Malazgirt`e kitap ya¤d›r Ekfli Sözlük yazar› ol!

Transkript

Malazgirt`e kitap ya¤d›r Ekfli Sözlük yazar› ol!
y›l: 1 say›: 8 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 4-10 Kas›m 2005
ISSN 1306 0830
Malazgirt’e
kitap ya¤d›r
Ekfli Sözlük
yazar› ol!
Muş / Malazgirt’teki okul kütüphanelerine kitap yağdırıyoruz.
Öğrencilerin ders kitaplarına, giyecek bir şeylere, kırtasiye
malzemelerine, bilgisayarlara ihtiyaçları var. Haydi durmayın, siz
de kolinizi hazırlayın! Ekşi Sözlük’te kayıtlı okur olan herkes, on
kitaplık bir koli hazırlayıp kampanyaya katıldığı takdirde sözlükte
çaylak olarak yazarlık hayatına başlayacak. Nasıl mı? Sayfa 6’da
Sevgili fleceresi
tutan erkek
kronik abazan m›?
Ekşi Sözlük
vadisinin baronu
SSG,
otisabi’ye
konufltu
MP3 mü, cillop
gibi orijinal
albüm mü?
Yönetmen
Bar›fl Bayraktar’la
Pamuk Prenses
Yaz›n ustas›
Tatl›ses, flimdi de
müzi¤e soyunuyor
Çok satan kitapların ve
medya tartışmalarının odak
noktası ombudsman
İbrahim Tatlıses, kariyerine
yeni bir yön
çiziyor. Yazar
şimdilerde
albüm
çıkarma
hazırlığında.
Sayfa 3’te
2
EKfi‹ 4-10 Kasım
yaflam
Çakı-Yorum
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Sayg› duyuyorum
(Önemli not: Geçtiğimiz hafta gelen raporlar neticesi İbrahim Tatlıses’in köşe yazılarının Ekşi’nin yedi haftalık
tirajından daha fazla okunduğunu tespit eden Yazı İşleri
Müdürümüz, dergimize layık bir türkücü transfer edilene kadar yazılarımda İbrahim Tatlıses ekolünü benimsememi uygun buldu değerli okurlarım. “Bu yaştan sonra
nasıl üslup değiştireyim, etmeyin eylemeyin” dediysem
de dinletemedim. Neymiş üslup mu ödüyormuş benim
maaşımı? Neyse bu hafta sıkayım dişimi de haftaya Ankaralı Turgut he diyecek gibi teklifimize. O da ne güzel
adam lan!)
Allah cezan›z› verecek!
Eveeaat yine bir şeker bayramına daha çok şükür kavuştuk sizlerle değerli okurlar. Sevdiklerimizle hep birlikte
bu güzel günlerde coşkuyla, kardeşlik hisleriyle ne mutlu bizlere. Zaten bu bayramlar en güzel geleneklerimiz,
değerlerimiz, bunlara sahip çıkmamız, dargınların barışması gerek ya ama bayram üstü benim canımı sıkan bir
mevzu var yine biraz ondan bahsedecem...
Geçen hafta, neydi o adamın adı, var ya hani beyaz beyaz ihramla dolaşıyor Dubaili prens, Arap, neyse işte
bütün gasteler televizyonlar hep ondan bahsettiler, bir
ağzına s...madıkları kaldı adamın. Halbuki taa bak Dubai’den geliyor, yatırımını yapıyor, memleketime koca koca bina dikiyor, dikecek işallah, sen bu adamın elini öpmen lazım ya, Allah razı olsun bu zamanda kim kimin
ülkesine gökdelen dikiyor? Ben biliyorum birtakım böyle yılanlar var içimizde, çıngıraklı yılan diyorum ben onlara şimdi isim verip reklamlarını yapmıyayım neyse işte hep o çiyanlar çıkarıyolar böyle lafları. Yok efendim
kıvrık kıvrık kule mi olurmuş da, adı niye Dubai’ymiş
de, prens kıravat takmıyormuş da bilmem ne. Yaa ben
gülüyorum bunlara yaa. Adam orda milyar dolar diyor
sen hâlâ kravat diyorsun. Allah cezanızı verecek!!!
Ha bak sayın okuyucu, eğer ki sen de kalkıp “Bu adamın
derdi ne, deli mi manyak mı, niye kendi ülkesine yapmıyor bu yatırımı?” diyecek olursan saygı duyarım canım
ciğerimsin veli nimetimsin ama yani yazzıklar olsun sana da. Yav adam bizi seviyor kardeşim, Başbakanımızı
seviyor Dışişleri bakanımızı seviyor yakın buluyor insanımızı, senin deden bu adamın dedesiyle Çanakkale’de
Yemen’de omuz omuza savaşmış bir din kardeşliği var
bir muhabbet var şarkılarımız yemeklerimiz hep aynı yemin ediyorum var ya 2 sene evvel gittim Dubai’ye kaçak cep telefonu falan almaya orda gördüm nasıl seviyorlar Türkleri, böyle kaç kişi sokakta çevirip alnımdan
öptü beni Türk’üm diyince ağlıyor adamlar bizi neden
bıraktınız afedersin bok gibi paramız var ama huzurumuz
kalmadı diye bak hâlâ aklı orda adamın Osmanlı diyor
başka bi şey demiyor sen kalkmış bu adamın niyetinden
şüphe ediyorsan esas ben senin ganından şüphe ederim!
Türk ulusu, Lüleburgaz’›n
L’si konusunda hemfikir
sal, milli ve manevi birliğin, beraberliğin ve öz benliğimizin sembolü olmuştur. Bugün Türkiye’de
harfleri kodlayan herkes Laz’ı,
Çerkez’i, Kürt’ü, Pomak’ı, Süryani’si Lüleburgaz’ın L’sinde birleşmiştir. Bu asil belde, bu soylu harf
bizim gün geçtikçe artan ve dış
mihrakların bölücü çabalarına rağmen dayanan aidiyet duygumuzun
sarsılmaz timsalidir. Bugün ne
dünyada ne Türkiye’de Lenin’in
L’si anılmazken Lüleburgaz’ın
L’sinin anılıyor olması gurur vericidir.” Açılış konuşmasının ardından Lüleburgaz halkını sağ elini
havaya kaldırarak işaret ve başparmağıyla yaptığı L harfi ile selamlayan Bakan Koç’un ardından
sahne alan İzzet Altınmeşe, “Le
Hanım” adlı türküyü söyleyince
halk coşarak halay çekti. Kadınların “tililililililili” seklinde zılgıt çekerek hoş bir jest yaptıkları halayın sonrasında Yozgat’ın Y’si, Niğde’nin N’sinden ve Amerika’da
Nancy’nin N’sinden gelen kutlama ve tebrik telgrafları okundu.
Tüm dünyanın gözleri Lüleburgaz’ın üzerindeyken “Lületaşının
Lüleburgaz’dan çıkmadığını” hatırlatan ilçe belediye başkanı, “Lületaşı Eskişehir’den çıkar. Dünya bizi artık Lületaşı ile değil L’miz ile
tanısın” mesajını verdi.
Lüleburgaz
yılı aşan Cumhuriyet
tarihimizde üzerinde
hemfikir olunamayan
birçok konuya, olaya, olguya ve
anlaşmazlığa rağmen Türk ulusunun Lüleburgaz’ın L’sinde birleşmesi ve hemfikir olmasını kutlamak üzere önceki Pazar Lüleburgaz’da ilki gerçekleştirilen “Lüleburgaz’ın L’si Şenlikleri” coşkulu
geçti. Açılış konuşmasını yapmak
üzere iştirak ettiği şenliklerde,
Kültür Bakanı Atilla Koç şöyle
konuştu: “Lüleburgaz’ın L’si bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde senelerdir özlemini çektiğimiz ulu-
80
Lüleburgaz’›n
L’si yasad›fl›
eylemlerde
dahi
kullan›l›yor
Lüleburgaz’›n L’si Nedir?
Lüleburgaz’ın L’si bir Latin harfidir.
Doksan derece açıyla kırılan büyük harf
versiyonunu, düz bir dikey çizgi olarak
atılan küçük harf versiyonu tamamlar.
Serif’i ile klasik
ve soylu dizayn.
L
90 derece kırılarak
iki boyutlu alanda
her iki yöne de
uzayan, güven
verici çizgiler.
Beyaz fon üzerinde hoş bir
kontrast sağlayan siyah
zemin. Rahat seçilebilir biçim.
Aldatma kanunla s›n›rlan›yor!
eclise yeni getirilen bir
yasa tasarısıyla erkeklerin aynı anda aldatabileceği kadın sayısı üçle sınırlanacak. Henüz konuyla ilgili resmi açıklama yapmayan iktidar partisinden adının açıklanmasını istemeyen M.B. isimli yetkili, kendisine yöneltilen soruları
“Amacımız kadınların aldatılmasını makul sınırlara indirmek” diye yanıtladı. “Neden
üç?” sorusunu “Azaltarak bıraktırmaya çalışıyoruz” olarak
M
yanıtlayan yetkili, bir muhabirin “Dinimizde dört kadına izin
varken üç kadına izin veriyor
olmanız bir reform hareketi
olarak algılanabilir mi?” sorusuna “İyi günler! Lütfen kapıyı
bırakır mısınız? İyi günler!” diye yanıt verdi. Aynı anda üçten
fazla kadınla birlikte olan erkekler ise meclis binası önünde
toplanarak “...iizimiz... miizimiz...” diye sessiz, dikkat çekmemeye çalışan bir protesto
gösterisi yaptılar.
Aldatma, Sadakatsiz
filmi sonras›nda Türkiye
gündemine oturmufltu
Mahremiyetimize sahip ç›kal›m!
Eveeet bayram günü bu tatsız konuyu fazla da uzatmak
istemiyorum bakalım gündemde başka ne varmış. Hah
şu bekaret mevzuu. Bir manken hanım kızımız sevgilisinden mi ne ayrılmış çıktı dedi ki işte “Ben gösterdim
ama vermedim halen kızoğlankızım, Allah razı olsun
sevgilimden ayrılınca mağdur etmedi beni.” Koca ülke
çalkalandı sanırsın başka sıkıntımız yok. Yaa şimdi ben
bak sinirlenecem gene açacam bayram vakti ağzımı sonra Şadan sinirli Şadan küfrediyor kadın dövüyor falan
olacak ama kimse kusura bakmasın iki çift lafım var: Be
manyak gadın! Be şuursuz gadın! Bu öyle ulu orta söylenecek şey mi hiç? Yaa bi ailenin mahremiyeti var yaa
yani birtakım şeyler yaşanmış olabilir yaşanmamış olabilir yaşanır gibi yapılmış ama sonuna kadar şey olmamış olabilir gayet doğal bu bizim örfümüz adetimiz ama
öyle gastecilere denmez her şey, konuşulacak şey var
konuşulmayacak şey var vallahi de ayıp billahi de ayıp.
Yani yanlış anlama neticede sen de bizim bir bacımızsın
saygı duyuyorum ama kınıyorum da bi yandan...
Eveeettt bu haftalık da bu kadar sevgili okuyucularım.
Haftaya yepyeni gündem konularıyla ve işallah daha
böyle neşeli mevzulardan bahsetmek üzere tekrar hayırlı bayramlar diliyorum, son ki üç dört şabbiiiiiii....
‹zledi¤i yerli klibin hangi yabanc› klipten
arak oldu¤unu bulamayan genç bunal›ma girdi
stanbul Erenköy’de dün gece bir
aile dramı yaşandı. İzlediği her
yerli video klibin aslında hangi
yabancı şarkıcının klibinden çalıntı olduğunu ilk 30 saniye içerisinde fark etmesiyle çevresinde haklı bir üne ve
nefrete kavuşan H.Ö. (23)
dün akşam 21.30 civarında
arkadaşlarıyla birlikte izlediği Rafet El Roman klibinin nereden araklandığını bulamayınca buhran geçirdi. Gözyaşları içinde
muhabirimize konuşan talihsiz genç, “Her akşam
İ
yaptığımız gibi arkadaşlarımla birlikte hem Kral TV izliyor hem de izlediklerimize b.k atarak kendi kendimize eğleniyorduk. Başlangıçta her şey
yolundaydı, formumu
bulmuş Şebnem Ferah,
Kutsi ve Mustafa Sandal’ın kliplerinin nerelerden araklandığını şak diye anlayıp çok mutlu olmuştum. Ancak her şey
Rafet El Roman’ın son
klibinin başlamasıyla alt
üst oldu. Önce George
Michael’ın “Secret Love” klibinden çalındığını
sandım ama klip ilerledikçe yanıldığımı anlayıp paniğe kapıldım. Klibin
sonlarına doğru can havliyle Radiohead’ın “Street Spirit”inden araklandığını iddia etmem de inandırıcı
bulunmadı. Arkadaşlarım arasında
bütün itibarım beş paralık oldu, bitti.
Mağdur durumdayım” dedikten sonra
baygınlık geçirdi. Bir süre sonra yakınlarının müdahalesiyle kendine gelen genç H.Ö., muhabir arkadaşımızın
Ekşi dergisinden geldiğini öğrenip
“Haa biliyorum Ekşi’yi, Amerika’da
Onion var, onu taklit ediyo” deyince
muhabirimizden temiz bir dayak yedi. Mis gibi oldu...
aktüel
4-10 Kasım EKfi‹
3
Uzmanlar uyar›yor:
Seviflilen k›zlar›n
fleceresini
ç›karmak
“kronik abazanl›k”
alameti olabilir
ağlık Bakanlığı’na bağlı Cinsel Hayatı Araştırma ve Destekleme Komisyon Raporu’na göre akut abazanlığın ilk üç ayından sonra baş gösteren
“Hayatım Boyunca Seviştiğim Kızların
Sayım ve Listesinin Tasnif ve Muhasebesi” faaliyetleri uzun süreli bir abazanlığın
(kronik abazanlık) habercisi olabilir. Komisyon raporuna göre üç ayı aşan abazanlıklarda bireylerin eski sevgililerinin
kolajlanıp sevişildiği karma 31 hayalleri
sağlıklı, olumlu ve selim huylu bir abazanlığın göstergesi iken; isim, pozisyon
çeşitliliği ve tercihi ve toplam sayımların
yapıldığı listeler hazırlamak uzun süreli,
sancılı ve kendini besleyen, habis bir abazanlık sürecini tetikleyebiliyor.
Uzmanlar özellikle bu listelerde ismi zikredilen kişilerle alakalı “yaşanmışlıkların” bireye sahte bir başarı ve tatmin hissi verdiğini, bunun da kronik abazanlığı
besleyen “Abi, ne kasacam karı marı, otururum evimde paşa paşa. Unumu
elemişim, eleğimi asmışım” narsisizmi
oluşturduğunu belirtiyorlar.
S
Ekim 2005 tarihinde
Nevizade’de alkollüyken denizden babası çıksa onu
bile yiyeceğini iddia eden F.A.,
ortamdaki arkadaşlarının ve
çevredeki müşterilerin yoğun
tepkisiyle karşılaşmıştı. Olayın
büyümesi üzerine babasından
ve tüm babalardan özür dileyen
genç, Ekşi muhabirleri tarafından dün akşam 17.00 sularında
Kadıköy Adliyesi önünde babası C.A. ile yüzleştirildi. Öfkeli
baba kalabalık tarafından zor
zapt edilirken tepkisini şöyle
dile getirdi: “Senelerdir yeme-
19
Ünlü köfle yazar› ‹brahim
Tatl›ses albüm ç›kar›yor
Medyada k›l›çtan keskin kalemiyle nam salan meflhur
ombudsman ‹brahim Tatl›ses, inflaatlarda tashih
yaparak bafllad›¤› kariyerini müzik için terk mi edecek?
ugün gazetesinin ve
Babıâli’nin önemli
isimlerinden İbrahim
Tatlıses’in albüm hazırlıklarına girişmesi sanat camiasını
çalkaladı. “Gazeteciden sanatçı olur mu?” tartışmasının
magazin gündemine düşmesinin ardından ünlü sanatçılar
bu durumu yakışıksız bulduklarını belirten beyanlarda bulundular.
B
fian dersi almam›fl!
“Gazeteciden sanatçı olur
mu?” polemiğini başlatan beyanat ünlü sanatçı ve söz yazarı Nazan Öncel’den geldi.
İbrahim Tatlıses’in şöhretini
kullanarak albüm hazırlamasını onaylamayan Öncel, “Şan
dersi bile almamış bir insanın
çıkıp şarkı söylemeye cüret etmesi kabul edilemez. Böyle
bir şey düşünemiyorum” derken; Gülben Ergen, “İbrahim
“Denizden babam
ç›ksa yerim” diyen
genci ailesiyle
yüzlefltirdik!
VARLIK
YAYINLARI
Ünlü yazar ‹brahim Tatl›ses’in 1985 Yunus
Nadi Roman Ödülü’nü kazanan otobiyografik eseri “Mavi Mavi”, 13 dile çevrilmifl ve
ayn› adla bir sinema filmine uyarlanm›flt›.
Bey’in sesi belki çok güzel de
olabilir, ancak biz nasıl gazetecilik yapmıyorsak gazeteciler
de mesleklerinin dışındaki
alanlara taşmamalılar diye düşünüyorum ben” dedi. Buna
karşın magazin dünyasında İbrahim Tatlıses’i savunanlar da
var. İbrahim Tatlıses’in kasetinin çıkacağı İDOBAY müzik
şirketinin bir yöneticisi, “Bence İbrahim Tatlıses bir değerdir. Şarkı söylemekte bir şey
yok. Önemli olan halkın kalbine girmek. Saygı duymak lazım” derken gene İDOBAY’dan kasetlerini çıkartan
Ceylan, “İbrahim Bey’in bir
ekol olduğunu düşünüyorum.
Aksini düşünenlerin ise kuyruk acısı olduğunu düşünüyorum” yorumunda bulundu.
“Gazeteciden sanatçı olur
mu?” tartışmasının uzun bir süre daha magazin gündemini
meşgul etmesi bekleniyor.
dik yedirdik, içmedik içirdik,
yediği önünde yemediği arkasında, daha ne yapalım? Evlatlıktan reddettim onu!”
Buluşma esnasında sinir krizi
geçiren ve saatlerce kendine
gelemeyen anne D.A. ise oğlunun yüzüne tükürmekten geri
kalmadı ve “Kardeşi de ben de
et yemiyoruz, bu çocuk kime
çekti bilmiyorum” dedi. F.A.
ise kendisini “Alkollüydüm, ne
dediğimi bilmiyordum” diyerek savundu. Vatandaşlar “cık
cık” yapmaktan kendilerini
alamadılar.
“Dingilizler”
Harf oyunlu cingöz spor bafll›klar›yla
tan›nan spor müdürü, çocu¤unun
okuldan at›lmas›na neden oldu
edya dünyasının başarılı
spor müdürü Mehmet Şenesen, geçtiğimiz hafta içinde oğlunun yazdığı
bir kompozisyona
attığı başlık nedeniyle olay yarattı.
Daha önce Yıldız
gazetesinde çalışırken gazeteye altın
günlerini yaşatan ünlü spor müdürü, bu gazetede attığı “Monacoduk!”, “Yendik Mi lan!”,
“Two size!”, “Jar deldi!” ve
“Senegal’in hakkından İmansız
geldi” gibi başlıklarla bir efsaneye dönüşmüştü. Ancak bu
yeteneği oğlunun ilkokul kompozisyonunda sökmedi.
M
O¤luna da ac›mad›
Ünlü gazetecinin ilkokula giden oğlu Berk Şenesen’in Kurtuluş Savaşı üzerine bir kompozisyon yazması gerekiyordu.
Ancak bir türlü bu ödevini tamamlayamayan küçük Berk,
babasından yardım
istedi. İşi hemen
devralan baba Şenesen, oğlunun
yazdığı kompozisyona önce “Maraş’ta Fransızları
Sütçü
İmam’la
geçtik”, “Hasan
Tahsin’den turu
Mehmet
getiren kurşun” ve
fienesen
“Kazım Karabekir’den hat-trick” gibi ara başlıklar ekledi. Ancak olayın patlak vermesini sağlayan, ünlü
spor müdürü Şenesen’in kompozisyona attığı başlık oldu.
Baba Şenesen oğlunun kompozisyonuna “Dingilizler’i sahaya gömdük” diye başlık atınca,
ertesi gün ödevi gören öğretmeni küçük Berk’i disiplini kuruluna sevk etti. Kurul da
Berk’i süresiz olarak okuldan
uzaklaştırdı. Baba Mehmet Şenesen konuyla ilgili olarak
“Şimdi daha sakin, şimdi daha
kontrollü davranmalıyız, ne o
Fransızlıyor mu?” dedi.
4
EKfi‹ 4-10 Kasım
gündem
KISA... KISA / YURTTAN...
“Karaköy” laf› geçince
s›r›tmak yasakland›
Avrupa Birliği Komisyonu yaptığı son toplantıda
Türkiye’deki sorunları ele aldı. Toplantıda bir üyenin getirdiği öneri ise çoğunluk tarafından uygun
bulundu ve önerinin bir kriter olarak Türkiye’ye
iletilmesi kararlaştırıldı. Buna göre günlük konuşmalarda bir kişi Karaköy’den bahsederken ortamdaki diğer insanların anlamlı anlamlı sırıtmalarına
kısıtlama getiriliyor. Bir komisyon üyesi Ekşi’ye
yaptığı açıklamada, “Bu yönde sürekli şikayetler
geliyordu. Son olarak bir Avrupa Parlamentosu
üyesi Türkiye’deyken otel görevlisine ‘Karaköy’deki Güllüoğlu’na gitmek istiyorum, ne yapmalıyım’ demiş ancak otel görevlisi anlamlı anlamlı gülmüş. Araştırınca bunun Türkiye’de yaygın bir
anlayış olduğunu ve bundan hayat kadınlarının da
rahatsızlık duyduğunu öğrendik. Toplumun her kesiminin haklarını gözeten komisyon bu konuda Türkiye’yi uyarmaya karar vermiştir” dedi. Komisyon
üyesi tüm bu açıklamalar boyunca Ekşi muhabirinin sırıtması üzerine diğer sorulara yanıt vermeden
arabasına binip uzaklaştı.
Zekeriya Öztürk sex
shop’ta yakaland›!
Ünlü din adamı Zekeriya Öztürk geçtiğimiz günlerde bir cinsel ürünler mağazasından alışveriş yaparken yakalandı. Tesadüfen o sırada yoldan geçmekte
olan muhabirimizin objektifine yakalanan Öztürk,
mağazada tanınmamak için kendisine bıyık ve gözlük takmasına rağmen yine de yavru koala ifadesiyle kimliğini açık etti. Muhabirlerimize yakalanınca
ciddileşen Öztürk, “Ben bilim adamıyım, elbette
bunları bir bilim adamı gözüyle incelemek için aldım. Zaten ilk izlenimlerim de hoş değil” dedi. Öztürk’ün elinde damarlı ve üç işlevli pek çok bilimsel objeye rastlandı. Öztürk, kayganlaştırıcıyı neden
aldığı soruları karşısında ise muhabirlerimize “Dinde zorlama yoktur!” dedi.
igod tarikat› 盤 gibi büyüyor
“Tanr›yla chat” program› igod’un kendisine peygamberlik
verdi¤ini iddia eden gencin müritleri artmaya devam ediyor
nternet üzerinden sohbet
ettiği iGod adlı chat-bot
sayesinde aydınlanan ve
peygamberliğini ilan eden Muzaffer Şahin’in, inananlara 173
gbps’lik yurtdışı internet çıkışı
vaat eden tarikatı büyümeye
devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta, bir internet
kafede iGod’a “Do you need
help eki eki” sorusunu sormasının ardından peygamberlik
teklifi aldığını iddia eden Muzaffer Şahin, tarikatın merkezi
olarak belirlediği internet kafede dinini tebliğe devam ediyor.
Gençler arasında çok rağbet
gören, hatta ünlü inananları da
olduğu iddia edilen iGod’u
“teknoloji ve modernlik dini”
olarak tanımlayan Şahin, sözde
İ
tanrı iGod için de “Espritüel
bir Tanrı. What’s up diyorsun,
bulutlar filan diye cevap verebiliyor yani. Bize yaklaşımı
çok olumlu. Sorularımızı anında cevaplamaya çalışıyor. Dilinin İngilizce olması bir artı”
şeklinde konuştu. iGod’un inananlardan geçerli bir e-mail
adresi dışında bir şey istemediğini belirten Şahin, her gün
1 saat chat yapmak
dışında bir ibadetlerinin de bulunmadığına
dikkat çekerek herkesi bu
yeni
dinin
şemsiyesi altında toplanmaya çağırdı.
Kaptan Tsubasa sert konufltu:
“Futbolumuzu oynayam›yoruz”
ankatsu takımında top koşturan Japon futbolunun genç
yeteneği Tsubasa, verdiği demeçte fizik kurallarından yakındı. Yuvarlak sahalardan ve yumurta toplardan şikayet eden skorer oyuncu, Japon futbolunun kanayan yarasına değinirken yetkililere de sert çıkıştı: “Sahalarımız yamuk, toplarımız yumurta.
Bu şartlar altında futbolumuza yeni
bir şey katamıyoruz. Oyun esnasında
topa basıp pas atacak arkadaş ararken
bir anda dağların tepelerin arkasından
rakip oyuncular kıçlarından alevler saçarak yaklaşıyorlar. Psikolojim bozuldu. Kaleye koşarken önce kalecinin
şapkasını, ardından kafasını, bedenini
ve ayaklarını görüyorum. Şutlarımız
çerçeveyi tutmuyorsa taraftar bize
yüklenmesin. Hatayı biraz da Macellan’da arayalım. Dünya yuvarlak ama
bu gerçeğin yeşil sahalara abartılı yansıması bizi spordan soğuttu” diye ko-
N
Erzurumlular dört
mevsimden flikayetçi
Valilik önünde gösteri yapan bir grup Erzurumlu,
izleyenlerin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Güzel
memleketimizde aynı anda dört mevsim yaşanmasının bedelini şehir olarak kendilerinin ödediğini iddia eden grup, yaptığı basın açıklamasında, Antalyalıların çay gibi sıcak denizlerinde yüzdüğünü, kendilerinin ise kar kürüdüğünü belirttiler. Bu gidişe dur
demenin vaktinin geldiğini söyleyen göstericiler;
“Üzülme Bodrum Üzülme, Haziranda Kar Yağacak
Büzülme”, “Susma Sustukça Kar Bize Yağacak”,
“Ayazın Hastasıyım Ayarın Ustasıyım”, “Yarabbi Şükür, Etmiyoruz Küfür”, “Gülben Bizi Güneye Götür” gibi sloganlar attı. Polisin olan bitene anlam verememesi nedeniyle gösteri olaysız sona erdi.
fiehirleraras›
yolculuklarda
çocuk z›r›lt›s›
tarihe kar›fl›yor!
Gelen şikayetleri ve Ramazan Bayramı’nda seyahatlerin artacak olmasını dikkate alan Meclis Araştırma Komisyonu dün olağanüstü toplanarak “3462
sayılı şehirlerarası yolculuklarda çocuk zırıltısı ile ilgili kanun”u gözden geçirdi ve değişiklikler yaptı.
Meclis’ten jet hızıyla geçirilen yeni yasaya göre
ebeveynler şehirlerarası seyahatlerde 0-12 yaş arasındaki çocukları titreşime almak zorunda. Ayrıca
yeni yasayla muavinlere yetki artırımına giderek titreşime alınmayan çocuklara el koyup otobüsün/uçağın tekerine bağlama hakkı tanındı. Bu düzenlemeyle otobüslerde yaşanan cinnetlerin ve nüfus artışının önüne geçilmesi planlanıyor.
Anne bab
bu haberi alar
ço
dikkatli k
okuyun!
nuşan futbolcunun basın toplantısı boyunca ara ara gözlerinin nemlendiği
ve sesinin titrediği kaydedildi.
“Akuma vuruflu...”
Ekşi Spor Servisi’nin telefonla ulaştığı Benjamin ise Tsubasa’yı ağır bir
dille eleştirdi. İtalya’nın Genova takımında 10 numaralı formasıyla top
koşturan Japon asıllı yıldız forvet şunları söyledi: “Ben Japon futbolundan
en güzel ekmeği yiyen adamım. Fizik
kurallarından kimse yakınmasın. Bugün bir Akuma vuruşunu, bir Kartal
vuruşunu, bir Magnum vuruşunu yapabiliyorsak, bu şutlarımız skora
dönüşüyorsa bunu Japon futbolundaki
esnekliğe borçluyuz. ‘Toplar yumurta’ deniyor? Peki öyle olmasa her
abandığımızda kaleciyi nasıl kaleye
sokacağız? Hava topuna çıktığımızda
nasıl havada asılı kalacağız? Kimse
nankörlük etmesin” dedi.
Hugo’cular bulufltu
ugo Gazileri Derneği’nin 9.
yıllık olağan toplantısı Gebze’de düzenlendi. Ülkenin
dört bir yanından toplantıya katılan
Hugo’zedeler başarısızlıklarını acıyla
andılar. Dernek başkanı Ramazan
Akarsu açılış konuşmasında, “Bizler
Hugo’ya katılıp talihsizliklere kurban
giden, Tolga Abi’nin ibişlikleriyle
maymuna dönen, üç canını da karşıdan gelen trene kafadan girerek harcayan bahtsızlarız. Karşılığında elimize sadece karışık çikolata, bisküvi,
kraker sepeti geçti. Her birimiz bu acı
deneyimin diyetini psikologlarla, terapistlerle ödedik. Artık devlet sesimizi duysun” dedi. Açılış seremonisi
dernek bahçesindeki “Hugo’ya küfür
H
eden çocuk” anıtına çelenk bırakılması ve dörde basarak sola, altıya bakarak sağa dönme temsiliyle devam etti. Dernek üyesi olmadığı öğrenilen
bir grubun Tolga Abi sancağını yakarak provokasyon yaratmaya çalışması sağduyulu üyelerin ıslık ve yuhalama sesleriyle kınandı. Organizasyon
çerçevesinde düzenlenen “Cadı Sila
ve Cinsel Mutsuzluk”, “Tolga Abi de
Yazılım mı?”, “Demiryolu Hatlarında
Güvenli Çufçuflama” ve “Hugo Tipi
Altın Bohçaları Perspektifinden
Makro Ekonomi” panellerine katılım
yüksek orandaydı. Üç gün süren toplantı boyunca kimsenin “Hugo’ya
küfür eden çocuk aslında bendim”
dememesi dikkatlerden kaçmadı.
gündem
4-10 Kasım EKfi‹
5
Halktan sesler
Flörtte seks mübah m›?
Ünlü manken Şebnem Scheffer, geçtiğimiz günlerde nişanlısı manken Şenol İpek’ten
ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamalar ile gündemi sarstı. Scheffer’in “Şenol beni tertemiz
bıraktı” ifadesi üzerine erkekliği konusunda bazı imalara maruz kalane Şenol İpek sert
çıkışlar yaparken, Scheffer’in annesi de “Şenol bana annişkom derdi” beyanatında
bulundu. Annişko kavramı ve evlilik öncesi cinsel ilişki konusunda ne düşünüyorsunuz?
Banu Sönmezler
Rüçhan Kocatürk
Samet Oygun
(Portföy yöneticisi, 24)
(Mürebbiye, 34)
(IRC op, web designer, 17)
Evlilik öncesi cinsel
ilişkiye kavramı bence daha en baştan kafa karıştırıcı olmakla
birlikte özellikle evlilik kurumunun 21.
yüzyılın
modern
kentli insanının gereksinimlerini karşılamadığını göz önüne alacak olursak şüphesiz günümüzde
birçok evliliğin ilk yılını bile doldurmadan bittiği gerçeğiyle karşı karşıya kalmamız bizi şaşırtmamalıyken ülkemizde bazı şeylere henüz hazır olmadığımız
için doğuyla batı arasında kalmış bir
toplumda daha evliliği tartışamayanların cinsel ilişkiyi tartışmasını yersiz buluyor olmam annişkonun özellikle bir
erkek için homoertik çağrışımlar uyandırdığı gerçeğini maalesef değiştirmeyen şey beni güçlendirir.
Evlilik öncesi cinsel ilişkiye olduğu
kadar evlilik sonrası cinsel ilişkiye
de karşı bir insanım. Yani genel
olarak cinsel ilişki
kavramını senin o
çirkin suratına benzetiyorum. Evet, fark ettirmeden değdirdiğin o mikrofonu alırsam, ağzına
kablosuyla mablosuyla sokarım senin. Söylettirme bak beni kuduz köpek! Senin gibilere kanan bir sürü insan kirleniyor, bozuluyor. Cinsel
ilişki sana benzer! Böyle bir iğrençliği Playboy TV’de bile görmedim...
Görmedim Playboy ben?!
(Kapüşonunu kafasına geçiriyor) Yaa
dünyadan nefret ediyorum. Neden biliyor musun? Çünkü
“Burası bir tiyatro
sahnesi ve seyirciler
yanlış gelmiş.” Shakespeare! (Gülümsüyor) Cinsellik için
evlenenleri de anlamıyorum. Seks
ucuzdur ve ucuz şeyleri istemiyorum.
Yaa, bekaretteki espriyi konuşmak istersen yine de ben sana adresimi vereyim: [email protected].
“Annişko” kavramına gelince, gerekirse onu da derim yani eğer böyle bir
fantezin varsa (Gülümseyerek Artvin
yöresi oynamaya başlıyor).
‹lkel Harputo¤lu
Yoda
Nihat Malafa
(Nakliyeci, 37)
Şimdi bu evlilik öncesi cinsel ilişki olsun annişko olsun
kompleksli durumlar. Sonuna kadar
Şenol kardeşimin
arkasındayım. Bir
espri yapmak gerekirse öyle arkasında değilim yani. Geçen Savaş Ağabey’in (Ay) yayınında
da söyledim, sonuna kadar Şebnem
kardeşimin arkasındayım. Burada espri yapmam gerekmiyor. Evlilik için iftira atan da, yiyen de şereflidir.
(‹nternet Servis Sa¤lay›c›, 42)
Evlilik öncesi cinsel ilişki bir elektrik meselesidir. Ve
evvela sizin aracılığınızla soruyorum:
Devlet benim elektrik kurumumu niye çözmüyor? Niye? Bakın ne zaman affedersin banyoya girsem veya hanım banyoya girse tepeden kaçak var, bu suyu yiyince bir cazzzırt ediyor, life sabun sürerken elim gırgır sopası gibi oluyor
ceyranı yiyince. Elli kere TEDAŞ’a
dilekçe verdik, kaçak elektrik kullanmaktan dava yiyerek hat çekmek benim suçum mu? Benim?
(Emekli ö¤retmen, 790)
Ağarmış kıçımdaki
kıllar bu yaşa kadar
savaşıyor o galaksi
senin bu yıldız takımı benim yetiştiriyor binlerce talebe.
Ediyor mücadele
Sith’le kopukla hep
savaş. Bir oturuşta yapıyorum 17 saat
meditasyon... Bir de affedersin büllük
gibi bi şey ben verir kim kızını bana...
Aslında bir kız konuştuğum vardı bir
dönem onun da istemedi aile olmadı o
iş sonra kalmadı heves benim... Aşk
dönüşür bağlılığa o dönüşür korkuya o
da dönüşür ben dönmüşüm kornişon
turşuya bırak allasen hmmm?
‹ngiliz terbiyesizli¤i!
UEFA grup maçlar›n›n ikincisi için Bolton’a giden Befliktafl heyeti
muhatap bulamad›. Wanderers yetkilileri “Yanl›fl anlama var” dedi
eşiktaş camiası, büyük ümitlerle gittiği İngiltere’de rakip
yerine boş tribünlerle karşılaşmanın şokunu yaşıyor.
UEFA Kupası 1. tur Bolton Wanderers maçının rövanşı için İngiltere’ye
giden Beşiktaş kafilesi, Bolton yetkililerinin “O iş öyle değil, UEFA grup
mevzuatı farklı. Rövanş diye bir şey
yok” açıklaması ile soğuk duş aldı.
B
Ay›p edildi
Beşiktaş yetkilileri, “Prosedüre göre
tek maç yapılıyor olması bir bahane
olamaz. İnsan en azından nezaketen
sahaya çıkar, bir yarım saat de olsa
oynar. Onlara İstanbul’da Türk misafirperverliğinin ne olduğunu gösterdik, onlar da bize İngiliz terbiyesinin
ne olduğunu. Kendilerinden utanırlar,
utanmazlar onların bilecekleri iş, zaten Bolton dediğin Mançester’in kö-
yü” açıklamasını yaptılar. Takımı desteklemek üzere Bolton’a kadar gelen
bir grup taraftar ise öfkeliydi. “Misafirperverlik Birmingham’da bir semt
adıymış, onu anladık” şeklinde konuşan taraftarlar, Bolton kulüp binası
önünde slogan atarak olaylı şekilde
dağıldılar. Dağılan taraftarların bir
kısmı yerel dönercilerde işe girmek
üzere iken yakalanıp sınır dışı edildi.
Kulüp tarafından İstanbul’dan Bolton’a kaldırılan taraftar otobüsünün
ise en son Dover açıklarında görüldüğü bildirildi.
Asfalt
Şövalyesi
Haflim Taflköprü
[email protected]
Yollar›n k›rbac›
Hac› Murat
eğerli okurlarımın hem bayramını kutlayarak
hem de sizlere sinkaf ederek bu yazıma başlamak istiyorum. Hiçbirinizden ne bir tebrik
maili ne de bir tane Gmail davetiyesi geldi. Yazıklar
olsun! İnsanımız olarak otomotiv tutkusuna ve lastik
sesine ne kadar aç olduğumuzu ben biliyorum, kimse
yalan konuşmasın! Burada bir kardeşiniz olarak sevgi
bayrağını kuşanıp sizler için halkçı otomotiv anlayışıyla fikir yazıları kaleme alıyorum. “Hayırlı olsun müdür” diyen bile yok. Gidip o kuşet kağıda basılmış karılı kızlı otomobil dergilerini almayı biliyonuz ama!
Bakın levyeyi elime alırsam şaka kaka olur, her vuruşumda dumbaaye diye ses gelir belinizden.
Neyse, ben yine de ilkelerimden ödünç vermeden gerçek direksiyon sanatkârlarına olan saygımı sürdüreceğim. İnanın o direksiyon sallayan, fites topuzu avuçlayan, kiriko pompalayan, oto teyp dürtüşleyen elleri
ben öpmek istiyorum. Ramazanda sanki iftarı beklerkenki heyecan ile bağlaştırdığım bu duygu içimizdeki
otoyol sevgisini demet demet çoğaltıyor. Lafı bağlamak istediğim noktayı anlamışsınızdır: Sizlere bu yazımda otoyol sevgisinin güleç yüzünden yani araç modifikazyonundan bahsedeceğim.
Modifikazyon nedir? Kelimenin kökü olan motif, bir
otomotivin içine ve dışına bazı eklemelerle onu zenginleştirmemiz demektir. Adeta aracı bir başka hale
getirmek, onun güzelliğini sündürmektir. Dubles lastiklerin jantını ayarlamak, dişlilerin müşürünü yükseltmek ve amortisman kesme gibi işlemlerle arabanın
roketleme gücünü de artırmaktır. Bir Murat 124 ile bu
örneğimizi berkitelim. Aracın sahibi Murat Bey seri
üretim 1978 model aracını Kartal Oto Pazarı’nda takas
D
usulü almış. Önceki arabasının da Hacı Murat olduğunu vurgulayan Murat Bey tam bir Murat tutkunu.
Doğrultma ve kaporta boya işlemine tabi tutulan araç
siyah renk ile trafiğe sunulmuş. Daha önce taklalı kazaya giren 124, aldığı hurda ruhsatı nedeniyle trafik
çevirmelerinden köşe bucak kaçan bir tork canavarına
dönüşmüş. Zaten 124’ler litaratürde “otobant faresi”
diye andığımız kıvrak ve esnek taşıtlardır. Kalkışta on
onbeş metre F-16’nın bile eline verir. Trafikte çok iyi
aralara girer. Sâten 65 beygirlik bu canavarın şanzıman gücünden şüphe etmiyoruz bile. Aracın gençlik
makyajı kilometre düşürme işlemiyle devam etmiş.
“Öncelikle şıklık” diyen Murat Bey dikiz aynasına
yazdırdığı “Manken” ibaresiyle duyarlı bir ruhun altını
çizer gibi. Döşemelerden henüz sökülmemiş laylon,
sıfır kilometre vurgusu yaparcasına kaygan. Arka camdaki mavi florans araç içindeki “yüksüklerin efendisi”
etkisini doruğa çıkarıyor. Kesik amörtisörlerle yere yakınlaştırılan Murat eksos filtresinin iptal edilmesiyle
trafikte çılgınca haykıran barbar bir bizona dönüşmüş.
Test sürüşünde gördük ki kemikli fites adeta Lamborcini hissini damarlarımıza ponpalıyor. Filtresiz eksoz o
65 beygirlik kabında durmaz gücü böğürerek cümle
aleme ilan ediyor. Siyah filmle kaplanan farlar gece
trafiğinde sorun yaratsa da bu sorun Murat beyin son
rötüş olarak Murat 124’ün aynasına “Office” marka
bir sidi asmasıyla aşılmış. On üzerinden on! Çaktırmadan cebe indirdiğim “Office” sidisinin maalesef ofisli
porno yerine proğram çıktığını da ekleyerek yazımı
sonlandırıyorum.
6
EKfi‹ 4-10 Kasım
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Talih
Malazgirt’e kitap
ya¤d›r›yoruz!
Hatice Dündar 24 yasinda ve ilk gorevine, 1071 Malazgirt
Pansiyonlu İlkogretim Okulu’na ingilizce ogretmeni olarak
tayin oldu. 6. ve 7. sınıfların İngilizce dersine giriyor. Hatice
hoca ve öğrencileri, sizden destek bekliyor. Kitaplarınız evi
beklemesin... Muş / Malazgirt’teki okul kütüphanelerine kitap yağdıralım. Öğrencilerin ders kitaplarına, giyecek bir
şeylere, kırtasiye malzemelerine, bilgisayarlara ihtiyacı var.
Kitaplar› nas›l gönderece¤iz?
Muş Yolu Otobüs Firması hazırladığınız kolilere ücretsiz
ulaşım sağlıyor.
Muş Yolu Otobüs Firması Telefonları
İstanbul - Esenler: 0212 658 04 65 (Her gün saat 11.00
ve 15.00’te Otobüs) İstanbul - Harem: 0216 444 44 12
İzmir: 0232 444 00 49 (Her gün 13:00’te otobüs var)
Ankara: 0312 224 11 49 (Her Gün 17:00’de otobus var)
Firma yetkilisi Bülent Daş - Cep Tel: 0 537 277 02 24
İş: 0 436 511 27 60
Kargoyla gönderecekler için
Alıcı: Hatice Dündar
Adres: 1071 Malazgirt P.İ.O. 49400 Malazgirt / Muş veya Malazgirt Öğretmen Evi 49400 Malazgirt / Muş
ASTROLOJ‹
Koç (21 Mart-19 Nisan)
Su içene yılan bile dokunmayacağını herkes
bilir. Fakat tecrübeli bir safarici olarak gergedanların aynı efendiliği göstermeyeceklerini tahmin etmeliydiniz.
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
Bu hafta gördüğünüz her sakallıyı dedeniz
sanmakla kalmayıp bir de coşkuyla boyunlarına sarılmanız İmam Hatip Lisesi’ndeki hocalarınızın
canını sıkacak. Perşembe günü gerçek dedenizin köse
olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabilirsiniz.
Yıldızlar köse gönderini işaret edebilir.
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
Bugün geri kalan hayatınızın ilk günü. Maalesef sizin durumunuzda geriye kalan süreye
“gün” demek biraz abartılı olacak. Bahçede beslediğiniz zehirli tarantulaya dikkat!
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
“Ek$i Sözlük Malazgirt’e Kitap Yağdıralım Kampanyası’nda gönderilen en az 10 kitaplık her kolinin
üzerinde yazılı olan kayıtlı okur nick’ini çaylak sözlük
yazarına çevireceğim. Koli başına tek nick.” - SSG
Bu hafta Perşembe günü size Cumartesi gibi
gelecek, Pazar günü ise Salı’yı yaşadığınız hissine kapılacaksınız. Bunun zaman makinesini icat eden
oğlunuzun eşşek şakalarından biri olduğunu fark etmeniz biraz zaman alabilir.
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
EKfi‹ SÖZLÜK BULMACA
O H S W H S I O M O D E L E E
N E N Z F G E R O N I M O S O
S V D I K A A A G M S S S C R
E U O R S Y R T N E A S J E T
T U K V Y E T I V N N I N K R
E I O E N A V I T S N A A D E
K M O L L H L G E I R E Y D S
N H S M R A M O I A H S N E U
A O E E H H A I Y L U W A D S
R R D G M T E M A T I K T I N
N T R A N M E H N L N A I R E
H A L T E R N A T I F M R T R
E C S O R U N S A L E M B E E
N S E E T M T T I E K H M N C
R S S G S E V E R L M H S E I
Kelime Listesi:
ALTERNATIF
DEDIRTEN
ITIRAF
SEVGILI
SUSER
ANKET
ENTRY
MODEL
SORUNSAL
SWH
BRITANYA
GERONIMO
OEEHH
SSGSEVER
TEMATIK
CEREN
IMHO
OLAY
SUKELA
YARAN
ZIRVE
sersem yarasa
Kendinize ister “Eski devlet bakanı”, ister
“Devlet eski bakanı” deyin, semantik tercihleriniz 2002 yılındaki seçimlerden beri işsiz olduğunuz
gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca “semantik” sözcüğünün yanlış kullanımıyla ilgili hassasiyetiniz, bu hafta
okuduğunuz astroloji köşesinden zevk almanızı engelleyebilir.
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Üç yıllık muavininiz Hamit’in intikam amacıyla sizi bir kaba sokacağına kimse ihtimal
vermediğinden, “Kaptan şoförünüz konuşuyor, çıkarın
beni bu kaptan!” şeklindeki haykırışlarınız kötü bir ilkokul esprisi olarak algılanacak ve cevapsız kalacak.
Ciğerlerdeki oksijen miktarına dikkat!
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
“Kumarda kaybeden aşkta kazanır” deyişinin
ne kadar yanıltıcı olduğunu, üç yıllık sevgilinizin sizi donunuza kadar soyulduğunuz kumarhanenin
zengin ve yakışıklı sahibi ile aldattığını öğrenince anlayacaksınız.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Bu hafta hiç beklemediğiniz bir anda, geleceğinizi yıldızların ve gezegenlerin tayin ettiğine inanmanın ne kadar cahilce olduğunu idrak edecek,
Ortaçağ zihniyetine takılıp kalmanın utancını iliklerinizde hissedeceksiniz. Okumakta olduğunuz bu astrolojik tahminin gerçekleşmesi, sizi içinden çıkamayacağınız bir paradoksal girdaba sokabilir.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
Uykuya dalmak için saydığınız koyunlardan
iki tanesinin eksik çıkması, rüyalarınıza giren
ak sakallı dedenin arkanızdan işler çevirdiği yönündeki şüphelerinizi doğrulayacak.
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Jüpiter’in Oğlak burcuna girmesiyle birlikte,
siz de hayatınızda sihirli, heyecanlı ve gizem
dolu bir döneme başlıyorsunuz. Sermet Erkin’le yasak
aşk yaşamak için mükemmel bir fırsat.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
İmla kuralları konusundaki hassasiyetiniz sebebiyle “İddaa” oynamayı reddetmeniz, bu
hafta kayda değer bir servet kazanma şansını elinizden
kaçırmanıza sebep olacak. Fakat bu kararlı tavrınız
Hakkı Devrim’in takdirini kazanacak.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Altı aydır büyük ümitlerle Gazi Koşusu’na
hazırladığınız safkan Arap atının, kısa mesafeli sprint koşulardan ziyade ay ışığında yapılan uzun
romantik yürüyüşleri tercih etmesi sizde büyük bir
hayal kırıklığına yol açacak. İkinci ayaktaki mantara
dikkat!
¤ ssg
¤ arife günü
¤ bar›fl bayraktar
¤ rüya tabirleri
¤ hakan günday
¤ küçük prens
¤ arabesk
Banu Gürsel:
Banu “darkshine” Gürsel,
Bilkent mezunu, grafikçi.
‹flleri http: //banug.deviantart.com’dan görülebilir.
8
EKfi‹ 4-10 Kasım
söylefli
otisabi sordu, SSG yan›tlad›...
Sözlükten hatun
götürmüfllü¤üm yok!
Söyleşi için bu hafta ünlü namına
Sedat Kapanoğlu’nun seçildiğini
görünce bir çoğunuz “Baklavanın
kenarına geldik, adam bulamayınca
sermayeye döndük” demişsinizdir. O
kapçık ağzınızı torba olmasa da büzebileceğimi hesaba kattınız mı? Sedat
Kapanoğlu ya da sizin bildiğiniz
sahne adıyla SSG, Türkiye’de
söyleşmeye değer ender
adamlardan biridir. Bir mesaj
mesafesinde olduğu için yakın ve
erişilebilir hissiyatını yaratıyor olabilir. Oysaki ne sözlük içinde ne de
sözlük dışında SSG’yi aşıp da Sedat
Kapanoğlu’na erişebilme gayretine
denk gelmediğimi söylemeliyim.
Varsa yoksa sözlüğü yaratan Sedat.
Oysaki mal sahibi mülk sahibi de
olsa, olmalı bunun bir ilk sahibi.
Onun sırlı çekirdeğine erişmek için
kıçımı yırttım, yırtılan çeperlerden
bakmaya cesaretiniz var mı?
(Metaforum cazip olmayabilir,
ama nalına ve mıhınadır.)
Sana ilk sorumu hiç uzatmadan
soruyorum: Sözlük fikri nasıl doğdu?
(Karşılıklı gülüşmeler...) Benimle
yapılan şaşı şehla, sittin tane röportajın içine yapıştırılmış bu sorudan iğreniyorum. Oysaki sözlük fikri ve
uygulaması doğmazdan evvel sen
doğdun.
Ama burada soru soruyor kisvesi
altında muhatabını bir yerlere sürükleyen röportörlük yapmak niyetindeyim abi ben.
Tamam? SSG, Ekşi’ye konuştu:
‘Tamam.’
Film eleştirmeni jargonuyla sen
“Tarihe tanıklık eden” zamanların
göbeğinde doğdun. Kendini bu kuşağın içinde nerede görüyorsun?
Ya da şöyle sorayım, çok hıyar bir
soru olduğunu fark ederek: Doğduğun kuşak ile kendi kuşağın
arasında ne gibi paralellikler, ne
gibi ayrımlar görüyorsun? Ortak
bir zaman ruhu ve paylaşım var
mı? Yoksa birçoklarının kafasında
beslediği, toplumdan soyutlanmış
“coder geek” gibi bir aykırılık mı
söz konusu?
Kuşağımla en büyük ortak yönüm
80’ler ve He-man’dir. Henüz evde
bilgisayarla oynamanın sokakta top
oynamaktan daha değerli görülmediği, atari salonlarının yeni yeni çıktığı zamanlarda büyüdüm. Bilgisayara
ilgi duymaya başladığımda “coder
geek” bir yanım yoktu. Okulda da
çok çalışkan, derslerini aksatmayan
bir çocuk değildim. Her nasılsa çok
iyi notlar alırdım, onun sırrını halen
bilmiyorum. Beni ilkokuldaki sınıfımdan ayıran, en güzel Kara Şimşek’i çizmemdi. Sınıftakiler etrafımda toplanır, bana Kara Şimşek çizdirirlerdi. Acayip oyunlar çıkardığımı
hatırlıyorum. Seyrettiğim bir filmden
etkilenip sınıfta İlker diye bir çocuğu
robotum yapmıştım. Ona sayılarla
emir verdiğimi hatırlıyorum. “21”
deyince saldırırdı falan. O da hoşlanırdı bundan. O sıralar gözlük kullanıyor olmamdan dolayı sanırım “sını-
SSG (Sedat Kapano¤lu),
flu anda Microsoft’ta
çal›fl›yor.Yaln›z
ama gururlu...
fın en zekisi” diye bir imajım vardı,
ki külliyen yalan. Öğretmen ilk sınıf
başkanı olarak en parlak gördüğü beni seçmişti. Tamamen yüzüme gözüme bulaştırdım. Sınıftaki anarşist havaya kesinlikle hakim olamadığımı,
gidip mırıltılı bir tonla “Arkadaşım
susar mısın lütfen?” dediğim öğrenciden de “Hadi len!” diye fırça yediğimi hatırlıyorum. Ertesi gün öğretmen “Sedat sınıf başkanlığını beceremiyor” diye beni başkanlıktan almıştı. Şimdi düşününce o zamanki başarısızlığımı, sorumluluklarımı ve yetkilerimi bilmeden, bir oryantasyondan
geçmeden “Hadi sınıf başkanı ol
sen” diye ortaya salınmış olmama
bağlıyorum.
İşin “geeky” yönüne liseden sonra
kaymaya başladım. Mezun olduktan
sonra, üniversiteyi kazanamayınca
bir yazılım şirketinde işe başladım.
Sürekli orada vakit geçirip proje yetişsin diye sabahlıyordum. Bu, yaklaşık 1993 yılına denk geliyor. O zamandan beri de bilgisayarı hayatıma
kararında sokmayı başaramadım ve
içim dışım bilgisayar oldu. Yine de
kendimi hayatı bilgisayardan ibaret
bir insan gibi görmüyorum.
Sözlüğün son ulaştığı hal ve duruş
ne olursa olsun ben işin özünde laf
olsun diye yazılmış “kutsal bilgi
kaynağı” yerine hep aynı “kayıtlı
chat room” rahatlığını görüyorum.
Rahatlığın, yığınlaşmanın, popülerleşmenin ilk günden ince ince
hesaplanmasından mı, yoksa kaybedilmek istenmeyen bir samimiyet
arzusundan mı bahsetmek lazım?
Ya da popülerleşmeyle kendini ve
yaptığın işi ciddiye aldığını mı, yoksa baştan beri sürdürülmek istenen
“dost meclisi” duruşunun ister istemez popülerliğe sebep olduğunu
mu düşünüyorsun? Soruyu en temele indirmek gerekirse sözlüğün
ve senin hareketlerinin düzenlenmesinde ruh mu, teori mi baskın?
(Soru bitti. Bu arada barda İNANILMAZ bir karı var, yazış istiyor
deli gönlüm.)
Ben cevabı yazana kadar süren var.
Ahah, badak olduğumu hatırlatıyor, süremi uzatmanı istiyorum.
Kesinlikle ortada “popüler site üretme teorisi” gibi bir şey yok. Açıkçası sözlüğün bu raddeye gelebileceğini baştan asla düşünmedim, düşünemezdim de. Odaklandığım tek nokta
eğlenceli olduğuna inandığım bir şey
yapmaktı. “Ben eğleniyorsam, ben
seviyorsam, herkes sever” diye düşündüm bugüne kadar. Bunu herhangi bir akılcı teoriye dayandıramam. Sözlüğün popülerleşmesindeki tek kriter de bu değildir. Bir zorlaması yoktu sözlüğün, “Beğenmiyorsan git kardeşim” diye hiç tanıtımını
yapmadan kovalıyorduk insanları.
Bu sanırım zamanla “Beğenmiyorsam bu insanlardan bir şeyim eksiktir” psikolojisi doğurdu. Arkasından,
yazar alımlarının kapatılmasının getirdiği “Vay, çok gizli underground
mekan! Elit kesim!” yanılgısı da buna tuz biberdir. Geri kalanının “kulaktan kulağa” olduğunu düşünüyo-
söylefli
rum. İnsan TV’de reklamlardan duymadığı bir şeyi arkadaşından duyunca ekstra ilgi gösteriyor. Sözlüğün o
dönem reklam almayan, tıklama
reytingini sallamayan imajıdır bence
en çok ilgi görme sebebi. İnsanlar
kendisine yüz vermeyende bir hikmet arama eğilimine sahip. Yoksa
serbest ortam, forum, kuralsız chat
odaları o zaman da vardı. Benim kattığım ve sözlüğü ayrı tutan yegane
ekstra şey “bilgi kaynağı” temasını
ayakta tutmak için gösterdiğim hatırı
sayılır çabadır. Kâr amacı gütmeyen,
“arkadaş kayırma” gibi şeylerden
uzak duran bir denetim kurdum. Zira bir oyunun zevkini en çok yok
eden şey eşitsizliktir. Yaklaşımım
her zaman sözlüğü kullanıcı olarak
keyif alacağım bir yer halinde tutmak oldu.
Nihai beklentin eğlence olduğu
halde, sözlüğü ciddiye alıp onu lafın gelişi değil, cidden kutsallaştıran, dogmalaştıran bir kitlenin doğuşunu hep beraber izledik. Şu
gün gelinen tabloda sen bu dogmalaştırma çabaları içindeki kesimle pürist eğlence ve makara kukara meraklıları arasında, sözlüğe
reel anlamda en çok emeği geçen
yegane kişi olarak kendini nerede
görüyorsun?
Kutsallaştıranlar ve arada mesajlarına bakmak için sözlüğe uğrayanlar
skalasında gezinen sözlük yazarlarının her birini, yaklaşımlarını ayırt etmeden bütünün parçası olarak görüyorum. Ben kullanıcısı olarak sözlükte çok iyi vakit geçiriyorum. Tüm
ihtiyaçlarımı oradan karşılıyorum:
Gündemi takip etmek, öğrenmek,
paylaşmak, eğlenmek... Sadece
Amerika’ya geldiğimden beri sosyal
tarafından son derece kopmuş hissediyorum. Zirvelere katılamadığım,
sözlükteki çevremle görüşemediğim
için olsa gerek. Ama partizan bir güdümlenme olmadan şunu söyleyebilirim: Sözlük çok daha büyük şeyler
başarabilme potansiyeline sahip. Sadece bilgi kaynağı olarak daha üst
teknolojik boyutlarda işler başarabilmesini geçiyorum, toplum içinde
de etki yaratabilecek kadar büyük
bir okuryazar kitlesi var. Bugün dahi
elime fırsat geçtiğinde sözlüğü iyi bir
şeyleri başarma konusunda iteleyici
güç olarak kullanmaktan çekinmiyorum. Elimde böyle bir güç varken niye kullanmayayım zaten?
Bu söyleşiyi okuyanlar “Ehehe,
lan kendilerini ne ciddiye almışlar” diye istihza edecektir, ama ben
“Tarih beni haklı çıkaracaktır” diye topu gelecek zaman kipine atıp
söylediklerinle Macbeth arasında
bir paralellik kurmak istiyorum.
Shakespeare kritikleri Macbeth’in
trajedisini iktidar hırsına değil, en
başından beri bir yönü ve yolu olmayan hedefsizliğine bağlarlar. Şu
anki hırs ve nihai amaç eksikliğinin, yani icabında pasif kalabileceğine dair inancın, duruma göre çözümler bulunacağına dair fikrinin
de seni Macbethleştirip sadık kalmaya söz verdiğin bir şeyleri öldürmene sebep olabilir mi? Ya da anlık çözümlerin doğruluğunu hesap
edememek ihtimali seni rahatsız
etmiyor mu? (Karı buraya baktı
lan!)
Benim net bir hedef gütmekten kaçınmamın en büyük sebebi de tam
olarak bu hedefleri belirleyecek insan olup olmadığımı bilmediğimdendir. Her şeyin en doğrusunu, en güzelini bildiğimi asla söyleyemem.
Bu yüzden yaptığım, dediğim gibi
suyun bir yöne akmasına, o yönde su
altında kalacak köy tarla görmüyor-
sam izin vermek oluyor. Çok yüzeysel bir mantık olduğunun farkındayım, ama hem sözlük içindeki hem
de dışındaki konumum sebebi (geçimim için başka işlerde çalışan bir lise mezunuyum temelde) daha fazlasını belirlemek sözlüğü biçimlendirmek ya da bahsedilen türden bir tutarsızlığa düşmeye izin vermeyecek
bir beş yıllık kalkınma planı yapmak
için yeterli hareket alanım yok şu anda.
Yalakalanmak gibi olmasın ama
doktor unvanlı adam senin çükünü yesin abi.
Diğer yandan kafamda “Sözlük şu
yöne doğru akabilir” gibi seçenekler
yaratıyorum ve şekillendiriyorum.
Açıkçası şimdiden bir nokta belirlemek, gidiş yönü kendi toplumu tarafından belirlenen bir oluşumda bence imkansıza yakın. Sonuçta toplumlar taleplere, ihtiyaçlara göre şekilleniyor.
Peki bir kuple okur musun sözlüğün gidebileceği seçeneklerden?
Dediğim gibi bunlar parça parça fikirler olarak kafamda oluşuyor, bazılarını da afişe etmek istemem. Fikri
açıklamak daha yapılmadan eleştirilmesine yol açıyor. Ama şöyle diyebilirim, sözlüğün günlük hayatımızdaki “referans” sıfatını daha çok vurgulamak niyetindeyim. Yani sözlüğün yerleşik ve benimsenmiş bir bilgi kaynağına dönüşmüş olmasını istiyorum. Şu anda halen sadece belli
bir kesim haberdar. Oysaki ben Hürriyet’in üçüncü sayfası olsun istiyorum. Gündem ya da herhangi bir şey
için defakto lokasyon olsun. Bu konuda sözlüğün en büyük kısıtı teknoloji. Sözlüğe yapılan katkının niteliğini belirleyen en büyük unsur etrafa
yaydığı etkidir.
99’dan beri sözlük...
1999’daki otisabi entry’leri bir cümleyken 2005’teki otisabi entry’lerinin 15 paragraf olmasının, bugün
çoğu konuda paragraflarca yazılar
yazılıyor olmasının sebebi insanların
bu tuş vuruşlarının boşa gitmediğine
beslediği inançtır.
Lafın dönüp dolaşıp sözlüğe gelmesi rahatsızlık veriyor, zira istiyordum ki sözlüğün baş mabeyincisi SSG yerine, sözlük diskurunun dışındaki Sedat’a ulaşalım.
Seni tanıyan kişilerle sözlükteki
dallamalardan bahsedip kim kimi
s...yor’un, kim kimden ayrılmış’ın,
sözlükte makine gibi hatun var
mıdır’ın hesabını yaptıktan sonra
seni de konuşuyoruz. Sözlüğün
99’dan beri pek sevilen bir yazarı,
hiç unutmuyorum, senin hakkında
konuştuğumuz ilk diyaloglardan
birisinde demişti ki “SSG’nin o
ben her şeyi bilirim, sakinim, hakimim temalı Yoda duruşu yok
mu, deli oluyorum.” Mesafeli, rasyonel ve tutarlı bir duruşun var.
Dedim ya bunun arkasında sözlüğe
geliştirici ve yönetici olarak katılım
gösterirken hep “Nasıl bir yönetici
olsa memnun olurum?”, “Nasıl bir
sözlük olsa keyif alırım?” gibi sorulara bulduğum yanıtlar doğrultusunda hareket ettiğim için böyle görünüyor olsa gerek.
Seni tanıyan kişilerin üzerinde
hemfikir olduğu bir başka şey de
Sedat’a ulaşmanın imkansızlığı.
Samimiyetine derece ve mesafe
uygulaman. Bunu da ifşa edeyim.
Yani kimlerden bahsettiğimizi bilmiyorum, ama genelde insan ilişkilerinde çok rahat, kolayca arkadaş
edinebilen biri değilim zaten. Sözlük tabanlı arkadaşlıklara gelince on
bin yazar ve beş yüz bin okurla sa-
mimiyetten bahsediyoruz. Mümkün
değil zaten.
Yoda ile bağdaştırıp düşününce
aslında mevzu daha bir berraklaşıyor. İnsanlar samimiyet göstermenin bir ölçütünü de açık ve
pespaye bir şekilde güçsüzlüklerini, mutsuzluklarını ve yıkımlarını
ağlama sızlama makamından paylaşmak ile anlamlandırıyorlar sanırım.
Olabilir. SSG başlığına kendimle ilgili duygusal sayılabilecek bir tespit
entry’si girmiştim. O gün “İlk defa
SSG’nin insan olduğunu gördük”
diye yığınla tepki aldım.
Enteresan bir şekilde o entry’nin
bende ve tanıdığım herkeste yarattığı titreşime getireyim lafı. Çok tuhaftır ki ben birileriyle ya da bir
konseptle dalga geçtiğine emindim. SSG’nin ya da Sedat’ın bir
sıkıntısını ya da rahatsızlığını açıkça ve bu denli insanın içine dokunan bir samimiyetle dile getirmesini gayet Sedat dışı bulmuştum. Bu
kadar çok insanın ortasında hep
yalnız adam olarak görünen biri
olarak sen “Elalem ne der?” demeden bir şeyleri paylaşabildin.
Geriye dönüp baktığında bunu bütün bu deneyiminden bağımsız
olarak yaşın kemale ermesi ile mi,
yoksa bir aile içinde olduğun duygusuyla mı değerlendiriyorsun?
Aslında o entry’i paylaşmak olarak
görmedim. Oldukça uzun zamandır
o anlattığım ruh halindeydim zaten
ve bir süre sonra içinde bulunduğum
halin sıra dışı ölçüde korkunç olduğunu gördüm. Yani Ayşe Arman’ın
köşesinde okuyabileceğim bir ruh
hali değildi. Sözlükte edindiğim bir
alışkanlık var, bir şeyi sözlüğe yazınca unutuyorum çoğu zaman “Nasılsa sözlükte var” diye. Sanırım bunu bir çıkış yolu olarak düşündüm.
Bunu tüm korkunçluğuyla, tüm berraklığıyla dökeyim ve bir entry’den
ibaret olsun diye düşündüm. Aslında bireysel bir paylaşımdan ziyade,
bireysel çıkış yoluydu. Yine de bilinçaltımda aslında bir yardım eli arıyor muydum, orasını bilmiyorum.
Zira pek çok insan son derece sıcak
destek mesajları attılar, “Yanındayız,
boş ver” dediler. Bu da güzel geldi
kendi başına. Aslında yaşamaya
alışmış olmama rağmen kafamı işgal etmesinden kurtuldum bu halin,
çok iyi geldiğini hissettim. Bu “aile”
hissiyatını daha çok kesişen esprilerde, örtüşen fikirlerde, ortak dilde
yakalıyorum. “Banyodan yeni çıkmış SSG”, “Ben 6 yaşımdan beri
sözlük okuyorum ulan” gibi tabirleri yabancı bulmamak daha büyük bir
şeye aidiyet hissi yaratıyor.
ABD, Microsoft, vesaire
Örneğin, eski kız arkadaşımla sözlükte çok bilinen “Kim bilir bunu
benden önce kaç kıza söylemişsindir” esprisiyle ilgili bir varyasyon
yüzünden çok şiddetli kavga etmiştik. “Ya nasıl bilmezsin, klişedir” diye şaşkınlıktan kafayı yemiştim. Şimdi düşünüyorum, benim
bilindik şeylerle ilgili tabanımın
çoğu sözlükten geliyor. Bir sözlükçü beni anlar, ama sözlükçü olmayan biri anlamaz.
Epey zaman oldu, Amerika’da yaşıyorsun. Sözlüğün dışında, ortak
kültür havuzunun da dışında yaşayan bir toplumun içindesin,
uyum sağlayabildin mi?
Amerika’da geçirdiğim her gün bir
yanıma artı değer katıyor. Yani bir
yıl önceki Sedat’tan yüz bin kat daha iyi bir Sedat gibi hissettiğimi
söyleyebilirim. Özellikle mesle-
ğimle ilgili teknik birikimimde inanılmaz bir ilerleme oldu. Sonuçta
dünyanın en çok satılan, en karmaşık yazılımlarından birinin ekibinde
çalışıyorum. Çok başarılı insanlar
gördüm, kafamdaki “iyi” eşikleri
de yeniden şekillendi. Kültür gibi
konularda pek de hayranlık uyandıracak farklılıklar gördüğümü söyleyemem. Sadece burada sahilde sevgilinizle öpüşürken insanlar yadırgamıyor, cık cık cık demiyorlar.
Yoksa profil aynı. Burada da uzun
saçlılara gıcık olanlar, evlenmeden
olmaz aileleri mevcut.
Sözlüğün hem kendisinde hem de
dergisinde kayda değer bir
oranının “dış mihraklar”a
rabıtası sebebiyle, Yalçın
Küçük’leşen bir çerçeveden
“Amerikan uşağı, mandacı” zart
zurt gibi arkaik terimlerle yargılanmaktan korkuyorum açıkçası. Bir de “Sevgilimle sahilde
öpüşüyorum” mesajını da alabilir
miyiz bu son yanıtından
Sedat’ım?
Son soruya “oldukça” diye bir yanıt
vereyim. Diğer yandan Amerikancı, Türkçü falan değil benim yaklaşımım. Açıkçası ben Amerika’ya
büyük beklentilerle, “Deli gibi hayran olacağım” öngörüsüyle geldiğimi inkar edemem. Ama doğru
ve güzel gördüğüm şeylerin yanı
sıra çok fazla hayal kırıklığı da
yaşadım. O yüzden sarf ettiğim övgüler tamamen bir filtreden geçmiştir. Türkiye’nin de pozitif yönleri var aynı şekilde. Onları da
sıralayabilirim.
Madem özel hayata girdik,
“Odada donsuz yatmak” başlığındaki “Eski evde daima yaptığım
şey, süper rahatlık” konulu 1999
entry’ne de değinmek istiyorum.
Sözlükçü merak ediyor: Yeni
evinde de donsuz yatabiliyor
musun?
Yok ya, bayağıdır donsuz yatmıyorum. O geçici bir gençlik
hevesiydi galiba. Don, bazı şeyleri
derli toplu tutmak için gerekli bence.
Yönetmenim oradan işaret ediyor,
4-10 Kasım EKfi‹
9
o yüzden sormak istediğim son
sorulardan biri şu: Dedin ki
“Amerika’da büyük hayranlıklar,
büyük hayal kırıklıklarıyla
beraber servis ediliyor.” Benim
sözlükten de üç aşağı beş yukarı
aldığım tat bu yöndedir. Hayal
kırıklığı ve hayranlık. Sence sözlük kişiliğinden ve inanç sistemlerinden bağımsız olarak herkesi
üç aşağı beş yukarı etkileyecek
bir katalizör müdür, yoksa toplumu değiştirecek kişilerin potansiyelini açığa çıkaran bir yapı
mıdır?
Evrensel olarak sözlüğün böyle bir
işlev gördüğünü söyleyemem.
Kanıksanmış değerler açısından
sözlüğün alternatif yollara ışık tuttuğunu, varolan değerlere dair sorguları olduğunu söyleyebilirim.
Sözlük yönetiminde ve içerik
denetiminde belli bir ideolojiyi
temel almadığımızdan dolayı, sözlük tek başına bireyleri güdümlerinden sıyıracak bir şey değil elbette.
Son olarak: Spot olması maksadıyla “Her bahar g..ümden
yılanlar çıkarıyorum”, “Sözlükten
yaşlı, çocuk, erkek, kadın ayırt etmeden 88 kişiyle seviştim” gibi
çarpıcı bir şey der misin? Başlığa
atınca “Oooouv!” dedirtsin...
“Ben de temelde insanım.” İlla
skandal açıklama mı olması gerekiyor? Hiç sansasyonel bir insan değilimdir halbuki. Sözlükten bir tane
bile hatun götürmüşlüğüm yok.
Bu kısa söyleşi için sana çok teşekkür ediyorum. Ayşe Özgün’ün
de eşlerimize söylememizi tembih
ettiği üzere sana “İyi ki varsın”
diyorum. Sözlük fikrinin nasıl ortaya çıktığını bu sefer de öğrenemedik, sağlık olsun. Ama spotumuz hazır: “Sözlükten bir tane
bile hatun götürmüşlüğüm yok!”
Otis ben açlıktan titriyorum. İzninle yemek yiyeceğim.
Ben de abi. Kusura bakma çok
tuttum.
Hadi kaçtım! Bir şeye ihtiyacın
olursa telefondan ara.
Tamamdır abi. Haydi kolay gele!
10
EKfi‹ 4-10 Kasım
görüfl
Arife günü
izim mahalledeki Arif Ağabey’in küçük
kızkardeşi Arife Abla’nın günüdür. Bunlar dört kardeş olup sırayla diğerlerinin adları
da Şerif Abi ve Şerife Abla’dır (Şerif Abi ve
çocuk yaparken maharetli, ama isim koyarken aciz ebeveynlerle ilgili aklınıza gelenleri,
polemik ise Gülben Ergen’e, teknik ise sözlüğe, komik ise özelime yazın lütfen).
Böyle eski ve artık kullanılmayan isimler verilmiş kızlarla ilgili genellemelerimde son
noktadır Arife Abla. Tümevarırsak, kendisi
diğer eski isimli kızlar gibi tam bir ev kızıdır.
Çok iyi yemek yapar. Pasta börekte üstüne
yoktur. Tığ işi ve kanaviçede otorite tanımaz.
Ve beni yanıltmamış, yirmisinden önce hayırlı bir koca bulmuştur.
Katılımcılar “gün”ün talihlisine bol gıda tüketimi yanında zamanın ekonomik koşullarına
göre altın veya dolar alır.
Ses çağrışımı olarak benzer ama içerik olarak
farklı bir gün olan arife günüyle ilgili arkadaşlar size yardımcı olacaktır.
metalik bordo
B
erminator’un son sahnesinde Linda Hamilton’un karanlık grinin altındaki ufuk
çizgisine, asfalt yolun ip gibi basitliğine, desensi şimşeklere savurduğu o bakış. Tarifi
kolay değil öyle bir bakışın. Korku yok, belki endişe, biraz umut. Ama dümdüz, o kadar
gerçekçi bir bakış ki ürkütür adamı. O kadar
doyurucu ki sahibi için, gördüğünden değil
de gerçekliğinden heyecan duyduran... İşte
budur aslında arife gününü diğer günlerden
farklı kılan. O bakıştır insanın içinde yarattığı.
“En önemli”den bir öncesidir. Markov zincirinin sondan bir önceki halkasıdır. Öyledir
ama asıl farkı, sezenin içinde yarattığı duygularda saklıdır. Heyecanlısındır, zihnin berraklaşıyordur, bir şeyler parlaklaşıyorken bir
şeyler soluyordur, ama daha tam değil... Baba evindeki son gecendir arife günü, yurttaki
ilk gecenden önceki. Bazen gümbür gümbür
bayramdır arkası, o kadar sabrın sonunda gelen; bazense kıyamet. Bilemezsin. Sadece bilirsin ki bir şeyler değişecek.
Ve yine işte, bir arife günü daha yaşama olasılığı bağlar bazı insanları hayata...
susanash
T
ini bayramların hemen öncesinde yaşanan sinir, stres ve bilumum gereksiz ruh
halinin halk arasında bilinen adıdır bu. Neden
diyecek olursanız arife günlerinde genellikle
bayram hazırlıkları ve telaşı hakim olmaktadır
dini bütün bünyelere. Çoluğun çocuğun üstü
başı, evin ihtiyacı olan şeker ve çikolata bazlı ürünler ve tabii eğer arifesinde olunan bayram Kurban Bayramı ise alınacak veya ortak
olarak girilecek hayvanın belirlenmesi çalışmaları. Açıkçası insanların bir araya gelmeleri ve görüşmeyen/görüşemeyenlerin kavuşmaları için düşünülmüş günler olduğu varsayılacak olduğunda arife günlerinin öyle çok
büyük bir önemi yok. Lakin Ramazan ayının
son gününe tekabül eden bir arife günü olduğu düşünülecek olduğunda insanların neden
mutlu oldukları kafalarda biraz şekilleniyor.
hyperion
D
alide hanımın evi en kasıp kavurduğu
Ramazanın son günüdür arife. Eee kolay mı, onca yufka açılıp sini sini baklava yapılacak, anadan atadan kalma, geleneksel
bayram yemekleri hazırlanacak, danteller kolalanıp ev kırklanacak ve oğlan ta neredeki falanca oğlunun kahveci dükkanına yollanıp sıcağında taze kavrulmuş kahve aldırılacak. Süpermarket raflarında bir sürü kahve var ama
olsun, ille de o yüzlerce insanın sıra beklediği kuyrukta bekleyip alınan taze kahvenin tadı başka. Ve sonra bayram şekeri gümüş şekerliğe güzelce dizilecek. Alta akideler, biraz
V
üste badem ezmeleri ve kağıtlı şekerler, aralara bademler serpilerek en üste renkli, yaldızlı
kağıda sarılmış en pahalı çikolatalardan birkaç tanesi konulacak ve hiç kimsecikler bayram gününe kadar o güzelim şeker kasesine
el değdiremeyecek. Bütün bu hengamın beklentisinde çocuklar yataklarının hemen yanı
başındaki yeni ayakkabı ve elbiselerine uyku
arasında büyük bir memnuniyet içinde uyanıp
uyanıp bakarken, valide hanım geç saatlerde
evin erkeklerini bayram namazı için zamanında uyandırıp yollamak üzere büyük bir tedirginlik içinde, kâh dalarak kâh uyanarak sabahı bekler ve işte böyledir bizim adetlerimizde arife denen güzel günler.
anshar
günü, en kaba haliyle “Vay be öküz kadar olduk lan” demeye yarayan bir günümüzdür.
angie
rife günü insanın kendine yakışan elbiseleri satın alıp bayram öncesi son hazırlıklarla beraber prova etmesidir. Bayram günü had safhaya ulaşacak bir heyecanın da
başlangıç noktasını oluşturur. Bir nevi denize
girmeden önceki güneşlenme, tuvalete girmeden önce üstünde kafa patlatacak bir konu
bulma, yahut kazanacağını bildiğin bir sınavdan önceki kendinden eminliği içinde barındırır. Buluğ çağına girmeden gerdek, ölmeden
önce tadılan en güzel an olasıdır.
iron
A
Ö
nceleri sadece mahallede pazar olmayan günlerde pazar kurulan gün olarak
akılda yer edinmiş bir gündü, ancak zamanla
yaşın da ilerlemesiyle tabii, bayram harçlıklarının alınmasından önceki güne döndü. Arife
gününde son hazırlıklıklar yapılırken bir yandan ertesi gün toplanacak paraların nereden
ve ne kadar geleceğine yönelik tahminler söz
konusuydu ve o paralarla
yapılacakların hayali. Eminim bir
A
yirmi
otuz sene
sonra da kime,
ne kadar para verileceğini düşündüren bir gün olacak.
m i yor. Acayipliğine örnek:
mesela yılda iki kere,
mesela aynı tarihe denk gelmesi 30 yıldan fazla alıyor, oynak bir şey yani. Kimine
tatili anımsatıyor, kimine bayram sebebiyle
yoğunoğlu yoğun iş günlerini, kimine ev temizliğini... Sanki bir sinyal veriyor gelecekler için. Sinyal desek de belki de bayrama en
ters gün. Yoğun iş günleri sonrası tatil, ev temizliği sonrası misafirlerle elele evin ağzına
s.çılması olacak olan. “Ee sen arifede ne yaptın bayramda ne bozuyon?” diye sormazlar
mı adama? Zaten düşünülünce bayramdan
353 gün uzaklıkta. Yani olabilecek en uzak
günde. Aslında arife bir dönemin son günü,
ertesi dönem bayramla başlıyor, arifeye ters
kavramlarla dolu bir dönem yavaş yavaş
öbür arifeye kadar gidiyor ve bitiyor. Bu yüzden arife gününü sevmem, fazla karışık.
Meali: Artık bayramda harçlık vermiyorlar.
spark
troublepain
vlerinde ayakkabı giyilmeyen bir toplumun evlatları olarak çocukların yılda bir
günlüğüne külkedisi olduğu ve gece 12’ye
kadar pabuçlarını çıkarmadan evin içinde bir
oraya, bir buraya ceylan gibi sektikleri gündür. Evdeki hummalı bayram hazırlığının ortasında yeni pabuçlarına bakmaktan şaşı olan
çocuk; tepsi tepsi baklavaların, su böreklerinin, dolma içlerinin arasında adeta slalom yapar. İşte tam bu hengamede illa ki kabartma
tozu, un vs. almak için bakkala gönderilir.
Yeni pabuçları çıkartıp özenle kutusuna koyar, eski pabuçlarını giyer ve fıt fıt yollanır
bakkala. Alır nevaleleri, koşa koşa evine döner ve kaldığı yerden devam eder. İşte o bakkaldan koşa koşa eve dönüş heyecanıdır arife günü.
parantez
E
rife günü iki cinstir: çocuklar için arife
günü ve büyükler için arife günü. Çocuklar için arife günü; banyo yapmak, bayram sabahına kadar el sürülmeyecek olan
bayramlıklara bakıp iç geçirmek, ertesi gün
gelmesi umulan harçlıkların hayalini kurmak,
insanın içini “gıcır gıcır” bir his kaplamasıdır.
Büyükler içinse; banyo yapmak zorunda olmamak, bayramlığın alındığı taraf değil bayramlığı alan olmak, gelecek harçlıkların hayalini değil gidecek paranın hesabını yapmak,
ertesi gün yüz göz olunacak akrabayı düşünüp daralmak, insanın içini “fırtına öncesi
sessizlik” hissi kaplamasıdır. Kısacası arife
A
rife gününü sevmem. Bayrama olan
sempatinin aksine arife, angarya gibi
gelir. Sanki yapılması gereken bi dünya iş var
ve yapmak için süre öğleden sonrası tatil olan
bir iş günü. Sıkıcı, boğucu, fazla hareketli.
23 Nisan’ın, yeni yılın, Kabotaj Bayramı’nın,
okulların tatile girişinin herkes için aynı anlama gelmeyeceği malum, ama bu arife günü
apayrı bir acayiplikte,
kimseye spesifik
bir şey ifade et-
küsur sene önce bir arife günü doğduğum için bugünü anlatabilecek en uygun kişi olduğumu düşündüm kağıdı elime
alana kadar. Öyle ya, kaç kişi arife günü doğmuştur, kaç kişi için fazladan böyle bir önemi vardır? Ama öyle olmadı, faydasını göremedim, yazamadım hiçbir şey. Zaten hesap
yaptım, ortalama olarak 12 bin 500 kişi doğuyor her arife gününde. Çeyreğini alsan bayramla alakalı diye, en az 3 bin kişi. Her sene
iki arife günü. Her sene bu kadar adam katılıyor. Demek ki çok da özel bir şey değil ve
ben bu şekilde yol alamayacağım. Şimdi ‘kalabalığın arasından nasıl sıyrılırım’ı bırakıp tıpış
tıpış aralarına dönecek olursam, geriye yeni
kıyafet alışverişinin ve alınan türlü şekerlerin
20
tadına bakmanın çocukça heyecanı kalıyor.
Çocukça çünkü en az 15 sene var ki yaşamıyorum bu heyecanı. Çoğu zaman sıradan bir
gün oluyor. Şimdi arife gününün nezdinde
tüm önemli günlerde şu söz geliyor aklıma
Ezginin Günlüğü’nden: “Hayat nedir ki bir
düş, gördüğün kadar.” Bir düşü yaşatanlar
vardı, bir de yaşayanlar, çocuklar. Ne zaman
ki yıllar geçti düşlerden çıktım, düşler sahnelemem gerekti diğerlerine, oyun bozuldu.
Başka da bir şey yok. Kimse dışarıdan ekstra
mutlululuk getirmiyor arife günü diye, fazladan bir şey yazamıyorum arife günü doğdum
diye. Özel günleri beklemek yerine özel günler yaratma zamanı artık, çalışma zamanı.
kent
çinde ‘arif’ kelimesi geçen deyimlerimizle yakından alakası olduğunu düşündüğüm bir gündür. Aslında arife gününe bir bakıma şifreli göndermeler içermektedir bu
çok değerli ve bilgilendirici deyimlerimiz.
Tabii burada bu konuyu “Kuran’ın şifresini
buldum” diyerek bütün haber programlarını
gezmesine rağmen, saçını düzgün şekilde
kesmek için şifre bulması önceliği ve gereği
olduğunu düşündüğüm bir arkadaşımız gibi
uzun uzun matematiksel çıkarımlar yapamayacağım. Kafa karıştırıcı matematiksel çıkarımlar yerine basit ve sözel bir biçimde size
bu şifreleri aktaracağım. Mesela “Arif olan
anlar” deyişi arife gününü kastederek içinde
bir uyarı içermektedir: “Bak yarın önemli bir
gün, ben sana önceden haber veriyorum arife günü gibi bir olgu yaratarak. Zaten isminde de ‘arif’ kelimesi var, e anla artık be
güzelim!” Bir başka deyişimiz de “Arife
tarif gerekmez”dir. Burada da asıl anlatılmak istenen “Bak yarın bayram, yapacağın
yemekleri ve bayram hazırlıklarını şimdiden
yap, beni tarifle falan uğraştırma. Bak arife
günü diyorum, içinde ‘arif’ geçiyor. Eh be
adam hâlâ uyanamadın mı olaya?” Tabii bu
tarz deyimler arif isimli insanlarımızı zor durumda bırakıyor olabilir. Çünkü bu deyimler
ve arife günü arasındaki bağlantıya uyanınca, üstlerine daha büyük bir sorumluluk ve
yük binmekte olacaktır. Lakin Galatasaraylı
Arif de çok uzun bir dönem bu sorumluluk
yüzünden zor durumlarda kalmıştı. Ceza sahası içine girdiğinde kendini yere atıyor ve
sürekli penaltı bekliyordu. Herhalde taraftarlar ve hakemler de bu “Arif fenomeni”nin
farkında olacaklar ki “Penaltının gelişi
Arif’in ceza sahasına girişinden belli olur”
tarzı inanışlara girmişlerdi. Bir de öğrenciler
için her zaman “Arife günü tam gün mü, yarım gün mü tatil” sorunsalı vardır ki, arife
günü doğacak çocuklarının ismini Arif mi,
yoksa Arife mi koyacağını düşünerek ikileme düşen ebeveynler kadar sıkıntılı bir durumdur. Yani kısaca, içinde arif veya arife
geçen durumlar her zaman bir şeylerin
uyandırıcısı, habercisi ya da müjdeleyicisidir.
morphling
İ
atil olacağının ve harçlık geleceğinin habercisidir. Bayram günlerinden daha sıcak bir havası vardır, çünkü tatillerin ilk günü
her zaman başkadır. Pazartesiye geliyorsa genelde dokuz güne çıkar o sevinçle beklenen
günler. Ecevit başbakansa, arife perşembe bile olsa resmi olarak dokuz günlük bir bayram
yaşanır. 80’liler hep okul zamanı yaşadılar bu
keyfi. Ama sıradaki nesil aynı heyecanı hissedemeyecek bayramı beklerken. Ne bir yarım
gün sevinci olacak içlerinde ne de dışarısı soğukken sıcacık yataktan geç kalkmanın huzuru. Ama 80’lerin çocukları artık iş sahibi ve
yazın tatil bekler olacaklar içlerindeki o çocuksu arife beklentisini yitirmeden.
tofuk
T
sinema
11
4-10 Kasım EKfi‹
Pamuk Prenses 2 filminin yönetmeni Bar›fl Bayraktar:
Cüceler pamuk helva
yiyemezmifl! Yok ya?
Barış Bayraktar’la Cumartesi gecesi konuşup Pazar saat 22.00’de MSN başında buluşmak üzere anlaştık.
Pazar gecesi aldık sigaralarımızı, kahvelerimizi, oturduk bilgisayar başına başladık sohbetimize...
mengus: Abi bu “Pamuk Prenses 2”yi ilk
izlediğimde kafamda oluşan bir soru var,
sana da bunu sormak istiyorum. Senin yaptığın iş çok özenli bir iş. Kadrajlar, görüntü
yönetmenliği, ışık, müzik, bilmem ne... Bir
ton şey. Türkiye’de bu kadar özenli işe çok
nadir denk geliyoruz. Sebebini ne olarak
görüyorsun?
B.B.: Öncelikle çok sağol kardeşim. Fakat tabii, konuyu daha farklı yorumlayanlar da var.
Bu filme maddi olarak olmasa da manevi olarak çok emek verdim. Çok düşündüm, çok ince hesapladım. Filmdeki hiçbir şey tesadüfi
değil. Işık olsun, görüntü olsun müzik seçimi
olsun -ki bazı müzikler özel olarak yapıldıher şey çok ince hesaplandı. Ama bunun ne
kadarını seyirciye aktarabildik diye sorarsan,
orası biraz muğlak.
mengus: İnternetin ve iletişim olanaklarımızın artışıyla, yaratıcılığımızın her yerde
duyulabilmesi arasında doğrudan bir bağlantı var. Bu bağlantıyı daha ne çeşitli şekillerde kullanmayı düşünüyorsun? Veya bir
iş yapıp da bunu herkese duyurmak isteyen
insanlara nasıl tavsiyeler verebilirsin?
B.B.: Önce bu yaratıcılık konusuna değinmem lazım. “Pamuk Prenses 2” için herkes
bir yorum yaptı. Biri dedi “Yaratıcı, yenilikçi,
devrimci”; bir başkası “Türk sinemasına hiç
ergman deyince herkes kendi telinden çalmaya başlar. Kim onun hangi
filmini izlediyse o tarafa çekip anlatmaya başlar, birisi diyaloglardan bahseder,
birisi kesik kesik görüntülerden birisi de gördüğü bambaşka bir şeyden bahseder. Zira
günümüz film endüstrisinde İspanya atağa
kalktığı için altyazı zorluğu çeken bünyeler
bundan yıllar önce İsveççe izledikleri filmlerde ne karın ağrıları çekiyordu. Üstte akan
görüntüden gözü ayırıp alttaki yazıyı takip etmek her sinema tutkununun kabusudur. İşte
Bergman filmleri de böyle hevesinizi kursağınızda bırakır.
Bergman diye lafa dalıp herkesi koşullu bir
bilme zorunluluğu seviyesine çekmeden biraz açıklama yapalım. Ernst Ingmar Bergman; 1918’de Uppsala, İsveç’te doğdu. Hâlâ
hayatta olan bu senaryo yazarı ve yönetmen
altı kere evlendi, filmleri çok büyük yankılar
uyandırdı, ödüller aldı. Altı kere evlenmesi-
B
Bar›fl Bayraktar ifl üstünde...
bir şey katmayan gereksiz eser” dedi. Filmin
içinde bir çok yenilikçi ve yaratıcı fikir olduğunu düşünsem de insanların beğenmesinde
ve tanımasında önemli etkenin bu olduğunu
söyleyemem. En önemli etken internetti. Filmi ücretsiz olarak dağıttık. İlk önce bir fragman yaptım, okulda arkadaşlara göstermek
için ve internete koydum. Sonra bazı dergilerde “Pamuk Prenses 2 yakında sinemalarda”
gibi başlıklar okuyunca filmin sinema filmi
sanıldığını fark edip fragmanı netten çektim.
Daha sonra kendi kendine reklam oldu, herkes birbirine yolladı, P2P programlarında paylaşıma açıldı, web siteleri yapıldı ve herkes bir
anda “Pamuk Prenses 2”yi bilir oldu. Şu an
filmin izlenme sayılarına baktığımda şaşırıyorum. Birçok sinema filminden bile çok izlen-
mişiz. Tavsiyeye gelince... “Şöyle yapın, böyle yapın” diyemem ancak samimi ve farklı örnekler verdiğiniz takdirde, bir şekilde zaten o
yayılacaktır.
mengus: Abi peki “Pamuk Prenses 2” ve
“My Sweet Dildo” haricinde projeler var
mı? Ticari projeler yapıyor musun ya da
yapmayı düşünüyor musun?
B.B.: Önce şunu söyleyeyim, kısa filmlerim
asla ticari olmayacaklar. Neredeyse bedavaya
gerçekleştirdiğim ve ekipteki herkesin ücretsiz çalıştığı bir filmden para kazanmak bana
ters. Haziran ayında çekmeye başlayacağımız
ilk sinema filmimiz var ki adı ve konusu bende saklı şimdilik.
mengus: Süper! Peki şu an senin yaptığın,
gözümüzün önünde olan bir iş var mı?
Reklamdır şudur budur?
B.B.: Kurgu olarak var aslında televizyonda
gösterilen. Ama reklam yanlış iş. :)
mengus: Reklam neden yanlış iş?
B.B.: Reklamcı olmak benim alternatif planlarımdan biri. Şu an sinemayı deniyorum ve
her şeye rağmen sinema yapacağım. Ancak
reklamcılık konusunda da bir yandan dürtülüyorum. “Pamuk Prenses 2”den sonra reklam
filmi ve klipler çekmem için teklifler aldım.
Hatta bir klip teklifini de kabul ettim.
mengus: Anladım. Peki abi “Pamuk Prenses 2”nin veya üçüncü kısmın sinemada ya
da bir şekilde halka gösterimi olacak mı?
yoksa her zaman sadece internetten mi indirilebilecek?
B.B.: Filmin DVD’sini bir iki gün içinde korsana ellerimle teslim etmeyi düşünüyorum.
mengus: Peki abi çok sağolasın. Sevgiler
sunar, başarılar dilerim.
Not: Ekşi’deki her röportajda yaşanan aksaklık, bu sefer de mengus’un kamerasının kendisini röportajın büyük kısmında yeşil göstermesi ile vuku buldu. mengus, daha sonra her
şeyin aslında çok daha büyük bir plana hizmet
ettiğini anlayarak Cibuti’de bir kabilenin arasına karışarak Tanrı’yı aramak üzere yola çıktı.
Söyleşi: mengus
Bergman ve
kad›nlar›...
nin ve hatta son olarak yanılmıyorsam hep
birlikte çalıştığı Liv Ullman’dan bir çocuğu
olmasının dışında onu bu kadar özel kılan
neydi? Çünkü sizin de bileceğiniz üzere çoğu sinema ustasının biyografisinde buna benzer cümlelere rastlamak olağandır.
Tanr› ile satranç oynamak...
Bergman’ın sineması su götürmez bir “iyilik” ya da “sağlamlık” a sahipken oyuncularına ne düşüyordu? Zira Bergman’ın sineması için bir şeyler söylemek hayli zaman ve
emek isteyen bir durum. Bu yüzden sadece
onun kadınlarına değinecek olan bu yazının
hiçbir iddiası yok. Onunla ve sinemasıyla ilgili biraz kitap karıştırırsanız şöyle cümlelere
rastlayacaksınızdır: “...Bergman, Bunuel ve
Fellini dinsel bağlılık ve otoritenin gücünü
sorgular” ya da “...Bergman da burjuva zenginliğini ve kültürünü bir kolektifliğin parçası olarak değil, soyutlanmış varlıklar olarak
eleştirmeye devam eder”. Dinsel bağlılıkla
ilgili derdini en güzel “The Seventh Seal”
filminde görmekteyiz. Tanrı ile satranç oynamak ne de olsa herkese nasip olmaz.
Bergman çoğu anlatmak istediğini, filmlerinde kadınların yaşadığı içsel buhranla anlatmıştır. Buna en basit örnek olarak ilk akla gelen “The Silence” ve “Persona”yı gösterebiliriz. İşte bu yüzden “Bergman’ın kadınları
vardı” demek hiç yanlış olmazdı. Hem onun
zihnini okuyan hem de istediğini veren kadınlar, sustukları zaman kuğu güzelliğine bürünen, konuştukları zaman da fırtına gibi
esen kadınları vardı:
(Ingrid Thulin) Marta: Sana olan nefretimi
tutkuya dönüştürmeye çalıştım ama yanılmışım; bu tek başıma yapabileceğim bir şey değildi. (Winter Light)
Sinir krizinin ulaşabileceği bütün noktaları
Persona’da Bibi Anderson ya da Liv Ullman’dan öğrenirken, “Face To Face” filmin-
de Jenny Isaksson olarak Liv Ullman sormuştu ona kur yapan adama, sevişmeye giden bu yolda kıyafetlerini çıkarırkenki o komik durumu nasıl atlatacağını.
Ingrid Thulin hayran olduğum kadın olmuştur bu filmlerde, “Winter Light” filmindeki
repliklerinden “Wild Strawberries” filmindeki dinginliğine kadar. Hatta bu hayranlık
beni Tinto Brass’ın “Salon Kitty” filmini izlemeye kadar götürmüştü. Bir insanın çöküşünü ama yine de başarılı oyunculuğunu görmek bu olsa gerekti. Bibi Anderson ise “Persona” filmindeki hırçınlığıyla herkesin içinde
saklı olabilecek bir yerlere gönderiyordu insanı. Yüzlerindeki bütün çizgilerden ruhsal
ve fiziksel değişimleri okunan bu kadınlar
başka çok ünlü yönetmenlerin de filmlerinde
oynamışlardı, ama bilinen bir gerçek vardı ki
onlar Bergman’ın kadınlarıydı, İsveç sineması yüzlerinden okunuyordu...
kudra
12
EKfi‹ 4-10 Kasım
aç› - karfl› aç›
Delikanl› CD,
mayas› bozuk MP3
CD dolab›m toz tutmufl ne zamand›r dokunulmamaktan.
Bilgisayar›m kompakt yaflam alan›m. Arkadafllar›m MSN’de,
MP3’lerim iki t›k ötede. Yata¤›m eksik, o kadar da de¤il
eniyetmeyken pazar günleri kasetlerimin tozunu
alırdım tek tek. Kasetleri
en yeniden en eskiye, en sevdiklerimden en az dinlediklerime göre dizme sıralarım vardı. Orijinaller, çekmeler, doldurmalar. TDK
ve Maxell’ler. Orijinallere tanınan
iltimasın derecesini söylememe
gerek yok. Çünkü onlara zaman
ve emek harcanmıştır.
Harçlıktan arttırılan, bazan tümü
yatırılan haftalıklar; anne ve babaya yapılan nazlar. Baba şehir dışına çıkar. Gelmezden evvel bir te-
Y
lefon: Ne istersiniz? Kaset tabii
baba, şunun kaseti. Başka yerde
yokmuş gibi. Okul çıkışı kasetçide geçirilen saatler. Kasetin ambalajını yırtarken yaşanan tükürük
dolu heyecan ve telaş. Bazan dişlemeye varan. Kartonet kısaysa
yaşanan üzüntü, hevesin kursakta
kalması. Daha çok şey öğrenmek
ister gencin canı, sevdiği o grup,
şarkıcı hakkında.
“See inlay card for
details”
Ama bu kadar mı yani, reva görülen. Tamam CD çağı. Ona uygun
olarak değiştirilen teypler. Yaş
alındıkça müzik zevki de hallice
değişmiştir. Dün gözbebeği gibi
bakılan kasetler çöp kovasını, en
iyi ihtimalle dolabın alt çekmecelerini boyladıkça babada bir hesap sorma hali: Para vereyim de
CD al, sonra onlardan da kurtul!
Babayla mutabakat: Ama oğlum/kızım, biz her yeni çıkan şeye
para verecek güçte bir aile değiliz.
Ama babacığım, bak bu CD’yi alı-
yorum, fekat yirmi yıl sonra da
dinleyeceğim. Evladiyelik bunlar,
hem son teknoloji, çocuklarıma da
kalır. Torunlarım bile dinler, ne
dinlemiş vaktiyle bu moruklar diye. Baba lütfen razı, bizim yanaklar al al. Her seferinde papara yense de, CD’lerden ufak kuleler inşa
olur bile. Bu defa harçlığın büyük
kısmı gider ya, neyse, alınan verim, tatmin pahasızdır. Odayı, kulakları kocaman doldurur müzik.
Kitapçığın sayfalarını çevirirsin,
yağlı kağıdın üzerinde terli parmak
izin kalır, üzülürsün. Arkadaşına
ödünç verirsin. Gelmez. Yandan
yemiş halde gelir ya da. İçin gider.
Kasette olduğu gibi pamuklar, seloteypler de sökmez çiziklere.
Bu arada Internet halleri de başlamıştır ucundan. Kafelerde geçen
vaktin yerini ev saatleri alır.
Oyunlar, chat’ler derken, ödevlerini de bilgisayarda yapmaya başlamışsındır ki, arkadan müzik de
iyi gider. Kim uğraşacak CD’yi
tak çıkar, hem müzik seti taa nerede; kumandası da bozuk. Hem bu
CD’den şu şu şarkıyı sevmiyo-
rum, şunuysa hep dinlesem doymam. Koy ondan üç tane, bunun
hepsi. Sonra P2P programları ve
onlar sayesinde güç bela ulaşılan
(vaktiyle hayal olan) MP3’lerden
duyulan haz. Vatana sirayet etmemiş müziklerin bolluğu ve hasatının kolaylığı karşısında yaşanan
mani hali. Bilgisayarın gecelerce
açık bırakılması; amiyane tabirle
internetin emilmesi, süzülmesi.
CD nostalji değil tabii. En yaygın,
en kaliteli medya materyali. Çok
ucuzu da bulunabildiğinden prestiji sarsıldı, artık dikiz aynalarından sallandırılmıyor. Korsan dünyasında haraç mezat gidiyor. Şimdi prestij savaşları MP3 dünyasında şahlanıyor. İndirilen MP3’ler
bozuk, eksik veya bulması ölüm
şifrelerle kilitli çıkabiliyor.
MP3’lerin de parayla satılmaya
başlanmasından beri paha edenin
diskin kendisi veya emek de olmadığını; yasalar, büyük sermaye
ve teknoloji olduğunu anladık.
MP3’ün etik yanı ayrı bir yazı konusu oladursun, CD’ler, kasetler
ve plaklar modernitenin bir par-
çasıdırlar. Aldığınız CD’nin muadilleriyle aynı olduğunu bilirsiniz.
Ne eksik, ne fazla. Maksimum 75
dakikalık bir aleme taşıyacağını
sizi. Kendi üretiminiz, el yapımı
ve özgün değildir. Ama bir şekilde özgüldür ve gerçek tabiiyetini
teypten teybe girip çıktıkça, çantanın ön gözünden, cepten, raftan
çıktıkça; taşındıkça kazanır. Eskidikçe, yıllandıkça. Yaşantılar materyalin kendisine, kabına, kağıdına sindikçe. Tıpkı kitabı tertemiz
kalmış bir dersin sınavından geçtiğinizde içinizde bir hafifleme
olmaması gibi.
Cebime sığan MP3 çaları küçümsemiyorum. İnsanlığın buluşları
adına tartışmasız muhteşem bir
yenilik. Fakat MP3 enflasyonunun beraberinde getirdiği maymun iştahlılık, yetinmeyi bilmeme, sindirmeden tüketme gibi hayatın başka kademelerinden müzik dinleme alışkanlıklarımıza
uyarladığımız davranışlar gerçekten üzerinde düşünmemiz gereken bir mesele.
velouria
Kilobaytlarla müzik sektörüne baflkald›rmak
Eflitlik ve özgürlük vard›r MP3 paylafl›m›n›n temelinde. Seçme ve seçilme hakk› tan›r müzik dinleme
veya yapma bilincindekilere. Müzi¤inizin duyulmas› için illa da icraat›n içinden olman›z gerekmez
P3’ü kullanışsız yapan
bir şey varsa da o bizizdir, herhalde. MP3’lerini
derleyip toplamayan, neyi dinlemek istediğinden emin ol(a)mayan,
dünyayı yese doymayan bizler.
Atom’dan da atom bombası yaptılar, değil mi, daha faydalısını yapabilecekken. Demek oluyor ki, iyi
ve düzenli bir müzik dinleme alışkanlığına sahipseniz MP3 ile harikalar yaratabilirsiniz. Bir MP3’ün
en az CD, kaset vs. gibi haz vermemesi için bir sebep yoktur, neden
olsun. Biri somuttur ve biri soyuttur, bu doğrudur; MP3 ‘hayalet müzik’ gibidir, elle tutulmaz, gözle de
görülmez ama onun o belirsiz varlığı bile insanı iyi hissettirir.
CD gibi yer kaplamaz MP3, çantanızda binlercesini taşıyabilirsiniz.
Küçük odalara sığar, taşınırken dert
yapmaz. Kullanmasını bilen için
beleştir, RIAA’yı beslemez, zaten
bir gecede milyarlar kazanan zanaatkâr müzisyenlere daha da para
kazandırmaz. Eşitlik, kardeşlik ve
özgürlük vardır MP3 kullanımının
ve paylaşımının temelinde. Seçme
ve seçilme hakkı tanır müzik dinleme / yapma bilincindekilere. Mü-
M
ziğinizin duyulması için illa da icraatın içinden olmanız gerekmez.
Bir başkaldırıdır, Fransız Devrimi’dir. Çalkantılı tarihsel süreçlerin
kolektif bir ürünüdür.
Hayal gücünü gelifltirir
alışkanlıkları açık kapıları sınırlı ve
pahalı tutarken. Elde hissedebilecek bir kitapçığı yoktur, doğrudur,
ama kitapçıkları hayalinizde, mümkünse de elinizle yaratmak sizlere
kalmıştır. Hayal gücünü geliştirir,
el çabukluğu sağlar, böylece. Farenizle (mouse olan fare’nizle) istediğiniz müziği her an arayıp çıkarabilirsiniz, kendi müziğinizin efendisi
Özüyle, yapısıyla insan doğasına
uygundur MP3. Özgür ruha seslenir, ‘Gel kardeş, istediğini istediğin
gibi/kadar dinle’ der. 30
YTL ya da 12.5 YTL istemez sizden, kredi kartı faturalarında gözükmez. Ekonomi ve onun varsayımlarını
alt üst eder. Parasal ekonomiye değil de, sabit disk
bazlı bir ekonomiye olanak
verir. 30 YTL ödemek isteyeceğiniz bir albümün pek
bulunmadığı şu zaman/mekan’da istediğiniz her şeyi
evinize getirir; hem de evinizden çıkmanıza gerek kalmadan, cüzdanınızı yoklamadan. Rus düdüklü tencere
müzikçilerine ve Congo’lu
etnik elektronik müzikçilere
aynı anda erişmenizi sağlar.
Kâinatın tüm seslerini sizleRag›p dede, MP3 çalar›n›n keyfini ç›kar›yor.
re açar, diğer müzik dinleme
olursunuz. CD gibi enerji sarf etmenizi istemez, masada fazlalık
yapmaz. Keskin cisimler tarafından
çizilemez, bu tür kaygıları sıfıra indirir. Kaybolsa da gene çıkarabilirsiniz onu, büyük bir rahatlık ve çabukluk ile. Müziği istediğiniz gibi
kurgulayabilirsiniz, işitsel montaj
bile yapabilirsiniz. (Hatta şantaj
montaj bile yapabilirsiniz, Küçük
Ceylan’ın küçükken kınadığı o şantaj montajı.)
Müziği isimlendirebilirsiniz, istediğiniz harflerle
temsil edebilirsiniz şarkıyı,
şarkıcıyı. ID3 tag’leri günlük gibi de kullanabilirsiniz, kendi bilinçaltı mesajlarınızı sıkıştırabilirsiniz
oraya. Paylaşıma açarsınız,
herkes sizin elinizden geçmiş MP3’ü tüketir. El
emeği göz nurunuz MP3
müziklerinizi hiç tanımadıklarınızla paylaşırsınız.
Siyasal, kültürel ve politik
bir tavırdır MP3 ve onu
paylaşabilmek. Potlaç ilkesini yeniden yaşatır; fazlalıkları ihtiyacı olana dağıtır kibarca. Zenginden alıp
fakire verir, fakiri zenginleştirir
ama zengini fakirleştirmez. Sizi
koltuğunuzda devrimci yapar (ev
devrimcisi yapar diyebiliriz belki
de). Paranın akışını sekteye uğratır;
bunu yaparken paraya ihtiyacı olan
müzisyenleri belki de yeteri kadar
ödüllendiremeyebilir. Paraya boğulunca müziği b.ktanlaşan ‘bağımsız’, serbest müzikçilerin yozlaşmasını engeller, ne mutlu ki.
Emek diyip duruyor sanatçılar.
“Emeğimizin hakkını alamıyoruz”,
“korsan var”, “download geldi”...
Ama zaten çok paranız var sizlerin
(bizim yok), bırakın da size daha
fazlasını kazandırmayalım. Geceleri
barlarda, orada burada yüzlerce
YTL, binlerce dolar kazananlar, bırakın bari, biz para vermeyelim, bazılarının kokain alışkanlıklarını besleyeceğiz, salonunun ortasına Ferrari koyan zenci müzikçilerin kıroluğunu yüreklendireceğiz diye.
MP3 işte, hem para kaynaklarının
akışını düzenliyor kendince hem de
müzik dinleme alışkanlığımızı, merakımızı besliyor. CD, kaset, plak
sizler de iyisiniz, ama ey MP3 sen
nelere kadirsin.
myrkur
araflt›rma
13
4-10 Kasım EKfi‹
Komple rüya tabirleri
Yaz›l› bas›nda karfl›laflt›¤›m›z rüya tabirlerinin ne kadar samimiyetsiz ve ne kadar doyuruculuktan
uzak oldu¤unu bir düflünün! Eh bu acizli¤e son veren bir yaz› okumak için de afla¤›ya buyrun...
fendim; yıllarca gazete ve dergilerin
rüya tabiri sayfalarında sevgili okuyucuların medet umarak, kendini paralayarak hiçbir ayrıntıyı atlamadan rüyalarını anlattığına ve aciz yazarların bunca ayrıntıya sadece “Su görmek ferahlıktır”, “Cam kırılması
maddi zarar demektir” şeklinde cevap verdiğine esefle şahit olduk.
Sevgili okuyucu anlatıyor; “Rüyamda eltimle
ben, böyle makiler arasından yürüyüş yapıyoruz. Mor çiçekli kaktüsler var etrafta. Sonra
bir geyik görüyoruz. Geyik kaçıyor, biz ayağımızdaki tüylü takunyalarla seke seke yakalamaya çalışıyoruz. Sonra bakıyorum eltim
görümcem olmuş, bizim beyin bacanağı ile
takma bıyığını yerine yapıştırmaya çalışıyorlar, üzerlerinde de Dadı-Melek diye bi dizi
vardı ya, oradaki çiçekli bornozdan var. Görümceminki yeşil, ötekininki mor.
Onlara bakayım derken donk diye geyiğe çarpıyorum. Orada kafayı duvara vurmuşum
uyandım.”
Yazarımızın cevabına bakalım: “Geyik murat
demektir. Akrabalarınızla birlikte koşturmanız ise aile içinde bir kutlama yapılacak manasına gelir.”
Peki sormak isterim sayın yazar; satır aralarına ne oldu? Tüylü takunya ne demekti? Eltigörümce-bacanak üçlemesinin hiç mi anlamı
yok? Okuyucu burada mor çiçekli kaktüsün
alemetini bilmek ister, bornozun seksüel bir
çağrışımı var mı onu irdelemek ister, niçün bilinçaltı tedavülden kalkalı yıl olmuş bir diziyi
baz alıp dizideki bornozu rüyaya sokmaktadır, tartışmak ister. Mesela yukarıdaki rüyada
kişi akrabalık ilişkilerini ilkokuldan beri çözememiş olmanın sıkıntısını halen yaşamakta-
E
dır. Kendisine canını sıkmaması, bu insanlara
adı ile hitap etmesi, zira dünyanın başka hiçbir bölgesinde elti-görümce-bacanak-kayınço
tarzı kelimelere rastlanmadığı yolunda telkin
verebiliriz. O bornozlar Gülben Ergen’e duyulan bilinçaltı hayranlığa alamettir; utanılacak bir yanı yoktur. Lakin tüylü takunya ve
takma bıyık, cinsel tercihinizde farklılıklar
olabileceğinin sinyali olmakla birlikte, bu rüyadaki geyik murat değil, boynuz demektir.
İşte bu sebeple bu yazımızda rüyanızı komple
yorumlayacağız. Bu yazıya ilişkin fikir aniden doğduğu içün elimizde hali hazırda okur
mektubu olmaması sebebiyle ben sizlere ilham vermesi açısından arkadaşım Yonca’nın
geçen gün anlattığı rüyasını yorumlayacağım:
dokslardan kurtaracağız” derler ve çoban salataya yardım etmeye başlarlar. Rüyanın bundan sonrası bol sulu ve ekşili bir çoban salata
tarifi. Zaten Yonca da ağzının sularında boğulmak üzereyken uyanmış.
Şimdi efendim; rüyada anneanne görmek
uzun ömre, bahçeli ev görmek ferah günlere
çıkılacağına alamettir. Dayı ve anneyi birlikte
görmek ise ödenmemiş borcun faizi artıyor
anlamına gelir. Rüyada Ortodoks papaz gör-
Anneanne görmek ne demek?
Efendim, Yonca rüyasında anneannesinin evinin bahçesinde mangal yapmaktadır. Dayısıgil, annesigil falan hep beraberlerdir. Bir anda
bir gürültü duyup bahçe kapısına koşarlar, bir
de bakarlar ki Ortodoks papazlar simsiyah giyinip üçerli beşerli kortej oluşturmuşlar, mehter adımları ile iki ileri bir geri yürüyorlar. Bu
nedir yav? Ne yapacağız şimdi diye bakışırlarken yan komşunun, kapısına koca bir kilit vurup balkona da ‘Biz laikiz!’ yazılı bir pankart
astığını görürler. “Allah Allah?” deyip etleri
kediler kapmasın diye mangalın başına geri
dönerler.
Bu arada duvarın üzerinden midilliye binmiş,
pelerinli beş adam içeri atlar. Adamların pelerinleri kıpkırmızıdır. Üzerlerinde el örgüsü beyaz merserize kazak, ayaklarında da bordo
püsküllü mokasen ayakkabılar vardır. Adamlar “ Sakin olun biz Kızıl Ordu’yuz, sizi Orto-
mek yurdumuz sınırlarında pek rastlanır bir
durum olmadığından, büyük ihtimalle Tuğçe
Kazaz gündeminin bilinçaltına taşınması ve
Yunanlı erkek özleminin rüyada dışavurumudur. Zaten Ortodoks papazın ne biçim bir şey
olduğunu bilsen öyle mehteran yürüyüşü falan karıştırmazsın işe Yonca’cım. Cehalet de
rüyaya duhul olabilir. Yan komşunun rüyanıza girmesi ödenmemiş borcunuzun arkadaşlık
ilişkilerinizi yıpratabileceği anlamına gelir.
1.500 YTL için kendinizi bu durumlara düşürmeyin, verin kurtulun demektir. Komşunun kapısındaki kilit ise borcunuzu arkadaşını-
za ödemediğiniz sürece bir daha onun evine
nah girersiniz anlamına gelir. “Biz laikiz” yazan pankart ise politikadan hiç anlamadığınızın, rüyanızda bile göremeyeceğinizin teminatıdır. Beş tane Kızıl Ordu neferinindeki 5 sayısı 1.500 YTL’nin içinde geçen rakam olarak
anlam kazanır. Kızıl Ordu neferi “Hani hepimiz kardeştik, üçün beşin aramızda hesabı mı
olur?” demeye çalıştığınız şeklinde yorumlanır. Üçün beşin lafı tabii ki olmaz, ama oha be
1.500 de az para değil, insanın babası oğluna
vermiyor be! Ayrıca o ne biçim komunizm
korkusudur ki adamlara el örgüsü kazak falan
giydirip püsküllü mokasenlerle küçük düşürmeye çalışıyorsun? Dikkat ederseniz mangala, çoban salataya hiç yorum getirmiyorum.
Bunlar dışarıya “Valla param yok, aç yatıyorum, ağzımın salyaları akıyor rüyamda doyuyorum” mesajı verme kaygısıyla rüyayla tamamen dışarıdan sokulmuş saçma ayrıntılar.
Tüm rüyayı şöyle bir toparlayalım dersek ne
Ortodoks’tan ne de komünizmden anlayan
Yonca Hanım açlık edebiyatı ile 1.500 lira paranın üzerine yatmaya çalışmaktadır. Ama işte
böyle uyku tutmaz anacım insanı. “Üç gün
sonra verecem” dedin üç ay oldu insaf be! Dur
daha dur, sana üç gün mühlet, parayı verdin
verdin; vermedin haftaya burcuna “Bu hafta
doğan kızıl saçlı, kısa boylu, adı Y ile başlayan
kadınlar; kasap Murtaza’nın adalelerinize hasta olduğunuzu artık saklamaya çalışmayın, her
kadın çiğ et kokan erkeklerden hoşlanabilir”
yazdıracağım. Ahahahahaha, Murtaza abone
bizim dergiye, ahahhaha, kızıl saçların kemerimi süslemeden önce ver paramı lan geri!
İş Bankası Yenidoğan Şubesi: 00452 8956
terelelli temcik
Kütle çekim ve
tap›nmak üzerine
Mevlevilerin düflünce yap›s›n›n
temelinde ne yat›yor dersiniz?
nsanlık, “bilinç”inin farkına varıp hayatta kalmaktan başka şeyler düşünmeye
vakit ayırabilecek duruma geldiğinden
beri hep bir “neden”in, “düzen”in peşinden
koşmuş, kendi varlığını ve etrafındakileri
anlamlandırmaya çalışmıştır.
İlk insanlar uzunca süre cevabı -çok doğal
olarak- doğa olaylarında bulduklarını sandılar. Yağmur, güneş, deniz, ırmak, yanardağ,
fırtına, deprem... Her birinde ayrı mucizeler
buldular.
Herhangi bir yerde, herhangi bir ateş yakmış
olanlarınız (mangal dahi olsa) bilecektir,
ateş, çok garip bir “olay”dır. Kendinizi ateşle karşılaşan ilk insanların yerine koyun.
Daha önce yalnızca yıldızlar ve ay tarafından aydınlatılan gecede ortaya “ışık” çıkıyor!? Yaklaşmaya çalıştığınızda, bir noktadan sonra “sıcak” olduğunu fark ediyorsunuz, belli bir mesafeden yakına giremiyorsunuz! Oysaki içine giremediğiniz mesafe-
İ
‹lkel ça¤larda suyun büyüleyici hareketini bir kez dikkatli
olarak izleyen bir insan›n, bunun bizzat tanr›n›n kendisi
oldu¤unu düflünmesi çok mu flafl›rt›c› gelir size?
nin sınırını belirleyen, görünür hiçbir şey
yok? İşte tam bu noktada “Tanrım!” diyerek
tapınmaya başlamaz, Zerdüşt olayazmaz
mısınız? Veya “Su”. Yakından incelediğinizde sürekli dönen, akımları ve köpükleri birbirlerinin etrafında gezegenler misali dönen
su. Suyun büyüleyici hareketini bir kez dikkatli olarak izleyen bir insanın, o dönemde
bunun bizzat tanrının kendisi olduğunu düşünmesi çok mu şaşırtıcı gelir size?
Daha sonra toplumların oluşup teknolojilerin gelişmeye başlamasıyla “bir güç var”
geyikleri de ayyuka çıktı. Doğuda, Afrika’da ve Güney Amerika’da bugün çoğu sözüm ona “yol” da “evrende serbest halde
dolaşan enerji” olarak geçen kavram tanımlandı. Kimi gitti Ki dedi, kimi Shen dedi,
Samsara dedi, Kozmos dedi...
Tüm bu inanışlar, birbirlerinden bağımsız
olarak bu enerjinin evrendeki her şeyi bir
arada tuttuğu ve hepimizin bu enerjinin bir
parçası olduğumuzu ve bütünün bir yansıması olduğumuzu söylediler.
Daha sonra “sistematik dinler” ile birlikte
ortaya çıkan “mantıklı ve sistemli tanrı” kavramı tüm bu inanışların “yüce”leştirdikleri
kavramların tek bir bedende toplanması ile
oluştu. Bu dönemde sistematik bir dinin
“sistematik” olmasını sağlayan özellikler o
kadar geçerli ve o kadar kârlıydılar ki din
adamları işin “inanç” kısmından ziyade “yaşayış” kısmına eğilerek insanları kontrol etmeye başladılar.
Ancak bu noktaya gelip de her şey yalnızca
kâr zarar ekseninde dönmeye başlayıncaya
kadar insanlık, tarihi boyunca “kütle çekim”
e tapmıştır. Elektronların atom çekirdeğinin
etrafında, gezegenlerin yıldızların etrafında,
su moleküllerinin birbirleri etrafında dönmesini; ışığın karanlıkta, sesin gökyüzünde,
yazının kağıt üzerinde belirmesini sağlayan,
her şeyin “dönerek” başladığı yere, belki
“özyinelemeli*” şekilde, belki hemen hemen aynı noktaya gelerek “tekerrür” etmesi,
tamamen, başka hiçbir etkiye bağlı olmaksızın, kütle çekim kuvveti sayesinde olur.
Biz de sistemin içinde, sistemden etkilenen
varlıklar olarak “O’nun bir parçası”ysak,
tanrının kendisiyizdir belki de?
Dönerek yapılan ayinleri, ritüelleri ve kültürün içinde temsil ettikleri değerleri ve bilgileri düşünürseniz belki de demek istediğimi
daha iyi anlayabilirsiniz. Tozları ve gazları
bir araya çekip daha hızlı döndürerek bir
alev topu haline getirdikten sonra buharlaşan gazların kütle çekim ile uzaya kaçmasını önleyerek yağdırdığı yağmurlarla çamura
dönüştürüp o çamurdan ilk canlıyı ve süreç
içinde insanı yaratan kütle çekime bin yıllardır belki de hiç farkında olmadan, zaten tapıyoruz.
*Özyinelemeli: Recursive
mengus
14
EKfi‹ 4-10 Kasım
popüler kültür
Hakan sGünday
v
Radiohead
Nedense hep çok h›zl› bitiyor Hakan Günday kitaplar›. T›pk›
Radiohead, The Cure flark›lar› gibi veya The Clash t›n›lar›na teflne...
erhaba sevgili kitap severler, merhaba gönül
dostları! Hakan Günday, geçen yıl fark edip okumaya
başladığımız bir genç yazar (şu an
papyon taktım boynuma). Biz
kendisinin farkına vardığımızda o
çoktan üç kitap yazıp bitirmişti şu
gencecik yaşında ve dördüncü kitabını da taze çıkardı. Adı “Malafa”.
Bu TRT spikeri tadında girişten
sonra rahatlayabiliriz, zira bu Hakan (çok samimiyim Hakan’la zira 4 kitabını okudum) açıkçası bende tam Radiohead’in müzikal kariyerini anımsatan bir gidişat sergiliyor. “Ne yaptı ki lan Radiohead?” diyenleri duyar gibiyiz. Sırası ile nefis “Pablo Honey”, mükemmel “The Bends” ve muazzam “OK Computer” albümlerini
çıkardıktan sonra, müzik kompetanlarınca anlaşılmaz bir risk olduğu söylenen “Kid A” adını verdikleri dördüncü albümleri ile müzikte yepyeni bir sound’un arayışına
girdi Radiohead, aynen Hakan’ın
“Malafa” romanında yapmaya çalıştığı gibi sırası ile muazzam
“Kinyas ve Kayra”, mükemmel
“Zargana” ve nefis “Piç” romanlarından sonra.
Malafa’ya geçmeden önce kısaca
ilk üç kitabından bahsetmek gerekir Hakancığımın (samimiyetimiz
giderek artıyor dikkat ettiyseniz
ehehehe). İlk kitabı olan “Kinyas
ve Kayra” şahsıma göre bir başya-
M
pıttır. Her şey var bu kitapta, yahut
hiçbir şey yok. Siz bileceksiniz
okursanız ya da bilemeyeceksiniz
okumazsanız. Okursanız, ben Kinyas bunları yazdım diyecek, ben
Kayra bunları düşündüm diyecek,
ben Hakan Günday hepinizi çok
seviyorum diyecek ve siz ne derseniz deyin ama bir daha asla, ben
hayattan ne alacağımı çok iyi biliyorum diyemeyeceksiniz, asla...
“Zargana” romanında ise kısaca
bütün bu kurgunun
içinde, sizin öldüğünüzü bilen biri gibi
evinize telefon açıp
“Alo anne merhaba,
ben öldüm” diyecek.
“Piç” romanındaysa
neden kitap yazdığını
anlatacak Hakan.
Ve son kitap Malafa.
Genel hava devam
ediyor yine, fakat bu
kez Hakan Günday
anti-sosyalleşmeyi, global nefreti,
modern insanın çaresizliğini, yalnızlığını, inançsızlığını, çıkışsızlığını
ve kişisel kaosunu Türkçe’yi andıran yepyeni bir dil üzerinden vermeye çalışmış Antalya’dan, “Topaz” denilen ‘insanat bahçesi’nden, çokça anti-kahramanımız Kozan’ın ağzından. Kitapta tezgahtarlar tarafından kullanılan bu garip dil gerçek hayatta kullanılıyor
mu bilmiyorum, fakat hikayenin
vahşiliğini bileylediği bir gerçek.
Sonuçta Hakan, kendi yarattığı bir
dünyaya buyur etmiş, kurallarını
kendi koyduğu bu oyunda rol almaya davet etmiş bizi her zaman
yaptığı gibi, bu kez dili de kurmacalayarak. Yine standart bir Hakan
Günday atmosferi, yine tekin olmayan ve garip bir dünya, fakat bu
kez o kadar dışındasınız ki kurgunun; anlatılmaz... Topaz aslında sıradan kuyumcular çarşısı müşterileri, dükkanları, tezgahtarları ile.
Fakat olan biteni anlayabilmek
çok zor, zira kitabın
dili bir tokat gibi patlıyor okurun ebleh suratında. Dört tarafı yalan tuğlaları ile örülü
duvarlarla çevirili bu
Topaz adındaki ışıl ışıl
cehennemde. Şaşkın
şaşkın geziniyorsunuz Topaz dükkanlarında. Okuduğunuz
bazı kelimeleri daha
önce hiç duymamışsınız. Ahçik meterlemek mi iyi, zurnik çektirmek mi bunu bir türlü
anlayamıyorsunuz. Zaten tanışık
olmadığınız hayatları okurken bir
de kelimeler size sırtını dönüyor,
yabancılaşmanın daniskasını yaşıyorsunuz hikayenin içinde. Yahut
bilinçli bir okuru dışlama politikası bu, “Aaa aynı ben!” denmesin
diye. Kitabın baş kahramanı Kozan’ın ağzından dökülen laflar biz
okurları paralize ediyor müşteriler
gibi, fakat bir türlü anlam verilemiyor. Zira yıkıcı bir su gibi üzeri-
Hakan Günday
mize dökülüyor cümleler. Kitabın
ilerleyen sayfalarında kelime anlamları yerlerine otursa dahi duygusal bir bütünlükten yoksun, parça pinçik edilmiş bir kavrayışla ıslanmış bir şekilde bitiriyorsunuz
kitabı. Evet zart diye bitti Malafa
yine. Topaz’da ne var ne yok satıldı. Nedense hep çok hızlı bitiyor
Hakan Günday kitapları. Üç akorla yapılmış şahane The Clash şarkıları gibi, The Cure şarkıları gibi,
David Bowie şarkıları gibi.
Hakan Günday kesinlikle Türk yazınında yeni bir soluk, yeni bir sound. Punk’ın hikayesini yazıyor
her anlamda. Alt metin yok, ironi
yok, metafor yok! Her şey açık ve
net! Çöküşün, kokuşmuşluğun,
sistemden, onun ikiyüzlülüğünden
ve onun insanlarından bahsediyor.
Son kitabı Malafa’da ise artık içimize işlemiş bu sistemin, bu sattığımız-satıldığımız dünyanın dibine
girmiş, kabullenmiş ve kendi kendine pandik atmış hayatlardan
bahsediyor (şu an papyonu başka
bir yerime taktım). Malafatını masaya vurmuş, cesareti olanlardan
gelecek tepkileri bekliyor. Kayıp
“t” harfi ise Topaz’ın “T” si.
Chuck Palahniuk sadece Fight
Club romanının yazarı değil artık
Türk Edebiyat piyasasında, zira
adeta Hakan Günday’ın İngilizce’si gibi duruyor raflarda. Tyler
Durden ise çoktan Kinyas’la,
Kayra’yla, Zargana’yla, Kozan’la,
Hakan’la kanka olmuş geziyor
şehrin en leş barlarında. Hakan
Günday normal insan görünümlü,
içlerinde yıkıcı iblisler gezinen insanlardan bahsetmeye devam edecek her kitabında. Kendisi yazar
şeklinde bir deccal, bunu anladık.
Malafa kitabının arka sayfasındaki
fotoğrafında da görüldüğü gibi
kendisi tam bir deccal hahaha, bir
kaşı havada adeta nanik çekmiş
bütün bir dünyaya. Selam olsun
sana Hakan Günday, selam olsun
sana! Ama biz de tezgahtarız haberin ola! Malafamız elimizdeee,
uzun ip belimizde, biz gideriz Topaz’a hey Topaz’a hahahahaha...
Ve son söz Malafa kitabından gelsin, beyinlere karanlığın parmaklarını sokarcasına gelsin, hayallerimize küfredercesine, varoluşumuzu s...ercesine gelsin. Ve artık doğum günleri değil ölüm günleri
kutlansın:
“...Yoktan var etmek bir düşünce,
yoktan var ettiğini düşünmek bir
hayaldir. İnsan düşünmez, düşündüğünü hayal eder. Akıl sadece
Tanrı, beyinse bir çocuk tarafından
korunabilir. İnsanı koruyansa
ölümdür. Bir hayal organıyla yaşadığı sürece kendine zarar verecek
olan insanı sonsuz acıdan kurtaran
ölüm, doğumdan üstündür.”
Canım ölmek istedi.
Önemli not: Yer Malafa, sayfa
113: “Audrey odaya girmiş, annesine zincirini gösteriyordu.”
travis and tyler durden
Bunlar› sözlü¤e yazsan ne prim yapars›n!
Yaz ve kış saati uygulamalarına
geçildikten sonraki bir hafta içinde
trafik kazaları yüzde 10 artıyor.
1996’da İsveçli bir çift devleti
protesto etmek için çocuklarının
adını Brfxxccxxmnpcccclllmmnprxvclmnckssqlbb11116 koymaya
yeltendiler. İstekleri reddedildi.
1980’lerde Avustralya ve
ABD’de moda olan “cüce fırlatma” sporunda sarıp sarmalanmış
cüceler minderlerin üzerine fırlatılıyor, cüceyi en uzağa fırlatan yarışmacı birinci oluyordu.
1900 yılında Paris’te yapılan
olimpiyatlarda atıcılık dalında hedef olarak canlı güvercinler kullanıldı. Bu bir ilk ve sondu.
Güneş sisteminde adını Yunan
ya da Roma mitolojisinden almayan tek gezegen vardır: Dünya.
Sony’nin ilk ürünü elektrikli bir
pilav pişirme aletiydi ve pirinci ya
çok ya da az pişirdiği için başarısızlığa uğramıştı.
Kendilerine denemeleri için yeni bir kalem verildiğinde insanların yüzde 97’si adını yazıyor.
Banka soygunları en çok cuma
günleri sabah 9 ile 11 arasında gerçekleşiyor.
Cüce f›rlatma yar›flmas›ndan bir kare.
(Soldan sa¤a: ‹ki mal, süper cüce)
Dama “kadın satrancı” diye bilinirdi. Nitekim adı da “Kadın” anlamındaki “dam” dan geliyor.
Pepsi Cola’yı ilk üreten Caleb
Bradham adlı bir eczacıydı ve bu
yüzden içeceğin orijinal adı
“Brad’s drink” tir.
Akla takılıp da bir türlü çıkmayan şarkılara Almanlar “Ohrwurm”, Amerikalılar onlardan tercüme “earworm”, yani “kulak kurdu” diyorlar.
Bundan yaklaşık dört bin yıl önce Doğu ve Güneydoğu Asya’da
yaygın bir idam yöntemi mahkumları fillere ezdirmekti.
İnsanlar yüzde 95 doğruluk payıyla nefes kokusundan cinsiyet
tahmin edebilirler.
Televizyonun geldiği ilk dört ülke İngiltere, ABD, SSCB ve Bre-
zilya idi.
Kaydedilmiş en uzun hıçkırık
krizi 68 yıl sürdü. Kurban Amerikalı bir adamdı.
Dünyanın kişi başına en çok çikolata tüketilen ülkesi İsviçre. Yıl-
Sinatra size köpek alsa ad›n› ne
koyard›n›z? Sizce Monroe ne yapm›fl?
da yaklaşık 10 kg.
Diyet Cola 1982’de icat edildi.
Dalmaçyalılar beneksiz, bembeyaz doğarlar.
Alfred Hitchcock altı kez aday
olmasına rağmen hiç Oscar ödülü
kazanmadı.
Yeni alınmış tipik bir kurşun kalemle 56 kilometre uzunluğunda
bir çizgi çizilebilir.
“Rüzgar Gibi Geçti”nin ödülleri
silip süpürdüğü 1939 yılında Los
Angeles Times gazetesi Akademi
ile anlaşmasını bozarak törenden
iki saat önce Oscar kazananları
açıklamıştı.
Marilyn Monroe’nun Maf (mafyanın kısaltılmışı) adını verdiği ve
kendisine Frank Sinatra tarafından
hediye edilmiş bir köpeği vardı.
lacrima
inceleme
15
4-10 Kasım EKfi‹
Necaset hamuru
Malatya Çocuk Esirgeme Kurumu’nda yaflanan korkunç olaylar, sadizmin çaresiz çocuklar›
hedef almas› de¤ildi sadece. Mesele, bu fliddetin kamu taraf›ndan tesis edilmifl olmas›yd›
M
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
bir teneffüs daha yaşasaydı
tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
devlet dersinde öldürülmüştür
Ece Ayhan
soğukkanlı sadizmin çaresiz çocukları hedef
almış olması değildi yalnızca. Bu çocukların
çaresizliklerinin kamu eliyle tesis edilmesiydi; bütün bunların, devletin gizleyen bürokrasisi altında yapılmış olmasıydı. Onlarca çocuğu bir çatı altına toplayıp işkence
edebilmek, ancak bu şekilde mümkündür
çünkü.
Peki bunu, daha önce hiç rastlamadığımız türden, bizim saf ve zarif topluluğumuza her nasılsa sızmış, insanlık dışı bir kaç kocakarı mı
yaptı? “Bunu yapan insan olamaz” mı gerçekten? Bu kadınlar gerçekten bizden ayrı,
bir şekilde şimdiye kadar tespit edilememiş
şeytan maşaları mı? Yoksa bu kadınların yap-
tıkları hepimizin hamurunda olan, ama kırık
bir fay bulup fışkırana kadar içimizde zaptettiğimiz bir pisliğin görüntüsü mü?
Hem bu yazının gerilimini artırmak için hem
de cevabını ben de bilmediğimden, yukarıdaki soruyu cevaplamayacağım sayın okuyucu. Ama sen; buna benzer her infialde
linçten bahsederken, trafikte kavga edip
koltuğunun altındaki krikoyu yoklarken,
komşunla dalaşırken, köpeğini terbiye ederken, mesaj kutuna gelen bizarre fotoğrafları
forward ederken, bu soruyu sor kendine.
Sen de bir cevap veremesen bile, belki kendine sorabileceğin sorular bulursun.
italyanmaz
Foto¤raf: Mert ‹nan
alatya’daki Çocuk Esirgeme Kurumu’nda, esirgenen çocuklara
işkence yapıldığı ortaya çıktı. Gerçekten, hiçbir şey hayatın kendisi kadar ironik olamaz. Ve herhalde başka hiçbir şey,
bunu bu kadar acıklı bir şekilde teyit edemez.
Televizyonlar işkence görüntülerini evire
çevire yayınlayarak prime time’ı kurtardı.
Yayınladıklarından başka, gazeteci sorumluluğu yüzünden yayınlayamayacakları kadar “ağır” görüntüler de olduğunu eklemeden edemediler. Aynı sorumlulukla yüzlerini gizledikleri faillerin ve kurbanların eşkâllerini, ellerini kirletmemek için kurdukları
“tetikçi” bulvar gazetelerinin manşetinden
ilan ettiler. Video görüntüsü veremeyen basılı medya, kayıtları web sitelerine koydu.
Bu kayıtların elektronik posta trafiğine girmesi de gecikmedi: “Lütfen duyarsız kalmayalım.”
Bu sefer gerçekten de duyarsız kalınamazdı.
Bu görüntülerde insanı isyana boğan şey, bu
Küçük Vehim, Malatya’daki olayda fliddete
maruz kalan çocuklardan biri
Küçük Prens üzerine...
Küçük Prens, kendi küçük gezegenlerine gömülen insanlar›n saçmalamaktan, yarars›z ifller
yapmaktan geri duramayaca¤› gerçe¤iyle yüz yüze gelebilmek gibi büyük bir yükün alt›na giriyor
captahab’a...
üçük Prens (Le Petit Prince), Fransız
yazar Antoine de Saint Exupery’nin
(1900-1944) küçük romanı. Yazar,
romanı çok sevdiği bir dostuna, Leon
Wèrth’e, adamak istemişse de çocuklara geniş bir ufuk açarken büyüklerin dünyasından
da çocukluklarına ufak bir pencere aralamak
için “Küçüklüğündeki Leon Wèrth’e” ithafıyla başlamış yazmaya. Çocukluğunda çizdiği resimler, büyüklere birkaç numara büyük gelince resim çizmekten vazgeçip pilotluğu seçmiş olan bir adamın, Sahra’da uçağının arızalanması sonucu hayatımıza giriyor
Küçük Prens. Pilota sorular soruyor, çocukça
sorular. Böylece başlıyorlar geçtiğimiz yüzyılın dünyasında yaşanan ve en önemli nedeni ‘büyüdüğümüzü sanmak’ olan sorunların
ortaya döküldüğü sohbetlerine.
Çocuk gözüyle kocaman dünyamızı, dünyamızın içindeki çeşit çeşit kişi ve olguyu nahifçe irdeleyen bir yol arkadaşı Küçük Prens.
Kendi gezegeninden kalkıp bir sürü gezegen
gezmiş. O, sayılardan hoşlananların dünyasına çok yabancıdır. “Pembe tuğladan güzel bir
ev gördüm, pencerelerinde sardunyalar, damında güvercinler vardı” denildiğinde, o evi
gözünde canlandıramayan, ancak fiyatını öğrendikten sonra hakkında yorum yapabilen
‘büyük’lerin yanında hep ’küçük’kalacaktır.
O büyükler, en sonunda adlarımızı da yutacak
olan numaralara boğmaktalar bizi. Her birimize özgü, tekilliğimizi vurgulayan adlarımıza sahip çıkabileceğimizi gösteren küçük bir
ışığı da bizden esirgememiş Prensimiz.
Herkesin bir gezegeni var, içinde yaşadığı.
Ama herkes kendi gezegeninden çıkıp diğer
gezegenleri görme, onları keşfedebilme cesaretini gösteremiyor. Küçük Prens ise önce
kendi gezenindeki güzelliklerin ve çirkinlik-
K
lerin muhasebesini yaptıktan sonra başlıyor
başkalarının gezegenlerini ziyaret etmeye.
Gül’den ve baobaplardan söz ediyor kendi
gezegenini anlatırken. Bir tek gülü, bütün
güllerden ayırmanın önemini, dikene karşın
gülü sevebilmeyi öne çıkartıyor. Baobapların
ise tohum halindeyken gülden ayırt edilemeyeceğini, ancak filizlenir filizlenmez baobap
olduğu anlaşılamazsa, kök salıp büyüyeceğini ve başa çıkılamaz hale geleceğini söylüyor. Baobaplarla kaplı bir çağda yaşayan
bizler için ne kadar büyük bir adım, henüz filizlenmemiş baobapları temizlemek. Kendi
küçük gezegenlerine gömülen insanların
saçmalamaktan, yararsız ve
hatta zararlı işler yapmaktan
geri duramayacağı gerçeğiyle yüz yüze gelebilmek gibi büyük bir yükün altına
sokuyor kendini Küçük Prens. Bize
bu yolu açıyor.
Uğradığı gezegenlerde karşılaştığı
ilginç tipler şunlar: I) Uyruğu olmayan, olmuş bitmiş şeyler üstüne buyruk verip olanları kendisinin yönlendirdiğini sanan
bir kral. Plazalarda yaşanan bir
çağ dramının prototipi mi sanki?
II) Yalnızca övgülere açık bir
çift kulağa sahip, tek kişilik
bir dünyada ’herkes’in
kendisine hayran olduğunu sanan bir
adam. Tek tip bir
‘herkes’, övgüler, övgüler,
ö v g ü l e r.
Magazin
dünyası mı? Bilmez öyle şeyleri Küçük
Prens. III) Utandığını unutmak için içki içen,
içtiği için utanan bir kısır döngü timsali. IV)
Yıldızları satın almak için deli gibi aralıksız
çalışan ve o yıldızlarla hiçbir şey yapmayıp
sadece sahiplik duygusuyla övünen bir işadamı. Kefenin cebinin olmadığını küçük bir
çocuğun bilmemesi garip değil, ama büyük
büyük adamlar bunu niye anlamaz? V) Dönüş hızı git gide artan, bu yüzden gece-gündüz arasındaki zaman farkının azalmış olduğu bir gezegenin, fener yakıcısı. Önceden
mâkul aralıklarla yakılması gereken fener,
artık dakikada bir yakılmak zorunda. Çünkü
bir gün bir dakika sürüyor ve fener yakma yönetmeliği hâlâ
yazıldığı günün
koşullarına göre işliyor. Pozitif
hukukun rüzgârında savrulan çağcıl bürokratik eziyetler. VI) Masasının başından kalkmayan bir coğrafyacı. ‘Makale fetişizmi’ne tutkun günümüz akademisinin bir
portresi.
Küçük Prens yedinci gezegen olarak Dünya’ya gelir.
Dünya, onun gördüğü gezegenler içinde en büyük
gezegendir. Kendi gezegeninde görmeye alışık
olduğu nesnelerin daha
büyükleri ve daha fazlası
vardır burada. Bu
hayret verici durum Küçük
Prens’e karşıl a ştırma
olanağı su-
nar. Artık çokluk içinden seçilecek bir tane
nesnenin ‘özel’ olduğunun farkına varır.
İnsanlar için yalnızca “Tüfekleri vardır. Avlanırlar. Hayvanlar için çok sıkıcı bir şey. Tavuk da yetiştirler. Başka şeyle de ilgilenmezler” diyerek körlerin fili tarif etmesi
nüktesine gönderme yapan Tilki’yle tanışır.
Bu Tilki, tekdüzelikten yakınmaktadır ve bunun çözümü olarak “evcilleştirme” yi görmektedir. Bu evcilleştirme, yukarıda bahsi
geçen “çokluk içinden bir taneyi ayırabilme”nin ta kendisidir. Susuzluğu gideren ve
insanın bir haftada su içmek harcadığı zaman
olan elli üç dakikayı insana ‘bahşeden’ bir
hap satan satıcı Küçük Prens’in dikkatinden
kaçmaz. “Benim” der Küçük Prens, “harcanacak 53 dakikam olsaydı, yavaş yavaş bir
çeşmeye doğru yürürdüm.”
Çölü güzellefltiren fley...
Hesaplayan büyüklere karşı bir şövalye tavrıyla duruyor Küçük Prens, güzelliklerin hesap kitap dinlemeyeceğini biliyor. Ve umut
denen duygunun çölleri yeşertebileceğine
inanıyor: “Çölü güzelleştiren şey burada bir
yerde bir kuyunun saklı oluşudur.”
Küçük Prens gezegenine döndü. Dünyamıza
birkaç gömlek büyük gelen gözlüklerini bıraktı bize. Bu gözlüklerle dünyaya bakmak,
tekilliğimizdeki çoğulluğu, çoğulluklar içindeki tekillikleri görebilmek; yani “Yaşamak
bir ağaç gibi tek ve hür/Ve orman gibi kardeşçesine”.
Bu yazı Polyannacılık oynamak için yazılmadı. Yalnızca içinde boğulduğumuz ayrıntılara
bir de dışardan bakabilmemize bir olanak
sağlayabilmesi umuduyla kaleme alındı. Büyümüş olmanın tek başına bir şey olmak olmadığını anlayabilen insanlığın yarınlarına.
ben ruhi bey nasilim
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Yaz› ‹flleri Müdürü Kemal Ekin Aysel
Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Düzeltmen kays el mecnun Kapak foto¤raf› Gökhan Y›ld›r›m Katk›da bulunanlar: days, konor,
ssg, n. demirel, gerrain, parantez, nickfallin, metalik bordo n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar
Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram
Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz.
Arabesk diye bir fley
vard›, n’oldu ona?
Toplumsal histeriye ismini verdi arabesk, sonra da insanlar›n içinde biriken “isyankar›m fele¤e”
artistliklerine tercüman oldu. Peki 40 y›ll›k maceran›n hali nedir, nicedir hiç düflündünüz mü?
eksenli yıllar, derin kederler
içindeyim. Yaydıra yaydıra
“Dün akşağm yine beniğğm
yollarımağğ bakmışsığn” diyor, efkar yapıyorum. Elimde bir sigara
eksik. Uzaklara dalıp “sakın artık
üzülme sende kalmaya geldim” diye
devam ediyorum efkara. Halbuki o
gece hiçbir yere gideceğim yok, annemin kendi elceğizleriyle diktiği
vakvaklı pazen pijamalarımı giyip
yatağıma gireceğim. Daha bir ilkokul bebesiyim, kim kimin yollarına
bakıyor yahu? Bacak kadar boyla
tek derdimin Candy ve Terry olması
gerekmiyor mu?
Kırılsın Ellerim’in dilimde ne işi
vardı? Pavyonlarda içkilere meze
olmuş, derdinden verem olmuş acıların kadını mıydım ki? Bahtının değil plastik topunun peşinden koşan,
evcilik oynama çağında bir çocuktum. Ama, işte, evcilik çağı Türkiye’de arabeskin altın yıllarına denk
gelmiş bir çocuktum. Oyunlarda
taklit ettiğim de arabesk hayatlardı.
Seksenli yıllar, şaşkın yıllar. Amcamın Gırgır’larını okuyorum. Devamlı yazılan ortadirek, zam, çizilen bir
kazık, bir köşeli gözlüklü, komik çeneli tombul adam. O vakitler anlayamıyorum ki yıllar yılı millet birbirini kırmış, bir sürü insan ölmüş,
darbe olmuş, aykırılığın her türlüsü
(Bülent Ersoy dahil) sindirilmiş. Sadece 27 Mayıs bayramının artık kutlanmadığını fark etmişim, ama o kadar. Ülkenin 60’lardan beri kendini
içinde bulduğu sosyal, politik ve
ekonomik debelenme halinin hiç de
farkında değilim.
Seksenli yıllar, sessiz feryat yılları.
Şimdi düşününce, seksenli yıllarda
milletçe yaptığımız tam anlamıyla
debelenmekti. Çamura yan yatmış,
ayağa kalkmaya çalışan malak gibi,
ters çevrilmiş kaplumbağa gibi, gördüğü kabustan uyanmaya çalışan insan gibi, bir on yılı debelenerek ge-
S
çirdik. 60’ların “haydin hobba, demokratik anayasa,
devlet eliyle ekonomik kalkınma” gazının fos çıkmasıyla 70’lerde içine düşülen karamsarlık ve şiddetin ardından “Yeni Başlayanlar İçin
Darbe Yapma Rehberi”
isimli kitapta “muhteşem
örnek” olarak yerini alabilecek bir darbeyle silkelenip
atılmış bir millet 80’ler boyunca kendine gelmeye çalıştı. Belini doğrulttukça yine düşüp iyice çamura bulanan malak gibi debelendik.
Belirsizlik, güzel hayallere
ulaşmaya çabalayıp ulaşamamak, yılgınlık, çaresizlik... Olmuyor, olmuyor, bir
türlü olmuyor! Ne oluyor peki? “Bize mutluluğu vaat eden ümitler şimdi terk ettiler bizi birer birer” oluyor.
Batsın bu dünya o zaman! Debelenip debelenip de bir türlü ayağa kalkamayan milletin bir katarsis yolu
bulması gerekiyordu. Üç şey aracı
oldu bu katarsise: Gırgır öncülüğünde mizah, Yeşilçam ve arabesk. Gırgır ve özellikle Kemal Sunal filmleri çaresizlik içinde debelenen millete ayna tutup “İşte halimiz bu.
N’edelim? Bari ağlanacak halimize
gülelim!” derken arabesk müzik önce bu toplu histeri haline ismini verdi -arabesk-, sonra da insanların
içinde birikmiş isyankar duygulara
tercüman oldu.
80’ler, arabesk y›llar...
Şu noktaya kadar okuyup da “Neden arabesk?” diye soran varsa
“Aah, ah!” diyorum. Geçenlerde
fark ettim ki son birkaç yıldır ne zaman bir yoğun çalışma döneminden
geçiyor olsam şarkı listesine diziyorum “baba”ları, “kral”ları, “Ben zateğğn her acınığğn tiryakisiğ olmuşuğmm” diyerek açıyorum
dosyayı, “Bu benim meselemm
derin meselemm” diyerek yazıyorum, “Söylenecek gibi değil,
değil dostlarım” diyerek okuyorum ıkınarak yazdığım satırları. Debeleniyorum debeleniyorum, ama öyle geliyor ki bir
türlü ilerleme kaydedemiyorum. Çaresizce “Aaa Aaa!” diye bağırasım gelip bağıramayınca, işte, kendimi İbo’nun
kollarına bırakıyorum (mecazen, lütfen): “Ben insan değil
miyimmm? Ben kulun değil
miyimm?” Sizlere bir vakitler
bunu milletçe yaptığımızı, ken-
dimizi arabeskin kollarına bıraktığımızı anlatmaya çalışıyorum.
Arabesk için depresyon müziği demek yanlış olur. Depresifler dibe
vurduğunu düşünür ve çabalamayı
bırakır, boş verir, her şeyi koyverir.
Arabesk hallerde ise ulaşılmak istenen bir amaç vardır. Onun için çabalanır, ama bir türlü sonuca varılamaz. Arabesk insan yılsa da amaçtan vazgeçmez, bir tekerlek içinde
dönüp duran denek fare misali yaşar gider. Çaresizlik ve umutsuzluk
içinde bir feryat, meçhule giden bir
hayat çizgisine yoldaştır arabesk.
Ya siyah ya beyazdır hayatlar, ortası yoktur. Arabesk kahramanımız diğer dünyaya giriverse ya horlanır ya
da kendisi mutsuz olup ait olduğu
hayata dönerdi. Küçük Emrah meşhur şarkıcı olsa da annesinin şantajcı amcasının tecavüzüne uğramasına, Hülya Avşar dolmuş şoförü
İbo’ya aşık olsa da İbo’nun annesinin onu mahalle kızı Pembe Mutlu’yla evermesine engel olamazdı.
Arabesk dünyadan içeri giriş de, dışarı kaçış da yoktu. Bu arabesk dünyada amaç hem bin bir sebepten kavuşulamayan sevgili hem de ulaşılamayan güzel bir hayattır. Şarkının
bir mısraında “Ben böyle hasrete
böyle yokluğa nasıl isyan etmem,
nasıl kahretmem?” denirken sonraki mısraında “Bir vefasız yarin düştüm eline” diye aşkın ıstırabından
dem vurulur. Sevgiliye ulaşamama
ve zor hayat şartları bir kısır döngüdür. İçine hapsolunmuş bu dünyada, bu çıkmazın ortasında bir türlü
aradıkları mutluluğu bulamazlar
arabesk insanları. Ne yaparlar peki?
“Arabesk isyan›md›!”
Hani ben iş güç içinde debelenirken
“Aaa, aaa!” diye bağırmak istiyo-
rum ya, arabesk müzik de
bu “Ya yiter ya!” türü bir
dışavurum aracıdır. “İnim
inim inle ölme istemem”
diye beddua edilir vicdansız sevgililere. Hatta “Seni Allah bile affetmeyecek” diye gözdağı bile verilir. Acı çekerken arkadan gülen dostun böylesine de isyan edilir. “Derbeder olmuşum ben bu dünyada, bir de bana isyan etme diyorlar” diye isyan
etmemeyi telkin edenlere
de isyan edilerek hak ettikleri cevap verilir. “Bin
sitem etsem de azdır kadere” diye dilek taşlarına
kafa vurularak kadere lanet edilir. Daha da ileri gidilerek (artık bu, isyanda son noktadır) “Madem unutacaktın, beni neden yarattın?” diye Tanrı’ya hesap sorulur.
Baktı ki çok ileri gitti, kendine gelir;
önce Tanrı’dan özür diler arabesk insanı, “Razıyım ya Rabbi razı, ne ise
cezam” diye italik pozisyonda gökyüzüne utangaç bakışlar fırlatır. İnsanoğluna ise “Bazen isyan ettiysem
of, hakkım değil mi?” diye seslenerek empati toplamaya çalışır. Sonra
da suçunu kabul etme ifadesi olarak
başını vatkalı omza 45 derece açıyla
eğip “İnsanız, insanca yaşamaktır
gayemiz” diyerek isyandan vazgeçtiğini anlatır. “Biz görmesek de görecekler var, bitecek dertlerimiz” diyerek hem kadere son bir gözdağı
verir hem de etrafa ümit aşılar. Bu
kadar Polyannacılığa kendisi de
inanmadığı için üstüne bir de “Mutluluk yetinmektir bunu bilmiyorsun.
Neden şu haline şükür etmiyorsun?”
diye yarı azarlar, yarı telkin eder bir
havada kadercilikte karar kılar.
Şu noktada duygu sömürüsü başlar
“Boynu büküklerr” diye, “Ben acılaağğrrr çocuğuyuğmm” diye inatla
vicdanımıza pençeler geçirilmeye
çalışılır. Bu ağlaklığa ne sempatim
ne de tahammülüm var. Acı çekeceksen onurunla yapacaksın bunu!
Akıllı ol! Diğer bir kısım simültane
manik depresyona girer. Onlar kırılgan sesleriyle “Ne bir sevenim var
ne seven bir kalbim... sü-rüü-nü-yorumm!” derken biz göbek mi atalım,
ağlayalım mı şaşırır kalırız.
Arabesk hikayelerin en yaygın sonu
kabulleniştir. Yılgın bir kabulleniş.
“Murat yalan imiş, umutsa hayal,
böyle yaşamaktan ben bıktım usta”
diye dert yanarak, “Sana koşmak isterim, derman yok dizlerimde” diyerek de yenilgi ilan edilir. İşte, 90’la-
ra gelindiğinde arabesk hayatlar ve
arabesk müziğin kaderi de bu oldu:
yenildi, kabullendi, köşesine çekildi.
90’l› y›llar›n
dayan›lmaz kakofonisi
Hani her kafadan bir ses çıkar, bir
kuru gürültü olur, hiçbir şey anlayamaz ambale olursunuz. O gürültü
kakofoni işte. 90’ların başında kabak
çiçeği gibi açıldığımızdan beri hayatımız kakofoni. Arabesk de arada kaynadı gitti. Artık debelenmek yok,
Küçük Amerikan rüyası var. Prenses
Medya’nın dudağına dudağına -olur
da, değer de bir şey oluruz diyerekkurbağa gibi zıp zıp zıplamak var.
Kim ya da ne olduğun fark etmez,
yapabilirsin! Tülin’di, Bayhan’dı
derken hayatımıza giren gündemin
ince güllerinin haddi hesabı yok.
Bunlardan biri olabilme ihtimalini
seven kitleler çaresizlik müziğine sırt
dönüp eller havada dünyasına koşuyor. Milyonların heves ettiği bu Her
Şey Mümkün Dünyası on yılımızın
yalanı ve biz milletçe ayakta uyuyor
olamayız ya! Yazı, Levent Kırca tarzı
didaktik bir sosyal eleştiriye dönmeden bir güzel çark edip soruyorum:
Fena mı oldu yani? Tamam şarkılar
bu kadar zırva, hayatlar bu kadar yoz
olmasa da olurdu. E, ama öyle çaresizlik içinde debelene debelene nereye kadar? Bir millet yapmak isteyip
yapamayarak daha ne kadar idare
edebilirdi sorarım size? Malağın sonunda ayağa kalkmış olması olumlu
bir gelişme değil mi yani? Ayağa
kalkmanın heyecanıyla her yere saldırdı, bir koşu çimenleri üzerinde tepinip mahvetti, olacak o kadar!
Umuyoruz ki malağımız bir noktada
“Ulan ben n’apıyorum? Şu çimeni
tepeceğime yesem de palazlansam
ya!” diyecek. Hadi cici malak, severek ve ilgiyle takip ediyoruz.
a lifetime of type ii errors