Full Text
Transkript
Full Text
Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 Sinan ÇAYA1 TÜRK MUSİKÎSİNE DAİR ANTROPOLOJİK TESPİTLER Özet Musikî; insanın mümkün olan en zengin duygularla yüklü zihnî meşguliyetlerinden ve üretimlerinden biridir. Güzel sanatların önemli bir dalını teşkil eden müzik; muhakkak ki daha ziyade içli insanlar tarafından üretilir ve dinlenir. Öte yandan; toplumsal boyutta ele alındığında; müzik lezzetinin kültürel oluşum üzerinden doğrudan doğruya sosyal sınıfla irtibatı, yadsınamaz. Bu bağlamda Türkiye’de, üst sınıflar ve şehirliler sanat musikisiyle, geniş halk kitleleri türkülerle, gecekondular arabeskle bağdaştırılır. Batı tarzı müzik ise, seçkinlerin gençlerine inhisar eder. Bu durum türkülerin kıymetini hiç de düşürmez. Onlar içinde harikulâde sanatsal oluşumlar mevcuttur. Anahtar kelimeler: Musikî; Klasik; Türk; sanat; türkü; Arabesk; kültür; sınıf. ANTHROPOLOGICAL ASCERTAINMENTS REGARDING TURKISH MUSIC Abstract Music; is a humanly preoccupation and product full of the richest possible feelings. Music, which constitutes an important branch of fine arts, is definetely made and enjoyed by sentimental people, mostly. On the other hand, when it is considered from the viewpoint of a given society; the direct connection of the music taste with the social class via cultural formation, can not be denied. In this context; in Turkey, upper social classes and city-dwellers are associated with classical Turkish music; while large masses are associated with folk ballads and shanty towns are associated with Arabesque music. As for western music style, this 1 Dr.,İstanbul Üniversitesi Deniz İşletmeciliği ve Bilimleri Enstitüsü., [email protected] Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler pertains to the young members of the elites. This situation does not at all diminish the value of the ballads. Among them there are wonderful pieces of art. Keywords: Music; classical; Turkish; art; ballad; Arabesque; culture; class. Helvacıya gidelim; Biraz helva yiyelim. Allah bize sıhhat vermiş. Ona şükür edelim! Helvacı helva! Şeker lokumlu helva! Kendir tohumlu helva! ―Bir esnaf türküsünden ― GİRİŞ Müzikte Anlayış Farkları Müziğin yapıcıları da adanmış dinleyicileri de duyarlı, gönlü bol insanlar içinden çıkar. Uygun mizaç önkoşuldur. İlgili eğitim sonra gelir. İkisi birbirini tamamlar. (Müzikten lâyıkıyla dinleme hazzı almak için dahi belli bir bilgi lâzım gelir). Bu bireysel farklar bir yana; müzik beğenileri; sosyolojik bakışta sosyal konum ile bağıntılı bulunur. Bu da kültür yapısı üzerinden işlerlik kazanır. Güzel sanatlarda, başta müzik, kişisel tatlar bir noktadan sonra sosyal sınıfın genellemeleriyle kaynaşır. Edinilmiş kültür öğelerine sıkı sıkıya bağlılık gösterir. Kültürel Sermaye ve Ona Göre Yönünü Buluş Somut anlamda zenginliğin yanı sıra artık ondan da önemli bir getiri, Pierre Bourdieu (1930-2002) ve takipçileri tarafından kültürel kapital (2) olarak tanımlanmıştır. Kavram; bireyin, aile, yakın çevre ve eğitimiyle şekillenen yaşam pratiklerini ve beğeni tarzlarını belirler. 2 Kimi özel eğitim kurumlarının sırf reklâm mahiyetinde “çocuğa en iyi miras iyi bir eğitimdir” şeklindeki sloganı bu bağlamda alınabilir. Tabiî doğrudur ama o iyi eğitimin ne olduğu tartışılır. Acaba sahiden özel okul mudur? Kaldı ki eğitimin; etik değerler, dostluk, dayanışma, erdem, saygı, özsaygı gibi derslerin dışında getirileri çok önemlidir. Tezcan’ın (1992: 19-20) vurguladığı gibi; formal bilgi taşıyıcısı ya da akademik öğretmen tipolojisi bunu sağlamaya yetmez. Yaratıcı yenilikçi davranışa meyyal tipoloji de buna uygun değildir. Değerlendirmeye odaklı (vereceği puanı inceden hesap eden), zaten hiç değildir. Bu role ancak, toplumsallaştırma aracı ya da misyoner tip öğretmen uygundur (Özel okulun rağbet etmediği TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 291 Sinan Çaya Bu arada sosyal sermaye de onunla bağlantılıdır ve insanın sürekli etkileşim içinde bulunduğu ilişki ağlarını temsil eder. Tabiatıyla; kültürel kapital ne kadar rafine ise irtibatta olunan insanlar, yani sosyal kapitalin insan malzemesi de, o kadar nûfuzlu ve üst düzey tanışıklardan oluşur. Yüksek bir kültürel kapitali haiz olmak, bir anlamda, iş bulmada ve sorunlarını çözdürmede iltimas (torpil) bulma olanaklarını, zaten kendi bünyesinde taşıyor olmak demektir. (Günümüzde bazı parlak özel şirket erbâbının altın CV’lerini, yani parlak tercüme-i hallerini, eskilerin altın bileziğine benzetmesi buna örnektir). Sınıfsal anlamda farklılaşmış sanat zevklerinin Türkiye’de müziğe yansımış temsili, kabaca şöyle iade edilebilir: Havas (seçkinler, şehirliler, iyi eğitim almışlar) sanat müziği veya diğer bir deyişle klasik Türk müziği sever; avam (halk tipi çoğunluklar, kırsal alan insanları) ise türkü sever. (3) Sosyo-külterel ve iktisadî denklemi biraz daha girift hâle koyacak olursak; şunları ekleyebiliriz: Seçkinlerin genç kuşakları çeşitli batı müziği çeşitlerine kapılırlar. Varoşların (4) oturmamış ve kararsız sosyal yapıları içinde yine esasen gençler, Arabesk denen bir üçüncü Türk müziği türüne rağbet ederler. Böylece tam resim ortaya çıkmış bulunur. İlgili bir başka hususu da şöylece belirtmekte fayda vardır: Kimi yazarlara göre; çağdaş sanayi toplumlarında kültür oluşumları; günümüzde; Bordieu’nun saptamada bulunduğu senelere nazaran çok daha akışkan, geçişken ve çoğulcu bir yapılanma göstermektedir. Musikî dâhil, sanat zevkleri de bilerek muğlâk tutulmakta; özellikle gençler; kişilikleri tam oturacağı günler henüz gelmeden, farklı kültürel kimlikleri denemek, değişen özdeşim ve rol modelleri üzerinden dalgalı yollar almak şansına sahiptirler. Nitekim bu durumun Türkiye’de aksedişi; başta (“Urfa’da Oxford var dı da biz mi gitmedik?” Özdeyişinin sahibi Tatlıses olmak üzere, kimi ses getiren Arabesk ses sanatçıları görüngüsünde (fenomen) ortaya çıkmıştır. Önceleri bu gibi sanatçıları horlayan ve dışlayan kimi tipolojidir bu). (Tezcan, anılan bu tipolojinin, kendi davranışının bu öğütler ile illâ ki tutarlı olamayabileceği gerçekçi ibâresini de sözlerine ilâve eder). 3 Sosyal oluşumları incelerken bazı soyutlamalar yapmak kaçınılmazdır. Gerçekte ise her oluşum, kuramsal incelemeye göre çok daha karmaşık ve çok parametrelidir. Hele Türkiye gibi nûfusu genç ve değişimin hızlı olduğu bir ülkede o karmaşa daha da keskinleşir. 4 Gazi Üniversitesi’nde katıldığımız bir pedagoji seminerinde Eğitim Sosyolojisi hocamız M. Şeren büyük bir saydamlık ve entelektüel cesaret gösterisi yaparak; gecekondu kültürünün kararsızlığından ve çarpıklığından bahsetmişti. Bu yeni kültürü köy ve şehirlerin oturmuşlukları ile kıyaslamıştı. Antalya’da kendisinin de gecekonduda büyüdüğünü ifşa ederek sözlerini “bu benim kaderim” diye noktalamıştı. TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 292 Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler seçkin odaklar; zaman içinde onların en azından bazılarını kabûl ve takdir ettiklerini ikrar durumunda kalmışlardır. Bir başka ilginç nokta; göçlerin ve ─başta Almanya, Avrupa’daki Türkler gibi─ sınır aşan (transnational) camiaların anavatan kültürel öğeleri ile bağlılıkları mevzuudur. Bu noktada bazı çelmece (paradoks) durumları ortaya çıkabilir. Kimi gençler yeni batı toplumuna tümden eklemlenerek eski izleri iyice silmeye bakarlar. Kimi gençlerde ise bu aralarda bir yerlerde kalışın bilediği yeni bir şuurla anavatanın değerlerine daha bir inatla sahip çıkış gerçekleşir. Belçika doğumlu Kubat (5), türkülere duyduğu hasretin itici gücüyle serpilip, başarılı bir halk müziği sanatçısı olmuştur. Sigorta acente yetkilisi bir İstanbul efendisinin sayıp döktüğü (önceki “bozulmamış” ve dolayısıyla daha temsil edici yıllara özgü) İstanbulluluk kıstasları içinde, sanat müziğine de geniş yer ayrılmıştır: İstanbulluluk; Taksim-Maksim’de Zeki Müren’i dinlemek, Caddebostan Grand Maksim’de Muazzez Abacı’nın saz takımını program sonrası balıkadamlar klübüne getirip hep birlikte şömine başında “güzel olmak”tı (6). “Benim güzel manolyam” şarkısını Bebek parkında sevgiliye okumak; baharı erguvanlarla Boyacıköy’de karşılamak; Sulukule’de her ne kadarsa parasını bayılıp [Jitan] hâtunları saç saça baş başa ─kayıkçı kavgasına sevk etmek─ dövüştürmekti. O Jitanlar (7) ki Suriçi’nde sokak sokak Müzeyyen Senar ve Zeki Müren’in şarkı sözlerini klârnet ezgileri eşliğinde satarken; bir yandan da beşinci kat balkonundan kendilerini seyreden hanımlara çubuk şeker fırlatırlardı (Baykan’ın, Bir zamanlar İstanbul videosu, internet). İstanbulluluk; “Heybeli’de mehtaba çıkmak;” ―Yesârî Âsım Arsoy’un güftesini yazıp sultaniyegâh besteye çektiği mısralara bir kinâye (allusion)― Çamlıca’nın güllerini koklamak; Büyükada’nın Dilburnu’nu sandalla dönerken mâziyi anmaktı (a.g.e.). Klâsik Türk mûsikîsi veya Türk sanat müziği, Dede Efendi’lerden, Hacı Ârif Beyler’den bu yana çok değerli bestekârların elinden süzülerek gelmiş; hem güfteleri hem 5 Foto: İnternet 6 “Güzel olmak”: Kur yaptığınız karşı cins yanı başınızda oturuyor ve olumlu sinyaller gönderiyorken, üçüncü boş bira bardağını masaya bıraktığınız dakika yaşanan ruh güllâçlaması hâli. Ekşi Sözlük’ten, Rumuz “aziz kedi”, 20. 08.2001. Roman vatandaşlarımız; musikîye doğuştan kabiliyetli, ruhen tepeden tırnağa hür, gamsız, rindmeşrep tabiatlı insanlardır. 7 TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 293 Sinan Çaya makamları bakımından nice ölümsüz eserlerle tarihe silinmez damgasını kazımıştır. Bunda en ufak şüphe yoktur. Anılan dalın bir alt tasnifinde; solist sıfatıyla Ahmet Özhan’ın en iyi şekilde yorumladığı tasavvuf musikîsi de yer alır. Bir önemli ayrıntıyı da şöylece vurgulamak gerekir. Sanat müziğinin dahi akademik platformda ele alınışının; piyasa düzeyinde ele alınışından farkları vardır. Mikrofonu titretme ve benzeri (8)avamfiribâne (popülist) tekniklerin, kazanç amacından uzak ve bulaşıksız üst düzey iştigallerde yeri yoktur; olamaz. Türkülerin Önemi Klasik Türk musikîsini sevmek ve onun hazzına varmak fevkalâde bir sanatseverlik örneğidir. Gelmiş geçmiş kıymetli bestekârlarımızın her biri âbidevî isimler olarak Türk Sanat Tarihi’ne mâl olmuşlardır. Onlar Türk milletinin her türlü takdirin üstünde değerleridirler. Bu hususta en küçük bir şüpheye dahi yer yoktur. Ancak; klasiklerin kıymetini takdir etmek, öte tarafta türküleri ihmâl etmek pahasına olmamalıdır ve olamaz. Türkülerin yeri Türk müzik kültürü içersinde bambaşka bir konumdadır. Tam bu noktada bir isim, numune-i imtisal (rol modeli) bir icracı olarak hemen akla gelmektedir: Mustafa Keser; hem sanat müziğini hem de halk müziğini aynı ustalık ve rahatlıkla okuyan mümtaz bir sanatçıdır. Ezberindeki parça adedi ise şaşırtıcı derecede kabarıktır. Muhteşem sanatçı Ruhi Su (9), türküleri operavâri bir edâyla iyice yüceltmiştir. O, türkülerin tutkunuydu. Bir yazısında şöyle der: “Türkü söylemek benim için bir aşk hâlidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum. Türkü söylerken sazım ne benimle yarışır, ne de türkülerle. Bize yalnızca eşlik eder, bizi tamamlar” (Ruhi Su Türküleri 1977). 8 Udî Coşkun Yava eski arkadaşımdır. (Kendisi besteci ve bestekâr ayrımı da yapar. “Dandik” beste yapıcıları birinci, hâlis beste yapıcıları ikinci sıfatı hak eder ona göre). Katı bir bürokratik mesleği icra ediyorken, yıllık izinlerinde kaçak köçek birkaç gazinoda saz ekibi içerisinde bulunmuş idi. Bir gün, çok saygı duyduğu ve üstüne titrediği hocası, tek bir parmak hareketinden onun nerelerde “sürttüğünü” anlayıvermiş! Sevdiği talebesine, bir imtiyaz olarak, âmiyâne bir muaheze göndermiş (Böylesi bir ritual insult samimiliğin belirtisidir; bir anlamda bir iltimas bahşetmektir!): ─ Ulan eşoğlueşek! Belli ki sen, bir aralık piyasada çalışmışsın! 9 Ruhi Su (1912-1985)(foto: İnternet). TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 294 Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler Sabahattin Eyüboğlu’na kulak kabartacak olursak; türkülere dair onun saptaması şöyledir: “Türkiye halkı, özellikle köylüleri, yalnız türkülerde dökebilmiştir içini; yalnız türkülerde kurtulmuştur türlü baskılardan (10). O kadar ki türküler; Türk insanlarının iç dünyalarını saran damar damar yollar gibidir. Onlardan geçerek buluruz yeniden kendimizi. Türküden kopmak, Türk’ten kopmak olmuştur bizim için” (Ruhi Su Türküleri 1977). Birçok türkülerin oluşum öyküsünde gerçekten yaşanmış olaylar vardır. Suzan ve Kırklar Dağı, Ormancının vukuatı, Bodrum hâkimesi ve diğer ağıtlar gibi. Söz konusu olaylar halkı derinden etkilemiş ve yüreği gerçekten yürek olan birileri; anılan olayları birer türkü yakarak ölümsüzleştirmişlerdir. Önemli olan, halkın da bu nağmeli güfteleri benimseyip içselleştirip ağızdan ağza okumaya devam etmeleridir. Böylece türküler gelecek nesillere de mâl olmuşlar, hayatiyet kazanmışlardır. Bir türkü için günümüze kadar gelebilmiş olmak, onun benimsendiğinin canlı ispatıdır. Yurdun çeşitli bölgelerinde bu suretle yıllar içinde zengin türkü külliyatları ortaya çıkmış; başta Muzaffer Sarısözen (1899-1963) (11) gibi vefakâr araştırıcılar, bunları derleyip toplayıp notaya çekerek radyo arşivlerine kazandırmışlardır. Birçok türkünün unutulup gittiği de hazin bir gerçektir; diğer birçok türkünün ise artık sadece ücra yerleşim birimlerinde ve çok yaşlıların belleklerinde yaşamaya devam ettikleri de ayrıca teslim edilmelidir. Türk halk türküleri kulaklara, gönüllere yönelik muazzam bir ziyafet sofrası oluştururlar. Türküleri tasnife yeltensek; aşk türküleri, asker türküleri, gurbet türküleri, (Ruhi Su’nun çok sevdiği) bebek türküleri, nefesler, marş tarzı kahramanlık ezgileri, eşkıya türküleri, tulumbacı türküleri, külhanbeyi türküleri, Ege’nin ağır efe havaları, hüzünlü ağıtlar, sevinçli deyişler, esnaf türküleri, bozlaklar gibi bir liste çıkabilir. İşlenen konular ve zorlanan tabular bakımından, bir çeşni zenginliği arz eder türküler külliyatı: “Mapushâne çeşmesi yandan akıyor yandan”, (Hasan Yükselir’in (12) nefîs bir edâyla 10 Öğretmen ve araştırmacı Cahit Öztelli’nin (1910-1978) Uyan Padişahım başlıklı derlemesinde; başkaldırı ve isyan türküleri dahil; birçok yergiler, taşlamalar bulunmaktadır. 11 12 M. Sarısözen (foto: İnternet). Hasan Yükselir (foto: İnternet) TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 295 Sinan Çaya yorumladığı) “demir de parmaklıklara bakar bakar ağlarım” diye haykıran zindan türküleri; cerenlere, turnalara, kekliklere atıflarla dolu çevreci deyişler; (Erzurum’un “sarı gelin” türküsü gibi) etnik ve dinsel ayrımcılığa meydan okuyan temalar buluruz türkülerde. Düşünyapı (ideoloji) gözlüğünden ele alalım desek; o takdirde dahi alabildiğine geniş bir tayf çıkar karşımıza. Bir ucunda “Bitlis’te beş minare”, “ziyaret çarptı bizi”, “yârim giymiş beyaz as’ye, cum’a namazından gelir” diyen dinsel motiflerle örülü nağmeler bulunur. Diğer kutbunda “Fındıklı bizim de yolumuz, hovarda çıktı da soyumuz”, “dam üstünde un eler; tombul tombul memeler”, “yıkılası meyhane, sarhoşum nerde kaldı?” “kemer olsam yâr beline dolansam” gibi söylemler içeren çapkın temalar gözükür. Lisede edebiyat dersinde okuduğumuz bir parçada; eleştirmen Nurullah Ataç; genelde halk edebiyatını özelde türküleri ve hele mânileri güfte açısından tenkid ediyor; sırf vezin ve kafiye uygunluğu uğruna bunlarda görülen anlamsız lâflara ve saçmalıklara acımasızca vuruyordu. Buna rağmen arada sırada pek güzel mısralara tesadüf edildiğini o da teslim etmek durumunda kalıyordu. Hele hele aşk türkülerinde, belki de Charles Baudelaire (1821-1867) ayarında büyük şairlere ancak yaraşacak nice sözler saklıdır gerçekten! Bir yalınlık ve sâdelik içinde onca anlam yoğunluğu yakalamış bulunmak mutlaka harikulâde bir başarıdır. Sevdiği kadına “ikimizi koysunlar da senin ile mezara” nakaratıyla seslenen Karadenizli âşık; bir anlamda kestirmeden Victor Hugo’nun sanat basamağına tırmanıvermiş değil midir ki? Biraz daha açalım. Notre-Dame’ın Kamburu romanının sonunda; esmer güzeli (Esmeralda) darağacında infaz edilir. Hayranı olan çirkin, eciş bücüş zangoç (Quasimodo) ortalıktan kaybolur. Yıllar sonra bir mezar kazıcı; üzerinde bir tutam beyaz entari kumaşı olduğu halde güzel kadının fâni artıklarına rast gelir ki şekli bozuk bir erkek iskeleti ayrılmaz bir bütünlük içinde onunla sarmaş dolaş vaziyettedir! Hugo da romanında, o Karadeniz türküsünü yakan gönlü bol gençle aynı kara sevda temasını ifade eylemiş olmuyor mu? Bedri Rahmi Eyüboğlu ne diyor: “Şairim / Zifirî karanlıkta gelse şiirin hası / Ayak sesinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım! / Şairim / Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum / Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim / Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm / Ah bu türküler, köy türküleri! /Ne düzeni belli, ne yazanı / Altlarında imza yok amma / İçlerinde yürek var!” Bir garip-tecelli (ironi) örneği olarak; “Keten gömlek filfilli, nineler / Nerden aldın bu dili de nineler? / Bu dil buranın deel [değil] / Bu dil İstanbul dili, nineler” diyen Orta Anadolu türküsü üzerinden; yörenin temiz insanı; incelik (13) ve irfâna, İstanbul kibarlığına karşı takdirini ve gıptasını açığa vurmaktan geri kalmıyor mudur? 13 Bir tarihte, doğma büyüme İstanbul çocuğu bir arkadaşla, bir Anadolu şehrinde bir lisesinin önünden geçiyorduk. O esnada öğrenciler dağılmaktaydılar. İçlerinden bir grup, aralarında sohbet ederek önümüzde yürüyordu. Bir tanesi yöresel aksanıyla birilerinin bilmem neresine goduğunu [koyduğunu] söyleyince arkadaş yüzünü ekşiterek bana baktı. Ben onun ayıp sözü işitmekten incindiğini sandım. Hemen anladı ve bir düzeltme getirdi: TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 296 Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler Tartışmalı bir mesele; türkülerin modern çalgılarla çok sesli versiyonlara uyarlanması tatbikatıdır. Bu noktada değişik (14) yaklaşımlar söz konusudur. Galiba işin en doğrusu, otantik formun bozulduğu iddialarını ihtiyatla karşılamaktır; zira kuşaklar arası anlayış farkları gibi diğer başka mülâhazaları da hesaba katmak gerekir. Günümüzde, meselâ, Hasan Kaçan’ın canlandırdığı Herodot Cevdet tipinin, son tahlilde, mizaha sığınarak da olsa sunduğu kültürel işlev ziyadesiyle önemlidir. Yeni kuşaklara eski erdemleri benimsetmektir Cevdet’in işi. Bir anlamda Erol Büyükburç ve benzeri, Türkçe sözlü hafif batı müziği yapan öncü sanatçıların hizmetine muvazi bir durumdur onunki. Bu gibi sanatçılar; kimilerine göre gûya yozlaştırdıkları türkülere; eğer ki el atmasalardı; bugün belki de tek türkü dahi duyulmaz olacaktı. Türküler bozulmamış kalayım derken tümden yitip gitmiş olacaklardı. Nitekim bir mülkî âmir çocuğu olan Zülfü Livaneli, bir sohbetinde belirtmiştir ki Ankara Koleji’nde okuyorken, okula sadece gitarını götürüp sazını evde saklıyormuş. Kimi çevrelerde 1960’lardan itibaren saz çalmak, bir köylülük nişânesi ve bir ayıp (!) sayılmıştır (Çaya 2013: 64-65). Türkülerin başka ülkelerin sanatlarındaki mukabili çeşitli halk müzikleridir. İnsanın, hudutları boylu boyunca kesen evrenselliği ve alın teriyle karnını doyuranların acayip gönül zenginliği, mutlaka onların sanatına da bizdeki gibi yansımıştır. Amerika’nın kırsalında banjo (15) veya gitar eşliğinde okunan baladlar bunlardandır. Fransa’daki halk tarzı şarkılar okuyan sayısız sanatçı içinde en çarpıcı isim ise, hayatı alt basamaklarda mücadele içinde başlamış olan Édith Piaf’tır (16). ─ Biliyor musun? Ben hiç de işin orasında değilim. Fakat o kaba saba şîve asıl kulağımı tırmaladı!. Nâzım, Türk köylüsü için bir destanında ne diyor? “Onlar ki ana avrat küfrederler!”. Bu gençler de varsınlar sövgülü konuşsunlar. Amma hiç değilse İstanbul ağzında sövsünler yahu! Ah, o billûr misâli İstanbul Türkçesini, nasıl da özlemişim buralarda! Lisans öğrenciliğimizde üniversitemizin Folklor Kulübü’ne bağlı halk türküleri korosunda ─ Kanunî Ruhi Ayangil’in çalıştırdığı bir sanat musikisi korosu da onunla eş zamanlı olarak faaliyette idi─ dört yıl boyunca yer aldık. Mehmet Özbek gibi değerli çalıştırıcılarımız oldu. Bir aralık Ruhi Su da hocamız olarak bizleri şereflendirdi. Bir çalışmada “ah bir ataş ver, cıgaramı yakayım” diyen zeybek türküsünde iki kelimeyi tâdil etti: ateş ve sigara diye uyarladı onları. Gerekçesini de belirtti: 14 ─“Bu türküyü kendi kültürümüz içinde okuyalım, arkadaşlar! Yoksa niye o kadar tahsil yaptık ki?” 15 Telli çalgı banjo (İnternet) TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 297 Sinan Çaya Saz Şairleri (Âşıklar) Geleneği Âşık, usta-çırak usûlü yetişmiş gezgin müzisyendir. Sazı refakatinde türküler okuduğu gibi doğaçlamalar da yapar ve diğer âşıklarla sazlı sözlü atışmaya (17) girebilir. Masallar ve destanlar anlatır. Birilerini hiciv etme yoluna gidebilir. Hünerlerden biri de dudakdeğmez tekniğidir. Dudaklar arasına bir çivi konur ve bu engele rağmen türküler okunur. Âşıklara toplumda saygı ile bakılmış, neredeyse mistik özellikler nispet edilmiştir ki menkıbelerden birine göre onlar rüyalarında pîrlerin elinden birer kâse bâde içmiş özel kişilerdir. Geleneğin menşei İslamiyet öncesi ozan veya baksi günlerine kadar uzanır. Saz; kestane yahut dut ağacından yapılmış; tezene denen bir mızrapla çalınan altı, sekiz veya on iki telli bir çalgıdır. 16. Asırdaki siyasal, sosyal, kültürel ve iktisadî değişimler bu geleneği yeniden canlandırmıştır. Gürcistan’dan İran’a ve Balkanlar’a dek, Osmanlı’dan etkilenmiş veya doğrudan Osmanlı bakiyesi birçok topraklarda geleneğin varyasyonlarına rastlanır. Aşug denilen Ermeni sanatçılar dahi bunlardandır. Tarih boyunca en meşhur âşıklar; şu isimlerden oluşur: Karacaoğlan, Köroğlu, Kazak Abdal, Pir Sultan Abdal, Ercişli Emrah, Gevheri, Âşık Ömer, Levni, Kul Himmet, Dadaloğlu, Dertli, Ruhsati, Bayburtlu Zihni, Âşık Şenlik, Âşık Sümmani, Âşık Mahsunî Şerif, Âşık Veysel, Davut Sulari, Âşık Murat Çobanoğlu ve Âşık Yaşar Reyhanî. Günümüzde ustalar sanatlarını; şenliklerde, düğünlerde, âşık kahvehanelerinde ve cem âyinlerinde icra ederler. Esasen sayıları epeyce azalmıştır. Geleneğin en ziyade muhafaza edildiği yöreler; Kars, Erzurum, Artvin, Sivas, Kayseri, Gaziantep, Ardahan, Adana, Çorum, Kastamonu, Tokat ve Kahramanmaraş civarlarıdır (Convention pour la sauvegarde du patrimoine culturel immatérıel, 2009). Âşıklar için bir mahlâs (takma isim) almak âdettendir. Mahlâs seçmenin usûlleri vardır. Âşık mahlâsını kendisi seçebilir. Mahlâs ona kendi ustası veya bir dinî önder tarafından öngörülebilir. Mahlâs kendisine sahih bir rüyada malûm olabilir. Çoğu âşıkların hakiki adları unutulmuş, takma adları kalmıştır. Dadaloğlu’nun adı Veli idi. Sümmanî’nin adı Hüseyin idi. Gevherî’nin adı Mehmet idi (Turkish Cultural Foundation / Türk Kültür Vakfı, t.y.). 16 Édith Piaf (1915-1963) (foto: İnternet). 17 Atışma, iki âşığın doğaçlama nağmelerle savaşı gibidir. Başlangıç için usta bir âşık veya saygın bir kişi kısa bir nağmeli güfte okur. Bu girizgâhtan esinlenen iki âşık, aynı uzunlukta ve tarzda deyişler bulmaya sürdürürler. Kendisine sıra geldiğinde bu gidişatı devam ettiremeyen, yarışı kaybetmiş olur (Turkish Cultural Foundation / Türk Kültür Vakfı, t.y.). TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 298 Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler SONUÇ Osmanlı devirlerinden günümüze musiki iki ayrı ayakta sürüp gitmiştir. Sanat musikisi erbâbı değerli besteler ortaya koymuşlar ve onları sarayın ve zadegânın lezzetine sunmuşlardır. Öte yanda reaya / halk, kendi müziğini kendisi tanımlamış; onu tahsilli seçkin katmanların müziğinden soyut tutarak geliştirmiştir. Modern toplumda göçlerin temsil ettiği kırılma, Arabesk’i doğururken; artan batılılaşma eğilimleri, kimi gençleri batı müziğine de yakınlaştırmıştır. Bu iki oluşum daha ikincil bir önemi haizdirler. Türkülerin ağırlığı azımsanamaz. Günümüze gelebildiği kadarıyla bile bu büyük kültür hazinesi şaşırtan zenginliklerle örülüdür. Konular tayfı geniş, güftelerde söylem cesur ve naif, nağmelerde çeşitlilik belirgindir. Türküler, Türk kültürünün paha biçilmez bir hazinesi hükmündedir. KAYNAKLAR BAYKAN,M. Bir Zamanlar İstanbul Videosu (internet, erişim Mayıs 2012). ÇAYA, Sinan (Temmuz-Ağustos 2013). “Yeryüzünde Evsiz Barksız İnsanlar”, Alanya-Antalya: Güncel Sanat (Hakemli Dergi), sayı 25, ss. 62-65. “Minstrel Literature” (t.y.). Turkish Language and Literature, Washington D.C. : Turkish Cultural Foundation / Türk Kültür Vakfı yayını. ÖZTELLİ, Cahit (1976). Uyan Padişahım, Cağaloğlu-İstanbul: Milliyet Yayınları. Ruhi Su Türküleri (Eylül 1977). Antalya: Akdeniz Kitabevi. ŞEREN, Mehmet (1887) Basılmamış Eğitim Sosyolojisi notları, Pedagoji Yaz Semineri, BeşevlerAnkara: Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi. TEZCAN, Mahmut (1992). Eğitim Sosyolojisi, 8. baskı, Ankara: Anı Yayıncılık. “La tradition âşıklık (de l’art des trouvères)” (28 septembre -2 octobre 2009). Convention pour la sauvegarde du patrimoine culturel immatérıel, Abou Dhabi, Émirats arabes unis [Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü’nün tebliği]. TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 299 Sinan Çaya EK: DİĞER BAZI GÖRSELLER VE BİR MANZUME Şekil 1. Trakya yöresinde bir dükkânda satılık sazlar (Foto: Yazar). 300 Şekil 2. Alaturka musikinin önemli bir vurmalı çalgısı da davuldur (merhum Resim Öğretmeni Muazzam Bey’in fırçasından). TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler Şekil 3. Halk müziğini yaşatan bir folklor ekibi (merhum Resim Öğretmeni Muazzam Bey’in fırçasından). Şekil 4 & Şekil 5. Çoban kavalları (tarama: Yazar). TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 301 Sinan Çaya Eskiden çobanlar kendi kavallarını kendileri yaparlardı. Çoban yalnızlığını kavalıyla paylaşır. Bir okul şarkısı şöyle diyor: Rüzgârı eser serin serin / Kırların kokusu dolu / Bir kaval çalar hazin hazin / Tozlanır köy yolu!) * Şekil 6. Anthony Quinn & Alan Bates Girit Adası’nda Sirtaki oynarken (Film: Zorba, the Greek). Sirtaki Türk halk oyunlarına hem figürleri hem nağmeleri ile benzer: Bu, asırlar öncesinden gelen bâriz bir Osmanlı etkisidir. ARABESKİN AĞABABASI O MUYDU? Kasabanın panayırı: Çadır tiyatroları, Piyango oyunları, Hediyelik eşyalar, Renkli çubuk şekerler, Şerbet-vişne suları, Çınlayan mikrofonlar, Uçuşan salıncaklar, Motosikletleriyle Düşey duvarda gezen Korkusuz akrobatlar! Sihirbaz-doktor Şando Dar pâzen pantolonlu Çikolata derili Bayan asistanıyla Hünerler döktürüyor! TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 302 Türk Musikîsine Dair Antropolojik Tespitler Bir de büyük tryler. Önünde bir görevli: “Gelin girin içerde Harikamızı görün! İnsan gibi elleri, Ayakları var bunun! Konuşuyor üstelik Bu acayip canavar! Günde otuz-kırk kilo Balık yiyor doymuyor!” Dışarı çıkanlardan Yaşıtım bir çocuğa Soruyorum:”doğru mu?” “Gir de kendin gör” diyor. Basıyorum parayı Ve hayal kırıklığı! Bildiğim fok balığı Bir havuzda yatıyor. İşte hepsi o kadar. Pazubentli çığırtkan, Omzunda bir şempanze, Seyirci ayartmaya Devam ediyor gene. Yandaki hoparlörden Kütür kütür bir şarkı! Küçük devirli plâk. Çığırtkan aşka gelmiş, Melodinin ritmiyle Atlayıp zıplayarak Dağıtıyor hergele: “Ha-ti-ce Rem-zi’-ye bed-du-a et-ti Remzi, arabayı, uçuruma itti! Remzi Remzi, deli Remzi! Remzi Remzi, deli deli Remzi...” Yazar TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 290-303 303