beş hececiler - Gülce Edebiyat Akımı

Transkript

beş hececiler - Gülce Edebiyat Akımı
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI (YENİ TÜRK EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
“BEŞ HECECİLER” İN ŞİİR ANLAYIŞLARI
VE
ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Doktora Tezi
Hülya ÜRKMEZ
Ankara-2009
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI (YENİ TÜRK EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
“BEŞ HECECİLER” İN ŞİİR ANLAYIŞLARI
VE
ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Doktora Tezi
Hülya ÜRKMEZ
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ramazan KAPLAN
Ankara-2009
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI (YENİ TÜRK EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
“BEŞ HECECİLER”İN ŞİİR ANLAYIŞLARI
VE
ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Doktora Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Ramazan KAPLAN
TEZ JÜRİSİ ÜYELERİ
Adı ve Soyadı:
İmzası_______________:
Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN
…………………………………
Prof. Dr. Ramazan KAPLAN
…………………………………
Prof. Dr. Âbide DOĞAN
…………………………………
Prof. Dr. Yakup ÇELİK
…………………………………
Doç. Dr. Nihayet ARSLAN
…………………………………
Tez Sınavı Tarihi: 07.09.2009
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………...I-V
KISALTMALAR…………………...………………………………………...VI-VII
ÖNSÖZ………………………………………………………………….……VIII-IX
GİRİŞ
MİLLÎ EDEBİYAT HAREKETİ VE BEŞ HECECİLER………………………..1
I. BEŞ HECECİLERİN ŞİİR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ……………………9
1. Şiir………………………………………………………………………………9
a) Konu……………………………………………………………………...33
b) Şekil………………………………………………………………………39
c) Mana……………………………………………………………...............42
d) Şiir Dili…………………………………………………………………...45
e) Vezin……………………………………...………………………………56
f) Kafiye……………………………………………………………………106
g) Ahenk…………………………………………………………………...114
h) Çocuk Şiirleri…………………………………………………………..129
i) Tercüme Şiir…………………………………………………………….134
j) Nazım Nesir Ayrımı………………………………………………….…140
2. Şair…………………………………………………………………………...146
3. İlham…………………………………………………………………………180
II. BEŞ HECECİLERİN ŞİİRLERİNDE İÇERİK………………………….....186
1. İrem Bağı: Anadolu…………………………………………………………186
2. Kahramanlık………………………………………………………………...196
3. Âfat-i tabiiyyeden Biri: Aşk………………………………………………..215
I
4. Aşktan Doğan Ayrılık………………………………………………………240
5. Sosyal Duyarlılık……………………………………………………………246
6. Destanlara İlham Veren Türk’ün Atası…………………………………...248
7. Kaybolan Cennet: Hatıralar……………………………………………….252
8. Sonsuz Uyku: Ölüm………………………………………………………...256
9. Doğmayan Güneş: Bekleyiş………………………………………………...269
10. Tarih Duygusu……………………………………………………………..272
11. Makberî Sükûnet: Yalnızlık………………………………………………277
12. Zulmeden Yarı İlâhe: Kadın……………………………………………...286
13. Tabiat Görüntüleri………………………………………………………...298
a) Sarışın Yüzlü İlkbahar………………………………………………...299
b) Yarı Çıplak Yıkanan Sarışın Bir Kız: Yaz…………………………...302
c) Rüzgârın Kuğu Türküsü: Sonbahar………………………………….303
d) Ölümden Hayat Alan Mevsim: Kış…………………………………...305
14. İnanma İhtiyacı……………………………………………………………309
15. Şark’ın Eşsiz İncisi: İstanbul……………………………………………..314
16. Ademden Kara: Gurbet…………………………………………………...321
17. Ölümden Acı: Hasret……………………………………………………...325
18. Kerbelâ Akşamı: Yılbaşı…………………………………………………..332
19. Ruhun Vebaya Tutulması: Kıskançlık…………………………………...334
20. Cephe Gerisi……………………………………………………………….336
21. Eğil Dağlar Eğil: Vatan…………………………………………………...345
22. Şairlerin Tutumu…………………………………………………………..352
23. Küçük Dokunuşlar………………………………………………………...359
II
III. BEŞ HECECİLERİN ŞİİRLERİNDE BİÇİM……………………………..362
1. Nazım Biçimleri………………………………………………………...362
a) Geleneğe Bağlı Nazım Biçimleri………………………………………362
I. Halk Şiirinden Alınan Nazım Biçimleri……………………….362
1. Koşma Tipi……………………………………………...362
2. Semaî Tipi………………………………………………367
3. Mani Tipi………………………………………………..368
4. Türkü……………………………………………………369
II. Divan Şiirinden Alınan Nazım Biçimleri…………………….370
1. Beyitlerle Kurulan Nazım Biçimleri…………………..370
a) Gazel Tipi……………………………………….370
b) Kıt‘a...…………………………………………...372
2. Bentlerle Kurulan Nazım Biçimleri…………………...373
a) Şarkı……………………………………………..373
b) Tahmis…………………………………………..375
b) Batı Edebiyatından Alınan Nazım Biçimleri………………………...375
I. Çapraz Kafiye (Rimes croisées)………………………………..375
II. Sarma Kafiye (Rimes embrassées)…………………………...381
III. Terza-rima…………………………………………………….382
IV. Sone (Sonnet)………………………………………………….383
V. Balad (Ballade)………………………………………………...385
VI. Düz Kafiye…………………………………………………….386
c) Serbest Düzenli Biçimler………………………………………………391
I. Eşit Düzenli Biçimler…………………………………………...391
III
1. Üçlüler………………………………………………..…391
2. Dörtlüler……………………………………………..….394
3. Beşliler…………………………………………………..395
4. Altılılar………………………………………………….397
5. Yedililer…………………………………………………397
6. Sekizliler………………………………………………...397
II. Karışık Düzenli Biçimler……………………………………...398
1. Mısraların Hece Sayısı Değişik Olanlar………………398
2. Bentlerin Mısra Sayısı Değişik Olanlar……………….398
2. Ahenk………………………………………………………………………..402
a) Vezin…………………………………………………………………….402
I. Aruz Vezni……………………………………………………....402
II. Hece Vezni……………………………………………………..404
b) Kafiye…………………………………………………………………...410
I. İkfa………………………………………………………………410
II. Cinaslı Kafiye………………………………………………….411
III. Redif……………………………………………………...……413
IV. Zengin Kafiye…………………………………………………416
V. Tunç Kafiye…………………………………………………….420
VI. Tam Kafiye……………………………………………………424
VII. Yarım Kafiye………………………………………………...426
c) Kelime Tekrarları……………………………………………………...426
I. Bir Kelimenin Mısra Başı ve Sonunda Kullanımı…………...427
IV
II. Aynı Kelimenin Tekrarından Oluşan Mısralar…….……….429
III. Çapraz Kelime Tekrarları…………………………………...429
IV. Mısraın Bir Önceki Mısra Başındaki Kelime ile Bitmesi….432
V. Mısra Başı Kelime Tekrarları………………………………...432
1. Tek Kelimeden Oluşan Tekrarlar…………………….432
2. İki Kelimeden Oluşan Tekrarlar……………………...437
3. Üç ve Daha Fazla Kelimeden Oluşan Tekrarlar……..439
SONUÇ…………………………………………………………………………....441
ÖZET……………………………………………………………………………...447
ABSTRACT……………………………………………………………………….448
KAYNAKÇA………………………………………………………………....449-536
V
KISALTMALAR
A.
: Akarsu
A. A.
: Akından Akına
A. T.
: Akıncı Türküleri
Ank.
: Ankara
Â. Y.
: Âşıklar Yolu
b.
: baskı
B. R. E.
: Bir Rüzgâr Esti
B. Ö. B. G.
: Bir Ömür Böyle Geçti
B. S. G.
: Bir Selvi Gölgesi
B. Y.
: Bulutlara Yakın
C.
: Cilt
C. D.
: Cenk Duyguları
C. U.
: Cenk Ufukları
Ç. Ç.
: Çoban Çeşmesi
Dan.
: Danışman
D. N.
: Dinle Neyden
E.
: Efsaneler
E. B.
: Enis Behiç
F. N.
: Faruk Nafiz
F. ve K.
: Fırtına ve Kar
G. G.
: Gönülden Gönüle
G. H.
: Gülistanlar Harabeler
G. S.
: Gönülden Sesler
Haz.
: Hazırlayan
H. D.
: Han Duvarları
H. F.
: Halit Fahri
H. O. İ.
: Hep Onun İçin
H. ve S.
: Heyecan ve Sükûn
VI
İst.
: İstanbul
K. A. M.
: Kubbealtı Akademi Mecmuası
Kon.
: Konuşan
M. E. B.
: Millî Eğitim Bakanlığı
M. ve G. Ö.
: Miras ve Güneşin Ölümü
O. S.
: Orhan Seyfi
O. B. B. K.
: O Beyaz Bir Kuştu
P.
: Paravan
s.
: Sayfa
S. D. G.
: Sulara Dalan Gözler
S. F.
: Servet-i Fünûn
S. G. Ö.
: Sonsuz Gecelerin Ötesinde
S. H.
: Suda Halkalar
S. H.
: Son Havadis
S. P.
: Son Posta
Ş. D.
: Şairin Duası
Ş. S.
: Şarkın Sultanları
Ş.
: Şiirler
T. D.
: Türk Dili
TDK
: Türk Dil Kurumu
Top.
: Toplayan
TTK
: Türk Tarih Kurumu
Y.
: Yanardağ
YKY
: Yapı Kredi Yayınları
Y. Z.
: Yusuf Ziya
Z.
: Zakkum
Z. D.
: Zindan Duvarları
VII
ÖN SÖZ
Bu çalışmada, kendilerini “Beş Hececiler”, “Hecenin Beş Şairi” ve
“Hececiler” diye adlandıran beş şairin (Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy,
Enis Behiç Koryürek, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel) şiir anlayışlarını ve
şiirlerini ele almak istedim. Amacım bu beş şairin yayınladıkları ortak bir sanat
bildirisi olmadığı halde neden kendilerini bir topluluk olarak değerlendirdiklerini
tespit etmekti.
Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde şiir hakkındaki görüşleri
verilmiş; ikinci bölümde şiirleri içerik açısından; üçüncü bölümde şiirleri şekil
açısından incelenmiştir. İkinci bölümde amaç, şiir anlayışlarındaki ortak ve ayrı
noktalara nazaran şiirlerindeki ortaklık ve farklılıkları tespit etmek ve konuları ele
alışlarını vermektir.
Şiir anlayışları verilirken bu beş şairin gazete ve dergilerdeki makaleleri ve
kitapları esas alınmış; zaman içindeki değişimleri ve gelişmeleri göstermek amacıyla
yayınlanış tarihine göre incelenmiştir.
Çalışmanın ikinci ve üçüncü bölümü olan şiir incelemelerinde şairlerin kitap
haline getirilmiş şiirleri incelenmiştir. Gazete ve dergilerde kalan şiirleri hem ayrı bir
çalışma gerektirdiğinden hem de hacmi genişleteceğinden dışarıda bırakılmıştır.
Faruk Nafiz’in hicivlerinin toplandığı Tatlı Sert; Yusuf Ziya’nın mizahî manzumeler
ve manzum mükâlemelerden oluşan Şen Kitap adlı şiir kitapları; Yusuf Ziya’nın
Kuş Cıvıltıları ve Orhan Seyfi’nin Hayat Bilgisi adlı kitapları çocuk şiirlerini
içerdiği için ayrı bir çalışma konusu oluşturacaklarından dahil edilmedi. Enis
VIII
Behiç’in Vâridât-ı Süleyman adlı şiir kitabı, yazılış tarzı ve konusu gereği diğer
eserlerinden ayrıldığı için çalışma dışında bırakılmıştır.
Eser ve şahıs isimlerinde şairlerin tercihleri esas alınmış;
dönemin dil
özelliklerini göstermesi bakımından alıntılarda orijinal metne bağlı kalınmıştır.
“İşidilmemiş, okutmıyalım, tedkik, gizliyen, kaygu, beğenmiyerek, şairlerile,
itibariyle” gibi kullanımlar bundan dolayıdır.
Çalışma sırasında karşılaştığım teknik sorunların giderilmesinde yardımlarını
gördüğüm Gözde Emirzade ve Mustafa Sağlam’a teşekkür ederim. Bu çalışmamda
derin izleri görülen Prof. Dr. Ramazan Kaplan bilgisi, tecrübesi ve yol
göstericiliğiyle desteğini hiçbir zaman esirgememiştir. Sabrı ve anlayışı bana güç
verdi. Teşekkürüm sonsuzdur.
IX
GİRİŞ
MİLLÎ EDEBİYAT HAREKETİ VE BEŞ HECECİLER
Millî Edebiyat Hareketi’nin tutunmaya başladığı (1911-1917) yılları arasında,
Türk şiirinde oldukça karışık bir durum göze çarpar: Bir yandan Millî Edebiyat
şairleri kendilerini halk oyuna kabul ettirmeye ve Fecr-i Âtî şairleri şöhretlerini
sürdürmeye çalışırlarken Servet-i Fünun şiirinin Tevfik Fikret ve Cenab gibi
otoriteleri de edebî itibarlarını henüz ayakta tutmakta idiler. Bu arada Mehmet Âkif
gibi bir ustanın temsil ettiği ayrı anlayış ve dokudaki şiir tarzını da unutmamak
gerekir. Bu karışıklığı Fecr-i Âtî’nin dağılmasından sonra bu topluluğa mensup bazı
şairlerle daha genç nesilden bazı şairlerin Millî Edebiyat anlayışı dışında kendilerini
tatmin edecek başka yollar aramaları ve denemeler yapmağa girişmelerini daha da
arttırır. Rübâb (1912) dergisinde toplanmış olan bazı genç şairlerin bir kısmı (Halid
Fahri, Selahattin Enis, Hakkı Tahsin, Orhan Seyfi, Yakup Salih, Sâfi Necib, Hasan
Saİd) Nâyîler adı altında yeni bir edebî hareket yaratma için ortaya çıktılar.
Aynı yıl ortaya çıkmış olan bir edebî eğilim de, yine geçmişin –bu sefer
yabancı- bir kaynağına yönelerek Türk Edebiyatını esasından batılılaştırmak için,
doğrudan doğruya “Eski Yunan edebiyatını örnek edinmek” eğilimidir.
Yine aynı yıllarda şiirin genel durumundaki bu kararsızlıktan başka, millî bir
edebiyata taraftar şairlerin şiir anlayışında da tam bir birlik görülmez. Millî Edebiyat
Hareketince şiirin şahsî bir mesele olarak sayılması üzerine Millî Edebiyat
deyiminden bazı şairler konuca “eski Türk tarihine, efsane ve geleneklerine
bağlanmayı
anlayarak”
bu
tarzda
şiirler
yazarken
bazıları
Osmanlı
İmparatorluğu’nun parlak devrelerini yaşatmaya çalışıyor; bazıları da millîleşmeyi
1
“halk şiirine bir dönüş” sayarak, halk nazım şekilleriyle şiirler yazıyor ve hemen
hepsi, -birinci gruptakiler hariç- ferdiyetçi bir sanat anlayışı içinde yalnız kendi
duygu ve hayal dünyalarını işliyorlardı. 1
Böyle bir dönemde eser vermeye başlayan Orhan Seyfi Orhon (1890-1972),
Halit Fahri Ozansoy (1890-1971), Enis Behiç Koryürek (1891-1949), Yusuf Ziya
Ortaç (1895-1967) ve Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973) bir topluluk olarak farklı
adlarla anılırlar. Beş Hececiler, Hecenin Beş Şairi, Hececiler, İlk Hececiler, Hecenin
Beş Ozanı, Hecenin Beş Sanatkârı adları verilen topluluğun en yaygın ve bilinen adı
Beş Hececiler’dir. Onlara verilen bu adlardan bazılarını kullanmakla beraber
kendilerinden Hecenin Beş Şairi diye bahsetmeyi tercih ederler. Aldıkları adlara
bakıldığında, edebiyatta oynadıkları rol açıkça görülür.
Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944) ile başlayan, Rıza Tevfik Bölükbaşı
(1869-1944) ve Genç Kalemler (1910-1912)’ le devam eden hece vezniyle şiir yazma
hareketine katılırlar. Sade Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde
Ziya Gökalp’ın (1876-1924) tesiri büyüktür.
Edebî bir topluluk olarak anlayışlarını açıkladıkları bir sanat bildirisi olmadığı
için farklı zamanlarda bir araya gelirler. Böyle bir açıklamalarının olmayışı,
kendilerine verilen adlardan başlamak üzere sanat ve edebiyat görüşlerinde de
kendini gösterir. Kimi anlayışlarca grup kimi anlayışlarca topluluk olarak kabul
edilirler. Ziya Gökalp, tanışmalarında ve bir araya gelmelerinde bağlayıcı manevî
kuvvettir.
Faruk Nafiz, “şöhretlerden çok üstün bir değer taşıyan iman adamı” Ziya
Gökalp’ı ilk nerede gördüğünü hatırlayamayışını, (s.152)
1
iki şekilde izah eder.
AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, 1995, 169-170.
2
Balkan Harbi’ni takip eden günlerde, büyük ismiyle muhiti o kadar sarmıştır ki
herkes teneffüs ettiği havada onu görür gibidir. “Manevî bünyemizin yegâne mimarı”
dediği Gökalp’ın tevazuu ile eserlerinin arasında baş döndürücü bir mesafe olduğunu
söyler. “Sanki, yaptığı işten habersizdi. Bu heybetli binada bir tek çivilik hakkı
olanların baş kaldırarak gezdikleri bir sırada, o, şaheserlerini kendine maletmemek
ister gibi derin bir feragat içinde yaşıyordu.”. Bunun için kalabalık bir mecliste en
son göze çarpan, fakat önce hatırlanması gereken insan olduğunu söyler. Benliği
toplum içinde eritmek fikrini telkine çalışan Gökalp, bu hâliyle güzel bir örnektir.
Onu böyle bir yerde tanımış olabileceğini, bu iki sebepten ötürü nerede ve nasıl
gördüğünü hatırlayamadığını belirtir. (s. 153).2
Gökalp’ın “Dilde milliyetçilik, Türkçülüğün en değerlisidir.” görüşü
doğrultusunda ilerleyip konuşulan güzel Türkçe’yi edebî dil yapmaya çalışırlar.3
Yusuf Ziya, 1920’ de, kendisinin de içinde bulunduğu o günün şairlerinin
halkın dili, halkın vezni, halkın zevki diye üç canlı rehber tanıdıklarını; esası
milletten, şekli Garp’tan alınan asrî eserler vermeye çalıştıklarını belirtir. İlk
zamanlarda nazariye halinde olan bu iddia gittikçe genişlemektedir. Yarınki nesli
oluşturacak gençlerin açılan bu izi takip etmeleri, davanın başarıyla sonuçlanacağını
göstermektedir. Temeli kendileri kuracaklar, gelecek nesil hazırlanan bu zemin
üzerinde ideal bir sanat binası yükseltecektir.4
O dönemde heceyle yazan başka şairler de vardır. Hecenin On Şairi adlı
kitapta, Beş Hececiler’in yanında beş şaire daha yer verilir: Ziya Gökalp, Mehmet
Emin Yurdakul, İbrahim Alâattin Gövsa,
2
Şükûfe Nihal Başar, Halide Nusret
Çamlıbel, Faruk Nafiz, “Manevî Bünyemizin İlk Mimarı: Ziya Gökalp”, Türk Yurdu, 5-6 (1-15
Son Teşrin 1942), s. 152-153.
3
“Orhan Seyfi Orhon’la Bir Konuşma: Uydurma Dille Edebiyat Olmaz”, (Kon.: Öz
DOKUMAN),Tarih Mecmuası, 11 (Aralık 1970), s. 41.
4
Yusuf Ziya, “Manzum Bir Eser Daha”, Temaşa, 19 (1 Şubat 1336/1920), s.12.
3
Zorlutuna. Yine aynı kitapta Yusuf Ziya ile ilgili değerlendirme yapılırken “Ziya
Gökalp’ın açtığı milliyet bayrağı altında toplanan hecenin üç dört şairinden biri de
Yusuf Ziya Ortaç’tır. O da parmak hesabının kuru sesine aruzun musikisini
verenlerden biri oldu” yargısı yer alır. 5
Halit Fahri, Celâl Sahir’in Birinci Kitap, İkinci Kitap, Üçüncü Kitap…
adlarıyla aylık bir dergi çıkarmaya başladığını belirterek “Bu suretle, sonradan
aramıza katılan diğer hececi şairlerle birlikte, sayımızı beşten on beşe mi, yirmiye mi
çıkarmıştı, bilemem” der. 6
Orhan Seyfi, Büyük Harbin son yıllarında heceyle yazan şairler arasında
Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin’i de sayar. Bu kullanımın Valâ Nurettin için bir
tercih meselesi, Nazım Hikmet içinse bir zaruret olduğunu ileri sürer. Ona göre
Klâsik Türk Edebiyatına ait kültürü olmayan Nazım Hikmet, aruzu da hiç
bilmemektedir. Kendisinden bir nesil büyük Hececi arkadaşlarına üstat saygısı
göstermekten çekinmemektedir.7
Beş Hececiler, aruzdan heceye geçerken millî bir dava güderler. Bu,
topluluğun oluşmasında önemli bir amildir. Heceye geçişleri bir aczden
kaynaklanmamaktadır.
Aruz veznindeki şiirleriyle ve bu vezni gayet iyi
kullanmalarıyla daha önce adlarını duyururlar. Orhan Seyfi’nin Fırtına ve Kar,
Gönülden Sesler; Faruk Nafiz’in Şarkın Sultanları, Suda Halkalar; Halit
Fahri’nin Gülistanlar ve Harabeler, Baykuş adlı eserleri heceye geçmeden önce
tanınmalarını sağlar. “Hececiler diye tanılanlar daha evvel aruzu sakatlamadan ve
beğendirerek kullanabilmiş ve bu yolda eserler vermiş” lerdir.
5
6
7
Hecenin On Şairi, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1943, s.44
OZANSOY, Halit Fahri, “Hececi Arkadaşlarım, T. D., 61 (1 Ekim 1956), s. 28.
Orhan Seyfi, Nazım Hikmet Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, s. 4.
4
“Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi ıstırapları içinde Ziya Gökalp’in
irşatları ve millî duyguyu, millî harsı telkin edişi bize gittikçe ilham kaynağı
olmakta idi. Görüyorduk ki bütün muvaffakiyetimize rağmen aruz vezni bizi
tam mânasile tatmin edemiyor. Emin Bey’in 4+4 taktili muttarit vezindeki
ahenksiz bulduğumuz şiirleri de ayni suretle Emin Beye karşı olan büyük
hürmetimize rağmen bize kifayetsiz görünüyordu.”
diyen Halit Fahri, heceye karşı çıkanların önlerine Mehmet Emin’i örnek olarak
çıkardıklarını ve bunda da haklı çıktıklarını belirtir. Onun şiirlerinin, millî
hislerinin kuvvetine rağmen çoğunun lirizmden ve ahenkten mahrum olduğunu
ileri sürer. Bunların mısra değil çoğunlukla nesir olduğunu düşünür. Heceyi
modern bir şekle sokarken halk şiiri örneklerinden olduğu kadar, Tevfik Fikret’in
yürüdüğü yoldan yürümeye ve mevzuları genişletmek gereğine inanır. Bunu hece
davasının millî cephesi olarak görür.
Hecenin bir basitlik değil, iç sesleri bulabilme kudreti olduğuna inanan bu
şairler, ilk zamanlar aruza da veda edememekle beraber bu yola girerler. Gerek millî
gerek lirik ve pastoral mevzularda Mehmet Emin’in parmak hesabı yolunu bırakarak
asıl yürümeleri gereken yolda yürürler. 8
Halit Fahri, “ Hecenin Beş San‘atkârı” nın, hece veznini “Mehmet Emin’in
dört dört duraklı ittiradı” ndan kurtarıp yeni sesler çıkaran bir âhenk haline getirmeğe
çalıştığını; o zamanlar çok genç olduklarını ve yaptıklarının küçük görülecek iş
olmadığını söyler.9
8
9
“Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon.: Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11.
Halit Fahri, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager”, Uyanış, 2066-381 (26 Mart 1936), s. 274-275.
5
Hecenin Beş Şairi arasındaki en belirgin çatışma Yusuf Ziya ile Halit Fahri
arasında aruz-hece meselesi yüzünden yaşanmıştır.
Halit Fahri, Mütareke’de
çıkardığı Nedim mecmuasında bol aruz şiirleri çıktığını söyler. Onunla beraber Faik
Ali, Süleyman Nazif, Yahya Kemal, Tahsin Nahit, Emin Bülent, Mehmet Behçet,
Selâmi İzzet, Şükûfe Nihal, Faruk Nafiz, Halide Nusret, Hıfzı Tevfik, Necmettin
Halil, Reşit Süreyya da vardır. Şair mecmuasını çıkaran Yusuf Ziya, onlara katılmaz.
Halit Fahri’nin Türk Yurdu ve Yeni Mecmua’da hece şiirleri yazdıktan sonra aruza
dönmesine ve buna kendi mecmuasında vasıta olmasına kızar. Halit Fahri “aruzun da
yüzyıllar boyunca Türk şiirlerinde yeri olduğunu, onun için bu veznin de hecenin
yanında yaşatılmasını” söyleyerek Yusuf Ziya gibi hecede ısrar edenlere
karşı
savunmaya geçtiklerini söyler. Yusuf Ziya, Halit Fahri ile ilgili “Halit Fahri Bey
gibi fırka siyasetlerine kapılarak bir sene evvel Yeni Mecmua’dan beri Talât beyin
hece veznine biat ettikten sonra...” ithamında bulunmuştur.
Halit Fahri, ortada bir “biat” ın varsa bunun ancak Ziya Gökalp’a karşı bir
saygı olabileceğini söyler. “Ziya Gökalp İttihat ve Terakkiye bağlı olan, fakat hiçbir
zaman politika yapmıyan bir sanat mecmuasının fikir hareketlerini tanzim ediyordu.
Ama içimizde kapıkulu olan bir tek şair yoktu.” Daha sonra kendine yapılan
hücumlardan başka örnek verir:
“Esasen bu genç, senelerden beri şöhret ve muvaffakiyetini
Darülbedayi sahnesinde fesine çelenk astırmak nevinden çığırtkanlıklarla
aradı. (s. 321) Bu defa da “Nedim” mecmuasını “Edebiyatta mühim bir
inkılâp... Şiir değişiyor...
Aruz veznine dönüyoruz... Halit Fahri Bey’in
riyaset-i edebiyesi!...” gibi nümayişlerle meydana atıyor. Fakat âlem bu çeşit
6
gösterişlerden bıktı. Hiçbir kimsenin böyle kuru sıkı gürültülere kulak astığı
yok. Binaenaleyh “Baykuş” nazımı bu vadide yaya kaldı.”
Halit Fahri Baykuş’un halk tarafından beğenilmesine Yusuf Ziya’nın
sinirlendiğini belirtir. (s. 322). Daha sonra Ömer Seyfettin’i de kışkırtıp
kendi
aleyhinde yazı yazdırdığını söyler. Hecenin taraftarı olduğunu söyleyen şair, işlenip
o günkü “iptidaî” liğinden kurtulursa gelecekte iyi bir musiki aleti olabileceğini
belirtir. Fakat o hâliyle “aruzun yanında zavallı” kalmaktadır. Halit Fahri bu
zavallılığın elli yıl önceki hece şiiri için olduğunu belirtir. Yusuf Ziya’nın Nedim
mecmuası için yazdığı şiiri hatırlatır:
“Ne kadar kahbesin, hey zamane hey!/ Sazı değiştirmiş Halit Fahri Bey!
Paşa babasının çoktur görgüsü;/ “Yeni Mecmua” nın bu gönüllüsü
Yine eski dinin olmuş bendesi,/ Türkçe’ye uygunmuş aruzun sesi!”
Halit Fahri, Yusuf Ziya’nın vezin meselesini bahane ederek Nedim’ deki bütün
şairlerin günahını kendisine yüklemesini fazla bulur. (s. 325). 10
Beş Hececiler’in aruzdan heceye geçişleri kesin çizgilerle olmaz. Hece
vezniyle şiir yazmaya başlamalarına rağmen zaman zaman aruza dönerler. Halit
Fahri 1918 yılında yazdığı bir makalede vezinle ilgili “her iki veznin zavallı bir
kurbanı sıfatıyla” o ana kadar her ikisinden de kendi hesabına memnun olmadığını
söyler. İyi veya kötü birçok eserini aruzla yazdığını belirtir. (s. 93). Aruzu, altı
yüzyıllık tarihin çeşnisini ve zevkini taşıdığı için, büsbütün ihmal etmek de istemez.
“Yarın yine aruz ile yazılmış birkaç şiir neşredersem günah işlemiş
sayılmam. Bu, adeta, piyano çalan musikişinasın bazen de keman çalması
gibidir. Bilhassa o keman eskiden pek çok kullandığı bir alet olursa...”
10
OZANSOY, Halit Fahri, Edebiyatçılar Çevremde, s. 321-322, 325.
7
diyerek bu iki vezin arasında kesin bir ayrım yapmadığını vurgular. (s. 94) 11
Mehmet Çınarlı, 1947’de, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya ve Enis Behiç’in de
olduğu Siyasal Bilgiler’in şiir gecesini anlatırken, “aruzun çeşitli vezinlerinde
dolaşan” “Sonbahar Duyguları” adlı şiirini okuduğunda, Yusuf Ziya’nın Orhan
Seyfi’ye hayret ve heyecanla “Seyfi, aruz yaşıyor! Aruz yaşıyor!’” dediğini belirtir.12
Orhan Seyfi, 1955’te yaptığı bir konuşmada, aruzla yazdığı son şiirlerini bir
araya getirmek istediğini söyler.13
Faruk Nafiz de 1956 yılında yazdığı bir yazıda, aruzla yazılmış şiirlerinin
külliyatını bastırmak istediğini belirtir. 14
Ayten Lermioğlu, Faruk Nafiz’in Hecenin Beş Şairi içinde en ünlü ve güçlü
olmasına rağmen hece ve aruz diye kesin ayırım yapmadığını söyler. “Heceyle
yazmasına bir zamanlar “Yeni Mecmua” da neşredilecek şiirlerin “Hece ile olacak”
kaydına tâbi olmaktan ileri geldiğini Türk Edebiyatı dergisindeki ropörtajda
açıklamıştı. Son zamanlarda ise şiir yazanların çoğalmasıyla şiirin ayağa düşmesine
sebep olanlara ders olur diye ve bir de komünistlerin şiiri tahrip vasıtası etmelerine
karşılık aruza dönmüştü.” demektedir.15
11
“Yine Vezin Meselesi 1”, Yeni Mecmua, 57 (15 Ağustos 1918), s. 93- 94.
ÇINARLI, Mehmet, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979, s. 279.
13
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki, Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1
Kasım 1955), s.7.
14
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Yarını Tahmin Ediyorlar”, Cumhuriyet, (1 Ocak 1956).
15
LERMİOĞLU; Ayten, “Şair, Hoca, F. Nafiz Çamlıbel”, Sabah , (19 Kasım 1973), s. 2.
12
8
I. "BEŞ HECECİLER"İN ŞİİR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
1. Şiir
Edebiyatın hemen her türünde eser veren Beş Hececiler,
sanat ve edebiyat
hakkındaki görüşlerini gazete ve dergilerde yayınladıkları yazılarla aktarırlar. Türk
Edebiyatında daha çok şiirleriyle tanınan bu şairler, şiir ve şiirin unsurlarıyla ilgili
fikirlerini beyan ederler. Bunlar konuyla ilgili müstakil bir makale olabildiği gibi
kitap tenkitlerinde de yer alır.
Halit Fahri, rustaî “pastoral” şiir üzerine yazdığı bir yazıda, rustaî şiirin Garp
Edebiyatında gelişimiyle ilgili bilgiler verir. Şair, tabiatın sanat için kati ve ebedî bir
ilham kaynağı olduğunu belirterek Türk Edebiyatı üzerinde düşünür. Divan
Edebiyatının tabiattan uzak kaldığını, şairlerin tabiatı kendi gözleriyle görmek yerine
belirli kalıplar içinde işlediklerini düşünür. Sanatçının tabiatı gerçek anlamda
göremediği zaman ya yapma, soğuk bir eser meydana getireceğini ya da Divan
Edebiyatında olduğu gibi onu büsbütün ihmal edeceğini söyler. Hergün bin türlü
levhayla insanın karşısında duran “tabiat” güzellikleri ancak ferdî bir bakışa sahip
olunduğu zaman görülebilecektir. Aksi taktirde eserin adi bir taklitten ibaret
olacağını ileri sürer.
Hamit’in “Sahra” sının rustaî şiir yolunda ilk tecrübe olduğunu belirtir. Fakat
bu eseri basit ve kusurlu bulduğundan, örnek olarak gösterilemeyeceğini söyler. Türk
Edebiyatının henüz rustaî şiirden mahrum olduğunu düşünür. Bazı tenkiçilerin rustaî
şiiri daha çok “medeniyetlerin inkıraz veya ihtilâl zamanlarında, insanlar için bir
sükûn menbaı” olduğu iddialarına tamamıyla katılmaz. İnsan kalbinin her zaman
9
tabiat içinde teselli, şifa aramaya muhtaç olduğunu düşünür. Kır hayatını terennüme
lâyık bir mevzu olarak görür. (s. 232). İlhamını tabiattan almayan edebiyatların her
zaman cılız ve kansız kaldıklarını söyleyerek rustaî şiirin en solgun edebiyatlara bile
kısa zamanda kuvvet verdiğini vurgular. (s. 233). 16
Yusuf Ziya, şiirin başa değil, kalbe hitap ettiğini söyleyerek “Malûmatımla
değil, insiyakımla bildiğim kelimeleri duymak isterim.” der.17
Kendilerine yöneltilen avam için şiir yaptıkları görüşünü kabul etmez. Kendi
düşüncelerinde “avam”, “havas” olmadığını, “millet” olduğunu söyleyen şair, her şey
gibi şiirin de millet için olduğunu vurgular. “Esasen edebiyat, sanatta memzuc bir
kalp çarpıntısı olduğundan, herkes tarafından en dakik nukatına kadar
anlaşılamazsa da yine ruhta bir his dalgası yapar!” der. 18
Mithat Cemal’in Harb Mecmuası’ndaki “Romanya’daki Türk Ordusuna”
adlı şiirine değinir. Aruzun ağır bir vezniyle yazılan bu şiirde, şairin bütün
manzumelerinde olduğu gibi, “mazinin oldukça eski bir ruhu” nun yaşadığını söyler.
Bunun okuyucuyu doyurmadığını belirterek, asker için yazılan şiirlerin bu şekilde
olmaması gerektiğini düşünür. “Vatanî şiirlerde ince hayaller, süsler çekilmez,
ondan beklenen şey coşkun, kuvvetli, kalbi dolduran bir heyecandır.” der.19
Halit Fahri, 1932 yılında yaptığı bir görüşmede, son şiirleriyle ilgili bir
değerlendirme yapar: Edebiyatta şiiri fedaya razı olmayışının delili olarak telif
piyeslerini manzum yazışını gösterir. “Diğer şiirlerime gelince; bugün dört sade
mısra ve hafif, müphem renkle bir haleti ruhiyeyi tesbit etmek emelindeyim.” diyen
16
Halit Fahri, “Rustaî Şiir”, SF, 1450(18 Mart 1336), s. 232-233.
Yusuf Ziya, “Mürûr-ı Zaman”, Alemdar (nüsha-i edebiyye), 22912/612(28 Ağustos 1336), s. 1.
18
Y. Z., “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında II”, Türk Yurdu, 121/5 (27 Teşrinievvel 1332/9 Kasım
1916), s. 3224/80.
19
Yusuf Ziya, “Edebî Hafta”, SF, 1369 (29 Teşrin-i sani 1333/ 29 Kasım 1917), s. 278-279.
17
10
şair, son şiirlerinde bu temayülünün sezildiğini, başarılı olup olamayacağını zamanın
göstereceğini söyler.
Nesir mi, şiir mi? Siz hangisini tercih ediyorsunuz, bundan sonra edebiyatta
hangisi hakim olacak?” sorusuna güzel olmak şartıyla ikisini de sevdiği cevabını
verir. Şiirin romantiklerde olduğu gibi uzun tasvirler ve terennümler şeklini
almasının mümkün olmadığını söyler. Kısa ve canlı birkaç mısraın insanın ruh hâlini
kuvvetle göstereceği için daima yaşayacağını belirtir. Şiirin özellikle terkibî, yekpare
mısraın içinde canlanacağını savunan şair, serbest nazım örneklerinin “havaya
savrulmuş güzel fakat soluk sonbahar yaprakları” ndan farklı olmadıklarını ileri
sürer. Zamanın bunları çabuk çürüteceğini düşünür. Şiirin duyulan hisleri ifade
edecek ruha bürünmesini de ikinci önemli şart olarak görür. (s. 151).
Bugünkü şairlerin Recaizade Ekrem, İsmail Safa gibi kuşa, bülbüle,
karıncaya, aya mazlumane ve meyusane hitap etmelerinin garip olacağını hatırlatır.
Her eser kendi zamanının hislerine cevap verdiği için böyle duygular yavan
gelecektir.“Bugünkü şair, bugünkü romancı ve temaşacı gibi ancak bugünkü şeniyeti
eserinde tesbit edebilendir.” diyerek mevzuun şiirde de önemli olduğunu söyler. En
saf ve en ibtidaî duyguların bile yeni bir şekle bürünerek
o gün dahi şiire
girebileceğini savunur. Bunun herşeyden önce bir sanatçı meselesi olduğuna dikkati
çeker. (s. 160).20
Faruk Nafiz, 1939’da, Türk şiirini değerlendirirken “zorla dikkati çekmek
istiyen bir eda göze çarptığını” söyler. Eserdeki hususiyetin gayr-i tabiîlikle değil,
20
“Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, (Kon.: Sehap Nafiz), SF, 1877/192, (14 Ağustos 1932), s.
151, 160.
11
tabiî olarak temin edilmesi gerektiğini savunan şair, samimiyetsizliği şahsiyetsizlikle
eşit görür.21
“Şiir, kalbin sesi ve sanatkârın kâinatı yeni bir görüşü, yeni bir sezişi
demektir.” diyen Halit Fahri, bunun samimiyet kavramıyla vücut bulabileceğine
inanır.
“Hayatın en yeknesak günlerinde bile etrafımızda taşan, köpüren şiir
ilhamlarını, ister romantikler gibi semada, ister sembolikler gibi melûl ve
hülyalı akşam yollarında, ister realistler gibi cemiyetin içinde arayın neticede
eseriniz kalbinizin teessürü ve gözlerinizin görüşü olmalıdır.”
diyerek bu teessürü anlaşılmaz hale sokmaya; “görüşleri acayip dev aynasında
çarpıtmaya” gerek olmadığını belirtir. Tabiîliğin en orijinal eserlerin bile ilk hareket
noktası olduğunu hatırlatır.22
Şair, resimli şiir kitaplarının görülmeye başlanması üzerine, bundan şiirin
resimden medet ummaya başladığı sonucunu çıkarır. Bunun şiiri öldüreceğine,
sanatın yerine zanaatın kaim olacağına inanır. Resimli kitapların aleyhinde olmayan
şair, bir sanat eserinin, özellikle de şiirin, “bir sinema ilânı gibi reklâm edilişi” ni
doğru bulmaz. “Şiirin en büyük kıymeti kendisinde aranır.”
diyerek başka
desteklerle yürütülmesinin, öz şiirin değil herhangi başka bir maddenin
satışını
temin için olduğunu söyler. Bu insanda şüphe uyandırmaktadır.“Hasılı edebiyat,
edebiyat olduğu için yalnız kendi kuvvetile yürümelidir.” der. “Resim davası
21
22
ES, Hikmet Feridun, “B. Faruk Nafiz Diyor ki”, Akşam, 7304(17 Şubat 1939), s. 7.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiiri Bulamayan Nesiller”, S. P., 3077(24 Şubat 1939), s. 8.
12
edebiyata kol attığı gün” edebiyatın yarınından ürkmek gerektiğini söyler. Resimli
edebiyatın bir salgın halini almasından korkar. 23
Şiirin, bir heyecanın ifadesi olduğunu söyleyen şair, o heyecanın derin veya
basit bir fikrin, hatta fikirlerin aktarıcısı olabileceğini belirtir. O zaman, hissin
derinliğiyle fikrin enginliği derece derece yükselecektir. Ona göre her yükseliş, adi
vuzuhtan renkli bir müphemiyete doğru kanatlanıştır. Bu kanadı ancak şairin
musikisinin adlandırıp harekete geçireceğini belirtir. Şiirin her şeyden önce musiki
değeriyle ölçülen edebî bir tür olduğuna dikkati çeker. Derhal anlaşılan şiirin kolay
şiir olduğunu belirterek bunlarda yüksek değer aranamayacağını söyler. Bunlar şiiri
anlamayanlar tarafından tercih edilenlerdir. Anlayanlar için yazılan şiirler, edebiyat
tarihinde yüzyıl, iki yüzyıl gibi bir zaman sonra da kalacak şairlerin eserleridir.
Büyük şairlerin ancak ölümlerinden yarım çok sonra anlaşıldıklarını hatırlatır. Çok
eskiden yalnız bir zümrenin anlayabildiği şiir kıymetinin, aradan zaman geçtikten
sonra genele bir şeyler anlatabildiğini belirtir.24
“Şaire maddî hiçbir refah temin edemeyen, yalnız ruha gıda veren” şiir
sanatının, hiç değilse az ve öz sözün uzun ve manasız hitabet sağanaklarından değerli
olduğunu öğrettiğini söyler. “Nazım denen ölçülü dil” in insanlara nesirden daha kısa
bir yoldan daha fazlasını anlattığını belirtir. Özellikle bir iyiliği de, ahenkli olmak
şartıyla, en garip fikirleri bile zihne kolayca yerleştirebilmesidir.25
Şair, bir yazının “derin” sayılması için Valery’den bahsetmesi; Nitzchet’in bir
mısraının örnek verilmesi; sürrealizm, dadaizm, fütürizm, kübizm cereyanlarından
bahsetmesi; bol bol isimler, tarihler ve örnekler gösterilmesinin anlaşıldığını söyler.
23
OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyat mı? Resim mi?”, S. P., 3178(5 Haziran 1939), s. 9.
OZANSOY, Halit Fahri, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanların Farkları”, S. P., 3189(16
Haziran 1939). S. 7.
25
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343.
24
13
Böyle olduğunda hakiki saf şiirin menbaına değil, ancak “bin bir nakışla ve müphem
işaretlerle süslü çeşmelerine el uzatılmış” olunacağını ileri sürer. Şiiri tabiat gibi
tekellüfsüz, billur kaynaklardan içmek isteyenlerden olduğunu belirtir. Bunu kendisi
yapamasa da başkalarında olsun böylesini sevmek ve sevdirmek ister. 26
Şiir yazmanın çok güç olduğunu, uzun çabalardan sonra ancak birkaç satır
yazılıverdiğini söyleyen Orhan Seyfi, ilhamı bulanın işinin bitmediğini düşünür.
İlham bulunduğunda hangi vezin ve nazım şekliyle yazılacağının belirlenmesi
gerekmektedir. Şairliğe söz gelmemesi için temiz bir dille mükemmel bir biçimde
ortaya konulması gerektiğini savunur. İçinde doldurma mısralar, şivesizlikler,
mübtezel şeyler olmamalıdır. (s. 4). Şiirin kuvveti başından son mısraına kadar
devam etmeli; bayağılığa, zaafa düşmeden sonuca varmalıdır. Doldurma mısraların,
kötü kafiyelerin ve alelâde sözlerin şiirde yeri yoktur. Şiirlerin sayısı arttıkça
niteliğinin azalmasını bir eksiklik olarak görür. (s. 6). 27
Halit Fahri, güzelin ister klâsik, ister romantik, ister sürrealist, ne şekilde, ne
tarzda yazılırsa yazılsın güzel olduğunu savunur. Güzel bir şiirin göstergesi
samimiyet ve
ifade güzelliğidir. Bu iki unsur şiirde bulunduğu zaman şairin
başarılıdır. 28
Ahmet Haşim’in “Şiirde İpham” nazariyesinin, büyük Garplı sembolistlerin
de tezine uygun olarak, ogünün şiir telâkkisine en yakın görüş olduğunu düşünür.
26
OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlik, Şairânelik ve Şiirde Âlimânelik”, S. P., 3349 (25 Teşrinisani
1939), s. 7.
27
Fiske, “Yahya Kemal’in Son Şiiri”, Akbaba, 326(18 Nisan 1940), s. 4, 6.
28
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Eserler- Yeni Bir Şiir Kitabı: Açıl Kilidim Açıl”, S. P., 3800 (26
Şubat 1941), s. 6.
14
“Dadaistlerle fütüristlerin ifratlarından sonra, tekrar sembolizmin
iphamdaki güzelliğine dönmekle, şiirin, her zaman, basitliğe ve çiğ realiteye
düşmeden, en maddî hayat şartları içinde bile yaşayacağına inanıyorum.”
der. “Herhangi bir teessür içinde ani bir ilhamla doğan” lirik şiirin sembollerin,
romantik edebiyatlarda birçok eşya ve hadise arasında kapalı kaldığını belirtir. Bu
sembollerin “bir şimşek gibi” çabuk gelip geçtiğini söyler.29
Şair, lirik duyguların yaşı olmadığını, insanın yirmisinde de, kırkında da,
altmışında da, sekseninde de sevgiden bahsedebileceğini düşünür. Buna en canlı
timsal olarak Türk Edebiyatından Abdülhak Hamit’i, Batı’dan da Goethe’yi örnek
gösterir. Lirik duyguların sadece aşktan doğmadığını; fakat yüzde seksenini bu
ilhamın doğurduğunu hatırlatır. Lirik şiirde sadece samimiyete, ruha, hatıranın
sıcaklığına ve canlılığına, hepsinin üstünde üslûba bakıldığına dikkati çeker. Bunlar
varsa ve okuyucuda bir heyecan uyandırabiliyorsa şairin az çok amacına erdiğini
düşünür. Bundan fazlasının da ondan istenemeyeceğini söyler. 30
“Hayat ne kadar çetin, iş ne kadar yorucu, vazife ne kadar büyük ve uzun da
olsa, bütün bunları yumuşatacak, sevdirecek olan en güzel san‘at, muhakkak ki
musikiden sonra şiirdir.” diyen şair, bu iki sanatın “kardeş” olduğunu, “ancak
duyabilen gönüllere ses kadar güzel ve söz kadar derin” bir etkiyle girebileceklerini
söyler. Bu etkiden doğan şiirleri de “ocakbaşı şiirleri” diye adlandırır. Böyle şiirlerin
yorgun ruhlara teselli ve şifa olabileceğini savunur. Ocakbaşından doğan şiir,
incitmeden ruha dolabilecektir. “Ocağın sıcaklığını” duyamayan sanatın, toplumun
da sıcaklığını duyamayacağını, sert ve katı bir şey olarak kalacağını ileri sürer.
Sevgili, ana, baba, evlât duygularıyla başlayan “ocakbaşı şiirleri” genişleyerek bütün
29
OZANSOY, Halit Fahri, “Birkaç Şiirim Etrafında Tahlil Denemesi”, S. P., 4248 (3 Haziran 1942),
s. 3/1.
30
OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Şiirin Macerası”, S. P., 4378 (16 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1.
15
toplumu, yurttaşları içine alacaktır. Şiire samimiyet verebilmek için ocakbaşında
düşünmeyi tavsiye eder. Şiirin gerçek sesini, rolünü ve inceliğini bulabilmek için
sosyal hayatın temelini teşkil eden yuvaya, aileye, ocağa dönülmedidir. Bütün millî
duyguların oradan beslenip yayıldıklarına inanır. 31
Orhan Seyfi, dil bahsine değinen bir yazısında, gramerin bütün Türk fikir
hayatı boyunca kavga çıkarmaktan başka bir işe yaramadığını; yazı sahasının o
günlerde gramer bilmeyen yazıcılar elinde olduğunu söyleyerek şiirin geleceğiyle
ilgili tahminde bulunur: “Şiir sahasının yarın hiç vezin bilmeyen şairler elinde
olacağı” nı ileri sürer.32
Yusuf Ziya, şiirin ilk mısraının ilk kelimesinden, son mısraının son
kelimesine kadar bir bütün olduğunu söyler. “Şair, duygu ve düşüncelerinden şiirin o
demiri taş yapan sıtmasını geçirerek mısralarını döker.” diyerek bunun artık “yarıTanrı” işi olduğunu, kelimesine dahi dokunulamayacağını belirtir. Yahya Kemal’in;
“Kandilli’de eski bahçelerde”
mısraında kelime olmadığını; üç kelimenin, mısranın bütünü içinde tek kelime
olduğunu söyler. Şair, birbirini tamamlayan bu üç kelimeyi, hem aruz vezninin hem
de kafiyenin kalıbına dökerek mucizesini göstermiştir. Burada artık klime değil mısra
bütünü olduğu için bir tek kelime bile değiştirilemez. Şiirin tek kelimesi üzerinde
yapılan tahlilin, şiirin son kelimesine kadar yapıldığında, bu eserin “yalnız kelimeleri
31
32
OZANSOY, Halit Fahri, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441(21 Birinci Kânun 1942), s. 4.
ORHON, Orhan Seyfi, Kulaktan Kulağa, Çınaraltı Yayınları, İstanbul, 1943, s. 29.
16
yekpareleştiren mısralar değil, mısraları yekpareleştiren bir “bütün şiir” olduğunu
belirtir.33
Halit Fahri, şiirin her şeyden önce insana kendi içinin derinliklerinden sesler
ve hatıralar getirmesi gerektiğini düşünür. Bundan ötesi “boş lâkırtı” dır. 34 Şiirde
“şahsî ruh” un olmasını ister. Şiirin taşıdığı zevkin orijinal olması gerektiğini
savunur. Şiirlerin “şiir değil, şiir olabilecek bir gerçeğin iskeleti” görünümlerini
doğru bulmaz. Onun “eti, kemiği, ateşli kanı, gözleri ve ruhları çeken görünüşü,
Tanrı dili gibi çağlayacak musiki” si olmalıdır. Günlük olaylar, harp, zabıta, kaza
haberlerinden ibaret olan anlatımın şiiri doğuramayacağına inanır. “Ruha çalkantı
vermeyen hiçbir hâdise bir şiire kaynak olmamaz.” der.35
Öz şiirin “en derin ve en az tazyike uğrayan bir duyguyla” doğabileceğini ve
hayata girebileceğini belirtir. İşsizliğin şiir yaratabileceği görüşüne değinir. Eğer
insanın bakacak gözleri varsa, o zaman kâinata bakacağına; kâinatın da böyle anlarda
insanın ruhuna ineceğine inanır. Burada zaman kavramının kaybolduğunu, mesafe ve
zaman açısından birbirinden son derece uzak ruhlarla, kendi ruhunun birleşmiş,
kaynaşmış gibi olunduğunu düşünür. Böyle anlarda hülya renk renk, kanat kanat,
dalga dalga içe dolar. Şair, şimdi açan bir çiçeğin binlerce yıl önce açan bir çiçeğe
benzeyebileceği gibi, ruhun da böyle anlarda başka ruhların “kardeşi, hemşiresi”
olduğunu ileri sürer. İnsanın sadece işsiz ve serbest olduğu anlarda değil, en yoğun
olduğu zamanlarda da şiiri bulabileceğine inanır. İşini seven, zorlanmaz ruh, bu işi
33
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 3 (23 Mart 1944), s. 6.
OZANSOY, Halit Fahri, “Sebil ve Güvercinler”, Barış Dünyası, 3(18 Şubat 1944), s. 16.
35
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan
1944), s. 15.
34
17
yeni tecrübelerine bir fırsat olarak görür. İnsan ister istirahat ister faaliyet içinde
olsun, hayatının her anına, şiddetli ya da hafif duygularla, şiir dolabilir.
Siyasette bile şiirin olabileceğini söyleyen şair, yalnız nazır olan bir
politikacının, sadece gurur duyarak yaşadığında şiiri duyamayacağını ileri sürer.
Ama görevini yüksek bir fikirle kavrayan nazır, bütün bir milletin menfaatinden,
saadetinden sorumludur. Bunu duyan nazırın bu endişelerle olaylara bakarak
görevini kavradığını, böylece şiir sahasına girdiğini belirtir. Baudelaire’in şehirde
mahpus insanların ruhuna seslendiği, münzevîlere sihir verdiği için şair olduğunu
düşünür. O doğrudan doğruya insana bağlanmıştır. Müphem değildir. Sembollerinde
vuzuh vardır. İnsanlara verdiklerinin daima hülyalarla süslü olduğunu söyler. O,
“modern insana hulyayı yeniden yaratan şair” dir. Musikinin bu şairde önemli yeri
vardır. Türk Edebiyatında Piyale’deki Haşim ile yakınlık bulur. Her iki şairin de
renk ve ses âleminden sırlar getirdiğini; insanı maddî hayatın üstüne yükselttiğini
belirtir. Büyük şair ve büyük şiirin de rolü budur.
Halit Fahri, birçok insanın musikişinas olduğundan değil, bedbaht
olduğundan musikiyi sevdiğini ileri sürer. Ruha teselli veren musikinin şiir yoluyla
da aynı “ilâhî yolun yolcusu” olduğunu düşünür. Öz şairin sesinde, insana kaygılarını
unutturacak, sükûn, teselli ve şifa verecek büyük bir tesir olduğunu belirtir. Kâinatla
birleşerek vücuda getirilen şiire inanır. Arzın sürekli değişen levhalarının gören
gözlere büyük şiir âlemleri açtığını söyler. Böyle anlarda en basit bir olayın bile,
mucizevî bir duyuş yaratabileceğini belirtir. Japon şiirini örnek verir. Burada
pencereye konan bir kuş ve ona bakan bir göz vardır.36
36
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan
1944), s. 15.
18
Orhan Seyfi, Behçet Kemal Çağlar’ın kendisinin otuz yıl önce yazdığı “İlk
Çarşaf” şiirini ele alarak kendinden öncekilerin, gençliklerinde birtakım harfendazlık
yaptıklarını söylemesine karşı çıkar. Şiirde aşktan bahsetmenin bir kusur olmadığını
belirten şair, vatanperverâne kasideler yazmanın da bir meziyet olmadığını hatırlatır.
Şiir kötü olduğu için beğenilmeyişini anlayacağını fakat konu olarak çarşafı
işleyişinin tenkit edilmesini kabul etmez.
“Aşkın insan ruhunun hiçbir zaman lâkayt kalmadığı, bundan sonra da hiçbir
zaman lâkayt kalamayacağı beşerî mevzulardan biri” olduğuna dikkati çeker. Her
şairin mizacına göre değişik haller alabileceğine değinir. Fuzuli’nin gözyaşıyla,
Nedim’in kahkahalarla aşkı işlediğini hatırlatır. Cenap Şehabettin’in “Piyano”
şiirinin de tezyif edilmesine karşı çıkar. Behçet Kemal’in de dahil olduğu birçok
şairin, kendi nesli içinde o kuvvette bir şiir yazamadığını iddia eder. “Piyano” şiirinin
konu, şekil, ifade, tahassüs tarzı bakımından yeni olduğunu belirtir. Şiirdeki
“piyano… ağlayan o” kafiyesinin bile yeni, güzel ve sürprizli olduğunu söyler.
Cenap’ın musikiyi şiirle ifade ettiğine, nağmelerin lirizmini anlattığına değinir. O, bu
yenilikleri yapmadığı taktirde Faruk Nafiz’in güzel manzume yazamayacağını, o
güzel manzume yazmasaydı da Behçet Kemal’in ne kadar çalışırsa çalışsın millî
sazla didaktik şiirler bile yazamamış olacağını hatırlatır. Şairlerin birbirlerine manevî
borçlarla bağlı olduklarını vurgular. 37
Halit Fahri, şiirin “her şeyden önce bir his ve hayal mahsulü ve sonra
musiki…” olduğunu söyler. Şair, ilham perisini çağırırken mutlaka ona renkten ve
ahenkten bir kanat takacaktır. Şiirin mutlaka büyük hayallerden kuvvet alması
37
O. S. O., “Haksız Bir Tezyif”, Çınaraltı, 139(20 Mayıs 1944), s. 11.
19
gerekmediğini düşünür. Bazen en sade bir hissin dümdüz, iddiasız bir kaynaktan
doğabileceğine inanır. Samimi olmasını ve ifadesinde bir asalet bulunmasını yeterli
bulur. Bu bakımdan küçük Japon şiirlerini zarif misaller olarak gösterir. 38
“Şiir kavramının sunilikten, gözboyacılıktan ve her ne pahasına olursa olsun
dikkati ve hayreti üste çekmek merakından değil, tabiî bir neşe ve ıstıraptan doğduğu
sürece” lâyık olduğu etkiyi uyandırabileceğini savunur. 39
Yusuf Ziya, şiirin tıpkı “işlenmemiş elmas” gibi,
sanatçının elinden
geçmeden önce bir “ham madde” olduğunu ileri sürer. “Onu, bir veli sabriyle artist
mizacının potasında eritecek, hamuruna karışan yabancı unsurlardan temizleyecek
ve vezinle, kafiyeyle kanatlandıracaksınız.” der. Şiiri, sanatçı ıstıraplarından uzak, bir
oluruna bağlayışla, “işlenmemiş bir ham madde halinde pazara çıkarmayı” doğru
bulmaz.”40
Orhan Seyfi, “dilin, şiirin nescini meydana koyduğuna” inanır. Şairin
eserinde okuyanın seviyesinden yukarı çıkamadığı zaman, az çok tahmin edileni
söylediğinde, dikkate alınmayacağını düşünür. Şair, zekâyla, şaşırtıcı bir atlayışla
okuyucuyu aşabilir. Şiir yazmanın çok güç bir iş olduğunu düşünür. Çünkü şair
okuyucudan daha güzel bir dille konuşmalı, onun görüşünden, buluşundan ileri
geçmelidir. Okuyan “Bunu ben de böyle söylemek isterdim.” demelidir. Şiirde
kıtaların son mısraları gibi manzumenin son kıtasının da diğer kıtaları bir araya
getiren, onları yeni bir lirizmle tazeleştiren kuvvette olması gerektiğini savunur. 41
38
39
40
41
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şairlerin Hünerleri”, S. P., 4959 (27 Mayıs 1944), s. 4.
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiirde Espri”, S. P., 5126(12 Teşrinisani 1944), s. 4.
Y. Z. O. “Şiirde Ham Madde”, Akbaba, 16 (22 Haziran 1944), s. 4.
O. S. O., “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7.
20
Halit Fahri, şiirin “his, hayal ve ahenk ölçüsile tartılan bir şey” olduğunu
belirtir. “Şiire asalet veren ahenk denen cevher” in ortadan kalkıp, şiire bir konuşma
kolaylığının getirilmesini doğru bulmaz. Bununla nükteler, şakalar, tekerlemeler
söylenebileceğini fakat şiir söylenemeyeceğini belirtir. “Eğer konuşma şiir olsa idi,
hergün, on sekiz milyon Türk şiirden başka bir şey söylememiş olurduk.” der.42
“Şiir bir kıymettir.” diyen Orhan Seyfi, kıymetli şeylerin de nadir olduğunu
belirtir. Gereğinden fazla şiirle dolu olan kitabın insana daha okumadan bıkkınlık
vereceğini düşünür. Celâl Sılay’ın şiirlerini değerlendirirken şiirlerinin çoğu zaman
“başka dilden nesir halinde tercüme edilmiş şiir” hissini verdiğini ileri sürer. Bunun
aslında daha üstün bir cazibesi olduğuna dikkati çeker. Öz şiirin, cevher hâlinde olan
şiirin bir rüzgâr gibi insanın içine dokunduğunu belirtir. Kendi dilinde ve nazım şekli
içinde nasıl bir mucize olduğunun merak edildiğini söyler. Bu uçucu lirizmin mısra
halinde, kafiyelerle bağlanınca klişeleşmesine; fevkalâdelikten çıkıp alelâde oluşuna
değinir. İnsanın içinde hissettiği şiirin de kendi dilinde nazım kılığına girince böyle
olduğunu düşünür. Klişe olmaktan kurtulmayı önerir. Şairin kuru realiteyi anlatmak
isterken bile bir türlü saklayamadığı hayalden kanatları olduğunu savunur. Şairliğin
de bu olduğuna dikkati çeker.43
1946’da, yaklaşık otuz yıldır “saf şiiri arama macerası” nın olduğunu
söyleyen Halit Fahri, daha önceleri saf şiiri aramadan yapan şairler olduğunu belirtir.
Fuzuli’nin, Yunus Emre’nin
42
43
mısralarında “o sesin, o billûr hıçkırığın”
OZANSOY, Halit Fahri, “Zavallı Şiir”, S. P., 5262(31 Mart 1945), s. 4.
O. S. O., “Sonra? Celâl Sılay’ın Yeni Şiir Kitabı”, Yeniçağ, 11/1(13 Nisan 1946), s. 9.
21
bulunabileceğine işaret eder. Tanzimat’tan sonra yapılan şiir tariflerinde şiirin asıl
özünü, cevherini teşkil etmesi gereken iç sesin anlaşılamadığını söyler. Buna sebep
olarak “mısra-i berceste” kavramını görür. Bunun güzelliğinin nereden geldiğinin
keşfedilemediğini, meselenin hayal ve his derinlikleri diye müphem zaviyelerde
araştırıldığını; bu hayal ve hissin, bu gönül seslerinin şiire nasıl verilebileceğinin
kavranılamadığını ileri sürer. “Çünkü henüz daha, şiirde musikinin, sadece sanat
endişesile kelimelerin kulağa hoş gelecek bir tarzda seçilerek birleştirilmesi, aruzda
efail
tefaüle iyice uydurulması
sayesinde
sağlanabileceği
kanaati
hüküm
sürmektedir.” der. Hece veznindeki musikiyi düşünür. O vezne o zamanlar değer
veren olmadığı için üzerinde düşünülmediğini söyler. Şehabettin Süleyman’ın ortaya
attığı Nayîlik hareketini hatırlatır. Bunun, şiirde iç sesleri yaratabilmek, Verlaine’ın
“Her şeyden önce musiki.” diye nitelendirdiği değer, derunî ses nazariyesi olduğuna
işaret eder.
O zamandan itibaren bir değerlendirme yaptığında şiirin garip, maddeci ve
kuru şekiller aldığını belirterek saf şiirin öldüğünü ileri sürer. Sonra içten içe
ürpertilerle yazılmış şiirlerin de varolduğunu hatırlayarak bu defa da saf şiirin
ölmediğini söyler. Bu tezada düşen şair, saf şiirin arandığını, özlendiğini belirtir.
Sadece şekil düzgünlüğü, dil güzeliği, söyleyiş ustalığının yeterli gelmediğini
savunur. (s. 5). Saf şiir konusunda fikirlerin karışık, izahların dalgalı olduğunu
söyleyerek henüz hakikatın eşiğinde olunduğunu ileri sürer. (s. 6). 44
Şair, dünya değişse de her yerde şiirle karşılaşabileceğini söyler. Şiir ve şairin
“tabiatın üstünde bir çağlayışla, bir tanrı musikisi gibi” her yerde ve her durumda
insanlığın ruhunu okşayıp, sardığını belirtir. Şiiri bütün sanatların, dinlerin ve
44
OZANSOY, Halit Fahri, “Saf Şiiri Arıyoruz!”, S. P., 5637/192(26 Ekim 1946), s. 5-6.
22
medeniyetlerin hiç eskimeyen, eskimesi de mümkün olmayan mucizesi olarak görür.
Şiirin sonsuzluğunu buna bağlar.
Şiirin “eskisi yenisi” olmadığını belirten şair, kaynağını öz samimiyetten,
yürekten aldığı sürece yaşayacağını, yaşadıkça da derinleşip, genişleyeceğini
düşünür. Bu açıdan şiirin mesafeler ve zamanlar üstünde bir hayatı olduğuna inanır.
İnsanlığın şiirsiz yapamayacağına dikkati çektikten sonra günün yorgunluğu ve
hayatın sıkıntılarından bir iki mısraın musikisiyle kurtulunabileceğini belirtir. 45
Şiirde realizm arayan iddiayı bir dereceye kadar haklı bulan Halit Fahri,
Mehmet Akif’i örnek gösterir. Safahat’taki şiirlerin realizmle dolu olduğunu,
Rübab-ı Şikeste’nin de üçte ikisinin gündelik hayatın herkesçe tanınan neşe ve
kederlerinden, özellikle kederlerinden, oluştuğunu belirtir. İçtimaî değeri olan bu
şiirlerin doğru oldukları için halk içinde Haşim’in şiirlerinden daha çok tanındığına
dikkati çeker. Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”, koyu lisanına rağmen, fikirleri
bütün bir kitle tarafından derhal kavranan vatan ve hürriyet mefhumunu içerir.
Piyale’deki iç şiirlerden daha fazla okunuşunu buna bağlar. “Fakat bunun böyle
olması, bütün şiir mefhumunu yalnız mukadder duygular etrafında örmek neticesine
vardıramaz.” diyerek bunların içtimaî şiir olacağına, değerlerinin çoğu zaman
didaktik bir değer olacağına dikkati çeker. Şaire göre “Şiiri bir fikre, bir teze, bir
içtimaî harekete, bir siyasete vasıta saymak, onu, doğrudan doğruya, üç senelik, beş
senelik, en fazla elli senelik bir plân gibi telâkki etmektir.” Günlük hayatta şiir
olduğunu söyleyerek bu konular içinde “alelâde” den kurtulabilmeyi hüner kabul
eder.46
45
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, S. P., 308 (22 Şubat
1947), s. 5.
46
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011 (2 Şubat 1949), s. 6.
23
Orhan Seyfi, “güzel şiirin ayırıcı vasfının her an için ter ü taze kalışı”
olduğunu söyler. Bu sırrı bilen şairin, eserini zamanın etkisinden koruyacak mucizeyi
bulduğunu belirtir. Şiir hiç bitmeyen bir ruh usaresiyle canlılığını korur. Bu sanat
eserine istenilse güzel, istenilse yeni denebileceğine değinir. “Ne kadar güzelse o
kadar yenidir, ne kadar yeni ise o kadar güzel!” der. Yeni olmadan güzel
olunamayacağını ileri sürer. Zamanında beğenilen eserin, daha sonra beğenilmeyişini
artık yeni olmayışına, Nedim’in beğenilmesini hâlâ yeni oluşuna bağlar. Yeni bir
terkip ortaya koymadan, güzel eser yaratılamayacağına inanır. Şiirin yeni olmayan
tarafının ya taklit ve tekrar ya da bir hezeyan olabileceğini söyler.
47
Yusuf Ziya, “güzel sanatların en vefasızı” dediği şiirin, ancak çok güzel
olduğunda kendisine güzel geldiğini belirtir. 48 “Şiir öyle bir şey ki ancak çok güzeli,
güzel oluyor.” diyen şair, kendi şiirlerinden seçme yaparak küçük bir cilt yapmak
istediğini, fakat o kadar şiirinin çıkmadığını söyler. Kendini bile memnun edecek
kadar başarılı olamadığını, böyle bir durumda ısrar etmenin manasız olduğunu
belirtir.49
Şiirin izahının çok defa ondan ayrı bir şey olduğunu belirten Orhan Seyfi,
bazen şiirden de güzel olabileceğini, ama şiir olamayacağını söyler. Şiirin güzelliğini
başkasının yardımıyla anlatabilmesini hoş bulmaz. 50 “Şiir, bahar gibi havada
47
ORHON, Orhan Seyfi, “Şiir Üzerine Konuşma”, Hisar, 1(16 Mart 1950), s. 4.
Akşam, “Yusuf Z. Ortaç’la Bir Konuşma: Hececi Şairlerden Ne Kaldı?”, Akşam, 12733(15 Mart
1954), s. 5.
49
UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, L&M Yayınları, (1. baskı), İstanbul, 2004, s.
147. [“Güzide Ortaç Yusuf Ziya’yı Anlatıyor”, Cumhuriyet, 18 Haziran 1954’te yayınlanan yazıda
bu bölüm yer almamaktadır.]
50
ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Şiir”, Zafer, 2188(31 Ocak 1955), s. 2.
48
24
yaşayan bir şeydir, gönüllerden gönüllere sirayet kudreti vardır. Onu başkalarından
bile öğrenmeye pek muhtaç değiliz.” der.51
Sağlam şiirin eskisi yenisi olmayacağını söyleyen
Faruk Nafiz, “Eski
kubbeler var ki, asırlarca zelzelelere mukavemet ediyor; yeni temeller görüyoruz ki,
tekerleklerin sarsıntısından çatlamaktadır.” der.52
Şiirin “realizme düşme” sini doğru bulmayan Halit Fahri, bir “asalet” i
olması gerektiğini savunur. Realizm iddiasıyla küfür haline gelmesini, “idrar” ın şiire
girmesini istemez. Şiire müzik, ahenk, ruh konmasını ister. 53
“Şiir, bir şair mizacı altında hayata bakmaktır.” diyen Orhan Seyfi,
fotoğrafla resim arasındaki dehayı vücuda getiren farkın şiirde de olduğunu söyler.
Sanatçının şahsiyetini taşımayan, basit, hiçbir hüneri ve marifeti olmayan sözlerin
sanat eseri telâkkisi veremeyeceğini belirtir. Bazı şairlerin realiteyi işleme adına
“yavan bir tarzda konuşmayı” mesleklerinin özelliği saydıklarını hatırlatır. Yahya
Kemal’in şiiri, “kelimeleri seçmek ve şahsî bir hünerle dizmek sanatı” görüşüne
katılır.54
Yusuf Ziya, Nevzat Gözaydın’a yazdığı (3 Haziran 1961) tarihli mektupta,
şiiri çok sevdiğini ama çok korktuğunu belirtir. Güzel bir musikinin güzel olduğunu,
51
O. S. O., “Şiir Mükâfatı”, Zafer, 2422 (28 Eylül 1955), s. 2.
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Ses , (Kon.: Gülgûn SEDEF) (11
Kasım 1955), s. 5.
53
“Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon.: Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11.
54
“Sanatçılarla Konuşmalar: Orhan Seyfi Orhon Anlatıyor”, (Kon.: Mutafa BAYDAR), Varlık,
502(15 Mayıs 1959), s. 10.
52
25
severek dinlendiğini; güzel bir resmin güzel olduğunu, asılıp zaman zaman
bakıldığını düşünür. “Fakat, güzel bir şiir güzel değildir. Çok güzel bir şiir güzeldir.
Onu yapmak için yarı Tanrı olmak lâzım.” der ve bu inançla şiiri bıraktığını, “büyük
sevgilisine ihanet etmediğini” söyler. 55
Şiirin “en iddiasız adamı” olduğunu söyleyen şair, bu “büyük iş” e gücünün
yetmeyeceğini düşünür. Yıllardır yeni denemelerle kendini zorlamayışını “güzel
şiire, büyük şiire, tanrısal şiire duyduğu erişilmez saygı” yla açıklar.
Bir Rüzgâr
Esti’de yirmi yaşının çabaları olduğunu belirtir
“Eğer yarının büyük heykelini yapacaklara biraz kum, biraz taş
hazırlayabildimse, bahtiyar olmama yeter... Yarım yüzyılın gerisinde,
mısralar kalıbına bugünün Türkçesini dökmeyi küçümsemezsiniz sanırım.”
der. 56
Şair, Nevzat Gözaydın’a yazdığı (18 Ocak 1963) tarihli mektupta ise şiirde
“iç” le “dış” ı birbirinden ayırmadığını belirtir. Güzel bir duygunun, güzel bir
düşüncenin, güzel bir şekil içinde daha da güzelleşeceğini söyler.
Önce karar
vererek şiir yazılamayacağını savunur. “Şiirde his’de, hayal’de, düşünce de
bulunur... Bunların terazisi yoktur. İlâç gibi, altın gibi titizlikle tartışılmaz. Daha çok
şairin mizacına ve seçtiği konuya göre değişir.” Şiirin bir bütün olduğunu, Divan
şiiri gibi beyit beyit olmadığını belirtir.” 57
Şiirin “aşk gibi gençlik işi” olduğuna inanan Faruk Nafiz, gençlikten gençliğe
fark olduğunu, her neslin aşk anlayışının bir olmadığını belirtir. Aşk anlayışı farklı
55
GÖZAYDIN, Nevzat, “Ölümünün 20. Yılında: Yusuf Ziya Ortaç’tan Mektuplar”, T. D., 423 (Mart
1987), s.169.
56
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti..., Yeni Matbaa, İstanbul, 1962, s. 3.
57
GÖZAYDIN, Nevzat, “Ölümünün 20. Yılında: Yusuf Ziya Ortaç’tan Mektuplar”, T. D., 423(Mart
1987), s. 172.
26
olunca şiir anlayışının da farklı olacağını düşünür. Hangi devrin aşkı daha sürekliyse
o devrin şiiri daha çok yaşayacaktır. “Her devir ve şiirde, âşık aşkı ve heveskâr da
hevesi nisbetinde bir ömür sürer.” der. Şiirin en güç sanat olduğunu ve ciddiye
alınması gerektiğini savunur.58
Şiirin “büyük bir soluk işi” olduğunu söyleyen Yusuf Ziya, güzel sanatların
en güç dalı olduğunu düşünür. Hoş bir müziğin, bir dahinin sesi olmasa bile zevkle
dinlenebileceğini;
orta
bir
ressamın
elinden
çıkmış
güzel
bir
tablodan
hoşlanılabileceğini belirterek şiirde durumun değiştiğine dikkati çeker. Ona göre orta
güzellikte, hatta ortanın üstünde bir şiir güzel değildir. Ancak çok güzel şiirin güzel
kabul edilebileceğini ileri sürer. Bundan ötürü de şaire “kahraman bir fedai” diye
bakılabileceğini belirtir. 59
Orhan Seyfi, edebiyatın, özellikle şiirin, şifahî bir sanat olduğunu; yazılı
oluşunun daha sonradan geldiğini belirtir. İlk şairlerin şiirlerinin, Homeros’un
İlyada’sının da, böyle olduğunu söyler. Ancak hayatiyet kuvveti olan şiirlerin
hafızadan hafızaya geçerek yaşayabileceğini ileri sürer. Değerine göre ebediyete
kadar yaşayacağını
düşünür. Kendilerinin de şiirleri böyle değerlendirdiklerini
söyler. Şiir için yapılan “Darası alınmış söz.” tarifini hatırlatır. Şairleri
karşılaştırırken bu ölçünün kullanılmasını önerir. Bunun sonucunda istenilen cevap
alınacaktır. Hafızalara nüfuz edenlerin aranmasını ister. Bundan çıkacak sonucun asıl
58
“Sevilen Sanatçılarla Konuşmalar- Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon.: Ümit Yaşar), Yelpaze, 563(27
Mart 1963), s. 13.
59
“Bir Şiir, Bir Şair… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon.: Halit ÇAPIN), Milliyet, (Pazar ilâvesi), 4845(24
Kasım 1963) s. 10. [BELLİ, Şemsi, “Ortaç Ustanın Ardından”, Akbaba,12/16 (12 Nisan 1967), s. 4.]
27
değerler olduğunu savunur. Eserlerin mevzuları, tipleri, kahramanları, hatta
sözleriyle hatırlandığını, bu ölçünün “yanılmaz” ve “tarafsız” olduğunu ileri sürer.
60
Halit Fahri, 1950 yılının edebiyatını değerlendirirken edebiyatın o günkü
çehresine bakıldığında, içinde “bir üzüntü, küskünlüğe benzeyen bir eza” duyduğunu
söyler. “Genç, yeni şiir” pürüzlerini henüz temizleyememiştir. Bunun yanında birkaç
yıl önceye kadar devam eden bolluğun olmamasına sevinir. “Zira, şiirin cevheri
nedretindedir. Kafilelerle şairlerin türediği bir devirden sonra, bir duraksama,
bazan çok hayırlı neticeler verebilir.” diyerek bunun hakiki hünerlerin ve
hünerverlerin her bakımdan lehine olduğunu söyler. Halit Fahri bu durgunluğun
böyle bir ıstıfaya gidip gitmediğinin meçhul olduğunu düşünür.
“Gerçek ve sosyal davalar peşindeyiz, cemiyetin nabzını ve ruhunu
yokluyoruz, oradan sesler ve levhalar getiriyoruz diye öğünen bir kısım genç
şairlerin tezleri, bu mevzularda ortaya koydukları eserlerle pek isbat
edileceğe benziyor. Realist olmak iddiasile şiiri gittikçe yavanlaştırmak ve
his, hayal kıymetlerini, bilerekten yahut başka türlüsünü yapmağa kudret
bulamamaktan doğan bir zaafla inkâr ederekten boy boy manzumeleri, iyi
pişmemiş, hamur kalmış francalar gibi fikir ve edebiyat piyasasına sürmek –
Ne kadar yeni şiir ve sürrealizm iddialarına zırh gibi bürünülse de –artık bir
zamanki tesirlerini uyandıramıyor.”
Buradan yola çıkarak öze ve samimi olana değer veren okuyucu kitlesinin
belirmeye başladığını söyler. Ona göre “ Şiir yolu ya dünün acayip tekrarından
yahut kendini arayıştan kurtulmuş değildir. Yahya Kemal’e karşı duyulan sonsuz
60
OZANSOY, Gavsi, “Edebiyatımızda Dünküler mi Bugünküler mi Daha Kuvvetli?- Orhan Seyfi
Orhon”, Tercüman, (4 Aralık 1967), s. 1, 5.
28
hayranlık hissi bile, bazı ruhlarda, can sıkıcı hisler uyandırmaktan geri
kalmamaktadır.” Herkesin yeni, özlü başka bir şey istediğini söyler. Hâlâ o
sanatçının aranmakta olunduğunu ekler. (s. 8). 61
Orhan Seyfi, Peyami Safa’nın bir zamandan beri yeni şairlerin manejeri
olduğunu düşünür. Kendisinin şairlerden ziyade şair olduğu için, bazen dayanamayıp
şiiri izah ettiğini belirtir. “Şiirin izahı çok defa ondan ayrı bir şeydir. Bazen, şiirden
güzel de olabilir. Ama, o şiir olmaz!” der. Şiir için çok doğru gibi görünen sözlerin
şairlere hiçbir şey ifade etmediğini, boş bir iddiadan ibaret kaldığını söyler. 62
Halit Fahri, filozof, şair ve estetikçi olan Jean-Mari Guyau’nun görüşlerinden
yola çıkarak kendi şiir anlayışını ortaya koyar:
“Jean-Mari Guyau; “Ortada, sadece estetik heyecanın itiyad saikasile
yıpranmış olmasından dolayı, bize ekseriya en az şairane gelen şeylerde
şiiriyet bulmak mesele değildir. Adeta her kaldırım taşını saymışım gibi,
hergün geçtiğim sokakta şiir vardır; fakat herhangi ekzotik bir memleketin bir
köşesindeki küçük bir İtalyan yahut İspanyol sokağında bu şiiri kendime
hissettirebilmekliğim daha güçtür.”
Bu izahı kısa ve çok canlı bulan şair, “O halde anlaşılıyor ki, lâzım olan,
solgun ihsaslara tazelik vermektir, yahut yine Guyau’nun dediği gibi hergünün
hayatı gibi eski olan şeyden yeniyi bulmak, mutadın içinden hiç beklenmiyeni
çıkarmaktır.” der. Halit Fahri, bugünkü şiir anlayışının Guyau’nun tarifine uyduğunu
belirtir ve devam eder: “Her günkü hayatımız içinde eskiyi yeni mutad olanı hiç
61
62
OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Durgun Suyun İçinde”, S. P., 1649, (6 Kasım 1950), s. 4, 8.
ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Şiir”, Zafer, 2188 (31 Ocak 1955), s. 2.
29
beklenmedik tarza sokarken 63 [Devamı “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 10” dadır.].
birtakım şairlerde, hattâ bazan en meşhurlarında gördüğümüz gibi, her şeyi
söylemekten sakınmalıyız. Bu kadar teferruat üstünde duruş, ancak zaman ve
hikâyenin realizmine uygun düşebilir. Şiirde ise yalnız birkaç noktayı işaretle geriye
kalanı okuyucuya telkin etmek lazım gelir. Ta ki, herkes aynı levha veya hadise
etrafında (bunlar bu kadar basit olsalar da) kendi zevklerine göre bir âlem inşa
edebilsinler.” 64
Şiiri “zorla, sunî görüşlerle uyandırmayı” gereksiz görür. Samimi olunmasını
ister. Hayal ve kelime hokkabazlıklarıyla gözbağcılık etme hevesine kapılmamayı
ister. Gönülden teslim olunduğunda şiir kendini verecektir. İnsanın esir olmamalıdır.
Bu esaret maddî olanaklarla giderilemez. Çok zengin insan da kendi servetinin esiri
olabilir. İnsan “üstüne yağan tabiat zenginliği” ni fark etmelidir. Tabiata ruhlarını
değil sadece vücutlarını taşıyanlar da onun zenginliğini göremeyecektir. Çünkü
bunlar tabiata sadece vücutlarını taşırlar, ruhlarını değil. Böyle insanlar içten
hazırlıklı değillerse tabiata nüfuz edemezler. Tabiattan haz duyanların hulyadar
olanlar olduğuna dikkati çeker. Bunlar her levhayı, her tabiat köşesini özümserler.
“Aşk” duygusunun da insanı şair yapacağına değinen şair, bunun en ucuz, en kolay
şiir
olduğunu
düşünür.
Böylelerinin
en
bayağı
bir
aşkla
bile
kolayca
etkileyebileceklerini söyler. Kolaylığın büyük sanat olmadığını savunur. İnsanın aşk
duygusuyla az çok, miskin hislerin üstüne çıktığını, bunun için de en basit bir insanın
bile ulvileştiğini söyler. Bu yolun tehlikeli olduğunu hatırlatır. Çünkü mehtap
safaları, mandolin nağmeleri, serenatlar şiiri bugün yeni görünemeyebilir. Aşkın
63
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 9”, SF-Uyanış, 2407-722, (8 Birinci Teşrin
1942), s. 249.
64
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 10”, SF-Uyanış, 2408-723, (15 Birinci
Teşrin 1942), s. 261.
30
harikûlâdesinin de olabileceğini hatırlatarak böyle aşkların çok nadir olduğuna
dikkati çeker.
Halit Fahri, sadece heyecanlı, hararetli bir hayatın insan ruhunda coşkunluk
uyandırdığı zannının yanlış olduğunu vurgular. En muntazam, en tatlı bir hayatın en
derin ve en ince bir hayat olabileceğine inanır. “İtiyadın görünmez altın örgülerle
ördüğü böyle böyle bir hayatın içinde ruhlar birbirini tamamlar ve karşılıklı
heyecana düşerler.” der. Daha sonra keder ve derde değinir. Basit insanların şiddetli
ıstıraplar duydukları halde, bu ıstıraplarının derin olmadığını ileri sürer. Hisli
insanların, hissettikleri şeylerin hiçbir parçasını feda etmediklerini belirtir. Bunların
duydukları ıstırapların silinmediğini, aksine derinleştiklerini, hatta sonunda bir sanat
eseri haline geldiklerini söyler. Şair, ruhun derinliğini neşe kadar kederin de
zenginliğine borçlu görür. Basit insanın hiçbir şey yaratamayacağını ileri sürer. O
kendinden başka büyük olarak hiçbir şeyi sevmemektedir. Kendi içine kapatılmış bir
mahpustur. Hayatın hergün yeniden keşfedilebileceğine inanan şair, keşfedilecek
yerin insanın kendi içi olduğunu savunur. İnsan bakmayı bildiği müddetçe, sevdikçe
ve hayran oldukça çok yakınında olan bu cihanı bulabilir. 65
Faruk Nafiz, Sabahat Emir’le yaptığı konuşmada “Şiir bir hissin ifadesi
demektir. Bence gerçek şiir duygu olmalıdır.” der.66 “Yeniliği gayr-i tabiî olmaması”
şartıyla şiirde yeni cereyanlara taraftar olduğunu belirtir. 67
65
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar Altında Doğar?”, Barış Dünyası, 12(21 Nisan
1944), s. 15.
66
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR),Türk Edebiyatı Dergisi, 14(Şubat 1973),
s.23.
67
YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı- Hâtıraları- Şiirleri, s.
90. [ÖZDEŞ, Oğuz, “Bizim Caddeden Portreler”, Hafta, (5 Mayıs 1950).
31
Orhan Seyfi, şiirin sadece ilham eseri olmadığını, uzun bir çalışmayla
meydana gelen güç bir sanat olduğunu belirtir. İyi bir şair olmak için özel bir
yeteneğe sahip olmakla beraber, yıllar boyu çalışmanın gerektiğini söyler. Bundan
dolayı her şairin yazılamamış, başlanmış ama tamamlanamamış şiirleri olduğunu
hatırlatır. “Kısaca şiir, sanatkârane bir çalışmayla, büyük bir hassasiyet ve dikkatle,
üzerinde kelime kelime uğraşarak meydana getirilen güç bir sanattır.” der. İlk adım
olarak nesre hiç benzemeyen, ahenkli bir söyleyişle, bir mısra kompozisyonuyla
başladığını belirtir. Bunun içinde resim, müzik, süsleme sanatları, şiirin mimarîsini
meydana getiren bir şekil güzelliği olmalıdır. Kelimeler hünerle seçilip yerlerine
konmalıdır. Daha sonra şairin kendi dünyasının his, hayal ve düşünüşleri ilhamın
yardımıyla yerlerini alırlar.68
Şiir yazmanın çok güç bir iş olduğunu düşünen Orhan Seyfi, sadece ilhamın
yeterli olmadığını, uzun çabalardan sonra ancak birkaç satır yazılabileceğini söyler.
Şiirin temiz bir dille mükemmel bir şekilde ortaya konulmasını; okuyanın seviyesini
aşmasını ister.
Halit Fahri, kısa ve canlı birkaç mısraın, insanın ruh hâlini kuvvetle
göstereceğinden, daima yaşayacağına inanır. Şiirin terkibî, yekpare mısra içinde
canlanacağını savunur. Duyulan hisleri ifade edecek ruha bürünmelidir. Şiirin en
büyük değerinin kendisinde aranması gerektiğine inanır. Edebiyat, edebiyat olduğu
için kendi kuvvetiyle varolabilmelidir. Şiirin her şeyden önce his ve hayal mahsulü
sonra da musiki olduğuna belirtir. Ahenkli bir şiir, en garip fikirleri bile zihne
yerleştirebilir. Bu sanatla az ve öz sözün manasız hitabet sağanaklarından daha
68
ORHON, Orhan Seyfi, “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 52.
32
değerli olduğu anlaşılmıştır.
Güzel bir şiirin göstergesinin samimiyet ve ifade
güzelliği olduğunu söyler. Şiirde şahsî ruhun olmasını ister. Taşıdığı zevk orijinal
olmalıdır. Kâinatla birleşerek vücuda getirilen şiire inanır. Dünya değişse de her
yerde şiirle karşılaşılacaktır. Sonsuzluğunu, her yerde ve her durumda insanın ruhunu
okşayıp sarmasına bağlar. İnsanlığın şiirsiz yapamayacağına inanır.
Yusuf Ziya, güzel sanatların en vefasızı dediği şiirin en ancak çok güzel
olduğunda amacına ulaştığını düşünür. Başa değil kalbe hitap eden şiirin güzel
sanatların en güç dalı olduğunu savunur. İlk mısraının ilk kelimesinden son mısraının
son kelimesine kadar bir bütün olmasını ister.
Faruk Nafiz, şiirin çok güç bir sanat olduğunu ve ciddiye alınması gerektiğini
savunur. Şiirdeki hususiyetin tabiî olarak temin edilmesini ister. Samimiyetsizliği
şahsiyetsizlikle eşit görür.
Beş Hececiler, şiirin en güç sanat dalı olduğu düşüncesinde birleşirler.
İlhamın varlığını kabul etmekle beraber fedakârlığı ve çalışmayı esas kabul ederler.
Şiirin bir duygu, bir aşk işi olduğuna inanan şairler, samimiyeti ölçü olarak kabul
ederler.
a) Konu
Şiirin herşeyden önce hissiyatı ifade ettiğini söyleyen Halit Fahri, “içtimaî bir
fikri savunmak için yazılan manzumelerin bir başmakalenin nazma sokulmasından
başka bir şey olmadığına” dikkati çeker.69
“Sanatta mevzuun ehemmiyeti ancak tarz-ı teblîğ ve ifadesindeki hususiyet ie
ölçülebilir.” diyerek mevzuun başlıbaşına bir değer olmadığını, bir vasıtadan ibaret
olduğunu ileri sürer. Esas olanın şekildeki yenilik ve hususiyet olduğunu söyler.
69
Halit Fahri, “Hece Şairleri”, Alemdar, 2662/362 (13 Kânunievvel 1335/ 13 Kânunievvel 1919), s.
2.
33
Bundan mahrum olan eserlerin bir zaman beğenilseler bile unutulmaya mahkûm
olduklarını düşünür.70
Rustaî “pastoral” şiir üzerinde dururken tabiatın sanat için “kat‘î ve ebedî bir
ilham kaynağı” olduğunu belirtir. Sanatçının tabiatı gerçek anlamda göremediği
zaman, ya yapma, soğuk bir eser meydana getireceğini ya da onu büsbütün ihmal
edeceğini ileri sürer. Hergün bin türlü levhayla insanın karşısında duran “tabiat”
güzelliklerinin ancak ferdî bir bakışa sahip olunduğu zaman görülebileceğine inanır.
Aksi taktirde eser adi bir taklitten ibaret kalacaktır. Şair, bazı tenkitçilerin rustaî
şiirin daha çok “medeniyetlerin inkıraz veya ihtilâl zamanlarında, insanlar için bir
sükûn menbaı” olduğu iddialarına tamamen katılmaz. Ona göre insan kalbi her
zaman tabiat içinde teselli, şifa aramaya muhtaçtır. Kır hayatını terennüme lâyık bir
mevzu olarak görür. (s. 232). İlhamını tabiattan almayan edebiyatların her zaman
cılız ve kansız kaldıklarını söyleyerek rustaî şiirin en solgun edebiyatlara bile kısa
zamanda kuvvet verdiğini savunur. (s. 233). 71
Konunun, “edebiyatın her nevinde fikri ve hisleri ifade edecek bir vasıtadan
başka bir şey olmadığını” belirtir. Ona göre esas olan lisandır. 72
Faruk Nafiz kendisiyle yapılan bir konuşmada, “Sizce şiir nedir ve onda
gayeniz?” sorusuna, “Şiir hakkında on sene evvelki telâkkimle bugünkü kanaatım
arasında hiçbir münasebet yoktur. Kimi yalnız vezin, kafiye ve kelimenin âhenginden
vücuda gelmiş bir musikiyi şiir için kâfi görüyor. Mevzuu fazla, lüzumsuz ve değersiz
buluyor. Kimi de vücudu tutan iskelet gibi, mevzuun şiirdeki lüzumuna kani.. Ben
70
Halit Fahri, “Pastişin Edebiyattaki Mevkii”, Peyâm-i Sabâh (edebî nüsha), 22(8 Kânunisani
1336/1920), s. 2.
71
Halit Fahri, “Rustaî Şiirler”, Servetifünun, 1450((18 Mart 1336), s. 232-233.
72
Halit Fahri, “Yanardağ”, Servetifünun, 1666/192(19 Temmuz 1928), s. 147.
34
şiirde yalnız mevzuun değil, hattâ müddeanın bile kıymetini kabul ediyorum.
Müddea, bence, şiirde bir hedeftir, bir gayedir.” 73 diye cevap verir.
Halit Fahri, “Nesir mi, şiir mi? Siz hangisini tercih ediyorsunuz, bundan
sonra edebiyatta hangisi hakim olacak?” sorusuna güzel olmak şartıyla ikisini de
sevdiği cevabını verir. Şiirin romantiklerde olduğu gibi uzun tasvirler ve terennümler
şeklini almasının mümkün olmadığını söyler. Kısa ve canlı birkaç mısraın insanın
ruh halini kuvvetle göstereceği için daima yaşayacağını belirtir. Şiirin özellikle
terkibî, yekpare mısraın içinde canlanacağını savunan şair, serbest nazım
örneklerinin “havaya savrulmuş güzel fakat soluk sonbahar yaprakları” ndan farklı
olmadıklarını ileri sürer. Zamanın bunları çabuk çürüteceğini söyler. Şiirin duyulan
hisleri ifade edecek ruha bürünmesini de ikinci önemli şart olarak görür. (s. 151).
Bugünkü şairlerin Recaizade Ekrem, İsmail Safa gibi kuşa, bülbüle,
karıncaya, aya mazlumane ve meyusane hitap etmelerinin garip olacağını hatırlatır.
Her eserin kendi zamanının hislerine cevap verdiği için böyle duyguların yavan
geleceğini ileri sürer. “Bugünkü şair, bugünkü romancı ve temaşacı gibi ancak
bugünkü şeniyeti eserinde tesbit edebilendir.” diyerek mevzuun şiirde de önemli
olduğunu söyler. En saf ve en ibtidaî duyguların bile yeni bir şekle bürünerek bugün
dahi şiire girebileceğini savunur. Bunun herşeyden önce bir sanatçı meselesi
olduğuna dikkati çeker. (s. 160).74
Şiirin, bir heyecanın ifadesi olduğunu söyleyen Halit Fahri, o heyecanın derin
veya basit bir fikrin, hatta fikirlerin aktarıcısı olabileceğini belirtir. O zaman fikrin
73
YÜCEBAŞ; Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı-Hatıralar-Şiirleri, s. 75.
[Cumhuriyet, “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, (20 Ekim 1928).]
74
Sehap Nafiz, “Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, Servetifünun, 1877-192, (14 Ağustos 1932),
s. 150-151, 160.
35
derinliğiyle hissin enginliğinin derece derece yükseleceğini söyler. Ona göre her
yükseliş, adi vuzuhtan renkli bir müpemiyete doğru kanatlanıştır. Bu kanadı ancak
şairin musikisinin adlandırıp harekete geçireceğini belirtir. 75
Edebî eserin başarısının üslûbundan, tahkiyesinden önce “mevzuun yeniliği,
canlılığı” ndan elde ettiğini ileri sürer. Yazılışındaki ustalığın ayrı olduğunu söyler.
“Bütün san‘at eserlerinde aranması lâzım gelen üslûp bile, bazen bir mevzuun
canlılığı önünde ikinci plânda aranabiliyor.” der. Edebiyatta mevzuya önem
vermeyenlerin ne dereceye kadar haklı görülebileceğini merak eder. Üslûbun şart
olduğunu fakat hepsinin uslûptan da ibaret olmadığını belirtir. Edebiyatın yeni bir
tahassüs ve tefekkür ufku açmadıkça unutulacağını düşünür. Çok kuvvetli bir
orijinalite aynı kudrette bir ifade kuvvetiyle birleştiğinde yarınından emin olunur.
Edebiyatta, eskiden olduğu gibi, sadece üslûbuyla yaşayan eserler olduğunu da
hatırlatır. Şiir, roman veya temaşa eserlerinde mevzuun da teknik ve üslûp kadar ve
bazan onlardan bile üstün bir değeri olduğunu ileri sürer. “Mevzu her şeydir.”
diyerek mevzuu önemsememeyi haksız bulur.76
Orhan Veli’nin “Vesikalı Yarim” adlı şiirine değinirken şairin zevkine
karışılmamasını, onun da “vesikalı” sını sevdiğini söyler. “Baudelaire” in bir şiirinde
anasına küfrettiği
halde bunun onun büyük bir şair telâkki
edilmesini
engellemediğine dikkati çeker. Orhan Veli için “Bu çocuğun da “Vesikalı Yârim”
diye şiir yazması şairliğine mani olmaz herhalde..” der. Her mevzuun şiire
girebileceğini söyleyerek estetik bir şey yapabilmenin önemli olduğunu vurgular.77
75
OZANSOY, Halit Fahri, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanların Farkları”, S. P., 3189(16
Haziran 1939), s. 7.
76
OZANSOY, Halit Fahri, “Eser ve Mevzu”, Son Posta, 3195(22 Haziran 1939), s. 7.
77
,“Şairler Arasında Anket: Şiir İfrazat mıdır?”, (Kon.: Nusret Safa COŞKUN), S. P., 3650 (24 Eylül
1940), s. 7.
36
Celâl Sılay’ın “Şiir Mevzu Mudur? Detay Mıdır?”sorusuna
“Mevzu!”
cevabını vermesi üzerine bu cevaptan hoşlanmayan Celâl Sılay “Detayyy?” cevabını
vermiştir. (s. 3/1). Mevzuun, bütün ayrıntıları içinde bulunduran bir çekirdek
olduğunu söyleyen şair, mevzuu mevcut değil farzederek sadece ayrıntılardan
bazılarını ortaya atmaya bir anlam veremez. Ayrıntıyı seçerken de “muhakkak bir
mevzuun, bir ruhî haletin, bir anın, bir levhanın içinde” olunduğunu düşünür. (s.
4/1).78
Şiirin mevzularının nerede başlayıp nerede bittiği sorusunu gereksiz bulur.
Her olayın şaire mevzu oluşturabileceğini düşünür. Toplumda yaşayan insan gibi
tabiat içinde yaşayan münzevinin de ayrı zamanlarda ayrı olaylarla karşılaştığını;
böylece ilhamının sürekli yenileştiğini söyler. 79
Şiirde “şahsî ruh” un olmasını ister. Şiirin taşıdığı zevkin orijinal olması
gerektiğini söyler. Şiirlerin “şiir değil, şiir olabilecek bir gerçeğin iskeleti”
görünümlerini doğru bulmaz. Onun “eti, kemiği, ateşli kanı, gözleri ve ruhları çeken
görünüşü, Tanrı dili gibi çağlayacak musiki” si olması gerektiğini savunur. Günlük
olayları,
harp,
zabıta,
kaza
haberlerinden
ibaret
olan
anlatımın
şiiri
doğuramayacağına inanır. “Ruha çalkantı vermeyen hiçbir hâdise bir şiire kaynak
olmamaz.” der.80 Daha küçük Japon şiirlerini hatırlatarak mutlaka büyük hayallerden
kuvvet alması gerekmediğini söyler. Güzel bir hissin iddiasız bir kaynaktan da
doğabileceğini belirtir. Önemli olan samimiyet ve ifadedeki “asalet” tir.81
78
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, S. P., 4318 (15 Ağustos 1942), s. 3/1, 4/1.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 11”, Servetifünun-Uyanış, 2410-725, (29
Birinci Teşrin 1942), s. 287.
80
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan
19449, s. 15.
81
Son Posta, 4959 (27 Mayıs 1944), s. 4.
79
37
Sanat eserinin iki yapısı olan form ve muhtevanın birbirine bağlı iki değer
olduğunu düşünür. Güzel bir şeklin güzel muhtevadan doğacağını ileri sürer. Çok
kısa satırların da derin ve engin mana duyguları içerebileceğini belirtir.
82
Halit Fahri, şiirde realizm arayan iddiayı bir dereceye kadar haklı bulduktan
sonra Mehmet Akif’i örnek gösterir. Safahat’taki şiirlerin realizmle dolu olduğunu
belirtir. Ona göre Rübab-ı Şikeste’nin de üçte ikisi gündelik hayatın herkesçe
tanınan neşe ve kederlerinden, özellikle kederlerinden oluşmuştur. İçtimaî değeri
olan bu şiirlerin doğru oldukları için halk içinde Haşim’in şiirlerinden daha çok
tanınmıştır. Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”, koyu diline rağmen, fikirlerinin
bütün bir kitle tarafından derhal kavranan vatan ve hürriyet mefhumunu içerir.
Piyale’deki iç seslerinden daha fazla okunuşunu buna bağlar. “Fakat bunun böyle
olması, bütün şiir mefhumunu yalnız mukadder duygular etrafında örmek neticesine
vardıramaz.” diyerek bunların içtimaî şiir olacağına, değerlerinin çoğu zaman
didaktik bir değer olacağına dikkati çeker. Şaire göre “Şiiri bir fikre, bir teze, bir
içtimaî harekete, bir siyasete vasıta saymak, onu, doğrudan doğruya, üç senelik, beş
senelik, en fazla elli senelik bir plân gibi telâkki etmektir.” Günlük hayatta şiir
olduğunu söyleyerek bu konular içinde “alelâde” den kurtulabilmeyi bir hüner kabul
eder.83
Orhan Seyfi, şiirde fikir bulunup bulunmaması konusunda “Nesrin mantığı
içinde mevcut olan fikir, şiirde aranmaz. Ancak, fikrin, heyecan ve his içinde bizi
duygulandıranı şiirin unsurudur.” der.84
82
“Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF –Uyanış, 2439 (16 Eylül 1943), s.1.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011 (2 Şubat 1949), s. 6.
84
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1
Kasım 1955), s. 7.
83
38
Eserde konuyu başıbaşına bir değer olarak görmeyen Beş Hececiler, her
mevzuun şiirde işlenebileceğini düşünürler. Sanat eseri mutlaka büyük konulardan
doğmaz. Önemli olan konu değil, onu işleyiş şeklidir.
Orhan Seyfi, nesirde olabilen fikrin şiirde aranamayacağını savunur. Halit
Fahri de başlıbaşına bir değer olmadığını vasıta olduğunu düşünür. Esas olanın
şekildeki yenilik ve hususiyet olduğunu söyler. Konunun vasıta olduğunu esas olanın
lisan olduğunu savunan şair, daha sonra önemli olduğunu belirtir. Daha sonra da
eserin başarısının üslûbundan önce “mevzuun yeniliği, canlılığı” ndan elde ettiğini
savunur. Konuyu önemsememeyi doğru bulmaz. Estetik olmak şartıyla her konunun
şiirde işlenebileceğini düşünür. Ruha çalkantı vermeyen olayların şiire kaynak
olamayacağını söyleyen şair, daha sonra güzel bir hissin iddiasız bir kaynaktan da
doğabileceğini belirtir. Samimiyet ve ifadedeki asaleti esas tutar. Güzel bir şeklin
güzel bir muhtevadan doğacağına inanır. Faruk Nafiz ise şiirde sadece konunun
değil, müddeanın bile değerini kabul eder. Müddeanın hedef, gaye olduğunu söyler.
Beş Hececiler şiirde konunu yerinin ne olduğu hakkında ortak bir görüşte
birleşemezler. Zaman içinde tercihleri değişir.
b) Şekil
Halit Fahri, “Sanatta mevzuun ehemmiyeti ancak tarz-ı teblîğ ve ifadesindeki
hususiyet ie ölçülebilir.” diyerek mevzuun başlıbaşına bir değer olmadığını, bir
vasıtadan ibaret olduğunu ileri sürer. Esas olanın şekildeki yenilik ve hususiyettir.
39
Bundan
mahrum
olan
eserler
bir
zaman
beğenilseler
bile
unutulmaya
mahkûmdurlar.85
Faruk Nafiz, manzumelerin neden başlayıp neden bittiğinin açıkça
anlaşılması gerektiğini düşünür. Son mısraların da kuvvetli olması, başladığı
kuvvette bitirilmesi gerektiğine belirtir. Mısraların “şairin hevesi geldiği zaman bir
iki satır daha ilâve edilmesi için altı açık bırakılmış gibi” olmamalarını ister. Gayet
güzel bir manzumenin birdenbire dağılmasını, şairin “kafiyeyle veznin istediği yere
gitmesini” doğru bulmaz.86
Orhan Seyfi, Nazım Hikmet’in eserlerinin şekil tarafını ele alırken onun
vezni ve bilinen nazım şekillerini terkederek şiirlerini klişelikten kurtardığını söyler.
Buna karşılık eserlerindeki dağınıklığa dikkati çeker. Sanatın bir çerçeve içine
konmasının zarurî olduğunu, hiçbir sanat ölçüsü kabul edilmeden sanat
yapılamayacağını vurgular.87
Halit Fahri, sanat eserinin iki yapısı olan form ve muhtevanın birbirlerine
bağlı iki değer olduğunu söyler. Güzel bir şeklin ancak güzel bir muhtevadan
doğacağına inanır. “Nice şiirler vardır ki pek kısa satırları arasında en derin ve
engin mana duyguları ihtiva ederler. Fon zengin olmasa idi, şekil bu işlenmiş ve
tekâsüf halinde billurlaşmış formu nasıl elde edebilirdik.” der.88
85
Halit Fahri, “Pastişin Edebiyattaki Mevkii”, Peyâm-i Sabâh (edebî nüsha), 22(8 Kânunisani
1336/1920), s. 2.
86
Faruk Nafiz, “Yeni Çıkan Bir Kitap Münasebetiyle”, Yarın, 33(28 Mayıs 338), s. 140.
87
Orhan Seyfi, Nazım Hikmet Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, s. 11.
88
“Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF –Uyanış, 2439 (16 Eylül 1943), s.1.
40
Sanatta şekle taraftar olduğunu belirterek bu şekilden ne tamamen eskiden
kalma kalıpları ne de şekilsizliği anladığını söyler. Şekli bir iç düzen, bir muhteva
bütünü olarak kabul etmeyi doğru bulur. Güzelin şekille birlikte mevcut olduğunu
düşünür.89
Orhan Seyfi, Cenap Şehabettin’in “Elhan-ı Şita” şiirinde duygu değişikliğini
vermek için yaptığı ölçü değişikliklerini güzel bulmayanlara katılmaz. Şiiri tenkit
edenler, bir tek ölçüyle her istenilenin söylenilebileceğini belirtip Şehname’yi örnek
göstermişlerdir. Şairin “Karlar” şiirini bir şeye benzetememişlerdir. Orhan Seyfi,
manzume yazıldığında çok beğenildiğini hatırlatır. Bir gariplik varsa o günkü
toplumun bunu anlayamadığı için mi bu şiire hayran olduğunu sorar. (s. 6). Türk
şiirinde müstezatların eskiden beri olduğunu hatırlatan şair, Cenap Şehabettin ve
arkadaşlarının bu müstezatları genişletiklerini söyler. “Kar” şiirindeki vezin
değişikliklerinin, nazma bir hareket ve sürat değişikliği yaptığı taktirde bunun çok
iyi bir şey olduğunu belirtir. Şiirin güzel veya kötü oluşunun ayrı bir mesele olarak
ele alınmasını ister. Vezinlerin nazmın gidişine hiçbirşey vermediği iddiasını
“ukalâca” bulur.(s. 9).90
Halit Fahri, “Galata köprüsü şairi” dediği Orhan Veli ve taraftarlarının şiirde
kalıbı kırmaktan bahsettiklerini, “kaynana zırıltısı gibi lâflarla vezni, kafiyeyi,
manayı herşeyi inkâr ettiklerini” söyleyerek bu düşünceye cevap olarak Yahya
Kemal’i örnek gösterir. Şairde en yüksek derecesini alan şeklin sadece mana olması
halinde şairin yazdığı mısraların Orhan Veli ve taraftarlarının yaptığı gibi vezinsiz,
89
“Edebî Anketimiz: Halit Fahri Ozansoy’un Cevabı”, (Kon.: Şinasi ÖZDEN), Varlık, 264-265 (115 Temmuz 1944), s. 83.
90
O. S: O., “Cenab’ı Müdafaa”, Yeniçağ, 12(20 Nisan 1946), s. 6, 9.
41
kafiyesiz olduklarında, o ahenge erişemeyeceklerini, ruhları büyüleyemeyeceklerini
savunur. Hiçbir zaman veznin şiirde mutlak bir şey olduğunu söylemediğini belirtir.
Onların kalıplarının şekil değil, ruh, cevher, sonsuzluk olduğunu bilseydi farklı
düşünecektir. Orhan Veli’nin “Düdüktür, öter, dumandır, tüter.” diye şaşırıp kafiyeli
sözler söylediği zaman bile şiirlerinde bir derinlik bulamadığını belirtir. Şairin son
yıllarda yayınladığı şiirleri “takır tukur ceviz kırar gibi akortsuz seslerle birtakım
acayip lâflar” olarak niteleyen Halit Fahri, onun inkâr ettiği vezin kalıbını atmamış
olsaydı, saçma da olsa, bir iki mısraının tebessümle hatırlanabileceğini söyler. (s. 6)91
Orhan Seyfi, sanatın bir çerçeve içine konulmasının zorunlu olduğunu, hiçbir
sanat ölçüsü kabul edilmeden sanat yapılamayacağını savunur. Konunun başlıbaşına
bir değer olmadığını düşünen Halit Fahri, şekildeki yenilik ve hususiyeti esas olarak
kabul eder. Daha sonra ise form ve muhtevayı sanat eserlerinde birbirine bağlı iki
değer olarak görür. Güzel şeklin güzel muhtevadan doğacağına inanır. Aynı zamanda
da sanatta şekle taraftardır. Güzelin şekille birlikte mevcut olduğuna inanır.
c) Mana
Şiirde form ve muhtevanın birbirine bağlı iki değer olduğunu söyleyen Halit
Fahri, güzel bir şeklin ancak güzel bir muhtevadan dağacağını savunur. 92
Orhan Seyfi, şiirde “mana kelimesinin mantıkî bir hüküm veya daha geniş bir
şekilde bir tahlil ve terkip ifadesi” olarak alındığında aramadığını fakat “müştereken
duyulan bir şey” olarak kabul edildiğinde aradığını belirtir.93
91
OZANSOY, Halit Fahri, “Kalıbın Dışına Çıkanlar”, Son Posta, 413 (7 Haziran 1947), s. 5-6.
“Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF-Uyanış, 2439(16 Eylül 1943), s. 1.
93
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1
Kasım 1955), s. 7.
92
42
Faruk Nafiz, “Şiirde mânâ, vezin ve kafiye arıyor musunuz?” sorusuna
ressamın boyasız ve fırçasız, mimarın çimentosuz, demirsiz ve tuğlasız eser
veremeyeceğini, bunların sanatın ve sanatçının ana malzemesi olduğunu, bu
maddeler elde olmayınca mananın kendisini gösteremeyeceğini söyleyerek sanat
eserlerinin ancak bu ana malzemenin ötesinde vücut bulmaya başlayacağını belirtir.
Yaşayan şiirlerin hepsinde, gizli veya âşikâr, mutlaka mana, vezin, kafiye gibi
harçların olduğunu söyler. Tevfik Fikret ve Orhan Veli’yi örnek verir. (s. 5) “Şiirde
vuzuh mu, müphemiyet mi?” sorusuna “Mevzuuna göre; bazan birincisi, bazan
ikincisi..” cevabını verir.94
Yusuf Ziya, Umumi Harb’in dünyayı altüst ettiğini, bu dört yıl boyunca
hayatta olan değişikliklerin yanında “umumi tornistan ameliyesi” nin şiiri de
etkilediğini söyler. Uzun bir şiiri okuyan şair, bunu sondan başa doğru okumaya
başlar. İmzadan başlığa kadar geldiği zaman düz okumakla aynı manayı taşıdığını
görür. Şair’de çıkan “Benim Derdim” başlıklı şiiri örnek gösterir. Diğer bir örnek
Halit Fahri’nin Edebî Mecmua’da çıkan “Fecr” adlı şiiridir. Bu tür şiirlerin
“hayvanât-ı halkaviyye” gibi neresinden kesilse yaşayabileceğini belirttikten sonra
Fransız şairi Joze Maria dö Heridya’ nın yazılarından bir “virgül” dahi
çıkartılamayacağını hatırlatır. Bu kadar küçük değişikliğe tahammülü olmayan büyük
eserlerle, “içi dışına çıkarıldığı halde ufacık bir sarsıntı göstermeyen eserleri”
karşılaştırdığında şaşırır. (s. 97). Bu gibi yazılarda esrarengiz ve büyük bir sır
94
, “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses , (11
Kasım 1955), s. 1,5.
43
görmeyen şair, bu tür yazıların yüzünden de okunduğu zaman tersi kadar manasız ve
boş olduğunu belirtir. (s. 98).95
“Tehlike” de, “Tornistan” adlı yazısını hatırlatır. Reşit Süreyya Nedim
mecmuasında bunun esaslı bir ölçü olmadığını söylemiştir. En meşhur Garp
şairlerinin de eserlerinin “Tornistan” edileceğini belirten Reşit Süreyya, Lö Kont Dö
Lil’ i örnek vermiştir. Yusuf Ziya, bu şairin “Verenda” adlı şiirinin hissî olmaktan
uzak, şairin çoğu eseri gibi tasvirî bir manzume olduğunu belirtir. Bu tasvir, küme
küme levhaların yan yana getirilmesinden doğmuştur. Üstteki mısranın kümenin
altında “lirik” bir tekrarla nakarat oluşturmasını Yahya Kemal’in “İnkıraz” şiirinde
uyguladığını söyler. (s. 161). Bu parçanın sondan başa doğru okumasının mümkün
olmadığını belirtir. Lö Kont dö Lil’ in “Verenda” adlı şiirinin de sondan başa doğru
okunamayacağını; eserin “tasvirî” olduğu halde sıkı bir şekilde “terkibî” olduğunu
söyler. Yahya Kemal’in şiirinde olduğu gibi bir kümeyi oluşturan mısraların ters
okunmasının
değil,
çeşitli
parçaların
kalıbı
kalıbına
alınarak
yerlerinin
değiştirilmesinin de imkânsız olduğunu belirtir. Çünkü kümenin sonunda tekrarlanan
mısra okuyuculara ters okuması için yazılmamıştır. Bu mısraın tekrarının ancak bir
çeşit “lirizm” göstergesi olduğunu söyler. “Son mısraından ilk mısraına doğru
okunabilecek kadar uzvî teşekkülden mahrum bir manzûme, şiir namına muhakkak
sahte bir eserdir.” diyen şair, halis şiirlerde mutlaka, “fikrî” olmasa bile “hissî” bir
“terkib” in olduğuna, dikkati çeker. (s. 162). 96
Halit Fahri, güzel şeklin güzel muhtevadan doğacağına inanır. Yusuf Ziya,
halis şiirde, “fikrî” olmasa bile “hissî” bir terkibin olduğuna dikkati çeker. Faruk
Nafiz, yaşayan şiirlerde, gizli veya açık, mutlaka mananın olduğunu söyler.
95
96
Y. Z., “Tornistan!..”, Şair, 7 (23 Kânûnısâni 1919), s. 97- 98.
Yusuf Ziya, “Tehlike”, Şair, 11 (20 Şubat 1919), s. 161-162.
44
d) Şiir Dili
Yusuf Ziya, “tarihin müphem karanlıklarından gelen, ibtidaî, ümmet, taklidi”
adlarıyla üç devreye ayırdığı Türk Edebiyatının asla millî olamadığını ileri sürer.
Millî bir edebiyat oluşturmak için vezne ve esatire ait bilgilerin İslâmiyetten Önceki
Türk Edebiyatında aranması gerektiğini belirtir. Maziden Türk’ün ananevî
gelenekleri alınarak, bakışların dikkate alınmayan muhite çevrilmesini ister. Milletin
“samimi lisan” ıyla, asrî şekiller içinde, yeni ve canlı bir âlem gösterilmesiyle ibdaî
edebiyatın
oluşturulabileceğini söyler. Asrî ve millî edebiyat demek olan ibdâî
edebiyatın, İstanbul Türkçesi ve hece vezniyle millî vicdanda aranacağını söyler. (s.
254).
Dilde takip edilecek ameliyenin İstanbul halkının konuştuğu Türkçe’yi
sayfalarda “nisbiyyet constamer” etmek olduğunu belirtir. Türk sarfının haricindeki
kelimelerle “Lugat-ı Çağatay”, “Divan-ı Lugati’t-Türk”, “Kamus-ı Arabî”, ve
“Burhan-ı Katı’” daki selîkaya muhalif kelimelerin bu gaye uğrunda çalışan
kalemlere tamamen yabancı olduğunu söyler. (s. 251).97
Aruz veznini konu edindiği bir yazısında şiir dili üzerinde durur. Aruz
kullanıldığı zaman gayr-i ihtiyari Acem kelimeleri, Farisî terkipler, Acem
Edebiyatının istiare ve hayallerinin etkili olduğunu belirtir. Acem terkiplerinin
mücerret bir mahiyette, zihnî olduklarını söyler. Bunlar dimağın kesbî bir ameliyesi
ile yapılmaktadır. Şair, şiir ve edebiyat dilinin “zihnî lisan” olmadığına dikkati çeker.
Ona göre zihni lisan denilen “mücerredât ve mefhûmât lisanıyla” ancak ilmî ifadeler
97
Yusuf Ziya, “İbdâî Edebiyat”, SF, 1368 (22 Teşrinisânî 1333/ 22 Kasım 1917), s. 251, 254.
[Yazının sonunda 14 Teşrinisânî 1917 tarihi verilmiştir. Şair bu bahse daha sonra “Temaşa,
Edebiyatta” adlı yazısında yer verir. “Temaşa, Edebiyatta”, Temaşa, 12 (30 Teşrinisani 1334 /1918),
s. 4-5.].
45
açıklanabilir. Şiir ve edebiyatın bir dereceye kadar “müşahhas tasvirler” demek
olduğunu hatırlatarak müşahhas tasvirlerin de ancak müşahhas, hissî bir lisanla
yapılabileceğini vurgular. Arapça ve Acemce terkiplerin hepsinin Türklerin ruhuna
göre mücerret olduklarını, birer hisse değil, birer fikre tekabül ettiklerini ileri sürer.
Ona göre “Hissî bir tasvir olmazsa edebiyat yok demektir.” 98
Halit Fahri, Mehmet Emin’den bahsederken onun şiirlerinde fail önce, muf‘ul
ortada, fiil sonda şeklinde olan Türkçe nahiv mantığının göze çarptığını belirterek
“şiirde hakiki heyecanın, hiçbir rikkat-ı lisanın mantıkî nahiv tertibine riayet
etmeyeceğini” savunur. Bunun için de şiirde fiil, fail, mef‘ullerin yerlerinin daima
değiştirebileceğini düşünür.99
“Dünkü ve bugünkü” şiir lisanını konu edinirken dünkü şiir lisanından
kastının Üdebâ-yı Cedîde ve özellikle Tevfik Fikret’in lisanı olduğunu belirtir.
Baki’den sonra Türk şiir lisanında en büyük inkılâbı Fikret’in yaptığını düşünür. Söz
konusu şiir lisanı olduğunda Hamit’in akla gelebileceğini hatırlatan şair, edebiyatın
ufuklarını genişletmesine rağmen kullandığı lisanın sıkı sıkıya eskiye bağlı olduğunu
söyler. Fikret’in “lisan-ı nazm” da yenilikler yaptığını;
klâsik mısrayı kırdığını
söyler. Onun “tirâşîde bir üslûp ve yepyeni bir ahenge” sahip olduğunu düşünür.
Fikret’in üslûbunun aynı zamanda manzum temaşa lisanına gizli bir girizgâh
olduğunu belirtir. Şairin “Balıkçılar” şiirini buna delil gösterir. Bu şiirde tabiî
mükâleme lisanı bulur. Hamit’in temaşalarında böyle tabiî mükâleme lisanına
rastlanamayacağını belirterek Eşber’ i örnek verir. Fikret’in lisanı “yeni ve tabiî”
olduğu için “dünkü” şiir lisanını Fikret’ten başlatır. Onun lisanında titiz bir hummâ98
99
“Gizli Münasebetler”, SF, 1372 (20 Kâunıevvel 1333/ 20 Aralık 1917), s. 328.
Halit Fahri, “Yine Vezin Meselesi 3”, Yeni Mecmua, 59 (29 Ağustos 1918), s. 125.
46
yı san‘at sezildiğini belirten şair, kelimelerin sanatçının elinde birer inci, birer
mücevher gibi uzun itinalarla işlendiğini söyler. Eserlerinin tamamının aynı ifadeyle
yazıldığına, okurken aralarındaki yakınlığın hissedileceğine dikkati çeker. Fikret’in
şiir lisanıyla uzun zamandan beri beklenilen sadelik ve sadelik nispetinde yeniliğe
ulaşıldığını ileri sürer. Fikret ve arkadaşlarının aruz veznini kullanmalarına rağmen
mümkün olduğu kadar onu ıslah ettiklerini, Türkçe kelimeleri daha kolay kabul
edebilir hale soktuklarını belirtir. Eski edebiyat taraftarlarının tüm tenkitlerine
rağmen o sonuna kadar direnmiştir.
Fecr-i Ati, lisanda Fikret’ten fazla bir şey yapamamıştır. Yahya Kemal’in
kullandığı lisan tabiî ve saf Türkçe’dir. Fikret’te bile bulunamayan sadeliğin Yahya
Kemal’in mısralarında bulunduğunu düşünür. Şiir lisanının Fikret’ten sonra önemli
bir merhale daha kazandığını belirten şair, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi ve Yusuf
Ziya’nın adlarını anar. Aruz olsun hece olsun bütün şiirlerde gerçek Türkçe’nin
hâkim olmaya başladığına dikkati çeker. Arapça ve Farsça’nın Türkçe’de karşılıkları
bulunan kelimeleriyle Türkçe kurallara uymayan terkipler mısralardan çıkarılmıştır.
“Bugünkü” şiir lisanının “dün” den tamamıyla ayrıldığı görüşünde olan Halit Fahri,
son neslin şiirlerinin sadeliği yanında dünkü ahengi de fazlasıyla taşıdıklarına inanır.
Ona göre “yarın” ın şiir lisanı “bugünkü” saf ve tabiî Türkçe’den doğacaktır. 100
Orhan Seyfi, 1920’de lisan meselesinin o gün için artık kalmadığını söyler.
Terkipli dille yazılanların sayılacak kadar az olduklarını ileri sürer. Son yayınlar
arasında eski dille yazılmış parçalara rastlayamadığını belirtir. Edebiyât-ı Cedide’nin
100
Halit Fahri, “Şiir Lisanımız”, Peyâm-ı Edebî, 19/ 62 (18 Kânunıevvel 1335), s. 2.
47
nazmı için “Allah taksiratını afv etsin!” der. Nesirde de yalnız Cenap Şehabettin’in
kalemine istinad ederek ayakta durabildiğine değinir. 101
Yahya Kemal’in “Ok” şiirini değerlendirirken;
“İhtiyar elini bağrına soktu.”.
mısraında geçen “bağır” kelimesini “göğüs” yerinde kullanmayı doğru bulmaz.
Bunun metruk bir kelime olduğunu, “bağrı yanık, bağrına basmak” gibi bazı tabirler
içinde kullanılabileceğini belirtir. Ona göre şair, şahısları hususi lehçeleriyle
konuşturabilirse de kendi lisanını herkes gibi şiveye uydurarak konuşturmaya
mecburdur.102
Konunun, “edebiyatın her nevinde fikri ve hisleri ifade edecek bir vasıtadan
başka bir şey olmadığını” lisanın esas olduğunu 103 savunan Halit Fahri, Kâzım
Erdin’in “Teselli” adlı şiirini incelerken “vediâ” kelimesinin kafiye zaruriyetiyle
kullanılmasını hoş bulmaz. Şiirin “ince bir hissin çok samimi hayallerle” ifadesini
bulduğu;
“Senelerce bekleyiş… ah belirmeyen gölge
Bir mendil gibi artık kumsalda unutulmuş,
Dilde tekrarlanan dün, bu kirpiklerde nem ve,
Nihâyet bir söğüdün gölgesinde duruluş.”
bölümünde fikrin tam bir mantıkla sona erdiğini söyler. Değil bir tek fazla mısranın
bir tek kelimenin bile bu zevki bozacağını belirtir. “Kıtanın” zayıf yerlerini sayarken
“ah” seslenişini verir. Üçüncü mısraı sakat ve ahenksiz bulur. “D” harfinin kulakta
101
Yusuf Ziya, “Orhan Seyfi ile Konuştum”, Alemdar (kısm-ı edebî), 2933/633(18 Eylül 1336/18
Eylül 1920), s. 3.
102
Orhan Seyfi, “Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14 (25 Teşrinisani 336 / 1920), s.
9.
103
Halit Fahri, “Yanardağ”, SF, 1666/192(19 Temmuz 1928), s. 147.
48
“şamata” uyandırdığını düşünür. “Dilde tekrarlanan gün”, “gölge” ye kafiye yapılan
“ve” nin dördüncü mısraya iyi bir şekilde bağlandığını söyler. “Kirpiklerde”
kelimesinin dört hecesinden sonra “nem” ile “ve” kelimesinin tek hecesini ahenksiz
bulur. Şiir dilinin ahenksizliğe hiç tahammülü olmadığını belirtir. Bir şiire başlayış
kadar bitirişin de çok önemli olduğuna dikkati çeken şair, bu ihmal edildiği zaman en
güzel eserlerin bile değerden düşebileceğini belirtir. Ona göre “İyi şair, sözün bittiği
yerde sazı elinden bırakmasını bilendir.”104
Halit Fahri, şair olduğuna pişman olmadığını; kendine maddî bir refah
sağlayamayan, sadece ruhuna gıda veren bu sanatın sonunda “öz ve az sözün uzun ve
manasız hitabet sağanaklarından kıymetli olduğunu öğrettiğini” söyler. “Ölçülü dil”
dediği nazmın insanlara nesirden daha kısa yoldan daha fazlasını anlattığı
görüşündedir. En inatçı sükûtundan birkaç beyitlik nazımla kurtulabildiğini söyleyen
şair, “Asırlardır nice hicivler şairin bu için için ezilişinden doğdu. Şarlatanlara ve
budalalara karşı insanlığın his ve zekâ yolundan en tesirli silâhı belki budur.” der.
Şiir dilinin bu cepheden biraz adalet ve fazlasıyla bir mantık dili olduğunu ileri sürer.
“Doğru düşünen ve derin hisseden
uzun söylemez.” diyerek her şairin az çok
kendisini sanatın kahramanı zannettiğini belirtir.105
Orhan Seyfi, Ses dergisinde Nurettin Eşfak’ın “Kıyamet Sureleri” adlı
şiirinde geçen “çekin ki körükleri” söyleyişini yanlış bulur. “Küreği çekmek”
denebileceğini fakat “körüğü çekmek” denemeyeceğini söyler. Demir ateşe girdiği
zaman körüklerin geri çekilemeyeceğini hatırlatır. Asaf Halet Çelebi’nin “Gözler
104
105
“İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, Son Posta, 2874(31 Temmuz 1938), s. 9.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, Servetifünun-Uyanış, 2254 (2 Teşrinisani 1939), s. 343.
49
Kimi Gördüler” şiirinin başlığında dil hatası olduğunu belirtir. Gözün iki tane
olduğunu ama tek bir şeyi gördüğünü hatırlatır. 106
Yenilik dergisinde Oktay Rıfat’ın “Gün Sonu Konuşması” şiirine değinirken
“gün sonu” kullanımını “çapraşık” bulur. “Akşam” demek olduğunu söyler. “Bir
yeni şair, herkesin söylediğini değil kimsenin söylemediğini ve söyleyemeyeceğini
bulup söylemek ister.” der. Şiirde geçen.
“Akşam oluyor, uykudan kolay”
söyleyişini de “çapraşık” bulur. “Akşam” için olmak fiilinin kullanılabileceğini fakat
“uyku” için kullanılamayacağını belirtir. Şairin bir çocuk saffetine inerek “uf olmak,
pat olmak” ta olduğu gibi bebeklerin lisanını kullanmış olabileceğini düşünür. Şiirin
devam eden mısralarında:
“Sizler de akrabamsınız/ Benden neden kaçıyorsunuz/
Kurtlar, sincap, tilki?”
Burada “Neden kaçıyorsunuz?” yerine “Neye kaçıyorsunuz?” demesi gerektiğini
hatırlatır. İki “den” in yan yana kullanımından doğan ahenksizliği şairin hissetmesi
gerektiğini belirtir. Burada neden “kurtlar” ın çoğul, “tilki” ve “sincap” ın tekil
olduğunu sorar. (s. 4).
“Acımasız kırsalar dallarımı,/ Sizler gibi korkmuyorum ölümden.”
mısralarında geçen konuşan ve düşünen bir ağacın aslında acı duyabileceğini
belirterek teşhis ve intak hatası bulur.
“Çünkü toprağa karışınca / Tekrar ağaç olmanın çaresini bilirim.”
diye devam eden şiirde “bâsübadelmevt” sırrını bilen ağacın daha önceki mısralarda;
“Ben ağacım, bilgim de ona göre.”
106
Fiske, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 316(8 Şubat 1940), s. 4.
50
demesini yersiz bulur.
“Ve diyorum: “İşim acele!””
şeklindeki mısraya bakarak daha önceki tutarsızlıkların bir şekilde açıklanabileceğini
düşünür.
“Bir gün, ne el kalacak tutmak için,/ Ne yürümek için bacak!”
diyen şairin “Bir gün ne el kalacak, ne ayak!” demiş olmasının yeteceğini söyler.
“Ne de bulutların seyri!”
mısraında “seyir” in “temaşa” ya da “hareket” anlamlarından hangisi için
kullanıldığının açık olmadığını düşünür.
“Bir gün yaslanmak istersen pencereye”
mısraında “yaslanmak” ın koltuk veya kanepe gibi şeyler için kullanılabileceğini,
pencereye yaslanılmayacağını belirtir.
“Benzemezler insan dostlarına /Ağaçlar gölgesini esirgemez.”
Burada “ağaçlar” ın “benzemek” fiilini çoğul, “esirgemek” fiilini tekil almasına
dikkati çeker ve bir mana veremez. (s. 5).107
Dil bahsine değinen başka bir yazısında, gramerin bütün Türk fikir hayatı
boyunca kavga çıkarmaktan başka bir işe yaramadığını, yazı sahasının o günlerde
gramer bilmeyen yazıcılar elinde olduğunu söyleyerek şiirin geleceğiyle ilgili
tahminde bulunur: “Şiir sahasının yarın hiç vezin bilmiyen şairler elinde olacağı” nı
ileri sürer.108
Halit Fahri, Orhan Arınç’ın Bir Kalbin Işıkları adlı eserini incelediği
yazısında, dil bahsine geçerek kelime tekrarları üzerinde durur. “En güzel mısraların
107
108
ORHON, Orhan Seyfi, “Edebiyat Sohbeti”, Akbaba, 375(27 Mart 1941), s. 4-5.
ORHON, Orhan Seyfi, Kulaktan Kulağa, Çınaraltı Yayınları, İstanbul, 1943, s. 29.
51
bile, bazı kelimelerin diğer mısralarda ve pek yakın olarak tekrarı yüzünden zevki
kaçabilir.” der. Sıfatların ve zarfların fazla kullanılmasını bunun sebeplerinden
gösterir ve örnek verir:
“Olukta gürül gürül aktı güneş dolu su,
Açıldı hazin hazin değirmenin duygusu...
Baygın baygın gezindi...”
Buradaki “gürül gürül”, “hazin hazin”, “baygın baygın” zarflarının
kullanılmasının kulağa hoş gelmediğini belirtir. (s. 5). Orhan Arınç’a mısraları daha
iyi işlemesini, başka etkilerden sıyrılmasını, özellikle fikir ve hislerin ifadesinde
mısralara vereceği musiki kadar, orijinal olmaya çalışması, basitten, söylenmişten,
eskimişten kurtulmasını tavsiye eder.
Çam Kokusu kitabının şairi Tacettin Demirok’ta sıfatların “hazır elbiseler
gibi hemen kelimelerin başında geçtiğine” dikkati çeker. “Derin sessizlik”, “şen
koğuşlar” ı örnek verir. Son zamanlarda “şen” kelimesinin gittikçe eski hece
şiirlerindeki “hep” lerle “hiç” lerin yerini tutmaya başladıklarını belirterek mısrada
eksik kalan bir heceyi doldurmaya birebir ilâç olarak görür. Bu şaire her şeyden önce
bir şiir atmosferi ve bir şiir dili gerektiğini belirtir. (s. 7) 109
Orhan Seyfi, “dilin, şiirin nescini meydana koyduğuna” inanır. Şairin
eserinde okuyanın seviyesinden yukarı çıkamadığı zaman, az çok tahmin edileni
söylediğinde, dikkate alınmayacağını düşünür. Şair, zekâ ışığıyla, şaşırtıcı bir
atlayışla okuyucuyu aşmalıdır. Şiir yazmanın çok güç bir iş olduğunu düşünür.
Çünkü şair okuyucudan daha güzel bir dille konuşmalı, onun görüşünden,
109
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiir Mecmuaları III”, S. P., 4491 (9 Şubat 1943), s. 5, 7.
52
buluşundan ileri geçmelidir. Okuyanın “Bunu ben de böyle söylemek isterdim.”
demesi gerektiğini söyler. Şiirde kıtaların son mısraları gibi manzumenin son
kıtasının da diğer kıtaları bir araya getiren, onları yeni bir lirizmle tazeleştiren
kuvvette olması gerektiğini savunur.110
Halit Fahri, şairin en çok kullandığı kelimeleri tespit edilmesiyle ilhamının da
az çok tayin edilebileceğini söyler.111
Şiir dilinin, kelimeleri itibarıyla olmasa bile, biraz esrarlı olduğunu söyler. Bu
esrarın, duyguların ve fikirlerin derhal kavranamayışından, bazı kimseler içinse hiç
kavranamayacak bir derinlikte olmasından kaynaklandığını düşünür. Bunun şairine
göre değişeceğine dikkati çeker. 112
Orhan Seyfi, “şiir dilinin daima “sade”, kendisinin de vazıh olmasını şart
koştuğu” belirtir. 113
Faruk Nafiz, mevzuuna intibak ettikten sonra her dilin şiir dili olduğu
görüşündedir.114
Halit Fahri, “Kimi şairlerin dili zorladıkları görülüyor. Sizce bu uygun
mudur? Uygunsa sınırları ne olmalıdır?” sorusu üzerine bunun sınırlarının o yolda
yürüyen şairlere sorulmasını ister.
110
O. S. O., “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7.
OZANSOY, Halit Fahri, “Biraz da Şiirden”, S. P., 5076(23 Eylül 1944), s. 4.
112
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011 (2 Şubat 1949), s. 4.
113
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1
Kasım 1955), s. 7.
114
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (11
Kasım 1955), s. 5.
111
53
“Zorlamağa gelince, ne demektir bu? Şöyle bir şey mi: Al eline alemi,
yaz aklına geleni, hem nasıl, içinden hiçbir ses, hiçbir kıpırdanış, bir hamle
duymadan bir şeyler karala, birtakım kelimeleri topla, topla, birbirine ekle mi
demektir?”
Bu anlayışla yazan şairlerin toplumda ilgi uyandırmayacaklarını söyler. Gösteriş için
şiir yazmanın kötü bir şey olduğunu, her şeyden önce samimi olmak gerektiğini
belirtir.115
Nafi Atıf Kansu’nun “Pan Baba ile Sultan Abdal’ı karşılaştıran” “Göz Balı”
şiirinde kullandığı “sevi” kelimesine dikkati çeker. “Sevgi” kelimesinin daha hoş ve
alışılmış olduğunu belirtir.
Defne degisindeki şiirleri değerlendiren Halit Fahri, genç şairlerden Nevin
Esmersoy ve Azmi Güleç’in “tüm” kelimesini sık kullandıklarını söyler. Bu kelimeyi
“tatsız” bulur.
İnceltilmiş İstanbul şivesinde “tüm” ün olmadığını, “bütün” ün
olduğunu belirtir. Azmi Güleç’in;
“Tüm gürültüler terketti ortalığı bir bir”
mısraını örnek verir. “Gürültülerin ortalığı bir bir terk etmeyeceğini”, ancak kesilip
işitilmez olabileceğini söyleyerek kullandığı Türkçe’yi beğenmez.116
Yeni
şairlerden
Reha
Beler’in
Mavi
Hayaller
adlı
şiir
kitabını
değerlendirirken sanatçının “teşaur” kelimesini kullanmasını yadırgar.
“Mehtap bütün şâşaasıyla inmiş denize”
mısraını bugün okuyucunun garip bulduğunu söyleyerek “şâşaa” kelimesini cansız
bulur. Onun yerine “parlaklık”, “parıltı” gibi halis Türkçe, renkli kelimelerin
olduğunu hatırlatır. 117
115
Türk Dili, “Soruşturmamız-Halit Fahri Ozansoy”, T. D., 147 (Aralık 1963), s. 181.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665(7 Haziran
1966), s. 2.
116
54
Şahinkaya Dil’in Güz Rüzgârı adlı kitabında şiirlerinin arasına az da olsa
“çoğulsu”, “us” gibi kelimeleri “sıkıştırdığını” söyler. “Çocuksu” kelimesine yakışan
“su” ekinin “çoğulsu” da “tatsız düştüğünü” ileri sürer. “Us” kelimesinin de böyle
olduğunu ekler. Halk dilinde “akıl” kelimesinin atasözleriyle beraber günlük
konuşmalarda çok şekilde geçtiğini hatırlatır. Bu tür kelimeleri hoş bulmaz.118
Faruk Nafiz, 1973’te yaptığı bir konuşmada 119 Sabahat Emir’in:
“Hiç şüphesiz Türkçeyi en iyi kullanan şairlerin başında geliyorsunuz.
Şiir diliniz hemen hemen kırk beş yıllık bir zamandan beri değişmemiştir.
Bununla
birlikte
eserleriniz
üç,
dört
nesil
tarafından
rahatlıkla
okunabilmektedir. Kullandığınız bu dilin sırrını açıklar mısınız?”
sorusunu cevaplandırırken bir öğretmen, bir milletvekili, bir şair olarak hep halkın
karşısında olduğunu, bundan ötürü halkı yakından tanımak, bilmek, anlamak
zorunluluğuna dikkati çeker. Onu etkileyebilmek için onun
anlayacağı dili
kullanması gerekmektedir. Anadolu’yu iyi bilmesinin Anadolu halkıyla arasında bir
dil birliği sağladığını söyler. Kelimelerin kudretine inandığını ve onlar üzerinde
titizlikle durduğunu belirtir. Bir şairin kelimeleri iyi tanıyıp iyi seçmesi gereğine
inanır.
Orhan Seyfi, eser değerlendirmelerinde daha çok dildeki yanlış kullanımlar
üzerinde durur. Kelimelerin düşünülerek kullanılmasını, anlatılmak istenenin az
sözle verilmesini ister. Şairin okuyuculardan daha güzel bir dille konuşmasını ister.
Halit Fahri, şiir dilinde gramer kurallarına uyulmayıp fiilin, failin yerinin
117
OZANSOY, Halit Fahri, “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, 2469 (29
Ağustos 1968), s. 7.
118
OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlerden Sesler”, Tercüman, 3018(12 Mart 1970), s. 2.
119
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat
1973), s. 24.
55
değişebileceğini söyler. Şairin kelimeleri kuyumcu itinasıyla mücevher gibi işlemesi
gerektiğini belirtir. Şiir dilinin ahenksizliğe tahammülü olmadığını savunur. Nasıl
başladıysa öyle bitirilmelidir. Nazmı “ölçülü dil” olarak tarif eder. Marifet az ve öz
sözle çok şey anlatabilmektir. Gereksiz kelime tekrarlarından uzak durulmasını ister.
Faruk Nafiz ise konusuna uyduğu sürece her dilin şiir dili olabileceğini
savunur. Az ve öz sözle çok şey anlatma, sade ve tabiî bir dil kullanmada birleşirler.
e) Vezin
Yazılarında şiir hakkında her konuda ortak fikir beyan etmeyen Beş Hececiler
vezin konusunda düşünürler, yazarlar. Türk Edebiyatında adlarını aruzla yazdıkları
şiirlerle duyursalar da hece veznine geçişleriyle taraf olurlar ve vezin tartışmalarında
heceyi savunurlar. Yusuf Ziya, 1916 yılında, kendilerinden önce memlekette bir
“edebî inkılâb” ın olduğunu, bu inkılâp için çalışanların ilk önce dili sadeleştirmekle
işe başladıklarını belirtir. Onların gitgide bazı muayyen kurallar koymaya çalışarak
Arapça ve Farsça kaidelerle yapılan terkipleri atıp, yaşayan dilin dışındaki kelimeleri
edebiyat dışında bırakmaya çalıştıklarını söyler. Türkçe’ye uymayan aruzu
değiştirmeyi unutmalarına dikkati çeker. (s. 3151/9). Bir müddet sonra bunun da
düşünüldüğünü belirten şair, aruzun tard edilmesinin nedenlerini ele alır. Bundan çok
önce “Acem-perestî” devrinde Türkçe’ye giren birçok kelimeyle beraber İran’ın uzun
ahenginin de Türkçe’ye girdiğini belirtir. Şairlerin “baş, paşa” gibi kelimeleri bile
dört elif miktarı çekerek okuduklarını söyler. Lisanın gerçek şivesinin böyle suni bir
ahenkle bozulması ve yabancı kelimelerin dile girmesi sonucunda aruz vezninin
zorunlu olarak Türkçe’ye girdiğini ileri sürer. Şair, aruzun Türkçe’nin bünyesinden
doğmadığı için Türk’ün olmadığını; “Arab’ın, Acem’in, Acemleşmiş olan sahte
56
“Osmanlıca!” nın vezni olabileceğini söyler. Veznin lisanın aslî bünyesinden
doğduğunu kimsenin düşünmediğini belirtir. Hiçbir zaman uydurma bir vezin yapılıp
zorla içine kelimeler doldurularak şiir söylenemeyeceğini savunur.
Acemleştirilen Türkçe’de, önceleri en ağır ahenge sahip olan uzun heceli
vezinler kullanılmaya başlanır. Tamamen kısa hecelerden oluşan Türkçe’nin, seneler
sonra yavaş yavaş Acem’in etkisinden kurtulmaya başlamasıyla, aruzun daha kısa
heceli şekillerini kullanmaya başladığını; diğer ağır ahenkli vezinlerin yavaş yavaş
unutulduğunu söyler. Bir müddet sonra bunun da yeterli olmadığını, aruzun en kısa
ahenkli vezninin bile konuşulan dili gerçek şekliyle terennüm edemeyecek kadar
uzun heceli kelimelere dayandığını, bunun için aruzun terk edilerek Türkçe’nin
kalbinden doğan hece vezninin kabul edildiğini söyler.
Şair daha sonra aruzun kusurlarına değinir. İlk olarak bu veznin “Adalar
Denizi, Anadolu, geliyorum, gideceğim, seviyorum...” gibi
Türkçe’nin güzel
kelimelerini kabul etmediğini; birçok güzel kelimeyi bozarak aldığını; konuşulan
dilin dışındaki birçok eski kelimenin yaşamasına neden olduğunu ileri sürer. (s.
3152/10).
Yusuf Ziya, Yahya Kemal’in aruzla söylediği en güzel mısralarda bile bu
kusurların görülebileceğini söyleyerek örnek verir:
“İçimde buseden ölmüş (vücud) lar bükülür.”
mısraındaki (vücut) kelimesinin konuşulan dilde bunun yarısı kadar bile
çekilmediğine dikkati çeker. İstanbul Türkçesini aruz vasıtasıyla kitaba geçirmek
isteyen Yahya Kemal ve Halit Fahri’nin son yazılarında bile “ecnebi kelimelerepembe ve narin bir dudak arasından sırıtan çürük bir diş çirkinliğiyle” rastlandığını
belirtir. Üzerinde bu kadar sanat endişesiyle çalışılan eserlerde bile böyle lekeli
57
mısraların çıkmasının iddialarında haklı olduklarını gösteren bir delil olduğunu
düşünür.
İkinci olarak, şairler aruzla güzel bir şey yazacağım diye manayı düzgün
kelime ve düzgün kafiye için hemen hemen feda etmektedirler. Bunu ispat için Halit
Fahri’nin “Hancı” şiirini delil gösterir. Bu şiirdeki mısraları teker teker çok güzel,
kafiyeleri çok zengin bulduğu halde mana açısından bir bağ kuramaz. Onda “gayet
güzel kafiyeler ile musiki ve nihayetsiz bir ibhâm karanlığı” bulur. Üçüncü bir kusur,
aruzla yazılan şiirlerde mutlaka vezin kulağa çarpmaktadır.
Aruzla söylenen şiirlerde “Yahya Kemal’in rythme (nazım) dediği derunî
ahengin” vezne galip gelemediğini belirtir. (s. 3153/11). Bu vezinle yazılan bütün
şiirleri buna örnek gösterir. Nedim’in bazı mısralarının kendisine cevap olarak
gösterilebileceğini, bunların da katiyyen aruzla söylenmediklerini ileri sürer. “Vezin
sezilmeden söylenen her aruzla yazılmış şiir hecenin malıdır.” der ve Nedim’den
örnek verir:
“Nîm sun peymaneyi sâkî tamam ettin beni”
mısraının aruzla olmadığını bu mısra okunurken hiçbir zaman “fâilatün/ fâilatün/
fâilatün/ fâilün” ahenginin duyulmadığını belirten Yusuf Ziya, mısraın sadece bir
yerde kırıldığını, bir yerde durmak ihtiyacının hissedildiğini söyler:
“Nîm sun peymâneyi— sâkî tamam ettin beni”
Bu parçaların ayrı ayrı takti edildikten sonra bir araya geldiklerinde aruzun bilinen
hiçbir bahrini ifade etmediğini ileri sürer. Aruzla yazıldığı halde kendisinde şiiriyet
bulunan, derunî ahenk taşıyan her mısraın aruza ait değil, Türkçe’nin aslî
bünyesinden doğmuş olan hece veznine ait olduğunu savunur. (s. 3154/ 12). 120
120
Y. Z., “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında I”, Türk Yurdu, 1/ 117 (1 Eylül 1332/ 14 Eylül 1916),
s. 3151-3154/ 9-12. [Yazının sonunda 18 Ağustos 1332 tarihi verilmiştir.]
58
Muallim Naci’nin
“Tepeden nasıl iniyor, bakın / Şu kızın nişanlısı şanlıdır!
Yaradan nazardan esirgesin,/ Koca dağ gibi delikanlıdır.”
bu dört mısra okunduğu zaman okuyucuyu meşgul eden şeyin vezin, yani
“mütefâ‘ilün/ mütefâ‘ilün” ahengi olduğunu belirtir. Mevzun sözde iki türlü ahenk
olduğunu söyler: Şiirin ahengi olan dahilî ahenk ve veznin ahengi olan haricî ahenk.
Aruzla yazılan bütün şiirlerde veznin ahenginin şiirin ahengini öldürdüğünü ileri
sürer. (s. 3221/ 79)121
Şair, Baykuş piyesinin aleyhinde yazılanlar üzerine “Eskiliğin gösterdiği
bütün bu yaldızlı gürültülerin bir tek sebebi var: Aruz vezni!” der. Kendi hesaplarına
buna memnun olduklarını; çünkü bu son denemeyle “his ve hayallerini aruzun
ahengiyle besteleyenler” in iflâsa doğru gittiklerini belirtir.122
Yusuf Ziya, Yahya Saim’in, Hilâlin Gölgesinde adlı şiir kitabını
değerlendirdiği yazıda, aruz vezni üzerine değerlendirmelerde bulunur. O gün bazı
gençlerin hâlâ “köhne bir sazın eskimiş, kopmuş tellerinde”, taze ruhları doyuracak
nağmeler aradığını belirtir. Geçen asırların, aruzun bütün güzelliğini, bütün ruhunu
kendisiyle beraber alıp götürdüğünü söyler.
Aruz veznini, “gençliğinin bütün
rengini, şiirini mazinin dudaklarında porsutmuş bir ihtiyar kadın kadar yorgun ve
hasta” olarak niteler. Onun son nefesinin de verdiğini söyler. (s. 3462/120).
Hilâlin Gölgesi’ ndeki manzumelerin mef‘ûlü/fâ‘ilâtü /mefâ‘îlün/ fâ‘ilün
vezniyle örüldüğünü belirten şair, şiirin baştan başa aynı vezin ve aynı şekilde
olmasının kulağa ve ruha bıkkınlık verdiğine belirtir. Buna sebep olarak da “aruz
121
Y. Z., “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında II”, Türk Yurdu, 121/5 (22 Teşrinievvel 1332/ 9 Kasım
1916), s. 3221-3224/ 79- 80.
122
Y. Z. “Baykuş (s. 47-50)”, Türk Yurdu, 6. Cilt, (12-13), 1917, Tutibay Yayınları, Ankara 2000.
s. 50. [Y. Z., “Baykuş”, Türk Yurdu, 131 (29 Mart 1333/ 29 Mart 1917) s. 3383/41.
59
vezni” ni gösterir. (s. 3464/122). Yazı hayatına yeni atılan Yahya Saim’in, “aruzun
artık yaşayamayacağına kani olduğunu, ondan tamamen vazgeçerek millî vezin hece
vezniyle yazmaya başladığını” söyler. (s. 3463/121). Ondan millî vezinle yazılmış
yeni ve güzel şiirler bekler. (s. 3464/121).123
Millî vezin hece vezninin “âhenk cihetiyle de aruza mürecceh” olduğunu
söyler. Vezinlerin lisanın aslî bünyesinden doğduğunu, sonradan alınıp icat
olunmadıklarının inkâr edilemeyeceği görüşündedir. Türk’ün duygularının asırlardan
beri hece vezniyle terennüm edildiğini söyler. Halil İbni Ahmed’in, Arap şiirlerini
tahlil ederek meydana getirdiği aruzun, İslâmiyet kanalıyla İran’a geçtiğini; şeklini
hayli değiştirdikten sonra yeni Türk Edebiyatına girdiğini belirtir. “İl ve saltanat
devirlerinin ruhunu terennüm eden şairlerin aleti olan hece ve aruzdan her ikisi de
millîdir.” diyenlerin yanıldığını, il ve saltanat devirlerinin katı birer hatt-ı fâsıl ile
ayrılmış devirler olmayıp, az çok itibarî birer mefhum olduklarını belirtir. “Milletler,
bunların birinden diğerine geçerken bütün seciyye ve ruhî istidadlarının doğurmuş,
istinad etmiş olduğu eski müesseselerinden sıyrılarak tamamen yeni bir âleme intikal
etmiş olmazlar.” İl devrine ait olduğu iddia edilen hece vezninin, bu devrin şair ve
“ozan” ları tarafından “kopuz” adı verilen millî sazlarla terennüm edildiği gibi,
saltanat devrinin de en büyük harsî mümessilleri olan tekke-nişinler tarafından ney
ve kudümlerin vecd ve şiiri içinde, diyar diyar gezen âşıkların sazlarında
yaşatıldığını söyler.
Aruzun dinî medeniyetin kurduğu ümmet edebiyatına ait olduğunu; İran’da
yapabildiği gibi Türk Edebiyatında bütün milletin ruhuna girip kökleşemediğini,
kendisini dinleyen hususi bir zümre içinde yaşadığını söyler. Sarayda, medreselerde
123
Y. Z., “Hilâlin Gölgesinde”, Türk Yurdu, 136/8 (9 Haziran 1333/ 9 Haziran 1917), s.34623464/120-122.
60
büyüyen bu vezin ve artık ölmüştür. (s. 251). Halk kendi ruhuna hitap etmeyen bu
yabancı âhenge daima kayıtsız kalmış, kendi kalbinin eski âşinası olan nağmeleri
terennüme devam etmiştir.
“Binaenaleyh, Türk’ün engin mazisine, değişmez seciyesine, hususî
zevkine istinad ederek yaşamakta olan bu millî veznin, şuurlu milliyet
devirlerinin ruhunu terennüm eden şairlerin de aleti olacağına büyük
mazisiyle istinad ettiği canlı, yıkılmaz kale şahittir.”
Şair, asrî ve millî edebiyat demek olan ibdâî edebiyatın, İstanbul Türkçesi ve
hece vezniyle millî vicdanda aranacağını söyler. (s. 254). 124
Yusuf Ziya, büyük ve ebedî eserlerdeki ortak özellikleri, mevzuunda birlik,
umumiyetinde tabiîlik, ruhlara sirayet ve intişar kuvveti olmak üzere üç esasta toplar.
Türk Edebiyatı söz konusu olduğunda eski, yeni ve son eserlerin hiçbirinde bu
özelliklerin görülmediğini ileri sürer. “Edebiyat yok! Zevk yok! Hep taklit! Hep zihnî
ve mücerred şeyler!” diyen şair, millî olmayan bir edebiyatın aslında yok olduğunu
belirtir. Millî zevkten ayrı bir duygu da zevk değil, ancak bir maraz olabilir. Ona
göre “Edebiyat, zevk-i millî ve hususi” dir.
Türk Edebiyatındaki “perişanlığın” bu görünen sebepleri yanında bir de
görülemeyen “gizli münasebetler” in olduğunu belirtir. Daha sonra “edebiyatımızın
iflâsına sebep olan aruz vezniyle bu bediî perişanlık arasındaki gizli münasebetleri” i
maddeler halinde açıklar:
a) Aruz, Türkçe kelimelerin tabiî bir surette telâfffuzuna manidir. Bazı
kelimelerle sigaların asla aruza giremeyeceğini belirterek örnekler verir: Anadolu,
124
Yusuf Ziya, “İbdâî Edebiyat”, SF, 1368 (22 Teşrinisânî 1333 /22 Kasım 1917), s.251-254.
61
Karadeniz, Adalar Denizi, gelemeyeceğim, gidebilirsiniz, gidebileceği, seviyorum,
sevileceğine, sevgilisine.
b) Aruz vezni yaşadıkça Türkçe’de olmayan Arapça ve Acemce kelimeler
kullanılacaktır. Çünkü bu kelimeler mana ve ahenk itibariyle Acem aruzuna bağlıdır.
(s. 326).
c) Aruz, hamil olduğu hayaller dolayısıyla kadın terennümüne engeldir.
Türkler aruzu Acemlerden alırken Acem Edebiyatının hayallerini de beraber
almışlardır. Aruz kullanıldığı sürece bu hayaller de devam edecektir. (s. 327)
d) Acem aruzu yoluyla Acem Edebiyatının istiare ve hayalleri devam eder.
“Bizim bütün fikirlerimiz, bütün hislerimiz, bütün temayüllerimiz ve
hareketlerimiz dimağımıza hariçten gelen muhtelif hayallerin tedahülünden hasıl
olmuş bir terkibin neticesidir.” diyen şair, hayal olmadan fikrin ve hareketin
olamayacağına dikkati çeker. Dışardan gelen hayallerin harekete dönüşmesini
“taklit” olarak adlandırır. (s. 328) Aruzun millî, ibdâî, şahsî bir edebiyat
oluşturulmasına engel olduğunu iddia eder.(s. 330). 125
Şair, “aruz vezninin bizim nazîrecilik içinde kalmamıza hayli tesir eden bir
amil” olduğunu ileri sürer. Bugünün yeni eserlerinde bile “edebî fezâmızda bir hevâyi Nesîmî gibi yaşayan” Tevfik Fikret’i bulduğunu söyler. Hece vezninde ise birçok
kimse tarafından ileri sürülen ve millî aruzun en iyi örnekleri diye gösterilen Rıza
Tevfik’in şiirlerinin tamamen aleyhinde olduğunu belirtir. Süleyman Nazif’in “hece
vezninin yegâne ve belki de son muvaffak olan şairi Rıza Tevfik’tir” sözüne
katılmaz. (s. 350). Rıza Tevfik’in yeni bir şey yapmadığını, “unutulan maziyi bütün
125
Yusuf Ziya, “Gizli Münasebetler”, SF, 1372 (20 Kânunıevvel 1333/ 20 Aralık 1917), s. 326- 328,
330.
62
çeşni ve nüktelerini tadarak” devam ettirdiğini düşünür. Bunlar, eski nefeslerin,
Tekke ve Âşık Edebiyatının pastişleridir. (s. 351).126
Şair, bir başka yazısında, ibdaî edebiyatın tarifini yapar. Bu edebiyatın
yaşanan hayatı, yaşayan diliyle ifade eden bir edebiyat olduğunu söyler.
“Bütün asrî edebiyatların müşterek kalıbı olan malûm “şekil forme”
ler dahilinde kendi hususiyetini gösteren bu edebiyat, yabancı bir “esas
fond” ı taklit ile kazanılmış kâzib bir şahsiyet mahsulü değil, millî vicdandan
alınma, hakiki bir dehanın, yaratıcı bir kuvvete mâlik mübdi‘lerin eseridir.”
der. (s. 4).
Türk Edebiyatını “ictimaî inkılâplar ile olan esasî iştirak cihetiyle”
İslâmiyetten önce, İslâmiyetten sonra ve Tanzimat olmak üzere üç bölüme ayırır.
Mazinin müphem karanlıklarından bugüne kadar gelen ibtidaî, ümmet ve taklidî diye
üç devreye ayrılabilen edebiyatın asla millî olamadığını düşünür. Ona göre millî
edebiyatı meydana getirebilmek için vezne, esatire ait bilgilerin İslâmiyetten önceki
Türk Edebiyatında aranması gerekmektedir.
“Vezinler lisanın aslî bünyesinden doğar, ne sonradan alınır ne de icad
olunur.” görüşünü tekrarlar. “Tevfik Fikret gibi yüksek bir sanatkârın sihirli
kalemine teslim olmayan, onun uzun, ağır âhengi, bizim kısa medli, yumuşak dilimize
katiyyen imtizac edemez.” der.
Şiirde, “derunî âhenk” ya da “nazmın âhengi”; “haricî âhenk” ya da “veznin
âhengi olmak üzere iki tür ahenk olduğunu söyler. Gerçek ve değerli olan derunî
ahengin kalbin ahengi; haricî ahengin veznin ahengi olduğunu belirtir. Edebiyatta
“mevzûn” sözün değil, “manzum” sözün önemli olduğuna dikkati çekerek veznin
126
Yusuf Ziya, “Millî Edebiyat ve Nazîrecilik”, SF, 1373 (27 Kânûnuevvel 1333), s. 350-351.
63
ahengine hususi bir değer vermez. Önemli olan, şairin kalbinin ahengini
koyabilmesidir.
“Millî veznimiz “hecaî” olduğundan, bizatihi geniş bir musikiye malik
değildir. O, ahengi sanatkârın kaleminden ve kalbinden bekleyen bir ölçüdür.” diyen
Yusuf Ziya, aruzun gürültülü bir musiki aleti olduğunu belirtir. Şairin vermek
istediği nazmın (esasî âhenk), onun vezni (haricî âhenk) içinde boğulduğunu söyler.
Aruzla yazılmış bir şiir okurken sanat açısından değerli olan “nazm” ın değil, veznin
boş gürültüsü işitilir. Bu sonucu aruz vezninin aleyhinde, hece vezninin lehinde
görür. (s. 5). 127
Halit Fahri, Yeni Mecmua’da aruz ve hece vezinleriyle ilgili birbirini takip
eden üç makale yazar. Bu makalelerin ilkinde,
128
vezin meselesinin Türk
Edebiyatında henüz sınırsız bir muhakemeyle tetkik edilmediğini belirtir. “Her iki
veznin zavallı bir kurbanı sıfatıyla” o ana kadar her ikisinden de kendi hesabına
memnun olmadığını söyleyerek son derece tarafsız bir şekilde konuyu ele alacağını
söyler. Aruz veznine hücum edenlerin bu veznin Türkçe’ye uymadığını, Türkçe
kelimeleri kabul edemediğini iddia ettiklerini hatırlatır. Bu iddianın Divan
Edebiyatına uygulandığında doğru olabileceğini belirterek aruzun son zamanlarda
yazılan bazı örneklerde, Türkçe kelimeleri çok güzel kabul ettiğine ve İstanbul
şivesini katiyen bozmadığına dikkati çeker.
Bugünün lisanıyla konuşmak isteyen fakat aruzdan da ayrılamayan genç
şairin gerekmedikçe Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmadığını söyler. Bu gençler,
Türkçe’ye yabancı oldukları için terkiplerin de düşmanıdırlar.
127
128
Yusuf Ziya, “Temaşa, Edebiyatta”, Temaşa, 12(30 Teşrinisani 1334 (1918), s. 4-5.
“Yine Vezin Meselesi 1”, Yeni Mecmua, 57 (15 Ağustos 1918), s. 93- 94.
64
Aruz vezninin terkipsiz, sade lisanı hazmedebileceğini düşünen şair, bunun
bir sabır işi olduğunu, aruzu o surette kullanabilecek zevk, istidat ve iktidar
gerektiğini söyler. Aruz vezninin “şairin rubabiyetini pek çabuk söndüren ve onu
fazla yoran bir vezin olduğunu” belirtir. Arapça ve Acemce bilumum kelime ve
kaideler kabul edildiğinde böyle bir tehlikenin olmadığına, aksi takdirde bu
tehlikenin var olduğuna dikkati çeker. Birçok eserini aruzla yazdığını söyleyen Halit
Fahri, aruzu tamamen ihmal etmek düşüncesinde değildir.
“Çünkü onda altı yüz senelik bir tarihin çeşnisi ve zevki vardır. Fakat
unutmamalı ki zevk birden fazla da olabilir. Belki daha derin, daha ince
zevkler de mevcuttur. Onları arayalım! Yarın yine aruz ile yazılmış birkaç şiir
neşredersem günah işlemiş sayılmam. Bu, adeta, piyano çalan musikişinasın
bazen de keman çalması gibidir. Bilhassa o keman eskiden pek çok kullandığı
bir alet olursa...”
Aruz vezninin en büyük eksikliğini yeknesak bir ahenge sahip olmasında
görür. “Bir mısraı teşkil eden hecelerin hareke ve sakinleri nasıl tertip edilmiş ise
aynı vezindeki diğer bütün mısraların da hareke ve sakinlerinin o suretle tanzimi bu
yeknesaklığı vücuda getirmektedir” der ve bundan kurtulmanın mümkün olmadığını
belirtir. Çünkü aruzun esası bu kaide üzerine kurulmuştur.
Şair daha sonra şiirde “derunî ahenk” nazariyesine değinir ve bunun doğru
olduğunu söyler. Her şairin kendi ruhunun ahengine sahip olduğunu belirtir. “Nasıl
şeklen diğerlerine benzemiyor ve harekâtında bir hususiyet gösteriyorsa ruhu da
öyle bir hususiyet içindedir.” diyerek aruz vezninin bu özelliği güç izhar edebilen
bir vezin olduğunu belirtir. Bu vezni döndükçe hep aynı nağmeyi tekrarlayan bir
65
gramofon plâğına benzetir. Bu özelliğinden dolayı aruz veznine bugün taraftar
olmadığını belirterek bunun en can alıcı nokta olduğunu vurgular.
Şair, hece vezninin terakki ettikçe mükemmel bir ihtisas aleti olacağına
inanır. Aruzun lirik şiirler yazmaya pek müsait olmadığını söyleyerek bu vezinle
rustaî ve rubaî şiirler yazılamadığını belirtir. Hece veznini bu hususta engin bir deniz
olarak görür. Her şairin onu dehasına göre ikmal edebileceğini, her gün yeni ahenkler
bulabileceğini söyler.
Destanın ilk şiir olduğuna dikkati çekerek o günkü hece vezniyle yüksek
destanlar vücuda getirilemeyeceğini ileri sürer. “Hece vezninde bir ipek kanadın, bir
şimşek fısıltısı var. Nedense henüz bir tunç sesi çıkaramıyor.” diyerek bu durumun
fazla uzun sürmeyeceğini belirtir. (s. 94).
Halit Fahri, aruz vezninin yeknesak bir ahenge sahip olduğunu ve bunu
değiştirme imkânı olmadığını tekrarlar. “Bu vezin belki Eflâtun’un hoşuna
gidebilecek bir hüsn-i mutlak olabilir! Fakat mezkûr nazariyenin çürüdüğü müsbet
bir felsefe asrında şair, “güzel”i ve güzeli havi olan bütün hususiyetleri, rengi,
ziyayı, ahengi artık maveraî bir cihanda değil, ancak kendi ruhunun âleminde
aramalıdır. Bu âlem nihayetsizdir.” diyerek serbest ruhlar olduğu kadar birbirine
benzeyen klişe ruhların da olduğunu belirtir. Ona göre şairin ruhu, böyle klişe bir ruh
olmamalıdır. “Düşünmek ve hissetmek tarzına ait olan bu hususiyet ihsas konusunda
da öyledir ve bunda en mühim nokta şiirin musikisinde şairin kendi derunî ahenginin
mevcudiyetidir.”
Aruz vezninin hemen bütün şairlerin eserlerinde aynı sadayı
aksettirdiğine dikkati çeker. Şair, “Aruz vezninde değişmeyen bu sesler hecede nasıl
oluyor da değişebiliyor?... Aruzun ahenk sahası niçin bir cüzdür ve hece bir küll
teşkil edebiliyor?” soruları söz konusu olduğunda ritim meselesiyle karşılaşılacağını
66
söyler. Türkçe’de bir tek kelimeyle ifade edilemeyen ritme bazılarının “âhenk-i
mevzûn” dediklerini belirtir. Kendisi “darb-ı âhenk” demeyi tercih eder.
Ritmin o ana kadar yapılan tariflerine değindikten sonra hayattaki yerine ve
fizyolojik etkisine geçer. Ritmin psikolojik etkisinin fizyolojik etkisinden daha az
önemli olmadığına dikkati çeker. Ritmin dimağın bir ihtiyacı olduğunu belirten şair,
ahenksiz bir şiirin, bozuk bir bestenin dinlenemeyeceği görüşündedir. (s. 113).
Ritimsiz bir sanat eseri olamayacağına dikkati çeker. Şiirin musikiyle yakın
ilgisi olduğunu söyleyerek “Şiir ancak ritimle olmak suretiyle mevcuttur.” der. Aksi
takdirde bayağı bir eserdir. Ritmin daima yeni, orijinal olmasını ister. Ona göre aruz
vezni ritimleri daha önce belirlenmiş olduğu için bu hususta kısırdır. Şair oraya
ruhundan bir şey katamamaktadır. Hazır olan beste güfteyi beklemektedir. Halbuki
hece vezni ebedî ritimler kabul edebilir. Şair hece vezninin aruza üstünlüğünün en
çok burada olduğuna dikkati çeker. Çünkü hece vezni şairin ruhundan yeni sesler
kabul edebilir. Aruzda bu mümkün değildir. Bu gerçek meydanda olduğu halde aruza
taraftar olmaya bir anlam veremez. “Aruz yine süklüm büklüm yaşasın! Onu, gün
görmüş, saçları ağarmış bir ninemiz, yahut sevgili bir dadımız gibi köşe minderine
oturtalım; ara sıra hatırını soralım, incitmeyelim.” diyen şair bazıları gibi aruzu
büsbütün ortadan kaldırmak fikrinde olmadığını belirtir. Aruzun mazinin zevki
olduğunu söyleyerek “o rubabın paslı tellerinde” parmakların fazla dolaşmasını
istemez. Ona göre yeni hayat, yeni hisler, dünkünden daha farklı nağmeler çıkaran
hece vezniyle anlatılmalıdır. (s. 115). 129
Bu makalelerin üçüncüsünde,130 hece vezninin terakkîsi ve gelecekte nasıl
olacağı hakkında değerlendirmelerde bulunur. İlk başta hece vezninin gelişimiyle
129
130
Halit Fahri, Yine Vezin Meselesi 2”, Yeni Mecmua, 58 (22 Ağustos 1918), s. 113-115.
“Yine Vezin Meselesi 3”, Yeni Mecmua, 59 (29 Ağustos 1918), s. 124- 126.
67
ilgili bilgiler verir. Hecenin en yaygın kullanılan on birli veznini Fransızların
“aleksandiren” ine benzetir. Anadolu’da söylenen türkülerin genellikle yedi heceyle
yazıldığını belirterek bir yıl önce Muğla’dan toplayıp yayınladığı örnekleri hatırlatır.
131
Yusuf
Ziya,
edebiyatın
hiçbir
zaman
propagandacıların
vasıtası
olamayacağını belirterek “Hakiki sanatkârlar, daima lâbedi‘î hadiselere yabancı
kalmış, daima muzır şahsiyetlerin telkinlerinden sanatını uzak tutmuştur.” der. Şaire
göre “Aşk sahibi bir bestekâr hiçbir vakit başkasının keyfi için sazını değiştirmez!”
Hececilikle aruzculuk arasında çalkalanarak, kâh o tarafa kâh bu tarafa geçenleri
“şahsiyetsiz” olarak niteler ve onların sanatla ilgisi olmayan zavallılar olarak görür.
“ “Aruziyûn” isterlerse muhalif partilerin alkışçıları olsunlar. Biz, bu nevi
tezahürata karşı lâkaydız.” diyerek gerçek sanatçıların “yalnız güzelliğin aşığı”
olduklarını belirtir.132
Halit Fahri, Ömer Seyfettin’in vezinle ilgili görüşlerine karşı çıkarken kendi
vezin anlayışını açıklar. Ömer Seyfettin’in heceyle yazılan şiirleri asrî ve millî kabul
edip aruzla yazılanları “kervana koyup İran’a yollaması” nı haksız bulur. Kendisinin
“bugünkü İstanbul Türkçesiyle konuşmak için aruzun başına bin belâ açan patavatsız
çocuklardan biri” olduğunu söyler. “Lâleler nerede?... Çerağlar nerede?...” dediği
zaman konuşulan dilden farklı bir şey söylemediğini düşünür. (s. 17). “… Hem hece
vezni, aruz vezni diye edebiyata kıymet biçmek bir kadının güzelliğini elbise ile
131
“Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 139(19 Temmuz 1333/ 17 Temmuz 1917).
“Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 140/12(2 Ağustos 1333/ 2 Ağustos 1917), s.
3528-3529/186-187.
“Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 142(30 Ağustos 1333/ 30 Ağustos 1917).
132
Yusuf Ziya, “Siyaset ve Edebiyat”, Şair, 4 (2 Kânûnisani 1919), s. 49.
68
mukayese etmeye pek benziyor.” diyerek ruha ve lisana bakılması gerektiğni savunur.
Önemli olan, konuşulan Türkçeyle aruzun kullanılabilmesidir.
Şair, hecenin de taraftarı olduğunu belirterek işlenip ibtidaîlikten kurtulduğu
zaman iyi bir “âlet-i musikî” olabileceğini söyler. Bu veznin aruzun yanında henüz
zavallı kaldığını düşünür. Hece vezni kullanmak uğruna uzun süre şiirden mahrum
kalmak istemez. “Mamafih bir asır sonra da hecenini yanında aruzun haşmetli bir
melîke gibi hükümran olacağına bugün katiyen imanım var. Bir tarih inkâr
edilebilirse aruz da inkâra uğratılabilir. Aruzu şimdiki mükemmel haykıran
sanatkârları altı yüz sene yetiştirdi, hecede de bu kuvvetli şahsiyetleri hele bir
görelim…”
Aruzdan heceye kolaylıkla geçilebileceğini iddia eder. Bunda bir zorluk
görmez. “Arkadaşlarını gücendirmekten korkmasa” hececiler içinde beğenilen
birkaçının aruzu başarıyla kullanamayıp heceye döndüklerini söylemek istediğini
belirtir. Gerçeğin er ya da geç ortaya çıkacağını söyleyerek zamanın vereceği hükmü
bekler. Şair, 1919’da yazdığı bu yazıda, son iki yılda yazılan aruz şiirlerinin sadelik
yönünden heceden farklı olmadıklarını ileri sürer. Fazla olarak musiki yönünü de göz
önüne alarak heceden çok “munis ve kıymetli” olduklarını savunur. Dünkü
düşünceleriyle az çok aynı olduğunu belirterek “eski bir sevgiliye” daha bir kuvvetle
döndüğünü söyler.133
Yusuf Ziya, 1919’da, birkaç ay önce heceye biat eden Halit Fahri’nin
“muhtedîlere has bir hararetle” nasıl bu vezni savunduysa şimdi de heceden aruza
tekrar “ihtidâ” etmesi üzerine aynı şiddetle eski vezni savunduğunu belirtir.
133
Halit Fahri, “Şiire Karışmayın”, Şair- Nedim, 2(23 Kânunisani 1919), s. 18.
69
Vezinden vezne bir adımda geçilemeyeceğini belirten şair, bunun ancak zeki, hissî
bir kanaatle olabileceğini savunur. Halit Fahri’nin yaptığı gibi fırka siyasetlerine
kapılarak bir yıl önce Yeni Mecmua’nın müdürü Talat Bey’in hece veznine
biatından sonra heceye, sonra da zamanın eğilimine uyarak Sabah gazetesi başyazarı
Ali Kemal’in aruz veznine dönmekle hiçbir şey yapılamayacağını söyler. Halit
Fahri’nin yıllardır şöhret ve başarıyı “Darülbedaî sahnesinde fesine çelenk taktırmak
nevinden çığırtkanlıklarla” aradığını ileri sürer. “Pek basit bir zevk sahibi olduğuna
kani bulunduğum bu şair ile aramızda derin telâkki farkları da var.” der. Onun Yeni
Mecmua’da yayınlanmış “ısmarlama” yazılarına şahsiyet sahibi bir sanatçının
eserleri diye bakılamayacağını belirtir. Bunların içinde Mehmet Emin’in aynen
bulunabileceğini iddia eder.
“Hececiler
içinde
pek
beğendiğiniz
birkaçı,
aruzu
muvaffakiyetle
kullanamadılar, heceye döndüler. Yoksa ihtimal ki bugün onları da inkâra
yeltendikleri vadide serfiraz görecektik.” iddiasına Halit Fahri’nin daha Arapça ve
Acemce terkiplerden kurtulamadığı bir zamanda Orhan Seyfi, Enis Behiç ve
kendisinin baştan başa temiz bir lisanla şiirler yazmalarını öenek gösterir. Halit
Fahri’nin “heceye dikiş tutturamadığını” düşünür. Onun, Orhan Seyfi’nin yazdığı
“Fırtına ve Kar” adlı manzumesinden uzun bir Baykuş piyesi çıkardığını söyler. Şair,
Orhan Seyfi, Enis Behiç ve kendisine kimsenin aruzda başarılı olamadı demediğini
ve diyemeyeceğini belirtir. Halit Fahri içinse söylememeyi borç bilir. İstanbul
Türkçesinin değişmediğini fakat Halit Fahri’nin dilini düzeltemediğini söyler. 134
Bir başka yazısında, aruzu “ölüme yaklaşırken iyileşir gibi olan ağır hastalar”
a benzetir. Bu “yabancı vezin” taraftarlarının talihlerini son bir kez denemek için irili
134
Yusuf Ziya, “Aruzdan Heceye, Heceden Aruza!”, Şair, 8(30 Ocak 1919), s. 113.
70
ufaklı ortaya atıldıklarını söyler. Reşit Süreyya’nın dahi bu konuda düşüncelerini
ortaya koyduğunu belirtir. Daha önce “Aruzdan heceye, Heceden Aruza” adlı
yazısında söylediği gibi, aruz veznini aczlerinden ötürü bırakmadıklarını tekrarlar.
Bu “köhne vezne” Reşir Süreyya dahil olamak üzere aruz taraftarı birçok şairden
daha çok vâkıf olduklarını ileri sürer. Onun Türkçe kelimelerin gerçek telâfuzunu
bozmakta hayret edilecek maharet gösterdiğini söyler. Düştüğü bazı aruz hatalarını
göstererek bu vezni yeteri kadar bilmediğin belirtir.
Şiirde, “Edebiyatta “vezin” denen nesnenin gürültüsüne hiçbir vakit kıymet
verilmez.” der. (s. 145). Asıl “nazım denen hususî ahenk” in şairin bağrından
koptuğuna inanır. Bu “derunî sesler” in değerli olduğunu söyler. Şair, aruzun kısa ve
uzun hecelerle ahenk oluşturmasının zannedildiği gibi bir meziyet değil, feci bir
kusur olduğunu savunur. Böyle olduğunda sanatçı samimi duygularını, bu dar ve
yeknesak kalıba sokmaya mecburdur. Millî vezinde sadece “aded-i hece” olduğunu,
bunda da her şairin istidat ve iktidarı oranında ahenk oluşturabileceğini belirtir. (s.
146).135
1919’da yazdığı bir yazıda, aruz veznini, saz meclislerinin, ahengin sonu,
uykunun başlangıcı olan sonlarına benzetir. Aruzla
ilgili ortaya atılan yazıların
dağınık curcuna kadar bile toplu olmadığı görüşündedir. Bu eski “rübab” ı
savunanların, kendi düşüncelerince, “altı asırlık bir muvaffakiyetin şâşâsına istinad
eden mecmuâları” nın sanatı mukaddes tanıyanları ağlatacak kadar biçare olduğunu
söyler. “İstanbul Akşamı” adlı şiiri örnek gösterir. “Hayalde izleri kalan hazin ve
sakin hatıralar uyandıran” bu adın;
“Parklar sükût içinde, geçen her tramvayın
135
Yusuf Ziya, “İflâs”, Şair, 10(13 Şubat 1919), s. 145-146.
71
Serper sükûta zilleri bir hasta sesli, çın!”
şeklinde devam eden mısralarıyla sadece komik olduğunu düşünür.
Şair, Faruk Nafiz’in güzel bir nazmıyla karşılaşır. Aruzcuların artık ondan da
yardım umamayacaklarını, şairin hece vezni taraftarı olduğunu belirtir. (s. 177).
“Aruz, muhteşem bir saz takımı gibi, ağır fasılalarla uzun yıllar yaşadı. Fakat
bugün, şarkılar, gazeller, kantolarla geçen bu asırlık hayat bir curcuna ile
bitiyor!...” der. (s. 178). 136
Faruk Nafiz, Türkçe’nin tabiî ahengiyle şiirlerini yazacak bir vezni her zaman
için kabul etmeye hazır olduğunu belirtir. Hece vezninin zorla kabul ettirilmesini hoş
bulmaz. Daha, büyük eserler yazılmadan ve bu eserleri yazacak dahiden iz
görülmeden ona bu kadar kuvvetli şekilde taraftar olmanın ammeyi ürküttüğünü
söyler. (s. 99). Ortada yapılan, gösterilen bir şey olmamasına rağmen hecenin de
hakkını samimiyetle itiraf edeceğini belirtir. Hece vezniyle yazılan şiirlerin daha
orijinal olacağı düşüncesinde yanıldıklarını söyler. “Hece vezni ne iddia ettikleri gibi
harikulâde bir sihri kendiliğinden hâizdir ne de endişe ettikleri gibi mevkiini
büsbütün aruza terk ederek çekilecektir.” diyen şair, bunu daha çabuk
şumullendirmek için bütün tartışmaları bırakıp heceye doğrudan doğruya zevkle
katılmayı önerir. (s. 100).137
Halit Fahri, “Veznin şiirde bir vasıtadan başka bir şey olmadığını”, esas
olanın “renk, ziya ve musikî” olduğunu söyler. Bunların ancak yüksek zevk sahibi
olan bir şairin eserlerinde bulunabileceğini belirtir. Yıllardır devam eden vezin
136
137
Yusuf Ziya, “Curcuna”, Şair, 12 (27 Şubat 1919), s.177-178.
Faruk Nafiz, “Yanlış İddialar”, Nedim, 7(27 Şubat 1919), s. 99-100.
72
tartışmaları yerine daha önemli konuların yer almış olmasını ister. (s. 130). “Asıl
esaslar ihmal edilerek havaî ve mübhem zeminler etrafında dolaşıldığını” ileri süren
şair, “gittikçe dal budak saran hece-aruz tartışması” nın halledilebileceği anı uzak
görür. (s. 129).138
“Aruz Şairleri” adlı yazısında, aruz- hece tartışmalarının biraz durulduğunu,
buna da ihtiyaç olduğunu belirtir. Çünkü bu tartışma son zamanlarda yeni nesil
şairleri şaşırtmış, eser vermek yerine nazariye ile uğraştırmıştır. Şair meselenin az
çok açıklığa kavuştuğunu söyleyerek artık eserin hangi vezinle yazıldığından çok ne
dereceye kadar güzel veya orijinal olduğunun araştırıldığına dikkati çeker. O günün
zevkinin düne oranla daha tarafsız olduğunu belirten Halit Fahri, bu durumdan
memnundur. Her iki zümreyi samimiyetle tetkik zamanının geldiğini düşünür. Şair,
bu makalesinde Tevfik Fikret’ten sonra gelen aruz şairlerini tahlil edeceğini belirtir.
Bu şairleri iki gruba ayırır:
a) Yalnız ilhamıyla çalışan fakat lisanda Tevfik Fikret’i unutturacak bir
yenilik yapmamış olanlar: Mehmet Akif, Midhat Cemal, Ali Canip, Reşit Süreyya,
Ahmet Haşim, Emin Bülent, Tahsin Nahit.
b) Lisanda yenilik yapmış olanlar: Yahya Kemal, Faruk Nafiz. 139
1919 yılında yazdığı bir yazıda, hece şairlerinden bahseder. Aruz vezni bütün
tantanasıyla hüküm sürerken, halk arasında sessiz, samimi bir tarzda yaşayarak o
güne kadar gelen hece şiirlerinin Türk Edebiyatında artık asrî bir şekle büründüğünü
belirtir. Bir zamanlar saz şairleri ve tekke dervişlerinin kullandığı bu veznin bundan
böyle bir inkılâba ihtiyacı olduğunu söyler. Şair, hece veznini bütün acemiliğine
rağmen, çok kereler aruza tercih ettiğini tekrarlar.
138
139
Halit Fahri, “Zavallı Sanat!”, Şair-Nedim, 9(13 Mart 1919), s. 129-130.
Halit Fahri, “Aruz Şairleri”, Alemdar, 2648/ 348 (29 Teşrinisani 1335 / 29 Teşrinisani 1919), s. 3.
73
Şair, yazısında, o günkü genç hece şairlerinden bahsedeceğini belirtir.
“Mehmet Emin Bey’in dört dört taktili, yeknesak âhenkli manzumelerinden sonra
hece şiirlerinin bugün almış olduğu şekl-i mükemmeliyyet cidden takdire lâyıktır.”
şeklinde bir değerlendirmeden sonra Faruk Nafiz, Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya gibi
şairlerin de içinde bulunduğu gençliğin hecede mükemmel örnekler ortaya
koyduklarını belirtir. Rıza Tevfik ve Ziya Gökalp’ın daha önce bu vezinle yazmış
oldukları eserlerin o günkü hece şiirleri yanında sönük kaldıklarını söyler. Bu yazıda
o gün hece vezniyle yazan şairlerden Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Celâl
Sahir ve İbrahim Alaattin üzerinde kısa değerlendirmelerde bulunur. 140
“Şiir Lisanımız” başlıklı yazısında, vezin meselesine de değinir. Yahya
Kemal ve genç şairlerin şiirleriyle şiirde yeni birşeyler yapmaya hazırlanıldığı zaman
aruz- hece tartışmalarının başladığını söyler. Bu tartışmaya katılmayan bir tek şair
kalmamış gibidir. Şair bu meselenin aslında gayet basit bir surette halledilebileceğini
düşünür. Veznin sanatçı için bir vasıtadan ibaret olduğunu belirterek herkesi
kullanacağı alette serbest bırakmak taraftarıdır. Yüksek bir şairin hangi vezni
kullanırsa kullansın başarılı olacağını savunur. Hece vezni taraftarlarının çoğaldığını,
kendisinin bile çok defalar aruz vezni hakkındaki kanaatinin sarsılacağını hissettiğini
söyler. “Ben ki senelerden beri aruz ile çile dolduruyordum. Ben onun kahrını, o
benim kahrımı çekmekte idi.” der. 141
1920 yılının edebiyatını değerlendirirken hece veznini savunur. Aruzun
kalpten gelen samimi Türkçe’yi tamamıyla ifade edemediğini söyler. O zamanlar
hece veznini “bâkir” ve “ibtidaî” olmasına rağmen samimi Türkçe’yi en iyi ifade
edebilecek yegâne vasıta olarak görür. Şair on üç sene aruzla yazdığı halde o gün
140
Halit Fahri, “Hece Şairleri”, Alemdar, 2662/362 (13 Kânûnıevvel 1335 / 13 Kânunıevvel 1919), s.
2.
141
Halit Fahri, “Şiir Lisanımız”, Peyâm-ı Edebî, 19/62 (18 Kânunıevvel 1335/ 1919), s. 2.
74
hecenin istikbalinden emin olduğunu vurgular. Aruza düşman olmamakla beraber
bundan sonra katiyyen taraftarı değildir. Hece veznine karşı olanların delil olarak
Mehmet Emin’i göstermelerine karşılık o da genç şairleri örnek verir. Mehmet Emin
ile aralarında baş döndürücü bir fark olduğuna dikkati çeker.142
Faruk Nafiz, “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler” adlı yazısının başında,
“Dünyanın hiçbir tarafında hiçbir millet yoktur ki elinde bir manzume yazmak için
iki vezin bulunsun ve bununla da zevkini tayin edemeyerek yeni bir vezin icadına
çalışsın.” diyerek aruz ve hece vezinleri üzerinde duracağını belirtir. (s.14). Türk
sahnesinde temsil edilmek itibarıyla hangisinin daha elverişli olduğunu araştırmak
ister. Baykuş ve Binnaz üzerinde duracağını söyleyerek Baykuş’ta şiirin, Binnaz’da
sahnenin daha kuvvetli olduğunu hatırlatır. Şair her iki vezinle de aynı surette
ilgilendiğini, fakat ne aruz ne de heceyle bir piyes yazma kuvvetini kendinde
göremediğini belirtir. Aruzu sahne için pek munis olmayan bir nazım aleti olarak
görür.
“Aruz ile meşgul olanlar için meçhul değildir ki o yeknesak ve
sürükleyici âhenk, şairi kendi arzusuyla başladığı yerden alarak katiyyen
hayaline getirmediği bir vadiye doğru sevkeder, ve piyes olmak üzere
başlayan bir eser gitgide yalnız şiir olur.”
diyerek Baykuş’ta açıkça görüldüğünü söyler.
“Bundan dolayı piyesi temsil eden sanatkârların vazifesi yalnız sahne
üzerinde manzume okumaktan ibaret kalır. Halit Fahri, Baykuş’un temsilinde
kuvvetle deveran eden bu iddiayı tekzîb etmek için o zaman henüz başladığı
142
Halit Fahri, “Millî Zevke Doğru!”, Peyâm-ı Sabah (Edebî Nüsha), 24 (22 Kânunisani 1336/
1920), s. 2.
75
“İlk Şair”ini gösteriyordu. Bugün muvaffakiyetle nihayete eren bu güzel
eser, maalesef, muarızlarının eline yeni bir silâh verecektir.”
Faruk Nafiz, aruzla güzel komediler yazılabileceğini düşünür. Daha sonra
hece veznine geçen şair, “Edebiyatımızın bu makbul vezni henüz ilk istihalelerini
geçirdiği için bununla bir eser yapmak, daha ziyade yaratmaktır.” der. Bundan ötürü
Yusuf Ziya’nın Binnaz’ını dikkat çekici bulur. Bu eser beklenilen mükemmeliyette
olmadığı halde ilk olduğu için ilgi uyandırır. Binnaz’ın sahne için hece vezninin
daha munis olduğunu ispat ettiğini söyler. (s. 15). 143
Yusuf Ziya, “Sahnede Vezin”144 adlı yazısında, millî eserin aynı zamanda asrî
eser olduğunu tekrarlar. Türk Edebiyatının bütün nevilere çok derin ihtiyacı
olduğunu, özellikle sahne şiirinin vezin iddialarında kendilerine hak verdiren önemli
bir amil olduğunu söyler. Birçok kişinin aruzun güçlüğünden, hecenin kolaylığından
bahsederek genç neslin bu unutulmuş nazım aletine taraftarlığını bununla
açıkladıklarını belirtir. Şair burada savunmaya geçerek aruzun zaaflarına değinir:
Aruzun uzunluğu ve kısalığı iyice tayin etmiş, sesi hiç değişmeyen bir âhenk kalıbı
olduğunu söyler. Şair herhangi bir sözü, uyduğu takdirde, bu hendesî besteye tatbik
edip altına imzasını atabilir. Millî vezin olan hecenin hece adetlerinin muayyen
olduğunu, bir ya da birkaç yerinde durağı olan kupkuru bir ölçü olduğunu, bütün
derûnî âhengini, bütün nazım nağmesini sanatçının kaleminden, kalbinden,
ehliyetinden beklediğini ileri sürer. Faruk Nafiz’in “Hece vezniyle bir sahne eseri
yapmak, daha ziyade yaratmaktır.” sözünün bunu teyit ettiğini düşünür.
143
144
Faruk Nafiz, “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler”, Temaşa, 20 (1 Mart 1336 (1920), s. 14-15.
Yusuf Ziya, “Sahnede Vezin”, SF, 1451 (21 Mart 1336/ 21 Mart 1920), s. 244-245.
76
Aruzun kendi bünyesindeki samimiyetsiz âhengin nümayişi sayesinde
okuyucuyu aldatan bir hokkabaz aleti olduğunu söyler. Ruhunu, fikrini bu yabancı
müstebid çemberin içine koyamayan şairin, onun zevki şaşırtan yabancı gürültüsüne
kanarak esasından uzak ufuklara açılabileceğini düşünür. Küçük bir manzumede,
hemen sezilemeyen bu aksamanın, sahnede dikkat çektiğini belirterek Faruk Nafiz’in
bu konudaki değerlendirmesine yer verir:
“Aruz ile meşgul olanlar için meçhul değildir ki, o yeknesak ve
sürükleyici ahenk şairi kendi arzusuyla başladığı yerden alarak katiyyen
hayaline getirmediği bir vadiye doğru sevk eder ve piyes olmak üzere
başlayan bir eser, gitgide yalnız şiir olur. “Baykuş” ta sarahaten görüldüğü
gibi. Bundan dolayı piyesi temsil eden sanatkârların vazifesi yalnız sahne
üzerinde manzume okumaktan ibaret kalır. Halid Fahri, “Baykuş” un
temsilinde kuvvetle deveran eden bu iddiayı tekzîb etmek için, o zaman henüz
başladığı “İlk Şair” ini gösteriyor. Bugün muvaffakiyetle nihayetine eren bu
güzel eser, maalesef, muarızlarının eline yeni bir silâh daha verecektir.”
145
Aruzun bu meziyetlerinin birer kusur olduğu görüşündedir. Bu sahte ahengin
Halit Fahri’yi hem Baykuş hem de İlk Şair’ de şiire değil, şairâneliğe sürüklediğini
ileri sürer.
“Yoksa manzum eserler, asrî bir hayatı bütün ciddiyeti, bütün katılığı
ile ifade eden, ağır başlı mevzûn mükâlemeler değildir. Sahne edebiyatı,
nesirden ayrılınca mutlaka şiir olacaktır. Halit Fahri, bu itibar ile
mevzularını iyi seçmiş, şahsiyetleri iyi intihab etmiş, manzum temaşanın
muhtaç olduğu esasî malzemeyi itina ile hazırlamıştır. Hususiyle elinde
145
Faruk Nafiz’in sözü edilen bu yazısı “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler”, Temaşa, 20 (1 Mart
1336 /1920), s. 14-15’tedir.
77
tamamen hakim olduğu pürüzsüz bir lisan da var. Fakat “seviyorum” bile
demeye müsait olmayan aruzun pençesi onun yakasını bırakmıyor ve beyan
silsilesini, tabiî bir şiire gideyim dedikçe gayr-i tabiî bir şairâneliğe sevk
ediyor ki bu, temaşada, katiyyen ihmal götürmez, çok büyük bir kusurdur.”
Halit Fahri gibi “usta” bir sanatçının bile mecburiyet altında kaldığı için
kalemini istediği gibi mevzularının muayyen hududunda gezdiremediğini, eserlerinin
ikisinde de “tavsîf ve tersîm descriptton” yaptığını, birçok lüzumsuz “tasvirî
pittoresque” parçalara yer verdiğini söyler.
“Binnetice sahnenin muhtaç olduğu kibar, munis şiirin yerine kaim
olan telli pullu bir şiir özenmesi, mümessilleri hareketlerinde şaşkın bir hale
sokmuştur. İşte bu vahdeti ifsâd eden yamaçlar, manzum eserlerde sahnenin
şiddetle muhtaç olduğu şiirden değil, aruzun sürüklediği şairânelikten
mütevellid müthiş, tamir edilmez bir kusurdur.”
Şair, aruzun “Türk’ün malı” olmadığını, Türkçe’nin yapısına yabancı olan
böyle bir ahengin beyan vasıtası olan Türkçe’yi ve şiiri sahteliğe sürükleyeceğini
ileri sürer. (s. 244). Halit Fahri’den verdiği örnek parçayı işaret ederek şairin bunun
kurbanı olduğunu belirtir. “Sarayın önünde nöbetçilik eden “Kan Çelik” sultanın
sesini duyunca hemen [İpek fısıltılı, aşk için kırılır bir tanbur teli] diye bir sanat
oyuncağı uyduruyor. Bu, değil sahne gibi kuru, ağır başlı bir şiire muhtaç olan
yerde, hatta küçük bir manzumede, bir sone de bile gayr-i tabiî, gayr-i samimidir.”
Tamburda hafif bir ipek fısıltısından ziyade madenî bir ahengin sert, kesik nağmeleri
olduğuna dikkati çeken şair, “merhametsiz bir ahenk müstebidi” olan aruzun
gerçeğe, hayata kulak asmayıp, şairin istediğini değil, kendi işine geleni söylettiğini
belirtir. Buna karşılık hecenin çıplak ve düz çerçevesinde en küçük hatalar açığa
78
çıkar. Böyle büyük kusurlar da “Arap- Acem” vezninin tantanası içinde az çok
kaybolur. (s. 245).
Faruk Nafiz, “gençler” le “üstatlar” ın tartışmasını konu edindiği bir
yazısında, “son cereyanları maziden ayıran hassalar” içinde vezin, lisan ve zevki
sayar. Gençlerin tenkidine uğrayan Cenap Şehabettin’in hece vezninde eksik bulduğu
şeyin ahenk olduğunu belirtir. Hece vezninin gittikçe işlenmiş bir şekil aldığını
belirten şair, bu veznin bir iki yıl gibi kısa bir zaman sonra üstadın da taktirini
kazanacak kadar mükemmel bir hale geleceğine inanır. 146
Yusuf Ziya’nın Binnaz piyesi münasebetiyle yazdığı yazıda Binnaz ile
Baykuş’ u karşılaştırır. Bu iki eser arasındaki en bariz ve en derin farkı “birisinin
mütekâmil, diğerinin ise henüz yeni işlenmeye başlamış bir vezne ait olmasından
başka, birincisinin daha çok şairâne ve daha az piyes, ikincisinin daha az şairâne
fakat daha çok sahneye elverişli olmasında” görür. Baykuş’un “mütekâmil aruz
edebiyatının son faciasını” teşkil ettiğini belirtir. Yusuf Ziya Binnaz ile “henüz ilk
istihâlesini geçiren millî vezn” e kusursuz bir eser kazandırmıştır.147
Yusuf Ziya, 1920’de, aruz vezninin ağır hastalar gibi son anlarını yaşadığını,
kendilerinin davalarında emin olduklarını ve aruzun veda gününü beklediklerini
söyler. Bu anın çok yakın olduğuna inanır. Vezin ve lisan meselesinin bir kanaat işi
olduğunu belirterek dünyada herhangi birinin hatırı için “sazını değiştiren” bir
sanatçının olamayacağına dikkati çeker. Burada menfaatin de söz konusu olmadığına
yer verir. Hiç kimsenin “parmak hesabı” yla yazdığı ve bunu Merkez-i Umumi’nin
146
Faruk Nafiz, “Cenap Şehabettin Bey ve Gençlik”, Ümit, 8 (26 Ağustos 336/ 1920), s. 11.
Faruk Nafiz, “Bizde Manzum Piyesler- 1”, Alemdar, 2912/612 (612/3) Nüsha-i edebiyye), (28
Ağustos 1336/1920), s. 1.
147
79
risalesinde yayınladığı için bir iyilik de göremediğini söyler. Bu şairlerin hepsinin
mahrumiyet içinde yaşadıklarını hatırlatır.
Yeni lisan ve hece vezni taraftarı olduğu için Refik Halit’i de ittihatçı
sayamayacaklarını belirtir. “Biz, yalnız zevkimiz namına Türk’ün iki telli sazını
Arab’ın binbir sesli rübabına tercih ediyoruz.” diyen şair, aruzun Türk’ün öz malı
olmadığını, onun kısa heceli Türkçe’nin alışamadığı kadar uzun nağmeli olduğunu
söyler.
“Elimizde vatan namına kalan “Anadolu” yu bile kabul etmeyen
benliğimizden bu kadar uzak bir vezne ben kalbimi nasıl koyabilirim?” diye sorar.
Meselenin gayet samimi bir fikrin, bir sanat telâkkisinin sonucu olduğunu
söyler. Bunda gizli maksatlar, çirkin noktalar aramanın insafsızlık olduğunu düşünür.
“Şahsî, ibdâî, daha şamil manasıyla millî bir edebiyat istediklerini” söyleyen şair,
Türk zevkinin Frenk zevki kadar, Arap ve Acem görüş ve duygusuna da uymadığını
belirtir. Şiirin başa değil, kalbe hitap eden bir şey olduğunu düşünür. Malûmatla
değil insiyakla bildiği kelimeleri duymak istemektedir. 148
Orhan Seyfi, 1920 yılında kendisiyle yapılan bir konuşmada, hece veznini
kendilerinin icat ettiklerinin zannedildiğine dikkati çekerek kendilerinin aruz vezni
yerine bu yeni vezni ikame etmek istediklerini belirtir. Kendilerine itiraz edenlerin,
ortaya konulan bu yeniliğe, “daha doğrusu bu bid‘ate”, karşı itiraz ettiklerini
zannettiklerini söyler. Şair, durumun aslında böyle olmadığını, kullandıkları veznin
aruzdan bile eski olduğunu hatırlatır. Kendilerinin hiçbir şey icat etmediklerini,
148
Yusuf Ziya, “Mürûr-ı Zaman”, Alemdar (nüsha-i edebiye), 2912/162-612/3(28 Ağustos 1336/
1920), s. 1.
80
halkın veznini alıp onu aynen kullandıklarını belirtir. Bunu beğenmeyenlerin
kendilerini boş yere tenkit etmemelerini ister.149
Halit Fahri, hece vezniyle ahenkli şiir yazılamayacağı inanışının yaygın
olduğunu belirterek bunun hatalı bir düşünce olduğunu söyler. Şair, o gün için aruz
vezniyle yazılan şiirlerdeki ahengin tamamıyla hece vezninde mevcut olduğunun
iddia edilemeyeceği fakat hecenin az zamanda ahenk itibarıyla kazandığı mevkiin
yarın için kendi lehine büyük bir adım olduğu görüşündedir. Aruzun tantanalı
vezinlerindeki ahengin inkâr edilemeyeceğini tekrar ettikten sonra bu vezinde işitilen
nağmenin hep aynı nağme olduğunu belirtir. Bu nağme çok kuvvetlidir fakat
değişmesi mümkün değildir. Hece vezninde ise şairin musiki kabiliyetine göre
sayısız ahenkler olabilir. Aruzun ahenk sahasının bir cüz addedildiğinde
heceninkinin bir küll teşkil edeceğine dikkati çeker.150
Enis Behiç, “Musikî Usûllerinin Nazma Tatbiki 1” 151 adlı yazısında aruz ve
hece vezinlerine dair görüşlerini verir. Şair, aruz vezninin ahenginde bir yeknesaklık,
bir eskilik oluştuğunu söyleyerek aynı musikiyi dinlemenin kendisinde bıkkınlık
yarattığını, bunun için de yeni usul, yeni vezin ve ahenk ihtiyacı duyduğunu belirtir.
Şiirde musikiye çok fazla taraftar olduğunu söyleyerek hece vezninde yazılan
manzumelerin “darbelerindeki ıttırad ve adetâ tıkırtıyı” kulağını tatminden aciz
bulur. Burada hece veznine karşı olumlu bir tavır sergilemez. Yeni usuller için hece
vezninden çok musikiye sahip olan aruz usullerine başvuracağını belirtir.
149
Yusuf Ziya, “Orhan Seyfi ile Konuştum”, Alemdar (Kısm-ı edebî), 2933/ 633 (18 Eylül 1336/ 18
Eylül 1920), s. 3.
150
Halit Fahri, Güzel Yazma Usulleriyle Edebî Kıraat Numuneleri, Cihan Biraderler Matbaası,
İstanbul, 1341/ 1925, s. 324.
151
Enis Behiç, “Musikî Usûllerinin Nazma Tatbiki 1”, Şehbal, 86 (15 Teşrinisani 1329), s. 270-271.
81
“Filhakika kelimelerin teâkub ve insicamıyla âhenk temini varken
vezinlerin esareti altına girmek arzu edilmezse de naçiz şairriyetimin
musikiye esaret ve ihtiyacı ve yalnız kelimelerle değil, bunların takip ve
insicamından mütevellid darbelerin, yani vezin lütfuyla da âhenk ihdâsı beni
bu yolda tahrik ediyor.” der.
Kendisi ahenkli olmak üzere gösterilen, yalnız kelimelerle musikinin
oluşturulduğu söylenen hece veznindeki şiirlerde, içinde biraz olsun musiki bulunan
parçaların “aruzun ef‘âil ve tef‘âiline gayr-i ihtiyari tetâbuk” etmiş olduğunu belirtir.
Ya da manzumeyi okuyan, taraftar bir suretle suni ahenkler oluşturmuştur.
“Demek ki şiirin esasında bir âhenk varsa o da aruza takarrübünden
ve aruza takarrüb etmeyerek sâmiamıza musikî vermiş ise inşad edenin sun’î
ve cebrî temdîdlerinden neş‘ât etmiştir. Halbuki hakikatte bir şiiri terkîb eden
kelimelerden mütevellid âhenk öyle sun‘î ve cebrî değil, tabiî ve aslîdir.”
Şair, kelimelerle musiki oluşturmak için Türkçe’yi arzu edildiği ve
zannedildiği kadar uygun bulmaz. Bulmaktan aciz olabileceğini düşünür. Türk
Edebiyatında o güne kadar “şiire kelimelerle âhenk vermek ve aruzun lütfuna intikad
eylememe” nin hiçbir şairde başarıya ulaşamadığını düşünür. (s. 270).
“Şiir musikinin hemşiresidir.” diyerek yeni bir ahenk bulmak amacıyla
“musiki usullerini nazma tatbik ve bu tatbik ile aruz dahilinde yeni vezinler ihdâs
eylemek” fikrinde olduğunu belirtir.
“Nağmeler muhtelif seslerden tekerrüb eder ve bu seslerin herbirinin
muhtelif derecelerde imtidâd veya sür‘atiyle vücut bulur.” diyerek yeni vezinlerin
nasıl oluşturulacağına dair bigiler verir ve yeni usullerle yazdığı şiirlerden örnekler
gösterir. (s. 271).
82
Aruzun eski vezinlerinin daha az musikili olmadığını söyleyerek amacının
şiiri musikiye daha çok yaklaştırmak olduğunu belirtir. Enis Behiç bu makalesinin
devamı olan makalelerde152 teknik bilgiler ve örnekler vererek kendisine yöneltilen
tenkitleri cevaplandırır.
Yusuf Ziya, A. İsmet’in on dört sayfalık Aruzda Kolaylık adlı risalesinden
bahsederken aruz vezniyle ilgili o günkü kanaatini verir:
“Aruz vezni, Türk şiirinin bünyesinden sökülüp atılalı yıllar oluyor.
Artık, zamane şairleri bile Osmanlı şiirinin bu tantanalı ahenk ölçüsüne
yabancı! Edebiyat dünyasında canlılığını bu kadar kaybetmiş bir nazım
aletini, A. İsmet Bey’in lise talebesine tanıtmaya kalkması beni hayran etti.”
Risaleyi inceleyen şair, yazarın bulduğu usûl sayesinde aruz vezninin kolay
değil, güç bile öğrenilemeyeceğini düşünür. Bu risaleye göre Yahya Kemal’in:
“Gördüm ol meh duşuna bir şal atup lâhurdan!”
diye başlayan ilk mısraının ilk parçasının:
“Gördüm ol meh”- Fâ‘ilâtün
şeklinde söylendiğini ve bunun doğru olduğunu söyler. Risaleye göre hızlı okunursa
(fe‘ilâtün) olacağını, (Gördüm... ol... meh) diye kesik kesik okunduğunda (mefâ‘ilün)
olacağını belirtir ve kendi düşüncesini açıklar:
“Fakat bana kalırsa (Gördüm ol meh) in (feilâtün) olabilmesi için
ancak (gördüm) ün (r ) si silinerek (Gödüm ol meh) şekline çevrilmesi
lâzımdır ki, bu okuma tarzı da (ihamı kabik)e pek müsait.” der. 153
152
“Musikî Usullerinin Nazma Tatbiki 2”, Şehbal, 88 (15 Kânunıevvel 1329/1913), s. 304-305.
“Musikî Usullerinin Nazma Tatbiki 3”, Şehbal, 91 (15 Şubat 1329/1913), s. 368-369.
“Musikî Usullerinin Nazma Tatbiki 4”, Şehbal, 93 (15 Mart 1330/1914), s. 408-409.
153
Yusuf Ziya, “Aruzda Kolaylık”, Cumhuriyet, (17 Kânûnisani 1933), s. 3.
83
“Hece vezniyle güzel Türkçe şiirler yazma” dan Ziya Gökalp’ın bahsettiğini
söyleyen Orhan Seyfi, bunun için yeni bir yolda çalışması gerektiğini belirtir. Eski
halk ve tekke şiirleri gibi koşmalar yazma şartıyla vezni değiştirmenin bir derece
kolay olduğunu düşünür. O eski örneklere göre şiir yazmak istememektedir. Bu
vezinle yeni şiirler yazmak istediğini fakat bunun da örneği olmadığını belirtir. Güzel
Türkçe’nin mevcut olduğuna fakat mektûp olmadığına değinir. “Sadırdan satıra
geçemediğini” söyler. “Sanattaki en büyük hedefin şiirde samimiyet, güzel Türkçe ve
hece vezni olduğunu” savunan şair, samimiyeti bir tarafa bırakarak artık ortada pek
çok örnek olduğu için diğerlerinin kolay olduğunu ileri sürer. 154
Enis Behiç, 1933 yılında yazdığı bir yazıda, 155 aruzun ancak Osmalıca’ya
“oldukça” uyduğunu, ona da tamamıyla uymadığını belirtir. “O Osmanlıca ki
herhalde Türkçe değildi.” der. Eski şiir, Edebiyât-ı Cedîde ve Fecr-i Âti şiirlerinde
öztürçe kelimelerin zorakî
çekilmelerinin kulağa çarptığını söyler. Şair Arapça,
Farsça terkip ve kelimelerde bile “imale” nin tabiîlikten ayrılan bir okuma olduğunu
belirtir. Aruzun Osmanlıca’ya tamamıyla uymadığı gibi Türkçe’ye hiç uymadığına
dikkati çeker. Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” şiirindeki bazı mısralarla Mehmet Akif ve
Yahya Kemal’in mısralarının Türkçe’yi bozmadan aruz kalıplarına sokulabileceği
örneklerinden bıktığını belirtir. Bunların da tartışılabileceğini düşünür. Bu örneklerin
baştan sona pürüzsüz olsalar bile aruzun Türkçe’ye uyar bir ölçü olduklarını ispat
etmeyeceği görüşündedir. Ona göre zorlayarak oluşturulan yirmi otuz mısraın
154
“Neler Dediler: Orhan Seyfi B. Diyor ki”, (Kon. Sehap Nafiz), SF, 1873/188(7 Temmuz 1932), s.
85.
155
Enis Behiç, “Bir Eski Bahis: Aruz- Hece!”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 84-85.
84
düzgün olmasıyla mesele halledilmiş olmaz. Bu yolda ısrar edildiğinde aruzun
Fransızca’da da uygulanabileceği gibi garip bir sonuca varılabileceğini söyler.
Şiirin temelinin, özünün “aşk” olduğunu, bütün güzel sanatların aşktan
doğduğunu belirterek bir şairin sevgilisine “Seni seviyorum.” diyememesini garip
bulur. “Seviyorum, ağlıyacağım, ağlıyamıyorum, unutamıyorum, unutamıyacağım,
eziliyorum, öleceğim..” gibi her an söylenebilen ifadelerin aruza giremeyeceğine
dikkati çeker. (s. 84). “Seviyorum” kelimesini söylemeye elverişli olmayan bu
veznin Türkçe şiirlere uygunluğunu iddia etmeye bir mana veremez. Daha sonra
musiki, ahenk meselesine geçer. Aruzda musikiyi yüksek, hece vezinlerinde aruzun
ahengini bulamayanların yanıldıklarını belirtir. “Aruzda musiki, ahenk yoktur.”
diyerek aruzun monotonluğun, bir ramazan davulu gümbürtüsü olduğunu ileri sürer.
Aruzdan örnek verir:
“Dadan, dadan, da-da-dandan, dadan dan-dan,da-da-dan!
Da-da dandan, da-da dandan, da-da dandan,da-da-dan!
Dandan, da-da dan, da-dan-da dan dan!”
Ne söylenilmek istenilse istensin, davulun hiç değişmeyen temposuna uydurulması
gerektiğini belirtir. Bu tempoyla ağlanıp, gülünüp, inlenecek, bu tempoyla
düşünülecektir. Bu monoton temponun ibtidaî bir musiki olduğuna dikkati çeker.
Şiirde ahengin monotonluk olmadığını, “kelimelerin daima birbirine eklenmesinden
başka, asıl mısraların içinden gelen, sözlerin altında gizlenen ruh musikisi” olduğunu
söyler.
Şair, aruzla yazdığı zamanlar bu monotonluktan dolayı duyduğu bıkkınlıktan
yeni vezinler arayışını hatırlatır. O zamanlar önlerinde hece vezninin bir tek örneği
vardır: Mehmet Emin’in parçaları. Enis Behiç bunlarda “ancak bir çobanın kavalı
85
kadar musiki” bulur. O zamanlar hecenin kendi genç ruhuna az geldiğini , “kudüm ve
dümbelek seslerinin monotonluğunda bütün bir musiki var” sandığını söyler. Yeni
vezin bulma ihtiyacını duyan şair, aruzdan ayrılmayarak alaturka musikinin
dümteklerinden yeni vezinler çıkarmaya çalışır ve bu yeni vezinle manzumeler yazar.
Bu denemelerinin pek başarılı olmadığını düşünerek hece veznine sarıldığını belirtir.
O günlerden beri hece vezninin çok işlendiğini, daha da işleneceğini söyler.
“Altı yüzyıl eski edebiyatın “orji” sahnelerinde arap danslarıyla
çalkanan (Aruz) adındaki antika rakkasenin yüzü pek fazla buruşmuş, sesi
pek fazla kısılmıştır. Ona karşı hâlâ düşkünlük gösterenlerin ihtiyar
zevklerine yeni, tüvâne gençlik uymayacaktır.” der. (s. 85)
Yusuf Ziya, Varlık dergisinde Sabahattin Rahmi adıyla çıkan “Öz Şiir
Meselesi” adlı makaleye değinir. Şair, bugünkü edebiyatta methiyenin de hicviyenin
de örnekleri görüldüğü halde, şiirin fikir tarafına dair söz söylenmediğini belirttikten
sonra bu yazıyı haber verir. Sabahattin Rahmi:
“Şairlerin bir araya topladığı kelimelere ve seslere hayat veren,
mısraın basit cüzleri arasındaki bediî vahdeti temin eden başka bir şey var,
öyle bir şey ki, onu en küçük bir iklim değişikliği, en hafif bir temas
öldürebiliyor.”
der ve şu mısrayı örnek verir.
“Ağır ağır ineceksin bu merdivenlerden!”
Basit bir emirden başka bir şey olmayan manaya dokunmadan kelimelerin
yerlerini değiştirmeyi önerir:
“Bu merdivenlerden ağır ağır ineceksin!”
86
Sihrin kaybolduğunu, ortada bir posadan, boş bir esans şişesinden başka bir
şey kalmadığını söyler. Öz şiirde bu eksilen şeyin manadan zahmetsizce sıyrılıp
kaçan “ruh” olduğunu belirtir.
Sabahattin Rahmi’nin öz şiiri, çabuk kaybolabilen çok hassas bir şey olarak
görmesine, verdiği örneğin tam aksini gösterdiğini söyler. Mısraın aslının:
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden”
olduğunu, (çıkacaksın) ın yerine Sabahattin Rahmi’nin (ineceksin) dediği halde onun
tabirince öz şiir olan ruhun kaçmadığını belirtir. Diğer taraftan hiç kelime
değiştirilmediği halde, mevcut kelimelerin yerleri değiştirildiğinde ruh, sihir, öz
şiirin kaybolduğuna katılır.
Bir mısrada, kelime değiştirildiği halde, (çıkmak) yerine (inmek) dendiği
halde özünden bir şey kaybetmeyip, bir kelimenin yeri değiştirildiğinde, şiir usaresi
çekilip ortada posa kalmasının, Sabahattin Rahmi’nin deyimiyle, öz şiir değil, vezin
olduğuna dikkati çeker. Çünkü (çıkmak) yerine (inmek) kullanıldığında şiirin vezni
mefâ‘ilün/
fe‘ilâtün/
mefa‘ilün/
fe‘ilün
bozulmamaktadır.
Kelimenin
yeri
değiştirildiğinde ruhun uçtuğunu, çünkü veznin bozulduğunu söyler.156
1934’te “Şiirde vezin meselesi artık hallolmuştur. Türk’ün vezni, hece
veznidir.” diyen Halit Fahri, bütün mütekâmil milletlerin edebiyatında da bu ölçünün
görüldüğünü söyler. “Aruz vezni Arab’ın ve Acem’in olsun!” diyerek bu veznin
Türkçe’nin bünyesine hiç uygun olmadığını belirtir. Bunu açıklama gereği bile
duymaz. Türkçe’de “imale denen ve aruza esas teşkil eden” kelimelerin
bulunmadığını, bulunsa bile bunların “dağ” gibi bazı sınırlı kelimeler olduğunu
156
Yusuf Ziya, “Öz Şiir Meselesi”, Akbaba, 9 (1 Mart 1934), s. 4.
87
söyler. “Türkçe’nin en samimi ifade vasıtalarından biri olan tacilî ve iktidarî fiilleri
alamayan, ağlayamıyorum, yürüyüver diyemeyen”
veznin Türk’ün şiir ölçüsü
olamayacağını savunur. “Aruz vezninin ahenginde ittirat vardır.”
diyen şair,
yeknesak bulduğu bu veznin “artistik” olmadığını düşünür. Gramafon plâğı gibi hep
aynı makamı çaldığını söyler. Hece vezninin “bizatihî ahenk” olmadığını, deruni
seslerini duyabilen şairin o boş kalıba nağmeler koyduğunu belirtir. Hece veznine
“parmak hesabı vezni” diyenlerin büyük bir hata işlediklerini ileri sürer. 157
Faruk Nafiz, 1935’te kendisi ile yapılan bir ankette, 158 en çok beğendiği
eseriyle ilgili düşüncelerini söylerken, şiirlerinde aruzla yazdıklarını heceden iyi
bulduğunu belirtir. “Bunun sırrı da aruzun bana işlenmiş, hecenin de ham bir hâlde
gelmesidir. Birinin kemal zamanında öteki henüz doğduğu için tabiatıyla ahenginin
her perdesine birdenbire erişmek kabil olmadı.” der. (s. 65).
Kurun gazetesinde bir gün sonra Osman Cemal Kaygılı’nın anketine Faruk
Nafiz’in şu notu eklenir:
“Aruz ve heceye dair sorduğunuz suallere verdiğim cevap, aruza
dönmek mahiyetinde değildir. Ancak aruzun işlenmiş olduğunu ve hecenin
henüz işlenmeye başlamış olduğu için ham bulunduğunu söylemiştim. Bence
isteyen aruzu, isteyen heceyi, isteyen serbest vezni kullanabilir. Fakat aruzu
157
Halit Fahri, “Edebiyatımız Nasıldı? Nasıldır? Nasıl Olmalıdır?”, SF, 1982/297(16 Ağustos 1934),
s. 183.
158
Refik Ahmet Sevengil, bu anket dizisini hazırladığı sıralarda Hakkı Tarık Us ve Mehmet Asım
Us’un çıkardıkları Kurun gazetesinde çalışmaktadır. Bu anketin hazırlayanı açıkça belirtilmemiştir.
15 Ağustos’ta başlayıp 8 Eylül 1935’te biten bu ankette yaklaşık üç hafta boyunca on dokuz yazarın
cevapları çıkar.
88
kullanırken Akif, heceyi kullanırken Orhan Seyfi, serbest vezni kullanırken
Nazım Hikmet olmalı. Şiirin sırrı budur.” ( s. 72).159
Halit Fahri, 1935 yılında verdiği “Dünkü ve Bugünkü Edebiyatımıza Dair”
adlı konferansında şiirde vezin üzerinde değerlendirmelerde bulunur. O tarihte şiirde
vezin meselesinin tamamıyla hallolduğu görüşündedir. “Türk’ün vezni hece
veznidir.” Bütün mütekâmil milletlerin edebiyatında da bu ölçünün görüldüğünü
belirtir. Aruz vezninin Türkçe’nin bünyesine uygun olmadığını tekrarlar. İmale
denen
ve
hemen
hemen
destek
oluşturan
özellik
Türkçe
kelimelerde
bulunmamaktadır. Şair “dolu bir gramafon plâkı gibi hep aynı makamı çalan aruz
vezni” nin estetik olmadığı görüşündedir. Hece vezninde şairin kendi içindeki
seslerini boş plâklara doldurduğunu söyler. Şair bu boş kalıplara kendi sesini
koyabilecektir. (s. 161) Öldüğü zaman bu sesler kendisiyle beraber gidecektir. Bu
vezne “parmak hesabı” denmesini büyük bir hata olarak görür. (s. 162).160
“Aruzun
Kifayetsizliği”
adlı
yazısında,
Darüşşafaka’nın
63.
yıl
kutlamalarında okunan bir şiirden yola çıkarak aruz vezni üzerinde durur. Bir gencin
okul için yazdığı manzumesinin bir mısraı şöyledir:
“Salih Zekiler, Mehmed Eminler ve Safalar”
Şair, okulda yetişenler sayılacaksa hepsinden önce Ahmet Rasim’i hatırlatmak
gerektiğini düşünür. Genç şairin aslında Ahmet Rasim’i unutmuş olamayacağını,
kullandığı veznin aksiliği yüzünden anamadığını ileri sürer. Bunun sebebinin de
159
SEVENGİL, Refik Ahmet, Hergün Bir Ediple, (Haz. Mustafa ARMAĞAN), L&M Yayınları,
İstanbul, 2004, s. 65, 72.
160
YAZAR, Mehmet Bahçet, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, Kanaat Kitabevi, İstanbul,
1938, s. 161-162.
89
Ahmed Rasim adının manzumenin vezni olan “mef‘ûlû/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün”
veznine uyamaması olduğunu belirtir ve devam eder:
“Daha dumanı üstünde tüten bu misali ortaya çıkarmakla, ihtimal
hâlâ köşede bucakta “Ah, aruz!” diye iç çeken kimseler kalmışsa onların
dikkat gözünü açmaktan ziyade bilhassa gençleri bir kere daha ikaz etmek
istedim. Ben ki çok eski bir aruz şairiyim, bu vezni bundan 18 yıl evvel feda
ederek hece tarafına geçerken bu millî vezin işine estetik noktadan da
tamamiyle kanaat getirmiş olanlardanım.”
Şair, aruzu feda edemeyenlerin geleceklerine kıydıklarını iddia eder. Bugün
artık onların unutulduğunu, çünkü “aruzun hiçbir zaman Türk’ün içinden gelen öz
sesleri tamamiyle ortaya çıkaramayan bir kalıp” olduğunun anlaşıldığını söyler.
Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret’i tasnifin dışında bırakır. “Onların yüksek fikir ve
duygularının kullandıkları lisan ve veznin çok yükseğinde kaldığı” görüşündedir.
Onun tenkidi orta veya basit yazan aruz şairlerinedir. Kabiliyetleri doğrultusunda
Türk’ün vezni olmayan bir kalıpla yazdıklarını belirtir. Hüsranlarının da şairlik
zaafları kadar vezindeki yanlış tutumlarından geldiğini söyler.
Genç şairin Ahmet Rasim’i anamayışını “içi sade güfte istiyen doldurulmuş
bir plâk gibi her dönüşünde aynı sesleri çalan ve derunî sesleri pek nadir
aksettirebilen aruz vezninin” yetersizliğine verir. Şair, aruzun son sözlerini, özellikle
Yahya Kemal’den sonra, söylemiş olduğuna dikkati çeker.161
Cumhuriyet’in on beş yılının edebiyat değerlendirmesini yaparken “Yeniler”
adı altında yeni şairlere yer verir. Bu yeni şairlerin “aruz çemberinde yıllarca
boğulmaktan kurtulduklarını, en hassas bir musiki aleti gibi ruh okşayıcı sesler
161
OZANSOY, Halit Fahri, “Aruzun Kifayetsizliği”, Uyanış, 2062/377 ( 27 Şubat 1936), s. 210.
90
çıkaran millî vezin” de en sade ve en serbest şekillere yol açabildiklerini belirtir.
Bunlardan bir kısmının iç âlemini en ince nüanslarıyla terennümdeki imkânı bu
işlenmiş ve hazırlanmış vezinle elde edişlerini talih olarak görür. İlk olarak Necip
Fazıl, Kemalettin Kâmi, Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı, Ahmet Sıtkı’nın akla geldiğini
söyler. Nazım Hikmet’in hece vezninde serbest nazma yeni sesler getirdiğini
düşünür. Bu yeni şairlerin kullandıkları veznin “artık değişmesine imkân olmıyan
kat‘î vezin, yani hece” vezni olduğunu belirtir. 162
“Aruz ve Hece Vezinlerine Dair” adlı yazısında, aruzun öğrenilmesi üzerinde
durur. “İlmü‘l-aruz” denilen şiirde ahenk ölçüsünün Türk Edebiyatındaki asırlarca
saltanatına rağmen “ilm-i simya” gibi kıymetten düştüğünü, bu düşüncede yalnız
olmadığını düşünür. Fakat yanıldıklarını belirtir. Son günlerde bir edebiyat
kitabındaki aruz parçasının yanlış alınmasının yanılgılarını ortaya çıkardığını söyler.
“Aruzun arap lugatlerindeki “ahenk, nağme” ve mısraları ölçüsü ile karşılaştırarak
sağlam ve hatalı oluşlarını mihenge vurmak sebebinden “mukabek”” olduğunu
belirtir.
Şair, edebiyat hocalığı yaptığı dönemlerde, aruzu bütün ayrıntılarıyla
öğretmek zorunda kaldığını, daha sonra aruz hakkında genel bilgi verilmesi ve hece
vezniyle aralarındaki farkın gösterilmesi esasına dayanan bir düzenlemeyle “büyük
bir işkenceden” kurtulduğunu belirtir. Şair, uzun uğraşlardan sonra öğrencinin bu
vezni tam isabetle tayin edemediğini söyler.
Aruz vezninin öğrenilmesinin bu kadar önemli olmadığını “yalnız insan
zekâsına inen bir tokmak” olduğunu ileri sürer. Öğrencinin ürktüğünü, büyükler için
de bir dereceye kadar böyle olduğunu belirtir. Mef‘ûlü/ mefâ‘ilün/ fe‘ûlün kalıbıyla
162
“15 Yılda Türk Edebiyatı”, S. P., 2964(29 Birinci Teşrin 1938), s. 13.
91
söylenen bir şiire mutlaka uzun veya vuran bir sesle başlanması gerektiğini, içten
gelen ses kısa, hafif ise sonunda vezne boyun eğmek zorunluluğu olduğunu söyler.
Bu özelliğinden dolayı son devir şairlerinin aruzdan uzaklaştıklarını düşünür. Bunda
hecenin millî vezin olmasının büyük rol oynamadığını, bu değerinden dolayı aruzun
saltanatının yıkıldığının iddia edilemeyeceğini savunur. Bir kısım aruz vezninin
orkestra uğultusuyla çağlayan ahengine karşılık, gönül seslerini iyi işittiremeyen bazı
hece şairlerinin de zayıf ve kulağa hoş gelmediğini belirtir.
Aruz vezni tüm gürültüsüne rağmen his ve hayal noktasına biçare kalır. Dolu
bir plâk olan aruzun, döndürüldüğünde yalnız içine önceden konulmuş besteyi
işittirdiğini belirtir. Sanatçıya düşen güfteyi tayin etmektir. Şair, ona his, hayal ve
fikir ile beraber ahengi de verecektir. Bu karşılaştırmasından çıkardığı sonuç:
Muayyen ses kalıpları üzerine kurulan aruzun ahenginin hudutları sınırlıdır.
Acemi ellerde güzel çınlamayan hece vezni, “Şiirde en büyük kıymet ve
hakikat olan “derunî ses” lerini kalbinden söküp çıkarabilenlere bir mucizeli
alettir.” Kudretli şairler elinde hecenin ahenk değerini hudutsuzlukla tarif eder.
Böyle bir hececi şairin, yaşamı boyunca kendi on birlisini, on dörtlüsünü
kullandığını, öldüğü zaman da o şiirlerdeki seslerin sırlarını da birlikte götürdüğünü
söyler. “Yüksek ve artistik hece veznini, parmak hesabından” ayıran en belirgin
farkın bu olduğu görüşündedir. Bir çok halk şairinin samimiyet ve ölmezliğinin
buradan geldiğini düşünür. Emrah’ın sesi ondan sonra bir hece şairi tarafından
tekrarlanamamıştır.
Şair, aruzun bugün de yarın da öğrenilmesini büsbütün faydasız görmez.
Mazi eserlerini örnek göstererek onları iyi okumak, özellikle yazma eserlerdeki vezin
hatalarını, kelime eksikliklerini bulabilmek için bu veznin öğrenilmesine ihtiyaç
92
olduğunu düşünür. Bunun liselerden çok üniversitelerin edebiyat ve tarih
bölümlerinde, daha metotlu ve daha kısa zamanda öğretilmesinin uygun olacağını
söyler. (s. 7).163
Bir zamanlar edebiyat âleminde başlı başına bir ilim sayılan aruz bilgisinin
bugün, ilk bakışta, modası geçmiş bir şey, bir antika, hatta bir müstehase gibi
görünse bile hakikatte hiç de böyle olmadığını ileri sürer. Aruzun, gerek ilim gerek
edebiyat sahasında birçok faydasının olduğunu belirtir. Bunu bilmemenin birtakım
yanlışlara sebep olduğunu, bu bilgiye hakkıyla sahip olmayan bazı muharrirlerde bu
eksikliğin acıklı tezahürleriyle karşılaşıldığını ekler. Örnek olarak Server Bedii’nin
Hüseyin Suad’ın bir şiirini yanlış kaydetmesini verir.
“Üç yüz altmış sene vardır ki siyaset marşı
Çalınır ufku siyasetimizin etrafında”
İlk mısradaki “siyaset” kelimesinin “hezimet” olacağını belirten şair, her iki
kelimenin de vezne uygun olduğunu, buna bir şey denemeyeceğini söyler. İkinci
mısrada işin değiştiğini, münekkidin aruz veznini bilmediğinin anlaşıldığını belirtir.
Bilse “ufku siyasetimizin” terkibini oraya yakıştırmayacak ve mısra şöyle olacaktır:
“Çalınır ufku siyasîmizin etrafında”
Şair, manzum sözün, hele aruz olursa, çok sıkı bir kurala bağlı olduğuna, o
çemberin içinden çıkmanın hiçbir babayiğidin kârı olmadığına dikkati çeker.
“Nerede “siyasîmizin”, nerede “siyasetimizin?” Muntazam hece vezninde
bile bunlardan ikincisini birincisinin yerine kullanmak kabil değildi. Çünkü bir hece
fazla gelirdi. Halbuki aruzda açık, kapalı hece an‘anesi ve zarureti var!” Bu mısraı
böyle kaydeden münekkidin aruza vukufsuzluğunun ortaya çıkmış olduğunu söyler.
163
OZANSOY, Halit Fahri, “Aruz ve Hece Vezinlerine Dair”, S. P., 3339 (15 Teşrinisani 1939), s. 7.
93
“Eski manzum bir metni yanlışsız okumak hatta bir çeşme kitabesi sonundaki tarih
düşürülen mısraın yanlışı varsa onu bulup ortaya çıkarmak da ilmi tetkikler
esnasında pek mühimdir.” der.164
Orhan Seyfi, Ziya Gökalp’ın Genç Kalemler dergisindeki yeni lisan
davasından sonra, durulmuş gibi olan hece-aruz meselesini yeniden açtığını,
mücadelenin
yeniden
başladığını
söyler.
Bu
defa
Hececiler
daha
iyi
teşkilâtlanmışlardır. Daha kalabalık olan aruz taraftarlarının “başıbozuk hücumlar”
yaptığını belirtir. Ömer Seyfettin hece veznini savunduğunu, Cenap Şehabettin ile
Yahya Kemal’in aruzun kuvvetli muharipleri olduğunu söyler. Cenap’ın yeni lisan
gibi hece veznini de kabul etmediğine, aruzun heceden üstün olduğunu ispatlamaya
çalıştığına yer verir. Lisan meselesinde de eskiye taraftar olduğu için pek dikkate
alınmadığını ileri sürer. Aruzla yazan Yahya Kemal Türkçü ve yeni lisancıdır. Bu
meseleye çok önem veren Gökalp, bir gün Orhan Seyfi’ye “sulh haberi verir gibi”
Yahya Kemal’in de hece veznini kabul ettiğini haber verir.
Gençlerin hece veznine döndüklerini, bu veznin edebiyat kitaplarına “millî
vezin” olarak geçtiğini söyler. Aruz vezninin “Anadolu, Karadeniz” gibi birçok
kelimeyi kalıplarına alamadığı için lisanın uygun olmadığı söylenmiştir. Yahya
Kemal o zamanlar az yazdığı için yazdıkları hoş görülmüştür. Hece vezni tam bir
zafer kazanmıştır. Şair, Hececilerden Halit Fahri’nin aruza tövbe ettiği halde Faruk
Nafiz’in tamamen vazgeçemediğini belirtir. Onun zaman zaman hece vezniyle
yazdığı şiirler kadar, hatta aruzla daha güzel şiirler yazarak millî vezne karşı imanları
sarstığını ileri sürer. Gençlerden aruzu sevip onunla güzel şiirler yazanlar olduklarını
164
OZANSOY, Halit Fahri, “Aruzu Bilmenin Faydası”, S. P., 3901 (9 Haziran 1941).
94
da kabul eder. İki veznin bir mücadele halinde olduğunu, her iki veznin de Türk
Edebiyatında saltanatını ve hakimiyetini kabul etmenin anlamsız olduğunu düşünür.
Bir
milletin
edebiyatında
aynı
zamanda
iki
farklı
vezin
sisteminin
kullanılamayacağını iddia eder. Bunu ancak Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı gibi
ayrı ayrı zümrelerin edebiyatının yapabileceğini düşünür. Genele hitap eden dil
oluştuktan sonra bu iki vezin sisteminden birinin kabul edilmesi gerektiğini düşünür.
Böylece Çınaraltı’nda bu meseleyi yeniden ortaya attığını söyler ve taraftarların
müdafaalarını bekler.165
Türkçe’nin aruza uygun olmadığını söyleyen Orhan Seyfi, bu vezinle yazılan
şiirlerin ritminin sahte ve bozuk olduğunu ileri sürer. Şairlerin bin yıldan uzun bir
süredir bu vezinle şiir yazmalarının, bu vezne has ahengin talim ettirilmesinin bu
sahteliği hissettirmediğini belirtir. Asıl kelimeler diye, Türkçe karşılığı olan Arapça,
Farsça kelimelerin yabancılığı da pek hissedilmemiştir. Güneş varken “şems”, ay
varken “mah” denilmiştir. Bunların yaşayan dilin kelimeleri olmadığını, suni
olduğunu söyler. Kültür sahibi, hassas bir gencin ne aruz ne de heceyle şiir
dinlemediğini farzederek buna vezni attıktan sonra hece ve aruzla birer mısra
okunmasını ister:
“Ötme bülbül, ötme, gönül şen değil!”
gencin hassas kulağıyla bunun bir nazım olduğunu hemen anlayacağını ileri sürer.
6+5 duraklarla yazılan
bu mısrada kelimelerin dizilişiyle nazma has bir ritim
oluşturulmuştur.
“Uzakta şöyle beş on haneden, beş on bacadan…”
165
O. S. O., “Hece mi? Aruz mu?”, Çınaraltı, 123(29 Son Kânun 1944), s. 8.
95
mısraının bir nazım olduğunu anlayamayacağını söyler. Genç ancak aruzun
mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbını öğrenip kulağını iyice alıştırdıktan
sonra bu mısraın bir nazım olduğunu anlayabilecektir. İlk bakışta hissedilebilecek
aruz kalıplarını da Türkçe’ye uygun bulmaz. “Aruz vezninin ahengi, bizim için tabiî
bir nazın ahengi değildir.” diyerek bunun yabancı bir şey gibi öğrenildiğini, ondan
sonra da ona alışıldığını düşünür.166
Şair, aruz vezninin hece vezninden daha zor olduğu kanısının yaygın
olduğunu hatırlatarak eski mümarese devirlerinde aruz vezniyle şiir yazmanın
güçlüğünü inkâr etmez. Yeni, pürüzsüz, ahenkli, güzel bir manzume yazılmak
istendiğinde durumun değiştiğini söyler. Hece vezninin musikisini duymanın
aruzunkinden daha güç olduğunu, Divan şairlerinin bunu fark etmediklerini ileri
sürer. Onların hece veznine tenezzül etmemelerinin nedeninin bu olduğunu düşünür.
Ona göre Divan şairleri hece vezninin, Türkçe’nin akışından çıkan içli, tabiî sesini
duysalardı onu bu kadar ihmal etmezlerdi. Hece vezninin güç tarafının, mısralarda
aruzda olduğu gibi bir vezin kalıbı içine girmesiyle tamamlanmayışı olduğunu
söyler. Şair buna Türkçe’nin kıvraklığından, edasından, ifade güzelliğinden de bir
şey katmalıdır. Bunu bozan şeyler de tayin edilmemiştir. Aruzda mısraların
güzelliğini bozan sebeplerin bulunduğunu fakat hecede bulunamadığını belirtir.
İstinatsız kalan şair, ancak derunî lirizmine dayanmaktadır. Hecenin bu kadar başıboş
olmasının onun kusuru olabileceğini ileri sürer. Hece vezninin esaslarının saptanması
gereğine inanır. Bu esaslara dayanarak yazılan şiirlerin kusurları bulunup tespit
edildiği zaman, hece vezniyle yazmanın bir başıboşluk olmadığı, belirli kurallara
166
O. S. O., “Hece mi, Aruz mu?”, Çınaraltı, 142(17 Haziran 1944), s. 7.
96
dayandığının görülecektir. O zaman da hece vezninin aruzdan daha güç olduğunun
bir daha anlaşılacaktır.167
Heceyle aruz arasında nazım tekniği bakımından bazı ayrılıklar olduğuna
değinir. Aruz vezniyle yazılan bir şiirde kelimeler iyi kullanılmış, ifade pürüzsüz,
gereksiz kelime kullanılmamış, imale yapılmamışsa başarılı sayıldığını belirtir. Hece
vezni için bu kadarının yeterli olmadığına dikkati çeker. Sadece hece kalıbına
uymakla bir mısra nesirden ayrılamaz. Birtakım şiirlerin ahenksizliği de bundan ileri
gelmektedir. “Hece vezninde mısralar vezin ölçüsüne uymakla beraber bir deyiş
güzelliğini, şahsî ve hususî bir edayı, dilin hoşa giden kıvraklıklarını, bir seslenişi,
bir iç çekişi, yerinde birtakım tabirler kullanışı, tekrarları, sözün kafiyelerle birbirine
bağlanışını, hasılı bir anlatış hünerini de kendisinde toplamalıdır.”
diyerek böyle
olmayan nazmın nesir seviyesinde kaldığını belirtir. Taşıdığı his ve hayal unsurlarına
rağmen hiçbir kusuru olmayan şiirlerin beğenilmeyişini buna bağlar.
Heceyle yazılan şiirlerden hoşlanmayanların bile Rıza Tevfik’in koşmalarını
zevkle okuduklarına dikkati çeken şair, onun:
“Yürü! Hey bivefa hercai güzel,
Gönlüm o sevdadan vaz geldi geçti!”
mısralarında bir sesleniş, hususî bir eda, “vaz geldi geçti” halk tabirinin kullanıldığını
söyler. Bu tabir “terk etmek, unutmak” tan ayrı bir ifade tarzıdır. Bunun yerine:
“Unuttum ben seni, vefasızmışsın!”
dendiğinde tatsız ve bayağı bir şey ortaya çıkacağını ileri sürer. Bu mısrada bir nazım
kusuru olmamasına rağmen şiirin bütün şahsiyeti yok olmuştur. Artık bir manzume
167
O. S. O., “Hece mi Kolay, Aruz mu?”, Çınaraltı, 3(9 Eylül 1944), s. 3.
97
olmaktan çıkmış, basit bir nesir cümlesi haline gelmiştir. Şair, hece vezniyle yazılan
şiirlerde nazma mutlaka bir sesleniş, tekrar ilâve etmek gereği üzerinde durur. (s. 2).
Heceyle şiir yazarken aruz vezni gibi yapılamayacağını tekrarlayan Orhan
Seyfi, manzumeye şahsiyet vermek için mutlaka bir deyiş tarzı, bir lisan hususiyeti,
bir kafiye sürprizi, bir şeyin katılması gereğine dikkati çeker. Düzgün, kusursuz,
temiz bir manzume yazmanın bu tarz şiirlerin güzelliği için yeterli olmadığını
savunur. Böyle olmayınca, Mehmet Emin’de olduğu gibi, manzumelerde ancak
birtakım fikirler söylenebileceğini ileri sürer. Hoşa giden, hafızalara yerleşen lirik
şiirden uzaklaşılacağını belirtir. (s. 4). 168
Halit Fahri, şiirde şekil meselesine ele aldığı bir yazıda, şiirin kalıp halinden
çıkarılmasına değinir. Şair, “Herşeyin kalıplısının mutlaka güzel olmadığı gibi
kalıpsızı da olamaz.” der. Kalıbın şiirde vezin demek olduğunu belirttikten sonra,
asırlarca her milletin şiirinde bunun yaşamasını, zevkli insanların kulağında
kelimelerin bir nizam altında ve sanatlı bir imtizaçla yaşayabilmesine bağlar.
Verlaine’ın içten gelen sesleri vezinsiz, kalıpsız bir şekilde aramayışını örnek
gösterir.
Halit
Fahri,
musikinin
kalıpsız
şekillerle,
serbest
nazımla
da
sağlanabileceğini, fakat o zaman da mutlaka garip sesler çıkarmak gerekeceğini
ekler. Şair, hece vezni cereyanı başlamadan önce, Haşim’in serbest nazımlarıyla
aruzun kalıplarını az çok kırdığını düşünür.169
168
169
O. S. O., “Hece Vezninde Beğendiğimiz Şiirler”, Çınaraltı, 4(16 Eylül 1944), s. 2, 4.
OZANSOY, Halit Fahri, “Büyük Büyük Sözler”, S. P., 385 (10 Mayıs 1947), s. 6.
98
Yusuf Ziya, şiirin vezin ve kafiye olmadığını, ama vezinsizlik ve kafiyesizlik
de olamadığına dikkati çeker. 170 Fransızların vezinsiz şiirde şöhre yapmış bazı ünlü
şairlerinin tekrar vezinli şiire döndüklerini hatırlatır. 171
Halit Fahri, “Malûm ya, bizim şiirimizde heceden başka bir de aruz diye
ikinci vezin vardır ve bu veznin ölçülerine, açık ve kapalı heceler esaslarına uymıyan
mısralar sakat ve topal sözler halinde kalırlar.” der.172
1949’da yazdığı bir yazıda, aruzun sadece bu vezinle şiir yazan ve
okuyanların bilmesi gereken bir bilgi olmadığını, tarihçiye ve mimara da gerektiğini
savunur. Vedat Nedim Tör’ün düzenlediği İstanbul sergisinin Lâle Devri salonunda
Nedim’in yanlış yazılan beytini konu edinir.
“Bak Stanbûlun şu Sâdâbâd-ı nevbünyânına
Âlemin canlar katar ab-ü havâsı cânına”
beytindeki “şu” kelimesinin İstanbul’u ne şuh ve zarif şekilde işaret ettiğini düşünen
Halit Fahri, sergide bu mısraın:
“Bak Stambûlun Sâdâbâd-ı nevbünyânına”
şeklinde yazıldığını belirterek bunu aruzu bilmemeye bağlar. Halit Fahri eskiden beri
bazı yazarların böyle lâubalilik yaparak “efail-tefâil” i bir kere olsun araştırma
zahmetine girmediklerini, vezni bilmedikleri hâlde, yazdıkları makaleler içine aruzla
mısra ve seciye sıkıştırdıklarını belirtir. Bunu onların garip bir merakı olarak görür.
Onların zamanla zayıf düşen hatıraları, vaktiyle öğrendikleri mısraların kelimelerinde
değişiklikler, eksiltmeler, çoğaltmalar yaptığından bu serpiştirdikleri mısraların
170
171
172
Y. Z. O., “Vezin ve Kafiye”, Çınaraltı, 2(24 Mart 1948), s. 7.
ORTAÇ, Y. Z., “Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı, 8(5 Mayıs 1948), s. 10.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlerin Sesi”, S. P., 808(11 Temmuz 1948), s. 7.
99
vezinsiz ve yanlış olduğunu söyler. Şair, bazı aydınların aruzu neden hor
gördüklerini merak eder.173
Ekrem Reşit Rey’in İstanbul radyosunda, İstanbul’un 497 nci fetih yılı
şerefine düzenlenen programı üzerine yazdığı yazıda, aruzu bilmenin gereği üzerinde
durur. Ekrem Reşit Rey’in şiir inşadı birtakım genci “lanse” etmeye kalkıştığını
belirterek bunların kötü şiir okuduklarını söyler. Fetih kutlamasının tatsız ve gülünç
bir hava içinde geçtiğini, şiirleri okuyanların aruz veznini ya hiç bilmediklerini, ya da
fena halde bildiklerini söyler. Aruzu hiç bilmeyenlerin okudukları şiirlerde birçok
mısrayı sakatladıklarını, fena halde bilenlerin de yapmacıklı bir ses ve taktilere son
derece riayetle ve tecvitle okuduklarını belirtir. Her iki surette de bu şiirleri radyodan
dinlemenin bir zevk değil, işkence olduğunu söyler.174
“Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup” ta, Millî Eğitim Bakanına seslenen
Yusuf Ziya, liselerde çocuklara işkence yapıldığını belirtir. Bu işkencenin “tek ayak
üstünde durdurmak, pazar günleri okula kapamak, falaka gibi kaba işkenceler
olmadığını, hatta Çinli işkencesine bile rahmet okutacak bir entelektüel işkencesi
olduğunu” söyler. Kendi oğlunu örnek gösterir:
“Dün gece oğlumun odasından, mevlût okunur gibi, derin, hüzünlü
sesler geliyordu. Kulak kabarttım: Aruzun ve Osmanlıcanın sesiydi bu:
Ey dahme-i mersûs-i havatır, ulu mabet..
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyet!”
“Gözleri yarı kapanık, ayakta, zikreden bir derviş tevekkülüyle sallanan” oğlu
aruzu ezberlemektedir. Onun binlerce nesildaşı gibi Lâtin harflerinin çocuğu
173
OZANSOY, Halit Fahri, “Vedat Nedim Şair Nedim’e Kıydı”, S. P., 1267 (21 Ekim 1949), s. 4.
OZANSOY, Halit Fahri, “Hafta İçinden Notlar, İstanbul’un Fethi Dönüm Yılı Şerefine Radyoda
Yanlış Okunan Şiirler”, S. P., 1492 (3 Haziran 1950), s. 5.
174
100
olduğunu, okulda “Elifbâ-yi Osmanî, Karabaş Tecvît, Emsile, Zeben-i Farisî hatta
Hüseyin Cahit’in Sarf ve Nahiv’ini okumadığını söyler. Bu çocuğun “Ey dahme-i
mersûs-ı havatır” ı nasıl okuyup, anlayıp, ezberleyeceğini merak eder.175
Faruk Nafiz’e şiirde mana, vezin ve kafiye arayıp aramadığı sorulduğunda,
ressamın boyasız, fırçasız; mimarın çimentosuz, tuğlasız ve demirsiz eser
veremeyeceği, bunların sanatın ve sanatçının ana malzemesi olduğunu söyler. Bu
maddeler elde olmadığında mananın kendini gösteremeyeceğini, sanat eserlerinin
ancak bu ana malzemelerin ötesinde vücut bulmaya başladıklarını belirtir. Yaşayan
şiirlerin hepsinde, gizli veya açık, mutlaka mana, vezin, kafiye gibi “harç” ların
olduğunu savunur.176 Daha sonra şair, daha önce yapmak istediği, aruzla yazılmış
şiirlerinin külliyatını bastırmak istediğini belirtir.177
Yusuf Ziya, 1957’de yapılan bir konuşmada,
vezin ve kafiyenin şiirin
vazgeçilmez unsurları olup olmadığı; deyiş, dil ve biçim mükemmelliğinin bunların
yokluğunu kapatıp kapatamayacağı sorulduğunda, bir büyük kuvvetin çıkıp eserine
herkesi hayran bıraktığında bunun dışında kalmayacağını belirtir. 178
Orhan Seyfi, “musikide falso, yazıda imlâ bozukluğu neyse, şiirde de vezin
hatasının o olduğunu” düşünür. Şiirdeki aruz hatasını bir “kültür ihmali” olarak görür
ve bunu fark etmeyenin aruzu bilmediğine kanaat getirir. Şair, aruzun “öldüğünü”
175
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup”, Akbaba, 34 (6 Kasım 1952), s. 3.
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Gülgûn SEDEF), Ses, (11
Kasım 1955), s. 5.
177
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Yarını Tahmin Ediyorlar!”, Cumhuriyet, 11289(1 Ocak 1956), s. 5.
178
BAYDAR, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, s. 161. [Konuşmanın 1957’de yapıldığı
dipnot olarak verilmiştir.]
176
101
söyleyenlere karşı çıkar. “Aruz vezni bizi maziye bağlayan kültür bağlarının içinde
olduğu gibi, Osmanlı gramerinin de küçük bir faslını teşkil eder.” diyerek aruz
veznini hissetmeden bu kültürle temasa geçilemeyeceğine dikkati çeker. Yahya
Kemal’in aruzun ölmediğini iddia ettiğini hatırlatır. O hece vezniyle “Ok”
manzumesinden başka şiir yazmamıştır. Onu anlamayı millî kültür için, millî vezin
için gerekli görenlerin aruzun yaşadığına inanmalarını ister. Aruzun XIII. yüzyıldan
beri Türk dilinde kullanıldığını hatırlatan şair, Hececilerin de zaman zaman aruz
veznini kullandıklarını belirtir. “Aruz ölmüş demek çok güçtür.” diyerek halk
tarafından büyük bir zevk ve heyecanla dinlenen “Mevlût” ü, “İstiklâl Marşı” nı
Mehmet Akif’in “Çanakkale” sini örnek gösterir. O günün en büyük şairi sayılan
Yahya Kemal’in de aruzla yazmasına dayanarak “aruzun ölümünü ilân etme” de
acele edilmemesini ister. Mevcut aruz şiirlerinde dilin biraz “eskimiş” olduğunu
kabul eden Orhan Seyfi, bunun temiz ve güzel bir Türkçeyle aruz yazılamayacağının
bir delili olmadığını ileri sürer. “Aruzun hâlâ Türk şiirinin en güzel ahengini duyuran
bir musiki vasıtası olarak yaşadığına” inanır. 179
Halit Fahri, Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi ıstırapları içinde Ziya
Gökalp’in irşatları ve millî duyguyu, millî harsı telkin edişinin kendilerine ilham
kaynağı olduğunu söyler. Başarılı olmalarına rağmen aruz vezninin kendilerini tam
anlamıyla tatmin edemediğini belirtir. Mehmet Emin’e büyük hürmet duymalarına
rağmen, onun 4+4 duraklı muttarit vezindeki şiirlerini ahenksiz ve yetersiz bulurlar.
Heceye karşı olanların önlerine hep Mehmet Emin’i örnek olarak çıkardıklarını,
bunda da haklı çıktıklarını söyler. “Çünkü Emin Bey’in şiirlerinde millî hislerinin
179
ORHON, Orhan Seyfi, “Aruz Öldü mü?”, Havadis, 739(5 Kasım 1958), s. 2.
102
kuvvetine rağmen ekserisi lirizmden ve ahenkten mahrum bir özellik vardı. Bunlar
mısra değil ekseriyetle nesirdi.” Heceyi modern bir şekle koyarken halk şiiri
örneklerinden olduğu kadar Tevfik Fikret’in yürüdüğü yoldan da yürümek ve
mevzuları genişletmek gereğine inanır. Bunu hece davasının millî cephesi olarak
görür. Aruzla mânasız sözleri bile müthiş bir musikiyle dinletmek kabilken hecede
durum farklıdır. Çünkü hece boş bir kalıptır. İki vezin arasındaki farkın burada belli
olduğunu söyler. Aruz, tıpkı bestesi hazır plâk gibi, uzun ve kısa seslerin muayyen
yerlerde tekrarıyla ve pek az değişiklik gösterebilerek sürüp gider. İçine söz ve güfte
konacaktır. Hecede ise besteyi de güfteyi de şair yaratacaktır. Yunus Emre’nin
asırlardır dayanmasını buna bağlar. Onun iç sesleri yalnız kendisinin olduğu için
6+5 in dışında bir musikisi olduğuna, parmak hesabı olmadığına dikkati çeker.
Hecenin bir basitlik değil, iç sesleri bulabilme kudreti olduğunu söyler. Kendisinin
de dahil olduğu hececilerin bu yola girince ilk zamanlar aruza da veda edememekle
beraber bu yolda yürüdüklerini belirtir. Gerek millî gerek lirik ve pastoral
mevzularda Mehmet Emin’in parmak hesabı yolunu bırakarak asıl yürümeleri
gereken yolda yürümüşlerdir. 180
Yusuf Ziya, aruzu kulaktan öğrendiğini, ses tonlarını bütün incelikleriyle
sezen bir işitme gücünün olduğunu söyler. Ziya Gökalp ile tanışınca bu “saltanatlı
bando” yu bırakıp “hecenin sazını eline aldığını” belirtir.181
Orhan Seyfi, Millî Edebiyat Cereyanının hececi şairlerinin hepsinin aruza
hakim olduklarını hatırlatır. Faruk Nafiz’in aruza “en yeni ses” i verdiğini söyler.
180
181
“Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966, s. 345
103
Kendisi de “Peri Kızıyle Çoban Hikâyesi” ni yazarken hece veznine müzikal bir ses
getirmeye çalışmıştır. Hece veznini kullanırken bunu yapmak zorunda olduklarına
dikkati çeker. Aruz veznine alışan kulakların, birdenbire “monoton” bir nazımla
karşılaşmasının
onları
başarısızlığa
uğratacağını
düşünmüştür.
Bu
vezne
kendilerinden bir ritm eklemek gerektiğini duymuştur. 182
Sabahat Emir, Faruk Nafiz ile yaptığı bir konuşmada 183 son zamanlarda
aruzla yazmaya başladığını hatırlatıp bunun nedenini sorar. Şair, aruz ve hece diye
kesin bir ayırım yapmadığını belirterek yazışının ilham perisine bağlı olduğunu
söyler. Bu ilham perisi aruzla gelmişse aruzla yazmaktadır. Faruk Nafiz son
zamanlarda aruzu devamlı kullandığını belirterek bunun “rastgele şiir yazan, adeta
şiir enflasyonu yaratan şairlere biraz sorumluluk yüklemek için” olduğunu söyler ve
devam eder: “Eline kalem alan her hevesli, kullandığı dilin inceliklerini bilmeden,
vezin ve nazımdan haberi bile olmadan yazdığı uydurmaları şiir diye ortaya
çıkarıyor.” Edebiyatın bu başıboşluktan, bu çıkmazdan kurtarılması gerektiğini
düşünen şaire göre önce dil tanınmalı, kelimelerin değeri kavranmalıdır. Bunun için
de alfabenin A’sından başlamak gerektiğini savunur.
Orhan Seyfi, savundukları hece veznini kendilerinin icat etmediğini, bu
veznin aruzdan bile eski olduğunu söyler. Heceyle şiir yazarken karşılaştıkları en
büyük zorluk, önlerinde kuvvetli örneklerin olmamasıdır.
182
ORHON, Orhan Seyfi, “Peri Kızıyle Çoban Hikâyesi’ni Niçin ve Nasıl Yazdım?”, K. A. M., 1(1
Ocak 1972), s. 41.
183
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon. Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat
1973), s. 23.
104
Beş Hececiler içinde vezinle ilgili sistemli yazan ve ısrarcı olan Yusuf
Ziya’dır. Aruzun Türkçe’nin bünyesinden doğmadığı için Türk’ün olmadığını söyler.
“Adalar Denizi, Anadolu, geliyorum, gideceğim, seveceğim…” gibi Türkçe’nin
güzel kelimelerini kabul edemeyen bir vezni kabul etmez. Aruz devam ederse
konuşulan dil dışında eski kelimeler yaşayacak, vezinle uğraşıldığından mana ihmal
edilecektir. Aruzun kulağa ve ruha bıkkınlık verdiğini düşünür. Hecenin ahenk
yönünden de aruzdan üstün olduğunu savunur. Her iki vezni de millî kabul edenlere
katılmaz. Asrî ve millî edebiyatın İstanbul Türkçesi ve hece vezniyle millî vicdanda
aranacağını söyler. Aruz, Türkçe kelimelerin tabiî telâffuzuna engeldir. Bu veznin
şairin istediğini değil, kendi işine geleni söylettiğini belirtir. Sesi değişmeyen bir
ahenk olduğunu hecenin ise bütün ahengini şairin kalemi, kalbi ve ehliyetinden
aldığını ileri sürer. “Türk malı” olmadığı için Türkçe’yi ve şiiri sahteliğe
sürüklediğini düşünür.
Halit Fahri, aruzun Türkçe’ye uymadığı görüşüne, İstanbul şivesini bozmadan
aruzla
yazılan
şiirleri
örnek
göstererek
katılmaz.
Terkipsiz,
sade
dili
hazmedebileceğini düşünür. Konuşulan Türkçe ile aruzun kullanılabilmesini yeterli
görür. Aruzu tamamen ihmal etmek istemez. En büyük eksikliği tekdüze ahenge
sahip olmasıdır. Hece vezninin işlendikçe mükemmel bir alet olacağını belirtir.
Ritimleri daha önceden belirlenen aruzda, bütün şairler aynı sesi verirler.
Ruhlarından bir şey katmazlar. Hece ise sonsuz ritimler kabul edebilir. Hecenin aruza
üstünlüğünü en çok bu noktada görür. Daha sonra, hece veznini, tüm acemiliğine
rağmen, çoğu zaman aruza tercih ettiğini söyler. Veznin şiirde bir alet olduğunu,
aletin seçiminde şairin serbest bırakılması gerektiğini belirtir. Daha önce aruzun dilin
kullanılmasında engel olmadığını söyleyen şair, sonra kalpten gelen samimi
105
Türkçe’yi tamamıyla ifade edemediğini belirtir. Artık hecenin istikbalinden emindir.
Aruza düşman olmamakla beraber taraftarı da değildir. Hece veznine “parmak
hesabı” denmesine karşı çıkar. Aruzun hiçbir zaman Türk’ün içinden gelen öz sesleri
ortaya çıkaramadığını söyler. Aruzla manasız sözleri bile musikiyle söylemek
mümkünken hecede durum farklıdır. Hecenin basitlik değil, iç sesleri bulabilme
kudreti olduğunu belirtir.
Aruz vezninin yeknesaklığından, eskiliğinden bıkan Enis Behiç, yeni vezin ve
ahenk ihtiyacı duyar. O zamanlar hece veznini de yeterince ahenkli bulmayan şair,
yeni usuller denemek ister. Musiki usullerini nazma uygulayarak yeni vezinler arar.
Bundan tatmin olmayarak denemeleri bırakır.
Faruk Nafiz, Türkçe’nin tabiî ahengiyle şiirler yazılacak vezni her zaman
kabul edeceğini söyler. Heceyle yazılan şiirlerin daha orijinal olacağı görüşüne
katılmaz. Dünyada hiçbir milletin iki vezinle aynı anda şiir yazmadığına dikkati
çeker. Hecenin henüz ilk istihalelerini geçirdiğini düşünür. Bununla iyi bir eser
yazmayı gerçek manada yaratıcılık olarak görür. Aruz-hece diye kesin bir ayrım
yapmaz.
f) Kafiye
Beş Hececiler, Orhan Seyfi dışında, kafiye
hakkında müstakil yazı
yazmazlar. Yapılan görüşmelerde ve eser tenkitlerinde yer yer değinirler.
Yusuf Ziya, Yahya Saim’in Hilâlin Gölgesinde adlı şiir kitabını
değerlendirirken kafiyeye de değinir. Kitapta ““bekliyor” ve “parlıyor” gibi
yekdiğeriyle takviyesi caiz olmayan kelimelerden yapılmış kafiyeler” bulur.
Şairin “İskelet” adlı şiirinden örnek verir:
106
“Bak dişlerim nasıl gülüyor kahpe düşmana
Korku ile baktığın şu kırık başlı iskelet
Bir zabitindi yolcu.. Beyaz saçlı bir nene” (s. 3463/121)
“Düşmana” ve “nene” kelimelerinin birbiriyle böyle kötü şekilde takviye
edileceklerine “nene” yerine “ana” denildiğinde kıtanın daha güzel ve doğru
olacağını ileri sürer. (s. 3464/122).184
Orhan Seyfi, Yahya Kemal’in “Ok” şiirinin;
“En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü/ Titrek elleriyle gererken yayı,
Her yandan bir merak sardı alayı,/ Ok uçtu, hedefin kalbine düştü”
dörtlüğünde yer alan “çöktü diz üstü” ile “kalbine düştü” kafiyelerini zayıf bulur.185
Halit Fahri, “Dicle şairi” dediği Muallim Naci’nin;
“Huhuları ah..hh pek derunî/ Bülbül beğenir bu ergemini(îîî!)”
mısralarının bazılarınca böyle okunmasını beğenmez. İkinci mısraın “şivesiz kafiye”
sini ilk mısradakine denk düşürebilmek için yedi elif mikdarı uzatmayı hoş bulmaz.
186
“Yeni
şair”
lerden
M.
Hulûsi
Dosdoğru’nun
Şehir
adlı
kitabını
değerlendirirken şairin kafiye merakının “çok garip fikir tedaileri” ne sebep
olduğunu söyler.
“Kırk/ Asırlık gözlerinden,/ Sıyırmadan yasını,/ Yosmasını…”
mısralarını örnek verir. (s. 6). Şairin;
184
Y. Z., “Hilâlin Gölgesinde”, Türk Yurdu, 136/8 (9 Haziran 1333/9 Haziran 1917), s.34633464/121-122.
185
“Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14 (25 Teşrinisani 336 /1920), s. 7.
186
OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyat Şakşakçıları”, S. P., 2356(20 Şubat 1937), s. 8.
107
“Birkaç / Ağaç karıncasının…”
mısralarında olduğu gibi bazan kafiyeleri eksik mısraların öncesine veya ortasına
getirerek “sanat yapmak endişesi” nde olduğunu belirtir. (s. 10). 187
Orhan Arınç’ın Bir Kalbin Işıkları adlı şiir kitabını değerlendirirken kafiye
konusuna da değinir. Kafiyenin güzel bir şey olduğunu söyleyerek tabiî bir şekilde
doğması gereği üzerinde durur. (s. 5). Aksi takdirde hoşa gitmeyeceğini, en içten
duyguları bir samimiyetsizlik içinde boğabileceğini belirtir.
“Bana kısmet acaba nasiplerin azı mı?”
“Nasiplerin azı mı” söyleyişini “acayip” bir Türkçe olarak görür. Hiç hoş bulmadığı
bu ifadeyi mısra sonunda tutturabilmek için “yazı mı, sazı mı” gibi bir değil iki
kafiye birden aramayı gereksiz bulur. Şair, başka bir şiirinde “zuhur” kelimesini
eskiliğini ve renksizliğini düşünmeden “nur” a kafiye yapmıştır.
“Nasıl hediye eder ay denize nurunu,/ Beklerim geceleri ufkumda zuhurunu.”
Şairin yeni kafiyeleri arasında “yaşıydı”, “temaşasıydı” nın ilk bakışta insanı
şaşırttığına, fakat fikirler arasında tam bir bağlılık kuramadığına dikkati çeker.
Tacettin Demirok’un Çam Kokusu adlı kitabın değerlendirdiği bölümde,
şairin “engin” ve “rengin” kelimeleriyle “illâ kafiye düşüreceğim diye gülünç şeyler
söylediğini” belirtir.
“Sevgilim baksana. Deniz engindir..
Sahildeki kumlar senin rengindir”. (s. 7).188
Orhan Seyfi, Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” adlı şiiri üzerinde dururken
kafiye bahsine değinir. Şiirdeki mısralardan;
187
OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Mecmua Nasıl Çıkar? (M. Turhan Tan) ın ve Yeni Bir Şairin Eseri
Etrafında Düşünceler”, Son Posta, 3384(30 Birinci Kânun 1939), s. 6, 10.
188
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiir Mecmuaları III”, S. P., 4491 (9 Şubat 1943), s. 5, 7.
108
“Nakleder yarını gelen geçene./ Bu hayalde uyur Bursa her gece.”
mısralarındaki “geçene” ve “gece” kelimelerinin mısra olamayacağını söyleyerek
şiirin
kafiyesiz
yazılmadığını
“tebessümünle=seninle”,
görüşündedir.
Titiz
belirtir.
(s.
“cetlerin=seslerinin”
davranıldığında
8)
“Çeşmelerinin=mucizesinin”,
kelimelerinin
“mavisi=ilâhîsi”,
kafiye
olmadığı
“aynası=meyvası”,
kelimelerinin de kafiye değil kabul edilmeyeceğini, asonans olduğunu söyler. (s.
9).189
Yusuf Ziya, yeni şiiri değerlendiren bir yazısında şiirin hâlâ kâğıttan çok
hafızalarda yaşadığını belirtir. Yeni şiirin bir ortaoyunu tekerlemesine dönen
“Yazık oldu Süleyman Efendiye”
mısraından başka hafızalarda yerleşen bir satırının olmadığını ileri sürer. Yeni şiirin,
“kılıksız, çapaçul, hiçbir sanat intizamına tabi olmayan varlığıyla, her okunuşta alt
üst olmaya müsait bir perişanlık örneği” sergilediğini belirtir.
Her güzel şiiri,
dimağına geçiren insan hafızasının, vezinsiz kafiyesiz yeni şiir karşısında çaresiz
kaldığını söyler. Onu insandan önce “tabiat” ın reddettiğine dikkati çeker.190
Orhan Seyfi, “çok lirik bir ruh taşıdığını” düşündüğü Edip Ayel’in Mozaik
adlı şiir kitabını değerlendirirken “Serçe” şiirindeki “varoşunda, şunda” kafiyesinin
“sürprizli” kafiyelerin en güzellerinden olduğunu söyler. (s. 2). Orhan Seyfi,
kafiyenin şiirde hissi, hayali harekete geçiren en hassas mekanizma olduğunu
savunur. (s. 4).191
189
190
191
O. S. O., “Bir Manzumeye Dair”, Çınaraltı, 121 (15 Son Kânûn 1944), s. 8-9.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2 (16 Mart 1944), s. 6.
ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Bir Şiir Kitabı: Mozaik”, Çınaraltı, 2(2 Eylül 1944), s. 2, 4.
109
Yusuf Ziya, şiirin vezin ve kafiye olmadığını, ama vezinsizlik ve kafiyesizlik
de olmadığını söyleyerek şaire, “ bir kelime ressamı, bir kelime bestekârı” der. Şiirin
okuyucuyu bazen uçsuz bucaksız düşüncelere daldıran bir mana dünyası olduğunu,
bazen de renkler ve ışıklar oynaşan tablolar çizdiğini söyler. “Fakat daima cümlelere
kafiyeden kanatlar takan bir musikidir.” der.
Yirmi yılın “hırpanî” tecrübelerinden sonra hafızalarda, Fuzuli, Nedim, Baki,
Naili, Şeyh Galip, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Orhan Seyfi, Yahya
Kemal, Faruk Nafiz, Kemalettin Kamu, Behçet Kemal gibi şairlerin mısralarının
yaşadığını söyler. Yenilik çığırtkanlarının çeyrek asra yaklaşan edebî ömürlerinde,
“nasırından çok çeken Süleyman Efendi” den başka ortada bir şeylerinin olmadığını
belirtir. “Nazım Hikmet’in komünist Rusya’dan getirdiği vezinsiz şiirin, bir
edebiyatın değil, bir ideolojinin sesi” olduğunu ileri sürer.192
Faruk Nafiz ile yapılan bir konuşmada, şairin serbest şiir hakkındaki
açıklaması kafiye konusu üzerinde titizlikle durduğunu gösterir.
“Yeni şiir hakkındaki görüşlerini söylerken kibrit kutusunu çıkarıp
arkasına geometrik bir kare, yanına da gelişigüzel uzunlukta kenarları olan
bir çokgen çizdi; sonra bana, ikisine de bir an bakmamı söyledi ve “İşte
kareyi unutmamıza imkân yoktur. Görüyorsunuz... İstediğiniz zaman bir şiiri
tekrarlayabilirsiniz... Halbuki bir çokgeni hatırda tutmak imkânsızdır. En
hisli bir zamanınızda defter aramak lüzumunu duyacaksınız.” 193
192
Y. Z. O., “Vezin ve Kafiye”, Çınaraltı, 2 (24 Mart 1948), s. 7.
[“Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı,8 (5 Mayıs 1948), s. 4.]
193
TÜMSAVAŞ, Vicdan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiiri, s. 45.
110
Orhan Seyfi, şiirde vezin ve kafiye aradığını, olması gerektiğini söyler.
“Vezin şiir içinden çıkmıştır. Şiir vezin içinden değil” diyen şair, vezni şiir için “pek
tabiî bir unsur” olarak görür. Kafiyenin de çok eski devirlerden beri atasözleri ve
tekerlemelerden kendiliğinden doğduğu görüşündedir. 194
Faruk Nafiz, “Şiirde mânâ, vezin ve kafiye arıyor musunuz?” sorusuna
ressamın boyasız ve fırçasız, mimarın çimentosuz, demirsiz ve tuğlasız eser
veremeyeceğini, bunların sanatın ve sanatçının ana malzemesi olduğunu, bu
maddeler elde olmayınca mananın kendisini gösteremeyeceğini söyleyerek sanat
eserlerinin ancak bu ana malzemenin ötesinde vücut bulmaya başlayacağını belirtir.
Yaşayan şiirlerin hepsinde, gizli veya âşikâr, mutlaka mana, vezin, kafiye gibi
harçların olduğunu savunur.195
Yusuf Ziya’ya vezin ve kafiyenin şiirin vazgeçilmez unsurları olup olmadığı;
deyiş, dil ve biçim mükemmelliğinin bunların yokluğunu kapatıp kapatamayacağı
sorulduğunda, büyük bir kuvvet çıkıp yaptığı esere herkesi hayran bıraktığında
bunun dışında kalamayacağını belirtir. 196
Halit Fahri, Ahmet Muhip Dıranas’ın “Gün Ucunda” adlı “büyük poem” ini
değerlendirirken şairin;
“Yönlerim de yitmiş akşamla, yüzüm silik
194
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon. Gülgûn SEDEF), Ses, (1
Kasım 1955), s. 7.
195
, “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Gülgûn SEDEF, )Ses , (11
Kasım 1955), s. 5.
196
BAYDAR, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, s. 161. [Konuşmanın 1957’de yapıldığı
dipnot olarak düşülüyor.]
111
Ya son bu: Batıyorum, ya doğuyorum: İlk”
mısralarında “silik” ve “ilk” kelimeleriyle yaptığı kafiyeyi “şaşırtıcı” bulur. “İlk”
kelimesini mısraın sonuna, bu tek hecesiyle, kakafoni yapmadan ustaca
yerleştirilmesinin zor olduğunu belirtir. 197
“Şiirde kafiye bulmaktır en mühimi.” sözünü yadırgar. Ona göre “Kafiye
denen şey, kendiliğinden, tabiîlikle mısraın sonuna konursa güzel düşer, böyle doğar,
aramakla değil”198
Orhan Seyfi, şiire ait hünerlerden bir tanesinin kafiye olduğunu belirtir.
Kafiyenin şiire sonradan eklenmediğini, şiirin uzviyetine dahil olduğunu söyler. Bir
şiirin tam olarak doğması için vezin ve kafiyenin olması gerektiğini savunur. “Şiir,
vezni, şekli, kafiyesi olan bir söyleyiştir.” diyerek kafiyesiz şiirin Servet-i Fünun
devrinde moda olan mensur şiir gibi gerçek şiirle ilgisi olmayan bir taklitten ibaret
olduğuna dikkati çeker. Şiirin canlılığının, güzelliğinin, sıhhatinin, bir sanat eseri
oluşunun büyük bir kısmını kafiyeye borçlu olduğunu ileri sürer. Bazen bir çift
kafiyeyle bütün bir şiirde söylenmek istenenin ifade edilebileceğini düşünür. Yahya
Kemal’in;
“Gel ey mahbûbe Çin’den!/ O Şîrin köşk içinden.”
mısralarındaki “Çin’den… içinden” sesleriyle “fağfûr bir kâsenin kenarına vurulmuş
bir fıskenin çıkardığı ses gibi okuyucuyu Çin’e götürdüğünü” söyler. (s. 53).
Güzel ve çirkin kafiyenin olduğunu belirten şair, birbirini hatırlatan fiillerin
aynı sigalarından yapılmış kafiyeleri en kötüleri olarak görür. Kafiyenin bir “sürpriz”
197
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665(7 Haziran
1966), s. 2.
198
OZANSOY, Halit Fahri, “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, s
2469(29 Ağustos 1968), s. 7.
112
olmasını ister. “Şair, şiirine seçeceği, dilin en güzel kelimelerini, pırlantalar,
elmaslar, inciler gibi bir usta kuyumcu itinasıyla ararken, bir sanat eseri olması için
mısraın sonuna, bulduğu kafiyeyi bir damla yâkut veya bir iri zümrüt gibi başka
cinsten bir mücevher olarak koyacaktır.” der. Şiiri işlemenin bu olduğunu vurgular.
Edebiyatçıların kafiyenin nasıl olması gerektiği üzerinde düşündüklerini, en
doğrusunu kafiyenin asıl sahibi olan şairin bileceğini belirtir. (s. 54).
Cenap Şehabettin’in “Piyano” şiirindeki “piyano… ağlayan o” kafiyelerinin
aşk melodisini duyurduğunu düşünür. Eski şiirde kafiyeden sonra redif geldiğini
hatırlatan şair, redifi kafiyenin yardımcısı söz tekrarı olarak görür. Kafiyeyle
ustalıkla birleştirildiğinde şiirin güzelliğini bütünlediğini belirtir. (s. 55). Şiirden
kafiyeyi atmanın hiçbir sanat endişesini açıklayamayacağına dikkati çekerek bu işi
yapmakla aciz, beceriksiz bir şairin anlatılacağını belirtir. (s. 56).199
Halit
Fahri
kafiye
konusunda
müstakil
yazı
yazmaz.
Şiir
değerlendirmelerinde bulunduğu yerlerde bu konuya değinir. Şiirde güzel bir şey
olarak gördüğü kafiyenin tabiî bir şekilde doğmasını ister. Bu olmadığında
samimiyetsizliğe düşüleceğine inanır.
Yusuf Ziya’ya göre şiir vezin ve kafiye değildir amma vezinsizlik ve
kafiyesizlik de değildir. Vezni ve kafiyesi olan şiirlerin hafızalarda daha uzun süre
yaşayacağına inanır. İnsan hafızasının vezinsiz ve kafiyesiz şiiri kabul edemediğine
dikkati çeker.
Beş Hececiler, şiirde kafiyenini gerekli ve önemli olduğu düşüncesinde
birleşirler. Kafiye seçiminde titiz davranılmasını isterler. Bu beş şairin yazdığı
199
“Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 53-56.
113
şiirlere bakıldığında kafiyeye özen gösterdikleri dikkati çeker. Buna rağmen yazı
olarak üzerinde sistemli ve ayrıntılı bir biçimde durulmaz.
g) Ahenk
Şiirde musikiye çok fazla taraftar olduğunu söyleyen Enis Behiç, aruz
vezninin ahenginde bir yeknesaklık, bir eskilik oluştuğunu, bu aynı musikiyi
dinlemenin kendinde bir bıkkınlık yarattığını belirtir. Bunun için de yeni usul, yeni
vezin ve ahenk ihtiyacı duyduğunu söyler. Heceyle yazılan manzumelerin
“darbelerindeki ıttırad ve âdeta tıkırtıyı kulağını tatminden aciz” bulur. Aradığı yeni
usuller için hece vezninden daha çok musikiye sahip olduğunu düşündüğü aruz
usullerine başvuracağını belirtir.
“Filhakika kelimelerin tâkub ve insicamıyla âhenk temini varken
vezinlerin esareti altına girmek arzu edilmezse de naçiz şairiyyetimin
musikiye esaret ve ihtiyacı ve yalnız kelimelerle değil, bunların takip ve
insicamından mütevellid darbelerin, yani veznin lûtfuyla da âhenk ihdâsı fikri
beni bu yolda tahrik ediyor.”
Kendisine ahenkli olmak üzere gösterilen, yalnız kelimelerle musikinin
oluşturulduğu söylenen hece veznindeki şiirlerde, içinde biraz olsun musiki bulunan
parçaların “aruzun efâ’il ve tefâ’iline gayr-i ihtiyari tetâbuk” etmiş olduğunu ileri
sürer. Ya da manzumeyi okuyan taraftar bir suretle sunî ahenkler oluşturmuştur.
“Demek ki şiirin esasında bir âhenk varsa o da aruza takarrübünden
ve aruza takarrüb etmeyerek sâmiamıza musiki vermiş ise inşad edenin sun‘î
ve cebrî temdîdlerinden neş‘ât etmiştir. Halbuki hakikatte bir şiiri terkîb eden
kelimelerden mütevellid âhenk öyle sun‘î ve cebrî değil, tabiî ve aslîdir.”
114
Şair, Türkçeyi, kelimelerle musiki oluşturmak için arzu edildiği ve
zannedildiği kadar uygun bulmaz. Bulmaktan aciz olabileceğini düşünür. Türk
Edebiyatında o güne kadar “şiire kelimelerle âhenk vermek ve aruzun lûtfuna intikad
eylememe” nin hiçbir şairde mazhariyete eremediğini düşünür. (s. 270).
“Şiir musikinin hemşiresidir.”
diyerek yeni bir ahenk bulmak amacıyla
“musiki usullerini nazma tatbik, bu tatbikle aruz dahilinde yeni vezinler ihdâs
eylemek” fikrinde olduğunu belirtir. “Nağmeler muhtelif seslerden tekerrüb eder ve
bu seslerin her birinin muhtelif derecelerde imtidâd veya sür‘atiyle vücut bulur.”
diyerek
yeni vezinlerin nasıl oluşturulacağına dair bilgiler verir. Aruzun eski
vezinlerinin daha az musikili olmadığını söyleyerek amacının şiiri musikiye daha çok
yaklaştırmak olduğunu belirtir. (s. 271). 200
Halit Fahri, vezin meselesini konu edinirken şiirde ritim üzerinde durur. Aruz
vezninin yeknesak bir edaya sahip olduğuna ve bunu değiştirme imkânı olmadığına
dikkati çeker. Aruz vezninin hemen bütün şairlerin eserlerinde aynı sadayı
aksettirdiğini belirtir. Şair, “Aruz vezninde değişmeyen bu sesler hecede nasıl oluyor
da değişebiliyor?... Aruzun âhenk sahası niçin bir cüzdür ve hece bir küll teşkil
edebiliyor?” soruları söz konusu olduğunda ritim meselesiyle karşılaşılacağını
söyler. Türkçe’de bir tek kelimeyle ifade edilemeyen ritme bazılarının “âhenk-i
mevzûn” dediklerini hatırlatarak kendisinin “darb-ı âhenk” demeyi tercih edeceğini
belirtir.
Şair, o ana kadar ritmin birkaç kelimeyle tarifinin yapılamadığını hatırlatarak
yapılan tariflerin de eksik ve kişiye göre olduğunu ileri sürer. Ritmin hayattaki yerine
200
Enis Behiç, “Musiki Usûllerinin Nazma Tatbiki 1”, Şehbal, 86(15 Teşrinisani 139), s. 270-271.
115
ve fizyolojik etkisine değinerek psikolojik etkisinin fizyolojik etkisinden daha az
önemli olmadığına dikkati çeker. Ritmin dimağın bir ihtiyacı olduğunu belirten Halit
Fahri, ahenksiz bir şiirin, bozuk bir bestenin dinlenemeyeceği görüşündedir. (s. 113)
“Sanatkâr, ilham gelince, kâinatı tamamlayan bu âhengi ani bir
tarzda hisseder ve bu suretle namütenahinin mer‘î timsalini ibdâ‘ eyler.
Fakat mübdi‘ heyecanın mevcudu yalnız zekâ değildir, daha derin bir
menşeden gelmektedir. Bu heyecan, enfüsî olmak itibariyle, bütün
sanatkârlarda müşabihtir ve sanatkârlar yalnız ahenk ve ritm itibariyle haricî
şekillerinde göze çarpan usûlden dolayı yekdiğerinden ayrılırlar. Ritmin
intibak edeceği kemiyetler ya mesafe, ya zaman dahilinde mevcuttur ve insan,
timsallerini yaratmak için bazen onları, bazen diğerlerini kullanır. Demek ki
sanatta vahdet, zaman ve mesafe değil, ancak kullanacağı timsaller için
onları bir çerçeve olarak kabul eden sanatkârın kendisindedir. Eseri, hangi
şekl-i san‘ata mensup olursa olsun intizam ve tenasübünü ahenkten alır,
çünkü onsuz hiçbir sanat husul bulamaz.”.
“Şair, fikrini bizatihi ma‘nîdar, plâstik bir şekil ile örter.” diyen Halit Fahri
bu bakımdan büyük nasirleri de şair kabul eder.
“Cümledeki kelimelerin intihab ve intizamıyla tahdis eden ve
ahenkdar imtizaçlardan sami‘ veya kari‘ üzerinde mananın, üryan fikrin
tevlid ettiği heyecanı tamamlayan diğer bir heyecan husule gelir ve bu ikinci
heyecan birinciye garip bir surette takviye eder. O dereceye kadar ki zarf
ekseriya kıymet itibariyle mazrufe takaddüm eyler.”
Şair, Fikret ve Nedim’in bazı mısralarını, Yakup Kadri ve Halit Ziya’nın nesir
sayfalarını örnek göstererek sadalarla ifade ettikleri eşyanın ahenkdar tenasübü
116
sayesinde hayalî “image” ın kendiliğinden ortaya çıktığını ve bir tablonun
mükemmel surette canlandırıldığını belirtir. Şaire göre bu sayfaların heyecanındaki
azameti vücuda getiren şey kelimelerin anlamlarından çok esere “ahenk vahdeti”
veren, tarifi kabil olmayan musikiyyettir.
“Pek çok şairlerde mefhum dahilindeki cümlelerin mazrufu devamlı
bir surette tahavvül ettiğini ekseriyetle nazar-ı dikkate yoktur. Bu tahavvülün
sebebi, yalnız musikiden isti‘ana etmeksizin yazanlar için kelâmın iki vazifesi
olmuştur: Beri taraftan manzumenin havî olduğu fikirleri dimağa intikal
ettirir, diğer cihetten mümkün olduğu kadar musikisini samiaya ihsas eyler.
Bilhassa bu ikinci nokta-i nazardan Şekspir pek ziyade zengindir ve işte
eserlerinin herhangi bir lisana tercümesi halinde adeta kolu, kanadı kopmuş,
parçalanmış bir hale gelmesi de bundan neş‘et etmektedir. Mısralarını
musikisinden etmek, ancak ruhun yetişebileceği meçhul âlemlere onları
yükselten kanatları kesmek değil de nedir?” (s. 114)
Bu “musikişinas şair” in eserlerinin yüksek ve ilâhî olduğunu söyler. Ona
göre “Musikinin kuvveti ve yeniliği şiire havî olabileceği en derin fikirlerden ziyade
hakk-ı hayat verir: Çünkü kalbin en heyecanlı bir mahsulüdür.” Ritimsiz bir sanat
eseri olamayacağına dikkati çekerek
“Hutut, eşkâl-i elvan hepsi ritme maliktirler. İnce, zarif bir mabedin
hatlarına dikkat ediniz: Onlarda öyle derin, yekdiğeriyle öyle imtizaç etmiş
bir ahenk göreceksiniz ki ruhunuza heyecanların en asilini vermemesi kabil
değildir. İşte sanat ancak orada, hatların o ahenk ve imtizacındadır. Bir
kelime ile ritim dahilindedir.”
117
der. Durum böyle olunca musikiyle daha sıkı bir ilgisi bulunan şiirde mesele daha
çok önem kazanmaktadır. Şiirin ancak ritimle olabileceğini vurgulayan şair, aksi
takdirde bayağı bir eser olacağını ileri sürer. (s. 115).201
Orhan Seyfi, Yahya Kemal’in “Ok” şiirini değerlendirdiği bir yazısında şiiri
âhenk yönünden de ele alır. Şiirin;
“İhtiyar elini bağrına soktu./ Dedi ki: “İstanbul muhâsarası
Başlarken aldığım gazâ yarası/ İçinden çektiğim bir altın oktu!”
dörtlüğünün şiirin en kusurlu tarafı olduğunu düşünür. İki cümleden oluşan dört
mısralık bu bölümde birinci cümleyi bir mısra ile ifade edip diğer üç mısraı
birbirlerine bağlayarak ikinci cümleyi söylemenin nazma ait gizli bir kusur olduğunu
belirtir. Bunun manzumeyi âhenksiz kıldığını ileri sürer.202
Halit Fahri, ahengin manzum veya mensur, her edebî eser için mümtaziyet
kadar gerekli bir değer olduğunu savunur.
“Esasen üslûbun en büyük meziyeti olan mümtaziyet, his ve hayallerin
yeni ve müstesna olması demekse ahenk de onun mütemmimi addedilmelidir.
Çünkü ahenksiz bir yazı içinde en ince hisler ve hayaller nazar-ı dikkate
çarpmayabilir. Ahenk ise bu güzellikleri bütün kudretiyle çıkarır, ruhumuza
telkin ve ihsas eyler.”
der. Şair, ahengin insan için teneffüs gibi fıtrî bir ihtiyaç olduğunu belirterek ahenkli
eserlerin okuyucuya daha cazip göründüğünü savunur. Ahengi mutlak surette gerekli
görür. (s. 324)
201
202
Halit Fahri, “Yine Vezin Meselesi 2”, Yeni Mecmua, 58 (22 Ağustos 1918), s. 113-115.
“Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14 (25 Teşrinisani 336 /1920), s. 8.
118
Şair, ahengin maddî bir ihtiyaç olduğunu gösteren örnekler verdikten sonra
aynı zamanda manevî bir ihtiyaç olduğuna dikkati çeker. Ahenk dimağın da bir
ihtiyacıdır. Ahenksiz bir şiirin, bozuk bir bestenin dinlenemeyeceğini vurgular.
“Ahenk, musiki-i beyân demektir. Bir cümle veya bir mısra teşkil eden
kelimelerin ahenktar imtizaçlarından sami veya kari üzerinde sadece
mananın tevlîd ettiği heyecanı tamamlayan diğer bir heyecan husule gelir. Ve
bu ikinci heyecan birinciyi şâyân-ı hayret bir surette takviye eyler. O
dereceye kadar ki: Ahenk, kıymet itibariyle manaya takaddüm eder.
Musikinin kuvveti ve yeniliği şiire havi olabileceği en derin fikirlerden ziyade
hakk-ı hayat verir.”
dedikten sonra bunu kalbin heyecanlı mahsulü olduğunu tekrarlar. Şair, manzum
tiyatroda heyecanı verebilmek için birleşen musiki ve şiirin çoğu zaman ayrılmaz bir
bütün olduğunu ileri sürer. (s. 326)
Ahengin her sanat eserinin sahip olması gereken en büyük ve en esaslı değer
olduğunu vurguladıktan sonra hatların, şekillerin, renklerin, hareketlerin ve seslerin
en iyi intizamını onun oluşturduğunu söyler. Hangi sanata ait olursa olsun, her eserin,
intizam ve tenasübünü ahenkten aldığını, onsuz hiçbir sanat husule gelemeyeceğini
belirtir. Şair, daha sonra ahenkle ilgili teknik bilgi verir. Daha önce “âheng-i taklidî”,
ve “âheng-i tasvirî” olarak iki türlü gösterilen ahenge bir tane daha ekler: “Âheng-i
derunî”. Ona göre bir şair veya muharririn eserinde yaratabileceği en yüksek
nağmelerin kalbinden kopanlar olduğunu vurgulayarak bu açıdan “âheng-i derunî”
nin diğerleri içinde en samimisi olduğunu belirtir. “Hakiki şiirin kıymeti havî olduğu
derunî seslerle idrak olunur.” der. (s. 327) 203
203
Halit Fahri, Güzel Yazma Usulleriyle Edebî Kıraat Numuneleri, s. 324, 326-327.
119
Enis Behiç, vezin meselesini ele aldığı bir yazısında, şiirde musiki, ahenk
üzerinde durur. Aruzu monoton bir vezin olarak değerlendirerek şiirde ahengin
monotonluk olmadığını söyler. Ona göre şiirde ahenk “Kelimelerin daima değişen
tempolarla birbirine eklenmesinden başka, asıl mısraların içinden gelen, sözlerin
altında gizlenen ruh musikisidir.” Aruzun monotonluğundan bıkan şair yeni vezinler
arama
ihtiyacı
duyar.
Aruz
esasından
ayrılmayarak
alaturka
musikinin
dümteklerinden yeni vezinler çıkardığını belirtir.204
Halit Fahri, 1937’de, Varlık mecmuasının son sayısındaki şiirleri
değerlendirirken ahenk meselesine değinir. Bu mecmuanın son sayılarında ahenk
bakımından hemen hemen ritimsiz denebilecek çok zayıf mısralara rastlandığını
söyler ve Oktay Rifat’tan bir örnek verir:
“Artık tırtılları beslemiyor,/ Bahçemin orta yerinde dut.”
Şair, “Türkçe’de bundan delik deşik, bundan daha dikenli bir beyit”
yazılmadığını ileri sürer. 205
Şiirin, bir heyecanın ifadesi olduğunu söyleyen Halit Fahri, o heyecanın derin
veya basit bir fikrin, hatta fikirlerin aktarıcısı olabileceğini belirtir. O zaman fikrin
derinliğiyle hissin enginliğinin derce derece yükselecektir. Ona göre her yükseliş, adi
vuzuhtan renkli bir müphemiyete doğru kanatlanıştır. Bu kanadı ancak şairin
musikisinin adlandırıp harekete geçireceğini belirtir. Şiirin, her şeyden çok musiki
değeriyle ölçülen bir edebî tür olduğuna dikkati çeker. 206
204
Enis Behiç, “Bir Eski Bahis: Aruz-Hece!”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 85.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirimizin Acıklı Hâli”, S. P., 2334 (29 İkinci Kânun 1937), s. 6.
206
OZANSOY, Halit Fahri, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanların Farkları”, S. P., 3189(16
Haziran 1939), s. 7.
205
120
M. Hulûsi Dosdoğru’nun Şehir adlı şiir kitabını değerlendirirken, şairin
kullandığı serbest nazım şeklinin kendisine tam bir musiki hissi veremediğini söyler.
Serbest nazmın dağınık bir hal almasının her şeyden önce şiirdeki ahengi
öldürdüğünü düşünür.
“Kopuk bir yaprak süsü,/ Üzüntüsüyle/ Bir bulutun örttüğü.”
mısralarını örnek göstererek güzel bir buluşun arkasından kesik kesik başka
kelimelerin dizilişinin ritme ve manaya aksaklık verdiğini belirtir. Şiirin mısraları
arasındaki “melodiyi kırma” yı doğru bulmaz.
“Büyü / Su…”
gibi “alt alta dizilen iki kelime” de, son mısraın tek kelimeden ibaret oluşunun
birdenbire bir ses kısıklığıyla kulağa hazin geldiğini düşünür. 207
Halit Fahri, bir başka yazıda, şiirin her şeyden önce ince ve derin hayal,
musiki ve ahenk yaratmakla mükellef olduğunu ileri sürerek şiirde realite taraftarı
olmadığını söyler. Realist bir roman veya hikâyede yer alması gereken tasvirlerin
şiirde bulunmasına bir anlam veremez. 208
Şiirde musiki konusuna değinirken, Verlaine’den iki mısra örnek gösterir:
“La lune blanche / Luit dans les bois”
“Beyaz ay/ Parlıyor korularda”
Bu mısraların çok sade ve söylediği fikrin herkesin düşünüp söyleyebileceği bir fikir
olduğuna dikkati çeker. Böyle olduğu halde bütün antolojilerin en mutena sayfalarına
girmesini ve yaşamasını musikisi olmasına bağlar. Fikrin fikre, hayalin hayale, hissin
hisse benzeyebileceğine değinen şair, böyle olmadığı takdirde dünyada kaç eserin
207
OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Mecmua Nasıl Çıkar? (M. Turhan Tan) ın ve Yeni Bir Şairin Eseri
Etrafında Düşünceler”, Son Posta, 3384(30 Birinci Kânun 1939), s. 6.
208
OZANSOY, Halit Fahri, “Mehmet Akif”, S. P., 3391(26 İkinci Kânun 1940), s. 7.
121
ortada kalacağını sorar. “Hele şiir denen cevher herşeyden ziyade musiki ile ölçülür.
Bir şair ihtimal o kıymeti elde ettikten sonra ötesi boş lâkırdıdır.” der.209
“Hayat ne kadar çetin, iş ne kadar yorucu, vazife ne kadar büyük ve uzun da
olsa, bütün bunları yumuşatacak, sevdirecek olan en güzel san‘at, muhakkak ki
musikiden sonra şiirdir.” diyen Halit Fahri, bu iki sanatın “kardeş” olduklarını
düşünür. Bunların ancak duyabilen gönüllere ses kadar güzel, söz kadar derin bir
etkiyle sokulabileceklerini söyler. Bu etkiyle doğan şiirleri “ocakbaşı şiirleri” diye
adlandırır ve bunların yorgun ruhlara teselli ve şifa olabileceğini belirtir.
210
Şiirin yazıdan eski olduğunu söyleyen Yusuf Ziya, “eski çağın sihirbaz
şairleri” nin şiire raksı ve musikiyi de kattıklarını belirtir. O uzak asırlardan sonra,
raks ve musikinin şairin bünyesinden ayrılıp mısraların bünyesine karıştığını söyler.
Şiirin kâğıttan çok hafızalarda yaşadığını düşünür. Fuzuli, Baki, Nedim, Tevfik
Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Kemalettin Kamu,
Behçet Kemal, Ömer Bedrettin gibi şairlerin mısra mısra, beyit beyit, kıta kıta
yanlışsız, ezberden okunduklarını hatırlatır. Bunu, o şiirlerin usta ellerde kati
şekillerini almış olmalarına bağlar. 211
Orhan Seyfi, Behçet Kemal Çağlar’ın kendisinin otuz yıl önce yazdığı “İlk
Çarşaf” manzumesini ele alarak kendinden öncekilerin, gençliklerinde birtakım
harfendazlık yaptıklarını söylemesine karşı çıkar. Şiirde aşktan bahsetmenin bir
kusur olmadığını belirten şair, vatanperverâne kasideler yazmanın da bir meziyet
209
“(Genç-İhtiyar) Meselesinde “Horoz Öttü, Dava Bitti!””, S. P., 3443 (1 Mart 1940), s. 6.
OZANSOY, Halit Fahri, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441(21 Birinci Kânun 1942), s. 4.
211
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2(16 Mart 1944), s. 6.
210
122
olmadığını hatırlatır. Şiir kötü olduğu için beğenilmeyişini anlayacağını fakat konu
olarak çarşafı işleyişinin tenkit edilmesini kabul etmez.
“Aşkın insan ruhunun hiçbir zaman lâkayt kalmadığı, bundan sonra da hiçbir
zaman lâkayt kalamayacağı beşerî mevzulardan biri” olduğuna dikkati çeker. Her
şairin mizacına göre değişik haller alabileceğine değinir. Aşkı Fuzuli’nin gözyaşıyla,
Nedim’in de kahkahalarla işlediğini hatırlatır. Cenap Şehabettin’in “Piyano” şiirinin
de tezyif edilmesine karşı çıkar. Behçet Kemal’in de dahil olduğu birçok şairin,
kendi nesli içinde o kuvvette bir şiir yazamadığını iddia eder. “Piyano” şiirinin konu,
şekil, ifade, tahassüs tarzı bakımından yepyeni olduğunu belirtir. Şiirdeki “piyanoağlayan o” kafiyesinin bile yeni, güzel ve sürprizli olduğunu söyler. Cenab’ın
musikiyi şiirle ifade ettiğine, nağmelerin lirizmini anlattığına değinir. Cenap
Şehabettin’in bu yenilikleri yapmadığı taktirde Faruk Nafiz’in güzel manzume
yazamayacağını, o güzel manzume yazmasaydı da Behçet Kemal’in ne kadar
çalışırsa çalışsın millî sazla didaktik şiirler bile yazamamış olacağını hatırlatır.
Şairlerin birbirlerine manevî borçlarla bağlı olduklarını vurgular. 212
“Şüphesiz, şiirin ilk mümeyyiz vasfı nesirden ayrılığıdır. İlk sahir
şairler, nesre musikiyi, raksı, makiyajı, acayip hareketleri katarak bunu
yapmıya çalışıyorlardı. Veznin takarrürü her halde daha çok sonraları
olacaktır.”
diyen Orhan Seyfi, bu izleri taşımayan nazmın, bir vezin kalıbında bile olsa, henüz
nesir seviyesinde olduğunu ileri sürer. “Şiirin ayrı bir sesi, ritmik bir gidişi, ayrı bir
yüzü ve edası olmalıdır.” diyerek şairin konuşanların arasından kalkarak adeta
terennüm etmeye, raksetmeye başladığını belirtir. O adımlarını ve sesini nazmın
212
O. S. O., “Haksız Bir Tezyif”, Çınaraltı, 139(20 Mayıs 1944), s. 11.
123
ahengine uydurmaktadır. Şiirde bu havayı verenin, nazmı nesirden ayıranın vezin
kalıbı olmadığına dikkati çeker. Şiirde kullanılan kelimelerin hoş bir edayla
söylenişinin bir mısraı nazım seviyesine çıkarabileceğini söyler. Mısraın “terennüm”
edilmesi gerektiğine inanır. Basit bir seslenişin hoş bir söyleyişle şiir olduğuna fakat
buna karşı hayal, his unsurlarıyla dolu bir manzumenin nesir olmaktan bir türlü
kurtulamadığına dikkati çeker. Şiirin “inşat” edilmesi gerektiğine inanır. (s. 8). Çok
hoş buluş ve hayalleri olan bir şiirde bunlara hayat vermek için aralarından kuvvetli
bir lirizm cereyanı geçirilmesi gerektiğini söyler. Tevfik Fikret’in “Lὰ Dans
Serpantin” şiirini hatırlatır. Onun bu şiirle bir dansın bütün renklerini, hareketlerini,
musikisini canlandırmak istediğini belirtir. (s. 9). Şiirde “ve, bu, bir” in sık
kullanılmasının manzumeyi nesirden kurtaramadığını ileri sürer. (s. 10). 213
Yusuf Ziya, yeni şiir ve yeni şairi konu edindiği bir yazısında, yeni şairin
şiire, şiiri musiki ve raksla birleştiren eski şairlerden bile uzak olduğunu belirterek
şiir hakkında değerlendirmelerde bulunur:
“Şiir, bir renk âlemi, bir mânâ âlemi, bir hayal âlemi olduğundan çok
bir musikidir ve her musiki gibi, onun da kendine has aletleri, notaları,
usulleri vardır.
Şüphe yok, alet kendi kendine bir kıymet değildir. Bir keman,
kutusunda durduğu müddetçe susar. Fakat san‘atkâr parmaklar, her dalına
bir kuş konmuş gibi bahar ağaçları gibi nağmeler dökmek için o alete
muhtaçtır.”
213
O. S. O., “Şiir Tenkidi”, Çınaraltı, 119(1 Son Kânun 1944), s. 8-10.
124
diyerek onun yerine bir tahta parçasına birkaç sap yorgan tiresi gererek aynı seslerin
çıkartılamayacağını söyler. Yayı çeken el, telleri ürperten parmaklar kadar aletin de
manası olduğunu, eğer böyle olmasaydı, musiki dünyasında
Stradivarius’un
kemanlarının bir ilâh rübabı gibi kutsal bir değeri taşımayacak olduğunu belirtir. 214
Halit Fahri, şiir değerlendirmeleri yaparken beğenmediği şiirler için “çoğunun
zevksiz, ahenksiz, acayip kelime yığınları” olduğunu söyler. Şiir olabilmeleri için
ahengi gerekli görür. Şiirin “Tanrı dili gibi çağlayacak musikisi” olması gerektiğini
savunur.
Birçok insanın musikişinas olduğundan değil, bedbaht olduğundan musikiyi
sevdiğini ileri süren Halit Fahri, ruha teselli veren musikinin şiir yoluyla da aynı
“ilâhî yolun yolcusu” olduğunu savunur. “Modern insana hulyayı yeniden yaratan
şair” dediği Baudelaire’de musikinin önemli yeri olduğunu belirtir. Türk
Edebiyatında Piyale’deki Haşim ile aralarında yakınlık bulur. Her iki şairin de renk
ve ses âleminden sırlar getirdiklerini, insanı maddî hayatın üzerine yükselttiklerini
söyler. Büyük şair ve büyük şiirin de rolünün bu olduğuna dikkati çeker. 215
Şiirin her şeyden önce bir his ve hayal mahsulü, sonra da musiki olduğunu
belirtir. “Şair, ilham perisini çağırırken , ona muhakkak renkten ve ahenkten bir
kanat takacaktır.”
diyerek mitolojiden örnek verir. Orpheus sevgilisini ahirette
aramaya gittiği zaman rübabını elinden bırakmamıştır. 216
Şiirin “his, hayal ve ahenk ölçüsile tartılan bir şey” olduğunu belirtir. “Şiire
asalet veren ahenk denen cevher” in ortadan kalkıp, şiire bir konuşma kolaylığının
getirilmesini
214
215
216
doğru
bulmaz.
Bununla
nükteler,
şakalar,
tekerlemeler
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 1 (9 Mart 1944), s. 6.
“Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan 1944), s. 15.
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şairlerin Hünerleri”, S. P., 4959 (27 Mayıs 1944), s. 4.
125
söylenebileceğini fakat şiir söylenemeyeceğini söyler. “Eğer konuşma şiir olsa idi,
hergün, on sekiz milyon Türk şiirden başka bir şey söylememiş olurduk.” der.217
Yaklaşık otuz yıldır “saf şiiri arama macerası” nın olduğunu söyleyen Halit
Fahri, daha önceleri saf şiiri aramadan yapan şairler olduğunu belirtir. Fuzuli’nin,
Yunus Emre’nin mısralarında “o sesin, o billûr hıçkırığın” bulunabileceğine işaret
eder. Tanzimat’tan sonra yapılan şiir tariflerinde şiirin asıl özünü, cevherini teşkil
etmesi gereken iç sesin anlaşılamadığını söyler. Buna sebep olarak “mısra-i berceste”
kavramını görür. Bunun güzelliğinin nereden geldiğinin keşfedilemediğini,
meselenin hayal ve his derinlileri diye müphem zaviyelerde araştırılığını, bu hayal ve
hissin, bu gönül seslerinin şiire nasıl verilebileceğinin kavranılamadığını ileri sürer.
“Çünkü henüz daha, şiirde musikinin, sadece sanat endişesile kelimelerin kulağa hoş
gelecek bir tarzda seçilerek birleştirilmesi, aruzda efail tefaüle iyice uydurulması
sayesinde sağlanabileceği kanaati hüküm sürmektedir.” der. Hece veznindeki
musikiyi düşünür. O vezne o zamanlar değer veren olmadığı için üzerinde
düşünülmemiştir. Şehabettin Süleyman’ın ortaya attığı Nayîlik hareketini hatırlatır.
Bunun, şiirde iç sesleri yaratabilmek, Verlaine’ın “Her şeyden önce musiki.” diye
nitelendirdiği değer, derunî ses nazariyesi olduğuna işaret eder.
O zamandan kendi zamanına kadar bir değerlendirme yaptığında şiirin garip,
maddeci ve kuru şekiller aldığını belirterek saf şiirin öldüğünü ileri sürer. Sonra içten
içe ürpertilerle yazılmış şiirlerin de varolduğunu hatırlayarak bu defa da saf şiirin
ölmediğini söyler. Bu tezada düşen şair, saf şiirin arandığını, özlendiğini belirtir.
Sadece şekil düzgünlüğü, dil güzeliği, söyleyiş ustalığının yeterli gelmediğini
217
OZANSOY, Halit Fahri, “Zavallı Şiir”, S. P., 5262(31 Mart 1945), s. 4.
126
savunur. (s. 5). Saf şiir konusunda fikirlerin karışık, izahların dalgalı olduğunu
söyleyerek henüz hakikatın eşiğinde olunduğunu ileri sürer. (s. 6). 218
Halit Fahri, dünya değişse de her yerde şiirle karşılaşabileceğini söyler. Şiir
ve şairin “tabiatın üstünde bir çağlayışla, bir tanrı musikisi gibi” her yerde ve her
durumda insanlığın ruhunu okşayıp, sardığını belirtir. Şiiri bütün sanatların, dinlerin
ve medeniyetlerin hiç eskimeyen, eskimesi de mümkün olmayan mucizesi olarak
görür. Şiirin sonsuzluğunu buna bağlar.
Şiirin “eskisi yenisi” olmadığını belirten şair, kaynağını öz samimiyetten,
yürekten aldığı sürece yaşayacağını, yaşadıkça da derinleşip, genişleyeceğini
düşünür. Bu açıdan şiirin mesafeler ve zamanlar üstünde bir hayatı olduğuna inanır.
İnsanlığın şiirsiz yapamayacağına dikkati çektikten sonra günün yorgunluğu ve
hayatın sıkıntılarından bir iki mısraın musikisiyle kurtulunabileceğini belirtir. 219
“Her şeyin kalıplısının mutlaka güzel olmadığı gibi kalıpsızının
da
olamayacağını” söylen şair, kalıbın şiirde vezin demek olduğu ileri sürer. Şiirin
yüzyıllarca her millette yaşamasını, zevkli insanların kulağında kelimelerin bir nizam
altında ve sanatlı bir imtizaçla yaşayabilmesine bağlar. Verlaine’ın içten gelen sesleri
vezinsiz, kalıpsız bir şekilde aramayışını hatırlatır. Musikinin kalıpsız şekillerle,
serbest nazımla da yaşayabileceğini fakat o zaman da mutlaka garip sesler çıkarmak
gerekeceğini ileri sürer.220
Yusuf Ziya, şairi tarif ederken onun “bir kelime ressamı, bir kelime bestekârı”
olduğunu söyler. Şiirin bazen, “insanı uçsuz bucaksız düşüncelere daldıran bir mana
218
OZANSOY, Halit Fahri, “Saf Şiiri Arıyoruz!”, S. P., 5637/192(26 Ekim 1946), s. 5-6.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, S. P., 308 (22 Şubat
1947), s. 5.
220
OZANSOY, Halit Fahri, “Büyük Büyük Sözler”, S. P., 385(10 Mayıs 1947), s. 6.
219
127
dünyası” olduğunu bazen renkler ve ışıklar oynaşan tablolar çizdiğini belirttikten
sonra onun daima “cümlelere kafiyeden kanatlar takan bir musiki” olduğunu
vurgular. 221
Şiirin “realizme düşme” sini doğru bulmayan Halit Fahri, bir “asalet” i
olması gerektiğini savunur. Realizm iddiasıyla küfür haline gelmesini, “idrar” ın şiire
girmesini istemez. Şiire müzik, ahenk, ruh konmasını ister. 222
Güzel sanatların hepsinin güzel olduğunu söyleyen Yusuf Ziya, musikinin
resimden de şiirden de güzel olduğunu ileri sürer. Güzel bir müzik parçası dinlerken
içinin hazla dolduğunu “bir gök katında Tanrı’yı dinler gibi olduğunu” belirtir. 223
Halit Fahri, Paul Verlaine’ın “Her şeyden evvel musiki” mısraıyla başlayan
şiiri ve onun ortaya attığı teze değindiği yazısında, bu tezi doğrular. Şiirin iç sesi
olduğunu, şairin o sesi kendi içinde bulursa orijinal olduğunu, bulamazsa şiire yeni
bir ses getiremediğini belirtir. Yunus Emre’nin sesinin kendinin olduğunda,
taklitlerinin sesinin kendinin olmadığını, bunun için de Yunus’un unutulmadığını,
diğerlerinin bir kenarda kaldığını ya da unutulduklarını söyler. Şehabettin
Süleyman’ın bu iç musikisine o zaman “âheng-i derûnî” adını verdiğini hatırlatır. 224
221
ORTAÇ, Y. Z., “Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı, 8(5 Mayıs 1948), s. 4.
“Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11.
223
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966, s. 349.
224
OZANSOY, Halit Fahri, Edebiyatçılar Çevremde, s. 232.
222
128
h) Çocuk Şiirleri
Halit Fahri, çocukluğunda okuduğu kitapların çocukluk muhayyilesi ve
tefekkürü üzerinde büyük bir rol oynadığını belirterek böyle eserlerin sadece
çocuklukta değil sonra da devam ettiğini söyler. 225
Küçük yaşta muhayyilenin uyanışında çocuk edebiyatının çok önemli bir rol
oynadığını belirtir. Böyle bir edebiyatın içine kâinatın esrarını çözecek kitapların da
girmesini gerekli görür. Yalnız okul kitaplarının yeterli olmadığı zamanlarda çocuğa,
tatlı bir masal dinliyor vehmi vehmi veren açık dilli, bol resimli, yaşlarına uygun
bilgi kitaplarının da gerekli olduğunu ileri sürer. 226
Halit Fahri, resimli şiir kitaplarını ele aldığı yazısında, şiirin de artık resimden
medet umduğunu söyleyerek bu yolun şiiri öldüreceğini belirtir. Resimli kitaplara
karşı olmadığını söyleyen şair, bir sanat eserinin, özellikle de şiirin, sinema ilânı gibi
reklâm edilişini doğru bulmaz. Buna karşılık çocuklar için eğitici olan resimli
kitapların taraftarıdır. Güzel resimlerle eğlenildiği kadar yararlı bilgiler de
edinilebileceğini düşünür. Don Kişot, Robenson, Andersen’in hikâyeleri gibi dünya
şaheserlerinin çocuklar için resimli düzenlenmelerini doğru bulur.
227
Gençlerin tenkit karşısında takındıkları tutumlarını değerlendirdiği bir
yazısındaysa çocuklar için yazılacak eserlere değinir. Bir şiir mecmuasının herşeyden
önce bir sanat iddiasıyla yayınlanması gerektiğine inanan şair, onun muayyen bir
okuyucu kitlesine hitap etmesi gerektiğini belirtir. Okuyucu kitlesi içinde sekiz
225
226
227
“İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk”, SF, 1990/305(11 Birinci Teşrin 1934), s. 312.
OZANSOY, Halit Fahri, “Yeryüzü, Gökyüzü”, Uyanış, 2047/362(14 İkinci Teşrin 1935), s. 386.
OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyat mı? Resim mi?”, S. P., 3178(5 Haziran 1939), s. 9.
129
dokuz yaşında çocuklar da olduğu zaman işin değişeceğini söyler. Böyle bir durumda
çocuklar için ayrı bir şiir kitabı yayınlanmasını doğru bulur.228
Çocuğun bizzat kendisinin şiir olduğunu söyleyerek bundan daha canlı neyin
şiir olabileceğini sorar. Çocuk tatlılığı, sevimliliği ve özellikle çocuk zekâsının her
edebiyatta birçok küçük şahesere ilham kaynağı olduğunu hatırlatır.229
Çocukların “en ince şiir” olduğunu söyleyen şair, küçük bir kız çocuğu için
“Neeeede?..” adlı bir şiir yazar.230
“Hangimiz o çocukluk yaşlarımızda henüz yeni okumıya ve
okuduklarımız üzerinde hayal kâşaneleri kurmıya başladığımız bir devirde,
peri masalları ve Şehriyar hikâyeleri arkasından, bir Robenson yahud bir
Donkişot okuduğumuz zaman hayatın gözler açıkken görülen en tatlı
rüyalarile oyalanmamıştık!”
diyen Halit Fahri, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Çocuklar Gemisi” adlı şiirinde çocukluk
hülyaları için Robenson’da güzel bir timsal bulduğunu belirtir. 231
Çocuklar için yazılan eserlerde onların zevkine ve diline yaklaşıldığı ölçüde
güzel insiyaklarının belireceğini, canlanacağını söyler. Bunun için de yazarken
anlatılan hikâyede olsun, hikâyenin anlatılış tarzında olsun “küçüklere göre bir dozun
muhafaza edilmesi”
gerektiğini savunur. Sekiz, on yaşındaki çocukların kelime
hazinesi dışına taşmamalı, dilleri ölçüsünce fazla kelimelere yer vermeden
yaklaşmalıdır. Bundan sonrasının çocuğunun neşeli hamlesiyle ve muhayyilesiyle
büyüyüp genişleyeceğine inanır. Maddî hayal kuşunu yakalayabilmenin, çocuğu
onun kanatlarıyla, bir masal âlemi içinde insanlık ve fazilete yöneltmenin önemine
228
OZANSOY, Halit Fahri, “Hep ve Yalnız Medholunmak İsteyen Gençlere Dair...”, Son Posta,
4540 ( 30 Mart 1943), s. 4.
229
OZANSOY, Halit Fahri, “Tercüme, Şiir ve Çocuk”, Son Posta, 4945(13 Mayıs 1944), s. 4.
230
OZANSOY, Halit Fahri, “Gene Ayşe”, Son Posta, 5050(26 Ağustos 1944), s. 6.
231
“Şiir ve Şairler Ne Âlemde?”, Son Posta, 5637/245(21 Aralık 1946), s. 5.
130
değinir. (s. 5). O gün için çocuk davasında müspet pedagojik prensiplere sahip olan
fikir dünyasının durmadan ilerlediğini söyleyerek bu değişime çocuk kitabı
yazanların da ayak uydurması gerektiğini belirtir. Bir çocuk kitabının her sayfasının
değil her cümlesinin büyük sanat eserlerine harcanan sabır ve özenle yazılmasını
ister. O günlerde yedi yaşından on yaşına kadar olan çocuklar için yazılan kitapların
uygunsuzluklarla dolu olduğuna yer verir. Çocuk edebiyatıyla uğraşanların bu işe
lâyık olduğu önemi göstermelerini bir zaruret olarak görür. (s. 6).232
“Her insan ne kadar yaşlı olursa olsun, kalbinin en derin bir
köşesinde çocukluk hayallerinin hâtıralarını saklar. Bir gün gelir, kendisi için
artık ölmüş, silinmiş sandığı o hâtıraların bir kadehin dibinden çıkan
kabarcıklar gibi satha çıktıklarını hisseder.”
diyen Halit Fahri, büyük ediplerin bundan dolayı çocuk romanları yazdıklarını
düşünür. Bunların çocukluk hatıralarını yazmalarını da buna bağlar. Şair, çocukların
âlemine girmenin zannedildiği kadar kolay olmadığını belirtir. Çocuklar için
yazanların başta gelen görevinin onların muhayyilelerinde renkli ve estetik etkiler
yaratmak olduğunu söyler. Çocuğun yaratıcı enerji kaynağıyla beraber iyilik ve
doğruluk hislerini de bu kitaplardan alacağını belirtir. Bu eserlerle onlara sanat
zevkinin ve güzellik mefhumunun da verilmesini ister. Çocuk kitaplarının içeriği
kadar görüntüsünün de önemli olduğunu düşünür. Ahlâkî bir amaca yöneltmek
şartıyla çocukların hoşlandığı konuları sıralar: Dağ hikâyeleri, dağ sporları, sonunda
mutluluk veren esrarlı bir şeyin aranması, uzak ülkelerde geçen maceralar, Kipling
tarzında vahşi orman ve hayvan hikâyeleri, gök âleminde sergüzeştler, yıldızlar, ay
ve güneş, roboto hikâyeleri, silâhşörler ve kahramanlar, dev ve peri masalları.233
232
233
“Çocuklar İçin Yazılacak Kitaplar”, Son Posta, 343(29 Mart 1947), s. 5-6.
“Çocuk Muhayyilesi ve Çocuk Romanları”, Havadis, 595(11 Haziran 1958), s. 2.
131
Orhan Seyfi, çocuk şiirlerinin hem çok kolay hem de çok güç olduğunu
söyler. Hikmetlere, uzun tasvir ve tahlillere gerek olmadığı için kolay olduğunu
belirtir. “Yeni tarz” denilen vezin, kafiye, şekil kaygısı taşımadığı sürece daha da
kolaylaşacağını düşünür. Şiirlerin çok sade, çocuğun kullanabileceği seçkin
kelimelerle yazılması gerektiğini savunur. En tabiî ifade tarzı aranıp anlatış tarzı
açık, kıvrak ve güzel yazılmalıdır. Tasvirlerin canlı ve özentisiz olmasını ister.
Eserlerde hayvanlara ve eşyaya şahsiyet verildiği zaman, çocuk muhayyilesinin bunu
çabuk kavrayıp, bundan zevk almasına dikkat edilmesi gerektiğini söyler. Çocuk için
yazılan şiirin şekil güzelliğinin yanında bir de esprisi olmasını ister. Birtakım
parçalara ayrılan eserin sonra bir çerçeveyle bütünleşmesi gerektiğini belirtir. Çocuk
şiirlerindeki tekrarların dikkati çekeceğini ve hafızayı yormayacağını düşünür.
Şiirlerde verilen vatan, din, aile, ahlâk telkinlerinin ölçülü ve ustaca olması
gerektiğini savunur. Bu şiirleri en seçkin kalemlerin yazması gerektiğine inanır. 234
Şair, Şiir Bahçesi adlı çocuk şiirlerinin toplandığı kitabı değerlendirirken
ilk defa çocuk şiirleri yazan İbrahim Alâattin Gövsa’dan tek bir şiir alınmasını yeterli
görmeyerek şaire daha fazla yer verilmesini ister. Çocuklarımıza Neşideler adlı
eseriyle ikinci çocuk şiirleri kitabını yazan A. Ulvi’ye ve bu tarzda manzum
tercümeler yapan Seracettin Bey’e hiç ver verilmemesini bir eksiklik olarak görür.
Kitaptaki şiirlerin birçoğundan daha güzel, daha düzgün dille yazılanların ve çocuk
zevkine daha uygun olanların esere alınmadığını belirterek seçimle ilgili eksikliğe
değinir. Daha sonra kitapta yer alan bazı şiirleri değerlendirir.
“Rabbim bir gök verdin ki bizlere/ Anlamaz sadakatini düşünceler.
234
ORHON, Orhan Seyfi, “Çocuk Şiirleri”, Havadis, 688 (15.Eylül 1958), s. 2.
132
Bunca yıl bizi memnun etti/ Daha da eder.”
Bu mısraları çocukların değil büyüklerin bile güç anlayacağına dikkati çeker.
Çocuklar için yazılan şiirlerde dilin çok temiz ve doğru olması, tabirlerin yerli
yerinde kullanılması gerektiğini belirtir. Bunda müsamaha gösterilemeyeceğini,
Arapça, Farsça eskimiş kelimeler bulunsa bile şivesizlik olamayacağına dikkati
çeker. Atatürk için yazılan bir şiirde
“Toprağın bol olsun Atam!”
söyleyişini doğru bulmaz. Bu tabirin Türkçe’de Hıristiyan ölüleri için kullanıldığına
dikkati çeker. Aynı şiirde geçen “alacakaranlık gecelerde” sözüne değinir.
Alacakaranlık gece denilemeyeceğini, alacakaranlığın geceyle gündüz arasındaki
şafak ve seher vakti olduğuna dikkati çeker. “Bağbozumu” şiirinde geçen
“Dalları bastı/ Eylül yeşili!”
söyleyişinin aslında “Dalları bastı kiraz” şeklinde olduğunu hatırlatır.
“Üzüm
ağacı” söyleşinin yanlış olduğunu belirterek bunun yerine “üzüm kütüğü” nün tercih
edilmesini ister. Şair, yine bu şiirde geçen “Senin yağmurun, çiğlerin, şebnemin”
mısraında aynı anlama gelen “çiğ” ve “şebnem” in, bir başka yerde de “asude” ile
“rahat” ın yan yana kullanılmasının hatalı olduğunu belirtir. 235
Yarının büyükleri olan çocukları her türlü politika havasından uzak tutmayı
önemli bulan Halit Fahri, şiiri kullanarak manzum hitaplarla ortaokul çocuklarına
“politik demagoji ve sapıklıkların telkinini” doğru bulmaz. Bunlara göz
yumulmamasını ister. 236
235
ORHON, Orhan Seyfi , “Şiir Bahçesi”, Havadis, 844 (18 Şubat 1959), s. 2
OZANSOY, Halit Fahri, “Çocuklarımızın Körpe Ruhlarını Karartmayalım”, Tercüman, 1616(19
Nisan 1966), s. 2.
236
133
Beş Şair içinde çocuk şiirlerine daha çok Orhan Seyfi ve Halit Fahri dikkati
çeker. Çocuklar için yazılacak şiirlerde dil, konu, işleyiş bakımından dikkat edilecek
noktalar üzerinde durulur. Diğer önemli bir nokta da çocuk şiirlerini yazanlar ve
seçenlerdir. Bu şiirlerin en seçkin kalemler tarafından yazılmasını ve kültürlü kişiler
tarafından seçilmesini doğru bulurlar. Orhan Seyfi, çocuklar için yazdığı şiirleri
Hayat Bilgisi adlı kitapta toplamıştır. Fikir beyan etmeyen Yusuf Ziya ise konuyla
ilgili fikirlerini eser hâlinde verir. Kuş Cıvıltıları adlı eseri çocuk şiirlerini
içermektedir.
i) Tercüme Şiir
Yusuf Ziya , “Türk-Yunan Edebiyatı” başlıklı yazısında, tercüme şiir
konusuna değinir. Türk-Yunan dostluğunun siyasî bir muaşaka harareti aldığı
günlerde, Yunan matbuatında Türk Edebiyatına karşı artan bir muhabbetin olduğunu
söyler. Atina’da çıkan Les Balkans dergisinin Temmuz sayısında Yunus Emre,
Fuzuli, Nef‘î, Nedim, Karacaoğlan, Namık Kemal, Abdülhak Hâmit, Ziya Gökalp,
Ahmet Haşim gibi sanatçıların tercümelerine rastlandığını belirtir.
Ahmet Haşim’in evinde tanıdığı Aleksandra adlı bir Yunan şairinden Göl
Saatleri şairinin birçok şiirini ezbere dinlediğini söyler.
Piyale şairinin manzumelerinden Yunancaya “manzum ve mukaffa” olarak
tercüme edilmiş birkaç tanesini dinlediğini belirtir ve şöyle devam eder: “Lisanın
yabancısı olduğum halde şiirin âhengi bana anlattı ki, bu öz musiki Ahmet Haşim’in
ruhundan geliyor!” Yusuf Ziya şiir tercümesinin nasıl yapılması gerektiği üzerinde
durmaz.237
237
Yusuf Ziya, “Türk-Yunan Edebiyatı”, Cumhuriyet, 3011(23 Eylül 1932), s. 3.
134
Halit Fahri ile yapılan bir konuşmada, Dünya Edebiyatında uluslarası değer
ölçüleri taşıyan eserlerin Türkçe’ye çevrilmesini ister. Bunların “adeta telif bir eser
vücuda getirir gibi zevkle, itina ve dikkatle, tam vicdanî bir gayretle uğraşarak ve
terleyerek” yapılmış tercümeler olması gerektiğini savunur. Yanlış ve eksik yapılan
tercümelerin Türk diline hürmetsizlik ve okuyucuya saygısızlık olduğunu ileri
sürer.238
Şiir tercümesiyle ilgili yazılanların çoğu Fransız Edebiyatından tercümeler de
yapan Halit Fahri’ye aittir. Şair, tercümenin sadece eserin aslındaki lisanı iyi
bilmekle temin edilemeyeceği görüşündedir. Ona göre “Türkçe’ye de mükemmel
surette vâkıf olmak, bilhassa müteradif kelimelerin en hafif nüans farklarını
kavrayabilmek ve cümleyi
her şekilde eğip bükebilmek lâzımdır.” Bunlar
sağlandıktan sonra sağlam bir iş yapılabileceğine inanır.
“Tercüme kokusunun okuyucular için küf kukusundan, duman kokusundan
daha kötü olduğuna, diğer kokuların insanın genzini tıkarken, tercüme kokusunun
beyni tıkadığına” dikkati çeker. 239
Halit Fahri, bundan beş gün sonra yazdığı yine tercümeyle ilgili bir yazıda
tercümenin çok güç ve çok karışık bir hüner olduğunu söyler. “Zevki
muvaffakiyetinin derecesi ile ölçülür. Bu zevk önce mütercimin duyduğudur, sonra
okurken bizde uyandırdığıdır.” diyerek bütün edebî eserlerde olduğu gibi tercümede
de karşılıklı estetik bir heyecan aramayı doğru bulur. Şair tercüme yaparken sadece
bir ecnebi dili iyi bilmenin yeterli olmayacağını, her iki dilin de çok iyi bilinmesi
gerektiğini savunur.
238
Yeni Adam, “Halit Fahri Bey’in Edebiyat Anketimize Cevabı”, Yeni Adam, 19(7 Mayıs 1934), s.
6.
239
OZANSOY, Halit Fahri, “Tercüme Davası Etrafında Bazı Düşünceler ve Bazı Hatıratlar”, S. P.,
3162 (20 Mayıs 1939), s. 6.
135
Şaire göre tercüme zordur. Çünkü “Telif eser vücuda getiren sanatkârın bir
üslûbu varsa, ideal bir mütercimin sayısız üslûpları vardır.” Buna göre muhakeme
edilmesi gerektiğini düşünür. “Kendi lisanımızı her türlü kıvrımları, incelikleri ile
kullanabilecek bir yazı melekesine, bir yazı ihtisasına erişmiş olmamız lâzımdır.”
diyerek insanın başka bir dilde tercümeye başlamadan önce kendi dilinde az çok
muharrir bir üslûpkâr olması gerektiğine dikkati çeker. 240
“Kelimesi kelimesine tercüme” nin yeterli bir değer olmadığını savunan Halit
Fahri, tercüme edilecek başka eserler olduğu halde aynı eserin ikinci hatta üçüncü
kez tercümesini gereksiz bulur. Tercümenin o gün için bir “curcuna” ya döndüğünü,
“inada bindiğini”, adeta bir yarış halini aldığını söyler. 241
Sabri Esat tarafından yapılan Cyrano de Bergerac tercümesini beğenen
Yusuf Ziya, “Şüphesiz, Cyrano’nun şair kılıcına bir sanatkâr kalemden daha
lâyığını bulamazdık.” der. Eserin hayalinden bile güzel bir “tercüme-telif” olduğunu
belirtir. “ “Telif- tercüme” diyorum. Manzum bir sahne eserini –veznin ve kafiyenin
çolpa ellerde didiklendiği böyle bir zamanda- muhkem bir nazım tekniği ve
harikulâde kafiyelerle dilimize çevirmek, tercüme haysiyetine ibda şerefi katan bir
muvaffakiyettir.” diyerek bu parçalarda Türkçe’nin “medenî bir sanat tercümesinin
bütün ifade zenginliğini gösterdiğine” dikkati çeker. Tercümede “temaşa” kelimesine
“zilli maşa” kafiyesini bulmanın “tercüme zekâsına bir sanatkâr mizacının rehberliği
ile mümkün olabileceğini” söyler. 242
240
241
242
“Tercüme Deyip De Geçmeyelim”, Son Posta, 2231 (25 Mayıs 1939), s. 8.
OZANSOY, Halit Fahri, “Çift Tercümeler”, Son Posta, 4289(17 Temmuz 1942), s. 3/1.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Cyrano De Bergerac”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânun 1942), s. 6.
136
Halit Fahri, tercüme faaliyetleri çerçevesinde dünya edebiyatından yapılacak
tercümelerde gençlerde vatan sevgisi canlandıracak eserlere yer verilmesi kararını
doğru bulur.243
Orhan Veli’nin La Fontaine tercümelerini beğenir. Bu fabller arasında insanı
“açık ve temiz Türkçe’nin halk dilinin zenginliğine, özentisiz asaletine götüren”
örnekler olduğunu söyler. Arada bir fikrin feda edildiğine de değinerek bu kadarının
hoş görülebileceğini vurgular. 244
Halit Fahri, Fransız şair Paul Verlaine’in bir şiirini ve bu şiirin tercümesini
verir: [Aile ocağı, lâmbanın dar aydınlığı; parmağını alnına dayamış olan hülya; ve
sevilen gözlerin içinde kaybolan gözler.] Şair lirik şiirlerin tercümesinin, aslının
yüzde beş sesini veremediğini belirterek bu tercümenin de veremediğini ekler. Fikrin
ve hayalin inceliği, asilliğinin ortada olduğunu, bunun için ses ve nağmeye bile
ihtiyaç olmadığını söyler.245
Tercüme şiirler üzerinde durduğu bir başka yazıda 246
La Fontaine’den
yapılan Karga ile Tilki tercümesinin diline değinir. “Karga cenapları” diye başlayan
ifadenin daha sonra “bay karga” şeklini almasını beğenmez. Eserin aslında da
“mösyö” kelimesinin bulunmadığını hatırlatır. “Karga, şaşkın, mahcup..” diye
başlayan mısrada şaşkından sonra “utanmış” kelimesinin daha uygun düşeceğini
belirtir. Tercüme dergisinden okuduğu bu şiirlerde Mısır, Çin, Japon, İspanyol,
Yunan, İran gibi her yerden şiirler vardır.
243
OZANSOY, Halit Fahri, “MEB’nın Yeni Yayınladığı Eserler”, Son Posta, 427(21 Haziran 1947),
s. 6.
244
OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Makale, Bir Şiir ve Yeni La Fontaine”, S. P., 1068 (31 Mart 1949),
s. 6.
245
OZANSOY, Halit Fahri, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441 (21 Birinci Kânûn 1942), s. 4.
246
“Tercüme Dergisinin Şiir Sayısını Okurken”, Son Posta, 5635(13 Nisan 1946), s. 4.
137
Lamartine’in “Göl” şiirinin tercümesini başarılı bulur. Daha sonra son devir
Türk Edebiyatından hatırlatmalarda bulunur. Edgar Poé’nun Melih Cevdet Anday
tarafından çevrilen “Anabel Lee” şiirinin Yahya Kemal’in “Leylâ” sını hatırlattığını
söyler. Kitaptaki güzel tercümeler arasında Sabahattin Eyüboğlu’nun “Ason ame”
tercümesi de vardır. Verlaine, Baudelaire, Supervielle, Aragon’dan yapılmış emsalsiz
güzel şiir tercümeleri olduğuna dikkati çeker. Diğer tercümeleri beğenmesine rağmen
“serbest tercümeye, pek nadir yerlerde de olsa kafiye veya vezin hatırı için göz
yumulamayacağını” belirtir. Baudelaire’in bir şiirinde “etajer üstündeki çiçekler” in
“konsul üstünde..” diye tercümesini beğenmez. “Raflar” veya “konsullar” üstünde
denilmesinin daha doğru olacağını düşünür. “Âşıkların Ölümü” adlı aynı şiirde:
“Usant à penvile leurs chaleurs derniéres”
mısraının “Son sıcaklarını sarfederek hovarda” şeklindeki tercümesini musikiden
tamamıyla uzak bulur. “Sarfetmek” ve “hovarda” kelimelerine dikkati çekerek
mütercimin aynı kitapta pürüzsüz tercüme örneklerinin olduğunu hatırlatır. Şaire
göre bir iki başarılı tercümeyle yetinmek yerine birçok şiir tercümesine kalkışmak
doğru değildir. Acele ve seri tercüme yapmayı uygun bulmaz. Shelley’in bu
konudaki görüşüne yer verir:
“Bir şiirin tarifle tercümesi imkânsızdır; o şiir ancak, aslındaki hayale
ve benzerliğe göre, yeniden yaratılmak lâzımdır. Hakiki bir şair bir başka
hakiki şairin eserini tercüme ettiği zaman, çalışmasının muhassalası metni
tercüme edilmiş olan şair kadar kendisine de aid olur.”
“Konsol” ve “etajer” örneğini hatırlatır. Shelley’in güzelliği ve musikiyi
herşeyden üstün tutmuş olabileceğini düşünür. Böyle olmasaydı işin daha kolay
olacağını, “etajer” ve “konsul” un farketmeyeceğini söyler. Mütercimin o parçayı
138
“aslındaki
hayale
ve
benzerliğe
göre
yeniden
yaratmış”
sayılamayacağı
görüşündedir.
Halit Fahri daha sonra son zamanlarda rağbet gören tercüme romanlarla
beraber iyi ve kötü tercümelerin birbirine karıştığını, bu hareketin şiir tercümelerine
de sıçrayıp sıradan mütercimlerin elinde şiirin ölmesinden korktuğunu belirtir. (s. 4)
Halit Fahri ilk yazısında lirik şiirlerin tercümesinin aslının yüzde beş sesini
veremediğini düşünmesine karşın daha sonraki yazısında güzel şiir tercümelerine yer
verir. Yalnız şair, serbest tercümeye, kafiye ve vezin hatırı için göz
yumulamayacağına dikkati çeker. Az ve başarılı tercümeyle yetinilmesi gerektiğini
savunan şair, acele ve seri tercüme yapmayı uygun bulmaz. Ona göre bir şiiri
tercüme etmek, aslındaki hayale ve benzerliğe sadık kalarak onu yeniden
yaratmaktır.
Yusuf Mardin, Faruk Nafiz’i İstanbul Amerikan Koleji’nin Lise II.
sınıfındayken tanıdığını, bu sıralarda şairin Arnavutköy Kız Koleji’nde edebiyat
öğretmenliği yaptığını söyler. Şair, kolejin İzlerimiz dergisi çalışmalarına nezareti
sırasında ilginç bir fikir ortaya atar. Bu “Türk Edebiyatının dış dünyaya tanıtılması”
fikridir. Faruk Nafiz öğrencilerden Türkçe şiir ve hikâyeleri İngilizceye çevirmelerini
ister. Bunların kitap halinde bastırılmasını düşünür. Faruk Nafiz’in bir şiirini
İngilizceye çevirerek uygulamaya koyan öğrencilerden birinin:
“Attached like a bow to the steel wires of your hair
My heart will run after you for hundreds of years;
Even if you should escape gazelle-like from mountain to mountain
My love will follow you like beasts.”
139
şeklindeki çevirisini okuduktan sonra bu yerinde düşüncesini ileride uygulamaları
için bu gençlere emanet bırakır. 247
j) Nazım-Nesir Ayrımı
Faruk Nafiz, Şükûfe Nihal’in Renksiz Istırap adlı romanı üzerine yazdığı
yazıda nazım- nesir ayrımına değinir. Şair, öteden beri şiirden nesre intikal eden
veya her ikisini bir elden yürüten ve başarılı olan sanatçıların var olduğunu belirterek
bu iki türde eser veren sanatçıların bu iki türde yarattıkları eserlerin birbirinden çok
farklı, hatta büsbütün ayrı olduklarını söyler. Bu benzemeyişin başlıca sebebinin
realitenin nesre hakim olmasında aranması gerektiğini belirtir. “Şiirde muhitini yeşil
bir tepeden dalgın bir bakışla süzen san‘atkâr, nesirde, o muhitin içinde ve
insanların arasında yaşar: Birincisinde melek olan ikincisinde insan, belki de şeytan
görünebilir.” Şair bu kuralın kanun mahiyeti alacak kadar kuvvetli olduğunu ileri
sürer. Şükûfe Nihal’in Renksiz Istırap adlı eserinin bu kuralın sayılı istisnalarından
biri olduğunu düşünür. Şükûfe Nihal’in şiirlerinde olduğu gibi, “büyük hikâye”
olarak nitelendirdiği bu eserinde de, insanları yüksek bir tepeden seyrettiğini söyler.
“Hazan rüzgârlarında hakim olan ruh bu eserde de realiteyi tesiri altına almıştır.”
diyerek eserin bu tarzda özelliklerini sayar. Hikâyecinin hayatı olduğu gibi kabul
ettiğini buna karşın şairin hayatı düşündüğü gibi olmasına taraftar olduğuna dikkati
çeker.248
Halit Fahri, “Nesir mi, şiir mi? Siz hangisini tercih ediyorsunuz, bundan
sonra edebiyatta hangisi hakim olacak?” sorusuna güzel olmak şartıyla ikisini de
sevdiği cevabını verir.
247
248
MARDİN, Yusuf, “Çamlıbel’e Ait Bir İki Anı”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 22.
F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118 (28 Şubat 1929), s. 274/ 14.
140
“Şiirin bir daha romantiklerde olduğu gibi uzun tasvirler ve
terennümler şeklini almasına imkân yoktur. Fakat kısa ve canlı birkaç mısra
herhangi bir hâlet-i ruhiyyeyi kuvvetle yaşatacak ve ihsas edeceği için daima
yaşayacaktır sanıyorum.” der.
Kübizm, fütirizm, dadaizm gibi yeni nazariyeleri, Divan edebiyatçılarının bir
zamanki sanâyi‘-i lafziyyelerinden hariç tutmadığını bunların geçici şeyler olduğunu
söyler.
Şiir bilhassa terkibî, yekpare mısraın içinde canlanır. Öyle çeşit çeşit
serbest nazım nümuneleri havaya savrulmuş güzel fakat soluk sonbahar
yapraklarından farklı değillerdir. Zaman bunları çabuk çürütür. Şiirde
bugünkü tahassüslerimizi ifade edecek bir ruha bürünmesini de ayrıca ikinci
mühim bir şart olarak telakkî ederim”. (s.151).
diyerek bugün için Recaizade Ekrem, İsmail Safa ve arkadaşları gibi kuşa, bülbüle,
karıncaya, aya mazlumane ve meyusane hitabeler irat etmenin garip kaçacağını
belirtir.
Her eser kendi zamanının tahassüsüne cevap verdiği için böyle saf
duygular bugün bize pek yavan gelir. Bugünkü şair, bugünkü romancı ve
temaşacı gibi ancak bugünkü şeniyeti eserinde tesbit edebilendir. Yani mevzu
meselesi şiirde de ehemmiyet kesbediyor. Fakat en saf ve ibtidâî duygular bile
yeni bir şekle bürünebilmek şartile bugün dahi şiirin yüksek terennüm
sahasına girebilir. Herşeyden evvel bir san‘atkâr meselesidir.” (s.160).249
249
Sehap Nafiz, “Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, SF, 1877-192, (14 Ağustos 1932), s. 151,
160.
141
Nazım-nesir karşılaştırması yaparken insanlarda ilk uyanan melekenin duygu
olduğunu, bunun için de kalbin heyecanlarını ifadeye en elverişli vasıta olan nazmın
nesirden önce oluştuğunu savunur.
“Ancak cemiyetler ilerleyip de fikirler çoğalınca, ilk devirlerde
mahdud düşünce ve duyguları bildirmeğe kâfi gelebilen nazım, bilhassa vezin
gibi muhtelif kalıpların şekilleri ve üstelik mısralarındaki ahenge musikide
olduğu gibi kafiyelerinin tekerrür zevkini ilâve eden hususiyetlerile çok dar
bir ifade tarzı olarak görünmeğe başlamış ve işte ondan sonradır ki nesir
doğmuştur.”
Şair, nazımla nesir arasındaki farkı nazmın bütün kuvvetiyle duyguları,
nesrinse düşünceleri belirten birer beyan aleti oluşlarında görür. İşin bununla
bitmediğini, şair ve nasirlerin birbirlerinin dilindeki hususiyetlere el atmaya
başladıklarını belirtir. “Şiir dilinin mecaz denen kıymetleri nesirde de aranmağa ve
buna mukabil şiir de nesrin muhakeme yollarına sapmağa mecbur kalıyor.” diyerek
buna didaktik şiiri örnek gösterir.250
Halit Fahri, şaire maddî hiçbir refah sağlamayan, yalnız ruha gıda veren şiir
sanatının, hiç değilse az ve öz sözün uzun va manasız hitabet sağanaklarından değerli
olduğunu öğrettiğini söyler. “Nazım denen ölçülü dil” in, insanlara nesirden daha
kısa yoldan daha fazlasını anlattığını savunur. Özellikle bir iyiliğinin, ahenkli olmak
şartıyla, en garip fikirleri bile zihinlere kolayca yerleştirebilmesi olduğunu belirtir.
Nazmın nesre üstünlüğünü burada görür ve bütün dünyada uğradığı istiskallere
rağmen bu sanatın hâlâ yaşamasını buna delil olarak gösterir. Şair en inatçı
sükûtundan birkaç beyitlik nazmımla kurtulabildiğini söyler. 251
250
251
OZANSOY, Halit Fahri, “Şairin Nesri”, Son Posta, 3224 (21 Temmuz 1939), s. 9.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343.
142
Şiirle roman arasındaki farka değindiği yazısında, ilk önce Akif’ten “Hakikî
hayat sahnelerini nazma çekmek suretile romancının hududuna atlamış, his ve hayal
ve ahenk mahsulü olması lâzım gelen şiiri kendi sahasından uzaklara düşürmüş.”
diye bahsedildiğini hatırlatır. Bu konuda Fransız şairi Paul Valéry gibi düşündüğünü
belirterek şiirin “bir anı, bir vakfesi” olduğunu belirtir. (s. 6). Romanın vak‘aların
hikâye edilmesi yönünden devam halinde olduğunu söyler ve devam eder:
“Roman bize bir yahud müteaddid “muhayyel” vak’aları nakletmek
için sözün anî ve manalı kudretinden fazlasile istifade eder, zamanı ve mekânı
tayinden geri kalmaz, hâdiseleri bildirir, sebeplerini göstererek bunları
birbirlerine zincirler. Halbuki şiir, uzviyetimizin bütün mekanizmasını
harekete getirir, doğrudan doğruya bu organizm ile alâkadardır.”
Şiirin kendisine hudut olarak terennümü seçtiğini, bu terennümün kulağın,
sesin bir şekli olduğunu söyler. Romanda sonucu sabırla bekleyip, bırakılan yerden
her zaman başlayabileceğini, şiirde ise bir ritmin çalkantısı içinde derhal müteessir
olunduğunu belirtir. Özellikle lirik şiirde bu durum bütün kudretiyle kendisini belli
eder. “İşte bunun içindir ki, musikinin dışında bir şiir telâkkîsi, araya menfaat
endişesi girmezse hiçbir devirde hiçbir surette kabul edilememiştir.” der ve buna
didaktik şiirleri örnek verir. Bu şiirlerin yalnız fikirleri itibariyle tetkik sahasına
girebildiklerini, kalplerde hiçbir iz bırakmadan unutulup gittiklerini ileri sürer.
Vakayı şiirin üstünde tutmanın mümkün olmadığına dikkat çeker. Kötü şairlerin
elinde manzum tiyatronun iflâs edip unutulmasına ihtimal verir. Dünyada manzum
piyes yazanların tek başarılarını, iyi tiyatro yazarı olmalarına bağlar. Edmond
Rostand’nın eserlerinin bu cepheden ayakta kalabildiğini düşünür. Şair, “Yalnız
muhakkak olan bir şey varsa, o zaman da, her şeyden evvel ses mefhumuna dayanan
143
hakikî şiir telâkkîsinde romana büyük bir kıymet verilemeyeceğidir. Bütün ideolojiler
—bütün demogojiler gibi — er geç saf şiir mihrabı önünde yan yana eriyen cüsseli
mumlar gibi eriyeceklerdir” diyerek fütürizm, dadaizm, sürrealizm “hokkabazlıkları”
nın günün birinde o zamanki kadar bile meydanda boy gösteremeyeceklerini ileri
sürer. (s. 10).252
“Şiir ve Şair Hakkında II” adlı yazısındaysa şiirle diğer sanat dalları arasında
bir karşılaştırma yapar. Bir mimardan, yarattığı bir eseri derhal tunç veya mermer
şeklinde belirtmesinin istenemeyeceğini, ancak tezini anlatabileceğini veya
maketlerini gösterebileceğini söyler. Aynı durum ressam için de geçerlidir. Ressam
bir anda renklerini levha halinde gözler önüne seremez. Uzun emeklerle yaptığı
tablolar, sergilendiği salonda görülebilir. Şair, bazı sanatlarda, sanatçının eseriyle
derhal karşı karşıya gelinebileceğine dikkati çeker ve bestekâr ile şairi buna örnek
gösterir. Nerede olursa olsun bir müzik aleti eşliğinde bir beste dinlenebilir. Şair de
herhangi bir mecliste şiirlerini okuyabilir. Sanatçıyla dinleyiciler arasında karşılıklı
bir anlaşma, bir dostluk, bir sevginin kurulmuş olması yeterlidir. Burada toplumun
sanata karşı ilgisinin plâstik sanatlara olan ilgisinden daha tam bir vuzuhta ve daha
ani olduğunu belirtir.253
Orhan Seyfi, nazmın nesirden büsbütün ayrı bir şey olduğunu, şairin vecd ve
istiğrak haline gelmeden, gündelik hayatın kuru ve soğuk mantığıyla asla şiir
söyleyemeyeceğini, ancak bu istiğrak halinde terennüm edilebilecek kelimelerin şiir
lisanına gireceğini söyler.254
252
OZANSOY, H. F., “Şiirle Romanın Farkları”, Son Posta, 3397 (12 İkinci Kânûn 1940), s. 6, 10.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şair ve Şiir Hakkında II”, Son Posta, 4242 (28 Mayıs 1942), s. 3/1.
254
O. S. O., “Birkaç Söz”, Çınaraltı,123 (22 Son Kânun 1944), s. 15.
253
144
Şiirin yazıdan eski olduğunu belirten Yusuf Ziya, ilk çağın sihirbaz
şairlerinin, şiire raksı ve musikiyi de kattıklarını söyler. “Gerçi, o uzak asırlardan
sonra raks ve musiki, şairin bünyesinden ayrılıp mısraların bünyesine karışmışsa da,
şiir hâlâ kâğıttan çok hafızalarda yaşıyor.” der.255
Şair, romanın aklın ve muhakemenin eseri olduğunu, onda hissin rolünün
sanatın rolünden sonra geldiğini ileri sürer. Şiirdeyse insan duygusunun hakim
olduğunu belirtir. Bundan dolayı da sanatçının eşinin romanlarından önce mısralarına
girebileceğini söyler.256
“Roman bir aynaya akseder gibi insanları aksettirecektir, sonra o aynaya bir
nevi fantastik hareketler verecek ve bize onların dış eylemleri ile beraber iç
âlemlerini de gösterecektir.”
diyen Halit Fahri, bu insanların yalnız birer şekil
olarak değil, ruh, duygu ve düşünceleriyle de okuyucuya yaklaşacaklarını söyler.
Böylece toplum içinde inceleneceklerini ve hayatı olduğu gibi belirteceklerini
düşünür. Roman yazarının okuyucudan önce düşünüp sağlam gerçeğe dayanarak
olayları sıralayıp incelemesi gerektiğini belirtir. Yazarın yardımı olmadan romanın
bir boş kalıp gibi kalacağını ileri sürer. Bunu romanın şiir gibi seziyle
kavranamamasına bağlar.257
Orhan Seyfi, şairin nesri alarak vezin kalıplarından birine sokabilmesi, ona
ritmik bir şekil vermesi gerektiğini söyler. Bunun “adeta nesri kompoze etmek, bir
255
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2 (16 Mart 1944), s. 6.
UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 149. [Görüşme 30 Mayıs 1954’te yapılır.
Cumhuriyet (18 Haziran 1954) te yayınlanan yazıda görüşmedeki bu bölüm yer almamaktadır. ]
257
Türk Dili, “Soruşturmamız”, Türk Dili, 147(Aralık 1963), s. 180.
256
145
müzik parçası haline getirmek”
olduğunu belirtir. Nazmın böylece nesirden
ayrıldığını, bunun için de şiire “manzume” dendiğini söyler. 258
2. ŞAİR
“Şairin gururu âdeta bir darb-ı mesel olmuştur.” diyen Halit Fahri, her
millette bunun görülebileceğini söyler. İçinde bulunulan yüzyılda şairin benlik
davasının eskisi kadar kalmadığını, geçmiş edebiyatlarda buna gereğinden fazla yer
verildiğini belirtir. Lâtin ve Yunan Edebiyatında şairlerin kendileri için yazdıkları
methiyeleri hatırlatır. Eski Osmanlı şairlerine hiç tereddüt etmeden “mağrur” diyen
şair, divanlara bakıldığında bunun görülebileceğini söyler. (s. 503). Hemen bütün
şairlerin şahıslarını “medh ü senâ” dan hoşlandıklarını ileri sürer. Hangisinin
diğerinden daha büyük olduğunun “hepsi hâme-rân olmakla diğerine faikiyyet
iddiasında” olan bu şairlere sorulmaması gerektiğini düşünür. Şairlerin münekkitlerin
medhiyesini bekleyecek kadar sabırlı olmamalarını tenkit eder.
Şairlik gururunun ahlâkî olup olmaması konusunda biraz müsamahakâr
olunmasını isteyen Halit Fahri, hayatta görülen gururların en masumunun şairin
“tefâhür-i şahsî” si olduğunu düşünür. Eserleriyle insanlara zevk bahşeden ve
karşılığında hiçbir şey istemeyen şairin tefahürünün hoş görülmesini, buna
katlanılmasını ister. (s. 504). Zamanın değiştiğini işaret eden Halit Fahri, o gün için
insanlığa benliğinden bahsedecek şairin yalnız ruhundaki ve dolayısıyla insanlığın
ruhundaki duyguları işlemesi gerektiğini savunur.
“Eski şairler için yalnız bir âlem mevcuttu. O da kendileri idi. Muhitleri bir
boşluk, bir ademdi.” diyen şair, onların topluma kuşbakışı baktıklarını ileri sürer.
258
ORHON, Orhan Seyfi, “Şair Bir Sanatkârdır”, Son Havadis, (29 Nisan 1972), s. 5.
146
Şairin toplum içerisinde yaşayıp, mütevazı olduğu müddetçe sevileceğini savunur.
Toplumdan uzak olmaması gerektiğini, dertleri, hicranları, aşkları, neşeleri
anlatabilmek için toplumla iç içe olması gerektiğini belirtir. “Dehanın altın tacını
şair kendi kazansa bile, onu insâle nakledecek el, milletin elidir.” der. Şairleri
toplumla bütünleşmiş görmek isteyen Halit Fahri, gururla değil, tevazu ve
samimiyetle hitap etmelerini ister. “Kökünden ayrı yaşayan nebat olmadığı gibi
muhitinden uzak yaşayan şairlerin de olamayacağını” savunur. (s. 505).259
Çeşitli milletlerin edebiyat tarihleri incelendiğinde, şairlerde aynı “fezâil veya
fezâyih” in az çok ortak olduğunun görüleceğini ileri sürer. Fazla paraya veya mala
tamah duygusunun onların eksikliği olduğunu belirtir. Eski şairlerin bu duygunun
daha çok etkisi altında olduklarını düşünür. Onların “peri-i ilhâmın nağmekâr
fısıltıları kadar altınların sadâ-yı ma‘denîsine de mağlûp olduklarını” söyler. (s. 424).
Bu gün için de şairler arasında “san‘at, para ve kadın temin etmedikçe…”
düşüncesini dil ya da kalben söyleyenler olduğunu belirtir. “Şark’ta da Garp’ta da
şairlerin ekserisi kafiyelerin musikisiyle sarışın maden paraların sesini vaktiyle
yekdiğerinden tefrik etmek istemiyorlardı.” der. XVII. yüzyılda Fransız şairlerin ya
hükümdarları ya da prensleri medheden bir “kâse-lîs” olduklarını ileri sürer. O
zamanlar sanatın sanatçıya başka türlü hayat temin edemediğini hatırlatır. Garp’ta
böyleyken Türk Edebiyatında bugün bile sanatçıların eserleriyle yaşayamadıklarına
dikkati çeker. Garp’ta şairlerin sadece hükümdarlar için değil, bir çok kibar kadın
için de yazdıklarına değinerek La Fontaine’i örnek gösterir. Şairlerin bu durumdan
memnun olduğunu, çünkü içlerinde parayı az sevenin çok az olduğunu ileri sürer.
Topladıkları parayla değerli kütüphaneler yapanlara da değinir.
259
Halit Fahri, “Şairlik Gururu”, Yeni Mecmua, 26(3 Kânunisani 1917), s. 503-505.
147
Şairin fazla haset sahibi olmasının sadece Garb’a ait bir şey olmadığını,
Şark’ta belki bundan daha fazla olduğunu düşünür. Acem şairlerin büyükleri övmek
için çok mübalâğalı, Arap şairlerin de halifeleri övmek için sayfalar dolusu şiirler
yazdıklarını söyler. “Bütün bu şiirlerin son kafiyesi, bir kâse akçenin rûh-nevâz
musikisidir.” der.
Yüzyıllarca Arap ve Acem Edebiyatının etkisi altında “kıvranan”;
kelimelerini, şekillerini hatta konularını onlardan alan Türk Edebiyatının mehdiye
konusunda onlardan geri kalmadığını belirtir. Şairlerin divanlarda ancak münacat ve
naatlerden sonra yaptıkları medhiyelerle para kazandıklarını ileri sürer. Paranın
önemli olduğunu ve o dönemde ancak böyle kazanıldığını söyler. Paranın şair için
kadın kadar cazip bir şey olduğunu düşünür. Tezkirelerde rastlanan “Kudemâdan…
mâdihlerindendir.” tabirinin, nerede doğup nerede öldüğünü kaydeden bilgiler kadar
önemli olduğuna dikkati çeker. (s. 425). Eski şairlerden bazılarının ihsan alma
konusunda sadece medihlerle kalmayıp doğrudan doğruya “dilenircesine” amaçlarını
bildirdiklerine yer verir.
Şairin “atiyyelerle geçinen tufeylî bir mahlûk” olarak yaşamasının insanlık
için şeref verici bir duygu olmadığını belirtir. Bunun için de bir çıkış yolu buldukları;
en basit düşüncelerin bile bir “te‘vîl” le tamamen değiştirdiklerini söyler. Fuzuli’nin
sevgilisi için gönlünden kopan feryatların “aşk-ı ilâhî” den ileri geldiğinin
zannedildiğini iddia eder. Türk Edebiyatında her şairin atiyyeden kısmetini
alamadığına, bazılarının mahrum kaldığına değinir. Övülmenin daima hoşa gittiğini
söyleyen şair, insanın sosyal mevkii yükseldiği oranda “medh ü sena” ya olan
148
meclûbiyetinin arttığını düşünür. Şairlerin insanların can alacak damarını
bulduklarını ileri sürer. (s. 426).260
Yusuf Ziya, şairlerin muhitleri üzerinde büyük etkiler bıraktığını, muhitin de
sanatçılar üzerinde derin izler bıraktığını belirtir.261
Halit Fahri, bir şair veya romancı için “şey‘î görüş vision objictif” in çoğu
zaman tehlikeli bir yol olduğunu düşünür. Bir eserin ne kadar “realizm iddiası” nda
olursa olsun sanatçıın şahsının eserin tamamen dışında olmadığını belirtir. 262
Halit Fahri, millî şair denildiğinde iki türlü anlayışın dile getirildiğini söyler.
Bazılarının millî şair diye vatandan, vatanın istiklâlinden, cenkten, zaferden
bahseden şairleri anladıklarını belirtir. Bazıları da böyle bir ayrımı gereksiz görüp
eserlerinde millî zevki yaşatan bütün sanatkârları bu ad ile anarlar. Şair, bunların
hangisinin doğru olduğunu sorar. Kendi cevabını vermeden önce “şair” üzerinde
durur. Halit Fahri, şairin herhangi bir memleketin ferdi olduğunu, o memleketin de
asırlardır birikmiş birçok hatırası olduğunu söyler. O memleketin şairinin de bütün
bu hatıralara bağlı olduğunu belirtir. Bunda verasetin de önemli bir etkisinin
olduğunun inkâr edilemeyeceğini söyler.
Halit Fahri’ye göre şairin içinde yaşadığı muhitin emelleri, zevkleri aynı
zamanda kendi emelleri ve zevkleridir. Bir şair içinde yaşadığı muhitin emellerini,
zevklerini ne derece gösterebilirse o derece halkın ruhuna girmiştir. Çünkü halkın
kalbi kendi kalbinde çarpmaya başlamıştır. Bir şairin eseri içinde yaşadığı muhitin
260
261
262
Halit Fahri, “Şairde Haset”, Yeni Mecmua, 22(6 Kânunievvel 1917), s. 424-426.
Yusuf Ziya, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9(6 Şubat 1919), s. 130.
Halit Fahri, “Refik Halid Bey”, Ümid, 13(4 Teşrinisani 336), s. 7.
149
rengine, kokusuna, kısaca hususiyetine uygun düşmek zorundadır. Aksi takdirde eser
sahte olur.
“İşte herhangi bir şair muhitinden topladığı hisleri, hayalleri samimi bir
surette eserlerinde tespit edebilirse, şüphesiz millî bir eser vücuda getiriyor
demektir.” diyen Halit Fahri’ye göre bu eser bir mehtap tasviri de olsa bu mehtap
herhangi bir memleketin mehtabı değil, şairin doğup büyüdüğü, ilham aldığı
memleketin mehtabı olduğunu savunur.
Halit Fahri, “millî şairin millî zevki tespit eden şair” olduğunu belirttikten
sonra nice şairlerin vatandan, askerden başka bir şey işlemedikleri halde millî
olmadıklarına dikkati çeker. Çünkü bunlar millî zevke vasıl olamamışlardır. Bazı
şairlerin sadece denizi, mehtabı, yıldızı, kadını işlediklerini; bunda son derece
samimi oldukları için eserlerinin etkisi altında kalındığını belirtir. Bunlar
muhitlerinin ilhamlarını samimiyetle işledikleri için millî şairdir. İşlediği deniz,
mehtap, kadın, doğduğu, büyüdüğü muhitin bir parçasıdır.
Halit Fahri daha sonra Fransız Edebiyatında da böyle bir tartışmanın yer
aldığını belirterek “Pol Sude” nin görüşlerine yer verir. O da millî şairin mutlaka
cenkten, zaferden bahseden sanatçı olmadığını düşünmektedir. Yalnız destan olduğu
için bir şiire hiçbir zaman millî vasfının verilemeyeceğini savunur. Şairin ve şiirin
milliyetinin yaşanılan muhitin zevkine, geleneğine
uygun düşmesile mümkün
olabileceği görüşündedir.
Şair, bu meseleyi uzun uzadıya tartışmaya gerek görmez. Zamanlarının
zevkini, geleneğiniini eserlerinde yaşattıkları için Fuzuli, Nedim, Tevfik Fikret,
Abdülhak Hamit ve Yahya Kemal’in millî olduklarını belirtir. Fransızların en büyük
millî şairinin Alfred de Musset olduğunu söyleyerek Türk Edebiyatında Fuzuli ne ise
150
Fransız Edebiyatında da Musset’nin az çok olduğunu belirtir. “İkisi de yalnız hicran
terennüm ettiler ve bu hicran bir kadın aşkının verdiği ıztırapları tespit etti.” der.263
Halit Fahri, Alfred de Musset’nin şairi “kendi ciğerlerini açıp yavrularını
besleyen pelikana” benzetmesinden yola çıkarak sanatın en derin sırrının bu hayalde
gizli olduğunu söyler. Şairin de “o biçare kuş gibi kendi yavruları olan hislerini kendi
kanı ve eti ile beslediğini ve her mısrasında hayatının bir damla yakutunun asılı
olduğunu” belirterek şairlerin ne denli fedakâr çalışmaları gerektiğine dikkati
çeker.264
Orhan Seyfi, kendilerinde sanat eseri ortaya koymanın kudret ve kabiliyetini
görmeyenlerin ilim ve sanat namına şaire yol göstermeye çalışmalarına bir mana
veremez. Bunların çok tekrar edilmiş fikirlerin bir daha tekrarından ibaret olan
nasihatler olduğunu düşünür. Şaire yol göstermeye çalışmayı garip bulur. Çünkü ona
göre şair, maddî hayatı bakımından diğer insanlar gibi olsa bile manevî hayatı
bakımından insanüstü sayılır. O, güzellik ve hakikat yolunda insanların vicdanlarının
rehberiyken ona nasıl yol gösterileğini merak eder. “Onun sesi, diğer bütün
insanların seslerinin üstünden kalplerimize nüfuz eden ilâhî bir hitab olmalıdır.” der.
Onun çerağının insanların yürüdüğü karanlık yollara ışık saçması gerektiğini söyler.
Şairin bu yönünden şüphe duyulduğu zaman “sazı koltuğunda gezen bir serseri” den
farkı kalmadığını ileri sürer. Ümmetin peygambere Allah yolunda rehberlik
edemeyeceği gibi, şaire de güzellik ve hakikat yolunda aciz idrakle, basit ilimle yol
gösterilemeyeceğini savunur. Birkaç sanatçıın ve münekkidin seçeceği konuları
263
Halit Fahri, “Millî Şiir, Millî Şair”, Alemdar, 2679/ 379 (30 Kânunıevvel 1335/ 30 Kânunıevvel
1919), s. 3.
264
Halit Fahri, “Gençlikte Şiir Heyecanları”, Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1 (Eylül 1339/ 1923), s.
15.
151
işleyen, onların gösterdiği yoldan yürüyenlerin zannedildiği gibi, “millî şair”
olmadığını; ancak bir okul öğrencisi olabileceğini belirtir. “Millî şair” in zıddının ne
olabileceğini sorar. “Gayr-i millî” nin “beynelmilel şair” anlamına mı geldiğini
merak eder. Eğer böyleyse bu şairi özler. Bütün dillere çevrilip okunan bir şairden
bütün milletin gurur duyacağını belirtir. Türk Edebiyatını diğer milletlerin edebiyatı
gibi uluslar arası bir mevkiye yükseltecek “millî şair” i herkesin özlediğini söyler.
Şairlerin şiir yazmak ve konuyu seçmek için âlimlerden fetva alamayacağını
savunur.265
Halit Fahri, “Heyecan ve ihtiras, hayatın hangi tezahüründe yok ki bütün
çarpıntısını kalpten alan san‘at eserleri bundan mahrum olabilsin?”
diyerek
heyecansız eseri ölü doğmuş çocuğa benzetir. Bu heyecan ve ihtirasın “şuura
geçtikten sonra haricîleşmesi” gerektiğine inanır. “Zira kalbin karanlık delhizlerinde
kaynayan tesirler muhuhakemenin meş‘alesiyle aydınlanabilirler.”
İnsanın sabit
fikirleri olduğu gibi sabit duyguları da olduğunu belirterek ihtirasın kalbin böyle bir
kâbusu olduğunu ve onu daima kendisiyle meşgul ettiğini söyler. “Tabiî temayüllere
hakim bir kuvvet” olan ihtirasın yalnız aşka değil; ilme, hakikate, adalete, şöhrete,
paraya da saplanabileceğini düşünür. Bu duygunun hem intizamsızlık ve felâket
sebebi hem de bir vecd ve cûşiş saiki olabileceğine dikkati çeker. “İhtirasâtımızı iyi
idare etmek, ahlâken olduğu kadar ihtimal bediiyatın da büsbütün prensibidir.”
diyerek edebiyata hizmet etmek isteyenlerin bu gerçeği görmelerini ve ona göre
çalışmalarını ister. Böyle olduğunda suni ve taklidi heyecanların başkaları üzerinde
etkili olamadığının anlaşılacağını düşünür. Genç sanatçılardan samimi ve şuurlu
265
**, “Şaire Yol Gösterenler”, Güneş, 2(15 Kânunisani 1927), s. 1.
152
olmalarını bekler. Mazinin daima yaşayan ve yaşayacak olan eserlerin birçok fazileti
yanında özellikle buna sahip olduklarına dikkati çeker. 266
Edebiyat âleminde yazılacak başka konular bulunmadığı zaman şairlere akıl
hocalığı yapma, yol gösterme isteğinin belirdiğini hatırlatır. Şairlere yöneltilen
hücumların bir dereceye kadar mecmuacılık addedilse bile gerçekte manasızlık teşkil
ettiği görüşündedir. “Esasen sanatkâra kılavuzluk etmek isteyen herhangi bir
münekkid- pek büyük, pek âlim, pek ma‘ruf bir şahsiyet değilse- ancak alâkadarlar
nezdinde bir hoşnutsuzluk hissi uyandırabilir.” der ve bunun bazen de garip
olduğunu belirtir.
“Şair, bu veya şu mevzular etrafında yazsa muvâfık olur. Bedbîn yazarsa
ictimaî mazeretler tevlîd eder.” gibi öğütlerin şairler üzerinde etkili olmadığını
düşünür. Ona göre şair, duyduklarını yazıp, hulyasında olanları terennüm edecektir.
Bunları zayıf bir şekilde terennüm etmesi durumunda kabahati şairden çok
maddileşen hayatta görür. “Şiirin bütün güzel sanatlar gibi tahayyülün mevlûdu”
olduğu görüşündedir. Asrî hayat şartları içinde “hulya” nın kalmadığını, hulya
kalmayınca da şiirin kalmayacağını belirtir. Gelişen sanayi ile beraber şairlerin uzlet
köşelerinin tamamen ortadan kalkmasa bile tabiatın manzarasının değiştiğini söyler.
Tabiat çirkinleşmiştir. Bir taraftan tabiatın değişimi, diğer taraftan çetinleşen hayat
şartlarının şairin ilham ufuklarını daralttığını düşünür. Durum böyle olunca şiirin
gittikçe bedbinleşmesini, hatta “asrîlik kisvesi giymiş bir “mistisizme”” yönelmesini
tabiî bulur. Şair, hiçbir zaman bedbinliği şiirde gaye edinmediğini vurgular. Bunun
yanında ıztırap çeken şairin bu ıztırabını samimi bir şekilde anlatmasına karşı
olmadığını ekler. Hayat akışı içinde nice hassas insanların tatlı bir uzleti gönülden
266
Halit Fahri, “Genç İsti‘dâdlar Karşısında Umumî Birkaç Mülâhaza”, SF, 1600/126(14 Nisan
1927), s. 343.
153
özlediklerini belirtir. Ona göre “hulya” budur. Hülya, “kalbin hizmetkârı olan
tahayyüldür.”
Şair, insanın yalnız kaldığı zamanlarda hayallerle yaşadığını belirtir. “Hulya”
ile sunî hulya dediği “romanesk” in birbirinden ayrılmasını ister. Romanesk için
“zekâsı az olan insanın hulyası” der. Şiirin “yakaza”, “hulya” ve “rüya” hâlleri gibi
hayattan aldığı üç derece olduğunu söyler. Yakazanın “söylenilen veya yazılan
şeylerin tamamıyla idrak edildiği an” olduğunu belirtir. Hülyanın “asıl uyku denen
hâl ile uyanıklık arasındaki vaziyet” olduğunu söyler. Rüyanın ise sadece uykuda
geçenler olduğunu ekler.
Halit Fahri’ye göre insan, kendisini tahayyülün ve uzletin cazibesine terk
edebildiği zamanlarda hülya halindedir ve henüz rüya haline geçmemiştir. Hülyadan
samimi bir eser çıkarabilmek için araya “romanesk” unsurlar karışmamalıdır.
“Çünkü romanesk olanlar, kendi hulyalarını ciddiye alırlar, kendi
mevhûm-ı rü‘yetlerini hakikat sanırlar, bir kelimede boş hayaller âleminde
uçarlar. Halbuki hakikî hulya ve onun güzelliğini, şiirini yapan şey, insanın o
hulyayı gayr-ı hakikî bilmesidir. Yalan söylendiği için o hulyanın güzel
olduğu hissedilir. Hayatı o vakit, asla malik olamayacağı renklerle
süslemekten, asla vücüt bulmayacak şeyi tasavvurda uyandırmaktan zevk
alınır ve bilhassa o şeyi hakikatle karşı karşıya getirmekten hasıl olan acı
teheyyücü hisseylemek için bir zıll-i hayâl yaratılır.”
Şairin muhayyilesinde uyanan dünyayı ifade etmesinin zor olduğuna dikkati
çeker. Özellikle bu dünya insan ruhunun derinliğine nüfuz edip, o derinlikte
kaynayan ihtirasları ortaya çıkarmak olduğu zaman daha da zordur. Bu durumda
şairin hayattaki rolü daha çetin, daha muazzam bir şekil alır. Bu edebî haşmet
154
karşısında âlimlerin keşiflerini kolay bulunur hakikatlerden addeder. Ona göre güç
olan insanın kendi kalbinde geçen şeyleri, ihtirasları, tali ve kudretin esrarını
anlatmaktır. İnsan ruhunun binlerce sene içinde bile hakkıyla anlaşılamayacağını
söyler. (s. 306)
Şair, maddî bir asırda yaşandığı için maneviyatın da makinalaştığını düşünür.
İhtirasların, sevk-i tabiîlerin, temayüllerin adeta bir noktada temerküz ettiğine inanır:
Para. Maddî bir hayat hüküm sürdüğü için insanlar da dünyanın her yerinde parayla
ve para için yaşamaktadırlar. O, “bütün maddî kuvvetlerin cihâz-ı asabîyi teheyyüce
getirdiği nispette manevî kuvvetleri zayî ettiğini” düşünür. İnsanın bu teslimiyetine
sadece “hulya” nın değil, “sevda” nın da kurban edildiğini söyler. Sonuçta ne şiir, ne
tahayyül, ne de sevginin tatlı intizarı kalır. Aşkın öldüğü gibi şiirin de öldüğünü
vurgular. İhtiras halinde taşınan his, artık sadece bir macera halini almıştır.
Halit Fahri, genel olarak insanların hulyaya daldıkları zaman bunun sonucunu
beklediklerini, sonra yeniden hüsran dolu hayatlarına başladıklarını söyler. “Halbuki
dahiler ve bu meyanda şairler hulyalarını zayi etmezler, o hulyayı hayatta hakikaten
isâl etmek gibi “romanesk” bir hataya düşmeksizin yalnız sanatta hakikat haline
getirirler.” diyerek heykeltraş, ressam ve musikişinasın da aynı şeyi yaptıklarını
belirtir.
Yaşanılan asrın, maziye nispetle hülyaya daha az zaman bıraktığını
tekrarlayarak şaire ilham kaynakları keşfettirmeye kalkışmanın garip olacağını
vurgular. Onların serbest bırakılmalarını, ne zaman ve ne tahayyül edebilirlerse
bunun bile bir kazanç olduğunu düşünür. (s. 307). 267
267
Halit Fahri, “Hulyanın Ölümü”, SF, 1624/150 (29 Eylül 1927), s. 306-307.
155
Faruk Nafiz, daha önce şairi ele alırken onu “kadın” ve “erkek” olarak ikiye
ayırdığını hatırlatır. Kadın şairde, eserini bir noktaya getirince “canı sıkılmışlara,
asabîleşmişlere benzeyen bir hırçınlık” hali olduğunu ileri sürer. İfade ve şekilde
kırıklıklar, düşüklükler meydana getirse bile bu durumun kadın şiirinin “en sevimli”
özelliği olduğunu söyler. Erkek şair için bir “noksanlık” olan bu özelliğin kadın için
bir “kemal” olduğunu belirtir.268
Halit
Fahri,
şairin
emir
kulu
olmadığını,
onlara
istenilenin
yazdırılamayacağını söyler. Şairlerin kendi istediklerini, duyduklarını yazdıklarını
belirtir. Şairden nasıl düşünmesi, nasıl yazması istendiği halde buna karşılık onun da
bazı istekleri olabileceğinin gözardı edildiğini düşünür. Şairlerin kalplerindekileri
topluma verdiğini, toplumun da şaire takdir nişanesi vermeye borçlu olduğunu ileri
sürer. Toplumla sanatçı arasında yalnız bir cepheye değil iki cepheye de bakmak
gerektiğini belirtir.269
Enis Behiç, 25 Haziran 1931’de Hikmet Feridun’un açtığı ankete verdiği
cevapta, büyük şair, büyük sanatçı olabilmek için gerekli şartları sayar: 1. Yaradılışta
kuvvetli bir istidat, 2. Güzelliğe, güzellere iptilâ; 3. Sönmez bir yükselme ihtirası; 4.
Zarif, keskin, çevik bir zekâ; 5. İrfan sermayesini sürekli artırmak iştiyakı; 6. Sürekli
çalışma kabiliyeti; 7. Sanat uğrunda gerekirse rahatından, zevkinden, hatta
midesinden fedakârlık yapabilmek; 8. Nefsini yalnız sanata vakfetmek; 9. Büyük
dillerden hiç olmazsa birini iyi bilmek; 10. Türkçe’yi çok iyi bilmek ve şekle de
önem vermek; 11. Kendine yöneltilen tenkitleri dikkatle telâkki etmek; 12. Kendi
268
269
F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118(28 Şubat 1929), s. 274/14.
Halit Fahri, “Şairlere Karşı Ebedî Terane”, Uyanış, 1768/83(3 Temmuz 1930), s. 70.
156
kendini tenkit edebilmek. Enis Behiç, bu şartların hepsei sağlandığında büyük
sanarçı, büyük şair olunabileceğini savunur. Bunlardan yalnız biri bile eksik
olduğunda, şairin bu yönden sarsıntıya uğrayacağını, aksayacağını ileri sürer. Bütün
bunları birbirine bağlayan aslî bir kuvvetin varlığına inanır. Bunun, Allah’ın bir
kulunda tecelli ettirdiği bir mazhariyet olduğunu, tarif edilemeyeceğini söyler. Büyük
sanatçılarda bunun huzmelerinin hissedildiğini, fakat mahiyetinin bilinmediğini
belirtir.270
“Bizde millî şair diye Mehmet Emin Bey’e derler: Bu, artık bir alem
olmuştur. Mehmet Emin Bey belki millî şairin umumî tavsifine sığmaz gibi
görünür. Zira millî şair, sanıyorum ki, yabancıların istilâsına uğramış,
istiklâlini kaybetmiş ve başka bir harsı temessül etmek tehlikesine maruz
kalmış cemaatların içinden çıkan ve kendi kanını taşıyanlara kaybettikleri
şeyi var kuvvetile haykırarak hatırlatan söz ve saz adamlarıdır.”
diyen Faruk Nafiz, bunun için Macarların, Polenezlerin, Ermenilerin, Bulgarların
millî ediplerinin olduğunu; Fransızların, Almanların ve Amerikalıların olmadığını
belirtir. Bunun böyle olmasının Mehmet Emin Bey’in millî sıfatına etki
etmeyeceğini; onun “Ben bir Türküm!” diye bağırdığı zaman Türk ekseriyetinin
Osmanlı ekaliyetinin manevî istilâsına uğramakta olduğunu söyler. 271
Halit Fahri, büyük şair olmak için iki vasfa sahip olunması gerektiğini söyler:
a) Mensup olduğu milletin nazım lisanına sağlam bir inşa, pürüzsüz, temiz bir
ifade ve seyyaliyet vererek. Buna örnek olarak Tevfik Fikret’i gösterir.
270
271
Miras ve Güneşin Ölümü, Güneş Matbaacılık, Ankara, 1951, s. XXXVI.
Hikmet Feridun, Bugün de Diyorlar ki (Harpten Evvelkiler-Harpten Sonrakiler), s. 195.
157
b) Daha nadir bir kıymet olarak, bir milletin nazım lisanına bilhassa yeni
sesler getirerek yeni bir hayal ve his âleminin gizli kapılarından
seslenmesini
bilecektir. Ahmet Haşim’i bu ikinci sınıf şairler arasında değerlendirir. (s. 873)
Halit Fahri, Ahmet Haşim’in ölümünün ardından “millî şair”, “millî edebiyat”
diye yeni davaların ortaya atıldığını belirtir. “Acaba bunlar, milletine her yeni bir
görüş ve duyuş tarzı getiren ve yeni bir sesle hitap etmesini bilen san‘atkârın millî
olduğundan şüpheye mi düşmüşlerdir?” diyerek eğer böyle ise bundan garip, bundan
zavallı bir iddia olamayacağını, kendi görüş ve safsatalarının samimiyetsizliğin açık
bir delili olduğunu söyler. Onların Ahmet Haşim’i asla anlayamayacaklarını, (s. 874)
millî edebiyatta Haşim’e yer vermeyeceklerini belirterek, acınacak bir zihniyette
olduklarını ileri sürer. (s. 875).272
Şairin hayatıyla eserleri arasında bir tutarlılık olması gerektiğini savunan
Halit Fahri, yabancı bir muhitte yabancılar gibi yaşayan birinin yurdun herhangi bir
köşesini “sayıkladığında” samimi olmadığına inanır. Böyle “çapraşık ilhamlar” la
yazan şairin eserinin millî değil ancak “gösteriş” olabileceğini ileri sürer. 273
Halit Fahri, “iyi şair” konusuna değinir. “Esasen fikir ve duygu mahsulü
bütün eserlerde, aşağı yukarı bütün edebî nevilerde sözün bittiği yerde durmasını
bilmek başlıca hüner değil midir?” der. Bir hikâyenin sonunda, bir romanın bölüm
bitişinde, bir piyesin perde kapanışında hep aynı kuvvetli tesirin aradığını belirtir
ve “Oradan ötesini düşünmek okuyanın, gören ve seyredenin hakkıdır.” der.
“İhtiyar” şiirinin ilk üç kıtasını beğenen şair, dördüncü kıtayı o kadar
beğenmez. Şiirin hiçbir şiiriyeti olmayan bir beyitle bitmesine bir anlam veremez.
Ahenksizliği ilk kusur, düpedüz ve renksiz sözü ikinci kusur olarak görür. Şiirdeki
272
273
Halit Fahri, “Ahmet Haşim’in Hayatı”, Yeni Türk Mecmuası, 10 (Temmuz 1933), s. 873-875.
Halit Fahri, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager”, Uyanış, 2066/381(26 Mart 1936), s. 274-875.
158
bu hali güzel ve dimdik yolunda yürüyen bir adamın birdenbire belkemiği
sakatlanmış gibi yürümesi ve bu son adımıyla kaldırıma yıkılması gibi, bir
manzumenin böyle ayağının sürçmesini de ona benzetir.
Şair, daha sonra “Teselli” şiirinin son bölümünü verir:
“Senelerce bekleyiş... ah belirmeyen gölge
Bir mendil gibi artık kumsalda unutulmuş,
Dilde tekrarlanan dün, bu kirpiklerde nem ve,
Nihâyet bir söğüdün gölgesinde duruluş.”
Burada ince bir hissin çok samimi hayallerle ifadesini bulur. Son mısranın,
hayatı bir teselli ile sona erdiren yumuşaklığını beğenir. Bu şiirin bitişini, fikrin
tam bir mantıkla sona erişi olarak görür. Bir tek fazla mısranın değil, bir tek fazla
kelimenin bile bu zevki bozacağını söyler. Bir şiire başlayış kadar bitirişin de çok
önemli olduğuna dikkati çeken Halit Fahri, bu ihmal edildiğinde en güzel eserlerin
bile kıymetten düşebileceğini söyler. “İyi şair, sözün bittiği yerde sazı elinden
bırakmasını bilendir.” der.274
“Hiçbir lirik duygu, sadece genç kalplerin çarpıntısı değildir.” diyen Halit
Fahri, tabiatın güzellikleri karşısında vecde gelen şairin her yaşta tabiatı bir anlayışı
olduğunu savunur. Kadın aşkının yaradılışına göre bir şairin kalbinde ölünceye
kadar “bir meşale gibi yanıp tutuştuğunu” söyler. Bunun için seksen yaşını geçen
Abdülhak Hamit’in ve sayısız aşk maceralarından sonra yetmiş iki yaşındayken
genç bir kıza karşı kalbi çarpan Goethe’nin “ruhen” genç olduklarını düşünür. Halit
Fahri, bu ilhama bağlı cihetler yanında şairin işlene işlene incelen üslûbuna,
“mısralarının molozlarını ata ata ve pürüzleri temizleye temizleye inci kadar saf
274
“İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, Son Posta, 2874 (31 Temmuz 1938), s. 9.
159
şiire varışını” hatırlatır. Sanatçıların roman ve tiyatro gibi edebî türlerdeki en derin
eserlerini otuzundan hatta kırkından sonra yazmalarına dikkati çeker. Çünkü bu
türler insanları ve olayları uzun tetkiklerden sonra kıymet aldıklarını belirtir.
Sanatçının, bu arada şairin kabiliyetini yaşla ölçmeyi doğru bulmaz. “İnsan var ki
yirmi yaşında ihtiyardır, insan var ki yetmişinde yirmisindeki kadar heyecanlıdır.”
diyerek hayatı kavrayış, canlandırış, tahlil ve tetkik edişte yaşlı sanatçıların
gençlerden üstün olduğunu ileri sürer. Sporcu için geçerli olan ölçülerin sanatçıda
bir şey ifade etmediğini, ruhun hızının sanatçının en büyük kudreti olduğunu
söyler. Bu hızın zamanla arttığına, eksilmediğine dikkati çeker. Sanatçının
ruhundaki ateşin geçici bir heyecan olmaması gerektiğini belirtir. Bazı şair ve
yazarların vaktinden önce susmalarını; değil değerli bir eser vermek, hiç eser
vermemelerini onların yaradılıştaki zaaflarında aranması gerektiğini savunur. Şair,
özellikler lirirk şair, için bazen yaratıcı bazen ruh söndürücü olayların hayatta her
zaman rastlanacağına değinerek onların “gevşememelerini” ister. Böyle olduğu
taktirde “işlerinin bittiğini” düşünür. Bundan sonra şairin susmayı bilmesi
gerektiğini; “eski eserlerini hasretle hatırlatacak zoraki” mısralar yazmaktan daha
doğru bulur. Sanatçı için gençliğin sadece ruhunun gençliği olduğuna inanan şair, o
ruhun olaylar karşısındaki kuvvetinin eseri o nispetle büyük ve zengin yapacağını
belirtir. Meselenin sadece bir kudret ve deha meselesi olduğunu söyler.275
Halit Fahri, daha sonra iki tür şair olduğuna değinir.
a) Has şairler: Lisanları pürüzsüz, hayalleri işlenmiş ve ilhamları ilk
mısralarından son mısralarına kadar ölçülü olanlar.
275
OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyatçının Yaşı”, Son Posta, 2881(7 Ağustos 1938), s. 7.
160
b) Doğuştan şairler: İsmail Safa gibi şairi maderzatlar, bunlar belki çok lirik
veya çok romantikler, fakat her türlü ölçüden uzaklaşanlardır.
Şair, Salih Zeki’yi ikinci gruba sokar. Şiirinin zaafını içinin fazla coşkunluğu
ve fazla şairliğinden doğduğunu söyler. Onun, Klâsik Yunan ve Lâtin şairlerini
örnek almasına bakıldığında konularında hudutların muayyen ve ölçülü olması
gerektiğini belirtir. Şairin bu geniş klâsik sahaya atıldığından beri kendini aradığını
ama bir türlü bulamadığını düşünür. Bu tereddüdün iki ihtimali üzerinde durur:
a) Çok yazması ve mısraları üzerinde gereği kadar durmaması,
b) İlk çağların atmosferine girdiğini sandığı noktalarda bile bugünün adamı
olması, sanatında bugünkü havayı geçmiş havaya karıştırması. 276
Halit Fahri, her şairin
yalnız kendi şahsiyeti noktasından
tedkik
edilebileceğini savunur.277
Faruk Nafiz, sanatçının eserindeki hususiyeti gayri tabiîlikle değil, tabiî
olarak
temin
etmesi
gerektiğini
savunur.
Samimi
olmayan
şahsiyetin
şahsiyetsizlikle eşit olduğunu düşünür. “Garip görünmeye çalışan sanatkâr öyle
canbazlara benzer ki birkaç numaradan sonra bütün alâkayı da, alkışı da tükenmiş
görmeğe mahkûmdur.” der. 278
Halit Fahri, şairin ilhamını nerede ararsa arasın sonuçta eserini kalbin
teessürü ve gözlerin görüşü sonucu meydana getirmesi gerektiğini söyler.279
276
277
278
279
OZANSOY, Halit Fahri, “Rüzgâr”, Son Posta, 2942 (7 Birinci Teşrin 1938), s. 8,13.
OZANSOY, Halit Fahri, “Recaizade Ekrem”, Son Posta, 3056(3 Şubat 1939), s. 9.
ES, Hikmet Feridun, “B. Faruk Nafiz Diyor ki”, Akşam, 7304 (17 Şubat 1939), s. 7.
OZANSOY, Halit Fahri, “Zevksizlik”, Son Posta, 3085(4 Mart 1939), s. 8.
161
Şair, “bazı kişilerin şairi, hayatı sadece bir hayal çerçevesi ve pembe bir
duman hâlesi içinde gören, az çok fevkalbeşer, yemez-içmez, melâike gibi, cemiyetle
alâkasını da yalnız Ahmet Haşim’in
“Seyreyledim eşkâl-i zamanı
Ben havzu hayalin sularında”
beytindeki mefhuma mutlak surette bağlılıkla tevehhüm ettiklerini sandıklarını”
hatırlatır. Bunun doğru olmadığını belirtir. Şair ne kadar romantik bir devirde
yaşasa da muhakkak ki onun da nazarları cemiyete şu veya bu şekilde çevrilir.
Yalnız içtimaî hareketlere kendisince bir mana vermesi ihtimalinin fazla olduğunu;
bunun da o romantik devirlere göre düşünülebileceğini, bugün kudretinin
kalmadığını belirtir. Hayatın nâzımı olan bütün fizyolojik hareketler gibi psikolojik
hareketler, şairde de nasirde de etkilerini belli ederler.
“Düşünen dimağ aynı zamanda hissedendir, nasıl ki hissin miyarını
düzelten ve onu her türlü müfrit heyecanlardan ve hattâ felâketlerden
koruyan da sadece muhakemedir. Bu böyle olunca, şairin de eserlerinde
düşünmeğe ve düşündürmeğe hakkı olduğunu teslim etmemiz lâzım gelir.”der.
Halit
Fahri,
“düşündürmek”
ve
“düşünmek”
konusunda
şairin
düşündürmesinin ve düşündüklerini tespit etmesinin kuru ve düz bir nasirin
muhakemesine benzemediğini belirtir. Renkli bir lisanla fikirlerini ortaya
koyduğunu, mısra ve beyit çerçevesi arasında o fikirleri mümkün olduğu kadar
sıkıştırıp, âdeta vecizeleştirmek mecburiyetinde kaldığını söyler. Kullandığı ifade
vasıtasının en mühim rollerinden birinin bu olduğunu vurgular. Yakup Kadri ve
Piyer Loti’nin nasir olmaktan daha fazla bir kudretle şair olduklarını düşünür.
Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından adlı eserindeki parçaların, nazım çemberine
162
girmemiş olduğu halde en ahenkli şiirin musikisine erişmiş birtakım küçük
şaheserler olduğunu düşünür. Bu parçalarda şiir diline ait teşbih ve istiare gibi
birçok mecazlar fevkalâde bir örüşle bu nesrin nescini kaplamıştır.
Halit Fahri’ye göre “Nâsir nasıl yazılarında şiirin elemanlarını kullanırsa,
şair de icab ettiği zaman nesrin muhakeme kapısından aynı hakla serbestçe
girebilir.”
Bunu yaparken en kuru, en mücerred bir fikri bile kanatlandırıp
ahenkleştirdiğini söyler. Bazı şairlerin nesirleriyle şiirleri arasında sıkı bir bağ
olduğunu, yakın benzerlikler bulunduğunu, birbirlerini tamamladıklarını hatırlatır.
Hem şair hem nasir olanların edebiyat tarihine şahısları, eserleri ve içinde yaşamış
oldukları toplum bakımından yararlı belgeler bıraktıklarını belirtir. Bu belgelerin
hem artistik hem didaktik değer taşıdığını düşünür. Böyle şair-nasirlerin kudretinin
inkâr edilemeyeceğini belirterek nesirde de şiirde de canlı ve renkli bir üslûpla
yazabilmelerinin önemli olduğunu söyler. Bütün meselenin her iki ifade şeklini de
aynı derinlik ve incelikle kullanabilmeleri kadar her iki cephede de samimi
olabilmeleri olduğunu savunur. 280
Halit Fahri, bir gazetenin açtığı ankette, sorulan “Şair Tevfik Fikret’in heykeli
mi dikilmeli? Eserleri mi yakılmalı?” sorusunua verilen cevaplarda, millî şair
olmadığı için heykelinin dikilemeyeceği; hatta eserlerinin yakılması gerektiği
cevaplarının alındığını söyler. Cevaplara şaşıran şair, “Bir milletin şiir diline inkâr
edilemez bir yenilik, bir tazelik, bilhassa hepsinden güzeli bir lâiklik getiren
san‘atkârın eseri yakılır mı?” der. Bunu sanatçının eserlerini anlamamazlık,
duymamazlık olarak değerlendirir. Fikret’in “millî heyecan” la yazılmış “Sis”, “Bir
Lâhza-i Taahhür”, “Millet Şarkısı”, “Doksanbeşe Doğru” adlı şiirleri gördükleri,
280
Halit Fahri “Şairin Nesri”, Son Posta, 3224 (21 Temmuz 1939), s. 9.
163
bunların muhitte uyandırdıkları heyecanlı akislere şahit oldukları halde ona hücum
edenlerin hiç eksik olmadığını söyler. Onun gibi beynelmilel birinin millî adam
olamayacağını savunduklarını belirtir. Fikret’in böylece “millî şairlik tahtı” ndan
hatta, “Türklük” camiasından uzaklaştırıldığını düşünür. Onun millî duygularından
şüphe edenlere Balkan Harbi sonrasında yazdığı “Rübab’ın Cevabı” nı hatırlatır.
Halit Fahri, Fikret’in vatan ve milliyet aşkıyla şiir yazmayıp sadece tabiat,
kadın, aşk konularında eser vermiş olsa bile elinden millî şairlik vasfının
alınamayacağını söyler. Millî şairin yalnızca millî konuları işleyen şair olmadığına
dikkati çekerek şiirlerinde işlediği tabiat, kadın, su, yaprak, güneş, her şey vatanın
akislerini taşıyorsa o şairin millî olduğunu savunur. Fransa’da, 1920’de “Millî şair
kimdir?” sorusuyla açılan ankette en fazla oyu Alfred de Musset’nin almasını
örnek gösterir. Musset’nin bütün romantik şöhretini, her şeyden önce aşk şairi
olmasında olduğunu hatırlatır. 281
Halit Fahri, bir başka yazısında, şair olduğuna pişman olmadığını, maddî
hiçbir refah temin edemeyen, yalnız ruha gıda veren bu sanatın, sonunda öz ve az
sözün uzun ve manasız hitabet sağanaklarından değerli olduğunu öğrettiğini
savunur. En inatçı sükûtundan birkaç beyitlik bir nazımla kurtulabildiğini söyleyen
şair, yüzyıllarca nice hicivlerin şairlerin için için ezilişinden doğduğunu ileri sürer.
“Şarlatanlara ve budalalara karşı insanlığın his ve zekâ yolundan en tesirli silâhı
da belki budur.” der. Doğru düşünen ve derin hissedenin uzun söylemediğini
belirterek bunun için her şairin az çok kendini sanatın kahramanı zannettiğini
belirtir.282
281
OZANSOY, Halit Fahri, “Fikret’in Hatırasına Hürmet edelim!”, Son Posta, 3308(13 Birinci
Teşrin 1939), s. 5.
282
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343.
164
Halit Fahri, “Şark ve Garp Edebiyatlarının ikisine de şâmil” olan “eskiler” in
şiir telâkkisinin son asrınkilerden samimi olduğunu ileri sürer. Eski şairlerin, ister
maddeci ister mutasavvıf olsun, bir nazariyenin esiri değil de yalnız ruhlarının
heyecanına kapıldıklarında en içten şiiri söylediklerini belirtir. Fuzuli, Yunus Emre
ve Nedim’in sevilişini buna bağlar. “Hiçbir estetik içinde mahpus olmayan bu
bülbüller, baharda da hazanda da en cana yakın, en yanık veya rind bir sesle
ötmesini bilmişlerdir.” der. Şair, bunun yanında, “bedî ve beyan nazireleri arasında
şairlikten ziyade allâmecilik yapmak isteyenler” i hatırlatır. “O ne lâfız ve mâna
sanatları, o ne hikmetler, o ne tasavvuf bilgileri?.. hissedersiniz ki, bunların
secilerine ve cinaslarına kadar birçok şiirlerinde sunilik buram buram tütmektedir.
Genzi tıkayan bir buhurdan gibi…” der.283
Halit Fahri, şairle ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur:
“Şairin vazifesi adeta dinî bir vazifedir. Dinin insanları birbirine
bağlayan bir rabıta ve aynı zamanda derin ve hürmetkâr bir iman ve itikat
olduğuna göre, şairin insanlar hakkındaki bilgisinde de adeta dinî bir his
beslenmesi, hemcinslerine o kadar samimi bir duygu ile bağlı bulunması
zaruridir. Zaten şair, kendisinde, ruhunu umum insanların ruhuna ve bütün
dünyaya bağlayan kuvvetli bir rabıta duymaktadır. Aynı zamanda, fikrin
hakimiyetine karşı çok şiddetli bir inanışı vardır. Ve işte bütün güzel
sanatların da böyle dindarane bir şefkatten doğduğu kabul edilince, şairin de
kainata karşı mutlak surette dinî bir heyecan beslemesi pek tabiî görülmek
lâzım gelir.”
Halit Fahri, şairle ilgili düşüncelerine şöyle devam eder:
283
OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlik, Şairânelik ve Şiirde Âlimânelik”, Son Posta, 3349(25
Teşrinisani 1939), s. 7.
165
“Hakiki şair, “meçhul”ü halletmekle mükelleftir. Elinde ölgün ziyası
raks eden bir meşaleyi başının üstüne kaldırarak karanlıklar içinde ilerler.
Ekseriya biz onu takip ederken arkasında sendeleriz. Fakat bazen bir şimşek,
bir parıltı içinde en cazip ve kuvvetli harikaları bile açıkça görürüz.”
Şairin hem kendisi hem okuyan için inleyerek aradığını; anlamak ve
yaşatmak hususunda okuyucuya bu suretle yardımcı olduğunu ileri sürer. 284
Şiir ve şair hakkındaki bir yazısında, “şair” in başka, “şair adam” ın başka
olduğunu ileri sürer. Şairde “cemiyet ve tabiat karşısında insanın binbir duygusunu
dillendiren bir şahsiyet” görüldüğünü; şair adamdaysa “ekseriye bir yapmacık ve
fazla bir saflık sezildiğini” belirtir. “ “Şair” bizdendir, bizim hepimizin hayat
içindeki his ve hayal âlemlerimizden şu veya bu safhayı açan, süsleyen, onları yeni
ve taze bir şekle koyandır. “Şair adam” ise, bu hayatın içinden hayata bakmadan
geçen ve en hazini kendi hislerini bile müphem bir hayal dalgası içinde kaybeden bir
zavallıdır.” der. Şairin heceyan anlarında yarattığı âlemin dışında, toplumun bütün
fertleriyle ortak geçen hayatında tam bir realist ve doğru görür adam olmasının onun
değerini eksiltmediğini, aksine ona kuvvet ve hakikat eklediğini savunur. 285
Elmas Yıldırım’ın “Lânet Şairliğime” başlıklı şiirini değerlendirirken şairin
toplum önündeki görevine değinir. Şiirde geçen:
“Lânet şairliğime, şiirime, hevesime,
Neredesin ey sevgilim, ses ver benim sesime...”
mısralarındaki “lânet” kelimesi üzerinde durur. Kelimeyi yadırgamaz. Kendi
nesillerinin de vaktiyle gençlik şiirlerinde bu kelimeyi kullandıklarını belirtir.
Kendisi de bir şiirinde:
284
285
OZANSOY, Halit Fahri, “Bugünün Şiiri Nasıl Olmalı?”, Son Posta, 3854 (23 Nisan 1941), s. 7.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şair ve Şiir Hakkında I”, Son Posta, 4242(28 Mayıs 1942), s. 3/1.
166
“Utan, benden değil, aşkımdan utan,
Lânetle titresin dillerde adın,”
şeklinde geçen “lânet” in karşısındaki muhayyel bir kadına ait olduğuna, kendine
olmadığına dikkati çeker. “Lânet Şairliğime” şiirinde içte olan lânet okumak hissini,
kişinin kendine, kendi şairliğine yönelttiğini belirtir. Eskiden şairlerin kendilerine
lânet etmediklerini, kendilerini övdüklerini söyler.
Şairin kendini lânetlediği bir devirde şiirin nerede aranacağını sorar. Şairin
“hayır ile şerrin çarpıştığı bütün dehşetler fırtınalar karşısında her şeye lânet etmesi,
yalnız kendisine etmemesi” gerektiğini savunur. “Şiirin ve şairin de kendi dili ile
lânete uğradığı bir cihanda artık takdis edecek hangi güzellik, hangi büyüklük
kalabilir?” der. Bir “fantezi” bile olsa, şairin kendisine lânet etmesini çok acı bir
şikâyet olarak görür. Bugünkü şairden eski şairlerin övgülerini beklemese bile
sanatına lânet etmemesini ister. Her devirde, her millette şairlerin teselli kaynağı
olduğuna dikkati çeken
Halit Fahri, yorgun ruhlara onların mısralarının sükûn
verdiğine inanır. Onların ferdî ıstıraplarında bile millî bir değer, bir denklik görür.
Çünkü onlar millî dili canlandırmaktadırlar. Şairin kendini sevmesini, kendine ve
sanatına inanmasını ister. Bunu bir görev olarak algılar. 286
Halit Fahri, “şair” le “şair adam” arasındaki farkın önemli olduğunu düşünür.
“Çünkü şairde, cemiyet ve tabiat karşısındaki insanın binbir
duygusunu dillendiren bir şahsiyet görürüz, şair adamda ise ekseriya bir
yapmacık ve bazan fazla bir saflık sezer gibi oluruz. Şair bizdendir, bizim
hayat içindeki his ve hayal âlemlerimizden şu veya bu safhayı açan süsliyen
ve onları yeni, taze bir şekle koyandır. Şair adam ise bu hayatın içinden bu
286
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirin ve Şairin Hâli”, Son Posta, 4277 (5 Temmuz 1942), s. 3/1.
167
hayata bakmadan geçer ve en hazini, kendi hislerini bile müphem bir hayal
dalgası içinde kaybeden zavallıdır. O halde şairin heyecan anlarında
yarattığı âlemin dışında, cemiyetin bütün fertlerile beraber müşterek geçen
hayatında tam realist ve doğru görür bir adam olması da onun kıymetine bir
eksiklik değil bilâkis bir kuvvet ve hakikat ilâve etmektedir.”
Daha sonra şairle diğer sanatçılar arasında bir karşılaştırma yapar. Bir
heykeltraş veya ressamın eserini bir anda meydana koyamayacağını söyleyen Şair,
bazı sanatlarda, sanatçıın her an eseriyle bizi karşı karşıya getirebileceğine değinir.
Bestekâr ve şairi bu zümreye alır. Bestekâr herhangi bir yerde bize eserini
dinletebilir. Şair de şiirini herhangi bir mecliste okuyabilir. İlk şartın, onunla cemiyet
arasında, karşılıklı bir anlaşma, bir dostluk ve bir sevginin evvelden tecessüs
edilmesi olduğunu belirtir. (s. 122).
Halit Fahri, sanatkâr ve devri hakkında şunları düşünür:
“Bir devrin herhangi bir sanat cereyanına karışmış olan hiçbir
sanatkâr yoktur ki, bu yolda başlangıcından sonuna kadar bilhassa kendi
geçirdiği safhaları daha iyi hissetmesin . Bu san‘at yoluna ne arzu ve
temayüllerle girmişti., sonra ne safhalardan geçti, ne yapmak istedi ve
sonunda kendisini hangi noktada buldu? Bunu, münekkit kadar ve bazen
münekkitten de ileri bir hamle ile ancak san’atkârın kendisi yapabilir”.
(s.125) 287
İnsanlığı inleten faciaların
şaire ilham vermemesinin kabil olmadığını
belirtir. “Şairi yalnız uzletlerin tadı değil, cemiyetin kalp çarpıntıları da heyecana
getirir.” diyen şair bu kalp çarpıntılarının müşterek olduğunu; birbirlerinden aldıkları
287
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 1”, Servetifünun , 2397-712, (30 Temmuz
1942), s. 122, 125. (Halit Fahri Ozansoy bu konuşmayı 24 Mayıs 1942 Pazar günü Sarıyer
Halkevi’nde yapmıştır.)
168
kadar da verdiklerini söyler. Bunun böyle olmadığı düşünüldüğünde şairlerin
dünyanın en yalnız ve bedbaht insanları olacağını düşünür.288
Lirik şair üzerinde dururken Julien Benda’nın Les Nouvelles Littéraires’te
yayınlanan, 11 Temmuz 1931 tarihli “Barış ve Edebiyat” adlı makalesinden söz eder.
Julien Benda, sadece edebî sebeplerle barıştan hoşlanmayanlardan, hatta barışa karşı
diş bileyenlerden bahsetmektedir. Bunlar:
1. Lirik şairler, fakat kuvvetli heyecanlara susamış olanlar.
2. Yazmayanlar ya da yazamayanlar,
3. Kahramanlık moralistleri.
Muharrirlerin kendi kendilerine “Muharebe olmasa lirik şairler ne
yaparlardı?” sorusunu sorduklarını belirtir. Julien Benda, bazı değerlendirmeler
yapar. Barıştan, çalışmaktan, aile ocağının güzelliklerinden ve kır hayatından
bahseden pek büyük şairlere de rastlandığını itiraf eder. “Fakat, bu lirizm ötekinden
daha az sarsıcıdır ve barışsever şairler bunun için daha az meşhurdurlar” der. İkinci
gruba ayırdığı barış düşmanları ruhları sıkıntılı olanlardır. Böyleleri için barış,
usandırıcı, yeknesak bir hayatın devamıdır. Üçüncü gruptakiler, vazifeleri itibarıyla
romantiktirler. Düşünceleri, “Gençliğin kanı kaynamalıdır” prensibine dayanır.
Sonuçta yazar edebiyatçıların harbe karşı olan hayranlıklarına bir sebep arar
ve hareketle yerinde oturmanın farkını ortaya çıkarır. Edebiyatçı masa başı adamıdır.
Şair de, çoğu zaman, tabiatın içinde dolaşırken bile bir ağaç gölgesinde hülyaya
dalandır.289
288
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 13”, SF-Uyanış, 2414 (26 İkinci Teşrin
1942), s. 23.
289
“Edebiyat Aşkına Barışı Sevmeyenler” Son Posta, 4577, (6 Mayıs 1943), s. 4.
169
Şairin hayatıyla eserleri arasında tutarlılık olması gerektiğini düşünen Faruk
Nafiz, Fuzuli’nin sevdiği kızla evlendiği halde ömrünün sonuna kadar neden hasret
şiiri yazdığını merak eder. “Vuslata kavuşmuş bir âşıkın fasılasız bir surette
hasretten bahsetmesi, bu hasretin hayatî değil, hayalî olduğunu gösteriyor.” der.290
Orhan Seyfi, ilhamına tabi olan bir şairin çok şey söyleyebileceğini, onun bu
şöyleyişlerini farklı bir amaç için kullanmanın doğru olmadığını belirtir. Şairlerin en
mutaasıp devirlerde dahi güzel şiirler yazmak için az çok istediğini söyleme
hürriyetine ve hakkına sahip olduğunu söyler. Fuzuli’nin şiirlerine bakarak onun
“güzellerin peşinde koşan bir hovarda saymanın”;
Baki’nin ya da Şeyhülislâm
Yahya’nın gazellerine bakarak ulema sınıfından bu iki şairin de “meyhane meyhane
dolaşan bir ayyaş farzetmenin” yanlış olduğunu belirtir. “Şair, bir anın heyecanını
nakleden adamdır.” diyerek yazdığı şiirin yalnız o anın heyecanına ilhamına tabi
olduğunu söyler. Şairin gönül adamı olduğuna; ücretli propaganda memuru
olmadığına dikkati çeker.291
“Şairin alnında biraz sanat kırışığı, biraz da ilhamın muattar ter damlaları”
olması gerektiğini söyleyen Orhan Seyfi, şairlik tacının bu başlara yakıştığını
düşünür. Şiirin “kolay ve mebzul” bir şey olduğunda “bu giranbaha tacın bir karnaval
külâhı gibi bir nevi sarhoşluk ve lâübaliliğin remzi haline gireceğini” belirtir. 292
Orhan Seyfi, şairin eserinde okuyanın seviyesinden yukarı çıkmadığı zaman,
az çok tahmin edileni söylediğinde, dikkate alınmayacağını ileri sürer. Şairin zekâ
ışığıyla, şaşırtıcı bir atlayışla okuyucuyu aşabileceğine inanır. Şairin okuyucudan
daha güzel bir dille konuşması; onun görüşünden, buluşundan ileri geçmesi
290
291
292
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Şair Gözü İle Kadın”, Yedigün, 539(5 Temmuz 1943), s. 6.
O. S. O., “Tevfik Fikret”, Çınaraltı, 98(7 Ağustos 1943), s. 9.
ORHON, Orhan Seyfi, “Şiir Kitapları”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 3.
170
gerektiğini belirtir. Okuyanın “Bunu ben de böyle söylemek isterdim.” demesi
gerektiğini söyler. Şairin klişelerden kaçınmasını; şiirin son bölümünü, söylenenleri
bir araya getirip yeni bir lirizmle tazeleştiren kuvvette yazmasını ister. 293
Halit Fahri 1944’te, o günkü şiirde “kendini arayış” hamlesi olduğunu
belirttikten sonra şiirlere bazen melânkolik, bazen ıstıraplı, bazen tatlı bir ruhun
hâkim olduğunu söyleyerek bunun reddedilemeyeceğini vurgular. Şaire müdahale
hakkının olmadığına dikkati çekerek iyi niyetle sunulan mahsullerin sevgi ve umutla
alınması gerektiğini belirtir. “Mizacı ve havası melânkolik olan bir şaire, neşe şiiri
yazdırmaya kalkmak, dişi ağıran bir adamı, şarkı söylemeye zorlamak gibi olmaz
mı?” der. 294
Sanatçının yalnız heyecanla değil, daha çok sistemli bir çalışmayla istediği
eserleri yazabileceğini savunur. “En büyük heyecanlar bile, bu sabrı alkışlamadıkça,
bu yorgunluğa, bu tatlı san’at çilesine katlanmadıkça, bir şaheser değil, şöyle böyle
orijinal denebilecek en ufak mikyasta güzel bir esercik bile yaratamaz.” der. Bazı
şairlerin heyecanı mutlak kıldıklarını söyleyerek insanın hayatta her zaman heyecanı
yakalayamayabileceğini
rastlanamayabilir.
Gerçek
hatırlatır.
sanatçı
Hayatta
daha
küçük
her
zaman
heyecanlardan
Kleopatralara
da
şaheser
yaratabilecektir.295
293
O. S. O., “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7.
“Edebî Anketimiz: “Halit Fahri Ozansoy’un Cevabı”, (Kon.: Şinasi ÖZDEN), Varlık, 264-265 (
1-15 Temmuz 1944), s. 383.
295
OZANSOY, Halit Fahri, “Köhne Fikirler ve Eskimiş Mevzular”, Son Posta, 5118 (4 İkinci Teşrin
1944), s. 4.
294
171
Eskiden şiirin his, hayal ve ahenk ölçüsüyle tartıldığını söyleyen Halit Fahri,
“büyük şairlerin sesinde az çok bir veli, hatta bir nebi sesi bile bulanlar” olduğunu
belirtir.296
Orhan Seyfi, şairlerin klişeye düşmekten kaçınmalarını ister. Kuru bir
realiteyi anlatırken bile hayalden kanatlar takmaları gerektiğini belirtir.
297
Halit Fahri, şairin küçük bir şiirle bütün bir ruh halini anlatabilmesi
gerektiğini belirtir. Öz şairin görünüşte en basit günlük bir olayın hazin şiirini
kavrayan kişi olduğunu söyler. Şairin neşe gibi ıstıraplarını da hayattan, toplumdan
getirmesini ister. Şairin bir iki basit kelimeyle bir levhayı canlandırabilmesi onun
aynı zamanda bir ressam olduğunun göstergesidir.298
“Dünya maddileşeli, sertleşeli, büsbütün acılaşalı, kaygulaşalı, köşe
bucak, yer yer, muhit muhit, diyar diyar dertlere düşeli; adetâ insanlar
gemisini kurtaran kaptan haline geleli herşey eskiyor, yıpranıyor, gevşiyor,
bu arada dostluklar bile... Yalnız hastalara sazı ile ve nefesi ile teselli ve şifa
dağıtan eski ozanlar gibi, şimdi de, bütün iddialara, anlamamazlıktan,
duymamazlıktan gelmelere rağmen, bir dost, hiç eski ve asil çehresini
kaybetmiyor, çünkü insanlık dün gibi bugün de o menfaatsiz, içli ve kardeş
varlığa muhtaçtır: Allahın şair denen kuludur o...”
diyen Halit Fahri, her yerde şiirle karşılaşılabileceğini söyler. Şiir ve şairin, “tabiatın
üstünde bir çağlayışla, bir Tanrı musikisi gibi” her durumda ve her yerde insanlığın
296
OZANSOY, Halit Fahri, “Zavallı Şiir”, Son Posta, 5262(31 Mart 1945), s. 4.
“Sonra? Şair Celâl Sılay’ın Yeni Şiir Kitabı”, Yeni Çağ, 11/1(13 Nisan 1946), s. 9.
298
OZANSOY, Halit Fahri, “Çok Güzel Bir Şiir Kitabı: Rahatı Kaçan Ağaç”, Son Posta,
5637/255(31 Aralık 1946), s. 7.
297
172
ruhunu okşayıp sardığını belirtir. Şiiri, bütün sanatların, dinlerin ve medeniyetlerin
hiç eskimeyen, eskimesi de mümkün olmayan bir mucizesi olarak görür.
Sonsuzluğunun da bundan ileri geldiğini düşünür. Şiirin “eskisi yenisi” olmadığını
belirterek kaynağını öz samimiyetten, yürekten aldığı sürece yaşayacağını düşünür.
Şiirin mesafeler ve zamanlar üstünde bir hayatı olduğuna inanır. yapamayacağını Şiir
ve şair olmadığı taktirde hayatın sürüklenmesi çok güç bir yük olacağını vurgular.
İnsanların günün yorgunluğunu ve hayatın sıkıntılarını bazen bir iki derin mısraın
musikisiyle avutabildiklerine belirtir. Bunun için şairin biraz “tanrısal adam”
olduğunu düşünür. “Bütün nebilerin sesinde ve kitabında canlanan kudretin şiirli bir
tılsım” olduğuna inanır.299
Şair, 1947’de, sanata şiirle adım atanların XVIII. yüzyıl romantizmi içinde
olduklarını söyler ve buna şaşırır. Genç şairlerin, “bugünün enerji dünyasının çetin
ıztıraplarını değil, kaybettikleri Leylâlarını arayan gönüllerin, hülyalı gurbet
yollarında inildeyen âşıkların evvelce binbir kere söylenmiş duygularını” tekrar
ettiklerini belirtir. Bunu edebiyatın tam anlamıyla gerçek olamayışına bağlar. Genç
şairlerin elem şiirlerinin sahte, özenti olduğunu düşünür. Yazdıklarıyla yaşadıklarının
tutarsız olduğunu; samimi olmadıklarını ileri sürer. Elemi “yapma çiçek gibi
göğüslerine taktıklarını”, böyle yazanlara gerçek şair gözüyle bakılamayacağını iddia
eder. (s. 5). Samimi edebiyatın yaşanılan hayata uyan hayat olduğunu, uydurulan
hayat
olmadığını
savunur.
Samimiyetin
olmadığı
yerde
gerçek
edebiyat
olamayacağına dikkati çekerek şairlerin oldukları gibi görünmelerini ister. (s. 6).300
299
300
“Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, Son Posta, 308 (22 Şubat 1947), s. 5.
“Elem Şiirleri ve Samimiyetsizlik”, Son Posta, 476(9 Ağustos 1947), s. 5-6.
173
Orhan Seyfi, şairin görevinin, ruhunun objektifine çarpan her mevzuu
kuvvetle aksettirmek olduğunu belirtir. 301
Halit Fahri, Papa Célestine VI’nin şairlere hitaben söylediği “Şimdi
anlıyorsunuz ya, niçin, cezanın sert gölgesine çivilenerek delinmiş olan bu dünyada
tekrar saadeti onarmak üzere şiiri çağırıyorum.” sözünün şiirin ve şairlerin,
oynayacakları ve oynamaları gereken büyük, insanî rolü kuvvetle belirttiğini
düşünür. (s. 4) “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” sözünü hatırlatarak şairin
sözünün yalan olduğunu söyleyen bu “köhnemiş” düşünce kadar şairleri incitecek bir
tariz olamayacağına dikkati çeker. Asıl bu sözün yalan olduğunu belirtir. İçindekini
ses, nağme, renk ve hayal şeklinde ifade eden şair kadar samimi bir şeyin olmadığını
vurgular. (s. 7).302
“Şiiri yalnız sevmenin değil, ona saygı duymanın da sanatkârın ilk vazifesi”
olduğunu belirtir.303
“En nefis eserler vücuda getirse de, bugünkü şair, yine, sanatından başka bir
mesleğe dayanmadan, bir baltaya sap olmadan yaşayabilir mi?” (s. 4) diyen Halit
Fahri, “Yetim sanat bizdedir.” diyerek bütün sanatçıar ve sanatseverlerin, millî kültür
ve sanat adına bu “facia” yı önlemelerini ister. (s. 6).304
Yusuf Ziya, eserlerini yazışı hakkında bilgi verirken sanatçının nasıl olması
gerektiğine de değinir. Şair eserlerinde yer alan yakınları ve yakınlarının hayatının
hayli değiştiğini belirtir. Ona göre sanatçı “Hakikatleri hayal menşurundan geçirip
301
302
303
O. S. O., “Mehmet Akif”, Yeni Çağ, 2(9 Şubat 1948), s. 7.
OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlerin Sesi”, S. P., 808 (11 Temmuz 1948), s. 4, 7.
OZANSOY, Halit Fahri, “Geçen 1950 Yılında Şiirimize Bir Bakış”, S. P., 1711(8 Ocak 1951), s.
7.
304
“Yetim Sanat Bizdedir!”, S. P., 1795(2 Nisan 1951), s. 4, 6.
174
ondan renk, ışık alır. San‘atkâr
realiteyi tanzim eder.”
Hayattaki olayların
muntazam olmadığını belirten şair, sanatçıın ev yerleştirir gibi vakaları
yerleştireceğini söyler. Tiplerin yaratılamayacağına; hiçbir insanın Allah kadar
kuvvetli olmadığına dikkati çeker. (s. 143). İnsan ancak birbirine benzeyen iki mizacı
birleştirerek bir ikinci tip oluşturabilecektir. (s. 144).305
Şiirin izahının şiirden çok kez ayrı bir şey olduğunu belirten Orhan Seyfi,
bazen şiirden de güzel olabileceğini ama şiir olamayacağını söyler. Şairin şiirinin
güzelliğini başkalarının yardımıyla anlatmasını doğru bulmaz. Şairin önüne
başkasının geçmemesi gerektiğini savunur. Onun “sanat bayrağını ele alarak en önde
yürümesini” ister. İzah, tefsir ve nazariyelerin onu takip etmesi gerektiğini düşünür.
Şiirleri izah edilen şairlerin kendi sanat yolunu bulamadığını, “bellerine izah
kemerleri geçirilmiş, toraman toraman emeklediklerini” ileri sürer. 306
Radyoda şiir saati yapan Behçet Kemal Çağlar’ın bir tür yurt gezisine çıkıp, il
il dolaşıp yeni şiir ürünleri derleyerek işi içinden çıkılmaz bir hale getirdiğini belirtir.
Şair, şiiri coğrafi bölgelere ayırarak o iklimlerden yeni sesler duyurup, yeni sanat
pırıltıları getirmenin imkânsız olduğunu söyler. “Çünkü şair, Amasya’nın elması,
Bursa’nın şeftalisi, Malatya’nın kayısısı gibi, lezzeti, üsaresi, kalitesi bakımından
mahallî mahsullerimizden değil, Türk dilinin, Türk cemiyetinin, Türk kültürünün
millî mahsullerindendir.” Bunun tersi düşünüldüğünde Yahya Kemal’i Niş’te;
Haşim’i Bağdat’ta aramak gibi ters bir yola sapılacağını belirtir. Mahallî
derlemelerin, saz şairleriyle folklor malzemeleri için olabileceğini değinen şair,
gerçek şairin millî dilde, millî kültürde aranması gerektiğini; orada bulunamazsa,
305
UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 143-144. [Görüşme Tarihi: 30 Mayıs
1954]
306
ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Şiir”, Zafer, 2188(31 Ocak 1955), s. 2.
175
olmadığını söyler.
Eski dönemlerden Nef‘î ve Nabi’yi örnek verir. Nef‘î’nin
Erzurum’da; Nabi’nin Urfa’da değil, Divan Edebiyatının kaynağı İstanbul’da
bulunduğunu vurgular. Rıza Tevfik’in hal tercümesini anlatırken “Tesadüfen filân
yerde doğmuşum.” söyleyişini doğru bulur.
Şairlerin tesadüfen bir yerde
doğduklarına, sonra bütün memleketin olduklarına dikkati çeker. Behçet Kemal
Çağlar’ın bu uğraşısını yersiz bulur.307
“Bize ışık getirmek için karanlıktan gelen şair, bazan gene karanlıkların
içinde kaybolup gider. Bazan da bir iki pırıltı halinde göze çarpıp yok olur.” diyen
Orhan Seyfi, eski şair tezkerelerinin “ölmezliğe özenen bu zavallı faniler” le dolu
olduğunu söyler. Bunların bazısından bir iki mısracık kaldığını, bazılarından da
hiçbir şey kalmadığını belirtir.
308
Şairliğin kelimeleri seçme sanatı olduğunu
savunur.309
Şiirin ayrı bir iş olduğunu belirten Yusuf Ziya, “Bir insan sevilen yazar olur,
büyük romancı olur ama sevilen şair, büyük şair olamaz.” der. Bunun büyük bir
soluk işi olduğunu; koşucularda aranan fiziksel özelliğin şairde ruhta aranacağını
belirtir. Şair, güzel sanatların en güç dalının şiir olduğuna dikkati çekerek ancak çok
güzel şiirin güzel kabul edilebileceğini vurgular. Bundan ötürü şaire “kahraman bir
fadai” diye bakılabileceğini söyler. “Bir millete şair, bir orduya mızıkcı kadar
lâzımdır.” diyerek piyadesi, süvarisi, tankçısı, havacısı, hepsi mızıkacı olan bir
ordunun olsa olsa bir “operet ordusu” olabileceğini belirtir. Şiirin kolaya alındığını;
gönlünde bir şeyler kıpırdayan her gencin şiir yazdığını ileri sürer. Artık eli
şakağında mehtaba dalan eski çağ şairlerinin aranamayacağını söyleyen Yusuf Ziya,
307
308
309
ORHON, Orhan Seyfi, “Şiir Saati!”, Zafer, 2662 (19 Ocak 1957), s. 2.
ORHON, Orhan Seyfi, “Kaybolan Şair”, Zafer, 2668(25 Ocak 1957), s. 2.
ORHON, Orhan Seyfi, “Bir Türk Musevi Şair”, S. H., 905 (9 Şubat 1963), s. 2.
176
değişen zamanla birlikte bambaşka duyguların sesi olacağını belirtir. Güç olan bu iş
insan işi değil, “yarım Tanrı işi” dir.310
Halit Fahri, Goethe ile Paul Bourget’nin şiir tariflerini verdikten sonra, en iyi
şiir tarifi yapanların Pierre Loti ile Eluard olduğunu söyler. Loti’nin görüşünü
aktarır: “Gerçek şairler, kelimenin en serbest ve genel mânâsı ile, her ne pahasına
olursa olsun terennüm etmeleri lâzım gelen ve hep aynı olan iki üç şarkı ile doğarlar,
yeter ki bunları her zaman kalpleri ile terennüm etsinler.” 311
Türklerin “şair millet” olduklarına dikkati çeken Halit Fahri, halk şairlerinin
sayısının çok olduğunu, yurdun her köşesinden “saz sesleri” nin geldiğini söyler. 312
Orhan Seyfi, şairin her şeyden önce nazım denen hüneri bilen sanatçı
olduğunu belirtir. Bunun nesri kompoze etmek, bir müzik parçası haline getirmek
olduğunu söyler. Böylece nazımla nesrin ayrıldığını, bunun için de şiire manzume
dendiğini hatırlatır. Bu kadarını yapamayan şairin bir sahtekârdan başka bir şey
olmadığını düşünür. (s. 47). Onun önce güzel kelime seçmesi, mısraların sonuna iki
güzel kafiye koyması, ilk kompozisyonu kendisi yapması gerektiğini belirtir. Veznin
yumuşak ve tatlı kelimelere uymalı, kafiyelerin insanların içine hoş bir akis
bırakacak güzellikte olmalıdır. Bir sanatçı olan şairin, kelimeleri seçip, onların yan
yana gelişinden doğan musikiyi bulması gerektiğini ileri sürer. Bir nazım ritmi içinde
onun kompozisyonunu yapmasını, buna birtakım söz ve mana sanatları katmasını
ister. Böylece şiirin bir mimarisi, şekil güzelliği, süsleme sanatları olacaktır. (s. 48).
310
“Bir Şiir, Bir Şair… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Halit ÇAPIN), Milliyet, (Pazar ilâvesi), 4845(24
Kasım 1963). s.10.
311
“Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665 (7 Haziran 1966), s. 2.
312
“ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, 2469(29 Ağustos 1968), s. 2.
177
Ona göre şair, şiirdeki şekli, deyimi, kafiyeleriyle etki etmeyi başaran sanatçıdır.
Şair, seçilmiş kelimelerden ibaret “orkestra” sıyla renk, ahenk, his, hayal, heyecan
güzellikleriyle dolu kendi dünyasına götürmelidir. “Bu toprak üstünde bir sürüngen
hâlindeki ruh” un buna ihtiyacı vardır. İnsan onun sanatıyla yükselir, susuzluğunu
giderir. Bunların hiçbirini yapamayacak kadar bu sanattan uzak, bir nesir parçasını
bir nazım şekline sokamayacak kadar bilgisiz, beceriksiz, aciz birinin şairlik
iddiasının bir sahtekârlıktan başka bir şey olmadığını ileri sürer. (s. 49).313
“Şair, şiirine seçeceği, dilin en güzel kelimelerini, pırlantalar,
elmaslar, inciler gibi bir usta kuyumcu itinasıyla ararken, bir sanat eseri
olması için mısraın sonuna, bulduğu kafiyeyi bir damla yakut veya bir iri
zümrüt gibi başka cinsten bir mücevher olarak koyacaktır.”
diyen Orhan Seyfi, şairin şiiri işlemesinin bu olduğunu belirtir. 314
Faruk Nafiz, şairi daima kadın, erkek, iki ayrı timsal olarak düşünür.
“Erkek şair, gözlerini bir hedefe çevirmiş, maksad yolunda, ne
fırtınadan, ne dalgadan çekinmeyerek, bazan ağır, bazan sür‘atli ilerleyen bir
hayaldir. Onun sözleri yalnız ihtiras değil, aynı zamanda fikir mahsulüdür
de... Kadın şaire gelince, o onun büsbütün zıddıdır. Bir teessür hamlesiyle
eline kalemi alan, ne duyduğunu derhal yazan, bir mısra üzerinde durursa
hemen heyecanını kaybedecekmiş gibi titreyen bir san’atkâr... Bunun
tasavvurları da bir kıymettir.” 315
313
ORHON,Orhan Seyfi, “Şair Bir Sanatkârdır”, K. A. M., 28 (1 Nisan 1972), s. 47-49. [Bu yazı
daha sonra Son Havadis, (29 Nisan 1972), s. 5’te yayınlanmıştır.]
314
“Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 54.
315
YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı-Hatıraları-Şiirleri, s. 75.
178
Kadın şairde, eserini bir noktaya getirince canı sıkılmışlara, asabileşmişlere
benzeyen bir hırçınlık bulur. Bunu, ifade ve şekilde kırıklıklar, düşüklükler meydana
getirdiği hâlde kadın şiirinin en sevimli bir özelliği olarak görür. Erkek şair için bir
eksiklik olarak görülen bu özelliğin kadın şairde bir kemal olarak düşünülebileceğini
belirtir. 316
Şairlerin “acayip” olsun diye yazmamaları gerektiğini belirtir. Şiirin sanat
aşkıyla yazılacağını, “heveskâr” işi olmadığını söyler. Eskiden şiirin önemli ve güç
olduğunu hatırlatan şair, “Hatta evvelden şiir, peygamberler sözü idi. Hazret-i
Davut’un, İsa ve Muhammet’in şiirleri var… Üstelik edebî kıymeti haiz…” der.
Hükümdarlar sözü olan şiirin sonra “vezir vüzeraya intikal ettiğini” belirtir. Sonra
yeniden değer kazanan şiirle Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Samipaşa Sezai’nin
paye kazanmalarına yer verir. Sonra eski önemini kaybettiğini; Yahya Kemal,
Mehmet Akif’ten sonra şairin mevkiini yükseltmek için hiçbir şey yapılmadığını
söyler. Önceki değerin sonrakini hazırladığını savunan şair, Baki olmasaydı
Nedim’in olmayacağına; Şeyhülislâm Yahya gelmeseydi Nedim’in olmayacağına
dikkati çeker. “Bir deha, daha sonrakini hazırlar.” der.317
316
F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118 (28 Şubat 1929), s. 274/14.
UYSAL, Sermet Sami, “Faruk Nafiz’den Anılar –II- (s. 92-98)”, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s.
93. [Bu bölüm Varlık, 797(Şubat 1974), s. 5’teki yazıya alınmamıştır.]
317
179
3. İlham
Yusuf Ziya, her şairin mazisinden istifade ettiğini, bunun da onun hakkı
olduğunu ileri sürer.318
Faruk Nafiz, şiirde “vezinsizlik” lerle “alil” kafiyelerin şairin dikkatinden
kaçmaması gerektiğini belirtir. “Her işi ilhama havale etmeyi” doğru bulmaz. 319
Halit Fahri, ilham konusunu ele alırken genel inanışa göre onun bir “kuş”;
özelliklerinin nasıl olduğu bilinmediği ve kimse görmediği için de bu kuşun “anka”
olabileceğini söyler. Her dönemin şairinin ilham tutumunun farklı olduğuna yer
verir. 320
Türk romanının yürüdüğü yolla ilgili örnekler vererek değerlendirmeler
yaparken kendilerinden önceki nesilleri inkâr eden romancılardan bazılarının hiç
yaşamadıkları hayatları eserlerinde anlattıklarını belirtir.
“İşte ilham denen kuş hep böyle hayallerin geniş ufuklarında uçurtup
(s. 7) cıvıldatan kuşbazlarla dolup dolup boşalan bir sahada bugün için belki
bir dereceye kadar hoşa gidebilir eserler yazılsa bile bunların hakikatten
aykırı düşen tarafları yarın değilse öbür gün şimdikinden daha fazla
sırıtacağa benziyor. Esasen istikbale kanat açmıyan eserlerin günün birinde
sadece bir hatıra olarak kalması bile insana hüzün verir, değil ki büsbütün
unutulup gitmeleri...”
318
319
320
Yusuf Ziya, “Finten”, Türk Yurdu, 120/4(13 Teşrinievvel 1332/26 Ekim 1916), s. 3197/55.
Faruk Nafiz, “Yeni Çıkan Bir Kitap Münasebetiyle”, Yarın, 33(28 Mayıs 338), s. 140.
OZANSOY, Halit Fahri, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2381(20 Mart 1937), s. 9.
180
Şair yolun çetinliğini düşünüp “ilham kuşu” nu fazla önemsemeden hayatı öz
realitesi içinde görüp göstermek gerektiğini savunur.
“Mühim bir ekseriyetin eski şairler gibi pencerelerini geceleyin boş
ufuklara açarak yıldızları seyretmesile hiçbir zaman hayat anlaşılmış ve bin
bir tezadı içinde insanları, temsil edilmiş olmaz. Gözün görüşü kadar kafanın
işleyişi ve eleyişi bir ilham kuşundan daha canlı eserler yaratabilir.”
diyen şair, bazı heyecan anlarında “Şair odur ki sem‘ine sesler gelir müdam”
demekle şiir yazılabileceğini fakat roman yazılamayacağını belirtir. Şair çok lirik bir
adamsa yalnız kendi kalbine eğilmekle de büyük eserler yaratabilir. Fakat bir
romancı için durum böyle değildir. O bütün bir toplumun kalbini dinleyip, derdini
araştırıp, hazırlık devrine çok uzun bir süre ayırdıktan sonra romanına başlayabilir.
(s. 8).321
Şiirlerinin hayatıyla ilgili olup olmadığı sorulduğunda “Bazan evet, bazan
hayır.” cevabını veren Yusuf Ziya, şairin yazdığı şiirin türüne göre ilhamını hayattan
da muhayyileden de alabileceğini söyler. 322
Halit Fahri, şiir ilhamlarının nerede aranırsa aransın sonuçta eserin kalbin
teessürü ve gözlerin görüşü olması gerektiğini savunur. 323
Şiir yazmanın çok güç olduğunu, uzun çabalardan sonra ancak birkaç satır
yazılıverdiğini söyleyen Orhan Seyfi, ilhamı bulanın işinin bitmediğini düşünür.
321
OZANSOY, Halit Fahri, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2388 (27 Mart 1937), s. 7-8.
“ “Binnaz” ın İnce Şairi Yusuf Ziya Diyor ki”, (Kon.: Rahmi KARACA), Uyanış, 2162/477 (27
İkinci Kânûn 1938), s. 153.
323
OZANSOY, Halit Fahri, “Zevksizlik”, S. P., 3085(4 Mart 1939), s. 8.
322
181
İlham bulunduğunda hangi vezin ve hangi nazım şekliyle yazılacağının belirlenmesi
gerekmektedir. Sanatçılığa söz gelmemesi için temiz bir dille mükemmel ortaya
konulması gerektiğini savunur. İçinde doldurma mısralar, aksaklıklar, şivesizlikler,
mübtezel şeyler olmamalıdır.324
Sanatçıların ilhamın varlığı veya yokluğu üzerinde bir karara varamadıklarını
söyleyen Faruk Nafiz, bazılarının ilhama bağlı olduklarını, bazılarının da ilhamın
uzun bir çalışmadan başka bir şey olmadığına inandıklarını söyler. Bir sanatçının
ilhamın varlığını kabul etmesi, diğerinin inkâr etmesinin tabiî olmadığını düşünür.
Gayr-i tabiîliğin ilk başta sanatçı olmaktan başladığını belirterek aynı amaç
doğrultusunda çalışan bu adamların arasında meydana gelen anlaşmazlıkların
asırlardan beri kanunlaşamamasını “hususî bir yaradılış cilvesi” olarak görür. (s.4)
“Sanatkârın bazı fırsatlardan, tesadüflerden, hâdiselerden
ve
manzaralardan istifade ettiğine şüphe yoktur. Fuzuli’nin “Leylâ ve
Mecnun’undan Galip Dede’nin “Hüsn ü Aşk” ına, Hâmid’in Garam’ından
Fikret’in “Tarihi Kadim”ine kadar uzun ömürlü birçok eserlerin yazılışında
bu âmillerin tesiri oldu. Fransız klâsikleri, eski Yunan ve Lâtin mevzu, yeni
devlet büyüklerinden emiralmak suretile şaheserlerini meydana getirdiler.”
diyerek Firdevsi’nin Şehname’sinin Gazneli Mahmud’un fermanından doğduğunu
belirtir. Şaire göre Telemak da böyle bir zaruretin mahsulüdür. Uzun eserler için
sözedilen bu etkilerin kısa eserlerde de kendini gösterdiğini söyler. Faruk Nafiz’e
göre “bir bahar levhası, ince bir yüz, hoş bir macera, renkli bir akşam” hemen her
324
Fiske, “Yahya Kemal’in Son Şiiri”, Akbaba, 326(18 Nisan 1940), s. 4.
182
şaire şirin bir mevzu oluşturmaktadır. Bütün bunlara ilham denilip denilemeyeceğini
sorar.
İlhamın bir peri olarak kabul edildiği takdirde, bu sebeplerin birer ilham
olabileceğini düşünür. İlhamı kabul eden şairin hiçbir zaman onu muhteşem bir
şekilde hayal etmediğini belirterek onun kabul ettiği ilhamla diğerinin reddettiği
ilham arasında bir fark göremez. Yalnız o bu güzel vesilelere “ilham” diyerek onları
adlandırmaz. Şaire göre ilhamı reddeden sanatçı, adını bilmediği bir velinimetin
lütfundan yararlanmaktadır. “Mesele, eserden müessire intikal etmek ve nihayet
müessirin ismini vermekten ibarettir.” der. (s. 17).325
Yusuf Ziya’nın eşi Güzide Ortaç, şairin romanlarına giremediğini ama
gençlik şiirlerinde ona “ilham kaynağı” olduğunu söyler. Göç romanında şairin
çocukluk yılları, annesi, babası olduğunu belirtir. Üç Katlı Ev romanını hatırlatarak
yakınlarının da yaşayış tarzının eserlerine girdiğine yer verir. Yusuf Ziya ise bu
eserlerde yakınlarının hayatının oldukça değiştiğini ekler. 326
Halit Fahri, şairin en çok kullandığı kelimeleri tespit ederek ilhamının da az
çok tayin edilebileceğini ileri sürer.327
Faruk Nafiz’e şiirlerinde kendisinin bulunup bulunmadığı sorulduğunda
“şiirlerin hadiseler ve tesadüfler mahsulü olduğunu” belirterek onlarda bulunduğunu
söyler. Orada bile çok zaman objektif olduğunu belirten şair, şahsını koyduğu
325
Faruk Nafiz, “İlham Perisi”, Yedigün, 589 (18 Haziran 1944), s. 4, 17.
“Güzide Ortaç Yusuf Ziya Ortaç’ı Anlatıyor”, (Kon. Sermet Sami UYSAL), Cumhuriyet, (12
Haziran 1954).
327
OZANSOY, Halit Fahri, “Biraz Da Şiirden”, S. P., 5076(23 Eylül 1944), s. 4.
326
183
şiirlerin diğerlerinden daha talihsiz olduğunu düşünür. Şairin eşi, “Vahdet-i Vücut”,
“Çiçekten Adalar” ve “Hüsn ü Aşk” şiirlerini kendisi için yazdığını söyler. 328
“Sanatçı kendini boşaltmak için yazar” kanaatinde olan Orhan Seyfi, en çok
“lirik mevzuları sevdiğini” söyler. “Nasıl yazarsınız?” sorusuna “Duygularım taştığı
zaman hafızama yazar, sonra kâğıda geçiririm.” der. Ne zaman yazabileceğinin
belli olmadığını belirtir.329
Yusuf Ziya, şiiri çok sevdiği ve saydığı için bıraktığını söyler. Gönlünce
başaramadığı bir işi devam ettirmeyi doğru bulmaz. Şiirde ilhama inanır. İnsanın
önce bir mısra mırıldandığını, işte o tek mısraın ilham olduğunu söyler. Ondan sonra
yaratma çabası başlamaktadır.330
Faruk Nafiz, ilhama perisiyle beraber inandığını söyler. “Hislerimizin,
heyecanlarımızın en dolgun zamanında, bir tesadüf, bir hâdise, bir manzara, bir yüz,
ne diyeyim, herhangi bir vesile, şimşeklerin boşalmasına meydan verir; bu infilâk,
bence, ilhamın ta kendisidir.” “Şair” adlı şiirinde buna temas ettiğini belirtir.331
“İlham” a da “ilham perisi” ne de inanan Faruk nafiz, bir manzara, bir olayın
insanı “tahrik” ettiğini belirtir. “Vesilesiz olmuyor şiir yazmak.” diyerek durup
dururken masaya oturup ilham gelsin diye beklenemeyeceğini; böyle bir çalışmanın
328
UYSAL, Sermet, Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 84.
[Cumhuriyet, 10719 (31 Mayıs 1954), s. 5. Görüşme tarihi: 25 Nisan 1954.]
329
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki, Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1
Kasım 1955), s. 7.
330
“Sevilen San‘atçılarla Konuşmalar: Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon.: Ümit Yaşar), Yelpaze, 555(30
Ocak 1963), s. 13.
331
“Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, (Kon. Öz DOKUMAN), Hayat-Tarih Mecmuası, 12 (Ocak
1971).
184
zorlama olacağını ileri sürer. Şiir yazma arzusu içinde doğduktan sonra her yerde
yazabileceğini belirtir.332
Orhan Seyfi, şiirin sadece ilham eseri olmadığını, uzun bir çalışmayla
meydana getirilen güç bir sanat olduğunu belirtir. İlk adım olarak nesre hiç
benzemeyen, ahenkli bir söyleyişle bir mısra kompozisyonuyla başladığını söyler.
Kelimeler hünerle seçilip yerlerine konduktan sonra, şairin kendi dünyasının his,
hayal ve düşünüşleri ilhamın yardımıyla yerlerini alırlar. 333
Faruk Nafiz ile yaşadığı günler, olaylar ve tanıdığı insanlar ve gerçek
aşklarıyla bağlantılı olan şiirleri sorulduğunda eşi hayatta olmadığı için söylemekte
bir sakınca görmez. “Şiirlerimi özetlemek gerekirse yaşadım, duydum ve yazdım”
der. “Suda Halkalar”, “Gurbet”, “Toros Dağları”, “Allahaısmarladık” şiirlerini
hatırlatır. 334
332
ONUR Nemci, “Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor? Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı”, Yeni
Gazete, 2295(4 Mayıs 1971).
333
ORHON, Orhan Seyfi, “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 52.
334
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat
1973), s. 24.
185
II. "BEŞ HECECİLER"İN ŞİİRLERİNDE İÇERİK
1. İrem Bağı: Anadolu
“Varlığımızın ana kaynağı köydür. Yemen çöllerine onu gömdük. Arnavutluk
dağlarında o yatıyor. Sarıkamış, Çanakkale odur. Sakarya’nın aynasında onu
görürüz.” 335
“Cumhuriyet’ten önceki Türk Edebiyatında Anadolu, ancak Batı’dan
gelen realizm cereyanının tesiri altında, uzaktan ve kısmen görülebilmiştir.
Türk aydınlarının Anadolu’yu doğrudan doğruya tanıyabilmeleri ancak I.
Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, İstiklâl
Savaşı esnasında ve bilhassa devlet merkezinin Ankara’ya nakledilmesi
sayesinde olmuştur. (s. 22).
I.
Dünya
Savaşı’nda
İmparatorluğun
yıkılması,
Türkiye’nin
düşmanlar tarafından istilâ edilmesi aydınların dikkatini Anadolu’ya çevirir.
Savaş kazanıldıktan ve yeni bir devlet kurulduktan sonra Anadolu’ya giden
aydınlar orada şimdiye
kadar unuttukları veya müphem olarak farkına
vardıkları acı gerçekle karşılaşırlar: Çıplak bozkır, fakir ve zavallı Türk
köylüsü. Bu karşılaşma onlarda bir şok tesiri uyandırır. Cumhuriyet Devri
Türk Edebiyatı bu şokun akisleri ile doludur.” (s. 23). 336
Orhan Seyfi, “Bir Çiftlik Manzarası” nda, Anadolu’nun bir köşesini tasvir
eder. Gün batarken karşı yamaçlar ince bir dumanla bürünür. Uzaktan duyulan kaval
335
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa , Akbaba Mizah Yayınları, Yeni Matbaa,
İstanbul, 1956, s. 5.
336
KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri) , Dergâh Yayınları, (8. b.),
İstanbul, 1999, s. 22-23.
186
sesiyle beraber sürüler çiftliğe döner. Issız akşam saatleri her yer melâl içindedir.
Tarlanın orta yerinde bir leylek bu tabloda yerini alır. Irmakta yan yana dizilip
gusleden kazlar bu mekânın sufîleridir. “Hilkatin sırrı” nı düşünen eşek de bu
çiftliğin tek filozofudur. Hindiler eşi bulunmaz güzellikteki yelpazelerini Çin’den
göç edişlerinde getirmişlerdir. Serçeler dallarda serseri, kumrular muhabbet
peşindedir. “Çapkın derebeyleri” gibi horozlar bu çiftliği yönetmek isterler. 337
“Anadolu Toprağı” nda, yıllarca Anadolu’ya hasret yaşayan şair, orada
yaşayan bahtiyarlardan olmak ister. Onun en bakımsız yeri bile bir “İrem bağı” dır.
Yıkık, harap evler saraylara bedeldir. (s. 173). Öldüğünde de Anadolu toprağında
yatmak ister. Yabancı toprakta ölürse, cennette de olsa, rahat edemeyecektir.
Dünyada onsuz her şeyin manasız olduğunu söyler. Millî gururu, ancak onun
havasında duyar. Başı gökte, alnı açık ancak o topraklarda yürüyebileceğini düşünür.
Onun zindanında bile olsa kendini hür hissedecektir. (s. 174).338
Halit Fahri, 1916 yılında genç yaşında yaptığı Muğla yolculuğunun kendisine
“Jules Vernévarî bir etki” yaptığını söyler. Gökbel’in kayalıklı yamaçlarını inmeyle
çıkmaları dört saat sürmüştür. Yolda iki ere rastlarlar. Şair, erin birine sigara ikram
eder. Tatlı, sevimli olan erin yüzü birden asılır. İndiği eşeğe şairin binmesi için ısrar
eder. Aldığı sigaranı altında kalmama için şairin eşeğine binmesine ikna etmeye
çalışmaktadır. Bunun “Türk ruhu, Türk asaleti” nin bir göstergesi olduğunu söyleyen
şair,Türk askerinin minnet altında kalmadığını belirtir. Şair eşeğe binince sonunda
erin yüzü güler.339
337
338
339
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 53-54.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 173-174.
“Eski Bir Muğla Gezisinden Notlar”, Tercüman, 1896(26 Ocak 1967), s. 2.
187
“Anadolu Akşamı” nda, Anadolu’nun “yetim tevekkül” üne bütün tabiat eşlik
eder. Rüzgâr uyuyan ruhuna ninni söyler gibidir. Güneş batarken kırdan bir Muğla
türküsü yükselir.340
“Bursa’da Akşam” da, çizdiği şehir tablosunda, Keşiş Dağı sisle örtülüdür.
“İlâhî, derin” ezan sesleri bir rüzgâr gibi her yeri dolaşır. Temenye’den Işıklar’a
kadar “ruha ra‘şe veren” bir sessizlik uzanır. Ulu hünkârları hatırlayan Bursa, yasını
içinden sezer.341
“Yeter ki Sen İyi Ol” da gelecek günlerle ilgili hayaller kuran şair, sevgilisi
iyileştiğinde bütün yaz Ada’da gezeceklerdir. Kendilerine Anadolu’nun da yolu uzak
olmayacaktır. Sevgili isterse dağlara da çıkacaklardır.342
Enis Behiç, “Kuşadası’ndan Mektup” ta, Kuşadası’nın güzelliğini sevgilisinin
güzelliğiyle örtüştürerek anlatır. Denizi lâcivert olan bu “cennet” i anlatacak dünyada
bir misal daha bulamaz. Dağlar, menekşe ve leylâklarla “duvaklı” dır. Bahçecik’ in
pınarlarını anar.343
Sevdiğini göz diken beyini öldürüp konağa asi gelen efenin hikâyesini
anlattığı “Yanık Efe” de, mekân olarak Ege’nin Mardan dağlarını seçer. 344 Bu şiiri,
efeler diyarı Aydın’a yaptığı bir seyahatte yazmıştır. 345
Yusuf Ziya, “Zeybekler” de, Anadolu insanın zengin yaşantısından bir kesit
verir. Akşam olduğunda tepelerden inen zeybekleri, bağın “yosma” ları bekler.
340
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 56.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 57.
342
OZANSOY, Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 39.
343
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 201-202.
344
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 203-206.
345
Tufan, “Enis Behiç Yeni Şairler Hakkında Ne Diyor?”, Yeni Mecmuası, 134(18 Temmuz 1942),
s. 5.
341
188
Çardak altında yanık sesleriyle türkü söylerler. Bu eğlencede “İzmir’in Gülü” dans
eder. Zeybekler, eğlence koyulaştıkça, bu defa da silâh çekerek şakalara başlarlar.346
“Zeybekler” de de buna benzer bir tablo çizer. Zeybekler eğlenmektedir.
Çardak kurulmuş, siniler kadehlerde donatılmıştır. Kadın erkek birlikte eğlenirler.
Kınalı ellerle tef çalan, oynayan kızlar vardır. (s. 33). Bu “masal” gecesinde,
zeybekler de oyuna katılır.
“Vurdukça efelerin yere çıplak dizleri,
Sarsıntıdan dağların uçuyor benizleri!..” (s. 34).347
Ziyafetlerde dans eden Çengi Âfet’in hikâyesini anlattığı “Baskın” da, mekân
olarak Konya’yı seçer. Konya’ya sürgün edilen Âfet, orayı da hareketlendirir. Ahali
altüst olur. Köylerin sesizliği bozulur. Bağlarda, bahçelerde eğlenceye başlanır.
Şehrin ayrıntılı levhası verilmez. Yalnız Konya, o yıl ağır bir kış geçirmektedir. 348
1917-1918’de İleri gazetesinin yazı kurulunda yer alan Faruk Nafiz, 1922’de
gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gider. Bu sırada Kayseri Lisesi edebiyat
hocalığına atanır. Gazetenin yazarı olarak Anadolu’da dolaşma imkânı bulur. Bunu
Şark Vilâyetleri Tedkik Cemiyeti üyesi olarak doğu ve kuzey illerini gezişi izler.
Erzincan, Erzurum, Gümüşhane, Trabzon dönüşü, Kastamonu ve Bolu’da bulunur.349
Şairin bu izlenimleri sadece şiirlerinde görülmez. Anadolu görüntülerini
veren yazılar da yazar. Anadolu’yu baştan başa gezen her yolcunun aynı gerçekle
karşılaşacağını belirtir. Kenardan ağaçlıklar ve ormanlarla başlayan tabiatın gittikçe
bereketli tarlalara dönüştüğünü; bu ovanın sonunda, vatanın orta yerinde, haşin bir
346
347
348
349
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 12.
Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 33-34.
Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 49-52.
TUNCER, Hüseyin, Beş Hececiler, Akademi Kitabevi, İzmir, 1994, s. 117.
189
toprak hâlini aldığını söyler. Türkiye haritası büyük bir daire olarak kabul
edildiğinde, memleketin iç içe geçmiş üç daireden oluşacağını düşünür. Dıştan koyu
yeşil başlayan dairenin rengi, merkeze gidildikçe açılır. Bu üç farklı daire ve üç farklı
renk, toprağın verimliliğini göstermektedir. Kenardan seyahate başlayan yolcu,
ekinlerin boyundan, başakların dolgunluğundan büyük bir haz duyacaktır. Bu
tarlalardaki köylüler de ekinler gibi boylu, başaklar gibi dolgun ve güzel yüzlüdürler.
İnsanlar da toprağın feyzinden nasibini almış gibidirler. Yolcu iç bölgelere doğru
ilerledikçe ekinlerinin boyunun kısalmaya, başakların dolgunluğunun azalmaya
başladığını görecektir. Ekinlerle beraber insanlar ve tabiatın diğer unsurları da yavaş
yavaş zayıflar ve küçülür. Bu üç dairenin en küçüğü olan merkezde, köylü bütün
varlığıyla topraktan bir şey çıkarabilmek için çalışmaktadır. Bütün gayretlere rağmen
tabiat ona lütfunu zerre zerre ihsan eder. Anadolu’nun bu kısmı, “güzel bir gözün
ortasında beyaz bir nokta gibi insana te‘sir ve ıstırab” verir. Bulutlar yağmurlarını
harcadıktan sonra Orta Anadolu’ya gelir. Nehirler de ilk menbalarını buradan alarak
sahile doğru akarlar. “Orta Anadolu, süslü bir çerçevenin içinde hazin bir levha gibi,
uzun uzun tedkik ve tahlile şayandır. Burada öyle yerlere tesadüf edilir ki insan bir
su birikintisine rastlarsa gayr-i ihtiyarî boynuna sarılacağı, yüzünden öpeceği
gelir.” Tabiatın feyziyle insanlar arasında yalnız maddî değil manevî bir ilgi de
kurar. Ürünü bol, kuvvetini yerinde gören köylü irfan ihtiyacı hissedecektir. Böylece
toprak bereketini iki surette göstermiş olacaktır.350
Mehmet Kaplan, “Han Duvarları” nda, içeriğin başlıca üç varlığa ait çeşitli
unsurların birleşmesinden meydana geldiğini söyler: Anadolu coğrafyası, Anadolu
insanı ve şairin kendisi. Şiirin içine yerleştirilen Maraşlı Şeyhoğlu’nun koşmasıyla
350
Faruk Nafiz, “Anadolu’da Tarla, Kasaba ve Köyler”, Hayat, 87(26 Temmuz 1928), s. 173/ 9.
190
asıl şiir arasında sıkı bir ilgi bulur. “Bütün şiir âdeta onu kucaklama, ona bir çerçeve
teşkil etmek için yazılmış gibidir. Bu yapı tarzı derin bir mâna taşır: Maraşlı
Şeyhoğlu, bu coğrafyanın ruhudur; daha doğru bir deyimle, bu topraklarda yaşayan
muztarip insanların temsilcisi veya sembolüdür.” 351 Faruk Nafiz, bu şiirde, “gurbeti
gönlünde duya duya” Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya yaptığı yolculuğu anlatır.
Yolculuğun yaylı at arabasıyla yapılması, coğrafyayı ayrıntılı olarak müşahede
etmesine imkân tanır. Yolculuk süresince konaklanan hanlar, birer düğüm gibidir.
Önemli yolların geçiş yolu olan Anadolu’da ve o devirde yapılan herhangi bir
yolcukta hanların önemi büyüktür. Burada karşılaştığı insanların ruhunu anlamaya
çalışan şair, han duvarlarından tanıdığı Maraşlı Şeyhoğlu’yla âdeta yol arkadaşlığı
yapar. Yolculuk sırasında arka plânda Toros Dağları incirlenerek uzanır. Mekâna
hâkim olan renk, ki bazen hastalık rengi olarak kabul edilir, sarıdır. Gök, toprak,
çıplak ağaçlar sarıdır. Kış, Toros’un eteklerini de soldurmuştur. Araba bir dağın
yamacına tırmanırken her tarafta yükseklik gören şair, ıssızlık duygusuyla dolar.
“Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar” döner, kıvrılır, uzayıp gitmektedir. Üç
gün süren yolculuk boyunca tabiattaki değişikliklerle birlikte hava da değişir. Geniş
ovada uzayan yollar şaire yokluk, hiçlik, ölüm duygusu verir. Zaman zaman bir iki
atlı ve yaya yolcuya rastlasalar da bu geniş coğrafyanın ortasında bir tek o ve arabacı
vardır. Ne bir köye ne de eve rastlarlar. Araba yola benzer bir sudan geçerken uyanır,
karşıda hisar gibi yükselen Niğde’yi görür. Ağır ağır geçen deve kervanı ve beldenin
viran hanı tabloda yerlerini alır. “Bağrındaki yaraya deva bulmak” isteyen garipler
handa toplanmıştır. Burada vatanın dört bucağından toplanmış insanlar görür.
Yatağının yanındaki duvarda, daha sonra diğer hanlarda da karşılaşacağı, “şair
351
KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), s. 21.
191
arkadaş” a rastlar. Ertesi gün, soğuk bir mart sabahı yolculuk yeniden başlar.
Görülenler dağ gibi yükselen höyükler, kervanlar ve derebeyi gibi kurulmuş eski
hanlardır. Araba bir geçidi aşınca şair şaşırır. Bu geçit yazı kıştan ayırır gibidir.
Geride kalan yerlerde bahar havası varkenburada arazinin karla örtüldüğünü görür.
Gurbetten gurbete giden bu yolun üstünde üç günde üç ayrı mevsim yaşar. İkinci
konaklama yeri Araplıbeli’dir. Burada da “şair arkadaş” la karşılaşır. Bunu, uzun
yolculuktan sonra vardıkları İncesu’daki han duvarında gördüğü satırlar izler.
Yolculuk
Erciyeş’e
devam
ederken
artık
“şair
arkadaş”
la
bir
daha
karşılaşamayacağını öğrenir. Yollar ve hanlar, ıssız Anadolu levhasında önemli bir
unsur olarak yerlerini alırlar.352
Faruk Nafiz, “Bizim Köy” de, Anadolu’dan bir köy görüntüsüne yer verir.
Bağıyla bahçesiyle yeryüzünün “cennet” i olan bu köyün (s. 23). saat kulesi yoktur
ama saati şaşmayan horozu vardır. Sabahla birlikte çalışmaya başlanır. Bu köyde
çalışmayan değil insan, hayvan bile yoktur. Arılar bal yaparken, kızlar kilim dokur.
(s. 24). Çağlayan dere, akan pınar, gölge veren çınar, yazın olgunlaşan başaklar,
hasat bu tabloda yerlerini alır. Yazın çok çalışan köylüler kışın rahat ederler. (s.
25).353
“Çoban Çeşmesi” nde, Anadolu kırlarında, yollarında görülen “çeşme” ye yer
verir. Dağlar, ırmaklar, bağlar bu manzarada yerini alırlar. Tabiattaki her unsur
birbiriyle etkileşim içindedir. O hayatta, bu çeşmenin işlevi önemlidir. Âşıkların
buluşma, yolcuların dinlenme yeridir. Aşklar, yolcular, âşıklar varolduğu sürece, bu
352
353
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 87-93.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 23-25.
192
çeşme de varlığını sürdürür. Yanık yolculara su verir; yol gösterir. Yolda bir uğrak
yeri, bir işarettir o. Çeşme hâlâ yerindedir fakat artık uğrayanı yoktur.354
“Oluk Yanında” da anlattığı köyde, dağın eteklerinde kadınlar odun yararlar.
Çobanlar da bu tabloda yerini alır. Dağın en dik yerinde, adı bilinmeyen bir evliya
gömülüdür. Şair haykırınca, “çiğdemli tepeler, güvemli dağlar” karşılık verir. Su
şelâleler yaparak akmaktadır. Akşam olunca dağın gölgesi karşıki dağlara vurur.
Şair, bu manzaranın içindedir. Hareketli bir tablo çizer. 355
“Suda Halkalar” daki kır tasvirinde, dağlarda gezen şair, bir çeşme görür. Üç
beş yıl önce, o “dağların gülü” yle yaşadığı mesut anları hatırlar. Yaz günleri bu
pınarda dinlenmişlerdir. (s. 5). Buradan tasla su içerler. O günleri yad etmek için
yeniden su içer fakat bu defa tas kırıktır. Kaynağın etrafını da fundalar bürümüştür.
Çeşmenin suyunda ve sesinde eski tadı bulamaz. (s. 6).356
Faruk Nafiz’in “Kızıl Saçlar” da yaptığı Anadolu tasvirinde, önce
yamaçlardan kağnının baygın iniltisi duyulur. Ardından ıssız yolda, bir gölge gibi
beliren kağnı, “Asya’nın bağrı yanık toprağını titreterek” gelir. Şair, tekerleklerin
inleyen sesinde, memleketin dertlerini duyar. (s. 17). Kağnının başında, “yuvasız kuş
gibi pervasız” bir köylü kızı vardır. Saçı, teni “bakır” rengi olan bu kız, uzun yol
yürümüş olmasına rağmen yorgun görünmez. (. 18). Kağnı kaybolur. Güneş batar.
İshak kuşunun sesi duyulur. (s. 19).357
Kayseri’yi ilk kez bir karakış gününde tanıyan şair, günler geçtiği hâlde
karakışın
geçmemesinden
şikâyetçidir.
O
zaman,
henüz
“ibibikler
öten,
bellimbebeler açan” baharından da habersizdir. Aslında yalnız baharına değil ibibik
354
355
356
357
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 5-6.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 61-62.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 5-6.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 17-19.
193
ve bellimbebeye de yabancıdır. “Kayseri’nin en güzel mesirelerinden biri olan ve
efsaneye göre, Âşık Kerem’in sevgilisi uğruna otuz iki dişini çektirdiği yer olan
Talas’taki tatlı hatıralarını”358 “Talas Bağlarında Batı” da işler. Karla kaplı Erciyes’in
üstünden gün batmadan, tarlalar, bağlar “yas rengi” ne bürünür. “Karlı bir burcu
gezen güneşin nuru donarken” atlılar kafile hâlinde Talas’a döner. Manzara yalçın,
sular derin bir hüzün içindedir. Etraf bazen şirin bazen de korkunç görünür. (s. 20).
Çizilen manzarada tabiat hareketlidir. Yollara, ağaçlardan meyveler dökülür.
Yamacın bir tarafı yeşil asmalarla örtülüdür. Köylü kadınlar, hayvanlarını sürerek
dereden geçerler. Kuşlar, gurbete düşmüşler gibi uçarlar. Burası Kerem’in beddua
ettiği yer olduğu için, dağın gülleri solmuştur. (s. 21).359
1922’de yazdığı “Çankaya” da, buraya çıkan yolun ebediyet yolu olduğunu,
ucunun Allah’a kadar gittiğini söyler. Bu yol dertle dolu bağırların yasını avutur.
Teselli dağıtır. “Kızıl saçlı zafer kartalı” nın yaşadığı yer de burasıdır. Dullar,
yetimler buraya gönül bağlar. Çünkü bütün umutsuzluklar, olumsuzluklar burada
silinir. Şair, bu kadar tesirli bir yeri evliyalar uğrağına benzetir. Bunası suyu Kevser,
ağaçları Tuba olan cennet bağına benzetilir.360
“Adsız Şiir” de, bir mekân olarak Çankaya’ya hayranlığını dile getirir. Burası
arzın herhangi bir parçası değildir. Birkaç dalın koyu gölgesinde şeref rüyalarına
dalan bu yer o “kartal” ın kanatlarını saklamış, onu yıllarca barındırabilmiştir. Onun
göğüs çarpıntısını korkmadan saymış, ona şahit olmuştur. “İçinde güneş yanan” bu
kahramanın etrafının yanmayışına, onu gören ağaçların ateş almamasına şaşırır. (s.
29). “O, “dünyaya bedel” kahramanın her adımı arzı sarsarken Çankaya’nın yanıp
358
SATOĞLU, Abdullah, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, Türk Edebiyatı Dergisi,
277(Kasım 1996), s. 35.
359
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 20-21.
360
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 85.
194
yıkılmamasını, bu haşmete dayanabilmesini hayranlıkla karşılar. Çankaya’dan o
kahramana yakışır mekân olabilmenin sırrını öğrenmek ister. (s. 30). 361
“Bizim Memleket” te, Anadolu’yu insanıyla birlikte ele alır. “Zâhirde viran
olan o eller” i içinden tanır. Ardıçlı dağları, çamlı belleri aşanlar ona hayran olurlar.
Bu memleketin her yeri sihirle doludur. Dökülen köpüklü sular, kışın karından bahar
yaratmaya uğraşırlar. Sihirli pınarlarından içenler, silkinip ceylân olurlar. Güzellik ve
canlılık dağıtıcı bir yerdir. (s. 37). Orada yaşayan insanlar da, derdi, sevinci bir arada
yaşamasını bilirler. Yokluklarla mücadele etmeyi, yoktan var etmeyi öğrenmişlerdir.
Sapansız, tarlasız çiftçi; davarsız, kavalsız çoban olurlar. İyi ata binen, iyi silâh
kullanan bu erler, zafer payını düşünmeyerek memleket için canlarını verirler. (s.
38).362
“Sanat” şiirinde sanatın ilkelerini verirken ilham alınacak kaynak olarak
Anadolu’yu gösterir. Pek bilinmese de bu coğrafyada bin bir bahar yaşanır. Buraya
alışan başka bir kültürde bocalar. Bir sülüs yazı, bir parça yeşil çini buranın
insanlarına çok şey anlatır. Dağ gibi bir zeybeğin toprağa diz vuruşu, onun için en
güzel danstır. (s. 7). Anadolu’yu seven “ıstırap çekenlerin acıklı nefeslerini” hazin
bir musiki olarak duyar. Bir köylünün duruşu, sanat değeri olan ir kadın heykelinden
daha çok etkiler.
“Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz.”(s. 8).363
“Memleket Türküleri” nde, Anadolu’yu sadece sevmenin yeterli olmadığını
işler. Bu coğrafyada bir yabancı gibi dolaşılmaması, samimiyetle içinden tanınması
gerektiğini söyler. Bu gözle bakıldığında, pınar yolunda bir yosma, dağ yolunda bir
361
362
363
Faruk Nafiz, Akarsu.
Faruk Nafiz, Akarsu.
Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 7-8.
195
çoban daha farklı görülecektir. İnsanın ruhu buradan beslenmediği sürece çöl gibi
kurur.364
Anadolu’da yaptığı bir yolculuğun izlerini gördüğümüz “Erzincan Yolunda”
da, Ezbider eteklerinde ova bomboş, tabiat çıplaktır. Şair, bu levhada, geniş bir
yaylının ot minderinde bir kadına rastlar. Coğrafyanın çıplaklığını anlatmak için bir
tek onun giyimli olduğunu söyler.365
2. Kahramanlık
Orhan Seyfi, “Eğri Kılıç” ta, Türk milletinin yaptığı kahramanlıkları, bir
kılıcın hikâyesiyle örtüştürerek anlatır. Kını kakmalarla süslü, kabzası yakutlu, sert
çelikten, üstünde kanlı pas izleri olan bu kılıçla savaşılmıştır. Türk’ün ilk akınını
bununla yaptığını; putları bununla kırdığını; bunun zoruyla kaleler aldığını; Nil’i
geçtiğini düşünür. Şimdi sadece bir şeref ve hınç kalmıştır. 366
Şair, “Rumeli Hisarları” nda, etraftan heybetli, kalın duvarlarla ayrılan
Hisarları bir “masal” ülkesine benzetir. Ona baktığında atalarının kahramanlıklarını
hatırlar. O, fethi seyretmiştir. Orada yaşayanları, şehit olanları düşünür. O zaman
hisarlar gözüne daha büyük görünür. (s. 135). O zamanki kahramanlıklara bakarak
kendinin “cüce” olduğu hissine kapılır. Bu vatan uğrunda savaşanları “masal şehri”
nde dövüşen “dev” lere benzetir. (s. 136). 367
Halit Fahri, “Asker Türküsü” nde, “bir yığın serseri” düşmana güçlerini
göstermek için askere “ileriye” komutu verilir. Vatana göz dikenlerin ellerinden
364
365
366
367
Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 53.
Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 144.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 134.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 135-136.
196
kurtulamayacakları; ölümün bile onlardan korktuğu söylenir. Tekbirle ileri atılan
askerler, düşman kahrolduğu sürece, yaşamanın da ölmenin bir olduğunu
söylerler.368
Şair, “Türk Askerine:” şiirinde, bu kahramanların ateş, kan, sel, yıldırım,
fırtınadan korkmadığını; kalplerinin intikamla dolu olduğunu söyler. Düşmanlar altı
asırlık geçmişi yok etmek istemektedirler. Din, vatan duygusuyla dolu olan bu
askerlerin kılıcının “mukaddes bir kin aleviyle” keskin olmasını ister. Bu kahraman,
yalnız Hak uğruna savaştığından alnına bir çelenk de istemez. (s. 11). Zafere yabancı
değildir. Onu tanımayanlar da artık tanımış, başlarını eğmişlerdir. (s. 12).369
“Aya Sordum” da, aya, uzaktaki hudutlarda yeni neler olduğunu;
Kafkasya’yı, Galiçya’yı sorar. Ay, askerlerin ölümden korkmayan aslan olduklarını;
ölümün onun karşısında iki büklüm olduğunu söyler. Avrupa’da, Asya’da zafer
kazanılmıştır. Galiçya’da, Kafkasya’da on düşmana bir Türk askeri karşı koymuştur.
Ay, bir tek neferin bile bir tabur askere bedel olduğunu söyler. 370
“Ay Dinledi” şiirinde, bir zafer akşamı, ayın yerden coşkun terennümler
beklediğini söyler. İlk nağmeler Anadolu’dan gelen kaval sesleridir. Daha sonra,
yarınki zaferin müjdesini veren “peri” nin nağmesi duyulur. Onu, çılgın, hummalı bir
ahenk takip eder. Bu, şaha kalkan atların sesidir.371
Şair, “Bükülmez Dal” da, askerin kahramanlıklarını anlatır. O, savaş başlayalı
harikalar göstermiştir. Yaprakları kıvılcım, meyvesi zafer olan bir daldır. Vatan için
368
369
370
371
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 8.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 11-12.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 28.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 30.
197
her zorluğa direnmiştir. Bu dalın yuvası, göklere çıkan bir ağaçtır. Ağaç,
imparatorluğun timsalidir. “Son kargalar” denen düşmanlar bozulur. 372
“Şehit” te, kıza nişanlısına ağlamaması, onun cennetine çabuk kavuştuğu
söylenir. O, şanlı bir şekilde ölmüştür. Türk kızının daha fazla ağlamamasını, şehidin
ruhuna bir “Yasin” okumasını ister. Onun ruhunun göklerde uçtuğunu, yarasından
akan kanın da mezarında kırmızı gül olarak açacağını söyler. 373
1917’de yazdığı “Türklük Ölmez” de, dünya durdukça Türklüğün
ölmeyeceğini, ebedî olacağını işler. Ondan büyük bir Allah bir de peygamber vardır.
Onun namı asırlardır dillere destan olmuştur.374
Enis Behiç, “Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, köyünden uzakta, bir yığın
kara toprakta vatan için canını veren şehitleri anlatır. O kahramanlar, “uyanmaz
uyku” ya dalmışlardır. Yan yana dizilen mezarlarıyla toprak semavî bir iftihar duyar.
Dünyaya kapanan nazarları, Tanrı’nın mağfiret nuruyla dolar. (s. 77). Adları
bilinmeyen bu kahramanların yeri mezarları değildir. Onların türbesi “Türk’ün
tarihi” ve bu türbenin kandili “hilâl” dir. (s. 80). 375
Şair, “Millî Neşide -1- , -2-” de, Türk milletinin tarih boyunca gösterdiği
kahramanlıkları anlatır. “Altay” dan gelen bu erler, “Çamlıbel” de uğuldayıp
coşmuştur. Hak yolunda yalın kılıç hep seferberdirler. Zafer, “şaha kalkmış
küheylân” dır, durdurulamaz. Bu millet, felâketleri pençesinde oyuncak yapmıştır.
372
373
374
375
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 34.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 36.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 37.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 77, 80.
198
Tanrı’dan kuvvet alan Türk’ün yoldaşı fırtınalardır. Başında, “ay yıldız” la yürür.
Bütün milleti bir ordu kabul eder. 376
“Süvariler”
de,
“kasırga
oğulları,
kanatlı”
süvarilerin,
sınırlardaki
hücumlarından kahraman bir uğultunun dalgalandığını söyler. Bu ordu, hep zafer
kazanır. Onlar için yeryüzünde uzak bir yer yoktur. (s. 112). Onlar, alaylarla
geçerken mızrakları, “yerde uçan bir orman” a benzer. Vatan için, “güzel Turan” için
canlarını feda ederler. (s. 113).377
Şair, “Gemiciler” de, leventlerin ağzından, Türk askerinin kahramanlığını
anlatır. Bu “dalgalar, fırtınalar” kahramanları, ufuklardan ufuklara haber sorar,
gezerler. Toprağı bırakmış; denize âşık olmuşlardır. Onların “ruh kardeşi” sudur.
Korkusuzca “hilâl” e şan ararlar.378
Enis Behiç, “Venedikli Korsan kızı” nda, denizlerdeki kahramanlıları anlatır.
Leventler, ateş açılıp dumanların ufku sarmasından mutlu olurlar. Dalgaları “cilveli”
Akdeniz, denizlerin en güzelidir. Bu, “güzel kız” ı sevdiklerinden ona göz koyana
çatarlar. (s. 119). “Kol sıvanmış, el palada” bekleyen bu kahramanların elinden
“korkak” Venedikli kaçamayacaktır. Ufukta, üç direkli bir Venedik gemisi görülür.
“Deniz Ceylânı” nın kaptanı, Gamsız Reis’in emriyle kavga başlar. (s. 120). Çok
mücadele edilir. Sonunda savaş kazanılır. (s. 120). 379
“Uğursuz
Baskın”
da,
leventler,
gemileri
ve
Akdeniz
ile
âdeta
bütünleşmişlerdir. Uzakta Venedikli bir kadırga görülmesi üzerine korsan
sevgilisiyle vedalaşır. Aşkının, Venedikli kıza vatanını unutturamadığını anlar. Kız,
ondan vurulmamasını, çok da vurmamasını ister. Bu savaşta tat bulamayan
376
377
378
379
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 90.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 112-113.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 117.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 119-120.
199
kahraman, korkuyor muyum, diye düşünür. “Serdengeçti” korsanın Venedikli
“kaltaban” dan korkmayacağını söyler. Üç levent suya atlayarak uyuyan düşman
gemisine yüzerler. Deniz Ceylânı’nın çarpışıyla uyanan Venedikliler, karmakarışık
olurlar. Ustalıkla çarpışanlar da vardır fakat içlerinde din kuvveti yoktur. Türk
askerleriyse Tanrı’dan kuvvet alırlar. Çarpışmanın en ateşli anında ambarlarda
yangın çıkar. Deniz Ceylânı yanmasın diye açılırlar. Gemiye bir şey olmamalıdır.
Çünkü o vatanın emanetidir. Zaten kavga da bitmiştir. Akdeniz’in düşmana
verilmeyeceğinin ispatı olarak Venedikli kaptanın kellesi Cunda’ya asılacaktır.
Venedikli Leonora, âşığının yarasını sarar. Venedik gemisinden gelen bir kurşunla
kız vurulur. Buna dayanamayan levent kendini ördüreceği zaman, reis, intikamını
almadan ölmemesini söyler. İntikam için döndüğünde Venedik gemisi batmıştır. 380
Yusuf Ziya, “Akından Akına” şiirinde, Türk tarihinde önemli bir yeri olan
akıncıları konu edinir. Yerin göğün akıncıların adımlarının hızından titrediğini
söyler. Onlar, “İleri!” emriyle, bir ağızdan cenk türküleri söyleyip, yamaçlardan
coşkun bir sel gibi akmaktadırlar. Üç yüz akıncı Tuna kıyısından geçerler. Ordunun
hıncı bakışlarında görülmektedir.
“Uçlarından kan damlayan kılıçlar kınsız;
Tanrı böyle emretmiş: Türk durmaz akınsız!...”381
“Kafkaslara Doğru I” şiirinde, Türk ordusunun Kafkaslara akınını konu
edinir. Türk ordusu için akının bir şeref günü olduğu, düşmanları bir yıldırım hızıyla
öldürmesi söylenir. Ordunun, önüne çıkacak tüm engellere rağmen, coşkun bir sel
gibi köpürüp taşması istenir. Türk’ün yeryüzündeki saltanatından vazgeçmemesi,
380
381
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 122-130.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 3.
200
atından bir an olsun bile inmemesi emredilir (s. 4). Akının başlamasıyla beraber
güneş doğudan Türk’ü selâmlamaktadır. Hakan ne zaman savaş ilân etse kâinatı
baştanbaşa ateş ve kan bürümektedir. Savaşa büyük bir istekle gidilir.
“Toplar kızıl bir sevinçle haykırır, gürler,
Bir ufuktan bir ufka kalkar süngüler!..” (s. 5).382
Şair, Türk ordusuna ithaf ettiği “Karpatlarda I” şiirinde, hayalinde gördüğü
ordunun bakışlarının alevli, saçlarının ürpermiştir. Önde “mukaddes ve kanlı bir
ferman” gibi bayrak vardır. Dağdan geçişleri “şimşekli bir bulut kadar asabi” dir. O
gün Karpatların “beyaz cehennem” inde “kanlı bir efsane” yaratırlar. (s. 6). Yıldırım
yüklü buluta benzeyen Türk ordusu, geçtiği yerleri heybetiyle yakar. Bu karlı dağlar,
daha önce de savaş görmüştür. Burada ataları yatmaktadır. Türk ordusu karşısında,
en yüksek tacın kızıl namusu” olan bayrak diz çökmüştür. (s. 7).383
Şair, 1915’ te yazdığı “Nöbetçi ve Yıldız” da, nöbet tutan askerle gökteki bir
yıldızın arkadaşlığını anlatır. Yıldız, bayrağa şan veren askerin hâlini sorar.
Köyünden haber getirmiştir. Askerin gözlerinde yalnız nişanlısının hayalini görünce
(s. 8). kızın çehresinin solgun olduğunu söyler. Kız, asker nişanlısından beş aydır
haber alamadığı için ağlamaktadır. Bütün gençliğinin rengi nişanlısıyla beraber
gitmiştir. Beklediği mektup gelmemiştir. Yıldız, kıza nişanlısını bulacağına “Ay
Sultan” ın başı için ahdeder. (s. 9). Asker, ölüme karşı gülerken nişanlısının
haberiyle kalbi çarpar. Çanakkale cephesindeki askerler çelikten bir kale gibidirler.
Burada süngüleriyle yedi düvele karşı durmuşlardır. Şimdiden sonra ölse bile gam
382
383
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 4-5.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 6-7.
201
yemeyeceğini, böyle bir günde hatırına sılanın gelmeyeceğini söyler. (s. 10).
Nişanlısına kavuşacakları haberini yıldızla gönderirken vurulur. (s. 11).384
“Karparlarda II” şiirinde, Türk ordusunun buradan geçişini anlatır. Türk
ordusu bu karlı dağların yamaçlarından “bir fırtına bulutu gibi korkunç” çıkar.
Ordunun bakışları kanlı bir şimşek gibi kızgın, her çehrede şeref dolu bir destan
parlamaktadır. Her süngünün ucunda muhteşem bir tarih görünür. Atalarının vaktiyle
bu illerde tekbirlerle gezdiklerini, ay yıldızlı bayrağa gönülden bağlı olduklarını
söyler.
“Onlar için Moskofla kavga etmek bir dindi;
Bu illerde onlardı düşmanları ezenler;
Göğüsleri set çekti her zehirli kaynağa!” (s. 13).
Ordunun, buz tutan tepelerden karabulut gibi aşmasını, her tarafa yıldırımlar
yağdırmasını ister. Yeni bir zafer kazanmasını, “kandan kızıl bir deniz” in düşman
yurdunu boğmasını bekler. Böylece bütün cihan “al yanaklı” bayrağa benzeyecektir.
Şair, daha önce de burada savaşıldığını, Karpat Dağları’nda yüz bin şehit türbesi
olduğunu hatırlatır. Göğün her gece onlara “top top kandil yaktığını” söyler.
Ordunun umudunu kaybetmemesini, şairlerin en ilâhî nağmelerinin onlara olduğunu,
bütün gözlerin umutla onlara baktığını belirtir. (s. 14). 385
Şair, 1914’te yazdığı “Türk Ordusu” şiirinde, ordunun dillere destan oluşunu
anlatır. Bir yıldız, ordunun eski şanının yeniden canlandığını; Türk’ün dillere destan
olduğunu söyler. (s. 17). Yıldızın bu haberi üzerine şair, sahile iner ve dalgalara ne
olduğunu sorar. O akşam Nil’den selâm daha sonra Batum Kalesi’nden iyi haber
384
385
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 8-11.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 13-14.
202
gelmiştir. (s. 18). Mısır, Karpatlar ve Kafkas için müjdeli haberler alınmıştır. (s.
19).386
1915’ te yazdığı, “Karadeniz’de” şiirinde, Türk ordusunun Moskof’a karşı
kazandığı savaşı anlatır. Bütün tabiat bu kahramanlık coşkusuna eşlik eder. (s. 20). O
gün asırlardan beri mahpus Türklüğün intikamı alınmıştır. Yanan Moskof gemileri,
denizde kazanılan bu zafer, Barbaros’un ruhunu şad etmiştir. (s. 21).387
Yusuf Ziya, 1915’ te yazdığı “İki Asker” adlı şiirde biri genç, diğeri ihtiyar
askerin bugünkü duygularını verir. Genç askerin neşesi sönmemiş; gözleri masum ve
bomboş bugünün kanlı ufkuna bakmaktadır. Diğerinin çehresi mahzun, gözleri
hayattan sarhoş mazinin şanlı ufkuna gülmektedir. Genç, “kan yüzü görmemiş yeni
kılıç” ını severken diğerinin kalbinde eski hıncı tutuşur. (s. 22). Genç askerin gönlü
kavga duygusuyla dolu, “bir kızıl muamma gibi dökümlü!” dür. Kızıl bağlara
baktıkça kalbinde “millet” sevgisi uyanır. Diğerinin yıllardan beri uykusu “kanlı
rüyalar” la örtülüdür. Karlı dağlara baktıkça içinde “ümmet” in sesi titrer. (s. 23). 388
Şair, “Bir Gönüllünün Sözleri” nde, hakanın yedi düvele savaş açması üzerine
bir gönüllü askerin düşüncelerini verir. Anasını, babasını Tanrı’ya emanet eden
gönüllü, “kaltaban düşmanla boy ölçmeye” gider. Daha sonra dedesi Çelikoğlu’nun
anlattıklarını hatırlar. “Nazlı yurt Turan’a bayrağını sokmak isteyen düşman,
kahraman ataları karşısında kaçmaya mecbur kalmıştır. (s. 24). Çabuk yılmayan
ataları “otağın eteğine yüz sürüp” ay yıldızlı bayrağa sığınırlar. Düşman yine vatana
saldırır. Padişah erlerin meydana çıkmasını emreder. Türk’te yine asırlar önceki o
kanın olduğunu bilmeyen düşman, bir Türk’ün yirmi düşmana bedel olduğunu da
bilmemektedir.
386
387
388
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 17-19.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 20-21.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 22-23.
203
“Hey gidi hey!.. Bir narayla tozdan bulut yaratan,
Kahramanlık derneğinde yiğitlikle şan alan
Turanlının yavuz nesli tükenmedi çok şükür,
Bir damla Türk bir kocaman deniz gibi köpürür.!”
Gönüllü, atından düşünceye kadar “kana hasret” kılıcıyla savaşacağını söyler ve
helâlleşir. (s. 23).389
“Zafer Beldesi” şiirinde, “sağı solu uçurum kızıl bir yol” da, ayakları kan
içinde yürüyen yolcu, göklerden imdat umar. Uzaktan bir ses, yolcuya göklerin sağır
olduğunu, kuvvetine güvenerek yürümesini söyler. Çünkü, “Kuvvet zafer yaratır!”.
Onun, ilâhî ufka, al bayrağın zafer neşesiyle çırpınışına bakmasını ister. Yolcu, göğe
nerede olduğunu sorar. (s. 26). Dağlar, taşlar şimşekli bir ses gibi cevap verirler.
“Ey kahraman ruhlu asker, bu gördüğün, herkesi
Huzurunda diz çöktüren Türk’ün “zafer beldesi!” dir. (s. 27).390
“Kan Bayramı” nda, şairin artık en sevdiği nağmelerinin bile asabi olduğunu,
her mısraın ay yıldızı methettiğini söyler. Şair, Karadeniz’den yükselen top
seslerinin, çamlıklarda sevgilinin verdiği buseden daha çok mutlu ettiğini belirtir. O
eski şiirleri sevgilisine armağan bırakarak savaşa gider. (s. 32). Onu Kafkasya
beklemektedir. Bugünün “kurban, kan bayramı” olduğunu söyleyerek kılıcını kınsız
ister. (s. 33).391
Şair, 1915’te yazdığı “Kafkaslara Doğru II” şiirinde, daha gün doğmadan,
sabah ezanıyla birlikte, Türk ordusunun geçişini anlatır. Coşkun bir nehir hâlinde
geçen bu insan dalgasının gözlerinde canlanmış kahraman gururu görür. Gönüllerden
kopan yanık şarkıyla uyuyan yolları sarsıp titretirler. (s. 37). Bu askerlerin hepsinin
389
390
391
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 24-25.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 26-27.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 32-33.
204
göğsünde, eski zaferlerin yadigârı savaş madalyaları vardır. Yüzlerinde ayrılık yası
olmayan bu kahramanların kalbi vatan sevgisiyle doludur. Önde “alev gibi” al
bayrakla sert adımlarla geçerler. Gözleri korkunç şimşekten parlak olan bu orduya,
ay esen rüzgârla selâm gönderir. (s. 38).392
Şair, “Tuna Boyunda” şiirinde, yıldırımdan süngüleriyle dört çevreyi dolaşan,
zapt olunmaz bir sel gibi Karparlardan aşan Türk ordusunun yoldaş için hayat,
düşman için ölüm olduğunu söyler. Dobruca’da bozguna uğrayan düşmanı çanların
alkışlamasını ister. Çünkü, artık bu bozgun tarihlere yazılmaktadır. “Asılsız, türedi”
düşmana karşı Türk milletinin dinmeyen kini vardır. “Alev saçan” bayrağın
huzurunda, titreyip yanmalarını ister. Çünkü, Türk’ün “Hakk’a tapan” kalbinde galip
olma dini vardır.(s. 41). Güzel Tuna’ dan abdest alan kahraman atalarını hatırlar.
Türk askerinin bu eski vatanda yine savaşmaktadır. Daha önce burada şehit
düşenlerin intikamını asırlık düşmana bırakmamışlardır. Bir zaman ihanete uğrayan
Türk ordusu karşısında, düşman artık diz çökmüştür. Kalplerde onlar için “aman
bilmez” bir kin vardır. (s. 42).393
Yusuf Ziya, 1914’te yazdığı “Beklenen Bayram” şiirinde, sevgililer, “al
bayrağa gönül bağlayan” uzaktaki hayali gözyaşlarıyla anarlar. Bayram hüzünlü
geçmektedir. Şair, orduya seslenir. Yarın düşmanları tamamen ezdiklerinde, bu
kederli yüreklerde, ölmez bir sevinç doğacağını söyler. (s. 45). Aslında bayram
yapmamaktadırlar. Onlar ordunun “kılıçla açacağı seher” i beklerler. Çünkü dört yüz
Müslüman onları beklemektedir. (s. 46).394
Şair, 1915’te yazdığı “Hilâl-i Ahmer” de, tabiatın bütün unsurlarıyla zaferi
beklediğini söyler. (s. 47). Savaş başlar. Her taraf kan içindedir. Askerlerin hayatla
392
393
394
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 37-38.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 41-42.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 45-46.
205
ilgili neşeleri sönmüş, sadece şehit olma arzuları vardır. Saatler süren savaş sonunda,
kılıçlar kına girer, sahaya “uhrevî bir sükût” çöker. Bütün melekler secdeye kapanır.
Her asker canlı bir kaleye döner ve ay yıldız zafer kazanır. Tabiat savaş sonrası
mekâna iner. Sevimli bir kadın gibi ay yaralılara şefkatle bakar; gözlerinden
kıvılcımlar akar. Yerde yaralı bir askerin kanlı öksürüğünü duyan yoktur. Melekler
acıyarak imdadına koşarlar. “Turan Meleği” askerin yarasını ayla sarar. Ay askerin
kanıyla boyanır. Her ne zaman hudutta bir asker vurulsa o “kırmızı ay” imdada
koşar. (s. 49).395
Yusuf Ziya, “Şehidin Kalbi”nde, “maceralı” Çanakkale sahillerinde tabiatın
savaşın durumuna uyan manzarasını verir. Köpüklü bir deniz gibi gök bembeyazdır.
Gün batarken bulutlara bir destan yazmıştır. Fırtınalar derinlerde uğuldamaktadır.
“Vücutları bir kırmızı kanla örtülü” binlerce ölü, gözlerini ufka dikmişlerdir. Şair,
şehitlerin tasvirini yapar: Bakışları uhrevî bir rüyaya dalmış, yüzleri mosmor, ağızları
köpürmüştür. Bazen bir hırıltı, boğuk bir ses gelmektedir. Kara bulut gibi uçuşan
kargaların demir gagaları ölüleri didiklemektedir. (s. 3). Dalgalanan bir kar
kümesinin ardından yaralı bir askerin sesi duyulur. Kargadan yarasını oymasını;
ondan haber soranlara kalbini göstermesini ister. Ruhu artık semalarda Rabb’ine
kavuşmuştur. Zafer kazanılmıştır. (s. 4).396
“Asker Şarkısı” nda, trampete nağmeleri ve boru sesleriyle ileri emrini alan
Türk askeri ordulara meydan okumaktadır. Üstlerine ölüm gelse yüzleri gülmektedir.
Ay yıldızlı bayrak göklere benzetilir. Kılıçları nerede düşman görse ezmektedir.
Böyle bir ordunun akınları dillerde dolaşmaktadır. 397
395
396
397
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 47-49.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 3-4.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 5.
206
Yusuf Ziya, “Gece Nöbetinde” adlı şiirde, tabiatın görüntüsünü verir.
Rüzgârda ölüm, barut kokusu vardır. Gözleriyle engin karanlıkları dinleyen nöbetçi
asker, aydan gizli bir haber sorar. Çiçeklerden yayılan kokuyla ruhu köyünü yadeder.
Yadigâr olarak aldığı küçük saç örgüsünü öper. Bir köy düğünü hayaline neşe verir.
Fakat yarın vahşet ve kan içinde açılır. Ona cenk ufukları gösterilir. 398
Şair, 1917’de yazdığı “Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu” nda, çölden yazılan bir
asker mektubuna yer verir. Asker, uzun zamandır sevgilisine, sıra gelmediği için,
sağlık haberini verememiştir. Onu andığında gözlerinin yaşla dolduğunu, benzinin
kül gibi olduğunu söyler. Sevgilisinin darılmasından endişelenerek mektup yazmak
ister fakat daha iki satır yazamadan hücum borusu çalar, mektup yarıda kalır. (s. 8).
Sevgilisinin daha önceleri olduğu gibi kendisine şair demeyeceğini hatırlatır.
Satırların karışıklığından sağ elini kaybettiğini anlayacaktır. Buna üzülmemesini; sol
kolunun kalbine daha yakın olduğunu söyler. (s. 9).399
“Asker Şarkısı” nda, gün doğarken yola çıkan askerler sağa sola heybet
verirler. Bülbüller hep bir ağızdan onları uğurlamaktadırlar. Ordunun önündeki
bayrak dalgalanarak göğe çıkmak ister. Omuzları tüfekli askerlerin adımları altında
toprak titrer. Tabiat da onların bu yolculuğuna eşlik eder. Güneş dağ başından
çıkarak onları selâmlar, kuşlar izlerini gizler. Askerler ya şehit ya gazi olmak
isterler.400
Şair, “Zafer Perisi” nde, sabaha karşı ufuklardan gelen bir sesle dağın, taşın
ürperdiğini, sonra karşısında “gümüş tolgasında mehtap parlayan, sol elinde tunç
kalkanı olan” genç bir kahraman görür. Kahramanın gözü Kafkas’ın bahçeleri gibi
yeşil, sesi Aras’ın dalgaları kadar coşkundur. Çehresinde yas izi görülmeyen bu
398
399
400
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 7.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 8-9.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 12.
207
kahramanı gökten inmiş bir civan zanneder. O, öyle bir kahramandır ki, bunu
sadece tarih değil, cihan dahi görmemiştir. (s. 13). Ay yıldıza yine şan, şeref nasip
olmuştur. Bu birden beliren kahraman kıratına binerek tekrar kaybolur. Gökyüzü
şaire bunun zafer perisi olduğunu söyler. (s. 14). 401
“Kafkas’ta Kalanlara” şiirinde orada şehit düşüp dönemeyen askerler anlatılır.
Onlar, karlı dağların göğsünde ebedî uykuya dalan şehitlerdir. Taşsız mezarları
üstünde yıldızdan kandiller yanar. Onlar anıldıkça kalpler titremekte, hayalleri hicran
içinde özlenmektedir. Onlara, rüzgârın vatandan haber verip vermediği sorulur. Hâlâ
onlardan ümidini kesmeyen, mektup bekleyen sevenleri vardır. Daha önce orada
savaşan atalarıyla kavuştukları düşünülür. (s. 15). O yiğitlere tüm cihan tapmaktadır.
Çünkü onlar en kanlı, en korkunç izden geçmişlerdir. Efsane yaratmışlardır. Geride
kalanlar diz çöküp onlardan şefaat dilerler. (s. 16). 402
“Gemiciler” de, şair, denizcilerin ağzından Türk askerinin özelliklerini
anlatır. Denizin çocukları şen gemiciler, fırtınalı, ıssız enginleri severler. Hayatları
köpürmüş dalgalara benzer. Tabiat da onların bu hayatına eşlik eder; âdeta
bütünleşirler. Sular bayrağı tanımakta; güneş, batarken onları selâmlamaktadır. Bir
deniz kızı arkalarından dua eder. Askerlerse enginlerde düşmanları arar.
Öldüklerinde dalgalara gömülmek isterler. Kaybolmayacaklarını, tarihe hayallerini
bırakacaklarını söylerler.403
“Sultan Osman’ın Rüyası” nda, bir zamanlar bu toprağın beyi oldukları,
mazinin destanlarla dolu olduğu, Anadolu’nun kahramanlar ocağı olduğu söylenir.
401
402
403
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 13-14.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 15-16.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 17.
208
Bu topraklarda at koşturan ordu, kargılarıyla kâinata karşı durmuştur. Rüyasında
cihanlar kurduğu müjdelenen Sultan Osman, orduyu toplar. 404
Yusuf Ziya, “Guruba Doğru” da, cephe gerisinde köylülerin savaşla ilgili
konuşmalarını verir. Bu arada cephede bulunan yaralı bir asker, o günleri anlatır.
Askerler zaferden umudu kesmiş, son felâketin geldiğini düşünürler. Binlerce şehit
verilir. Düşman askeri gittikçe yığılmaktadır. Cephe ağır ağır geri çekilir. (s. 13).
Şehit vermeye devam edilir.
Mezarlar çoğalır. Askerler aç susuz demeden
korkusuzca ölümü beklerler. Son ana göğüs gererler. Ama sonunda bozguna uğrarlar.
Guruba doğru göçüp giderler. (s. 14).405
Şair, “Son Söz” de, Garp’a uyarıda bulunur. Her şeyin öleceğini fakat imanın
öldürülemeyeceğini söyler. Türkler, duygu ve düşünceleriyle seferber olmuştur. İçten
bozguna uğratılamazlar. Alınan her kara haber, onlara ders olmaktadır. Garp’a hakkı
değil, haksızlığı ezmesini söyler.
“Çekemez bu kadar sarsıntıyı yer, / Seni aldatmasın bu kanlı rüya!
Hançerin kalbimi değerse eğer / Na‘şımın altında ezilir dünya!”. (s. 15).
Türklerin imanı yalçın bir kaya gibidir. Ona çarpanlar dağılır. (s. 16). 406
Yusuf Ziya, İzmir’in kahramanlarına seslendiği “Eğil Dağlar Eğil” de, verdiği
mücadeleyi bırakmamasını; bütün milletin aynı acıyı duyduğunu söyler. Efenin
“Allah Allah” sesini duyan, korkusundan can verecektir. (s. 3). Aydın’ın “yurt için
kendini hiçe sayan” efelerle övünmesini ister. O, hem tarihe hem de gönüllere adını
bırakacaktır. (s. 4).407
404
405
406
407
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 18-22.
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 13-14.
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 15-16.
Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 3-4.
209
Şair, “Sarı Zeybek” şiirinde, tabiatında kahramanlık duygusu olan zeybeğin,
orduları önüne katıp sürüdüğünü; dağları kana bürüdüğünü anlatır. Efelerin, Türk
varlığını kaybetmeden, gafletten uyanıp mücadeleye başlamasını ister. Savaşıp taş taş
üzerinde bırakmamalarını; gerekirde kâinatı bile yakmalarını söyler.
“Sarı zeybek şu dağlara yaslanır / Yağmur yağar silâhları ıslanır.” (s. 5).
“Ulu Hakan” ın milletin başına geçerek en son destanını kanla yazmasını
ister. Savaşmaktan başka çare kalmamıştır. (s. 6). 408
Faruk Nafiz, “Her Yerde Kahraman” da, kahramanlığı “yerde”, “denizde” ve
“havada” şeklinde bölümlendirir. Yerde, akıncılara arzın dar geldiğini; ovaların geçit
verip, dağların boynunu eğdiğini söyler. Denizde, Batı’ ya doğru ilerlendiğini
belirterek denizlere hâkim olunduğunu vurgular. Havada bölümünde,kahramanlığın
karada ve denizde hâkim olduğunu belirttikten sonra, kalplerde yeni bir güneşin
parladığını; bunun da yedi kat göklere hâkim olmaz arzusu olduğunu söyler.409
“İzmirlilere” de, İzmir’in işgali üzerine gösterilen kahramanlığı anlatır. Bütün
millet onları anar. Tabiat her unsuruyla yollarını bekler. Düşmandan öc alıp şehit
düşenler, arkalarında yıkılan ocaklar bırakmışlardır. Vatanın bir parçası olan “güzel”
İzmir’in düşmana kalmasına gönüller razı değildir. 410
1919’da yazdığı “Bozgun” da, kahraman ordunun “yeni bir “bozgundan
dönüşünü tasvir eder. Altı asırdır bundan daha matemli bir hezimet görülmemiştir.
Tabiat da aynı acıyı duyar. Ay, tepelerden alev gibi yükselip ufka yorgun
doğmaktadır. Dağınık, rengi sararmış, süngüsü düşkün gelen alayı o da görmüştür.
(s. 32). Yollar, bağrı yanık, saçları ak askerlerin korkunç adımlarıyla sarsılır. “Kızıl
408
409
410
Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 5-6.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 63.
Faruk Nafiz, Âh,İzmir!, s. 7.
210
fırtına” dan kurtulup yurduna sağ dönen asker yok gibidir. Bu hâl Türk’ü ilâhî bir
yasa boğar. Böyle bir hatıra yada sığdırılamayacaktır. Son damla kana kadar
savaşmışken yine de Bağdat’a hasret kalınmıştır. Savaşta şehit olmayı bekleyen
askerin kalbinde artık can korkusu vardır. (s. 33). 411
“Mağlûp” ta, düşman vatanın payitahtına ayak bastığında kıyamet kopacağını
sanırken, ölüm şehre kanat açtığında öz kardeşin, kızın başında ağlayıp durduğunu
görür. Damarlandaki son kan akıncaya kadar mücadele edilmiştir. (s. 36). Türkler,
kuvvete yenilmiştir fakat hakka hâkimdirler. Bozguna uğranmıştır fakat asla savaştan
kaçılmamıştır. (s. 37).412
1919’da yazdığı “At” şiirinde, Türk milletini şaha kalkan ata benzetir. Bin
gemle bağlanan bu yağız atın başı Allah’a kalkar. Türklerin son macerası onların
zabt altına alınamayacağını göstermiştir. O, hürriyet duygusunu içinde yaşattığı
müddetçe onu zabt etmek isteyecek hiç kimse kalmayacatır. (s. 77). Her taraftan yara
alan bu milletin baş eğdiğini zannedenler yanılmıştır. (s. 78). 413
Şair, “Atlıların Türküsü” nde, Türk’ün doğuştan kahraman olduğunu; her
yolda şan, şeref aradığını söyler. “Tunç mızraklı, dinç süvari” ler, sefere çıktığında
yerle göğü titretirler. Düşmana ölüm yağdıran bu askerler, dostun hatırını sorar.
“Şahlanan kartal” a benzerler.414
“Topçuların Türküsü” nde, düşmana karşı dinç duran topçu hedefini hiç
şaşırmaz. Sayısız savaşa katılmıştır.
415
“Tayyarecilerin Türküsü” nde, havada
savaşanlar, yerden sıkılırlar, gökyüzüne çıkmak isterler. Onlar, “gece karanlıkta
yükselen kuşlar” gibi herkesten önce hür olurlar. Düşmana karşı “kartal”, dosta
411
412
413
414
415
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 32-33.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 36-37.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 77-78.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 7.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 9.
211
“güvercin” dirler. İçlerindeki kuvvetle aşamayacakları engel yoktur. 416 “Piyadecilerin
Türküsü” nde, helâlleşerek sefere çıkan kahramanlar, daha önce atalarının geçtikleri
yerden gitmek isterler.417 “Denizcilerin Türküsü” nde, zafer yolunda yürüyene, hiç
kimsenin engel olamayacağı anlatılır. Vatan için savaşmak söz konusu olunca,
enginlerin bile sonunu getireceklerine inanırlar. 418
“Şehitlerin Türküsü” nde, alınyazıları “yücelik” olan şehitler, toprakta
yatsalar bile göktedirler. Vatana o kadar bağlıdırlar ki, cennete gitseler bile, gözlerini
vatandan alamazlar. (s. 17). Dirilseler, yeniden vatan için ölmek isteyeceklerdir. (s.
18).419
“Yaşamaz ölümü göze almıyan, / Zafer göz yummadan koşana gider.
Bayrağa kanının alı çalmıyan / Gözyaşı boşana boşana gider.”
diye başlayan “Zafer Türküsü” nde, zafer denilen “kahraman peri” nin kahramanca
savaşanlara görüldüğü söylenir. (s. 19). Vatan için çarpışan diriler, “şerefli”; ölüler
“şanlı” dır. (s. 20).420
“Yüzbaşım” da, bir erin ağzından yüzbaşısı anlatılır. Talime çıkıldığında en
başta o vardır. Er, vatanda olanı biteni ondan öğrenmiştir.
421
“Hazırol!” da,
koçyiğitlerin düşman şanlarına göz koyduğunda, can almaya, can vermeleri hazır
olmaları söylenir. (s. 39). Savaş, Türk’ün “eski oyunu” dur. Soyunda şehitler, gaziler
olduğundan düşmanın karşısında “dev” gibi durması gerekir. (s. 40).422
416
417
418
419
420
421
422
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 11.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 13.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 15-16.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 17-18.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 19-20.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 37.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 39-40.
212
“Ahmet” te, köyünde sapan tutan Ahmet, savaşta bayrak taşımaktadır. Vatan,
onun sapanı, tüfeğiyle ayakta kalır. (s. 42). Ayrılığa dayanan Ayşeler de onun kadar
kahramandır. (s. 43).423
“Çanakkale” şiirinde, burada gösterilen kahramanlığı anlatır. Çanakkale’nin
üzerine yüz bin millet saldırır. Burası topun donanmayla; tüfeğin bataryayla; silâhın
imanla dövüştüğü; neferin orduyla boy ölçüştüğü son yerdir. 424
“İnönü” de, savaştan yorgun düşen Türkler, vatanın her yerinin işgal
edildiğini görür. Felâketlerin yoramadığı milletin başında Mustafa Kemal adlı
kahraman vardır. (s. 49). Ordu, düşmanla İnönü’de karşılaşacaktır. Yeryüzünde eşi
görülmemiş bir savaş olur. “Yedi başlı yılan” ilk önce orada ezilir. Asker, hem
düşmanı hem de milletin kara bahtını da yenmiştir. (s. 50). 425
“Dumlupınar” da, düşman her yandan ilerleyip, vatandan yeni bir parça
koparırken Gazi komutan, düşmanları yurdun kucağında bozguna uğratacağını
söyler. Bütün millet düşmanı yenmek için hazırlanır. (s. 51). Yapılan meydan
muharebesinde düşman bozguna uğratılır. Fakat daha yapılacaklar bitmemiştir. Ordu,
“İlk hedefini Akdeniz’dir, ileri!” diyen önderin ardına düşer. (s. 52). 426
“Kara Fatma” da, Erzurum’un işgaline karşı halkın direnişi anlatılır.
Erzaksız, cephanesiz ordu, son er kalıncaya kadar savaşmıştır. Fakat, zafer
haklarıyken, yenilirler. Düşmanın cana, mala, namusa el uzatması Türk’e dokunur.
Şehirde esir gibidirler. Türk vatanında Türk yaşamalıdır, diyerek toplanırlar. Kara
423
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 42-43.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 47-48.
425
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 49-50.
426
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 51-52.
424
213
Fatma, askeri yalnız bırakmamak için ortaya atılır; halkı toplar. Elinde silâh adına
hiçbir şey bulunmayan halk, şehirden düşmanı kovar.427
“Bayrak Altında” da, vatan tehlikeye düştüğünde, milletin top yekûn bayrak
altında toplandığı anlatılır. Kahramanlar, vatan için ölürken bile gülerler. (s. 63).
Bayrak dalgalandıkça toprak altında da rahat edeceklerdir. (s. 64). 428
“Yeşil Başı Ördek”te, Çanakkale cephesinde geçen bir kurban bayramını
anlatır. Bu bayram buraya uymuştur. Zaten vatan için askerler kurban verilmektedir.
Siperde, bayram niyetine ördek kesmeyen askerler, ördeği düşman siperine kaçırırlar.
Bir asker ardına düşer; ateş hattına girer. Vurulduğu zannedilirken ördek elinde
döner. Bir ördeği bile düşmana çok gören asker, vatanından bir karış toprak bile
vermeyecektir.429
“Kahramanlara Kaside” de, vatan elden giderken toplanan ordu, düşmanının
gayzını kanda boğar. Bir kez esir olan bir daha kolay kurtulamayacağından Türk esir
olmamış; boyun eğmemiştir. Onun tükendiğini zanneden dünya nasıl galip geldiğini
görür. “Kükremiş arslan gazabı” yla bütün dünyayı sarsar. (s. 133). Milletin
gözyaşlarını döktüğü kanla siler. Vatan için ölseler de mutludurlar. (s. 134). 430
Faruk Nafiz, “Levendler” de, Barbaros’un evlâdı “deniz kurtları” nın vatan
için, nimetle dolu toprağı bırakıp deryaya açıldıklarını söyler. 431
“Kolsuz” da, şair, sağ kolu omuz başından kesilmiş bir yolcuyu anlatır. O
kadar haşmetli görünür ki dev adımlarla yürür. Sol kolunun bir kılıç gibi
sallanmasından onun bir yiğit olduğunu anlar. O, bir dağ gibi heybetle yürürken
427
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 58-62.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 63-64.
429
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 86-89.
430
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 133-134.
431
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 28.
428
214
gölgesi yolu karartır. Şair, kesilen kolunun sınırda düşmanı göğsünden itişini hayal
eder.432
3. Âfât-ı tabiiyyeden Biri: Aşk
Orhan Seyfi’ye aşkı devam ettirmenin çareleri sorulduğunda, aşk varsa
aranacak çarenin devam ettirmek değil, ondan kurtulmak olması gerektiğini söyler.
“Aşkı nasıl devam ettirmeli sorusu bile, aşkın vücudundan şüphe hissini taşıyor” der.
Aşkın devamından korkulacak bir şey olduğunu yangın, fırtına, zelzele gibi “âfât-ı
tabiiyyeden biri” olduğunu düşünür. Evlilikte en kötü bağı iki tarafında yalnız aşka
bağlanmış olmasında görür. “Aşkta huzur, sükûn, intizam, mantık, müvazene
olmadığı için buna dayanan aile yuvası da fırtınaya yakalanmış bir kayık gibi
“Borsa Boca” gider. Her zaman batma tehlikesi gösterir” der. Evlilikte aranan şeyin
aşk değil, karşılıklı dostluk, samimiyet, hürmet ve emniyet olması gerektiğini
düşünür. Evlilik bağının aşkla başlamasını, dostlukla devam etmesini doğru bulur. 433
“Aşk oku” nun kalbi etlilememesi için yegâne yolun, kalnin taştan, demirden hatta
çelikten olmasının yetmediğini, yaşın altmışı geçmesi olduğuna inanır. Zaman zaman
bunun dahi yeterli olmadığını düşünür. 434
Orhan Seyfi, “Ah, Sen! I” şiirinde sevgiliye duyduğu aşkı ve ayrılığın verdiği
azabı anlatır. Onun düşüncesinde küçük bir yer edinebilmek için bütün varlığından
vazgeçen şair, ayrılığı anlayamaz. Dünyada onun aşkından başka her şeyin yalan
432
Faruk Nafiz, B. Ö. B. G., s. 56.
“Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya Bey Diyorlar ki”, (Top.: Naci SADULLAH), Son Posta, 2456 (3
Haziran 1937), s. 7.
434
Orhan Seyfi, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 122(9 Mayıs 1936), s. 16.
433
215
olduğunu söyler. O, “mahveden reha, cinnet veren deha” dır. Şairin öncesi de sonrası
da odur.435
“Ah, Sen II” de, sevgilinin ona yar olmayacağı halde, neden karşısına
çıktığını sorar. Çektiği azaptan kurtulmak isteyen şair, uzak olmasını, hiç
görünmemesini ister. Bu aşka düşmeseydi ne kaybedip ne bulacağını sorgular.
Ayrılmaya gücü olmadığı için sevgilisini kovar. 436
“Sergüzeşt Arkasında” şiirinde, aşkın büyük geçitleri olduğu, mahvedeceği
söylenerek şair peşinden koştuğu maceradan vazgeçirilmek istenir. Sevgilinin füsun
ve tahakkümünden kurtuluş yoktur.437
“O Zaman ki…” şiirinde, aşkın tacıyla bir hükümdar gibi olan şair, onu
kaybettiği zamanlar uçurumlarda sürünen serseridir.438
“İtiraf” ta, yaşanan aşkta her iki kişinin de hata yapabileceği, günah
işlenebileceğini söyler. Bu aşkı yaratanlar aynı zamanda affedenler olacaktır. Bir
buse sevgilisinin bütün günahlarını takdis ve affetmeye yetecektir.439
Şair, “Susunuz!”, da, âşık olmadan yaşadığı ilişkiyi anlatır. Çok uzun
zamandır birlikte oldukları halde yad edecek bir hatıra bulamaz. 440
“Buhran” da, ruhunun ıstırabından utanan şair, yalan da olsa bir şey duymak
için sevgilisinin yanında olmak ister. Onu terk edip gitmeye gücü yoktur. 441
“Tereddüt” şiirinde, sevgilisinin kızıp darılacağından çekinen şair, aşkını
itirafta tereddüt eder. Birçok yol düşünür fakat ne yapacağına karar veremez. Bu
tereddüt, ona sevgilinin hiddetinden daha az acı vermemektedir.442
435
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 9-10.
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 11-12.
437
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 17.
438
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 20.
439
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 21-22.
440
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 24.
441
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 25-26.
436
216
Orhan Seyfi, “Ben” şiirinde, tanıdıklarının hepsinin amaçlarına ulaştığını, bir
tek kendisinin ulaşamadığını söyler. (s. 3). Kalbinde hırs, haset, kin yerine gençliğin
şevkini taşır. “Fikri hür, gönlü şen” olan şair, asrın serserisidir. Dünyada aşk dışında
hiçbir şeye gönül vermez. (s. 4).443
Şair, “Gönlüm” de, “kelebek” e benzettiği gönlünün güzelden güzele
dolaştığını söyler. Ömrünün bu yolda tükeneceğini söyler. Şerefli bir adı, büyük bir
amacı yoktur. Her aşk macerasında yıpranan hassas bir yapısı vardır. (s. 5). Gönlü
tok, sabırlı olan bu gönül aslında dertlidir. Yorulduğunda, bıktığında sığınacağı bir
aşkı yoktur. (s. 6).444
“Gönlüm” de, gönlünün güzelden güzele dolaşarak geçeceğini, böyle
titreyerek ömrünü tüketeceğini söyler. Aşkla ilgili her duyguyu tadan şair, aşkı
anlamıştır. O, sevilmeden de sevmiştir. “Mavi boncuk” dediği aşkı, birinde kaybedip
birinde bulur. Sevgililerin hepsi ruhuna yakın, hepsi başka güzeldir. Bu kadar
güzelliğin tek bir kadında toplanamayacağını söyler. 445
“Çiçekler Açarken” de, ruhunda gizli bir aşk sezen şair, kararsız rüzgâr gibi
gönülden gönüle gezer. Her güzel onu bir parça yaralar. (s. 10). Bir gülüşe, bir bakışa
ömrünü feda etmeye hazır olan şair, yalan da olsa bir buseyle verilen söze inanır. Bu
durumun fazla sürmeyeceğini bilir. (s. 11).446
“Gözlerde Seyahat” şiirinde, birçok güzelde aşkı arar. Mavi gözleri asabi;
yeşili ihanete meyilli; elâ gözü hicran dolu bulan şair, bunların hiçbirinde saadete
442
443
444
445
446
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 35-36.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 3-4.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 5-6.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 7-9.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 10-11.
217
rastlamaz. Siyah gözde duru. Bu “karanlık yol” da artık seyahate devam etmek
mümkün değildir.447
Orhan Seyfi, “Düşünce” de, unutamadığı aşkını anlatır. Kendisinin unutulup
unutulmadığını merak eder. Sevgilinin sözünü tutup tutmadığını; başkasına meyli
olup olmadığını; kimlerin kalbini dağladığını bilmek ister. 448
“Usanç” ta, her yalana kanan, her söze inanan şair, artık aşktan da bıkar,
usanır. Aşka tahammülü kalmamıştır. Yaşanırken güzel olan aşk, ayrılıkta kalbi
yaralar. Güzelde vefa olmadığı için âşık olmak istemez. 449
Şair, “Türküler I” de, “güzel, ince, tatlı ve şen” sevgilisini özler. Sürekli
görmek ister. Onu görüp de Âşık olmamak mümkün değildir. 450
“Maniler I” de, sevgili seçkin, şair sıradan biridir. Âşık derdiyle sararıp
solarken sevgili bu hâline güler. “Maniler II” de sevgilisine yalvarır. Aşkına karşılık
bekler. (s. 48) “Maniler VI” te, bulutlardan beyaz, kuşlardan yaramaz olan sevgili,
tek bir aşta karar kılamaz. (s. 49).451
Şair, “Yolculuk” ta, gençliğin gamsız rüyasına veda ederek aşka atılır. Nasıl,
nereye gideceğini bilmez. O, ilhamına güvenir. (s. 75). Çok fırtınalar atlatır,
uçurumlar atlar. “Bir afetin siyah gözlerinin kara sevdası” na düşmüştür. (s. 76).452
“Teessür” de, hayatın tüm zorluklarına katlanan gönül, bir seda karşısında
sessizleşir, durulur. Sevgilinin karşısında ağlayan şair, en mutlu olacağı günde,
447
448
449
450
451
452
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 12-13.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 36-37.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 38-39.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 46.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 48-49.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 75-76.
218
zavallı durumuna düşer. Eğer sevmek bu ise, “hayatını zehirleyen bu elem” in başka
gönüllerde yer bulmasını ister.453
Şair, “Diyorlar…” da, aşk derdine hiç usanmadan katlanmıştır. Her an
sevgilisini anar. Böyle severken ona doymadan ölürse yazık olacağını düşünür. Aşkta
seven her gönül azaba düşer. Saadet ise “boş bir serab” a benzer. Sıkıntı çekmeden,
acıya katlanmadan aşkta saadete erişilmez.454
“O Güzel Kadın İçin I” de, “sonbahar gülü gibi rengi uçuk”; tatlı, munis
bakışlı kadına duyduğu tek yönlü aşkı anlatır. Düşünceyle dolu olan bu kadının
kederli mi yoksa bahtiyar mı olduğunu merak eder. Tanımadan âşık olmuştur. Bir
başkasını sevip sevmediğini de bilmez.455
“O Güzel Kadın İçin II” de, şair, gizlice sevdiği bu kadını bir daha göremez.
Bilmeden ona arkadaşlık eden bu kadının ondan neden uzaklaştığını merak eder.
Onun her şeyi bir sırdır. Şair, karşılıksız sevdiği bu kadını da kaybeder.456
Şair, “Davet” te, her derde “teselli nuru” olan sevgilisini, son bir umutla
bekler. Bu umut da olmasa yaşayamayacaktır. Genç yaşta aşkın yakıcılığını tadan
şair, onun gelişiyle neşelenecektir. Gençliğinde çılgın, derbeder yaşar. Dünyanın
heveslerinden bıkar. Ölüme yaklaşırken dertlidir, yalnızdır. Onu mutlu edecek bir
“şefkat menbaı” arar. Beklediği bu sevgilinin kim olduğunu bilmez.457
“Bir Kış Masalı” nda, fırtınalı bir kış gecesinde, benzeri görülmemiş böyle bir
kışı yetmiş yıl önce yaşayan yaşlı bir adamın aşk hikâyesi anlatılır. O zaman yirmi
yaşlarında olan adam, bir kıza delice âşık olur. Onunla olmak için büyük bir istek
duyan genç, kızı istetir. “Şehirli bir bey, bir efendi” yle evlendirilmek istenen kızı
453
454
455
456
457
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 77-78.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 80.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 89-90.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 91-92.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 93-94.
219
vermezler. Aşkta talihi olmadığını anlayan genç, dağlara çıkar. “Bir şifa gibi” ölümü
bekler. Daha sonra kızın da kendisini sevdiğine hükmeden âşık, onu kaçırmaya karar
verir. Ona kavuşmak için ölümden bile korkmaz. Fırtınalı bir kış gecesi kızı kaçırır.
Kızın gönlü olmadığını anlayınca büyük bir üzüntüye kapılır. Sonunda gencin çok
sevdiğini anlayan kız, ondan ayrılmayacağını söyler. Ölüm ayırıncaya kadar, elli yıl
beraber yaşarlar. Adam, ne zaman fırtınalı bir kış gecesi olsa, onu kaçırdığı geceyi
hatırlar.458
“Büyü” de, şairin dağların karı gibi beyaz olan sevgilisi, cilveli ve nazlıdır.
Onun güldüğü gibi kimse gülemez. “Vahşi” gözleri bir büyü gibi şairin içini yakar.459
“Aşklarımızın yalnız ayrılık acıları yok, mesut anları saatleri de
vardır. O hazlı dakikalar, bizde, bir kadehin dibindeki son şarap damlaları
gibi birikmişlerdir. O tatlılığı en acı hatıralar içinde bile kaydedemeyiz ve o
zaman, terennümlerimiz bir neşeden doğan besteler haline gelebilir.” 460
Halit Fahri, “Bulutlara Yakın” da, ruhları gamlı, yaşadıklarından kırık iki
sevgili, birbirini bulurlar. Âşık, sevgilinin bedbaht, elemli bir gönlü olduğunu;
dünyada çok az güldüğünü anlar. Hayatının her gününü matemle geçiren sevgilinin
yüzü sararmıştır. Semavî ruhu, etrafındaki hoş sözlülere kanmamıştır. Yarın geçer
diyerek bütün kederleri paylaşırlar. (s. 6). Âşık, “ruhuna akan” buseyle kederlerini
unutur. Yıllarca, âşığın ruhu, kadının nuruyla yıkanır. Mazinin bütün kederlerini
unutmuştur. (s. 7). “Busesi ölüme bile şifa olan” sevgiliyi tabiat da bütün kalbiyle
sever. (s. 9). Tabiata kışın gelmesiyle sevgili de değişmeye başlar. Gün geçtikçe
458
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 127-137.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 8.
460
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 9”, Servetifünun-Uyanış, 2407/722 (8
Birinci Teşrin 1942), s. 249.
459
220
solar. Şairin aşkına cevap vermez. Bedbahttır artık. (s. 10). Sevgili, aşkın kaynağı,
âşık ise sonucudur. Ayrılırlar. (s. 11). Sevgilisinin nereye gittiğini, ne olduğunu
bilmeyen şair, eriyip kahrolur.
“Senelerden beridir, elimde asâ, / Yavrusunu bir ceylan nasıl ararsa,
Ben de seni aradım öyle serseri, / Ey hayâlim içinde kaybolan peri!...” (s.
12).461
Şair, “İlk Buse” de, beşerî aşkı anlatır. “Sönük renklerin dalga dalga ufukta
eridiği bir akşam” iki âşık vuslat içindedir. Tabiat da ilk bu ilk buseyle kendinden
geçer. Âşıklara eşlik eder. Bülbül şakımakta, pınar çağıldamaktadır.462
Halit Fahri, “İtiraf” şiirinde, vuslatın aşkı öldürdüğünü işler. “Bir buseyle
muhabbetin yorgun düştüğünü” söyler. “Yavru güvercin kadar yaramaz” olan
kadının, artık ruha cevap vermesini, kalbiyle sevmesini ister. O, ancak şehvetini
kırınca şairin mabudesi olacaktır.463
Şair, “Dargın” da, mehtaba karşı bülbüllerin öttüğü bir gecede, sevgilinin
dargın durmasını reva bulmaz. Barışmak ister. 464
Halit Fahri, “Lânet” te, tebessümüyle kalbi avutan, severken de aldatan
kadının şairin aşkından utanmasını, dillerde lânetle anılmasını ister. Sözleri, aşkı
yalan olan kadının varlığının bile yalan olduğunu düşünür. O, aşkıyla, şehvetiyle
birçok âşığın kalbini yakmıştır. (s. 30). Güzelliğine lânet eder. Ancak, öldüğü zaman
şairin vicdanına girebilecektir. Sahte tebessümden usanan şair, artık ne onu ne de
yadını ister. (s. 31).465
461
462
463
464
465
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 5-12.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 20.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 21.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın s. 24.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 30-31.
221
Halit Fahri, imkânsız aşkı konu edinen, “Ceylâna Âşık” şiirinde, büyüye
tutulup ceylâna âşık olan bir çobanın hikâyesini anlatır. Sürüyü unutan çobanın
ruhuna mutluluk yerine gam çöker. Günlerce onu arar. Onun su içtiği dereden kestiği
kamışla aşkını terennüm eder. Düştüğü derde ölüm kurtuluş olur. 466
Şair, “Yağmur” da, güllerin kokusunun yağmurdan tarumar olduğu bir akşam,
sevgilisiyle baş başadır. Bu anın bitmesini istemez.467
“Yine Yağmur Çağıldıyor” da, yağmurlu bir gecede sevgilisiyle vuslatı hayal
eder. Onun yağmur altında bir gül gibi göğsüne sokulmasını ister. 468
Halit Fahri, “Piyanonun Başında..” şiirinde, piyanosu başında bir genç kızın,
şaire aşkını itirafı anlatılır. Şairden gizlediği derdine teselli arayan kız, sevilmenin
büyük bir saadet olduğunu söyler. Ruhları birdir. Kıza şairin sevemeyeceği
söylenmiştir.469
“Balkonda Saatler VI” te, aşkın bir mevsim sürdüğünü; gençliğin geçişi gibi
ardında hüzün bıraktığını söyler. 470
“Miras” ta, yaşadığı aşkların muhasebesini yapan Enis Behiç, aşkı en çılgın
ihtirasıla tatmıştır.
“Sen ki aşkı en çılgın ihtirasile tattın,
Varlığının boynuna alevden kemend attın!
Avlanıp sürüklendin lezzetten ıstıraba…
Sandın ki yükselirdin hakikatten seraba!..”
466
467
468
469
470
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 63-64.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 109.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 111.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 112-113.
Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 6.
222
Artık ateşi buselerden iz yoktur. Öyle aşklar yaşamıştır ki dünyada en bahtitar
kendini zannetmiştir. Artık bütün bu duyguları tükenmiştir. 471
Enis Behiç, “Romen Güzeli” nde, aşkı ister. Sevgisiz yaşamayı boş bulan
şairin gönlünde o “tatlı bir heves” tir. Yazdığı şiirlerde hep aşkı terennüm etmiştir.
Gençliğin şevkiyle macera peşinde koşar. Böyle farklı gönüllerde dolaşırken bir
Romen güzeline tutulur. (s. 37). “Ülker” in okuyla vurulan şair, böyle bir güzellik
karşısında, Zaloğlu Rüstem’in bile teslim olacağını söyler. Vuslata erebilmek için
ölümü bile göze alan şair, o “şuh edalı” dan ayrı olmayı düşünemez. Onun için
geçmişini, geleceğini gönülden feda edebilecektir. (s. 38). 472
Şair, “Bir Çift İskarpin -1-” de, “iki sevda güvercini” dediği bir çift küçük
kadın bir iskarpinini anlatır. Sokaklardan geçişini seyreder. Aslında şairi etkileyen
iskarpinler değil, kadının “minimini” ayaklarıdır. (s. 39). Ökçeleri durunca da
neşelidir, çapkındır. Bu iskarpinler, bir çift erkek potiniyle tanışırlar. Adımlarını
uydurarak beraber yürürler. (s. 40). 473 “Bir Çift İskarpin -2-” de, bir çift potin ve
iskarpin, çalgılı retorantın özel odasındadırlar. Masa altında iskarpin ve potinler;
masa üstünde âşıklar oynaşırlar. Ara yerden masa kalkar. Artık kapı açılmamalıdır. 474
“Bir Çift İskarpin -3-” te, çiftler randevulaşarak ayrılırlar. İskarpinler acele, potinler
biraz yorgun ayrı yollara giderler.475
“Anahtar” şiirinde, şair ve güzel kızlarına hayran olduğu Macar kızı, karşılıklı
odalarda yaşarlar. Tanışırlar, arkadaş olurlar. Kız arkadaşlıktan ötesine izin vermez.
Şair, yine de kızın her anahtar sesinde odasından fırlar. Bir yortu günü, onu, birlikte
471
472
473
474
475
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 6.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 37-38.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 39-40.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 41-42.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 43.
223
eğlenmeye davet eder. Eğlenceli saatler geçirmelerine rağmen kız şairin arzularına
karşı koyar. Döndüklerinde kız anahtarını kaybettiğini fark eder. Şairin davetiyle,
tüm direnmelere rağmen, geceyi onun odasında geçirirler. Şairin busesi, kızın
“kalbinin anahtarı” olur.476
Enis Behiç, “Busenin Sesi” nde, bir Macar kızından vuslat diler. Kendisi
Türk, kız Macar’dır. Arada “kan kardeşliği” olduğu için bir buseden bir şey
çıkmayacağını, sadece ses çıkacağını, söyler. (s. 49). Başkalarına görünmekten
çekinmeyip bu Türk’e bir buse vermesini ister. Vuslata eren şairin:
“Buseden ne çıkar? Ses çıkar, o kadar!”
sözünü doğrular şekilde günlerden sonra beşikten bir ses çıkar. (s. 50). 477
Şair, “Üç Kurbağa Hikâyesi -1-” de, eğlenceli bir aşk hikâyesi anlatır.
İlkbaharda tanıdığı alaycı, şakrak, kızıl-kumral bir “taze” ye âşık olan şair, o yazı
köyde geçirir. Bu güzel dul “işvekârlıkla şakımakta” dır. Bir zaman aşk oyunlarıyla
geçer. Şair, vuslat ister. Tam kadına sarılacağı zaman bir kurbağaya basıp havuza
düşer. Kadın onun bu hâliyle eğlenir. O, şuh kadına maskara olmuştur. Şairin bütün
âşıkâne itirafları heba olur. Onun gözünde serseri durumuna düştüğü için artık
umudu kalmaz. Onu bu hâle, “su kuşu” dediği kadın getirmiştir.478 “Üç Kurbağa
Hikâyesi -2-” de, tam kadınların en şuhuna nail olurken bir anda onu elinden kaçırır.
Artık ne yaparsa yapsın onu elde edemeyeceğini düşünür, uzak kalır. Kadın bir not
göndererek ayda bir kez olsun görüşmek ister. Şair, gitmezse ayıp olacağını düşünür.
Zaten suçlu da kendisidir. Davetini kabul eden şair, yeniden ateşlenir fakat belli
etmez. Âşıklıktan uzak durur. Sonraki davete gitmez. Kuyumcudan aldığı zümrüt
476
477
478
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 44-48.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 49-50.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 51-53.
224
kurbağa kolyeyi bir notla kadına gönderir. Gönlünün her emeline veda ettiğini
söyleyerek af diler.
“Dünyadaki mahlûkların en çirkininden / Dünyadaki kadınların en güzeline”
hediye eder. (s. 56). Bunun üzerine kadın şairden af diler.
“Biri canlı biri cansız iki kurbağa / Muktedirmiş bu sevgiye hâkim olmağa!”
Vuslata eren şair, kadın ruhunun akla hayale sığdırılamayacağını düşünür. (s. 57). 479
“Üç Kurbağa Hikâyesi -3-” te, evlenen âşıklar “hicran” adlı merhametsizden intikam
alırlar. Kadın hastalanınca gelen hekim, Çok sevişmekten bir “kurbağa” yuttuğunu
söyler.
“Ay geçtikçe büyüyen bu küçük kurbağa!
Sevilen bir kadın için en tatlı eza!...” (s. 58).
Artık, aşklarının canlı ifadesi olan bu “kurbağa” nın banyodan gelen “çatlak” sesini
dinlerler. (s. 59).480
Şair, “Venedikli Korsan Kızı” nda, kahramanlıkla örülü bir aşk hikâyesi
anlatır. Zorlu savaşı kazanan leventler, ganimeti paylaşırken kahramanın payına
düşen Venedikli kızın aşkıdır. 481 “Uğursuz Baskın” da, kız baskında yaralanan
âşığının yarasını sarar. Venedik gemisinden gelen bir kurşunla kız vurulur. Buna
dayanamayan levent ölmek ister. 482
Şair, “İkiz Yangın” da, iki kadına birden âşık bir adamı anlatır. Her birine
duyduğu aşk başkadır. İkisinden birini bırakması mümkün değildir. Bu iki kadından
bir kadın yaratmıştır.
“Erkek aşkı, öyle uçsuz bucaksızdır ki
479
480
481
482
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 56-57.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 58-59.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 119-121.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 122-130.
225
Olmaz bunun sonuncusu ve yahut ilki!” (s. 155)
Kadınlar bu “ikiz” aşkı anlamazlar. Bu yangını ancak ölüm söndürebilir.
“Hançerle bir kalbi ikiye bölmek;
İki aşk uğruna bir kere ölmek!...” (s. 156).
Fakat, her iki kadında şairle beraber ölmek ister. “İkiz” aşktan kurtulmak isteyen şair,
iki kadını gizlice bir yere çağırır. Hep beraber intihar etmeyi teklif eder. Kadınlar
bunu duyunca korkuyla çekilirler. Yalnız onun ölmesini isterler. Şair, onların
aşklarının, vefalarının yalan olduğunu anlayarak ikisini de öldürür sonra da intihar
eder.483
“Sevgi” de, aşkını nasıl anlatacağını bilemez. Her bakışında, her nefes
alışında, içinde, dışında, hatta günahlarında bile o vardır. Dünyayı o ve o
olmayanlardan ibaret sayar.484
Enis Behiç, “Hatıra” da, zaman bir rüzgâr ve bir su gibi aksa da, sevgili
gözlerinde renk; kulaklarında bir ses; içinde bir nefes olarak kalacaktır. 485
Şair, “Yanık Efe” de, sevdiğine göz diken beyini öldürüp konağa asi gelen
efenin hikâyesini anlatır. Bir vuslat rüyasından uyanan efe, aşkın kedersiz olmadığını
söyler. “Kuzu iken kurt olan” bu âşık, Madran dağlarını mekân edinir. Zengin de
olsa, kimsenin sevdiğine kötü gözle bakmaya hakkı yoktur. Tam sevişme
çağındayken öleceğini düşünür.486
“Ey Aşk -1-” de, eski aşklara olan özlemini dile getirir. Eskiden gönüllerde
yıllarca süren bir büyük yangın, bir yanardağdır. Verdiği dert en hoş bahtiyarlığa
benzer. Harap bir mezarlığa düşecek olsa, kurumuş varlığa hayat verecek gibidir.
483
484
485
486
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 153-159.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 181.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 186.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 203-206.
226
“Tanrı seninle açtı “tarih-i mukaddes” i.
Seninle doldu hüsnün en ilâhî kasidesi:
Sen güller, incilerle örülmüş bir mısradın.”
Şairin, ruhunda ıstırap olan bu aşk, zindanlarda teselli veren bir seraptır. (s. 218) Bu
yüksek duygudan bugün eser kalmamıştır. Yürekten kopan bu yanık dua, “uçsuz bir
riya” hâlini almıştır. Dün define olan kadın, bugün mücevher hırsızı; dün ilâhe olan
bugün bir bar kızı olmuştur. Daha önce kalbe şeref verirken şimdi vicdanda bir sızı
olmuştur. Şair, “behimiyetten ulviyete bir bağ” olan bu aşkı anarak ağlar. (s. 219).487
Bu şiirin devamı olan “Ey Aşk! -2-” de ise, romantizmden vazgeçip sözünü geri alır.
Aşkla mest olmak ister. Artık o “mukaddes tarih” teki gibi değildir. “Cennet
meyvesi” değil, dudaklarda “kiraz” dır. Yaldızlı kumsallarsa plâjdır artık. Aşkın
yapmacıklıktan, riyadan, nazdan kurtulduğunu; sadece bir istek hâlini aldığını söyler.
Kadın, ister ilâhe ister bar kızı olsun; ister kalbe şeref versin ister vicdana sızı,
gerçekte aynı güzel varlıktır.488
“Aşk, kalbî
bir ibadettir. Bahçelerden esen rüzgârlar gibi, etrafımızda
hışırdayan muattar kadın eteklerinden değil, gözlerin derinliğinden doğar.” diyen
Yusuf Ziya, şiirin de tıpkı aşk gibi “aynı menba‘dan sızan bir iksir” olduğunu belirtir.
Her şair de “aşka tapan bir kul” dur.489 Fakat daha sonra, masal aşkına inanmadığını
belirterek en güzel aşk masallarından biri olan Kerem ile Aslı’da bile, Kerem’in
Aslı’nın vaslına kavuşmak için “Çöz Aslı’m, çöz düğmelerini” diye yalvardığını
söyler. Sevgiliye Mecnun gözüyle bakılacak çağda olunmadığına dikkati çeker.
487
488
489
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 218-219.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 220-221.
Yusuf Ziya, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9(6 Şubat 1919), s. 129
227
“Aşk, bir sempati, bir karşılıklı istektir. Bu istek, bu sempati önce birbirini
fizik yapılarıyla beğenerek başlar. Sonra düşünce ve duygu yoğunluğu olur. İşte,
bunun adına, isterseniz aşk deyiniz.” der.
Şair, gerçek aşkın meslek aşkı olduğunu düşünür. Böylece gerçek âşıklar da
sanatçılardır. Erkeğin kadına, kadının erkeğe cinsel ihtiraslar dışında ve üstünde
besleyeceği en büyük duygunun dostluk duygusu olduğunu savunur. Ona göre aşk
ölür fakat dostluk ölümden sonra da yaşar. 490
Yusuf Ziya, “Kalbim” şiirinde, günden güne harap olan, kimsesiz, bomboş bir
eve benzettiği kalbini, gönül maceralarını anlatır. Kalbinin eskiden böyle olmadığını,
her gün başka bir hayatın yaşandığını söyler. (s .8). Kalbine girenlerin kimi geçici,
kimi kalıcıdır. Genç, dul, sarışın, kumral, esmer birçok güzel girmiştir bu kalbe.
Aradan yıllar geçer, bu saadeti kaybeder.
“Aradan yıllar geçti.. Bunlar da bir zamanmış,
Saadet, bir nefeste dağılan bir dumanmış.
Boşluğa karışınca dönmüyor artık geri..
Haftaların, ayların, senelerin süngeri”
Hatıralar yavaş yavaş silinmektedir. (s. 9) Fakat gönlüne en son giren kadının
hatıraları silinmemiştir. Diğer izler silinmesine rağmen hiçbir güç onun izini silemez.
O ebedîdir. Kalbi yaşama emelini yitirdiği zaman o hatıra belki silinecektir. (s.
10).491
“Hayal” de, görmediği, gönlüyle sezdiği, yerini yurdunu bilmediği muhayyel
sevgilisini tam on sekiz yıl aramıştır. Hiçbir umut olmadığı halde ömrünün sonuna
kadar onu bekler. (s. 14). Böyle bir durumda ne geri dönebilir, ne de hayatına devam
490
“Şair Yusuf Ziya Şairane Aşka İnanmıyor-5”, (Kon.: Gavsi OZANSOY), Tercüman, 864(14 Mart
1964), s.5.
491
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 8-10
228
edebilir. Sonunda böyle bir sevgilinin olmadığını, onu hayalinde kendi yarattığını
anlar. Zaman geçmiş, saçında aklar çoğalmıştır. Artık ölümü beklemektedir. (s.
15).492
Yusuf Ziya, “Maniler” de, aşkını anlatır. Sevgilinin mavi gözlerine,
perçemine vurulan şair, Aslı’nın Kerem’ine döner. Bu beşeri bir aşktır. Sevgiliyi
çıplak ister. Gönülden gönüle dolaşan şair Âdem’le Havva’nın düştüğü yola
düştüğünü söyler. Vuslat isteğine karşılık bekler. 493
“Aşk” ta, elinde bir kırık ney diyar diyar dolaşan bir seyyahı anlatır. Etrafına
toplanan genç, ihtiyar herkesin kalbine onun hüznü dolar. Şair, bu seyyahın kim
olduğunu uzun süre düşünür. Sonunda derdinin ne olduğunu anlar. (s. 25). Seyyah da
aşkından divane gibidir. Şair, aşkın insana dünyayı zehir ettiğini, canından
usandırdığını söyler.
“Ey Adem’le Havva’yı bile aldatan iblis,
İlk insanı semadan zemine atan iblis!” (s. 26). 494
“Hatıralar” da, aşkın geçiciliğini anlatır. Kadına, aşka küsen şair artık
yalnızdır. Sadece hicranı hatıralar kalmıştır yaşadıklarında. O günlerin son yadigarı
olan mektuplara tekrar bakar. (s. 27). Yıllarca bir hiçin arkasından koştuğunu anlar.
Söylemeden seven, sevmeden söyleyen, aşk için ağlamayı saadet bilen şair, gerçek
aşkı bulamamıştır. (s. 28).495
“Gönül Yolcusu” nda, kendinden, gerçeklerden uzaklaştığı, hayaline
yaklaştığı zaman mutlu olur. Sevda yoluna girmek ister. Âşıktır, kavuşmayı hayal
492
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 14-15.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 22.
494
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 25-26
495
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 27-28.
493
229
eder. Bu sevgi çağında yalnız yaşamak istemez. (s. 29). Gözünde aşktan başka hiçbir
şey yoktur artık. (s. 30).496
“Moskof Güzeli” nde, Türk tarihinde kanlı bir yaprakla yer edinen Moskof
güzeli, o fettan elleriyle şanlı serdarı zafer yolundan çevirmiştir. Onun sıcak gözleri,
manalı sözleri, her hâli bir gönül bilmecesi tavrı, şairin de aklını başından alır.
Devletin tacının aşka feda olmasına gönlü elvermeyen şair, bu güzeli görünce
Baltacı’ya hak verir.497
Yusuf Ziya, “Kalbimin Masalı” nda, meçhul sevgilisini bekler. Sevgilinin
gözlerinde, şairin içinde sevda, “bir yılan gibi kıvranır.” Gönül şifası bulunmaz bir
derde düşer. Bir ses şaire aşkın yollarının uzun olduğunu söyler. Sevgilisi artık
yanındadır. İlk aşkın fırtınasıyla dolu olan şairin sevincinde saadetin mahzunluğu
vardır. (s. 16). Akşam olup ayrılık vakti yaklaştığında dalgın ve neşesizdirler. Benzi
sararmış titremektedir. Şair daha sonra gelecek günleri hayal eder, baş başadırlar.
Sevda dolu gözlerle sevgiliye dalar. Sevgili niçin daldığını sorar. Şairin yadına eski
günler gelir. (s. 17). Şair, daha önceki kadar sevilmek ister. (s. 18). 498
“Senden Sonra…” da, her gün yeni bir macera peşinde koştuğunu, her gün
yeni bir rüzgârın esiri olduğunu söyler. (s. 19). Aradığını bulamayan şair, bazen
kadehlerden şifa umar, bazen de aşüfte sinesinde ağlar. Artık ömrü “asası kaybolan
bir seyyah” gibi meçhul ufuklarda gezer. Kalbi de “yetim itiraflar dinleyen” manastır
dehlizine benzemiştir. (s. 20.499
“Piç” şiirinde, insanların aya, güneşe taptıkları zamanda, Âdem’de sevda
hissinin daha doğmadığını söyler. Kadınsız gönüllerin derdi de yoktur. (s. 21).
496
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 29-30.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 31.
498
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 15-18.
499
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 19-20.
497
230
“Hiçbir insan olmamıştı aşkın esiri, / Gönüllerin meçhulüydü sevda iksiri…”
Güneş yüzü görmemiş, beyaz; gözleri gök rengi; gülüşü ahenkli göl perisi ortaya
çıkar. (s. 22). Sazlıklar içinde beyaz zambak gibi duran kıza, erkek hasretle bakar.
Kadın gencin hıçkıran, yalvaran haline güler. Aylar geçer “güzellik mabudu” bir
çocuk doğar, bütün kabile ona tapar.
“Hiç kimseye benzemeyen bu çocuk bir piç,
Aşk doğmuştu, her şey onun, kuvvet artık hiç!..”(s. 23).500
“Kadın Aşkı” nda, gönülleri her erkeği kabul eden fettan kadınları anlatır.
“Şair, kadın kalbi ulvî bir mabed değil,
Her yolcuyu sarhoş eden bir meyhanedir!”
diyerek kendini uyarır. Eğer aşk arıyorsa mısralarına dönmesini söyler. Kadın
aşkının “bin bir renkli bir efsane” olduğuna inanır. (s. 24). Şimdi birinin dizinde
ağlayan az sonra yeni bir aşk peşinde koşar. Kadın aşkı öyle bir unutuş, kendinden
geçiştir ki önce aydınlık verir, sonra hülyayı boğar. (s. 25).501
“Giden Gelmez” de, aşk yaşadığı sevgilisinin kendini unutamamasını anlatır.
Ağlayan sevgili, hâlâ onun adını anmaktadır. Odası ıssız, metruk bir manastıra
dönmüştür. Giden günlerin geri geleceğini umut etmektedir. Bekleyen sevgiliye artık
o günlerin geri dönmeyeceğini söyler. 502
Şair, “Eski Sevgiliye” de, bir zamanlar bir kadının peşinden koştuğunu,
dizlerine düşüp ağladığını, bunun için de dillere düştüğünü söyler. Bugün o kadının
harabesinde hıçkıran başka biri vardır. Bütün âlem bu sevgilinin gözlerine
meftundur. Bakışları her ağlayana şifa vermektedir. (s. 28). O şairin kalbini ağlatan,
500
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 21-23.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 24-25.
502
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 26.
501
231
eski bir rüyadır artık. Sevgilinin yalanlarıyla aşığı aldatmasını, cinayetlerin en iğrenci
olarak görür. (s. 29).503
Yusuf Ziya, 1917’de yazdığı, “millî efsane” dediği “Ozan” şiirinde, efsaneler
zamanını konu edinir. Türk orduları Hint’te ve Çin’de en kahraman erleri
yenmişlerdir. (s. 40). Akşamları kurulan altın sinilerde Çin testisine kımız
doldurulur, Hint’in ahu kadınları kadeh sunar. Bütün kabile genç bir öksüzün
matemine bürünür. Hakan bile çadırında ağlamaktadır. Savaşlar kesilmiştir. (s. 41).
Herkes mezarlıklar gibi susmuştur. Hiçbir şey bu eski kedere teselli olamamaktadır.
Sonra ince bir göl kamışının üstüne “narin ipek kanatları zümrüt” ten bir kuş konar.
(s. 42). “Her namesi kalbin ahengiyle besteli” olan bu kuşun sesiyle gönüllerin teli
çırpınır. Kuş öttükçe neşe artar, ilâhiler susar, güzel yüzler uyanır. Kabile tekrar aşka,
saadete dalar. “Ak saçlılar” bile böyle bir name duymamışlardır.Kuş uçar, gider.
Kabile yeniden kederlenir. Tam bu anda sazlıklardan bir name duyulur. Bu vezirin
üflediği ince kamıştır. Sihirli kuş namesini ona bırakmıştır. (s. 43). Ozanı, en çok
sevgililer ziyaret eder. Hasretliler kavalından şifa diler. Böyle yıllarca gönülleri
besleyen ozan, son nefesini de kavalını çalarken verir. (s. 44). 504
Yusuf Ziya, “Aşk Buhranları” nda, kendinden uzaklaştırdığı sevgilisini
yeniden çağırır. Kendini sevmesini, okşamasını ister. Bakışlarını “zalim iksir” olarak
görür. (s. 52). Esiri olduğu bu sevgiliye gönlünde açan “beyaz zambak” a benzetir.
Sonra onun kalbini delen “hain bir diken” olduğunu söyler. “Benim için, sen en ulvi
şiire bedelsin!” dediği sevgilisini yeniden uzaklaştırır. Aşkından ölse bile
503
504
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 28-29.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 40-44.
232
istemediğini, busesinin kalbe zehir kattığını söyler. Gönlünün bir buhrana kapıldığını
söyleyerek, bu defa da kalmasını söyler. Onsuz yaşamayı ölüm sayar. (s. 53.) 505
Yusuf Ziya, “Gözlerin” şiirinde, daldan dala konan gönlünü, sevgilinin
gözlerinin kara sevdaya düşürdüğünü söyler. Sevgilinin “sevda iksiri” şehlâ
bakışlarının esiri olur. O kadar tesirlidirler ki şairin ilhamını çalarlar. (s. 56). Kalbi
sevgilinin hasretiyle yanan şair, ya aşkıyla yaşatmasını ya da öldürmesini ister.
Çünkü gözleri aklını başından almıştır. (s. 57). 506
Yusuf Ziya, “Sokaklarda Sabah” şiirinde, kendini şaşkına çeviren aşkını
anlatır. Sokaklarda sabahlayan şair, yoldan geçenlerin, gözündeki cinneti
fısıldadıklarını söyler. Damarları derisinin altında “birer mavi yılan” gibi yürür. (s.
7). Yüreği yaralı, aklı şaşkındır. Sevgilinin aşkıyla kapısında sürünür. (s. 8). 507
“İtiraf” şiirinde, yaşadığı aşkları anlatır. Hem aldatan, hem aldatılan şairin
sevgisi kalıcı değildir. Aşkın beşerî yönünü sever. Onun için önemli olan bir busedir.
Her gün farklı biriyle olduğu için hiç kimsenin hayatında da gerçek anlamıyla
olamamıştır. (s. 35). O, zengin, güzel veya çirkin aramamaktadır. Bütün bu
“yosmalar” ın kendi dengi olmadığını düşünür. (s. 36).508
Yusuf Ziya, “Musiki” de, mehtaba karşı yalnız kalan sevgililere mandolinin
musikisinin eşlik edişini anlatır.
“Musiki!.. Musiki!.. Ey ruh lisanı, / Ey dehanın aşka büyük ihsanı!”
diyen şair, böyle musikiyle geçen geceyi ömrün en hoş demi olarak görür. (s. 37.)
Musikinin eşliğiyle aşk daha kuvvetli hissedilir. (s.38). 509
505
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 52-53.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 56-57.
507
Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 7-8.
508
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 35-36.
509
Yusuf Ziya, Yanardağ, s.37-38.
506
233
Yusuf Ziya, “Açık Söz” de, gönülden gönüle gezen, aşktan kalbi yıpranan bir
şairdir. Her sevginin bir masal olduğunu bilerek sevmiş, sevilmiştir. Bir rüya gibi
yaşadığı bu yıllarda aşkın sıcaklığını duymuştur, fakat yanmamıştır. O sevgililerden
hiçbirini anmak istemez. Bu maceralarda ne aradığını bilmez. “Çölde serap arayan
yolcu kadar” aşka susamıştır. (s. 42). Kalbi, bütün telleri kırık, eski bir rübap olan
şair, bir güzeli tüm günahlarıyla kabul eder. Aldanıp aldatmaktan, her gün farklı bir
sevgiliyle olmaktan usanmıştır.
“Sen de bu yolculuktan yoruldunsa, ey güzel,
Unut eski günleri.. Şu viran kalbime gel!”(s. 43).
Şair, “Koşma” da dün gördüğü, bugün de görmek istediği güzelin
“leblerinden goncalar vermek”, ipek saçlarını öpüp koklayarak örmek ister. 510
Yusuf Ziya, “Koşma” da, günleri beraber geçen güzelle geceyi de beraber
geçirmek ister. “Çapkın”ı almak ister. Kara saçlarına, kara gözüne, her bir sözüne
yüreği bağlanan şair, yüzüne döktüğü siyah kâkülünden birkaç tel almak ister. (s.
46). Sevgilinin gülüşü, bakışı karşısında içine tatlı bir baygınlık çöker, koynunda
rüyaya dalmak ister. (s. 47).511
“Son Arzu” da, sevgilisinin yaşlandığı, benzi sonbahar yaprağı gibi solduğu
zaman, beraber dolaştıkları yollarda gezmesini; kendini anmasını ister. O gün, şairin
son hediye olarak gönderdiği bu şiiri okuyup ağlamasını bekler. Şair çok ağladığı
için bu birkaç damla yaşla ruhu sevinecektir. (s. 48) Şair ölmüştür. Sevgilinin
mezarlıkta adını aramasını bekler. Kabrine bıraktığı beyaz gül onu mutlu edecektir.
(s. 49)512
510
511
512
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 44.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 46-47,
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 48-49.
234
“Teselli”de, her şiirine bağlanan bir kadın olduğu halde, hüznü ve sevinci
onun yadına ait olan bir kadını sevmektedir. Kadının da ona karşı duyarsız
olmadığını düşünmüştür. Şair aşkı bir türlü anlamamıştır. (s. 50) Kadının bin aşkı
olsa da kıskanmayacağını, onun kalbinin her aşka kanmayacağını söyler. Bütün o
eski maceraların unutulmasını ister. Diğer âşıklarını kendine rakip görmez. (s. 51)513
Şair, “Sevgililer” de, bile bile yıllarca kendini aldattığını, kalbini oyaladığını
söyler. O kendini bin türlü azapla hırpaladığının farkındadır. Sevmek de sevilmek
kadar yalan olmuştur artık. Yaşadığı her aşkta engin bir ruh aramıştır. Sevginin
tükenmiş olduğunu düşünür. Birer günlük eş olan sevgilileri de artık başka
yollardadır. (s. 52). Fakat o rakiplerini kıskanmaz. O sevgililerin kendi ruhunu
anlamadıklarını belirtir. (s. 53) 514
“Bir Rüzgâr Esti” de, on sekiz yaşında başından geçen aşkı anlatır. Mehtabı
kadehlerden içer, başında yıldızlar yüzer. Bu duygunun etkisiyle ayağı yerden kesilir,
tatlı bir sarhoşluk yaşar.515
“Anahtar” şiirinde, bilmediği sorulara cevaplar arar. Bunu sihirli bir anahtarla
yapmak ister. Önce göklerin esrarını çözmek; sonra dünyayı anlamak ister. (s. 27).
Aslında onun istediği anahtar ne gök ne de dünya içindir.
“Alnı eşiğinde bekleyenlere / Açılmak bilmeyen gönüller için!” (s. 28).516
Şair, “Bir Kuş!” ta, aşkın doğusunu masalsı bir tarzda işler. Yasla dolu
bozkırda otağ kuran hakan, yapayalnızdır. Dün, “yeleli bir arslan” olan hakan bugün
içten yaralı bir baştır. Savaşmaktan altın kargısı paslanır. Bu kadere tabiat da
görüntüsüyle eşlik eder. Dere durgun, ufuk kızgın bir cendere, yeşil dağlara sam
513
514
515
516
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 50-51.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 52-53.
Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 5.
Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 27-28.
235
vurmuş, ağaçlar yere eğilmiştir. (s. 47). Sonra alnında “zümrütten bir demet tüy”
olan masal kuşu görülür. Bir kamışa konar. Herkes uyanır. Yapraklar ürperir, dallar
gerinir. Sesi ateş olur yakar, dağlar; pınar olur akar, çağlar; dağ yankılanır. Kuş uçup
uzaklaşır. Gönüller sesiyle büyülenmiştir. “Aşkın ağından yuva kuran” bu kuşun
sesini sevgi çağından geçenler yüreğinde duyar. (s. 48). 517
Faruk Nafiz, “Ömründe iki kere sevmiş olanların hiç sevmemiş” olduğunun
düşünür.518 Yaşamın özünün aşk, sevgi olduğuna inanır. Aşkın insanı yenilediğini,
mutluluk verdiğini, hayata bağlılığı artırdığını, insanın dünyasına renk kattığını
düşünür. Aşkın hayatında yerinin büyük olduğunu söyleyen şair, aşk için yaşadığını
vurgular. Ruhunun genç kalmasının sırrının da bu olduğunu belirterek bir dörtlüğünü
hatırlatır.
“Sorarım sırrını hiç düşünmeden:/ Bu fani gönlümün sevinci neden
Beni günden güne meğer genç eden /Daima değişen mâceralarmış.”519
Faruk Nafiz, “Aşk nedir, neden seviyoruz?” sorusuna
“Aşk, gözlerin el yordamile tanıyıp anlattıkları eşya gibi, her
düşüncede tecellisi başka olan ve her gönülde ayrı tesir uyandıran sihirli bir
unsurdur. Onu ufuksuz bir göz, güneşli bir saç ve
emsalsiz bir kadın
tanıyanlar olduğu gibi yurt, aile ve sanat şeklinde görenler de vardır.”
diyen cevap verir. Şair Musset’nin aşkının kutup kâşifi Amodsen’inkinden, Don
Kişot’un aşkının Mecnun’un aşkından ayrı olduğunu söyler. Aşkın birçok çeşidinin
okunduğunu ve bundan sonra da okunacağını belirten şair, aşkı mücerret bir tarife
517
Yusuf Ziya, Bir Rügâr Esti, s. 47-48.
Ayda Bir, “Değerli Şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı”, Ayda Bir, 29 (Kasım 1954), s. 11.
519
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat
1973), s. 22.
518
236
sokmaya imkân göremez. Herkesin kendi telâkkisine bağlı bir aşk olduğuna inanır.
Kendisinin aşkı o güne kadar yazdığı parçalarda anlattığını, eğer anlatamadıysa
bundan sonra da anlatmasının mümkün olmadığını söyler. İnsanın “Başının döndüğü
ve gözünün kamaştığı bir zamanda iradesine hükmedemediği için” sevdiğini
söyler.520
İlhan Geçer, Faruk Nafiz’in Yıldız Yağmuru adlı romanının Şükûfe Nihal’ile aşkının hikâyesi olduğunu söyler. Şükûfe Nihal’in de bu aşkı Yalnız Dönüyorum
adlı romanında dile getirdiğini belirtir. Faruk Nafiz’in “Gurbet” şiirini Şükûfe
Nihal’e ithaf ettiğine yer verir. Şairin:
“İnce bir kızdı bu solgun sarı heykel gibi lâl
Sanki ruhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihâl
Ben küreklerde Nihâl’in gözü enginlerde
Gzli sevdalar için yol oruyorduk nerde”
mısralarında da bu aşkı yansıttığını söyler. Şükûfe Nihal’in “Kim Bilir?”, “Su”,
“Son Hatıra” adlı şiirlerinde de aynı aşkın izlerinin görülebileceğini belirtir. 521
Şükûfe Nihal’in ölümü üzerine:
“ “Nihal’ine bir ağıt yaz!” dediler / Yazamadım… Nerdedir şair yari?...”
diyen Halide Nusret, “şair yar” i Faruk Nafiz’in:
“Bugün sen bir bakışsın, ben ondan sızan yaşım
Sana bütün ömrümce uyan bir arkadaşım.
Yalnız senin önünde, herkese asi başım
Yere geçercesine yere eğildi kadın!”
mısralarıyla ve daha birçok şiiriyle büyük aşkını dile getirdiğini söyler. 522
520
YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı- Hâtıraları- Şiirleri, s.
10.
521
GEÇER, İlhan, “Faruk Nafiz İçin”, Hisar, 120(Aralık 1973), s. 13.
237
Şair, “Bir Macera” adlı şiirinde, Nihal’e olan aşkını anlatır. Bu sevgiliyle olan
hatıralarına yer verir. Bir sandal gezintisinin ardından sahile çıkarlar. Bu günleri yad
eden şair, artık yalnızdır. Yaşadığı gönül maceralarına dair bir değerlendirme yapar.
Sadece bir heves olan bu aşklarda heyecan duymamıştır. Bunlar onda derin iz
bırakmamış; kadınlar sadece bir merhale olmuşladır. Sevmek ve sevilmenin kalbinde
yer tutmadığını söyleyen şair, sonunda “sevebilme” nin hüner olduğuna inanır. 523
“Gençlik” şiirinde, Nihal’e olan aşkı ve bu aşkın hatıraları yer alır. Nihal, sisli
akşam, sevda çeken gönüller için gamdır. Şair, bu sevgilinin gurubunu görmüştür.
“Solgun çimenleriyle, hazin gülleriyle lâl,
A‘sâr içinde bir sarışın türbedir Nihal.” (s. 13).
Bir kış günü Nihal hastadır. İnce vücudunu bir humma sarmıştır. (s. 14). Şair,
şimdi o ahuya esir olduğu için üzgündür. Kızın “gök elâ” gözlerinin nuru kararmış,
sürekli gamlı ve bir gölge kadar sakittir. Büklüm büklüm saçları dağınık yatan bu kız
ölse daha mutlu olacak gibidir. Hasta, baygın şekilde şairi anmada, onu görmek
istemektedir. (s. 15). Sevgilisine koşan şair, kendinden uzakta, Nihal’in öldüğünü
anlar. Bu fani kızın sesi, bir servilikte susar. Nihal ile yaşadığı bu aşk macerası
matemle biter. Ne zaman bu “gömülmüş kederler” i ansa kalbindeki eski yara sızlar.
(s. 16). 524
“Çoban Çeşmesi” nde, eski aşkları hasretle yad eder. Aşkın varlığı, çeşmenin
canlılığıyla anlatılır. Bu çeşme, Ferhat Şirin’in aşkından dağları yarınca akmaya
başlamıştır. O zaman, yaşanan aşklar yoğun olduğu için çeşmenin de derdi başından
aşkındır.
Aslılara yol göstermiş, Keremlerin sazına cevap vermiştir. Leylâ ile
Mecnun aşkı hüsranla bittikten sonra eski aşklar da kaybolur. Çoban çeşmesi, boş
522
523
524
ZORLUTUNA, Halide Nusret, “İki Büyük Şair”, Hisar, 120(Aralık 1973), s. 8.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 3-10.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 11-16.
238
yere, teselli verecek, yol gösterecek âşıklar arar. Çünkü eski sevdalar tarihe
karışmıştır. O eski fedakârlıklar yktur artık. 525 Şiir hakkında “Bu şiirde manevî
râbıtalar ve ruhî temayüller anlatılıyor. Tertemiz bir kaynaktan beslenen çeşmeden
akan suların temizliği katışıksız bir aşkın temizliğine benzetiliyor. Ve bugün bu
sevgilerin olamıyacağı ileri sürülüyor.” der.526
Faruk Nafiz, “Ölümü Hatırlatan Kadın” da, aşkla ölüm fikrini birlikte işler.
İntihar eden bir âşığı hatırlayan şair, sevdiği kadın için ölebileceğini düşünür. Ona bu
fikri veren sevgilinin kendisidir. Bu afetin sevmediklerinin değil, sevdiklerinin
öldüğüne inanılır.
“Bazı ruhum kararır kefenlerden, mezardan,
Yok mu, rabbim ölümün bir güzel şekli derdim.
O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman
Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.” 527
“Orkestra Dinlerken” de, geçmişte yaşadığı aşkın izleri görülür. Şair, eski
sevgilisini görünce dokuz yıl önceki duygularını hatırlar. Geçen zaman içinde
yaşadıklarını anlattıktan sonra, önceki yaşadıklarının çocukluk hisleri olduğunu
söyler. Niçin sevdiğini sorgular. Onun için artık bu aşk bitmişir.
“Sen, ki doğmuş gibisin bir devle bir melekten,
Erişilmez boyunla savdın artık sırayı…”528
“Güzel Denmeyen” de, aşkın gücünü anlatır. Sevgili hakkında söylenen kötü
sözleri duymazdan gelir.529
525
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 5-6.
YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel-Hayatı-Hâtıraları-Şiirleri, s.
110.
527
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 30.
528
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 75.
529
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 49-50.
526
239
“Göllerde” de, sevgiliyle geçirilen bir an anlatılır. 530
4. Aşktan Doğan Ayrılık
Orhan Seyfi, “Ah, Sen! I” şiirinde, sevgiliye duyduğu aşkı ve ayrılığın verdiği
azabı anlatır. Onda küçük bir yer edinebilmek için bütün varlığından vazgeçen şair,
ayrılığı anlayamaz. 531
“Aşk Ormanında” şiirinde, elinde yelpaze, başında gül olan; ince tülün altında
bir periye benzeyen sultanın mehtapta kırdan geçişi anlatılır. Bu mehtap ona
ölümden karadır. Aşkına ağlayan sultan, “hicran ufuklarından esen rüzgâr” a
sevdalısını sorar. (s. 61). Rüzgâr sadece hıçkırır, inler. En derin, en acıklı derde
düşen sultan, son hicran yaşını akıtır. Son nefesinde yalnızdır. (s. 62)
532
Aşkın, acıyı tatmadan kendini göstermeyecğini; ayrılık olmadan kavuşmanın
değerinin anlaşılamayacağını söyler. 533
“Sevgiliye Mektup” ta, sevgilisinden ayrı düşen âşık unutulduğunu anlar.
Buna alınmaz. Onun gibi unutulanlar az değildir. Âşık, onu unutmadığını; hâlâ
sevdiğini itiraf eder. Umudunu tamamen kesmez. Kendisini sevdiğine dair bir umut
besler. Unutulsun veya unutulmasının
gözlerinin etkisi altındadır. Sevenlerin
değerinin bilinmediğini; sevmeyenlerin bahtiyar olduğunu söyler. Sevgilisinin
dönmesini bekler. 534
“Rica” da, ayrılığın acısını üzerinden atamayan şair, sevgilisinin acımasını
ister. Bütün bir kışı dertli geçirmiştir; yazın mutlu olmayı hayal eder. 535
530
531
532
533
534
535
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 26-27.
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 9-10.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 61-62.
Orhan Seyfi, Peri Kızile Çoban Hikâyesi , s. 13.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 23-26.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 27.
240
“Aşka Dair” de, aşka inanmamak gerektiğini anlatan şair, kime gönül
verilirse verilsin sonunun ayrılık olacağını söyler. Mutlu olmak hayal edilmemelidir.
(s. 44). Dünyada aşk gibi kararsız bir duygu yoktur. Bundan ötürü üzülmeye de gerek
yoktur. Yeniden âşık olunabilir. Ayrılığın tesellisi yoktur fakat “bu yara zamanın
eliyle sarılır.” (s. 45).536
“Türküler II”, sevgilisinin dönmesini bekleyen şair, ayrılığa dayanmanın zor
olduğunu söyler.537
“Ayrıldıktan Sonra” da, ayrılığın yasını tutan şair, yaşlı gözleriyle sevgilinin
yolunu gözlemeyi reva bulmaz. Sevgili, herkesten yakın olduğu halde, ona
acımamıştır. Gençlerin kedere düşmemeleri için güzellerde uzak durmalarını
söyler.538
Orhan Seyfi, yalnızlığı işlediği “Kış Geceleri I” de, gece tek bir teselli
umudu olmadan eski günleri hatırlar. Herkes sevdikleriyle beraberken o yalnızdır.
Ayrılığın sonunu düşünmeden ihaneti hissettiği anda sevgilisini terk etmiştir.
539
“Saz Şairi” nde, sevgilisinden ayrı düşen âşık “kırık bir ney” gibi inleyerek
derdini anlatır. Sevgilinin bastığı toprağa kapanır. Çünkü gönlü de onunla gitmiştir.
(s. 87). Bu ayrılık onu derbeder eder. Onu, bu ayrılık anlarında, sadece kendi gözyaşı
teselli eder. (s. 88).540
Bir ayrılık anını anlattığı “Veda” da, istemediği halde “öksüz tavrı” takınır.
Hüzünle sevgiliye bakar. Diline birkaç acı söz gelir fakat söyleyemez. Gözyaşları
“bir alev hâlinde” eline düşer. 541
536
537
538
539
540
541
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 44-45.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 47.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 79.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 83-84.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 87-88.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 10.
241
Şair, “Geldiğin Günün Hatırası” nda, sevgilisine, onsuz hayatın nasıl
olduğunu anlatmak ister. Bir zindanın loşluğu üzerine çöker. Dünya, o olduğu için
güzeldir. Uzak bir şehirde, sevgilisini arar. 542
“Hatıralar” da, aşkını gönlünde taşıyan şair, tabiatın hâlâ ayrıldıkları akşamki
gibi olduğunu görür. Ormanda bülbüller ötmekte; yıldızlar yeni sırlar aramaktadır.
Çam, aynı çam; yol, aynı yoldur. Şairin duyguları da dahil hiçbir şey
değişmemiştir.543
Halit Fahri, “Bahara, Mehtaba Karşı” da, sevgilisiyle daha coşkulu, daha
neşeli anlar geçirmek ister. Çünkü bu aşkın da sonunun ayrılık olduğunu düşünür.
Onun için saadet boş bir emeldir. Öyle ki gelecek bahara, belki de sevgili
olmayacaklardır.544
“Hicrana Dönerken” de, bütün neşesini, hayatını sevgiliden alan şair, ona
sahip olma umuduyla gururlanır. Duyduğu tüm vaatlere, tesellilere rağmen aldatılır.
Yıllar geçmesine rağmen hâlâ onu yad eder, ayrılık acısını duyar.545
“Balkonda Saatler VII” de, sevgilisinden ayrı olduğu zamanda hüzünlenen
şair, bir gecelik hasrete bile dayanamaz. Dünyayı bu hüznün arkasından görür.546
Faruk Nafiz, “Uzaktan” şiirinde, ayrılığın verdiği hüznü işler. Hâlâ son
bakışın etkisi altındadır. Yabancı bir beldeye giden sevgili onu anmamaktadır. Şair
gibi tabiatta bu ayrılıkla doludur.
“Harab olmuş gibi hicran düşüncesinden
542
543
544
545
546
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 11.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 26.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 23.
Halit Fahri, Paravan¸ s. 7.
Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 9.
242
Sahil esmer, gökler bile solgun benizli.
Durgun sular uzaklaşmış gibi sesinden,
Hâlâ senin rüzgârlarda matemin gizli!”
Şair, unutulmadığını düşündüğü anlarda üzüntüsünden kurtulmaktadır. 547
“Sensiz Bahar” da, sevgiliden ayrı geçen bir baharı anlatır. O kadar ayrılık
acısıyla doludur ki baharı “kıştan neşesiz” bulur. Alışılmış bahar görüntüsünden ayrı
bir manzara çizer. Ağaçlar mükedder, yapraklar sarıdır. Âdetâ bütün tabiat bu
ayrılığın izlerini taşımaktadır. Şair sevgiliden ayrı geçen bu ilkbaharda birlikte
gezindiklere yerlere gider. Fakat ne sevgilisinde ne de eski kendisinden bir iz
bulur.548
“Ayrılık” şiirinde,
aşkın ardından gelen ayrılığı konu alır. Sevgiliyle
geçirilen son akşamdır. Ölse bile kavuşmayı umut eder. Şaire göre dünyada en büyük
dert ayrılıktır.
“Neden bakışların bu kadar ılık, / Gözlerindeki sır nedir?.. Anladım.
Hicranla ölümün farkı bir adım, / Dünyanın en büyük derdi ayrılık!”
Şair, sevgilisinin kendisini unutmamasını, daima anmasını ister. 549 “Hicran
Akşamında” da aşktan doğan ayrılık işlenir.550
“Ayşe Sana” şiirinde, aşktan doğan ayrılığın vereceği acıyı dile getirir.
“Ayşe, kaç çobandan tehlikelidir,/ Kendini ateşe atan delidir.
Kuşlara emniyet etmemelidir. / Buluştuğunuz yer ormansa, Ayşe!”551
“Serenat” şiirinde, Ay Hanım’a olan aşkını anlatır. Ay Hanım’ı ilk defa bir
nisan akşamı balkonunda görür. Sararmış yüzünden ruhunun hasta olduğunu
547
548
549
550
551
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 30.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41-42.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 46.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 52-53.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 28.
243
düşünür. Sonra onun “eşinden ayrılan bir kız” olduğunu öğrenir. O, ağlatmış,
ağlamış, sevmiş ve sevilmiştir. Şair, akşamları onu görmek için gezmektedir.
Görmediği zamanlar ruhu gamla dolar. Kalpleri bir olduğu halde bu ayrılığa, duyulan
bu özleme bir mana veremez. Aşkı o kadar yoğun duyar ki bu duygularının ancak
ölümle biteceğini söyler.
“Bana derdinizken bugün hediye / Gülmeyin beni tez unuttu diye
Bu ziyaretlerim seyrekleşirse… /
Bir de bakarsınız büsbütün yokum, / Biliniz, dünyada ben o gün yokum,
O bana hasretin işlediği gün.”552
“Yemin” şiirinde, aşkın ardından gelen ayrılığı anlatır. Bu ayrılığı ölümden
beter görür. Kendisi mutsuz olsa da sevgilisinin mutlu olmasını ister. Hasret
duymasına rağmen şikâyetçi olamayacağını söyler.
553
“Ne Kaldı” şiirindeyse
ayrılığın ardından gelen çaresizliğini anlatır. 554
“Kalbimizin Külleri” nde, ayrılığı anlatır. Anlatıcı olarak birinci çoğul şahısı
kullanan şair, sevgilinin çok acı verdiğini vurgulamak ister gibidir. Onlar sevgili için
her türlü fedakârlığı yapmaktadırlar fakat sevgili bırakıp gider.
“Biz, ki ettikti feda neşen için neşemizi,
Biz, ki emretsen eğer kanla boyardık denizi,
Sen de en sonra, kadın, sen de bıraktın mı bizi?..
Tutuşan kalbimizin külleri sürmendi senin!”555
“Humma” şiirinde de ayrılıktan doğan acı işlenir. Sevgilinin gidişinin
ardından şairde hastalık hâli belirir. Âdetâ hayatı da elinden gitmektedir. Ayrılık
552
553
554
555
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 33.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 55-56.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 97-98.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 33.
244
sırtına çöken koca bir dağ gibidir. Bunun bir karasevda olabileceğini düşünen şair, bu
kadar hüznün kendine yakıştırılamadığını söyler. Bu hâlden kurtuluş yolları arar. 556
“Has Bahçe II” de, sevgiliden ayrı geçen bir anı vardır. O, sevgilisiz geçen
zamana yaşanmış denilemeyeceğini söyler. Sevgilisinin merhametine sığınarak kendi
hayaline yer açmasını ister. Bu acı bekleyiş sonunda şair, ölüm düşüncesine varır. 557
“Has Bahçe III” de, sevgilisinden ayrı kaldığı anlardaki hâlini anlatır. Sevgili
hayatını bir başkasına bağlar. Şair karamsarlığa kapılmadan yeniden kendine
döneceğini umar. O, sevgilinin hatıralarıyla doludur ve onları canlı tutmaya çalışır.
Ondan ayrı kendini gurbette görür. Sevgili onun bu hâline kayıtsız kalmaktadır. 558
“Şehriyara Veda” da, “beyaz tenli Şark ilâhesi” nden ayrılmıştır. Aradığı
semavî kadını bulur fakat o artık bir başkasına aittir.
“Yolumuz düşmeden güzel Şark’a / Sönüyor kalbimizde son sevda.
O beyaz tenli Şark ilâhesine, / O derin gözlü şehriyara veda!”559
Şair, “Ayrıldığın Akşam” da, sevgilinin yaşadığı şehirden gidişiyle beraber
tabiattaki ve hayattaki değişiklikleri verir. Sevgilini gidişiyle bir “semt” in birden
boşalmış gibi sessizliğe bürünüşü verilir. Bu sessizlik şiirin sonunda daha da
genişleyerek bütün bir “şehr” e dağılır. Bu gidişle kumsaldaki ayak sesleri kesilir,
kapılar sürgülenir, perdeler iner. Âdeta hayat durur.
“Yer, gök, suların çizdiği levha kadar boş,
Yollar düşünür, bahçeler ıssız, yalılar boş…
Kandilleri üflenmiş olan kubbe kederde,
556
557
558
559
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 36-37.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 91-92.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 93-94.
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 8.
245
Bir salkım üzüm vermiyecek bağlar ilerde!”
Şehirdeki her manzara sevgilinin varlığıyla yeniden anlam kazanacaktır. 560
5. Sosyal Duyarlılık
Enis Behiç, “Yanık Efe” de, sevdiğine göz diken beyini öldürerek konağa asi
gelen efenin hikâyesini anlatır. “Kuzuyken kurt olan” bu efenin yurdu artık Madran
Dağı’dır. Zengin de olsa, kimsenin sevdiğine kötü gözle bakmaya hakkı yoktur.
Zaptiyeler tarafından aranmaktadır. Tam sevişme çağındayken öleceğini düşünür.
“Efe dağda kartalsa, / Faizci de yarasa!..
Halkın canını alsa / O gelmez mi yasağa?...”
diye isyan eder. (s. 205).561
Faruk Nafiz, “Yılbaşında” şiirinde, yılbaşı gecesi eğlenceden dönerken
sokakta uyuyan yurtsuz sefillere rastlar. Onlar, yolun çukurlarında suların donduğunu
gün doğmadan seyretmektedirler. Karanlık bir sabahtan okunan ezanı duyarlar. Şair
de başıboş, gönülden rahat olarak, onlar gibi, sevgilisinin kapısında sabahlamak
ister.562
“Muztaribler” başlığı altında sosyal yaraları ele alır. “Aç” ta, yokluk içinde,
aç olan insanı “kireçli toprağa dikilen bir ağaç” a benzetir. Etrafında birçok kötülük,
olumsuzluk boy gösterirken o, varlığını koruyamaz.
“Bir nesli uykusundan uyandırır bu hâller,
Doğar aç midelerden nur topu ihtilâller:”
560
561
562
Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 56.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 203-206.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, . 12.
246
İlim ve irfandan uzak kalındığı zaman, çatışmalar da son bulmayacaktır. 563
“Kahpe” de, “kirpiği sürmeli, gözü tahrirli” Fatma’nın vücudunun her yeri
“dinç atları sulayan mermer yalaklar” gibi yabancılara açıktır. Vücudu başkalarına
hizmet ederken onun bağrı yanmaktadır. Şair, onun yabancılara, yüreğinde olsun yer
vermemesini ister.
“Benim içim şenlenir sen derdini eştikçe,
Güzelleşir gözümde kadın kahpeleştikçe!”564
“Pekçokları” nda, çalışmasının karşılığını alamayan köylünün isyanı vardır.
Hem hayat şartları hem de kendi derleriyle mücadele eden bu insan, çözüm yolları
arar. Her türlü fedakârlığı yapar. Sonunda bütün emeklerini başkaları yerken ona bir
şey kalmaz. Şair, yarasının derin olduğunu, kapanmak nedir bilmediğini söyler. Fani
kederlerinden teselli bulmasını ister. “Istırabın kendisi” olduğu için bu dertleri de
kolay kolay bitmeyecektir.565
“Piç” şiirinde, babasız doğan, kundaksız bir çocuğun musalla taşına
bırakılışını anlatır. Hayatına tek başına atılacak olan bu çocuğu, annesinden ayırmayı
doğru bulmaz. İsa peygamberin de babasız olduğunu hatırlatır. İnsanlar, sanki kendi
geçmişleri belliymiş gibi, bu çocuğa “soysuz” derler. Soyluluğun aslında bir tesadüf
işi olduğunu düşünür. (s. 29). Onu boğsalar ya da kör bir kuyuya atsalar böyle
bırakmaktan iyidir. O, günahı işleyenden iki kat fazla azap çekecektir. (s. 30). 566
563
564
565
566
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 7.
Faruk Anfiz, Çoban Çeşmesi, s. 8.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 9.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 29-30.
247
“Onlar” da, bir sokak kadınının maruz kaldığı olaylara yer verir. Yara içinde
olan kadın, hatıraları avutmak isterken duyduğu para sesiyle yeniden ıstıraba
boğulur.567
“Sefillerin Ölümü” nde, hastalığının ilâcı güneşken soğuk ve loş bir odada
yaşayan bir sefilin ölümünü anlatır. Odaya rüzgârın dolduğu bir anda bile göğsü
havasızlıktan daralır. Başkaları dövüne dövüne can verirken ölüm onu bir derin uyku
hâlinde alır.568
“Bugün Yoldan Geçenler” de, “dertten yana bahtı açık” olan bir yolda
gördüklerini anlatır. Önce değneğiyle yaşamaya çalışan bir âmâ geçer. Sonra, her
yeri parçalanmış bir köylü geçer. Bu köylü, onun gibi olan binlerce kişiyi hatırlatır.
Alın teriyle ancak böyle yırtık giyinebilmiştir. Onu, ayaksız,“son cenkten arda kalmış
bir adsız” takip eder. İnsanların ona değil, kendi kalpsizliğine yanmalarını ister. 569
“Garipler” de, insanın yeryüzüne çıktığı günden beri yeryüzünü garipler
kapladığını
söyler.
Gülmeler
sevinçten
değildir.
Gündüz
gülen
yüzlere
kanılmamasını; ıstırabın gece kendini gösterdiğini belirtir. Şair, ne zaman sevinç
duysa başkalarının kederi dolar içine. 570
6. Destanlara İlham Veren Türklerin Atası
Orhan Seyfi, “Gazimize” şiirinde, Atatürk’ün, “köhne izler üstünde
emekleyen” Türk milletini, “kartal pençesiyle” aşılmaz dağlar, denizler üstünde
uçurduğunu söyler. O’nun “ilâhî baş” ı karanlıktaki umutsuzlara bir güneş gibidir. (s.
567
568
569
570
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s.31.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 32-33.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 36-37.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 38.
248
165). O, çökmüş, dağılmış bir milleti “mezar” ından çıkarıp, göklere fırlatmıştır. (s.
166).571
“Çoban, Sürün Dağılmasın!” da, Atatürk, bir “çoban” timsaliyle anlatılır.
O’nun, tek başına kurduğu ordusunun başında olması istenir. Ordu, önce Hakk’a,
sonra O’na emanet edilir. Düşman saldırılarından, haydut kırımlarından zayıflayan
orduyu gözetmesi, düşmanları yaklaştırmaması istenir. Ordu, “sürü”; düşman, “kurt”;
içteki düşmanlar “haydut” benzetmeleriyle anlatılır. 572
“Atatürk’ün Ölümü” nde, tarihin, bütün bir milleti ardına katan böyle bir
kahramana, artık rastlayamayacağını söyler. O’nun kudreti akla sığdırılamaz. Savaşta
korkulan bir “arslan yele” yken, barışta yanan bir “meşale” dir. 573
Yusuf Ziya, efelerin kahramanlığını anlattı “Sarı Zeybek” te, “Ulu Hakan”
dediği Atatürk’ün milletin başına geçerek en son destanını kanla yazmasını ister. 574
“1919-1933” şiirine memleketin matemli hâlini anlatarak başlar. Halk, kendi
vatanında vatansız gibidir. İstanbul “yamyamlar” a ziyafet çekilmiştir. (s. 57). O
günlerde bir “ünlü” Samsun’a ayak basar. Bu “ateşler içinden gelip geçmiş er”
etrafına umutlar suna suna yürür. Milyonlarca Türk’ün derdini göğsünde toplayan bu
erin arkasından genç, ihtiyar, kadın, kız yürür. O, dertlerden hız almaktadır. Şair,
daha sonra bu erin tasvirini yapar: Bakışları deniz kadar yumuşak, saçı güneşi emmiş
bir demet altın başaktır. Onun geçtiği yere gün vurur. O, sararmış ota, yaralı kuşa can
verir.
“O kimdir?... Milyonla Türk birleşip bir tek olmuş!
571
572
573
574
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 165-166.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 171-172.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 139.
Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 6.
249
Yıkılan memlekete kolları destek olmuş!”
Yurdun içinde düşman pusu kurarken halife ordusu da işe başlar. (s. 59). Bu er, vatan
uçuruma sürüklenirken dağılan kuvvetleri toplar. O, “Tanrı gibi her şeyi yoktan
varetmekte” dir. (s. 60).575
“Büyük Misafir” de, Türk’ün gözlerinde artık elem yerine sevinç gözyaşları
vardır. Çekilen her acı yerini daha iyi günlere bırakmıştır. Bu misafir karşısında
Marmara alkışla çağlamaktadır. Bu vatan her şeyini bu misafire borçludur. Tarihte
böyle bir kişi bir daha kolay kolay görülmeyecektir. Bu Türk on asırlık yolu on yılda
almıştır.576
1922’de yazdığı “Çankaya” da, buraya çıkan yolun ebediyet yolu olduğunu,
ucunun Allah’a kadar gittiğini söyler. Bu yol dertle dolu bağırların yasını avutur.
Teselli dağıtır. “Kızıl saçlı zafer kartalı” nın yaşadığı yer de burasıdır. Dullar,
yetimler buraya gönül bağlar. Çünkü bütün umutsuzluklar, olumsuzluklar burada
silinir. Şair, bu kadar tesirli bir yeri evliyalar uğrağına benzetir. Burası suyu Kevser,
ağaçları tuba olan cennet bağına benzetilir. 577
“Atatürk” te, bu kahramanın millete kanat gerip iyi günlere ulaştırdığını;
vatana yeni baştan can verdiğini söyler. Vatanda göze çarpan ne varsa O’nun
eseridir. (s. 35). Her yerde “Tanrı” gibi görüldüğünü; gönüllerin kendinden geçerek
O’na taptığını söyler. (s. 36).578
“Adsız Şiir” de, Çankaya’nın Atatürk’e yakışır bir mekân olduğunu
anlatırken Atatürk’ü “kartal” a benzetir.
575
576
577
578
Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 57-60.
Faruk Nafiz, Suda Halklar, s. 88.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 85.
Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 35-36.
250
Çankaya, bu kartalın kanatlarını
aklayabilmiş, onu yıllarca barındırabilmiş, ona yuva olabilmiştir. Onun sarsıntısından
taçlar düşmektedir. Göğüs çarpınısını korkmadan dinlemek güçtür. Onun içinde
yanan güneş, etrafını da ateşe verir. (s. 29). Her adımı arzı oynatmaya yeter. “O
eşsiz kahraman, dünya ağırlığında” dır. Bütün milletler ona boyun eğerken o
milletten aldığı güçle daha da haşmetli durur.
“Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa hepsi onda şekl aldı!” (s. 30).579
Şair, Atatürk’ün ölümü üzerine yazdığı “Ebediyet Yolunda” şiirinde,
“Başbuğ” un ilk olarak milletten ayrı olarak yola çıktığını söyler. Dünyada O’nu
yalnız bırakmazken bu seferde beraber olmamak acıdır. O, “Gayya” ya düşen Türk’ü
yok olmaktan kurtarmıştır. Millet, ebedî yolculuğundan döndürmek için toplanır.
Fakat gücü ancak kabrine yüz sürmeye yeter. 580
Başka bir şiirde onun dünyaya gelişinin olağanüstü olduğunu işler. Çünkü
gökyüzü, yeryüzüne en güzel örneği verebilmek için, gece gündüz binlerce yıl
çalışmıştır. Yüzü uluları kendine çeksin, gözü düşmanları yensin diye uğraşılır.
Türklük en ulu yıldızını onunla bulur. Ülke ondan hız alır. O kadar büyük bir erdir ki
gündüz güneş, gece ay, ışıklardan kızını ona el öpmeye gönderirler. Büyüklüğü
karşısında bütün kâinat ona baş eğer. (s. 63). Kimsesiz uluslar, onun kendilerine de
sahip çıkmasını dilerler. (s. 64).581
“Güç” te, her kahramanın tarihe girmesinin güç olduğunu hatırlatan şair,
“destanlara ilham veren” Türklerin “Ata” dan sonra bir efsane beğenmeyeceğini
söyler.582
579
580
581
582
Faruk Nafiz, Akarsu.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 33.
Faruk Nafiz, “Atatürk’e”, Akarsu.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 16.
251
7. Kaybolan Cennet: Hatıralar
Edebiyatın hemen her türünde eser veren Halit Fahri, hatıralarını da yazar.
Edebiyatçılar Geçiyor ve Edebiyatçılar Çevremde adlı eserleri dönemin basın
ve edebiyat hayatını vermesi açısından zengin kaynaklardır. Bu eserlerde, dönemin
sosyal hayatıyla ilgili değerlendirmeler de bulunur. Bunun dışında Eski İstanbul
Ramazanları’nda eski İstanbul’un ramazan geleneğinin yanında çocukluk hatıraları
da görülür.
İlerleyen yıllar içinde günyüzüne daha net çıkan hatıraların, sanatçıların
eserlerinde yer alması son derece tabiîdir. Hayatın en hoş kısmını oluşturan çocukluk
hatıralarına şairlerin kayıtsız kalması düşünülemez.
Orhan Seyfi, “Çakaldağı Türküsü” nde, çocukluğunda bulunduğu bu
“zümrüt” dağı hatırlar. Etrafı bağlarla çevrili olan dağda, sincaplarla dallara
tırmanmış; kelebeklerle koşmuştur. Çocukluğunun bu güzel dönemini hasretle
anar.583
“Çengelköy” şiirinde, elli yıl önce ayrıldığı Çengelköy’de gezerken
çocukluğunu düşünür. Zamanla Boğaz’ın birçok yeri değişmişken burası eskisi gibi
sessiz, sakindir. Doğduğu evi, asırlık çınarı, camii, sokağı tanır. (s. 103). Köyün
delisi “Kâmil Ağa” yı hatırlar. Zamanın onu değiştiremeyeceğini düşünür. İzzet
Yesari’den üstün tuttukları hattat Sami Bey’i, hırçın olmasına rağmen, severler. (s.
104). Miralay Ahmet Bey’in genç yaşta ölen eşi Növber Hanım’ın acısını yine duyar.
Hamalcı Kerim Ağa, Çerkez Ali Bey geçer gözünün önünden. Bütün çocuklar gibi
onun da ilk aşkı Naile’dir. Çocuklar, kızmasına rağmen, elinde doğdukları ebe İlhami
583
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 94.
252
Hanım’ı severler. Köyün cerrahı Mustaefendi, diplomasızdır. İhtiyar Angeli’nin
“derde devadan başka “ her şey bulunan aktar dükkânını hatırlar. (s. 106). Burada
yine herkes birbirini tanımaktadır. Yabancı olan bir tek şairdir. Boş yere tanıdık bir
yüz arar. Tüm tanıdıkları “göçüp” gitmiştir. Dar, kuytu sokaklarda gençliğini arar. (s.
107).584
“Telgraf Sokağı” nda, Çengelköy’de doğduğu yer olan Telgraf Sokağı’nı ve
çocukluk günlerini anlatır. Sokak o kadar dardır ki evlerin saçağı birbirine değer.
Orada ne kışın soğuğunu, ne de yazın sıcağını sezmiştir. Canlı, gürbüz bir çocukluk
geçirir. (s. 108). Sokağın en yiğidi bir o, bir de Karabaş’tır. Çocukluk aşkının evi de
oradadır. Ömrünün en güzel çağı orada geçmiştir. Yeniden o günlere dönmek ister.
(s. 109).585
“Evimiz” de, eski evlerini hatırlayan şair, çocukluk günlerine döner. Evleri,
çok güzel değilse bile sağlamdır. Dikkati çeken yeşil sokak kapısıyla övündüğü
günler; dedesinin ilâhilerle, dualarla hacdan dönüşü; kapının tokmağı; avlu; ambar;
Nakşi Kalfa; mutfaktaki kuyunun çıkrığı gözlerinin önünden geçer. On üç yaşında
komşu kızına âşık olmuştur. Üst kattaki sofada babası Zavallı Necdet’i okur.
Mesleği gereği işinde sert olan babasının hisli bir kalbi vardır. Onun ev hâlini
düşünür. Her zaman herkesin işine koşan annesin ise bir köşesi yoktur. Dedesinin
anlattığı masalları bu dünyadan hoş bulmuş; o âleme dalıp gitmiştir. Şair, en ince
ayrıntısıyla hatırladığı bu ev ve orada yaşanan hayatla mutludur. Geçirdiği o güzel
günlere şükreder. “Kaybolan cennet” i özler.586
584
585
586
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 103-107.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 108-109.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 110-115.
253
Halit Fahri, “Kış Gecesi -1-“ de, Konya hatıralarına yer verir. Kıştır, karlar
“buzlu yıldızlar” ın altında parıldarlar. Ne bir tren ne de bir gece yolcusu vardır.
Damlar bile soğuktan donmuştur. Bazen hasta bir köpek acı acı ulur. Boğuk sesler
duyulur. Yükselen kıpkızıl ayı “bir büyücünün tunç altını” na benzetir. (s. 38).
Alâaddin Tepesi’ndeki saat kulesi “kefenli bir heyulâ” gibi mazinin sesini verir.
“Korkulu, boş sokaklara hâkim karakış” ölüm duygusunu uyandırır. (s. 39).587
Şair, “Yaslı Adam Ağlamakta” da, kırk yıllık ömrünün değerlendirmesini
yapar. Kırk yıl önce bir pansiyon odasında yalnız yaşarken evlenir. Nasıl sevdi, nasıl
sevildi sorusuna cevap vermez ama bu kırk yıl mutluluk içinde geçmiştir. (s. 3).
Hatıralar aklına gelir. Ada, güneş, bahar. Bir çiçek gibi olan kadını bağrına basar.
Kadın ölür, adam yaşlı ve yalnızdır.(s. 4).588
Şair, “Unutmuşum” da, otuz beş yıl öncesini hatırlamak ister. Âşık olarak
geçtiği sokaklar o kadar karışıktır ki sevgilisinin evini bile bulamaz. (s. 84). Ötüp
duran kanaryanın kafesinin bir balkonda mı yoksa pencerede mi olduğunu
hatırlayamaz. Asıl hazini sevgilisinin gözlerini unutmasıdır. (s. 85).589
“İlk Acı” da, “ağlayan hatıralar köşesi” dediği çocukluk yıllarında duyduğu
ilk acıyı anlatır. Hasta annesi hava karardığında öksürür. Solgun yüzü yastıkta erir.
Oda ise türbe sükûnuyla huşu içindedir. (s. 22). Babası Kur‘an okurken o da sessiz,
kendi hâlinde durmaktadır. Acı geleceği, annesinin öleceği geceyi, hissetmiş gibidir.
Duvarlardaki nesih, sülüs levhaları hatırlar. Daha sonra annesinin hastalığından
önceki geçirdikleri yangını hatırlar. Unkapanı yangınıyla yollara düşmüşlerdir.
Kırkçeşme, Zeyrek, Fatih’ten yukarıya “kızıl bir gök altında” yokuşları tırmanırlar.
Kaçarken elinden tutanın kim olduğunu hatırlayamaz. O hatıralar içinde sadece fener
587
588
589
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 38-39.
Halit Fahri, Hep Onun İçin s. 3-4.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 84-85.
254
ışığında siyah bir çarşafı hatırlar. Her taraf karanlıktır. Gök cehennem gibidir. Şairin
anne hasreti, o yangın gibi hâlâ içini yakmaktadır. (s. 23). 590
“Bakırköy Akşamları” nda, çocukluk hatıralarını anlatır. Baruthane yolunda,
denizi gören bir yerde dinlenmiştir. (s. 88). Gezintiler sonunda daldığı düşünceler,
akşamın esrarıyla dolması, o küçük yaşının ölmez hatıralarıdır. Karagözü seyrederek
eğlenmiştir. Uçurtmalar, kâğıthelvası, yeldirmeli hanımlar, sepetlerden çıkarılan
salkımlar bu tabloda yerlerini alır. Bir de çocukların biricik sevgilisi Belkıs’ı hatırlar.
Kız rüştiyesinin en güzel kızıdır. Hep uzaktan gördüğü bu kızın sesini hiç
duymamıştır. (s. 89).591
Faruk Nafiz, maziye hasret duygusunun mazi denecek kadar hatıralar
toplandıktan sonra duyulduğunu belirtir. Bunun için de mazi hasreti kimine gençlikte
kimine yaşlılıkta gelir. “Bu gelen zaman hatıranın kesâfetine bağlıdır.” diyerek
çocukluğunu özleyen yetimlerin, mazi hareti duymayan yaşlıların olduğuna dikkati
çeker.592
“Çocukluğumdaki Gözlerle” şiirinde, çocukluk yıllarına ait hatıralarına yer
verir. Bu Sakızağacı’nda eski bir yalıda geçen bir gecedir. “Gurubu üç kadeh altında
seyreden” babası, minderinde oturmaktadır. Şair, çocukluğunda gördüğü dünyanın
değiştiğini fark eder. Koy, ay, çocukluğunda oynadığı meydan aynı değildir. Orada
artık çocuklar da oynamamaktadır. Çocukluğunda gördüğü dünya o kadar
küçülmüştür ki “büyük cihan” ken “oyuncak cihan” hâline gelmiştir. Bu değişiklik
şaire hüzün verir.593
590
591
592
593
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 22-23.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 88-89.
Faruk Nafiz, “Çamlıca’dan Bir Haber”, Yarın, 38(13 Temmuz 1338/ 1922), s. 214.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 37.
255
8. Sonsuz Uyku: Ölüm
Orhan Seyfi, “Küçük Sultan” da, on altı yaşında bir çocuğun ölümünü
anlattığı için ölüm düşüncesini güzelleştirir. Ninni edasıyla yazdığı u şiirde ölümü
tatlı bir uykuya benzetir. Küçük Sultan uyumaktadır. Başucundaki servi divan
durarak gece boyunca onu bekler. Sabahlarıysa serçeler kapısını çalar. O, açık saçık
uyur, üşütür diye odasının her yeri kapatılmıştır. (s. 69). Irmakların akan suyu ninni
söyler, rüzgârlar uyumasını fısıldar. Hayat sürekli bir didişme olduğu için böyle rahat
uykudan uyanılmaz. (s. 70).594
Orhan Seyfi, “Vasiyet” te, ölümünden sonrasını hayal eder. Dostlarının o
öldüğünde samimi olmalarını ister. Bir daha yüz yüze gelmeyecekleri için bütün
sırlar açıklanmalıdır. Böylece gerçek dostlarının kimler olduğunu görecektir. 595
“Ölümden Sonra” da bir “hiç” olduğunu bildiği halde yok olma fikrini içine
sindiremez. Öldüğünde yaşayanlara düşman olacağını düşünür. Son kuvvetiyle
mezarından çıkmak isteyecektir. Ölüm düşüncesini kabul edemez.596
“Kendim İçin” de de öldüğü anı hayal eder. Kendine acıyarak bağrına basmak
ister. Herkes bırakıp gidecektir. O, kendine ağlayacaktır. 597
“Münacat I” de, “hayat denen sebepsiz savaş” için çabalamayı, ölümü bilerek
yaşamayı manasız bulan şair, ölüm düşüncesinin en büyük ıstırap olduğunu söyler. 598
Orhan Seyfi, “Şairin Ölümü” nde, kendi ölümünü hayal eder. O öldükten
sonra adını anan, soran yoktur. O, melek olup uçsa da etraf karanlıktır. Şairlerin
anlattığı tabiat şimdiki tabiat değildir. Artık sam yelleri esmekte; çimenler bir sarı
594
595
596
597
598
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 69-70.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 3.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 16.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 17.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 21.
256
kum; güller zakkum; müjdeci kuşlar susmuşlardır. Şairin çizdiği iz de
kaybolmuştur.599
Şair, “Ecel” de, ister sebepsiz ister vakitsiz, nasıl olursa olsun ölmeye
hazırdır. Sevgilisinin ölümünü görmek istemez. Ecelin geldiğini hissederek ölmek
istemez.600
“Var Olmak, Yok Olmak Meselesi” nde, ölümü sorgular. Yaşlılığı can sıkıcı
bulsa da yaşamayı ister. Birçok insan öldüğü halde kimse ölümün ne olduğunu
bilmemektedir. Madde ölmediği halde, insan benliğinin neden mahvolduğunu sorar.
Dünya, yıldızlar, yer, gök, toprak, en küçük zerre bile yaşarken insanın ölümünü
anlamaya çalışır. Aşkın, güzelin, iyinin değeri yok mu da onlar da insanla
kaybolmaktadırlar. Madem ölecek o halde niçin doğmuştur. 601
“Ölüm ve İhtiyarlık” ta, şair, aslında ihtiyarlığın da bir çeşit ölüm olduğu
düşüncesini işler. Önce gözler, sonra saçlar, sonra da dişler gömülür. Unutuluşuyla
bu hâl bir işkence hâlini alır. İnsanın nefesi çıkmadan önce öldüğünü düşünür. 602
“Ölümün dehşeti.. esrar.. ölümün karanlığı… Asırlardan beri insan zekâsı bu
korkunç meçhulu yenmek, ölümü tekrar hayat yapmak için uğraşıyor.” diyen Halit
Fahri, filozofarın gökyüzünde bu hikmetin sırrını, fen adamlarının duran kalbi
yeniden hayata getirecek formülü aradıklarını söyler. Ararlar fakat bulamazlar.
Ölümün yenilmez bir kuvvet olduğunu kabul eder. Bu konuda yapılan bütün
çalışmaların da boşa çıkacağını düşünür. Fransız yazar Noeëlle Roger’in Le
Nouveau Lazare adlı romanının tezini hatırlatır: “ Dirilen insan ebedî mekânsızlık
599
600
601
602
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 121.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 123.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 124-125.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 151.
257
içinde ıstıraba düşmektedir. Öldükten sonra dirilmek düşüncesi, ölümden bile
korkunç! Bu azaba düşen insan ruhu için bir an sükûn imkânı yoktur.” 603
Halit Fahri, inkılâba kadar acı, matem ve kanla geçen yılların sonunda, ölüm
ürkekliğinin biraz da tabiî bir kaçınma hissi telâkki edilebileceğini söyler. 604
“İnsanoğlunun en büyük sefaleti, ölümün veya ölüm düşüncesinin karşısında
duyduğu o ölümden de dehşetli azaptır.” diyen Halit Fahri, bu mefhumun yazıla
yazıla tüketilemeyeceğini söyler. Bu duygunun insan ruhunda “ebedî korkunç
muamma” olduğunu düşünür.
605
Yaş ilerledikçe insanların ölüme karşı, özellikle,
yakınlarının, sevdiklerinin ölümüne mukavemet hissinin azaldığını düşünür.606 Her
şeye alışıldığını fakat ölüme alışılamadığını düşünen şair, sevdiklerin birdenbire
sesiyle, çehresiyle dostluğuyla insanların arasından ayrılıp gitmesi ve bir gölge
oluvermesinin insanları önce derin bir sersemliğe, sonra yakıcı ve sarsıcı bir ıstıraba,
sonunda ümitsizliğe, hayattan nefrette karışık bir korkuya sürüklediğini söyler. 607
Halit Fahri, “Kâbus” ta, yağmurlu bir kış gecesi hasta yatan şair, “ifrit”
ölümün kendinden uzaklaşmasını ister. Hayattan usanmış çok kimse vardır ama o
henüz umudunu yitirmemiştir. Yaşamak ister. “Muattar buseli” bir bahar bekler.
Mum söner. Baykuş sesi duyar. Pencerelerin kapandığına, üzerine bir heyulâ
yürüdüğü vehmine kapılır. Vücudunda soğuk ürperişlerle fecri bekler, ölümü
uzaklaştırmak ister.608
Şair, “Annemi Ararken” de, bütün bir kışı loş bir odada inleyerek geçiren
“biçare” annesini anlatır. Bir gölge gibi sessiz annesinin başında bekler. Annesinin
603
604
605
606
607
608
“Ölüp De Dirildikten Sonra”, Uyanış, 2041/356(3 İlk Teşrin 1935), s. 290.
OZANSOY, Halit Fahri, “Ahmet Haşim”, SF-Uyanış, 2338(12 Haziran 1941), s. 40.
OZANSOY, Halit Fahri, “Ahmet Haşim ve Eserleri”, S. P., 5248(17 Mart 1945), s. 4.
“İstanbul’un “Ada” Denen Cenneti”, S. P., 1897(15 Temmuz 1951), s. 4.
OZANSOY, Halit Fahri, Edebiyatçılar Çevremde, s. 44.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 42.
258
“hiçbir şeyi” olmadığın söylerler. O, bu “hiç” in anlamını yıllar sonra anlamıştır. (s.
50). Ölüm “daima güzele düşman olduğu için” onu almıştır. Annesinin hasretini
derinden duyar. Muhabbetiyle, şefkatiyle yetimlere, dullara derdini unutturan bu
annenin şimdi de oğlunun derdini dinlemesini ister. Sevdiği kadınlar, “zehirli
hatıralar” bırakarak gitmişlerdir. Hicranla bütün emelleri eriyen şair, artık ölmek
ister. Şair, sadece kışta değil, baharda da “gam devşirmeye” başlamıştır. Istırabına
musiki de teselli veremez. (s. 51). Şefkatten mahrum yaşayamayan şair, annesinden
koynunu açmasını, onu beklemesini ister. Bir servinin dibinde, yan yana mesut
uyumak ister.609
“Geceleyin Mezarlar” da, ölüm duygusundan çok mezarlıktaki ürkütücü bir
olayı anlatır. Esen rüzgârla, harap olmuş kemiklerden “madenî bir feryat” duyulur.
Mezar soyguncuları işe başlamıştır. İnsan, öldüğünde de rahat edememektedir. 610
“Akbabalar” da, bu kuşların haykırışları dinleyen büyük bir korku verir.
Karakış bütün suları dondurmuş, vadiye çıkışı kapamıştır. “Ölümün arza pusu
kurması” yla bütün mezarlar dolmuştur. Böyle bir anda akbabalar da ceset
aramaktadırlar.611
“Karanlık -1-” de, geceyle çöken ölüm duygusunu anlatır. Karanlık, tavan,
baykuşun ötüşü mezarda olduğu vehmini uyandırır. Damarlarında akan kan, ölümün
gölgesini gezdirdiği için ondan da korkar. Bu duygudan kurtulmak isteyen şair,
günün doğmasını, hiç olmazsa ayın parlamasını ister. 612 “Karanlıkta -2-” de,
karanlıkta ölüm korkusuyla boğuşurken dışarıdan gelen sesle suda bir vurgunun
haberini alır. (s. 31). Bu sesle iyice telaşlanan şair, ateşten sayıkladığını düşünür. Işık
609
610
611
612
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 50-52.
Halit Fahri, Zakkum, s. 10.
Halit Fahri, Zakkum, s. 11.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 30.
259
ister, bir mum ışığı bile yetecektir. Bu korkudan kurtulmak için Allah’a yalvarır.
Vurulup sahile vuran cesedi hayal etmeye başlar.(s. 32). Serviler uğuldamaya başlar.
Ölümün yaklaştığını hisseder. Odası sular altında kalır. (s. 33). 613
“Öksüz Duası” nda, Annesiz iki kardeşin uykusuz, sabaha kadar ağlamalarını
anlatır. Kâbe’ye gittiğini düşündükleri annelerinin aylarca yolunu gözlerler.(s. 11).
Camları sarsan rüzgârdan korkan kız, ağabeyine sokularak Kâbe’ye döner, annesini
çağırır. Sesine rüzgârdan başka cevap gelmez. İki kardeş annelerine kavuşmak için
dua ederler.(s. 12).614
Şair, “Yavrumu Düşünürken” de, kaybettiği yavrusunun acısını anlatır.
Uyandığında onu göremediği için sabahları çok hazin bulur. Küçücük kollarıyla
başında hale oluşturarak uyuduğunu hayal eder. Bütün sevdikleri şairin ömrü gibi
geçip gitmiştir.615
“Niçin” de, ölüm karşısında isyan eder. Sevgilisini güzel, zarif, iyi kalpli,
duygulu yaratan Tanrı,
“göklerinde ışık yokmuş gibi” onu alarak şairi ışıksız
bırakmıştır.616
“Mezarının Başında” şiirinde, sevgilisinin ölümüyle birlikte “dağ gibi bir
yas” ın altında ezildiğini söyler. 617
Halit Fahri, “Hep O!” şiirinde, eşinin ölüm acısına dayanamayacak hâldedir.
Saat vurduğunda, sofra kurulduğunda, gelen giden olduğunda hep onu hatırlar. Onu
konuşur; onu düşünür; onun için ağlar. 618
613
614
615
616
617
618
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 31-33.
Halit Fahri, Paravan, s. 11-12.
Halit Fahri, Paravan, s. 13.
Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 7.
Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 8.
Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 14.
260
“Dakikalar, Saatler” de insan beyni ölüm korkusuyla burkulurken dakikaların,
saatlerin sonsuz bir karanlık olduğunu düşünür. İnsanın dakikada bin kere ölü
dirilirken yapacağı en büyük kahramanlık, ölmek değil yaşamayı başarmaktır. 619
Ölümün bir gün geleceğini kabullenen şair, çok geçmeden yaşanmak istenenlerin
yapılmasını ister.620
“Uyusun!” da, bir ömür boyu seven şairin ölümünü anlatır. Sesi, sabah olunca
kuşlarda duyulur. Gölgesi toprakta kalsa da “sazının altın halesi” güneştir, sulara
vurur. Halit Fahri, şairin rahatsız edilmemesini ister. Uyumalıdır. Yorgundur. 621
Şair, ”Hastanede Son Gecesi” şiirinde, kız kardeşinin ölümünü anlatır.
Odadaki eşyalar hastayla daha önce vedalaşmış gibi toplanmıştır. Solgun yüzlü gen
kız, etrafındakileri artık tanıyamaz. Sadece bir hıçkırığı duyulur. “Ruhu, şimdiden
karanlık ıklimleri, nur içinde bir hayal gibi tavaf etmekte” dir. Fakat kalanların hiç
tesellisi yoktur. Sevdikleri ağlayarak yanından geçer. Son kez alnından öpülür. 622
Ölen kardeşi Maide’ye ithaf ettiği “Eyüp Mezarlığında” şiirinde, ölümü “sonsuz
uyku” olarak görür. Ölümde, daha önce kaybedilenlerle yeniden görüşme
düşüncesiyle bir mutluluk da bulur.623 “Hastanede” şiirindeyse “sonsuz bir yolculuk”
dediği ölümü özler.624
Enis Behiç, “Miras” ta hayatının muhasebesini yaparken gençliğinin geçip
gittiğinin farkına varır. Saçındaki akların hepsini görmeye ömrü olmadığını düşünür.
“Ömrümün mesafesi o kadar yıl uzar mı?..”
619
620
621
622
623
624
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 13.
Halit Fahri, “Elele Tutuşalım Dostlar!”, Sulara Dalan Gözler, s. 87-88.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 15.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 26-27.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 29.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 53.
261
Şair, bir müsrifin servet saçması gibi, günlerini harcadığını fark ederek telâşa
düşer. Bir eser bırakamadan ölme düşüncesi onu mahveder. (s. 6). Ölüm düşüncesini
silmek ister. Bu düşüncesinden kurtulursa her heyecanından âbide değerinde eserler
çıkarabileceğini
düşünür.
Aynadaki
aksinin
yarattığı
ölüm
düşüncesinden
uzaklaşmak isteyen şair,
“Kara tahta üstüne bir küçük yaramazın
Çizip bozuverdiği garip bir şekil gibi.”
dünyadan silinip gideceğini düşünür. O da talihin elinde “ucuz bir oyuncak” tır. Bir
gün kırılıp bir tarafa atılacaktır. Duyduğu ölüm korkusu şevkini öldürür. Yokluk
bütün varlığını bürür. Kanı hâlâ canlı olsa da beyninde uyuşturucu bir yas duyar. (s.
7). Dünyada malı mülkü olmayan şairin ölümü hiç kimseyi ihya etmeyecektir. (s.
8).625
“Düşündün mü?” de, şairliğin verdiği farklı düşünceleri yaşayan Enis Behiç,
duygularına ortak olan biri olup olmadığını merak eder. Derin, yeşil ormanlarda
dolaşırken yaprakları kurutacak sonbaharı düşünür. O, nisan güneşinin “yaşatıcı ışık”
ları altında hem tatlı hem acı bir hevesle genç yaşta ölmek ister ve bu duyguyla titrer.
(s. 13). Ölüm düşüncesi bu kadarla da kalmaz. Hayat bu kadar güzelken intiharı bile
düşünür. (s. 14).626
“Hayat bir harp meydanı, ölüm bir düşman topçusudur: Bazı dağınık bir
ateşle etrafı tarar, bazı aynı noktayı fasılasız döver.” diyen Yusuf Ziya, ölümün hiç
kimseye ansızın gelmediğini söyler. Sevilen yakınların ölümü birbirini takip eder.
625
626
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 6-8.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 13-14.
262
Giden her can, insandan kopan bir parçadır. İnsan, ölen her yakınıyla biraz ölür.
Günün birinde içinde kalan son hayat zerresi de uçar, gider. 627
Yusuf Ziya, annesinin ölümünden duyduğu acıyı işlediği “Ölü Evinde
Düğün” 628 şiirine eski konaklarının tasviriyle başlar. Büyük bir mateme gömülen
konağın yediveren gülleriyle dolu bahçesi, bir fırtına geçmiş gibi perişandır. Eski
günlerden iz kalmamıştır. Herkes bu ulvî matemin önünde susarken duyduğu gülme
sesleri şaire acısını daha derinden hissettirir. (s. 6). Bu evde olan düğün şaire daha
ağır gelir. Eski konak gözüne daha viran görünür.
“Ah anne, bak kimler giydi tacını! / Anne, uyan anne şu halime bak!...” (s.7)
Yusuf Ziya, 1918’de yazdığı “Vakitsiz Gurûb” da, mehtaplı bir gece
tasvirinden sonra, yeni bir sevdaya düşen kızı anlatır. (s. 45). Bu genç kızın annesi
solgun, saçları ağarmış, beli bükülmüştür. Sanki hayatla vedalaşıyor gibidir.
Mezarlıklar kadar ıssız olan bu geceye tabiat da eşlik etmektedir.
“Ay hicranlı bir göz gibi kızarmış, / Sahilde döğünüp ağlıyor deniz..
Bahçede bahardan kalmamış bir iz.”
Uzak yıldızların bakışı mahzun, kuru dallar siyah pençe gibidir. Kadın ufka yaklaşır,
karanlık dehlize girer. (s. 46). Artık ihtiyar kadın kimsesizdir. Solgun çevresini
matem sarmış, bu ıssız yolda gizlice ağlamaktadır. (s. 47). 629
Yusuf Ziya, “Anahtar” şiirinde, bilmediği sorulara cevaplar arar. Bunu sihirli
bir anahtarla yapmak ister. Önce göklerin esrarını çözmeye çalışır. Kaybolan sesleri
duymak, kaybolan yüzleri görmek ister. Sonra dünyayı anlamak ister. Ölüm denen
“sonsuz, büyük rüya”nın muammasını çözmek ister.630
627
Yusuf Ziya, “Ölüm”, Cumhuriyet, 3054(6 Teşrinisani 1932), s. 3.
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 6-7
629
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 45-47.
630
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 27.
628
263
“Bir Gün” de, ölümü işler. Bir gün onu “anne toprak” göğsüne basacaktır. O
öldükten sonra da yaşayacağına inanır. Elleri bir çınarda yaprak; sesi dalda öten bir
kuş olacaktır. Bu dünyadan da uzak olduğu için huzuru bulmuştur. 631
Şair, “O Gün” şiirinde, kendi ölümünü hayal eder. Ardından ağlanmasını
istemez. Odasında, belki döner diye, ışık yakılmasını ister. Resmine her gün bir kere
bakılsın ister. Ardından hiç kimse boyun büküp ağlamamalıdır. O ağlayacak, kalanlar
gülecektir.632
“Bir Gün” şiirinde, ölümden sonra da tabiatta farklı şekilde yaşayacağı fikrini
işler. “Toprağa kavuşmak” dediği ölümden sonra, buluttan düşen yağmur, yıldızdan
damlayan nur, yeşil yaprakta huzur, bir kuşun ötüşü olarak varolacağına inanır. 633
Şair, “Ölüme Doğru” da, bir buhran içinde olduğunu anlatır. Yanarken
üşümektedir. Her çehreyi yadırgar olmuştur. Sesi kısılır, nefesi daralır. (s. 58).
Geçmiş zamanları hatırlar. Eski rüyaları seyre dalar. Yanında ağlayan bir ses duyar.
Kanatları kapanır, havasız kalır. (s. 59).634
“Bir Selvi Gölgesi” nde, ölümü işler. Aldığı her nefesi son nefes gibi verir.
Neşe, ihtiras, arzudan uzaklaşmak ister. Kahkahalar zehri, ışıklar gözlerine serpilen
bir avuç kumdur artık. O bir servinin gölgesini özler. (s. 5). Kırk yılın son emeli bu
gölgedir. “Alnını ölümün anne eli okşayınca” bütün acıların bu servi gölgesinde
biteceğini ümit eder. (s. 6).635
“Ayna Karşısında” şiirinde, ölümünün yaklaştığını hisseder. Aynada gördüğü
her akiste ölümden bir iz görür. İki donuk göz bebeği, içine serviliklerin gölgesini
bırakır. Saçında aklar çoğalmış, dudaklar kansız bir çizgi halindedir. Çökük
631
632
633
634
635
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 36.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 37
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 38
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 58-59
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 5-6
264
yanaklarından yaşlar akar. (s. 9). Işıklar sönünce de odasının türbeye döndüğünü
düşünür. (s. 10).636
“Genç Ölü” de, yirmi yaşında ölen bir genci anlatır. Bu genç, yirmi yılda
yirmi asır yaşamış gibidir. Dünyanın her türlü nimetlerinden faydalanmıştır. Bunların
içinde, memnu olanlar vardır. (s. 13) Bu genç her seneyi bir güne sığdırarak
yaşamıştır. O kadar gençtir ki uykudan uyanacak bir hali vardır. (s. 14) 637
Faruk Nafiz, ölümü fazla sever insanların hayata herkesten daha çok
bağlandıklarını düşünür. Türk Edebiyatında ölümün “Allah sevgisi ile Allah kokusu”
gibi “sevimli ve zıt” iki şekil gösterdiğini söyler. Allah’a kavuşma telâkkisinin
ölümün dehşetini azalttığını, onun karşısında hayatın ağır bir kâbus olduğunu belirtir.
“Şiirde bahar ve akşam tasvirleri gibi hayat ve ölüm tahasürleri mütedavil sermaye
halindedir.” diyen şair, hemen her şairde bu konuyu işleyen şiire rastlanabileceğini
söyler. Şairin ölüm telâkkisinin çoğu zaman hayatından ayrı bir mahiyet gösterdiğini
düşünür.638
“Yıllardır” şiirinde, düştüğü tek yönlü aşkı anlatır. İçindeki ateşle yıllardır
yanan şair, bu aşkın yarınından umutsuzdur. O kadar umutsuzdur ki genç yaşına
rağmen ölümü istemektedir.
“Kalbiniz bir derin şefkat gölü mü
İçinde kendimi buldum bakarken
Sevdirdi en sonra, gençliğim varken,
Yeşil gözleriniz bana ölümü!”639
636
637
638
639
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 9-10
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 13-14
Faruk Nafiz, “Edebiyatımızda Ölüm Telâkkisi”, Yedigün, 563(20 Birinci Kânun 1943), s. 8.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 37.
265
“Bir Mersiye” de, ölen sevgilinin ardından duyulan elemi dile getirir. 640
“Kelebek” te hasretle birlikte ölüm de kendini gösterir. Sevgili köyden gideli
yalnız kalan şair, intiharı düşünür. Gönlü âşık, delidir. Sevgiliyi arayan ruhu, dağ,
deniz, orman, dere gezer. Aramalıdır. Öünkü hasrete katlanırsa yaşayamayacaktır.
Böyle hasret çektikçe de ömrü uzun olmayacaktır. 641
“Ölümü Hatırlatan Kadın” şiirinde, aşkla ölüm fikrini birlikte işler. İntihar
eden bir aşığı hatırlayan şair, sevdiği kadın uğruna ölebileceğini düşünür. Ona bu
fikri veren sevgilinin kendisidir. Bu afetin sevmediklerinin değil sevdiklerinin
öldüğüne inanılır.
“Bazı ruhum kararır ketenlerden, mezardan,
yok mu, rabbim ölümün bir güzel şekli derdim.
O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman.
Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.” 642
“Öldüğüm Zaman” şiirinde, ölümün her kalbe ayrı bir azap verdiği halde,
kendisinin o günü hasretle beklediğini söyler.
“Bana dert oldu ömrüm… Bükündü elemle
Mezarımı bir gelin gibi çiçekliyorum.
Ölüm her kalbe ayrı bir azap olsa bile
Ben o mukadder günü hasretle bekliyorum.”
Şairin ölümü isteyişinin ardında kalp yorgunluğu vardır. Uzun seneler kahır
çekmiştir. Ardından ağlayacak biri olmadığından gençliğine de yanmayacaktır.
640
641
642
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 59-61
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 11.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 30
266
Hayatının ilkbaharında olacak olan bu ölümün, kendisinin en güzel günü olacağını
söyler. Öldüğünde mezarında kardeş, dost, sevgili yüzü istemez. 643
Şair, “Annesiz Ölü” şiirinde, ölümden duyulan elemi anlatır. Bu elem,
ölümün kendisinde değildir, ölümün şeklindedir. Şair aşk uğruna ömrünü
tüketmektedir. Bir genç kadının ardından ağlamasını ister. Çünkü onun bu vakitsiz
ölümü kadının matem tutması için yeterlidir. Fakat bu kadın hayata yine sevda
ufuklarından gülecektir. Bu durum şairi büyük üzüntüye boğar.
“Hiç can veriş var mıdır bundan daha elemli:
Yaşarken gözü nemli, ölürken gözü nemli?..
Ah annesiz ölüler, sevgilisiz ölüler!”644
Faruk Nafiz, “Serçe İle Kız” şiirinde, Zeynep adlı kızın sevdiği gencin
başkasına aşık olduğunu öğrenmesinden sonra bu dert ile sararıp solması ve sonunda
ölümü anlatılır. Karşılığını bulamayan sevgi ölümle sonuçlanmıştır. 645
“Melek” şiirinde, ölümden kaçış vardır. Zeynep, annesinin “Melek yavrum!”
sözünü merak eder. Çünkü melekler kanatlı olur. Daha önce üç yavrusunu kaybeden
anne Zeynep’i de kaybetmemek için, kanadını kopardığını söyler. 646
“Karacaahmet” te, İstanbul’un ölümle özdeşleşen bu mekanını ele alırken
ölüm gerçeğini hatırlar. Ölümü kaçınılmaz olarak kabul eden şair, bir an öldüğünü
farz eder. Sevgiliye doymadan ölmeyi kabullenemez.
“Hayatın şirine göynüm kanmadan /Karacaahmede göçerse yerim,
Benden bir an bile fazla yaşıyan / Herkese diş biler, ölüm dilerim!”647
643
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 36.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 43
645
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s.57-58
646
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s.59-60
647
Faruk Nafiz, Akarsu, s.22.
644
267
Faruk Nafiz, “Has Bahçe II” şiirinde, sevgiliden ayrı geçen bir anın acısını
dile getirir. Böyle ayrı geçirdiği her anı gurbet olarak nitelendirir. Onsuz geçen her
anı zevaline bir adım olarak görür. Sevgilisinden merhamet dileyerek kendisini
hatırlamasını ister. Sevgilisiz geçen zamanı yaşanmış kabul etmeyen şair, sonunda
ölüm düşüncesine varır.
“Fışkırmak istiyor bileğimden benim bu kan,
Bir gün guruba karşı göçüp gittiğim zaman
Yadınla gezdiğim kayalıklarda akşam et!”648
Şair bu şiirin devamı olan “Has Bahçe III” te, sevgiliden ayrı geçen günlerde
kendini gurbette hissetmede ve ölümü özlemektedir.
“Dünyada son şeref bana kahrınla öldüğüm,
Ruhumda ansızın çözülür bağlanan düğüm
Tarihe şair ismimi yazsam kanımla ben”649
“Düşünce” şiirinde, sevgiliden ayrı yaşamaktansa ölmeyi tercih eder.
“Yalnız yaşamaktansa nigarımdan uzakta
Ölsem, diyorum, dâr u diyarımdan uzakta…”650
“Sonsuz Rüya” da, ezelî varlığa gönül bağlayanların, ebedî dünyayı
hissettiklerini söyleyen şair, ölümün dünyada görülen rüyanın devamı olduğunu
düşünür.651
648
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s.92.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s.94.
650
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s.133.
651
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 146.
649
268
9. Doğmayan Güneş: Bekleyiş
Orhan Seyfi, “Sevgiliye Mektup” ta, sevgilisinden ayrı düşen âşığın
bekleyişini anlatır. Unutulduğunu anlayan âşık üzülmez. Unutulanlar az değildir.
Âşık onu unutmadığını, hâlâ sevdiğini itiraf eder. Umudunu tamamen kesmez.
Kendisini sevdiğine dair bir umut besler. Unutulsun veya unutulmasın gözlerinin
etkisi altındadır. Sevenlerin değerinin bilinmediğini; sevmeyenlerin bahtiyar
olduğunu söyler. Sevgilisinin dönmesini bekler. 652
Faruk Nafiz, “Bir Bağ İçindeki” 653 şiirinde sevgiliyi hasretle bekleyişini
anlatır. Akşam olup tabiatın değişmesiyle beraber sevgiliyi görme isteği artar.
“Durgun sularda akşamı gömdük, çiçekledik;
Yoktun söğütlerin sarışın gölgesinde sen.
Ey şimdi erganûnunu kasrında inleten!
Akşamlar indi. Biz seni yollarda bekledik...”
Şair tabiatta olan değişiklikleri sevgilinin yokluğuyla açıklar. Gölleri matem
sarar, yapraklar düşmeden solar, sahil derinleşir, kamışlar gölde süzülür, sahilde neşe
kalmaz. Bütün bu tablo içinde yollardan nur uman bir tek şairdir. Sevgiliyi bekleyiş
onu canlı tutmaktadır. Birinci çoğul şahısı kullanan şair sevgilinin birçok kişiyi
etkileyebileceğine dikkati çeker. Şiirin sonunda sevgilinin çekildiği uzletten
çıkmasını ister.
“Giden Sultan”654 da da sevgiliyi bekleyiş anlatılır. Şair birinci çoğul şahsın
ağzından konuşur. Bu gösteriyor ki sevgili kendisine bir çok kişiyi esir edecek kadar
652
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 23-26.
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 14.
654
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 24-25.
653
269
etkileyicidir. Sevgilinin gidişinden içi yanan şair sürekli onu anar. Onun
dönmeyeceğini bildiği halde hâlâ yollarını gözler.
Şair, “Yuvamın Kuşuna” şiirinde büyük bir bekleyiş içindedir. Uzun yıllar
sevgilisini bekleyen şairin beklemekten gözüne kan yürümüş, gönlündeki kızıllık
göğe vurmuştur. Bu kadar bekleyişten sonra yine sevgilisini bulamaz. Kalbinde
başkasına yer vermez. Sevgilisinin gelişiyle beraber yazgısının değişeceğini düşünen
şair ölünceye kadar bekleyecektir.
“Mevsimidir, geleceksen gelmeli, / Gözlüyorum sende bir ilk bahar ben.
Taliimi döndürecek o eli/Gözlüyorum ölünceye kadar ben.”655
Şair, “Son Âşık” şiirinde hasretle geçen gençliğine rağmen ümitsiz değildir.
Sevgilisinin son âşığı olmayı ister. Şair o kadar yoğun duygular içindedir ki bu
bekleyişi kavuşuncaya kadar bitmeyecektir.
“Ey başından şimdi sevda rüzgârı esen,
Böyle her gün yollarımdan geçsen de süzgün
Sen benimin büsbütün terk olunduğun gün...
O mukadder günü, bilmem, düşündün mü sen?”656
“Yağmurlu Bir Gündü” şiirinde, sevgilisiyle olan bir anını hatırlayarak onu
bekleyişini anlatır. Yağmurlu bir günde birliktedirler. Sevgili o günü hatırlayıp
yağmurda, karda o yoldan geçeğini söylemiştir. O da böylece yollarının birleşeceğini
düşünür. Böyle yağmurlu bir günde sevgilisini görmek ümidiyle aynı yola gelir fakat
o sözünü tutmamıştır. Bütün kırgınlığına rağmen o beklemeye devam edecektir.
“Daha ben va‘dini hatırlar diye / Bu alil ömrümü çok sürüklerim
Ölürsem kalb olur bir iniltiye / Dallarda perişan öksürüklerim!657
655
656
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 14.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 34.
270
“Esir” 658 şiirinde “yollardan esiriyle birlikte geçen sevgili”yi arar. Şairin
bekleyişi çok kahırlı olmuştur. Saçlarına beyazlar dolmuş, aylarca süren fırtınalar
kalbini yormuştur. Fakat her ses sevgilinin gelmeyeceğini söylemektedir. Şair bu
arayışında tabiata sığınır. Enginlere diz çöker, esen rüzgâra yalvarır, kayalardan onu
sorar. Bir cevap alamaz. Sevgiliye giden bütün yollar boştur.
Şair yalnızlığını dile getirdiği “Sen Nerdesin?” şiirinde büyük bir bekleyiş
içindedir. Kendisiyle beraber bütün eşya bu yalnızlığı dindirecek olan sevgiliyi
beklerler.
“Yanan alnım duvarda, sönen gözlerim camda,
Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye.
Senin için kandiller tutuştu kendisinden,
Resmine sürme çektim kandillerin isinden.
Saksıda incilendi yapraklar senin için,
Söylendi gelmez diye uzaklar senin için...”659
“Damlalar 2” şiirinde, hayatın geçici olduğunu, herkesin silinip gitiğini
söyler. Bu hayatta ona bir tek sevgilinin gölgesi hatıra kalmıştır. Sevgilisine büyük
bir özlem duyan şair onu beklemektedir.
“Bir güldür, açarken dökülür, hasret içimde:
Ömrüm geçiyor, gelmedi, bir beklediğim var!”660
“Has Bahçe I” şiirinde sevgiliyi beklemektedir. Bu ümitsiz bir bekleyiştir.
“Son goncaların döküldüğü” mevsimde sevgilinin gelmesini istemez. Çünkü
mevsimin gamı ona da yansıyacaktır. “Doğmayan güneş gibi” sevgiliyi bekleyen
657
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 41.
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 26-28.
659
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 51-52.
660
Faruk Nafiz, Akarsu, s.59.
658
271
şair, nisan ayında birlikte olmak ister. 661 Şiirin devamı olan “Has Bahçe III” te bu
bekleyişi daha ümitli ve ısrarcıdır. Sevgilinin bir başkasına bağlandığını bildiği halde
ye‘se düşmeden onun geleceğini umar. Sevgiliye dair hatıralarını canlı tutmaktadır.
“Sen başka ömre bağladığın gün hayatını
Ben ye’se düşmeden yine bir gün gelir dedim,
Son goncamın döküldüğü gün hatırâtını
Nergisle, yaseminle, menekşeyle süsledim...” 662
“Tutuş, Yan!”663 şiirinde ise beklenenden ümit kesildiği anda gönlünün yanıp
tutuşacağını vurgular.
10. Tarih Duygusu
“1908 yılına kadar Türk şiirinde tarih mahdut bir yer tutar. Abdülhak
Hâmid’in tesiri ile yazılmış şiirlerin dışında, bazı tesadüfî işaretlerle, 1897
Türk- Yunan savaşının yarattığı heyecânı aksettiren,
ve o devir
mecmualarında geniş yer tutan kahramanlık şiirleri arasındaki târihe bazı
temaslarla, Mehmet Emin’in bu konudaki şiirleri ve II. Abdülhamid’in
başlattığı Osmanlı devletinin kuruluş yıllarının ihyâsı hareketi etrâfında
meydâna gelen bâzı manzûmelerle
sınırlı olduğu söylenebilir. 1908’den
sonra, bir taraftan milliyetçilik akımı olmak üzere çeşitli fikir akımlarına,
diğer taraftan imparatorluğun dağılmasına, çökmesine ve milletin uğradığı
büyük felâketlere bağlı olarak târih, şiirde ön plâna çıkar ve şairler “ecdâd
rûhundan şevk ve kudret alma ihtiyacını” duyarlar.
661
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 91-92.
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 93.
663
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 18-19.
662
272
Balkan Savaşı, bütün zafer ve mağlûbiyetleriyle büyük bir felâket olan
I. Dünya savaşı, bu duyguya ilham kaynağı olur ve onu besler. (s. 41)
15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgâli ile fiilen başlayan ve üç
yol süren Millî mücâdele devresinde, bu mücâdeleyi anlatan, alevin
karşısında yazılmış, milletin giydiği “alevden gömleğin” yakıcılığını, her ânı
ile duyurmaya çalışan bir edebiyât meydâna gelmiştir. (s. 42).664
Orhan Seyfi, “İstanbul fethi, tek vaka hâlinde bile bir milletin tarihini şerefle
doldurmaya kâfidir. Bu fetih, hiçbir sanatkâr dehasına lüzum göstermeden baştan
başa bir detan güzelliği taşır.” 665 diyerek fethi ilim ve sanatçı kalemlerinden
öğrenmek ister. On yıl sonra, fethin beş yüzüncü yıldönümü için yazdığı “İstanbul’un
Fethi” nde, savaş öncesi şehrin ayrıntılı bir tablosunu çizer. Fethin en kanlı
zamanında, Fatih’in aleminde görülen de kandır. Mayıs sonlarında, bir saltanat, son
günlerinin korkusunu yaşar. Türk ordusu şehri sarmıştır. Bu fetihle beraber dünya
yeni bir devre girecektir. (s. 2). Fetih başlar. Gökyüzü velvelerle dolar;
atlar
kabarmış yeleleriyle koşarlar. Toz, duman, ateş, kan birbirine karışır. Etrafa
cehennemden alevler saçılır. Bir hamleyi diğer bir hamle izlerken Jüstinyen kaçar.
Ulubatlı bir burca sancağı diker. “Türkler geliyor!” çığlıkları duyulur. Böylece bir
çağ kapanır; yeni bir çağ açılır. “Şark’ın eşsiz incisi” artık Türk’ündür. (s. 3).
Dünyanın asırlardır gözü olduğu bu şehir, artık Fatih’in iradesi gibi kuvvetli Türk’ün
elindedir. Bu, “mutlu ışık beldesi”, nuruyla, Bizans’ın cinayet dolu tarihini
yıkayacaktır.
“Artık savaşın hüznüne hayranlık içindir;
664
BİRİNCİ, Necat, “Millî Mücâdele Devresi Şiirinde Târihî Kadro”, K. A. M., 2(Nisan 1984), s. 41-
42.
665
ORHON, Orhan Seyfi, “İstanbul’un Fethinin Yıldönümü”, Çınaraltı, s. 3.
273
Artık zaferin şiir için, insanlık içindir!”. (s. 4).666
Orhan Seyfi, “Eğri Kılıç” ta, Türk’ün kahramanlıklarını bir kılıç yoluyla
hatırlayan şair, tuğların çölde Nil’i geçtiğini; atalarının Vistülün suyundan içtiğini
söyler.667
Halit Fahri, kahramanlığı işlediği “Bükülmez Dal” da, Türk’ü yaprakları
kıvılcım; meyvesi zafer olan bir dala benzetir. Vatan için her zorluğa direnmiştir. Bu
dalın yuvası göklere çıkan bir ağaçtır. “Son kargalar” dediği düşmanları da bozguna
uğratmıştır.668
Halit Fahri, 1917’de yazdığı “Türklük Ölmez” de, dünya durdukça Türklüğün
ölmeyeceğini, ebedî olacağını söyler. Onun namı asırlardır dillere destan olmuştur.
Şair, Türklüğün ilk ocağı olan Türkistan’ı da ayrı düşünmez. Anadolu’nun
Türkistan’dan ayrılmadığını “eş” olduğunu söyler. Türklüğün hem Asya’da hem
Avrupa’da daha da büyüyeceğini düşünür. Kafkasya’yı hür hayal eder. 669
Enis Behiç, Türk kızlarını anlattığı “Turan Kızları” nda , onlara bu adı
vererek coğrafyayı geniş tutar.670
Şair, “Millî Neşide -1-, -2-” de, Türk milletinin kahramanlıklarını anlatırken
“Altay” dan geldiklerini; “Çamlıbel” de uğuldayıp coştuklarını söyler. (s. 90). Bu
milletin soyunda Türkmen, Oğuz, Başkurt, Tatar, Kırgız gibi kahraman “kardeş” ler
vardır. Demir dağları delen bu “Bozkurt” ların “Orkun” da, “Kül Tigin” den kalma
yazısı olduğunu hatırlatır. (s. 91). 671
666
667
668
669
670
671
ORHON, Orhan Seyfi, İstanbul’un Fethi, s. 1-4.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 134.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 34.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 37.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 88.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 90-91.
274
Enis Behiç, Edirne’nin geri alınması sırasında yazdığı “Ey Meriç!” te, bir
zamanlar suyu Türk topraklarından akan Tuna’yı hatırlar. O, Meriç’in “muazzam,
nazlı hemşire” sidir. Kaybından duyulan hüsrana Meriç teselli olur. Tuna’nın kaybı,
Türk tarihinde bir matem olarak yer alır. 672
Yusuf Ziya, “Akından Akına” şiirinde, Türk tarihinde önemli bir yeri olan
akıncıları konu edinir. Yer gök akıncıların adımlarında titremiştir. Üç yüz akıncının
Tuna kıyısından geçtiğini söyler. 673
“Sultan Osman’ın Rüyası” nda, Anadolu’nun kahramanlar ocağı olduğunu
söyler. Bu topraklarda at koşturan ordu, kargılarıyla kâinata karşı durmuştur. Osman
Gazi henüz han olmadan Şeyh Edebali’nin zaviyesinde yetişir. (s. 18). Sultan Osman,
rüyasında yüzünde nur, gözlerinde din aşkı olan bir ihtiyar görür. İhtiyarın bir elinde
asa, bir elinde yay vardır. Kuşağının arasından doğan gümüş renkli ay genç
Osman’ın alnına konar. Sinesinden büyük bir ağaç çıkar, dünyanın her yanına
dağılır. (s. 19). Sultan Osman, Söğüt’te orduyu toplar. 674
“Çınar” da, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir çınara benzeterek vatanın o günkü
durumunu anlatır. Önce filiz olan çınar, serpilip göğe boy atar. Altında binlerce
insan yaşar. Sonra bir gece ansızın fırtına kopar. (s. 8). Kıyamet kopuyor gibi her
yanı mezar kokusu sarar. Azrail, yollarda pusu kurar.
“Eflâke ser çeken bu çınar bile/ Kökünden sarsıldı bin azab ile!”
672
673
674
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 93.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 3.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 18-19.
275
Bu “vahşi rüzgâr” la beş yıl savaşılır. Dalları parçalanır, yaprakları düşer. İnleyerek
yıkılmaktadır. Son mirasını da yemek için üstüne binlerce “böcek” üşüşmüştür. (s.
9).675
Yusuf Ziya, “Moskof Güzeli” nde, Türk tarihinde kanlı bir yaprak dediği,
şanlı serdarın zafer yolundan çevrilişini işler. Devletin tacının bir Moskof güzelinin
aşkına feda olmasını kabul edemez. Fakat bu güzeli görünce Baltacı’ ya hak verir. 676
“1919-1933” şiirinde, bu yıllar arasında geçen olaylar anlatır. İstanbul’un
işgaline; Atatürk’ün Samsun’a çıkışına; İzmir’ den düşmanın denize dökülüşüne;
yapılan inkılâplara yer verir.677
“Toprak” ta, toprağı sevmek için birçok sebep görür. “Tanrı’nın nur elleri”
yle Âdem ondan yoğrulmuştur. Ondan gelen insanoğlu yine ona dönmüştür. Bütün
sevgililer oradadır. (s 30). Oğuz, Timuçin, Gazneli Mahmut onda yatmaktadır.
Kosova, Plevne, Niğbolu onda yazılmıştır. Fatih, onun altında yatmaktadır.
Sakarya’nın alev kanı onun bağrında akar. Gazi de onun koynundan bakar. Mimar
Sinan’ı, Fuzuli’yi, Neim’i anar.
“Yıldızlar sana yağıyor/ Göklerin rahmeti sana!
Sendedir bütün varlığım / Ey toprak, ey toprak ana!” (s. 31).678
Aşkın doğuşunu masalsı bir tarzda işlediği “Bir Kuş” ta, bozkırda hakan ve
otağına yer verir.679
“Öyle Bir Günde” şiirinde, geçmişe, Türk tarihine özlemini dile getirir.
Atalarının dövüştüğü savaşları özler. (s. 63). Osman Gazi’nin bir neferi olup
Nilüfer’i kaçırmak ister. Kendisini altı asır öncesinde bulmak ister. Hacı İl’in dört
675
676
677
678
679
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 8-9.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 31.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 57-63.
Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 30-31.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr esti, s. 47-48.
276
bin erinden biri olup Sırpsındığı’nda savaşmak ister. Akıncıyken vurulup düşmeyi
hayal eder. İstanbul’un fethine katılmak, Viyana surlarını zorlamak ister. Malazgirt,
Niğbolu, Kosova’yı özleyen şair, öyle günlerde yaşamak ister. (s. 64). 680
Faruk Nafiz, “Yıldırım ve Timur” da, verilen mücadelenin güttüğü davadan
değer aldığını söyler. Yıldırım, düştüğü zindana devlet götürür; Timur ise girdiği
saraya sıklet olur.681
11. Makberî Sükûnet: Yalnızlık
Orhan Seyfi, “Gölge” de, sevgilisinden ayrılan şaire hayat ağır bir yük gibi
gelir. Yalnız kalan şair, ıstıraplıdır. Yolu uzadıkça kendi gölgesini bile tanımaz hâle
gelir. Bir müddet, belirip kaybolan bu gölgeyle mücadele eder. Kendini her yerde
takip eden bu gölgeye kim olduğunu, ne istediğini sorar. Gölge, aşkı olduğunu; ona
itaat etmesini; ondan kurtuluşu olmadığını söyler. 682
“Kış Geceleri II” de, karanlık düşüncelere dalan şair, kurtuluş için bir ışık
arar. Allah’ın, “uzun kış gecelerinin koynu” nda yalnız kalanlara acımasını ister. Eşi
ve sevgilisi olmadığı için gençliğini sonu gelmez bir kışa benzetir. Ömründe bir tek
gün bile mutlu olmamıştır.683
“Yeis” te, kırklı yaşlarda olan şairin gençliği boş yere geçmiştir. Şimdi,
“dalından kopmak üzere olan çürük bir sarı yaprak” tır. Gençliğindeki gönül
çarpıntıları yavaşlamış, aşk kalmamıştır. Yalnızdır. Ruhunu yas kaplayan şairin,
hiçbir umudu, ihtirası kalmamıştır. Şimdiden “yarı toprak” olduğunu düşünür.684
680
681
682
683
684
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 63-64.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 131.
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 15-16.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 86.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 52.
277
Halit Fahri, “Yalnızlık Geceleri” nde, yolları “ölüm sükûtu” saran gecede,
“Solgun bir sabah yerine kıyamet yakınsa cihan susarmış.” sözünü hatırlar. Düştüğü
korkuyu anlayamaz. Allah’ın varlığına sığınarak yalnızlıktan kurtulmak ister. Siyah
bir mezarlığın hayaliyle titrer. Baykuşun sesiyle de tüm emellerini yitiren şair,
alnında “gecenin soğuk elleri” ni hisseder. 685
“Kış Gecesi -2-” de, duyduğu derin yalnızlığı işler. Köpeklerin acı acı
uluması ona birinin öldüğünü düşündürür. Seslerden korkar. Hırıltılar duyduğu
vehmine kapılır. (s. 40). Rüzgârın bu sesleri durdurmasını ister. Bu sesler,
kimsesizlerin hıçkırıklarından daha çok ürperti verir. Yalnızlık, korku ve ölüm
duygusunu doğurur.686
“Ufukta Kandiller” de, solgun yıldızlı gecede, mısralarının sesine odasının
sessizliği cevap verir. Uzaklara, rüyalı ufuklara dalar. (s. 4). Göğü kaplayan ilâhî
sükûn yorgundur; tüy gibi yavaş yavaş yere iner. (s. 5).687
“Yalnızlık” ta, “geceden başka yolcusu olmayan” uzun yollarda ne
beklediğini bilmeden dolaşır. Günahkâr kalbinde bir mezar taşının ağırlığını duyar.
“Kabri andıran, yıldızları ademe gömülü” gökte sarı ay da ne aradığını bilmez. Şaire,
ne aradığını soracak kimse de yoktur. Gökten ölümü bekler bir hâli vardır. Cihanı
kaplayan bu kâbus, bir sihirbazın büyüsüyle dağılır. Şiirleriyle hayata tutunmasını
söyleyen bir ses duyar.688
“Sabaha Karşı Hisler”, de, “sabahın gecenin kollarında henüz uyuduğu” ıssız
bir köy gecesinden ilham almak ister. Bunun için ya çılgın ya da âşık olmalıdır.
Uzaktan gelen ney sesi ona yalnız olmadığını hatırlatır. Sadece “alev nefesli”
685
686
687
688
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 33.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 40-41.
Halit Fahri, Paravan, s. 4-5.
Halit Fahri, Paravan, s. 8.
278
neyzenin değil başka dertlilerin, başka âşıkların da uyanık olduğunu anlar. Onlar da
kendi gibi bağrı yanıktır.689
“Bir Başka Gece Sabaha Karşı Hisler” de, “eski bir hatıranın hicran halkaları”
nı hayaline getirerek ağlar. Anahtarı kaybolan kilitli gramofonu bir tabuta benzetir.
Ne bir ses, ne bir nefes duyduğu bu gecede, son ilhamının nağmelerini içinde
hisseder. Köpeklerin “makberî sükûneti” bozan ulumaları ona ölümü hissettirir.
“Yetimlerin hicranı boşlukta birleşirken” gece mezar gibi derinleşmektedir. 690
“Ne Kadar Yalnızım?” şiirinde, Paşabahçe vapurunun arka salonunda, Yalova
yolundadır. Yalnız ve üzgündür. Vapur Ada’ya uğradığında inmek istemez. Ne geçen
yıllar ne de sevgilisi hayattadır. (s. 64). Sular kararır. Sevgilisinin Ada’nın bu
saatlerini ne kadar sevdiğini hatırlar. Ada’nın hatıraları şairle beraber ağlaşır.
Etrafındaki neşe, eğlence yalnızlığını daha çok hissettirir. 691
“Terasta Bir Koltuk Boş” ta, baharla birlikte her şey canlanırken şair
yalnızdır. Ev sessiz, ölen sevgilinin yeri boştur. 692
Enis Behiç, “Hodbin” de, bencillik sonucu içine düşülen büyük boşluk ve
yalnızlığı anlatır. Her yerde kendi varlığını görüp gururlanan şair, nerede olduğunu
bilemez. Fakat burası aydınlık bir yerdir. Uzak, yakın her yerde o vardır. Tüm varlığı
kendiyle çeviren şair, kendini sever. Ondan başka birçok insan yaşasa da o her
çehrede kendini görür. “tanrı kendim, kul da kendim” diyecek kadar ben merkezlidir.
(s. 15). Bir sarsıntıyla benliği uyanır. Aynadan dört duvar içinde yapayalnız
689
690
691
692
Halit Fahri, Paravan, s. 9.
Halit Fahri, Paravan, s. 10.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 64-65.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 68.
279
yaşadığını fark eder. Kendi kendiyle bir dünya kurmuş, dünyayı sadece kendisinin
doldurduğunu zannetmiştir.
“Vurunca gürzünü “Hakikat” adlı dev, / Dağıldı ruhumu aldatan billûr ev.”
Bu defa dünyaya gerçekler ışığı altında bakan şair, her yeri Tanrılar ve
kulların sardığını görür. Sonsuz varlıkta kendi yerini sorgular. Şimdiye kadar
“yıkılmış bir gurur altında sürünen bir hiç”, bir zavallı zerre olduğunu anlar.
Dünyaya yabancı kalmıştır. Yalnızlık acısıyla boğulur. (s. 16).693
“Maymunlar 1-2-3” te, kendini bildiği zaman, kendine uyar bir insan
aramıştır. Kendine benzeyen birinin olmadığını düşünen şair, tabiat karşısında
yalnızdır. Kendine benzer birini bulamayınca gölgesiyle yoldaş olur. Böyle geçirilen
kısa bir an bile ona çok uzun bir süre gibi gelir. Kendine uygun bir insan bulabilmek
için yalvarmıştır. Gönlü kimsesizlikle dolu şair, yalnızlıktan usanır. (s. 23).
“Maymunlar 2” de, yalnızlıktan yorgun düşen şair, sonsuz kâinata darılır.
Güzel tabiata, boş hayata lânet eder.
“Gözyaşım beni yalnız yaradanın / Düşmüyor göz erişmez dergâhına.
Allah’ım yeryüzünde bir insanın / Göklerin mâkes olmaz mı âhına?”
Şair, yalnızlığın ancak Tanrı için kolay olduğunu düşünür. (s. 24). Ruhu ezik,
canından bezen şair, korulukta gördüğü bir insanı “hayalet” zanneder. Şaşkın, korkak
bakışırlar. Karşıdaki ona gülerken şair sadece evhamla bakar. Onun aradığı insan
olduğunu anlayınca “bahtının karasına güneş doğar.” (s. 25). Aradığına kavuşmuş,
yalnızlığına bir insan karışmıştır. (s. 26).694
693
694
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 15-16.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 23-27.
280
Yusuf Ziya, “Gelmez mi?” de gizli bir sevda çeken âşık, uzun yollarda
dolaşır. Ağlayan kuşlar, esen rüzgâr da bu kedere eşlik ederler. Diyar diyar gezen
şair, bir iz arar. Onu ağlatanın kim olduğunu da bilmiyordur. 695
“Kurumuş Menba” da, şairin uzun süredir sezdiği korku gerçekleşir. Artık
şöhreti sönmektedir. Boşluğa düşen şairin bütün duyguları karmakarışıktır. Gençliğin
en zengin demlerini sürerken artık yalnızdır.
“Bu yollarda ne kadar yalnızım, kimsesizim,
Çarpacak bir sahili bulunmayan denizim!” (s. 16).
Hayatında bir heyecan olmadığı için şiirlerinde de can yoktur. Buna sebep
olarak aradığı sevgiliyi bulamamasını gösterir. Gönlü kurumuş bir “menba” a
dönmüştür. (s. 17).696
“Bir Yaz Günü” nde, sıcak bir havada, tabiatın en güzel olduğu zaman, herkes
mutlu, çehreleri gamsızdır. Herkesin eşi, gönlünde ateşi vardır. Bir tek şair yalnızdır.
(s. 18). Yalnız olduğu için hayat ona büyük bir yük gibi gelir. (s. 19). 697
“Evim -1-” de, dedesinden yadigâr kalan evin, daha kendisi doğmadan harap
olduğunu söyler. Sonra orada yaşayanları düşünür. Bu evde artık sadece annesiyle
yaşarlar. Dünyada annesinden başka kimsesi yoktur. Yıllardın yolunu ondan başka
bekleyen yoktur. 698 “Evim -2-” de, şair, gecenin sessizliğinde ve karanlığında
karmakarışık gönlüyle baş başadır. O karar yalnızdır ki gölgeler ona heyecan verir.
(s. 58). Bütün bu sessizlik içinde kendini dünyadan uzak hisseder. Cihanın en garibi
olduğunu düşünür. (s. 59).699 “Evim-3-” te, yalnızlık içinde bir çocukla dertleşen
695
696
697
698
699
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s.54.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 16-17.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 18-19.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 56-57.
Yusuf ziya, Yanardağ, s. 58-59.
281
şair, kendisinin yarinden onun da annesinden ayrı olduğunu söyler. Onun elemiyle
kendi elemini bir bulur. Bu konuşmalar şaire teselli vermez. 700
“Senden Sonra…” da, her gün yeni bir macera peşinde koştuğunu söyler. Her
gün yeni bir rüzgârın esiri olur. (s. 19). Aradığını bulamayan şair, bazen kadehlerden
şifa umar bazen de bir “aşüfte” sinesinde ağlar. Artık ömrü “asâsı kaybolan bir
seyyah” a gibi meçhul ufuklarda gezer. Kalbi de “yetim itiraflar dinleyen” manastır
dehlizine benzemiştir. (s. 20).701
“Kimsesiz..” de, nereye baksa her yeri karanlık görür. Kalbinde “zehirli sam”
eser. Sevgiliden haber veren yoktur. İçini dağınık bir vesvese kaplar. (s. 30).
Gönülleri sevgisiz olan bu yerde, hiçbir güzelde vefa bulamaz. Gurbette kimsesizdir.
O kadar yalnızdır ki yollardaki izini ancak rüzgârlar bozar. (s. 31).702
Faruk Nafiz “Geceyle Ben” şiirinde herkesin eşiyle mutlu yaşadığı bir anda
yalnızdır.
“İçimden coşarak bir mükedder ses, / Dedim ki: Yurdumda ben havasızım,
Herkesin eşi var, bir ben yalnızım / Eşiyle gülerken evinde herkes.””703
Yalnız olan şair özleminin kime olduğunu bilmez. Çok kadın tanır. Bunların
kiminin yalancı kiminin sahtekâr olduğunu düşünür. Ona göre güzel, çirkin hepsi
birdir. “Kardeştir bilirim, kadınla yalan” diyen şair aldananlardan biridir. Gamlıdır,
yalnızdır ama yine de şikâyet etmez. Seveni ve sevdiğinin olmamasına rağmen
bahtiyar olduğunu söyler.
700
701
702
703
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 60.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 19-20.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 30-31.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 54.
282
“Denizden Beklediğim” şiirinde kumsalda karşı beldeye bakarak hasretle
sevgilisini beklemektedir. Beklenen yolcular geldiği, her ruha gün doğduğu halde
onun gönülden sevdiği gelmez. Büyük yalnızlığıyla baş başa kalır.
“Vurdukça bu engin su haricinde / Kalbime denizler dolar, boşalır.
Asırlık kayalar gibi içimde / En sonra oyulmuş koğuklar kalır.”704
“Kış Gezintileri” şiirinde, “ölümden hayat alan mevsim” olarak nitelediği
kışın tasvirinden sonra sevgiliyle geçen yaz günlerini hatırlar. Sevgiliden ayrı olan
şair bütün bu manzaranın içinde yalnızdır.
“Ağlıyor her tarafta hatıranız, / Ölü bir hüzün içinde sanki civar;
Karlı yollarda kaybolan yalnız / Ben varım, çizdiğim geçitler var...”705
“Sensiz Bahar” şiirinde ise sevgiliden ayrı geçen baharı kıştan neşesiz bulur.
Yalnız olan şair sevgiliyle geçen günleri hatırlar. Sevgiliyle zaman geçirdiği yerleri
dolaşır fakat ne sevgiliden ne de eski kendinden bir iz bulamaz. Maziyi yalnız
üstünde isimleri yazılı olan bir çınar yad etmektedir. 706
Şair, “Şarkın Sultanları I” de sahilde dolaşan ince kadınlardan bahseder. O bu
kadınlardan ayrı bir yüz düşünmektedir. Her güzel yüzde “o ilâhî kadın” ı arar.
“Şarkın Sultanları II” de, Adalar’a karşı olan şair kayalıklara yanaşan bir sandalla
beraber “gizli bir nefesin gölgeli sahillerden geçişini” duyar. Bu sandaldan arkasında
bir köleyle birlikte “Şarkın sarışın kızlarının en genci” inmiştir. Şair, “nazlı bir geyik
ruhu kadar çâlâk” olan bu elâ gözlü kadına âşık olur. Bu tek taraflı bir aşktır. Onu
görmeyle beraber kendisini gizli bir günahın esir ettiğini söyler. Bir ay sonra bir
hazan gününde şair yalnızdır. Âşık olduğu bu kadını görebilmek için sahilde gezinir.
Aşkın ardından duyulan bu yalnızlığa tabiat eşlik etmektedir.
704
705
706
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 22.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 2.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41-42.
283
“Bütün eşyaya hazan indi. Sular dermansız.
Şimdi bir gölgeyi bekler, gezerim ben yalnız...
Solgun arzın deliyor kalbini matemli bir ok,
Gökler bulutlandı... Boş evlerde ziya yok, ses yok.
Mavi bir sis çiziyor bahçeler üstünde sabah,
Geziyor gölgeli sahilde hazin bir seyyah”.707
“Nerkis” şiirinde tabiat içinde sevgilinin yalnızlığını işler. O, günden güne
artan solgunluğu ile “göldeki su gülü” ne benzetilir. Göz süzmeleriyle her genci
büyüleyen bu sevgili Çin kâselerindeki sapsarı göl nergisini hatırlatır. Şair ondan bu
yalnızlığı bırakıp tabiata açılmasını ister.
“Yalnız yaşadın mevsimi tenha odalarda,
Bir gün de gezin kumların üstünde, kenarda
Hülyalı yaz akşamları güller seni bekler;
Omzunda ipek maşlahın, alnında çiçekler,
Kumsal ve yeşil gölgeli sahillere in de,
Bir dul gibi gez koyları sandallar içinde.”708
“Yollarında” şiirinde, “şehriyar” diye seslendiği kadına esir olmuştur. O bir
günah sayılabilecek bu aşkın ardından yalnızdır. Bu aşka ait herhangi bir yadigârın
olmaması yalnızlığı daha da derinleştirmektedir.
“Yadigâr ne bir tutam saç var, / Ne soluk bir fidan, ne bir yaprak!..
Acı bir zehir akınca kalbimize / Seni mehtaba sorduk ağlayarak.” 709
707
708
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 6.
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 12.
284
“Sen Nerdesin?” şiirinde, akşam oluşuyla birlikte sokakta hayat durmuş, şair
odasında “mezarda ölü gibi yalnız” kalmıştır. Gece boyunca kendisiyle beraber bütün
eşya da bu yalnızlığı dindirecek olan sevgiliyi beklerler. Ölümle bağdaştırdığı bir
yalnızlık gecesinin ardından sokaklarda yine hayat başlar. 710
“Yuvamın Kuşuna”711 şiirinde, sevgiliden ayrı geçen günlerdeki bekleyişi ve
yalnızlığı anlatır.
“Münzevî” de, kendi yalnızlığı ve kimsesizliği vardır. Onun bu yalnızlığına
tabiat eşlik etmektedir. Bir sonbahar akşamı sahilde yalnız olan şair rüzgârın elinde
bir kırık neydir.
“Engin bana yadeder kimsesizliği, / Gözyaşlarıyla düşer dalgalar kuma
Issız bir yoldayım ki hasta ruhuma / Herkes yabancı: Kimden sorarım kimi?”
Şiirin devamında şairin bu yalnızlığının bir güzelden ayrı kalmaktan kaynaklandığı
görülür. Bu “güzel sultan” dan kendisini bulmasını ister. Onun ruhunun bir başkasına
ait olup olmadığını merak eder. 712
“Gurbet” te şair, tabiat içindeki yalnızlığını dile getirir. “Münzeviler beldesi”
dediği ıssız bir köyün tasvirini yapar. Kırlarda gölgesiyle yalnız dolaşırken kendini
sürüsüz bir çobana benzetir.713
“Oluk Yanında” şiirinde bir kır tasviri yapan şair tabiat içindeki yalnızlığını
dile getirir. Dağın eteklerinde ağaç yaran kadınlar, sürü güden çobanlar vardır.
Dağın en dik yerine gömülen adsız bir evliya bu tabloyu tamamlar. Bu manzara
içinde yalnız olan şairin haykırışına tepeler, dağlar karşılık verir. 714
709
710
711
712
713
714
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 10.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 51-52.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 14.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 50.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 43-44.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 62-62.
285
“Tereddi” şiirinde de aşktan doğan bir kırgınlık içinde olan şair gönlünde
aşka dair bir şey bırakmaz. Canından başka bir kaydının olmadığını vurgular.
Dostları tarafından aldatıldığını düşünen şair artık kendi başınadır.
“Dostlarım bana yâr görünseler de/ Yüzdeki nikaba inanmıyorum,
Eski yangınların söndüğü yerde/ Ben kendi aşkımla yanan bir korum.” 715
“Silva” şiirindeyse sevdiği gençten ayrı kalan bir kadının yalnızlığını işler.
Kadın sevdiğinin kendini gözyaşlarıyla beklemesini özler. Bir yıl önceki
maceralarını yad eden kadın artık yalnızdır.
“Tadar aşkın bütün zehirlerini, / Dolgun endamı ürperir gamdan,
Ve bürür bir karartı her yerini / Bir teselli umarken akşamdan!
Dökülür bazı bir soluk yaprak / Açılan boş ve hasta kollarına.
Gece, sisler çökünce yollarına / Döner, esrar içinde, ağlayarak”.716
“Mektuplar” da dostluğun sınandığı bir zamanda, hiç tanımadıklarından aldığı
mektuplarla başka dert ortakları da olduğunu anlar. (s. 92). Dünyada onlardan başka
yakını olmadığını söyleyen şair, muhitinde yalnızdır. (s. 93). 717
12. Zulmeden Yarı İlâhe: Kadın
Orhan Seyfi, “Komşumun Bahçesi” şiirinde, ilkbaharın bütün güzelliklerine
sahip olduğunu düşünen kız, bahçenin en güzel çiçeğidir. Fakat tefekkür etmeyi
bilmez.718
715
716
717
718
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 20.
Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 18.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 92-93.
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 27-28.
286
Şair, “Sadabad I” de, hafif hafifmeşrep kadın tipi çizer. Sahilde çimlere
uzanmış bu kızların dudaklarında kadeh, kucaklarında “aşüfte” lâleler vardır. Baygın
gözleriyle ihtiraslı bakan bu kızlar, şehvetli bir elin dokunuşunu beklerler. (s. 29).
Akşam olup çehreler silinmeye başladığı zaman, rakkaseler kucaklara düşer. Çiftler
kol kola uzaklara çekilirler. Dere artık akmayıp onların iniltilerini dinlemektedir. (s.
30).719
“Pejmürde” bir mahalleyi tasvir ettiği “Mahalle Evleri” şiirinde, buradaki
kadınların hayatına yer verir. Yüzleri peçeli olan bu kadınlar matemlidir. Hayatları
sebepsiz bir işkence gibidir. Çocukları da soluk benizli ve marazîdir. Mahallenin
sükun ve yeis içindeki kızları, gençliklerini, zalim bir evliliğe kadar, sevgisiz, sıkıntı
içinde geçirirler.720
“Gözlerde
Seyahat”
te,
fizikî
özelliklerinden
yola
çıkarak
kadını
değerlendirir. Mavi gözün asabi; yeşil gözün ihanete meyilli; elâ gözün hicranlı
olduğunu söyler. Sarışınlar sürekli talihlerinden şikâyet eder. “Karanlık yol” dediği
siyah gözde durur. Şair, aradığı kadının ruhî özelliklerini vermez. 721
Orhan Seyfi, “Küçük Bir Talep” te yaptığı kadın tasvirde, sürmeli kirpikleri;
hilkatin gizli eliyle bükülmüş saçları; küçük, beyaz elleri; dudakları anlatır. 722
“İlk Çarşaf” ta, açık, kayıtsız, saf bir kızın, genç kızlığa adım atıp çarşafa
girişini anlatır. Çarşafla birlikte tavırları da değişmiştir. Sebepsiz güler, beli bükülür,
yürümesi başkalaşır. (s. 18). Kalbinde heyecanlar, korkular başlar. Kendisi maceralar
yaşasa da arzu dolu bakışlardan rahatsız olur. (s. 19). 723
719
720
721
722
723
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 29-30.
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 32.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 12-13.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 16-17.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 18-19.
287
“Bahar Sabahı” nda, yeni uyanan bir kadını tasvir eder. Kollarını gererek,
dalında açan bir gül gibi, uyanır. Kapalı gül dudakları âşığının busesiyle açılır.
Yüzünde gördüğü rüyanın etkileri vardır.724
“Baharda Bir Ses” te, açık saçık uyanan kadın, fecri görünce utanır. Herkes
gözlerine meftundur. Aşk mevsimi olduğundan âşıkların sözlerine kanmaması
istenir.725
“Bir İzdivaçtan Sonra” da, şair, her akşam karşılaştığı kadının yüzündeki
tebessümü bahtiyar olmasına bağlar. Bu aşk oyununda kadın evlidir. Kadının aşkın
vebalini
aldığını;
günahkâr
olduğunu
söyler.
Karşılıklı
gülümserler.
Bu
gülümsemeden şairin ne kastettiği, kadınını ne anladığı belli değildir.726
“Aşka Dair” de, aşka, kadına inanmamak gerektiği anlatılır. Kime gönül
verilirse verilsin sonu ayrılıktır. Mutlu olmak hayal edilmemelidir.
“Meylini bulunca bir kadın kalbi, / Her yana kolayca akar, su gibi.” 727
“Maniler X” da, sevgili çok acımasızdır.
“Sevdi aldattı beni; / Güldü ağlattı beni!
Gittim kölesi oldum / Götürdü sattı beni!”728
Şair, “Saçlar” şiirinde, bir kadının baharda kendini tabiata bırakmasını ister.
Çünkü tabiat, saçlarının güzelliğini daha çok belli edecektir. Rüzgârın yüzüne,
omzuna dağıttığı saçlarıyla oynadığını hayal eder. Bu saçlar karşısında ağaçlar da
dile gelecektir. Kadın, gür saçları dağıldıkça, uçtukça güzeldir.729
724
725
726
727
728
729
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 20-21.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 22.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 30-31.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 44.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 50.
ORHON, Orhan Seyfi, Orhan Seyfi Orhan’dan Şiirler, s. 28-29.
288
“Kadın ki hayatın en büyük mânâsıdır, hiç onsuz yaşamaya tahammül
edebilir mi idik? diyen Halit Fahri, bunun için bütün edebiyatların en lirik
sayfalarının kadını ve aşkı terennüm eden şiirlerle dolu olduğunu söyler. Kadının
sadece madde ve şekil tarafını değil, ruh tarafınının da bilinmesi gerektiğini
belirtir.730 Kadında ideal ve mükemmeli arayışın çok eski bir tem olduğunu söyleyen
şair, “Fakat bizim için her zaman yenidir: Değil mi ki, gayrışuurumuzda hep onu
arıyoruz. Ruhumuzun meçhul mıntıkaları hep o ideal sevgilinin yoluna açılmış ve
ona seslenmektedir.” der.731
Halit Fahri, “Lânet” te, tebessümüyle kalbi avutan, severken de aldatan
kadının şairin aşkından utanmasını, dillerde lânetle anılmasını ister. Sözleri, aşkı
yalan olan kadının varlığının bile yalan olduğunu düşünür. O, aşkıyla, şehvetiyle
birçok âşığın kalbini yakmıştır. (s. 30). Güzelliğine lânet eder. Ancak öldüğü zaman
şairin vicdanına girebilecektir. Sahte tebessümünden usanan şair, artık ne onu ne de
yadını ister. (s. 31).732
“Aşkınız” da, kadının aşk karşısındaki duruşu ele alınır. Hepsinin ah etmeler,
tahayyüllerle bir aşk oyunu oynadıklarını; sonra çabuk yorulup kucaklanmak
istediklerini söyler. Günah, onlara artık bir hak olmuştur. En duygulu, en büyük, en
uzun aşklarının bir gün sürdüğünü düşünür. Kadınları sadakatsizlikle suçlar. 733
“İlham” da, kadın ilham verdiği sürece zulmünün affedilebileceğini söyler.
Ruha hem zehir hem nur verdiğinde de adı ebedîleşecektir. Bazen yarı ilâhe gibi olsa
730
731
732
733
OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir ve Şair Hakkında IV”, S. P., 4242 (28 Mayıs 1942).
“Şiirde ne Yapmak İstedim? 5”, SF-Uyanış, 2401/716(27 Ağustos 1942), s. 177.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 30-31.
Halit Fahri, Zakkum, s. 16.
289
da zulme başladığında acımasız olur. Onun şefkatine inanılmaz. (s. 88). Hasretiyle
şiirler yazdıran o kadının öldürürken de ilham vermesini ister. (s. 89).734
“Gururun Ölümü” nde, kadın, şairin neşesini öldürür. Fakat şairin gururu
kalmıştır. Onun tam bir kadın olabilmesi için şairin gururunu da çiğnemesi
gerekmektedir. “Aşkını kan gibi içiren” kadın, âşığın tahammülünü, zulmüyle dener.
Şairin gururu, bir “kurban” gibi ondan gelecek ölümü bekler.735
“Alevden Kadın” da, “alevden bir heykel” gibi hararetiyle insanı karşıdan bile
yakan bir kadını konu edinir. O kalpleri yakmaya alışmıştır. “Mukaddes duvaklı” en
saf kızın aşkı bile, onun kudretini yok edemez.
“Bir tek bûsenizin cehennemine / Bir anda bir cennet fedâ edilir
Beyaz alnınızın her perçemine / Bağlanan ölümü saadet bilir.”
Onun emriyle âşıkları birer birer ölmeyi kabul eder. 736
Şair, “Bir Yangın kızıllığında” şiirinde, yerlerde sürüklenerek bağrına
“kahpece” sokulan kadına lânet eder. “Köpek gibi” ölmesini ister. Aşkına esir olup
ona “taş atmak” tan vazgeçmeyecektir. Ölümden kurtulmak için dağlara sığınmasını
söyler. Orada da ancak “bir yangın kızıllığında raks eden şeytan, bir hayalet”
olacaktır. Şair, onu görmemek için kendini bile öldürmeye razıdır. Onun yalnız
“zehirli nefesi” şairin kanında şimşekler tutuşturur. 737
Halit Fahri, “Ezelî Şikâyet” te, “Havva” adı altında kadını değerlendirir.
Onun, ruhunda zevk yoktur. Ancak dudakları zevke alet olur. Sevgisinin çoğu zaman
bir sefalet olduğunu söyler. Tatlı sesi, baygın gözüyle aşk uykusuna daldırır. Fakat
her sözü, her duygusu yalandır. Gönlü bir dilenci düşkünlüğü içindeyken ne çiçek ne
734
735
736
737
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 88-89.
Halit Fahri, Paravan, s. 28.
Halit Fahri, Paravan, s. 29.
Halit Fahri, Paravan, s. 31.
290
yıldızdır. Sadece bir et parçasıdır. Şehveti çürüyen cesede benzer. Bu şehvetle
“Âdem” çıldırır. (s. 82). “Havva” nin şiirine, aşkına lânet eder. Diğer kadınlar da hep
ona benzerler. Yine de erkek ona muhtaçtır. Kadını lânet ile takdise kadar bir tezatla
severler. (s. 83).738
“Balkonda Saatler XI” da, Belkıs, Kleopatra, Mesalin ve Salome’yi
hatırlatarak kadının bir buseyle insanın ölüme götürdüğünü söyler. Zevk için binlerce
kişi öldürmüşlerdir. En küçük hareketleri, yapacakları kötülüğü unutturur. 739
Şair, “O Kadın” da, nice âşıkları yakan “kızıl şehvet kadını” nı anlatır.(. 51).
Şair, onların arasına kendisinin de katılmasından korkarak daha kimlerin yanacağını
merak eder. O kadın, âşığı adını yad ederek ölürken başkalarına eş olandır. Bir
“kurban” ı gömülürken de sonsuz haz duyar. (s. 52).740
“Asrî Kurtizan” da, Yunan heykeli gibi güzel, “Aspasya vücutlu bir kurtizan”
ı anlatır. Bizans devrinde yaşasaydı hipodromda kanlı oyunlar görecek olan bu kadın,
sinema perdelerinden Paris’e, Roma’ya hayrandır. O, kan değil her gün her gece
sinema seyreder. Olmadık gönül maceralarına kapılır. Aldanış içindedir. 741 Şair,
kadını “zekâ ve inceliğiyle benzerlerinden ayrılmış hafif ahlâklı kadın”, 742 yani
kurtizan görmeye devam eder.
“Ölen Kurtizana” da, şehvetten, ölümden birer hatıra olan Mesalin, Salome ve
Kleopatra’ya bir kadını anlatır. (s. 59). Bu kadının mumyasını saklayacak bir mezara
738
Halit Fahri, Paravan, s. 82-83.
Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 11.
740
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 51-52.
741
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 53-54.
742
ÖZÖN, Mustafa Nihat, Türkçe Yabancı Kelimeler Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul,
1962, s. 127.
739
291
gerek yoktur. O, ölürken âşıklarının göğsüne gömülmüştür. Vücudu toprağa
sığmayacağı için âşıklarının eti, kemiği onun lâhdidir. (s. 60). 743
Şair;
“Ey kadın!
Günahından boynuna bir gerdanlık takaydın,
Dünya hazineleri yetmezdi pahasına…”
diye başlayan “Fahişenin Kitabesi” nde, farklı bir kadın çizer. En çılgın bestenin
ahengi bile onun kahkahasına erişemez. Alnında “kızıl zafer çelengi” taşır. (s. 55).
Onun şehvet ağına tutulmayan kalmamıştır. Öldüğünde üstünde ne türbe ne kandil
vardır. Âşıkları adını ürpererek anar. Lânetler okunur. O, kahretmiştir, kahrolmuştur.
(s. 56).744
“Şimşek” te, bir kadının gözleriyle yaptığı yıkımla şimşeğinkini bir bulur.
Düşen yıldırım yemyeşil ormanı yakarken kadının bakışları da âşığın gönlünü
tutuşturur.745
Enis Behiç’in “Kırmızı Şezlonk” şiirindeki Rebeka, “ateş dudaklı, koynunda
cehennem saklı” bir kadındır. Onda melek güzelliğiyle şeytan aklı birleşmiştir. Bu
“fettan” kadın, zehri Kevser diye satabilmektedir. (s. 61). Kocasını, iş ortağı genç bir
adamla aldatır. Kocası Mişan, bu “oynak” kadına lânet eder.
“Nare yanmıştı başı “Âdem” in de “Havva” dan.
Dilerim cezasını müntekim “Yehuva” dan.” (s. 63).746
743
744
745
746
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 59-60.
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 55-56.
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 57-58.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 61-63.
292
“Turan Kızları” nda, bakışları “şairane birer mücevher, gül ağızları şiirlerin
bülbülü, başları efserli, nazlı periler” olan Türk kızlarını anlatır. (s. 88). Şiirlerinde ne
efsanelerden ne de esatirden ilham almak ister. Ülkesinde anlatacak binlerce güzel
vardır. Duygularına “Zühre” yle heba etmek istemez.
“Dalga dalga uzun saçlı Turan kızları!”
nın vatanda “penbe bir seher” açmalarını söyler. Kalplerini “mukaddes hilâl” in
aydınlattığı bu kızların gözlerine vatan sevgisiyle fer gelir. Kahraman bir asker
yaralandığında başucunda, melek gibi, her gece beklerler. Vefasızları olmayan bu
kızlar şehitlerin de mezarında dua ederler. (s. 89). 747
“Güzin’e Mektup” ta, kız kardeşinin genç kızlığa geçişini haber alan şair,
önce güze, sonra mesut bir genç kadın olmasını ister. Hepsinden önemlisi “Türk
annesi” olmasıdır. Kız kardeşinin kimliğinde, düşündüğü “Türk kadını” tipini çizer.
Çok okumuş, çok yüksek olan bu annenin, ruhu kadın, fikri erkek olmalıdır. 748
Yusuf Ziya “Kadın Aşkı” nda, gönülleri her erkeği kabul eden fettan kadınları
anlatır.
“Şair, kadın kalbi ulvî bir mabed değil
Her yolcuyu sarhoş eden bir meyhanedir!”
diyerek kendini uyarır. Eğer aşk arıyorsa mısralarına dönmesini söyler. Kadın
aşkının “bin bir renkli bir efsane” olduğuna inanır. (s. 24). Şimdi birinin dizinde
ağlayan az sonra yeni bir aşk peşine koşar. Kadın aşkı öyle bir unutuş, kendinden
geçiştir ki önce aydınlık verir, sonra hülyayı boğar. (s. 25). 749
747
748
749
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 88-89.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 194.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 24-25.
293
“Eski Sevgiliye” de, bir zamanlar bir kadının peşinden koştuğunu, dizlerine
düşüp ağladığını, bunun için de dillere düştüğünü söyler. Bugün onun harabesinde
hıçkıran başka biri vardır. Bütün âlem bu sevgilinin gözlerine meftundur. Bakışları
her ağlayana şifa vermektedir. (s. 28). O, şairin kalbini aldatan eski bir rüyadır artık.
Sevgilinin yalanlarıyla âşığı aldatmasını cinayetlerin en iğrenci olarak görür. (s.
29).750
“Moskof Güzeli” nde, adı yıllardır bilinen Moskof güzeli, Türk tarihine kanlı
bir yaprak bırakmıştır. O, fettan elleriyle şanı serdarı zafer yolundan çevirir. Onun
güzelliğini gören şair, Baltacı’ ya hak verir. 751
“Türk Güzeli” nde, tasvir ettiği güzelin peçesinin ince bir bulut gibi siyah,
ipek olduğunu; gözlerinin yıldızlı bir ilkbahar gecesine benzediğini; kahkahasının
bülbül nağmesini andırdığını; ince boylu olduğunu söyler. Onun bakışı gönüllerdeki
kışı ilkbahara çevirir. Güzelliği, görenlere binlerce ilham verir. (s. 54). Yeryüzünde
her kadının güzel olduğunu söyleyen şair, yurdunun güzellerinin başka olduğunu
düşünür. Onu, arzın bütün kızlarına değişmez.(s. 55).752
“Baskın” da, Çengi Afet’in hikâyesini anlatır. Zilleri takarak oynayan bu
kadının katıldığı her ziyafet mutlaka bir ölümle biter. Âşıkları çıldırtır, canlar yakar.
Sonunda Konya’ya sürülür. (s. 49). Bu kadın, dövülüp sövülmekten sevk alır.
Konya’ya vardığında ahali altüst olur. Köylerin sessizliği gider, bağlarda bahçelerde
eğlenceler başlar. Birçok gencin ölmesine, birçok ocağın sönmesine sebep olur. Bu
“kahpe” nin yüzünden kızlar sararıp solar. Vali, kadın tövbe edinceye kadar
sövülmesini emreder. Afet’i dövenler artık dövmekten yorulurlar. Saatlerce boğuk
boğuk bağırır, baygın düşer. (s. 50). Dayaktan değişen Afet’i valiye çıkarırlar. Acı
750
751
752
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 28-29.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 31.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 54-55
294
acı söylenmeye başlayan vali, “kâfir” in siyah, iri, güzel gözlerini görünce yumuşar.
Kıza bu işten vazgeçmesini, yazık olacağını söyler. Bundan sonra Afet, hiçbir
ziyafete, eğlenceye gitmez. Küçük kulübesinde yapayalnız yaşar. O yıl Konya çok
ağır bir kış geçirir. (s. 51). Hiç kimse dışarıya çıkamazken Konya’nın çapkınlarından
dört atlı Afet’in kapısına dayanır. Kız vurulan kapıyı açmayınca kırıp girerler. İçeride
vali çırılçıplak yatmaktadır.(s. 52). 753
Faruk Nafiz, Vicdan Tümsavaş ile yaptığı bir konuşmada, şiirlerinde kadın
mevzuunda tenakuz teşkil eden kısımların nedenini şöyle açıklar:
“Kadına hasret tıpkı susuzluk hissine benzer; nasıl susuzluğun
derecesine göre suyun kıymeti değişir, susuzluğu gidermek için nasıl her
zaman su içmeyip de gazoz, limonata vesaire gibi türlü meşrubat ve
içkilerden birine fazlaca kıymet verilirse değişik tip ve mizaçtaki kadınlar da
zaman zaman buna benzer bir hisle arzulanırlar.” 754
“Şeytan” şiirinde, kadına aşktan doğan kıskançlığının ardından bakar.
Çocukken rüyasında yakınlaştığı kadının şeytan olduğu söylenmiştir.Yıllar sonra âşık
olduğu kadının, rüyasında gördüğü o şeytan olup olmadığını düşünür. Kıskançlık
duygusuyla başlayan ruhsal huzursuzluğu, kadına zarar verme düşüncesine kadar
gider. Ancak, o kadını öldürdüğünde aşkı bitecektir. Sonunda çocukluğunda tanıdığı
şeytan olduğuna inanır ve her kadın gördüğünde bunu düşünür. 755
“Kızıl Saçlar” da, ıssız yolda, kağnısıyla geçen “yuvasız kuş gibi pervasız”
bir köylü kızını anlatır. Yüzü canlı; muhabbet doludur. Başına karasevda vurmuş
753
754
755
Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 49-52.
TÜMSAVAŞ, Vicdan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiiri, s. 36.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 26.
295
kahramanlar gibi dağ başına yalnız çıkar. Saçı ve teni “bakır” rengidir. Uzun yol
yürümesine rağmen yorgunluk izi görülmez.
“Bir kızıl gün doğuyor sandım o baştan yarına,
Gözlerim yandı dokundukça kızıl saçlarına.
Öyle bir kor gibi kızgındı ki korkuttu beni.
Dökülürken saçı, kıpkırmızı kan tuttu beni.”
Şair, neden her ruha tekin denmediğini, bir kuş gibi her saçta gönlün
dinlenemeyeceğini anlamıştır. Kıza, yabancı el dokunamaz. O, bu “tutuşmuş baş” ı
görünce daha önce yandığı birçok güzeli unutur. Kız, güneş gibi, şairin gözlerini
kamaştırır. Uzaklaşmasına rağmen, etkisi sürer. 756
“Âmâ” da, “sarışın bir vefasız” ı anınca içinde bilmediği gizli bir sızı duyar.
Bu gizli sırrın ne olduğunu âmâ bir dilenciden sorar. Kanayan bir yüreğe sahip olan
şair, korkulu bir rüyadan uyanmış gibi dalgın dolaşmaktadır. (s. 23). Onun derdini
anlayan âmâ, kadın aşkının ruha elemden başka bir şey vermediğini söyler. Kendisi
de bir zaman “iblis” bir aşka kapılmıştır. Bu aşk olduğu sürece şairin yarını da
karanlık olacaktır. Derdinden yıllarca ağlayan dilenci, sonunda âmâ olduğu için
Allah’a minnet duyar. Sitemle inleyen kalbini Hakk’a açmıştır. Gözlerinin kapalı
olduğuna aldanmamasını, çünkü o günden beri bu hâliyle daha mutlu olduğunu
söyler. Artık o ne kadın ne de kadından sadaka istemektedir.
“Ey kadından susamış gönlüne şefkat dileyen,
Bil ki bir sar‘adır a‘saba kadın merhameti.” (s. 24).
Kadını ruha mabet yapmayı doğru bulmaz. Onun varlığı, ruhun önünde bir
engel gibi durur, onu amacından uzaklaştırır. İnsan gibi uzlet yolu tutan bu “kâfir”
756
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 17-19.
296
zevke bel bağlayıp ahlâkı unutmuştur. O, insanı herşeye lânet eder hâle getirmiştir.
(s. 25).757
“Eski Bir Kin” de, şair, sevdiği kadınla bir gece geçirebilmek için ahlâk
kurallarını çiğnerken bu kadın onu aldatır. Aldatılma duygusu karşısında büyük bir
kıskançlık duyan şair, zevk âlemine düşer. Başka başka kadınlarda, fahişelerde,
teselli bulmaya çalışır. Ona göre kadının ruhu da şekli de birdir. 758
“Dün Bir Kadın Ağladı…” da, “atılmış, aldatılmış” bir kadını anlatır. Güneşle
ayın girmediği bir yerde, saçları darmadağın; gözleri yaşlıdır. Yatağı her gece bir
yabancıyı barındırır. Şair, bu durum karşısında büyük bir ıstırap duyar. 759
“Eller” de, insanoğlunun yaradılışından beri ellerin gördüğü işi, dinler
tarihinden örnekler vererek anlatır. Havva’nın eli, cennetin yasak meyvesine
Âdem’in elini sürdürerek dünyayı insanlara haram etmiştir. Yusuf’un “âr u hayâ”
gömleğini parçalayan Zeliha’nın elidir. Selma’nın eli Yahya peygamberin başını
zalimlere sunmuştur. (s. 187). Kadının eli değdiği her yeri şerre boğmuştur. Musa
peygamber, elindeki asayla Kızıldeniz’e vurunca, deniz yarılıp kavmine yol verir. İsa
peygamber elinin temasıyla kör gözleri açar. Peygamber-i Zîşan’ın eli, çölde susuz
kalan ümmetine, parmaklarından su akıtır. Eller birse de manaları değişiktir.
Karşılaştırıldığında dişisi “şeytan”, erkeği “Rahman” elidir. (s. 188).760
“Yusuf ve Zeliha” da, “bir derse bedel” dediği kıssayı hatırlattıktan sonra,
Yusuf erdeminin sadece bir hatıra olarak kaldığını söyler. Kızlar hâlâ Zeliha’ya
757
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 23-25.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 26-27.
759
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 27.
760
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 187-188.
758
297
benzemektedir fakat, aşk, vefa ve ulvî şefkatten yoksundurlar. O devir, “kalbin eser
verdiği bir mevsim” ken şimdi, kadın, erkek ikiz şeytan gibidir. 761
“İdeal” de, âlemde bin iblise bedel bir melek görmediğini, gönlünün nice
Mecnunlara Leylâ adını verdiğini söyler. Kadının narin, güzel, taze, şuh, her türlüsü
geldiği hâlde, devrimin “mübarek” kadının bir türlü gelmeyişinden dert yanar. 762
13. Tabiat Görüntüleri
Tabiat, tüm unsurlarıyla sanatın vazgeçilmez ilham kaynağıdır. Sanatın her
dalına kaynaklık ederken, resimde renk; müzikte ses; edebiyatta da duyguların
yansıtıcısı olmuştur. Kâinatı her gözden farklı gören sanatçının böyle bir kaynağa
kayıtsız kalması mümkün değildir. Edebiyatı besleyen bu gür kaynak, sanatçıların
kaleminde değişik hâllere bürünür. Bazen bir tablo netliğiyle çizilirken bazen de
duyguların, ürpertilerin gölgesi hâlinde görülür. Zaman zaman, içinde bulunulan
şartlara göre bir kaçış, bir sığınak olarak değerlendirilse de eserin ondan tamamen
ayrı düşmesi düşünülemez. Bütünün bir parçası olan tabiat değişkendir. Her şey gibi
o da değişir. Bu değişimler hassas bir ruha sahip olan şairi etkiler. Şair, ruhundaki
değişiklikleri tabiattaki değişikliklerle örtüştürerek anlatır. Tabiattaki en büyük
değişim mevsimlerin geçişiyle oluşur. İnsan ruhu da bundan uzak kalamaz. Baharla
birlikte duyguların canlanması, yaşama sevincinin artması bundandır. Sonbahar ise
hüzün mevsimidir. Tabiat kabuk değiştirirken duygular da akışını değiştirir.
761
762
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 191-192.
Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 27.
298
a) Sarışın Yüzlü İlkbahar
Orhan Seyfi, “Gülle Bülbül Efsanesi” nde, baharın tasvirini yapar. Bir
ilkbahar sabahı, vadiler henüz siyahken dağ başları ağarmaya başlamıştır. Bahar
tabiatla beraber bütün ihanı sarar. Dağa, taşa can verir. Böyle bir sabahta bülbül, güle
karşı uyanır. Gül de göğsünü gizlice bülbüle açar. Bu aşka ay şahit olur. Sonbaharın
gelişiyle birlikte bu aşk söner. Ondan sonra her bahar sabahı, “kanadı benekli,
serseri” kelebekler, bülbüllerden güllere mektuplar taşır. 763
“Abdülhak Hamid’e Mektup” ta, ilkbaharı anlatırken bu mevsiminen sevinçli
bir gününde, her tarafta tabiatın düğünü başlar. Kuşlar, çiçekler, sevişen gönüller
eşlriyle beraberdir. Güneş, altın taca benzer. Her taraf “tatlı, baygın bir zifaf”
içindedir. Dağlar yeşil, gök derin, sular berrak, hava saftır. Çiçekler baharın
busesiyle açılır. Kırlarda yorgun argın dolaşan kelebekler, havanın tadından sarhoş
gibidirler. Şairin aşkı da tabiatın bu durumuna uyar. 764
“Harp İçinde Bahar” da, ülkenin yaşadığı zor günlere tabiat eşlik eder.
“Sarışın yüzlü” ilkbahar renksizdir. Rüzgâr “gizli bir elemle hıçkırır”. Kumrular,
eşsiz dolaşır; kuşlar, acı bir ağıt yakar gibi öter. 765
Şair, “Bahara Kaside” de, baharın gelişiyle birlikte insanda olan değişiklikleri
verir. Renk, ışık, kahkaha, rüyayla dolu olan bahar, bambaşka bir hayal âlemidir.
Neşeli sesler, hevesler etrafa dağılır. Ömür ırmaklar kadar coşkun; her şey daha genç,
daha hürdür. İnsan, böyle bir anda sevme ihtiyacı duyar. Gönüller aşka açılır. (s. 22).
Aşkın bir gerçeği olan heyecan, tereddüt, hasret, ihanet, yanla bile razı olunur. Böyle
de olsa dünya güzel görünür. (s. 23).766
763
764
765
766
Orhan Seyfi,Gönülden Sesler, s. 32-34.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 104.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 167.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 22-23.
299
“Bahar” da, leylâkların açtığı ilk günlerle birlikte tabiatta olan değişiklikleri
anlatır. Bulutlar, “dolu dizgin” geçer; rüzgâr “yarı çılgın, yarı sarhoş” eser. Söğüt
dalları, ırmaktan su içmek için eğilmiştir. Sarı papatyaların süslediği tarla altın
saçılmış gibidir. Sapsarı uzanır, titrer. Baharla birlikte bütün tabiat “yarı sarhoş”
tur.767
Şair, “İlkbahar Türküsü” nde, çiçeklerin açmasına rağmen dağların karlı
olduğunu söyler. Kuşların köye dönüşü yorgun olacaktır. Düşünceyle somurtan
kayalar dışında her şeye yeni bir ses, yeni bir can gelir. Tabiattaki bu değişiklikler
şairin kalbindeki aşk acısını tazeler.768
“Bahar… çiçeklerin doğduğu, kırların yeşerdiği ve kalplerin heyecanla
titrediği mevsim… acaba hangi edebiyat onun methiyesiyle dolmamıştır!” Bu
mevsim, “şiir denen ilâhe” nin en taşkın heyecanı, en çılgın kalp çarpıntısıdır. 769
Nisan ve mayıs aylarının “yaman” olduğunu düşünen Halit Fahri, yapışık ikizlere
benzettiği bu ayların, “daha beşikte iken yaramazlaştıklarını” söyler. Bu iki mevsim
her çağda aşkın doğumu ve gelişimini ifade etmiştir. Nisanı aşkta saffetin, içten ve
tatlı ürperişlerin sembolü olarak görür. Bu aylarla birlikte eğlenceler de başlar.
Boğaz’daki, Göksu’daki eski eğlenceleri anar. Bir Hıdırellez günü Kâğıthane’ye
gitmişlerdir.770
Leyleğin “bahar müjdecisi” olduğunu söyleyen şair, yere konan leyleği
“bembeyaz uzun bir testi” ye benzetir. 771
767
768
769
770
771
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 24.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 91.
Halit Fahri, “Bahar Hastalığı”, SF, 1928/243(27 Temmuz 1933), s. 130.
“Nisan, Mayıs ve Aşk Üzerine Bir Sohbet”, Tercüman, 1991(4 Mayıs 1967), s. 2.
OZANSOY, Halit Fahri, “Leylekler Gelince…”, Tercüman, 3067(30 Nisan 1970), s. 2.
300
“Bahar Sabahı” nda, tasvir ettiği tabiatta, sema mine rengi; hava
yaseminlerden daha hoş kokuludur. Deniz gibi durgun olan tarlalar bazen sessiz
dalgalanırlar. Yapraklar rüzgârın “ipek temas” yla titrer; kuşlar yuvalarında
cıvıldaşır. Komşu bahçede bir çıkrık sürekli gıcırdar. Tabiat her şeyiyle bahara ses
vermektedir. Her gölgelikte sevgililer vardır. Hayat “yeşilliklerde çağlayan bir su”
gibi yaşanmaktadır.772
“İlk Güneş” te, kışın fırtınalarla inleyen sahiller, artık baharın sesleri, bahar
nefesleriyle
dolmuştur.
Sularda
dalgalar
boğuşurken
sular
artık
durgun,
parlamaktadır.
“Güneş, sessiz kumasla ışıktan ellerile
İnce, altın renginde bir kadife seriyor.”
Gizli yosunlar parıldamakta, sular gökyüzünü ayna gibi yansıtmaktadır. Tepe
üzerindeki yaşlı çam güneşe karşı “yeşil yelpaze” sini açar. Güvercinler taraçalarda
etraf kararmadan bahçelerde gülüşen “taze” lerin sinsi dinler. 773
Faruk Nafiz, “Sensiz Bahar” adlı şiirde, sevgiliden ayrı geçen bir baharı
anlatır. Bu ayrılığın üzüntüsünü tabiatta da görür. Yalnız geçen bu ilkbaharda ağaçlar
mükedder, yapraklar sarıdır. Bu baharı kıştan neşesiz bulur. Halbuki sevgiliyle
geçirilen nisan ayında beraber gezindikleri yollar, sessiz, sarışın ve süslüdür.
“Ağaçlar mükedder, yapraklar sarı,/ Bu bahar mevsimidir kıştan ne‘şesiz!
Birlikte gezerken bir zamanlar biz/ Yalnız selâmladık bu ilkbaharı…”774
“Terennümler II” şiirinde, kırlara baharın geldiğini söyleyerek
“gül
mevsimi” diye adlandırdığı nisanı anlatır. Şair, geçen kışı bir yandan güzel olarak
772
773
774
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 17.
Halit Fahri, Paravan, s. 50.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41.
301
değerlendirirken bir yandan da kışın ölüm korkusu verdiğini söyler. Nisan ayı
melekler gibi kanat gererek bu karamsarlığı gidermiştir.775
Şair, ilkbaharla birlikte ağaçların cenup rüzgârlarıyla dile geldiğine;
çiçeklerin göklere kanat açtığına inanır. Yeşil yollarda, dalgın adımlarla yürüyen
güneş, ilk sevgiye doğru yol alan genç bir hayale benzer.776
“Bahar Türküsü” nde, baharın gelişiyle beraber tabiatta olacak değişiklikleri
saydıktan sonra, kendi hayatında neleri değiştireceğini söyler.Baharla birlikte aşkı
canlanacaktır. Şair, ne yaza hasret ne de bahara düşkündür. Onları sevgiliyi
andırdıkları için sever.777
b) Yarı Çıplak Yıkanan Sarışın Bir Kız: Yaz
Orhan Seyfi, “Bir Yaz Manzarası” nda, mevsim sonunda ölecek olan ağustos
böcekleri, yazı metheden şiirler söyler. Mehtap, ormanın altındaki hamakta uyur.
İshak kuşları, korkmuş gibi dağdan dağa öterler. Rüzgâr, “his gibi, hülya gibi” tatlı
eser. Gök, masallardaki gibi yedi katlıdır. 778
Halit Fahri, “Yaz” da, üzüm salkımlarının sarardığını, ortalığın “gönül gibi”
yandığını söyler.
“Kızıl şarap gibi güneşi tadan / Çamların üstünde akşam olmadan,”
sevdayı yudum yudum içmek ister.779
“Kıyıda Yaz” da, sular, ufuk, kıyı göz kamaştırıcı ışıklarla doludur. Kayıklar,
kumlukta yan yatmış uyumaktadır. (s. 68). Kürekleri, kancaları bir tarafa atılmıştır.
775
776
777
778
779
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 148.
Faruk Nafiz, “İlkbahar Güneşi”, Akarsu, s. 33.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 141.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 27.
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 67.
302
Martılar, bir kaya üstünde köpük parçası gibi durmaktadırlar. Sularda ne bir yelkenli
ne de bir kürek izi vardır.
“Güneş bir ilâh ki denizi / Sıkmış ateşli avuçlarında.” 780
“Şehrin Ucunda Yaz” da, güneş kaldırımlarda şahlanır, ışıklar kireç duvarda
“parlak bir nal şakırtısı” gibi parlar. Hasta leyleklerin son takırtısı öyle bir ölüm
havası saklar ki insanın mızrağı toprağa saplayıp karşı koyası gelir. 781
Yusuf Ziya, “Bahara Girerken” de, ilerleyen yaşına rağmen bir çocuk
sevinciyle yazı bekleyişini anlatır. Aşkının ilk günlerini yeniden hissetmek ister. (s.
35). İhtiyar bir genç gibi giyinir. Bülbülün sesinde “gülen bir ağlayış” bulur. Sürüler,
yamaca dağılan bir beyaz bulut olarak manzarada yerini alır. Şair, aşkı yeni hisseden
gençler gibi kuşlardan, çiçeklerden konuşmak ister. (s. 36).782
Faruk Nafiz, bir yaz levhası çizdiği “Yaz Güneşi” nde, güneşi, ateşi dinsin
diye yarı çıplak yıkanan bir sarışın kışa benzetir. Her çam, dibinde gölgelenen
çiftlere gölgeden tüller gerer.783
c) Rüzgârın Kuğu Türküsü: Sonbahar
Orhan Seyfi ,”Gülle Bülbül Efsanesi” nde, ilkbaharla beraber âşık olan gül ile
bülbülün sonbaharın gelişiyle ayrılışlarını anlatır. Bir sonbahar akşamı gam, acı bir
haber gibi, dünyaya dağılır. Dalların boynu bükük, her taraf kırık dökük keder
içindedir. Gülün soluşuyla bülbül hıçkırıklara boğulur. Bülbül, ömrü az olduğu için
780
781
782
783
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 68-69.
Halit Fahri, Sulara Dolan Gözler, s. 70.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 35-36.
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 34.
303
ölen güle ne olduğunu anlayamaz. Sobaharla birlikte âşıklar ayrılmış, tabiat gama
boğulmuştur.784
Halit Fahri, “Turnalar” da, bu kuşların göç hareketleriyle tabiattaki
değişiklikleri anlatır. Onların gelmesiyle eylül başlar. Yaseminler sararır. Eğlenceler
biter. Eski beldelerine göçünce yeryüzü solgun bir renge bürünür. Kalplere hicran
acısı iner. Ölümleriyle de eylül ağlar; tepeler sislenir; keder daha da yoğun
hissedilir.785
Sonbaharı, “hasta mevsim” olarak niteleyen şair, kendi duygularıyla bu
mevsimi özdeşleştirir. Sonbahar da onun kalbi gibi matemli, yaslıdır. Bülbüllerin
ilâhî, coşkun sesinden iz kalmamıştır. Rüzgârsa hazin bir hıçkırık, bir inilti
hâlindedir. Her tarafta ebedî bir öksüzlük hâkimdir. Her yer hülyaya dalar. Tabiatın
bu hâline insanların gönüllerine dolan ayrılık acıları eşlik eder. Son kırlangıç sürüsü
de kışın soğuklarını hissederek ufukta kaybolur. İnsanlar gibi sonbahar da kederlidir.
Şairin sesi sonbahar rüzgârı gibi yorgun, her ikisinin de ruhu duman içindedir.786
“Mevsimin Vedaında”, bir eylül akşamı kırlara açılmak isteyen şair,
sonbaharın artık veda etmekte olduğunu görür. Son kez onu ziyaret etmek ister.
Sonbahar akşamları içli, melûldür. Gökleri bürüyen hüznü hissetmek ister. Ağaçlıklı
yollarda, yapraklar tamamen sararmadan sevgiliyle yürümek ister. Bir pınar başı son
menzilleri olmalıdır. Şair, sevdayı da mevsimlere benzetir. Onun da hazanı, kışı
vardır. Tıpkı sonbahar gibi sevdalarının da çehresi solacaktır. 787
784
785
786
787
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 31-34.
Halit Fahri, Zakkum, s. 12.
Hali Fahri, “Sonbahar”, Paravan, s. 79.
Halit Fahri, Paravan, s. 80.
304
Enis Behiç, “Maymunlar 3” te, çiçeklerin solmasıyla başlayan sonbaharı
“kızıl-kumral güz” olarak anar. Ormanın perisi, rüzgâr ruhlara mersiye okurken,
“Zümrütlü tacımı kim aldı?” diye öksüz ağlar. 788
“Sonbahar” da, eylül başında gül rengi bulutlardan bir tülün, sisten eteklerini
yerlere serdiğini söyler. Boş ve tenha yolların süsü, ölü yapraklardır. Rüzgârsa bir
kuğu türküsü söyler. (s. 190). Topraktan sonbahar kokusu yükselir, yapraklar
damlalıdır. Güneşi yüzü hasta; günler, ömürler gibi kısalmaktadır. (s. 191). 789
Faruk Nafiz, “Bağbozumu” nda, bir sonbahar tablosu çizer. Sahil sessiz,
dalgalar çırpınır, söğütler dalar, kayalar guruba kadar dinlenmektedirler. Mevsimin
yorgun rüzgârı tenha bağları, kuytu ormanları gezmektedir. Kırık dallar ve sarı
yapraklar sonbaharı haber verirler. Tabiatla birlikte hayat da sakindir. Sadece kimin
olduğu bilinmeyen bir ayak sesi gizlice duyulur. 790
“Sonbahar Güneşi” nde, yere dökülen yaprakları, birbirinden ayrılan eşlere
benzetir. Geçen yazla birlikte ayrılıklar da başlamıştır. Alnını ufkun bir kenarına
koyan güneş, boşuna geçen yaz için yas tutan dul bir kadını andırır. 791
d) Ölümden Hayat Alan Mevsim: Kış
Orhan Seyfi, “İlk Kar” da, tasvir ettiği kış manzarasında, akşamki fırtınadan
kaçıp ormana sığınan kuşların, yağan kar karşısındaki şaşkınlığını anlatır. Gece
yağan karla beyazlaşan ormanın aydınlığını mehtap zannederler. Gün doğduğunda
788
789
790
791
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 27.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 190-191.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 15-16.
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 35.
305
nerede olduklarını anlayamazlar. Köy, çimenler, ağaçlar, sahra, ırmak görünürde
yoktur. Sema, bulutlarla yere inmiş gibidir. 792
“Kış Gecelerinde I” de, içine düştüğü yalnızlığı anlatan şair, bir kış gecesinin
tasvirini yapar. Kış mehtabını daha parlak, daha lekesiz bulur. Gökyüzü mutlulukla
gülümser gibidir. Şehri sonsuz bir nur kaplar. 793 “Kış Geceleri II” de yalnızlığını
anlatırken daha ayrıntılı bir tablo çizer. Çiçekler dağılmış, yapraklar sarıdır. Bulutlar
“gözleri yaşarmış” gelirler. Dağları duman bürür. Sisle karışık ince bir yağmur yağar.
Çamurlu sokaklara açılan bütün kapılar kapanmıştır. 794
Şair, “Bir Kış Masalı” nda, aralıksız kar yağan yedi günün gecesinde, ocağın
ateşi duvarlara vurur. Camlar buğulanır. Kar, geçitleri kapatmış; rüzgâr, çığ
sürüklemektedir. Fırtına ağaçları devirir. Ocak başında toplanan yaşlılar, uzun
zamandır böyle bir kışın görülmediğini konuşurlar. Yetmiş yıl önce böyle bir kış
olmuştur. O zaman da kar günlerce yağmış, dağlar, ovalar belirsiz olmuştur. Geçitler
kapanmış, gidenler dönememiştir.795
Halit Fahri, “Kış Gecesi -1-” de, Konya ‘ya ait bir kış manzarası çizer. Karlar,
“buzlu yıldızlar” ın altında parıldar. Ne tren ne de bir gece yolcusu vardır. Damlar
soğuktan donmuş gibidir. Hasta bir köpek acı acı ulur. Ölüm bir yoksulun kapısına
pusu kurmuştur. Ağaçlardan yükselen kıpkızıl ayı “büyücünün tunç altını” na
benzetir. (s. 38). Alâaddin Tepesi’nin saat kulesi, “kefenli bir heyulâ” gibi mazinin
sesini verir. (s. 39).796
792
793
794
795
796
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 33-34.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 83.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 85.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 127-128.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 38-39.
306
“Kışa Doğru” da, tabiatla birlikte şairin duyguları da sessizliğe gömülür. Son
kafesler kapanmış, çamlardan kış uykusu sızmaktadır. Yıldızlar yerini derin, sisli
boşluğa bırakırlar. Gökleri kaplayan siyah buğunun yağmurla dağılmasını umar.
“Yağmur son güllere mine işlerken” şair de gül mevsimine veda eder. “Hasta eylülün
hırçın yağmurları” nın dinmesini ister. Zaten çok geçmeden sararan yapraklar, karın
altında sürüneceklerdir.797
Karın yağışında ölüm hissi bulduğu “Kar Yağarken” de, kar altında tasvir
edilen yer Karacaahmet mezarlığıdır. Sisli boşlukta ölüm hissi duyan şair, karın
“sinsi sinsi” yağdığını söyler. Mezarlığın servi dizisi, ufukta bulanık bir perde gibi
durmaktadır. Yavaş, yumuşak yağan kar, yollarda son ayak izini de siler.798
Enis Behiç, “Maymunlar 3” te, kışın gelişine yer verir.
“Denize nişanlı çağlayan kızı / Irmağın, sislerle söndü yaldızı”.
Kışla birlikte “buzlu fırtınalar” eser, su donar. “Ak saçlı” toprağın uykusu gelir.
Uzun bir süre de uyur.799
Yusuf Ziya, “Baskın” da, Konya’yı mekân edinirken oranın kışına yer verir.
O kış, Konya’da sert geçmektedir. Yollar kapanmış, geçitler kesilmiştir. On gündür
kar yağmakta, dağlarda rüzgâr uğuldamaktadır. İnsanlar ocakbaşında bile
üşümektedir. Kuşlar uçarken donup yere düşerler. (s. 51). Ay, gece, ufukta bir
kartopuna benzer. (s. 52).800
797
798
799
800
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 37.
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 11.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 26.
Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 51-52.
307
Fark Nafiz, “Gençlik” te, rüzgârlı soğuk bir kış günü, köyde sesler, ufuklarda
gün açılır. İki gündür pınarlar kardan donmuştur. Fırtınanın ağaçlarda kopardığı
seslerin ardından kafesler, camlar, gizli bir hüzünle titrer. Bu “siyah akşam” ların
ölümden daha sessiz olduğunu düşünür. Dökülen karları matemle süzer. Kuru
dallarla yakılan ocağın alevleri, kızıl bir renkle duvara vurmuştur. Böyle bir kış
gecesinde şairin kalbi, matemli yarayı hatırlayarak sızlar. Ruhuna hicran dolar.
Sevdiği kadın haftalardır hastadır. Kuduran fırtına, sevdi kadına koşan şairin
alnındaki karları savurur. Kış, sevgilisinin de ölmünü getirmiştir. 801
“Kış Gezintileri” adlı şiirinde, “ölümden hayat alan mevsim” olarak nitelediği
kışın tasvirini yapar. Bahçeler karla örtülmüş, akşamlar hicran içinde inmiştir. Kıştan
haz alamayan şair, sevgiliyle geçen yaz günlerini hatırlamaktadır. Şimdi o yerlerin
kışa bürünmesi şaire yalnızlık hissi verir. Etraf ölü bir hüzün içindedir.802
“Köyde Kış” adlı şiirinde de bir köyün kış mevsimindeki tasvirini yapar. Bu
manzara durgun değildir. Çeşmeler akmakta, ocaklar tütmekte, çobansız kalan
sürülerin çıngırakları duyulmakta, dağlarda çağlayanlar akmaktadır. Tabiatın bu
hareketliliğine karşılık insanlar evlerinde “münzevî” yaşamaktadır. Zaman zaman bir
yolcunun hareketliliği görülse de kızların çeşmelerden su dolduruşu aranır. 803
“Kış Bahçeleri” nde, Boğaz’ın kış mevsimindeki görüntüsünü verir. Denizin
şarkısı dinmiş, rüzgâr uyumaktadır. Havanın bu dinginliği semtleri sessizliğe bürür.
Körfez düşünmekte, Kanlıca mahzun, Emirgân ve Çınaraltı sisler altındadır.
Mevsimle beraber alışılmış olan boğaz manzarası değişir. Bu özlenilen bir değişim
değildir.
“Can verdi kışın sunduğu taslarla zehirden,
801
802
803
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 14.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 22.
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 34-35.
308
Her gonca kızıl bir gül açarken yolumuzda.
Üstündeki son dallar ağarmış diye birden,
Pas tuttu bu akşam suların rengi havuzda..”
Şair, bütün bu yerlerde yaz günlerinin hatıralarını bulur. O günlerden bir tek
güneş kalmıştır. O da kışa has görüntüsüyle verilir.
“Mehtâba çalan sapsarı benziyle, ufukta,
Binlerce dalın verdiği tek meyva güneştir.!”
Faruk Nafiz, tabiattaki bu değişikliğe, kuşlarla çiçeklerin gitmesine üzülmeyi
doğru bulmaz. Çünkü eski yaz günleri yeniden gelecektir. Onu asıl hüzünlendiren,
geçen günlerin yeniden dönmeyecek olmasıdır. 804
“Kış Güneşi” nde, kış günlerinin yeknesaklığını işler. Yarın, dünden farklı
olmayacaktır. Dünle yarın yan yana yatan iki ölü gibidir. Hareketsiz, durgun
geçerler. Bu cansızlığın yanında açlıkla ölüm, kolkola gezen iki kardeş gibi, günleri
daha çekilmez, istenmez hâle getirirler. Güneşse bir ihtiyarın küllenmiş mangalında
parlayan tek ateştir.805
14. İnanma İhtiyacı
Orhan Seyfi, “Münacat I” de, yıllardır ettiği âhların Allah’a ulaşmadığını
düşünerek inanç boşluğuna düşer. Ona sesini duyurabilse kulu olmaya razıdır.
Allah’ın insanları “tabiatın pençesine fırlatıp”, “yokluğun karanlık gecesi” ne
çekildiğini söyler. Ondan yardım ummadan hayata göğüs germek çok zordur.
Günahların, sevapların hükmü yoktur artık. Büyük hesap günü de gelmeyeceği için
çekilen azapların karşılığı olmadığını düşünür. Şair, sonra Allah’a, insanları tabiatın
804
805
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 93.
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 36.
309
merhametsiz elinde yalnız bırakmaması için yalvarır. Sonunda bir varlığa ulaşmak
ister.806
“Nerdesin?” de, Allah’ı göklerde arayan şair, adalet için haksızları
cezalandırmasını istemiştir. O’nun bir mucize göstererek ruhları şüpheden
kurtarmasını beklemiştir. O’ nun adaleti olmadığını düşünür. Görünmediği için
varlığından da şüphe eder. Varlığına inanmak için O’ndan bir ışık bekler.807
“Münacat II” de, inanma ihtiyacını şiddetle duyar. O’nun, birden çok olsa
bile, bir olduğuna inanmak ister. O, her şeye muktedirdir. Rahmetine güvenir;
şefkatine inanır. Allah yoksa bile, hak yolunda ilerleyip düşünmeden varlığına
tapacağını söyler. 808 “Münacat III” te, Allah’ın bir olduğunu kabul ederek bazı
isteklerde bulunur. Dinde, dilde, milliyette birlik olmasını; toplumun dirlik içinde
yaşamasını ister. O’ndan bir vatanda, bir devlette kardeş gibi yaşatmasını bekler.
Farklı dine inananların aynı doğruluk yolunda birleşebileceklerini düşünür. 809
“Dua I” de, çekilen zorlukların “Tanrı” ya ulaşma yolunda bir vesile olması
için yalvarır. İnsanların bencillikten kurtulmasını; gönüllerin O’nun sevgisiyle
dolmasını; O’na giden yolların açık olmasını ister. Sapkınlık içinde olan insanların,
dünyanın en “korkulu hayvan” ı olacağını bilerek doğruluğu, vicdanı unutturmaması
için yalvarır. O’na lâyık kul olmak için dua eder. 810 “Dua II” de, “Ulu Tanrı” ya
şefkatiyle gönüllerden bütün düşmanlıkları dağıtması; insanların barış içinde
birbirlerini sevmeleri için yalvarır. Gözyaşlarının dinmesini, zavallıların kurtulmasını
ister. İlmin maddecilikten kurtulmasını; insanın sadece bedenden ibaret olmadığının
806
807
808
809
810
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 21.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 22-23.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 24.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 25.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 26.
310
anlaşılmasını bekler. “Dinin “masal” dan; imanın “metafizik” ten kurtulması için
yalvarır.811
“O Gün” de, insanların bütün hırslarını, hınçlarını bıraktığı kıyamet gününde,
hakkın galip geleceğini; herkesin kendi hakkına razı geleceğini söyler. O gün, sınıf
farkı kalkacak; insan, aklın zaferiyle kurtuluşa erecektir.812
“Birlik” şiirinde, insanın ikiliğe düşmeden birliğe inandığında, selâmete
ereceğini söyler. Gönüller bir aşk ile çırpınırken ikiye tapmak günahtır. Allah’tan
başka ilâh yoktur. Yalnız bir din ve bir ilâha inanıldığında kurtuluşa varılacağına
inanır.813
“İman” da, fazilet, doğruluk ve gerçeğin imanda olduğunu söyleyen şair,
onsuz ahlâk ve ilmin olamayacağını söyler. Allah’ın tecellisini görmeyenlerin,
yaşamaya teselli bulamayacağına; ıstırap çekeceğine inanır. İnsan, O’nun aşkıyla
avunur. O’nu anlayan kurtuluşa erer. İman yolunda ilerlendiğinde, zorluklar aşılır;
anlaşmazlıklar son bulur.814
Yusuf Ziya, “Anahtar” şiirinde bilmediği sorulara cevaplar arar. Bunu sihirli
bir anahtarla yapmak ister. Önce göklerin esrarını çözmek; kaybolan sesleri duymak;
kaybolan yüzleri görmek ister. Sonra, dünyayı anlamak ister. Ölüm denen “sonsuz
büyük rüya” nın muammasını çözmek ister. (s. 27). Mevsimlerin dile gelmesini;
ağaçların konuşmasını bekler. Onlardan, “dallarda kızıl gülleri alev alev yakan
sihirbaz” ın kim olduğunu soracaktır. (s. 28). 815
811
812
813
814
815
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 27.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 28.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 29.
ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 30.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 27-28.
311
Faruk Nafiz, “Hamd ü Sena” da, Allah’ın âlemde insanlara bahşettiği iyi,
doğru, güzel her ne varsa hepsine şükreder. O, insan barınsın diye toprağı yaratmış;
ruhların seyretmesi için gökleri sermiş; lûtfunun feyzini görsünler diye gökte ışıklar
yakmıştır. Şair, en büyük nimete hamd; en küçük ihsana şükreder. (s. 177). O,
sunduğu bütün nimetleri yeterli görmeyerek kullarına yarın başka bir âlem de vaat
etmiştir. Şair, “ma-i Tensîm” e, “ravza-i Rıdvan” a şükreder. Bütün varlıklar ona
kavuşmak için yanarken O, en güzel vuslatı mahşerde tattıracaktır. Şair, bu hicrana
da şükreder. O, insanları şeytandan kurtarmak için meleklerle kitaplar indirmiştir.
“Sayısız cürme bedel sonsuz inâyetlere hamd,
Ve bu hizmetle celil ettiği peygamberlere hamd,
Gökyüzünden yere indirdiği Kur‘an’a şükür.” (s. 178).816
“Tevekkül” de, dünya derdinden el çekip tevekkül eden insanı anlatır.
Vicdanı sakindir. Feleğin sırrını çözen bu “mübarek” insanın başka bir cihanda mutlu
olmasını umar. Çünkü dünya kâmil insana zindandır. İnsan, emrine amade edilen
cennet gibi dünyayı, “hırs ü heva ejderi” ne kapılarak cehenneme çevirmiştir. (s.
179). Yaşanmaz hÂle gelen bu dünyayı yeniden cennete çevirmek için dua
edilmelidir. İbrahim’in Allah’ı yad etmesiyle gül bahçesine dönen Nemrut’un ateşini
hatırlatır. İnsan, İşlediği suç ve hataların bağışlanması için dua etmelidir. (s. 180). 817
“Hayır Dua” da, insan, Rabb’inden ruhen ne kadar uzak olsa da yine toprakta
ondan dağılan zerrelerdir. O’ndan uzaklaşınca rehbersiz kalmıştır. İnsanları er geç
ona ulaştıracak bir rehber ister. Destanlarda bile nadir görülen, güzellik, doğruluk,
iyilik uğrunda ölen ortaçağ erlerinin benzeri insanlar vermesi için dua eder. (s.
181).Bunlar, haksızlığa karşı gelen, gönlü onulmaz aşkla dolu, yoksulun menfaatini
816
817
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 177-178.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 179-180.
312
düşünenler olmalıdır. Bir de Meryem gibi cananlar vermesini ister. Müslümanı
kâfirle bir tutup, bir kurtarıcı göndermeyecekse, “Nuh’u, teknesi” olmayan halkına
tufan vermesinin daha iyi olduğunu söyler. (s. 182).818
“Nuh’un Gemisi” nde, Nuh tufanından yola çıkarak insanların içinde
bulunduğu sapkınlığı anlatır. Öyle bir isyana kapılmışlardır ki, gününden önce
mahşeri görmeleri gerekmiştir. Onlara verilecek tufanda masumların kurtuluşu için
Nuh’a bir tekne yapması söylenir. Nuh, kavmine hayırlı insanların kurtulacağını
haber verir. Can derdine düşenler, kendilerinden başka kimseyi düşünmezler. (s.
183). Ar ve haya perdesine bürünüp “sahte havari” gibi gemiye binmek isterler. O
gün hayırla şer görülür. Şair, insanların o günden beri hâlâ o “çürük” teknede
olduğunu; aynı ummanda dolaştığını söyler. Bu gemi yaslanacağı bir dağ da
bulamamıştır. İnsanlar, hataları iç değişmediği halde yine de Allah’tan ihsan
dilemektedirler. Etraftaki kötülüklere bakarak eski tufanın sürdüğünü düşünür. (s.
184).819
“Babil” de, insanların Allah’ın birliğine karar ettiği günlerde, âlemde her
yerin cennet gibi olduğunu hatırlar. Ezelî sırra eren insanlar mutludur. Ne Ebabil
vardır ne de tufan. Bu duruma şükredecekleri yerde, kâfirliğe meylederler. Hünerin
kendilerinde olduğunu zannederek meydan okumaya başlamışlardır. (s. 185). Onları
tufanda affeden Allah, bu isyana gazap duyar. “İlâhî işini kâfirlere devreder.” O,
kendini çekince insanlar darmadağın olur. O nur gidince “köhne çamur” meydanda
kalır. İnsanlar arasındaki ayrılıklar, uzaklıklar, şaire Babil’i hatırlatır. Sadece
milletler arasında değil, insanlar arasında da duvarlar vardır. Göklere uzanan taş
818
819
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 181-182.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 183-184.
313
kulelerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Şair, cihanda birlik olması için dağılan
insanların, buhranlardan kurtarılmasını ister. (s. 186).820
“Madde ve Kuvvet” te, insanın gönlündeki cevherden kuvvet aldığı anlatılır.
Allah inancını kaybedenler, kahramansız yaşamaya mahkûmdurlar. 821
15. Şark’ın Eşsiz İncisi: İstanbul
Orhan Seyfi, “Sadabad I” de, Sadabat tabiatla birlikte eğlenceye dalar.
Sahilde çimlere uzanan kızların dudaklarında piyaleler; kucaklarında açmış “aşüfte”
lâleler vardır. Akşamla birlikte etrafa gölgeler inince rakkaseler oynamaya başlar. 822
Şair, “Körfezde Mehtap” ta, bir ağustos gecesi, mehtap, Boğaz’ın üzerinden
İstanbul’a baktığında şehrin uyuduğunu görür. Su, rüzgâr, yaprak, toprak uyur;
kayalar rüya görür. Ay, gizlice suya iner. Emirgân Korusu’nun aksi körfeze vurur. 823
“Boğaz Türküsü” nde, her yıl olduğu gibi, yine önce leylâklar, sonra
manolyalar açar. Boğaz, üzerindeki güzellerden farksızdır. (s. 89). Şair, Boğaz
demenin, leylâkla, manolyadan ibaret olduğunu söyler. Her yaz gibi bu yaz da güzel
geçmiştir. (s. 90).824
“Kalender Türküsü” nde, Boğaz mehtabına, ona en hâkin yer olan
Kalender’den bakar. “Gecenin mehtaba gece olduğunu”
hisseder. Karşı tepeler
yanardağ gibidir. “Işık bir dünya, uyanıkken de güzel bir rüya görmek isteyenlerin”
mehtabı Kalender’den seyretmesini ister.825
820
821
822
823
824
825
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 185-186.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 140.
Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 29-30.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 25.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 89-90.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 92.
314
“Çakaldağ Türküsü” nde, çocukluğunu geçirdiği “zümrüt” dağı anlatır. Etrafı
meyve bağlarıyla dolu olduğu için, yazın buradan sepet, küfe eksik olmaz. Bu dağda,
kurbağalar bağırır; çakallar ulur; ishak kuşları öter. 826
“Çengelköy” de, zaman içinde Boğaz’ın her yerinin bir parça değiştiğini
söyleyen şair, Çengelköy’ü anlatır. Bağları, evleri, ağaçlarıyla bu semt, yine sesiz,
yine sakindir. Elli yıldır uzak olduğu bu yerde doğduğu evi tanır. “Tılsımlı” bağların
dünyada bir eşi daha olmadığını söyler. (s. 103). Manzaraya “tevekkül” katan asırlık
çınarı tanır. Kışın çağlayan deresi, yazın kurumuştur. Bayramlarda gittiği camii
görür. Çocukluğundaki Karabaş’ın yerini damlarda kediler almıştır. (s. 104). 827
“Telgraf Sokağı” nda, Çengelköy’de doğduğu sokağı gezerken sokak
tabelasının kaldırıldığını görür. Bu, ömrünün en güzel çağı bu sokakta geçen şairi
üzer. Tabelayı yeniden asmak için çareler arar. Asıl amacı, geri döndürmek istediği o
güzel günlerdir.828
Halit Fahri, sevgilisinin ölümü üzerine yazdığı “Sensiz Saatler” de, Esentepe’
deki evi onun için kurduğunu söyler. Teraslı olan bu evin bahçesinde güller,
saçaklarında güvercinler vardır.829
“Dua” adlı şiirinde, ölen sevgilisinin en sevdiği yerin Ada olduğunu,
Zincirlikuyu’ da yattığını söyler. Ada kıyısındaki çamların ay ışığında suda onun
hayalini gördüklerini düşünür. 830
“Marmara Geceleri” nde, “solgun parıltılarla Marmara’ya nur serpildiği”
zamanı hatırlar. Bu gecelerde suların billûr musikisi tenha sahile dağılmaktadır.
826
827
828
829
830
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 93-94.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 103-104.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 108-109.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s.12-13.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s.16.
315
Hasta, hüzünlü bir kadını yerleştirdiği bu manzarada, sonra bütün yalıların rüyaya
daldıklarını, Adalar’ın açıklarda belirdiklerini söyler. Sonunda da ay Marmara’dan
çekilir.831
“İstanbul” şiirinde, bu şehrin Türk’ün zekâsı ve dehasıyla yoğrulduğunu; altı
yüzyılın şanlı rehberi olduğunu söyler. 832
Şair, “Boğaz’ın Dilberleri” nde, mayıs akşamları Boğaz’ın dalgalarının ilâhî
bir yari yad edişlerini dinler. (s. 100). Genç kızlar yeldirmeleri uçarak çamlıklarda
koşmaktadırlar. Bu “firarî, küçücük yıldızlar” etrafa peri gülüşleri saçmaktadırlar.
Göksu da sinelerinden gül kokusu süzülen bu kızları beklemektedir. Beyaz bir sal,
“Boğaz’ın cilveli sultanları” nı gezdirir. (s. 101) 833
“Eyüp Sırtında” da, Eyüp mezarlığını tasvir eder. Kara serviler, mezarlar, bir
susuz çeşme bu tabloda yerini alır. Uzakta, Haliç göle benzer. Şair daha önce burayı
anlatmamış olmasının şaşkınlığı içindedir. Kumruların garip huhuları duyulur.834
“Eyüp Mezarlığı’nda” şiirinde, bu mezarlığı mekân edinir. Yaz güneşinin
altında mezarlığa sessizlik hakimdir. Uzakta Haliç durgun parlamaktadır. Mezarlıkta
kara serviler vardır. 835
“Kar Yağarken” adlı şiirinde, kar yağarken sisli boşlukta bir ölüm hissi duyar.
“Karacaahmet’ in selvi dizisi” nin ufukta bulanık bir perde geldiğini söyler.
836
Şair, “Ada’dan Ayrılırken” de, buraya ait bir yığın hatıradan sadece
hayallerindeki çamlar, martılar, sular ve ılık akşamların kalacağını söyler. (s. 86).
831
832
833
834
835
836
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s.18-19.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 11.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 100-101.
Halit Fahri, Paravan, s. 21.
OZANSOY, Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s.2 8-29
OZANSOY, Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s.11.
316
Ada’nın çamlıklarının nisan yağmurlarından nasıl tazelendiğini her an düşünecektir.
Denizde mehtabı hatırlayacaktır. Burayla dolu olan gençliğini özleyecektir. (s. 87). 837
Enis Behiç, “Tuna Kıyısında” da, güneşin Tuna üstünden batışıyla vatanını,
İstanbul’u hatırlar. Her tarafa İstanbul’u görme hevesiyle bakar. Boğaziçi’nden bir
hayal ister.
“İstanbul! Ey sedef mehtaplarından / Hülya gözlerime ilk ışık veren.”
Orada renkler, Şark güneşiyle sihirli bir âlem yaratır. Akşamlar bin renklidir.838
Yusuf Ziya, “İstanbul” şiirinde, İstanbul’a seslenir. Genç ihtiyar herkesin
onun derdiyle matem tuttuğunu söyler. Onu ihmal eden vefasızları affetmemesini
ister. Hayal uykusundan uyanan şair, artık yalnız onun hasreti, aşkıyla yanmaktadır.
Onun beş vakitte ezanlarla zulme karşı çıkmasını ister. Onu sevenler ağlaşırken,
düşmanları şendir. Şehrin her köşesi yetim, ıssız mezarlarla dolmuştur.
“Seni bin bir minarenle dünya tanısın:
Uğrunda can verenlerin öz vatanısın!”839
Yusuf Ziya “Türk’ün İstanbul’u” nda;
“Burada Türk’ün nesi var? / Yıkılmış çağların viranesi var!...”
diyenlerin bu şehri anlamadıklarını düşünür. Minareler, kubbeler, türbelerin ilâhî
manalarını onlar duyamazlar, sevemezler. Buradaki bütün servilerin, mezarların,
akan yaşların Türk’ün olduğunu söyler.840
837
838
839
840
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 86-87.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 86.
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 11.
Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 59.
317
Bir arzuhalciyi anlattığı “Arzuhalci” adlı şiirde, mekân olarak İstanbul’u,
Yenicami çevresini seçer. Arzuhalcinin dükkânı Yenicami yakınında, sıra musluklara
karşıdır. Tezgâhı üstü aşınmış bir mezar taşı olan bu dükkânın sağ tarafı yeşil
parmaklıktır. 841
Faruk Nafiz, “Manzara” şiirinde, yaz mevsiminde sevgilisiyle beraber yapılan
bir Boğaz yolculuğunu anlatır. Sevgili, şairden habersizdir. Boğaz’ın fecri kendisini
o kadar kaplamıştır ki kendine yöneltilen hayran bakışları hissetmez. Sevgili,
Boğaz’ın manzaralarını seyrederken şair de sevgiliyi seyreder. Şair, Boğaz’ın
varlığını sevgilisinin varlığında hisseder.
“Seyrederken sen o dağlarda yamaçlarda yazı
Ben de seyran ederim sende, habersiz, Boğaz’ı”
Her gün süren bu yolculuklar sonunda sevgili şairde âdeta “bir Boğaz şarkısı”
olarak devam eder. Şiirde Boğaz’a dair ayrıntılı tasvirler bulunmaz. 842
“Yalılar” da, İstanbul’un güzel manzaralarından birini seçer. Ayın vurduğu
bir vakitte Boğaziçi’ndedir. Boğaziçi’nin ayrılmaz parçası olan yalıları seyreder.
Yalılarda bir hayat belirtisi görmek isteğiyle Boğaz’ı baştanbaşa
dolaşır.
Hatıralarının ardından baktığı bu manzarada, aradığını bulamayınca hüzünlenir.
“Boğaz’ı baştanbaşa dolaştım ağır ağır,
Yaşlı, genç yalıları birbirine ekledim.
Anladım pencereler kördü, kafesler sağır…
Son kadın bekler gibi fecri, artık, bekledim!”843
841
842
843
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s .65-66.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 38.
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 17.
318
“Çamlıca’daki Çınar” şiirinde, konum olarak hâkim bir tepede olan
Çamlıca’nın eteklerinden biri Marmara’yı, diğeri Boğaz’a uzanır. (s. 27). Burası
aynı zamanda sevgililerin buluşma mekânıdır. Yıllarca nice aşklara tanıklık etmiştir.
Buradaki bir çınar yaşanan her aşktan bir iz taşır. Kimi kendi adını kazımış kimi bir
okla iki kalbin delinişini çizmiş kimi de kendi adıyla bir kadının adını yan yana
yazmıştır. Şair de on beş yıl önce yaşadığı aşkın böyle izlerini bırakmıştır. (s. 28). 844
“Yeşil Köşe” de Boğaz’ın kendine has manzarasını verir. Cami, meşrûta,
muvakkit yeri, meydan, çeşme, kestane, çınar, çam, ezan vaktini bekleyen birkaç
mütekait bu manzarada yerini alırlar. Boğaz’da rastladığı yüzler, yazılar, manzaralar
yıllarca kütüphane rafında kalmış gibi hep düne aittirler. Şair, Boğaz’daki bu yaşama
hâkim olan eskiliğin etkisi altındadır.
“Köy câmi. Meşrûta. Muvakkit yeri. Meydan.
Meydanda köyün çeşmesi. Kestane. Çınar. Çam.
Çay, nargile: Mermerde tüten çifte buhurdan…
Gönlümle gözüm tütsülenir böyle her akşam.” 845
“Bir ömürlük Gün” adlı şiirinde, Bebek’ten Hisar’a yapılan bir yolculuğu
anlatır. Sarıyer’i, Altınkum’ u anar. Buralarda gördükleri şaire Hamit’ i, Fikret’i,
Nigâr Osman’ ı, “fetih kartalı” dediği Fatih’ i hatırlatır. Bu Boğaz sahilinde çocuk
ellerle kurulmuş gibi işleyen gemiler, bülbüllerin ahengiyle renkleri silinen güller
vardır. Her sabah Bebek’ten Hisar’a yapılan bu zevkli yolculuktan yine aynı zevkle
dönülecektir. Burada böyle yaşanan bir gün on beş yılın özü gibidir.
“İşte on beş senenin bir güne sığmış masalı;
Belki bir günden ibâret bütün ömrün aslı.”846
844
845
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 27-28.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 40.
319
“Göksu” şiirinde, Boğaz’ın bu müstesna yerine eski günlerin ardından bakar.
Göksu’da dolaşmak istediğinde hemen bir hayale dalar. Akşam olduğunda gülleri
yaşmak, söğüt dallarını maşlâhla ferace olarak görmektedir. Burada “devr-i kadîm”
in izlerini bulur. Sularda Nedim’i duymaktadır.
“Bir dâye sükûniyle yeder sanki bu yerde,
Her sandalı bir “mev‘id-i sevdâ” ya kürekler.
Mehtab ile her madde birer rûha döner de
Her gölgede son sevgili ilk âşıkı bekler.”
Bu gezintinin sonunda şairin geçmişe ait duyguları daha da kuvvetlenir. Artık
“sarışın Göksu” yu bahçesi; “pembe Hisar” ı evi olarak görmektedir. Gerçeğe
dönmek ona acı verdiğinden hayale sığınır. 847
“Kış Bahçeleri” nde sessiz bir Boğaz manzarası çizmektedir. Burada denizin
şarkısı dinmiş, rüzgâr uyumaktadır. Manzaranın durgunluğu semtlerin görüntüsüyle
verilir. Körfez düşünmekte, Kanlıca mahzundur. Emirgân ve Çınaraltı sisler
altındadır. Kışla birlikte Boğaz’ın alışılmış görüntüsü değişmiştir.
“Dinmiş denizin şarkısı, rüzgâr uyumakta,
Rıhtım boyu sonsuz bir üzüntüyle karaltı…
Körfez düşünür, Kanlıca mahzundur uzakta,
Mevsim gibi sislenmiş Emirgân, Çınaraltı.”
Güneş görünmesine rağmen şair bu manzara karşısında hüzünlenir. Mevsimle
beraber kuşlarla çiçekler gitmişlerdir. Şair buna üzülmez. Çünkü yeniden yaz günleri
846
847
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 43.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 46.
320
gelecek manzara canlanacaktır. Onu üzen geçmiş günlerin bir daha geri dönmeyecek
oluşudur.848
“Karacaahmet” adlı şiirinde, İstanbul’dan bir mekân seçer. Sevgilisiyle
beraber akşam vakti Karacaahmet’ten geçerler. Bu büyük mezarlığın özelliklerini
sayar. Geniş servilikli, yolu ıssız, içi tabut kadar serin olan bu mezarlıkta güneş geç
doğmakta, erken inmektedir. Bu mezarlık manzarasını burma sütunlar ve taş
kavuklar tamamlar. Bu mekân şaire ölüm gerçeğini hatırlatır. 849
“Efkâr” da, Boğaz ve sevgilisinden ayrılan şair, her yerde sevgili
bulunabileceğini söyler. Ona asıl dokunan, her iki dünyada Boğaz gibi bir yerin
bulunmayışıdır.850
16. Ademden Kara Gurbet
Gurbet, doğup yaşanılan yerden uzak kalmadır. İnsanın ilk hatıralarının, ilk
hüzünlerinin ve ilk sevinçlerinin yeşerdiği yere bağlılık duyması tabiîdir. Buradan
ayrı kalmak derin bir hasreti beraberinde getirir. Gurbette duyulan yalnızlık, sılaya
hasret duyguları insanları hayale sürükler. Kavuşma arzusunun, ayrılık acısının
sanatçı ruhu etkilememesi düşünülemez.
Halit Fahri, “Gurbette İlk Akşam” da, bayramı sevdiklerinden uzakta
geçirmenin acısını duyar. Gurbette her hatıra “boynu bükük bir gül “ gibi gelir. 851
“Sen
848
849
850
851
Yoksan”
da,
gurbete
düştüğünde
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 93.
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 20-22.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 154.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 49.
321
sevgilisinden
ayrı
kaldığı
için
yaşayamayacağını söyler. Eğer nasibi gurbetteyse bundan gam duymayacaktır.
Ancak sevilisinin olmaması onun ölümü demektir.852
Enis Behiç, “Tuna Kıyısında” şiirinde, yabancı ülkede evinden, vatanından
uzakta kalan şair, bu gurbetin yabancı güzellerinde vefa arayarak yalnızlığından
kurtulmak ister. Tuna kıyısında güneşin batışı ona yurdunu hatırlatır. Her tarafa
İstanbul diye bakarken “Boğaziçi’nden bir hayal ister. Burada gün ne kadar güzel
batsa da o, en hoş rengine bile yabancıdır. Burası yurdunu andırır fakat o, “bin renkle
akşamı kucaklayan” İstanbul’u, yurdunu özler. (s. 86). Karanlık bahtıyla yıllarca
yana, her türlü zulme katlanan yurdunu anar. (s. 87).853
Yusuf Ziya, gurbette kimsesizliğini, yalnızlığını anlattığı “Kimsesiz..” de,
baktığı her yer karanlıktır. Kalbinde “zehirli sam” eser. Sevgilisinden haber veren
yoktur. İçini dağınık bir vesvese kaplar. (s. 30). Gönülleri sevgisiz olan bu yerde,
hiçbir güzelde vefa bulamaz. O kadar yalnızdır ki yollardaki izini ancak rüzgârlar
bozar. (s. 31).854
“Gurbet, ya sıladan uzak, ya da vatandan uzak kalmak demektir” diyen
Faruk Nafiz, birincisini “küçük gurbet”, ikincisini de “büyük gurbet” olarak görür.
Küçük gurbetteyken gurbetin büyüyebileceğini söyleyen şair, sılada bekleyenlerin
sevgisi ve dönüş güçlüğünün gurbetleri büyüttüğünü düşünür. “Bazen sılanın içinde
852
853
854
Halit Fahri, Paravan, s. 61.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 86-87.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 30-31.
322
bile büyük gurbetler olur. Ancak gurbetin bir iyiliği varsa o da değerlerin daha iyi
anlaşılması ve kavuşma heyecanının eşsiz lezzetidir.” 855
“Gurbet” şiirinde, münzeviler beldesi dediği ıssız bir köyün tasvirini yapar.
Bu tabiat içinde kırlarda gölgesiyle yalnız olan şair, kendini sürüsüz bir çobana
benzetir. Gurbet hissiyle dolar. 856 “Has Bahçe II” de, sevgiliden ayrı geçirdiği
zamanlarını gurbet olarak görür. Gurbette geçirdiği her gününün zevaline bir adım
olduğunu düşünür. 857 Şiirin devamı olan “Has Bahçe III” te de sevgiliden ayrılığı
gurbet olarak görür.
“Ben, senden ayrı, köyden uzak, hasta bir çoban,
Bir dağ başında sanki dağılmış bütün sürüm,”858
“Anadolu’dan, gurbet akşamlarında duyulan yalnızlık ve gariplikten” ilham
alarak yazdığı 859 “Han Duvarları” nı yazdığı zaman, Anadolu’ya giden sadece iki
tren yolu olduğunu söyler. Bu yolların biri Ulukışla, diğeri de Ankara’ya kadardır.
“Umumiyetle yaylı denilen at arabaları ile seyahat etmek, düşündüklerini
hissedebilmek, bu şiirin doğuşuna yardım etmiştir.” der.860
İnsandaki gurbet duygusunun ilk insanın cennetten çıktığı günden itibaren
başladığını düşünür. O zamandan beri yeryüzünü baştan başa garipler kaplamıştır.
Şair duyduğu her gülüşün sevinçten haber olmadığını söyler. 861
“Han Duvarları”nda, tasvir edilen coğrafyanın genişliği ve ıssızlığı, yokluk,
ölüm, yalnızlık hisleriyle beraber gurbet duygusunu da beraberinde getirir. İlk etken
yolculuk yapılan bu coğrafyaya yabancı olmaktır. Şair, bu ilk ayrılığını, yaşadığı
855
YÜCEBAŞ, Hilmi, Faruk Nafiz Çamlıbel-Hayatı-Hâtıraları-Şiirleri, s. 110.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 43-44.
857
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 92.
858
Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 93.
859
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14(Şubat
1973), s. 24.
860
YÜCEBAŞ, Hilmi, Faruk Nafiz, Çamlıbel-Hayatı-Hâtıralaı-Şiirleri, s. 110.
861
Faruk Nafiz, “Garipler”, B. Ö. B. G., s. 38.
856
323
acıyı, “ilk sevgi” ye benzetir. Uzayan yollarla birlikte sürekli gurbete çekilir.
Yolların uzaması duyduğu bu hissin canlı kalmasını etkiler. Gurbete düşen sadece o
değildir. Vatanın dört bucağından gelen, “bağrındaki yaraya bir deva bulmak”
isteyen garipler hanlarda toplanır. Duyulan his ortaksa da hepsinin hikâyesi farklıdır.
Anadolu insanının temsilcisi olan “şair arkadaş” Maraşlı Şeyhoğlu duygularının
tercümanı olur. Yurdu Kınadağı’ndan, baba ocağından ve yarinden on yıldır ayrı
kalan Şeyhoğlu’nun yolu hudutlardan hudutlara uzanmıştır. Yarin hayaliyla dolu
olan şair arkadaş, kuru yaprak gibi rüzgârın önünde sürüklenmektedir. Şair, çektiği
gurbet acısına artık üzülmemesini, o günlerin geçtiğini söyler. Artık ne hudut ne
askerlik ne de savaş kalmıştır. Hudutlarda kazandığı şan, çekilen hasreti, gurbet
acısını silecek kadar güzeldir. Anadolu coğrafyasını ören hanlar ve yollar, şairin
gurbet hissini düğümler. 862 “Şiirin muhtevasını teşkil eden üç unsur, coğrafya,
Maraşlı Şeyhoğlu ve şairin kendisi bir noktada birleşirler: Gurbet duygusu: “ Han
Duvarları” nda baştan sona kadar bu duygu hâkimdir.” 863
Gurbet ne kadar sılan uzak kalmaksa ona kavuşmak da bir yolculuk gerektirir.
Sılaya yapılan bu yolculuklar günlük hayatta yapılan sıradan yolculuklar gibi
değildir. Daha önce hayali kurulduğu için heyecan vericidir. “Yolcu ile Arabacı” da
sılaya dönüş yolculuğunu yolcu ile arabacının konuşmalarıyla verir. “Gurbet
ademden kara, hasret ölümden acı” dır. Bu duygularla yapılan yolculuk bitmek
bilmez. Arabacı ömrü boyunca yollarda olduğu hâlde hâlâ yolunun sonunu
görememiştir. Yolcu, arabacıdan atları çabuk sürmesini, bir an önce köyüne
ulaştırmasını ister. Bekleyenlerin de aynı hasreti duyduğunu düşünerek bir an önce
varmak ister. Bir kez sılayı görse içindeki “kızıl kor yığını kül bağlayacaktır”.
862
863
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 87-93.
KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), s. 21.
324
Bekleyenlerin olması gurbete ve yolculuğa ayrı bir mana yükler. Hasret daha yakıcı
olurken kavuşmak da daha coşkun olacaktır. Asıl hazin olan hem gurbete düşmek
hem de bekleyeni olmamaktır.864
“Suya Kaside” de, gurbet elde gezerken hiç kimsenin hasretini duymadığını
söyleyen şair, içinde eksilenin yerini sularla doldurur. Ne insanı ne de insan eserini
özler. Yanan ruhuna en iyi arkadaş sulardır. Suların bu derece önemli olması
sebepsiz değildir. Çünkü şekilden şekle girerler. Bazen ince ince süzülürken bazen de
ufku kaplarlar. Onun aynasında göz ile gönül rahatlar. (s. 62). Sularla dertleşmeyi
seven şair, pınara dert anlatır, çeşmeyi söyletir. Su başında olmak onun için
yeterlidir. Çünkü o Kerem’den sularla konuşmayı öğrenmiştir. (s. 63). 865 Martıyı,
sıladan gurbete “sesler taşıyan” tek kuş olduğu için, “cennet kuşu anka” ya
değişmeyen şair, onun sesinin sustuğunda ölümün hatırlandığını söyler. 866
Yassıada’da yazdığı “Ölümle Kalım Arasında I” de, menfâya değil gurbete
gitmeye mecbur olduğundan ruhu evde kalıp cenazesinin yola çıktığını söyler.
867
17. Ölümden Acı Hasret
Halit Fahri “Sahilde” şiirinde, sevgilisine hasretini dile getirir. Onun sevdiği
şarkıyı hatırladığında kalbi derin bir sızı duyar. Ruhu, “zalim eş” inden ayrı
düşmüştür.868
“Rüyama Gir İstiyorum” da, ölen eşine hasreti dile getirir. Kâbuslu
uykularından uyanmadan onu “sırtında şafak ışıklarından tel tel örülmüş bir örtü” yle
864
865
866
867
868
Faruk Nafiz, B. Ö. B. G., s. 44.
Faruk Nafiz, B. Ö. B. G., s. 62-63.
Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 57.
Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 81.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 27.
325
rüyasında görmek ister.869 “Her Gece” de, ışıkları sönen evde her gece ölen eşini
arayan şair, hiç olmazsa hayalini görebilmek için Allah’a yalvarır. Ölümün acısını
daha derinden hissetmeye başlar.870 “Gariplik” te, eşi ölmeden odasının böyle sessiz,
garip ve yetim olmadığını hatırlar. Onun düşünceye dalgınlığında bile bir şiir
bulmuştur. Hayattayken duvardaki resim daha güzel; fotoğraflar daha canlıdır. Saat
başka türlü işleyip başka türlü çalmaktadır. O olduğu için hayat da vardır.871 “Hep
Sen” de, ölen eşi hâlâ gönlündedir. Havasını, gölgesini etrafında; sesini içinde duyar.
Işıkta gülümsemesini; çiçekte yeşil ebrulî gözlerini görür. Bütün varlığı ondadır.
Onun acısıyla doludur.872
“İtiraf” ta, gece yolu meşalelerle beklenip, saraylara misafir edilse bile mutlu
olamayacağını söyler. (s. 92). Çünkü sevgilisi yanında değildir. Gece pırıl pırıl
rakkaseler, ahenk içinde divanını şenlendirse yine mutlu olamayacaktır. Bütün bu
sesler içinde sevgilini sesi yoktur. (s. 93).873
Yusuf Ziya, “Davet” te, kalbinin nihayetsiz, tenha bir göl olduğunu söyler. (s.
32). Bu gölün ortasında bir mabet vardır. Hiçbir kadın daha mihrabını tavaf
etmemiştir. Şair, kimsesiz rahip gibi bu mabedi bekler. Yıllar geçer beklediği o
meçhul sevgili gelmez. Mabedinin kandilleri sönmeden gelmesini ister. Çünkü artık
gün yaklaşmaktadır. (s. 33). Ona sevdanın manasını öğretecek, onu engin bakışıyla
mest edecek hayalî kadını merak eder. O kadar sevgiye muhtaçtır ki bir an önce
gelmesini ister. (s. 34).874
869
870
871
872
873
874
OZANSOY, Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 5.
OZANSOY, Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 9.
OZANSOY, Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 15.
OZANSOY, Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 67.
OZANSOY, Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 92-93.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 32-34.
326
“Seyyah” ta, âşık olanların, kendi efsanesini dinlemelerini ister. O, elinde asa,
hayalî sevgilinin meçhul izini aramıştır. (s. 37). Çöller kadar ıssız olan kalbi,
“”tılsımlı sevgi menbaı” nı arar. Sevgili hayalîdir fakat, rüzgârdan “kumral başlı”
dan haber vermesini ister. Rüzgâr, efsanevî aşkını anıp ağlamasını söyler. Kime sorsa
bu sevgiliden haber yoktur. On yıl yad elleri gezer, rüzgârdan haber sorar.
“Düştü mağrûr, eğilmeyen alnımdaki taç,
Şimdi kalbim efsanevî bir aşka muhtaç!” (s. 38).875
“Gözlerin” şiirinde, daldan dala konan gönlünü, sevgilinin gözlerinin
karasevdaya düşürdüğünü söyler. Sevgilinin “sevda iksiri şehlâ” bakışlarının esiri
olur. O kadar tesirlidirler ki şairin ilhamını çalarlar. (s. 56). Kalbi sevgilinin
hasretiyle yanan şair, ya aşkıyla yaşatmasını ya da öldürmesini ister. (s. 57). 876
Faruk Nafiz, insan hayatının “fert olarak fani, cemiyet halinde ebedî”
olduğunu düşünür. Ona göre fertler ölür, cemiyetler ölmez. Maziye dönüşün geçmiş
günleri canlandırmak suretiyle hayatı biraz daha uzatmak olduğunu düşünür.
Cemiyetin önünde yaşanacak çok uzun zamanlar bulunduğu için geçmişten hayat
almaya ihtiyacı olmadığını söyleyerek ebedî hayattan nasipsiz olan ferdin, geçmiş
günleri tekrar ederek ömrünün sayılı yıllarını genişletebileceğini umar. Cemiyetin
maziye dönmesini bir hareket ve hamle ziyanı olarak gören şair, ferdin hatıralarına
bağlanmasını hayatına hayat eklemek olarak algılar.
Geçmiş günlerin hepsinin mutluluk hatırası taşımamasına rağmen her zaman
lezzetle hatırlandığına dikkati çeker. Geçmişte yaşanan hasret ve ıstırap anlarının
geçen süre içinde silindiğini, yaraların kapandığını belirtir. “Avutulmuş kederler,
875
876
Yusuf Ziya Âşıklar Yolu, s. 37-38.
Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 56-57.
327
bizim için saadet kadar aziz birer hatıradırlar.” der. Kötü hatıraların hafızadan
silinerek geçmiş günlere yekpare saadet manzarası verildiğini söyler. Mazi üzerinde
yapılan tasfiye, insanlara geçmiş zamanı hasretle arattırmaktadır. Şaire göre “Mazi,
birkaç yıl değil, bir saat önce bile olsa, yine özlenecek bir zamandır.” Çünkü insan
içinde yaşadığı andakinden daha gençtir. Her geçen zaman ömrün daha genç bir
dakikasını götürmektedir. Gençliğin, hayatın en özlenecek çağı olduğunu söyleyen
şair, onun daima mazide göründüğünü belirtir. Geçmiş günleri anmanın yalnız hayatı
uzatmak değil, aynı zamanda gençleştirmek olduğunu düşünür. (s. 5)
Edebiyatçıların ayrı yer ve zamanlarda yaşamalarına rağmen, sözbirliği
etmişler gibi, mazinin lezzetli oluşunda ısrar ettiklerini belirtir. “Geçmiş zamanın
cihana bedel bir hayali olduğunu, o hayal canlandırıldıkça insanın kadehler gibi
dolup boşaldığını” söyleyen Faruk Nafiz, tesellinin insanlara ancak hayalden
gelebileceğine inanır. “Edebiyatta ferahlık veren devir, hep geçmiş zamandır.”
diyerek sanatkârın geleceği çok az düşündüğüne dikkati çeker.
Şair, yaş ilerledikçe hatıraların daha çok değerlendiğini düşünür. İnsana
geçmiş zamanı yeniden yaşama fırsatı veren hatıraların, paha biçilmez bir değer
kazandığını belirtir. Yaşanılacak günleri cennet veya cehennem haline getirmenin,
yaşanılan günlerin elinde olduğuna inanır. Şair, ölürken “Yaşadım.” diyebilmenin
insanın en büyük tesellisi olduğunu söyler. (s. 11) 877
Faruk Nafiz, hayatı hayalin güzelleştirdiğini düşünür. Gençliğin bütün
cazibesini hayal kuvvetinde görür. Gençliğin en çok bu yönden sevildiğini belirtir.
“O zamanın hasretini çekenler, ancak, hissin yerini fikre, hayalin yerini hakikate
devretmiş olanlardır. Gençlik denilen mazisiz çağda, yaşanılmış bir zaman
877
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Geçmiş Günler”, Yedigün, 554 (18 Birinci Teşrin 1943), s. 5, 11.
328
olmadığına göre, yaşanılacak bir hayat tasavvur olunur. Hayalde canlandırılan bu
hayat, görülen en güzel, en parlak şekillerle süslenir. Bunlar düşünülmez. Çünkü
düşünmek başka, hayal kurmak başkadır. Gerçek âlem, muhayyilede canlandırılan
kâinattır.”
Şair, gençliğin hayali hakikat yerine koyduğunu, bunun için yeryüzünde
bundan daha fazla mesut olmanın mümkün olmadığını düşünür. Böyle hülyalara
imkân verdiği için gençliğe paha biçilemediğini vurgular. Gençliğin güzel, doğru ve
iyi şeyleri hayal etmekle görevli olduğunu söyler. İnsanın gençken şair, orta yaşta
romancı, ihtiyarladığı zaman da filozof oluşunu buna bağlar.
Hayalin gerçekleşmemesinin acı bir olay olduğunu belirten şair, hayalin
gerçekleşmesinin de ondan daha az acı olmadığını düşünür. Bütün hayalleri
gerçekleşmiş bir insanın bütün arzularının tükendiğini; artık tasavvur etme imkânını
olmadığını söyler. Böyle insanları arpa ambarında dolaşan tok bir tavuğa benzetir.
Hayatta arzu ve tasavvur edeceği bir şeyi kalmayan insanı zavallı olarak görür.
Faruk Nafiz, hayalin iflâsının insanlar için manevî bir ölüm olduğunu
düşünür. Ona göre “milletlerin kuvveti mefkûreden, ferdin kuvveti hayalden
gelmektedir.” 878
“Kış Gezintileri” adlı şiirinde, “ölümden hayat alan mevsim” olarak
nitelendirdiği kışın tasvirinin ardından sevgiliyle geçen yaz günlerine duyulan özlemi
dile getirir. Sevgiliyle mutlu anların geçirildiği yerler artık kış görüntüsüne
bürünmüştür. Bütün civar ölü bir hüzün içindedir. Her tarafta sevgilinin hatırası
ağlamaktadır ve şair bu manzaranın içinde yalnızdır.
“Ağlıyor her tarafta hatıranız, / Ölü bir hüzün içinde sanki civar,
878
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Malihulya”, Yedigün, 538 (28 Haziran 1943), s. 6.
329
Karlı yollarda kaybolan yalnız / Ben varım, çizdiğim geçitler var…”879
“Sessiz Bahar” da, “kıştan neşesiz” bulduğu bir bahar gününde sevgiliyle
geçen baharı hatırlar ve özler. Bu tabiatın içinde şairle birlikte maziyi yad eden bir
tek unsur vardır. O da üstünde isimleri yazılı olan bir çınar ağacıdır. 880
“İthaf” şiirinde mutlu olabilmek için sevgiliden kendisini geçmiş günlere
döndürmesini ister.
“Dizinizde okşayın kumral başımı,/ İşte bir öksüzüyüm ben de sevincin.
Rübabımdan nağmeler dinlemek için/ Bana tekrar yaşatın yirmi yaşımı.”881
“Yeşil Köşe” de Boğaz’dan bir manzara verir. Cami, meşruta, muvakkit yeri,
meydan, çeşme, kestane, çınar, çam bu manzarada yerlerini alırlar. Buradaki yüzler,
yazılar, manzaralar hep düne aittirler. Şair bu yaşantıdaki eskiliğin etkisi altındadır.
Bu eskilikten memnun eski yaşantılar özlenir.
“Rüzgâr o sihirbaz ki temas ettiği anda
En tâze şekiller bile efsâneleşirler;
Bir dem sürerim dört asır evvelki cihanda:
Hep eski hayâl, eski edâ, eski şiirler…”882
“Bir Gece” şiirinde geçmişe özlemini anlatır. Bu sevgiliye dair bir hatıradır.
Tabiat sevgiliye ait olan bu hatırayı süsler. Sevgili mehtapta sandaldadır. Şair
ömrünün şirin bir gecesini geçirdiğini düşünür. Hâlâ içinde hissettiği bu gecelerin bir
daha geri dönmeyeceğine üzülmektedir.883
879
880
881
882
883
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 22.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41-42.
Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 22.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 40.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 38-39.
330
“Göksu” adlı şiirinde yaşadığı ana geçmiş günlerin hayali ardından bakar.
Buradaki gezintisinde hatırasında yaşayan unsurlarla karşılaşır. Bu hayalden o kadar
tat almaktadır ki gerçeğe dönmek istemez.
“Gönlüm ne zaman Göksu’da isterse dolaşmak,
Kaplar hemen etrâfı hayâlimdeki bahçe:
Akşam, görünür güller bana uzaktan yaşmak,
Hulyâlı söğüt dalları maşlahla ferâce!”
Şair daha sonra “Devr-i Kadîm” in ve Nedim’in izlerini bulur. Geçmişle dolu
olan bu gezintinin o kadar tesiri altındadır ki dönüşünde Göksu ve Hisar’ı daha çok
benimsemiştir.884
“Kış Bahçeleri” adlı şiirinde, kış mevsimiyle beraber Boğaz’a hakim olan
manzarayı verir. Bu sessizlik ve cansızlık hüzün vericidir. Geçen yaz günleri
hatırlanır. Tabiatta her şey değişmiştir. Kuşlarla çiçekler gitmişlerdir. Şair, buna
üzülmeyi doğru bulmaz. Çünkü yazın gelişiyle yeniden eski manzaralara
dönülecektir. Onu asıl hüzünlendiren geçmiş günlerin yeniden dönmeyecek oluşudur.
“İçlenme, tabîatteki yekpâre kederden,
Yas tutma, dağılmış diye kuşlarla çiçekler:
Onlar dönecektir yine gittikleri yerden,
Onlarla giden günlerimiz dönmiyecekler!” 885
Boğaziçi’nin değişmez bir unsuru olan yalıları ele aldığı “Yalılar” adlı
şiirinde geçmiş günlere özlemini dile getirir. O boğaz’da yaptığı gezide, hatırasında
yer alan yalıları görmek ister. Bu yalılarda hayat izi görmek ister.
“Sanki bir bekliyenin yuvasıydı her yalı,
884
885
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 46.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 94.
331
Yolumu gözlüyordu sanki her camda baş,
Durgun sular, başıboş bıraktığım sandalı
Yalıların önünden geçirdi yavaş yavaş…”
Şair, şiirin son dörtlüğünde Boğaz’ı baştan başa dolaştığını fakat eski günlere
dair bir iz göremediğini söyler.886
18. Kerbelâ Akşamı: Yılbaşı
Halit Fahri, yılbaşıyla beraber insanın hayatının şeridine bir düğüm daha
vurulduğunu, bu düğümle bu şeridin biraz daha kısaldığını söyler. Yılbaşında
insanların kaybettiği sevdiklerinden ayrı geçirilen günlerin hatırlandığını düşünen
şair, bu gece neşelenenlerin neşesinin içten olmadığını düşünür. “Geçen ve geçtikçe
ihtiyarlayan hayatın gizli bir eleminin bütün gönülleri sardığını” belirtir. Böylece
yüzlerce yabancının sevinç maskesi taktığını söyler. Bu gece atılan kahkahaların
insanın kendini aldatmak ihtiyacından doğduğunu ileri sürer. Yılbaşına fazla önem
verilmemesi taraftarıdır. Yılbaşı ağaran saçlar, buruşan yüzler, eğilen omuzlar,
bükülen beller gibi “hazin” dir.887
İnsanların yılbaşı geceleri neden eğlendiklerini merak eder. Geçen bir yılın
acısını mı, çizgileri artan yüzleri mi kutladıklarını merak eder. Yoksa ölüme bir yıl
daha yaklaşmanın hüsranını mı kutlamaktadırlar? Ölen sevgililerin hatıralarıyla
geçirilen hiçbir yılbaşı insana tam bir mutluluk veremez. 888
Halit Fahri, yılbaşıyla ilgili düşüncelerini verdiği yazıda, “Geceki neşe niçin?
Hamdolsun ben sağım diye?.. Bunun başka türlü açıklaması yoktur. Ama gerçeği
arasanız yılbaşı akşamları, insana, bilinç dışında saklanan bir çeşit hüzün de verir.
886
887
888
Faruk Nafiz, Akarsu, s. 16.
OZANSOY, Halit Fahri, “Yılbaşına Girerken..”, Uyanış, 2054/369(2 İkinci Kânun 1936), s. 82.
OZANSOY, Halit Fahri, “Yılbaşı”, Uyanış, 2158/473(30 Birinci Kânun 1937), s. 83.
332
Çılgınca eğlenenler biraz da, farkında olmadan, içlerindeki o sesi cazbant gürültüsü
ile boğmak isteyenlerdir.” der. Her yılbaşında ömürden bir yıl daha eksildiğini
söyleyen şair, insanın kaderinin bu olduğunu belirtir. Eksilen bir yıla, daha ateşli bir
atılışla karşı çıkılmasını ister. “Hayat böyle istiyor. Bir komplekstir bu. Ölenlerimize
gözyaşı; kendimize bir ibret levhası!” 889
“Yıl Ölürken” de, ışıkların söndürülmesini, çılgınlıklara bir ara verilmesini
ister. Eğlenip neşelenmek yerine, “karanlıkta can veren” yıla matem tutulması
gerektiğini söyler. Kadeh parıltıları, öpüşler, kahkahalarla comsak yerine ömürden
bir yıl daha eksildi diye ağlamalarını ister. Çünkü alınlarında “elem kırışıklıkları”
vardır.890
“1937 Yılbaşı Gecesinde” şiirinde, bol ışıklı, pırıl pırıl kadehlerle dolu
sofrada sevgilisiyle beraberdir. “Yeni yıl sessiz adımlarla yaklaşmakta” dır.
Konuşmak yerine etrafı dinlemeyi, ruhların anlaşmasını ister. 891
“1963 Yılbaşı Gecesinde” şiirinde, o gecenin hangi gece olduğunun farkında
bile değildir. Artık ne sofra, ne çiçek, ne masa vardır. Bu çerçevede annenin son
resmi ve bahçenin son iki gül goncası yerlerini alırlar. Her tarafta ölen eşinin
varlığını hisseder. Hatıralar sırayla geçer. Saatin çınlamasıyla “boynu bükük ömrü”
yarına kalır.892
Enis Behiç, in “Yeni Yıl” şiirinde, kış “sırtına fırtınalardan kanat takınmış bir
at gibi şahlanır.” Zaman merhalesini aşar. Bu küheylanın şehsuvarı genç, kuvvetli
yeni yıldır. Cihanı yeni hayata çağırır. Eski yılın iki büklüm yerden yere vurulmasını
889
890
891
892
OZANSOY, Halit Fahri, “Yılbaşı ve Bayram”, Tercüman , (28 Aralık 1967).
Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 80.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 62.
Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin ötesinde, s. 63.
333
söyler. Çünkü yeniler, eskilere böyle hücum etmektedir. Şair, yeni yıldan
gönüllerdeki pası silmesini ister.893
Faruk Nafiz, “Yılbaşında” şiirinde, yılbaşı gecesi eğlenceden dönerken
yurtsuz sefillere rastlar. Başı boş, gönülden rahat olup sevgilinin kapısında onlar gibi
sabahlamak ister.894
1960 yılını 1961’e bağlayan gece, Yassıada’daki koğuşunda yazdığı 895
“Yılbaşı” adlı şiirde, Marmara ufkunda gördüğü bu geceyi Kerbelâ akşamına
benzetir. Bu geceyi öyle hüzünle geçirir ki sel olan gözyaşları çölü deryaya çevirecek
kadar çoktur. Kanlı bulutlarda Hüseyin’in yüzünü görür. Geçirilen bu yılbaşı gecesi
On Muharrem gibi matemle geçer.896
1972 yılında Yusuf Mardin’e yazdığı yılbaşı tebrik kartına şu beyti yazar:
“Geliyor, yıl sonu geldikçe, hesabın sırası:
Eski yâran kalıyor hep yeni yıl hatırası!” 897
19. Ruhun Vebaya Tutulması: Kıskançlık
Halit Fahri, “Balkonda Saatler II” de, başka aşkları kıskandığını söyler.
Onlardan daha mutlu olduğu hâlde başka bir saadet de kıskanacak ne olduğunu
düşünür.898
893
894
895
896
897
898
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 207-208.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 12.
ÇETİN, Celâlettin, “F. Nafiz Çamlıbel Bir Eser Hazırlıyor”, Tercüman, (25 Eylül 1961), s. 1.
Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 75.
MARDİN, Yusuf, “Çamlıbel’e Ait Bir İki Anı”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 23.
Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 4.
334
Enis Behiç, “Kırmızı Şezlonk” ta, Banker Mişon’un kendisini ortağıyla
aldatan karısına karşı duyduğu kıskançlığı anlatır. Adam karısından ayrılarak onu
cezalandırmayı düşünür. Sonra onsuz yapamayacağını anlar. İntikamla dolu adam bu
defa ortağından hıncını almak ister. Fakat bu defa da kârından olmak istemez. Ne
Rebeka’dan ne de paradan vazgeçebilir. Çareyi âşıkları uygunsuz hâlde bulduğu
şezlongu parçalayıp yakmakta bulur.
“Cezalandırmadıysa hayasız mücrimleri,
Cezaya çarptı cürmün vuku bulduğu yeri!..” (s. 67).
Şezlongu parçalayıp yakmakla Mişon’un alnı açık, aktır artık. Namusunu ateşle
temizlemiştir. Böylece ne Rebeka’dan ne de ortağından ayrılmıştır. 899
Faruk Nafiz “Kıskanç” şiiri için sorulan “Objektif bir anlatış mı? Yoksa
kıskanç siz misiniz?” sorusuna, kıskancın kendisi olduğunu, henüz bir cinayet
işlemediğini ama sevdiği sürece korkunç olduğunu söyler. (s. 24). 900
“Eski bir Kin” de, âşıktır. Sevgiliyle bir gece geçirmek için bütün ahlâk
kayıtlarını kırar. Kadının başka birine meylettiğini görünce de kıskançlık ruhundan
bir engin gibi taşar, çıldırır. Onsuz geçen hayat işkence gibidir. Avunmak için zevk
âlemine düşer. Kadınların ruhunun da şeklinin de aynı olduğunu düşünür. (s. 26). O
afet, şairi baştan başa viran etmiştir. Bağrı yandığı günden beri deli gibidir. Ruhu
vebaya tutulmuş gibi hastalanan şair, bunun ancak sevgilinin son nefesiyle
geçebileceğini söyler. Bu kıskançlık, aldatılmanın verdiği acı, sevgiliyi öldürme
fikrine kadar gider. (s. 27).901
899
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 60-67.
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat
1973), s. 24.
901
Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 26-27.
900
335
“Şeytan” da, aşkın güzelliğinden çok acı ve yıkıcı tarafını ele alır. Şair,
kadına bakış tarzını da verdiği bu şiirde olumsuz düşünceler içindedir. Çocukluğunda
gördüğü bir rüyada yakınlaştığı kadının “şeytan” olduğu söylenmiştir. Yıllar sonra
rüyasında gördüğü kadının o “şeytan” olduğunu düşünür. Aldatılma düşüncesine
kapılır ve büyük bir kıskançlık duyar. Büyük bir ruh karmaşası yaşayan şair, âşık
olduğu kadına zarar verdikçe ruhunun rahatlayacağını düşünür. Bu öldürme
düşüncesine kadar varır.902
“Kıskanç” ta, kıskançlık marazî bir hâl alır. Sevgiliye farklı gözle bakılma
düşüncesi, şairi rahatsız eder. Sevgiliyi cana yakın bulan herkesi düşman beller. Ona
yönelen en masum sevgiler bile şairi kıskandırmaya yeter. Onu seven herkesi âdeta
lânetler. Sevgiliye kendisi gibi gibi gören herkesin kahrolmasını ister. 903
“Allahaısmarladık” ta, bir yiğidin oğluna, bir kadının kızına düşkünlüğünden
çok sevgilisine düşkündür. (s. 129).
“Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü,
Alnından öz kardeşin öpse ben irkilirim.
Değil yalnız kimlerin ardına düştüğünü,
Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.” (s. 130).904
20. Cephe Gerisi
Halit Fahri, savaşa gidenlerin geride kalan ailelerini düşünür. İçinde
yaşadıkları kararsızlığın onlar için ıstıraplı bir hayat olduğunu söyler. Uzakta
savaşanların ne ölümlerini ne de sağlıklarını kesin olarak bilememeleri, onları tam
902
903
904
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 26.
Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 124.
Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 129-130.
336
olarak içlerinde taşımalarını zorlaştırır. “Harbe gidenlerin muhtemel ölümü, geride
kalanlara, bazan, bunun için hakiki ölümden de hazindir.” der.905
“Köyden Çıkanlar…” şiirinde, asker uğurlayan bir kalabalığın duygularını
verir.
Kahramanlar
silâh
başına
çağrıldıkları
için
ninelerin,
nişanlıların
üzülmemelerini ister. Nineler, kederden değil mutluluktan ağlamaktadır. Onları
bugünler için yetiştirdiklerini söyleyerek uğurlarlar.(s. 4). Nişanlılar, gazi dönenlerin
aşka müstehak olduklarını; şehit düşenler içinse kalplerinin mezar olacağını
söylerler. Uzun süre bekleyeceklerdir. Hak, kahramanların gazasıyla hoşnut
olacaktır. Onlar ataları gibi savaşacaklardır. Çünkü Tanrı, “Babanıza lâyık olun” der.
Yaşlılar, kendilerinin de bir sabah köyden böyle çıkışlarını hatırlarlar. Kahramanlar,
hemşirelere yaşlıların her kış ocak başında oturup savaştan konuşmalarını hatırlatır.
Hemşireler, onların da artık birer kahraman olduklarını, gökteki her yıldızın onlardan
haber vereceğini söyler. Helâlleşirler. 906
“İstasyonda…”
şiirinde
de
asker
uğurlamayı
anlatır.
Mehmetcikler
pencerelerdedir. Efe tavırlı bu askerler bir Anadolu türküsü söylerler. Acı bir düdük
sesinden sonra kahramanlarla vedalaşılır. Tren gözden kaybolunca kalanları bir
gariplik sarar.907
Siperdeki bir askerin ağzından yazılan “Bayram Mektubu” nda, köyünü,
yalnız ninesini, harmanı merak eden asker, nişanlısının ağlamasına şaşırır. Türk
kızının “intikam günü” ağlamaması gerektiğini söyler.908
“Hilâl-i Ahmer” de, “kırmızı hilâl” in her yaralının göğsünü incitmeden saran
müşfik bir el olduğunu söyler. Onun tek amacı, hayat dağıtmaktır. O olmasa savaş
905
906
907
908
“Harb Karşısında Bir Düşünce”, Uyanış, 2252/567(19 Birinci Teşrin 1939), s. 319.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 4-7.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 10.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 19.
337
annesiz kalır. O, karanlık gecede nur yakar. Renginin neden kırmızı olduğunu merak
eder. Göğsüne damla damla kan biriktiğini düşünür. Bu kanların hepsi bir evlâdın
yarasından aldığı nişanelerdir. Askerden dönenler de köylerinde o “müşfik anne” yi
anlatırlar.909
“Şehit” şiirinde, şehit nişanlısının ağlamamasını; onun cennetine çabuk
kavuştuğunu söyler. O, şanlı bir şekilde ölmüştür. Türk kızının daha fazla
ağlamamasını şehidin ruhuna bir “Yasin” okumasını ister. 910
“Bugünkü Sadabad” da, daha dün yadı bile neşe veren Sadabad, şimdi hicran
doludur. Son matem onu unutturmuştur. (s.8). Artık üç çifte kayıklarla Haliç’te gezen
güzeller yoktur. Oradaki eğlenceler de bitmiştir. Lâleler, çerağlar görülmez.(s. 9). 911
“Bekleyen Bakireler” de, savaşa giden sevgililerinin yolunu gözleyen genç
kızlar anlatılır. Genç kızlar hatıraları yad ederler. Kalplerine “ölüm güllerinin kan
kokusu” yayılır.912
“Yetimler” de, kimi şehit evlâdı, kimi zavallı aileden olan çocukların savaştan
etkilenmelerini anlatır. Gamlı günlerin yadı bitmez. Gelen bahar bile onları mutlu
edememiştir. (s. 13). Hayatlarında masal anlatan sevimli bir dadı hiç olmamıştır. Her
bayramda gözleri yaşlıdır. Onların geceleri karanlık; sıcak bir döşeği, bir anne dizi
olmayan bu çocukların kalpleri sürekli incinmiştir. Çocuklukta sevilen ne varsa
ondan mahrum kalmışlardır. Ağlayan seslere aşinadırlar. Vatanda gün doğmadığı
için yıllardır kederleri sürer. Şair onların bu kederini ruhunda duyar. (s. 14). 913
909
910
911
912
913
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 35.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 36.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 8-9.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 10.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 13-14.
338
Enis Behiç, “Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, orada savaşan kahramanları
anlatırken geride kalan bir şair olarak kendi duygularını verir. Fani hayatı çok
“alçak” gören şair, onları düşününce ağlar. Fakat bu “günahkâr” gözyaşlarının onlara
lâyık olmadığını düşünür. Gözyaşlarıyla onların mezarını kirletmek istemez.
Kahramanları bir daha görmek ister. Kendi gözlerini kaplayan gölgeye lânet eder. Bu
gölge silinmesi için ağlar. Çünkü bu gölge, hayata tapmakta; gözünün nurunu
arkadaşlarına kapamakta; şairi vefasız, riyakâr yapmaktadır. (s. 78). Şair, şiirlerinde
vatanın derdini inler. Fakat bu ses kahramanlara ulaşmaz.(s. 79). Bu kahramanları
anlatabilecek bir ilhama sahip olmayı ister. Sanat incilerinin sahte olduğunu
söyleyerek bir avuç toprak ister. Bu toprakla eli yanan şair, kalbiyle yalnız kalır.
Acizliğinden utanır. Ancak şehit düştüğünde gerçek şiiri bulacaktır. (s. 80). 914
Mütareke yıllarında yazdığı “Kâbus” ta, gördüğü rüyanın etkisiyle
benliğinden utanışını anlatır. Rüyasında “vahşetin düğünü” nü görür. Tabiat da
korkunç manzarasıyla bu görüntüye eşlik eder. İnsanlar memleketten darmadağın
kaçarken, yabancı “alçak” lar dolaşmaktadır. Sancağı yırtarlar. (s. 95). Kahraman
kavim bu “sefiller” e yenilir; şerefi çiğnenir. Bu durumdan kalbi parçalanan şairin
çektiği azap ruhuna sığmaz. Birden beynindeki “zelzeleler” le uyanır. Gördüğü bu
rüyayla benliğinden utanır. (s. 96).915
“Bu topraklarda hangi Türk evi vardır ki, kapısını çalınca, karşımıza hâlâ
kanayan bir şehit hatırası çıkmasın!” 916
Yusuf Ziya, 1915’te yazdığı “Nöbetçi ve Yıldız” da, nöbet tutan askerle
gökteki yıldızın arkadaşlığını anlatır. Yıldız, bayrağa şan veren askerin hâlini sorar.
914
915
916
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 78-80.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 95-96.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Sulh Afyonu”, Çınaraltı, 38(13 Haziran 1942), s. 3.
339
Onu görmeye geldiğini; köyüne ait bilmek istediklerini sormasını ister. Askerin
gözlerinde nişanlısının hayalini gören yıldız,nişanlısının üzüntüden solduğunu söyler.
Kızı üzgün gören yıldız neyi olduğunu sorunca kız nişanlısından haber alamadığını
söyler. Bütün gençliği nişanlısıyla beraber gitmiştir. Yıldız nişanlısını bulacağına söz
vermiştir.917
“Karpatlarda” şiirinde, Türk ordusunun buradan geçişini anlatır. Ordu, bu
karlı dağların yamaçlarından “bir fırtına bulutu gibi korkunç” çıkar. Şair, atalarının
da daha önce burada savaştığını; bu dağlara yüz bin şehit türbesi olduğunu hatırlatır.
Ordunun umudunu kaybetmemesini, şairlerin en ilâhî nağmelerinin onlara olduğunu,
bütün gözlerin umutla onlara baktığını söyler. 918
“İsyan” da, daha önce kadını ve aşkı terennüm eden bir şairin, benliğinin
bütün bu duygulara isyanını; daha kutsî bir emele yönelişini anlatır. Artık her
şiirinde, sevdaya bedel bir kahraman sesli kılıç görmek ister. 919
“Bir Gönüllünün Sözleri” nde, hakanın yedi düvele savaş açması üzerine
gönüllü bir askerin düşüncelerini verir. Anasın, babasını Tanrı’ya emanet eden
gönüllü “kaltaban” düşmanla savaşmaya gider. Dedesinin anlattığı kahramanlık
hikâyelerini hatırlar. Düşman, Türk’te asırlar önceki o kanın olduğunu ve bir Türk’ün
yirmi düşmana bedel olduğunu da bilmez. Gönüllü, atından düşünceye kadar “kana
hasret” kılıcıyla savaşacağını söyleyerek helâlleşir. 920
“Şair ve Rüzgâr” da, rüzgârla haberleşen şair, uzaklardaki “ilâhî kahramanlık
âlemi” nde, şehit düşenlere üzülen genç kızlar olduğunu öğrenir. Daha önce mutlu,
917
918
919
920
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 8-11.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 13-14.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 15-16.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 24-25.
340
şen olan bu kızlar, kedere boğulmuşlardır. Rüzgâr, der yanan bu kızlara teselli
vermeye çalışmıştır.921
1915’te yazdığı “Kafkaslara Doğru” şiirinde, gün doğmadan, sabah ezanıyla
birlikte, Türk ordusunun geçişini anlatır. Coşkun bir nehir hâlinde geçen bu insan
dalgasının gözlerinde, canlanmış kahraman gururu görür. Gönüllerden kopan yanık
şarkılarla uyuyan yolları sarsıp titretirler. (s. 37). Hepsinin göğsünde eski zaferlerin
yadigârı savaş madalyaları vardır. Yüzlerinde ayrılık yası olmayan bu kahramanların
kalbinde yurt sevgisi vardır. Önlerinde “alev” gibi bayrakla sert adımlarla geçerler.
Ay bu orduya esen rüzgârla selâm gönderir.(s. 35).922
“Yabancı İllere Doğru” şiirinde, trenle yola çıkan askerleri anlatır. Her
vagondan yanık türküler duyulmaktadır. Ellerinde süngülerle “masum yüzlü
nefercikler” bakıp gülmektedirler. Mendiller sallanır, tren yavaş yavaş bir gelin gibi
kalkar. Yolculuk sırasında tabiat onlara eşlik eder. Ağaçların heyecanla çırpınır kalbi.
Eski yurdun hüzünlü dağları sevinir. Rumeli’nin güzel bağları çiçeklerin kokusunu
hediye eder.(s. 43). Kuşlar savaş türküsü söyler, çağlayanlar coşar, rüzgâr haber
soran sevgiliye selâm götürür. Güneş batarken ufuklara Türk’ün al bayrağını açar.
Gece yıldızlarla konuşulur, ay yol gösterir. Gönülleri öksüz askerler sevgililerini,
köylerini düşünürler.(s. 44).923
1914’te yazdığı “Beklenen Bayram” da, sevgililer, al bayrağa gönül bağlayan
uzaktaki hayali gözyaşlarıyla anar. Bayram büyük bir hüzünle geçer. Şair, orduya
seslenerek yarın düşman tamamen ezildiğinde, bu kederli yüreklerde ölmez bir
sevinç doğacağını söyler. (s. 45). Aslında bayram yapılmamaktadır. Onlar, ordunun
921
922
923
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 29-30.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 37-38.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 43-44.
341
kılıçla açacağı seheri beklemektedirler. Ordudan savaşmasını ister. Çünkü dört yüz
milyon Müslüman onların yolunu gözlemektedir. (s. 46).924
1915’te yazdığı “Hilâl-i Ahmer” de, savaşın başladığını, askerlerin hayatla
ilgili neşelerinin sönüp sadece şehir olma arzularının kaldığını söyler. Saatler süren
savaş sonunda, kılıçlar kına girer, sahraya “uhrevî bir sükût” çöker. Bütün melekler
secdeye kapanır. Her asker canlı bir kaleye döner ve ay yıldız muzaffer olur. Tabiat,
savaş sonrası mekâna iner. Ay, sevimli bir kadın gibi yaralılara şefkatle bakar. Yerde
yaralı bir askerin kanlı öksürüğünü duyan yoktur. Melekler acıyarak imdadına koşar.
“Turan meleği” askerin yarasını ayla sarar. Ay onun kanıyla boyanır. Ne zaman
hudutta bir asker vurulsa o “kırmızı ay” imdada koşar. (s. 49).925
1916’da yazdığı “Fakat Düşün Yarını!..” şiirinde, savaşın verdiği mahzunluk
içindeki kadına seslenir. Her gün akan bunca kanın aslında neler vadettiğini
düşünmesini ister. Savaşta eş, baba, kardeş başka başka hudutlarda vatan için
ölmektedir. (s. 50). Bu felâketin herkesin başında olduğunu, mahzun olan bu kadının
matemiyle kâinata kardeş olduğunu söyler. Bu kanlı cihan kavgasında hiçbir ferdin
kurtulmadığını, hiçbir ailenin gülmediğini belirtir. Hemen herkesin bir yakını şehir
düşmüştür. Kalanlara matem olan bu ölüm, onlar için bir şandır. Genç kadının
yarından umutlu olmasını ister. Kıştan sonra nasıl yaz doğarsa; parlayan süngülerin
arkasında bir yarın olduğuna inanır. O yarın çok şey vadeder. (s. 51). Yarın, yurda
güneşler serecek, Anadolu şenlenecek, hudutlar büyüyecek, bulutlar ufuktan
çekilecektir. Memleket zengin olup yükselecek, her tarafa bereket yağacaktır. Yeni
doğan güneşle beraber gönüllerin eski korkunç rüyaları silinecektir. Şair, yarını hayal
924
925
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 45-46.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 47-49.
342
eder. Bu kadın, Kafkas dağlarında savaşan erkeğinin karnında bıraktığı güneşi
dizinde okşamaktadır. (s. 52).926
“Şairlere” şiirinde, hudutların “kızıl bir yara” ya benzediğini, ölümün kanat
gerdiğini hatırlatarak şairlere seslenir. Kendi dertleriyle uğraşmayı bırakıp milletin
ağlayan kalbini dinlemelerini ister. Binlerce genç şehit olmak için ortaya atılmıştır.
Bir yanda yuvalar yıkılmış, diğer yanda toprak günahsız kanlarla boyanmıştır. Her
tarafı çete zulmü sarmıştır. Şairin rübabından ses soran “dertli nine” vatan
ağlamaktadır. Şiirleriyle bu nineye teselli vermelerini ister. 927
“Asker Annesi” nde, saçları beyaz, bakışı durgun, sesi yorgun asker annesi
her gün Rabb’e yalvarmaktadır. Bazen hasta bir hıçkırık gönlünde inler. Göklerden
bir ses dinler. Bazen kimsesiz çocuklar gibi ağlar. (s. 10). Unutulmuş bir mezar
gibidir. Caddeden geçen askerlere hasretle bakar. Gizli bir sızıyla kalbi yanar. Asker
annesi, oğluyla bir parça gurur, kibir duyduğu zamanlarda biraz teselli bulur. O kadar
gururlanır ki herkesi kendisiyle bir tutmaz. (s. 11).928
“Zafer Perisi” nde, sabaha karşı ufuktan gelen bir sele dağın, taşın
ürperdiğini; sonra karşısında “gümüş tolgasında mehtap parlayan, sol elinde tunç
kalkan” ı olan genç bir kahraman görür. Kahramanın gözü Kafkas’ın bahçeleri gibi
yeşil, sesi Aras’ın dalgaları kadar coşkundur. Çehresinde yas izi görülmeyen bu
kahramanı gökten inen bir civan zanneder. Bu kahramanı tarih değil, cihan dahi
görmemiştir. Cihan, Türk oğlundan harikalar öğrenmiştir. Ay yıldız yine muzaffer
olmuştur. Bu birden beliren kahraman, kır atına binerek kaybolur. Gökyüzü şaire
bunun “zafer perisi” olduğunu söyler. (s. 14). 929
926
927
928
929
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 50-52.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 6.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 10-11.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları,s. 13-14.
343
“Şairin Duası” nda, bir öz eleştiri yapar. Kendini serseri bir rüzgâra benzeten
şairin aklına ölüm hiç gelmemektedir. Kendine kim, ne olduğunu sormayıp sadece
sanat aşkıyla yazar. Bir an bile kendisini yaratanın kim olduğunu düşünmemiştir.
Duygularına, düşüncelerine sadece aşk hâkimdir. Gerçeğin sesini hiç işitmeyen şair,
bu gidişte bir uçurum korkusu duymaz. Sonunda içten sarsılarak kendine gelir. (s. 3).
Vatanın tehlikede olduğunu görür, gafil bir uykuda olduğunu anlar. Bir ses Allah’a
yalvarmasını söyler. Onun hisli kalbiyle her derde aşina olduğunu, muhiti ağlayan
sanatkârın gülmeyeceğini hatırlatır. Ondan, gidip gelmeyenlerin matemini yazmasını
ister. (s. 4). Dua eden şair, zulmet içinde nur aradığı için duasının kabul dileceğine
inanır. (s. 5).930
“Guruba Doğru” da, bir sonbahar akşamı, ceple gerisinde köylülerin savaşla
ilgili konuşmalarını anlatır. Bu arada daha önce cephede bulunan yaralı bir asker, o
günleri anlatır.931
Faruk Nafiz, “Yıldızdağı” nda, Kızılırmak’ın on delikanlısının askere
uğurlanmasını anlatır. Askerler helâlleşip ayrılarak akşama Yıldızdağı’ na varmak
isterler. Kurası gelen herkes bu dağa çıkınca sonlarının nereye varacağını görür. Bu
dağın arkasından güneş yerine bahtlarının doğacağına inanırlar. (s. 40). Arkalarından
ninelerinin yanmamalarını isterler. (s. 41).932
930
931
932
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 3-5.
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 13.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 40-41.
344
21. Eğil Dağlar Eğil: Vatan
“Osmanlı Edebiyatında vatanın bir ismi de “mader-i vatan” dı. Şimdi,
Türkiye’nin adı “ana vatan” dır. Halk felsefesine göre de ana sevgili başta geliyor.”
diyen Yusuf Ziya, vatan” ile “ana” nın âdeta iki eşit kelime olduğunu söyler. 933 İlk
dünyası anne karnı olan insan, doğduktan sonra da vatanında kök salar.
Orhan Seyfi, “Harp İçinde Bahar” da, memleketin geçirdiği zor günleri tabiat
da yaşar. İlkbahar her zamanki “sarışın” yüzünü göstermez, solgundur. Rüzgârlar
hıçkırıklarıyla bu elemi etrafa yayarlar. Olağan her şey değişmiştir. Kumrular artık
eşsizdir. Ufuklar serhadi anlatır. Güneş “alevden bir sancak” gibi batar. Kuşlar
vatanın bu hâline ağıt yakarlar. Güllerin rengi dökülen kanların rengini hatırlatır. 934
“Anadolu Toprağı” nda, yıllarca Anadolu’ya hasret yaşayan şair, orada
yaşayan bahtiyarlardan olmak ister. Onun en bakımsız yeri bile bir “İrem bağı” dır.
Yıkık, harap evleri saraylara bedeldir. (s. 173). Öldüğünde de Anadolu toprağında
yatmak ister. Yabancı toprakta ölürse, cennette de olsa, rahat edemeyecektir.
Dünyada onsuz her şeyin manasız olduğunu söyler. Millî gururu ancak onun
havasında duyar. Başı gökte, alnı açık ancak o topraklarda yürüyebileceğini düşünür.
Onun, zindanında bile olsa kendini hür hissedecektir. (s. 174).935
Halit Fahri, “Yeniçeri” şiirinde, şair mehtaplı bir gecede uykuya dalacağı
vakit karşısında, “burma sarıklı, levent” bir yeniçeri belirir. Tanrı misafiri olduğunu,
eski şan günlerini görenlerden biri olduğunu söyler. (s. 22). Yeniçeri, tam bir asır
933
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Akbaba Mizah Yayınları, Yeni Matbaa,
İstanbul, 1956, s. 39.
934
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 167.
935
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 173-174.
345
önce “Uyan!” sesiyle mezarından fırlamıştır. Moskof Karadeniz sahillerine inmiş,
hilâlin yerine kanlı bir haç asılmıştır. O vakitten beri ufukta öksüz olduğunu söyler.
Eski akın günlerini özlemiştir. (s. 23).
“Tam bir asır oluyor serseriyim, bu, doğru…
Düşman pençelerinde vatanın gururu
Ezilirken ölüler hiç uyur mu, â yavrum.”
diyerek gece serviler altında ağladığını söyler. İki yıldız bayrağın şen olduğunu
Çanakkale’yi gezdiğini anlatır. Orada zafer kazanılmış, ordu Balkan’daki “leke” den
kurtulmuştur. Şaire, ağlayan Rumeli’yi unutmamasını söyler. (s. 24). Bir zamanlar
üstünde ezanlar okunan minarelerde, çanlar “ulu” maktadır. Örümcekler minberleri
örer. Oranın taşı, toprağı Türk askerinin kanıyla sulanmıştır. Şair, torunlarının ona
şan günleri göstereceğine söz verir. Mezarına gidip rahat etmesini, tam bir asırdır
bıraktığı uykuyu uyumasını ister.(s. 25).936
“Eski Düşmana” da, İstanbul’un bir Türk şehri olduğunu anlatır. Onun Türk’e
ebedî bir define olduğunu, içinde Fatih’i n ruhunun sardığını söyler. Ona göz diken
ölecektir.937
“Dervişin Sözü” nde, “ucu ufukta kaybolmuş” yolda, geceyle dertleşen bir
dervişin ağzından vatanın durumunu anlatır. Derviş muradına eremediği için yüzü
gülmemektedir. Şair, derdinin “Anadolu’da bitmeyen dertler” den büyük mü
olduğunu sorar. Vatanı “gülistan” görmek isteyen derviş, birlik olarak “dikenli yola
güller serpmeyi” önerir.938
936
937
938
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 22-25.
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 27.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 55.
346
“İstanbul” şiirinde, bu şehrin Türk’ün zekâsı ve dehasıyla yoğrulduğunu; altı
yüzyılın şanlı rehberi olduğunu söyler. Marmara’nın neden kederli olduğunu;
“beyaz-mavi hare” lerin ne olduğunu sorar. (s. 11).
“Bir lâhzalık saadeti bin türlü mihnetin
Hicranı, ye‘si, mâtemi takip eder diye.”
Sessizken mermer kadar metin olan kalbiyle inlemeye başlamıştır. Şair, ona
zarar vermek isteyenlerin kendilerinin yıkılacağını söyler. (s. 12). 939
Enis Behiç, “Ey Türkeli!...” şiirinde, yedi yıllık gurbetten dönüşteki
duygularını verir. O, gece yolda yalnız kalan yolcunun solgun bir ışığa bağlanması
gibi, yabancı diyardan vatana bakar. Hasretini derinden duyar. (s. 71). Vatanın
tehlikeye düşmesiyle yasa bürünen millet, “kükremiş bir yanardağ” gibi onlara karşı
çıkar. (s. 72). “Bedbaht göğsü hicran dolu” bu millet, ıstıraplarıyla ruhuna zırh yapar.
Son hesaplaşmadır. “Azgın bir küheylân” a benzeyen zafer, “şehsüvar” ının gücüyle
şahlanır. Böyle bir mücadelede iradede sarsıntıya, korkuya yer yoktur. (s. 73). 940
“Ordunun Duası” nda, “imanları lekesiz” erler vatan toprağına yüz sürüp
milliyet bayrağı altında toplanırlar. “Hak yolunda parlayan süngü” lerinin yerleri
eğilmemesi; ordudan tarihin şerefinin eksilmemesi istenir. “Anne” vatanın emelinin
her devirde zafer bulması; bayrağın her devirde dalgalanması için dua edilir. Vatanı
düşmana çiğnetmemek için şehit düşenlere dua edilir. 941
“Ey Meriç!” i Edirne’nin düşmandan geri alınması sırasında yazar. Meriç’in
hasretiyle yanan şair, Kevser gibi suyuyla içindeki cehennemi söndürmesini ister.
“Nazenin sahillerinde bozguna uğranan” bu vatandan ayrıdır. Kendini yetim
939
940
941
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 11-12.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 71-74.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 75-76.
347
hisseder. (s. 92). “Ay-yıldız” dan ayrılan bu nehrin sinesinde artık kanlı zulmetler
titrer. Onun yokluğuyla birlikte şairle beraber tarih de ağlar. Çağlayan menbaları,
vaktiyle Türk’e boyun eğen bu nehrin “nazlı hemşire” si Tuna da kaybedilmiştir.
Tuna’ dan duyulan hüzne Meriç teselli olmuştur. Şimdi o da elden gider. Tuna’ nın
matemi Türk tarihinde yer ederken Meriç’in elden gitmesiyle “ulvî anne” de
kaybedilir. Böyle bir cennetten ayrı düşen şairin avazını âlem duymaz. Âlemi
yakarak içindeki öfkeyi söndürmek ister. (s. 93). Şair, bir teselli olan Meriç’ten de
mahrum kalmayı kabul edemez. Derdine teselli arar.
“Ey Meriç, sen Türklüğün gözyaşlarından cûşa gel!
Ağlayan Türk kavminin gönlünde sensin her emel.
Her emelden ye‘se düşmüş kalkamaz bir milletin
Bir kadersiz milletin âhiyle cûş etmez misin?...”
Meriç taşarsa düşmanı boğacaktır. Şair de savaşacağına and içer. Mağlûp
olanların bir daha galip olmayacağını zannedenlerin aldandıklarını söyler. Çünkü
onun ebedî sahibi Türklerdir.
“Menba‘ın: Dağlar değil, tarihimin vicdanıdır.
Aktığın: Derya değildir, ruhumun ummanıdır.” (s. 94).942
“Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, köyünden uzakta, bir yığın kara toprakta
“uyanmaz uykuya” dalan şehitleri anlatır. Onların yan yana dizilen mezarlarıyla
toprak semavî bir iftihar duyar. Dünyaya kapanan nazarları Tanrı’nın mağfiret
nuruyla dolar. Adları bilinmeyen bu kahramanların yerleri mezarları değildir. Onların
türbesi “Türklerin tarihi” dir. Bu türbenin kandili “hilâl” dir. 943
942
943
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 92-94.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 77-80.
348
Mütareke yıllarında yazdığı “Kâbus” şiirinde, gördüğü rüyanın etkisiyle
benliğinden utanışını anlatır. Rüyasında “vahşetin düğünü” nü görür. Tabiat da
korkunç manzarasıyla gu görüntüye eşlik eder. İnsanlar, vatandan darmadağın
kaçarken, yabancı “alçaklar” dolaşmaktadırlar. Sancağı yırtarlar. (s. 95). Kahraman
kavim, bu “sefiller” e yenilir, şerefi çiğnenir. Şairin kalbi parçalanır. Vatanı
tutuşmuş; ordusu dağılmış; bayrağı yırtılmış; ocağı sönmüştür. Çektiği azap ruhuna
sığmaz. Birden beynindeki “zelzeleler” le uyanır. Gördüğü bu rüyayla benliğinden
utanır. (s. 96).944
Balkan bozgunu sırasında yazdığı “Vatan Mersiyesi” nde, vatan topraklarının
elden gidişiyle duyduğu üzüntüyü anlatır. Dökülen gözyaşlarının verdiği ilhamla
yazdığı şiirlerinde onun ruhu vardır. Şairin gururu kırılmış; hayali haraptır. (s. 97).
Vatanın elden gidişine inanmak istemez. Onun, şaire lânet etmesini, affetmemesini
haklı bulur. Vatan adına bir şey yapamadığı için pişmanlık duyar. (s. 98). O, böyle
ıstıraplar içindeyken düşman, “zalim sada” larla şendir.
“Yakışmaz, bu muzlim kefen. / Vatan sen misin, ey sönen mahitab?...
Benim şimdi zulmette âh eyleyen, / Gururum kırılmış, hayalim harab…”
(s. 99).945
“Sevgilim ve Kılıcım” da şair son defa göreceği sevgilisiyle vedalaşır. Onu
seyreden kılıcı, savaşa giderken ağlanmayacağını söyler. Yarini terk edip saldırıya
uğrayan vatanına koşmalıdır. Aşkını vatanından değerli tutmasını doğru bulmaz.
Şair, kılıca kızmamasını; yarini vatanından çok sevmediğini söyler. Aşkı, vatana olan
borcunu unutturamaz. Sevgilisi de vatan sevgisiyle doludur. 946
944
945
946
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 95-96.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 97-99.
Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 115.
349
Balkan bozgununda yazdığı “Buhran” da, vatanın kurtuluşu için Allah’tan
umudunu kesmiştir. O, “hilâl” in zaferi için huşu ve şevkle dualar eder. Her duasının
gökte bir yer bulacağını zanneder. Fakat secdelerin onun aldattığını düşünür. (s. 104).
“Hak’tan adalet istedim, âh, istedim kısas.
Aldanmışım, işitmedi mâbud-ı intikam!”
Şair, intikam almak için ettiği duaların kabul edilmemesini, günahlarına
verilen bir ceza olarak görür. Ruhu buna kani olmaz. Tövbelerinin kabul edilmesini
ister. (s. 105).947
Yusuf Ziya, “Kara Bayrak” şiirinde, üstünde şehitlerin kanı olan bayrağın,
yurdun matemiyle “mezarlık gecesi” rengine döndüğünü söyler. Bayrağa sitem edilir.
Dört yıldır uğruna dökülen kanların bunun için mi olduğu sorulur. Bayrak için şehir
düşenlerin şimdi, Allah’ın huzurunda ruhlarıyla ağladıklarını söyler. Şair, kalbinin de
simsiyah olduğunu, fakat içinde yine de bir teselli olduğunu söyler. Yarın ufukların
açılacağına inanır.948
“Türk’ün İstanbul’u” nda;
“Burada Türk’ün nesi var? / Yıkılmış çağların viranesi var!!”
diyenlerin bu şehri anlamadıklarını söyler. Minarelerin, kubbelerin, türbelerin ilâhî
manalarını onlar duyamazlar; sevemezler. Buradaki bütün servileri, mezarları, akan
yaşlar Türk’ündür.
“Bir şehit anası için öz vatan / Bu siyah ağaçlar altında yatan
Oğlunun kabri de olmazsa eğer / Artık o garibe yoktur başka yer!...”. 949
“İstanbul” şiirinde, şehre seslenir. Genç ihtiyar herkesin onun derdiyle matem
tuttuğunu söyler. Onu ihmal eden vefasızları affetmesini ister. Hayal uykusundan
947
948
949
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 104-105.
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 10.
Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 59.
350
uyanan şair, artık yalnız onun hasreti, aşkıyla yanmaktadır. Onun beş vakitte
ezanlarla zulme karşı çıkmasını ister. Onu sevenler ağlaşırken düşmanlar şendir.
Şehrin her köşesi yetim, ıssız mezarlarla dolmuştur.
“Seni binbir minarenle dünya tanısın:
Uğrunda can verenlerin öz vatanısın!”950
“Yanardağ” da, önce saadet ülkesi olan bir dağı tasvir eder. O dağda bir gün
beklenmedik şeyler olmaya başlar. (s. 5). O dağ artık yeşil, üzerinde bülbüller ötüşen,
şen insanların yaşadığı dağ değildir. Sararır, kavrulur, dalları parçalanır, yaprakları
savrulur. Yeşil dağ bir yığın sıcak kül hâlini alır. Sinesi göz göz olur. Bu dağın böyle
yıllarca yanmasından gök de kızıla boyanır. Yarın bugünden, bugünse dünden
sıcaktır. Uzaktan görenle bu yanardağın söndüğünü zannederler. Şair, yanardağın
sönmediğini, sönmeyeceğini söyler. (s. 6).
“Kendisi için için nasıl yandıysa nasıl,
İçinde bir kini var bakmak için muttasıl”
Bu yanardağa yaklaşmamak gerekir. Çünkü bundan sonra “av” ını sağ
bırakmayacaktır. Alevini lâvını son gün için saklamaktadır.
“Diyor kendi kendine: Ateşler saç, dök, yansın!
Hava yansın, deniz yansın, gök yansın!
Sıra başkalarında, çünkü çok yandı kendi,
Fakat, sakın sanma ki harareti tükendi!”
Bir parça eşildiği zaman, içinden hâlâ kıpkızıl ateşler çıkacaktır. (s. 7). 951
Efelerin kahramanlığını anlattığı “Eğil Dağlar Eğil” de, yalnız olmadıklarını;
bütün milletin aynı acıyı duyduğunu söyler.
950
951
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 11.
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 5-7.
351
“Eğil dağlar eğil üstünden aşam / Sevgili yurduma ben de kavuşam.”
diyen şair, vatanın bir an önce düşmandan kurtulmasını; mücadelede çıkan engellerin
kalkmasını ister.952
Faruk Nafiz, İzmir’in işgali üzerine yazdığı “Âh, İzmir!” de, bu haberin ölüm
kadar kara olduğunu söyler. Bütün millet onun matemini tutar. Asırlar geçse de
Türk’ün yenilmeyeceğine inanan şair, sonunda İzmir’in nasıl harap olduğunu
görmüştür. İzmir’in yas tutmasını fakat millete darılmamasını söyler. “Mavi-beyaz”
ın ona yabancı olduğunu söyleyerek vatandan ayrılmamasını ister. 953
“İzmirlilere” de şair, İzmir’in işgali üzerine gösterilen kahramanlığı anlatır.
Bütün millet onları anar; tabiat her unsuruyla yollarını bekler. Düşmandan öc alıp
şehit düşenler, arkalarında yıkılan ocaklar bırakırlar. Vatanın bir parçası olan “güzel”
İzmir’in düşmana kalmasına gönüller razı değildir. 954
“Köyden Ayrılış” ta, köyde işlerini bitiren genç, kura çekip askere gidecektir.
Helâlleşir. Her zaman köyde kalıp savaşın gerisinde olmak istemez. Vatan
varoldukça yaşayabilecektir.955
22. Şairlerin Tutumu
Halit Fahri, “Orduya” şiirinde, vatan, din uğruna savaşan orduya şiirlerini
hediye eder. Askerin cenge doymayan ruhu, yine cenk uğultusu isterse, çadırda ya da
siperde, bu şiirleri okuyabilecektir. İster Kafkasya ister Galiçya, nerede olursa olsun
bu şiirler askerin ruhunu, benliğini yansıtacaktır. Askerin kazandığı her zafer, geride
952
953
954
955
Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 3-4.
Faruk Nafiz, Âh, İzmir!, s. 6.
Faruk Nafiz, Âh, İzmir, s. 7.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 31-32.
352
kalanlara birer şenliktir.956 “Bugünkü Şair” de, bir zaman şiirlerinde akşamları, aşka
hem-raz olan yeşil çamları anlatan şairlere, genç kızlar, Ada, yıldızlar ilham olurken
artık “kızıl sema” ya bakan şairin musikisi kandır.
“Fakat artık su başlarında garâm
Bu intikam arayan musikiyi etmez râm…”957
“Şairin Ölümü” de, ruhunda ilhamı sönen şair, bu ölümü gerçek ölümden
daha korkunç bulur. O, her gün bu ölüme biraz daha boyun eğmektedir. Ne kadın ne
de aşk ona ilham verir. Gençlik hayalleri yıkılmıştır. 958
“Neşe mi, Elem mi?” de, “saadet bahçesi” ilham arayan şaire, ebedî olmak
istiyorsa gönülden yanmasını söyler. Gerçek şiirin ağlamadan bulunamayacağına
inanır. “Üryan çırpınan peri” nin verdiği ilham geçicidir. Şairin bu rüyası sona
erecektir.959
Enis Behiç, Halil Nihad’a ithaf ettiği “Düşündün mü?” de, bu yabancı adamın
kalbini kalbine kardeş görür. Ruhu ruhunu anlamaktadır. Duygusu da şairin
duygusuna eştir. Şair olarak bir fikir için ağladığında dahilerin elindeki “musikar”ı
düşünmesini ister. Şair ruh, derin, yeşil vadilerde dolaşsa da yaprakları kurutacak
sonbaharı düşünür. Şairlik öyle bir şeydir ki nisan güneşi “yaratıcı ışık” larla
doluyken genç yaşında ölmek ister. (s. 13). Bu ölüm normal ölüm değildir. Hayat bu
kadar güzelken “intihar” düşünülebilmektedir. Böyle anlarda bir de herkesin ah ettiği
“sevda adlı günakâr” akla gelir. Sevda sözüyle hayalinde binbir zevk uyanan şair,
956
957
958
959
Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 3.
Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 7.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 32.
Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 45.
353
hem müsterih hem asabi; hem kıskanç hem de emin olarak genç yarini düşünür. (s.
14).960
“Miras” ta, hayatının muhasebesini yaparken ölüm düşüncesine saplanır. Bu
düşüncenin yarattığı telâşla hiçbirşey yapamamanın acısını duyar. Bir şair olarak
dünyadaki yerini arar. O, bir müsrifin delice saçtığı servet gibi hayatını
harcamaktadır. Bir eser bıraksa da bırakmasa da hayatta çok şey değişmeyecektir
ama yine de geleceğe bir eser bırakmadan ölmek istemez. (s. 6). Aslında
heyecanlarından abidevî eserler çıkarabileceğini düşünür fakat benliğini saran ölüm
korkusu buna engel olur. O, yazdığı eserlerin “gölgesinde nesiller dinlenirken”
“asırların üstünde dalgalı avaz” ıyla aşkı yaratan Allah’a tapmak ister. Heyecana
kapılıp geleceğe kalacak eserler verememe düşüncesi şairi üzer.
“Gençlikte bin emelle çaldığım coşkun sazın
Bir nağme kalmıyacak sevincinden, yasından…”
Şairin varlığını yokluk düşüncesi bürür. Ölüm korkusu da bütün şevkini
öldürür. Kanı canlı akarken beyni yasla uyuşur. O, kendindeki bu “kara yas” ve
“nurlu ihtiras” tan dünyaya bir demet kafiye miras bırakabilecektir. Dünyada başka
varlığı olmayan şairin, tek mirası bu “bir demet kafiye” dir. (s. 7). Bu mirasa da
ilhamın perisi konacaktır. Bu şiirleri değerli olsa da olmasa da hiçbir şeye
değişmeyeceğini söyler. Çünkü bunlarda bütün gençliği, ruhu, hayali, umudu,
sevdiği vardır. (s. 8).961
“Ben” şiirinde kendini ve şairliğini sorgular.
“Nedir bu kalbimde tutuşan ateşler?..
Alnımın ufkunda nedir bu güneşler?...”
960
961
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 13-14.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 5-8.
354
Hilkati sorgulayan şair, Tanrı’nın da bu sırrı bilmediğini; bilseydi âlemde tenakuz
olmayacağını söyler.
“Niçin bu şairi kanatsız yaratmış?../ Kanatlı ruh ile zemine fırlatmış?”
diye sorar. Yükselmek isteyen şairin miracı yoktur. O kendine yol gösterecek bir
rüzgâra muhtaçtır. Varlığı, benliği karmakarışıktır. Bu kâbusun bitmesini ister.
Yolunu bulamayan, ne yapacağını bilemeyen şair, kendine yol gösterecek bir yıldız
arar. (s. 11). Tezatlar içinde bocalar. Alnında güneşler varken beyni karanlıktır.
Yaşadığı tezatlar altında ezilir. Böyle bir durumda bir tek kendisinin mi olduğunu
merak eder. “Akıllı deli” gibi olduğunu; âşık olmadığını fakat aşka taptığını söyler.
“Kafiye dinine mabetler yapan” şair, Tanrı’ya diz çöken insanlara “Tanrı” nın
“ilham” a benzeyip benzemediğini sorar. Bütün bu karmaşıklık içinde sesini “sağır
dünyaya” duyuramaz. İnleyen benliğine cevap veren bulunmaz. Hangi sesin
sonsuzluğa ereceğini merak eder.
“Ey şair hayatta bir garip ankasın!
“Fânilik” yolunda sürünen Beka” sın!
Ey “Beka” sen misin “Adem” in kardeşi?..
Ey felek, ben miyim körlerin güneşi?..”
Şair, insanla dolu olan cihanda da hicranında da yalnızdır. (s. 12). 962
“Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, şehitlerin köylerinden çok uzakta,
“uyunmaz uyku” ya daldıklarını söyleyen şair, yan yana dizilen mezarlarının zemine
“semavî iftihar” olduğunu belirtir. (s. 77). Onların bu samimiyeti, fani hayatın ne
kadar “alçak” olduğunu fark ettirir. Bu durum karşısında sadece ağlayabilen şair, bu
“günahkâr” gözyaşlarının şehitlere lâyık olmadığını düşünür. Gözyaşlarıyla onların
962
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 11-12.
355
mezarlarını kirletmek istemez. Onları tekrar görmek ister. Gözlerini kapayan gölgeye
lânet eder. Bu gölgeyi silebilmek için ağlar. Bu gölge hayata tapmakta; gözünü
şehitlere kapanakta; şairi vefasız, riyakâr yapmaktadır. (s. 78). 963
“Tuna Kıyısında” da, vatan hasretiyle dolu olan şair, onun için neler
yapabileceğini düşünür. Her Macar’ın yurdunun eri olduğunu görür ve onun
milliyetiyle iftihar edişini anlar. Çünkü şair de kendi vatanı için gözyaşı dökmüştür.
Vatanını yürekten seven şair, onun için şiirler yazmıştır. Şiiri vatan aşkıyla yükselir.
Buna karşılık o da şiirinde vatanını yükseltmek ister. Eğer ona lâyık bir şair
olamazsa, ilhamından da uzak olacağını düşünür. 964
Mütareke yıllarında yazdığı, “Kâbus” ta, gördüğü rüyanın etkisiyle
benliğinden utanışını anlatır. Rüyasında ,“vahşetin düğünü” nü görür. Tabiat da
korkunç manzarasıyla bu görüntüye eşlik eder. İnsanlar vatandan darmadağın
kaçarken, yabancı “alçak” lar dolaşmaktadır. Sancağı yırtarlar. (s. 95). Kahraman
kavim bu “sefiller” e yenilir. Şerefi çiğnenir. Şairin kalbi parçalanır. Memleketi
tutuşmuş; ordusu dağılmış; bayrağı yırtılmış; ocağı sönmüştür. Çektiği azap ruhuna
sığmaz. Birden beynindeki “zelzeleler” le uyanır. (s. 96). 965
“Turan Kızları” nda, Türk şairine ilham ararken esatire veya efsanelere
bakmamasını söyler. Çünkü Türk’ün ülkesinde ona ilham verecek binlerce timsal
vardır.966
Yusuf Ziya, “Şairin Duası” nda, bir
öz eleştiri yapar. Şair, daha önce
kendisini serseri bir rüzgâra benzetir. Ölüm aklına hiç gelmez. Kendine kim, ne
963
964
965
966
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 77-78.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 87.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 95-96.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 89.
356
olduğunu sormayıp, sadece sanat aşkıyla yazmıştır. Bir an bile kendisini yaratanın
kim olduğunu düşünmemiştir. Hislerine, düşüncelerine sadece aşk hâkimdir.
Gerçeğin sesini hiç işitmeyen şair, bu gidişte bir uçurum korkusu duymaz. Sonunda
içten sarsılarak kendine gelir. (s. 3). Vatanın tehlikede olduğunu görerek gafil bir
uykuda olduğunu anlar. Bir ses Allah’a yalvarmasını söyler. Onun hisli kalbiyle her
derde aşina olduğunu, muhiti ağlayan sanatçının gülemeyeceğini hatırlatır. Ondan
gidip gelmeyenlerin matemlerini yazmasını ister. (s. 4). Şair, dua eder. Zulmet içinde
nur aradığı için duasının kabul edileceğine inanır. (s. 5). 967
“İsyan” da, daha önce kadını ve aşkı terennüm eden şairin benliği artık bütün
bu duygulara isyan eder. Daha kutsal bir amaca yönelir. Her şiirinde artık, sevdaya
bedel, kahraman sesli bir kılıç görmek ister. 968
“Bilmem onu hangi mübdi‘ yaratmış, /Sonra hangi şeytan kıskanıp atmış /
San‘atın bu nankör viranesine!”
diye başlayan “Sanatkâr” şiirinde şair, sanatçının bütün ruhuna aşina olduğunu, bin
bir saadet ve bin bir elemi kendinde topladığı söyler. Bazen neşeli bazen de hazin
hazin ağlamaktadır. (s. 32). Onun bu hâli bir aşka düştüğünü düşündürür. Ama onun
aşkının elemden başka zevki yoktur. Gözyaşları, sözleri, insana aşkın sırrını öğretir.
Böyle güç bir şeyi de ancak sanat gibi kudretli bir duygu yapabilir. (s. 33).969
“Şair ve Rüzgâr” da, şairin rüzgârla konuşması vardır. Rüzgâr gam
getirmiştir. (s. 28). Daha önce kahkahalar yükselen köşkün pencerelerinin kapalı
olduğunu; sarışın bir zabitle gördüğü kadının artık hüzünlü olduğunu söylemiştir. (s.
29). Rüzgâr, kendine dert yanan bu kadına teselli vermeye çalışır. Neden kedere
büründüğünü sorar. (s. 30). Uzaklardaki bir yer bütün genç kızları kedere boğmuştur.
967
Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 3-5.
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 15-16.
969
Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 32-33.
968
357
Sarışın zabit o “ilâhî kahramanlık âlemi” nde şehit düşmüştür. Şair, kendine dönerek
elindeki “altın saz” la vatan için gülerek ölen, Türk’ün büyük ve ilâhî benliğine
gömülen kahramanlara “kafiyeden türbe” yapmak ister. Bu “canlı ölüler” e
düşmanların bile tapmasını ister. (s. 31). 970
“Zafer Perisi” nde, sabaha karşı ufuklardan gelen bir sesle dağın, taşın
ürperdiğini, sonra karşısında “gümüş tolgasında mehtap parlayan, sol elinde tunç
kalkanı olan” genç bir kahraman görür. Kahramanın gözü Kafkas’ın bahçeleri gibi
yeşil, sesi Aras’ın dalgaları kadar coşkundur. Çehresinde yas izi görülmeyen bu
kahramanı gökten inmiş bir civan zanneder. O, öyle bir kahramandır ki, bunu
sadece tarih değil, cihan dahi görmemiştir. (s. 13). Ay yıldıza yine şan, şeref nasip
olmuştur. Bu birden beliren kahraman kıratına binerek tekrar kaybolur. Gökyüzü
şaire bunun zafer perisi olduğunu söyler. (s. 14). 971
Faruk Nafiz, “Çoban Çeşmesi” nde, şairin topluma karşı görevini irdeler.
Hayata, tabiat da dahil, nasıl bütün unsurlar ortak oluyorsa şair de olmalıdır. O,
toplumun dertlerine yabancı kalmamalı, onları içinde duyup yaşamalıdır. Eski şairler,
yaşanan aşkları işlemiş, âşıklar için gözyaşı dökmüşlerdir. Artık o aşklar yaşamadığı
için şair de onları işlemeyi bırakmıştır. 972
“İddia” da, kendinden yola çıkarak şairin nasıl olması gerektiğini işler. O
ömrünün zevkini “ye‘si terennüm” de bulmuştur. Gerçekten duyarak, yaşayarak
yazmıştır. Başkalarının ruhunu duyduğu için şair olduğuna inanır. İlhamın
970
971
972
Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 28-31.
Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 13-14.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 6.
358
ufuklarının hayalinden geniş olduğunu bilir. Eğer kendi şair değilse de bu sırra kimin
erdiğini merak eder.973
“Bir Hatıra” da, ayrılık derdiyle kalbi parça olan şairi sevgilisi kalbinin bir tek
olmayışıyla itham eder. Derdi bir tane olmayan şairin kalbi de bir tane değildir. Bu
kadar derdi bir “hasta” kalp taşıyamayacaktır. Acı biraz dağılsa da etkisi azalmaz.
Her aşka yas tutan âşık, eskiden mezarken şimdi mezarlıktır. 974
23. Küçük Dokunuşlar
Orhan Seyfi, İşte Sevdiğim Dünya’nın ön sözünde, yedi mısraı geçmeyen
“kıt‘a” larla yazdığı şiirlerde, yaşadığı; sevdiği dünyayı anlattığını söyler. Bunların,
Japonların “haiku” dedikleri şiirlere benzediğini belirtir. “Haikular, tarifsiz ve
izahsız şiirlerdir: Ne söylemek istediklerini tarif ve izah etmeden anlatırlar.” diyen
şair, Türkçe’de bu kadarının olmayacağını; her şiirin içinde bir mana, bir nükte bir
lirizm, bir resim arandığını belirtir.975 Bunun için bu şiirler “küçük dokunuşlar” adı
altında incelenmiştir.
Orhan Seyfi, “Su” da, düşen damlayla suda halkalar oluştuğunu; bu bir
damlanın suyu çok “düşündürdüğü” nü anlatır. (s. 191). “Uçak Filosu” nda,
ateşböcekleri yanıp sönen ışıklarıyla uçak filosuna benzetilir. (s. 192). “Kırlangıç” ta,
hatıraları düşünürken sevgilisini hatırlayışını, yere yakın geçen kırlangıç uçuşuna
benzetir. (s. 193). “Leylek” te, dam üstünde ses çıkaran bir leylek (s. 194);
“Gelincikler” de, kanatlanıp uçmakla, çiçek olup açmak arasında kalan gelincikler
anlatılır. (s. 195). “Erik Fidanı” nda, bahara erken kanan eriğin açışı (s. 196);
“Horoz” da, başına ibikten tacını takan horozun bu süsünün hoş olmadığı,
973
974
975
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 10.
Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s 11.
ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 189.
359
tavuklardan utanması gerektiği (s. 197) verilir. “Irmak” ta, her şeyin sonunun
geleceğini bilen ırmak, kaybolup gideceğini bile bile denize akar. (s. 198).
“İhtiyarlıkta Aşk” ta, ihtiyarlıkta âşık olunamayacağını (s. 199); “Kirpi” de, bu
dünyadan korkup bütün silâhlarını takıp gezen kirpi (s. 200); “Balıkla Kedi” de, ne
kadar anlaşma sağlansa da herkesin istediğinin peşinde oluşu (s. 201); “Ampul” de,
ampule benzetilen âşığın sevgilinin dokunuşuyla yanışı (s. 202); “Bahar Nedir?” de,
baharın, bir ihtiyarın çayırda koşmak istemesine benzediği (s. 203); “Seninle Baş
Başa” da, sevgiliyle yalnız kalan âşığın aşkını ilân etme tehlikesi (s. 204) verilir.
“Sivrisinek” te, sivrisinek, işsiz, açıkta kalan bir besteciye benzetilir. (s. 205).
“Yağmur” da şair, dünyanın aynı olduğu ama huzurunu kaybettiğini anlatır. (s. 206).
“Kar” da, rüyaya benzeyen kar, etrafı kaplayarak bir “masal dünyası” yapar.
(s. 207). “Seninle Ben” de, karşılıksız aşk (s. 208) vardır. “Rica” da, sevgilinin
aldatışını inkâr etmesini ister. (s. 209). “Benimle Kaplumbağa” da, şair, kendi gibi
kaplumbağanın da talihin ağır yükü altında ezildiğini düşünür. (s. 210). “Ormanda”
da, aslanı, fili, kaplanı, perileri giden ormanın, tilkiler, çakallar, kirpilerle mi
büyüklendiği sorulur. (s. 211). “Geyik Anne” de, geyik vurulacağı zaman yavrusunu
düşünür (s. 212). “Köpeğin Dili” nde, köpeğin konuşamadığı fakat kuyruğunu
sallayarak çok şey anlattığı belirtilir.(s. 213). “Çağlayan” da, çağlayanın gürlemesi,
kayalara vurup kırılan gururuna ağlamasına benzetilir. (s. 214). “Tavuklar ve
İnsanlar” da, nankör insanların, su içen tavuğun başını havaya kaldırıp dua edişine
bakarak utanmasını söyler. (s. 215). “Serçeler” de, küçük serçeler, dallara yük
olmadıkları için teselli bulurlar. (s. 216). “Arı” da, kovandan kaçan arının,
çalışmadan yaşamak isteği (s. 217); “Ekinler” de, ekinlerin, içlerinde gençler sevişsin
diye diz boyu uzamaları (s. 218); “On Altısında” da, on altı yaşındaki kıza güzel
360
olduğu için değil, o yaş güzel olduğu için bakıldığını anlatırç. (s. 219). “Nü” de, âşık
sevgilisinin süslenmesini anlayamaz çünkü o, onu hep çıplak düşünmektedir. (s.
220). “Yaz Genince” de, kırlara sırt üstü yatmanın güzelliği işlenir. (s. 221).
“Macera” da, sevgiliyle kırda ıslanmanın güzelliği (s. 222); “Bahar” da,
ırmaktan bahar suyu içmenin hazzı (s. 223); “Başaklar” da, başakların saygıdan
rüzgâra boyun eğişleri (s. 224); “Açık Havada Kar” da, güzel yağan karın cennette
yağan kar olduğu (s. 225); “Bulutlar” da, uçtukları hâlde kanatları olmaması (s. 226);
“Salıncak” ta, sallanırken eteklerin açılmasıyla başı dönen âşığın kendini salıncakta
zannetmesi (s. 227); “Sen, Ben …” de, insanların bencilliği (s. 228); “Çingeneyle
Ayı” da, her ikisi de oynadığı için kimin kimi oynattığının anlaşılmaması (s. 229);
“Gelince Sen” de, sevgiliyi gören âşığın aşka gelmesi (s. 230); “Elimden Öpme” de,
yaşlılıktan duyulan üzüntü (s. 231) anlatılır. “Aynada” da, kendini aynada gören
yaşlı, gençlikte gördüğünün kim olduğunu sorar. (s. 232). “İhtiyar Şair” de, yaşlı şairi
bundan sonra artık sadece koltuğu kucaklayacaktır. (s. 233).
“Bahtiyar Günler…” de, aşkın kavuşmadan önce daha güzel olduğu (s. 234);
“Yaprak” ta, toprağın anne gibi, kuruyan yaprağa kucak açması (s. 235); “Biz
İnsanlar” da, insanın, şerefli mahlûkuz diye övünmesinin yersizliği; cennetten elma
çalan
hırsızın çocukları oluşu (s. 236); “Gülmek, Ağlamak” ta, çocuğun niçin
ağlanıp niçin gülündüğünü bilmediği için ağladıktan sonra hemen gülmesi (s. 237);
“Yıldız” da, ölen âşığın yıldız olup sevgilisini araması (s. 238); “Saadet” te,
dünyadaki bütün mutluluğun aslında yapılan olağan işlerde olduğu (s. 239); “İşte
Sevdiğim Dünya” da, dünyada her şeyin boş olduğu, fakat bu boş hâliyle de hoş
olduğu (s. 240) işlenir.
361
III. "BEŞ HECECİLER"İN ŞİİRLERİNDE BİÇİM
1. Nazım Biçimleri
a) Geleneğe Bağlı Nazım biçimleri
I. Halk Şiirinden Alınan Nazım Biçimleri
1.Koşma Tipi
Âşık Edebiyatı nazım biçimlerinden biri olan koşma, Halk edebiyatı nazım
biçimleri içinde en çok sevilen ve kullanılandır. Hece vezninin 6+5 ya da 4+4+3
duraklı 11’li kalıbıyla yazılır. (s. 305). Bu kalıpların karışık olarak kullanıldığı
koşmalar da vardır. Dört mısralı bentlerden oluşan bu nazım biçiminde, bent sayısı
en az üç olmakla beraber üç ile dört bent arasında değişir. Bent sayısı daha fazla olan
koşmalara da rastlanır. Genellikle abab-cccb-dddb-… kafiye düzeni görülmekle
beraber ilk bendi xaxa ya da aaab şeklinde de olabilir. Son dörtlükte şair mahlasını
kullanır. 4+3 duraklı 7’li, 4+4 duraklı 8’li hece vezniyle yazılan koşmalara da
rastlanır. Genellikle lirik konularda yazılır. Aşk duyguları, üzüntüleri, acıları,
sevgiliye kavuşma isteği, ayrılıktan yakınma, tabiatla ilgili duygu ve düşünceler
işlenir. (s. 306). 976
Orhan Seyfi’nin “Harp İçinde Bahar”, “Bir İzdivaçtan Sonra”, “Düşünce” adlı
şiirleri üçer dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiye düzenli şiirlerde hecenin 6+5
duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Geçme”, “Gönül”, üçer dörtlükten oluşur.
Hecenin 7’li kalıbıyla yazılan şiirlerde, abab-cccb-dddb kafiye sistemi kullanılmıştır.
“Yazık” ve “Aşktan Sonra” şiirleri dörder dörtlükten oluşur. aaab-cccb-… şeklinde
kafiyelilidirler. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmışlardır. Bunu beş
976
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi , TDK Yayınları, (4. b.), Ankara, 1997, s. 305-306.
362
dörtlükten oluşan “Dul” adlı şiir takip eder. abab-cccb-… kafiye düzenli şiir, hecenin
7’li kalıbıyla yazılmıştır. (G. S.).
“Veda”, üç dörtlükten oluşan şiir, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır.
abab-cccb kafiyelidir. 11’li hece kalıbıyla yazılan “Vasiyet”, beş dörtlükten oluşur.
abab-cccb şeklinde kafiyelendirilmiştir. “Büyü” 11’li
hece kalıbıyla yazılan üç
dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiyelidir. 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan
“Melânkoli”, üç dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiyelidir. 6+5 duraklı 11’li hece
kalıbıyla yazılan ve abab-cccb kafiyelidir. “Ölümden Sonra”,
altı dörtlük;
“Nerdesin?”, yedi dörtlüktür. Üç dörtlükten oluşan “Dua I”, 4+4+3 duraklı 11’li
hece kalıbıyla yazılmıştır. abab- cccb kafiyelidir. “Dua II”, üç dörtlükten oluşur.
abab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (O. B. B. K.).
“Yeis”, üç dörtlük hâlinde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır.
abab-cccb kafiyelidir. (Ş.).
Yusuf Ziya, “Gözlerin” üç dörtlük, 6+5 duraklı 11’li heceli (Â. Y.).
Faruk Nafiz’in “Dinle Neyden”, “Benimle Eylül”, “Bağ Bozumu”, “Vasiyet”,
“Bir Kitabe” adlı şiirleri üçer dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiyeli şiirlerde
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. Aynı düzende yazılan “Arzu” şiiri
7+7 duraklı 14’lü kalıplıdır. “Kır Türküsü” üç dörtlüktür. aaab-cccb-dddb kafiyeli
şiir, 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazılmıştır. “Şehnişinde”, 3 dörtlükten oluşur. Hecenin
7+5 duraklı 12’li kalıbıyla yazılan şiirin kafiye düzeni axax-bbbc-dddc şeklindedir.
(D. N.).
“İzmirlilere” şiirini üç dörtlük, abab-cccd kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hece
kalıbıyla yazar. (Âh, İzmir!).
363
“Çoban Çeşmesi” altı dörtlükten oluşur. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla
yazılmıştır. Yedi dörtlükten oluşan “Kızıma”, 7’li hece kalıbıyla, abab-cccb-dddb
kafiye şekliyle yazılmıştır. Altı dörtlükten oluşan “Ayşe, Sana” şiiri, hecenin 6+5
duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb-dddb şeklinde kafiyelenmiştir. Üçer
dörtlük ve 6+5 duraklı hece kalıbıyla yazılan “Ne Kaldı?”, aaab-cccb-dddb kafiyeli;
“Gönül” ve “Gençlik” abab-cccb-dddb kafiyelidir. (Ç Ç.).
“Alçıdan Heykel”, “Fırtınadan Sonra” adlı şiirleri üç dörtlük, “Üzüntü” dört
dörtlük
hâlinde abab-cccb-dddb kafiye düzeniyle yazılmıştır. “Alçıdan Heykel”
hecenin 11’li, “Üzüntü” 6+5 duraklı 11’li, “Fırtınadan Sonra” 7+7 duraklı 14’lü
hece kalıbıyla yazılmıştır. 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazıdığı “Bizim Memleket” dört
dörtlük; “Yeni Kerem” beş dörtlük; “Yarıda Kalan Mısralar”, ikişer dörtlükten iki
bölümdür. (A.).
“Atlıların Türküsü”, “Topçuların Türküsü”, “Tayyarecilerin Türküsü”,
“Piyadelerin Türküsü”, “Denizcilerin Türküsü”, “Şehitlerin Türküsü”, “Zafer
Türküsü” adlı şiirler, üçer dörtlük hâlinde, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla
yazılmıştır.
Kafiye
düzeni
abab-cccb
şeklindedir.
Üç
dörtlükten
oluşan
“Muharebecilerin Türküsü”, abab-cccb kafiyelidir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li
kalıbıyla yazılmıştır. 7+7 duraklı hecenin 14’lü kalıbıyla ve abab-cccb-… kafiye
düzeniyle yazdığı “Gökten Düşenler” dört dörtlük, “Ahmet”, beş dörtlüktür.
“Çanakkale”, “İnönü” ve “Dumlupınar” şiirleri, beşer dörtlükten meydana gelmiş,
hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzenleri aaab-cccb
şeklindedir. “Kara Cehennem” yirmi bir dörtlükten oluşan uzun bir şiirdir. Hecenin
6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb-… şeklinde kafiyelidir. “Bizim
Köy”, on üç dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiye düzeniyle yazılan şiirde, 11’li hece
364
kalıbı duraksız kullanılmıştır. “Köyden Ayrılış” ve “Yüzbaşım” şiirleri üç dörtlükten
oluşmuş, 6+5 duraklı hecenin 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni abab-cccb
şeklindedir. “Atatürk”, dört dörtlükten oluşmuş, aaab-cccb kafiyeli, hecenin duraksız
11’li kalıbıyla yazılmıştır. “Hazır Ol” şiiri, üç dörtlükten oluşmuş, hecenin 11’li
kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni aaab-cccb şeklindedir. (A. T.).
“Benimle Yürüyene” ve “Yanarım”, “Lânete Mahkûm I”, “Bir Genç Kıza
Mersiye”, “Kadın”, “Veraset”, “Eriyen Adam”, “Onu Bir Gün Görmedim”, “Gitti”,
“Suyun Üstünde Mısralar”, “Dağlar”, “Kör Kuyu”, “Hâtıra”, “Kız Hüseyni
Vurdular”, “Ardında” şiirleri
üçer dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, hecenin 7+7
duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır.
“Dün Bir Kadın Ağladı”, “Kumun Üstünde
Mısralar” beşer dörtlük, abab-cccb-dddb-… kafiyeli, hecenin 7+7 duraklı 14’lü
kalıbıyla yazılmışlardır. “Kolsuz” iki dörtlüktür. abab-cccb kafiyeli şiirde hecenin
6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Serseri” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiye
düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Vah Ona…” üç
dörtlüktür. abab-cccb-dddb kafiye düzenli şiir hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla
yazılmıştır. “Gökten Düşenlere” üç dörtlük, abab-cccb-dddc kafiyeli şiirde, hecenin
7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. Beş dörtlük, abab-cccd-eeed-… kafiyeli
“Sefillerin Ölümü”, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Bizim
Memleket” dört dörtlüktür. abab-cccb-dddb-eeef kafiye düzenli şiirde, hecenin 6+5
duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Ben ve Sen”, “Solgun Gül”, “Gün Gibi”, “Bir
Kadın Ayrıldı…” üç dörtlük ve 6+5 duraklı 11’li heceyle yazılmıştır. “Kör Kuyu”,
“Hâtıra”, “Kız Hüseyni Vurdular”, “Ardında”, “Kadın”, “Veraset”, “Eriyen Adam”,
“Onu Bir Gün Görmedim”, “Gitti”, “Suyun Üstünde Mısralar”, “Dağlar”, “Lânete
Mahkûm I”, “Bir Genç Kıza Mersiye” şiirleri üç dörtlük ve 7+7 duraklı 14’lü kalıpla
365
yazılmıştır. “Naz” 7’li heceyle üç dörtlük hâlinde yazılmıştır. aaab-cccb kafiye
düzenli “Gezinti” iki dörtlük hâlinde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır.
“Bir Peri Masalında” iki dörtlük olarak, abab-cccb kafiye düzeniyle, 7’li hece kalıbı
kullanılarak yazılmıştır. 7+7 duraklı 14’lü heceyle yazılan “Kumun Üstünde
Mısralar” beş dörtlüktür. “Ferhat” üç dörtlük hâlinde, aaab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7
duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır.
“Eş” iki dörtlük, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla
yazılmıştır. “Koşma” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, 7’li hece kalıbıyla
yazılmıştır. “Ali” beş dörtlük, abab-cccb-dddb-… kafiye düzenli, 6+5 duraklı 11’li
heceyledir. “Ferhat” üç dörtlük, aaab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü kalıplıdır.
“Eş” iki dörtlük, aaab-cccb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü hecelidir. “Ben ve Sen”, “Bir
Kadın Ayrıldı”, “Gün Gibi”, “Solgun Gül” üçer dörtlük hâlinde, abab-cccb-dddb
kafiye düzeniyle ve 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmışlardır. “Gezinti” iki
dörtlük, aaab-cccb kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hecelidir. (B. Ö. B. G.).
Yusuf Ziya, “O Gün” şiirini koşma tipi yazar. Dört dörtlükten oluşan şiir,
xaxa-bbba-… şeklinde kafiyelidir. 8’li heceyle yazılmıştır. “O Gün” üç dörtlükten
oluşur. xaxa-bbba-ccca kafiyeli şiirde 8’li hece kullanışmıştır. (B. R. E.).
“Sokaklarda Sabah” ve “Ayna Karşısında” üçer dörtlükten oluşur. “Ayna
Karşısında” xaxa-bbba-ccca kafiyeli ve 8’li; “Sokaklarda Sabah” abab-cccb-dddb
kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. S. G.).
“Uyusun” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, 8’li heceyle yazılmıştır.
“Belki Onun Sesi Gelir” iki dörtlük, 6+5 duraklı 11’li kalıplı. (S. G. Ö.).
Orhan Seyfi, “Geçme” adlı şiiri, üç dörtlük hâlinde abab-cccb-dddb kafiyeli,
8’li heceyle yazar. “İlk Çarşaf” beş dörtlüktür. aaab-cccb-dddb kafiyeli şiir, 4+4+3
duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb-dddb kafiye düzenli “Bir
366
İzdivaçtan Sonra” ve “Düşünce”
şiirleri 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazılmıştır.
“Gönül” üç dörtlüktür. abab-cccb-dddb kafiyeli ve 8’li hecelidir. aaab-cccb-…
kafiyeli “Yazık” ve “Aşktan Sonra” şiirleri dörder dörtlükten oluşur. 6+5 duraklı
11’li kalıplıdırlar. Şairin “fantezi” olarak adlandırdığı “Dul” şiiri beş dörtlüktür.
abab-cccb-… kafiyeli şiir 7’li heceyle yazılmıştır. “Ayrıldıktan Sonra” üç dörtlüktür.
abab-cccb-dddb kafiyeli şiirde, 8’li hece kullanılmıştır. “Gazimize” dört dörtlük,
abab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. “Harp İçinde Bahar”
üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli şiirde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı
kullanılmıştır. (G. S.). 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan “Kendim İçin”, iki
dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiyelidir. (O. B. B. K.).
2. Semai Tipi
“Halk şiirinde hece ölçüsüyle ve aruz ölçüsüyle yazılan iki türlü semaî vardır.
Hece ölçüsüyle yazılan semaîler koşma tipine benzer.” Kafiye düzeni abab-cccbdddb-… şeklindedir. Hecenin 4+4 duraklı ya da duraksız 8’li kalıbıyla yazılırlar.
Dörtlük sayısı üç ile beş arasındadır. Dörtlük sayısı beşten fazla olan semaîlere de
rastlanır. Genellikle sevgi, tabiat ve güzellik konulrı işlenir. (s. 334). Yeni Türk
şiirinde, 4+4 kalıbı dışında 4+3 duraklı 7’li kalıpla yazılan semaîler de vardır. (s.
374).977
Orhan Seyfi’nin “Rüya” yı, 8’li hece kalıbıyla, üç dörtlük hâlinde yazar.
abab-cccb kafiyelidir. “Geldiğin Günün Hatırası”, 8’li hece kalıbıyla ve abab-cccbdddb kafiye düzenli üç dörtlüktür. Üç dörtlükten oluşan “Münacat II”, 4+4 duraklı
977
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk şiir Bilgisi, s. 334, 374.
367
sekizli heceyle yazılmıştır. abab-cccb kafiyelidir. Aynı düzende yazılan “Münacat
III”, dört dörtlükten oluşur. (O. B. B. K.).
Yusuf Ziya, “Bir Gün” dört dörtlük. xaxa-bbba-ccca-ddda kafiyeli şiir 8’li
hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. R. E.).
3. Mani tipi
Mani, tek dörtlük olan bağımsız bir nazım biçimidir. Yeni Türk şiirinde mani
tipi biçimi, mani dörtlüklerinin arka arkaya sıralanmasından doğmuştur. Dörtlükler
mana bakımından bağımsız değildir, birbirleriyle ilgilidir. aaxa-bbxb-ccxc-…
kafiyelidirler. (s. 374). Bunun yanında xbxb düzenli olanlar da vardır. Maniler
hecenin 7’li kalıbıyla yazılırlar. (s. 279). 978
Orhan Seyfi, “Gönlüm” beş dörtlüktür. aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzenli şiir
hecenin 4+3 duraklı 7’li kalıbıyla yazılmıştır. “Usanç” beş dörtlüktür. aaba-ccdceefe-… kafiye düzenli şiirde hecenin 7’li kalıbı kullanılmış. Son dörtlükte şairin adı
geçer. “Maniler” aaba kafiye düzeni ve hecenin 7’li kalıbıyla yazılan on iki maniden
oluşur. “Saz Şairi” sekiz dörtlükten oluşur. aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzeniyle
yazılan şiirde hecenin 7’li kalıbı kullanılmıştır. (G. S.).
Halit Fahri, “Sulara Dalan Gözler” i iki dörtlük, aaba-ccbc kafiyeli, hecenin
7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazar. (S. D. G.).
“Dervişin Sözü” üç dörtlükten oluşur. aaba-ccbc-ddbc kafiyeli olan şiirde,
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. (B. Y.).
“Münacat I”, 14’lü heceyle beş dörtlük olarak yazılmıştır. aaba-ccdc- eefe
kafiyelidir. (O. B. B. K.).
978
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 374, 279.
368
Yusuf Ziya, “masal” olarak nitelediği “Bir Kuş!” adlı şiiri sekiz dörtlük
olarak yazar. aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzenli şiirde hecenin 8’li kalıbını kullanır.
(B. R. E.).
Faruk Nafiz, “Terk Olunmuş” şiirini beş dörtlük olarak yazar. aaba-ccdc-eefe… kafiye düzenli şiirde, 8+7 duraklı 15’li kalıbı kullanır. “Başkasını Seven” aabaccdc-eefe-… kafiyeli beş dörtlükten oluşur. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla
yazılmıştır. (D. N.).
“Aya Manzumeler”, on dörtlükten oluşur. Birinci ve üçüncü bölüm üçer
dörtlük; ikinci ve dördüncü bölüm ikişer dörtlüktür. Hecenin 6+5 duraklı 11’li
kalıbını kullanır. (Ç. Ç.).
“Tutuş, Yan!” dört dörtlük. xaxa-xbxb-… kafiye düzenlidir. Hecenin 6+5
duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (A.).
Faruk Nafiz, “Piç” şiirini beş dörtlük olarak aaba-ccdc-eefe-… kafiye
düzeniyle ve hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazar. (B. Ö. B. G.).
4.Türkü
“Türkü, türlü ezgilerle söylenen, bir anonim halk şiiri nazım biçimidir.
Söyleyeni belli, kişisel halk şiiri biçimleri arasına giren türküler de vardır. Türkü,
her iki bölüğe de girebildiğinden halk edebiyatının en zengin alanıdır.” Türkü
bentleri yapı ve sözleri bakımından iki bölümden meydana gelir. Bent adı verilen
birinci bölümde, türkünün asıl sözleri yer alır. Bunu “bağlama” ya da “kavuştak” adı
verilen ve her bendin sonunda yinelenen “nakarat” takip eder. Bentler ve kavuştaklar
369
kendi aralarında kafiyelidir. Genellikle 7’li, 8’li ve 11’li hece kalıpları
kullanılmasının yanında hece vezninin her kalıbıyla söylenirler.979
Orhan Seyfi’nin dört mısralık ikişer bentten oluşan “Türküler” i üç bölümdür.
Yapı bakımından dörtlüklerle kurulan kavuştaksız türkülere benzese de kavuştaklar
dörtlüklerin içine yerleştirilmiştir. ab(k)ab(k)-cccb(k) kafiye düzenli şiirde hecenin
6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Diyorlar” şiiri kavuştakları iki mısra olan
türkülere uymaktadır. İki dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni aaaa-b(k)b(k)-ccccb(k)b(k) şeklindedir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (G. S.).
Yusuf Ziya’nın “Eğil Dağlar Eğil” adlı şiiri üçlüklerle kurulmuş, kavuştağı iki
mısradan oluşan bir türküdür. aaa- b(k)b(k)- cccc- b(k)b(k) kafiye düzenli şiirde,
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Sarı Zeybek” şiirinin kavuştağı bir
mısradan oluşur. Dörtlükler hâlinde yazılan şiirde dördüncü mısra kavuştak olarak
geçer. Dört dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni aaab(k)-cccb(k)-… şeklindedir.
Atasözleri ve türkülerde rastlanan 8+5 duraklı 13’lü hece kalıbı kullanımıştır. (Âh,
İzmir!).
II. Divan Şiirinden Alınan Nazım biçimleri
1. Beyitlerle Kurulan Biçimler
a) Gazel Tipi
Arapça “kadınlarla âşıkâne sohbet etmek” demek olan gazel, özellikle aşk,
güzellik ve içki konusunda yazılan belirli biçimdeki şiirlere verilen addır. (s. 104).
Beyitlerle yazılan gazelde, birinci beyit “musarra‘” dır. İlk beytin mısraları kendi
arasında, diğer beyitlerinde ikinci mısraları birinci beyitle kafiyelidir. İlk beyitten
979
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 289.
370
sonraki beyitlerin birinci mısralarında kafiye aranmaz. aa-ba-ca-da-… “Gazel, Türk
edebiyatına bağımsız bir nazım biçimi olarak İran edebiyatı yoluyla girmiştir.
Biçimde hiçbir değişiklik yapılmadan, Türk şairlerince en çok sevilen bir nazım
biçimi olarak yüzyıllarca kullanılmıştır.” (s. 105). Gazellerin beyit sayısı beş ile
dokuz arasında değişir. Beyit sayıları üç, beş, yedi gibi çoğunlukla tek sayılardır.
Beyit sayısı beşten az ya da dokuzdan fazla olan gazellere de rastlanır. “Gazel konu
bakımından lirik bir nazım biçimidir. Divan şiirinin duygu ve öz şiir yönünü en çok
gazel belirtir. Üslûp yönünden kusursuz olması gerekir.” Konu olarak en çok aşk ve
kadını işleyen gazellerin yanında sevgilinin güzelliğini, hasreti, içki ve şarabı, baharı
anlatan gazeller de vardır. (s. 109). Gazelde beyitler arasında doğrudan doğruya
mana bağı bulunmamasına karşın beyitler arasında mana açısından bir uyum
bulunması ve bütününe aynı kavram, düşünce ve benzetmelerin hâkim olması
gerekmektedir. Bunu kafiye ve redif sağlamaktadır. (s. 117). 980 Şair, son beyitte
mahlasını kullanır.
Orhan Seyfi, “Yolculuk” ta hece vezniyle gazel yazmayı denemiştir. Yedi
beyitten oluşan şiiri, hecenin 4+4+4+4 duraklı 16’lı kalıbıyla yazmıştır. aa-ba-ca-…
kafiye düzenlidir. Son beyitte şairin adı geçer. “Gözlerde Seyahat” beş beyittir. aaba-ca-… kafiyeli şiirde, hecenin 4+4+4+4 duraklı 16’lı kalıbı kullanılmıştır. Son
beyitte şairin adı geçmez.
Faruk Nafiz’in “olduğumuz” redifli “Cenab’a Gazel” i beş beyitten oluşur.
aa-ba-ca-… kafiyeli şiir fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün)
kalıbıyla yazılmıştır. “Süleyman Nazif’e Gazel” beş beyitten oluşur. Gazel tarzında
yazılan şiirin kafiye düzeni aa-ba-ca-… şeklindedir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/
980
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 104-122.
371
fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.). “Şeref” redifli “Gazel” beş
beyittir. aa-ba-ca-… kafiyeli şiirde, aruzun mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün
(fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Açar” redifli “Gazel” beş beyittir. aa-ba-ca-… kafiyeli
şiirde mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Nihat Sami Banarlı’ya
ithaf ettiği “Gazel” beş beyitten oluşur. aa-ba-ca-… kafiyeli şiirde, aruzun mefâ‘îlün/
mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün kalıbı kullanılmıştır. “Elverir” redifli “Gazel” i beş beyittir. aaba-ca-… kafiyeli şiir aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır.
“Olur” redifli “Gazel”
beş beyittir. aa-ba-ca-… kafiye düzeniyle yazılan şiirde
aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Gazellerin son
beytinde şairin mahlası bulunur. (H. ve S.).
“Üstat Cenab’a Gazel” şiiri beş beyitten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/
fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/
fe‘ilün
kalıbıyla
yazılmıştır.
aa-ba-ca-da-ea
şeklinde
kafiyelenmiştir. Son beyitte şairin adı geçer. (G. G.).
b) Kıt‘a
“Kıt‘anın sözlük anlamı “parça, bölük, cüz”dür. Yalnız ikinci ve dördüncü
dizeleri birbiriyle uyaklı 2 beyitlik nazım biçimine denir.” Genellikle “dörtlük” adı
verilen bu kıt‘aların kafiye düzeni xa-xa şeklindedir. Aralarında anlam birliği
bulunan beyitler birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Kıt‘a nazım biçiminde şairin
mahlasını kullanmamasına karşın mahlaslı kıt‘alara da rastlanır. Birinci, ikinci ve
dördüncü mısraları birbirleriyle kafiyeli kıt‘alara “nazım” denir. 981
981
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 202.
372
Enis Behiç’in “aruzdan yadigâr” dediği dört mısralık “Bir Kıt‘a” adlı şiirinde
kafiye düzeni aaba şeklindedir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün
(fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır.
Faruk Nafiz, kendisiyle 1974’te yapılan bir konuşmada uzun şiir yerine kısa
kısa şiirler yazdığını, bunların daha çok “hoşuna gittiğini” söyler.
982
Son
zamanlarında sadece dörtlükler yazdığını söyleyen şaire rübaîyi neden denemediği
sorulduğunda, “Rübaî daha çok düşünce şiiridir. Şiir o dar kalıba sığmaz” cevabını
verir.983 Şiirlerinden bazıları rübaî olarak adlandırılsa da bu şiirler vezin ve kafiye
açısınan rübaîye uymazlar. Şairin Zindan Duvarları adlı kitabı daha çok tarihî ve
siyasî konuların işlendiği müstakil seksen altı dörtlükten oluşur. Aruzun fe‘ilâtün
(fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan dörtlüklerin büyük
bir bölümünü xaxa kafiye düzenlidir. “Magosa”, “Neş‘e”, “Ufuksuzlar”, “Ey Dante”,
“Nesimî”, “Sainte Helene”, “Yarı Bir İkincisi”, “Davet” şiirleri abab; “Madde ve
Kuvvet”, “Gönüller Bir olsun” aaba; “Bir Şarkı” aa aa kafiye düzenlidir. Kitapta,
“Ölümle Kalım Arasında” başlığı altında on iki dörtlük vardır. xaxa kafiye düzenli
dörtlüklerde mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Ölümle
Kalım Arasında XII”, abab kafiye düzenlidir.
2. Bentlerle Kurulan Biçimler
a) Şarkı
Şarkı, dörtlüklerle kurulan bir nazım biçimidir. Kafiye düzeni genellikle aaaabbba-ccca-… şeklindedir. Temel kafiye bazen ilk dörtlüğün ikinci mısraında da
982
UYSAL, Sermet Sami, “Faruk Nafiz’den Anılar II”, Varlık, 797(Şubat 1974), s. 5.
BİRSEL, Salâh, “Boğaziçi Yandan Yandan (Kahveler Kitabı), Türk Dili, 279(Aralık 1974), s.
950-951.
983
373
görülür. İlk dörtlüğün ikinci ve dördüncü mısraları ile diğer dörtlüklerin dördüncü
mısraları nakarat olarak yinelenir. aa aa -bbba -ccca -… Şarkılar arasında ababcccb-dddb-… şeklinde nakaratsız olanlar da vardır. Şarkıların aaxa-bbba-ccca-… ve
aaxa -bbba -ccca -… şekillerine de rastlanır. “Şarkı biçimi Türk Edebiyatında
doğmuştur.” Bestelenmek için yazıldıklarından bent sayıları azdır. “Bestelenecek
şarkılar, müzik usullerine uyan kalıplarla özellikle mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/
fa‘ûlün kalıbıyla yazılır.” Konu olarak genellikle aşk, sevgili, içki ve eğlence işlenir.
(s. 214). “Yeni Türk Edebiyatı Döneminde yazılan şarkılar genellikle iki bentli ve
nakaratlıdır.” (s. 216).984
Yusuf Ziya’nın “Şarkılar 1” ve “Şarkılar 2” şiirlerinin kafiye düzenleri
nakaratsız şarkıların kafiye düzenine uymakla beraber nakaratlıdırlar. İkişer dörtlük
hâlinde yazılan şiirlerin kafiye düzeni ab ab -cccb şeklindedir. Bir farklılık olarak
da hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmışlardır. (Â. Y.).
Yusuf Ziya, “Asker Şarkısı”, üç dörtlükten oluşur. 4+4+5 duraklı on üçlü
heceyle yazılmış; aaaa-bbba-ccca kafiyelidir. (C. U.).
Faruk Nafiz, “Sâkîler” şiiri iki dörtlükten oluşur. aaaa -bbba
kafiye
düzenlidir. Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (Ş. S.). “Ayni
gülistan” redifli “Gülistan” şiiri üç dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiyeli şiirde
mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. (H. ve S.). “Sabâ”, iki
dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni aaaa-bbba şeklindedir. Aruzun fâ‘ilâtün/
fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.).
984
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 214, 216.
374
b)Tahmis
“Beşleme, beşli duruma getirme demek olan tahmis, bir gazelin beyitlerinin
üzerine aynı ölçü ve uyakta üçer dize eklenerek yapılmış muhammese denir.” 985
Orhan Seyfi “Tahmis” te, Yahya Kemal’in bir gazeline tahmis yazmıştır. aaaaabbbbb-ccccc… şeklinde devam eder. Koyu harfle gösterilenler tahmis yazılan şaire
ait beyitlerdir. Bu şiir, beş mısralık beş bentten oluşur. Mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün/
mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. Diğer bir “Tahmis” te, Nedim’in bir
gazeline tahmis yazar. aaaaa-bbbbb-ccccc-… şeklinde kafiyelenen şiirde, koyu
harflerle gösterilen mısralar tahmis edilen gazelin beyitleridir. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/
mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (F. ve K.).
b) Batı Edebiyatından Alınan Nazım Biçimleri
I. Çapraz Kafiye (Rimes croisées)
Dört mısralı bentlerden kurulan bu biçimde abab-cdcd-efef-…şeklinde ilk
mısra ile üçüncü mısra, ikinci mısra ile de dördüncü mısra kafiyelidir. Dörtlük sayısı
sınırlı değildir. Her türlü konuya elverişli olduğundan çok kullanılan bir biçimdir.
Çapraz kafiye, “çaprazlı kafiye” ve “çaprazlama” adlarıyla da bilinir. 986
Orhan Seyfi, altı dörtlükten oluşan “Aşka Dair”, “Kanarya”, “Bir Genç Kıza”
“O Güzel Kadın İçin 2”; beşer dörtlükten oluşan “Bir Zifaf İçin”, “Kış Gecelerinde
2”; dörder dörtlükten oluşan “Bahar Sabahında”, “Teessür”, “Siyah Sancak”,
“Çiçekler Açarken” ve “Küçük Bir Talep”; yedişer dörtlükten oluşan “Bütün
Güzellere” ve “Anadolu Toprağı”, “O Güzel Kadın İçin 1” adlı şiirleri çapraz
kafiyeyle yazar. (G. S.).
985
986
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 223.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 370.
375
Orhan Seyfi, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazdığı “Bütün Güzellere” yedi
dörtlük; “Çiçekler Açarken”, “Bahar Sabahında” ve “Küçük Bir Talep” dörder
dörtlük; “Aşka Dair” altı dörtlük; “Fantezi” başlığı altında topladığı şiirlerden “Bir
Çiftlik Manzarası” beş dörtlük; “Kış Gecelerinde 2” beş dörtlük; “Siyah Sancak”
dört dörtlük hâlinde yazılmıştır. 4+4+3 duraklı 11’li kalıpla yazılan “Teessür” dört
dörtlük; “Anadolu Toprağı” yedi dörtlüktür. 7’li heceyle yazılan “Bir Zifaf İçin” beş
dörtlük; “O Güzel Kadın İçin 2” altı dörtlüktür. 4+4 duraklı 8’li kalıpla yazılan
“Kanarya” ve “Bir Genç Kıza” altı dörtlük; “O Güzel Kadın İçin 1” yedi dörtlüktür.
(G. S.).
Halit Fahri, dörder dörtlük halinde yazdığı “Lânetin Sesi” nde aruzun
mef‘ûlü/fâ‘ilâtü/ mefâ‘ilü/ fâ‘ilün; “Akbabalar” da müfte‘ilün/ müfte‘ilün; “Davet” te
fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün); “Aşkınız” da fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) /
mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün); kalıbını kullanır. Üçer dörtlükten oluşan “Asrın Şiiri” nde,
aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün); “Ayinden Sonra” da fâ‘ilâtün/
fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Beş dörtlükten oluşan “Son Sözüm” aruzun
fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Z.).
Dört dörtlükten oluşan “Cemşid” de mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün/ mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün
kalıbı kullanılmıştır. (E.).
Beşer dörtlükten oluşan “Asker Türküsü”, “Ay Dinledi”; üçer dörtlükten
oluşan “Orduya”, “Yıldızların Hediyesi”, “Karavana Başında”, “Bükülmez Dal”,
“Hilâl-i Ahmer” ve “Şehit”; dörder dörtlükten oluşan “Düşürülen Bir Düşman
Tayyaresine”, “Mehtapta Süvariler”, “Türklük Ölmez”; on dörtlükten oluşan
“Bayram Mektubu” şiirlerinde çapraz kafiye kullanır. (C. D.).
376
Halit Fahri, üçer dörtlükten oluşan “Dargın” şiirini hecenin 8’li; “Sahilde” yi
7+5 duraklı 12’li; “İtiraf”, “Anadolu Akşamı”, “Gurbette İlk Bayram”, “Şairin
Ölümü” ve “Yalnızlık Gecesi” ni 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazar. Beşer
dörtlükten oluşan “Bahara, Mehtaba Karşı” ve “Lânet” 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla
yazılır. “Melike’ye” dört dörtlükten oluşur hecenin 7+5 duraklı 12’li kalıbı
kullanılmıştır. (B. Y.).
Halit Fahri, “Fenerin Karşısında”, “Yavrumu Düşünürken”, “Alevden
Kadın”, “Bir Yangın Kızıllığında”, “Bir Hazan Gecesinde”, “İlk Güneş”, “Sen
Yoksan…” şiirleri dörder dörtlükten; “Kâbus”, “Gece Trenleri”, “Giden Gelmeyen”,
“Akşam Terennümü”, “Bir Cigara.. Bir Daha..”, üçer dörtlükten; “Bahçemde Bahar”,
“Oyuncaklar”, “Bizim Baharımız”, “Sobamı Yakarken”, “Mevsimin Vedaında”,
“Son Vapur Yolcuları”, “Örgüler” şiirleri beşer dörtlük; “Koyda Mehtap”, “İhtiras”,
“Yalnızlık” şiirleri altışar dörtlükten; “Ezelî Şikâyet” ve “İkimiz” şiirleri onar
dörtlükten oluşur. “Öksüz Duası” sekiz dörtlük; “Gururun Ölümü” iki dörtlük;
“Canlanan Taş” on iki dörtlük; “Sesler” ise üçer dörtlükten oluşan üç bölümdür. (P.).
“Gece Nöbetinde”, üç dörtlük abab-cdcd-efef kafiye düzeniyle yazılmıştır.
(C. U.).
Faruk Nafiz, “Göllerde” dört dörtlük, 7+5 duraklı 12’li; “Annemin Dizinde”
beş dörtlük, 6+5 duraklı 11’li; “Gezdiğim Yer” dört dörtlük, 7+7 duraklı 14’lü;
“Hicran Akşamı” üç dörtlük, 6+5 duraklı 11’li; “Şüphe” altı dörtlük, 7+5 duraklı
12’li; “Bir Mersiye” sekiz dörtlük, 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazar. (D. N.).
“Yeşil Köşe”, “Göksu”, “Kış Bahçeleri”, “İki kış Ortasında” dörder dörtlük;
“Bir Ses Ki…” beş dörtlükten oluşur. (H. ve S.).
377
Faruk Nafiz, “Oluk Yanında”, “Tereddi” ve “Denizden Beklediğim” üçer
dörtlükten; “Gönülden Şikâyet” ve “Yemin”, dörder dörtlükten; “Yuvamın Kuşuna”
yedi dörtlükten; “Bir Gece” ve “Yağmurlu Bir Gündü” şiirleri altışar dörtlükten
oluşur. “Her Yerde Kahraman” şiiri “Yerde”, “Denizde” ve “Havada” olmak üzere
üç bölümdür. Her bölüm birer dörtlükten oluşur. “Orkestra Dinlerken” dokuz
dörtlükten oluşur. “Oğluma” yedi dörtlükten oluşur. “Ölümü Hatırlatan Kadın” altı
dörtlükten oluşur. 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılır. (Ç. Ç.).
Faruk Nafiz, “Kıskanç” iki dörtlük; “Yalılar”, “Memleket Türküleri”, “Ruh”,
“Kısas”, “Her Türlü” üçer dörtlük; “İçine Dert Olmasın”, “İnme”, “Dinle”,
“Ruhumda Kış, Yaz”, “Genç İken…”, dörder dörtlük; “Beşikten Mezara Kadar…”,
“Zehir ve Şarap” , “Kış Güneşi”, “Kafes”, “Bahar Türküsü”, “Hırs”, “Efemin
Ölümü” beşer dörtlük; “Sanat”, “Allahaısmarladık”, “Harabat Şairi” altışar dörtlük;
“Mağara”, “Yerden Göğe” yedişer dörtlük; “Geç Gelen Bahar” sekiz dörtlük;
“Okuyanlara” on dörtlük hâlinde yazılmıştır. (B. Ö. B. G.).
Halit Fahri, “1963 Yılbaşı Gecesinde” şiirini üç dörtlük ve 7+7 duraklı 14’lü
hece kalıbıyla yazar. (S. G. Ö.).
Halit Fahri, “Gece Terennümü” adlı şiirini, altı dörtlük hâlinde ve 6+5 duraklı
11’li hece kalıbıyla yazar. “Bahçede Saatler” şiiri “Beyaz Gece”, “Sevgi” ve
“Asmalar” alt başlıkları hâlinde ikişer dörtlük olarak ve 6+5 duraklı 11’li kalıpla
yazılmıştır. Üç dörtlükten oluşan “Kıyıda Yaz”, çok az görülen, daha çok atasözleri
ve deyimlerde kullanılan 9’lu hece kalıbıyla yazılmıştır. 7+7 duraklı 14’lü hece
kalıbıyla yazılan “Nefes Alan Ölüler” ve “Geçen Bir Şenlik İçin” üçer dörtlük; “Yok
Olmak” dört dörtlüktür. (S. D. G.).
378
Enis Behiç’in “İstiğna” şiiri sekiz dörtlüktür. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla
yazılmıştır. (M. ve G. Ö.).
Yusuf Ziya’nın “Kafkas’ta Kalanlara” beş; “Gemiciler” üç dörtlükten oluşur.
(C. U.).
Yusuf Ziya’nın “Son Söz” ü dört; “Kara Bayrak”, üç; “Ölü Evinde Düğün”
beş dörtlükten oluşur. (Ş. D.).
Yusuf Ziya, “Senden Sonra” şiirini dört dörtlük; “Gelmez mi?” ve “Ölüme
Doğru” şiirlerini üçer dörtlük hâlinde yazar. (Â. Y.).
Yusuf Ziya, “Bahara Girerken” şiirini dört dörtlük olarak ve 7+7 duraklı
14’lü kalıpla yazar. (B. S. G.).
Yusuf Ziya, “Denemeler” başlığı altında topladığı “Öyle Bir Günde” şiirini
dokuz dörtlük hâlinde yazmıştır. Hece sayısı serbesttir. (B. R. E.).
Faruk Nafiz, 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazdığı “Karacaahmet” sekiz dörtlük;
“Gecelerim” yedi dörtlüktür. 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılan “Çamlıca’daki Çınar”
ve “Bir Bahar Hikâyesi” altışar dörtlük; “Görmeden Taptığım Put” dört dörtlük;
“İshakağa Çeşmesi” beş dörtlüktür. (A.)
Faruk Nafiz, iki dörtlükten oluşan “Silâh Omuza” da hecenin yedili kalıbı
kullanılmıştır. “Bayrak Altında” ve “Albay” şiirleri üçer dörtlükten oluşur. Hecenin
6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmışlardır. “Her Yerde Kahraman”, üç dörtlükten
oluşur. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (A. T.)
“Nedim’e Dair”, iki dörtlükten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün
(fâ‘lün). Üç dörtlükten oluşan “Yolcu”, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/
fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Ş. S.).
379
Faruk Nafiz, “Bir Kadın Geçti” beş dörtlük; “Mangal Başı” altı dörtlük;
“Ebediyet Yolunda” dört dörtlükle yazılmıştır.
“Heyecan ve Sükûn” dörder
dörtlükten iki bölümden oluşur. “Sinâya İnen Nur” dört dörtlük, “Şahmeran” üç
dörtlükten oluşur. “Şehriyâra Kasîde” sekiz dörtlükten oluşur. Fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/
fe‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (H. ve S).
Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan
“Humma” , “Hayalden Hakikate”, “Firari”, “Üstat”, “Kara Kuvvet” şiirleri üçer
dörtlükten; “Ardından” dört dörtlükten; “Talas Bağlarında Batı” altı dörtlükten;
“Gazi Söylüyor” ve “Büyük Misafir” ikişer dörtlükten oluşur.
Dört dörtlükten oluşan “Mersiye” mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün; üç
dörtlükten oluşan “İçimden Gelen Ses”
fe‘ilâtün / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün)
kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.).
“Bozgun” beş dörtlükten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün
(fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır.
Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan “Köyde Kış”
üç dörtlükten; “Kış Gezintileri” ve “Baş Başa” şiirleri altışar dörtlükten oluşur.
“Mağlûp” üç dörtlükten oluşur. Aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün
kalıbıyla yazılmıştır.
“Eski Bir Kin”, dört dörlükten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. (G. G).
Faruk Nafiz, “Âh, İzmir!” üç dörtlük, 6+5 duraklı 11’li hecelidir. (Âh,
İzmir!).
Enis Behiç, “Tuna Kıyısında 2” (M. ve G. Ö.).
380
II. Sarma Kafiye (Rimes embrassées)
Dört mısralı bentlerle oluşturulan bir biçimdir. abab-cdcd-… şeklinde ilk ve
dördüncü mısra, ikinci ve üçüncü mısra kendi aralarında kafiyelidir. Dörtlük sayısı
sınırlı değildir.987
Halit Fahri’ nin sarma kafiyeyle yazdığı “Yolcular” altı; “Tûtî-nâme” sekiz;
“Hamam” ve “Sultân-ı Rûm” beşer; “Ölüm ve Kadeh” dokuz; “Şadırvanlar” dört
dörtlükten oluşur. (E.). Sarma kafiyeyle yazdığı ve üç dörtlükten oluşan “Terennüm”
de aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilün kalıbını kullanmıştır. (Z.).
Halit Fahri, dörder dörtlükten oluşan “Kışa Doğru” hecenin 6+5 duraklı 11’li;
“Kâbus” 6+6 duraklı 12’li kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.).
Halit Fahri, “Gönül Bu!” üç dörtlükten oluşur. abba -acca -adda kafiye
düzenli şiirde, 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbı kullanılmıştır. “Şifa’daki Kadın” dört
dörtlük hâlinde, abab-cdcd-… kafiye düzeniyle yazılmıştır. Hecenin 7+7 duraklı
14’lü kalıbı kullanılmıştır. (S. D. G.).
Yusuf Ziya, “Arzuhalci” şiiri beş dörtlükten oluşur. a bba-a cca-a dda-…
kafiyeli düzenli şiirde her dörtlüğün ilk mısraı nakarattır. (B. R. E.).
Faruk Nafiz, “İthaf” şiiri dört; “Münzevî” beş; “Ayrılık” ve “Yıllardır”
sekizer dörtlükten oluşur. axxa-bccb-effe-… kafiyeli “Geceyle Ben”, dokuz
dörtlüktür. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (D. N.).
“Dargın ve Barışık” şiiri üçer dörtlükten iki bölümden oluşur. Mef‘ûlü/
mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbıyla yazılmıştır (G. G.). Beş dörtlükten oluşan
“Melekü‘l-Mevt” te aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbı
kullanılmıştır. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan
987
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 370.
381
“Çankaya” ve “Musiki Sabahı” şiirleri beşer dörtlüktür. (S. H.). “Lâle Devri” üç
dörtlük olarak yazılmıştır. (H. ve S.).
“Şehir”, “Kısas” ve “Harç” şiirleri üçer dörtlük; “Dağınık Satırlar” dört
dörtlük hâlinde yazılmıştır. (B. Ö. B. G.).
Halit Fahri, “İfrit” şiirini dokuz dörtlük hâlinde yazar. (P.).
Yusuf Ziya, “Rüya” yı dört dörtlük olarak yazar. “Bir Selvi Gölgesi”, 7+7
duraklı 14’lü hece kalıbıyla üç dörtlük hâlinde yazılmıştır. (B. S. G.).
Enis Behiç, “Buhran” (M. ve G. Ö.).
III. Terza- Rima
İlk kez ve çoğunlukla İtalyan Edebiyatında kullanılan bir nazım biçimidir.
Üçer mısralık bentlerle kurulur. Bent sayısı sınırlı değildir. Tek bir mısra ile sona
erer. Kafiye düzeni aba-bcb-cdc-ded-e şeklindedir. İtalyan Edebiyatından sonra diğer
Avrupa Edebiyatlarına geçer. Türk Edebiyatında, Tevfik Fikret tek bir şiirinde bu
nazım
biçimini
denemiştir.
1908’den
sonra zaman
zaman
kullanılsa da
yaygınlaşmamıştır. Bu nazım biçimine “örüşük kafiye”, “örüşük üçlü” de denir.988
Halit Fahri’nin “Şimşek” şiiri bir üçlük, onu takip eden kısa bir sesleniş ve
sonra tek bir mısradan oluşur. Bu iki kez tekrarlanır. aba-b-a-dcd-c-d kafiye düzenli
şiirde, kısa mısralarda 5’li, diğerlerinde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı kullanılmıştır.
“Apartımanda Akşam” iki üçlük ve tek bir mısradan oluşur. aba-ccb-b kafiyeli şiirde
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanır. “Nasılsınız?” iki üçlük ve her üçlüğün
sonunda yer alan müstakil bir mısradan oluşur. aab-b-ccd-d kafiye düzenli şiirde,
988
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Basımevi,
(genişletilmiş 2. baskı), İstanbul, 1978, s. 738.
Tercüman Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1985, (Haz.:
Necat BİRİNCİ), s. 405.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 371-372.
382
hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanır. “Şehir Ucunda Yaz” iki üçlük ve müstakil
bir mısradan oluşur. aab-ccb-c kafiye düzenli şiirde, hecenin 6+5 duraklı 11’li
kalıbını kullanır. (S. D. G.). “Paravan” müstakil bir mısra ile başlar. Dört üçlükle
devam eden şiir müstakil bir mısra ile biter. a-bab-ccd-ede-fgg-f kafiye düzenli şiirde
hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbını kullanır. (P.). Halit Fahri, bu şiirlerinde mısraların
dizilişi terza-rimayı andırsa da tam bir uygunluk göstermez. Kafiye düzeninde
değişiklikler yapmıştır.
IV. Sone (Sonnet)
Sone, İtalyan edebiyatında doğan, oradan bütün Avrupa Edebiyatlarına
yayılan bir nazım biçimidir. İlk ikisi dörder mısralık bendi, üçer mısralık iki bent
takip eder. Topla on dört mısradır.989 Kafiyelenişi bakımından iki tiptir. İtalyan tipi
sone, abba-abba-ccd-ede; Fransız tipi sone, abba-abba-ccd-eed şeklindedir. Türk
şairleri tarafından kafiyede değişiklikler yapılarak kullanılmıştır. Türk Edebiyatında,
abba-cddc-eff-egg, abba-cdcd-eef-ggf, abab-cdcd-eff-egg, abab-cdcd-eff-gff kafiyeli
şekilleri görülür.990 Bu tarzda kafiyelenen sonelerin yanında, Shakespeare’ın ababedcd-efef-gg şekilli soneleri de vardır.991 XIX. Yüzyıl sonlarında, Edebiyât-ı Cedîde
şairlerince Türk Edebiyatına getirilen sone, çok sık olmasa da kullanılmıştır.992
Orhan Seyfi, “Buhran” iki dörtlük ve iki üçlükten oluşur. abba-cddc-eff-gee
kafiye düzenlidir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı
kullanılmıştır. “Sergüzeşt Arkasında” şiiri abba-cddc-eef-fgg şeklinde kafiye
düzenlidir. Şiirde aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “O
989
990
991
992
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İstanbul, 2001, s. 377.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 369.
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 668.
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 377.
383
Zaman ki” adlı şiir abab-cdcd-efg-gfe şeklinde kafiyelenmiştir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) /
mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır.
“İtiraf” şiiri, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşur. Şair, ilk üçlükte bir değişiklik
yapar. Karşılıklı konuşmalara yer verirken ilk mısraı böler, dört mısraa çıkarır. ababcdcd-e(f)gg-ehh kafiye düzenli şiirde, aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün
(fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. İlk mısraın ikinci mısraı bölününce vezin de uygun
olmayan yerde bölünür. (F. ve K.).
Halit Fahri, “İstasyon” da, dokuzlu hece kalıbıyla yazılan şiir, iki dörtlük iki
üçlükten oluşur. abab-acac-def-fed kafiye düzenine sahiptir. (C. D.)
Halit Fahri, “Bahar Sabahı” şiirini abba-cddc-eff-egg kafiye düzeni ve
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.).
Yusuf Ziya, “Eski Sevgiliye” yi abba-cddc-eff-egg kafiyeli düzeniyle ve
hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazar. “Kadın Aşkı” abab-cdcd-efe-fhh kafiyeli,
hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Yıllardan Beri” abab-cdcd-efe-fdd
kafiyeli, hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmış. (Â. Y.).
Faruk Nafiz, “Uzaktan” şiirini abab-cdcd-eef-ggf kafiyeli, hecenin 8+5
duraklı 13’lü kalıbıyla yazar. “Sensiz Bahar” abab-cdcd-eef-gfg kafiyeli, hecenin
6+5 duraklı 11’li kalıbıyladır. (D. N.).
Hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazdığı “Son Âşık”, abab-cddc-eef-ggf
kafiye düzenlidir. (Ç. Ç.).
“Öldüğüm Zaman”, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. ababcdcd-eef-ggf kafiye düzenlidir. “Sara”, abba-cddc-eef-ggf kafiyelidir. İlk iki dörtlük
ayın konuşması şeklindedir. Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fa‘lün) kalıbı
kullanılmıştır. (Ş. S.).
384
“Has Bahçe” şiiri, ikişer dörtlük ve ikişer üçlükten oluşan üç bölümdür. ababcdcd-eef-ggf kafiye düzenli şiirde aruzun mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı
kullanılmıştır. (S. H.).
“Yalnız” abba-cddc-efe-eef kafiyeli, mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün
kalıbıyla yazılmıştır. “Teselli”, abab-cdcd-efe-ggf kafiyeli, aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/
mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (H. ve S.).
“Yalnız”, abba-cddc-efe-eef kafiyeli, hecenin 14’lü kalıbıyla yazılmıştır.
(A.).
V. Balad (Ballade)
Edebiyat ve müzikte, çağ çağ, türlü manalara gelen balad, eskiden, hikâyeli
lirik şiirlere, her çeşitten duygulu küçük şarkılara denirdi. Bunlar dinî, satirik, trajik
olabilirlerdi. Asıl vatanı olan İtalya’da XII. yüzyıl kadar dans şarkısı manasında
kullanılmıştır.993 Kaynağı, Avrupa’da halk ağzında dolaşan anonim lirik şarkılardır.
Bunlar zamanla geliştirilmiştir. Çağdaş şiirde, klâsik biçimi ve içeriği değiştirilip
genişletilerek hikâyelerin yanında felsefî, hikemî ve lirik şiirler yazılmıştır. “Türk
Edebiyatında balad ancak Cumhuriyet Edebiyatından sonra, o da çok az olarak
kullanılmıştır.”
Nazım biçimi olarak balad, üç uzun, bir kısa bentten oluşur. uzun bentlerin
mısra sayısı altı ile on arasındadır. Her bent eşit mısralıdır. Kısa bent dört ile beş
mısra arasında değişir. 994 En belirgin ve değişmez özelliği, ilk mısraın hece sayısı
bentlerin mısra sayısıyla aynıdır. Son bendin mısra sayısı ise bunun yarısı kadardır.
993
AKALIN, L. Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık Yayınevi, (genişletilmiş 3. baskı),
İstanbul, 1972, s. 30.
994
Tercüman Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, (Haz.: Necat BİRİNCİ), Tercüman Gazetesi Yayınları,
s. 21.
385
Bentlerin sonundaki mısra nakarattır. Kafiye düzeni kesin değildir. 995 Çapraz ve
sarma kafiye bir arada görülür.
Enis Behiç, bazı şiirlerinin başında denediği vezin ve nazım biçimlerini
belirtir. “Ballad” dediği “Turan Kızları” üç sekizlik ve “bağlama” dediği bir
dörtlükten oluşur. Son mısralar nakarattır. ababbcbcⁿ-abaddcbc -ababbcbc -bcbc
kafiye düzenlidir. “Ballad” dediği diğer bir şiir “Vatan Mersiyesi” dir. “Aruzdan
yadigâr” açıklamasını da yaptığı şiiri fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûl kalıbıyla yazar.
Altı sekizlik ve “bağlama” dediği bir dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni
ababbcbc -… -bcbc şeklindedir. (M. ve G. Ö.).
VI. Düz Kafiye
“Eşleme” de denilen düz kafiye, düzen bakımından Divan şiirindeki
mesnevinin aynıdır. Her beyit kendi arasında kafiyelidir. “Fransız Edebiyatından,
Divan şiirindeki mesnevide bulunmayan özelliklerle birlikte alınmıştır. Mesnevide
her beyit başlı başına bir anlam bütünlüğüne sahiptir. Düz uyakta ise beyitler
arasında sıkı bir anlam ilişkisi vardır.” Mesnevi aruzun kısa kalıplarıyla yazılırken
düz kafiyede aruzun uzun kalıpları yanında hece vezni de kullanılmıştır. Divan
şiirinde mesnevi biçimi uzun konuları işlemek için kullanılırken Yeni Türk şiirinde
birkaç beyitlik kısa şiirler de yazılmıştır. Şiirin plânına göre çeşitli bentlere ayrılır.
996
Orhan Seyfi’nin düz kafiyeyle yazdığı “Tereddüt” şiiri beş beyitten oluşur.
Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Sadâbâd” şiiri, altışar
mısradan oluşan iki bölümdür. aabbcc… şeklinde mesnevi tipi kafiyelenmiştir.
Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazmıştır.
995
996
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 39.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 372.
386
“Mahalle Evleri” aabbcc… kafiye düzeniyle yazılmış uzun bir şiirdir.
Mısraların belirli bir sıralanış düzeni yoktur. Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün / fe‘ilün
(fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. (F. ve K.)
Fethin 500. yıldönümü için yazdığı İstanbul’un Fethi 1953’te yayınlanır.
Şiir, sekizer beyitten dört bölümden oluşur. Birinci bölümde şehir; ikinci bölümde,
fetih öncesi her iki tarafın durumu; üçüncü bölümde, savaş tasvir edilir. Dördüncü
bölümde, fethin kazanılması ve gelecek için düşünceler anlatılır. Düz kafiyeyle
yazılan şiirde, aruzun mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/fa‘ûlün kalıbını kullanmıştır.
“Bahara Kaside”, yedi beyitten oluşur. “Hatıralar”, altı beyittir. Şiirde onlu
hece kalıbını kullanmıştır. Beş beyitten oluşan “Bir Yaz Manzarası”, 11’li hece
kalıbıyla yazılmıştır. “Atatürk’ün Ölümü”, yedi beyitten oluşur. (Ş.).
Halit Fahri, “Son Niyaz” ı yedi beyit hâlinde, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla
yazmıştır. (P.). “Odalıklar”, yirmi beş beyitten oluşan uzun bir şiirdir. Aruzun
mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (E.) 7+7 duraklı 14’lü hece
kalıbıyla yazılan “Ellerim Saçlarında” beş; “Bekleyiş” yedi beyittir. (S. D. G.). Üç
dörtlükten
oluşan
“Ekanim”
de,
aabb-ccbb-eebb
kafiye
düzeni
vardır.
mef‘ûlü/fâ‘ilâtü/ mefâ‘ilü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Ölüm” dört mısradan oluşur.
Kafiye düzeni aabb şeklindedir. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı
kullanılmıştır. (Z.). “Eski Düşmana”, şekil serbesttir. aa-bb-cc kafiyeli; (C. D.)
“Hatıran” yedi beyit, 6+6 duraklı 12’li hece kullanılmıştır. (S. G. Ö.).
“Zerdüşt” te mısralar sistemli bir şekilde
kümelenmemiştir. Mefâ‘ilün/
fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün(fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Bağdat” şiiri, üç dörtlükle
başlar. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. Bu üç dörtlüğü on altı
mısralık bir bölüm ve iki dörtlük takip eder. Altı mısralık bir bölümden sonra gelen
387
bir beyitle şiir biter. “Kâbil”, uzun bir şiirdir. Mısraların düzenli bir kümelenişi
yoktur. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/fa‘ûlün kalıbıyla yazılmıştır. (E.).
Enis Behiç, “Ey Türkeli!...” şiirini 4+4+5 duraklı 13’lü hece kalıbıyla yazar.
“Kırmızı Şezlonk 2” ve “Şezlonk 3” te mısra dizilişleri serbest. Hecenin 7+7 duraklı
14’lü kalıbıyla yazılmışlardır. (M. ve G. Ö.).
Yusuf Ziya, “Zeybekler” on bir beyit olan şiir 7+7 duraklı 14’lü hece
kalıbıyla yazılmıştır. “Genç Ölü” yedi beyit 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla
yazılmıştır. “Mehmetçik”, on üç beyit olan şiirde aruzun Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) /
fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/
fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbıyla yazılmıştır. “Geleceklerse” yedi
beyittir. Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/
fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbı
kullanılmıştır. (B. R. E.). “İstanbul” ve “Zeybekler” altışar beyitten oluşur. (Ş. D.).
“Radyo” altı beyit, 7+7 duraklı 14’lü heceyle yazılmıştır. (B. S. G.).
“Şehidin Kalbi”, on dört mısralık “Şairlere”, “Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu”,
“Asker Annesi” şiirlerinde düz kafiye kullanılmıştır. “Zafer Perisi” aaa- bb- ccc-bb
şeklinde dört bölümden oluşur. (C. U.).
“Çınar” ve 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbını kullandığı “Şairin Duası” nda,
düz kafiye kullanır. (Ş. D.).
Faruk Nafiz, “At” şiiri altı beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün
kalıbı kullanılmıştır. “Davet” on iki mısradan oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Kahramanlara”, “Taç Giyen Millet”
adlı şiirlerin mısra dizilişi serbesttir. Aruzun mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fe‘ûlün
kalıbı kullanılmıştır. “Şüphe” ve “Zaman” şiirleri sekizer mısradan oluşur. Mef‘ûlü/
fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Suda Halkalar” şiiri beş bölümden
oluşur. Mef‘ûlü/mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbıyla yazılır. İlk bölüm on altı
388
mısradan; ikinci bölüm on sekiz mısradan; üçüncü bölüm on altı mısradan; dördüncü
bölüm on sekiz mısradan; beşinci bölüm sekiz mısradan oluşur. Faruk Nafiz, “At”
şiiri altı beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (S.
H.).
On beyit olan “Muhayyel” i 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazar (D. N.).
Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla yazdığı “Sadâbâd Kadınları”
nda, mısralar belirli bir sisteme göre düzenlenmemiştir. (Ş. S.).
Sekiz mısralık birer bentten
oluşan “İddia”, “Kelebek”, “Bir Hatıra”,
“Yılbaşında” şiirleri, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılırlar. Mısra düzenleri
serbest olan “Şeytan” ve “Sen Nerdesin?” hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla
yazılmışlardır. (Ç. Ç.).
“Kırlarda” belirli bir mısra düzeni yoktur. Aruzun mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/
mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. (G. G.).
Faruk Nafiz, “Senden Dönüş” şiirini on bir beyit olarak yazar. Fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Sonbahar ve Sen” on beyittir.
Aruzun
fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbı
kullanılmıştır. “Vahdet-i Vücût” on dört beyittir. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün
kalıbı kullanılmıştır. “Kalbim!” on beyittir. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün
kalıbı kullanılmıştır. “Ayrıldığın Akşam” sekiz beyittir. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/
fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Yedi Kaside” başlığı altında topladığı şiirlerden olan
“Kahramanlara Kasîde” dokuz beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün
kalıbı kullanılmıştır. “Şarâba Kasîde” on iki beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/
mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Şâire Kasîde” de mısraların sistemli bir
bölümlemesi yoktur.
Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır.
389
“Ayna” on sekiz mısralık bir bölüm ve bir beyitten oluşur. Şiirde, mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/
mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Renk Mevsimi”, yirmi mısradır. Mef‘ûlü/
fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Manzara” bir beyitle başlar. On dört
mısraın ardından yeniden bir beyitle biter. Aruzun Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Bir Ömürlük Gün” bir beyitle başlar.
On dört mısraın ardından gelen bir beyitle de biter. Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Ayşelere Kasîde” dörtlük, ikilik ve
altılık bentlerden oluşur. Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘ilün)
kalıbı kullanılmıştır. “Minareli Sokak”, on beyitten oluşur. “Renk Mevsimi” yirmi
mısralık bir şiirdir. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Bir
beyitle başlayan “Manzara”, on dört mısra ile devam eder. Bir beyitle biter. (H. ve
S.). “Suya Kasîde” iki sekizlik ve bir dörtlükten oluşur. 7+7 duraklı 14’lü kalıpla
yazılmıştır. (B. Ö. B. G.).
Manzum hikâye olan “Kara Fatma” hecenin 7+7 duraklı on dörtlü kalıbıyla
yazılmıştır. “Kahraman” 7+7 duraklı on dörtlü hece kalıbıyla yazılır. Serbest tarzda
yazılmıştır. “Yolcu ile Arabacı” altı beyitten oluşur. 7+7 duraklı on dörtlü hece
kalıbıyla yazılmıştır.
“Yeşil Başlı Ördek”, beyitler hâlinde yazılmış manzum
hikâyedir. On üçlü hece kalıbıyla yazılır. (A. T.).
Enis Behiç, “aruzdan yadigâr” dediği “Ey Meriç!” şiiri yirmi üç beyitten
oluşur. (M. ve G. Ö.).
Şiirlerin bir bölümü bentlere ayrılmadan bütün hâlindedir. Bunlarda düz
kafiye tercih edilir. O. S. “Abdülhak Hâmid’e Mektup”, “Annemle Hasbihal”,
“Davet”, “Bir Kış Masalı” (G. S.). “İlk Acı” otuz mısradır. “Ruhlar” on dört mısra.
390
“Mum Işığı” yirmi iki mısra. (S. G. Ö.). “Eyüp Sırtında” on altı mısra; “Bir Renk,
Bir Tezat” yirmi sekiz mısra, “Sonbahar” yirmi iki mısradır. (P.). “Oda” on iki
mısradır. (S. D. G.).
Yusuf Ziya, “Piç”, “Kalbim”, “Yanardağ” (B. S. G.); Enis Behiç,
“Maymunlar 1” (M. ve G. Ö.). şiirlerinde düz kafiye kullanır.
c) Serbest Düzenli Şekiller
I. Eşit Düzenli Biçimler
1. Üçlüler
Orhan Seyfi, “Ben” şiirini, altı üçlük hâlinde ve aab-ccb-dde-ffe-ggh-iih
kafiye düzeniyle, 7’li hece kalıbıyla yazar. “Bahardan Bir Ses” üç üçlük, aab-ccbddb kafiyeli, 4+4 duraklı 8’li hece kalıplıdır. “Fantezi” olarak adlandırdığı
“İhtiyarlar” şiiri, sekiz üçlük ve aab-ccb-dde-ffe-ggh-iih-jjk-llk kafiyelidir. Hecenin
6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (G. S.).
“O Gün”, beş üçlükten oluşan şiir, yedili hece kalıbıyla yazılmıştır. aab-ccbddb kafiyelidir. “Birlik” şiiri dört üçlüktür. Her üçlük sonrası “Lâilâhe illallah!”
bağlantısı vardır. Yedili hece kalıbıyla yazılan şiir, aab-ccb kafiyelidir. “İman”, beş
üçlükten oluşur. 6+5 duraklı hecenin 11’li kalıbıyla yazılmıştır. aab- ccb kafiye
düzenlidir. (O. B. B. K.).
“Boğaz Türküsü”, üç üçlükten oluşan şiir, hecenin onlu kalıbıyla yazılmıştır.
aba-cca-dda kafiyelidir.“İlkbahar Türküsü”, dört üçlükten oluşan şiir, hecenin onlu
kalıbıyla yazılmıştır. aab-ccb kafiyelidir. “Bahar”, üç dörtlükten oluşan şiir, onlu
hece kalıbıyla yazılmıştır. abc-dac-edc-ffc kafiyelidir. (Ş.).
391
Halit Fahri’nin “Türk Askerine” şiiri altı üçlükten oluşur. aaa-bbb-ccc kafiye
düzenli şiirde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbını kullanır. (C. D.).
“Dedikodu” şiirini iki üçlükle yazar. aba-bba kafiyelidir. “Akşam”
üçlük, aab-ccb-ded-ffe kafiyeli.
dört
“Hastanede” üçlük, abb-ccd-efg kafiyeli. “Her
Şeyde” dört üçlük, aab-ccb-ddb-eeb kafiyeli. “1937 Yılbaşı Gecesinde” iki üçlük,
aab-ccb kafiyeli. “Bülbül” altı üçlük, aab-cdc-eef-ggh-hii-jji kafiyeli. “Pan” iki
üçlük, aab-ccb kafiyeli. “Sonsuz Gecelerin Ötesinde” üç üçlüktür. aab -ccb -ddb
kafiye düzenli şiirin hece sayısı düzensizdir. (S. G. Ö.).
“Gönül Buzlu Bir Camdı” üç üçlük, aba-aba-ccd-eed kafiyeli; dörder
üçlükten oluşan “Ninemin Şarkısı” aab-ccb-dde-ffe; “Saat” aba-ccb-dde-ffe; “Bir
Yağmurlu Günde” aab-ccb-dde-ffe; “O Kadın” aba-cdc-efg-efg; “Teselli” aab-ccbdde-ffe; “Kayboluş” aba-ccb-dde-fef kafiye düzeniyle yazılmışlardır. İki üçlükten
oluşan “Gece” aba-bba; altı üçlükten oluşan “Yokuşlardan Aşağı” abb-cca-dde-ffehhi-jji; on üçlükten oluşan “Bahçıvan ve Ben” aba-ccb-eef-ggf-hii-hjj-kkl-lmm-nnoppo kafiyelidir. (S. D. G.).
“Akisler” dört üçlükten oluşur. aba-bcc-dde-fef kafiyelidir. “Bir Mektuba
Cevap” sekiz üçlüktür. abb-cca-dde-ffe-ggh-hii-jjk-lkl kafiye düzenlidir. “Sinemada”
altı üçlük hâlinde aab-cbc-dee-dff-ghh-idi kafiye düzeniyle yazılmıştır. (P.).
“Karanlıkta
1”
sekiz
üçlük,
aab-bcc-dee-ffe-ggh-ihi-jkj-kll
kafiyeli;
“Karanlıkta 2” on üçlük, aba-bcc-ded-eff-ghg-hii-jkk-lkl-mmn-ono; “Aşk” on iki
üçlük, aab-ccb-dde-dff-ghh-gii-klk-mml-nno-pop-rrs-stt; “Yine Yağmur Çağıldıyor”,
dört üçlük, aaa-bbb-ccc-ddd; “Acı Hatıralar 1” dört üçlük, aba-bcc-dde-ffe
kafiyelidir. (G. H.).
392
Halit Fahri’nin Balkonda Saatler kitabı XIV bölümden; her bölüm dört
üçlükten oluşur. “Balkonda Saatler I”, aba-bcc-ddb-eec; “Balkonda Saatler II”,
aab-cbc-dee şeklinde kafiyelenmiş; 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (B.
S.).
“Kış Gecesi 1” altı üçlükten oluşmuştur. aab-ccd-dde-ffe-ggh-ddh kafiyelidir.
Hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmıştır. “İlk Buse” dört üçlükten oluşur. ababcc-dde-ffe kafiyelidir. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.).
Halit Fahri’nin 1913’te yazdığı “Mukaddime” şiiri dört üçlükten oluşur. aabccb-dde-ffe kafiye düzenlidir. Aruzun fe‘ilâtün/mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla
yazılmıştır. (Z.)
Yusuf Ziya, “Bir Yaz Günü” adlı şiiri altı üçlük hâlinde ve aab-ccb-dde-ffeggh-iih kafiye düzeniyle yazar. (B. S. G.).
“Denemeler” adlı bölümde topladığı şiirlerden biri olan “Eski Ev” i altı üçlük
hâlinde yazar. aba-cdc-efe-ded-fgf kafiye düzenli şiirin hece sayısı serbesttir. (B. R.
E.).
Yusuf Ziya, “Vakitsiz Gurûbu” dörder üçlükten iki bölüm hâlinde yazar.
Birinci bölüm abc-cba-abc-cba, ikinci bölüm abc-cba-axc-cba kafiye düzenlidir.
“Kimsesiz” şiiri dört üçlüktür. aaa-bbb-ccc-ddd kafiyelidir. (Â. Y.).
Faruk Nafiz,“Bestekârın Şiiri” ni iki üçlükle yazar. abb-acc kafiyelidir.
Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazar. (S. H.).
On iki üçlükten oluşan “Serenat” ta, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı kullanılır.
aab-ccb-dde-ffe-ggh-iih kafiye düzeni vardır. “Annesiz Ölü”, altı üçlükten oluşur.
Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazmıştır. aab-ccb-dde-ffe kafiyelidir. “Kendim
İçin” şiiri altı üçlükten oluşur. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. abb-
393
acc-dee-fgg-hii-hjj kafiyelidir. “Serçe ile Kız”, altı üçlükten oluşur. Hecenin 6+5
duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni aab-ccb-eef-ddf-ggh-iih (Ç. Ç.).
“Giden Sultan” dört üçlükten oluşur. aab-ccb-aad-eed kafiyelidir. Fe‘ilâtün
(fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/
fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplıdır. (Ş. S.). “Bahâra Kasîde”, dört
üçlükten oluşur. aab-ccb-dde-ffe kafiye düzenli şiirde, aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/
mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (H. ve S.).
Faruk Nafiz’in, “Akarsu” şiiri dört üçlüktür.
aab-ccb-dde-ffe kafiye
düzenlidir. (A.).
“Garipler” ve “Yıldızdağı” şiirlerini altı üçlük hâlinde yazar. aab-ccb-ddeffe-ggh-iih kafiye düzenlidirler. “Onlar” şiiri dört üçlükten oluşur. aab-ccb-ddb-eeb
kafiye düzenlidir. “Yalnızlık” üç üçlük hâlinde yazılır. aab-ccb-ddb kafiye
düzenlidir. “Şairin Ölümü” üçlüklerle yazılmıştır. Her üçlük sonunda üçüncü mısra
ile kafiyeli müstakil bir mısra vardır. aab-b-ccd-d-eef-f-ggh-h kafiye düzenli şiirde
hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. “Ölüler” dört üçlük, 7+7 duraklı
14’lü heceyle. (B. Ö. B. G.).
2. Dörtlüler
Orhan Seyfi, “Rica” yı abab kafiyeli, tek dörtlük hâlinde, hecenin 6+5 duraklı
11’li kalıbıyla yazar. (G. S.).
Halit Fahri, “Sönen Kandillere Karşı” üç dörtlük, aabb-ccdd-eeff kafiyeli şiir
hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Sabaha Karşı Hisler” adlı şiir, “Bir
Işık, Birkaç Yıldız”, “İlham Beklerken”, “Yanık Yürekler”, “Uzakta” başlıkları
altında birer dörtlükten oluşur. aabb, ccdd, … kafiye düzenli şiir hecenin 7+7 duraklı
14’lü kalıbıyla yazılmıştır. (P.). “Mezarının Başında” tek dörtlükten oluşan şiirin
394
kafiye düzeni abab şeklindedir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (H.
O. İ.). “Deniz ve Kalbim” aabb kafiyeli tek dörtlük, 7+7 duraklı 14’lü heceyle
yazılmıştır. “Gölde Sabah” birer dörtlükten oluşan üç bölümdür. aabb, ccdd, eeff
kafiyeli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. (S. D. G.). “Bakırköy
Akşamları” altı dörtlük, aabb-ccdd-eeff-… kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı
14’lü kalıbı kullanılmıştır. “İtiraf” dört dörtlük, xaxa-bcbc-dede-ffgg kafiyeli şiirin
hece sayıları serbest. “Ümitsizce” üç dörlükten oluşan şiirin kafiye düzeni abba-ccadda şeklindedir. Hece sayısı serbesttir. (S. G. Ö.).
Dört mısralık dört bentten oluşan “Yollarında”, xaxa-xbxb-xcxc-xdxd
şeklinde kafiyelenmiştir. Aruzun fe‘ilâtün (fa‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fa‘lün)
kalıbıyla yazılmıştır. (Ş. S.).
Faruk Nafiz, “İlkbahar Güneşi”, “Yaz Güneşi”, “Sonbahar Güneşi”, “Kış
Güneşi” şiirleri birer dörtlük hâlinde yazar, abab kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7
duraklı 14’lü kalıbını kullanmıştır. (A.). “Yolcu ile Arabacı” üç dörtlükten oluşur.
aabb-ccdd-eeff kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır.
(B. Ö. B. G.).
3. Beşliler
Bentleri
beşer mısradan
oluşan
bu
biçimin
kafiye
düzeni
Divan
edebiyatındaki muhammese benzemez. En sık rastlanılan kafiye düzeni ababb-cdcdd..., ababa-cdcdc-…, abbba-cdddc-efffe-…, ababc-dedec-… şeklindedir.997
Orhan Seyfi’nin “Kalender Türküsü” üç beşlikten oluşur. Hecenin onlu
kalıbıyla yazılır. aaaab-ccddb-eeffb kafiyelidir. (Ş.).
997
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 378.
395
Halit Fahri’nin “Geceleyin Mezarlar” şiiri üç beşlikten oluşur. a bbba c dddc -e fffe
kafiye düzeni kullanılmıştır. Mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün kalıbıyla
yazılmıştır. Üç beşlikten oluşan “Turnalar” ın her bölümünde ilk ve son mısralar
nakarat olarak tekrarlanır. a baba -c dcdc -… kafiye düzeniyle yazılmıştır. Fe‘ilâtün
(fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Fikret’in Ruhuna” on
beşlikten oluşur. Her beşlikte ayrı ayrı, ilk ve beşinci mısralar nakarat olarak
tekrarlanır. a baba -c dcdc -e fefe -… şeklinde kafiyelenmiştir. İlk beşlik şiirin
sonunda beşinci beşlik olarak aynen tekrarlanır. Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/
mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Z.).
“Hicrana Dönerken” üç beşlikten oluşur. ababa-cdcdc-efefe kafiye düzenli
şiir, 4+4+5 duraklı 13’lü kalıpla yazılmıştır. “Gölgeler İçinde” iki beşlikten oluşan
şiir, a baba -cdcdc kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hecelidir. (P.).
“Neşe mi, Elem mi?” üç beşlikten oluşur. a baba -cdcda -efefa kafiyelidir.
Hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.).
“Konakta Kervanlar” bir beşlik, ababa kafiye düzenli, hecenin 6+5 duraklı
11’li kalıbıyla yazılmıştır. (S. G. Ö.).
Faruk Nafiz, “Balkon” beş beşlikten oluşur. Kafiye düzeni a baba -c dcdc
şeklindedir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (S.
H.).
“Mektuplar” altı beşlikten oluşur. abaab-cdccd-efeef-… kafiye düzenli şiir
6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. “Erzincan Yolunda” üç beşlik, abaabcdccd-efeef kafiyeli. (B. Ö. B. G.).
396
4. Altılılar
“Ellerin” şiiri iki altılıktan oluşur. a b bab a -c d dcd c kafiye düzenli şiir,
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılır. (P.).
Halit Fahri’nin “Yaz” şiiri bir altılıktan oluşur. aabbcc kafiye düzenli şiirde,
hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanır. (S. D. G.).
Faruk Nafiz, “Fatih’e Kasîde” şiirini altı mısralık dört bent hâlinde
yazar.Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. (H. ve S.).
Enis Behiç’in “Düşündün mü?” şiiri üç altılıktır. aabcbc-ddefef-gghihi kafiye
düzenlidir.
5. Yedililer
Halit Fahri’nin “Bir An İçin” şiiri bir yedilikten oluşur. abacddc kafiye
düzenli şiirde, hecenin değişik kalıpları kullanılır. İkinci mısra 3’lü; dördüncü mısra
11’li; diğerleri 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. (S. D. G.).
6. Sekizliler
Halit Fahri, “Bir Kadın Uyumada” şiirini bir sekizlik hâlinde yazar. aabacada
kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbını kullanır. “Sarı Saçlar” ı bir
sekizlik olarak yazar. a a bbcca a kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü
kalıbını kullanır. “Elele Tutuşalım Dostlar!” iki sekizlikten oluşur. a a bbcca a
kafiye düzenlidir. (S. D. G.).
397
II. Karışık Düzenli Biçimler
1. Mısraların Hece Sayısı Değişik Olanlar
Halit Fahri’nin “Aya Sordum” şiirinde ilk iki dörtlük, 16’lı hece kalıbıyla ve
aa-bb-cc-dd kafiye düzeniyle yazılmıştır. Kısa dörtlükler hecenin sekizli kalıbıyla ve
abab-cdcd kafiye düzeniyle oluşturulur. Sondaki dörtlük hecenin 16’lı kalıyla
yazılmıştır. (C. D.).
Yusuf Ziya’nın “Beyaz Bulut” şiiri on sekiz dörtlüktür. abab-cdcd-efef-ghgh
şeklinde dört dörtlüğü çapraz kafiye olan şiirin bu bölümü 6+5 duraklı 11’li heceyle
yazılmıştır. Bunu takip eden üç dörtlük iiij -kkkj -lllj kafiyelidir ve 8+5 duraklı
13’lü heceyle yazılmıştır. Bunu çapraz kafiyeyle düzenlenen ve 6+5 duraklı 11’li
heceyle yazılan iki dörtlük takip eder. Bunu takip eden üç dörtlük, mmmn -ooon pppn kafiyeli 8+5 duraklı 13’lü hece kalıplıdır. Şiirin devamı çapraz kafiyeli ve 6+5
duraklı 11’li hece kalıplıdır. (Â. Y.).
2. Bentlerin Mısra Sayısı Değişik Olanlar
Orhan Seyfi, “fantezi” başlığı altında topladığı şiirlerden olan “Gönlümle
Kesem” bir ikilik ve beş dörtlükten oluşur. aa-bcbc-dede-fgfg kafiyeli şiirde düz
kafiye ve çapraz kafiye bir arada kullanılmıştır. “Gemi” iki üçlük, bir dörtlük, iki
üçlük bir dörtlükten oluşur. aab-ccb-efef-ggh-iih-jkjk kafiyelidir. “Çocukluğumdaki
Gözlerle” aabbcc-… şeklinde düz kafiyeli şiir, bir dörtlükle başlar, yirmi iki mısralık
bir bölümden sonra bir beyitle biter. (G. S.).
398
Faruk Nafiz’in “Filistin’den Geçerken” şiiri üç dörtlük ve iki üçlükten oluşur.
abab-cdcd-efef-ffg-hhg kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla
yazılmıştır. (D. N.).
Faruk Nafiz, “Devler” müstakil bir mısra ile başlar. Bir yedilik, bir on dört
mısralık bentle devam eder ve bir beyitle biter. a-abbccdd-…-ee kafiyelidir. “Son
Beklediğim”
on dört ve altı mısralık bentlerden oluşur. aabbcc kafiyelidir.
“Pencereden” bir dörtlük, bir altılık ve bir dörtlük mısradan oluşan bentlerle
yazılmıştır. aabb-ccddee-ffgg kafiyelidir. “Ölmeden” bir beyitle
başlar. Dört
dörtlükle devam eder ve bir beyitle biter. aa -bcbc-dede-fgfg-hihi-aa kafiyelidir.
“Hüsn ü Aşk” onsekiz mısralık bir bentten sonra şiir bir beyitle biter. aabbcc şeklinde
kafiyelidir. “Çiçekten Adalar” bir altılık, bir dörtlük, bir sekizlik ve bir beyitten
oluşur. Düz kafiyelidir. “Mehdi” de, bir beşlik bentle başlayan şiir, dokuzar mısralık
üç bentle devam eder ve beş mısralık bir bentle biter. aabbc-ddeeffggc-hhiijjkkcllmmnnooc-pprrc kafiye düzenli şiirin her bendinin sınunda “dediler” redifi kullanılır.
Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır.
“Yûsuf ve Zelîha”, aab-ccddb-hhiijjkkb-llmmnnoob-pprrb-ssttuuvvyyzzb kafiyelidir.
Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/
fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla
yazılmıştır. Üçlük, yedilik, beşlik bentlerle yazılan “Eller” de, aab-ccddeeb-ggbhhiib-jjb-kkllb-mmb kafiye düzeni kullanılmıştır. fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/
fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Bâbil” de, dokuzluk, on üçlük ve
üçlük bentler bulunur. aabbccdde-ffgghhiijjkke-llmmnnoopprre-sse kafiyelidir.
Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Hayır
Duâ”, aabbccd-eed-ffgghhiid-jjd kaf,yeli şiirde her bendin sonunda “ver” redifi yer
alır. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır.
399
“Nuhun Gemisi”, beşlik, dokuzluk, üçlük, sekizlik bentlerden ve sonda müstakil tek
bir mısradan oluşur. aabbc-ddeeffgg-hhc-iijjc-kkllmmnn-c kafiye düzenli şiirde,
aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün /fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır.
İki yedilik ve iki beşlik bentlerden oluşan “Tevekkül” de, her bendin sonunda “oldu”
redifi yer alır. aabbccd-eeffggd-hhiid-jjkkd kafiye düzenli şiir aruzun
fe‘ilâtün
(fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Hamd ü Senâ”,
üçlük, yedilik ve beşlik bentlerden oluşur. aab-ccddeeb-gghhb-iijjb-kkllmmb kafiye
düzenli şiirde, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/
fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı
kullanılmıştır. Bentlerin sonunda “şükür” redif olarak geçer. “Ölmeyen Fâniler” dört
mısralık dört bent ve bir beyitten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ij kafiye düzenli şiir,
aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır.
(H. ve S.).
“Kızıl Saçlar” iki sekizlik, bir altılık, bir dörtlük ve bir ikilik bölümlerden
oluşur. aabbcc… şeklinde mesnevi tipinde kafiyelenen şiirde, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) /
fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (S. H.).
“Âmâ” şiiri dört dörtlüğü takip eden iki üçlük, iki dörtlük ve iki üçlükten
oluşur. abab-cdcd-effe-ghhg-iih-jjh-kllk-mnnm-oop-rrp şeklinde kafiyelenmiştir.
fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (G. G.).
Faruk Nafiz, “Kar ve Karanlık” bir dörtlük, on mısralık bir bent ve altı
mısralık bentten oluşur. aabb-ccdd-… kafiye düzenlidir. (B. Ö. B. G.). “Adsız Şiir”
dört dörtlük ve bir beyitten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ii kafiyeli şiirde hecenin 7+7
duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. (A.).
Yusuf Ziya, “Türk’ün İstanbul’u” bir beyit, bir onluk ve bir sekizlikten
oluşur. aa-bbccdd-… şeklinde düz kafiye kullanılmıştır. (B. R. E.).
400
Üç dörtlükten oluşan “Ahmed’in Müjdesi” nde, her dörtlükten sonra bir ikilik
yer alır. 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan şiirde kafiye düzeni abab-cc-dede-ffghgh-ii şeklindedir. “Güzel” dört dörtlüktür. Her dörtlük sonrası bir ikilik yer alır.
abab-cc-dede-ff-ghgh-ii-… kafiye düzenli şiirde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı
kullanılır. “Hortlak” bir ikilikle başlar. Üç dörtlükle devam eder. Baştaki ikilik sonda
nakarat olarak yer alır. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılan şiirde kafiye
düzeni aa- bcbc-dede-fgfg-aa şeklindedir. (B. Ö. B. G.).
Enis Behiç, “Mağlûblar ve Gurûblar 2” de, yedi dörtlük, iki üçlük ve bir ikilik
bölümlemesi yapar. abab-cdcd-…eef-ggf-hh kafiyelidir. “Millî Neşide 1” üç ikilik,
bir dörtlük ve bir ikilikten oluşur. aa-bb-ca-dede-ff kafiyeli şiirde 4+4+5 duraklı
13’lü kalıp kullanılmıştır. “Millî Neşide 2” üç ikilik, bir dörtlük ve bir ikilikten
oluşur. 4+4+5 duraklı 13’lü hece kalıbıyla yazılan şiirin kafiye düzeni aa-ba-cadded-ff kafiyelidir.
“Çanakkale Şehitliğinde 1” dört dörtlük, bir ikilik ve bir
üçlükten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ii-jjj kafiyelidir. “Çanakkale Şehitliğinde 2”
dörtlükler ve ikilikler hâlinde yazılır. aabb-ccdd-ee-…-ghgh-ii-jj-kllk kafiyelidir.
“Bir Çift İskarpin 1” dört dörtlük ve bir ikilikten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ii
kafiyeli şiirde çapraz ve düz kafiye bir arada kullanılır. “Bir Çift İskarpin 3” bir
ikilik, bir dörtlük, iki üçlükten oluşur. aa-bcbc-dde-ffe- kafiyelidir. (M. ve G. Ö.).
401
2. Ahenk
a) Vezin
I. Aruz Vezni
Şiir yazmaya aruzla başlayan ve bu vezni başarıyla kullanan Beş Hececiler,
edebiyatta adlarını ilk olarak bu eserleriyle duyururlar. Bu vezinle de sade, terkipsiz
Türkçe’nin kullanılabileceğini göstermek isterler.
Orhan Seyfi, terkipsiz bir dil kullanarak ve aruzla yazdığı Fırtına ve Kar’ı
1919’da yayınlar. 1953’te fethin 500. yıldönümü için yazdığı İstanbul’un Fethi,
sekizer beyitten dört bölümden oluşur. Düz kafiyeyle yazdığı bu eserde, mef‘ûlü/
mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbını kullanır. 1962’de yayınlanan İşte Sevdiğim
Dünya’da, yedi mısraı geçmeyen “kıt‘a” larla yaşadığı, sevdiği dünyayı anlatır.
Japonların “haiku” larına benzeyen şiirlerde yeni arayışlar içine girer.
Halit Fahri, Rüya (1912), Efsaneler (1919), Zakkum (1920), Gülistanlar
Harabeler (1922) adlı eserlerinde aruz vezniyle yazdığı şiirlerini toplar. Gülistanlar
Harabeler’de yer alan ve aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/
fâ‘ilün kalıbıyla
yazdığı “Aruza Veda” şiirinde bu vezni bırakışını anlatır. Aruzun daha çok mef‘ûlü/
fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün, mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün), fe‘ilâtün
(fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün), fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün)
kalıplarını kullanır. Zakkum’da diğer hececi şairlerce kullanılmayan bazı kalıpları
dener. “Geceleyin Mezarlar” da mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün; “Akbabalar” da müfte‘ilün/
müfte‘ilün; “Terennüm” de fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilün kalıplarını kullanır. Mef‘ûlü/
fâ‘ilâtün kalıbını “Kalbimde Akşam Oldu” (G. H.) da; mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün/ mef‘ûlü/
fâ‘ilâtün kalıbını “Cemşid” (E.) şiirinde dener.
402
Enis Behiç’in aruz ve heceyle yazdığı şiirler Miras ve Güneşin Ölümü’nde
toplanır. Şiirlerinin başında hangi vezne ait oldukları hakkında bilgi verir. “Aruzdan
yadigâr” dediği “Bir Kıt‘a” yı fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün
(fâ‘lün); “Buhran”, “Vatana Mersiye”, “Şair ve Hilâl” şiirlerini mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/
mefâ‘îlü/
fâ‘ilün; “Ey Meriç!” i
fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün; “Vatan
Mersiyesi” ni fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûl kalıplarıyla yazar.
Enis Behiç, musiki usullerini aruza tatbik ederek yeni vezin arayışlarına girer.
“Sevgilim ve Kılıcım” şiirinin başında (Aksak-Fâil-ü fei‘lün fâilü mef-ûlün)
açıklamasını yapar. “Mağlûblar ve Gurûblar” ı
(Devr-i Hindî- Mef‘ûlün fâil-ü
fa‘lün); “Mağlûblar ve Gurûblar 2” yi (Aksak Semaî-Mef‘ulün fâil-ü fe-ilün müfteilün) kalıbıyla yazar. Bu denemelerden tatmin olmayan şair bu tarz şiirler yazmaya
devam etmez.
Yusuf Ziya, “Marş” ta (B. R. E.)
mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün;
“Geleceklerse” ve “Mehmetçik” (B. R. E.) şiirlerinde fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/
fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplarını kullanır.
Faruk Nafiz, aruz vezninin daha çok fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/
fe‘ilün (fâ‘lün), mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün, mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/
fâ‘ilün, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplarını kullanır. Faruk
Nafiz, “Hüsn ü Aşk”, “şeref” redifli “Gazel”, “Çocukluğumdaki Gözlerle”, “Yalnız”
(H. ve S.); “Sara” (Ş. S.) şiirlerinde mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün)
kalıbı kullanır. Faruk Nafiz, “Nedim’e Dair”, “Giden Sultan” (Ş. S.). “Bozgun” (G.
G.). “Çankaya”, “Musiki Sabahı”, “Balkon”, “Bestekârın Şiiri”, (S. H.). fe‘ilâtün
(fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün)
403
“Nihat Sami Banarlı’ya ithaf ettiği” “Gazel” ini
mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün kalıbıyla yazar.
(H. ve S.) mefâ‘îlün/
“Sâkîler” de (Ş. S.) f â‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/
fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbını kullanır. “Sabâ” ( S. H.) şiirinde fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün
kalıbını kullanır.
II. Hece Vezni
“Her ölçü (vezin) bağlı bulunduğu dilin yapısından doğar. Bu nedenle
Türk dilinin doğal ölçüsü hece ölçüsü (hece vezni) dir. Eskiden vezn-i benan,
hesâb-ı benan (heceler parmakla satıldığı için parmak ölçüsü, parmak hesabı
denmiştir) adıyla anılırdı.”
Türk Edebiyatı İran ve Arap Edebiyatlarının etkisine girmediği dönemlerde,
Türkler yalnız hece veznini kullanmışlardır. İslâmiyet’in kabulünden sonra, Divan
şairleri aruz veznini kullanırken, Halk şairleri hece veznini kullanmaya devam
etmişlerdir. (s. 39). “Hece ölçüsü, dizelerdeki hece sayısının belli bir düzene bağlı
olarak eşitliği temeline dayanır.” Buna göre hece vezninde önemli özellik vardır: 1.
Mısraların hece sayısı esastır. Yabancı kelimelerdeki uzunluk, kısalık dikkate
alınmaz. 2. Aruz veznindeki takti‘nin yerine hece vezninde durak vardır. “Dizenin
belli bölümlere ayrılmasına durgulanma, bu bölüm yerlerine de durak denir.”
Takti‘de kelimeler ortadan bölünebildiği hâlde hece vezninde bu söz konusu değildir.
“Durak, ancak, kulakta uyumlu bir izlenim bırakan anlamlı söz öbekleri arasında
olur.” Az heceli mısralar genellikle tek duraklı olurlar. O da mısraın sonundadır.(s.
40). 2, 3, 4, 5 heceli kalıplara genelde atasözleri, deyimleri tekerlemeler, bilmeceler
404
ve türkü kavuştaklarında rastlandığı söylenir. 7’li, 8’li, 11’li ve 14’lü kalıplar en
yaygın olarak kullanılanlardır. (s. 42). 998
Faruk Nafiz, en çok 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbını kullanır. Duraklara bağlı
kalarak kullanmaya özen gösterir. “Yalnız” (A.) şiiri duraksızdır. Çok kullandığı
diğer bir kalıp 6+5 duraklı 11’li hecedir. Daha çok 6+5 duraklı şekli görülen bu
kalıbın 4+4+3 duraklı şeklini “Yuvamın Kuşuna” (Ç. Ç.) da dener. “Bizim Köy”,
“Atatürk”, “Hazır Ol” (A. T.) şiirleri duraksızdır.
Beş Hececiler 16’lı kalıbı sık kullanmazlar. Orhan Seyfi, “Gözlerde Seyahat”
ve “Yolculuk” şiirlerini 4+4+4+4 duraklı 16’lı kalıpla yazmıştır. (G. S.). Bu
şiirleriyle hece vezniyle gazel yazmayı denemiştir. Halit Fahri de “Mehtapta
Süvariler” de 8+8 duraklı 16’lı kalıbı dener. (C. D.).
3+4, 4+3, 5+2 ve 2+5 duraklarıyla kullanılabilen 7’li
hece kalıbı, ilk
çağlardan beri Türk Edebiyatında en çok kullanılan kalıptır. Daha çok, maniler bu
kalıpla yazılır. 999
Orhan Seyfi, Peri Kızile Çoban Hikâyesi ve Gönülden Sesler’deki
şiirlerinde duraklara bağlı kalmamıştır. “Gönlüm” şiirini (G. S.). 4+3 duraklı 7’li
hece kalıbıyla yazar.
Halit Fahri, bu vezni “İkimiz”, “Koyda Mehtap”, “Bir Cigara.. Bir Daha”,
“Sen Yoksan”, “Fenerin Karşısında” (P.) şiirlerinde kullanır.
Yusuf Ziya, “Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu” (C. U.); “Rüya” (B. S. G.);
“masal” olarak adlandırdığı “Bir Kuş!” şiirlerinde kullanır. (B. R. E.).
998
999
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 39-40, 42.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 43
405
Faruk Nafiz, “Kızıma”, “Melek” (Ç. Ç.); “Silâh Omuza” (A. T); “Naz”,
“Geç Gelen Bahar”, “Bir Peri Masalında”, “Koşma” (B. Ö. B. G.) şiirlerini bu
vezinle yazar.
Semaî, varsağı ve bazı türkülerde kullanılan 8’li hece kalıbı, Türk
Edebiyatında çok kullanılmasına 1000 rağmen Beş Hececi şairlerde yaygın değildir.
Orhan Seyfi, “Bahardan Bir Ses”, “Gönlümle Kesem”, “Küçük Sultan”, “Bir Genç
Kıza”, “O Güzel Kadın İçin 1” şiirlerini 4+4 duraklı; “Kanarya”, “Ayrıldıktan
Sonra”, duraksız 8’li hece kalıbıyla yazar. (G. S.); “Rüya” ve “Geldiğin Günün
Hatırası” duraksız; “Münacat II” (O. B. B. K.) 4+4 duraklıdır.
Halit Fahri, “Asker Türküsü” nü 4+4 duraklı (C. D.);
“Dargın”
şiirini
duraksız 8’li hece kalıbıyla yazar. (B. Y.).
Yusuf Ziya, “Rüyalar” ve “Toprak” şiirlerini duraksız; “Bir Rüzgâr Esti” yi
5+3 duraklı hece kalıbıyla yazar. (B. R. E.).
Enis Behiç, “Bir Çift İskarpin 1”, “Bir Çift İskarpin 3” şiirlerinde 4+4 duraklı
8’li hece kalıbını kullanır. (M. ve G. Ö.).
Türk Edebiyatının her döneminde çok kullanılan 11’li hece kalıbı Beş
Hececiler tarafından da çok kullanılmıştır.
Orhan Seyfi, Gönülden Sesler’deki
şiirlerinin büyük bir bölümünü bu
vezinle ve bu veznin 6+5 duraklı şekliyle yazar. “Çoban Sürün Dağılmasın” da
4+4+3 duraklı ; “Bir Kış Masalı” nda (G. S.) 4+4+3 ve 6+5 durakları karışık olarak
kullanır. “Dua I” şiirini 4+4+3 duraklı hece kalıbıyla yazar. (O. B. B. K.).
1000
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 47
406
Halit Fahri’ hece vezninde en çok 11’li kalıbın 6+5 duraklı olarak kullanır.
Bulutlara Yakın, Paravan’daki birçok şiiri bu kalıpladır.
Enis Behiç, “Tuna Kıyısında 2”, “Çanakkale Şehitliğinde 1”, “Çanakkale
Şehitliğinde 2”, “Maymunlar 1”, “Maymunlar 3”, “Romen Güzeli” şiirlerini 6+5
duraklı yazar. “Maymunlar 2” yi 3+4+4 duraklarıyla yazdığını belirtir. “Altı- beş
vezinden şu tarza saptım./ Onbirer heceyi yedi- dört yaptım.” diyen şair, bu yeni
durakla “Sadaka” yı yazar. “Maymunlar 6” 4+4+3 duraklıdır. (M. ve G. Ö.).
Yusuf Ziya, “Ölü Evinde Düğün”, “Çınar”, “Son Söz”, “Guruba Doğru”
şiirlerini 6+5 duraklı (Ş. D.); “Şairlere”, “Kafkas’ta Kalanlara” şiirlerini duraksız
yazar. (C. U.); “Gözlerin” 6+5 duraklı (Â. Y.); “Anahtar”, “Türk’ün İstanbul’u” 6+5
duraklı (B. R. E.). “Vakitsiz Gurub”, “Kimsesiz”, “Gelmez mi?”, (Â. Y.). “Bir Selvi
Gölgesi” (B. S. G.). “Eğil Dağlar Eğil” 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır.
(Âh, İzmir!).
6+6, 7+5, 5+7 ya da 4+4+4 duraklı olabilen 12’li hece kalıbını Beş Hececiler
içinde en çok kullanan Halit Fahri’dir.
“Kâbus” (P.); “Bulutlara Yakın”, “Aşk
Ormanında”, “Melike’ye”, “Sahilde”, “masal” dediği “Aşk Ormanında” şiirlerini 7+5
duraklı; “Gurbette İlk Bayram”, “Ceylâna Âşık” “Kâbus” (B. Y.), “Hatıran” (S. G.
Ö.) şiirlerini
6+6 duraklı 12’li hece kalıbıyla yazar. “Düşürülen Bir Düşman
Tayyaresine”, “Hilâl-i Ahmer”, “Bükülmez Dal” şiirleri 7+5 duraklı; “Orduya”
şiirini duraksız 12’li hece kalıbıyla yazar. (C. D.). Yusuf Ziya, “Kara Bayrak” (Ş. D.)
adlı bir şiirinde bu kalıbı dener. Faruk Nafiz’de “Şehnişinde”, “İthaf”, “Münzevi”,
“Arzu”, “Göllerde”, “Şüphe” (D. N.) şiirlerinde 7+5 duraklı şekli görülür.
407
Hecenin 13’lü kalıbına bu şairler içinde en çok rağbet gösteren Yusuf
Ziya’dır. “İstanbul” ve “Zeybekler” (Ş. D.); “Yıllardan Beri”, “Kadın Aşkı”, “Eski
Sevgiliye”, “Ölüme Doğru” (Â. Y.); “Gece Nöbetinde”, “Zafer Perisi” (C. U.);
“Piç” (B. S. G.) şiirlerinde 8+5 duraklı 13’lü hece kalıbını kullanır. “Şehidin Kalbi”
ve “Asker Şarkısı” (C. U); “Senden Sonra” (Â. Y.) şiirlerinde bu kalıbın 4+4+5
duraklı; “Gemiciler” (C. U.) de duraksız şekli görülür.
Orhan Seyfi, “Kış Gecelerinde” şiirini 4+4+5 duraklı 13’lü hece kalıbıyla
yazar. (G. S.).
Halit Fahri, “Köyden Çıkanlar”, “Yıldızların Hediyesi”, “Karavana Başında”,
“Şehit” şiirleri 8+5 duraklı; “Türklük Ölmez” 4+4+5 duraklı kalıpla yazılmıştır. (C.
D.); “Hicrana Dönerken” 4+4+5 duraklı. (P.); “Neşe mi, Elem mi?”, “Kış Gecesi 1”
8+5 duraklı (B. Y.).
Enis Behiç, “Millî Neşide 1”, “Millî Neşide 2”, “Ey Türkeli!...”, “Üç Kurbağa
Hikâyesi 1, 2, 3” 4+4+5 duraklı 13’lü, (M. ve G. Ö.).
Faruk Nafiz, “Uzaktan” (D. N.).
ve “Son Âşık” (Ç. Ç.). şiirlerini 8+5
duraklı; “Yeşil Başlı Ördek” şiirini duraksız 13’lü hece kalıbıyla yazar. (A. T.).
Hecenin 14’lü kalıbı daha çok 7+7 duraklı görülse de 3+4+3+4, 4+3+3+4,
4+3+4+3, 5+2+5+2 duraklı şiirler de vardır.
Orhan Seyfi’de bu hece kalıbına çok rastlanmaz. “Abdülhak Hâmid’e
Mektup” (G. S.) ve “Dua II” şiirlerini 7+7 duraklı; “Münacat I” (O. B. B. K.) ve
“Şiirler” i (Ş.) duraksız 14’lü hece kalıbıyla yazar.
408
Halit Fahri, 7+7 duraklı şeklini kullanır. 6+5 duraklı kalıptan sonra en çok
kullandığı kalıptır.
Enis Behiç, “Anahtar”, “Kırmızı Şezlonk 2, 3” (M. ve G. Ö.).; Yusuf Ziya,
“Şairin Duası” (Ş. D.); “Zeybekler” (B. R. E.); “Bir Selvi Gölgesi”, “Radyo”,
“Kalbim” ve “Yanardağ” (B. S. G.) şiirlerini 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazar.
Fazla kullanılmayan diğer bir kalıp da 10’lu hece kalıbıdır. Orhan Seyfi,
“Bahar”, “Hatıralar”, “Boğaz Türküsü”, “İlkbahar Türküsü”, “Kalender Türküsü”
(Ş.); Enis Behiç, “Maymunlar 4” ü (M. ve G. Ö.) bu kalıbı denerler.
Bunların dışında bazı hece kalıplarına bir iki şiirde rastlanır. Yusuf Ziya,
deyim, atasözü ve bilmecelerde kullanılan 5’li heceyi “Asker Annesi” nde (C. U.);
Halit Fahri, “İstasyonda” şiirinde 9’lu kalıbı kullanır. (C. D.); Faruk Nafiz, “Terk
Olunmuş” u 8+7 duraklı (D. N.); “Tehlike” (Ç. Ç.) yi duraksız 15’li hece kalıbıyla
yazar.
Beş Hececiler hece veznini farklı şekilde kullanmayı da denerler. Enis Behiç,
düz kafiyeyle yazdığı “Hodbin” de 4+4 duraklı 8’li ve 12’li hece kalıplarını bi arada
kullanır. “Gemiciler” ve “Süvariler” de hecenin farklı kalıplarını şiirde basamaklar
oluşturacak şekilde kullanır. Bu şiirlerde, 8+8 duraklı 16’lı hece kalıbıyla başlayan
bentler 15, 12, 11, 8, 7, 4, 3 heceli mısralarla biter. Bunu takip eden bent 3 heceli
mısra ile başlayıp 4, 7, 8, 11, 12, 15, 16’lı hece kalıbıyla yazılan mısralarla biter. Altı
bölümden oluşan “Maymunlar” manzumesinde hecenin farklı kalıplarını bir arada
dener. Şiirin beşinci bölümü üçlük, dörtlük ve ikiliklerden oluşur. Üçlüler 7’li
409
heceyle, diğer bölümler 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. Şiirin ikinci
bölümünde 11’li kalıbı alışılmışın dışında 3+4+4 duraklarıyla kullanır.
Yusuf Ziya, “Beyaz Bulut” 6+5 duraklı 11’li ve 8+5 duraklı 13’lü hece
kalıplarını dönüşümlü olarak kullanır.
Faruk Nafiz, düz kafiyeyle yazdığı “Bir Yolculuk” (D. N.) ta 7+7 duraklı
14’lü ve 7+5 duraklı 12’li hece kalıplarını bir arada kullanır. 7+7 duraklı 14’lü
kalıpla yazdığı “Çekme Palayı” (A.) şiirinde, koşma tipi kafiyeli dört dörtlükten
oluşan bölümde 6+5 duraklı 11’li hece veznini kullanır.
b) Kafiye
“Uyak” da denilen kafiye, mısra sonlarındaki ses benzeşmelerine verilen
addır. Benzerlik gösteren seslerin, farklı yapı, görev ve manalarda olması gerekir.
Aynı fonksiyona sahip seslerle kafiye oluşturulmaz. Şiirde ahengi temin eden önemli
unsurlardan biridir.1001
I. İkfa
“Sesleri, söylenişleri birbirine yakın harflerle kafiye kurma” demek olan
ikfâda daha çok p-b, c-ç, d-t harfleriyle kafiye yapılır. Klâsik Türk şiirinde kafiye
kulak için değil, göz için olduğundan kusur sayılmıştır. 1002 Tanzimat Dönemi
şairlerinden Recaizade Mahmet Ekrem kafiyenin göz için değil, kulak için olduğu
görüşünü ilk defa ortaya atar. Bundan itibaren şairler, Arap harfleriyle yazılışları
birbirine uymayan kelimelerle kafiye yapmaya başlarlar.1003 Yeni şiirde ve özellikle
1001
1002
1003
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 227
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 199.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 83.
410
halk şiirinde Lâtin harflerinin kullanışından beri ikfâ, bir kafiye kusuru olarak
algılanmaktan çıkıp, neredeyse bir kafiye çeşidi hâlini almıştır.1004
-menba‘/ -bağ (“Davet” O. S., G. S., s. 94), (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 6),
(“Seyyah”, Y.Z., Y., s. 20), (“Suda Halkalar I”, F. N., S. H., s. 5).
-vedâ/ -dağ (“Veda”, O. S., O. B. B. K. , s. 10), (“Kâfir”, H. F., E., s. 36).
-vedalaştıktı/ -ağlaştıktı (“Bekleyen Bakireler”, H. F., G. H., s. 10).
-ağlaştık/ -vedalaştık (“İlk Ayrılık”, H. F., G. H., s. 127).
-ağlar/ -mısra‘lar (“Şair”, H. F., G. H., s. 87).
-dağ/ -menba‘ (Dağda Bir Yolcuya”, H. F., G. H., s. 71), (“Senden Sonra”, Y. Z., Â.
Y., s. 19).
-sadâ/ -dağ (“Bir Yolculuk”, F. N., D. N., s. 24), (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S.,
s. 36).
-ağlar/ -menba‘lar (“Yıllardır”, F. N., D. N., s. 38).
-sevdâ/ -dağ (“Kızıl Saçlar”, F. N.,S. H., s. 18), (“Humma”, F. N., S. H., s. 36).
-bağ/ -Tûbâ (Çankaya”, F. N., S. H., s. 86).
II. Cinaslı Kafiye
“Anlamları ayrı, ama ya söylenişleri ya yazılışları ya da hem söylenişleri hem
de yazılışları benzer kelimelerin bir arada kullanılmasına” cinas denir. 1005 Söylenişi,
yazılışı aynı fakat anlamı farklı ses veya kelimelerle yapılan kafiyeye de cinaslı
kafiye denir. 1006
“Herkes gülüyor, ince Acem şalları belde
1004
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 199.
1005
ÖZKIRIMLI, Atilla, Türk Edebiyaı Ansiklopedisi, 1. cilt (4. baskı), İstanbul, 1987, s. 290.
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 232.
1006
411
Hâriçte düğün var, çıkıyor göklere belde…” (“Kâbil”, H. F. E., s. 27).
“Görünen ağzı köpürmüş atlar
Şâha kalkar, uçurumlar atlar…” (“Dağda Bir Yolcuya 2”, H. F., G. H., s. 71).
“Dağınık saç, boyun bükük, daldın
Sanki yorgun ve ince bir daldın” (“Acı Hatıralar 1”, H. F., G. H., s. 127).
“Yağmur altında çırpınan bir gül
Sonra.. Baygın bir ibtisâm ile gül!” (“Yine Yağmur Çağıldıyor”, H. F., G. H., s.
111).
“Parlarsa herkeste bir raşe başlar
Omuzdan omuza uzanan başlar” (“Sinemada”, H. F., P., s. 26).
“Şimdi her pencerede gölge oyunu başlar,
Perdelere akseder gözden kaybolan başlar,” (“Balkonda Saatler V”, H. F., B. S., s.
7).
“Lâmbayı üflüyorum geceye dalmak için
Gök bir zümrüt köpük ki eriyor için için” (“Gurbet Işığı”, H. F., S. D. G., s. 14).
“Bu kadarcık teselli yetişir bir kalb için!
Hisseden bir göğüste ağlamak için için,” (“Teselli”, H. F., S. D. G., s. 64).
“İşledi mi tâ kalbine hicrânın oku?
Haydi doğrul, ruhu için bir “Yasin” oku!” (“Şehit”, H. F., C. D., s. 36).
“Kadınlar kaçıştılar ağlaşıp yan yana,
Dağıldılar gittiler her birisi bir yana..” (“Yanardağ”, Y. Z., Y., s. 6).
“Bugün bayram yapmıyoruz.. Bütün gözler yaş dolu,
Durma yağdır düşmanlara yıldırımdan bir dolu” (“Beklenen Bayram”, Y. Z., A. A.,
s. 46).
412
“Cehennemden pusu kursa yolunda dağ, taş,
Zabt olunmaz coşkun bir sel gibi köpür, taş! (s. 4)
“Penbe güneş selâmladı doğudan Türk’ü,
Uzaklardan geliyordu bir şanlı türkü!..” (s. 5). (“Kafkaslara Doğru”, Y. Z., A. A.).
III. Redif
Redif, “şiirde mısra sonlarında kafiyeden sonra yinelenen aynı ses ve
anlamdaki ekler ya da kelimeler” dir. Halk şiirinde redif karşılığı olarak “dönerayak”
kelimesi de kullanılır.1007 Halk şiirinin en eski ve en önemli öğelerinden biri olan
redife, halk şairleri kafiyeden daha çok önem vermişlerdir. Bu edebiyatın ürünlerinin
çoğu rediflidir.1008
-adı var/ -maksadı var/ kanadı var (“Gönlüm”, O. S., G. S., s. 5).
-gülüm var/ -bülbülüm var/ -tahammülüm var (“Usanç”, O. S., G. S., s. 38).
-hâleler var/ -lâleler var (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 105).
-eşi var/ -ateşi var (“Bir Yaz Günü”, Y. Z., Y., s. 18).
-sazım var/ -nazım var/ -niyazım var ( “itiraf”, Y. Z., Y., s. 35).
-kadın var/ -adın var (“Teselli”, Y. Z., Y., s. 50).
-vesvese var/ -kimse var/ -bûse var (“Kimsesiz..”, Y. Z., Â. Y., s. 30).
-kini var/ -dini var (“Tuna Boyunda”, Y. Z., A. A., s. 41).
-taşan sular var/ kartallaşan sular var (“İçine Dert Olmasın”, F. N., B. Ö. B. G., s.
60).
-rüzgâr gibi/ -yıldızlar gibi (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8).
1007
ÖZKIRIMLI, Attila, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, 4. cilt, Cem Yayınevi, (4. baskı), İstanbul,
1987, s. 987-988.
1008
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiiri Bilgisi, s. 80.
413
-kuşlar gibi/ -rüzgâr gibi (“Çiçekler Açarken”, O. S. G. S., s. 10).
-su gibi/ -duygusu gibi (“Aşka Dair”, O. S., G. S., s. 44).
-haber gibi/ -der gibi (“Gülle Bülbül Efsanesi”, O. S. G. S., s. 33).
-bülbül gibi/ -gül gibi/ -tahammül gibi (“Türküler 2”, O. S., G. S., s. 47).
-güneş gibi/ -kardeş gibi (“Dua II”, O. S. O. B. B. K., s. 27).
-kan gibi/- kurban gibi (“Gururun Ölümü”, H. F., P., s. 28).
-piyâle gibi/ -lâle gibi (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 35).
-deniz gibi/ -kimsesiz gibi (Münzevi”, F. N., D. N., s. 51)
-kan gibi/ -tufan gibi (“Şüphe”, F. N., D. N., s. 58).
-rüzgâr gibi/ -kuşlar gibi (“Garipler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 38).
-buhurdan gibi/ -orman gibi (“Efemin Ölümü”, F. N., B. Ö. B. G., s. 52).
-darılmaz mı/ -naz mı (“Tereddüt”, O. S., F. ve K., s. 35).
-alamaz mı/ az mı (“Sevgiliye Mektup”, O. S., G. S., s. 24).
-bahiyar mı/ -var mı (“O Güzel Kadın İçin 1”, O. S. G. S., s. 90).
-milyon mu/ -son mu/ -elektron mu (“Nerdesin?”, O. S., O. B. B. K., s. 23).
-tahayyül mü/ -ölü mü (“Karanlıkta 1”, H. F., G. H., s. 30).
-var mı/ -uzar mı (“Miras”, E. B., M. ve G. Ö., s. 6).
-gecesi mi/ -hecesi mi/ -bilmecesi mi (“Moskof Güzeli”, Y. Z., Y., 31).
-cin midir/ -sevincin midir (“Aşk”, Y. Z., Y., 25).
-hulyâmı bozma/ -rüyâmı bozma (“Fırtına ve Kar”, O. S., F. ve K., s. 3).
-nücûm sönsün/ -hücûm sönsün (“Fırtına ve Kar”, O. S., F. ve K., s. 5).
-işitmek için/ -gitmek için (“Buhran”, O. S., F. ve K., s. 26).
414
-başka bir güzel/ -aşka bir güzel (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 9).
-aşar gönül/ -taşar gönül (“Gönül”, O. S. G. S., s. 35).
-itap etme hiç/ -hesap etme hiç/- hicap etme hiç (“Türküler 2”, O. S., G. S., s. 47).
-avut beni/ -uyut beni/ -okut beni (“Maniler 3”, O. S., G. S., s. 49).
-canan hani/ -derman hani/ -sultan hani (“Maniler 11”, O. S., G. S., s. 51).
-yadigâr anne/ -bahtiyar, anne (“Annemle Hasbihal”, O. S. G. S., s. 82).
-izler üstünde/ denizler üstünde (“Gazimize”, O. S. G. S., s. 166).
-kırıklar içinde/ -hıçkırıklar içinde (“Gülle Bülbül Efsanesi”, O. S. G. S., s. 33).
-iz bıraktı/ -deniz bıraktı (“O Beyaz Bir Kuştu”, O. S., O. B. B. K., s. 7).
-savaş için/ -taş için/ baş için (“Münacat I”, O. S. O. B. B. K., s. 21).
-hız olsun/ -iz olsun/ -düz olsun (“Dua I”, O. S. O. B. B. K., s. 26).
-fazilet sende/ -hakikat sende (“İman”, O. S. O. B. B. K., s. 30).
-güller içinde/ -tüller içinde (“Melike’ye”, H. F., B. Y., s. 48).
-ben değil/ -neyzen değil (“Sabaha Karşı Hisler”, H. F., P., s. 9).
“Son güllere yağan yağmur!..
Gönüllere yağan yağmur!..” (“Bir Hazan Gecesinde”, H. F., P., s. 35).
-esrarlı idi deniz/ -harlı idi deniz (“Eskiden de”, H. F., S. G. Ö., s. 83).
-hicranda yalnızım!/ -cihanda yalnızım!” (“Düşündün mü?”, E. B., M. ve G: Ö., s.
12).
-fettan Rebeka/ -satan Rebeka (“Kırmızı Şezlonk 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 61).
-dök yansın/ -gök yansın (“Yanardağ”, Y. Z., Y., s. 7).
-duman siler onu/ -zaman siler onu (“Kalbim” Y. Z., Y. , s. 10).
-sola düştüm/ -kola düştüm (“Maniler”, Y. Z., Y., s. 22).
-zengin değil/ -çirkin değil/ -dengin değil ( “İtiraf”, Y. Z., Y., s. 36).
415
-kan bayramıdır/ -şan bayramıdır (“Kan Bayramı”, Y. Z., A. A., s. 33).
-olmayan köylerin/ -dolmayan köylerin (“Arzuhalci”, Y. Z., B. R. E., s. 96).
-buldum, anne/ -vuruldum, anne (“Annemin Dizinde”, F. N., D. N., s. 5).
-yar içinde/ -diyar içinde (“Bir Mersiye”, F. N., D. N., s. 59).
-esince gel/ -ince gel (“Gençlik”, F. N., G. G., s. 11).
-hayâl ile/ -kemâl ile (“Gençlik”, F. N., G. G., s. 13).
-tutmuş kâfir/ -unutmuş kâfir (“Âmâ”, F. N., G. G., s. 25).
-dün gece/ -bütün gece (“Dargın ve Barışık”, F. N., G. G., s. 29).
-kurtulan erler/ -bulan erler (“İzmirlilere”, F. N., Ah, İzmir!, s. 7).
-bağlayan yaslı yollar/ -ağlayan yaslı yollar (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 93)
-ses içimde/ -herkes içimde (“Garipler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 38).
-yakın nineler/ -sakın nineler (“Yıldızdağı”, F. N., B. Ö. B. G., s. 41).
-önce, sözleri/ -baygın sözleri (“Dul” O. S., G. S., s. 55).
-atmışlar dudaklarını/ -ateşîn dudaklarını (“Ölüm ve Kadeh”, H. F., E., s. 10).
-oldun burada/ -ateşli burada (“Tuna Boyunda”, Y. Z., A. A., s. 42)
gibi sadece redife sahip mısralar da vardır.
IV. Zengin Kafiye
Mısra sonlarında en az üç ses benzerliğiyle oluşan kafiyedir. Beş Hececiler
şiirlerinde ahenk unsuru olarak bu kafiyeye geniş yer verirler. Bazı zengin
kafiyelerin ortak olarak kullanıldığı görülür.
-renk/ -ahenk (“Sensiz Saatler”, H. F., H. O. İ., s. 12), (“Kalbim”, Y. Z., Y., s. 8),
(“İçimden Gelen Ses”, F. N., S. H., s. 135).
416
-hilâl/ -ihtilâl (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 99), (“Orduya”, H. F.,
C. D., s. 6).
-miğfer/ -zafer (“Şair”, H. F., G. H., s. 86), (“Asrın şiiri”, H. F., Z., s. 20).
-cenk/ -renk (“Hilâl-i Ahmer”, H. F., C. D., s. 35).
-renk/ -çelenk (“Takvim”, F. N., B. Ö. B. G., s. 94).
-ahenk/ -cenk (“Şair”, H. F., G. H., s. 86).
-cenge/ -çelenge/ -renge (“Türk Askerine”, H. F., C. D., s. 11).
-geri/ -haberi/ -beri (Peri Kızile Çoban Hikâyesi, O. S., s. 6, 10).
-turuncu/ -tuncu
(İstanbul’un Fethi, O. S. s. 1).
-çocuğu/ -boncuğu (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8).
-şair/ -dair (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 100).
-jâleler/ -lâleler (“Ufuklara Karşı”, H. F., G. H., s. 93).
-korkunç/ -tunç (“Karanlıka 2”, H. F., G. H., s. 32).
-karışın/ -sarışın (“Çanakkale”, H. F., C. D., s. 21).
-zevâline/ -yine (“Aruza Veda”, H. F., G. H., s. 132).
-sarı/ -dalgaları (“İlk Ayrılık”, H. F., G. H., s. 125).
-gülü/ -örülü (“Acı Hatıralar”, H. F., G. H., s. 127).
-kelebekler/ -bebekler (“Balkonda Saatler VI”, H. F., B. S., s. 8).
-hüzün/ -ömrümüzün (“Sarı Saçlar”, H. F., S. D. G., s. 68).
-rüzgârların/ -yarın (“Ay Dinledi”, H. F., C. D., s. 30).
-hilâl/ -ihlâl (“Yıldızların Hediyesi”, H. F., C. D., s. 13).
-göklere/ -dere (“Gece Hücumu”, H. F., C. D., s. 16).
417
-ışığı/ -sarmaşığı (“Bayram Mektubu”, H. F., C. D., s. 18).
-yakın/ -sakın (“Eski Düşmana”, H. F., C. D., s. 26).
-zafer/ -nefer (“Aya Sordum”, H. F., C. D., s. 28).
-Anadolu/ -kolu (“İstasyonda”, H. F., C. D., s. 10).
-karşı/ -çarşı (“Kâbil”, H. F., E., s. 26).
-Çerkes/ -herkes (“Kâbil”, H. F., E., s. 27).
-kişi/ -fildişi (“Yolcular”, H. F., E., s. 5).
-sakiye/ -fıskiye (“Odalıklar”, H. F., E., s. 29).
-ilhamla/ -damla (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 7.)
-boşluğu/ -buğu (“Kışa Doğru”, H. F., B. Y., s. 37).
-yine/ -sefaletine (“İlham”, H. F., G. H., s. 88).
-yelpaze/ -taze (“İlham”, H. F., G. H., s. 89).
-jâle/ -hâle (“Mukaddime:” H. F., Z., s. 3).
-yaprak/ -bırak (“Hancı”, H. F., Z., s. 9).
-hâileden/ -gâileden (“Son Sözüm”, H. F., Z., s. 21).
-zakkum/ -okum (“Davet”, H. F., Z., s. 13).
-mucize/ -dizdize (“Bu Kitapta Yaşıyorsun”, H. F., H. O. İ., s. 10).
-gözlerin/ -derin (“Miras”, E. B., M. ve G. Ö., s. 5).
-revandı/ -kervandı (“Maymunlar 4”, E. B., M. ve G. Ö., s. 28).
-serin/ -gölgelerin (“Maymunlar 6”, E. B., M. ve G. Ö., s. 32).
-jâle/ -piyâle/ -visâle (“Romen Güzeli”, E. B., M. ve G. Ö., s. 38).
-çilingirim/ -kerim (“Anahtar”, E. B., M. ve G. Ö., s. 48).
-potinleri/ -geri (“Bir Çift İskarpin 2”, E. B., M. ve G. Ö., s. 41).
-baba/ -merhaba (“Şeytan”, E. B., M. ve G. Ö., s. 176).
418
-kızı/ -kırmızı (“Busenin Sesi”, E. B., M. ve G. Ö., s. 49).
-meyhanedir/ -efsanedir (“Kadın Aşkı”, Y. Z., Â. Y., s. 24).
-âşık/ -ışık (“Beyaz Bulut”, Y. Z., Â. Y., s. 61).
-mevkibi/ -gibi (“Şehidin Kalbi”, Y. Z., C. U., s. 4).
-ileri/ askeri (“Asker Şarkısı”, Y. Z., C. U., s. 5).
-perişan/ -nişan (“Ölü Evinde Düğün”, Y. Z., C. U., s. 6).
-yere/ -dere (“Çınar”, Y. Z., C. U., s. 8).
-böcek/ -yiyecek (“Çınar”, Y. Z., C. U., s. 9).
-hatıra/ -sıra (“Kalbim”, Y. Z., Y., s. 9).
-sürgün/ -bugün (“Karpatlarda Y. Z., A. A., s. 6).
-niyâzım/ -lâzım (“Nöbetçi ve Yıldız”, Y. Z., A. A., s. 10).
-günleri/ -geri (“Giden Gelmez”, Y. Z., A. A., s. 24).
-memleket/ -bereket (“Fakat Düşün Yarını!”, Y. Z., A. A., s. 52).
-sarı/ -baharı (“Sensiz Bahar”, F. N., D. N., s. 41).
-dalgalı/ -yalı (“Münzevi”, F. N., D. N., s. 51).
-dolu/ -yolu (“Şüphe”, F. N., D. N., s. 58).
-nefes/ -kafes (“Bir Bağ İçindeki”, F. N., Ş. S., s. 16).
-yaprak/ -ağlayarak (“Silva”, F. N., Ş. S., s. 17, 18).
-kışın/ -sarışın (“Silva” F. N., Ş. S., s. 21).
-yine/ -rengine (“Gençlik”, F. N., G. G., s. 12).
-işkence/ -bence (“Eski Bir Kin”, F. N., G. G., s. 26).
-funda/ -suyunda (“Suda Halkalar I”, F. N., S. H., s. 6).
-meşcereden/ -dereden (“Talas Bağlarında Batı ”, F. N., S. H., s. 21).
-yürek/ -gülerek (“Melekü ‘l- Mevt”, F. N., S. H., s. 23).
419
-güfte oldular/ -alüfte oldular (“Şüphe”, F. N., S. H., s. 137).
-yaranın/ -Marmara’nın (“Büyük Misafir”, F. N., S. H., s. 88).
-sinir/ -incinir (“Has Bahçe I”, F. N., S. H., s. 92).
-işkence/ -bence (“Ardından”, F. N., S. H., s. 34).
-bucağı/ -ocağı (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 98).
-akşamla/ -damla (“Aşk”, H. F., G. H., s. 77), (“Silva”, F. N., Ş. S., s. 18).
-bahçıvan/- erguvan, -mezâr/ -lâlezâr, -bahâr/-iftihâr, -nişan / -şân, -akar/-vekar,
-zaman/-kahraman (“Lâle Devri”, Faruk Nafiz, H ve S., s. 49).
-seyreder/ -keder (“Kısas”, F. N., B. Ö. B. G., s. 96).
-hatıra/ -sıra (“Ölüler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 145).
-dertleşmeyi/ -çeşmeyi (“Suya Kaside”, F. N., B. Ö. B. G., s. 63).
-yanarım/ -yarım (“Bugün Yoldan Geçenler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 37).
-yurt/ -Bayburt (“Memleket Türküleri”, F. N., B. Ö. B. G., s. 53).
V. Tunç Kafiye
-kız/ -mihrâkız, -fil/ -sefil, -Çin’de/ -içinde (s. 334),-var/ -canavar (s. 35), -şamdan/
-akşamdan, -kimdi/ -hâkimdi (s. 37). (“Kâfir”, H. F., E.).
-derdinle/ -dinle, -yara/ -diyâra, -yanmış/ -boyanmış, -nine/ -enine (“Şairlere”, Y.
Z., C. U., s. 6).
-sesini/ -sini , -zeybekler/ -bekler, -gülü/ -örgülü (“Zeybekler”, Y. Z. Y., s. 34).
-hıçkırık/ -kırık (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 100), (“Bulutlara
Yakın”, H. F., B. Y., s. 5), (“Açıksöz”, Y. Z., Y, s. 43), (“Asker Annesi”, H. F., C.
D., s. 10).
420
-ışık/ -karışık (“Karavana Başında”, H. F., C. D., s. 14), (“Evimiz ‘”, Y. Z., Y., s.
58), (“Üstad”, F. N., S. H., s. 30).
-ışık/ -kırışık (“Ninemin Şarkısı”, H. F., S. D. G., s. 21), (“Sarı Saçlar”, H. F., S. D.
G., s. 68), (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 89), (İstanbul’un Fethi, O. S., s. 1),
(“Zeybekler”, Y. Z., B. R. E., s. 34), (“Mum Işığı”, H. F., S. G. Ö., s. 21), (“Mum
Işığı”, H. F., S. G. Ö., s. 21).
-uyandı/ -yandı (“Sultan Osman’ın Rüyası ”, Y. Z., C. U., s. 19), (“Açıksöz”, Y. Z.,
Y, s. 42), (“Suda Halkalar III”, S. H., s. 9), (“Bahar Gecesi”, H. F., G. H., s. 103),
(“Maymunlar 3”, E. B., M. ve G. Ö., s. 26), (“Türk Ordusu”, Y. Z. A. A., s. 18).
-Asya’da/ -Kafkasya’da (“Aya Sordum”, H. F., C. D., s. 28), (“Türklük Ölmez”, H.
F., C. D., s. 37).
-ayrılık/ -ılık (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 87), (“Orduya”, H. F., C. D., s. 5).
-renginde/ -enginde (“Hancı”, H. F., Z., s. 8), (“Sahilden Zühreye”, H. F., G. H., s.
115).
-aşka/ -başka (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 103), (“Âmâ”, F. N., G.
G., s. 24), (“Sanatkâr”, Y. Z., Y., s. 33), (“Hatıralar”, Y. Z. Y., s. 27), (“Ben”, O. S.
G. S., s. 4).
-içindeyim/ -Çin’deyim (“Bir Çiftlik Manzarası”, O. S., G. S., s. 54), (“Cennet ve
Cehennem”, B. Ö. B. G., s. 90).
-haberi/ -beri (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 93), (“Giden Gelmez”, Y. Z., Y., s.
24), (“Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu ”, Y. Z., C. U., s. 8).
-akın/ -yakın (“Kâbus”, E. B., M. ve G. Ö., s. 95), (“Millî Neşide”, E. B., M. ve G.
Ö., s. 91).
421
-diye/ -hediye (“Son Arzu”, Y. Z. Y., s. 48), (“Davet”, Y. Z., Y., s. 340), (“Yabancı
İllere Doğru”, Y. Z., A. A., s. 43).
-beyaz/ -yaz (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 10), (“Bahara Girerken”, Y. Z., B. S.
G., s. 35), (“Şehidin Kalbi”, Y. Z., C. U., s. 3), (“Suda Halkalar II”, S. H., s. 8).
-oldu/ -doldu (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8), (“Bir İhiyat Zabitinin Mektubu”,
Y. Z., C. U., s. 8), (“Kalbimde Akşam Oldu”, H. F., G. H., s. 121), (“Sultan
Osman’ın Rüyası”, Y. Z., C. U., s. 21).
-soldu/ -oldu (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 106), (“Aşk”, H. F., G.
H., s. 77), (“Ben”, E. B., M. ve G. Ö., s. 11), (“Maymunlar 3”, E. B., M. ve G. Ö.,
s. 26), (“Esir”, F. N, Ş. S., s. 28), (“Bir Yolcuya”, F. N., D. N., s. 25), (“Sadabad
Kadınları”, F. N, Ş. S., s. 36).
-yoldu/ -oldu (“O Güzel Kadın İçin 2”, O. S., G. S., s. 92), (“Son Sözüm”, H. F., Z.,
s. 21), (“Yeniçeri”, H. F., C. D., s. 25), (“Bayram Mektubu”, H. F., C. D., s. 20),
(“Ay Dinledi”, H. F., C. D., s. 30).
-kokusu/ -su (“Bahar Şarkısı”, H. F., B. Y., s. 17), (“Bekleyen Bakireler”, H. F., G.
H., s. 10), (“Gece Terennümü”, H. F., S. D. G., s. 35), (“Piç”, Y. Z., Y., s. 11),
(“Bozgun”, F. N., G. G., s. 33), (“Yeniçeri”, H. F., C. D., s. 22).
422
-el/ -emel (“Sahilden Zühreye”, H. F., G. H., s. 115), (“Ufuklara Karşı”, H. F., G. H.,
s. 93), (“Hilâl-i Ahmer”, H. F., C. D., s. 35), (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 8),
(“Bir selvi Gölgesi”, Y. Z., B. S. G., s. 6), (“Rüya”, Y. Z., B. S. G., s. 15).
-ev/ -alev (“Sensiz Saatler”, H. F., H. O. İ., s. 12), (“Balkonda Saatler III”, H.
F., B. S., s. 5), (“Evim 1”, Y. Z., Y., s. 56), (“Çiftlikte Düğün”, Y. Z., B. S. G.,
s. 47).
-saray/ -ay (“Bağdat”, H. F., E., s. 22), (“Bir Yolcuya”, F. N., D. N., s. 23),
(“Göllerde”, F. N., D. N., s. 26).
-alay/ -ay (“Kâfir”, H. F., E. S. 33), (“Aya Sordum”, H. F., C.D., s. 29), (“Bozgun”,
F. N., G. G., s. 32).
-ay/ -yay (“Uğursuz Baskın”, E. B., M. ve G. Ö., s. 123), (“Sultan Osman’ın
Rüyası”, Y. Z., C. U., s. 19).
-eş/ -güneş kelimeleri dairesinde yazılan şiirler vardır. (“Abdülhak Hâmid’e
Mektup”, O. S., G. S., s. 104), (“Kış Gecelerinde 2”, O. S., G. S., s.86), (“Harp
İçinde Bahar”, O. S., G. S., s. 104), (“Davet”, O. S., G. S., s. 94), (Peri Kızile
Çoban Hikâyesi, O. S., s. 8), (Peri Kızile Çoban Hikâyesi, O. S., s. 10),
(“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 8), (“Turnalar”, H. F., Z., s. 12), (“Sahilden
Zühreye”, H. F., G. H., s. 115), ( “Hüsn ü Aşk”, F. N., H. ve S., s. 13)
423
-ok/ -yok kelimeleriyle yapılan ortak kafiyeler vardır. (Peri Kızile Çoban
Hikâyesi, O. S., s. 13), (“Ufuklara Karşı”, H. F., G. H., s. 94), (“Gönül Yolcusu”, Y.
Z., Y., s. 30), (“Şarkın Sultanları I”, F. N., Ş. S., s. 6), (“Esir”, F. N., Ş. S., s. 26).
Kafiyeninin şiirde önemli bir unsur olduğunu savunan Beş Hececiler,
şiirlerinde tunç kafiyeye geniş yer verirler. Bu kafiye bazen şiirin bütünene yayılmış
olarak da karşımıza çıkar. Düştükleri tekrarlar dışında kullandıkları ortak tunç
kafiyeler de vardır.
VI. Tam Kafiye
Bir ünlü ve bir ünsüz benzerliğine dayanan kafiyedir. Yeni Türk şiirinde en
çok kullanılan kafiye çeşididir. “Ünsüz benzerliği olmayan ve uzun â, uzun û ve uzun
î ünlüleriyle biten Arapça ve Farsça sözcüklerle yapılmış uyaklar da tam uyak
sayılır.”1009
-buseler/ -keder (s. 15), -emel/ -bedel (s. 16). (“İsyan”, Y. Z., Â. Y.).
-sızı/ -bazı (“Senden Sonra”, Y. Z., Â. Y., s. 20).
-süvariler/ -titrer/ -haber (“Atlıların Türküsü”, F. N., A. T., s. 7).
-sisleri/ -akisleri (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 101).
-çıplak/ -bak (“Baş Başa”, F. N., G. G., s. 20).
-dallar/ -kumsallar (“Kış Gezintileri”, F. N., G. G., s. 22).
-habersiz/ -biz (“Kırlarda”, F. N., G. G., s. 39).
-uzaktan/ -kucaktan (“Dargın ve Barışık”, F. N., G. G., s. 29).
-şarkın/ -dargın (“Dargın ve Barışık”, F. N., G. G., s. 29).
1009
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 87.
424
-heveslerle/ -nefeslerle (“Bahardan Bir Ses”, O. S., G. S., s. 22).
-zaferi/ -mesafeleri (“O Gün”, O. S., O. B. B. K., s. 28).
-bayrak/ -bak (“Karpatlarda”, Y. Z., A. A., s. 7).
-çak/ -yak/ -bırak (“Eğil Dağlar Eğil”, Y. Z., Ah, İzmir!, s. 4).
-sönmeyecek/ -çek (“Yanardağ”, Y. Z., Y., s. 6).
-Haliç/ -hiç (“Sadâbad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 33).
-sandallar/ -şallar (“Sadâbad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 33).
-benizli/ -gizli (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8).
-yıldızı/ -kızı (“Bir Zifaf İçin”, O. S., G. S., s. 28), (“Odalıklar”, H. F., E., s. 30).
-adam/ -cam/ -akşam (“Sefillerin Ölümü”, F. N., B. Ö. B. G., s. 32).
-taşlar bizimdir/ -yaşlar bizimdir (“Türk’ün İstanbul’u”, Y. Z., B. R. E., s. 59).
-taşar/ -var (“Göllerde”, F. N., D. N., s. 27).
-neşesiz/ -biz (“Sensiz Bahar”, F. N., D. N., s. 42).
-çıplak/ -bak (“Baş Başa”, F. N., G. G., s. 19).
-kuzular/ sular (“Sensiz Saatler”, H. F., H. O. İ., s. 13).
-tende/ -sende (“Tasavvufa Doğru”, H. F., Z., s. 19).
-başka/ -taşına (“Son Sözüm”, H. F., Z., s. 21).
-Tanrıları/ -arıları (“Gece Uyanan Kadın”, H. F., S. G. Ö., s. 81).
-kalbi/ -gibi (“Şair ve Rüzgâr”, Y. Z., A. A., s. 28).
-asabi/ -gibi (“Kan Bayramı”, Y. Z., A. A., s. 32).
-yiğitler/ -şehitler (“Tuna Boyunda”, Y. Z., A. A., s. 42).
-Bektaş arıyor/ -naaş arıyor (“Akbabalar”, H. F., Z., s. 11).
-gece/ -gizlice (“Yolcular”, H. F., E., s. 5).
-setlere/ -mabetlere (“Yolcular”, H. F., E., s. 4).
425
-ananın/ -fırtınanın /(“İş Başında”, F. N., B. Ö. B. G., s. 34).
-gibi/ -yarabbi (“Miras”, E. B., M. ve G. Ö., s. 6).
-kelebeğim/ -çiçeğim (“Ey Genç Kadın”, E. B., M. ve G. Ö., s. 134).
VII. Yarım Kafiye
Bir tek ünsüz bağımsızlığına dayanan kafiye çeşididir. “Genellikle Halk
şiirinde kullanılan yarım kafiye, mahreçleri birbirine yakın ünsüzlerin (c-ç, ç-ş, s-ş,
l-r, ğ-y, d-t, z-s)benzerliğiyle de yapılır.”1010 “Yarım kafiye, Halk şiirinin etkisiyle
Cumhuriyet Dönemi şiirinde benimsenmiş ve yaygınlaşmıştır.”1011
-saatler/ -demetler (Gece Terennümü”, H. F., S. D. G., s. 36).
-yetmez mi/ -işitmez mi (“1937 Yılbaşı Gecesinde”, H. F., S. G. Ö., s. 62).
-git/ -garabet (Dağda Bir Yolcuya”, H. F., G. H., s. 68).
-derin/ -goncaların (Talas Bağlarında Batı”, F. N., S. H. s. 20).
Halk şiirinde yaygın olarak kullanılan yarım kafiye, Halk şiiri etkisinde de
şiir yazan Beş Hececiler’de yaygın değildir. Şiirleri zengin ve tam kafiye ağırlıklıdır.
Sürpriz buluşlarla yapılan kafiyelerin yanında sıkça tekrarlara da rastlanır. Tunç
kafiye yönünden de zengin olan şiirlerinde kullandıkları birçok kafiye ortaktır.
c) Kelime Tekrarları
Tekrar, güzel sanatlar için kaçınılmaz görünen bir estetik temeldir.
“Mimarîde, resimde, heykelde, dekoratif sanatlarda, musikide olduğu
gibi, edebiyatta da ir motifin, bir sesin, bir ifade tarzının muayyen veya gayrı muayyen aralıklarla tekrarı, insan üzerinde büyüleyici bir tesir bırakır.
1010
1011
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 229.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 87.
426
Zâten sanat da bir çeşit büyü değil midir? Bütün sanatlar, tekrarın bu
tesirinden faydalanırlar. Bununla, bütün sanatların da tekrardan ibaret
olduğunu söylemiyorum. Ancak sanat eseri için kaçınılmaz olan form’un bir
parçası, önemli bir parçası da tekrardır.” 1012
Şiirin belirli yerlerinde daha çok ahengi sağlamak
ve vurguyu
kuvvetlendirmek için yapılan kelime tekrarları kendi içinde bir düzene sahiptir.
Kafiye ve aliterasyonun kelime başlarında kullanımına “baş kafiye” denilse 1013 de
daha çok kelime tekrarı olduğu görülür.
I. Bir Kelimenin Mısra Başında ve Sonunda Kullanımı
Bir kelimenin mısra başında ve sonunda tekrarlanmasıyla oluşturulan
ahenktir.
“Gelmiyor, gelmiyor.. gitti gelmiyor!” (“Gelmiyor”, O. S., G. S., s. 72).
“Bahtiyardım; ah evet, hakikaten bahtiyar;” (“Abdülhak Hâmit’e Mektup”, O. S.,
G. S., s. 105).
“Uyan şu uğursuz uykudan uyan” (“Uyan!”, O. S., G. S., s. 168).
“Sabah olacak, sabah!” (“Birlik”, O. S., O. B. B. K. , s. 29).
“Sararıyor, sen de onlar gibi sarardın.” (“Beraber Ölüm”, H. F., B. Y., s. 25).
“Utan, benden değil, aşkımdan utan!” (“Lânet”, H. F., B. Y., s. 30).
“Sular, sular, dağılan, çırpınan ziyâlı sular,” (“Havuz Başında”, H. F., G. H., s. 97).
“Dönüyor, hep dönüyor, kuşlar gibi dönüyor,” (“Balkonda Saatler I”, H. F., B. S.,
s. 3).
“Ey bu dergâhın büyük bânisi, ey” (“Ayinden Sonra”, H. F., Z., s. 17).
1012
1013
OKAY, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990, s. 34-39.
AKALIN, L,. Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, s. 30.
427
“Ey felâketli ölüm bekçisi, ey” (“Hancı”, H. F., Z., s. 9).
“Dinle, ey çılgın ihtiyar, dinle:”(“Fırtına ve Kin”, H. F., Z, s. 6).
“Ağladın, çok zamanlar ağlattın.” (“Fikret’in Rûhuna”, H. F., Z., s. 23).
“Sükûn, ilâhî sükûn” (“Ufukta Kandiller”, H. F. P., s. 5).
“Kandiller.. sarı, ölgün kandiller….” (“Ufukta Kandiller”, H. F. P., s. 5).
“Sakın ağlamayın, sakın…”
“Ölülerim, zavallı ölülerim,” (“Bir Saat Çalar”, H. F., S. G. Ö., s. 7).
“Ne uzun uyku bu, ne uzun,” (“Bugün Kar Yağıyor”, H. F., S. G. Ö., s. 55).
“Akşam, bir dua gibi derin, içli bir akşam” (“Akşam, Bir Dua Gibi..”, H. F., S. D.
G., s. 9).
“Damlalar yaratmış seni, damlalar,” (“Bir Yağmurlu Günde”, H. F., S. D. G., s.
41).
“Senin gibi hükmetmek, ey İlâh, senin gibi,” (“Yokolmak”, H. F., S. D. G., s. 90).
“Biz insanız, diyorlardı biz insan!” (“Maymunlar 6”, E. B., M. ve G. Ö., s. 11).
“Haklıdır, zavallı, haklıdır haklı” (“Kırmızı Şezlonk 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 61).
“Renkler, unutulmaz ve doyulmaz, büyü renkler” (“Nehir”, E. B., M. ve G. Ö., s.
183).
“Bir ümit olsaydı bari bir ümit,” (“Hayal”, Y. Z., Y., s. 14).
“O kadar genç öldü ki.. Ölmedi ki o kadar;” (“Genç Ölü”, Y. Z., B. S. G., s. 14).
“Bulsam, bir sihirli anahtar bulsam” (“Anahtar”, Y. Z., B. R. E., s. 27).
“Akın gözyaşlarım, akın” (“O Gün”, Y. Z., B. R. E., s. 37).
“Kuşlar üstünde gezer, gurbete düşmüş kuşlar,” (“Talas Bağlarında Batı”, F. N., S.
H., s. 21).
428
“Sakın bir söz söyleme… yüzüme bakma sakın!” (“Kıskanç”, F. N., B. Ö. B. G., s.
124).
“Dinle, ey ruhumun son zevki, dinle:” (“Genç İken”, F. N., B. Ö. B. G., s. 232).
“Öğün, ey Çanakkale, cihan durdukça öğün!” (“Çanakkale”, F. N., A. T., s. 47)
“Ağla ey gamlı şehriyar, ağla!” (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 40).
II. Aynı Kelimenin Tekrarından Oluşan Mısralar
Mısra aynı kelimenin ard arda sıralanmasıyla oluşur. Şiirde manayı
kuvvetlendirmek için kullanılırlar.
“Uçar, uçar, uçarım!...” (“Evimiz”, O. S., Ş., s. 114).
“Ben, ben, ben!” (“Üç Buut”, O. S., Ş., s. 127).
“Ben, ben, ben!..” (“Sen, Ben…”, O. S., Ş., s. 163).
“Nerdesin, nerdesin, nerdesin, nerde?...” (“Nerdesin?”, O. S., Ş., s. 172).
“Açar, açar, açarım.” / “Hancı!.. Hancı!..” (“Hancı”, H. F., Z., s. 8).
“Ağır ağır” / “Yığın yığın” (“Kış Gecesi 2”, H. F., B. Y., s. 41
“İleriye, ileriye” (“Asker Türküsü”, H. F., C. D., s. 8).
“Uyumak, uyumak, uyumak” (“Sonsuz Gecelerin Ötesinde”, H. F., S. G. Ö., s. 5).
“Uyuyorlar, uyuyorlar” (“Ninni”, H. F., S. G. Ö., s. 9).
“Uzaklara, uzaklara, uzaklara” (“Uzaklara”, H. F., S. G. Ö., s. 24).
III. Çapraz Kelime Tekrarları
Divan Edebiyatında bir şiir içinde, her beytin son kelimesinin, sonra gelen
beytin ilk kelimesi olarak tekrarlanmasına “iâde” denir. Bu bir kelime olabileceği
429
gibi bir kelime bölüğü de olabilir. Böyle yazılan şiirlere de “muâd” adı verilir. 1014
Bu, yeni şiirde, bir beyit sonu ve yeni bir beyitin başındaki tekrardan çok aynı beyit
içinde veya ard arda gelen iki mısrada ilk mısraın sonundaki kelimenin sonraki
mısra başındaki tekrarlanışı şeklinde görülür.
“Sevmedim, sevmiyorum, hem sevemem çünkü sizi.
Sizi sevmek: Bu ne boştur, bu ne manasızdır.” (“Susunuz”, O. S., F. ve K., s. 23).
“Bence yine evvelki,
Evvelki güzel kuşsun” (“Sevgiliye Mektup”, O. S., G. S., s. 24).
“Aynı kudret yaşıyor.
Yaşıyor önsüz olan sonsuz olan kanunlar!” (“Var Olmak, Yok Olmak Mes‘elesi”, O.
S., Ş., s. 125).
“Sular, sular, dağılan, çırpınan ziyâlı sular,
Sular ki üstüne mehtâp örer gümüş kuğular…” (“Havuz Başında”, H. F., G. H., s.
97).
“Bir ışık şarabiyle mest… an olur,
An olur, tanrısal sarhoşluka.” (“Bir “An” ın Eşiğinde”, H. F., S. G. Ö., s. 13).
“Sözlerin yalanmış, aşkın yalanmış,
Yalanmış ihtimal varlığın bile.” (“Lânet”, H. F., P., s. 30).
“Yolum düştü birgün “Doğru” dağına.
“Doğru” dağı, dağların en yükseği;” (“Maymunlar 6”, E. B., M. ve G. Ö., s. 31).
“Lâkin, eyvah, aldılar bak şimdi bizden bir cihan!
Bir cihan gasbettiler ki eskiden mağsub olan” (“Ey Meriç!”, E. B., M. ve G. Ö., s.
93).
1014
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 486.
430
“Ah ağladım… Bütün aşkım bu gözyaşları
Gözyaşları, ey gönlümün matemdaşları! (“Uğursuz Baskın”, E. B., M. ve G. Ö., s.
130).
“Tam on sekiz yıl aradım onu,
Onu bulmak için dünyayı gezdim,” (“Hayal”, Y. Z., Y., s. 14).
“Bir vakitler koştum senin peşinden ben de,
Ben de senin dizlerine düştüm ağladım.” (“Eski Sevgiliye”, Y. Z., Â. Y., s. 28).
“Bütün sevgililer sende,
Sende bütün gururumuz” (“Toprak”, Yusuf Ziya, B. R. E., s. 30).
“Yara açsın kayalar ayaklarında, varsın
Varsın omuz başların kamçılardan kızarsın.” (“Hayat”, F. N., B. Ö. B. G., s. 21).
“Bir insan ormanına döndü şehir gitgide,
Gitgide bir çığ gibi büyüdü kalabalık.” (“Şehir”, F. N., B. Ö. B. G., s. 23).
IV. Mısraın Bir Önceki Mısra Başındaki Kelime ile Bitmesi
“-Papatyalar mı?...
-Evet, ben soluk papatyaları” (“Ufuklara Karşı 1”, H. F., G. H., s. 94).
“Yağmur, yağmur!... Sonbaharda
Son güllere yağan yağmur!..” (“Bir Hazan Gecesinde”, H. F., P., s. 35).
“Baktınız, uzun uzun
Bu sulara baktınız,” (“Eriyişler”, H. F., S. D. G., s. 38).
“Hatıralar ağlıyor, yorgun, yüzü peçeli,
Meryem bakışlarını gizliyen hatıralar!” (“Elele Tutuşalım, Dostlar”, H. F., S. D.
G., s. 88).
431
“Minimini ayaklarda
İskarpinler minimini!” (“Bir Çift İskarpin 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 39).
“Sevmek, bize bir müjde kadar canlı ne varsa,
Kim varsa emeller gibi solgun, sarı, sevmek.” (“Sevmek”, F. N., H. ve S., s. 50).
“Ağla ey gamlı şehriyar, ağla!
Unutulmuş zavallı yar, ağla” (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 40).
“Bendedir gülleri açmaz bahçeler,
Üstünde kuş uçmaz bağlar bendedir.” (“Ben ve Sen”, F. N., B. Ö. B. G., s. 227).
“Sen ne yangın gibisin ne tufan gibi,
İsimsiz bir âfetsin bu dünyaya sen!” (Şüphe”, F. N., D. N., s. 58).
“Sevmek… Bu cihânın sayısız levhalarından
Hep benzeri az, misli bulunmazları sevmek.” (“Sevmek”, F. N., H. ve S., s. 50).
V. Mısra Başı Kelime Tekrarları
1. Tek Kelimeden Oluşan Tekrarlar
Beş Hececi şairlerde bir ahenk unsuru olarak mısra başı kelime tekrarlarına
sıkça rastlanır. Kelime tekrarları birbirini takip eden iki mısrada olduğu gibi bunu üç
ve daha fazla mısrada da görebiliriz. Hatta bazı şiirlerde bütüne yayılmış ve temel
ahenk unsuru olarak görülür.
“Yaşıyor yıldızlar,
Yaşıyor gök,
Yaşıyor yer,
Yaşıyor taş, kaya, toprak,
Yaşıyor her şey bak!
432
Yaşıyor en küçük zerre bile,
Yaşıyor aynı nizamda cihan!” (“Var Olmak, Yok Olmak Mes‘elesi”, O. S., Ş., s.
125).
“Uyuyorlar, sanki uyanmamak üzre…
Uyuyorlar dalıp meçhul ıklimlere…
Uyuyorlar, kadın, erkek, genç, ihtiyar,”
Uyuyorlar, uyuyorlar.
Uyu, çocuk, beşiğinde… ninni… ninni…
Uyu, kadın, hulyalarla, döşeğinde… ninni… ninni…
Uyu, hicran, kapıların eşiğinde… ninni… ninni…” (“Ninni”, H. F., S. G. Ö., s. 9).
“Bu zalim sadalar niçin böyle şen?...
Bu mazlum eninimse pür ıstırab.
Bu esvatı âciz benim dinleyen,” (“Vatan Mersiyesi”, E. B., M. ve G. Ö., s. 99).
“Yıllardır civarından kuş uçmaz, kervan geçmez,
Yıllardır civrında güzel bir gölge seçmez..
Yıllardır hiç kimseye açılmamış kapısı,
Yıllardır bu yuvaya gariplik kurmuş pusu!” (s. 8).
“Kimi her gece gelir, kimi bir an dururdu,
Kimi saltanat kurup yıllarca otururdu..”
“Bütün bu yazıları duvarlardan siliyor,
Bütün bu hatıralar güçlükle seçiliyor..” (s. 9).
“Ne tozlar siler onu, ne duman siler onu,
Ne nisyân siler onu, ne zaman siler onu!” (s. 10). (“Kalbim”, Y. Z., Y., s. 8-10).
“Kimisi şairâne, kimisi kırık dökük,
433
Kimisi gayet mağrur, kimisi boynu bükük,
Kimisi: Evlenelim, beni sevdinse.. diyor,
Kimisi: Yaz gelse de yağmurlar dinse.. diyor.!” (“Hatıralar”, Y. Z., Y., s. 27).
“Gidiyorum… Göğsüm kanlı gelmezsem o tan! (s. 32).
Gidiyorum… Gel, kalbimi son busenle sar,
Gidiyorum… Kafkasya’da bekleyenler var!
Gidiyorum… Bugün kurban, kan bayramıdır,” (s. 33) (“Kan Bayramı”, Y. Z., A.
A.).
“Sesi ateş oldu, yaktı, dağladı..
Sesi, pınar oldu, aktı, çağladı..
Sesi yankılarla dolaştı dağ dağ
Sesi, göz göz oldu, baktı, ağladı!..” (“Bir Kuş”, Y. Z., B. R. E., s. 38).
“Bir nağme uzaktan bizi mezc etti kederle.
Bir gizli gamın sindi bütün sahile derdi,
Bir dul ki uzak bir yalıdan hergün ederdi
Bir parça taganni Mozart’ın (Son Gece) sinden” (“Bir Macera”, F. N., G. G., s. 9).
“Hâlâ izi var kırda bir evvelki hayâtın;
Hâlâ sesimiz dalgalanır karşı yamaçta;
Hâlâ yazılan çifte isim var bir ağaçta;
Hâlâ bize ilhâm ediyor dünkü sevinci.” (Pencereden”, F. N., H. ve S., s. 96).
“Kiminde şefkatini andıklarım gömülü (s. 94).
Kiminde sohbetine baha biçilmiyenler,
Kiminde san‘atinden başka tat bilmiyenler,
434
Kimine bir kahraman boylu boyunca yatmış,” (s. 95). (“Takvim”, F. N., B. Ö. B.
G.,).
“Bunlarla döğüştü eroğlu erler,
Bunlarla kazandı şanlı zaferler,
Bunlarla alındı sayısız yerler,” (“Kara Cehennem”, F. N., A. T., s. 54).
“Odamda bir köşenin gölgesinde gizlendi.
Odamda her yere kasvetli bir sükût indi.” (“Fırtına ve Kar”, O. S., F. ve K., s. 6).
“Yürüdük sessizce örtülüp karla
Yürüdük gazaplı fırtınalarla..” (“Bir Kış Masalı”, Orhan Seyfi,
G. S., s. 134).
“Kardeşiz biz, bütün insanlar, evet,
Kardeşiz!” (“Kardeşlik”, O. S., Ş., s. 164).
“Sular, sular, dağılan, çırpınan ziyâlı sular,
Sular ki üsüne mehtâp örer gümüş kuğular…” (“Havuz Başında”, H. F., G. H., s.
97).
“Çünkü ölüm daima güzele düşman;
Çünkü sen de bir melek kadar güzeldin.” (“Annemi Anarken”, H. F., B. Y., s. 51).
“Unuttum kalbimin itiyadını,
Unuttum seni bak daha bugünden” (“Lânet”, H. F., P., s. 30).
“Beklerim batan günün içinden gelsin diye,
Beklerim hayalimle bir an dönüp geriye.” (“Bekleyiş”, H. F., S. D. G., s. 7).
“Çocukluğum… ağlıyan hâtıralar köşesi…
Çocukluğum… Bir ses var… Belki annemin sesi…” (“İlk Acı”, H. F., S. G. Ö. S.
22).
435
“Yalvardım, göklere, güneşe, aya;
Yalvardım, yakardım yana, ağlaya;” (“Maymunlar 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 23).
“Vatan, dinle duysun bu taş kalbimiz!
Vatan lânet eyle bu evlâda sen!” (“Vatan Mersiyesi”, E. B., M. ve G. Ö., s. 98).
“Şimdi güneş ziyasıyla süsler her yanı,
Şimdi çılgın bir yağmurla boğar hulyânı!...” (“Kadın Aşkı”, Y. Z., Â. Y., s. 25).
“Bak, sularda ne taze, ne şen bir çağlayış var.
Bak ihtiyar çınara: bir genç gibi giyindi.”
“Dinle, kuşlar ormanda nasıl şakıyor, dinle…
Dinle, sihirli bir ses nasıl sarıyor kalbi..” (Bahara Girerken”, Y. Z., B. S. G., s. 36).
“Kaybolan sesleri duysam yeniden,
Kaybolan yüzleri görsem göklerde!..” (“Rüyalar”, Y. Z., B. R. E., s. 27).
“Nerde, derim, o yabancı beldeye giden?
Nerde beni yad etmeyen güzel sarışın?” (“Uzaktan”, F. N., D. N., s. 30).
“Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü,
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü.” (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 91)
“Gelecek sormaya nerdeyse Kerem Aslıhan’ı;
Gelecek soframa avdette Muhaç kahramanı,” ( “Sofra”, F. N., H. ve S., s. 17).
“Ömründe bir kere o göz yaşardı,
Ömrümde en o gün bir kere güldüm!” (“Gezinti”, F. N., B. Ö. B. G., s. 149).
“Türklerin en uğursuz, en karanlık günüydü,
Türklerin kara günü ellerin düğünüydü.” (“İnönü”, F. N., A. T., s. 50).
“Gün doğar. Sohbetimiz yalnız ölümdür adada.
Gün batar. Uykuda rü‘yâmız ölümdür yalnız…” (“Da‘vet”, F. N., Z. D., s. 76).
436
2. İki Kelimeden Oluşan Tekrarlar
“Sular var, bir yamaçtan süzülür ince ince,
Sular var, kaplar ufku hülya genişliğince.
Sular var, ceylân olmuş kayalıklardan atlar,
Sular var, aynasında gözle gönül rahatlar. (s. 62).
Sular var, okşar yüzü çiğ gibi damla damla,
Sular var, kahramanca boy ölçüşür adamla.” (s. 63). (“Suya Kaside”, F. N., B. Ö. B.
G.).
“Ada’da gezeceğiz, Ada’da bütün bir yaz,
Ada’da gezeceğiz, sen hele iyi ol sen!”
“Kolkola gezeceğiz gece ay ışığında
Kolkola gezeceğiz, sen hele iyi ol sen!” (“Yeter ki Sen iyi Ol”, H. F., S. D. G., s.
39).
“An olur, içimde özlemsiniz,
An olur uykumda bir düş,” (s. 12).
“An olur, üzümsünüz, taze buğulu.
An olur, bir köşk, yueşil pancurlu.
An olur, bir balkondaki saksıda karanfiller,
An olur, bir billûr parılısı,”
“An olur, tanrısal sarhoşlukta.
An olur, bir bahçede güle uzanan el,
An olur yumuşacık,” (s. 13) (“Bir “An” ın Eşiğinde”, H. F., S. G. Ö., s. 12-13).
437
Bu örneklerde görüldüğü gibi sadece birbirini takip eden iki mısrada
kullanılmayıp şiirin bütününe de dağıldıkları olur.
“Biz de aldattık, aldatıldık çok,
Biz de sevdik, sevildik, incittik!” (“İtiraf”, O. S., F. ve K., s. 21).
“Sormayın; fakat neden?
Sormayın; fakat kimim?..” (“Bir Zifaf İçin”, O. S., G. S., s. 29).
“Yalnız bunda dirlik var;
Yalnız bundadır felâh;” (“Birlik”, O. S., O. B. B. K. , s. 29).
“Sesler işidiyorum karanlık balkonlardan,
Sesler işidiyorum, tatlı ve baygın sesler,” (“Balkonda Saatler II”, H. F., B. S., s. 4).
“Uzakta mı sıcak aile yuvası
Uzakta mı şimdi bütün sevgililer?..” (“Gurbette İlk Bayram”, H. F., B. Y., s. 49).
“Bu ne?.. Yağmur mu çağlıyor, kan mı?
Bu ne?.. Yarabbi, kan mı, tûfan mı?” (“Karanlıkta 2”, H. F., G. H., s. 33).
“Yok artık uyanışın,
Yok artık!” (“Bugün Kar Yağıyor”, H. F., S. G. Ö., s. 55).
“Siz ki bir başkasının sevdiği kadınsınız,
Siz ki benden çok uzak, ona pek yakınsınız.”
“Ben ki bir hülyası çok kafiye avcısıyım,
Ben ki aşkın, müşehhas, yaşayan avcısıyım,” (“Ey Genç Kadın”, E. B., M. ve G. Ö.,
s. 134).
“Binlerce Türk meşhedine hürmet etmedin;
Binlerce Türk’ü hasma zebun ettin, ey felek!” (“Vatana Mersiye”, E. B., M. ve G.
Ö., s. 102).
438
“Bazı gelsin bûselerin oynak bestesi,
Bazı gelsin ölüm denen baykuşun sesi:” (“Aşk Yaratılırken” Y. Z., Â. Y., s. 6-7).
“Bu ne?.. Bu dalgalarda homurdayan devler ne?
Bu ne?.. Ufuklardaki bu vahşi alevler ne?..” (“Şairin Duası”, Y. Z., Ş. D., s. 4.)
“Hepsi de fıkır fıkır, hepsi de şirin yüzlü
Hepsi de beyaz dişli, hepsi de kara gözlü,”(“Çiftlikte Düğün”, Y. Z., B. S. G., s. 47).
“Şimdi siyah (s. 28).
Şimdi siyah bir gül gibi!” (s. 29). (“Şair ve Rüzgâr”, Y. Z., A. A., s. 28-29).
“Sarmış beni gurbet, (s. 45).
Sarmış beni Mecnun diye zincir gibi dağlar,” (“Gurbet II”, F. N., S. H., s. 46).
“Dinle bir yosmayı pınar yolunda,
Dinle bir yaylâda garip çobanı.” (“Memleket Türküleri”, F. N., B. Ö. B. G., s. 53).
3. Üç ve Daha Fazla Kelimeden Oluşan Tekrarlar
“Ben o gün bir dalgayım, körfezinde durulmuş,
Ben o gün ocağında kül bağlamış bir korum.”
“Size benden yığın, yığın şükran,
Size benden yığın, yığın hasret,” (s. 115). (“Evimiz”, O. S., Ş.).
“İki mânâsı var ancak ölümün:
İki mânâsı var, onlar da fakat” (“Var Olmak, Yok Olmak Mes‘elesi”, O. S., Ş., s.
126).
“Beş asır önceki rüya kuleler,
Beş asır önceki rüya burçlar…” (“Rumeli Hisarları”, O. S., Ş., s. 135).
“İki şey var ki, genel kaidedir,
439
İki şey var ki, değişmez asla!” (“İki Şey”, O. S., Ş., s. 165).
“O ihtiyar ayıyı
O ihtiyar ayı mı,” (“Çingeneyle Ayı”, O. S., Ş., s. 229).
“Sana kim söyledi bilmem ki bunu,
Sana kim söyledi sevemez diyerek?...” (“Piyanonun Başında..”, H. F., G. H., s.
113).
“O ruhlar ki gemliler öesinden yokluğun,
O ruhlar ki içinde dondukları soğuğun” (“Ruhlar”, H. F., S. G. Ö., s. 19).
“Bugün ki biz hak yolunda kanını döken,
Bugün ki biz bin kahrile hurdahaş iken” (“Ey Türkeli..””, E. B., M. ve G. Ö., s. 72).
“Hergün, yeni bir macera peşinde koştum;
Hergün, yeni bir ufukta gördüm gurûbu.” (“Senden Sonra…”, Y. Z., Â. Y., s. 19).
“Öyle sevgililer ki, sevmemiş, sevilmemiş,
Öyle sevgililer ki, kalbi tok, asabı aç!
Öyle sevgililer ki, düşünmemiş, bilmemiş;” (“Sevgililer”, Y. Z., Y., s. 53).
“O kadar genç öldü ki, sanırsınız diridir!
O kadar genç öldü ki.. Ölmedi ki o kadar;” (“Genç Ölü”, Y. Z., B. S. G., s. 14).
“Böyle bir yolcu bilmeyen ırmak
Böyle bir yolcu görmeyen dağlar” (“Bir Macera”, F. N., G. G., s. 7).
“Yorgun biri uzlet gibi sessiz yaşamakta…
Yorgun biri uzlet denilen kabre gömüldü.,” (“Gurbet III”, F. N., S. H., s. 48).
“O gitmiş diyerek ağardı saçlar,
O gitmiş diyerek günler kısaldı.” (“Bir Kadın Ağladı”, F. N., B. Ö. B. G., s. 122).
440
SONUÇ
Millî Edebiyat Döneminde Memleketçilik Akımının etkisiyle edebî eserlerde,
insanı, tarihi, coğrafyası, tabiî güzellikleriyle Anadolu’nun işlenmesi ön plâna çıkar.
Bunun Halk Edebiyatı nazım şekilleriyle ortaya konması istenir. Henüz ham madde
hâlinde olan zengin folklor ürünlerinin işlenmesi; kaynak olarak Türk masal, efsane
ve destanlarına gidilmesi hedef alınır. Bütün bunlar yapılırken yaşayan, halkın da
anlayabileceği dil kullanılacaktır. Şekilde Halk Edebiyatı temel alınınca, hece vezni
ön plâna çıkar. Türklerin en eski vezni olan bu “millî” veznin, altı yüzyıl boyunca
hâkim olan aruz vezninin yerini alması istenir.
Bu dönemde eser veren “Beş Hececiler” in hece veznine geçişlerinde Ziya
Gökalp’ın irşatları önemli rol oynar. “Manevî bünyemizin yegâne mimarı” dedikleri
ve bir araya gelmelerinde rabıta olan Ziya Gökalp, Eski Türklerin vezni olan heceyi
kullanmalarını telkin eder.
Böyle bir amaçla bir araya gelseler de sanat ve edebiyat görüşlerinde tam bir
uyum sağlayamazlar. Bunda ortak bir sanat bildirisinin olmaması önemli rol oynar.
İçlerinde görüşlerini en çok yazıya döken, edebiyatı hayat tarzı hâline getiren Halit
Fahri’dir. Edebiyatın hemen her dalında eser veren bu şair, her edebî meseleyle de
ilgilenir. Fransız Edebiyatı ve düşünürleri etkisinde kalan Halit Fahri’nin sanat
telâkkisi sistemli ve tutarlı değildir. Görüşlerindeki kararsızlıklar ve tutarsızlıklar tam
bir edebiyat anlayışı oluşturmasına engel olur. Faruk Nafiz, ortak görüşlerini fazla
beyan etmez fakat eser hâlinde ortaya koyar. Hepsi vezin hakkında düşünür, görüş
441
bildirir. İçlerinde savunduklarıyla fiilleri arasında en tutarlı olan Yusuf Ziya’dır.
Yazdıklarına kanaat getiremediği zaman ısrar etmez, şiiri bırakır.
Halk Edebiyatını kaynak gösteren Yusuf Ziya, Divan Edebiyatını
reddederken Halit Fahri altı yüzyıllık bir zamanı kültür akışında yok farzetmeyi
kabul etmez.
Şiir anlayışlarındaki dağınıklık şiirlerinde konuları işleyişlerinde de görülür.
Kahramanlık, aşk, kadın, hasret, ayrılık, kıskançlık, inanma ihtiyacı, tabiat
görüntüleri, hatıralar, ölüm, yalnızlık, vatan geniş yer tutar. Anadolu’ya yönelme ve
Anadolu’yu işleme Faruk Nafiz dışında derin değildir. Bunda bu coğrafyayı iyi
tanımamaları, burada yaşamamaları önemli etkendir. Anadolu, şiirlerinde sadece
gördükleri yerler kadardır. Aşk duygusu beşerîdir.
Çoğu şiirde yüzeyseldir ve
çapkınlık seviyesini aşmaz. Şehvetli duygulara yer verilir. Bu yönden Divan
şiirinden çok Halk şiirine yaklaşırlar. Kadının varlığını ve vazgeçilmezliğini kabul
etmelerine rağmen ona karşı ortak bir menfî tavır takınırlar. Kadın tehlikeli, zalim ve
uzak durulması gereken bir varlıktır. Özlenilen ideal kadın tipi azdır. Hatıra
kitaplarında ve yazılarında daha çok matbuat hatıralarını anlatan şairlerin şiirlerinde
çocukluğa ait hatıralar görülür. Bunlar özlenilen anlardır. Bir kaçış ve sığınış olarak
yer alırlar. Kahramanlık şiirlerinde asker ön plâna çıkar fakat millet de onu yalnız
bırakmaz. Cephede yaşananlar ayrıntılı, canlı bir şekilde anlatılırken cephe
gerisindekiler unutulmaz. Kahramanlık şiirlerindeki en bariz özellik tabiatla iç içe
olmalarıdır. Gökyüzü her unsuruyla kahramanlara, yaşananlara eşlik eder. Beş
Hececiler fiilen olmasalar da yazdıklarıyla savaşın içindedirler. Bir şair olarak
yaşananları sorgularlar. Silkinerek içinde bulunulan durumun farkına varmalarından
sonra şair olarak görevlerinin ne olduğunu açıklarlar. Şiirleriyle orduya moral
442
vererek, cephe gerisindekileri düşünerek zor durumdaki vatana
karşı borçlarını
ödeyeceklerdir. Askerlere cesaret verirken Türk tarihinin şanlı sayfalarından güç
alınır. Türk tarihinin hemen her dönemiyle ilgili unsurlar şiirlerde yer alır. Türk
efsane, masal ve destanları kaynak olarak görülür.
Hem aruz vezni hem de hece vezniyle şiir yazan bu şairlerin şiirleri şekil
yönünden zengindir. Divan Edebiyatı nazım biçimlerinden gazel, kıt‘a, şarkı, tahmis
şeklinde yazılmış şiir örnekleri vardır. Hece veznine geçişlerinden sonra Halk
Edebiyatı nazım biçimlerini kullanmaya özen gösterirler. En çok koşma tipinde şiir
yazmalarının yanında, semai, türkü ve mani tipinde başarılı örnekler verirler. Batı
Edebiyatlarından alınan nazım biçimlerinden çapraz kafiye, sarma kafiye, terza-rima,
sone, düz kafiyeyle örnekler verirler. Balad nazım biçimini Enis Behiç sadece iki
şiirinde dener. Serbest düzenli biçimlerde üçlüler, dörtlüler, beşliler, altılılar,
yedililer, sekizlilerle şiir yazarlar. Sıkı sıkıya bağlı kaldıkları şekillerin yanında hece
vezniyle gazel yazmak gibi bazı yorumlamalarda bulunurlar.
Beş Hececiler şiir görüşlerini açıklarken en çok vezin meselesi üzerinde
dururlar. Topluluk olarak bir araya gelişlerinde ve Türk Edebiyatındaki yerleri
alışlarında vezin önemli bir mihenk taşıdır. Vezni, şiirin vazgeçilmez esas unsuru
olarak gören şairler, edebiyata önce aruz vezniyle şiir yazarak adım atarlar. Ziya
Gökalp ile tanışmalarından sonra hece veznini benimseyen şairlerin yazılarında, bu
iki vezin karşılaştırmalı olarak yer alır. Hece veznine geçişlerinde tutumları aynı
değildir. Yusuf Ziya, hece veznini kabul edip savunmaya geçerken Halit Fahri, aruz
vezninden kolay kopamaz. İçlerinde
hece vezninde Yusuf Ziya kadar sistemli
düşünen ve ısrar eden yoktur. Türkçe kelimelerin tabiî telâffuzuna engel olduğu; bu
vezin kullanıldıkça Arapça ve Farsça kelimelerin yaşayacağı; Acem Edebiyatının
443
istiare ve hayallerini devam ettirdiği için aruzun bırakılıp hece vezninin
kullanılmasını ister. Aruzun millî, ibdaî ve şahsî bir edebiyat oluşturmaya engel
olduğunu ileri sürer. Halit Fahri ise önceleri aruzun Türkçe’ye uymadığı görüşüne,
İstanbul şivesini bozmadan aruzla yazılan şiirleri örnek göstererek katılmaz. Aruzun
terkipsiz, sade lisanı kabul edebileceğini düşünür. Onu tamamen ihmal etmek
istemez. Aruzun tekdüze ahenge sahip olduğu, hecenin henüz işlenmemiş olduğu
fakat geliştirildikçe mükemmel bir alet olacağı
düşüncesinde birleşirler. Hece
veznini kabullerinde aruzun bütün şairlerde aynı sadayı aksettirmesi, şairin ruhundan
bir şey katmayacağı görüşü önemli yer tutar. Aruzun daha önceden belirlenmiş
ritimleri yerine hecenin sonsuz ritimlere sahip olduğu kabul edilir. Heceyle şiir
yazmak istendiğinde önde kuvvetli örneklerin olmaması karşılaştıkları en büyük
güçlüktür. Enis Behiç, ahenginde tekdüzelik, eskilik bulduğu aruz vezninden bıkar.
Yeni usul, yeni vezin ve ahenk ihtiyacı duyar. İlk başlarda hece veznini yeterince
ahenkli bulmadığından yeni arayışlar içine girer. Bunu yaparken hece vezni yerine
daha çok musikiye sahip olan aruz yollarına başvurur. Musiki usullerini nazma
uygulayarak yeni vezinler çıkarır. Bundan kendi de tatmin olmadığından birkaç
örnek sonra bırakır. Faruk Nafiz, vezin tartışmalarında hece-aruz diye kesin bir ayrım
yapmaz. Türk Edebiyatının “makbul” vezni hecenin henüz ilk istihalelerini
geçirdiğini düşünür. Bununla iyi bir eser yazmayı gerçek manada yaratıcılık olarak
görür. Türkçe’nin tabiî ahengiyle şiir yazabileceği vezni her zaman kabul edeceğini
belirtir. Heceyle yazılan şiirlerin daha orijinal olacağı görüşüne katılmaz. Hece
veznine geçtikten sonra zaman zaman aruza dönüşler olsa da hece vezni ve sade
Türkçe’yle şiir yazmada başarı sağlarlar.
444
Şiirde
kafiyeyi
gerekli
gören
Beş
Hececiler,
çoğunlukla
eser
değerlendirmelerinde bu konuya değinirler. Orhan Seyfi dışında müstakil yazı yazan
yoktur. Şiirin bütün kelimelerinde olduğu gibi kafiye oluşturulacak kelimelerin de
özenle seçilmesini ve üzerinde düşünülmesini isterler. Sırf kafiye olsun diye şiirin
akışını bozacak, “yekdiğeriyle takviyesi caiz olmayan” garip kullanımlara karşı
çıkarlar. Kafiyenin şiire sonradan eklenmediğine onun uzviyetine dahil olduğuna
inanılır. Kafiyenin zorla aranmamasını, tabiî bir şekilde doğmasını isterler.
Aradıkları diğer bir özellik ise “sürprizli” olmasıdır. Okuyan, kafiye karşısında
şaşırmalı, verdiği seslerle duyguyu yaşayabilmelidir. İnsan hafızasının kafiyeli
şiirleri barındırdığı görüşünde birleşen şairler, şiirin uzun ömürlü olması için
kafiyelerin kuvvetli olmasını isterler. Şiirleri kafiye yönünden kuvvetlidir. Halk
Edebiyatı nazım şekillerini kullandıkları şiirlerde, Halk Edebiyatında yaygın olarak
kullanılan yarım kafiyenin yerine tam, tunç ve zengin kafiyeyi kullanarak alışılmışın
dışına çıkarlar. Zengin, tam ve tunç kafiye yönünden zengin olan şiirlerinin yanında
bir kafiye türünün bir şiirin bütününe de dağıldığı görülür. Kafiyeye özen gösteriş ve
dikkat ediş kendilerini tekrara sebep olur. Tekrarlar aynı şiirde olduğu gibi farklı
şiirlere dağılmış olarak da görülür. Bu beş şairin kullandıkları ortak kafiyeler dikkat
çekecek kadar fazladır. Bu ortak kafiyeler aynı konular işlendiği zaman kendini
gösterir. Şiirlerinde ikfa ve cinaslı kafiye örnekleri görülse de bunlar yaygın olarak
kullanılmaz. Beş Hececiler, bir ahenk unsuru olarak redife de geniş yer verirler.
Ortak rediflere rastlanmasına rağmen yeni ve alışılmışın dışında kullanımlar vardır.
Ahenk sağlamak amacıyla şiirlerinde geniş yer tutan diğer bir unsur kelime
tekrarlarıdır. Sıkça kullandıkları bu tekrarlar, bir kelimenin mısra başı ve sonunda
tekrarlanması, bir mısraın aynı kelimenin tekrarından oluşması, çapraz kelime
445
tekrarları, mısraın bir önceki mısraın başındaki kelimeyle bitmesi ve mısra başı
kelime tekrarları şeklinde görülür. Mısra başı kelime tekrarlarında tek kelimelik
tekrarlar yoğun olarak kullanılır. Bunun dışında iki kelimeden, üç ve daha fazla
kelimeden oluşan tekrarlar yer alır. Şekil açısından ahengi oluşturan bir unsur olarak
görülen bu tekrarlar, vurguyu kuvvetlendirmede ve manaya derinlik vermede önemli
rol oynarlar.
Beş Hececiler sade Türkçe’nin kullanılması ve yaygınlaşması üzerinde ısrarla
dururlar. Aruz vezniyle de sade Türkçe şiirler yazılabileceğini gösteren örnekler
vermişlerdir. Şiirlerinde zaman zaman halk söyleyişlerine rastlansa da kelime
seçimlerinde
özenlidirler.
Sade
Türkçe’nin
yaygınlaşmasındaki çabalarıyla Türk
yerleşmesi
Edebiyatındaki
ve
hece
vezninin
yerlerini alırlar.
Türk
Edebiyatına en büyük katkıları yaşayan, konuşulan dili edebiyata yerleştirmeleridir.
446
ÖZET
Milli Edebiyat Dönemi’nde “Memleketçilik” akımının edebiyattaki aksi,
konuda Anadolu’yu, Anadolu insanını, tarihini ve güzelliklerini işleme; şekilde Halk
Edebiyatı nazım şekillerini kullanma şeklinde görülür. Beş Hececiler olarak
adlandırılan Halit Fahri Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Yusuf
Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel, Türk Edebiyatında altı yüzyıl gibi uzun bir süre
kullanılan “aruz” vezni yerine Türk’ün öz vezni olan “hece” yi kullanmayı amaç
edinmişlerdir. Bu beş şair, şiire ilk aruzla başlarlar ve bu vezinde başarılı şiirler
yazarlar. Hece veznini savunmalarına rağmen Halit Fahri Ozansoy ve Faruk Nafiz
Çamlıbel edebî yaşamlarının daha sonraki dönemlerinde zaman zaman aruza dönüş
yaparlar. Halit Fahri, iki vezin arasında gelgitler yaşar. Hece veznini savunmada en
keskin hatlı olan ve çizgisini değiştirmeyen Yusuf Ziya’dır. Bu konuda Halit Fahri
ile aralarında şiddetli tartışmalar olmuştur. Bu beş şairin topluluklarına ad olarak
verdikleri “hece” vezni üzerindeki tutumları ve ısrarları tam bir tutarlılık içinde
değildir. Aynı dönemde “Hecenin On Şairi” adı altında heceyle yazan bu beş şaire
beş şair daha eklenir. Hatta zaman zaman sayıları daha da artar.
Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde şairlerin şiir anlayışları
verilmiş; ikinci bölümde şiirleri içerik açısından; üçüncü bölümde şekil açısından
incelenmiştir. Ortak ve farklı yanları araştırılmış, Türk Edebiyatındaki yerleri tespit
edilmeye çalışılmıştır.
447
ABSTRACT
During the era of National Literature, as opposed to the “nationalistic”
movement, it has been observed that Anatolia, the people of Anatolia, its history and
natural beauties have been subject to Folk Literature with its own forms. Orhan Seyfi
Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek and Faruk
Nafız Çamlıbel who are called as the Five Syllabic Poets (Beş Hececiler) aimed at
writing their poems using syllabic rhythm belonging to the Turkish Literature rather
than Aruz which had been widely applied for almost six hundred years in the Turkish
Literature. These five poets had started poetry using Aruz and produced very strong
poems with this rhythm. Even though they supported the use of syllabic rhythm, H.F
and F.N. made use of Aruz in their literature career from time to time. They lived
flux and reflux between Aruz and syllabic rhythm. Y. S is the poet who kept in line
with the syllabic rhythm rigidly and he continually advocated his views. With respect
to this issue, there had been vehement arguments between H.F and Y.S. These five
poets’ attitudes and persistence on syllabic rhythm, which they used to name their
group, is not wholly consistent. Within the same era, five more poets were added to
this group under the name of the ten poets of syllabic rhythm and on some certain
times their number even increased more.
This study consists of three parts. In the first section, poets’ understanding of
poem is given. In the second section, poems are analyzed by means of content, and
they were structurally analyzed in the third section. Poets’ similar and different sides
has been investigated in an effort to identify their importance in the Turkish
Literature.
448
KAYNAKÇA
A. ÇALIŞMAYA ESAS OLAN ŞİİR KİTAPLARI
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, Orhaniye Matbaası, İst., 1918, 40
________, Gönülden Gönüle, Hukuk Matbaası, İstanbul,1919, 40 s.
________, Dinle Neyden, Hilâl Matbaası, İstanbul, 1335, 61 s.
________, Çoban Çeşmesi, Ma‘rifet Matbaası, İstanbul, 1926, 110 s.
________, Akıncı Türküleri, Kanaat Kitabevi, (2. b.), İstanbul, 96 s.
________, Suda Halkalar, Sanayi‘-i Nefîse Matbaası İstanbul, 1928, 160 s.
________, Elimle Seçtiklerim, Güneş Matbaası, 1934, 106 s.
________, Akarsu, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1940, 96 s.
________, Bir Ömür Böyle Geçti, Yeni Matbaa, İstanbul, 1955, 234 s.
________, Heyecan ve Sükun, Yeni Matbaa, İstanbul, 1959, 192 s.
________, Zindan Duvarları, Tan Gazetesi ve Matbaası, İstanbul, 1967, 92 s.
________, Han Duvarları, (Haz.: Nihat Sami BANARLI), Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986, 161 s.
________, Gurbet ve Saire (Toplu Şiirler), YKY, İstanbul, 2003, 284s.
KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü (Fethi Tevetoğlu’nun ön sözü
ile birlikte), Güneş Matbaacılık, Ankara, 1951, 240 s.
ORHON, Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, “Türk Kadını ve “Talebe Defteri” Müessesi,
1335/1919, 40 s.
________, Peri Kızile Çoban Hikâyesi, Matbaa-i Halk-ı Osmanlı Şirketi,
1335/1919, 16 s.
449
________, Gönülden Sesler, Sebat Matbaası, İstanbul, 1928, 214 s. (Gönülden
Sesler, Fanteziler, Hikâyeler, Memleket Duyguları, Fırtına ve Kar).
________, O Beyaz Bir Kuştu, Semih Lütfi Kitabevi, 1941, 80 s.
________, İstanbul’un Fethi, İstanbul Fethi Derneği Yayınları, 1953, 4 s.
________, Şiirler, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, 240 s. (Kervan ve İşte
Sevdiğim Dünya ile beraber).
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Akından Akına, Hilâl Matbaası, İst., 1332/1916, 52 s.
________, Şâirin Duası, Türk Dünyası Matbaası, 1919, 16 s.
________, Âşıklar Yolu, Evkaf-ı İslâmiyye Matbaası, 1335/1919, 64 s.
________, Cenk Ufukları, Kader Matbaası, Dersaadet, 1336/1920, 22 s.
________, Yanardağ, Ma‘rifet Matbaası, 1928, 61 s.
________, Bir Servi Gölgesi, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 80 s.
________, Bir Rüzgâr Esti, Yeni Matbaa, İstanbul, 1962, 75 s.
________, Ah! İzmir! ( Faruk Nafiz ile), Hukuk Matbaası, 7 s.
OZANSOY, Halit Fahri, Cenk Duyguları, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul,
1333/1917, 37 s.
________, Efsaneler, Halk Kitaphanesi,İstanbul, 1334/1919, 40 s.
________, Bulutlara Yakın, Matbaa-i Halk-ı Osmaniye, İstanbul, 1336/1920, 64s.
________, Zakkum, Hukuk Matbaası, Dersaadet, 1336-1337, 24 s.
________, Gülistanlar Harabeler, İkbal Kütüphanesi, 1922, 175 s.
________, Paravan, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1929, 96 s.
________, Balkonda Saatler, Ahmet İhsan Matbaası, 1931, 16 s.
________, Sulara Dalan Gözler, Ülkü Basımevi, İstanbul, 1936, 96 s.
________, Hep Onun İçin, Çeltük Matbaacılık, İstanbul, 1962, 16 s.
450
________, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, Baha Matbaası, İstanbul, 1964, 94 s.
B. ANSİKLOPEDİLER
Cumhuriyet Ansiklopedisi, Arkın Kitabevi, İstanbul ,1971.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İst.
Edebiyat Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1991.
Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi II, YKY, İst., 2001.
Tercüman Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi Yayınları, İst., 1985.
Türk Ansiklopedisi, “Türk Edebiyatı, Yeni”, M. E. B. Yayınları, Ank., 1997.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 7. C., Dergâh Yayınları, İst., 1990.
Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, (Haz. Atilla Özkırımlı), Cem Yayınevi, İst., 1987.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, İst., 1983.
Türkiye 1923-1973 Ansiklopedisi, Kaynak Kitaplar, İst., 1974.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. C., İst., 1982.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Devirler/ İsimler/ Eserler/ Terimler, C: 1,
Dergâh Yayınları, İst., 1977
C. EDEBİYAT TARİHLERİ
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C: 2, Milli Eğitim
Bakanlığı Basımevi, İst., 1987, s. (641-1366).
KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı (20. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi- Şiir),
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, Büyük Eserler Dizisi, İst., 1991.
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi
(Cumhuriyet’ten Günümüze), IV. C., İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İst., 1982, 797 s.
451
KOCATÜRK, Vasfi Mahir, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Ank., 1970.
KÖPRÜLÜ, Fuad, Edebiyat Araştırmaları, TTK Basımevi, 3.b., Ank., 1999, 472 s.
KURDAKUL, Şükran, Çağdaş Türk Edebiyatı I. Meşrutiyet Dönemi/1, Bilgi
Yayınevi, İst., 1992, 266 s.
________, Çağdaş Türk Edebiyatı II, Cumhuriyet Dönemi, 2. b., Ank., 1992.
LEVENT, Âgâh Sırrı, Türkçülük ve Millî Edebiyat, Ank., 1962.
MUTLUAY, Rauf, 100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, (1908-1972), Gerçek
Yayınları, İst., 1973.
MUTLUAY, Rauf, 50 Yılın Türk Edebiyatı, (3. b.), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İst., 1973.
OKTAY, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923-1950), Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ank., 1993.
ÖZÖN, Mustafa Nihat, Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Maarif Matbaası, İst.,
1941, (VIII+ 483) s.
(SEVÜK), İsmail Habib, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Âmire, İst.,
1340, 502 s.
________, Tanzimat’tan Beri Edebiyat Tarihi I, Remzi Kitabevi, İst., 1940, 443 s.
YÜCEL, Hasan Âli, Edebiyat Tarihimizden I, Ank., 1957.
D. ANTOLOJİLER
AKAY, Sadiye, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1973.
AKTAŞ, Şerif, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi (1860-1920) 1, Akçağ
Yayınları, Ankara, 1998, 392 s.
452
AKYÜZ, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, (5 b.), İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, 1997.
BEHRAMOĞLU, Ataol, Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Sosyal
Yayınları, İstanbul, 1987.
BEZİRCİ, Asım, Dünden Bugüne Türk Şiiri, İstanbul, 1968.
ÇETİN, Mehmet, Tanzimattan Bugüne Türk Şiiri Antolojisi, Birleşik Dağıtım
Kitabevi, Ankara, 1991.
FUAT, Mehmet, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Adam Yayınları, İstanbul, 1985.
GEÇER, İlhan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1987.
GÖZLER, H. Fethi, Yunus’tan Bugüne Türk Şiiri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, (2.
b.), İstanbul, 1970.
KARAKAN, Hüseyin, Türk Edebiyatında Yeniler/ Son Elli Yılın En Güzel Yüz
Şiiri, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1955.
MUTLUAY, Rauf, Tanzimat’tan Bugüne Kadar Türk Şiiri, İstanbul, 1973.
NAYIR, Yaşar Nabi, Başlangıcından Bugüne Türk Şiiri 100 Şair, İstanbul, 1968.
________, Yeni Türk Şiiri Antolojisi-Cumhuriyetten Bugüne Kadar, Varlık
Yayınları, İstanbul, 1947.
OĞUZCAN, Ümit Yaşar, Şairlerin Seçtikleri, İstanbul, 1971.
SEZGİN, Ahmet- YALÇIN, Cengiz, Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi,
Ünlem Yayınları, İstanbul, 1993.
SOYSAL, İlhami, 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, (6. b.), Bilgi yayınları, Ank.,
1997.
SOYUER, Halil, Anılarla Şairler Albümü I, Ankara Basım Sanayi, Ankara, 1982.
453
TAMER, Ülkü, Varlık Şiirleri Antolojisi, İstanbul ,1966.
TEKİNALP, Ünal, Yeni Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul, 1956.
URAL, Orhan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara, 1984.
VELİBEYOĞLU, Veli Recai, Şiir Kitapları Antolojisi, II. C., Bilmen Basımevi,
İstanbul, 1975.
E. BİYOGRAFİK SÖZLÜKLER
ACAROĞLU, M. Türker, Ozanlar ve Yazarlar, (2. b.), İstanbul, 1967.
AKALIN, Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık Yaynevi, (genişletilmiş 3. b.),
İstanbul, 1972, 224 s.
DÜRDER, Baha, Şairler, Edipler, Muharrirler, (7. b.), İstanbul, 1967.
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Edebiyatımızda Şairler ve Yazarlar, İnkılâp ve
Aka Kitabevi, İstanbul, 1984.
________, Resimli Türk Edebiyatçıları Sözlüğü, İstanbul, 1974.
________, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Kitabevleri,
(genişletilmiş 2. b.), İstanbul, 1978, 895 s.
KARABIYIK, Erol Ünal, Şairler ve Yazarlar, Üner Yayınları, Ankara, 1987.
KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Perşembe
Kitapları, İstanbul, 2001, 477 s.
KÖKLÜGİLLER, Ahmet, Edebiyatımızda Şair ve Yazarlar, İstanbul, 1988.
KURDAKUL, Şükran, Düşün ve Edebiyatımızda Şairler ve Yazarlar Sözlüğü,
Başvuru Kitapları, 1973, 599 s.
________, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Cem Yayınları, İstanbul, 1985.
454
NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul,
1989.
________, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul, 1985.
ÖZÖN, Mustafa Nihat, Türkçe-Yabancı Kelimeler Sözlüğü, İnkılâp ve Aka
Kitabevi, İstanbul, 1962, 244 s.
PALA, İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ötüken Yayınları, (6. b.),
İstanbul, 2000, 439 s.
PAR, Arif Hikmet, Şairler ve Yazarlar, Serhat Yayın Dağıtım, İstanbul, 1988.
F. KİTAPLAR
AKSAN, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yayınevi, (3. b.), Ankara, 1999,
290 s.
________, Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri,
Bilgi Yayınevi, (2. b.), Ankara, 2004, 238 s.
AKSOY, Nazan-BEK, Kemal (ve arkadaşları), Şiir ve Şiir Kuramı Üstüne
Söylemler, Düzlem Yayınları, İstanbul, 1996.
AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp
Kitabevi, İstanbul, 1995, 270 s.
________, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), İnkılâp Kitabevi, (8.
b.), İstanbul, 1031 s.
ALKAN, Erdoğan, Şiir Sanatı, Yön Yayıncılık, İstanbul, 1995, 578 s.
BALTACIOĞLU, İsmayıl Hakkı, Türke Doğru, Atatürk Kültür Merkezi Yayını,
Ankara, 1994, 398 s.
455
BANARLI, Nihat Sami, Kitaplar ve Portreler- Mehmed Âkif’ten Günümüze-,
Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, Temmuz 1985, 398 s.
BAYDAR, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, Ahmet Halit Yaşaroğlu
Kitabevi, İstanbul, 1960, 240 s.
BEYATLI, Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti, Yahya Kemal
Enstitüsü Yayınları, (4. b.), İstanbul, 1997, 366 s.
________, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih
Cemiyeti, (2. b.), İstanbul, 1976.
________, Mektuplar, Makaleler, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1977.
________, Siyasi ve Edebi Portreler, YKY (YKY’de 1. b.), İstanbul, 2006, 120 s.
________, Eğil Dağlar, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, (11. b.), İst., 2008, 335 s.
BİRİNCİ, Necat, Faruk Nafiz, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993, 208 s.
BOZDAĞ, İsmet, Beyaz Arılar, Seyran Kitap, İstanbul, 1998, 196 s.
Cemal Süreya, Toplu Yazılar I (Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar),
YKY, (1. b.), İstanbul, 2000, 428 s.
Cemal Süreya, Folklor Şiire Düşman, Can Yayınları, İstanbul, 1992.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Tevfik Fikret Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet
Kitaphanesi, İstanbul, 1937, 63 s.
________, Tatlı Sert, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 136.
ÇELEBİ, Asaf Halet, Bütün Yazılar (Haz.: Hakan Sazyek), YKY, İstanbul, 1998.
ÇETİN, Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Basımevi, Ankara, 2003, 318 s.
ÇINARLI, Mehmet, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979, 308 s.
DIRANAS, Ahmet Muhip, Yazılar, Adam Yayınları, İstanbul, 1994.
456
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yayınları, (4. b.), Ankara, 1997,
(XII+529) s.
DİNAMO, Hasan İzzettin, İkinci Dünya Savaşından Edebiyat Anıları, de
Yayınevi, İstanbul, 1984, 143 s.
DUMAN, Hasan, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (188-1928), I. ve
II. Cilt, Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı, Özkan Matbaacılık,
Ankara, 2000, I. Cilt (XII+654) s. , II. Cilt (VIII+655-1199) s.
EDİBOĞLU, Baki Süha, Türk Şiirinden Örnekler (1920-1944), İbrahim Berkalp
Kitabevi, Ankara, 1941, 201 s.
EDİBOĞLU, Baki Süha, Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, 1968.
EMİL, Birol, Türk Kültür Ve Edebiyatından 2- Şahsiyetler, Akçağ Yayınları,
Ankara, 543 s.
EMİROĞLU, Öztürk, Türkiye’de Edebiyat Toplulukları, Akçağ Yayınları,
(genişletilmiş 2. baskı), Ankara, 2003, 208 s.
ENGİN, H. Hüseyin, Faruk Nafiz Çamlıbel-Yaşamı, Sanatı, Yapıtları, Engin
Yayıncılık, İstanbul, 1997, 200 s.
________, Yusuf Ziya Ortaç- Yaşamı, Sanatı, Yapıtları, Engin Yayıncılık,
İstanbul, 1997, 151 s.
ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İst. 1991.
________, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, (3. b.),
İstanbul, 2002, 460 s.
ERBAY, Erdoğan, Yenileşme Dönemi Türk Edebiyatında Aruz Arayışları, Aktif
Yayınevi, Erzurum, 2003, 216 s.
457
ERCİLASUN, Bilge, Yeni Türk Edebiyatı Üzerine İncelemeler 1, Akçağ
Yayınları, Ankara, 1997, 473 s.
ERDOĞAN, Mehmet, Sübjektif Yazılar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, 159 s.
EROĞLU, Ebubekir, Modern Türk Şiirinin Doğası, YKY, İstanbul, 1993.
ES, Hikmet Feridun, Bugün de Diyorlar ki (Harpten Evvelkiler/Harpten
Sonrakiler), Remzi Kitaphanesi, İstanbul, 1932, 231 s.
EYÜBOĞLU, Bedri Rahmi, Sanat Üzerine Denemeler ve Araştırmalar I, Cem
Yayınevi, İstanbul, 1984.
EYÜBOĞLU, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem Yayınevi,
İstanbul, 1981.
Faruk Nafiz Çamlıbel ve Seçme Şiirleri, (Nihat Sami Banarlı’nın Mukaddimesi
ile), İstanbul, 1949.
GEÇER, İlhan, Cumhuriyet Döneminde Türk Şiiri, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1982.
GEZGİN, Hakkı Süha, Edebî Portreler, (Haz. Beşir Ayvazoğlu), Timaş Yayınları,
İstanbul, 1997, 392 s.
GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, (Haz. Mehmet Kaplan), Millî Eğitim
Basımevi, (2. baskı), İstanbul, 1990, (VII+271) s.
GÖZLER, Fethi, Hece Vezni ve Hecenin Beş Şairi, İnkılâp ve Aka Yayınları,
İstanbul, 1980.
________, Örnekli ve Uygulamalı Hece Vezni, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İst., 1980.
Hecenin Beş Şairi, (İsmail Habip Sevük ve Ali Canip Yöntem’in Tenkitleriyle),
Yeni Matbaa, İstanbul, 1956, 127 s.
Hecenin 10 Şairi, Akbaba Yayını, İstanbul, 1943, 111 s.
458
HİLAV, Selahattin, Edebiyat Yazıları, YKY, İstanbul, 1993.
İsmail Habib, Edebî Yeniliğimiz (İkinci Kısım), Devlet Matbaası, İst., 1932, 548 s.
KABAHASANOĞLU, Vahap, Faruk Nafiz Çamlıbel, İstanbul, 1979, 151 s.
KAPLAN, Mehmet, Edebiyat (Lise 3), Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1977.
________, Şiir Tahlilleri I (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e), Dergâh Yayınları,
İstanbul, 1992.
________, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), Dergâh Yayınları, (8.
b.), İstanbul, 1999.
________, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2, Dergâh Yayınları, İstanbul,
1994.
KAPLAN, Ramazan, Klâsikler Tartışması (Başlangıç Dönemi), Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
________, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yayınları, (3. b.),
Ankara, 1997.
KARATAŞ, Turan, Şiirin Vadilerinde, Hece Yayınları, Ankara, 1998.
KAVCAR, Cahit, II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim 1908-1923, Ankara
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974, 287 s.
KERMAN, Zeynep, Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, Akçağ Yayınları, Ank.,
1998, 522 s.
KOCAHANOĞLU, Osman. S., Millî Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler, Toker
Yayınları, İstanbul, 1976, 147 s.
KOCATÜRK, Vasfi Mahir, Yeni Türk Edebiyatı, Muallim Ahmet Halit Kitabevi,
Ülkü Basımevi, İstanbul, 1936.
459
KOLCU, Hasan, Türk Edebiyatında Hece-Aruz Tartışmaları, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1993, (XIII+417) s.
Köprülüzade Mehmed Fuad, Millî Edebiyat Mes‘eleleri, Cihan Biraderler Matbaası,
İstanbul, 1924, 329 s.
KURDAKUL, Şükran, Şairce Düşünmek (Edebiyat Yazıları), Gerçek Sanat
Yayınları, İstanbul, 1990, 175 s.
________, Çağdaş Türk Edebiyatı I – Meşrutiyet Dönemi/ I, Bilgi Yayınevi,
İstanbul, 1992, 266 s.
KÜLEBİ, Cahit, Şiir Her Zaman, Başak Yayınları, İstanbul, 1993.
LEVEND, Âgâh Sırrı, Türkçülük ve Millî Edebiyat, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, 1962.
MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İst., 1999.
MUTLUAY, Rauf, Pas Demiri Yiyor, Sander Yayınları, İstanbul, 1974, 208 s.
________, Bende Yaşayanlar (Söyleşiler- Denemeler), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İst., 1977, 423 s.
________, Sebiller Su Vermiyor, (Söyleşiler-Denemeler), YKY, İst., 2002, 412 s.
NAYIR, Yaşar Nabi, Şiir Sanatı, Varlık Yayınları, (2. baskı), İstanbul, 1958.
NECATİGİL, Behçet, Düz Yazılar 1: Bile/Yazdı/Yazılar, Cem Yayınevi, İst.,
1983, (423+42) s.
Nüzhet Haşim, Millî Edebiyata Doğru, I. C., Nefâset Matbaası, İst., 1918, 174 s.
OKAY, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İst., 1990,234 s.
________, Şiir Sanatı Dersleri- Cumhuriyet Devri Poetikası, Atatürk Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, (2. baskı), Erzurum 1992, 85 s.
OKTAY, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, 1993.
460
ONAY, Ahmet Talât, Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz. Cemal KURNAZ), Akçağ
Yayınları, Ankara, 1996, 224 s.
Orhan Veli, Şairin İşi (Yazılar, Öyküler, Konuşmalar), YKY, İst., 2003, 405 s.
ORHON, Orhan Seyfi, Nazım Hikmet Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi,
İstanbul, 1937, 64 s.
________, Yahya Kemal-Hayatı ve Eserleri-, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul,
1937, 46 s.
________, Ziya Gökalp Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul,
1937, 80 s.
________, Kulaktan Kulağa, Çınaraltı Yayınları, İstanbul, 1943, 79 s.
________, Hicivler, Ankara, 1951, 80 s.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, Şen Kitap, Kanaat Matbaası, İstanbul, 1919, 44 s.
________, Nedim, Semih Lütfi İstanbul Sühûlet Kütüphanesi, İstanbul, 1932, 64 s.
________, Halk Edebiyatı Antolojisi, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul, 1933, 76 s.
________, Edebiyat Bakalorya Kitabı, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul, 1935, 176 s.
________, Ahmet Haşim Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitabhanesi, İstanbul,
1937, 79 s.
________, Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1937, 64 s.
________, Kuş Cıvıltıları, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 56 s.
________, Hecenin On Şairi, Akbaba Yayını, İstanbul, 1943, 111 s.
________, Beşik, Çınar Yayını, Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1943, 79 s.
________, Göç, Akbaba Yayınları, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1943, 139 s.
________, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Akbaba Mizah Yayınları, Yeni Matbaa,
İstanbul, 1956, 110 s.
461
________, Göz ucu ile Avrupa, Yeni Matbaa, İstanbul, 1958, 79 s.
________, Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler, Akbaba Yayınları, Yeni Matbaa,
İstanbul, 1960, 188 s.
________, Gün Doğmadan, Yeni Matbaa, İstanbul, 1960, 109 s.
________, Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966, 352 s.
OZANSOY, Halid Fahri, Güzel Yazma Usulleriyle Edebî Kıraat Numuleri, Cihan
Biraderler Matbaası, İstanbul, 1341/1925, 400 s.
________, Âşıklar Yolunun Yolcuları, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1939, 262 s.
________, Edebiyatçılar Geçiyor, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1967, 127 s.
________, Edebiyatçılar Çevremde, Sümerbank Kültür Yayınları, Ankara, 1970,
(X+373) s.
OY, Aydın, Şiir Dünyamızda Atatürk, TDK Yayınları, Ank., 1989, (VIII+198) s.
ÖNAL, Mehmet, Yusuf Ziya Ortaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1986, 156 s.
ÖZCAN, Tarık, Şiirin Kıyısında Bir Ömür, Nurullah Ataç, Fırat Üniversitesi Dil
Eğitim-Öğretim ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü Yayınları, Elazığ, 2003, 194 s.
ÖZÇELEBİ, Betül, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri 1923-1938, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998, XI+306 s.
ÖZÇELEBİ, Hüseyin, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri 1939-1950, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998, (XI+332) s.
ÖZEL, İsmet, Şiir Okuma Kılavuzu, Oğlak Yayınları, İstanbul, 1994.
ÖZGÜL, Metin Kayahan, Halit Fahri Ozansoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1986, 207 s.
ÖZÜNLÜ, Ünsal, Edebiyatta Dil Kullanımları, Doruk Yayınları, Ankara, 1998.
462
Ruşen Eşref, Diyorlar ki, Kanaat Matbaası, Dersaadet, 1334, 224 s.
SAFA, Peyami, Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999, 323 s.
SEVENGİL, Ahmet Refik, Her Gün Bir Ediple, (Haz. Mustafa ARMAĞAN),
L&M Yayınları, İstanbul, 2004, 128 s.
SEVÜK, İsmail Habip, Edebî Yeniliğimiz, (İkinci Kısım), Devlet Matbaası,
İstanbul, 1932, 548 s.
SOLOK, Cevdet Kudret, Bir Bakıma, İnkılâp ve Aka Basımevi, İst., 1977, 400 s.
SOYUER, Halil, Anılarla Şairler Albümü I, Ankara Basım Sanayi, Ankara, 1982.
________, Şair Dostlarım, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2004, 248 s.
Süleyman Şevket, Yeni Güzel Yazılar, 1. C., Hilâl Matbaası, İstanbul, 1926, 176 s.
________, Yeni Güzel Yazılar, 2. C., Hilâl Matbaası, İstanbul, 1926, 176 s.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları,
(5. b.), İstanbul, 1998, 547 s.
TANSEL, Fevziye Abdullah, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yaylacık Matbaacılık,
İstanbul, 1974.
TARANCI, Cahit Sıtkı, Yazılar (Makaleler, Konuşmalar, Yanıtlar), (Haz. Hakan
Sazyek), Can Yayınları, İstanbul, 1995, 147 s.
TEVETOĞLU, Fethi, Enis Behiç Koryürek, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
(1. baskı), Ankara, Aralık 1985, 184 s.
TUNCER, Hüseyin, Cumhuriyet Devri Türk Edebiyat I, Akademi Kitabevi, İzmir
1996.
TUNCER, Hüseyin, Türk Yurdu Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1990.
________, Beş Hececiler, Akademi Kitabevi, İzmir, 1994, 141 s.
463
UŞAKLIGİL, Halit Ziya, San‘ata Dair 1, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1938,
UYAR, Turgut, Bir Şiirden, İyi Şeyler Yayıncılık, İstanbul, 1999, 130 s.
UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, L&M Yayınları, İstanbul, 2004,
416 s.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, (5. b.),
İstanbul 1998, 511 s.
YAZAR, Mehmet Behçet, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, Kanaat Kitabevi,
İstanbul, 1938, 490 s.
________, Edebiyatçılar Âlemi, Edebiyatımızın Unutulan Simaları, 21. Yüzyıl
Yayınları, Ankara, 1999, 341 s.
YEŞİLAY, Mehmet Vehbi, Edebiyatımızda On Şair, Çağdaş Yayınları, İstanbul,
1962, 56 s.
YETKİN, Suut Kemal, Şiir Üzerine Düşünceler, Varlık Yayınları, İstanbul 1969.
YÖNTEM, Ali Canip, Hecenin Beş Şairi- Hayatları ve Seçme Şiirleri, İst., 1956.
________, Edebiyat, Kanaat Kitabevi, (11. tab), İstanbul, 1938, 320 s.
YÜCEBAŞ, Hilmi, Yedi Şairden Hatıralar, Nuri Dizerkonca Matbaası, İstanbul,
1960, 208 s.
________, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel - Hayatı-HatıralarıŞiirleri, Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1974, 384 s.
________, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yaylacılık Matbaası, İstanbul, 1974, 384 s.
464
G. MAKALELER
**, “Edebiyat Âlemimizde Bugünkü Cereyanlar”, Şebab, 24 (24 Şubat 1337), s. 578580.
**, “Bir Kaybın Yıldönümü (Orhan Seyfi Orhon için)”, K. A. M., 4 (Ekim 1973), s.
5-8.
ADA, Ahmet, “Şiirle Düzyazı Ayrımı”, Şiir-lik, (Ekim 1997), s. 3.
ADİL, Fikret, “Hecenin Beş …”, S. H., 683(2 Temmuz 1962), s. 4.
AĞAOĞLU, Samet, “Rahmetli Enis Behiç”, Zafer, 184(30 Ekim 1949), s. 3.
________, “Bir İnsan”, S. H., (30 Ağustos 1972), s. 2.
Ahmet Hamid, “Şairlerin Kitabı”, Alemdar, (edebî nüsha), 2905/605(21 Ağustos
1336/1920), s. 4.
AKAY, Mehmet, “Orhan Seyfi Orhon”, Adalet, (2 Eylül 1972), s. 2.
Akbaba, “Ortaç”, Akbaba, 12(10 Mart 1971), s. 3.
AKBAL, Oktay, “Yitirdiğimiz Faruk Nafiz”, Cumhuriyet, 17704(14 Kasım 1973),
s. 2.
AKSAL, Sabahattin Kudret, “Vezinle Kafiye”, T. D., (1 Ağustos 1953), s. 758.
Akşam, “Yusuf Z. Ortaç’la Konuşma: Hececi Şairlerden Ne Kaldı?”, Akşam,
12733(15 Mart 1954), s. 5.
AKTAŞ, Şerif, “Millî Edebiyat Kavramı ve Türk Edebiyatı”, Hareket Dergisi,78
(1972).
________, “Millî Edebiyat Kavramı ve Türk Edebiyatı”, Hareket Dergisi,81 (1972).
________, “Millî Edebiyat Kavram ve Türk Edebiyatı”, Doğuş Edebiyat,
29(Ağustos 1982), s. 12-15.
465
________, “Millî Edebiyat Kavramı ve Türk Edebiyatı 2”, Doğuş Edebiyat,
30(Eylül 1982), s. 13-16.
________, “Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı (s. 503-517)”, Türk Dünyası El
Kitabı, III. Cilt, (2. b.), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,
1992, 778 s.
________, “Halit Fahri Ozansoy”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12, İstanbul, 1992, s.
343-361.
________, “Orhan Seyfi Orhon”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12, İstanbul, 1992, s.
296-323.
AKTAŞ, Şerif-OKAY, Orhan, “Halit Fahri Ozansoy (s. 343-361)”, Büyük Türk
Klâsikleri, C: 12, Ötüken Söğüt Yayınları, İstanbul, 1992.
________, “Orhan Seyfi Orhon (s. 296-323)”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12,
Ötüken Söğüt Yayınları, İstanbul, 1992.
Ali Kemal, “On Yılın Destanı”, SF, 1940/255(19 Teşrinievvel 1933), s. 322-323.
Ali Nüzhet, “Gönülden Sesler”, Küçük Mecmua, 33(5 Mart 339), s. 13-14.
ALKAN, Erdoğan, “Ulusal Yazın- Hece Ölçüsü”, Şiir Sanatı, Yön Yayıncılık,
İstanbul, 1995, s. 395-399.
ALPTEKİN, Turan , “Şiir ve Mitoloji”, Hürriyet Gösteri, 88(Mart 1988), s. 28.
Anayurt, “Kıymetlerin İflâsına Karşı Tedbirler”, Anayurt, 4(16 İkinci Teşrin 1933),
s. 2.
________,“Kendi Kendimizi Tenkit”, Anayurt, 6(30 İkinci Teşrin 1933), s. 2.
ALTAN,Çetin, “Sonsuz Gecelerin Ötesinde” , Milliyet, (26 Ocak 1964)
AND, Metin, “Yusuf Ziya Ortaç ve Tiyatro”, Hisar, 42(Haziran 1967), s. 12-15.
466
________, “Faruk Nafiz’e Yapılan Haksızlık”, T. D., 273 (1 Haziran 1974), s. 755757.
ANDAY, Melih Cevdet, “Şiir ve Gelenek”, Cep Dergisi,13(Kasım 1967), s.35.
________, “Şiirde Şekil ve Mana”, Ulus, (19 Nisan 1945), s.5.
ARAZ, Nezihe, “Han Duvarları Yıkıldı”, İstanbul, (13 Kasım 1973), s. 2.
ARICI, Mürsel, ““Hecenin Beş Şairi” nden Halit Fahri Ozansoy’un Şiiri Üzerine”,
Türk Kültürü, 258 (Ekim 1984), s. 659-666.
ARIT, Fikret, “Meşhur Simalariyle Babıâli 4: Mecmuacı Yusuf Ziya Ortaç”, Hafta,
(17 Aralık 1954), s. 18, 1.
ARTAM, Nurettin, “Enis Behiç…”, Ulus, 10528(18 Ekim 1950), s. 2.
AŞKUN, Vehbi Cem, “Bir Sanat Burcu Daha Yıkıldı”, Dünya, (18 Mart 1967), s. ?
________, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Dünya, (24 Kasım 1973).
ATALAY, Ali, “Çoban Çeşmesi ve Şiirde Sosyo-Psikolojik “Var” lar”, Sosyal
Bilimlerde Araştırma, 1(Kasım 1991), s. 31-34.
ATALAY, Besim, “Orhan Seyfi Orhon’a İkinci Mektup”, Yeni Çağ, 8 (23 Mart
1946), s. 10.
________, “Orhan Seyfi Orhon’a İkinci Mektup” Yeni Çağ, 9 (30 Mart 1946), s.10.
________, “Orhan Seyfi Orhon’a İkinci Mektup” Yeni Çağ, 11 (13 Nisan 1946),
s.10.
ATOK, Oğuz Kâzım, “Sırtı Sıra”, Ilgaz, 148(Ocak 1974), s. 7-11.
ATSIZ, Nihal, “Faruk Nafiz’e Bir İhtar”, Orkun, 19(9 Şubat 1951), s. 3-4.
AYDA, Adile, “Vezin ve Kafiye”, Hisar, 169(Ocak 1978), s. 3-4.
________, “Orhan Seyfi”, Hisar, 151(Temmuz 1976), s. 11-13.
AYEL, Edip, “Şiir ve Kafiye”, Çınaraltı, 68 (9 İkinci Kânûn 1943), s. 13.
467
“B. Faruk Nafiz Diyor Ki”, Akşam, 7304(17 Şubat 1939), s. 7.
Baha Tahsin, “Faruk Nafiz’le Bir Saat”, Perşembe Mecmuası, (13 Haziran 1935.)
BAKİLER, Yavuz Bülent, “Müfide Koryürek Eşi Enis Behiç Koryürek’i Anlatıyor”,
Hisar, 135(Mart 1975), s. 30-34.
BANARLI, Nihat Sami, “Faruk Nafiz”, Yedigün, 674 (3 Şubat 1946), s. 14-15.
________, “Türkiye’de Millî Edebiyat Cereyanları”, Aylık Ansiklopedi, 39 (1948),
s.1163.
________, “Heyecan ve Sükûn”, Hürriyet, 3968 (16 Mayıs 1959). s. 2.
________, “Orhan Seyfi’ye Saygı…”, S. H., (24 Ağustos 1972), s. 3, 7.
________, “Faruk Nafiz İçin”, Meydan, (20 Kasım 1973).
________, “Faruk Nafiz İçin ...”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s. 60-64.
________, “Faruk Nafiz Türkçesi ve Kültür Müsteşarlığı”, K. A. M., 1 (Ocak
1974), s. 65-69.
________, “Yine Aruz Üzerine”, Hisar, 130(Ekim 1974), s. 10-11.
________, “Edebiyatta Vatancılık ve Milliyetçilik”, K. A. M., 4 (Ekim 1979), s. 1016.
________,“Edebiyatta Vatancılık ve Milliyetçilik”, K. A. M., 1 (Ocak 1980), s. 9-23.
BANGIOĞLU, Tahsin, “Halk Edebiyatı Millî Edebiyatın Ta Kendisidir”, Millet, 9
(1943).
BATMANKAYA, Murat, “Şiir, Biraz da Salça İster”, Radikal Kitap, 149 (23 Ocak
2004), s. 24.
BAYDAR, Mustafa, “Orhan Seyfi Orhon Anlatıyor”, Varlık, 502 (15 Mayıs 1959),
s.10.
BELLİ, Şemsi, “Ortaç Usta’nın Ardından”, Akbaba, 12/16(12 Nisan 1967), s. 4.
468
BERKEM, Süreyya S., “Enis Behiç Koryürk’in Ölümü Münasebetiyle Matem
Yılları”, Hürriyet, 531(21 Ekim 1949), s. 2.
BEYATLI, Yahya Kemal, “Memleketten Bahseden Edebiyat”, Kültür Haftası, (15
Ocak 1936).
BİLGEGİL, Kaya, “Faruk Nafiz’in Ardından”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s. 53-58.
“ “Binnaz”ın İnce Şairi Yusuf Diyor Ki”, (Kon. Rahmi KARACA), Uyanış,
2162/477(27 İkinci Kânun 1938), s. 153, 160.
“Bir Şiir, Bir Şair… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Halit ÇAPIN), Milliyet, (Pazar
ilâvesi), 4845(24 Kasım 1963), s. 10.
“Bir Şiir Bir Şair… Faruk Nafiz Çamlıbel”, Milliyet, (Hafta sonu ilâvesi), 5043(14
Haziran 1964), s. 10.
“Bir Kaybın Yıldönümü”, K. A. M., 4(Ekim 1973), s. 5-8.
BİRİNCİ, Necat, “Tanzimat Sonrası Edebiyatında Hece Vezni”, K. A. M., 4 (Ekim
1979), s. 61-73.
________, “Millî Mücâdele Devresi Şiirinde Tarihî Kadro”, K. A. M., 2 (Nisan
1984), s. 39-67.
________, “Faruk Nafiz’in Şiiri Üzerine Bir Deneme I”, T. D., 478 (Ekim 1991), s.
287-298.
________, “Faruk Nafiz’in Şiiri Üzerine Bir Deneme II”, T. D., 484 (Nisan 1992), s.
891-906.
BİRSEL, Salâh, “Boğaziçi Yandan Yandan (Kahveler Kitabı)”, T. D., 279(Aralık
1974), s. 949-962.
BOHÇA, A. Şevket, “Orhan Seyfi Orhon”, Zafer, (26 Ağustos 1972), s. 2.
BOLAT, Salih, “Şiirsel İmge”, Broy, 1( Kasım 1985), s.30.
469
BOZAK, Hüsamettin, “Şiirde Genç Nesil”, Uyanış, 2254-569 (2 İkinci Teşrin 1939),
s. 345, 351.
BÜLEND, Mahir, “Yusuf Ziya ve Eseri”, SF, 2267/582(1 Şubat 1940), s. 166-167,
175.
________, “Yusuf Ziya ve Eseri II”, SF, 2268/583, (8 Şubat 1940), s.180, 190-191.
________, “Orhan Seyfi ve Eseri”, SF, 2269/584 (15 Şubat 1940), s. 198-199.
________, “Orhan Seyfi ve Eseri II”, SF, 2270/585 (22 Şubat 1940), s. 214-216.
BÜRÜN, Vecdi, “Yusuf Ziya Ortaç”, Geçit, (17 Mart 1967), s.?
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon. Gülgûn
SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 1, 7.
“Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Gülgûn
SEDEF), Ses, (11 Kasım 1955), s. 1, 5.
C. , “Millî Edebiyatta Orjinalite Ne Demektir”, Şebâb, 18 (16 Kânûnıevvel 1336), s.
436-438.
Celal Nuri, “İcmal-ı Efkâr: Vezin Mes’elesi”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası,
39/40 (1 Haziran 1919), s. 737-739.
(KOZANZADE), Cenab Muhiddin, “Aruz ve Hece Vezni- 1”, Edebiyyât-ı
Umumiyye Mecmuası, 62/41 (15 Haziran 1918), s. 785-787.
________,“Millî Edebiyat Hakkında”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası, 63/42
(22 Haziran 1918), s. 706-708.
________,“Millî Edebiyat Hakkında”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası, 75/44 (6
Temmuz 1918), s. 840-842.
Cenap Şahabettin, “Edebiyatta Türkçülük”, Şebab,15(5 Teşrin-i Sâni 1336/1920), s.
362-363.
470
________, “Aruz Veznine Dönmek Zamanı Gelmiştir”, Akşam, (4 Eylül 1933), s. 4.
________, “ Nazmımız ve Vezin Meselesi”, Anayurt,1(26 Birinci Teşrin 1933), s. 5.
Cevdet Kudret-Yaşar Nabi, “Enis Behiç”, Meşale, 3(1 Ağustos 1928), s. 2-3.
COŞKUN, Nusret Safa, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3397(12
İkinci Kânun 1940), s. 1,8.
________, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3398(13 İkinci Kânun
1940), s. 1,6,10.
________, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3399(14 İkinci Kânun
1940), s. 1, 8.
________, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3402(17 İkinci Kânun
1940), s. 8.
________, "Şairler Arasında Anket: Şiir İfrazat mıdır?”, S. P., 3650(24 Eylül 1940),
s. 1, 7.
CÖMERT, Bedrettin, “Şiirde Müzik”, Soyut, 48(Temmuz 1972), s.27.
CRONOS, “Servetifünun ve Genç Nesil”, SF-Uyanış, 2428(22 Nisan 1943), s. 187,
196.
ÇAĞLAR, Behçet Kemal, “Aruz Hece Meselesi”, Varlık, 6(1 Teşrinievvel 1933), s.
82.
________, “Bir Ömür Böyle Geçti”, Yirminci Asır, (21 Temmuz 1953).
________, “Orhan Seyfi’nin Yepyeni Şiirleri”, Yirminci Asır, (10 Nisan 1958), s.
22, 25.
ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Dinle Neyden”, Şair, 11(20 Şubat 1919), s. 163-164.
________, “Yanlış İddialar”, Nedim, 7(27 Şubat 1919), s. 99-100.
________, “Lisan Mes‘elesi”, Şair, 13 (2 Mart 1919), s. 193-194.
471
________, “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler”, Temaşa, 20(11 Mart 1336), s. 1415.
________,“Cenab Şehabeddin Bey ve Gençlik”, Ümit, 8(26 Ağustos 336/1920), s.
11.
________,“Bizde Manzum Piyesler-1”, Alemdar, 2912/612(612/3 nüsha-i edebiye),
(28 Ağustos 1336/1920), s. 1.
________, “Satılmayan Gençlik”, Ümit, 18(24 Mart 337), s. 3.
________, “Kemalzade Ali Ekrem Beyefendi’de Bir Gün”, Yarın, 12 (5 Kânûnisani
1338), s. 10-12.
________, “Gönülden Sesler”, Yarın, 21 (9 Mart 338/1922), s. 9-10. (F. N.).
________, “Yeni Çıkan Bir Kitap Münasebetiyle”, Yarın, 33 (28 Mayıs 338), s. 139140.
________, “Edebiyatta Zübbeler”, Yarın 34 (15 Haziran 338), s.150.
________, “Gönülden Sesler”, Yarın, 21(9 Mart 338/1922), s. 9-10. (F. N.)
________, “Çamlıca’dan Bir Haber”, Yarın, 38(13 Temmuz 1338/1922), s. 214.
________, “Gülistanlar Harabeler”, İleri, 1622(12 Ağustos 1338/1922), s. 3.
________, “Erzurum’a Dair Bir İki Satır”, Hayat, 86(19 Temmuz 1928), s. 9.
________, “Anadolu’da Tarla, Kasaba ve Köyler”, Hayat, 87(26 Temmuz 1928), s.
173-175/ 9-11.
________, “Yahya Kemal ve Eseri”, Meşale, 8(15 Teşrinievvel 1928), s. 8-10.
________, “Renksiz Istırap”, Hayat, 118 ( 28 Şubat 1929 ), s. 274/14.
________, “Yalan”, Anayurt, 4(16 İkinci Teşrin 1933), s. 2. (Anayurt)
________, “Kendi Kendimizi Tenkit”, Anayurt, 6(30 İkinci Teşrin 1933) s. 2.
(Anayurt)
472
________,“Boğaziçi Edebiyatı”, Yedigün, 211 (24 Mart 1937), s.
________, “Ahmet Haşim’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 432 ( 7 Haziran 1941), s.
________, “Süleyman Nazif’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 445 (15 Eylül 1941), s.
________,“Abdülhak Hâmit’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 448 (6 Birinci Teşrin
1941), s. 5.
________, “Mehmet Akif’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 450 (20 Birinci Teşrin 1941).
________, “Ömer Seyfettin”, Yedigün, 451(27 Birinci Teşrin 1941), s. 9.
________, “Mithat Cemal’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 452 (3 İkinci Teşrin 1941).
________, “Celal Sahir’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 454 (17 İkinci Teşrin 1941), s.
________, “Yahya Kemal’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 456 (27 Birinci Kânun
1941).
________, “Manevî Bünyemizin İlk Mimarı: Ziya Gökalp”, Türk Yurdu, 5-6(1-15
Son Teşrin 1942), s. 152-153.
________, “Sanatkâr Ruhu”, Yedigün, 535(7 Haziran 1943), s. 7.
________, “Malihulya”, Yedigün, 538(28 Haziran 1943), s. 6.
________, “Şair Gözü İle Kadın”, Yedigün, 539(5 Temmuz 1943), s. 6, 11.
________, “Dansa Dair”, Yedigün, 540(19 Temmuz 1943), s. 5, 11.
________, “Geçmiş Günler”, Yedigün, 554(18 Birinci Teşrin 1943), s. 5, 11.
________, “Edebiyatımızda Ölüm Telâkkisi”, Yedigün, 563(20 Birinci Kânûn
1943), s. 8.
________, “Kubbeler ve Minareler”, Yedigün, 537 (21 Haziran 1943), s.
________, “Mehmet Emin Yurdakul”, Yedigün, 568(24 İkinci Kânûn 1944), s. 5.
________, “Benliğimiz”, Yedigün, 578(2 Nisan 1944), s. 4, 17.(tarihi kontrol et)
________, “İlham Perisi”, Yedigün, 589(18 Haziran 1944), s. 4, 17.
473
________, “Şairlerimizin Sevdiği Güzel”, Yedigün, 609(5 İkinci Teşrin 1944), s. 5,
18.
________, “Suyun Akıntısı”, Yedigün, 611(19 İkinci Teşrin 1944), s. 13.
________, “Cenap Şehabettin’i Nasıl Tanıdım?”, Hürriyet, 8(8 Mayıs 1948), s. 2.
________, “Yeni Babıali Dili”, Hürriyet, 413(20 Haziran 1949), s. 2. (İğne İle Kuyu
Kazan).
________, “Cihan Şairi Yahya Kemal”, Salon, 51(1 Aralık 1949), s. 854-855.
________, “Yarını Tahmin Ediyorlar!”, Cumhuriyet, 11289(1 Ocak 1956), s. 5.
________, “Büyüğümüz”, Hisar, 106/181(Ekim 1972), s. 3.
ÇETİN, Celâlettin, “F. Nafiz Bir Eser Hazırlıyor”, Tercüman, (25 Eylül 1961), 1,5.
ÇETİN, Nurullah, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” Şiirini Tahlil”, Edebiyat Otağı,
7(1 Nisan 2006), s. 2-8.
ÇETİŞLİ, İsmail, “Cumhuriyet Devri Türk Şiiri”, S. D. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 3 (1988), s. 181-200.
ÇINARLI, Mehmet, “Vezin ve Kafiye”, Hisar, 15(1 Temmuz 1951), s.3, 16.
________, “Hecenin Beş Şairi’nden Biri Daha Gitti”, Hisar, 88(Nisan 1971), s. 3,
33.
________, “Orhan Seyfi’den Hatıralar”, Hisar, 106/181(Ekim 1972), s. 6-8.
________, “Mısralarda Gezinti”, Türk Edebiyatı, 184(Şubat 1989), s. 13-15.
________, “Enis Behiç Koryürek ve Ruhlar Âlemi”, T. D., 502 (Ekim 1993), s. 459466.
“Değerli Şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı”, Ayda Bir, 29(Kasım 1954), s.
11.
DIRANAS, Ahmet Muhip, “Enis Behiç Koryürek”, Zafer, 174(20 Ekim 1949), s. 2.
474
DİLMEN, İ. Necmi, “Bir Ömür Böyle Geçti”, Hakimiyet-i Milliye, (2 Mayıs 1933).
“Diyorlar ki… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Olcayto), Hafta, (29 Temmuz 1959), s. 9,
25.
DİZDAROĞLU, Hikmet, “Miras ve Güneşin Ölümü”, Hisar, 22 (1 Şubat 1952), s.
14-15.
________, “Enis Behiç Koryürek”, Varlık, 464 (15 Ekim 1957), s. 7.
DOĞAN, Mehmet, “Şiirde Konu ve Anlam”, Şiir Sanatı, 11( Eylül 1966), s.6.
DOĞAN, Muhittin, “Akın Piyesinin Ankara Halkevi’nde İlk Oynayışı”, Muhit,
40(Şubat 1932), s. 6-7.
Rıza Nur, “Türk Şiirinin Şekli Vaadleri”, Anadolu Mecmuası,1(1 Haziran
1340/1924), s. 8.
DONBAY, Ali, “Orhan Seyfi Orhon”, T. D., 600 (Aralık 2001), s. 923-928.
DÜNDAR, Murat, “Şiirimizin Anadolu’yla Yüzleşmesi Faruk Nafiz Çamlıbel”,
Türk Edebiyatı Dergisi, 298(Ağustos 1998), s. 29-30.
“Edebiyatımızda Dünküler mi, Bugünküler mi Daha Kuvvetli? 40 Yıl Sonra Diyorlar
ki: Orhan Seyfi Orhon”, (Kon. Gavsi Ozansoy), Tercüman, (4 Aralık 1967), s. 1, 5.
“Edebî Anketimiz: Halit Fahri Ozansoy’un Cevabı”, (Konuşan: Şinasi ÖZDEN),
Varlık, 264-265(1-15 Temmuz 1944), s. 382-383.
EMİL, Birol, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Türk Edebiyatı, 244(Şubat 1994), s. 25-28.
EMİR, Sabahat, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ardından”, Hisar, 120(Aralık 1973), s.
10-11.
EMRE, Gültekin, “Gurbet ve Saire”, Cumhuriyet-Kitap, 705 (21 Ağustos 2003), s.
8-9.
“En Güzel Eseri Kim Yazdı?”, Büyük Mecmua, 11(18 Eylül 1919), s.169.
475
“En Güzel Eseri Kim Yazdı?”, Büyük Mecmua, 12(2 Teşrinievvel 1919), s.187.
“En Güzel Eseri Kim Yazdı?”, Büyük Mecmua, 14(30 Teşrinievvel 1919), s.214.
ENGİNÜN, İnci, “Faruk Nafiz İçin”, Erdem, 13 (Ocak 1989), s. 31-61.
________, “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, T. D., Türk Şiiri Özel Sayısı IV
(Çağdaş Türk Şiiri), 481-482(Ocak-Şubat 1992), s. 565-784.
“Enis Behiç Koryürek”, (Haz. Orhan Okay- Şerif Aktaş), Büyük Türk Klâsikleri,
12. cilt, Ötüken Söğüt Yayınları, İstanbul, 1992, 381-408 s.
ERCİLASUN, Bilge, “Edebiyatta Millîlik ve Milliyetçilik”, Türk Kültürü, 300
(Nisan 1988), s. 244-254.
________, “Beş Hececiler”, (14 Nisan 2009’da H. Ü. Tıp Fakültesi’nde verilen,
konferans metni.), 28 s.
ERDOĞAN, Mehmet, “Türk Şiirinde Bir Geçiş Kuşağı: Hece Şairleri”, Sübjektif
Yazılar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, s.108-111.
ERER, Tekin, “Çocuk Adam”, S. H., (13 Haziran 1965).
________, “Orhan Seyfi Orhon’un Kaybı Karşısında: 1, Kişiliği”, S. H., (1 Eylül
1972), s. 3.
________, “Orhan Seyfi Orhon’un Kaybı Karşısında: 2, Şairliği ve Yazarlığı ”, S.
H., (2 Eylül 1972), s. 3.
________,“Büyüğümüz”, S. H., (15 Ekim 1972), s. 2.
________, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, S. H., (11 Kasım 1973), s. 2.
________, “Orhan Seyfi Orhon”, Türk Edebiyatı,154 (Ağustos 1986), s. 28-29.
ERGİNER, Halis, “Faruk Nafiz’e Kıt’alar”, K. A. M.,1 (Ocak 1974), s. 59.
________, “Faruk Nafiz’e Kıt‘alar”, K. A. M., 2 (Nisan 1974), s. 61.
ERGUN, Sadettin Nüzhet, “Hece Vezni”, Çınaraltı, 5 (6 Eylül 1941), s. 11.
476
ERGÜL, Niyazi Sabri, “Hangi Şair, Hangi Şiir, Hangi Dil?”, Yeniçağ, 16(18 Mayıs
1946), s. 10.
ERGÜZEL, M. Mehdi, “Edebiyat Takvimi: Beş Hececiler’den Koryürek’li Bir Şair”,
Türk Edebiyatı, 221 (Mart 1992), s. 44-45.
ERTAYLAN, İsmail Hikmet, “Orhan Seyfi”, Türk Edebiyatı Tarihi, C: 4, Bakü,
1926, s. 302-320.
ERTOP, Konur, “Türk Edebiyatında Seks”, Milliyet- Sanat Dergisi, 206(19 Kasım
1976), s. 14-16.
________, “Bir Geçmiş Zaman Aydını”, Hürriyet-Gösteri, 36 (Kasım 1983), s.5455.
________, “Bir Geçmiş Zaman Aydını (s. 720-722)”, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı,
İstanbul, 1984
(ES), Hikmet Feridun, “Baykuş Müllefi Edebiyât-ı Cedidecilere Ateş Püskürüyor”,
Akşam, 5348(30 Ağustos 1933), s. 4.
________, “ B. Faruk Nafiz Diyor ki”, Akşam, 7304(17 Şubat 1939), s. 7.
ESEMENLİ, Bilgay, “Beş Hececiler ve Hayat Mecmuası”, Tarih ve Edebiyat
Mecmuası, 4(1 Nisan 1981), s. 70-73.
“Eski Öğretmen Azize Çamlıbel Faruk Nafiz’i Anlatıyor”, (Kon.: Sermet Sami
UYSAL), Cumhuriyet, 10.719(31 Mayıs 1954), s. 5.
“Faruk Nafiz Çamlıbel’le Bir Konuşma”, (Kon.: Öz DOKUMAN), Hayat-Tarih
Mecmuası, 12(Ocak 1971), s. 35-40.
“F. Nafiz Çamlıbel Bir Eser Hazırlıyor”, (Kon.: Celâlettin ÇETİN), Tercüman,
2304(25 Eylül 1961), s. 1, 5.
477
“Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi,
14(Şubat 1973), s. 22-24, 43.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 2(Nisan 1977), s. 11-13.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 3(Temmuz 1977), s. 10-11.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 4(Ekim 1977), s. 10.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 1(Ocak 1978), s. 10.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 2(Nisan 1978), s. 10-11.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 3(Temmuz 1978), s. 10.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 4(Ekim 1978), s. 11.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 1(Ocak 1979), s. 10.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 2(Nisan 1979), s. 9-10.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 3(Temmuz 1979), s. 12-13.
“Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 4(Ekim 1979), s. 9.
Faruk Nafiz- Yusuf Ziya, “Merhum Tahsin Nahid Bey”, Büyük Mecmua, 8(28
Mayıs 1335), s. 120.
FETHİ, Turgut, “Orhan Seyfi Orhon”, Akşam, (24 Ağustos 1972), s. 3.
Fikret Adil, “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, Cumhuriyet, 1598 (20 Teşrinevvel
1928), s. 6.
FİŞEK, Beyza, “Çamlıbel’i Ahmet Muhip Dranas’tan Dinleyelim”, Devir, 57 (3
Aralık 1973), s. 44.
________, “Hecenin Beş ........”, S. H., 683 (2 Temmuz 1962), s. 4.
GEÇER, İlhan, “Türk Şiirinde Gurbet -1-” Hisar, 4(1 Haziran 1950), s. 9.
________, “Şiir ve Mısra”, Hisar, 3 (Ocak 1964), s.16.
________, “Faruk Nafiz İçin”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 12-13.
478
________, “Sanat, Şiir ve Edebiyata Dair”, Millî Kültür,3(5 Ağustos 1980).
GEZGİN, Hakkı Süha, “Miras”, Hayat, 41(8 Eylül 1927), s. 15-16.
________, “Edebî Portreler: Faruk Nafiz”, Yeni Mecmua, 54(10 Mayıs 1940), s. 5.
GÖÇGÜN, Önder, “Faruk Nafiz’i de Kaybettik”, Hisar, 121 (Ocak 1974), s.18-19.
________, “Faruk Nafiz’in Şiirlerinde Halk Edebiyatı Motifleri”, Millî Kültür,
50(Eylül 1985), s. 6-9.
________, “Faruk Nafiz’in Şiirlerinde Halk Edebiyatı Motifleri (s. 586-593)”, Türk
Edebiyatı Araştırmaları II, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları ,
Konya, 1991, 858 s.
GÖVSA, İbrahim Alâattin, “Orhon, Orhan Seyfi”, Türk Meşhurları, İstanbul,
Tarihsiz, s. 293-294.
________, “İç Âleminden Lâhutî Sesler”, Hürriyet, 431(8 Temmuz 1949), s. 2.
________, “Vâridât-ı Süleyman”, Hürriyet, 432(9 Temmuz 1949), s. .
________, “Enis Behiç”, Hürriyet, 531(21 Ekim 1949), s. 2.
GÖZAYDIN, Nevzat, “ ölümünün 20. Yılında: Yusuf Ziya Ortaç’tan Mektuplar”, T.
D., 423(Mart 1987), s. 167-172.
________, “Mehmet Önal- Yusuf Ziya Ortaç- Hayatı ve Eserleri”, T. D., 477(Eylül
1991), s. 228-231.
GÖZLER, H. Fethi, “Enis Behiç Koryürek’in Edebiyatımızdaki Yeri”, Millî Kültür,
49 (Temmuz 1985), s. 70-74.
GÜLTEKİN, Vahdet, “Şiir Aleyhinde/Bugünkü Şiire Gerek Yoktur/ Yeni Şiir Ne
Olmalıdır?”, Yeni Adam, (13 Eylül 1934), s.7.
________, “Şiir, Kafiye, Vezin, Sanat, Cemiyet”, Yeni Adam,(4 Birinci Teşrin
1934), s. 7.
479
GÜN, Gencay, “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, Tercüman, (16 Kasım 1962).
GÜR, Âlim, “Türk Edebiyatında “Serenat” Başlıklı Şiirlere Genel Bir Bakış”, T. D.,
612 (Aralık 2002), s. 1014-1030.
GÜRESİN, Ecvet, “Yusuf Ziya”, SF-Uyanış, 2457 (7 Nisan 1944), s. 9.
GÜVEMLİ, Zahir, “Nazım Tekniği”, SF-Uyanış, 2439/94 (16 Eylül 1943), s. 24392440.
________, “Baykuş’tan Çektikleri” ,Yeni Gazete, (2 Mart 1971), s. 8.
“Güzide Ortaç, Yusuf Ziya Ortaç’ı Anlatıyor”, (Kon. Sermet Sami UYSAL),
Cumhuriyet, (18 Haziran 1954).
HACOPULOS, A., “Han Duvarları’ndan- Zindan Duvarları’na”, Tercüman,
4893(26 Kasım 1975), s. 2.
“Halit Fahri Ozansoy’un Biyografisi”, Hisar, 88(Nisan 1971), s. 10-11.
“Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 486(15 Şubat
1959), s. 11.
HARUN, Kenan, “Bir Münakaşa ve Faruk Nafiz”, SF-Uyanış, 2433(27 Mayıs
1943), s. 248, 256.
Hasan Zeki, “Akından Akına”, Türk Yurdu, 123/7(24 Teşrinisani 1332/7 Aralık
1916), s. 3249-3253/107-111.
HATEMİ, Hüsrev, “Görüntüler ve Görüşler”, Türk Edebiyatı, 214 (Ağustos 1991),
s. 27-28.
HATİPOĞLU, Aydın, “Kurtuluş Savaşı ve İlk Cumhuriyet Kuşağı”, Varlık, 925
(Ekim 1984), s.8-9.
Haydar Necib, “İlk Menba”, Anadolu Mecmuası, 4( 1 Temmuz 1341/1925), s. 121.
HAYRETTİNLİ, Turgut, “Enis Behiç Koryürek”, Vatan, 3022(23 Ekim 1949), s. 2.
480
HOYİ, İbrahim, “Orhan Seyfi Orhan”, Akşam, (29 Ağustos 1972), s. 5.
HULÛSİ, İsmet, “Sulara Dalan Gözler” S. P., 3042(17 İkinci Kanun 1939), s. 8,10
IRMAK, Sadi, “Üç Orhan Seyfi”, Akşam, (21 Eylül 1972), s. , 7.
İÇLİ, Selâhattin, “Bestekârlara İlham Veren Şairler: O. Seyfi”, S. H., (15 Ocak
1971), s. 6.
________, “Bestekârlara İlham Veren Şairler: O. Seyfi Orhon”, Dünya, (5 Mayıs
1973), s. 1.
İki Genç, “Yeni Bir İstidad Cemile Konuk=Yusuf Ziya Ortaç”, SF, 2271/586(29
Mart 1940), s. 230.
İMSET, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3404(19 İkinci Kânun
1940), s. 1,10.
İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal,“Halid Fahri Bey (s.1-3)”, Son Asır Türk
Şairleri, C. 1, Orhaniye Matbaası, İstanbul,1930, s. 576
________, “Halid Fahri Bey”, Son Asır Türk Şairleri, 1. cilt, İstanbul, 1988, s. 547548.
________, “Orhan Seyfi (s. 1290-1293)”, Son Asır Türk Şairleri, 3. cilt, (11531728) s.
________, “Ziya (s. 2085-2087)”, Son Asır Türk Şairleri, IV. cilt, İstanbul, 1988,
(1729- 2352 arası)
İNANÇ, Üstün, “Orhan Seyfi Orhon”, Bugün, (26 Ağustos 1972), s. 3.
KABAKLI, Ahmet, “Fâl-i Hayr”, Tercüman, (28 Temmuz 1956), s. ?
________, “Ozansoy’dan” , Tercüman, (22 Ekim 1964), s.
________, “Peri Kızı İle Çoban”, Tercüman, (3 Eylül 1972), s. 2, 7.
________, “Faruk Nafiz”, Tercüman, 4368(14 Kasım 1973), s. 2.
481
________, “Faruk Nafiz”, Türk Edebiyatı, 24(Aralık 1973), s. 30-33.
KAFLI, Kadircan, “Sonsuz Gecelerin Ötesinde…”, Tercüman, (26 Ocak 1964), s.
K(AKINÇ), Tarık Dursun, “Bir Dil Ustası: Yusuf Ziya Ortaç”, Kitap-lık,
48(Temmuz-Ağustos 2001), s. 167-169.
KANSU, Ceyhun Atuf, “Han Duvarları”, Barış, 18046(17 Kasım 1973), s. 5.
KAPLAN, Mehmet, “Yeni Türk Şiirinde Anadolu, Yola Çıkış-1-”, Türk Yurdu,
244 (Mayıs 1955) s. 811-816.
________, “Halk Edebiyatından Faydalanma”, Türk Edebiyatı, 13(Ocak 1973), s.
6-7.
________, “Cumhuriyet Devrinde Memleket Şiirleri ve Faruk Nafiz Çamlıbel”,
Kültür ve Sanat, 2 ( Ekim 1973), s. 82-84.
KAPLAN, Ramazan, “Köy Romanı”, Hece (Türk Romanı Özel Sayısı), 65-6667(Mayıs-Haziran-Temmuz 2002), s. 275-280.
KARACA, Rahmi, “Yusuf Ziya Diyor ki”, Uyanış, 2162/477( 27 İkinci Kânûn
1938), s. 153,160.
(KARAOSMANOĞLU), Fevzi Lütfi, “Anadolu Hanları”, Dergâh, (20 Teşrinisani
1337/1921), s. 13.
________, “Gönülden Sesler”, Dergâh, 24(15 Nisan 1338/1922), s. 187-188.
________, “Halit Fahri- Gülistanlar Harabeler”, Dergâh, 33(20 Ağustos 1338/1922),
s. 142-143.
________, “Orhan Seyfi’den Hatıralar”, S. H., (1 Eylül 1972), s. 1, 7.
KARAYAVUZ, Selâhattin, “Kervan”, Son Saat, (3 Mart 1964).
Kâzım Nami, “Halit Fahri’ye Diyeceklerim”, Varlık, 5 (15 Eylül 1933), s. 68.
KEMAL, Mehmet, “Akın”, Barış, 18035(6 Kasım 1973), s. 2.
482
KEMAL, Tunç, “Bestekârlara İlhame Veren Şairler: Orhan Seyfi Orhon”, S. H., (13
Nisan 1972), s. 5.
________, “Orhon, Bestekârlara İlham Vermişti”, S. H., (31 Ağustos 1972), s. 3, 7.
Kemalettin Kami, “Millî Vezin Her Bakımdan Aruza Faiktir”, Varlık, 6 (1
Teşrinievvel 1933), s. 83.
KEMBER, Lütfi Arif, “Bekârlar Tekkesinin Gedikli Müdavimleri Kimlerdi?” S. P.,
(7 Eylül 1954).
Kim, “Göç”, Kim, (13 Temmuz 1961).
(KOCATÜRK), Vasfi Mahir, “Faruk Nafiz ve Sanatı”, Hayat, 134(20 Haziran
1929), s. 71-74/15-18.
________, “Vezin ve Kafiye”, Varlık, 66 (1 Nisan 1936), s. 276.
KOÇ, Mustafa, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiir Defterlerinden, Kitaplık, YKY, 59
(Mart 2003), s. 82-93.
KOLCU, Hasan, “Millî Vezin Meselesi Karşısında Cenab Şahabeddin”, T. D.,
570(Haziran 1999), s. 540-547.
KONANÇ, Enver, “Hecenin On Şairi”, SF-Uyanış, 2428(29 Nisan 1943), s. 198.
“Koryürek, Enis Behiç (s. 399-400)”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. cilt,
İstanbul, 1982, (s. 446+21).
(KORYÜREK), Enis Behiç, “Musiki Usüllerinin Nazma Tatbiki-1”, Şehbal, 86(15
Teşrinisanil 1329/1913), s. 270-271.
________, “Musiki Usullerinin Nazma Tatbiki- 2”, Şehbal, 88 (15 Kânunievvel
1329), s. 304-305.
________, “Musiki Usullerinin Nazma Tatbiki- 3”, Şehbal, 91(15 Şubat 1329), s.
368-369.
483
________, “Musiki Usullerinin Nazma Tatbiki- 4”, Şehbal, 93(15 Mart 1330/1914),
s. 408-409.
________,““Süleyman Nazif” Merhum İçin”, SF, 1587/113(13 Kânunisani 1927), s.
131.
________, “Ahmet Hikmet”, Türk Yurdu, 191/30(Haziran 1927), s. 265.
________, “Çoban Çeşmesi- Faruk Nafiz”, Hayat, 31(30 Haziran 1927), s. 9698/16-18.
________, “ Bir Eski Bahis: Aruz-Hece!”, Varlık, 6 (1 Birinci Teşrin 1933). s. 8485.
KÖKSAL, Cemil, “Dil ve İmge”, Adam Sanat,132( Kasım 1996), s.75.
Köprülüzade Mehmet Fuad, “Fırtına ve Kar”, Büyük Mecmua, 4 (27 Mart 1919), s.
55.
KÖPRÜLÜ, Fuad, “İnkılâp ve Edebiyat”, Hayat, 5 (30 Kânun evvel 1926).
________,“Vezin, İlk Şiirler”, Edebiyat Araştırmaları I, İstanbul, 1989, s.125-129.
KURDAKUL, Şükran, “Cumhuriyet Dönemi Şiir Hareketleri”, Broy, 8 (1986), s.
36-37.
________,
“Faruk Nafiz Çamlıbel”, Çağdaş Türk Edebiyatı, C. 1, İst.,
1992, s. 232-243
KÜÇÜK, Sabahattin, “Şiir ve Şiir Sanatında Ses Unsuru”, Fırat Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi,1(1982), s.101.
LERMİOĞLU, Ayten, “Bir Şiir, Bir Şair… Faruk Nafiz Çamlıbel”, Milliyet, (14
Haziran 1954), s. ?
________, “Şair Hoca Faruk Nafiz Çamlıbel”, Sabah, (19 Kasım 1973), s. 2.
LEVEND, Âgâh Sırrı, “Türkçülük ve Millî Edebiyat”, Belleten, 1961, s. 147-206.
484
MARAŞLI, Erol, “Faruk Nafiz’e Dair”, K. A. M.,1 (Ocak 1974), s. 74.
MARDİN, Yusuf, “Çamlıbel’e Ait Bir İki Anı”, Hisar, 120 ( Aralık 1973), s. 22-23.
Mehmet Halit, “Çoban Çeşmesi”, Millî Mecmua, 87(1 Haziran 1927), s. 1410-1412.
Mehmet Selim, “Bir Taarruzu Def İçin”, SF, 1819/134(15 Haziran 1931), s. 54-55.
MERAM, Ali Kemal, “Sulara Dalan Gözler”, SF, 2174/489(21 Nisan 1938), s.340.
________, “Halit Fahri Ozansoy’un Şiirleri”, SF, 2174 (1938).
“Meşale”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (Devirler/ İsimler/Eserler/
Terimler), 6. cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1986, (556+27), s.
METO, Erdoğan, “Aruzun Müdafaası”, Çınaraltı, 112(13 İkinci Teşrin), s.10.
“Mısralarda Yaşayan Aşklar: Orhan Seyfi’nin Yıllar Sonra Bulup Kaybettiği Gençlik
Aşkı”, (Kon. Gavsi OZANSOY), Tercüman, 863(13 Mart 1964), s. 5.
Muammer Lütfi, “Yanardağ”, SF, 1665/191(12 Temmuz 1928), s. 135.
Muhlis Ferit, “Faruk Nafiz”, Bütün Mecmuası, 2(1 Nisan 1932).
MUHSİN, Ziya, “Faruk Nafiz İçin”, K. A. M., 2(Nisan 1974), s. 62-65.
(NAYIR), Yaşar Nabi- (SOLOK), Cevdet Kudret, “Halit Fahri”, Meşale,
4(15
Ağustos 1928), s. 4-6.
________, “Orhan Seyfi”, Meşale, 5(1 Eylül 1928), s. 2-7.
________, “Edebî Simalar: Faruk Nafiz-2”, Meşale, 7(1 Teşrinievvel 1928), s. 2-6.
________, “Yalova Türküsü ve Akın”, Muhit, 41(Mart 1932), s. 10-11, 73.
(NAYIR), Yaşar Nabi, “Faruk Nafiz-2-”, Meşale, 7(1 Teşrinievvel 1928), s. 2-6.
________, “Aruz Hece Meselesi”, Varlık, 6(Birinci Teşrin 1933), s. 82.
________, “Şiirde Eski-Yeni Meselesi”, Varlık, 13(1 Ağustos 1946), s. 4.
________, “Halit Fahri’ye Açık Mektup”, Varlık, 329 (1 Aralık 1947), s. 7.
________, “Halit Fahri’ye İkinci Mektup”, Varlık, 330 (1 Ocak 1948), s. 6.
485
NECATİGİL, Behçet, “Beş Hececiler (s. 404-406)”, Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, C:1, Dergâh Yayınları, İstanbul,
1977, 486 s.
________, “Beş Hececiler”, Düz Yazılar 1: Bile/Yazdı/Yazılar, Cem Yayınevi,
İstanbul, 1983, s. 249-255.
(Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh
Yayınları, I. Cilt, s. 404-406).
“Neler Dediler: Orhan Seyfi B. Diyor ki”, (Kon.: Sehap Nafiz), SF, 1873/188(7
Temmuz 1932), s. 85-86, 91.
“Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, (Kon.: Sehap Nafiz), SF, 1877/192(14
Ağustos 1932), s. 150-151, 160.
OĞUZBAŞARAN, Bekir, “Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde Necip Fazıl Etkisi”,
Türk Edebiyatı, 225(Temmuz 1992), s. 23-26.
(OĞUZCAN), Ümit Yaşar, “40 Yılın 40 Şairi: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Yelpaze, (22
Nisan 1964)
OKAY, Orhan, “Şiir Sanatı Üzerine”, Türk Kültürü Araştırmaları (Ayrı basım)
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1988, s.177-183.
ONBULAK, Sinan, “Süleyman Çelebi ve Sevgili Fanusu”, Zafer, 180(26 Ekim
1949), s. 2.
________, “Süleyman Çelebi’nin Ruhu Konuşuyor”, Zafer, 189(3 Kasım 1949), s.
2, 5.
________, “Ölümünün Yıldönümü Münasebetile Enis Behiç”, Zafer, 532(17 Ekim
1950), s. 5.
________, “Rahmetli Enis Behiç Koryürek”, Zafer, 897(17 Ekim 1951), s. 2, 4.
486
________, “Ölümünün Yıldönümü Münasebetile Enis Behiç”, Zafer, 532(17 Ekim
1950), s. 5.
ONUR, Necmi, “Edebiyat Sayfamızdan Bir Yaprak Daha Koptu”, Yeni Gazete, (2
Mart 1971), s. 8.
________, “Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor? Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı” ,
Yeni Gazete, 2295 ( 4 Mayıs 1971).
“Orhan Seyfi Orhon’la Bir Konuşma: “Uydurma Dille Edebiyat Olmaz””, (Kon.: Öz
DOKUMAN), Hayat-Tarih Mecmuası, 11(Aralık 1970), s. 36-43.
“Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya Diyorlar ki”, (Kon.: Naci Sadullah), S. P., 2456(3
Haziran 1937), s. 7.
ORHON, Orhan Seyfi, “Eski Şairler”, Şairler, 5(9 Kânunisani 1919)?, s. 65-66
________, “Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14(25 Teşrinisani
336/1920), s. 6-9.
________, “Şaire Yol Gösterenler”, Güneş, 2(15 Kânunisani 1927), s. 1. (**
imzasıyla)
________,“Yeni Âlimlerimizden Ali Canib Bey’e”, Güneş, 4 (15 Şubat 1927), s. 13.
________, “Müderrisler Kavgasına Dair”, Güneş, 8 (15 Nisan 1927), s. 14-15.
________, “Ada Şiirleri”, Güneş, 16 (15 Ağustos 1927), s. 4-5.
________, “Eski Şairler Arasında- Fuzuli -1-“, Muhit, 44(Haziran 1932), s. 10-11,
79.
________, “Eski Şairler Arasında-Fuzuli-2- ”, Muhit, 45(Temmuz 1932), s. 58-59.
________, “Eski Şairler Arasında-Fuzuli-3- ”, Muhit, 46(Ağustos 1932), s. 24-25.
________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 42(18 Birinci Teşrin 1934), s. 18. (O. S.)
________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 44(1 İkinci Teşrin 1934), s. 12. (Fiske)
487
________, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 104(4 Kânûnisâni 1935), s. 15. (O. S)
________, “Edebiyat Tenkidleri”, Akbaba, 59(14 Şubat 1935), s. 17. (Fiske)
________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 69(25 Nisan 1935), s. 5. (O. S.)
________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 70(2 Mayıs 1935), s. 9. (O. S.)
________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 80(13 Temmuz 1935), s. 11. (O. S.)
________, “Edebiyat Tenkidleri”, Akbaba, 90(28 Eylül 1935), s. 10. (O. S.)
________, “Serabı Ömrüm”, Aydabir, 4 (1 Kânûnıevvel 1935), s. 26-30. (O. S. O.)
________, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 122(9 Mayıs 1936), s. 16. (O. S.)
________, “Abdülhak Hâmid’e Mektup”, Uyanış, 2122/437(22 Nisan 1937), s. 347.
________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 9/215(17 Şubat 1938), s. 6-7. (O. S. O.).
________, “Yeni Şiirler!”, Akbaba, 10/249(13 Birinci Teşrin 1938), s. 6-7. (O.S.O.).
_______, “Son Şiirler!”, Akbaba, 10/256(1 Birinci Kânûn 1938), s. 6. (O. S. O).
________, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 316(8 Şubat 1940), s. 4. (Fiske).
________, “Yahya Kemal’in Son Şiiri”, Akbaba, 326(18 Nisan 1940), s. 4-6. (Fiske)
________, “Şiir Tenkidi”, Akbaba, 347(12 Eylül 1940), s. 5-6.
________, “Namık Kemal”, Akbaba, 362(26 Birinci Kânun 1940), s. 3.
________, “Münevverler ve Halk”, Çınaraltı, 20(20 Birinci Kânûn 1941), s. 3.
________, “Namık Kemal”, Çınaraltı, 21(27 Birinci Kânûn 1941), s. 3.
________, “Edebiyat Sohbeti”, Akbaba, 375(27 Mart 1941), s. 4-5.
________, “Hayal”, Çınaraltı, 9(4 Birinci Teşrin 1941), s. 3.
________, “Tarihten Bir Ders”, Çınaraltı, 10(11 Birinci Teşrin 1941), s. 3.
________, “Divan Edebiyatı”, Çınaraltı, 10(11 Birinci Teşrin 1941), s. 8-9.
________, “Halk Sanatkârı Naşit!”, Çınaraltı, 63(5 Birinci Kânûn 1942), s. 3.
________, “Şair Emin Bülent”, Çınaraltı, 64(12 Birinci Kânun 1942), s. 8-9, 15.
488
________, “Birkaç Satır”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânun 1942), s. 5.
________, “Namık Kemal”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânûn 1942), s. 8. (O. S. O.)
________, “Şair Mehmet Akif”, Çınaraltı, 66(26 Birinci Kânûn 1942), s. 7. (O .S.
O. ).
________, “Trabzon ve Havalisinde Toplanmış Folklor Mahsulleri”, Çınaraltı,
112(10 İkinci Kânun 1943), s. 6-7. (O. S. O.).
________, “Allah Cümlemize Rahatlık Versin”, Çınaraltı, 70(23 İkinci Kânûn
1943), s. 11. (O.S.O. )
________, “Aileye ve İffete Hücum”, Çınaraltı, 71(30 İkinci Kânun 1943), s. 10.
(O. S. O)
________, “Zevkimizi Düşürmek İçin”, Çınaraltı, 73(13 Şubat 1943), s. 11.
(O.S.O.)
________, “Şair Nedim”, Çınaraltı, 79(27 Mart 1943), s. 12, 18. (O. S. O.)
________, “Halk Sanatkârı Naşit”, Çınaraltı, 84(1 Mayıs 1943), s. 3.
________, “Ahmet Haşim”, Çınaraltı, 90(Haziran 1943), s. 3.
________, “Tevfik Fikret”, Çınaraltı, 98(7 Ağustos 1943), s. 9-11. (O. S. O.)
________, “Sahici Yeni Nesil- Zafer Arıkbağ”, Çınaraltı, 113(20 İkinci Teşrin
1943), s. 7, 14. (O. S. O.).
________, “Şiir Tenkidi”, Çınaraltı , 119(1 Son Kânûn 1944), s. 8-10. (O. S. O.).
________, “Birkaç Söz!”, Çınaraltı, 123(22 Son Kânun 1944), s. 11, 15.(O. S. O)
________, “Hece mi? Aruz mu?”, Çınaraltı, 123(29 Son Kânun 1944), s. 8. (O. S.
O.)
________, “Taklit Devri”, Çınaraltı, 136(29 Nisan 1944), s. 3.
________, “Haksız Bir Tezyif”, Çınaraltı, 139(20 Mayıs 1944), s. 11. (O. S. O.)
489
________, “Ferit Kam”, Çınaraltı, 141(10 Haziran 1944), s. 3.
________, “Hece mi, Aruz mu?”, Çınaraltı, 142(17 Haziran 1944), s. 7. (O. S. O.)
________, “Şiir Kitapları”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 3.
________, “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7. (O. S. O.)
________, “Deniz Bayramı”, Çınaraltı, 145(8 Temmuz 1944), s. 3.
________, “Şair ve Deniz”, Çınaraltı, 145(8 Temmuz 1944), s. 4. (O. S. O.)
________, “Anadolu”, Çınaraltı, 146(15 Temmuz 1944), s. 3.
________, “Yeni Bir Şiir Kitabı: Mozaik”, Çınaraltı, 2(2 Eylül 1944), s. 2, 4.
(O.S.O.)
________, “Hece mi Kolay, Aruz mu?”, Çınaraltı, 3(9 Eylül 1944), s. 3. (O. S. O.)
________, “Hece Vezninde Beğendiğimiz Şiirler”, Çınaraltı, 4(16 Eylül 1944), s. 2,
4. (O. S. O.)
________, “Bir Manzumeye Dair”, Çınaraltı, 121(15 Son Kânun 1944), s. 8-9. (O.
S. O.)
________, “Besim Atalay’a Cevap”, Yeni Çağ, 2 (9 Şubat 1946), s. 8.
________, “Şarklılık Zihniyeti”, Yeni Çağ, 8(23 Mart 1946), s. 3.
________, “Bay Nurettin Özdemir’e”, Yeni Çağ, 10(6 Nisan 1946), s. 7, 9.
________, “Sonra? Şair Celâl Sılay’ın Yeni Şiir Kitabı”, Yeni Çağ, 11/1 (13 Nisan
1946), s. 9. (O. S. O.).
________, “Besim Atalay’a”, Yeni Çağ, 11 (13 Nisan 1946), s.10.
________, “Cenab’ı Müdafaa”, Yeni Çağ, 12 (20 Nisan 1946), s. 6, 9-10. (O. S. O.)
________, “Mehmet Akif”, Yeni Çağ, 2(9 Şubat 1948), s. 7. (O. S. O.)
________, “Şiir Üzerinde Konuşma”, Hisar, 1 (16 Mart 1950), s. 4-5.
________, “Enis Behiç”, Zafer, 868(18 Ekim 1951), s. 2. (** imzasıyla).
490
________, “Sahte Şiir!”, Zafer, 2179(22 Ocak 1955), s. 2.
________, “Yeni Şiir!”, Zafer, 2188(31 Ocak 1955), s. 2.
________, “Yeni Şiir!”, Zafer, 2245(30 Mart 1955), s. 2.
________, “Yeni Şiirler ..”, Zafer, 2306(1 Haziran 1955), s. 2.
________, “Şiir Mükâfatı”, Zafer, 2422(28 Eylül 1955), s. 2
________, “Celâl Sahir!”, Zafer, 2254(22 Kasım 1955), s. 2.
________, “Şiir Saati!”, Zafer, 2662(19 Ocak 1957), s. 2.
________, “Hecenin Beş Şairi!”, Zafer, 2666(23 Ocak 1957), s. 2, 4.
________, “Kaybolan Şair”, Zafer, 2668(25 Ocak 1957), s. 2, 4.
________, “Çocuk Şiirleri”, Havadis, 688(15 Eylül 1958), s. 2.
________, “Aruz Öldü Mü?”, Havadis, 739(5 Kasım 1958), s. 2.
________, “Yahya Kemal İçin”, Varlık, 490(15 Kasım 1958), s. 4.
________, “Şiir Antolojisi”, Havadis, 801(6 Ocak 1959), s. 2
________, “Mehmet Emin Yurdakul”, Havadis, 881(16 Ocak 1959), s. 2.
________, “Şiir Bahçesi”, Havadis, 844(18 Şubat 1959), s. 2.
________, “Hüseyin Siyret”, Havadis, 856(2 Mart 1959), s. 2.
________, “Heyecan ve Sükûn”, Havadis, 937(24 Mayıs 1959), s. 2.
________, “Son Eseri”, S. H., 582(20 Mart 1962), s. 2.
________, “Eski Şiirin Rüzgârıyle”, S. H., (17 Kasım 1962), s. ?
________, “Bir Deliyle Akıllının Şiiri”, S. H., 895(30 Ocak 1963), s. 2.
________, “Bir Türk Musevi Şair!”, S. H., 905(9 Şubat 1963), s. 2.
________, “Nazım Hikmet”, S. H., 1013(6 Haziran 1963), s. 2.
________, “Remzi Baba!”, S. H., 1036(29 Haziran 1963), s. 2.
________, “Tevfik Fikret!”, S. H., 1089(21 Ağustos 1963), s. 2
491
________, “Rubâiler”, S. H., 1177(17 Kasım 1963), s. 2, (O. S. O.).
________, “Edebiyatımızda Gül ve Bülbül”, Aydabir, 23(Mayıs 1964), s. 6-7.
________, “Benim Adım”, S. H., 1825(15 Eylül 1965), s. 2.
________, “Ortaç”, S. H., (13 Mart 1967).
________, “Vatan Haini”, S. H., 2474(17 Temmuz 1967), s. 2.
________, “Faruk’tan”, S. H., 2475(18 Temmuz 1967), s. 2.
________, “Palavracılar…”, S. H., 2560(12 Ekim 1967), s. 2.
________, “Eski Şiirin Rüzgârıyle (s. 187-188)”, Yahya Kemal Enstitüsü
Mecmuası II, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, Baha
Matbaası, İstanbul, 1968, 216 s.
________, “Rubâiler (s. 192-193)”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası II, İstanbul
Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, Baha Matbaası, İstanbul, 1968,
216 s.
________, “Dil Elden Gidiyor!”, T. D., 201 (Haziran 1968), s. 282-283.
________, “Bozguncular...”, T. D., 201 (Haziran 1968), s. 285-286.
________, “Halit Fahri”, S. H., (25 Şubat 1971), s. 2.
________, “Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi’ni Niçin ve Nasıl Yazdım ?”, K. A. M., 1
(1 Ocak 1972), s. 37-43.
________, “Şair Bir Sanatkârdır”, K. A. M., 2 (1 Nisan 1972), s. 46-50.
________, “Şair Bir Sanatkârdır”, S. H., (29 Nisan 1972), s. 5.
________, “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3 (1 Temmuz 1972), s. 52-56.
________, “Dehşet Duydum”, K. A. M., 4(1 Ekim 1972), s. 22-24.
________, “İhtiyarlık”, K. A. M., 4 (1 Ekim 1972), s. 17-20.
492
________, “Orhan Seyfi Orhon’dan Seçmeler: Bugünkü Türkçe-Şiirde Sahtekârlık”,
K. A. M., 4 (Ekim 1973), s. 16-20.
ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında I”, Türk Yurdu, 117/1(1
Eylül 1332/14 Eylül 1916), s. 3151-3154/9-12. (Y. Z.)
________, “Finten”, Türk Yurdu, 120/4(12 Teşrinievvel 1332/26 Ekim 1916), s.
3196-3201/54-59.
________, “Aruz Ve Hece Vezinleri Hakkında II”, Türk Yurdu, 121/5(22
Teşrinievvl 1332/9 Kasım 1916), s. 3221-3224/79-80. (Y. Z.)
________, “Baykuş”, Türk Yurdu, 131/3(29 Mart 1333/1917), s. (3379-3383/3741). (Y.Z.)
________, “Hilâl’in Gölgesinde”, Türk Yurdu, 136/8(9 Haziran 1333/9 Haziran
1917), s. 3462-3464/120-122. (Y. Z.)
________, “İbdâî Edebiyat”, Servetifünun, 1368(22 Teşrinisani 1333/22 Kasım
1917), s. 251-254.
________, “Edebî Hafta”, SF, 1369(29 Teşrinisani 1333/29 Kasım 1917), s. 278279.
________, “Edebiyatımızda Aşk”, SF, 1371(13 Kânunievvel 1333/13 Aralık 1917),
s. 310-311, 314-315.
________, “Gizli Münasebetler”, SF, 1372(20 Kânunievvel 1333/20 Aralık 1917), s.
329-330.
________, “Millî Edebiyat ve Nazirecilik”, SF, 1373(27 Kânunievvel 1333/1917), s.
350-351.
________, “Millî Edebiyat ve Garibecûluk”, SF, 1374(3 Kânunisani 1333/1918), s.
371-374.
493
________, “Yine Garibecûluk”, SF, 1375(10 Kânunisani 1333/10 Ocak 1918), s.
383-386.
________, “Temaşa , Edebiyatta”, Temaşa, 12(30 Teşrinisani 1334/1918), s. 4-5.
________, “Siyaset ve Edebiyat”, Şair, 4(2 Kânunisani 1919), s. 49. (*** imzasıyla)
________,“Tornistan!..”, Şair, 7 (23 Kânûnisani 1919), s. 97-98. (Y. Z.)
________, “Aruzdan Heceye, Heceden Aruza!”, Şair, 8(30 Ocak 1919), s. 113.
________, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9 (6 Şubat 1919), s. 129-130.
________, “İflâs”, Şair, 10 (13 Şubat 1919), s. 145-146.
________, “Tehlike”, Şair, 11 (20 Şubat 1919), s. 161-162.
________, “Curcuna”, Şair, 12 (27 Şubat 1919), s. 177-178.
________, “Efendiler ve Köleler”, Şair, 13 (6 Mart 1919), s. 193-194.
________, “Mektubuma Dair Kardeşim Halit Fahri”, Şair, 14(13 Mart 1919), s. 205206.
________, “Çokluk ve Yokluk”, Şair, 15 (20 Mart 1919), s. 217.
________, “Beyaz Bayrak”, Şair-Nedim, 16(15 Mayıs 1335/1919), s. 245.
________, “Peri Kızile Çoban”, Büyük Mecmua, 13(16 Teşrinievvel 1919), s. 206207.
________, “Nazire Değil, Eser…”, SF, 1443(15 Kânunisani 1336/15 Ocak 1920), s.
146-147.
________, “Manzum Bir Eser Daha”, Temaşa, 19(1 Şubat 1336/1920), s. 12-13.
________, “San‘atkâr ve Halk”, SF, 1445(5 Şubat 1336/5 Şubat 1920), s. 166-167.
________, “İtiraf Karşısında”, SF, 1448(4 Mart 1336/4 Mart 1920), s. 214-215.
________, “Sahnede Vezin”, SF, 1451(21 Mart 1336/1920), s. 244-245.
________, “Sahnede Mahallî Renk”, SF, 1453(8 Nisan 1336/8 Nisan 1920), s. 268.
494
________, “Hançer”, Alemdar, 2825/525 (29 Mayıs 1336/1920), s. 3.
________, “Ceza Kanunu”, Alemdar, 2834/534 (7 Haziran 1336/1920), s. 3.
________, “Küçük Beyler”, Alemdar, 2838/538 (11 Haziran 1336/1920), s. 3.
________,“Darülbedayi ve Münekkidler”, Alemdar, 2845/545 (18 Haziran
1336/1920), s. 3.
________, “Baykuş”, Alemdar, 2846/546 (21 Haziran 1336/1920), s. 3.
________,“Yine Darülbedayi ve Münekkidler 2”, Alemdar, 2847/547 (22 Haziran
1336/1920), s. 3.
________, “Beşinci Kitap”, Alemdar, 2851/551(26 Haziran 1336/1920), s. 3.
________, “Bizde Temaşa Edebiyatı -1-”,
Alemdar (edebî nüsha), 2858/558(5
Temmuz 1336/1920), s. 3.
________, “Bizde Temaşa Edebiyatı-2”, Alemdar (edebî nüsha), 2868/568(13
Temmuz 1336/1920), s. 3.
________, “Zakkum”, Alemdar, 2888/588 (3 Ağustos 1336 /1920), s. 3.
________, “Edebiyat Musâhabeleri: Başlarken”, Alemdar, 2899/599(14 Ağustos
1336/1920), s. 3.
________, “Tevfik Fikret”, Alemdar, 2905/605 (21 Ağustos 1336/1920), s. 3.
________, “Mürûr-ı Zaman”, Alemdar (nüsha-i edebiyye), 2912/612, 612/3 (28
Ağustos 1336/1920), s. 1.
________, “Şairlerin Nükteleri”, Alemdar, 2912/612 (28 Ağustos 1336/1920), s. 3.
(Çimdik).
________, “Orhan Seyfi İle Konuştum”, Alemdar (kısm-ı edebî), 2933/633(18
Eylül 1336/ 18 Eylül 1920), s. 3.
________, “Çoban Çeşmesi” Güneş, 4 (15 Şubat 1927), s. 8.
495
________, “Ahmet Hikmet Hakkında İhtisaslar”, Güneş, 11(1 Haziran 1927), s. 9.
________, “On Beş Günde”, Meşale, 2(15 Temmuz 1928), s. 16.
________, “Kari Gözüyle”, Meşale, 7(1 Teşrinievvel 1928), s. 1.
________, “Bir Tenkide Cevab”, Hayat, 63 (9 Şubat1928) s. 217.
________, “Tevfik Fikret”, Cumhuriyet, 2977(20 Ağustos 1932), s. 3.
________, “Ölüm Şarkısı!”, Cumhuriyet, 2984(27 Ağustos 1932), s. 3.
________, “Türk-Yunan Edebiyatı”, Cumhuriyet, 3011(23 Eylül 1932), s. 3.
________, “Ahmet Rasim”, Cumhuriyet, 3013(25 Eyül 1932), s. 3.
________, “Kurultay Açılırken Halk Edebiyatı ve Divan Edebiyatı”, Cumhuriyet,
3014(26 Eylül 1932), s. 3.
________, “Mekteplerde Edebiyat Tarihi”, Cumhuriyet, 3019(1 Teşrinievvel 1932),
s. 3.
________ , “Yeni Türk Mecmuası”, Cumhuriyet, 3025(7 Teşrinievvel 1932), s. 3.
________, “Edebiyatımız ve Musikimiz”, Cumhuriyet, 3078(30 Teşrinisani 1932),
s. 3.
________, “Halk Şairleri ve Edebiyatımız”, Yeni Türk Mecmuası, 3(Birinci Kânun
1932), s. 194-198.
________, “Yeni Klişeler”, Cumhuriyet, 3043(25 Teşrinievvel 1932), s. 3.
________, “Ziya Gökalp”, Cumhuriyet, 3045(27 Teşrinievvel 1932), s. 3.
________, “Kadın Erkekleşince”, Cumhuriyet, 3111(2 Kânunisani 1933), s. 3.
________, “Türk ve Osmanlı”, Cumhuriyet, 312(13 Kânunisani 1933), s. 3.
________, “Aruzda Kolaylık”, Cumhuriyet, (17 Kânunisani 1933), s. 3.
________, “Taş Bebek”, Cumhuriyet, (18 Kânunisani 1933), s. 3.
________, “Bir Doktorumuza Cevap-3”, Cumhuriyet, 3142(4 Şubat 1933), s. 3.
496
________, “Ahmet Haşim’in Ölümü Münasebetile”, Yeni Türk Mecmuası,
10(Temmuz 1933), s. 862-866.
________, “Öz Şiir Meselesi”, Akbaba, 9(1 Mart 1934), s. 4.
________, “Unutulmuş Bir İhtifal”, Ayda Bir, 8(1 Nisan 1936), s. 8.
________, “Türk Edebiyatı Nasıl ve Niçin Bir Buhran Geçiriyor?”, Çınaraltı, 1(9
Ağustos 1941), s. 13.
________, “Gençlik ve Çınaraltı”, Çınaraltı, 5(6 Eylül 1941), s. 3.
________, “İki Sınır”, Çınaraltı, 11(18 Birinci Teşrin 1941), s. 3.
________, “Cyrano De Bergerac”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânun 1942), s. 6.
________, “Eminönü Halkevi Reisi Yavuz Abadan’a Cevap”, Çınaraltı, 22(3 İkinci
Kânun 1942), s. 5-7.
________, “Biz Türküz! Türkçüyüz!”, Çınaraltı, 46(8 Ağustos 1942), s. 3.
________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 1(9 Mart 1944), s. 6.
________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2(16 Mart 1944), s. 6.
________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 3(23 Mart 1944), s. 6.
________, “Yanlış Yol”, Akbaba, 9(4 Mayıs 1944), s. 6.
________, “Fatih Divanı”, Akbaba, 13(1 Haziran 1944), s. 4-5.
________, “Ahmet Haşim”, Akbaba, 15(15 Haziran 1944), s. 4.
________, “Şiirde Ham Madde”, Akbaba, 16(22 Haziran 1944), s. 4. (Y. Z. O.).
________, “Vazgeçemediğim”, Akbaba, 52(Mart 1945), s. 2. (Çimdik)
________, “Bir Yeni Şair”, Yeni Çağ, 1 (2 Şubat 1946), s. 9.
________, “Her Şeyin Üstünde”, Çınaraltı, 1(17 Mart 1948), s. 3.
________, “Vezin ve Kafiye”, Çınaraltı, 2(24 Mart 1948), s. 7. (Y. Z.O.)
________, “Abdülhak Hamit’e Dair İlk ve Son”, Çınaraltı, 5(14 Nisan 1948), s. 9.
497
________, “Üç Dil”, Çınaraltı, 5(14 Nisan 1948), s. 3.
________, “Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı, 8(5 Mayıs 1948), s. 4, 10.
________, “Gençliğe Davet”, Aydabir, 1(Temmuz 1952), s. 8.
________, “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup”, Akbaba, 34(6 Kasım 1952), s. 3.
________, “Edebiyatımızda Gül ve Bülbül”, Aydabir, 23(Mayıs 1954), s. 6-7.
________, “Aşkımızın Son Çarşambası”, Akbaba, 195(8 Aralık 1955), s. 4. (Y. Z.
O.).
________, “Çektiklerimiz”, Akbaba, 10/253(17 Ocak 1957), s. 6.
________, “Enis Behiç”, Akbaba, 16/395(8 Ekim 1959), s. 4-5.
________, “Şiirimizde 7 Gün”, Akbaba, 11(12 Mart 1964), s. 6-7.
Osman Nebi, “Büyük Üstat Orhan Seyfi’ye Mektup”, Yücel, 15(Mayıs 1936), s. 9395.
OY, Aydın, “Edebiyatımızda Çoban Sembolü”, Hisar, 133(Ocak 1975), s. 28-29.
OZANSOY, Gavsi, “Büyük Anketimiz: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Aydabir, 29(Kasım
1954), s. 11.
________, “Edebiyatımızda Dünküler mi Bugünküler mi Daha Kuvvetli?: Faruk
Nafiz”, Tercüman, 399(18 Kasım 1962), s. 1, 5.
________, “Edebiyatımızda Dünküler mi Bugünküler mi Daha Kuvvetli? Orhan
Seyfi Orhon”, Tercüman, (4 Aralık 1967), s. 1, 5.
________,“Beş Kuşak Konuşuyor”, Haber, (17 Şubat 1967)
OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Gazâl-ı Meczûb”, Rübab, 29(26 Temmuz 1328), s.
325-330.
________, “Edebiyat ve Bizdeki Mevkii”, Alemdar, 128/61(19 Ağustos 1328/ 1
Eylül 1912), s. 3.
498
________, “Edebiyat Mes‘elesi”, Alemdar, 198/308(4 Mart 1329/17 Mart 1913), s.
2.
________, “Şairlik Gururu”, Yeni Mecmua, 26(3 Kânûnisâni 1917), s. 503-505.
________, “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 139(19 Temmuz
1333/ 19 Temmuz 1917),.
________, “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 140/12(2 Ağustos
1333/ 2 Ağustos 1917), s. 3528-3529/186-187.
________, “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 142(30 Ağustos
1333/ 30 Ağustos 1917),.
________, “Şairde Haset”, Yeni Mecmua, 22(6 Kânunievvel 1917), s. 424-426.
________, “Yine Vezin Meselesi 1”, Yeni Mecmua, 57(15 Ağustos 1918), s. 93-94.
________, “Yine Vezin Meselesi 2”, Yeni Mecmua, 58(22 Ağustos 1918), s. 115116. (113-115 mi)
________, “Yine Vezin Meselesi 3”, Yeni Mecmua, 59(29 Ağustos 1918), s. 124126.
________, “Şiire Karışmayın”, Şair- Nedim, 2(23 Kânûnisâni 1919), s. 17-18.
________, “Zavallı Sanat!”, Şair- Nedim, 9(13 Mart 1919), s. 129-131.
________, “İstanbul ve Anadolu”, Nedim, 10 (27 Mart 1919).
________, “Dünkü, Bugünkü Edebiyat”, Alemdar, 1587/187(29 Eylül 1335/ 29
Eylül 1919), s. 2.
________, “Aruz Şairleri”, Alemdar, 2648/348 (29 Teşrinisânî 1335/1919), s. 3.
________, “Açık Mektup”, Alemdar, 2659/359(10 Kânunievvel 1335/ 1919), s. 3.
________, “Hece Şairleri”, Alemdar, 2662/362 (13 Kânûnievvel 1335/1919), s. 2.
499
________,“Şiir Lisanımız”, Peyâm-i Sabah, (edebî nüsha), 19/62(18 Kânunievvel
1335), s. 2.
________, “Memleket Hikâyeleri”, Peyâm-i Edebî, 20/63(25 Kânunievvel 1335), s.
3.
________, “Millî Şiir, Millî Şair”, Alemdar, 2679/379(30 Kânunievvel 1335/ 30
Kânunievvel 1919), s. 3.
________, “Pastişin Edebiyattaki Mevkii”, Peyâm-ı Sabâh, (edebî nüsha), 22(8
Kânunisani 1336/ 1920), s. 2.
________, “Millî Zevke Doğru!”, Peyâm-i Sabah, (edebî nüsha), 24(22 Kânunisani
1336/ 1920), s. 2-3.
________, “Rustâî Şiirler”, SF, 1450(18 Mart 1336/1920), s. 232-233.
________, “Edebiyat Gürültüleri” , Ümit, 9(9 Eylül 336),s. 7.
________, “Refik Halit Bey”, Ümit, 13(4 Teşrinisani 336), s. 5-7.
________, “Tahsin Nahit,”, Ümit, 10(16 Kânunievvel 336), s. 6-8.
________, “Gençlikte Şiir Heyecanları”, Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1(Eylül
1339/1923), s. 15-16.
________, “Millî Edebiyat Münakaşaları”, SF, 1540/66(18 Şubat 1926), s. 215. (***
imzasıyla)
________, “Tevfik Fikret”, SF, 1567/93(26 Ağustos 1926), s. 235. (*** imzasıyla).
________, “İlim ve Edebiyat”, SF, 1574/100(14 Teşrinievvel 1926), s. 343.
________, “Ziya Gökalp”, SF, 1576/102(28 Teşrinievvel 1926),
________, “Genç İstidâdlar Karşısında Umumî Birkaç Mülâhaza”, SF, 1600/126(14
Nisan 1927), s. 343.
________, “Hulyanın Ölümü”, SF , 1624/150(29 Eylül 1927), s. 306-307.
500
________, “Bir İzah”, SF, 1629/155( 2 Teşrinisani 1927), s. 398.
________, “Yedi Meşale”, SF,1654/180( 26 Nisan 1928), s. 378-379.
________, “Yanardağ”, SF, 1666/192(19 Temmuz 1928), s. 147.
________, “Güzel San‘atlar Birliği’nde Edebiyat Şubesi”, Uyanış, 1715/30(13
Haziran 1929), s. 472.
________, “Güzel San‘atlar Birliği Edebiyat Şubesinde Buhran ve Bunun Hakikî
Sebebi”, Uyanış, 1716/31(27 Haziran 1929), s. 485.
________, “Fikir ve Sanat Âleminden Haberler: Tevfik Fikret”, Uyanış, 1723/38(22
Ağustos 1929), s. 613.
________, “Yeni Yazılar Etrafında”, Uyanış, 1723/38(22 Ağustos 1929), s. 613.
________, “Edebî ve Ebedî Bir Dava”, Uyanış, 1724/39(29 Ağustos 1929), s. 633.
________, “Hakkı Tahsin- Eseri ve Hatırası”, Uyanış, 1725/40(5 Eylül 1929), s. 649.
________, “Darülbedayi’de “Tersine Akan Nehir””, Uyanış, 1747/62(6 Şubat 1930),
s. 151.
________, “Şairlere Karşı Ebedî Terane”, Uyanış, 1768/83(3 Temmuz 1930), s. 70.
________, “Deniz Sarhoşları”, Uyanış, 1773/88(7 Ağustos 1930), s. 150- 151.
________, “Marazî Edebiyat”, SF-Uyanış, 1776/91(28 Ağustos 1930), s. 198.
________, “Ankara’da Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi –V-”, Uyanış,
1781/96(2 Teşrinievvel 1930), s. 278-279, 288.
________, “Genç Edebî Grubun Yıldönümü”, SF, 1810/135(2 Temmuz 1931), s. 6667.
________, “İki Hanım Kitabı- Yakut Kayalar- Tul Daireleri”, SF, 1823/138(23
Temmuz 1931), s. 114-115.
501
________, “Dada Sayfasi Münasebetile”, SF, 1828/143(27 Ağustos 1931), s. 194195.
________, “Dil Kurultayına Doğru Güzel Türkçe Seferberliği”, SF, 1885/200(29
Eylül 1932), s. 278-279.
________, “Şişli Türkçesi”, SF, 1910/225(23 Mart 1933), s. 266.
________, “Ahmet Haşim’i Son Görüşüm”, SF, 1922/37(15 Haziran 1933), s. 34.
________, “Ahmet Haşim’in Hayatı”, Yeni Türk Mecmuası, 10(Temmuz 1933), s.
873-875.
________, “Bahar Hastalığı”, SF, 1928/243(27 Temmuz 1933), s. 130-131.
________, “Okunur Edebiyat İstiyoruz”, SF, 1931/246(17 Ağustos 1933), s. 178179.
________, “Aruz Hece Meselesi”, Varlık, 6(1 Birinci Teşrin 1933), s. 82.
________, “Kâzım Nami Bey, Biraz İnsaf!”, Varlık, 6(1 Birinci Teşrin 1933), s. 9293.
________, “Destan Devri, Destan Edebiyatı”, SF, 1939/254(12 Teşrinievvel 1933),
s. 306.
________, “On Yılın Destanı”, SF, 1947/262(14 Birinci Kânun 1933), s. 34, 39
________, “Gündelik Edebiyat”, SF, 1952/267(18 İkinci Kânun 1934), s. 115.
________, “Edebiyatımız Nasıldı? Nasıldır? Nasıl Olmalıdır?”, SF, 1982/297(16
Ağustos 1934), s. 178-179, 182-183.
________, “İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk”, SF, 1990/305(11 Birinci
Teşrin 1934), s. 312-315.
________, “Açık Türkçe’ye Çevirmeler”, Uyanış, 2010/325( 28 Şubat 1935), s. 210.
502
________, “Ortaokul ve Liselerimizde Türkçe ve Edebiyat Programlarımız Nasıl
Olmalı?”, Uyanış, 2032/347(1 Ağustos 1935), s. 146-147.
________, “Ölüp De Dirildikten Sonra”, Uyanış, 2041/356(3 İlk Teşrin 1935), s.
290-291.
________, “Ahmed Hikmet’in Betkeleri”, Uyanış, 2044/359(24 İlk Teşrin 1935), s.
338-339.
________, “Yeryüzü, Gökyüzü”, Uyanış, 2047/362(14 İkinci Teşrin 1935), s. 386387.
________, “Celâl Sahir Artık Yok…”, Uyanış, 2048/363(21 İkinci Teşrin 1935), s.
402.
________, “Yılbaşına Girerken…”, Uyanış, 2054/369(2 İkinci Kanun 1936), s. 82.
________, “Eşi Görülmemiş Bir Antoloji”, Uyanış, 2061/376(20 Şubat 1936), s.
194-195.
________, “Aruzun Kifayetsizliği”, Uyanış, 2062/377(27 Şubat 1936), s. 210.
________, “Antoloji Münasebetile Birkaç Söz Daha”, Uyanış, 2063/378(5 Mart
1936), s. 227, 235.
________, “Gene Bir İntihal Meselesi”, Uyanış, 2063/378(5 Mart 1936), s. 231.
________, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager!”, Uyanış, 2066/381(26 Mart 1936), s.
274-275.
________, “Edebiyat Kavgaları Etrafında Acı Düşünceler”, Uyanış, 2068/383(9
Nisan 1936), s. 306-307.
________, “ “Sergüzeşt” i Okurken”, Uyanış, 2072/387(7 Mayıs 1936), s. 371.
________, “Mehmet Akif”, SF, 2106/421(31 İlk Kânun 1936), s. 82.
________, “Şiir Aleyhtarı Şair”, Uyanış, 2109/424(21 Kânunisani 1937), s. ?
503
________, “Divan Edebiyatı Hakkında”, Uyanış, 2109/424(21 Son kânun 1937), s.
139.
________, “Şiirimizin Acıklı Hâli”, S. P., 2334(29 İkinci Kânun 1937), s. 6.
________, “Yerlerinde Sayanlar-1-”, S. P., 2347(11 Şubat 1937), s. 6.
________, “Yerlerinde Sayanlar-2-”, S. P., 2349(13 Şubat 1937), s. 8.
________, “Edebiyat Şakşakçıları”, S. P., 2356(20 Şubat 1937), s. 8.
________, “Zevk ve Fikir Terbiyesi”, SF, 2117/432(18 Mart 1937), s. 258.
________, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2381(20 Mart 1937), s. 9.
________, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2388(27 Mart 1937), s. 7-8.
________, “Hamit Neden Büyüktür?”, S. P., 2407(15 Nisan 1937), s. 6.
________, “Ölüm ve Şair”, S. P., 2412(20 Nisan 1937), s. 7.
________, “Hamit Neden Büyüktür?”, Uyanış, 2122/437(22 Nisan 1937), s. 341.
________, “Yahya Kemal Haklıdır”, S. P., 2451(29 Mayıs 1937), s. 9.
________, “Halk Roman ve Hikâyeleri”, S. P.,2465(12 Haziran 1937), s. 6.
________, “Göl ve Deniz Edebiyatı”, S. P., 2486(3 Temmuz 1937), s. 6.
________, “Roman Nasıl Yazılır?”, S. P., 2508(25 Temmuz 1937), s. 6.
________, “Müstehcen Nedir?”, S. P., 2543(29 Ağustos 1937), s. 6.
________, “Gizlenen San‘atkârlar”, S. P., 2552(7 Eylül 1937), s. 6.
________,“Edebiyatta Tecessüsün Yeri Var mı?”, S. P., 2643(9 Kânunıevvel 1937).
________, “Yılbaşı”, Uyanış, 2158/473(30 Birinci Kanun 1937), s. 83.
________, “San‘at Eserlerinde Mahallî Renk Nedir?”, S. P., 2809(27 Mayıs 1938),
s. 7, 10.
________, “Şiir Telâkkileri”, S. P., 2845(2 Temmuz 1938), s. 9-10.
504
________, “İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, S. P., 2874(31 Temmuz
1938), s. 9.
________, “Edebiyatçının Yaşı”, S. P., 2881(7 Ağustos 1938), s. 7.
________, “Salsburg Musikî ve Tiyatro Haftası”, SF-Uyanış, 2191/506(18 Ağustos
1938), s. 200-202.
________, “Abdülhak Hamit’i Kızdıran Şiir”, Uyanış, 2193/508(1 Eylül 1938), s.
29-230.
________, “Millî Edebiyat Sadece Mevzuda Mahallîlik midir?”, S. P., 2915(10 Eylül
1938), s. 7, 14.
________, “Bedbinlik Değil.. Yalnız Sanatta Titizlik”, SF, 2195/510(15 Eylül 1938),
s. 258.
________, “Natür Seven Üstadıma İkinci Cevabım!”, Uyanış, 2196/511(22 Eylül
1938), s. 279.
________, “ Uyanış “Servetifünun” 48 Yaşında”, Uyanış, 2198/513(6 Birinci Teşrin
1938), s. 307.
________, “Rüzgâr”, S. P., 2942(7 Birinci Teşrin 1938), s. 8, 13.
________, “İnkılâp Edebiyatı”, S. P., 2955(20 Birinci Teşrin 1938), s. 7.
________, “15 Yılda Türk Edebiyatı”, S. P., 2964(29 Birinci Teşrin 1938), s. 13.
________, “Atatürk’ün Milli Edebiyat Hakkındaki Düşünceleri”, S. P., 2996(2
Birinci Kânun 1938), s. 7.
________, “Recaizade Ekrem”, S. P., 3056(3 Şubat 1939), s. 9.
________, “Şiiri Bulamayan Nesiller”, S. P., 3077(24 Şubat 1939), s. 8.
________, “Zevksizlik”, S. P., 3085(4 Mart 1939), s. 8, 12.
________, “Ağaç ve Orman Antolojisi”, S. P., 3091(10 Mart 1939), s. 8, 10.
505
________, “Edebiyat, Devrini Aksettirir Mi?”, S. P., 3111(30 Mart 1939), s. 9.
________, “Tuna Edebiyatı”, S. P., 3118(6 Nisan 1939), s. 8, 10.
________, “Ankara ve Neşriyat Kongresi”, Uyanış, 2229/544(11 Mayıs 1939), s.
387.
________, “Tercüme Davası Etrafında Bazı Düşünceler ve Hatıratlar”, S. P.,
3162(20 Mayıs 1939), s. 6.
________, “Tercüme Deyip De Geçmeyelim”, S. P., 3167(25 Mayıs 1939), s. 8, 10.
________, “Edebiyat mı? Resim mi?”, S. P., 3178(5 Haziran 1939), s. 9.
________, “Florinalı Nazım”, Uyanış, 2233/548(8 Haziran 1939), s. 35.
________, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanın Farkları”, S. P., 3189(16
Haziran 1939), s. 7.
________, “Eser ve Mevzu”, S. P., 3195(22 Haziran 1939), s. 7
________, “Tahsin Nahit”, S. P., 3202(29 Haziran 1939), s. 7.
________, “Edebî Eserde Tez Meselesi”, S. P., 3205(2 Temmuz 1939), s. 6.
________, “Şairin Nesri”, S. P., 3224(21 Temmuz 1939), s. 9.
________, “Millî Edebiyatımızı Batırmak Doğru mu?”, S. P., 3245(11 Ağustos
1939), s. 9.
________, “Hayır, Millî Edebiyat Bizde Henüz Doğmadı”, S. P., 3257(23 Ağustos
1939), s. 7, 13.
________, “Millî Edebiyat Davası”, S. P., 3266(1 Eylül 1939), s. 6.
________, “Freud ve Edebiyat”, SF-Uyanış, 2249/564(28 Eylül 1939).
________, “Freud’un Ölümü ve Edebiyat Dünyası”, S. P., 3295(30 Eylül 1939), s. 5.
________, “Peki O Halde Neyi Münakaşa Ediyoruz?”, S. P., 3304(9 Birinci Teşrin
1939), s. 5.
506
________, “Fikret’in Hatırasına Hürmet Edelim!”, S. P., 3308(13 Birinci Teşrin
1939), s. 5.
________, “Harp Karşısında Bir Düşünce”, Uyanış, 2252/567(19 Birinci Teşrin
1939), s. 319.
________, “Harp Psikolojisi İçinde Sanatın Rolü”, S. P., 3315(20 Birinci Teşrin
1939), s. 7.
________, “Ziya Gökalp”, S. P., 3322(27 Birinci Teşrin 1939), s. 5.
________, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343.
________, “İki Şair ve Yeni Şiirleri”, S. P., 3329(3 İkinci Teşrin 1939), s. 6, 11.
________, “Aruz ve Hece Vezinlerine Dair”, S. P., 3339(15 Teşrinisani 1939), s. 7.
________, “Şairlik, Şairânelik ve Şiirde Âlimânelik”, S. P., 3349(25 Teşrinisani
1939), s. 7.
________, “Yenileşen Halk Masalları- Servetifünun Gençleşiyor!- Afrodit”, S. P.,
3357(3 Birinci Kânun 1939), s. 7, 11.
________, “Şiirde Egzotizme Doğru Gidiş”, S. P., 3363(9 Kânunievvel 1939), s. 6.
________, “Yalnız Söz Söyleme San‘atı Değil, İnşad San‘atı da Lâzımdır!”, S. P.,
3370(16 Birinci Kânun 1939), s. 6.
________, “Folklor ve Edebiyat”, S. P., 3377(23 Birinci Kânun 1939), s. 6, 8.
________, “Bir Mecmua Nasıl Çıkar?”, S. P., 3384(30 Birinci Kânun 1939), s. 6, 10.
________, “Necip Fazıl ve Eserleri”, S. P., 3397(12 İkinci Kânun 1940), s. 6, 10.
________, “Şiirle Romanın Farkları”, S. P., 3397(12 İkinci Kânun 1940), s. 6, 10.
________, “Hesap Veriyorum”, S. P., 3401(16 İkinci Kânun 1940), s. 7, 10.
________, “Mehmet Akif”, S. P., 3391(26 İkinci Kânun 1940), s. 7, 11.
________, “Yenileşen San‘atkâr”, S. P., 3415(2 Şubat 1940), s. 6.
507
________, (Genç-İhtiyar) Meselesinde “Horoz Öttü, Dava Bitti!””, S. P., 3443(1
Mart 1940), s. 6.
________, “Yahya Kemal’in Son Şiirleri”, S. P., 3450(8 Mart 1940), s. 6, 9.
________, “ “Sekti Melih” Mütehassısı (Vâ-Nû) ya Bir Cevap”, S. P., 3455(13 Mart
1940), s. 7.
________, “Yeni Şairlerimizin Güzel Eserleri”, S. P., 3499(26 Nisan 1940), s. 6, 11.
________, “Millî Mücadele Destanı”, S. P., 3513(10 Mayıs 1940), s. 7.
________, “Bir Genç Şairin Hiddeti”, S. P., 3519(16 Mayıs 1940), s. 6, 9.
________, “Son Neşredilen Üç Eser”, S. P., 3626(31 Ağustos 1940), s. 2, 8.
________, “Eski Şairler, Zevksizlik ve Bir Kitap Hikâyesi”, S. P., 3645(19 Eylül
1940), s. 5.
________, “Namık Kemal”, S. P., 3736(21 Birinci Kânun 1940), s. 2.
________, “Namık Kemal”, SF-Uyanış, 2314(26 Birinci Kânun 1940), s. 64.
________, “Divan Şiirine Rütbe Tevcihi mi?”, S. P., 3749 (3 İkinci Kânun 1941), s.
7.
________, “Sanat Âleminde Görülen Acayiplikler I”, S. P., 3794(20 Şubat 1941), s.
7.
________, “Yeni Eserler, Yeni Bir Şiir Kitabı: Açıl Kilidim Açıl”, S. P., 3800(26
Şubat 1941), s. 6.
________, “Dada Nedir?”, S. P., 3816(16 Mart 1941), s. 8.
________, “Servet-i Fünun Edebiyatı ve Bir Haksızlık”, S. P., 3820(20 Mart 1941),
s. 2, 4.
________, “Orhan Seyfi’nin Yeni ve Güzel Bir Eseri: “O Beyaz Bir Kuştu””, S. P.,
3829(29 Mart 1941), s. 2, 6.
508
________,““Binnaz”ın Tekrar Tab‘ı Münasebetiyle”, S. P., 3836(5 Nisan 1941), s.
2, 7.
________, “Bugünün Şiiri Nasıl Olmalı?”, S. P., 3854(23 Nisan 1941), s. 7.
________, “Şiiri Nasıl Sevdim ve Nasıl Şair Oldum?”, S. P., 2857(26 Nisan 1941), s.
2, 6.
________, “Divanları Karıştırırken”, S. P., 3862(1 Mayıs 1941), s. 2, 6.
________, “Ölü Kelimeleri Hortlatmayalım!”, S. P., 3881(20 Mayıs 1941), s. 2, 4.
________, “Aruzu Bilmenin Faydaları”, S. P., 3901(9 Haziran 1941), s. 2, 4.
________, “Ahmet Haşim”, SF-Uyanış, 2338(12 Haziran 1941), s. 40.
________, “Fuzuli ve Aşk”, S. P., 3906(14 Haziran 1941), s. 2.
________, “Yakup Kadri’nin Haşim Hakkında Yanlış Bir Görüşü”, S. P., 3910(18
Haziran 1941), s. 2.
________, “Yeni Nesillere Millî ve Dinamik Bir Edebiyatın Lüzumunu Anlatmaya
Mecburuz”, S. P., 3923(1 Temmuz 1941), s. 2.
________, “Vâ-Nû Yine Öttü!”, S. P., 3927(5 Temmuz 1941), s. 2, 5.
________, “Bir Gece Toplantısı ve “Hicret” Şiiri”, S. P., 3987(5 Eylül 1941), s. 3/1,
4/1.
________, “İki Makaleye Dair İki Küçük Not”, S. P., 4010(18 Eylül 1941), s. 3/1.
________, “Yürekten Zehirler (Rubailer)”, S. P., 4010(28 Eylül 1941), s. 4/2.
________, “Yeni Hayat”, S. P., 4136(11 Şubat 1942), s. 3/1-3/2.
________, “Edebiyat Hevesi”, S. P., 4142(17 Şubat 1942), s. 3/1.
________, “Ömer Seyfettin”, S. P., 4161(8 Mart 1942), s. 3/1-3/2.
________, “Ömer Seyfettin”, SF- Uyanış, 2377/91(12 Mart 1942), s. 195.
________, “İki Şiir ve İki Nesil”, S. P., 4188(4 Nisan 1942), s. 3/1, 4/1.
509
________, “Zavallı Leylâ!”, S. P., 4199(15 Nisan 1942), s. 3/1-3/2.
________, “Şiir ve Şair Hakkında, I-II-III-IV-V-VI-VII”, S. P., 4242 (28 Mayıs
1942), s. 3/1, 4/1.
________, “Birkaç Şiirim Etrafında Tahlil Denemesi”, S. P., 4248(3 Haziran 1942),
s. 3/1, 4/2.
________, “Lûtfiye-i Vehbî’yi Karıştırırken”, S. P., 4256(11 Haziran 1942), s. 3/1,
4/2.
________, “Selâhattin Enis İçin”, SF- Uyanış, 2391(18 Haziran 1942), s. 52, 59.
________, “Şiirin ve Şairin Hali”, S. P., 4277(5 Temmuz 1942), s. 3/1.
________, “Ahmet Mithat Efendi’den Beri Hiçbir Şey Değişmedi mi?”, S. P.,
4287(15 Temmuz 1942), s. 3/1, 4/2.
________, “Çift Tercümeler”, S. P., 4289(17 Temmuz 1942), s. 3/1.
________, “Nasreddin Hoca Son Zaman!”, S. P., 4289(17 Temmuz 1942), s. 3/1.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim?1 ”, SF, 2397/712(30 Temmuz 1942), s. 122,
125.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 2”, SF, 2398/713(6 Ağustos 1942), s. 139,
143.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 3”, SF-Uyanış, 2399/714(13 Ağustos 1942),
s. 152.
________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, S. P., 4318(15 Ağustos 1942), s. 3/1, 4/1.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 4”, SF-Uyanış, 2400/715(20 Ağustos 1942),
s. 166.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 5”, SF-Uyanış, 2401/716(27 Ağustos 1942),
s. 177.
510
________, “Anadolu ve Genç Şairler”, S. P., 4336(2 Eylül 1942), s. 3/1, 6.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 6”, SF-Uyanış, 2403/718(10 Eylül 1942), s.
198.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 7”, SF-Uyanış, 2405(24 Eylül 1942), s. 224.
________, “Türk Dili Bayramı”, SF-Uyanış, 2406(1 Birinci Teşrin 1942), s. 229.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 8”, SF-Uyanış, 2406(1 Birinci Teşrin 1942),
s. 237.
________, “Fazıl Ahmet’in Gazası”, S. P., 4370(6 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1, 4/2.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 9”, SF-Uyanış, 2407/722(8 Birinci Teşrin
1942), s. 249.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 10”, SF-Uyanış, 2408/723(15 Birinci Teşrin
1942), s. 261.
________, “Bir Şiirin Macerası”, S. P., 4378(16 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1, 6.
________, “Divan Edebiyatı ve Gençlik”, S. P., 4383(21 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1,
4/1.
________, “Acayip Bir Edebiyat Kitabı”, S. P., 4388(26 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 11”, SF-Uyanış, 2410/725(29 Birinci Teşrin
1942), s. 287.
________, “Edebiyatta Hakikat ve Hakikatin Benzerleri”, S. P., 4396(3 İkinci Teşrin
1942), s. 3/1, 4/2.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 12”, SF, 2412/727(12 İkinci Teşrin 1942), s.
310.
________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 13”, SF-Uyanış, 2414(26 İkinci Teşrin
1942), s. 22-23.
511
________, “Acıklı Bir Panorama”, S. P., 4419(26 İkinci Teşrin 1942), s. 4.
________, “Emin Bülent’e Dair”, SF-Uyanış, 2417(17 Birinci Kânun 1942), s. 51,
59.
________, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441(21 Birinci Kânun 1942), s. 4.
________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4479(28 İkinci Kanun 1943), s. 4, 8.
________, “Yeni Şiir Mecmuaları III”, S. P., 4491(9 Şubat 1943), s. 5, 7.
________, “Beşik”, S. P., 4495(13 Şubat 1943), s. 4.
________, “Yurt Edebiyatı”, S. P., 4509(27 Şubat 1943), s. 5.
________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4530(20 Mart 1943), s. 5.
________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4537(27 Mart 1943), s. 4.
________, “Hep ve Yalnız Medholunmak İsteyen Gençlere Dair…”, S. P., 4540(30
Mart 1943), s. 4, 6.
________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4572(1 Mayıs 1943), s. 5.
________, “Edebiyat Aşkına Barışı Sevmeyenler”, S. P., 4577(6 Mayıs 1943), s. 4.
________, “En Eski Destan”, S. P., 4596(25 Mayıs 1943), s. 4.
________, “Bugünün Şairi Nasıl Yazmalıdır?”, S. P., 4607(5 Haziran 1943), s. 4.
________, “Nasyonalist Edebiyat ve Ankara Şairleri”, S. P., 4625(23 Haziran 1943),
s. 5.
________, “Yeni Ankara Şairleri”, S. P., 4635(3 Temmuz 1943), s. 5-6.
________, “Sanatseverlik”, S. P., 4640(8 Temmuz 1943), s. 4.
________, “Şiir ve Şair Hakkında –I- Lugâz”, S. P., 4746(24 Birinci Teşrin 1943), s.
4.
________, “Yirmi Yılda Türk Edebiyatı”, S. P., 4752(30 Birinci Teşrin 1943), s. 4.
________, “İzahlı Halk Şiiri Antolojisi”, S. P., 4759(6 İkinci Teşrin 1943), s. 4, 7.
512
________, “Sabah Kuşları- Şükûfe Nihal’in Şiirleri”, S. P., 4798(18 Birinci Kânun
1943), s. 4, 7.
________, “Üç Yeni Eser: Divan Edebiyatı- Kızılçullu Yolu- Teselli”, S. P., 4833(22
İkinci Kânun 1944), s. 4, 7.
________, “Sebil ve Güvercinler”, Barış Dünyası, 3(18 Şubat 1944), s. 16.
________, “Millî Edebiyatın Manası”, Barış Dünyası, 3(18 Şubat 1944), s. 16-17.
________, ‘Çok Mühim Bir Eser: Tanıklar İle Tarama Sözlüğü”, Barış Dünyası, 5(3
Mart 1944), s. 15.
________, “Vezinli ve Kafiyeli Ama…”, Barış Dünyası, 5(3 Mart 1944), s. 15.
________, “Nesre Çevrilen Hüsün ve Aşk”, Barış Dünyası, 6(10 Mart 1944), s. 12.
________, “Van Efsaneleri”, Barış Dünyası, 6(10 Mart 1944), s. 12-13.
________,“Yeni Neşredilen İki Eser-Şarkılı Kahve”, S. P., 4882(11 Mart 1944), s. 4.
________, “Edebiyat ve Sanat Âleminde Haftanın Akisleri”, Barış Dünyası, 8(24
Mart 1944), s. 15-16.
________, “Güzel Bir Şiir”, Barış Dünyası, 7(17 Mart 1944), s. 15.
________, “Şiirde Musiki, Ve Tanrı Şairleri” Barış Dünyası, 7(17 Mart 1944), s. 15.
________, “48 Şair”, S. P., 4903(1 Nisan 1944), s. 4, 6.
________, “ “Mai Siyah” Kahraman Ahmet Cemil’le Konuştum”, Barış Dünyası,
10(7 Nisan 1944), s. 13.
________, “Millî Edebiyat ve Köy Şiiri Davası”, S. P., 4910(8 Nisan 1944), s. 4, 7.
________, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan
1944), s. 15.
________, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar Altında Doğar?”, Barış Dünyası, 12(21 Nisan
1944), s. 15.
513
________, “Makber-Abdülhak Hamid”, S. P., 4938(6 Mayıs 1944), s. 4, 7.
________, “Ölmeyen Şiir : Makber”, Barış Dünyası, 15(12 Mayıs 1944), s. 14-15.
________, “Tercüme Şiir ve Çocuk”, S. P., 4945(13 Mayıs 1944), s. 4, 6.
________, “Yeni Şairlerin Hünerleri”, S. P., 4959(27 Mayıs 1944), s. 4.
________, “Can Sıkıntısı ve Bir Şiir Kitabının Düşündürdükleri”, Barış Dünyası,
19(9 Haziran 1944), s.15.
________, “Küçük Bir Teselli”, Barış Dünyası, 20(16 Haziran 1944), s. 15.
________, “Boğaziçi Şiirleri”, S. P., 4987(24 Haziran 1944), s. 4, 6.
________, “Dil İcat Edilmez San’atkârların Kaleminde İşlenir”, S. P., 5008(15
Temmuz 1944), s. 4, 6.
________, “Aruz Dedikoduları, I-II-III-IV-V-VI”, S. P., 5015(22 Temmuz 1944), s.
4, 6.
________, “Gene Ayşe”, S. P., 5050(26 Ağustos 1944), s. 6.
________, “Su ve Martı”, S. P., 5050(26 Ağustos 1944), s. 4, 6.
________, “Bir Japon Şiiri- Usul Hakkında Nutuk- Hayal ve Hakikat”, S. P., 5064(9
Eylül 1944), s. 4, 6.
________, “Enis-ül Kalb”, S. P., 5071(16 Eylül 1944), s. 4.
________, “Biraz Da Şiirden”, S. P., 5076(23 Eylül 1944), s. 4, 6.
________, “Bir Şefkat Şairi”, S. P., 5084(30 Eylül 1944), s. 4, 6.
________, “Türk Akıncıları- Bir Şair Hemşire- Vazifeten”, S. P., 5090(7 Birinci
Teşrin 1944), s. 4, 6.
________, “Köhne Fikirler ve Eskimiş Mevzular”, S. P., 5118(4 İkinci Teşrin 1944),
s. 4.
________, “Yeni Şiirde Espri”, S. P., 5126(12 Teşrinisani 1944), s. 4.
514
________, “Üstadın Öğütleri”, S. P., 5139(25 İkinci Teşrin 1944), s. 4.
________, “Şiir Antolojilerinin Garabet Numunesi Ön Sözleri”, S. P., 5143(2 Birinci
Kânun 1944), s. 4.
________, “Yunus Emre’den Bir Şiirin Münakaşası”, S. P., 5157(16 Birinci Kânun
1944), s. 4.
________, “Horoz Şiiri”, S. P., 5234(3 Mart 1945), s. 4.
________, “Okurken ve Dinlerken”, S. P., 5234(3 Mart 1945), s. 4, 6.
________, “Ahmet Haşim ve Eserleri”, S. P., 5248(17 Mart 1945), s. 4, 6.
________, “Yahya Kemal”, S. P., 5255(24 Mart 1945), s. 4, 6.
________, “Zavallı Şiir”, S. P., 5262(31 Mart 1945), s. 4, 6.
________, “Sanatta Meydan Sözcülüğü”, S. P., 5339(16 Haziran 1945), s. 4.
________, “Şairleri Nasıl Hatırlıyoruz!”, S. P., 5347(24 Haziran 1945), s. 4.
________, “Sanat Eserlerin Tutunmasında Ruhî ve İçtimaî Sebepler”, S. P., 5367(14
Temmuz 1945), s. 4.
________, “Edebiyat ve Politika”, S. P., 5428(15 Eylül 1945), s. 4.
________, “Yeni Şiirden Bir Örnek Kitap: Bu Şehrin Çocukları”, S. P., 5456(13
Ekim 1945), s. 4, 6.
________, “Kıymetin Ölçüsü”, S. P., 5477(3 Kasım 1945), s. 4.
________, “Türk Dilinde Yeni Terimlere Doğru”, S. P., 5509(8 Aralık 1945), s. 4.
________, “Edebiyatı ve Edebiyatçıyı Korumak Meselesi”, S. P., 5537(5 Ocak
1946), s. 4, 7.
________, “390 ıncı Yıldönümünde Şair Fuzuli”, S. P., 5551(19 Ocak 1946), s. 4, 6.
________, “Eşber”, S. P., 5572(9 Şubat 1946), s. 4.
________, “Mükâfat Kazanan Şiir”, S. P., 5593(2 Mart 1946), s. 4, 6.
515
________, “Tercüme Dergisinin Şiir Sayısını Okurken”, S. P., 5635(13 Nisan 1946),
s. 4.
________, “Adalar ve Edipler”, S. P., 5637+19(4 Mayıs 1946), s. 4.
________, “Her Şeyden Biraz”, S. P., 5637/26(11 Mayıs 1946), s. 4.
________, “Eski Divanlarda Yeni Zamana Uygun Mısralar”, S. P., 5637/33 (18
Mayıs 1946), s. 4.
________, “Yahya Kemal’in Rübaileri”, S. P., 5637/40(25 Mayıs 1946), s. 4.
________, “Üsküplü İki Genç Şair”, S. P., 5637/48(2 Haziran 1946), s. 4, 6.
________, “Şiirde Gençlik ve İhtiyarlık”, S. P., 5637/54(8 Haziran 1946), s. 5-6.
________, “İçi, Dışı Gibi Çekici Şiir Kitabı”, S. P., 5637/75(29 Haziran 1946), s. 5,
8.
________, “Üç Türlü Türkçe”, S. P., 5637/82(6 Temmuz 1946), s. 5.
________, “San‘at mı Topluluktan, Topluluk mu San‘attan Doğar”, S. P., 151(15
Eylül 1946), s. 4, 6.
________, “Hakem Böyle Olursa”, S. P., 5637/171(5 Ekim 1946), s. 6.
________, “Şair Nedim Nasıl Öldü?”, S. P., 5637/171(5 Ekim 1946), s. 5-6.
________, “Yeni Hayatta Yeni Bir Edebiyata Doğru”, S. P., 5637/178(12 Ekim
1946), s. 5-6.
________, “Saf Şiir Arıyoruz!”, S. P., 5637/192(26 Ekim 1946), s. 5-6.
________, “Yeni Şiirimizin Bir Kaynağı”, S. P., 944(27 Kasım 1946), s. 4, 6.
________, “Şiir ve Şairler Ne Âlemde”, S. P., 5637/245(21 Aralık 1946), s. 5-6.
________, “Çok Güzel Bir Şiir Kitabı: Rahatı Kaçan Ağaç”, S. P., 5637/255(31
Aralık 1946), s. 5, 7.
________, “Edebiyatımızın Hareketsizliği”, S. P., 273(18 Ocak 1947), s. 5-6.
516
________, “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, S. P., 308(22 Şubat
1947), s. 5-6.
________, “Dile Saygı”, S. P., 329(15 Mart 1947), s. 5-6.
________, “Çocuklar İçin Yazılacak Kitaplar”, S. P., 343(29 Mart 1947), s. 5-6.
________, “Büyük Büyük Sözler”, S. P., 385(10 Mayıs 1947), s. 5-6.
________, “Kalıbın Dışına Çıkanlar”, S. P., 413(7 Haziran 1947), s. 5-6.
________, “MEB’nın Yeni Yayınladığı Eserler”, S. P., 427(21 Haziran 1947), s. 5-6.
________, “Elem Şiirleri ve Samimiyetsizlik”, S. P., 476(9 Ağustos 1947), s. 5-6.
________, “Yedi Şiir Kitabı ve Bir Netice”, S. P., 5637+518(22 Eylül 1947), s. 4, 7.
________, “Bobstil Kitap Olmuştu”, S. P., 5637+523(27 Eylül 1947), s. 4, 6.
________, “Edebî Dergiler”, S. P., 5637+530(4 Ekim 1947), s. 4, 6.
________, “Edebiyat Dersleri”, S. P., 544(18 Ekim 1947), s. 4.
________, “Yaşar Nabi’nin Antolojileri”, S. P., 555(1 Kasım 1947), s. 4, 7.
________, “Eski İle Yeni”, S. P., 610(26 Aralık 1947), s. 4, 6.
________, “Yeni Bir Dergi ve Yeni Şiirler”, S. P., 642(27 Ocak 1948), s. 4, 8.
________, “Cenap Şehabettin’i Anarken”, S. P., 667(21 Şubat 1948), s. 4.
________, “Son Hicreti”, S. P., 688(13 Mart 1948), s. 4, 6.
________, “Dergi Bolluğu”, S. P., 707(1 Nisan 1948), s. 4, 6.
________, “Ahmet Haşim”, S. P., 776(9 Haziran 1948), s. 4, 6.
________, “Şairlerin Sesi”, S. P., 808(11 Temmuz 1948), s. 4, 7.
________, “Dil İşinde Anlaşmazlık”, S. P., 844(16 Ağustos 1948), s. 4, 6.
________, “Türk Edebiyatının 25 inci Yılı”, S. P., 915(29 Ekim 1948), s. 4, 7.
________, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011(2 Şubat 1949), s. 4, 6.
517
________, “Bir Makale, Bir Şiir ve Yeni La Fontaine”, S. P., 1068(31 Mart 1949), s.
4, 6.
________, “Yeni Yayımlar”, S. P., 1088(20 Nisan 1949), s. 4, 7.
________, “Fransalı Bir Musevi Şairi Şiiri Dolayısıyle”, S. P., 1128(30 Mayıs 1949),
s. 5, 8.
________, “Yeni Çıkan Birkaç Kitaba Dair Düşünceler”, S. P., 1149(20 Haziran
1949), s. 4, 6.
________, “Edebiyatta Tenkit ve Tenkitçiye Dair”, S. P., 1193(5 Ağustos 1949), s.
4, 8.
________, “Vedat Nedim Şair Nedim’e Kıydı”, S. P., 1267(21 Ekim 1949), s. 4.
________, “Bir Şair Kaybettik: Enis Behiç Koryürek”, S. P., 5637/1274(28 Ekim
1949), s. 4, 8.
________, “65 inci Yaşına Basarken Yahya Kemal”, S. P., 1309(2 Aralık 1949), s. 5,
8.
________, “1949-1950 Şiirleri”, S. P., 1457(29 Nisan 1950), s. 4, 8.
________, “Yeni Bir Sanatın Eşiğinde Toplum Edebiyatı”, S. P., 1485(27 Mayıs
1950), s. 4.
________, “Bir Yığın Kitaba Dair Düşündüklerim”, S. P., 1504(15 Haziran 1950), s.
5, 8.
________, “Bu Asrın Edebiyatı”, S. P., 1518(29 Haziran 1950), s. 5.
________, “Edebiyat ve Söz Sanatı Terimleri Sözlüğü”, S. P., 1540(21 Temmuz
1950), s. 4, 8.
________, “Hafta İçinden Notlar, İstanbul’un Fetih Dönüm Yılı Şerefine Radyoda
Yanlış Okunan Şiirler”, S. P., 1492(3 Haziran 1950), s. 5-6.
518
________, “Tevfik Fikret”, S. P., 1569(19 Ağustos 1950), s. 5, 8.
________, “Bir Durgun Suyun İçinde”, S. P., 1649(6 Kasım 1950), s. 4, 8.
________, “Geçen 1950 Yılında Şiirimize Bir Bakış”, S. P., 1711(8 Ocak 1951), s. 5,
7.
________, “Yetim Sanat Bizdedir!”, S. P., 1795(2 Nisan 1951), s. 4, 6.
________, “Divan Edebiyatında Ramazan”, S. P., 1875(21 Haziran 1951), s. 5, 7.
________, “İstanbul’un “Ada” Denen Cenneti” Tercüman, 1897(15 Temmuz 1951),
s. 4.
________, “Enis Behiç Koryürek”, Hisar, 55(Kasım 1954), s. 4.
________, “Hececi Arkadaşlarım”, T. D., 61(1 Ekim 1956), s. 26-29.
________, “Yerli Eser Davamız”, Havadis, 483(17 Şubat 1958), s. 2.
________, “Yumurtanın Yumurtladığı”, Havadis”, 569(16 Mayıs 1958), s. 2.
________, “Çocuk Muhayyilesi ve Çocuk Romanları”, Havadis, 595(11 Haziran
1958), s. 2.
________, “Cenap Şehabettin”, Havadis, 604(20 Haziran 1958), s. 2.
________, “Yahya Kemal İçin”, Varlık, 490(15 Kasım 1958), s. 4.
________, “Dil Konusunda Orhan Seyfi’ye”, Havadis, 1051(18 Eylül 1959), s. 2.
________, “Tanıdığım Üç Refi Cevat Ulunay’a Bir Yazı Dolayısiyle Vermekliğim
Gereken Kısa Cevap”, Tercüman, 921(13 Mayıs 1964), s. 2.
________, “Eski Şiirimizde Bahar Başlıca İlham Kaynağıydı”, Tercüman, 921(13
Mayıs 1964), s. 2.
________, “Nurullah Ataç’ın Bugünkü Edebiyatımıza Tesirleri…”, Tercüman,
948(10 Haziran 1964), s. 2, 7.
519
________, “Cenap Şehabettin, Niçin Herkesi Hafife Alırdı?”, Tercüman, 1067(7
Ekim 1964), s. 2, 7.
________, “Büyük Ziya Gökalp’a Dair Derin Hatıralar”, Tercüman, 1088(28 Ekim
1964), s. 2.
________, “Büyük Şair Yahya Kemal ve Hatıraları -1-“, Tercüman, 1095(4 Kasım
1964), s. 2, 7.
________, “Üstad Yahya Kemal’e Dair Eski Hatıralar -2-“, Tercüman, 1102(11
Kasım 1964), s. 2, 7.
________, “Celâl Sahir Erozan”, Tercüman, 1137(16 Aralık 1964), s. 2, 7.
________, “Bütün Aşkını Edebiyata Veren Sembolist Bir Şair”, Tercüman, 1165(13
Ocak 1965), s. 2.
________, “Mehmet Emin Yurdakul’a Dair”, Tercüman, 1172(20 Ocak 1965), s. 2.
________, “Ömer Seyfettin”, Tercüman, 1219(10 Mart 1965), s. 2, 7.
________, “Sihirli Dal ve Tuzdan Heykel Efsânesi…”, Tercüman, 1233(24 Mart
1965), s. 2.
________, “Romantik Çağın Şairi Hüseyin Suat Yalçın”, Tercüman, 1240(31 Mart
1965), s. 2, 7.
________, “Türk Kadın Şairleri Üzerine”, Tercüman, 1285(18 Mayıs 1965), s. 2.
________, “İhsan Raif Hanım ve Şehabettin Süleyman”, Tercüman, 1299(1 Haziran
1965), s. , 7.
________, “Mercure de France ve Ahmet Haşim”, Tercüman, 1327(29 Haziran
1965), s. 2, 7.
________, “Müdürümüz Tevfik Fikret’i Anarken…”, Tercüman, 1383(24 Ağustos
1965), s. 2, 7.
520
________, “Devası Bulunmayan “Dil” Yâremiz…”, Tercüman, 1411(21 Eylül
1965), s. 2, 7.
________, “Fecr-i Âti Çehreleri: Şehabettin Süleyman -1-“, Tercüman, 1453(2
Kasım 1965), s. 2, 7.
________, “Fecr-i Âti Çehreleri: Şehabettin Süleyman -2-“, Tercüman, 1460(9
Kasım 1965), s. 2, 7.
________, “Dergiler ve Şiirler”, Tercüman, 1556(15 Şubat 1966), s. 2.
________, “Abdülhak Hamit’in Sayısız “Aşk” ları”, Tercüman, 1563(22 Şubat
1966), s. 2.
________, “Bir “Hicret” Şairi, Kemalettin Kamu”, Tercüman, 1809(12 Nisan
1966), s. 2.
________, “Çocuklarımızın Körpe Ruhlarını Karartmayalım”, Tercüman, 1616(19
Nisan 1966), s. 2.
________, “Tahsin Nahit’in Bir Adı Da, Ada Şairi İdi”, Tercüman, 1644(17 Mayıs
1966), s. 2.
________, “Faik Ali Ozansoy Fani Teselliler Şairi”, Tercüman, 1653(26 Mayıs
1966), s. 2.
________, “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665(7 Haziran
1966), s. 2.
________, “Türk Dil Kurumu, Dil Ağacını Ürkütüyor!”, Tercüman, 1672(14
Haziran 1966), s. 2.
________, “Akşam Şiirleri Şairi Fuat Köprülü Bey”, Tercüman, 1693(5 Temmuz
1966), s. 2, 7.
521
________, “Aruzun Tantanalı Şairi: Mithat Cemal Kuntay”, Tercüman, 1714(26
Temmuz 1966), s. 2.
________, “Eylül Ayının Sanatkâr Üzerindeki Tesirleri”, Tercüman, 1777(27 Eylül
1966), s. 2.
________, “Enis Behiç Koryürek”, Tercüman, 1791(11 Ekim 1966), s. 2.
________, “İki Kitap İki Şair”, Tercüman, 1870(29 Aralık 1966), s. 2.
________, “Eski Bir Muğla Gezisinden Notlar”, Tercüman, 1896(26 Ocak 1967), s.
2.
________, “Ölümünün 10. Yılında Ziya Osman Saba”, Tercüman, 1910(9 Şubat
1967), s. 2.
________, “Meğer Ne Kadar Dertli İmişler!”, Tercüman, 1918(17 Şubat 1967), s. 2.
________, “Kaybedilen İki Dost İçin”, Tercüman, 1956(30 Mart 1967), s. 2.
________, “Nisan, Mayıs ve Aşk Üstüne Bir Sohbet”, Tercüman, 1991(4 Mayıs
1967), s. 2.
________, “Edebiyat Kitapları Yetersiz Haldedir”, Tercüman, 2061(13 Temmuz
1967), s. 2.
________, “Öz Türkçe Diye Diye…!”, Tercüman, 2075(27 Temmuz 1967), s. 2.
________, “ “Köşebaşı” ndan Bir Can Daha Eksildi”, Tercüman, 2082(3 Ağustos
1967), s. 2.
________, “Bugünkü Kadıköy ve Banliyösü…”, Tercüman, 2087(10 Ağustos
1967), s. 4, 7.
________, “Divan Edebiyatı ve Bir İç Yarası”, Tercüman, 2117(7 Eylül 1967), s. 2.
________, “Ölümünün 255. Yılında Bir Divan Şairimiz: Sabit”, Tercüman, 2124(14
Eylül 1967), s. 2.
522
________, “Fazıl Ahmet Aykaç ve Lütfullah Sürurî”, Tercüman, 2224(21 Aralık
1967), s. 2.
________, “Yılbaşı ve Bayram”, Tercüman, 2229(28 Aralık 1967), s. 2.
________, “Bahar ve Birkaç Şair”, Tercüman, 2350(2 Mayıs 1968), s. 2.
________, “Fethin 515. Yılında Fatih’in Şairliği”, Tercüman, 2385(6 Haziran
1968), s. 2, 7.
________, “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, 2469(29
Ağustos 1968), s. 2, 7.
________, “Bir Nazım Hikmet’tir Tutturmuşlar!”, Tercüman, 2538(7 Kasım 1968),
s. 2.
________, “ “Yakınma” Şiirleri ve “Şeyhî” Tedkiki”, Tercüman, 2641(20 Şubat
1969), s. 2.
________, “Hikâyeler Şiirler..”, Tercüman, 2680(3 Nisan 1969), s. 2.
________, “Folklor, Karagöz ve Carl Ebert’in Bir Tavsiyesi”, Tercüman, 2708(1
Mayıs 1969), s. 2.
________, “Bir Tarafta Çifte İntiharlar, Bir Tarafta İse Feci Cinayetler”, Tercüman,
2715(8 Mayıs 1969), s. 2.
________, “Kavga Hatıraları ve Türk Dil Kurumu”, Tercüman, 2785(17 Temmuz
1969), s. 2, 7.
________, “Turnalar…”, Tercüman, 2841(11 Eylül 1969), s. 2.
________, “Şiir Kitapları”, Tercüman, 2848(18 Eylül 1969), s. 2, 7.
________, “Faruk Nafiz ve Han Duvarları”, Tercüman, 2897(6 Kasım 1969), s. 2.
________, Ahmet Muhip Dıranas’ın Sanatı”, Tercüman, 2944(25 Aralık 1969), s. 2.
523
________, “36. Ölüm Yıldönümünde Cenap Şehabettin”, Tercüman, 2993(12 Şubat
1970), s. 2, 7.
________, “Şairlerden Sesler”, Tercüman, 3018(12 Mart 1970), s. 2.
________, “Bir Ölünün Arkasından”, Tercüman, 3055(16 Nisan 1970), s. 2.
________, “Leylekler Gelince…”, Tercüman, 3067(30 Nisan 1970), s. 2.
________, “Kitaplar ve Şairler”, Tercüman, 3074(7 Mayıs 1970), s. 2.
________, “Yunus Emre”, Tercüman, 3101(13 Haziran 1970), s. 2.
________, “Vehimli Şair: Nedim”, Tercüman, 3214(24 Eylül 1970), s. 2.
________, “Nedim’de Sapık Duygular”, Tercüman, 3221(1 Ekim 1970), s. 2.
________, “Mevlâna’yı Anarken”, Tercüman, 3289(10 Aralık 1970), s. 2, 7.
________, “Samimiyetsiz Sanat”, Tercüman, 3317(7 Ocak 1971), s. 2, 7.
OZANSOY, Munis Faik, “Yine Şiire Dair”, Hisar, 4(1 Haziran 1950), s. 3.
________, “Enis Behiç Koryürek”, Hisar, 55 (Kasım 1954), s. 4.
________, “Yusuf Ziya Ortaç”, Hisar, 40(Nisan 1967), s. 3-4.
________, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ölümü”, Hisar, 121 (Ocak 1974), s. 6-7.
Ö. A. A., “Yorumlar: Orhan’la Hesaplaşma”, Türk Dili, 212 (Mayıs 1969), s.
Ömer Bedrettin, “Gene Vezin Meselesi”, Varlık, 7(İkinci Teşrin 1933), s. 200-202.
________, “Gene Vezin Meselesi”, Varlık, 13 (15 İkinci Kânûn 1934), s. 200-202.
Ömer Seyfeddin, “Türk Sözü”, Türk Sözü, 1(12 Nisan 1330/1914), s. 2.
ÖNERTOY, Olcay, “Hisar’ın Sanat Takvimi: Enis Behiç Koryürek”, Hisar, 10
(Ekim 1964), s. 20-21.
________, “Halit Fahri Ozansoy”, Hisar, 32(Ağustos 1966), s. 20.
(ÖRİK), Nahit Sırrı, “Faruk Nafiz Bey’in Yeni Bir Eseri: Suda Halkalar”, Hayat,
104 (22 Teşrin-i sani 1928), s. 4.
524
ÖZBALCI,Mustafa, “Halit Fahri’nin Ardından”,Hisar, 88(Nisan 1971), s. 9
ÖZDEK, Refik, “Orhan Seyfi Orhon”, Bugün, (24 Ağustos 1972), s. 2.
ÖZDEM, Filiz, “Çamlıbel Şiirinde ‘Vuslat’”, Cumhuriyet-Kitap, 705 ( 21 Ağustos
2003), s.9.
ÖZDEŞ, Oğuz, “Bizim Caddeden Portreler”, Hafta, (5 Mayıs 1950).
________, “Tanıdığım Meşhurlar: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Yeni İstanbul, (27 Mayıs
1968).
ÖZGÜLEN, Halit, “Çamlıbel’in Ardından”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s.73.
ÖZPALABIYIKLAR, Selâhattin, “Takma Adlar Sanal Kimlikler- Nam-ı diğer Âsım
Prizren…”, Kitap-lık, 45(Ocak-Şubat 2001), s. 243-247.
________, “Tanzimat’tan Bugüne Türk Edebiyatında Takma Adlar, Mahlaslar
Rumuzlar Dizini”, Kitap-lık, 45(Ocak-Şubat 2001), s. 248-253.
ÖZTUNA, Yılmaz, “Faruk Nafiz’in Bestelenmiş Şiirleri”, Hayat-Tarih Mecmuası,
2 (1 Mart 1973), s. 4-7.
ÖZTÜRK, Hasan, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Millî Kültür, 67 (Aralık 1989), s. 44-46.
PARLATIR, İsmail, “Ozansoy, Halid Fahri”, Türk Ansiklopedisi, C: 26, Ankara,
1977, s.217-218.
Peyami Safa, “Bir Ömür Böyle Geçti…”, Cumhuriyet, 2887(22 Mayıs 1932), s. 3.
________, “Bugünkü Türk Şiiri”, Cumhuriyet, (27 Teşrinievvel 1932), s. 3.
RADO, Şevket, “Aramızdaki Orhan Veli (s.155-160)”, Marmara Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı:2, Yıl: 1986, İstanbul,
1987, 256 s.
Reşad Nuri, “Edebiyat-ı Milliyye Mes‘elesi”, Edebiyât-ı Umumiyye Mecmuası, 4
(12 Teşrinisani 1332), s. 94-96.
525
________, “Edebiyât-ı Milliyye Mes‘elesi-2”, Edebiyât-ı Umumiyye Mecmuası, 9
(17 kânûnıevvel 1332), s. 169-172.
________, “Edebiyât-ı Milliyye Mes‘elesi-3”, Edebiyât-ı Umumiyye Mecmuası, 17
(11 Şubat 1332), s. 289- 295.
Reşit Süreyya, “Yeni Şaheserler Yazıldı mı? 2 – Şairin Duası”, Peyâm-ı Edebî,
53/10 (16 Teşrinievvel 1335), s. 2-3.
________, “Yeni Şaheserler Yazıldı mı?: Şarkın Sultanları”, Peyâm-ı Edebî, 54/11
(23 Teşrinievvel 1335), s. 2.
Rıza Tevfik, “Hece mi Aruz mu? Üstat Filozof Rıza Tevfik’in Cevabı”, Çınaraltı,
125 (12 Şubat 1944), s. 8,11.
________,“Hece mi, Aruz mu? Üstat Filozof Rıza Tevfik Diyor ki...”, Çınaraltı, 128
(4 Mart 1944), s. 7, 12.
________, “Şarkın Sultanları”, Peyâm-i Edebî, 11-54 (23 Teşrin-i evvel 1335).
SABA, Ziya Osman, “Sulara Dalan Gözler”, Varlık, 125(15 Eylül 1938), s. 77-78.
Safvet Örfi, “Enis Behiç’in Miras’ı”, Hayat, 43(22 Eylül 1927), s. 335-336/15-16.
“Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF-Uyanış, 2439(16 Eylül
1943), s. 1.
“Sanatçılarla Konuşmalar: Orhan Seyfi Orhon Anlatıyor”, (Kon. Mustafa
BAYDAR), Varlık, 502(15 Mayıs 1959), s. 10.
SANCAR, Nejdet, “Türk Edebiyatında “Moskof””, Türk Kültürü, 46 (Ağustos
1966), s. 899-902.
SATOĞLU, Abdullah, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, Millî Kültür,
90 (Kasım 1991).
526
________, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, Türk Edebiyatı Dergisi,
277 (Kasım 1996), s. 35-36.
________, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, T. D., 541 (Ocak 1997), s.
100-103.
SAZYEK, Hakan, “Geleneğe Uzanmak”, Dergâh, 29 (Temmuz 1992), s. 10.
Sedad Nami, “Maskeler Düşerken: Ric‘at”, Şebâb, 17 ( 12 Kânûn-ı evvel 1336), s.
418-422.
________, “Nedim”, SF, 1877/192(4 Ağustos 1932), s. 146-147.
SELÇUK, İlhan, “Yusuf Ziya’yı Kaybettik”, Cumhuriyet, (13 Mart 1967), s. ?
Selim Nüzhet (GERÇEK), “İlk Göz Ağrısı”, Yarın, (20 Teşrin-i evvel 1927).
“Sevilen San’atçılarla Konuşmalar: Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Ümit Yaşar), Yelpaze,
555(30 Ocak 1963), s. 13.
“Sevilen Sanatçılarla Konuşmalar: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Ümit Yaşar),
Yelpaze, 563(27 Mart 1963), s. 13.
SEVÜK, İsmail Habib, “Üç Dost Gitti”, Cumhuriyet, 9063(4 Kasım 1949), s. 2
SİMAVİ, Sedat, “Faruk Nafiz Ne Diyor?”, Yedigün, 133 (25 Eylül 1935).
SİNAN, Kudret, “Yusuf Ziya Ortaç”, Tercüman, (15 Mart 1967).
SİYAVUŞGİL, Sabri Esat, “Faruk Nafiz’i de mi?”, Yeni Sabah, (28 Temmuz 1960).
SİYAVUŞGİL, “Hocam Halid Fahri”, Haber, (1 Ocak 1967).
SOLOK, Cevdet Kudret, “Miras”, SF, 1633/159(1 Kânunievvel 1927), s. 34.
________, “Edebî Simalar: Faruk Nafiz”, Meşale, 6 (15 Eylül 1928), s. 7-10.
________, “Aruz- Hece Meselesi”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 82.
________, “Şiir ile Musiki”, T. D., 128(Mart 1962), s. 662.
527
________, “Faruk Nafiz’in Şiiri ve Han Duvarları’nın Kaynakları Üzerine Notlar III”, T. D., 269 (Şubat 1974), s.395-403.
________, “Şiir Nedir, Ne Değildir?”, Varlık, 886(Temmuz 1981), s. 3.
Son Posta, “Edebiyat Âlemimizde Garip Bir Hadise”, S. P., 3437(24 Şubat 1940), s.
1, 8.
“Soruşturmamız-Halit Fahri Ozansoy”, T. D., 147(Aralık 1963), s. 180-181.
SOYUER, Halil, “Edebiyatımızda Hiciv…”, Türk Edebiyatı, 359(Eylül 2003), s.
42-44.
T.G., “Kayıplar. Halit Fahri Ozansoy”, Türk Kültürü, 103 (Mayıs 1971), s. 636637.
SUHAN, Nurettin, “Yusuf Ziya Ortaç İle Hesaplaşma”, Yeni İstiklâl, (5 Ekim
1966).
SÜLKER, Kemal, “İki Ayrı Akımın Çatışması”, Yazko Edebiyat Dergisi, 38
(1983), s. 88-93.
“Şairler Arasında Anket: Şiir İfrazat mıdır?”, (Kon. Nusret Safa COŞKUN), S. P.,
3650(24 Eylül 1940), s. 1, 7.
“Şair Yusuf Ziya Ortaç Şairane Aşka İnanmıyor”, (Kon.: Gavsi OZANSOY),
Tercüman, 864(14 Mart 1964), s. 5.
Şehabettin Süleyman, “Halit Fahri”, Nevsal-i Millî, (1330/1914)?, s. 154.
ŞEVKİ, Ragıb, “Sulara Dalan Gözler”,Uyanış, 2178/493(19 Mayıs 1938), s. 405,413
ŞİMŞEK, Beyza, “Ahmet Muhip Dıranas Hocası Çamlıbel’i Anlatıyor”, Devir, 57(3
Aralık 1973), s. 44.
Şükûfe Nihal, “On Yılın Destanı”, Yeni Türk Mecmuası, 26(Teşrinievvel 1934), s.
1688-1689/3-4.
528
TANPINAR, Ahmet Hamdi , “Şiir Hakkında”, Görüş, 1(Temmuz 1930), s. 18.
________, “Şiirin Peşinde”, Oluş, 20(14 Mayıs 1939), s. 305.
TAN, M. Turhan, “ Faruk Nafiz’in İçtimaî Cephesi”, Cumhuriyet, (11 Şubat
1938).
TANSEL, Fevziye Abdullah, “Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri”, Ülkü, 61 (Mart
1938), s. 91-96.
________, “Son Eseri Münasebiyle Halit Fahri’nin Şiirleri Hakkında Birkaç Söz”,
Ülkü, 65(Temmuz 1938), s. 445-454.
________, “Tatlı Sert”, Ülkü, 73 (Mart 1939), s. 93-96.
________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Halk Edebiyatı Tesirleri. I”, Ülkü,
74 (Nisan1939), s.155-166.
________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri II”, Ülkü, 75
(Mayıs 1939), s. 247-256.
________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri III”, Ülkü, 76
(Haziran 1939), s. 352-355.
________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri”, Ülkü, 77
(Temmuz 1939), s. 445-449.
________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri”, Ülkü, 78
(Ağustos 1939), s. 529-540.
________, “Namık Kemal ve Hece Vezni”, Ülkü, 94( Birinci Kânun 1940), s. 319325.
________,“Faruk Nafiz Çamlıbel’in İlk Şiirleri”, Hayat-Tarih Mecmuası,
10(Kasım 1971), s. 25-29.
529
________, “Ölenlerimiz İçin, Faruk Nafiz Çamlıbel”, K. A. M., 1(Ocak 1974), s.
38-51).
________, “Türk Şiirinde Sade Türkçe, Hece Vezni ile Yazma Halk Edebiyatından
Faydalanma Cereyanı ve Sirozlu Sa’di’nin Destanları”, K. A. M., 2 (Nisan 1980), s.
34-46.
________, “Çamlıbel’in Kullandığı İğreti Ad ve Gizli İmzalar”, K. A. M., 4 (Ekim
1983), s. 43-55.
TANYOL, Tuğrul, “Şiir ve Müzik İlişkileri Üzerine Notlar”, Broy, 18,(Nisan 1987),
s. 29.
TARANCI, Cahit Sıtkı, “Şiirde Vezin Taassubu”, Yücel, 78( Ağustos 1944), s. 250.
TDK, “Üç Yazarımızın Ölümü- Halit Fahri Ozansoy”, T. D., 236 (1 Mayıs 1971), s.
159-160.
TEPEDENLİOĞLU, N. N., “Faruk Nafiz”, Yeni İstanbul, (5 Ağustos 1967).
TEVETOĞLU, Fethi, “Psikanaliz Işığında Şiir”, Tasvir, 1212(11 Aralık 1948), s. 3,
5.
TEVFİKOĞLU, Muhtar, “Orhan Seyfi Orhon”, Türk Kültürü, 122 (Aralık 1972), s.
80-83.
T.G. “Halit Fahri Ozansoy”, Türk Kültürü, 103(Mayıs 1971), s. 636-637/68-69.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, “Türk Şiirinde Kahramanlık Duyguları”, Türk Kültürü,
26 (Aralık 1964), s.105-108.
________, “Şiirimizde Ağustos Zaferleri”, Türk Kültürü, 34 (Ağustos 1965), s.
708-722.
________, “Han Duvarları”, S. H., (22 Kasım 1969).
________, “Halit Fahri Ozansoy İçin”, Tercüman, 3364(26 Şubat 1971), s. 2.
530
________, “Halit Fahri Ozansoy İçin”,Vatan, (6 Nisan 1971), s. 3.
________, “Hecenin Baş Şairi”, Tercüman, 3807 (19 Mayıs 1972), s. 2.
________, “Orhan Seyfi Orhon’un Ardından”, Tercüman, (28 Ağustos 1972), s. 2.
________, “Merhum Çamlıbel’in Yassıada’da Yazdığı Şiirini Yayınlıyoruz”,
Adalet, (13 Kasım 1973), s. 1.
________, “Faruk Nafiz Çamlıbel İçin”, Tercüman, 4395(12 Aralık 1973), s. 2.
________, “Orhan Seyfi Orhon”, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1978, Yaylacık
Basımevi, İstanbul, 1978, s. 617-619.
TUĞAL, Şükrü Halil, “Hazin Bir Hatıra- Enis Behiç’in Ardından”, Zafer, 174(20
Ekim 1949), s. 2.
Tufan, “Enis Behiç Yeni Şairler Hakkında Ne Diyor?”, Yeni Mecmua, 134(18
Temmuz 1942), s. 5, 11.
TURAK, Sadık Kemal, “İkinci Meşrutiyet Döneminde Türk Edebiyatı (s. 471-501)”,
Türk Dünyası El Kitabı, 3. cilt, ( 2. baskı), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, Ankara, 1992, 778 s.
TURAN, Alptekin, “Şiir ve Mitoloji”, Hürriyet Gösteri, 88(Mart 1988), s. 28.
Türk Dili, “Üç Yazarımızın Ölümü”, T. D., 236(1 Mayıs 1971), s.159-160.
UÇAROL, Tuncer, “Türk Şiiri Hece Şiirine Doymamıştır”, Gösteri, 57 (Ağustos,
1985), s. 6-8.
UÇMAN, Abdullah, “Orhon, Orhan Seyfi (s. 130-132)”, Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, 7.cilt,Dergâh Yayınları, İstanbul,
1990, (564+22) s.
________, “Beş Hececiler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C:5,
İstanbul, 1992, s. 544-545.
531
UĞURCAN, Sema, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Tiyatroları”, 17 Kasım 1988’de TV
’de yayınlanmıştır.
ULUNAY, “Yusuf Ziya Ortaç”, Milliyet, (14 Mart 1967).
UŞAKLIGİL, Halit Ziya, “Millî Edebiyat”, Her Ay, 1(20 Mart-20 Nisan 1937), s.
105-108.
________, “Orhan Seyfi ”, S. P., 4085(15 Birinci Kânun 1941), s. 3/1, 4/2.
UYGUNER, Muzaffer, “Ataç’a Göre Şiirde Ölçü ve Uyak”, Varlık, 506 (15
Temmuz 1959), s. 4-5.
________, “1000 Temel Eser ve Han Duvarları”, Ilgaz, 102(Mart 1970), s. 9-10.
UYSAL, Servet Sami, “Faruk Nafiz’den Anılar ”, Varlık, 796 (Ocak 1974), s. 7.
________, “Faruk Nafiz’den Anılar II”, Varlık, 797(Şubat 1974), s. 5.
Vâlâ Nurettin, “Heyecan ve Sükûn”, S. H., (14 Mayıs 1959).
V. N., “Faruk Nafiz’in Kitabı”, S. H., 927 (14 Mayıs 1959), s. 2.
________, “Vezin ve Kafiye”, Varlık, c.3, S:66, 1 Nisan 1936, s. 276.
________, “Ortalık Gülistan”, Zafer, (9 Haziran 1962) s. ?
YAĞCIOĞLU, Halim, “Şiirde Vezin ve Kafiyenin Önemi”, Çağrı, 50(Mart 1962), s.
6-7.
________, “Tanıdığım Sanatçılar: 4, Yusuf Ziya Ortaç”, Çağrı, 81(Ekim 1964), s.
4-8.
Yahya Saim, “Mektuplar Cevaplarımız”, Türk Yurdu, 140(2 Ağustos 1332/2
Ağustos 1917), s. ?
Yakup Kadri, “Edebiyat ve Millî Cereyan”, Dergâh, 29(20 Haziran 1338/1922), s.
66.
532
YALÇIN, Hüseyin Cahit, “Yeni Türk Edebiyatı- Vasfi Mahir Kocatürk”, Fikir
Hareketleri, 164 (12 Kânûnıevvel 1936), s. 122-124.
________, “Yepyeni Şairler”, Fikir Hareketleri, 166 (26 Kânûnıevvel 1936), s.
155-156.
________, “Edebiyat Gecesi”, Fikir Hareketleri, 169 (16 Kânûnısani 1936), s. 203204.
YARDIMCI, Celâl, “Han Duvarları’ndan Zindan Duvarları’na”, Tercüman, 2057(9
Temmuz 1967), s. 2.
YAZAR, Mehmet Behçet, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Faruk Nafiz Çamlıbel”,
Yedigün 351 (28 İkinci Teşrin 1939), s. 13.
________, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Enis Behiç Koryürek”, Yedigün, 358 (16
İkinci Kânun 1940), s. 17.
________, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Yusuf Ziya Ortaç”, Yedigün, 426(5
Mayıs 1941), s. 15, 18.
YAZICI, Rıfkı, “Faruk Nafiz’in Sanat Şiiri Üzerine”, Türk Yurdu, 104(Nisan
1996), s. 25-29.
Yeni Adam, “Halit Fahri Bey’in Edebiyat Anketimize Cevabı”, Yeni Adam, 19(7
Mayıs 1934), s. 6.
YETİŞ, Kâzım, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, 8 (İstanbul 1999), s.
267-284.
YILMAZ, Muhittin, “Enis Behiç”, Zafer, 176(22 Ekim 1949), s. 4.
(YÖNTEM), Ali Canip, “Epope Asri Bir Nevi midir?”, Büyük Mecmua, 4(27 Mart
1919), s. 58-59.
________, “Yine Epopeye Dair”, Büyük Mecmua, 624 Nisan 1919), s. 84-85.
533
________, “Özlediğimiz Sanat”, Hayat, 43 (22 Eylül 1927).
________, “Edebiyat Aleminde Tazelenen Mesele”, Hayat, 47(10 Teşrinievvel
1927), s. 403-404.
_______, “Hayat Karşısına Edebiyat”, Hayat, 7 (13 kânun-ı evvel 1927), s. 123125.
________, “Sembolizm”, Hayat, 9(27 Kânunisâni 1927), s. 163-164.
________, “Davayı Kazananlar”, Çınaraltı, 27(7 Şubat 1942), s. 5.
YÜCEL, “Hangi Eserlerimizi Garp Dillerine Çevirmeliyiz?”, Yücel, 11(İkinci
Kânun 1936), s. 178-179.
YÜCEL, Hasan Âli, “Millî Edebiyat, Milliyetçi Edebiyat”, Varlık, 71(15 Haziran
1936), s. 353.
Z., “Faruk Nafiz’in İctimaî Cephesi”, Hayat, 108 (12 Kânun-ı evvel 1928), s. 78.
ZİYA, Muhsin, “Ozansoy’un Ardından”, Tercüman, (17 Mart 1971), s. 2.
________,“Faruk Nafiz İçin” , K. A. M., 2 (Nisan 1974), s. 62-65.
ZORLUTUNA, Halide Nusret, “Değerli Şair Halit Fahri Ozansoy”, Hisar, 88(Nisan
1971), s. 7-8.
________,“Orhan Seyfi Orhon”, Hisar, 106/181(Ekim 1972), s. 4.
________, “İki Büyük Şair”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 8-9.
H. TEZLER
ACEHAN, Abdullah, Halit Fahri Ozansoy, Hayatı, Eserleri ve Sanatı, (Dan. Prof.
Dr. Orhan Okay), Sakarya Üniversitesi, Sakarya, 1998, 378 s.
AKKUŞ, İ. Engin, Orhan Seyfi Orhon’un Şiirleri Üzerine Bir İnceleme, (Dan. Y.
Doç. Dr. Hüseyin Tuncer), D. E. Ü. İzmir, 1997, 159 s.
534
BULUT, Halil Hadi, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Hayatı ve Eserleri, (Dan.: Prof. Dr.
İnci Enginün), M. Ü. İstanbul, 1991, 205 s.
BULUT, Halil Nadi, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiirleri (Derleme-Tasnifİnceleme), (Dan.: Prof. Dr. İnci Enginün), M.Ü. İstanbul, 196 s.
ÇEBİ, Cennet (Çapa), Beş Hececilerde Halk Edebiyatı Unsurları, (Dan.: Yard.
Doç. Dr. Mehmet Özçelik), (Basılmamış yükseklisans tezi), Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta, 2001.
ÇIKLA, Selçuk, Cumhuriyet Düşüncesinin Kökleşmesinde Yusuf Ziya Ortaç’ın
Yapıtlarının Yeri ve Önemi, (Basılmamış Doktora Tezi), (Dan.: Mustafa Özbalcı),
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2005.
DOĞAN, Abide, 1923-1938 Arasında Yayınlanan Dergiler-Anadolu, Kadro,
Ülkü, Fikir Hareketleri, Ayda Bir- Üzerinde Bir Çalışma, (Dan.: Doç. Dr. Bilge
Ercilasun), (Yayınlanmamış doktora tezi), G. Ü. Ankara, 1991, 1038 s.
DONBAY, Ali, Orhan Seyfi Orhon, Hayatı- Gazeteciliği- Fikri ve Edebi
Şahsiyeti- Eserleri, (Dan.: Prof. Dr. Önder Göçgün), S. Ü. Konya, 1998, 250 s.
ECEVİT, Necmettin, Enis Behiç Koryürek, Hayatı, Eserleri ve Edebî Şahsiyeti,
(Dan.: Doç. Kenan Akyüz), (basılmamış bitirme tezi), 1953, 62 s.
EMİNOĞLU, Öztül, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Hisar Topluluğu
ve Edebi Faaliyetleri, (Dan.: Doç Dr. Ramazan Kaplan), (basılmamış doktora tezi),
Ankara Üniversitesi, Ankara, 1998, 366 s.
GÖZAYDIN, Nevzat, Şiirleri ile Yusuf Ziya Ortaç, (Dan. Prof. Kenan Akyüz), A.
Ü. D.T.C. F., Türk Dili Edebiyatı, (Lisans Tezi), Ankara, 1963, 47 s.
KOÇ, Murat, Cumhuriyet Devrinde Eski Şiirimize Bakış, (Dan.: Prof. Dr. Birol
Emil), M.Ü. İstanbul,1994, 210 s.
535
ÖZCAN, Engin, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Hayatı ve Eserleri (2 cilt), (Dan: Prof.
Dr. Şerif Aktaş), (Basılmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi, Erzurum, 1993,
(X+757+16)s.
TÜMSAVAŞ, Vicdan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiiri, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü, (Basılmamış Lisans
Tezi), (Danışman: Prof. Kenan AKYÜZ), Ankara, 1954, (III+46) s.
536

Benzer belgeler