008
KSS projeleri için ideal olan tanımlamalar yukarıda belirttiklerimizdir.
Ancak, şirketlerin özellikle son yirmi yılda KSS projelerine bu kadar ağırlık
vermesinin sebebinin, sâdece “toplumsal dönüşüme” katkı sağlamak
olduğunu düşünmek, sanırım gerçekçi olmayacaktır. 1999 yılında yapılan
MILENYUM anketinde tüketicilerin %50’sinin şirketlerin toplumsal
duyarlılıklarına dikkat ettikleri gözlenmiştir.1 Bu ve bunun gibi araştırmalar
çok sıklıkta yapılmaktadır. Araştırmalar hep aynı sonuçlar üzerinde bizi
düşündürüyor. Sâdece para kazanmak, ticârî anlamda büyümek yerine sosyal
konulara bütçe ayıran şirketlerin yanı sıra, bunun bir fırsat kapısı olduğunu
fark eden bir kesim de mevcuttur. Aslında sâdece para kazanarak, kısa vâdeli
bir plana hizmet ettiklerinin farkında olmayan bu şirketler, tüketicinin
duygularını istismâr ederek markalarını diğerlerinden bir adım öne
taşıdıklarını düşünüyorlar. Aslında ticârî bir kaygı ile KSS projeleri uygulayan
bu şirketler, bir yandan da hammadde elde etme-kullanma, işçi çalıştırma ya
da çevre politikaları ile topluma ciddî zararlar verebiliyorlar. NIKE, bu
konuda verilebilecek güzel örneklerden biri olabilir. Çocuk işçi çalıştırmak
konusunda oldukça kötü bir üne sâhip olan şirket, bir yandan bu imajını
düzeltmek amacıyla çocuklar için sokak futbol turnuvaları ve sokak çocukları
için çeşitli KSS projeleri uygulamaktadır. Bu noktada NIKE’ın ticârî
kaygılarının, KSS projelerine olan inancı ile nasıl savaş verdiğini gözlemlemek
oldukça kolay hâle geliyor.
Bununla birlikte gerçekten KSS projelerine inanan şirketler olduğunu
da görüyoruz. Timberland, Amerika’da yapılacak bir proje için personeline
haftada 40 saat maaşlı izin veriyor; VISA, Türkiye’de “nesilden nesile”
projesini gerçekleştiriyor2; Türkiye Bankalar Birliği’nin “Çok yaşa bebek”
projesi3 başarılı bir şekilde devam ediyor. Bu projelerde elbetteki bireysel
duruşlarda çok önemli.
Toplumların gelişmesinin büyük ölçüde içinde yaşayan bireylere bağlı
olduğu günümüzde, herkesin en az bir kez bir sosyal sorumluluk projesinde
yer almasını, bir şeylerin değişebildiğini gözleri ile görüp, onlara elleri ile
dokunabilmelerini ümit ediyorum.
1
Necla Zarakol, Sosyal Sorumluluk, Sunum, 2004.
www.tog.org.tr
3
www.kurumsalsosyal.com
2
Merhaba – Bahar 2008 / 51
TÜRK DÜNYASI EDEBİYATÇILARI ANSİKLOPEDİSİ
B. İzzet TAŞCI 
Bilenler bilir, yıl 1978, devrin iktidârı Millî Kütüphâne Genel Müdîresi
Dr. Müjgân Cumbur’u görevden almak istiyor. Ama haklı ve kānûnî bir
gerekçe de ortada yok.
Nasıl olsun ki, hocamız üstlendiği resmî görevlerini gece gündüz
demeden yerine getiriyor ve ücretsiz olarak Allah rızâsı için doktora ve
yüksek lisans talebelerine de danışmanlık yapıyor. Müjgân Hoca, talebelerin
adını bile okuyamadıkları zâtların hayat hikâyelerini, bir çırpıda, kendine
danışıldığı takdirde soranlara anlatıveriyor.
Hani, Baba Erenlere sormuşlar: “Deveyi iğne deliğinden geçirmek
mümkün müdür?” diye. “Mümkündür.” demiş. “Ya deveyi küçültürsünüz,
ya da iğnenin deliğini büyütürsünüz.”
Zamânın iktidârı, şahsiyeti ilim ile şekillenmiş Müjgân Cumbur’u
küçültemiyor ama iğne deliğini büyütüyor. Millî Kütüphâne Genel Müdürlük
seviyesinden, Müdürlük seviyesine indiriliyor. Tam bir kurnazlık.
Peki ilim âleminin Müjgân Hocası küsüyor mu memleketine? Küsüp
sırtını çeviriyor mu ilim âlemine? Sağlık durumu el vermemesine rağmen
sabır, sebat ve tevekkülle eser vermeye, öğrenci yetiştirmeye devam ediyor.
İşte o çalışmalardan biri, Müjgan Cumbur’un başkanlığında Dr.
Hüseyin AĞCA, Prof. Dr. Osman HORATA, Prof. Dr. Sadık TURAL ve Doç.
Dr. Naciye YILDIZ gibi seçkin bir heyet tarafından maddelerinin incelemesi
yapılan, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi.
Sekiz cilt hâlinde yayımlanan ansiklopedi, zengin dilimizin farklı
lehçelerinde eser veren 30 bin kadar Türk şâir, yazar ve fikir adamının hayat
hikâyelerini ihtivâ ediyor. Eser uzun yılların bilgi birikimini bizlere sunmakla
kalmıyor, aynı zamanda 20’ye yakın Türk lehçesinin edebî yönden izini
sürmemize de imkân sağlıyor.
Bu eserde, her biri târihe mâl olmuş binlerce Türk edebiyatçısının
hayat hikâyelerinde, milletimizin coğrafyasının ne kadar zengin olduğunu bir
kez daha görüyorsunuz.
( )
* E-posta: [email protected]
52 / Merhaba – Bahar 2008
Milletimizi seviyoruz elbet. Diliyle, edebiyâtıyla târihiyle, eski ve yeni
coğrafyasıyla. Dahası sâdece güzellikleriyle değil, karmaşasıyla ve içinde
barındırdığı derin çelişkilerle de seviyoruz milletimizi ve coğrafyasını.
Rahmeti değil, zahmeti de ayrı bir güzellik Türk coğrafyasının.
Ansiklopedideki hayat hikâyelerine bakarsanız bunu göreceksiniz.
Atatürk Kültür Merkezi yayınları arasında çıkan ve sâdece
edebiyatçıların istifâde edeceği değil, Türk diline de gönül veren herkesin
kütüphânesinde olması gereken bir âbide eser Türk Dünyası Edebiyatçıları
Ansiklopedisi.
Elinize, gölünüze ve kaleminize sağlık Müjgan Cumbur. İlminizin
zekâtından bizlere de pay ayırmayı ihmâl etmeyin. Sıhhat ve âfiyetle…
Not: Ansiklopedi, internet üzerinden http//e-magaza.akmb.gov.tr adresinden % 50 tenzîlâtlı
olarak temin edilebilir.
Merhaba – Bahar 2008 / 53
DENEMELER
Yıldız SERT *
ÜMİTLİ BEKLEYİŞ
Güneş artık daha sıcaktı. Soğuk günler geride kalmıştı. Gülcan’ın
kafesteki kuşu bile bir başka ötüyordu. Pencereyi artık biraz da olsa açık
bırakabiliyorlardı. Dışarıda öten kuşların cıvıltısı duyuluyordu. Gülcan’ın
kuşu da onlara neşeyle eşlik ediyordu. Gülcan balkona çıktı. Kuş cıvıltıları ile
birlikte baharın çiçek kokan havasını içine çekti. Başını gökyüzüne kaldırdı.
Martıların havada birbirleriyle yarışını gördü. Gülümsedi. Gözlerini
çimenlerin üzerinde yatan kediye çevirdi. Kedi güneşin zevkini çıkararak
geriniyordu. Gülcan yüzünü bu manzaradan odasında cıvıldaşan kuşuna
çevirerek: “Hava çok güzel Şirin. İster misin seni biraz balkona çıkartayım?”
diye sordu.
Kuş sanki Gülcan’ın dediğini anlamıştı. Daha çok öterek kafeste
oradan oraya uçmaya başladı. Gülcan tam Şirin’i balkona çıkartmak üzereydi
ki aşağıdan gelen sesleri duydu. Kuşunu balkona koyup odasından çıktı. Sesin
geldiği yöne doğru yürüdü. Sesler salondan geliyordu. Zeliha Hanım:
— Bu sarma diğerinden daha iyi, ama bakın. Bakın bakın, diyerek
sarmayı iki parmağının arasına aldı. Bu sırada içeri Gülcan girdi:
— Dışarıda hava çok güzel. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor. Âdeta şarkı
söylüyorlar. Şirin de onlara eşlik ediyor. Hep birlikte baharın gelişini
kutluyorlar sanki, dedi. Hamiyet Hanım bir yandan sarmasını sararken diğer
yandan konuştu:
— Evet, 6 Mayıs. Yarın... Sözünü bitirmemişti ki Gülcan lâfa girdi:
— Doğru ya, 6 Mayıs Hıdırilyas günü, yazın başlangıcı. Zâten sâdece
kuşlar değil, gördüğüm bütün hayvanlar neşeli. Kediler, köpekler, kafesteki
kuşum bile! Zeliha Hanım:
— Yarın biz de baharın gelişini bir piknikle kutlayacağız. Gülcan,
kızım, hem o senin dediğin Hıdırilyas değil Hıdrellez, dedi. Gülcan:
( )
* E-posta: [email protected]
54 / Merhaba – Bahar 2008
— Doğru ya, 6 Mayıs yazın başlangıcına Hıdrellez deniyordu.
Hıdırilyas’ı da nereden çıkarttıysam? dedi. Gülcan’ın annesi Hamiyet Hanım
lâfa tekrar karıştı:
— Aslında çok da yanlış söylemiş sayılmazsın. Efsâneye göre o gün
Hızır ve İlyas peygamberler buluşurlar. Halkımız da o buluşmanın anısına o
güne Hıdrellez der. Günümüze değin adı böyle süregelmiştir. Sen Hızır
diyeceğine Hıdır dedin ama diğer peygamberin ismini doğru söyledin, dedi.
Gülcan sordu:
— Efsânenin gerisi nasıl? Hamiyet Hanım:
— Onların biraraya gelmesiyle de bolluk ve bereket olur. Bizler de açık
alanlara çıkarız. Ateş üstünden atlarız, dileklerimizi gül ağacı altına taşlarla
çizeriz, piknikler yaparız. Sıhhat, âfiyet, bereket bulmayı ümit ederiz. İşte
inanış budur, dedi. Zeliha Hanım:
— Abla lâfa daldık, unuttuk. Akşam olunca biz de ateşten atlamayacak
mıydık? Neredeyse akşam oldu bile, dedi. Gülcan yerinden ok gibi fırladı:
— Mâdem ki inanışımızda sıhhat, âfiyet bulmak da var, ben Semalara
haber vereceğim. Hamiyet Hanım hiç sesini çıkarmadı. Kapının kapanma
sesini duyar duymaz iç geçirdi:
— Merhametli kızım benim. İnşaallah Sema’nın annesi iyileşir.
Kadıncağaz uzun zamandır hastahânede yatıyor. Dua edelim de kısa sürede
çocuklarının başına dönsün, dedi. Sonra Zeliha Hanım’a seslenerek: “Ben de
şu sarmayı ateşe koyayım.” deyip mutfağa yürüdü. Zeliha Hanım:
— Tamam öyleyse biz de ateşi yakalım Hamiyet Ablacığım, diyerek
kapıdan çıktı.
Zeliha Hanım indiğinde çocuklar bahçedeydiler. Hava yavaş yavaş
kararırken çocuklar da etraftan çalı çırpı toplamaya koyuldular. Zeliha
Ablaları da onlara yardım etti. Hamiyet Hanım geldiğinde ateş hazırdı. Zeliha
Hanım ateşin üzerinden ilk atlayan olmak istedi. Tam atlamak üzerelerken
Hamiyet Hanım karşıdan bağırdı:
— Eteklerini topla Zeliha! Geçen seferki gibi ateş almasın. Zeliha
Hanım:
— Aman abla toplamaz olur muyum? Artık akıllandım. Konuşurken
bir yandan da geri geri gidiyordu. Hızını aldıktan sonra koşarak atladı. Atlar
atlamaz çocuklardan bir alkış koptu. Hamiyet Hanım:
— Çocuklar sizden önce ben atlayayım, diyerek ateşin başına geçti. O
atladıktan sonra da alkış koptu. Her atlayışın ardından bir alkış geliyordu.
Merhaba – Bahar 2008 / 55
Çocuklar ateşten atlamak için âdeta birleriyle yarış ediyorlardı. Hamiyet
Hanım:
— Ben gül ağacının dibine ev yapacağım. İstersen sen de gel Zeliha,
diyerek bahçenin köşesine doğru yürüdü. Zeliha Hanım koşarak onu tâkip
etti. Hamiyet Hanım taşlardan ev yapmaya başlamıştı bile. Yanına Zeliha
Hanım da çömeldi:
— Ayy abla, bu ev sevdâsından vazgeçmedin gitti. Her Hıdrellez’de ev
yaparsın. Ortalıkta ne bir ev var, ne bir şey, dedi. Hamiyet Hanım:
— Ümmiye Hanım bıkmadan usanmadan her Hıdrellez günü ev yaptı.
Sonunda bir evleri oldu. Senin îtikādın yok. Böyle şeylere inanacaksın. O
zaman sâdece evin değil, her istediğin olur, dedi. Zeliha Hanım:
— Bunun için az çalışmadılar ama, dedi. Hamiyet Hanım:
— Diyorum ya inanacaksın, diye kestirip attı.
Biraz sonra çocuklar da gelmişti. Hamiyet Teyzelerinin bu inançlı
söyleminden sonra onlar da bir ev yapmaya koyuldular. Sema ile ağabeyi
Sâmi aralarında heyecanla konuşuyor, bir yandan da taşlardan ev
yapıyorlardı. Sema:
— Ağabey, yaptığımız evin içine bir de bebek koyalım, dedi. Sâmi:
— O niye ki? diye sordu. Sema:
— Annem çabucak iyileşip eve gelsin diye akıllım, dedi. Sâmi:
— Haa iyi fikir, dedi. Ayağının dibinde duran tahta parçasını eğilip
aldı. Ona göz ve ağız çizdi. “İşte bu da annem! Nasıl oldu mu?” diye
kardeşine sordu. Hamiyet ve Zeliha Hanım çocukları dinliyordu. İkisi de çok
duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. Sema:
— Bence oldu, dedi. Sâmi:
— Sizce de oldu mu? diye komşu teyzelere sordu. Teyzeleri bir
ağızdan:
— Çok güzel oldu, dediler. Sâmi gülümseyerek:
— Bence de oldu, dedi. İş sâdece beklemeye kalmıştı. Hamiyet
Teyzeleri ne demişti? “İnanacaksın!” Onlar da inanıyorlardı.
Herkes dileğini taşlarla çizdikten sonra, hep berâber neşe içinde yukarı
çıktılar ve yemeklerini yediler. Çocuklar ertesi günkü Hıdrellez pikniğini
düşleyerek erkenden yataklarına yattılar. Büyükler ise piknik için hazırlık
yapmaya devam ettiler.
56 / Merhaba – Bahar 2008
150 YAZ BELLİ: CEMRELER, KOCAKARI
SOĞUKLARI, HIDRELLEZ…VE YAZ GELDİ!
Dr. Işıl İlknur SERT 
Çocukluk yıllarında evinde Saatli Maarif Takvimi olanlar, baharı
beklerken uzun uzun saymışlardır 150’ye doğru. Her akşam takvim yaprağı
kopartılır, sağ üst köşeye bakılıp “150’ye az kaldı.” denir. 150 gelinceye dek
ise öyle hoş belirtiler olur ki, bunları takvimden yaprak yaprak tâkip etmeye
doyum olmaz. Bu şekilde hem güzel bir gelenek devam etmiş hem de
atalarımızın gizemli ve ilginç kelimeleri günümüze dek yaşamayı sürdürmüş
olur.
Çocuklukta yaşanan hemen her şey ve aslında hayâtın tamâmı sırlarla
dolu gelmez mi insana? Bir takvim ile neredeyse bir ansiklopedi ve tüm
gizemli kelimeleri, evimizin duvarına tablo gibi asılmış olur. Bu bile meraklı
bir çocuk için ne kadar incelemeye değer bir şeydir! Hayâtın türlü sırları
arasında bir takvim yaprağının sunduğu “baharı beklerken başa gelecekler
dizisi”, ne ilginç kelimeleri içinde barındırır. Cemreler, kocakarı soğukları, sitte-i
sevr, kırkikindiler, hıdrellez… ve aslında hemen hepsi baharın gelişini
müjdeleyen ilginç olaylar silsilesi…
20 Şubat’ta birinci cemre havaya, 27 Şubat’ta ikinci cemre suya, 6
Mart’ta (bu yıl gibi artık yılsa 5 Mart’ta) üçüncü cemre toprağa düşer. Böylece
düştüğü yeri ısıttığı kabul edilir. Arapça “ateş hâlindeki kömür, kor”
anlamına gelen cemrelerle1 şöyle bir silkinir, karakışı geride bırakmaya
başlarız. İklim şartları değişiyor olsa da, küresel ısınmadan nasîbimizi alıyor
olsak da, bu târihlerin aşağı yukarı hâlâ tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak
eskiden cemre düşüşlerinin fırtınalı geçtiğini, İstanbul’da ve yurdun diğer
bölgelerinde bu sıralarda kar yağdığını2, yine Saatli Maarif Takvimi’nden
öğreniyoruz. Belki de cemreleri yaşayabildiğimiz son günlerdeyiz. Yavaş
yavaş cemrelerin gizemi de kaybolacak sanki…
( )
* E-posta: [email protected]
İlhan Ayverdi, Asırlar Boyu Târihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı
Neşriyâtı, 2.bs., İstanbul 2006, s. 470.
2
Saatli Maarif Takvimi, Maarif Kitaphânesi ve Matbaası, İstanbul 2008.
1
Merhaba – Bahar 2008 / 57
Gizemli kelimelerde dolaşmaya, takvim yapraklarını çevirmeye devam
ettikçe karşımıza ilginç bir kelime daha çıkıyor “berde’l-acuz”, yâni kocakarı
soğukları. 11-18 Mart arası yaşanan son soğuk günlerden bir dizisine bu adın
verilmesi de ilginç rivâyetlere dayanıyor1. Bir rivâyete göre bu soğuk günler,
vaktiyle bir kocakarının yedi keçisinin ölmesine sebep olmuş. Başka bir
rivâyete göre ise Allah, isyân eden Âd kavmini helâk etmek için soğuk bir
rüzgâr çıkarmış, sekiz gün süren bu soğuklar netîcesinde, bütün kavim
mahvolmuş, yalnız bir kocakarı bir mâbet kulesine saklanarak kendini
ölümden kurtarmış. Hakîkate gelince, sayılı soğuklarla geçen bu sekiz gün, kış
mevsiminin sonunu teşkîl etmekte olup, artık ihtiyar kışın âciz bir hâle
geldiğini bildirmektedir.
Takvim yaprakları yavaş yavaş koptukça güzel günlerin yakınlaştığı
anlaşılır. 15 Mart kırlangıçların gelme zamânı, 18 Mart kırlangıç fırtınası, 3
Nisan çiçeklerin açılması, bülbüllerin ötme zamânı karşımıza çıkar ve ilginçtir
ki hepsi de yavaş yavaş gerçekleşir. 150’ye az kalmıştır. Hızır ve Kasım olarak
ikiye ayrılan yılı bahara erdirmek için Kasım’ın son günlerini beklemek
gerekir. Kış, bahsedilen eski Kasım’ın 8’inde başlar. 179 gün sürer. Şubat’ın 29
çektiği artık yıllarda (yine bu yıl gibi) Kasım 180 gün çeker. Mayıs’ın 6’sında
Hızır ile, yaz faslı başlar. 186 gün sürer. Beklenen 150 ise, 5 Nisan’da takvim
yaprağında beliriverir.
“Yüzeli, yaz belli.” denilerek artık kışın sona erdiği düşünülse de önemli
bir soğuk daha kapıda beklemektedir. 20 Nisan’da güneş boğa burcuna
girince “boğa burcunda altı gün süren soğuklar” anlamına gelen “sitte-i sevr”2
zamânı da gelmiş demektir. Arapça sitte “altı”, sevr ise “boğa” anlamına
gelmektedir. “Sitte-i sevr, kapılar çevir.” şeklinde bir tekerlemesi bile vardır. 24
Nisan ipek böceğinin yumurtadan çıkması, 27 Nisan kalem aşısı zamânının
ardından, Kasım 150’den bir ay sonra, 6 Mayıs’ta Hıdrellez geliverir.
Hızır ve İlyas isimlerinin halk ağzında aldığı şekil olan hıdrellez, kökü
İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına
dayanan, Hızır yâhut Hızır ve İlyas kavramları etrâfında dînî bir muhtevâya
bürünmüş halk bayramının da adıdır. Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük
sırrına erdiklerine ve biri karada diğeri denizde darda kalanlara yardım
ettiklerine inanılan Hızır ve İlyas peygamberlerin, yılda bir defa bir araya
geldikleri gün olarak kabul edilir3. Türk kültüründe Hıdrellez başlı başına bir
1
a.g.e.
a.g.e.
3
Ahmet Yaşar Ocak, “Hıdrellez” TDV İslam Ansiklopedisi, c.17 s. 313-315.
2
58 / Merhaba – Bahar 2008
hazînedir. O gün ortaya çıktığına inanılan “âb-ı hayat” suyundan içip ömrünü
uzatmak, sağlık ve âfiyete kavuşmak isteyenler; kendini tanıtmadan insanlar
arasında kırlarda açık havada dolaşan ve onlara sezdirmeden dileklerini
gerçekleştiren Hızır ile karşılaşmak isteyenler, Hıdrellez günü kırlara
çıkmaktadır. Ayrıca kırlara çıkmadan önceki gece, gül ağacı dibine taşlarla
istenen her ne ise resmi yapılıp, sabah ezan okunmadan toplanırsa dileklerin
gerçekleşeceğine inanılmaktadır. Geleneksel inanış böyle olsa da gerçekte
yapılan şey, baharın getirdiği tâzelikten, canlılık ve enerjiden, baharın
bereketinde yararlanmak isteyen insanların açık havada topluca eğlence
düzenlemeleri, pikniklere çıkmalarıdır.1
Takvim sayfaları arasında gezinirken, Hıdrellez gibi kültürümüzde
önemli bir yer edinen kırkikindileri de görebiliyoruz. 11 Mayıs’ta başlayıp
Haziran ortasına dek süren, eskiden kırk gün boyu ikindi vakti yağdığı
söylenen2 kırkikindilerin bir coğrâfî terim olduğunu öğrenmek çok ilginç
geliyor. Bir gizemin gerçeğe döndüğünü gösterir gibi, “konveksiyon
(yükselim) yağışları” denilen bu yağış türünün, ilkbahar ve yaz başlarında
kuzeybatıdan gelen nemli ve soğuk havanın İç Anadolu’da ısınarak, yükselip
yağış bırakmasına verilen isim3 olduğunu öğrenmek kültürümüzün
zenginliğine bir işâret sanki.
Sonuçta takvim yaprakları arasında yaz mevsimine ermeyi beklerken
kırkikindiler arasında, 27 Mayıs’ta, sıcaklar başlar, yaz gelir. Saatli Maarif
Takvimi’ne gün be gün yansıyan, ama aslında hepsi birer halk terimi olan bu
gizemli kelimelerin şimdiki hava raporlarıyla ne kadar uyumlu olduğunu,
olağanüstü şartlar dışında, görmek mümkündür. Bugün dahî halkın bu
terimlere göre hareket ettiği bilinmektedir. Doğadaki değişimler, halk
arasında çok iyi tâkip edilerek, çeşitli isimlendirmelerle halk biliminde yerini
almıştır. Her ne kadar göz ardı ediliyor gibi görünse de bilimsel platformda
kabul görmeyen bâzı adlandırmaların ve târihlerin bilimsellikle uyuştuğu da
gözden kaçırılmamalıdır4.
Her biri birer meteoroloji uzmanının, coğrafyacının elinden çıkmış gibi
görünen eski terimlerimizi küresel ısınmaya rağmen yaşatmanın, zengin
kültürümüzü gelecek nesillere aktarmak açısından ne kadar gerekli ve önemli
olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
1
İsmail Özmel, “Bizim Hıdrellez” Milli Kültür, Mayıs 1991, s. 27-29.
Ayverdi, s. 1682.
3
“Coğrafya”http://www.bilimler.net/cografya/icerik.asp?blg=273&konu=iklim IV [20 Şubat 2008]
4
Göktan Ay,“Halkbilimde Bahar Olgusu ve Nevruz” http://www.haber10.com/makale/6260/ [20
Şubat 2008]
2
Merhaba – Bahar 2008 / 59
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI 

ANGEL
Yönetmen: François Ozon
Senaryo: Martin Crimp, François Ozon
Oyuncular: Romola Garai (Angel), Sam Neill (Theo), Lucy Russell
(Nora), Michael Fassbender (Esme)
Notu: 
Film 20. yüzyıl başlarında İngiltere’de geçiyor. Büyük bir yazar olmayı
kafasına koyan Angel Deverell’ın hızlı yükselişini konu ediniyor. Ancak bir
başarı öyküsü anlatırmış gibi başlayıp sonradan ezberimizi bozuveriyor.
Şöhreti, parayı, çocukluğundan beri oturmayı düşlediği evi, görür görmez
âşık olduğu adamı elde eden, çok kısa bir sürede edebiyat dünyâsının
zirvesine ulaşan, zengin, sevilen, hayranlık duyulan Angel’ın hayâtı bizi
nedense bir türlü tatmin etmiyor. Öyle ki filmin sonlarına doğru herşeyin bir
yalandan ibâret olduğunu; Angel’ın hayâtının giderek yazdığı romanlar kadar
gerçeklikten koptuğunu; ısrarla ve başarıyla kendini kandırmaktan başka bir
şey yapmadığını düşünmeye başlıyoruz. Daha biz bu cümleleri
toparlayamadan Ozon diyor ki “Ey seyirci, sen kendini kıssadan hisse
çıkarmak ya da filmin ana fikrini bulmak için yorma! Ben sana kısaca
özetlerim mevzûu.” Böylece filmin son diyaloğu âdeta yönetmenin de Angel
hakkındaki son cümlesi olarak zihnimize kazınıyor: Yayımcı Theo, Nora’ya
Angel’ın hayâtını anlatan bir kitap yazmasını önerdiğinde Norah şöyle cevap
veriyor: “Hangi hayâtını? Yaşadığı hayâtı mı, yoksa hayâlini kurduğu hayâtı
mı?”
Film, Angel’ın zirveden hızlı ve yürek burkan düşüşünün
çerçevesinde, hayâta dâir çok önemli iki husûsun da altını çiziyor. Herşeyden
önce insanın tüm hayallerine ulaşmasının mutluluğu garantilemediğini,
mutluluğa yetmediğini son derece çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Mutluluk ele geçmeyince tek avuntu olarak kalan meslekî başarıya gelince, bu
konuda da Ozon’un söyleyecek bir çift lâfı var: Kalıcı olmadıktan sonra
başarılan hiçbir iş
( )
* E-posta: [email protected]
60 / Merhaba – Bahar 2008
başarı değil aslında. Böylece boşa geçmiş, boşa kürek çekilmiş ama
ihtişamdan nasîbini fazlasıyla almış bir hayâta tanıklık ediyoruz.
Angel bir yönetmen filmi. Yönetmenin ben buradayım diye bas bas
bağırmadığı, ama üslûbun her kareye sindiği, söyleyecek sözü olan ama bu
sözü çok şık söyleyen bir film. Bir film eleştirmeninin Angel’ı “günümüzün
Rüzgâr Gibi Geçti’si” olarak tanımladığını da ekleyeyim. Angel karakterinin
Scarlett O’Hara’yı hatırlatan dik kafalı, bildiğini okuyan, inatçı tavrı da,
yönetmenin karaktere yaklaşımındaki nahiflik de Rüzgâr Gibi Geçti’yi
hatırlatmıyor değil. Ancak bana kalırsa Angel’ın yine de Rhett Butler gibi
önemli bir eksikliği var!

BEN BİR ROBOTUM AMA SORUN DEĞİL
Orijinal ismi: Saibogujiman kwenchana
Yönetmen: Chan-wook Park
Senaryo: Seo-Gyeong Jeong, Chan-wook Park
Oyuncular: Su-Jeong Lim (Cha Young Goon), Rain (Park II Sun), YongNyeo Lee (Young Goon’un annesi).
Notu: 
Normal (!) bir annenin kızı olan ancak kendini fare zanneden
anneannesi tarafından büyütülen Young Goon, dünyâya geliş amacını
çözmeye çalışan bir robottur. Ancak bu çabasını engellemeye çalışan, zâten
anneannesine de zâlim davranmış olan beyaz önlüklüler tarafından bir akıl
hastahânesine kapatılır. Şarjı azalmakta, florasan lambalar dışında iki çift lâf
edebileceği kimsecikler bulunmamaktadır. Florasan lambalar da akşamları
çok yorgun düştüklerinden, Young Goon’un yaşamı gerçekten çok
zorlaşmıştır. Ancak hayâtının aşkını da burada bulacaktır.
Konusunu çok kısa olarak anlatmaya çalıştığım filmin en çarpıcı yanı
şüphesiz karakterleri. Bir akıl hastahânesinde geçmesine rağmen atmosferi
benzer filmlerden, meselâ Guguk Kuşu’ndan çok farklı. Bu elbette bilinçli bir
tercih. Karakterlerin, daha doğrusu hastaların rahatsızlığı o kadar ilgi çekici,
yaratıcı ve bir taraftan da gerçekçi ki ana öyküye eğlenceli bir fon teşkil
ediyor. Böylece filmin mizâhî tonu daha da belirgin hâle geliyor. Bu esnâda
melodrama kaçmadan bir aşk hikâyesi nasıl anlatılabilir, bir akıl
hastahânesinde romantizm nasıl yakalanabilir, gülümsetmekten vazgeçmeden
duygusallık nasıl yaratılabilir gibi sorular yönetmen tarafından öyle bir
cevaplanıyor ki, keyifle seyretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.
Merhaba – Bahar 2008 / 61
Robotumuzun dünyâya geliş amacını öğrendikten sonra devreye bir
tutam gerilim bile giriyor.
Velhâsıl genelde Uzakdoğu, özelde Kore sineması almış başını gidiyor,
darısı başımıza.

KIZIMI KURTARIN
Orijinal ismi: Gone Baby Gone
Yönetmen: Ben Affleck
Senaryo: Ben Affleck, Aaron Stockard
Oyuncular: Casey Affleck (Patrick Kenzie), Michelle Monaghan (Angie
Gennaro), Morgan Freeman (Jack Doyle), Ed Harris (Remy Bressant)
Notu: 
Ben Affleck film yönetti, seyrettik, beğendik. Şaka değil gerçek! Üstelik
kılı kırk yaran film eleştirmenleri bile filme 8.0 vermiş.
Kızımı Kurtarın, kaybolan bir çocuğun ardından onu arayan polislerin,
âilesi tarafından tutulan özel dedektiflerin ve şüphelilerin peşinde bir şehrin
(Boston) kirli ve suçlu yüzünü çok yakından gösteriyor. Filmin sonunda
hikâye hiç beklenmedik bir şekilde bağlanırken Casey Affleck’in canlandırdığı
baş kahramânımız, ki kendisi özel dedektif oluyor, tüm seyircileri ikiye
ayıracak bir dönemeçte karârını veriyor. Seçtiği yolu yanlış bulanlar olacağı
gibi, en doğrusu diyenler de çıkacaktır. İşin aslı, kahramânımızın seçiminden
eskisi kadar emin olmadığını gösteren şüpheli yüz ifâdesiyle filmi noktalayan
yönetmen de bizi belirsizlikte bırakmayı, kahramânın seçimini onaylamaktan
ya da reddetmekten kaçınarak tarafsız bölgede kalmayı tercih ediyor. Film de
zâten klasik polisiye kalıplarını kullanarak bir kayıp arama hikâyesi anlatma
derdinde değil. Doğru diye yapılan yanlışları, yanlış bilinip yargılanan
doğruları, taraf tutmadan ortaya koymakta da son derece başarılı.
Bu arada Affleck âilesini oyunculuk kulvarında temsil etme vazîfesini
kardeşine bırakmasını ümit ettiğim çiçeği burnunda yönetmenin doğma
büyüme Boston’lı olduğunu, dolayısıyla şehri çok iyi tanıdığını da belirtelim.
Sonuç olarak, Ben Affleck film yönetti, seyrettik, beğendik, bir de
tavsiye ediyoruz. Yok artık!
62 / Merhaba – Bahar 2008

AMERİKAN GANGSTERİ
Orijinal ismi: American Gangster
Yönetmen: Ridley Scott
Senaryo: Steven Zaillian, Mark Jacobson
Oyuncular: Denzel Washington (Frank Lucas), Russel Crowe (Ritchie
Roberts), Lymari Nadal (Eva), Chiwetel Ejiofor (Huey Lucas)
Notu: 
Bir zencinin en alt basamaktan zirveye uzanan başarı öyküsü. Ama
tabiî akademik kariyer yapmıyor Denzel Washington, uyuşturucu işinde
başarı âbidesi oluyor. Bu hikâye birazcık tanıdık sanki. Hani zenci değil
Kübalı olsa, Denzel Washington değil Al Pacino olsa, Ridley Scott değil Brian
De Palma olsa (ah keşke olsa) Scarface diyeceğim ama… İşin garibi her
ikisinin kökeni de gerçek hayat hikâyeleri. Amerikan rüyâsı bu mu yoksa?
Bana “American Gangster’i nasıl bilirsin?” diye sorsalar derim ki,
Scarface bu işin Everest’idir, aşmaya çalışmanın âlemi yoktur, nitekim
aşılamamıştır. Ridley Scott hâdiseye sâdece bir adet sofistike (!) polis karakteri
eklemiştir. Onu da karakterden ziyâde tip olarak tanımlamak daha doğru
olabilir. Sonuç olarak bu kez Russel Crowe – Ridley Scott işbirliği (inanılması
güç ama gerçek) vasatın üzerine çıkamamış. Scott atmosfer yaratmaktaki
başarısını (bkz.: Cennetin Krallığı, Hannibal), yavaş ilerleyen öykülerde
tempoyu düşürmeme husûsiyetini (bkz.: Gladyatör, Thelma ve Louise) bu
filme yansıtamamış.
Vaktiniz bolsa, “Sâdece Washington ve Crowe’u seyretmenin keyfi
bana yeter.” diyecek kadar bolsa, bu filmi seyretmenizi tavsiye ederim. Bu
kadar zamânınız yoksa Scarface’i bir daha seyredin derim.
Merhaba – Bahar 2008 / 63
YAZI ATÖLYESİ’NDEN
Gülnar MIZRAK *
VE BU, YOLCUNUN EN SEVDİĞİ ŞARKIDIR…
Benim kayboluşum onlarınkine benzemez. Benzemeyecek de… Çünkü
her ayrılık başka bir kişiliğe bürünür; yolcunun kokusu siner üstüne, ismi
karışır dakîkalara ve kalp ağrıları duyulur her adımda… Ne varsa birbirine
karışır, neyin kime âit olduğunu anlamak zorlaşır. Çünkü gizlenmiş olsa da
eller daha birbirinden ayrılmamıştır, gönül bağları henüz kopmamıştır,
kopamamıştır… Gözyaşı yağar durur öncesinde, sonrasında ve en sonunda
da… Hiç sevmem…
Her şeye rağmen “ayrılık”; geçmişi koruyabilmek… Ayrılık, içimizde
yaşatabilmek için sığınabileceğimiz bir dost… Eğer artık kimse çabalamıyorsa,
hiçbir şey düzelmiyorsa… Onlara göreyse; kırılmış kalpleri birazcık da olsa
iyileştirmekti. Belki de hiçbir mânâsı yoktu. Ayrılık işte, gider gelirsin, öyle bir
şey… Yanılıyorlar yine, yanılıyorsunuz... Yine sanki hiç yaşanmamış gibi
davranıyorsunuz. Ya kanayan yaralarımız? Unutsanız bile öfkelerimiz,
haksızlıklarımız o ânın içine -en can alıcı yerine- mühürlenmiştir. Ayrılık,
yaraları saramaz; sâdece dinlendirir… Bütün kalpler yalnızca dinlenir. Bitmek
bilmeyen gözyaşları da, mâsum kalabilmiş anılar da, zavallı insanlar da…
Siz şimdi -her söylediğimde olduğu gibi- bunu da yanlış anlarsınız.
Ben dönüşü olan bir şeyden bahsetmiyorum. Ayrılık… Ya hiç dönmemektir
ya da hayâtın en sonunda, ölümden biraz önce… Acımasız ve duygusuz
muyum? Deli miyim? Yoksa -sâyenizde- çok mu kötüyüm? Hiçbiri değilim!
Farkında olmadığınız kırgınlıklar, sesi soluğu çıkmayan aşklar, ölümü
bekleyen yalnızlıklar, duyamadığınız ve söylenemeyen sözler… Hepsi içimde,
benliğimde… Her defâsında yüreğimi sıkıştırıyorlar, kalabalığın arasına
kaçıyorum. Kalp ağrılarıyla gidip geliyorum. Eskitiyorum ne varsa... Ama
hiçbiri istediğim gibi değil. Dönmek var, notalar konuşmuyor…
Siz hiç hissetmeseniz de her ayrılığın rûhuna bir şarkı mühürlüdür.
Onunla birlikte zaman ya yavaşlayarak mutsuz sonlu bir masala dönüşür ya
da hepsi düş gibi çabucak olup biter… Ve bu, yolcunun en sevdiği şarkıdır…
( )
* E-posta: [email protected]
64 / Merhaba – Bahar 2008
Ona gidememişliği hatırlatan, her dinlediğinde kalbini ağrıtan, uçurumun
kenarına sürükleyen… Herhangi bir şarkı...
Benim tutamadığım her gözyaşı için notalar dökülecek. “Ayrılıklarım”
dile gelecek… Sizinkilere benzemeyecek işte. Kolay da olmayacak, biliyorum.
Gittiğim hiçbir yere âit olmayacağım; ilk kırgınlığımda, ilk kalp ağrımda
hemen şarkımı seçip, sonra bilmediğim, hatta adını bile duymadığım başka
bir yere yol alacağım... Hâtıralar ve onlar, geçmişin içine sıkışmış kalbimde
saklı… Yaralı küçük kalbimde…
Hayat böyle akıp gider artık… Ama ya geri dönersem?
Merhaba – Bahar 2008 / 65
ŞİİR
Cengiz NUMANOĞLU
BEYTULLAH’TA BEN
Bir sancak altında kaç milyon insan,
Ne tenleri benzer, ne dilde lisan…
Olmuşlar… Tek yürek, tek tende can;
İnsanlığı gördüm… Beytullah’ta ben…
Yedi bağın gülü, aynı destede,
Yetmiş iki millet, aynı listede,
Kaç milyon “Âmin” der, aynı bestede;
Tevhîd’le haşroldum… Beytullah’ta ben…
Sînelerde alev, ne kül ne duman,
Dillerde bir soru: “Vuslat ne zaman?”
Cehennem söndürür, böylesi îman…
Aşk ne imiş gördüm… Beytullah’ta ben…
Okyanuslar aşmış, gelmiş nicesi,
Aç, susuz, uykusuz, gündüz gecesi…
Her nefes, dilinde Kur’ân hecesi;
Sevdâlılar gördüm… Beytullah’ta ben…
Rabb’in o dâvetli misâfirleri;
Doldurmuş, Mekke’de her karış yeri.
Dillerinde dinmez, “LEBBEYK” sesleri,
Arş’a yollar gördüm… Beytullah’ta ben…
........................................................
Gördüm ki; bu dünya bir oyalanma,
Hâlime bakıp da, mutluyum sanma.
Bedenim Kâbe’den uzakta amma;
Gönlümü bıraktım… Beytullah’ta ben…
66 / Merhaba – Bahar 2008
FACEBOOK’UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Kemâl Y. AREN *
Sanal âlemde böyle bir site varmış! Herkes ilkokul arkadaşlarıyla
buluşu buluşuveriyormuş!. Ay ne zevkli, ne eğlenceli şey!..
Neden ilkokul?
Moda öyle!..
Elbette istenirse ortaokul, lise veya askerlik arkadaşlarıyla da
buluşulabilir. Hatta hastahâne ya da hapishâne arkadaşlarıyla da!.. Ama ille
de ilkokul arkadaşlığı… Bugünün trendi bu!..
Neden ama?
Moda, dediniz ya!.. Modanın mantığı olur mu?..
Kim demiş modanın mantığı olmaz diye?
Mantıksız, sebepsiz hiç bir şey olmaz!.. Hâdiselerin tabiatına aykırı.
Gelin, berâberce bir beyin jimnastiği yapalım!..
***
Diyelim ki bir internet sihirbazı, insanları ana karnındaki halleriyle,
hatta daha da ileri gidip ondan önceki halleriyle buluşturmanın formülünü
bulsa!..
Ana rahminden önceki hâli ne mi?
Genetik âlem!..
Genlerimizin geldikleri merkezler!..
DNA’larımızın oluştuğu merkezler!..
Düşünseniz ya, ne ibretli bir buluşma olur?...
Neler neler çıkar ortaya!..
Bir düşünürün dediği gibi: “Herkes geleceğinden korkar, bense
evvelimden korkarım!..” Neden acaba?...
İnsanları çocuklukla ergenlik döneminin başladığı çizgiye götürmek
kolay. Suçsuzluk dönemi!.. “Çocukluk” der geçeriz. Ama daha gerisi,
( )
* E-posta: [email protected]
Merhaba – Bahar 2008 / 67
analarımız, babalarımız, dedelerimiz.. vs… İşte orası belirsiz? Ama bu gidişle
onlar da ortalığa dökülecek, merak etmeyin!
Sevgili gençler, gelin bu sevdâya kapılmayın, FACEBOOK’a girmeyin.
Birileri sizi ele geçirmeye çalışıyor! Bu tuzağa düşmeyin.
Kurgu bilim mütehassısı Kemâl Amca’nızdan nasihat: FACEBOOK’a
girmeyin.
“Bizim nasihata ihtiyacımız yok!” mu diyorsunuz? Siz bilirsiniz!
Buyurun öyleyse, “Ayağınız pınar, başınız göl olsun!” Masallar
dünyâsı sizin!..
68 / Merhaba – Bahar 2008
PROF. DR. MUSTAFA FAYDA İLE RÖPORTAJ
Hazırlayan: Güller KÖSE
DİN EĞİTİMİ VE KUTLU DOĞUM HAFTASI
Soru: Din eğitimi nedir ve neleri kapsar?
Cevap: Din eğitimi ve sınırları, zor bir konu. Böyle bir konuyu
konuşmak üzere beni seçtiğinizden dolayı size teşekkür ederim. Terim
etrafında birkaç husûsu açıklayarak söze başlamamızın daha uygun olacağını
düşünüyorum. “Eğitim-öğretim”, bugün günlük hayâtımızda, okullarımızda,
üniversitelerimizde, Millî Eğitim Bakanlığı’nda çok yaygın olarak kullanılan
bir terimdir. Bu eğitim ve öğretim ifâdeleri bizim klasik Türkçemizde tâlim ve
terbiye isimleriyle ifâde edilir ve bugün de Bakanlığın en önemli dâiresinin
adında eskisi gibi kullanılmaktadır. Binâenaleyh eğitim denince bizim
aklımıza terbiye kelimesi gelir. Kültürümüzde terbiye kelimesi, eğitim
kelimesinden daha köklü olarak kullanılan ve hâlende herkesin bildiği,
kullandığı bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun için konuşmamız
esnâsında zaman zaman eğitim kelimesi yanında, terbiye kelimesini de
kullanmamız gerektiğini ifâde ederek, bu konuyla ilgili sorularınıza cevap
vermeye başlamak istiyorum. Terbiye konusu yalnız dinle irtibatlı olarak
değil, hayâtın her safhasıyla ilgili olarak, eğitim ve çocuğun yetişmesiyle
berâber oluşmaya devam eder. Çocuğun şahsiyetinin teşekkülünün
tamamlanmasından sonra dahî terbiye, insan hayâtında yeni davranış şekilleri
alarak bâzen gelişme, bâzen de kötü yönde alçalma göstererek devam eder.
Terbiye biten bir süreç değildir. Öğrenim gibi o da beşikten mezara kadar
giden bir süreçtir. Küçükten insana kazandırılmaya başlanan ve atılan bu
temellerle terbiye, çocuğun şahsiyetinde silinmez izler bırakan davranışlar
olarak kazandırılır. Bununla şunu ifâde etmek istiyorum ki terbiye bir öğretim
konusu olmaktan daha fazla, davranış konusudur. Bu davranış kazandırma
bilgiyle, ilimle desteklenebilir.
Esâsen, çocuk yaşarken terbiye edilir. Bir başka ifâdeyle anne-baba
çocukla berâber yuvalarında yaşarken, onu terbiye etmeye başlarlar. Bundan
dolayı terbiyede en önemli unsur mürebbî (terbiye eden)dir. Çünkü çocuk
mürebbîye bakarak, onu gözleyerek terbiye olur, yetişmeye başlar.
Davranışlarını anne-baba ve çevresinde varsa, diğer kimselerin
Merhaba – Bahar 2008 / 69
davranışlarıyla birlikte oluşturur. Buna dikkat etmek gerekir. Şuurlu olarak
çocuğun davranışlarının iyi ve güzel olmasını sağlamak isteyen anne-baba,
davranışlarıyla çocuğu terbiye etmekte olduklarını hiç unutmamalıdır. Bunun
için eğitim konusu, terbiye kāidelerinin sayılarak öğretileceği bir konu
değildir. Terbiye, hayâtı yaşarken, günlük hayâtın içerisinde, sabah
yatağından kalktığından gece yatağına yatıncaya kadar, çocuğa gayrişuûrî
olarak bir öğretme arzusu olmaksızın öğretilen, zerk edilen, aşılanan bir
konudur. Bundan dolayı da fevkalâde zordur. Çünkü çocuk, anne-babanın
veya çevresindeki diğer insanların sözleriyle, davranışlarıyla ki bunların
hepsini çocuk davranış olarak hisseder, alır ve uygular, taklit eder,
şahsiyetinin oluşum tuğlalarını meydana getirir. Öyleyse çocuğun iyi eğitim
görmesi, iyi insanlarla berâber yaşamasıyla paralellik gösterir. Bundan dolayı
da çocukta, anne-babanın terbiyesinin izlerini, onların şahsiyetlerinin almış
olduğu şekli fark ederiz.
Din eğitimiyle ilgili konuya geçmeden önce, çocuğun hayâtının bütün
davranış şekillerinde bu gerçeği hiç unutmamak gerekiyor. Çocuk için
uygulanacak en iyi terbiye usûlü, ister eğitim olarak günlük hayâtın çeşitli
safhalarıyla ilgili olsun, isterse dînimizi öğretmek bakımından olsun, hayâtı
çocuğunuzda olmasını istediğiniz şekilde, onunla berâber yaşamanızdır.
Yaşayarak çocuğunuzu yetiştirmenizdir, yaşayarak çocuğunuzu terbiye
etmenizdir. Bu yönüyle terbiye konusu hem çok önemli, hem de çok zordur.
İnsanların kendisine karşı, başkalarına karşı, insanların dışındaki diğer
yaratılmışlara karşı ve kendisini yaratan Rabbine karşı vazîfelerini nasıl yerine
getireceği, yaşanarak çocuğa verilmelidir. Çocuklarımızı bu anlayışa göre
yetiştirelim ki onlar da bizden sonraki nesillere bu hayat şeklini
nakledebilsinler.
Din terbiyesi, hayattaki davranışlarımızın her birisi için söz
konusudur. İnsanın yatağından kalkış şeklinden başlayarak abdestini alması,
yüzünü yıkaması, sabah temizliğini ve kahvaltısını yapması, günlük işlerini
yerine getirmesi, hayâtını nasıl yürüteceğinin öğretilmesi gibi hususları
kapsar. İnsanın bu âlemde niçin yaratıldığı, nasıl yaşayacağı hususlarının,
ibâdullaha hizmet ile Allah sevgisi ve rızâsını din terbiyesinin mihenk taşı
olarak görülmesi ve çocuğun da öyle yetiştirilmesi gerekir. Çocuğa
kazandırılacak davranışlarda her şeyi Hakk’ın rızâsı için yapma anlayışını
hâkim kılacak bir terbiye mekanizmasını, günlük hayâtın tabiî seyri içerisinde
yaşayarak yerleştirmek gerekir. Bundan dolayı terbiyede en önemli unsurun
çevre olduğu gāyet açıktır. İyi insanlardan iyilikler görerek büyüyen çocuk
aynı şeyleri yapmak ister. Kötü arkadaşlar bulursa da onları taklîde çalışır.
70 / Merhaba – Bahar 2008
Soru: “Peygamber ahlâkı” nedir? Dînî eğitimde ahlâkın yeri ve
önemi nedir?
Cevap: Peygamber efendimiz “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim.’’ buyurmaktadır. Bu güzel ahlâkı tamamlamak hadîsinin çok iyi
anlaşılması gerekmektedir. Bizim peygamberimiz insanların bilmediği bir
ahlâk kāidesi ortaya koymamıştır. Burada ahlâkı tamamlamak demek, ahlâkı
yaşanabilir hale getirmek, ahlâk kāidelerini hayâtın içinde yaşarken canlı
tutmaya memur olduğunun ifâdesi olarak anlamak ve değerlendirmek
demektir.
Gerçekten peygamber efendimiz güzel ahlâklı bir şahsiyetti ve bu
hakîkati: “Rabbim beni çok güzel terbiye etti.” buyurarak dile getirmiştir. Onu
terbiye edenin yüce Allah olması, Resûlullah efendimizin müslümanlar
tarafından örnek alınmasının emredilmesiyle sonuçlanmıştır. Resûlullah
efendimizin peygamberlik vazîfesini yerine getirirken, tevhit inancından
sonra, yâni tek Allah fikrinden sonra odaklandığı en önemli konunun, ahlâk
olduğunu da görüyoruz. Bundan dolayı da yukarıdaki hadîsi söylemişlerdir.
Burada üzerinde durulması gereken başka bir nokta; peygamber efendimizin
ahlâkının esaslarının ve hayat içinde şekillenmesinin Kur’ân-ı Kerim’den
kaynaklandığıdır. Bundan dolayı Hz. Ayşe vâlidemiz, peygamber efendimizin
ahlâkı kendisine sorulduğu zaman: “Siz Kur’an okumuyor musunuz?
Peygamberimizin ahlâkı Kur’an ahlâkıdır.” buyuruyor. Hz. Ayşe annemizin
dile getirdiği, peygamberimizi tavsif etmek için, anlatmak için söylediği bu
sözler, aynı zamanda bizim dînimizin kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’in de ahlâkı
temel aldığını gösteren bir başka husustur. Nitekim Kur’an ahlâkının tespiti
için âyet-i kerîmelere, sûrelere baktığımız zaman, hem tarihte hem Kur’ân’ın
nâzil olduğu dönemdeki insanların davranışlarından örnekler verilmiş, iyi
işler yapanlar övülmüş, kötü işler yapanlar ise yerilmiştir. İnsanların
davranışlarına âit vurucu ifâdeler, Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır. İnsanlar bu
yaşanmış kıssalardan ibret alsınlar istenilmiş, aynı zamanda ahlâk kāideleri
bakımından insanların eline bir endâze, bir ölçü verilmiştir.
Bu arada Kur’ân-ı Kerim’de bâzı emir ve yasakların da bu ahlâk
kāidelerini tamamlayan diğer hususlar olduğunu göz önünde bulundurmak
gerekir. Dînimizde tevhit inancının, yâni bir tek Allah’a inanmanın yerine
getirilmemesi, Allah’ın affetmediği büyük bir günahtır. Dînimizin affetmediği
ikinci büyük günah ise kul hakkıdır. Kul hakkı ihlâlleri, ahlâk kāidelerinin
ihlâliyle ortaya çıkan günahlardır. İnsanlar için âhiretin pasaportu, kalb-i
selîm sâhibi olarak davranışlar sergilememizdir. Ayrıca peygamberimizin
hadislerini toplayan Buhârî’nin kitabının birinci hadîsi: “Ameller niyete göre
Merhaba – Bahar 2008 / 71
değerlendirilir.” esâsının, ahlâkî davranışlarımızın temelini teşkil etmesine de
dikkat edilmesi ve bunların çocuklarımıza yaşanarak öğretilmesi gerekir.
Âile içerisinde verilecek dînî terbiye yanında, bu eğitimin bir kurumda
da verilmesi gerekir. Ancak bu ihtiyaç Türkiye’de hâlâ çözülememiş ciddî bir
konudur. Bugün memleketimizde din eğitimi, bâzı imam hatip okullarını
istisnâ kabul edersek, maalesef yapılmamaktadır. Anayasamızın 24.
maddesinde mecbûrî olan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinden sonra,
velîlerin isteğine bağlanan din eğitimi ve öğretimi konusu maalesef bir kānun
çıkarılarak uygulamaya konulamamıştır. Genç nesillerimiz âileden aldıklarını,
câmiden ve çevreden gördüklerini şuurlu bir şekilde öğrenip uygulayacakları,
eğitim ve öğretim yapılan bir kurumdan mahrum bulunmaktadırlar.
Türkiye’deki lâik devlet sistemimize göre din eğitim ve öğretimini ancak
devlet verebilir. Devletimiz de bu konuyla ilgili henüz bir kānun çıkaramadı.
Siyâsî iktidarlar, 1982 Anayasamızda yer almasına rağmen, 2008 yılında
bulunduğumuz bu günlerde, 26 sene gibi bir süre geçtiği halde, anayasamızda
yer alan mecbûrî Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin dışındaki isteğe bağlı
din eğitim ve öğretiminin yerine getirilmesi için bir karâra henüz
varamamıştır. Bundan dolayı bugün Türk çocukları ve Türk gençleri, Türk
yetişkinleri ve yaşlıları, din eğitim ve öğretimi alacakları bir kurumdan
mahrum bulunmaktadırlar. Câmilerimiz bu bakımdan ibâdet yeri olmanın
dışında, yarım saatlik bir vaaz ve nasihatle bu konuyu geçekleştirmektedir ki
bu, eğitime değil, belki yalnızca öğretime girebilen bir faaliyettir. Gencin din
eğitimi alabilmesi için tek kurum, Kur’an kurslarıdır ki bunların yeterlikleri,
eğitim ile öğretimi yerine getirebilmeleri zor görünmektedir. Batılı devletler
bu konuyla ilgili olarak çok yeni metotlar geliştirmişlerdir. Maalesef biz
bunların varlığından haberdar olmamıza rağmen, memleketimizde bu
istikāmette hiçbir adım atılmamış ve bu konu rahatça ilmin konusu olarak
incelenip, hem siyâsî partiler, hem sivil kuruluşlar, hem de üniversitelerimizin
ilim çevrelerinde ciddî bir şekilde tartışılarak çözüme kavuşturulamamıştır.
Müslüman çoğunluğun din eğitim-öğretiminden mahrum olmalarına
mukābil, hıristiyan ve yahudi olan vatandaşlarımız kiliseleri ve havraları
tarafından oldukça iyi eğitilmektedir ve din eğitimleri oldukça canlı şekilde
verilmektedir. Bizler bu bakımdan hâlâ mağdur edilmekteyiz ve
anayasamızın öngördüğü ve bana göre de âmir hükmü olan, emredici bir
tarafı olan din eğitim ve öğretiminin Türk gençlerine, Türk çocuklarına
verilmesi husûsu, hâlâ muallakta bulunmaktadır. Bundan dolayı çocukların
ve gençlerin din eğitimi almasının mesûliyetini şu anda yalnızca âileler
üslenmiş bulunmaktadır. Ancak din eğitimi ve öğretimi almayan nesillerin
72 / Merhaba – Bahar 2008
yetişmesiyle meydana gelen bütün genç anne-babalar, âileler, kendilerinin
ihtiyâcı olan eğitimi alamadıkları için çocuklarına nasıl eğitim verecekler?
Gerçekten bilemiyoruz. Bildiğimiz, bâzı âilelerin bu eğitimi, çocuklarını yaz
tatillerinde Kur’an kurslarına göndermek ve biraz Kur’ân-ı Kerim okumayı
öğretmek sûretiyle vermeye çalıştıklarıdır. Tevhîd-i Tedrîsat Kānûnu’na göre
devlet bu vazîfeyi üstlenmelidir ki gençlerin yetişmesinde, iyi terbiye
almasında görevini yerine getirebilsin.
Soru: Din eğitimi ve öğretimini câzip hâle getirmek için neler
yapılabilir?
Cevap: Bu çok zor bir soru. Her şeyin başı sevgidir. Din terbiyesinin de
câzip hâle getirilmesi ancak sevdirmekle olur. Bu sevgi ortamını, eğitimi
verecek olanlar sağlamalıdır. Yukarıda anne-babanın çocuğa terbiye
vermesinin zor olduğunu nasıl söylemişsek, dînî terbiye verecek insanların da
gerçekten çok iyi yetişmeleri gerekir. Bizim millî târihimize baktığımızda
insanların terbiye edildiği yer olarak tekkelerin ve zâviyelerin, çok büyük ve
unutulmaz hizmetler yaptıklarını ve çok iyi çalıştığını görüyoruz. Özellikle
Selçuklu ve Osmanlı Devleti tecrübelerine baktığımız zaman, devletin çeşitli
tasavvufî zümrelere, biz onlara bâzen tarîkatlar da diyoruz, toprak vererek
dergâhlarını açmalarına izin verdiklerini, onların da insanımızı akşam
sohbetleriyle, mûsikî, semâ veya zikirle berâber terbiye ve ahlâk üzerine
yapılan konuşmalar, öğretiler ve telkinlerle yetiştirdiğini görüyoruz. Ayrıca
sâdece müslümanların değil, bu terbiye sisteminden çok istifâde eden başka
din mensuplarının da, müslümanların bu hallerini, yaşayış şekillerini çok
beğendikleri için ihtidâ ederek müslüman olduklarını da biliyoruz.
Dolayısıyla bu oluşumlar sâdece müslümanlara değil insanlara hizmet
sunarak pek çok kimsenin müslüman olmasını sağlamıştır.
Târihteki ecdâdımızın tecrübesiyle bugünkü ilmî sonuçları
karşılaştırarak yeni metodlar geliştirmeliyiz. Burada hiç şüphe yok ki imam
hatip okullarına, ilâhiyat fakültelerine, Diyânet İşleri Başkanlığı’na önemli
vazîfeler düşmektedir. Ayrıca sivil toplum kuruluşlarının da bu hususta yol
gösterici çalışmalar yapmaları ve bu terbiye mekanizmalarımızın, ilmin ışığı
altında, bugünkü pedagojik değişmelerin de ortaya koyduğu sonuçları göz
önüne alarak, yeni bir hamleye dönüşmesi gerekmektedir. Burada temennî
ederiz ki Kubbealtı gençleri bu konuyu gündemlerinden hiç çıkarmazlar ve
gençlerin önce çocuk, sonra genç olarak yaşadıkları bu güzel seneler
içerisinde, kendi çocuklarını yetiştirirken örnek alacakları davranışlarını,
milletimize de hissettirecek bir üslûpla ortaya koyarlar ve insanımızın bu
konudaki eksikliğinin giderilmesinde önemli bir boşluğu doldururlar.
Merhaba – Bahar 2008 / 73
Soru: “Kutlu doğum” haftasını kutladığımız bu günlerde
peygamberimizi anlayabilmenin önemi nedir? Dînî eğitimle bu anlayış
nasıl kazandırılabilir?
Cevap: Peygamber efendimizin kutlu doğumunun her yıl tekrar
edildiği Nisan ayına yaklaştığımız bu günlerde, hiç şüphe yok ki güzel
ahlâkın yaygınlaştırılmasındaki hizmetlerin ve bu sâhada peygamberimizin
yaptıklarının, söylediklerinin ve ashâbında onun bu örnekliğinin tabiî sonucu
olarak ortaya çıkan güzel davranışlarının hatırlanmasının, kutlu doğumun
kutlanmasında ve peygamberimizin anlaşılmasında en önemli sâhayı teşkil
etmesini temennî ediyorum. Peygamber efendimizin dâima daha yakından
tanınması, onun güzel ahlâkını ortaya koyduğu hâdiselerin çocuklarımıza
bilgi olarak öğretilmesi, ashâbının ondan nasıl faydalandığını, onun rengine
nasıl boyandığını gösteren bilgilerin insanlarımıza aktarılması, hiç şüphe yok
ki kutlu doğum haftasının en iyi şekilde idrâkini ve kutlanmasını
sağlayacaktır. Temennîmiz bu yöndeki gayretlerin, çalışmaların artarak
devam etmesidir. Teşekkür ederim.
Mustafa Fayda Hocamıza kıymetli vakitlerini bizlere ayırdığı ve
verdiği bilgiler için çok teşekkür ediyoruz.
74 / Merhaba – Bahar 2008
NEŞRİYAT
Vedat ÖZSÜLLÜ *

Süleyman Uludağ Kitabı
Prof. Dr Mustafa Kara
Dergâh Yayınları
Son iki asırda müslüman toplumların düşünür ve yöneticileri batı
karşısında yaşadıkları açmazlar ve iklimlerde, kâh teslîmiyeti, kâh sertliği
(fikirde “köktendincilik”, eylemde şiddet), kâh da sentez adına, yaşaması
neredeyse imkânsız ucûbe fikir ve yazıları seçtiler. Halkla ve yöneticilere yol
gösterecek meselelerini çözecek ulemâ ve düşünürler, gündemdeki meseleleri
çözemedi. Askerî alanda yaşayan yenilgiler iktisâdî ve sosyal hayatta da
devam etti. Batının kurum ve düşünceleri müslüman ülkeleri istîlâ etti.
“Yenilikçi”lerin karşısında “gelenekçi”ler oluştu.

Ya Bir Yol Bul Ya Bir Yol Aç Ya da Yoldan Çekil
Mümin Sekman
ALFA Yayınları
Okul hayâtı bitince “hayat okulu” başlar. Hayat okuluna giriş bir
yarışın başlangıcıdır. Bu yarış bir durağa varmak için yapılmaz. Başarılı
insanlar için başarı bir durak değil, yolculuk şeklidir. Bu yoğun mücâdele
içerisinde amaçlarını profesyonelce belirlemek, hayâtını planlamak ve kontrol
altına almak isteyenler içindir. Bu kitap, başarı yolculuğunda, yola çıkmak
isteyenlere, daha iyi bir yol arayanlara, çıkmaz sokağa girmiş olanlara, yolunu
şaşıranlara kılavuzluk edecek bir başarı haritasıdır.
( )
* E-posta: [email protected]
Merhaba – Bahar 2008 / 75

Veda / Esir Şehirde Bir Konak
Ayşe Kulin
Everest Yayınları
Ayşe Kulin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, işgal
altındaki İstanbul’da bir konakta yaşananları anlatıyor bu kez. Son mâliye
nâzırı ve âilesi aracılığıyla, o dönemin resmini çizen Veda, çökmekte olan bir
târih ile yeni bir gelecek arayan “Millîciler” arasında sıkışan o dönem Osmanlı
aydının da öyküsünü dile getiriyor.
76 / Merhaba – Bahar 2008
Ölçün doğruluk olsun, aleyhine dahî olsa doğruyu
söylemekten çekinme.

Arabulucu ol, arabozucu olma. İyilik yapmak için
fırsat gözle. Bulamazsan îcat et. Zîra kula hizmet
Hakk’a hizmettir.

Sâkin, mülâyim ve hesaplı konuş. Ağır, kırıcı ve geri
dönülmez sözden çekin. Vekarlı ve haysiyetli ol, fakat
alıngan olma.
Merhaba – Bahar 2008 / 77
78 / Merhaba – Bahar 2008
Haksız olduğun bir meselede, haklı olduğuna
kendini inandırmaya çalışma.

Evlâtlarının bedenleri kadar ruhlarını da besle.
Onlar sana Hakk’ın emânetidir. Bu emâneti kurda
kuşa kaptırmamaya dikkat et.

Sabırlı ve hazımlı ol. Allah şikâyet edenleri sevmez.
Dâima şükret. Güçlükleri, kolayından al, rahat
edersin.
Merhaba – Bahar 2008 / 79

Benzer belgeler