HF121 - Hayatım Futbol

Transkript

HF121 - Hayatım Futbol
1
4MART2
01
4-SAYI
1
2
1
SEL
ÇUK’
A
NEOL
DU?
Si
s
t
e
mk
ur
ba
nı
ma
e
s
t
r
o
nun
bi
r
a
zs
a
l
l
a
nma
y
aha
k
k
ı
y
o
kmu?
PUYOL
’
UNYERi
NE
Ki
MGEL
Si
N?
KURTKOL
EKSi
YONER
TRAPATTONI
L
I
VERPOOL
NASI
LKURUL
DU?
Yayın Koordinatörü
Selçuk İnan düşüşte
İlker Yılmaz
Düşmüş, hali harap Galatasaray’ın en büyük umudu olarak geldi.
Beklentilerin fazlasını vererek takımı sırtladı 2 sezon üst üste kazanılan
şampiyonluğun en temel direği oldu. Avrupa’nın her kulübünde
oynayabilir sanıyordu. Gerçekten muazzamdı. Ne zaman Drogba ile
Sneijder geldi Selçuk da yavaş yavaş arka plana geriledi, performansı
her geçen gün düştü. Bir süre iki şampiyonluğun, muhteşem gollerin,
asistlerin hatrına sustu taraftar. Ama artık her zamankinden daha
yüksek sesle soruyorlar: Selçuk İnan’a ne oldu? Hayatım Futbol 121.
sayınında bu sorunun cevabını arıyor.
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Ali Ece
Egemen Yıldırım
Emre Çelik
Fırat Topal
İsmail Şayan
Mustafa Demirtaş
Orhan Uluca
Salih Demirci
Bu sayıda ayrıca; Güney Afrika’nın en ateşli rekabeti Soweto Derbisi,
İtalyanların geç parlayan yıldızı Alessio Cerci, İçinde bulunduğumuz
haftada kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan Liverpool’un nasıl
kurulduğunu, futbolu bırakacağını açıklayan Puyol’un yerine
Barcelona’nın kimi almasını gerektiğini ve Galatasaray’ın Londra’da
oynayacağı kader maçının analizini bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
İllüstrasyon
Caner Özdurak
[email protected]
[email protected]
#121 BU SAYIDA
Sistemin Kurbanı Maestro
Sneijder transferinin ardından taktiksel olarak bakış
Kaç Sezonluk Adam?
Yıllardır verdiği üst düzey performansın aktif dinlenişi
Arazi Kavgasından Dünya Devine
Liverpool’un pek de bilinmeyen kuruluş hikayesi
Yeri Dolar mı?
Futbolu bırakacağını açıklayan Puyol’un yerine alternatifler
Kurt Koleksiyoner
Kazanmadık kupa bırakmayan Trapattoni’nin hikayesi
Soweto Derbisi
Güney Afrika’nın en büyük derbisi, Kaizer Chiefs ile
Orlando Pirates’in rekabetine göz atıyoruz
Lentini’nin dönüşü
Torino tribünleri “Grande Torino”nun Lentinisi’ni
Alessio Cerci ile tekrar izliyor
Şampiyonlar Ligi
Şampiyonlar Ligi
Top 16 #4
RÖVANŞ VAKTİ
Devler Ligi’nde son çeyrek finalistler belli oluyor.
Temsilcimiz Galatasaray’ın Chelsea karşısında tur
arayacağı haftada birbirinden ilginç üç maç bizleri
bekliyor
18 Mart Salı
21.45 Real Madrid(6)-Schalke(1) / Smart Spor
21.45 Chelsea-Galatasaray / Star
19 Mart Çarşamba
21.45 B. Dortmund(4)-Zenit(2) / Smart Spor 2
21.45 Manchester United(0)-Olimpiakos(2) / Smart Spor
HF121
Manchester’ın başka şansı yok
Manchester United için Olimpiakos mücadelesi
sezonun dönüm noktası olabilir. Ligde zirve
yarışından uzak kalan hatta Şampiyonlar Ligi
biletini alabileceği ilk dört şansını da zora sokan
Kırmızı Şeytanlar, deplasmanda 2-0 mağlup
olduğu Yunan ekibini Old Trafford’da geçemezse,
hedefsiz bir sezonla baş başa kalacak. Kısacası
rakibini elemekten başka bir şansı yok
Manchester United’ın. İşleri ne kadar zor görünse
de kendi evlerindeki atmosferde bulunabilecek
erken bir gol maçı uzatmaya götürebileceği gibi
turu da getirebilir. Ancak tam tersi bir sonuçta
menajer David Moyes’un koltuğunun giderek
sallanacağı da bir gerçeklik olarak karşımıza
çıkıyor. Tabii Olimpiakos da İngiliz devini kupa
dışına itmeyi başarırsa 1998/99 sezonundan
sonra ilk kez Devler Ligi’nde son sekizi görecek.
Kırmızı-beyazlılar tarihi bu başarıyı elde etmek
için sahaya çıkacaktır. Atılacak bir gol rakibin arzu
ve isteğini kırabilir. Şüphesiz maçın gidişatını da
Olimpiakos’un anlayışı belirleyecek. Yunan ekibi
direnmeyi tercih ederse, 90 dakika Manchester
eksenli bir oyun izleyebiliriz tam tersi durumda
ise ilginç şeylerin yaşanabileceği bir mücadele
bizleri bekliyor olabilir.
En “formalite” maç
Eliminasyon sisteminde kendi evinde oynadığın maçı 6-1 gibi farklı bir skorla kaybettiysen rövanş
maçları bir çile olabilir. İşte Schalke de şu sıralar bu durumda. Veltens Arena’da Real Madrid’e 6-1’le
boyun eğen Almanların tur şansı yok denecek kadar az. Real Madrid’in bu sene rakiplerine gol
yağdırdığını da düşünürsek mücadelenin İspanyolların lehine bitmesi kimseyi şaşırtmaz. İki taraf
için de formalite niteliğinde bir mücadele bizleri bekliyor. Hatta bu turun “en formalite” 90 dakikası
da Çarşamba akşamı oynanacak diyebiliriz. Ayrıca 11 golle krallıkta zirvede oturan Cristiano Ronaldo
mutlaka gol sayısını yükseltmek isteyecektir. Özellikle Zlatan Ibrahimovic ve Lionel Messi gibi bu
alanda rakipleri olan isimlerin kupaya devam ettiği düşünülürse Çarşamba gecesi Ronaldo’nun bireysel
gecesi olabilir.
Zenit için hala umut var
Rusya’da oynanan eşleşmenin ilk maçı
Zenit için kabus gibi başlamıştı. Borussia
Dortmund 5 dakikada 2 gol bularak adeta
rakibinin terlemesine izin vermeden hevesini
kırıyordu. Her ne kadar Zenit mücadelenin
ilerleyen dakikalarında toparlansa da 90 dakika
sonunda skor tabelasında yazan 2-4 idi ve bu
skor Borussia Dortmund için turun da kapısını
aralamak demekti. Ancak hafta içinde Zenit
5 yıldır görev yapan teknik direktörü Luciano
Spaletti ile yollarını ayırdı yerine Sergei Semak
getirildi. Kan değişikliği işe yarayabilir, bir de
buna Dortmund’un savunma zaafiyetlerini de
eklersek Ruslar için hala umut var diyebiliriz. Salı
akşamı televizyon karşısına geçtiğimizde bizi
güzel bir 90 dakika bekliyor olacak.
Orhan Uluca
Chelsea - Galatasaray HF121
STRATEJi ZAMANI
Londra’da Chelsea’yi devirmek zor olsa da imkansız değil. Galatasaray’da hedef
çeyrek final, sahaya çıkacak kadro, oyuncuların dizilişi ve atılacak bir gol...
Sarı-kırmızılıları bu çercevede Salı akşamı büyük bir strateji savaşı bekliyor
İlk maç iki tarafın da attığı tek gol sonucu berabere
bitti. İkinci maçta gerçek şu ki tur atlamak
için Galatasaray’ın en az bir gole ihtiyacı var.
Chelsea’nin iç sahadaki gücü de düşünüldüğünde
Galatasaray’ın 90 dakika içerisinde kalesinde gol
görmemesi zor. Dolayısıyla Roberto Mancini’nin
talebeleri en az iki gol atarak bu turu geçen taraf
olabilir. İtalyan hocanın çıkaracağı kadronun gole
yakın ofansif dozu yüksek olması muhtemel.
Öte yandan ilk golü atanın saha içi stratejisinin
değişeceğini de söyleyebiliriz. Kontra futbolunu
yaşam felsefesi yapan Jose Mourinho’nun
atılacak bir gol sonrası hızlı hücumlara bel
bağlayacak şekilde geriye yaslanması kaçınılmaz
sonuç. Schalke maçında da gördüğümüz gibi
Mourinho’nun talebeleri öne geçtiği andan itibaren
uzun toplarla bireysel yeteneklerin yaratacağı
aksiyonlara güvenirken geride takım bir bütün
halinde savunmaya konsantre bir şekilde maçı
tamamlıyor. Nihayetinde Chelsea de ofansı öne
koyacaktır zira iki gol atamadığı sürece maç
boyunca yiyeceği tek bir gol ya turdan edecek ya
da maçı uzatmaya götürecek. Maç öncesi skorun
belirlediği strateji her iki takımın da önceliğini
hücuma vereceğidir. Temkinli oyun ve sıkışan
maç zamanla beraber Galatasaray’ın tur ümidini
fazlalaştıracağı için Chelsea golü bulana kadar açık
bir oyunu tercih edebilir. Bu strateji öngörüsünü
doğru kabul edersek Galatasaray adına belirleyici
olacak olan işte bu ilk 14 dakikalık süreç içerisinde
verilecek olan tepki ya da atılacak olan gol belki de
turu getirecektir.
Galatasaray’ın kadro stratejisi
Kalede Fernando Muslera tartışmasız. Sağ
beke Eboue’nin gelecek olması kontra futboluna
karşı bu kadar hünerli takım Chelsea karşısında
nasıl açık verdiğini ilk maçta değişiklik olana
kadar gördük. Öte yandan yapılan taktiksel
değişiklik sonrası takım hücuma çıktığında bekler
kendisini ileri atarken savunma dörtlüsünün
önüne koyduğu oyuncu geriye çekilerek üçlü
savunma hattını oluşturuyor ve bu da iki kenarın
iki stoperin kenarlara açılarak kapatılmasıyla
Eboue ve Telles’in çıkışlarının yaratacağı sorunları
gidermeye yetiyordu. Eboue ve Telles’in ileriye
çıkışları ancak Melo ve Selçuk’un arkasına
Ceyhun-Yekta eklemesiyle savunmada yaratacağı
sıkıntılar giderilebilir. Semih-Hakan Balta-Chedjou
üçlüsünden Semih-Chedjou ikilisinin oynayacağını
söyleyebiliriz. Zira ön stoper(Ceyhun-Yekta)
olduğu vakit Semih’ten daha az atik olan Hakan’ın
uzun topları ve oyun kurgusunda aldığı rol
önemsizleşiyor.
Yekta ya da Ceyhun’dan biri şart
İlk maçın Mancini adına en büyük yanlışı Chelsea
orta sahasındaki üç katı merkez orta sahaya
karşılık/üstün gelecek bir kadro çıkartamamasıydı.
Hücum presten kaçınsa dahi Chelsea top merkeze
geldiği andan itibaren Galatasaray’ın oyun
kurucularına nefes aldırmadığı gibi geriye de iyi
yaslanarak boşluk bırakmadı. Atak organizasyonu
Teknik ve tempolu oyunculardan kurulu Chelsea
orta sahasına karşı Mancini kesici olarak orta
alanda Yekta Kurtuluş’a şans tanıyabilir.
gerçekleştiremeyen Galatasaray yediği hızlı
hücum sonucu kalesinde gol görerek geriye düştü.
Mancini’nin merkezi daha da stabilize etmek adına
yaptığı taktiksel değişiklikler oyun üstünlüğünü
Galatasaray’a vermişti. Deplasmanda RamiresLampard-Willian tercihini kullanan Mourinho’dan
buraya Oscar hamlesi beklenebilir. Taraftarın da
desteğiyle mavilerin daha saldırgan bir tutum
içerisinde olacağını da düşünürsek Mancini’nin
dörtlü savunmanın önüne Selçuk-Melo ikilisinin
arkasına bir oyun kurucu/stoper oyuncu
yerleştirmesi şart. Yekta ve Ceyhun arasında
yapacağı seçim bu kadronun bilinmez bir iki
hamlesinden birisidir. Nihayetinde hücumcu sağ
beklerden stoper seçimine kadar kadronun kilit
ismi dörtlü savunmanın önüne yerleştirilecek olan
oyuncu. İşte bu noktada Yekta mı Ceyhun mu
sorusu ile baş başa kalıyoruz. Hücum ön planda
olması gerektiği için Mancini’nin tercihinin top
tekniği ve isabetli pas oranı yüksek olan Yekta
olacağını düşünüyorum. Chelsea kenarlardan
akınlarını geliştirse de içeriye biçimsiz ortalar
yapmak yerine ön merkez oyuncularını ceza
sahasının içerisine kaçırarak pas oyununu tercih
ettiğinden dolayı Ceyhun’un stoper özelliklerinin
iyi olması burada tercih edilmesine yetmiyor.
Kafa hakimiyeti gibi savunma becerisi yüksek
oyuncudan ziyade stratejik aklı daha iyi olan
oyuncu tercih edilecek olması da yine Yekta’yı öne
çıkaran bir diğer unsur. Özellikle yenilecek olan bir
gol sonrası saha içerisinde oyuncu değiştirmeden
de stratejik değişiklik yapabilmesine izin veren
oyuncu yine Yekta. Mancini’nin bu noktada
Yekta’yı tercih edeceğini düşünüyorum.
Hamit sürprizi gelebilir
Muslera’nın önünde Telles-Semih-Chedjou-Eboue
dörtlüsünü kurduktan sonra Yekta ile beraber
Selçuk-Melo’nun oynayacağını biliyoruz. Öndeki
üçlünün ilk etapta Sneijder-Burak-Drogba olacağı
düşünülüyor. İtalyan teknik adamın sağ kenarda
görevlendirdiği Burak Yılmaz çalışkan ve hırslı
olmasına rağmen kenar aksiyonları ve savunması
için yetersiz olduğunu biliyoruz. Tam bu noktada
Umut Bulut sahip olduğu özellikleriyle bu maç için
tercih edilebilir olsa da form durumu sebebiyle
Mancini’nin başka bir oyuncuyu da düşünmesi
olası. Burak’ın gole yakın duruşu önemli belki
ama yanına yaklaşacak olan bekle kurduğu ilişki
zayıf. Takım savunmasına kenarda yapacağı
pres ile bulunacağı katkı yetersiz. Chelsea’ye
karşı iki santrfor ile çıkmak turu vermekle eş
anlamlıdır. Dolayısıyla sürpriz bir Hamit hamlesi
dahi beklenebilir. Nihayetinde oyun kontrolünü
ancak iyi ve disiplinli bir savunma ile alabileceğiniz
noktada Sneijder’ın yanı sıra Drogba ile Burak
rakibin baskısını keskinleştirir, gole yakın tutar.
Kilit oyuncu: Wesley Sneijder
Sneijder’in bu maçın pek çok ayrıntı nedeniyle
en önemli oyuncusu olacağını dile getirebiliriz.
Her şeyden önce iyi bir zeminde farklı bir Sneijder
izliyoruz. Öte yandan Şampiyonlar Ligi’nde topla
beraber yaptığınız eylemlerin hızı belirleyici olur
ve Sneijder bu takımda Melo ile beraber hızlı
düşünüp eyleme geçme konusunda en başarılı
iki oyuncudan birisi. Daha da önemlisi Chelsea,
Mancini iki santrforla çıkma riski almazsa orta
sahada Hamit Altıntop’a da şans verebilir.
kenarlara inseniz dahi savunma oyuncularının
özellikleri nedeniyle tipik kenar ortası aksiyonlarını
en iyi karşılayan takımlardan birisi. Hatırlatmak
gerekirse 3-1 kazandığı Manchester United
maçında rakip Kırmızı Şeytanlar Chelsea’nin iki
katından fazla olan 26 orta yapmasına rağmen
tehlike üretmekten aciz kalmıştı. Dolayısıyla
sonuca gidecek yol çizgiye inmekten ziyade
içe doğru kat etmekle mümkündür ve Wesley
Sneijder bu açıdan en önemli silahtır. Düşünme ve
eyleme geçme hızı ile Galatasaray’ın on numarası
rakibin savunmasını da aşabilecek mental ve
fiziksel yeterliliğe sahip olmasıyla bu maçın en
değerli oyuncusu.
Merkezden vurmalı
Galatasaray’ın savunmada iyi bir şekilde
kurgulaması gereken ayrıntı Telles ve Eboue
çıkışlarında açılan boşlukların nasıl doldurulması
gerektiği. İki bekin geriye gelme sorunu olduğu
kadar Burak Yılmaz’ın ilk 11 çıktığını düşünürsek
iki kenar oyuncusunun da aynı şekilde beklere
yardım etme sorunu mevcut. Hücumlarda
önstoperin geriye çekilerek üçlü savunma ile
merkezi kapatma düşüncesi yetmeyebilir. Doğru
Kanatlardan gelen akınlarda
savunmasında pek sıkıntı
yaşamayan Chelsea’ye karşı
merkezden delebilecek bir güç
olan Sneijder maçın kilidini
Galatasaray adına açabilir.
strateji dengeli bir kadro çıkartmakla eşanlamlıdır
ve sağ kenarda Burak yerine Hamit Altıntop/
Umut Bulut sürprizi burada o dengeyi sağlayabilir.
Zamanlaması doğru kaymalarla ileri çıkışlar
kendi içerisinde kompanse edilebilir. Öte yandan
hücumda ortalarla Chelsea’yi mağlup etmenin
ne kadar zor olduğunu TT Arena’da dahi gördük.
Beklerinin dahi stoper orijinli olduğu Chelsea’nin
fizikli dörtlü savunmasına çizgiye inip havadan
yaklaşmaktansa merkezden içeri oyuncu kaçırarak
delmek çok daha etkili olacaktır. Elbette ceza
sahasında savunma dörtlüsüne yaklaşan
rakibin üç merkez oyuncusunu aşmak ve pas
opsiyonlarını fazlalaştırmak için oyunu beklerle
genişletmek de kaçınılmaz. Maç içerisinde skora
göre değiştirilecek olan stratejiler de belirleyici
olacaktır. En önemlisi belki de ilk golü bulan
taraf olmak.
Egemen Yıldırım
Selçuk İnan Özel
HF121
SiSTEM KURBANI BiR MAESTRO
SELÇUK iNAN
Türk futbolunun son zamanlardaki en modern orta saha oyuncusu konumundaki
Selçuk İnan, Galatasaray’daki 3. Fatih Terim döneminin en kilit oyuncusuyken
şimdilerde yaşadığı form düşüklüğü ile sıradan bir futbolcu profili çiziyor. Yaşadığı
bu düşüş, haliyle eleştiri dozunun yükselmesini de beraberinde getiriyor
Tugay Kerimoğlu’nun sahip olduğu saf yetenek,
onun Premier League’de 10 yıl tutunmasını ve
formasını giydiği Blackburn’de efsaneleşmesini
sağladı. Galatasaray tarihinin en ihtişamlı
sezonunun devre arasında hiç düşünmeden
Ada’nın yolunu tutan Kerimoğlu’nun yetenek
profiline günümüzde en çok uyan isim olan Selçuk
İnan, Manisaspor’da başlayan istikrarını önce
Trabzonspor’a sonra da Galatasaray’a taşıyarak
‘özel’ bir oyuncu haline geldi. Ancak onun bu kadar
özel olmasını sağlayan tek veri istikrarı değil.
Oynadığı mevki için mükemmele yakın tekniği,
oyun bilgisi, çift yönlü oynayabilme yetisi ve duran
top etkinliği onu Türkiye’de modern futbola en
uygun orta saha oyuncusu yapan diğer özellikleri…
topa sahip olmasını ve direkt kaleye gitmelerini
sağlayan bir mantaliteyi takımına aşıladı. Bu
sayede Selçuk-Melo ikilisi, kapılan toplarla skora
daha fazla etki ettiler. O sezon Selçuk; lig ve Süper
Final’de 13, Melo da 12 golle takımın kaydettiği
gollerin 3’te 1’ine sahip oldular.
Mehmet Demirkol’un tabiriyle “Türk futbol
tarihinin kaderini değiştiren adam” olan 29
yaşındaki orta saha oyuncusu, son yıllarda yaşadığı
istikrarı bu sezon kaybetmiş görünüyor. Özellikle
Galatasaray’a transfer olduğu ilk sezonda harikalar
yaratan tecrübeli orta saha oyuncusunun yaşadığı
bu performans düşüklüğünü detaylı olarak
incelediğimizde, Galatasaray’ın yaşadığı sistemsel
değişim ve esnekliğin temel neden olarak
karşımıza çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Maestro olmanın gereklilikleri
Türk futbolunda ‘maestro’ sıfatı genellikle yabancı
10 numaralar için kullanılır. Çünkü onlar, sahip
oldukları yetenek ve yakaladıkları istatistiklerin
yanı sıra winner özelliğine de sahiplerdir. Böyle
bir yapının içerisinde merkez orta saha olup,
oyunu iki yönlü oynayarak ‘maestro’ olabilmek
için ise özel bir oyuncu olmak elzemdir. Selçuk
İnan da Galatasaray’daki ilk sezonu olan 2011/12
sezonunda istikrarlı ve kaliteli oyununun yanına
istatistikle birlikte yeteneklerini de ekleyince
‘maestro’ sıfatını fazlasıyla hak etmiş oldu. Tabi
bunda Fatih Terim’in sisteminin de payı var.
Terim’in takımına oynattığı 4-4-2 sisteminde
Melo ile birlikte adeta omurga görevi gören
Selçuk, forvet oyuncularının rakibi bozmasıyla
yeteneklerini daha rahat sergileyecek imkanlar
sağladı.
İmparator’un 4-4-2’sindeki temel noktaları
sıralayacak olursak forvet oyuncularının pres
özelliğine sahip olması ilk sırada yer alır. Terim, 3.
dönemi olan 2011/12 sezonunda tıpkı Arif-Hakan
Şükür ikilisinde olduğu gibi önce ElmanderBaros, daha sonra da Elmander-Necati ikilileriyle
rakip savunmayı ön alanda bozarak, arkadan
ve kenarlardan gelen orta saha oyuncularının
2011/12 sezonunda genel diziliş
İkinci temel nokta ise orta 4’lünün kanatlarında
bulunan isimlerin kenar çizgi oyuncuları olmayışı
ve orta saha ile forvet arasındaki bölgeyi daha
çok kullanmaları. Özellikle Emre Çolak ve Engin
Baytar’ın oynadığı maçlarda bu durum daha
belirgin bir şekilde karşımıza çıktı. Böylece Selçuk
İnan oyunu daha rahat yönlendirme imkanı
bularak, ön alandaki oyuncuları etkili bir biçimde
besledi. O sezon yaptığı 15 asist, bu faktörün en
net örneği.
Son olarak da bahsi geçen sezonda Galatasaray
sadece Spor Toto Süper Lig ve Türkiye Kupası’nda
mücadele etti. Kupanın seyrek fikstürü, yapılan
rotasyon ve erken eleniş; sarı-kırmızılıların sadece
lige odaklanmasını sağladı. Bu durum takımın
daha diri bir görüntü sergilemesine neden
oldu. Sonucunda da 4 yıllık bir aranın ardından
Galatasaray 18. şampiyonluğuna uzandı.
Hoş(mu)geldin Sneijder!
Selçuk İnan’ın ikinci sezonundaki performansını
devre arasının öncesi ve sonrası olarak ikiye
ayırmak gerekiyor. Sezonun ilk yarısında
bildiğimiz Selçuk İnan etkisini istatistiki olarak
bir önceki sezona göre daha az görsek de, saha
içi performansından tecrübeli oyuncu hiçbir şey
kaybetmemişti. Ancak ne olduysa sezonun ikinci
devresi oldu ve Selçuk’un performansında düşüş
belirtileri gözlenmeye başladı. Bunun baş nedeni
de tahmin edileceği üzere devre arasında yapılan
Drogba-Sneijder hamleleriydi. Hatta Sneijder’in
gelişinin daha ağır bastığı su götürmez bir gerçek.
Galatasaray sezon başında yaptığı transferlerle
bir önceki sezon oynadığı sistemin devam
edeceğinin sinyallerini verdi. Özellikle Baros ve
Necati’nin yerine Umut-Burak ikilisinin takıma
monte edilmesi, Selçuk ve Melo’nun önceki
sezonki performanslarına yakın performanslar
sergileyebileceklerine işaretti. Hamit Altıntop’un
da iç kenara yatkın oyunu, bu savı destekliyordu.
Tabi yarışılan kulvar sayısının 3’e çıkması ve hedef
sayısının artması aynı istatistiklerin yakalanma
ihtimalini düşürse de beklentiler bu yöndeydi.
Sezonun ilk devresi bu düşünceler gerçekleşse de
takıma katılan 2 dünya yıldızı, sistemin ve rollerin
tamamen değişmesine neden oldu.
İmparator ve kurmayları, transfer döneminin
sona ermesiyle takımda Sneijder’e yer açabilmek
için sistemsel değişikliğe gitti ve 4-4-2’den 4-31-2’ye döndü. Bu değişim kağıt üstünde sarı
kırmızılıların hücumsal etkinliğinin artacağını
gösterse de savunma anlamında büyük zafiyetler
olabileceğinin sinyalini veriyordu. Bir de Terim’in
Sneijder’in gelişine rağmen çift forvetli sistemden
2012/13 sezonunda genel diziliş
vazgeçmemesi, zafiyet sinyallerinin artması için
yeterliydi. Sezon başında transfer edilen Cris’in
devre arasında gönderilmesi ve yerine stoper
alınmaması, Galatasaray’ın sezonun geri kalanını
3 stoperle oynayacak olması bir sakatlıkta
sorunlarının daha da artacağı anlamına geliyordu.
Galatasaray’ın değişen saha içi sisteminde Selçuk
orta üçlünün solunda yer aldı. Bu da maestronun
kreatif özelliklerini daha az sergilemesi demekti.
Fatih Terim bunun yaşanacağını bilip, Sneijder’i
4-4-2’nin orta dörtlüsünün solunda denemesi,
Hollandalıdan alınan verimi sıfıra indirince mecburi
bir değişiklik yapmak zorunda kaldı. Çünkü
Selçuk’tan 3’lü orta sahanın solunda alacağı verim,
Sneijder’den 4’lünün solunda alacağı verimden
daha fazla olacağı elzemdi. Takım artık hücumda
Sneijder’in yönlendirmesine ve Drogba’nın üstün
fiziği ile yaratacağı pozisyonlara dayalı bir hücum
yapısına büründü. Selçuk daha çok orta sahada
kapılan topların hücuma taşınmasını sağlayan
bir köprü görevindeydi. Tabi Melo’nun da bu
sistemde hücuma verdiği katkı azaldı. Melo
takım hücumdayken dönen topları karşılayan,
savunmadayken ise ikili stoperin önünde süpürücü
oyuncu olarak yer aldı.
Bir de olayın Drogba-Burak boyutu mevcut. Bir
önceki sezon pres özelliği olan Elmander-Baros
ikilisiyle oynayan takım, 2012/13 sezonunda
ilk 11’deki pres yapan oyuncu sayısını Burak’ın
gelişiyle 1’e düşürmek durumunda kaldı. Devre
arasında yapılan Drogba hamlesiyle de Galatasaray
forvetlerinin pres özelliği tamamiyle ortadan
kalktı. Forvetlerin baskıdan uzak oyun anlayışı,
orta sahadaki Selçuk-Melo ikilisinin daha kontrollü
bir yapıya bürünmesine neden oldu. Haliyle de
önceki sezonun golcü orta saha yapısı özelliğini
kaybetti.
Yaşanan bu değişim, haliyle en çok Selçuk İnan’ı
etkilemiş oldu. İstatistiğe dökecek olursak;
Sneijder’in olmadığı ilk yarı boyunca 4 gol 7
asistlik performans sergileyen Selçuk, Sneijder
geldikten sonra ise 3 gol 6 asist ile oynadı. Aslında
rakamlar arasında çok küçük farklar olsa da
asıl fark saha içerisindeki rolde yaşandı. Dünya
yıldızları gelmeden önceki geçen 1,5 sezonda
takımın maestrosu ve saha içi lideri rolüne sahip
olan Selçuk, Sneijder ve Drogba sonrası sahip
olduğu saha içi liderliğini paylaşmak zorunda
kaldı. Çok basit bir örnekle, ligin ikinci yarısında
Sneijder sonrası genel diziliş
saha içi toplantılarını bile Drogba yapar konuma
geldi. Bu durum, Drogba’nın sahip olduğu
kariyerden dolayı taraftarı mest etse de takım
içi dengelerin değişmesi ve yaşanan değişimin
takıma olan yansımasının nasıl olacağının
bilinmemesi, takımda sorun yaşanabileceğinin
adeta habercisiydi. Hatta duran toplarda tek yetkili
isim olan Selçuk, artık Drogba ve Sneijder’le frikik
paylaşımı yapmak zorunda kaldı. Ancak Fatih
Terim’in tecrübesi, bir önceki sezondan gelen
özgüven ve takım olgusu, takımın üst üste ikinci
kez şampiyon olmasını sağladı.
Değişmeyen saha içi rolü
Bu sezonun başında ise Galatasaray, geçtiğimiz
sezonun ikinci yarısında oynadığı formatla saha
içinde yer aldı. Selçuk yine orta 3’lünün solunda
yer alıp, oyun kurucu rolü iyiden iyiye Sneijder’in
inisiyatifine geçmişti. Hazırlık kampından Eylül
ayına kadar bu formatta oynayan sarı-kırmızılılar,
Eylül ayı sonunda yaşanan teknik direktör
değişimiyle bambaşka bir yapıya büründü.
İmparator’un yerine göreve gelen İtalyanların ünlü
taktik ustası Roberto Mancini, Galatasaray’ın
hiç de alışık olmadığı bir düzene geçiş yapmasını
sağladı.
Galatasaray artık sahada rakibe göre taktik
belirleyen bir takım hüviyetine büründü. Bir maç
4-4-2 veya 4-3-1-2 oynayan takım; diğer maç 3-52, başka bir maçta ise 4-3-3 düzeninde oynamaya
başladı. Geldiği günden itibaren taktiksel anlamda
takıma büyük bir esneklik empoze eden Mancini,
ilk zamanlarda bazı sorunlar yaşasa da, ilerleyen
zamanlarda bu düzeni takıma benimsetmeyi
başardı. Oyuncular her taktikte aynı performansı
gösteremeseler de her rakibe karşı farklı bir
dizilişle sahaya çıkacaklarını biliyorlardı.
Selçuk İnan ise bu değişimden en çok zarar gören
isim oldu. Hali hazırda yaklaşık 10 aylık bir form
düşüklüğüne sahip olan maestro, Mancini’nin
gelişi ile iyice sıradan bir oyuncu haline dönüşmeye
başladı. Peki Mancini dönemindeki Selçuk İnan’ın
takım içindeki rolü neydi?
İtalyan teknik adamın en çok kullanmak istediği
sistem olan 3-5-2’deki Selçuk İnan’ın görevini
inceleyecek olursak, Fatih Terim döneminde
olduğu gibi takımın orta sahadaki pas alışverişinin
merkezinde yer aldığını görürüz. Fakat Mancini,
Sneijder’e saha içerisinde daha çok serbestlik
tanıyıp, oyun kurucu rolünü verince Selçuk bu pas
alışverişinde topu Sneijder’e taşıyacak en güvenilir
ayak olmaktan öteye gidemedi. Bu sistemin en
kilit oyuncusu konumuna gelen Ceyhun Gülselam,
3’lü savunmanın önünde süpürücü olarak görev
aldı ve Melo ile Selçuk’un rakibin hücuma çıkışını
bozmasını daha rahat yapmalarını sağladı. Böylece
kapılan Sneijder’e ya da kanatlara aktarılarak hızlı
bir şekilde hücuma çıkış sağlandı. Hatta Mancini,
Türkiye Kupası’nda Melo’yu 3’lü savunmanın
ortasında da denedi; fakat bu sefer de orta
sahadaki direnç düştü ve Selçuk orta sahada
ezilmesiyle rakipler hücuma daha rahat çıkma
Mancini’nin 4-3-1-2 dizilişi
imkanı yakaladı.
Galatasaray’ın 3’lü orta saha düzeninde de(4-31-2 ve 4-3-3) Selçuk İnan’ın rolünde bir değişiklik
olmadı. Sarı-kırmızılılar artık Sneijder merkezli
bir hücum hattına, Melo merkezli bir orta saha
kurgusuna ve Semih komutasında bir savunma
hattına sahip oldu. Özetle Selçuk, Galatasaray’ın
kilit oyuncusu ve maestrosu olmaktan çıktı. Onun
yaşadığı bu sıradanlık, hem istatistiklerine, hem
de performansına fazlasıyla yansıdı.
Eksikliğini hissetmeme lüksü!
Türkiye’de bir takım Selçuk İnan gibi bir oyuncuya
sahip olup, oynamadığı maçlarda eksikliğini
hissetmiyorsa; o takım ya Selçuk’un mevkisinde
çok daha iyi ve özel futbolculara sahiptir, ya
da onun yeteneklerini sergileyebileceği tüm
inisiyatifleri elinden alınmıştır. Selçuk’un ülke
sınırları içerisinde yetenek anlamında mevkisinin
en iyisi olduğu göz önünde bulundurulduğunda
ikinci neden daha olası görünüyor. Mevcut
Galatasaray kadrosundaki Sneijder’in varlığı ise
bu nedeni destekleyen en önemli unsur. Çünkü
Hollandalı’nın savunma özelliğinin olmaması,
hücumsal anlamda tüm oyun kurgusunu onun
üstüne kurmayı zorunlu kılıyor.
Bu düşünceyi somut bir örneğe dökelim. Geçen
hafta Arena’da oynanan Akhisar maçında cezalı
olan Selçuk’un yerinde görev alan Yekta, orta
sahada açık kapatan, top çalan ve topu ileriye
taşıyan bir roldeydi. Galatasaray’ın hanesinde
yazan 6 golün, gol ve asist dağılımına bakıldığı
zaman hücumdaki 3 oyuncu arasında paylaşıldığını
görüyoruz. Haliyle de Selçuk’un yeni rolü; standart,
sıradan ve nadir olarak hücumda gol arayan bir
orta saha oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor. Yani
Selçuk’un takım içindeki etkinliğini yitirmesinin
başlıca nedeninin Sneijder olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Tabi Selçuk’un yaşadığı fiziksel yorgunluk da
gözden kaçmamalı. Dile kolay; Galatasaray’a
geldiği günden bu zamana kadar milli maçlar da
dahil tam 131 maça çıkan Selçuk’un, 3 kulvarda ve
yüksek tempoyla mücadele eden Galatasaray’da
düşüş yaşaması gayet olası. Dünya’nın en iyi orta
saha oyuncuları bile bu yorgunluğu fazlasıyla
yaşıyor.
Özellikle Trabzonspor’da forma giydiği dönemden
bu yana belli bir standartın altına düşmeyen
Selçuk İnan’ın 1 sezon kötü oynama lüksüne sahip
olması gerekir. Çünkü Selçuk; Türk futbolu için çok
Mancini’nin 3-5-2 dizilişi
önemli bir isim ve 1 sezonluk kötü performansla
onu tabir-i caizse harcamak, onun formasını
giydiği takımlarda verdiği katkıya ihanettir. Eğer
gelecek sezon da bu kötü performansı devam eder
ve yeteneklerini kaybetme sinyalini çok kuvvetli
bir şekilde verirse, o zaman eleştirmek doğal
karşılanabilir. Sabretme yetisi doğuştan olmayan
bir millet için bunu beklemek zor olsa da bu
toleransı Selçuk fazlasıyla hak ediyor…
Selçuk’un gol ve asist istatistikleri
Caner Özdurak
Selçuk İnan Özel
Salih Demirci
HF121
KAÇ SEZONLUK ADAM
SELÇUK iNAN?
Futbol dünyasında bir futbolcu için en iyi olarak anılmaktan zor olanı bunu sürekli
taşımak. Galatasaray’ın eleştirilen adamının biraz sallanmaya hakkı var
Selçuk İnan’ın Manisa günlerinde saçları epey
uzundu. Yeni çıkış yaptığı vakitlerde saç bandını da
düzgün takamayınca düşürmüş, ama aynı maçta
direğin içine çarparak ağları bulan güzel bir gol
atmıştı. Rakip kim hatırlayamasam da o günlerin
popüler adamı Uğur İnceman’dı; fakat Manisa’yı
bilenler diyordu ki ‘asıl bu çocuk’ gelecek İstanbul’a
ve zaten karşımızda Milli Takım’ın tüm alt yaş
kategorilerinde oynamış bir futbolcu vardı.
Kim biliyordu bunu? Maraton’dan sonra
yayınlanan üç dakikalık özetler ve gece yarısına
yakın başlayan Videolig’den fazlasını bilemiyorduk.
Şimdi ise tüm maçlar naklen yayınlanıyor, fakat
Anadolu takımlarının nitelikli futbolcularını fark
etme noktasında futbol ortamımızın eskisinden
ileride olduğunu söylemek zor. İstanbul’da
umursanmaması bir yana, beklenen kapsayıcı
etkiyi yaratamadı ve belki de kimi şehir takımlara
olumsuz yansıdı. Bu sezon formu düşen Selçuk
İnan da tüm bu durumdan payına düşeni aldı.
Ligin en iyi orta saha oyuncusu kim, sorusu
yakın zamanda çok kez cevabını Selçuk İnan’da
buldu. Hele ki 13 gol ve 15 asist ile tamamladığı
ilk Galatasaray sezonu var ki, yaptıklarıyla ligin
kaderini neredeyse tek başına değiştirmişti.
Kuşkusuz, 2011/12 sezonu Selçuk İnan’ın kariyer
zirvesini işaret ediyordu ve o günlerde 27 yaşında
olan bir orta saha oyuncusu için vakti gelmişti.
Fakat öncesi de farklı değildi, ama çok az insan
bunun farkındaydı.
2009 yılının Şubat ayında Türkiye Milli Takımı’nın
Fildişi Sahili ile oynayacağı hazırlık maçının aday
kadrosuna dahi çağrılmayan Selçuk İnan, o
günlerde Trabzon’daki ilk sezonunu geçiriyordu.
Arkasında Hüseyin Çimşir ve yanında Gustavo
Selçuk İnan Trabzonspor’la
3 sezonda 109 maça çıktı ve
36 asist yaptı.
Colman ile birlikte oynuyor, sezonun ilk yarısını
5 asistle kapatıyordu ama bu milli takımın geniş
aday kadrosu için yeterli sayılmıyordu. Aradan üç
buçuk yıl geçtiğinde ise, 2012 yılının Eylül ayındaki
Hollanda-Türkiye maçının ilk 11’inde yer almayınca
kıyamet kopmuştu.
Herkes biraz yıpranır
Arada Selçuk İnan bir Türkiye Kupası kazandı
ki artık tüm Trabzon takımı ligi sallıyordu.
Fenerbahçe’yi Şanlıurfa’da 3-1 yendikleri maç ülke
futbolunun mihenk taşlarından biri sayılabilir.
Trabzonspor’un o günkü oyunu ve sonraki sezon
devam eden çıkış, her şeyi farklı bir noktaya
getirse de hala Selçuk İnan’a hak ettiği değer
verilmiyordu. 2011’in Mart ayında Kadıköy’de
Avusturya’yı 2-0 mağlup ettiğimiz maça Selçuk
İnan damga vurmuştu ama pek çok insan, onu
Galatasaray’da tanıdı.
Oysa belki de Trabzon’daki ilk sezonundan itibaren
Süper Lig’in en özel yerli futbolcusu Selçuk’tu.
2009, 2010 ve 2011 kesinlikle onun yıllarıydı. Bir
de üzerine Galatasaray’daki muhteşem sezon
eklendi. Geçen sezon da değişen takım tertibine
uyum sağladı ve kendisi gibi oynamaya devam
etti. Ama bu sezon bir şeylerin eksik kaldığı kesin.
Çünkü bir futbolcu, kaç sezon üst üste en iyi olarak
oynamaya devam edebilirdi ki?
Selçuk İnan şimdiden 5 sezonu devirmek üzere.
Sürekli ilk 11’de, sürekli yarışmacı, sürekli büyük
hedefler için oynadı ve daima zirvede kaldı. Şimdi
ise sallanıyor. Sayısız meslektaşının örneklediği
gibi belki fiziksel, belki mental yıpranmanın
tortusunu taşıyor. Geçmişini bilmeyenler ise
onun için iki sezonluk futbolcu yorumunu yapıyor,
haksızlık ediyorlar. Hayır, Selçuk İnan tam 5
sezondur Türkiye’nin en iyi orta saha oyuncusuydu
ve biraz sallanmak için yeterince kredisi var ya da
öyle olmalı.
5 sezondur Türkiye’nin en iyi orta saha oyunculardan kabul edilen Selçuk İnan bugünlerde performansıyla eleştirilerin hedefi oluyor.
İsmail Şayan
Unutulmaz
HF121
ARAZi KAVGASINDAN
DÜNYA DEViNE
Takvimler 15 Mart 1892’yi gösterdiğinde yani tam 162 yıl önce İngiltere’de futbola
damga vuracak bir takımın temelleri atıldı. O takım Liverpool’du. Merseyside’ın
kırmızı yakasından yükselen bu takımın kuruluş öyküsü, futbol tarihinin özel
sayfalarından biri. Ortaya konan model, hem mevcutlara hem sonrakilere örnek
oldu. Onlara da “futbol tarihinin ilk para kulübü” unvanını kazandırdı
Liverpool nasıl kuruldu
Tedbirli davranmış, önce federasyona telgraf
çekip İskoç oyuncuların çokluğunun sorun yaratıp
yaratmayacağını sormuştu ‘Dürüst John’… Olumlu
yanıtı alınca patronunun verdiği parayı cebine
koyup kuzeye doğru yola çıktı. Son bir yıldır olanları
yolda tartacaktı John McKenna.
Anfield ve arazi kavganın gerçek sebebi miydi? Bu
sorunun yanıtını hiç bilemeyecekti belki de…
Stadın arazisi başlangıçta Orrel’ındı ve kulüp
kira için bir hastaneye küçük bir bağış yapıyordu.
Sonra Houlding araziyi satın alıp, kulübe kiraladı.
Başkana kira ödemeyi pek dert etmediler. Kira
2,5 katına çıkarılmak istendiğinde huzursuzluk
çıksa bile uzlaşma noktası bulundu. Ama tribünün
ortasından yol geçeceği ortaya çıkınca fena karıştı
işler. Orrel, kendi arazisine ulaşabilmek için yol
yapmak zorundaydı. Ama yol, ana tribünün
bulunduğu yerden geçecekti. Ve yasaldı. Houlding
stad arazisini Orrel’dan alırken yapılan sözleşmede,
yolla ilgili madde açıkça yazılmıştı. Çare, Orrel’ın
bitişikteki arazisini de kiralamak ya da almaktı.
Kira, önceki kiranın yaklaşık 4 katına çıkıyordu.
Alma önerisi daha önce gündeme geldiğinde
sıcak bakmayan Everton üyeleri, bu kez dayatma
olarak önlerine konmasını hiç hoş karşılamadılar.
Başkan Houlding, yolun yapılacağını bildiği halde
gizlemekle suçlandı.
Patron, Orrel’ın arazisi ve stadın içinde olduğu
kendi arazisinin alınması için diretmiş, diğerleri
kulübün yeterli parasının olmadığını söylemişlerdi.
Doğruydu ama Patron bunun da çözümünü
sunmuştu: “Şirketleşilsin. Hisse satıp para
toplanır, bu parayla da arazinin tamamı alınır”
Karşı çıktılar: “Büyük bir sermaye sahibi hisseleri
toplayabilir. O zaman toplumun takımı olmaktan
çıkıp kişinin takımı oluruz, bu kabul edilemez”
Belki de hisseleri Houlding’in toplamasından
korkuyorlardı. Haksız olmayabilirlerdi. Houlding
26 Ocak’ta Everton Football Club And Athletic
Grounds Ltd adlı bir şirket kurmuş ve Londra
Ticaret Odası’na kaydını yaptırmıştı. Cebindeki
parayı tekrar yokladı McKenna…
John McKenna
Sonra tartışma büyümüş, “Maçlarda seninkiler
dışındaki biraların satılması neden yasak”
sorusuyla kopma noktasına giden hızlı yolculuk
başlamıştı. Houlding’e ‘King of Everton’ adını
takanlar, barı Sandon’ın kulüp binası gibi
kullanılması, oyuncuların maçlardan önce ve sonra
Sandon’da toplanma zorunluluğu dahil pek çok
şeyi sorgulamaya başladı. Toplantıda 500 üyeden
yalnızca 18’inin desteğini alabilmişti Patron.
Everton, 8 yıldır oynadığı Anfield’ı sezon sonunda
terk etme kararı aldı. Liverpool Echo’nun 19
Mart’taki nüshasında Houlding’in yönetim tarzı
ağır bir dille eleştirildi. Fiilen konmuş olan noktayı
30 Mart 1892’de resmileştirdiler. Patron Houlding;
Barclay, Nisbett ve Howarth’la beraber istifasını
gönderdi.
Yeni kulüp
19 kişiydiler. Houlding’in ülkenin en iyi
stadyumlarından birine sahipti ama oynayacak
takım yoktu. Yeni bir kulüp kurdular. Yalnızca
3 oyuncu vardı. İstedikleri gibi bir takımı
İngiltere’den kurmak çok pahalıya patlardı.
İrlandalı, Houlding’in verdiği 500 Sterlini alıp yola
çıktı… Önceliği Glasgow’daki bağlantılarına verdi
ve 13 oyuncuyla döndü. 1 Eylül günü ilk maçına
çıkan takımda yalnızca 1 İngiliz vardı: Kaleci
Billy McOwen. Bol İskoçlu takıma ‘Team of all
Macs’ lakabı takılmıştı. Rotherham’la oynanan
hazırlık maçını 7-1 kazanırlarken seyirci sayısı 100
civarındaydı. O gün Stanley Park’ın diğer tarafında
Everton’ı izlemeyi yeğleyenlerse 10 bin kişiydi.
Takımın adı da Everton Athletic olamamıştı.
Patronun planı federasyona takılmış, ellerinde
tescilli bir şirket olmasına karşın Everton adının
ikinci bir kulüpte geçmesine izin verilmemişti.
Houlding uzun süre çabalasa da ismi onaylatmayı
başaramadı. İki kulübün de genel sekreterliğini
yapan tek kişi olarak tarihe geçen Barclay’in
önerisiyle 3 Haziran’da şirket ismini değiştirerek
Liverpool FC adını aldılar. Liverpool FC’nin
renkleri Everton’la aynı olsa da federasyon
isim değişikliğini yeterli bularak kulübü tanıdı.
Kurdukları kulüp, ‘futbolun ilk para kulübü’ olarak
tarihte ve spor ekonomisi literatüründeki yerini
aldı.
Neden şirket?
Houlding, futbolun “gençler spor yapsın”ın çok
ötesine doğru gittiği fikrindedir. İlk kulüpler
sosyal amaçlı kurumlar olarak ortaya çıkar ve
profesyonelliğin gelişi de bu temayı değiştirmez.
Örneğin Everton, St Domingos kilisesi çatısı
altında futbol oynanması için kurulmuştur
ve metodistler, Houlding’in ‘tüm kötülüklerin
anası’ üzerinden yaptığı ticaretten hiç memnun
değillerdir. Öte yandan futbola ilginin artışıyla ‘iş’
kısmı çok hızlı büyümektedir. Houlding her maç
binlerce bira satar olmuştur. Mevcut yapı, gördüğü
geleceğe yetersiz kalmaktadır ancak Everton’lıları
buna bir türlü ikna edemez.
İlk şirket-kulübü kurar. Şirket-kulüp, dönemine
aykırıdır ama zamanla egemen yönteme dönüşür.
Tıpkı Houlding gibi bir bira üreticisi olan John
Brickwood’un kurduğu Portsmouth ve elindeki
stadyumda oynatacak kulüp bulamayınca
Chelsea’yi kuran Augustus Mears gibi girişimcilere
örnek olur. Bir başka bira üreticisi John Henry
Davies ise demiryolu işçilerinin kurduğu Newton
Heath’i batmak üzereyken alıp Manchester
King of
Everton’ın
yönetimdeki
yenilgisine
dair bir
karikatür.
Liverpool’un isim
değişikliği belgesi
İlk Liverpool kadrosu
United yapacaktır. Yeni kurulanların yanı sıra
mevcut kulüpler de birer ikişer şirketleşmeye
başlarlar. Sahada tek İngiliz olmasıysa 113 yıl sonra
Wenger’le tekrarlanır. Kulüp ilk Lancashire League
maçına 3 Eylül’de çıkar. Higher Walton karşısında
8-0 kazanılan mücadelede kaptan McVean’in
Anfield Road yönüne doğru oynamayı seçmesiyle
hâlâ süren bir gelenek başlar. Seyirci yoktur ama
şampiyon olmayı başarırlar. Üstelik Everton’ı 1-0
yenerek bölgesel kupayı da kazanırlar. Henüz bir
yılını bile doldurmamış bir kulüp için müthiş bir
başarıdır.
John McKenna lig için federasyona başvuru yapar
ve kabul edilir. İlk sezonda, ikinci ligde yenilgisiz
şampiyonluk gelir. Birinci lige çıkabilmek için
bir ‘test match’ oynamak zorundadırlar, 2-0
kazanırlar. İkinci lige gönderdikleri Newton Heath
Lyr FC, 28 Nisan 1902 günü Manchester United
olur.
Seyirci sayısının 5000’e ulaştığı sezonda küme
düşülür ve ikinci ligde yine şampiyon olup geri
dönülür. Bu kez Everton’ın üstünde, beşinci sırada
bitirirler ligi. John Houlding belediye başkanlığına
soyununca sezon sonunda McKenna kulübeden
ofise geçer ve Sunderland’le üç şampiyonluk
kazanan menajer Tom Watson’ı transfer eder.
Formadan mavi gider ve kırmızı gelir. Watson,
1900/01 sezonunda 18 şampiyonluğun ilkini
getirecektir. İki yıl sonra yine küme düşülür ve
yine şampiyonlukla geri dönülür. Bu kez, çıktığı
sezonda şampiyonluğa ulaşır kulüp. Seyirci
ilgisi büyümüştür. Geliri arttırmak isteyen John
McKenna yeni bir tribünün inşasına girişir. O
tribün, adını kendi bulacaktır: Spion Kop.
İlk tescilli şike
Manchester United-Liverpool maçları en büyük
rekabetlerden birinin sahnesi. Bu sahneden şike
de geçmiş. 2 Nisan 1915 günü, ligin son haftası iki
takım Manchester’da karşılaşırlar. Anderson’ın
golleriyle 2-0 kazanan United, bu galibiyetle
ligde kalmayı başarır. Ancak maçın hakeminin ve
bazı seyircilerin dikkatini bir de penaltı kaçıran
Liverpool’lu oyuncuların boşvermişliği çekmiştir.
Federasyon olayın üzerine gider. Soruşturma
açılır. Maçta şike yapıldığına karar verilir. Ancak
federasyon bunun bir ‘bahis şikesi’ olduğuna karar
vermiştir. 27 Aralık 1915 günü 3’ü United’lı 4’ü
Liverpool’lu 7 oyuncu ömür boyu men cezası alır.
Kulüpler ya da yöneticiler hiç bir ceza almamıştır.
Liverpool Başkanı McKenna ve menajer Tom
Watson aynı yıl görevlerinden ayrılırlar.
United’lı West masum olduğunu iddia ederek
federasyonu dava eder. Birinci Dünya Savaşı
futbola ara verir. Savaş sonrasında federasyonu
dava eden West dışındaki oyuncular, savaştaki
hizmetleri gerekçe gösterilerek affedilir. John
McKenna ise 1917’de Lig Başkanı olmuştur.
Ali Ece
Unutulmaz
HF121
KURT KOLEKSiYONER
İtalya futbolunun tartışmasız en büyük teknik
direktörü Giovanni Trapattoni, kazanılmadık,
kupa bırakmadı. Gittiği her ülkede, her kulüpte iz
bıraktı, onları şaha kaldırdı, zafere koşturdu.
Kurt hocanın koleksiyonu kupalarla doldu taştı
Trapattoni’nin kazandığı kupalar
Juventus
Serie A (6): 1976/77, 1977/78, 1980/81, 1981/82,
1983/84, 1985/86
İtalya Kupası (2): 1978/79, 1982/83
Şampiyonlar Ligi (1): 1984/85
UEFA Kupa Galipleri Kupası(1): 1984
UEFA Kupası (2): 1977, 1993
UEFA Süper Kupası (1): 1984
Kıtalararası Kupa (1): 1985
Inter
Serie A (1): 1988/89
İtalya Süper Kupası(1): 1989
UEFA Kupası (1): 1991
Bayern Münih
Bundesliga (1): 1996/97
Almanya Kupası (1): 1997/98
Almanya Lig Kupası (1): 1996/97
Benfica
Portekiz Ligi (1): 2004/05
Red Bull Salzburg
Avusturya Bundesliga(1): 2006/07
Bir teknik adam 40 yıl ve 22 kupa
Giovanni Trapattoni 40 yıllık teknik adamlık
macerasını bir cümleyle özetleyebilecek
kadar ketum bir adam: “Shankly, ‘Eğer teknik
direktörseniz ne yaparsanız yapın, ölene kadar
hep son maçta aldığınız skorla hatırlanırsınız’
dediğinde yerden göğe kadar haklıydı, çünkü
insanlar bir kere şekerin tadını alınca bir daha tuz
yemek istemezler!”
Ancak Trapattoni’nin son yıllarda oynattığı
futboldan çok daha renkli, derin
futbol düşüncelerine sahip olduğu
gerçeğini de atlamamak
lazım. Çünkü bizzat
Trapattoni 2002’den
beri “fazla defansif”
oynatmakla
eleştirilse de
kendi ülkesi
İtalya’nın ürünü
Catenaccio’nun
modern futbolda en
geçer akçe olduğu
yıllarda 3 forvet
Boniek-Rossi-Bettega
arkasında bir de serbest
adam olarak Platini’yi
monte ederek kazanmak
için gerektiğinde ofansif
futbolun bayrağını da uzun süre
göndere çekmiş bir efsane. Çalıştırdığı
her takımın malzemesi başarı için nasıl
kullanılmayı gerektiriyorsa o gerekliliğe göre
teknik adamlık sanatını icra etmiş yarı emekli
bir maestro Trapattoni. Tıpkı tüm başarılı teknik
adamlar gibi başarı olgusunun bağımlısı olduğu
ölçüde kurbanı da:
“Sen de bizzat teknik direktör olarak artık o
taraftarlar gibisindir: Şampiyonluklar, kupalar,
başarı öyle tatlıdır ki sen de farkında olmadan
onlar gibi şeker bağımlısı olmuşsundur. 70’ini
geçtiğinde bile kendini 35 yaşında işe ilk başladığın
günkü gibi hisseder, dünyanın bir ucundan diğer
ucuna başarının peşinde sürüklenir durursun;
sadece başarılı olamadığın zaman 35 yaşında
olmadığını, artık ömrünün sonuna geldiğini ve
tüm bir hayatının o başarının peşinde yitip gittiğini
fark edersin.”
Dile kolay, Trapattoni’nin antrenörlük yaşamı,
bu satırların pek de genç olmayan yazarının
hayatından daha uzun… 40 yıl, 22 kupa
ve 3000 klasik müzik albümü!
Milan, Juventus, Platini, Inter,
Mattheus, Bayern Münih, yine
Mattheus, Vivaldi, Puccini,
Verdi… Belki de başta opera
olmak üzere klasik müziğe bu kadar
delice tutkun olduğu için Trapattoni
takımlarına asla Keeganvari
“Napolyon futbolu” veya Gullit
gibi “illa da seksi futbol” oynatmaz.
Çoğu zaman, Trapattoni’nin
takımı sahasına hapsolmuş,
oyunu geride kabul etmiş gibi
gizlenirken belki de o Vivaldi’nin
en güzel eserlerinde tüm orkestra
düşük tempoda devam ederken
aniden ortaya çıkıp yükselen
kemanlar gibi bir anda farkı açar;
90 dakikanın en doğru zamanında
en doğru yerinde başlayan konçerto,
40 yılın sonunda en görkemli futbol
eserlerinden birisine dönüşür. Trapattoni’nin önce savunmayı sağlama
alan oyun planlarının hareket noktasının
kökeninde, 23 yıllık futbol kariyeri boyunca
284 maç oynamış olmasına rağmen sadece 3 gol
atması da belirleyici rol oynamıştır. Trapattoni,
futbolculuğunda dönemin rakiplerinin en önemli
kozunu marke etmekle nam salmış bir oyuncudur.
1960’larda neredeyse her şeyi kazanan Milan’ın
ve son derece başarılı olan İtalya Milli Takımı’nın
formasını giyerken Trapattoni o dönemim yıldız
rakipleri Pele, Eusebio, Cruyff gibi efsaneleri
başarıyla durduran isim olmuştur. Milan’daki
savunma ustası hocaları Rocco ve Viani’nin
biçimlendirdiği oyun karakterini anlamak için
bir maç öncesi anekdot son derece manidardır.
Milan’ın oynayacağı kritik bir maçtan önce
teknik direktör Rocco, gazetecilerle sohbet
etmektedir. Sohbetin sonuna doğru bir gazeteci,
Rocco’ya “Dilerim iyi oynayan kazanır” der.
Rocco ise “İnşallah dediğiniz gibi olmaz çünkü
bizim planımız rakibi onlar iyi oynuyormuş gibi
gözükürken yenmek olacak” cevabını verir!
Fergie bile ondan etkilendi
1939 yılında Milano’da doğup 20 yaşından itibaren
12 sezon boyunca doğup büyüdüğü şehrin AC
Milan’ında orta sahanın defansif kısmını kimselere
bırakmayan Trapattoni, futbol oynayanlar eğer
İtalyan ise golün ne kadar zor atıldığını herkesten
iyi anladığından kendine özgü savunmanın, hücum
hattının en ilerisindeki presle başladığı futbol
tarzını savunur. Kendisinden sadece iki yaş küçük
olan Alex Ferguson, kazandığı onca kupaya ve
emekli olana kadar yıllar boyunca Manchester’ın
Kırmızı yakasına hep en şekerli futbolu
izlettirmesine rağmen Trapattoni’den fazlasıyla
etkilendiğini gizlemiyor:
“Sacchi’nin dediği gibi iyi bir teknik adam olmadan
önce iyi bir futbolcu olmak gibi bir zorunluluk
yok, çünkü hiçbir şampiyon jokey, daha önce at
olarak yarışlara katılıp şampiyon olmamış. Ama
yine de Trapattoni gibi hem futbolculuğunda hem
de antrenörlüğünde Avrupa Şampiyonu olmak
başlı başına büyük bir ayrıcalık. Futbolculuğu
ile teknik adamlığı arasındaki devamlılık da
bizzat futbolcuyken oynadığı oyuna teknik
direktör olarak bakabilmesinden kaynaklanıyor.
1980’lerde futbolda yaşanan değişimin en büyük
mimarlarından birisi olarak İtalya’da ilk hücum
prese dayalı oyun tarzını başlatan Trapattoni’dir,
Sacchi, Lippi ve Capello onun açtığı yoldan
ilerleyerek bu kadar başarılı oldular. Birçok zaman
Trapattoni’yi sadece Trapattoni yenebildi.” Bir de tabii Juventus teknik direktörüyken pek de
kurbanı olmadığı hakem-futbol düzeni hatalarının
Juventus’tan başka takımları çalıştırırken ona
yaşattıkları... 2002’de ev sahibi olduğu için Güney
Kore kayırılırken, canı yakılan yine Trapattoni’den
başkası değildi tıpkı Euro 2004’teki son grup
maçlarında İskandinav kumpasına kurban edildiği
gibi. Hayatında (Prandelli dönemi hariç) İtalya’yı
tutmamış, desteklememiş birisi olarak itiraf
ediyorum: 18 Kasım 2009 günü bir pozisyonluğuna
da olsa asla büyüklüğüne yakışmayacak kadar
küçülen Henry’nin eli benim de suratıma bir
tokattır 2002 ve 2004’te İtalya’nın uğradığı
haksızlıklara isyan etmediğim için...
Asıl aşktan bir süre uzaklaştı
Yine de arşivde boğulmayıp tarihe, ölümsüz
ustaya dönelim: Milan’da geçen 12 yıllık
futbolculuk yaşamından sonra, sadece 10
maçlığına Varese formasını giyen Giovanni
Trapattoni, Maldini gibi olmamasının sebebini de
Milan’a olan sevgisinin azlığına bağlamaz; aksine
onun için asıl aşkından bir süre uzaklaşmak, yeni
sulara yelken açmak, aşkı tazeleyen bir dönüm
noktasıdır:
“Varese’de tabii ki Milan’daki kadar iyi
olamayacağımı biliyordum, herkes de bunu
söylüyordu zaten ama bunu gidip kendim
görmeliydim. Zaten futbolu bırakır bırakmaz
soluğu yine Milan’da bu sefer genç takımın teknik
direktörü olarak aldım.”
Tabii ki Trapattoni’nin gönlünde Milan’ın yeri Rıza
Çalımbay için Beşiktaş’ın yeri ya da kendisiyle
beraber hem futbolcu hem de teknik adam
olarak Avrupa Şampiyonluğu yaşamış beş
isimden birisi olan Johan Cruyff’ın gönlünde
Barcelona’nın olduğu yerdir. Ama Cruyff’tan çok
Rıza Çalımbayvari bir başlangıç yapar Trapattoni.
Henüz çok da fazla bir deneyimi yokken alınan
istikrarsız sonuçlar üzerine eski takım arkadaşı
Cesare Maldini’nin yerine göreve getirilir. İlk önce
aldığı iyi sonuçlar üzerine göreve kalıcı olarak
getirilirken, 1974/75 sezonunun İtalya Kupası’nda
takımını finale kadar taşıyınca kulübün, tarihinin
en zor günlerinde biraz olsun nefes almasını
sağlamış, danışmanı olan eski hocası Rocco’nun
da yardımıyla teknik direktör olarak rüştünü
ispatlamıştır. Finalde Fiorentina karşısında alınan
yenilgi ise bir kez daha Shankly’i haklı çıkaracak,
Trapattoni bir dahaki sezona final maçının yenik
adamı olarak başlayacaktır. Trapattoni, 1974 yılında tarafttarı olduğu
Milan’da göreve gelse de başarısız olduğu
gerekçesiyle 1976’da görevinden alınmıştı.
Juve’nin altın çağı onla başladı
1975/76 sezonunda o zamanların en iyi orta
saha oyuncularından birisi olan Fabio Capello’yu
Juventus’tan transfer etmesine rağmen bir kez
daha bekleneni veremeyen takımın faturası
Rıza Çalımbay örneğinde olduğu gibi “bizim
çocuk” konumundaki Giovanni Trapattoni’ye
çıkartılır ve “henüz büyük bir takımı çalıştıracak
kalibrede olmadığı” gerekçesiyle görevinden
alınır. Trapattoni’den sonra Milan, 1986’da
Berlusconi kulübü satın alana kadar iflah
olamazken, hatta bir süre ikinci ligde mücadele
etmek zorunda kalırken, Milan’ın en büyük
rakiplerinden Juventus, Milan’ın kovduğu genç
teknik adamı göreve getirerek tarihinin en altın
çağını yaşayacaktır. 1976 yılında Juventus’un başına
geçen Trapattoni 1986’a kadar görev yaparak
sadece İtalya tarihinin bir takımda en uzun süre
görev yapan teknik direktörü olmakla kalmayacak
hem İtalya’da hem de Avrupa’da tüm kupaları
kazanarak, Juventus’un İtalya tarihinin en başarılı
takımına dönüşmesi sürecinde tarihi bir rol
oynayacaktır.
Doğuştan Milan’lı ama…
Trapattoni 10 yılda 6 kez İtalya Serie A
şampiyonluğu kupasını Juventus’a kazandırırken,
o zamanlar 4 adet olan tüm UEFA kulüpler arası
kupalarını da kulüp müzesine götürür. Bunlardan
ilki olan 1977 UEFA Kupası’nı kazanan Trapattoni
takımının tamamı İtalyan futbolculardan
kuruludur. Bu kupa Juventus’un Avrupa’da
kazandığı ilk kupa olarak ayrı bir öneme sahip.
Sonraki yıllarda UEFA Kupası’nı 2 kez daha
kazanacak-kazandıracak olan Il Trap, yabancı
oyuncuların Serie A’yı kökten değiştirip 15 yıllığına
dünyanın en iyi ligine dönüştüreceği dönemin en
aranan teknik direktörü olacak ancak doğuştan
Milan’lı olmasına rağmen Juventus tarihinin en
başarılı teknik direktörü olarak tarihe geçecekti.
Damgasını vurdu
Henüz ilk sezonunda Juventus’u lig
şampiyonluğuna taşıyan Trapattoni, harika libero
Scirea (futbolculuğu bıraktıktan sonra Juventus’a
oyuncu izlemek için çıktığı yolda trafik kazası
sonucu hayata gözlerini yumar) ve sonrasında
İrlanda Milli Takımı’nda yardımcısı olacak olan
Marco Tardelli üzerine kurduğu hücum prese
dayalı futbolla İtalyan futbolunda yeni bir çağı
başlatır. Aynı yıl, 1976/77 sezonunda kazanılan
UEFA Şampiyonluğu da Avrupa futboluna
damgasını vuracak olan İtalya’nın Altın Futbol
Çağı’nın miladı niteliğindedir. Finalin kahramanı
yine Marco Tardelli olur. Kendisi gibi orta sahada
savunmaya dönük oynayan Tardelli’yi yıllar sonra
Inter teknik direktörlüğü yaparken Mattheus’u
dönüştüreceği gibi çok yönlü bir futbol makinesine
dönüştüren Trapattoni, bir sonraki sezon manevi
evladı gibi gördüğü o zamanların genç yıldızının
performansı ile 1978 yılında üst üste ikinci kez
Juventus’u Serie A şampiyonluğuna taşır. Malzemeye göre taktik
1979’da İtalya Kupası’nı kazanan Trapattoni’li
Juventus, 1980’de ligi 2. bitirdiğinde kadroda
revizyona gider. Henüz futbolcu izleme
komitelerinin fazla kök salmadığı Kıta
Avrupası’nda o zamanlardan sadece kendi liginin
değil, dünyanın dört bir yanındaki oyuncuları
avucunun içi gibi bilen Trapattoni, orta sahada
Tardelli’nin kaptığı topları değerlendirebilecek
hücum prese yatkın bir 10 numara olan ama
Juventus’a karşı oynadığı iki maç dışında İtalya’da
pek de tanınmayan Liam Brady’yi transfer
eder. Kâğıt üzerinde Arsenal’den Brady’nin
transferi büyük bir kumar olsa da Trapattoni’nin
başta İtalya olmak üzere tüm dünyaya tanıttığı
Brady’nin sol ayağı, adeta 1981 ve 1982’de üst üste
iki sezon kazanacağı Serie A şampiyonluklarının
kapısını açan eşsiz bir futbol anahtarıdır. Sağ iç ve
sol iç ayrımlarını kaldıran Trapattoni’nin uzun yıllar
Avrupa futboluna egemen olan baklava orta saha
modeliyle yeni bir çığır açmış, oyuncularını sisteme
göre kullanmak yerine elindeki malzemeye göre
yeni bir taktik anlayış geliştirmişti. İnsan yönetimi bir sanattır
1982’de İtalya sürpriz bir şekilde Dünya Kupası’nı
kazanırken, sergilediği rakibin oyununu bozmaya
dayalı tatlı sert presli oyun anlayışı, tamamen
Trapattoni’li Juventus’un iki sezon üst üste
şampiyonluğa taşımış olan formülün milli takıma
uygulanmış versiyonudur. Juventus’un hücumcu
sol beki Cabrini ve harika libero Scirea ile beraber
Trapattoni’nin “taktiksel manevi oğlu” gibi olan
Tardelli, turnuvanın en iyi oyuncularından birisine
dönüşürken, final maçında şampiyonluğu getiren
gole de imzasını atacaktır. Ama asıl 1982 Dünya
Kupası’ndaki Trapattoni damgası, çok yakın
bir zamanda Juventus’ta beraber oynatacağı
Platini ve Boniek ikilisi olur. O zamanlar Bosman
futbolcuların ayaklarındaki prangaları kırmamış
olduğu İtalya’da yabancı oyuncusu sınırlaması
hüküm sürdüğü için Brady satılmak zorunda kalınır. İlk sezonunda Juventus’u şampiyon yapan
Trapattoni’nin oyun sisteminde libero Scirea
önemli bir yer tutuyordu.
Yerine transfer edilen Platini, İtalya’daki ilk
günlerinde zorlanırken, Trapattoni bir kez daha
insan yönetimi sanatının, teknik direktörlüğün en
önemli boyutu olduğunu vurgularcasına Platini’yle
görüşerek sıkıntılarını masaya yatırır. Platini,
takımın oynadığı oyunun Boniek ve kendisine
uymadığını, takımdan ayrılmak istediğini
söylediğinde Trapattoni ders vermez, ders alır.
1983’te Serie A ikincisi ve Şampiyon Kulüpler
finalisti olan Juventus, sadece İtalya Kupası
şampiyonluğuyla yetinir. Ama aslında kısa
vadede kaybetmiş gibi gözüken Trapattoni,
uzun vadede İtalyan futbolunun gerçek
imparatoruna dönüşecektir. Platini sorununu
çözerken aldığı ders, siyah-beyazlılara oynattığı
futbola yansıyan Trapattoni 1984’te Juventus’u
Serie A, Kupa Galipleri Kupası ve Avrupa Süper
Kupası’nda şampiyon yapar. 1985’te Juventus’u
Şampiyon Kulüpler Kupası ve Kıtalararası Kupa
şampiyonluklarına taşıyan teknik adam, 1986’da
bir kez daha siyah-beyazlıları Serie A şampiyonu
yaptıktan sonra İtalya’nın en pahalı teknik
direktörü olarak Inter’in yolunu tutar:
“Juve’deki 10. yılımın sonunda artık daha fazla
kazanabileceğimiz bir şey kalmamıştı. Yine de o 10
sezon boyunca kazandığım para hayatımın sonuna
kadar torunlarıma bile yeterdi ve ben Inter’e
kesinlikle para için gitmemiştim. Önemli olan
İtalya’nın en pahalı teknik direktörü olmak değildi,
herkesin ‘çalıştırılması, düzeltilmesi imkânsız bir
takım’ olarak andığı Inter’de başarılı olabilmekti” Mattheus’u baştan yarattı
En başlarda Trapattoni’nin işi sandığından
da zordur. Herkes ilk sezonun sonunda
Trapattoni’nin de kendisinden önceki teknik
adamlar gibi harcanıp gideceğinden eminken,
Trapattoni ilk önce sabırla kendi futbol felsefesini
kulüp yönetimine benimsetir. Daha sonra ise
Mattheus’u transfer ederek, Avrupa’nın en iyi
oyuncularından birisi olarak gösterilen Alman
futbol makinesine aslında daha öğrenecek çok
şeyi olduğunu anlatarak yoluna devam eder. İlk
olarak Alman yıldızın sadece sol ayağını çalıştırır,
daha sonra ise onun kalibresinde bir oyuncunun
maç boyunca oyunun her iki yönünü de oynamak
zorunda olduğunu ve bunun takımın kaderini
belirleyecek en önemli nokta olduğunu açıklayarak
antrenmanlarda kendisini savunmada oynatır.
Almanya Milli Takımı’nın santrforu Klinsmann,
Trapattoni’ye neden kendisi gibi bir forvete boş
kaleye plase çalıştırdığını sorduğunda “Pavarotti
bile her gün şarkı söylemek için çalışıyorsa, sen de
çalışacaksın Klinsmann” cevabını verir.
Sonuç: Inter ilk önce 1989’da 10 yıl aradan sonra
Serie A şampiyonu olurken, Mattheus yılın
futbolcusu seçilir. 1990 Dünya Kupası’nda ise
Almanya’nın şampiyon olmasında başrolde olan
Mattheus bir kez daha Trapattoni’nin kendisini
baştan yarattığı kabul edecek ve 38 yaşına kadar
futbol oynamasının İtalyan hoca sayesinde
olduğunu birçok kez tekrarlayacaktır. Platini, takımın oynadığı oyunun Boniek ve
kendisine uymadığını, takımdan ayrılmak
istediğini söylediğinde Trapattoni ders vermez,
ders alır.
Milan, Juventus ve Inter… Tarihte İtalya’nın 3
büyüğünü çalıştıran 2. teknik adam olmayı
başaran Trapattoni, Inter’in 10 yıllık makus talihini
değiştirirken Serie A’nın 18 takımla oynanıp
galibiyete 2 puan verildiği sezonların da en fazla
puan rekorunu Inter teknik direktörü olarak kırar.
Bu başarının sırrını ise “Oyuncularımın özgürlüğü”
olarak açıklar: “Oyuncularım benim söylediğim her
şeyi yapmakta özgürdürler!”
İkinci Juve dönemi
1991-1994 yılları arasında ikinci kez Juventus’un
başına geçen Trapattoni, eski gücünden uzak
olan ve Berlusconi’nin Milan’ının gölgesinde kalan
siyah-beyazlıları tekrar şampiyonluğa oynayan
bir takıma dönüştürse de sadece 1993’teki UEFA
Kupası şampiyonluğuyla yetinmek zorunda kalır,
1992 ve 1994’te ligi 2. sırada tamamladığında ise
Bill Shankly bir kez daha haklı çıkar: “Birinciysen
insanların gözünde her şeysin ama eğer ikinciysen
sadece hiçbir şeysin”
Bu durumun benzeri 1999’da Fiorentina teknik
direktörüyken de tekrarlanacaktır. Fatih Terim’den
önce Fiorentina’yı çalıştırdığı dönemde Batistuta
uzun süre sakatlanmasa ve Brezilyalı golcü
Edmundo Rio Karnivali yerine Fiorentina maçlarını
tercih etseydi, durum farklı mı olurdu? Il Trap’ın
bu soruya cevabı da çok net: “Ne olduğunun değil
ne olmadığının daha çok önemi var. Futbolda
olabilecekler değil, olanlar hatırlanır! Bu en çok da
İtalyan futbolu için geçerlidir”
Almanya’da onun da Sergen’i vardı
1994/95 sezonunda İtalya’dan ayrılıp Bayern
Münih’in başına geçen Trapattoni, Almanya’daki
ilk deneyiminde daha çok saha dışı etkenler
yüzünden başarılı olamazken bir sezonluğuna
Cagliari’nin başında İtalya’ya geri döner. Ama
Trapattoni’nin asıl muhteşem dönüşü 1996’da
yine Bayern Münih’e olacaktır. 1996/97 sezonunda
Bayern’i Bundesliga şampiyonluğuna taşıyan Il
Trap, 1997/98 sezonunda da Almanya Kupası’nı
kulübün müzesine götürürken bir kez daha “fazla
İtalyan” birisi olarak saha dışında Alman futbol
kültürüyle çatışmasının kurbanı olacaktır. Bir
maçtan sonra kendisinin bile bazı futbolculardan
daha çok koştuğunu söylemesi, oyuncularını içi
boş şişelere benzetmesi Trapattoni ile Alman
devinin yollarının ayrılmasına sebep olur. Ama
yine de sadece o yılların en yetenekli Alman
yıldızlarından Mario Basler’i Lucescu’nun Sergen’i
oynatması gibi hiç kimsenin beceremediği kadar
iyi oynatması onun Almanya’da da kendine has bir
repütasyon oluşturmasını sağlayacak, uzun yıllar
Almanya’nın birçok kulübünden teklifler alacaktı. Milli takım hayal kırıklığı
Yine de Almanya’ya bir kez daha dönene kadar
ilk önce Fiorentina’yı çalıştıran ve elindeki kısıtlı
kadroya rağmen Floransa ekibinin İtalya’nın
dev ekipleri arasından sıyrılarak Şampiyonlar
Ligi’ne katılmasını sağlayan Trapattoni, 2000
yılında hayatı boyunca hayalini kurduğu göreve
getirildi. 2000-2004 yılları arasında İtalya Milli
Takımı’nı çalıştıran kurt hoca, 2002 Dünya
Kupası’nda Güney Kore maçında gördüğüne
değil düdüğüyle “çaldığı”na inanan hakemlerin
kurbanı olurken, 2004 Avrupa Şampiyonası’nda
İskandinav kumpasının ve kendi kendisinin
1996/97 sezonunda Bayern’i Bundesliga
şampiyonluğuna taşıyan Il Trap, 1997/98
sezonunda da Almanya Kupası’nı kulübün
müzesine götürürken bir kez daha “fazla İtalyan”
birisi olarak saha dışında Alman futbol kültürüyle
çatışmasının kurbanı olacaktır. kurbanı olacaktı. Daha önceleri kendisini, Almanya
ve İtalya gibi Avrupa’nın en zor liglerinde başarıya
taşıyan defans ağırlıklı futbol, İtalyanların tarihleri
boyunca en iyi oynadıkları oyun tarzı olsa da en iyi
savunma oynatan İtalyan teknik direktör olarak
milli takımda büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Benfica’da zafer, Stuttgart’ta hüsran
2004/05 sezonunda Portekiz’in Benfica ekibinin
başına geçen ve orada geçirdiği tek sezonda takımı
11 yıl aradan sonra lig şampiyonluğuna taşıyan
yaşlı kurt, Avrupa’nın 3 ayrı liginde şampiyonluk
yaşayarak tarihi bir başarıya imza attı. Bir kez daha
Almanya’dan gelen ısrarlı teklifleri reddedemeyen
Trapattoni, 2005/06 sezonunda Stuttgart’ın
Trapattoni, 2005/06 sezonunda Stuttgart’ın
başına geçtiğinde beklentiler büyüktü. Ancak
görevde 20 maç kalabildi.
başına geçtiğinde beklentiler büyüktü. Ancak
bu kez Stuttgart’ın en büyük iki hücum silahı
olan Danimarkalı forvet oyuncuları Tomasson ve
Gronkjaer’le arasına, oynattığı savunma ağırlıklı
futbol yüzünden kara kedi giren kurt hoca, sadece
20 maç sonra görevinden alındı. Tomasson ve
Gronkjaer, Trapattoni’yi “hücum yapmaktan
korkmak”la suçlarken, Stuttgart yönetimi iki
yıldız forveti yedek kulübesine mahkûm eden
Trapattoni’yi “Kulübün hedefleri”yle uyuşmadığı
için kovdu. 2006 yılında dünyanın en zengin adamlarından
birisi olan Salzburg başkanı Dietrich Mateschitz’ın
teklifi üzerine futbol direktörü olarak Avusturya
takımının başına geçen yaşlı kurt, ilk sezonunda
takımın başına eski talebesi Mattheus’u getirdi.
İşler istendiği gibi gitmeyince bizzat takımın
başına geçen Trap, 2006/07’de Salzburg’u
Avusturya Bundesliga’sında 10 yıllık aradan
sonra şampiyonluğa taşıyarak dört farklı ligde
şampiyonluk yaşamış oldu. Zamanında Arrigo
Sacchi, büyük usta bunu başarmadan önce “Söz
konusu futbol ise Trapattoni derdini hiç Japonca
bilmeden Japonlara bile anlatabilir.” demişti ve
fazlasıyla haklı çıktı. Geçmişte Ernst Happel’in
şimdilerde ise Jose Mourinho’nun başarmış olduğu
4 ayrı ülke liginde şampiyonluk gündelik dilden çok
futbol diliyle ilintili olsa gerek!
Henry’nin eline yenildi
Ama asıl teknik adamlık dehasını 11 yeteneği kısıtlı
ama kimsenin olmadığı kadar mangal yürekli
gençle mücadele eden İrlanda Milli Takımı’nda
gösterdi. İtalya ve Bulgaristan’ın olduğu en alt
torbadan Dejan Saviçeviç’in Yugoslavya mirası
Karadağ’ın yer aldığı grupta dünyanın en güzel
futbolunu oynamasalar da eldeki malzemeye göre
çok büyük iş başararak hiç yenilmeden play-off’a
kalan İrlanda Cumhuriyeti, olabilecek en çirkin
şekilde Henry’nin eline yenildi. O gün 70 yaşında
oyuncularıyla beraber ağlayan Trapattoni, kişiliği
ve eserleriyle ki (en büyüğü kazandığı tüm rekor
mertebesindeki kupaların üzerinde o geceki takımı
2010 Dünya Kupası play-offlarında Trapattoni’li
İrlanda, Henry’nin eliyle düzeltip asistini yaptığı
golle turnuva biletini kaçırmıştı.
yaratmaktır) oynattığı futbolun çok daha ötesinde
futbolun en güzel yüzlerinden birisi.
Sonrasında belki İrlanda turnuva şarkısının aksine
herkese yenildi ama o kadar zayıf bir kadro ile
Euro 2012’ye katılmaları zaten İspanya’nın kupayı
kazanmasına eşdeğer bir başarı değil miydi?
İspanya
Emre Çelik
HF121
YERi DOLAR MI?
Barcelona, bu sezon sonunda kaptanı Carles Puyol’u kesin olarak kaybediyor. Son
3 senedir ciddi anlamda sakatlıklarla boğuşan Katalan oyuncunun yerine ise artık 2
yıldır ertelenen stoper transferinin yapılacağı neredeyse kesinleşti. Peki Barcelona,
böylesine önemli bir bayrak adamının, formda olduğu dönemde dünyanın gelmiş
geçmiş en iyi stoperlerinden biri olarak görülen Puyol’un yerini doldurabilecek mi
Carles Puyol’un sahip olduğu liderliğin, savaşçılığın
ve oyun zekasının yerini bir anda doldurmak
mümkün değil. Lâkin Puyol’un yerini bir şekilde
doldurabilmek için öncelikle Barcelona’nın son 10
yıldaki stoper şablonuna bakmak doğru olacaktır.
Rijkaard döneminde Rafael Marquez-Carles
Puyol tandemiyle başlayan ve ardından Carles
Puyol-Gerard Pique ikilisine evrilen savunma
göbeği, son yıllarda Puyol’un sakatlığından dolayı
Gerard Pique-Javier Mascherano ikilisine dönüştü.
Burada ilk Marquez-Puyol ikilisinden başlamak
gerekirse, takımın frikikçilerinden biri olabilecek
kadar ayağına hakim, oyun/saha görüşü top class
olmasa da pas yapabilen bir Marquez ve kesici,
hamleli ve daha çevik bir Puyol olduğunu görmek
mümkün. Puyol, bir sonraki partneriyle rolünü
aynen korurken Marquez ile paralel profilde, hatta
Meksikalıdan çok daha geniş bir oyun görüşüne
sahip olan Pique savunma göbeğinin diğer ismi
oldu. Ardından ise sakatlanan Puyol’un yerine yine
tecrübeli oyuncu gibi kendini hiçbir pozisyondan
sakınmayan, atik, ilk hamlelerinde başarılı ve işi
ilk hamlede bitirmeye çalışan Macherano oynadı.
Bu açıdan değerlendirildiğinde Puyol’un yerine
tıpkı Mascherano-Puyol ikilisine benzer bir profilde
tekniğiyle değil top çalma becerisiyle, hızı ve
çevikliğiyle, hamle zamanlamalarındaki başarısıyla
öne çıkan bir isim ilk hedef olacaktır.
İdeal stoper nasıl olmalı?
Fakat burada değerlendirmeye alınması gereken
birkaç parametre daha mevcut. Altyapıdan
böyle bir oyuncu yetişip yetişmediği, oyuncu
özelliklerindeki isabete rağmen boyu ve tek bir
ismin savunmadaki açığı kapatıp kapatmayacağı
gibi sorular da işin içinde değerlendirilmesi
gereken noktalar olarak öne çıkıyor. İlk sorudan
başlamak gerekirse Barcelona B’de şu an için
en fazla öne çıkan stoper Sergi Gomez lâkin 21
yaşındaki oyuncunun bu zamana kadar as takımda
denenmemesi Gomez hakkındaki düşünceleri
açıkça ortaya koyuyor. Gomez’in arkasından
Frank Bagnack ve Edgar Ie geliyor lâkin bu iki
isim de henüz 20 yaşına bile gelmemiş, bir anda
bu seviyedeki stresi kaldırabilecek isimler değil.
Barcelona’nın içinde bulunduğu yönetimsel
kriz ortamından dolayı teknik ekibin üzerinde
oluşan baskı da düşünülünce Barcelona’nın
böyle bir risk alması imkânsıza yakın. Kısacası bu
ihtimalin devre dışı kaldığını ve %99,9 transfer
gerçekleşeceğini söylemek doğru olacaktır.
Muhtemel stoper transferinde dikkate alınacak
bir diğer önemli kriter de hiç şüphesiz oyuncunun
boyu olacak. Barcelona’nın hiç şüphesiz son
yıllarda en zayıf karnı duran top ve yan top
savunması. Orta sahada Busquets’ten başlayarak
ilerideki 5 oyuncunun kısa isimler olması, savunma
dörtlüsünde ise sadece 1,92’lik Pique’nin diğer
oyunculardan ayrılması (Alves [1,73]- Alba [1,70],
Adriano [1,72], Mascherano [1,74]) bunun en büyük
sebeplerinden biri hiç şüphesiz. Bu sorunun son
yıllarda artmasının en büyük sebebi ise Puyol’un
son 2 yıldaki yokluğu. Tecrübeli stoper her ne
kadar 1.78’lik boyuyla uzun sayılamayacak olsa da
sıçrama yeteneği ve savunma ortalamasına göre
uzunluğu bu konuda avantaj sağlıyordu. Kısacası
Puyol varken Barça’da hava toplarında hakim 3
oyuncu, Puyol’un yokluğunda ise 2 oyuncu oluyor
ve bu da ciddi bir problem anlamına geliyor. Bu
açıdan düşünülünce Barcelona’nın alacağı stoperin
1,80’den kısa olmayacağını tahmin etmek çok
da zor değil. Elbette stoperler genel olarak uzun
Barcelona B’de şu an için en fazla öne çıkan stoper Sergi Gomez lâkin 21 yaşındaki oyuncunun bu
zamana kadar as takımda denenmemesi Gomez
hakkında soru işaretleri oluşturuyor.
boylu isimler oluyor ama yine de dikkat edilecek bir
özellik olacaktır.
Diğer bir nokta ise tek bir transferin yetip
yetmeyeceği konusu. Bu noktada ise denklemin
yanıtını verecek kritik isim hiç şüphesiz Marc
Bartra ve geleceği olacak.Genç oyuncu, profil
özellikleri bakımından Pique ile paralellik
gösteriyor ve sezon başında oynatıldığı zaman da
büyük ölçüde Pique’nin yerine tercih edildi. Hatta
sezonun ilk bölümünde de son derece başarılı
bir grafik çizdi ama kriz anında sorumluluktan
kaçan kulübe tarafından kulübeye hapsedildi.
Bartra da bu sebeple tıpkı Thiago gibi ciddi
bir teklif karşısında gitmek isteyebilir. Genç
oyuncu kalsa bile Mascherano’nun da hakkında
gideceği yönünde dedikodular var. Barcelona
adına en iyi senaryoyu düşünürsek iki isim de
önümüzdeki sene devam etse bile Pique de
dahil geniş kadroda sadece 3 stoper olduğu
bir gerçek. Hatta Masche’nin sakatlandığı
dönemlerde zorunluluktan Song bile bir dönem
oynadı. Sezonda 70-75 maça çıkan ve hedefi her
turnuvada şampiyonluk olan bir takım için bu
büyük bir risk. Hatta 4 stoper bile bazı noktalarda
yetersiz olabilir ki bu açıdan düşünülünce
Barcelona’nın Puyol profilinde 1 ismin yanında bir
stoper daha alması sürpriz olmaz.
Adaylar, adaylar...
Adı geçen isimlere bakacak olursak İspanya’dan
Aymeric Laporte ve Mateo Musacchio isimleri
öne çıkıyor. Kısa bir betimlemeyle Laporte’nin
Pique’ye Musacchio’nun ise daha çok Puyol ile
paralel bir tarzı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ayrıca işin içine tecrübe, yaş v.b. konular da
girince Musacchio’nun bir adım önde olduğunu,
tercih edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat
Laporte’yi de tamamen denklem dışına atmamak
lazım. Genç oyuncunun yüksek olmayan fiyatı
ve gelecek vaad ettiği de düşünülürse alternatif
olarak kadroyu genişletmek için transfer edilmesi
sürpriz olmaz. İspanya’dan adı geçen bir diğer isim
olan Federico Fazio ise açıkçası ülke içinde adı
geçen isimlerden en akla yatkını olarak öne çıkıyor.
Uzun boyu, savaşçı kişiliği, fiziksel özelliklerine
rağmen hızı, tecrübesi ile eski tip bir stoper
görüntüsü çizen Fazio da ikinci baharını Barcelona
ile yaşayabilir.
Yurt dışından ismi Barcelona ile en fazla anılan
isim David Luiz. Açıkçası Luiz’in daha çok saf
bir stoper özelliklerinden ziyade modern, top
yapmaya daha yatkın, savaşçılığıyla değil aklıyla
oynayan bir isim olduğunu düşünüyorum
ve Barça’nın ihtiyaçları ile Chelsea’nin talep
ettiği fiyat dikkate alınırsa yanlış bir transfer
olacağını düşünüyorum. David Luiz dışında
Mats Hummels’in de bu kategoriye girdiğini
düşünüyorum ve Barça için doğru isim olmayacağı
görüşündeyim. Tiago Silva’nın imkansızlığı bu
transferi olasılık dışı kılıyor. Son günlerde adları
geçen Mehdi Benatia ve Eliaquim Mangala
isimleri ise Barcelona’nın ihtiyacına uygunluk
açısından daha öne çıkıyor. Savaşçı kişilikleri,
fiziksel üstünlükleri, top kesme ve hamle
zamanlamalarındaki yetenekleri ile sanki Puyol’un
yerini doldurabilmek adına doğru isimler olarak
öne çıkıyorlar. River Plate’in genç ismi Eder
Yan toplarda zaman zaman zaaflar yaşayan
Barcelona’nın şüphesiz Pique gibi uzun boylu bir
stopere ihtiyacı var.
Alvarez Balanta konusunda ise yakından takip
etmediğim için çok kesin konuşmak istemiyorum
lâkin hakkındaki scouting raporları, yaşı ve isminin
geçtiği büyük kulüpler düşünülünce transfer sanki
daha bir olası görülüyor.
Aymeric Laporte
Mateo Musacchio
Büyüteç
Mustafa Demirtaş
HF121
LENTINI’NiN DÖNÜŞÜ
ALESSIO CERCi
Bazı İtalyan efsanelerin yıldızı geç parlamış ama kolay kolay sönmemiştir. Alessio
Cerci’ye de genç yaşında “Henry” demişlerdi ama Henry’nin haberi yoktu… Ancak
kariyerindeki adımları kısa olsa da kararlıydı ve bir gün o da yıldızlar arasına girecekti
‘Biraz nostaljiden zarar gelmez’ diyerek, CM
03-04 oyununu bilgisayarınıza kurup, yeni bir
kariyer açtınız. Artık hayatınızdan uzunca bir süre
çalmaya, sevdiklerinize ‘Yüzünü gören cennetlik’
dedirtmeye, aydınlıkta yatıp, karanlıkta uyanmaya
hazırsınız. Her zamanki gibi, yola öncelikle
etraftaki wonderkid’leri toplayarak koyulacaksanız.
Cavenaghi, Adu, Le Tallec, Mexes, Andy Welsh
(bunu herkes bilmez) derken yolunuz 16 yaşındaki
bir Romalı için İtalya’ya düşebilir: Alessio Cerci.
Ancak gerçek hayatta birçok wonderkid yüzünü
gösterirken Cerci, Roma’nın kronik kiralık
oyuncusu olmuş, bir türlü gerçek patlamayı
yapamamıştı. Yoksa oyunun gereksiz şişirilmiş
potansiyellerinden biri miydi? Sahi, İtalya o konuda
garip bir ülkeydi. Üç yıl öncesinde amatör kulüpte
oynayan Fabio Grosso, hızlıca tırmanıp ülkesine
Dünya Kupası’nı kazandıranlardan biri olmuştu.
Pekala Cerci’ye de o zamanı tanımak gerekirdi.
Roma alt yapısında sergilediği muhteşem
futboldan sadece Championsip Manager
haberdar değildi. O günlerde takımda Batistuta,
Totti, Montella, Delvecchio, Cassano gibi efsane
hücumlar vardı ama Romalılar Alessio’yu izlemek
için genç takımlarının sahne aldığı kasabaya
giderlerdi. O günlerde bir forvet oyuncusu olan
Cerci, oyun stiliyle Thierry Henry’e benzetilmiş
hatta ‘Valmontone’deki Henry’ lakabına layık
görülmüştü. Ancak onun sahadaki kaderi,
Henry’nin tam aksi istikametiydi…
Onu ilk olarak Capello Roma A Takımı’na çıkardı.
Ancak çocukluk aşkı forması altında istediği
damgayı vuramadı. Üç yıl farklı kulüplerde
kiraladıktan sonra Fiorentina’ya 4 milyon euro
karşılığında satıldı. Oradan da iki sezon sonra
co-ownership anlaşmasıyla Torino’ya geçti. Ve
ondan yıllar önce beklenen patlamayı, nihayet
bu forma altında gerçekleştirecekti. Eğer o şehre
yaşatacakları bir film olsaydı, adı şüphesiz ki
“Lentini’nin Dönüşü” olurdu.
Lentini, uçak kazasıyla noktalanan “Grande
Torino” zamanından sonraki en parlak Torino
takımının başrol oyuncusuydu. Dönemin transfer
rekorunu kırarak Milan’a geçmiş, ancak kısa bir
süre sonra yaşadığı trafik kazasıyla futbol hayatı
alt üstü olmuştu. Alessio Cerci topu sol ayağına
her aldığında, saçlarını sallaya sallaya her içeri kat
ettiğinde, Torino ahalisine Lentini’yi hatırlatıyordu.
Ancak onun bir farkı vardı; Lentini zamanında
kanat oyuncularını ters tarafta oynatmak pek
moda değildi. Cerci, o bakımdan şanslıydı çünkü
sağ kanatta oynatıldığında, çalım yeteneğini
kendisine şut açısı bulmak için de kullanabilirdi.
Nasıl ki Juventuslu ‘sağ kanat’ Henry’nin Arsenal’de
forvet olmasıyla bir efsane doğduysa, Cerci de
forvetten sağ kanata evirildiğinde Serie A’nın
en ezber bozan oyuncuları arasında yer almaya
başlayacaktı.
“Sahada olayım da, nerede oynadığım fark
etmez” demişti bir keresinde Cerci. Ancak asıl
olarak nerede fark yarattığının da farkındaydı:
“Roma’da ve Fiorentina’da forvet oynamıştım,
yine oynayabilirim. Ancak kanatta oynamaktan
daha zevk aldığımı söylemeliyim. Çünkü benim
gibi yetenekleri olan oyuncular, oradaki özgürlüğü
daha çok isterler.” Aslında onun büyük çıkışında
anahtar kelime buydu: Özgürlük! Torino’daki hocası
Giampiero Ventura onu elbette belirli bir bölgeye,
çoğunlukla sağ tarafa yazıyordu. Ancak ona, maç
esnasında köşedeki pizzadan sipariş verecek
kadar serbestlik tanınmıştı. Sonuç, şimdiye kadar
11 gol, 10 asist… Aynı zamanda Cerci, istatistiksel
olarak Serie A’nın “en çok gol pozisyonu yaratan”
oyuncusu.
Alessio Cerci’nin en önemli özelliği tekniği ve
bunu son iki sezondur direkt skora yansıtmaya
başladı. Sol ayağının içini çok iyi kullanıyor, aynı
zamanda ters kanattan gelen ataklarda da ‘tilki
golcülük’ hislerini harekete geçirebiliyor. Onun
bu performansına Prandelli de kayıtsız kalamadı
ve onu son İspanya maçında direkt 11’de oynattı.
Dünya Kupası’nda da bir terslik çıkmazsa yer
alması bekleniyor. Hatta eğer sistem 4-3-3’de
kalacaksa, tahtaya ilk yazılan isim yine o olabilir.
O günlerde 27 yaşını doldurmuş ve “geç parlayan
İtalyanlar” arasına adını yazdırmış olacak. Ancak
kalan futbol hayatını çok daha büyük formalar
altında geçireceği kesin. “Torino’da kalma
ihtimalim yüzde 50” derken bol keseden atıyordu
Cerci. Çünkü onu Milan, Inter, Juventus gibi
İtalyan devlerinin yanı sıra Premier League’den
de bekleyenleri vardı. “Peki ya Roma?” sorusu
geldiğinde ise asıl hayalini döküvermişti: “Benim
Roma’ya olan tutkum gizli bir şey değil. Eğer
tekrar o formayı gitme fırsatım olursa, hiç
düşünmem!”

Benzer belgeler

HF135 - Hayatım Futbol

HF135 - Hayatım Futbol asistlerin hatrına sustu taraftar. Ama artık her zamankinden daha yüksek sesle soruyorlar: Selçuk İnan’a ne oldu? Hayatım Futbol 121. sayınında bu sorunun cevabını arıyor.

Detaylı

Bade Birahanesi - Hayatım Futbol

Bade Birahanesi - Hayatım Futbol asistlerin hatrına sustu taraftar. Ama artık her zamankinden daha yüksek sesle soruyorlar: Selçuk İnan’a ne oldu? Hayatım Futbol 121. sayınında bu sorunun cevabını arıyor.

Detaylı

röportaj - WordPress.com

röportaj - WordPress.com bulundurarak bir yandan iyi hamleler yapmış gibi gözükse de, diğer yandan takımın yaş ortalamasını oldukça yükseltti. Savunma hattında Sedat Ağçay 34 yaşında. 2 sezondur Başakşehir’in stoperinde fo...

Detaylı

Transfer Çalımları Glasgow - Celtic Trabzonspor

Transfer Çalımları Glasgow - Celtic Trabzonspor profiline günümüzde en çok uyan isim olan Selçuk İnan, Manisaspor’da başlayan istikrarını önce Trabzonspor’a sonra da Galatasaray’a taşıyarak ‘özel’ bir oyuncu haline geldi. Ancak onun bu kadar

Detaylı