Yayımcının Notu

Transkript

Yayımcının Notu
Hamd Suresinin Tefsiri
Merhum
İmam Humeyni (r.a)
7
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla...
8
Hamd Suresinin Tefsiri
Merhum
İmam Humeyni (r.a)
Çeviri:
Kadri Çelik
Edit:
Mustafa Yalçın
Yayımlayan:
İmam Humeyni’nin (r.a) Eserlerini
Düzenleme ve Yayımlama Kurumu
9
Orijinal Adı: Tefsir-i Sure-i Hamd
Merhum İmam Humeyni (r.a)
Yayımlayan: İmam Humeyni’nin (r.a) eserlerini
Düzenleme ve Yayımlama Kurumu
Tercüme: Kadri Çelik
Edit: Mustafa Yalçın
Dizgi ve Mizanpaj: Mücteba Çelik
Birinci Baskı: Eylül, 2007
Tiraj: 1500 Adet
Değeri: 14000 Riyal
Tel: (0098-21) 22290191-5
Fax: 22290478
E-mail: ınternatıonal-dept@imam-khomeini.ır
Website: http://www.imam-khomeini.org
‫تفسیر سوره حمد به زبان ترکی استانبولی‬
Yayımcının Notu
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
Kur’an-ı Kerim’in tefsiri; kıraat, tecvit ve Kur’an tarihi ilimleriyle
birlikte Peygamber (s.a.a) asrına kadar uzanan ilimlerden biridir.
Eskiden günümüze kadar tefsir hususunda çok geniş ve büyük
gayretler gösterilmiştir. Alim ve bilginlerden her biri kendi güçleri
oranında bu yolda çaba göstermiş ve çeşitli tefsirleri kaleme
almışladır.
Farklı tefsirlerde edebi konular, kıraat ihtilafları, ayetlerin nüzul
sebebi, ayetlerin beyanı, ahkam ayetlerinin açıklanması; ahlaki,
kelamî, irfanî, hikmetî, içtimai ve siyasi konular göze çarpmaktadır.
10
Müfessirlerden her biri kendi eserlerinde yukarıdaki konulardan bir
veya bir kaçını ele almaya çalışmışlardır. Onlar tefsir hakkında sahip
oldukları derklerine uygun olarak ve ilmi geçmişleri ve uzmanlıkları
esasınca uyumlu olarak çaba göstermişler ve bu ilahi kitabın
sırlarından birer perde kaldırmaya çalışmışlardır. Çünkü tefsir
hakikatte ilahi ayetlerden perde kaldırma anlamındadır.
Nitekim İmam Humeyni (r.a) bu konuda şöyle demiştir: “Genel
anlamda kitabın tefsiri o kitabın hedeflerini açıklamak demektir. Ve
kitaba bakışta önemli olan, kitap sahibinin hedeflerini beyan etmektir.
Bu kitab-ı şerif Allah-u Teala’nın da tanıklık ettiği üzere hidayet ve
eğitim kitabıdır. İnsanlık yolunu kat etmenin nurudur. Dolayısıyla da
müfessir bir insan Kur’an’ın kıssalarının her birinde, hatta ayetlerinin
her birinde, gayp alemine hidayet olma boyutunu, saadet yoluna
kılavuzluk niteliğini, insanlık ve marifet yolunu kat etme şeklini
okuyucusuna öğretmelidir. Müfessir kimse bizlere tefsirlerde yer aldığı
üzere “nüzul “sebebi”ni değil, “nüzulün hedefini” anlattığı takdirde
müfessirdir.”1
İmam (r.a) bu görüş ve düşünceyle kendi eserlerinde ve
konuşmalarında Kur’an’ın hedeflerini beyan etmeye çalışmıştır. Bu
vesileyle nefisleri terbiye için bir yol açmak istemiştir. Bu yüzden
imam (r.a) çeşitli tefsir metotlarından istifade etmiş ve bazı metotlarda
adeta diğerlerinden öne geçmiştir. İmam Humeyni Kur’an sırlarının
üzerindeki örtüleri kaldırarak hakikati arayan kimselere onun
hedeflerini aydınlatmaya çalışmıştır.
Kur’an’ın ruhu ve bu nurani sahifeden ve semavi sofradan ilham,
İmam’ın bütün amel, söz ve yazılarında açık bir şekilde göze
çarpmaktadır. Ama İmam’ın Kur’an’ın anlama hakkındaki özel
eserleri birkaç kısma ayrılabilir:
Kur’an surelerinden bazılarının kâmil tefsiri, fıkhi ve usuli
eserlerinde ahkam ayetlerinin tefsiri, konularla uyumlu olarak dağınık
şekilde bazı ayetlerin tefsiri, irfanî, ahlakî, siyasi ve içtimai alanlarda
farklı yerlerde Kur’an ayetlerini şahit olarak göstermek ve uyarlamak.
İmam Humeyni’nin (r.a) eserlerini düzenleme ve yayımlama
kurumu, sahip olduğu sorumluluk esasınca İmam Humeyni’nin (r.a)
1
Adab’us Salat, s. 193-195
11
bütün Kur’anî ve tefsirî eserlerini, Kur’an hakkındaki bakış açısıyla
birlikte munazzam ve düzenli bir mecmua olarak yayınlama kararı ve
azmindedir. Hamd suresinin tefsiri ilgi duyan okuyuculara sunulan bu
mecmuanın ilk eseri konumundadır.
İmam’ın (r.a) bir sureyi kâmil bir şekilde tefsir ettiği hususlardaki
tefsir metodu irfani ve terbiyevi bir metottur. Zira imam (r.a)’a göre
Kur’an birçok marifetleri barındırmakta ve insanı terbiye etmektedir.
Bu metot bazı geçmiş âlimlerin eserlerinde de göze çarpmaktadır. O
alimler de kendi tefsirlerini hikmet, irfan ve ahlaka faydalı metotlarla
kaleme almışlardır. Örneğin Abdurrezzak Kaşani’nin Te’vilat’ul
Kur’an, Meybudi’nin Keşf’ul Esrar adlı tefsiri, Sadruddin Konevi’nin
Suret’ul Fatiha ve İ’caz’ul Beyan fi Te’vil’il Kur’an ve Sadr’ul
Muteellihin Şirazi’nin Tefsir’ul Kur’an’il Kerim adlı eseri.
İmam Humeyni’nin Fatihat’ul Kitab adlı tefsiri de birçok irfanî
incelikler ve dakik hususları içermektedir. Bu incelikler söz konusu
kitabı başkalarından iktibas edilmiş olan eserlerden daha yüce ve üstün
bir konuma getirmiştir. Kur’an’ı yakından tanıyan zamanımızın büyük
önderi İmam Humeyni (r.a) bu hakikatleri derk etmiş ve kaleme alıp
beyan etmiştir. Hamd suresi hakkında İmam’ın tefsiri ile diğer nazar
ve irfan ehli müfessirlerin eserlerinin mukayese edilmesi marifet ehli
kimselere bu hakikati açığa çıkarmaktadır ki bunu açıklamanın yeri
olmadığından geçiyoruz. Kur’an hakkında İmam’ın eserlerinin önemi
ve konumuna teveccühen ilk etapta işaret edildiği gibi İmam’ın eserler
mecmuasını Hamd suresi tefsirinde bir araya getirmiş olduk. Şimdiye
kadar İmam Humeyni’nin (r.a) yayımlanan ve meşhur olan Hamd
suresinin tefsiri sadece İmam’ın 1980 yılında beyan ettiği tefsir
dersleri idi. Bu dersler ise sadece Bismillahirrahmanirrahim ve Hamd
suresi ile ilgili konuları –o da kâmil bir şekilde değildir- içermekte idi.
Bu yüzden bazı kimseler İmam’ın Hamd suresi hakkındaki bütün
eserlerinin bu kadar olduğu kanısına kapılmışlardır. Elinizdeki kitap
bu kanıyı düzeltmek amacıyla dört bölüm olarak düzenlenmiştir,
böylece Hamd suresi hakkında İmam’ın (r.a) eserleri kâmil bir
mecmua şeklinde Kur’anî marifet taliplerine sunulmuştur.
Birinci bölüm Hamd suresi ile ilgili olarak değerli Sırr’us Salât
kitabında kıraat hakkında yer alan özet bir tefsir konusudur. Bu eser
1939 yılında kaleme alınmıştır.
12
İkinci bölüm ise Sırr’us Salât kitabındaki Hamd suresinin tefsirinin
beyan ve tafsili olarak kabul edilebilecek olan tefsir konularıdır. Bu
bölüm de 1942 yılında kıraat bahsi münasebetiyle Adab’us Salât
kitabında yer almıştır.
Üçüncü bölüm ise imam’ın beş derslik tefsir kitabıdır. Bu tefsir
dersleri 1980 yılında İran İslam Cumhuriyeti televizyonundan
yayınlanmıştır. İmam Humeyni’nin hastalığı ve bu tür konuların
muhalif olan bazı muhafazakârların muhalefeti sebebiyle bu tefsir
dersleri tatil olmuş ve böylece marifete susamış kimseler bundan
mahrum kalmışlardır. Bu bölüm büyük bir özen gösterilerek edit
edilmiş İmam’ın sözlerinin değiştirilmemesine gayret gösterilmiş ve
bu sebeple de konuşma tonunun yazı kalıbına dönüştürülmesinden
dahi istifade edilmemiştir. Sadece İmam’ın sözlerinin daha iyi
anlaşılması için mecburi kaldığımız bazı değişiklikler ve eklemeler
yapılmıştır.
Dördüncü bölüm ise Bismillah ve Hamd suresinin diğer ayetlerinin
anlamı hususunda imam’ın yazılı ve sözlü eserlerinde dağınık olarak
bulunan bölümlerden oluşmaktadır. Ayrıca işaret etmek gerekir ki bu
bölümde yer alan konulardan bazısı İmamın yazılı eserlerinden Arapça
olarak seçilmiştir. Emaneti korumak için Arapça metin aynen koyu
olarak aktarılmış ve hemen altında ise Farsça tercümesi italik harflerle
takdim edilmiştir. Ayrıca söylemek gerekir ki bu bölümdeki bazı
hususlar uyarlama, hatırlatma, öğüt ve nasihat boyutuna sahiptir ve
yaygın anlamda tefsir şeklinden uzaktır. Ama bunların da aktarılması
göz önünde bulundurulan kapsamlılığa yardım etmektedir.
İmam’ın eserlerini yayımlama ve düzenleme kurumu tarafından
basılan diğer eserler gibi bu eserin düzenlenmesinde de İmam
Humeyni’nin notları (yıldız şeklinde belirtilmiştir), dipnot, Arapça
metnin tercümesi ve gerekli fihristlere de yer verilmiştir ki
araştırmacılar ve değerli görüş sahibi kimseler bu eserden daha kolay
istifade edebilsin. İnsanları hidayete çağıran İmam Humeyni’nin (r.a)
bu nurani eserinin de halis İslam taliplerinin kalplerine aydınlık
vermesini, bu büyük müfessirin tertemiz ruhunun ilahi yakınlık
dergâhında huzur ve güven içinde Kur’an’ın Müslümanların izzet dolu
hayat sahnelerinde her gün daha fazla yer almasının tecellilerine şahit
olmasını ümit ediyoruz.
13
İmam Humeyni’nin Eserlerini
Yayımlama ve Düzenleme Kurumu
14
Birinci Bölüm
Hamd Suresinin Tefsiri
(Sırru’s Salât Kitabından)
Hamd Suresindeki Bazı Sırlara Kısa Bir İşaret
Bil ki, marifet ehli kimseler, her surenin besmelesinin, sadece o
sureye ait olduğunu kabul etmektedirler. Bu yüzden, her surenin
besmelesi, diğer bir suredeki besmeleden apayrı bir anlam taşır. Hatta
herhangi bir söz ve fiilde besmele çeken bir kimsenin besmelesi bile,
başkasının söylediği besmeleden farklıdır.
Bu konunun icmali beyanı da şudur ki ispat edildiği üzere
mukaddes egemen akılların en son noktasından, madde ve tabiat
âleminin en alt sırasına kadar bütün bir varlık âlemi, ismullah-i a’zam
makamının zuhuru ve fiilî isimlerin anası olan mutlak meşiyyet
tecellisinin zuhur yeridir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “varlık âlemi,
“bismillahi’r rahmani’r rahim” ile zahir oldu.”1
Eğer mazhar ve taayyünât kesretlerini mülahaza edecek olursak, her
isim, hemen ardından vaki olan o fiil veya sözün zuhurundan ibarettir.
Allah’a doğru sülûk üzere bulunan kişinin seyirdeki ilk adımı,
ismullah ile bütün taayyünâtın zahir olduğunu, hatta hepsinin
ismullahın kendisi olduğunu kalbine anlatmasıdır. Bu müşahedede
isimler muhteliftir. Her ismin açılma ve daralması, ihatası ve
ihatasızlığı zuhur yerine ve kendisinde zuhur ettiği aynaya bağlıdır.
Nitekim kendi yerinde de açıklandığı üzere ismullah, gerçi
tahakkuk aslına göre mazharlardan önceliklidir ve onların mukavvimi
ve kayyumudur. Ama taayyün hasebiyle onlardan sonradır. Salik
kimse görecelikleri attığı, taayyünâtı terk ettiği ve fiil tevhidinin sırrına
ulaştığı zaman bütün sureler, sözler ve fiillerin bir tek “bismillah”ı olur
ve hepsinin anlamı da bir tek anlam haline dönüşür.
İlk itibara göre Kur’an sureleri arasında mübarek hamd süresindeki
“bismillah”tan, daha kapsamlı ve ihata edici bir isim yoktur. Nitekim
Hz. Ali’ye mensup olan meşhur hadisten de bu hakikat
anlaşılmaktadır. Çünkü onun taalluk ettiği şey, diğer taalluk edilen
şeylerden daha kapsayıcıdır. Nitekim marifet ehlinin de dediği gibi,
“el-hamd”, gaybi alemlere işaret olup salt ilahi övgü ve hamtlardan
1
Bismillahın anlamı hakkındaki bu yorumu, Muhyiddin-i Arabî, Futuhat’ul
Mekkiyye c. 2, s. 133’ten nakletmiştir.
13
ibarettir. Onların hamd lisanları da zat lisanıdır. “Rabbi’l âlemin” de,
noksandan kemale ve mülkten melekûta döndürmek olan rububiyet
makamı hasebiyle ismullahın tabiat aynasındaki zuhurudur. O da mülk
âleminin cevherine özgüdür. Rahmaniyet ve rahimiyet ise rububiyete
has sıfatlardandır.
“Malik-i yevm’id-din” ise mutlak dönüşe ve kıyamet-i kübra’ya
işarettir.
Ezel şafağı söktüğünde ve kıyamet günü güneşi doğduğunda ahadî
tecelli nuru arifin kalbine tecelli edince salik kimse mutlak huzura
kavuşur. Böylece huzurî bir muhatab ile üns mahfilinde ve mukaddes
makamda “iyyake na’budu ve iyyake nesteîn” der. Ahadiyyet
cezbesinden kendisine gelince ve “mahvdan sonraki sahv” makamı
hâsıl olunca, bu Allah’a doğru seyr-u sülûkta kendisine ve dostlarına
hidayet makamını diler.
O halde hamd suresi; aynilik, ilim, tahakkuk, sülük, mahv, sahv,
irşat ve hidayet bakımından varlık silsilesinin tamamıdır. Onun
mazharı olan isim de, ismullahi’l a’zam ve mutlak meşiyyettir. O,
kitabın anahtarı, kilidi, girişi ve sonudur. Nitekim ismullah da zuhur,
batın, anahtar ve kilittir: “Allah göklerin ve yerin nurudur.”1
O halde, bu surenin tefsiri, ehl-i marifetin zevkine göre şöyledir:
mutlak meşiyyet makamı ve ilahî ism-i a’zam olan, mutlak varlık
genişliği olan rahmanî meşiyyet makamına ve varlığın kemalinin
genişliği olan rahimî meşiyyet makamına sahip bulunan ismullahın
zuhuruyla, mutlak hamd âlemi ve hamdlerin aslı -ki gaybî ilk taayyün
makamından, misal âleminin ufkunun sonuna ve ilk berzaha kadardırAllah’a aittir, yani bizzat Allah olan ism-i cami makamı için sabittir.
Gayrilik ve tabiatın zuhuru makamı olan rububiyyet ve âlemlerin
terbiyesi makamı O’na aittir.
Bu rububiyyet makamı, istidatlı maddelerde rahmaniyyetle feyzi
döşeyen rububi rahmaniyyet ve rahimiyyetle zahir olur; madde
beşiğinde rahimiyyetin zuhuruyla onları terbiye eder ve kendi özel
makamına ulaştırır. O, mâlikiyet kabzasıyla varlık zerrelerinin tamamı
kabzeden ve gayb makamına döndüren “mâlik-i yevm’id-din”dir:
1
14
Nur/35
“...başlangıçta
sizi
yarattığı
gibi
döneceksiniz.”1
Bu,
“bismillahirrahmanirrahim”de icmalî ve “hamd”da da tafsili olarak
zikredilmiş bulunan varlık dairesinin tamamıdır ve nitekim hadiste
geçtiği üzere.2 “mâlik-i yevmiddin”e kadar Hakk’a özgüdür.
“Oku ve yüksel” basamağıyla Allah’a doğru yükselen sâlik ve
“namaz müminin miracıdır” miracıyla uruc eden (yücelen) kul, bütün
mevcudatın Allah’a döndüğünü ve tahakkuk aleminin Hakk’ta fenaya
erdiğini müşahede eder ve Hakk onun için vahdaniyetle tecelli eder.
Fıtrat diliyle: “iyyake na’budu ve iyyake nestaîn” diye tevhidi dile
getirir
İnsan-ı kâmilin fıtrat nuru cüz’i nurların bütününü kuşattığı ve
ibadet ve teveccühü, tahakkuk aleminin teveccüh olduğu için de çoğul
sığasıyla şöyle ifade eder: “Allah’ı tesbih ettik, sonra melekler tesbih
ettiler. Biz Allah’ı takdis ettik, sonra da melekler takdis ettiler. Eğer
biz olmasaydık melekler tesbih etmezlerdi...”3
Sâlik, kendini ve varlığını ve benliğini baştan ayağa zât-ı
mukaddes’e takdim ettiği ve Hakk’tan başka her şeyi mahvettiğinde,
ahadi gayb makamından olan ezelî inayet, feyz-i akdes’le onu kapsar,
onu kendisine getirir, onun için mahvdan sonra sahv makamı hasıl olur
ve hakkanî varlıkla kendi memleketine irca döner. Ve kesrette vâki
bulunduğu zaman da, firak ve nifaktan korkar, mutlak hidayet olan
hidayetinin (çünkü sair mevcudat, insan-ı kâmilin mübarek ağacının
dalları ve yapraklarındandır) “mağdubî aleyhim” ve “dallin” olan ifrat
ve tefrit sınırından hariç bulunan insanlığın sırat-ı müstakimine -ki
ismu’l câmi’e doğru seyir ve ismullahi’l azam makamına dönüştürdoğru olmasını talep eder. Veya vahdetin kesrete ve kesretin de
vahdete galebe çalmadığı, “mağdubî aleyhim” mertebesi olan vahdetin
kesret hicabıyla hicaplanması ile celâl-i kibriya konusunda “dallin” ve
hayrete düşenler makamı olan kesretin vahdetle hicaplanması
arasındaki vasat sınır makamı sayılan berzahiyyet makamına doğru
hidayeti talep eder.
1
A’raf/29.
Bihar’ul Envar c.1, s.226, Kitab’ul Kur’an, 29. Bab, 3. hadis
3
Uyun-i Ahbar’ir Rıza, c. 1, s. 262, 26. Bab, 22. hadis; Bihar’ul Envar, c. 25, s.
1, Kitab’ul İmamet, Ebvab-u Halkihim, Tinetihim ve Ervahihim bablarından birinci
babın rivayetleri
2
15
Vasl
Tevhid’de, imam Rıza’nın (a.s), besmelenin tefsiri sorulduğunda
şöyle dediği rivayet edilir: “insan ‘bismillah’ demekle kendisine
Allah’ın simelerinden (nişanelerinden) bir sime (nişane) koymuş olur.
Bu sime (nişane) ise ibadettir.” Ravi, “sime” nedir?”Diye sorunca da
İmam, “nişanedir” diye buyurmuştur.1
Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere sâlik kimse, ibadette
ismullah makamını gerçekleştirmiş olmalıdır. Ve bu makama erişmek,
rububiyyet makamında fenadan ibaret olan ubudiyetin hakikatidir.
İnsan varlık ve benlik hicabında bulundukça ubudiyyet giysisinde
değildir; hatta bencil ve kendini beğenendir; mabudu ise nefsanî
hevesleridir: “hevesi ilah edineni gördün mü?” 2
Görüşü de; kendisini ve Adem’i (a.s) enaniyyet hicabı içinde gören,
kendisini O’ndan üstün tutarak, “beni ateşten, onu ise çamurdan
yarattın”3 diyen ve dergâhın mukarreplerinin kutsal makamından tard
edilen lanetli iblisin görüşüdür.
O halde, “bismillah” diyen kimse eğer nefsini “simetullah” ve
“alâmetullah” ile muttasıf kılar, ismiyyet makamına ulaşır ve görüşü,
tahakkuk alemini -ki kendisi de onun bir özetidir- ismullah olarak
gören adem’in (a.s) görüşü olursa “ve adem’e bütün isimleri
öğretti”4 bu durumda, isimlenmesi hakikî isimlendirmedir ve kendisi
de, varlık ve benliğin atılması, mukaddes izzete bağlanma ve Allaha
bağlanmaktan ibaret olan ibadet makamına erişmiş sayılır.
Nitekim Hz. İmam Cafer Sadık’tan rivayet olunan “rizam”
hadisinde şöyle buyrulmuştur: “... Niyet ederek yöneldiğinin ve
yardım talep ettiğinin dışındakilerle olan bağlarını keser...”5
Salik kimse ismiyyet makamına ulaştığında, kendisini uluhiyette
boğulmuş olarak görür: “ubudiyyet, özü rububiyyet olan bir
cevherdir.”6 Sonra kendisini ve aynı şekilde diğer varlıkları da ismullah, alâmetullah ve Allah’ta fâni olarak görür. Eğer kâmil veli olursa,
1
et-Tevhid, s. 229, Bab 31, Hadis 1 ve Mean’il Ahbar, s.3
Furkan/43.
3
Araf/12 ve Sâd/76.
4
Bakara/31
5
Felah’us Sail, s.25
6
Misbahu’ş Şeriat, Bab 100.
2
16
ism-i mutlakı tahakkuk ettirir, onun için mutlak ubudiyyet makamı
hasıl olur ve hakikî anlamda “Abdullah” olur.
“Kulunu götüren münezzehtir”1 ayet-i şerifesindeki kul ifadesi;
belki de yakınlık miracına, kuds ufkuna ve üns mahfiline yükselmenin
sadece ubudiyyet ve muhtaçlık adımı ve varlık, benlik ve istiklal
tozunu gidermekle mümkün olduğu içindir.
Teşehhüdde iken risalete şahadet, ubudiyyete şahadetten sonradır;
çünkü ubudiyyet, risaletin merdivenidir ve müminlerin mi’racı ve
nübüvvet miracının zuhur yeri olan namaz da, ubudiyyetin hakikati
olan bismillah ile hicaplar kaldırıldıktan sonra başlar:
“Nebisini mutlak ubudiyyet merdiveniyle götüren münezzehtir.”
Böylece onu ubudiyyet adımı ile ehadiyyet ufkuna cezp etti, mülk
ve melekût ülkesinden ve ceberut ve lâhut memleketinden kurtardı; o
pâk nurun gölgesiyle gölgelenen diğer kulları, Allah’ın nişanelerinden
bir nişaneyle ve ubudiyyetin bâtını olan ismullahın tahakkuk
merdiveniyle yakınlık miracına ulaştırdı.
Sâlik, varlık dairesini ismullah olarak gördüğünde, sülük adımı
ölçüsünce Allah’ın kitabının fatihasına ve Allah’ın hazinesinin
anahtarına giriş yapabilir. Böylece tüm senâları ve hamtları Hakk’a ism-i cami makamına- irca eder ve varlıklardan hiç bir varlık için
fazilet ve üstünlük düşünmez; çünkü fazilet ve kemalin Hakk’tan
başka bir varlık için ispatı, ismiyyet düşüncesiyle aykırılık arz eder.
Eğer “bismillah”ı hakikatiyle söylemişse, “elhamdu lillah”ı da
hakikatiyle söyleyebilir. Eğer iblis gibi yaratılmışların hicabı içinde
isim makamından örtülü olursa, hamtları da Hakk’a döndüremez.
Enaniyyet perdesinde bulunduğu sürece, ubudiyyet ve ismiyyete
karşı örtülü olur; bu makamdan mahrum oldukça, hâmidiyyet
makamına ulaşamaz. Eğer ubudiyyet adımı ve ismiyyet hakikati ile
hâmidiyyet makamına ulaşırsa, hâmidiyyet sıfatını da Hakk için sabit
bilir ve Hakk’ı “hâmid” ve “mahmud” sayar ve görür.
O halde, kendisini hâmid ve Hakk’ı mahmûd gördüğü müddetçe
Hakk’ın hâmidi değildir, tam tersine Hakk’ın ve halkın hâmididir,
hatta yalnızca kendisinin hâmidi olur ve Hakk ve O’nun hamdine karşı
örtülü bulunur. Hâmidiyyet makamına ulaştığında, “sen, kendini sena
1
Îsra/1
17
ettiğin gibisin”1 der ve iddia içeren ve mahmudiyyet ispatı ile
birliktelik içinde bulunan hâmidiyyet hicabından çıkmış olur.
Bu durumda sâlik kulun sözü şöyle olur: “O’nun adıyla; hamd
O’nadır, O’ndandır ve O’nun içindir...”
Bu, hadis-i şerifte işaret edilen nafilelerin yakınlığının neticesidir.
Nitekim şöyle buyurulmuştur: “O’nu sevdiğimde, O’nun kulağı, gözü
ve lisanı olurum...’2
“Rabb’il Alemin”
Eğer “âlemin”, a’yân-ı sabite olan isimlerin suretleriyse zâtî
rububiyyet olur ve ismullah-i a’zam olan zatî uluhiyyet makamına
döner. Çünkü a’yân-ı sabite, vâhidiyyet makamındaki zatî tecelliyle,
feyz-i akdes’in tecellisi sayesinde zahir olan ism-i camiye tabi olarak
ilmî tahakkuk elde etmişlerdir.
O mukaddes makamda rububiyyetin manası, tecellisiyle bütün
isimlerin zahir olduğu, evvela insan-ı kâmilin ayn-ı sabitinin ve sonra
da diğer a’yânın onun gölgesinde zuhur ettiği uluhiyyet makamı ile
tecelli etmektir ve rahmaniyyet ve rahimiyyet de, hüviyet gaybından
mutlak şahadet ufkuna kadar bu a’yanın izharının ta kendisidir.
Mayalarındaki aşk fıtratı ve mutlak kemal muhabbetinin ortaya
çıkarılışıdır. Alınlarını kapsayan sevk edici aşk fıtratı ve malikî kahrî
cezbe sayesinde vahidiyet kemalinin denizinde boğulmaktan ibaret
olan mutlak mükafat makamına nail olurlar.
“îyi bilin ki, işler sonunda Allah’a döner.”3
O halde bu durumda, emellerin gayesi, hareketlerin nihayeti,
iştiyakların sonu, mevcudatın dönüş yeri, kâinatın ma’şuku, aşıkların
mahbubu ve meczupların matlûbu zât-ı mukaddes’tir.
Gerçi bizzat kendileri bu matlûba karşı örtülü olsalar da ve
1
Allah Resulü’nün secdede şöyle dua ettiği nakledilmiştir: “Senden sana
sığınırım…Sana övgüleri saymak mümkün değil. Sen kendini övdüğün gibisin.”
(Furu’-i Kafi, c.3, s.324, Kitab’us Salat, Bab’us Sucud ve’t Tesbih…, 12. hadis;
Misbah’ul Müteheccid, s.308; Misbah’uş Şeria, 5. Bab; Avali’l Leali, c.1, s.389, 21.
hadis
2
Usul-i Kafi, c.2, s.352, Kitab’ul İman ve’l Kufr, Bab-u Men eze’l Müslimine ve
İhtekerehum, 8. hadis
3
Şura/53.
18
kendilerini âbid, âşık, tâlib, meczup ve diğer şeyler olarak görseler de
hakikat budur.
Bu büyük hicap, sâlik-i ilallahın marifet adımıyla yırtması gereken
fıtrat hicabıdır. Bu makama ulaşmadıkça “iyyake na’budu” demeye
hakkı yoktur. Yani “senden başkasını istemiyoruz, senden başkasını
arıyor değiliz, senden başkasının isteklisi olmayacağız, senden
gayrisine sena etmeyiz ve hiçbir işte senden başkasından yardım
beklemeyiz” demeye hakkı yoktur. Aşağılık maddenin en alt
mertebesinden a’yân-ı sabitenin en üst gayb mertebesine kadar
mevcudat silsilesi ve kâinat zerreleri olarak tümümüz Hakk’ı talep
eden ve Hakk’ı arayanlarız…
“herkes her istenilende seni talep eder
Ve her sevilende senin aşkını tadar…”
“...insanları üzerine yarattığı Allah’ın fıtratı.”1
“göklerde ve yerde olanlar O’nu teşsbih ederler.”2
Bu müşahede sâlik kimseye nasip olduğunda, mülkî kuvvetlerden
gaybî sırlara kadar varlığının bütün parçalarını, kendisini ve varlık
silsilesinin tamamını Hakk’ın aşığı ve talibi olarak gördüğünde, bu
aşıklığı ve muhabbeti izhar ettiğinde, vusul için Hakk’tan yardım talep
eder ve sırat-ı müstakime hidayeti ister. Bu sırat-i müstakim ise
insanın rabbinin sıratıdır, “rabbim elbette sırat-ı müstakim
üzeredir.”3 ve bu sırat, ayn-ı sabitin Allah makamına rücûundan ve
kusur veya taksir sayılan diğer isimlerde değil, O’nda fena olmaktan
ibaret olan en kâmil enbiya ve sıddıklardan “nimet verilenler”in
sıratıdır.
Nitekim şu söz Resul-i Ekrem’e mensuptur: “Kardeşim Musa’nın
sağ gözü görmezdi; kardeşim İsa’nın da sol gözü. Benimse iki gözüm
var.”
Hz. Musa’da kesret vahdete galebe çalmıştı; Hz. İsa’da da vahdet
kesrete üstün gelmişti. Son peygamber’de ise, vasat sınırı ve sırat-ı
müstakim olan berzahiyyet-i kübra makamı vardı.
Buraya kadar surenin tefsiri, “alemin”in, ayanlar makamı olduğu
esasına dayalıydı. Eğer “alemin”den kasıt zâti isimler veya sıfatî
1
Rum/30
Haşr/22
3
Hud/56
2
19
isimler veya fiilî isimler veya mücerret alemler ya da maddî alemler
veya her ikisi ya da hepsi olursa, surenin tefsiri farklılaşır.
Nitekim eğer “bismillah...” Ayet-i şerifesindeki “ismullah”, da
meşiyyet makamından başka, diğer zatî isimler, örneğin a’yân-ı sabite,
a’yân-ı mevcude veya gayb ve şehadet alemleri veya insan-ı kâmil
olursa bu durumda da surenin tamamının tefsiri farklılaşır.
Aynı şekilde, eğer “Allah”, zâtî veya zuhuri uluhiyyet olursa;
“besmele”deki “rahman” ve “rahim”, “ism” veya “Allah” için sıfat
olursa sure-i şerifenin tefsiri farklılaşır.
Hakeza “besmele”deki “ba” harfi yardım dileme veya teşebbüste
bulunma, ya da “zahir oldu” fiiline ait olursa veya surenin kendisine
veya parçalarından her birine ait olursa yine farklılıklar meydana gelir.
Aynı şekilde, kurrâ kimsenin (okuyucunun) kesret hicabı veya vahdet galebesi veya mahvdan sonra sahv veya daha önce zikredilmiş
bulunan diğer makamlarda oluşu sebebiyle de surenin farklı şekilde
tefsiri söz konusudur.
Bunların tamamını ve ilahî kuşatıcı kelam olan Kur’an’ın hakikî
tefsirini ihata etmek, yazarın benzeri kimselerin gücünün dışındadır,
“Kur’an’ı yalnızca Kur’an’ın kendisine hitap ettiği kimse
tanıyabilir.”1
Bu zikredilenler de ihtimal esasına dayalı açıklamalardır. Doğru
yola hidayet eden sadece Allah’tır.
1
20
Bihar’ul Envar, c.46, s.349, Tarih’ul İmam Muhammed Bakır, 20. Bab, 2. hadis
İkinci Bölüm
Hamd Suresinin Tefsiri
(Adab’us Salat Kitabından)
Mübarek Hamd Suresinin Kısaca Bir Tefsiri İle Allah’a
Hamd Etme ve Kıraat Adabı Hakkında
Bil ki âlimler “bismillahirrahmanirrahim” cümlesindeki “ba”
harfinin ait olduğu şey hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Herkes ilim ve
irfan hususundaki meşrebi esasınca, onun için bir müteallik (ilgili
olduğu bir şey) zikretmiştir. Nitekim edebiyat âlimleri “iptida”
(başlangıç) maddesinden veya örneğin “istianet” (yardım dilemek)
maddesinden türediğini ifade etmiş ve takdire almışlardır. Bazı
rivayetlerde şöyle yer almıştır: “bismillah, yani Allah’tan yardım
dilerim.”1 Bu yorum ehl-i sünnet’in zevkine daha uygundur. Nitekim
bu hususta da birçok rivayetler de yaygındır. Birçok hadislerin ihtilafı
da bu anlama yüklenmiştir. Dolayısıyla da bu bölümde “bismillah”
hakkında İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yani nefsimi Allah’ın
alametlerinden bir alametle işaretliyorum.”2 veya “istianet” (yardım
dilemek) hakikati ehl-i sünnet’in derk ettiği anlamdan daha ince bir
anlam ifade etmektedir ve bunda tevhidin sırrı, çok dakik bir şekilde
beyan edilmektedir.
Ehl-i marifetten bazısı ise, “bismillahı” “zehere” (zahir oldu, açığa
çıktı) cümlesine mutaallık kılmış ve şöyle demiştir: “yani zeherel
vücud, bi ismillah” (vücud Allah’ın adıyla zahir oldu)3 bu yorum
marifet ehli ve sülûk ve irfan ashabının görüşü hasebiyledir. Onlara
göre bütün varlıklar, kainattaki zerreler, gayb ve şahadet alemleri, ilahi
ve cami’ ismin, yani Allah’ın en büyük isminin tecellisi ile zahir
olmuşlardır. O halde, ya nişane ve alamet veya yücelik ve yükseklik
anlamında olan “ism” kelimesi “feyz-i münbesit ve izafe-i işrakiyye”
(genişleyen feyiz veya nursal bağıntılık) olarak adlandırılan Hakk’ın
genişleyen fiilî tecellisinden ibarettir. Zira bu görüşe görü bütün varlık
alemi; soyut akıllardan tut, vücudun son mertebelerine dek, tümü bu
1
Mean’il Ehbar, Bab-ı Mana “ Allah” azze ve celle, 2. hadis. et- Tevhid, s.231, 31.
Bab, 5. hadis
2
et-Tevhid s. 229, 31. Bölüm, 1. hadis, Meani’l ehbar, s. 3
3
Bismillahın anlamı Hakkındaki bu yorumu Muhyiddin-i Arabi Futuhat’ul
Mekkiyye c. 2, s. 133’te zikretmiştir.
23
feyzin tecessümleri ve bu latifenin tahakkuklarıdır. İlahi ayet-i
şerifelerde ve Ehl-i Beyt’in (a.s) yüce hadislerinde bu görüş, birçok
yerde teyit edilmiştir. Nitekim kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte şöyle
buyurulmuştur: “Allah meşiyyeti bizzat yarattı. Daha sonrada eşyayı
meşiyyetle yarattı.”1 bu hadisi şerifi herkes kendi görüşünce
yorumlamıştır. Hepsinden daha zahiri ise bu irfan görüşüne mutabıktır
ve o da şudur ki, maksat, feyz-i münbesitten (genişleyen feyizden)
ibaret olan fiilî meşiyettir. Eşyadan maksat ise bu latifenin
tecessümleri olan vücudun mertebeleridir. O halde hadisin anlamı
şöyledir: “Allah-u Teala kadimî ve zatî meşiyyetin gölgesi olan fiilî
meşiyyeti, bizzat vasıtasız olarak yaratmıştır. Gayb ve şehadet
alemindeki diğer varlıkları ise, ona tabi olarak yaratmıştır. Seyyid
Muhakkık Damad2 sahip olduğu araştırma ve incelik makamına
rağmen bu hadis-i şerifi çok ilginç bir şekilde yorumlamıştır.3 Nitekim
Merhum Feyz’in4 (r.a) yorumu1 da doğrudan uzaktır.
1
Usul-i Kafi, c. 1. s. 110, Kitab’ut Tevhid, Bab-ul İradeti, inneha min Sifat’il Fiil,
4. hadis; Bihar’ul Envar c. 4, s. 145
2
Mir Muhammed Bakır b. Şemsuddin Muhammed, Mir Damat (H. K. 1631) diye
meşhur olup, İsfahan’da dünyaya gelmiş ve Necef’te vefat etmiştir. Mir Damad,
Şia’nın ender alimlerinden, büyük filozoflarından, akli ve nakli ilimlere sahip
olanlardan biriydi. Bazı fıkhi ve hadis ile ilgili sorunları halletmede eşsiz bir dehaya
sahipti. İbn-i Sina ve Şeyh İşrak’ın felsefesinin H. 17. asırda yaygın hale gelmesinde
ve öğrencisi Molla Sadra’nın Hikmet-i Mütealiyesi için gerekli ortamın oluşmasında
bu büyük filozofun çok büyük katkıları vardır. “Kebesat, Takdisat, Sedr’ul Munteha
ve Haşiye Ala Men La Yehzuruh’ul Fakih” kitapları vardır. Mir Damat şiirlerinde de
kendisini İşrak diye adlandırmıştır.
3
Mirat’ul Ukul, , c, 2, s. 19, ve el-Vafi, c. 1, s. 457
4
Muhammed Muhsin b. eş-Şah Murtaza (Ö. H.K. 1680), Feyz-i Kaşani diye
meşhur olan H. 17. asrın muhaddis, fakih, arif ve filozofudur. Şeyh Behai, Mevla
Muhammed Salih, Seyyid Haşim Behrani ve Molla Sadra’nın öğrencisidir. Molla
Sadra’nın, Feyz üzerinde çok açık etkileri vardır. Allame Meclisi, Seyyid Nimetullah
Cezayiri, Kadı Said Kummi ve oğlu, Feyz-i Kaşani’den istifade etmişlerdir. Yaklaşık
doksan eseri olduğu söylenmiştir. Bunlardan başlıcaları şunlardır: “Tefsir-i Safi, Vafi
fi’l-hadis, Meheccet’ul-Beyza fi Tehzib’il-İhya, Şafi, İlm’ul-Yakin, el-Hekaik,
Kelimat-i Meknune, Usul’ul-Esliyye”
24
Özetle “ism” kelimesi, fiilî tecellinin bizzat kendisinden ibarettir ve
bütün varlık alemi onunla tahakkuk etmiştir. “İsm” kelimesinin ayni ve
reel işlerde kullanımı ise Allah’ın, Allah Resulü'nün ve Ehl-i Beyt’inin
(a.s) dilinde çok yaygındır. Nitekim Ehl-i Beyt şöyle buyurmuştur:
“Esma-i hüsna biziz.”2 Dua-i şerifelerde de “bi ismikellezi tecelleyte
ala filanın” (falana tecelli ettiğin isminle) ifadesi çoktur.3
Her suredeki bismillahın, bizzat o sureye ait olması da
muhtemeldir. Örneğin Hamd suresindeki bismillah, hamda aittir. Bu
da irfani zevke ve marifet ehlinin mesleğine mutabıktır. Zira hamd
edenlerin hamdının ve senada bulunanların senasının da, Allah isminin
kayyumiyetiyle olduğuna işarettir. O halde bütün söz ve amellerin
başındaki “tesmiye” (besmele) –ki şer’i müstahaplardan biridirinsandan ortaya çıkan her amel ve sözün ilahi ismin kayyumiyetiyle
gerçekleştiğini hatırlamak içindir. Zira vücudun bütün zerreleri, Allah
isminin tecessümüdür ve başka bir ifadeyle onlar bizzat Allah’ın
isimleridir. Bu ihtimal üzere kesret görüşünde bismillahın anlamı her
sure, söz ve fiilde farklıdır. Fakihler şöyle demişlerdir: “her sure için
bismillah önceden tayin edilmelidir. Eğer bir sure için bismillah
söylenir de başka bir sure okunursa doğru değildir.”4 Bu fıkhi meslek
açısından da makbuldür ve kesretlerin en büyük ismullahtaki fenası
görüşünce ise bütün bismillahların bir tek anlamı vardır.
Bu iki görüş, vücudun mertebelerinde, gayb ve şuhudun
menzillerinde de söz konusudur. Kesret bakışında ve taayyünlerin
ru’yetinde, varlıklar kesret halindedir; vücud mertebeleri ve alemdeki
taayyünler; rahmaniye, rahimiyye, kahriyye ve lütfiyyenin farklı
isimleridir. Kesretin izmihlali ve vücudî nurların, feyz-i mukaddesin
ezeli nurunda yok oluşunda da, feyz-i mukaddesten ve ilahi cam’i
1
El-Vafi, c. 1, s. 457, Ebvab-u Marifet’is Sifatihi Sübhanehu ve Esmaihi, Bab-us
Sifatı’l Fiil, 4. hadisin beyanında
2
Usul-i Kafi, c. 1, s. 143, Kitab’ud Tevhid, Bab’un Nevadir, 4. hadis
3
Semat adlı dua-i şerifte, Misbah’ul Müteheccid s. 376
4
el- Urvet’ul Vuska, c. 1, s. 459, “Kitab’us-Salat, 24. fasıl fi’l Kırae” 11. mesele.
Müstemsik’ul Urvet’il Vuska, c. 6, s. 183
25
isimden başka bir etki ve haber söz konusu değildir. Bu iki görüş ilahi
isimler ve sıfatlarda da söz konusudur. Birinci bakışa göre Hz.
Vahidiyyet, isim ve sıfatların kesret makamıdır ve bütün kesretler o
hazrettendir. İkinci bakışa göre ise Allah’ın en büyük isminden başka
bir isim ve resim yoktur. Bu iki bakış, hikmete dayalı ve fikir
adımıyladır. Eğer bakış arifane olursa, kalp kapılarının fethi ve kalbi
riyazet ve sülûk adımıyla, Hak Teala, fiilî, ismî ve zatî tecellilerle,
bazen kesret sıfatı, bazen de vahdet sıfatıyla ashabının kalbine tecelli
eder. Kur’an-ı Şerif’te de bu tecellilere işaret edilmiştir. Bazen açıkça
işaret edilmiştir. Örneğin Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Rabbi
dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü.”1
Bazen de işaretle belirtilmiştir. Tıpkı İbrahim’in ve Resulullah’ın,
En’am2 ve Necm3 surelerinin ayet-i şerifelerinde zikredilen
müşahedeleri gibi. Masumların (a.s) dua ve rivayetlerinde de buna
birçok işaretler yapılmıştır. Özellikle de inkarcıların, senet ve metnini
inkar edemeyeceği, özel ve genel, arif ve sıradan herkesin kabul ettiği,
değerli Semat duasında zikredilmiştir. O değerli duada birçok yüce
anlam ve öğretiler mevcuttur. Onun bir parçası bile, arifin kalbini
kendinden geçirmekte ve o ilahi nefhanın nesimi, sâlikin ruhuna
esmektedir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “Dağa tecelli ettiğin, dağı
yerle bir ettiğin ve Musa’yı kendinden geçirdiğin veçhinin nuruna
yemin olsun ve Sina dağında görülen, kendisiyle kulun ve resulün
Musa bin İmran’la konuştuğun azametine yemin olsun ve Sair’de ki
doğuşuna, görülüşüne ve Faran dağındaki zuhuruna yemin olsun…”4
Özetle Allah’a doğru seyreden bir kimse, tesmiye vaktinde kalbine
bütün zahir ve batın varlıkların, gayb ve şahadet alemlerinin,
esmaullahın terbiyesi altında olduğunu, hatta Allah’ın isimlerinin
zuhuruyla zahir olduğunu, bütün hareket ve duruşlarının ve bütün
alemin, Allah’ın en büyük isminin kayyumiyetiyle olduğunu
1
A’raf /143
En’am/ 75-79
3
Necm/ 5-8
4
Semat duasından, Misbah’ul Muteheccid, s. 376
2
26
anlatmalıdır. Dolayısıyla Allah’ı övmesi; ibadeti, itaati, tevhidi ve
ihlası ismullahın kayyumiyetiyledir. Bu makam ve ilahi latife, onun
kalbine yerleşip sağlamlaşınca, ibadetin hedefi olan şiddetli bir
tezekkürden sonra, marifetlerden olan başka bir yol arifin kalbine
açılır, vahdet alemine cezbolur -nitekim Allah-u Teala üns halvetinde
ve kutsal mahfilde kelimi olan Musa bin İmran’a şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz ben Allah’ım, benden başka ilah yoktur; bana kulluk
et; beni anmak için namaz kıl.”1 Burada Allah, namaz kılmanın
hedefini, kendini zikretmek olarak taktir etmiştir- sonunda hal lisanı ve
kalbi, “O’nun övgüsü O’nun kendisinedir”, “ve sen kendini övdüğün
gibisin”2 ve “senden sana sığınırım” 3 hakikatine erişir.
Bu bismillahın “ba” harfinin ait olduğu şeyin sırrının özeti ve ondan
elde edilen marifetlerin bir bölümüdür. Ama “ba” harfinin sırları;
batında alevi velayet makamı olan ve Kur’anî cem’ul cem (topluların
toplusu) makamı sayılan “ba” harfinin altındaki noktanın gizemlerini
beyan etmek ise, daha kapsamlı bir araştırmayı gerektirmektedir.
Ama ismin hakikatine gelince, onun için gaybî, gayb’ul gaybî, sırrî,
sırr’us sırrî, zuhur ve zuhur’uz zuhurî makamı vardır. İsim, Hakk’ın
alameti ve Zat-ı Mukaddes’te fani olduğu hasebiyle de, vahdet ufkuna
daha yakın olan ve kesret alemine daha uzak olan her isim, ismiyet
makamında daha kamildir. Ve isimlerin en kamili ise kesretten, hatta
ilmî kesretten bile münezzeh olan isimdir ve o da zat makamında,
feyz-i akdes makamıyla, gaybî ahadi ve ahmedi tecelliden ibarettir.
“Veya daha da yakınlaştı”4 değerli ayet-i şerifesi de buna işaret
etmektedir.
Bundan sonra da Hz. Vahidiyyet’te Allah’ın en büyük isminin
tecellisi vardır. Ondan sonra da feyz-i mukaddes ile tecelli söz
1
Ta-Ha/14
Peygamberin (s.a.a) secdede ettiği bir duadır, Furu-i Kafi, c. 3, s. 324,
Misbah’uş Şeriat, 5. bab ve Aval’il Leali, c. 1, s. 389, 21. hadis
3
Peygamber-i Ekrem’den secdede nakledilen bir duadır. Furu-i Kafi, c. 3, s. 324,
Misbah’ul Müteheccid, s. 308
4
Necm/9
2
27
konusudur. Ondan sonra da varlıklar aleminde kesret sıfatıyla tecelliler
söz konusudur. Yazar Misbah’ûl Hidaye1 ve Şerh-i Dua-i Seher2
kitaplarında bunu detaylıca izah etmiştir. “Allah”, eğer isimden
maksat vücudî tecessümler ise, feyz-i mukaddes ile zuhurdur. “Allah”
kelimesinin; zahir ve mazharın ittihadı ve ismin müsemmada fenası
cihetiyle onun hakkında kullanılışının ise sakıncası yoktur, belki de
“Allah göklerin ve yerin nurudur”3 ve “gökte ilah ve yerde ilah
sadece O’dur”4 ayeti de bu makama işaret etmektedir ve bu ıtlak’ın
şahidi konumundadır. Eğer isimden maksat feyz-i mukaddes ile tecelli
makamı ise, o zaman da vahidiyet ve cemî (toplu) esma makamıdır.
Ve başka bir tabirle ism-i azam makamıdır. Bu da diğer ihtimallerden
daha zahirdir. Eğer isimden maksat ism-i azam ise, bu durumda da zat
veya feyz-i akdes makamıdır. Dolayısıyla rahman ve rahim makamları
da bu ihtimal hasebiyle açıkça anlaşıldığı üzere farklılık arz
etmektedir.
Rahman ve rahim, isim için veya Allah için bir sıfat da olabilir.
Daha uygun olanı ise isim için sıfat olmasıdır. Zira onlar Allah’ın
sıfatlarını övgü makamındadır ve bu esas üzere tekrar ihtimalinden de
korunmuş olmaktadır. Gerçi eğer Allah’ın sıfatı olursa, bunun da bir
yorumu vardır ve bu tekrarda da bir belagat nüktesi mevcuttur. Eğer
1
Misbah’ul Hidaye İmam Humeyni (kuddise sırruh’uş şerif) taraından hilafet ve
velayet ile ilgili marifetlerin ve hakikatlerin beyanı hususunda yazılmış bir kitaptır.
Bu değerli kitabın önsözünde şöyle yazılmıştır: “Ben bu kitapta, Allah’ın izniyle
başta ve sonda sana hidayet velisinin keşfolmasını istedim. Muhammedi hilafetin
hakikatlerinin ve alevi velayetin hakikatlerinin ve gayb ve şehadet alemlerine sirayet
niteliğinin sırlarının açığa çıkmasını istedim…Dolayısıyla bu kitabı Misbah’ul
Hidaye ile’l Hilafeti ve'l Velaye olarak adlandırmak daha uygundu. Allah’tan başarı
dilerim. Şüphesiz Allah en iyi yardımcı ve dosttur. Dünya ve ahiretten O’nun
velilerinden de yardım dilerim…” Bu kitabın yazımı 1930 yılında sona ermiştir.
2
Şerh-i Dua-i Seher İmam Humeyni’nin (r. a) Arapça yazdığı bir kitaptır. Bu
kitabı yazmaktan maksadı yazarında önsözünde belirttiği gibi mübahale duası diye
meşhur olan mübarek bir duanın boyutlarını anlatmaktır. (Seher anında okunan bu
dua, Tahir İmamlar’dan (a. s) nakledilmiştir. Bu değerli kitabın yazılışı 1930 yılında
sona ermiştir.
3
Nur/35
4
Zuhruf/84
28
ismin sıfatı sayacak olursak, isimden maksadın aynî isimler olduğunu
teyit etmektedir. Zira rahmaniye ve rahimiyye sıfatlarıyla değil sadece
aynî isimlerle nitelendirilir. O halde eğer isimden maksat zatî bir isim
ve cemî makamla tecelli olursa, rahmaniyet ve rahimiyet zatî
sıfatlardan olur ki, Hz. İsmullah için vahidiyet makamıyla tecellide
sabittir. Rahmaniyye ve fiilî rahimiyye rahmeti ise, onların
mazharlarındandır. Ama eğer isimden maksat meşiyet makamı olan
fiilî ve cemi tecelli olursa, o zaman da rahmaniyet ve rahimiyet fiilî
sıfatlardan olur. Dolayısıyla rahmaniye rahmeti, vücudun aslının
genişlemesidir ve bu da bütün varlıklar için geneldir. Ama Hakk’ın
özel sıfatlarındandır. Zira vücudun aslının genişlemesinde, Hak Teala
için bir ortak söz konusu değildir. Diğer varlıklar ise icadî rahmetten
acizdirler. Vücudda Allah’tan başka bir etki sahibi yoktur ve tahakkuk
diyarında ise Allah’tan başka bir ilah mevcut değildir. Ama yol
hidayetçilerinin hidayetinin damlalarından kaynaklandığı rahimiyye
rahmeti ise, saadete ermişlere ve yüce fıtratlara mahsustur. Lakin diğer
varlıkların da kendisinden nasiplendiği genel bir sıfattır. Daha önce de
işaret edildiği gibi rahimiyye rahmeti de genel rahmetlerdendir.
Mutsuzluk sahibi kimselerin bu rahmetten nasipsizliği, onların
noksanlığı sebebiyledir; rahmetin sınırlılığı sebebiyle değil. Bundan
dolayı hidayet ve davet bütün beşer ailesi için geçerlidir. Nitekim bunu
Kur’an apaçık bir şekilde beyan etmektedir. Ayrıca bir görüşe göre de
rahimiye rahmeti, Hak Teala’ya mahsustur; diğerlerinin bunda bir
ortaklığı yoktur. Rivayet-i şerifeler hususunda da nazar ve itibarlar
farklılığı hasebiyle rahimiyye rahmetinin beyanında farklılık baş
göstermiştir. Bazen şöyle buyurulmuştur: “Şüphesiz rahman genel bir
sıfat için özel bir isimdir. Rahim ise, özel bir sıfat için genel bir
isimdir.”1
Hakeza şöyle buyurulmuştur: “rahman bütün yaratıkları
kapsamaktadır, rahim ise sadece müminlere hastır. 2
1
Mecme’ul Beyan, c. 1, s. 21, İmam-ı Sadık’tan naklen (az bir faklılıkla)
“Rahman bütün alem için rahim ise müminlere hastır” Meanil Ahbar, s. 3;
Bihar’ul Envar, c. 89, s. 229
2
29
Daha sonra şöyle buyurulmuştur: “ey dünya rahmanı ve ahiret
rahimi!”1 hakeza şöyle buyurulmuştur: “ey dünya ve ahiret rahmanı
ve her ikisinin rahimi!”
İrfani İnceleme
Edebiyat alimlerinin belirttiği üzere “rahman” ve “rahim” “rahmet”
kökünden türemiştir ve mübalağa içindir. Ama rahmanda, rahime
oranla daha fazla bir mübalağa söz konusudur. Kıyas da; rahimin,
rahmandan önce zikredilmesini iktiza etmektedir. Ama rahman şahsi
bir isim olduğundan ve diğer varlıklar hakkında kullanılmadığından
dolayı, rahimden öne geçirilmiştir. Bazısı ise her ikisinin de bir anlama
geldiğini ifade etmiş, tekrarının sadece tekit için olduğunu
söylemişlerdir. Kur’an’ın da en yüce mertebesiyle indiği irfani zevk
ise, rahmanın rahimden önce zikredilmesini iktiza etmektedir. Zira
Kur’an-ı Şerif kalp ashabı nezdinde, ilahi tecellilerin nazil olanı ve
rububiyye esma-i hüsnasının yazılı suretidir. Rahman ismi, ism-i
azamdan sonra, Allah’ın en kapsayıcı ismi olduğundan, marifet ashabı
nezdinde de kuşatıcı isimlerle tecellinin, kuşatılan isimlerle tecelliden
ve daha çok kuşatıcı isimlerle tecellinin hepsinden önceliği hasebiyle,
evvela Hz. Vahidiyet’te tecelli, Allah’ın en büyük ismiyle tecellidir.
Ondan sonra da rahmaniyet makamıyla tecellidir ve rahimiyet ile
tecelli ise rahmaniyet ile tecelliden daha sonradır. Zuhurî ve fiilî
tecellide de, bu şuhutta ism-i a’zam ve zatî ism-i a’zam’ın zuhur yeri
olan meşiyet makamıyla tecelli de bütün tecellilerden önceliklidir.
Gayb ve şehadet alemindeki tüm varlıkları ihata eden rahmaniyet
makamıyla tecelli de, –şu ayette buna işaret etmektedir: “rahmetim
her şeyi kuşatmıştır”2- diğer tecellilerden önceliklidir ve bazı açıdan
da şu ifade buna işaret etmektedir: “Allah’ın rahmeti gazabını
geçmiştir.”3
1
“Ey dünya rahmanı ve ahiret rahimi ve dünya ile ahiret rahimi” Usul-i Kafi, c.
4, s. 340, Kitabu’d Dua, Bab-ud Dua-i li’l Kerb, 6. hadis; Sahife-i Seccadiye, 54. dua
2
Araf/156
3
İlm’ul Yakin, c. 1, s. 57
30
Özetle batın ve ruh hasebiyle “bismillah”, fiilî tecellilerin suretidir.
Sır ve sırr’us sır hasebiyle de esma-i tecellilerin ve hatta zatî
tecellilerin suretidir. Zikredilen tecelliler ise evvela Allah makamıyla,
daha sonra rahman makamıyla ve daha sonra da rahim makamıyla
tecellidir. Sözsel ve yazılı suretler de böyle olmalıdır ki ilahi ve
rabbani sistem ile mutabık olsun. Ama mübarek hamd suresindeki
rahman ve rahim, rabbu’l alemin’den daha sonradır. Bunun sebebi ise
belki de “bismillah”da vücudun gayb gizliliklerinden zuhuruna ve
sure-i şerifede ise dönüş ve batınlara bakıştır. Elbette bu ihtimalde, bir
problem de söz konusudur. Belki de rahmaniye ve rahimiye rahmetinin
ihata ediciliğine işaret içindir. Belki de ayrı bir nüktesi vardır. Her
haliyle “bismillah”ta zikredilen bu nükte onaya layık bir nüktedir.
Belki de bu değersizin kalbinde rahimiyye rahmetinin
bereketlerindendir. İhsan buyurduklarına karşılık hamd sadece Allah’a
mahsustur.
Araştırma ve Sonuç
Zahir alimlerinin belirttiği üzere ise rahman ve rahim kelimeleri,
rahmetten türemiştir ve her iki kelimede de yumuşaklık ve merhamet
gizlidir. İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: “rahman ve rahim,
iki latif (ince anlam içeren) kelimelerdir. Onlardan biri diğerinden
daha latiftir. Rahman yani lütfeden, rahim ise kullarına rızık ve nimet
vererek merhamet eden kimsedir.”1
Merhamet ve inceliğe bir tepki gerektiği için de bu iki kelimenin
zat-ı mukaddes hakkında kullanılabilmesi için bir takım tevil ve
yorumlara gidilmiş ve mecaz olduğu söylenmiştir.
Bazıları ise bu tür sıfatların geneli hakkında “öncülleri bırak,
hedefe koyul” yoluna gitmişler ve bu tür sıfatların Allah hakkında
kullanılmasının fiiller ve etkiler münasebetiyle olduğunu, öncüller ve
sıfatlar mülahazasıyla olmadığını söylemişlerdir. O halde rahim ve
rahmanın Allah hususundaki anlamı, kullarıyla merhamet üzere
1
Ed-Durr’ul Mensur, fi’t Tefsir, bi’l Me’sur, Celaluddin Suyuti, c. 1, s. 9, Esma
ve Sıfat’ta, Beyhaki’den naklen.
31
muamelede bulunan kimse demektir. Mutezile, Allah’ın bütün
sıfatlarını bu şekilde veya buna yakın bir türde kabul etmiştir. O halde
bu sıfatların Allah hakkında kullanılışı da mecazdır. Ama bizce mecaz
oluşları uzak bir ihtimaldir. Özellikle de rahman hususunda uzak bir
ihtimaldir. Aksi taktirde ilginç bir işi gerektirir ve o da şudur ki; bu
kelimenin, caiz olmadığı bir anlam için kullanılmasının taktir
edilmesini gerektirir. Dolayısıyla, gerçekte bu mecaz, hakikati
olmayan bir mecazdır. Biraz düşün! Araştırmacılar ise bu tür soruya
şöyle cevap vermişlerdir: kelimeler; genel anlamlar, mutlak hakikatler
için ortaya konmuştur. O halde merhamet ve yumuşaklık kaydı,
rahmet kelimesinin asıl anlamının içinde değildir. Bu kayıt halk
zihinlerinde uydurulmuş, çıkarılmıştır. Yoksa konunun asıl anlamında
bir etkisi yoktur. Bu konu da zahir açısından araştırmadan uzaktır. Zira
bilindiği gibi kelimeleri çıkaran kimse, sıradan insanlardan olup soyut
anlamları ve mutlak hakikatleri bu kelimeleri yaşarken göz önünde
bulundurmamıştır. Evet, eğer kelimeleri vaaz eden kimse, Hak Teala
veya ilahi ilham ve vahiy vasıtasıyla peygamber olsaydı, bu konu için
bir yorum yapılabilirdi. Ama bu da sabit değildir. Özetle bu kelimenin
zahiri problemlidir. Ama araştırmacıların maksadının da bu zahir
olduğu malum değildir. Aksine bu konuyu beyan ederken şöyle demek
de mümkündür: lügatleri vazeden kimse her ne kadar mutlak ve soyut
anlamları göz önünde bulundurmamışsa da, ama elfazın karşısında
vazedildiği şeyler soyut ve mutlak anlamlar olmuştur. Örneğin nur
lafzını vazetmek istediğinde, her ne kadar bu, ilineksel ve hissi nurlar
olsa da, vazeden kimsenin göz önünde bulundurduğu nurlar –bu
nurların maverasını anlamadığı vasıtasıyla- nur lafzının nuriyet boyutu
olmuştur; nur ve zulmetin karışımı boyutu değil. Eğer vazeden
kimseye şöyle sorulacak olursa: bu sınırlı ve ilineksel nurlar, salt
nurlar değildir. Zulmet ile karışık nurlardır. Nur lafzı, nuriyet
boyutunun ifadesi midir, yoksa nuriyet ve zulmaniyetin ifadesi midir?”
Zaruret gereği şöyle cevap verir: “onun nuriyet boyutunu ifade
etmektedir ve zulmet boyutu asla onun anlamında yer almamıştır.
Hepimizin de bildiği gibi ateş lafzını vazeden kimse de, vazetme
32
esnasında sadece dünyevi ateşleri gözününde bulundurmuş, bu
hakikate intikal sebebi dünyevi ateşler olmuş, ahiretten ve Allah’ın
yüreklere çökecek olan tutuşturulmuş ateşinden gaflet etmiştir.
Özellikle de vazeden kimse, başka bir aleme inanmıyorsa… buna
rağmen bu intikal vesilesi, hakikatte kayıt ve sınırlılık sebebi olamaz.
O halde ateş, ateşlilik boyutu karşılığında vaki olmuştur. Dolayısıyla
da vazeden kimsenin anlamları soyutladığını söylemiyoruz. Aksi
taktirde çok uzak bir ihtimal ortaya çıkar. Biz şöyle diyoruz:
“kelimeler sınırsız ve kayıtsız anlamlar karşılığında yer almıştır. O
halde hiçbir uzak ihtimal söz konusu değildir. Anlamlar garipliklerden
ve yabancılıklardan uzak kaldıkça hakikate daha yakın olur ve
mecaziyet şüphesinden daha uzak düşer. Örneğin “bizzat zahir ve
başkası için zahir kılıcı” anlamına gelen nur kelimesi, bu dünyevi ve
ilineksel nurlar hakkında kullanılsa da, hakikatten uzak değildir. Zira
onlar hakkındaki kullanılışında da, sınırlılık ve zulmetle karışıklık
boyutu gözönünde bulundurulmamaktadır. Gözününde bulundurulan
şey zatî zuhur ve mazhariyettir; ama zuhurları daha kamil, zatiyet
ufkuna daha yakın, mazharları ise nicelik ve nitelik açısından daha
fazla olan ve noksanlığı daha az olan melekuti nurlar hakkındaki
kullanımı hakikate daha yakındır. Ceberutiye nurları hakkında
kullanımı da aynı beyanla hakikate daha yakındır. Nuru’l Envar,
zulmetin bütün boyutlarından halis, sırf ve salt nur olan yüce ve celil
Allah’ın zat-ı mukaddesi hakkındaki kullanımı, salt ve halis bir
hakikattir. Hatta denilebilir ki eğer nur kelimesi bizzat zahir ve
gayrisini zahir kılıcı anlamı için vazedilmişse, bunun Hak Teala
dışındaki kullanımı cüz’i akıllar açısından hakikattir. Ama teyit
edilmiş akıllar ve marifet ashabı açısından mecazdır. Sadece Hak
Teala hakkında kullanımı hakikattir. Aynı şekilde kemal anlamları,
yani vücud ve kemal cinsinden olan anlamlar karşısında vazedilen
kelimelerde de aynı şekiller geçerlidir.
O halde rahman, rahim, atuf, rauf ve benzerlerinde bir kemal ve
tamam ciheti ve bir de noksanlık ve infial (tepki) ciheti vardır. Bu
lafızlar söz konusu hakikatin aslı olan kemaliye ciheti esasınca
33
vazedilmiştir. Ama hakikatin garipliklerinden, yabancılıklarından ve
alemin gereklerinden olan ve de bu hakikatlerin imkan alemlerinde ve
düşük dünyevi alemlere nüzulünden sonra kendileriyle birliktelik
içinde bulunan infiali (tepkisel) cihetlerin -çünkü zulmet nur ile düşük
alemde birbirine karışmış durumdadır- bu lafızların gerçek anlamında
bir etkisi yoktur. Dolayısıyla salt kemal cihetine sahip olan, infial ve
noksanlık cihetinden münezzeh olan bir varlık anlamında kullanımı,
salt hakikattir ve hakikatin ta kendisidir. Bu açıklama marifet ehlinin
zevkine yakın olmakla birlikte, zahir ehlinin bulgularıyla da uyum
içindedir.
O halde açıklığa kavuştuğu üzere bazı alemlere nüzulünden sonra
başka bir şeyle karışıp birliktelik arzeden bu tür kemal sıfatlarının
mutlak türü –azameti yüce olan Hakk’ın mukaddes zatı bundan
münezzehtir- Hak Teala hakkında kullanılınca mecaz değildir.
Hidayete erdiren şüphesiz Allah’tır.
***
“Elhamdulillah” yani bütün övgüler uluhiyetin mukaddesatına
aittir. Ey aziz! Bil ki bu mübarek kelimenin altında has, hatta hasların
hassı, tevhidin sırrı yatmaktadır. Bütün hamd edenlerin övgüsünün
Hak Teala’ya mahsus oluşu, burhan hasebiyle de hikmet ashabının ve
yüce felsefe önderlerinin yanında aşikardır. Zira burhanla açıklığa
kavuştuğu gibi bütün varlık alemi, Hz. Hakk’ın geniş feyzi ve
genişleyen gölgesidir. Bütün zahirî ve batınî nimetler, hangi nimet
sahibinden olursa olsun, zahir ve halkın görüşü hasebiyle yüce ve celil
olan Hak Teala’ya mahsustur. Hiçbir varlığın bunda bir ortaklığı söz
konusu değildir. Hatta sayısal ortaklık dahi sıradan felsefe ehli
nezdinde söylenen bir ifadedir, yüce felsefe ehli nezdinde değil! O
halde hamd, nimetler ve ihsanlar karşısında olduğundan ve varlık
aleminde de Hakk’tan başka bir nimet verici bulunmadığından, bütün
hamd ve övgüler O’na mahsustur. Hakeza O’ndan ve O’nun
34
cemalinden başka bir cemal ve celil de yoktur ve dolayısıyla da bütün
övgüler O’na irca etmektedir.
Başka bir tabirle her öven kimsenin övgüsü nimet ve kemal ciheti
karşısındadır. Onu eksikleştiren ve sınırlayan nimet ve kemalin
mahallinin ise, sena ve övgüde hiçbir etkisi yoktur ve hatta ona
aykırıdır. Dolayısıyla bütün övgü ve hamdler kemal ve cemal olan
rububiyet payına dönmektedir; noksanlık ve sınırlamadan ibaret olan
yaratık payına değil.
Başka bir tabirle bütün yaratıkların üzerinde yaratıldığı ilahi
fıtratlardan biri de nimet veren kimseyi övmek, şükretmek ve tam bir
şekilde hamd etmektir. İlahi fıtratlardan biri de noksanlık, nakıs ve
nakıs kılan şeyden nefrettir. Her türlü katışıklık ve noksanlıktan halis
olan mutlak nimet ve her noksanlıktan münezzeh tam kemal ve cemal,
Hakk’a mahsus olduğu ve diğer varlıklar da mutlak nimetleri ve
mutlak cemali noksan kıldığı ve sınırladığı, artırmadığı ve teyit
etmediği hasebiyle de, bütün insanların fıtratı Allah’ın mukaddes
zatını övmektedir ve diğer varlıklardan nefret etmektedir. Sadece
kemal memleketlerinde ve aşk şehirlerinde seyretme hasebiyle,
zülcelalin zatında fani olan varlıklara aşk ve muhabbet ve övgü ise,
Hakk’a aşık olmanın ve Hakk’ı övmenin bizzat kendisidir. “Allah’ın
haslarının sevgisi Allah sevgisidir.”1 Buraya kadar zikredilenler de
kesret hicaplarında olan orta halli kimselerin makamı hasebiyledir.
Bunlar gizli ve en gizli şirkin bütün mertebelerinden münezzeh
olmamış ve hulus ve ihlas mertebelerinin kemaline erişmemiş
kimselerdir. Ama bazı özel haletlerde fani olan kalp ashabının irfanı
hasebiyle, bütün nimetler, bütün kemal, celal ve cemaller zatî
tecellinin suretidir ve bütün övgüler Hak Teala’nın mukaddesatına
aittir. Hatta övgü de O’ndan ve O’nun kendisine yapılan övgüdür.2
1
Kaynağı bulunmamıştır.
Allah’ın adıyla, bilmek gerekir ki elif-lam’daki iki ihtimal üzere bütün
övgülerin özgünlüğü veya hamdın cinsi her ne kadar nedensellik dakik bir anlam
taşısa da, felsefi nedensellikle çelişki halindedir. Kur’an dili ve evliyanın (a. s) irfanı
olmaksızın yorumlanamaz.
2
35
Nitekim bismillahın elhamdulillaha aidiyeti de bu anlama işaret
etmektedir. Bil ki Allah’a seyr-u sülûk eden ve Allah yolunda cihad
eden bir kimse, marifetlerin bu ilmî sınırıyla yetinmemeli, ömrünü
hicaplar, hatta en büyük hicaplar olan istidlaller yolunda
harcamamalıdır. Çünkü bu aşamayı tahtadan ayakla1, hatta
Süleyman’ın kuşu2 ile kat etmek bile mümkün değildir. Bu vadi kutsal
varlıklar vadisidir. Bu merhale takva sahiplerinin merhalesidir.
Makam, şeref, kadın ve çocuk sevgisinin ayakkabıları çıkarılmadan,
itimat asası atılmadan ve başkasına teveccüh kenara itilmeden, halis
kimselerin makamı ve kutsalların menzili olan bu mukaddes vadiye
ayak basmak mümkün değildir. Eğer sülûk eden kimse bu vadideki
ihlas gerçeklerine ulaşır, kesret ve hayal içinde hayal olan dünyaya sırt
çevirirse, enaniyetinden geriye bir şeyler kalmış olsa bile, gayb
aleminden kendisine yardım edilir. İlahi tecellilerle enaniyet dağı yok
olur. Kendisi için “sa’k ve fena” hali meydana gelir. Bu makamlar
dünya ve lezzetleri dışında bir şeyden haberdar olmayan ve şeytani
gururdan başka bir şey tanımayan katı kalplere çok uyumsuz gelir ve
bunları birer vehim olarak değerlendirir. Oysa tabiat ve dünya
hakkındaki sahip olduğumuz fena –ki bu alemden her açıdan daha
zahir olan bütün gayp alemlerinden ve hatta zuhurun zatına özgün
olduğu Allah’ın mukaddes zatından ve zatî sıfatlarından gaflet etmiş
bulunmaktayız ve o alemler ile yüce ve celil olan Hakk’ın mukaddes
zatını isbat etmek için bürhan ve istidlallere sarılmaktayız- irfan ve
sülûk ehlinin iddia ettiği fenadan aşama olarak çok daha garip ve
ilginçtir.
“bu hikayeler hayret içinde hayrettir...
Allah hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden
geçerler.”3
1
Mevlana’nın şu beytine işarettir: “İstidlalcilerin ayağı şu tahtadandır, tahtadan
ayak ise çok dayanıksızdır. “
2
Hafız’ın şu beytine işarettir: Ben Anka kuşunun konağına tek başıma
varmadım/ Bu aşamayı Süleyman’ın kuşu ile katettim.
3
Mevlana
36
Eğer metindeki “ehes” kelimesi “sad ile olursa bunun hayret
edilecek bir yeri yoktur. Zira nakıs varlığın kamildeki fenası, doğal ve
ilahi sünnetle uyumlu bir iştir. O halde hayret “ehas” kelimesinin “sin”
harfiyle okunduğu yerdedir. Nitekim şu anda da bütün bizim gibiler
için bu fena ve kendinden geçme tahakkuk etmiş bulunmaktadır. Öyle
ki kulak ve gözlerimiz tabiata gömülmüş ve gayb aleminin
olaylarından tümüyle habersiz bulunmaktayız.
Rivayet ve İnceleme
Bil ki zahir ve edeb alimlerinin dediğine göre “hamd” dil ile iradi
olan bir güzelliği övmektir. Onlar (zahir ve edebiyat alimleri) bu etten
dil dışında, bütün dillerden gafil oldukları için, Hak Teala’yı tesbih ve
hamdetmenin, hatta zat-ı mukaddes’in mutlak sözlerinin bir tür mecaz
olduğunu söylemektedirler. Hakeza varlıkların tesbih ve hamdını da
mecazi olarak değerlendirmektedirler. Dolayısıyla da Hak Teala da
tekellümün (konuşmanın), kelam icad etmekten ve diğer varlıklar
hususunda ise tesbih ve hamdetmeyi zatî ve tekvinî bir işten ibaret
olduğunu söylemektedirler. Bunlar, konuşma hakikatini kendi türlerine
has kılmakta, yüce ve celil Hak Teala’nın mukaddes zatını ve diğer
varlıkları konuşmayan, hatta neuzu billah dilsiz saymaktadırlar.
Bunun, mukaddes zatı tenzih etmek olduğunu sanmaktadırlar. Oysa bu
bir sınırlama ve hatta aklı iptal etmektir ve Hak Teala bu tenzihten
münezzehtir. Nitekim ehl-i sünnetin tenzihlerinin çoğu birer sınırlama
ve teşbihtir. Biz daha önce de lafızların mutlak ve genel anlamlar için
vazedilme niteliğini beyan etmiştik. Şimdi de şöyle diyoruz: “biz bu
ilahi gerçeklerde lügavi doğruluğun veya hakikatin lazım geldiği
endişesini taşımıyoruz. Aksine bu konulardaki ölçü, kullanmanın ve
akli hakikatlerin sıhhatidir. Gerçi önceki açıklama hasebiyle, lügavi
hakikatler de isbat edilmişti. Dolayısıyla diyoruz ki lisan, tekellüm,
kelam, kitabet, kitap, hamd ve methetmenin vücudî neşetler hasebiyle
birtakım merhaleleri vardır ve bunlardan her biri de neşetlerden bir
neşet veya vücud mertebelerinden bir mertebeyle uyum içindedir.
Çünkü hamdetmek her hususta bir güzelliğe ve methetmek de bir
37
cemal ve kemale vaki olmaktadır. Yüce ve celil olan Hak Teala gaybî
hüviyette, zatî ilmi hasebiyle cemil cemalini, ilim ve şuhud
mertebelerinin en kemali ile müşahade ettiği için sevinmenin en
şiddetli mertebesi ile, cemil zatına sevinmiştir. Dolayısıyla da zat için,
Hz. Zat’ta tecelliler mertebesinin en yücesi olan ezeli tecelli ile tecelli
etmiştir ve bu da, gayb hazretinde zat lisanı ile vaki olan zatî bir
gürültü koparıştır. Bu kelami tecelliyi müşahede ise zatın duyuşudur
ve bu zatın Hakk’ın zatını övmesi de, Hakk’ı övmektir ve diğer
varlıklar bunu idrak etmekten acizdir. Nitekim son peygamber, Allah’a
en yakın ve varlıkların en şereflisi olmasına rağmen acziyet itirafında
bulunarak şöyle demiştir: “Seni övmek mümkün değildir. Sen kendi
övdüğün gibisin.”1 bilindiği gibi hamd ve senayı saymak, cemal ve
kemali tanımanın bir parçasıdır. Mutlak cemal hakkında tam bir bilgi
elde etmek ise mümkün değildir. Dolayısıyla da hakiki bir hamd vaki
olamaz ve marifet ashabının marifetinin nihayeti ise acziyet irfanıdır.
Marifet ehli, Hak Teala’nın beş dille kendini övdüğünü
söylemektedir. O diller mutlak zat dili, gaybi ehadiyet dili, cemî
vahidiyet dili, tafsili esma dili ve a’yan (özdekler) dili ve bunlar;
vücudî kesret dili olan a’yanî (özdeksel) mertebelerinin sonuna dek,
evveli meşiyet dili olan, zuhur dilinden ayrıdır.
Bil ki bütün varlıklar için bir takım nasipler, hatta salt hayat olan
gayp aleminden bir takım nasipler vardır ve hayat bütün vücud
aleminde caridir. Bu konu yüce felsefe erbabı nezdinde burhanla
ispatlanmış, kalp ve marifet ashabı nezdinde ise müşahade ve
görmekle sabittir. İlahi ayet-i şerifeler ve vahiy velilerinin (a.s)
rivayetleri de buna tam bir şekilde delalet etmektedir. Genel felsefe
ehlinden örtülü kalanlar ve varlıkların konuşmasını derkedemeyen
zahir ehli, bunu tevil etmeye çalışmışlardır. İlginç olanı da şudur ki,
zahir ehli, felsefe ehlininin Allah’ın kitabını kendi akılları hasebiyle
tevil ettiklerini ifade etmektedirler. Kendileri varlıkların konuşmasını
derketmedikleri için bütün açık ayetleri ve sahih hadisleri tevil
1
38
Misbah’uş Şeria, 5. bab; Evali’l Leali, c. 1, s. 389
etmektedirler. Oysa bu konuda hiçbir delile de sahip değillerdir.
Dolayısıyla da hiçbir burhanları olmadığı halde sadece uzak ihtimal
gördükleri sebebiyle, Kur’an’ı tevil etmektedirler. Özetle vücud alemi,
hayatın aslı, ilim ve şuurun hakikatidir. Varlıkların tesbihi de iradi,
bilinçli ve sözlü bir tespihtir; örtülü kimselerin söyledikleri gibi zatî ve
tekvini değil. Bütün varlıklar vücuttan aldıkları nasip hasebiyle
azameti yüce Allah’ın makamı hakkında bir bilgiye sahiptirler.
Tabiatla meşgul olma ve kesrete gömülme hususunda, hiçbir varlık
insan gibi değildir. Bu açıdan da insan bütün varlıklardan daha
örtülüdür. Beşeriyet örtüsünden dışarı çıkan kesret ve gaybiyet
örtüsünü yırtan insanlar ise, örtüsüz olarak cemil cemali müşahede
etmektedirler. Dolayısıyla bu kimselerin hamd ve övgüsü, bütün hamd
ve övgülerden daha kapsamlıdır ve de Hakk’ı bütün ilahi boyutlarıyla,
bütün isim ve sıfatlarla övmekte ve ibadet etmektedir.
Sonuç
Bil ki “elhamdulillah” kelime-i şerifesi beyan edildiği hasebiyle
kapsamlı kelimelerdendir. Eğer bir kimse onun incelikleriyle ve
hakikatleriyle Hakk’ı övecek olursa, beşerin gücünün dahilinde olduğu
kadarıyla Allah’a hamdetmiştir. Bu yüzden rivayet-i şerifelerde de bu
anlama işaret edilmiştir. Nitekim bir rivayette yer aldığına göre İmam
Bakır (a.s) bir gün evden çıktığında bineğini bulamadığı zaman şöyle
buyurmuştur: “Eğer merkep bulunursa hakkıyla Allah-u Teala'ya
hamdedeceğim.” Merkep bulunduğu zaman İmam Bakır (a.s) merkebe
bindi, elbisesini düzeltti ve şöyle buyurdu: “Elhamdulillah.”1
Resulullah da (s.a.a) nakledilen bir rivayette şöyle buyurmuştur:
“Lailahe illallah terazinin yarısıdır, elhamdulillah ise teraziyi
doldurur.”2 Bu da beyan ettiğimiz üzere “elhamdülillah” kelimesinin
tevhidi de kapsadığı hasebiyledir.
Resulullah’tan (s.a.a) hakeza şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Kul, “elhamdulillah” deyince bu terazisinde yedi kat gökten ve yedi
1
2
Usul, Kafi, c. 3, s. 152, Kitab’ul İman ve’l Kufr, Bab-uş Şukr, 18. hadis
Bihar’ul Envar, c. 90, s. 210; Emali-i Tusi, c. 1, s. 18’den naklen
39
kat yerden daha ağırdır.”1 Hakeza peygamber’in şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: “Eğer Allah, kullarından bir kuluna bütün dünyayı
verecek olursa ve o kul da buna karşılık “elhamdulillah” derse bu
söylediği kendisine bağışlanan şeyden daha üstündür.”2 Hakeza
peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Allah nezdinde
hiçbir şey “elhamdulillah” diyen kimsenin sözünden daha sevimli
değildir. Bu sebeple Allah onunla kendini övmüştür.”3 Bu bölümdeki
hadisler sayılamayacak kadar çoktur.
***
Allah-u Teala’nın “rabb’ul alemin” sözündeki rab eğer müteali
(yüce), sabit ve seyyid (efendi) anlamında ise, bu zatî isimlerden
sayılır ve eğer malik, sahip, galib ve kahir anlamında ise bu durumda
sıfatî isimlerden sayılır ve eğer mürebbi, mun’im (nimet veren) ve
mütemmim (tamamlayıcı) anlamında ise, o zaman da ef’alî
isimlerdendir. Alem kelimesi ise vücudun bütün mertebelerine, gayb
ve şuhud menzillerine şamil olan Allah’tan gayrisi anlamında ise, rab
sıfat isimlerinden sayılmalıdır ve eğer maksat tedricî husul ve kemal
olan mülk alemi ise, rabden maksat da fiil ismidir. Her haliyle burada
maksat zat ismi değildir. Bir nükteye göre de “alemin” kelimesinden
maksat, ilahi terbiye ve meşiyetin altında kendilerine layık olan
kemale ulaşan mülk alemidir ve rab’den maksat ise efal isimlerinden
olan mürebbi anlamındadır.
Bil ki biz bu kitapta ayet-i şerifelerin edebi, lügavi ve terkip
boyutlarını zikretmekten sakındık. Zira onları genellikle beyan
etmişlerdir. Burada ise ya genellikle beyan edilmeyen, ya da eksik
zikredilen şeyler beyan edilmektedir.
1
Mustedrek’ul Vesail, ; Alu’l Beyt kurumunun baskısı, c. 5, s. 314
Mekarim’ul Ahlak, s. 307, el-Bab’ul Aşir el-Feslu’s Salis fi’t Tehmid (az bir
farklılıkla)
3
Kaynağı bulunmamıştır
2
40
Bilmek gerekir ki burada işaret edilen zat, sıfat ve ef’al isimleri,
marifet erbabının kavramları esasıncadır. Marifet ehlinin bazı
büyükleri ise İnşa’ud Devair kitabında isimleri; zat, sıfat ve ef’al
isimleri diye bölmüşlerdir:
Zatî isimler şunlardır: Allah, er-rab, el-melik, el-kuddus, es-selam,
el-mü’min, el-muheymin, el-aziz, el-cebbar, el-mutekebbir, el-aliyy,
el-azim, ez-zahir, el-batin, el-evvel, el-ahir, el-kebir, el-celil, el-mecid,
el-hak, el-mubin, el-macid, el-vacid, es-semed, el-muteali, el-ganiy,
en-nur, el-varis, zulcelal, er-rakib
Sıfat isimleri ise şunlardır: “el-hayy, eş-şekur, el-kahhar, el-kahir,
el-muktedir, el-kaviyy el-kadir er-rahman, er-rahim, el-kerim, elgaffar-, el-gefur, el-vedud, er-rauf, el-halim, es-sabur, el-birr, el-alim,
el-habir, el-muhsi, el-hakim, eş-şehid, es-semi’, el-besir
Fiilî isimleri ise şunlardır: el-mubdi, el-vekil, el-baîs, el-mucib, elvasi’, el-hasib, el-mukit, el-hefiz, el-halik, el-bari, el-musevvir, elvehhab, er-rezzak, el-fettah, el-kabiz, el-basit, el-hafiz, er-rafi’, elmuizz, el-muzill, el-hekim, el-adl, el-latif, el-muid, el-muhyi, elmumit, el-vali, et-tevvab, el-mumtekim, el-muksit, el-cami’, el-muğni,
el-mani’, ez-zârr, en-nafi’, el-hadi, el-bedi’, er-reşid. 1
Bu taksimin ölçüsü hususunda şöyle demişlerdir: Bütün isimler her
ne kadar zat isimleri olsa da, lakin zatın zuhuru itibariyle, zatın
isimleri olarak adlandırılmaktadır; sıfat ve fiillerin zuhuru itibariyle
ise, sıfati ve ef’ali isimler olarak adlandırılmaktadır. Yani hangi itibar
daha zahir olursa, isim ona tabidir. Bu açıdan bazen, bazı isimlerde iki
veya üç itibar bir araya toplanır ve bu açıdan isimlerden zatî, sıfati,
ef’alî veya bu üçünden ikisi söz konusu olur. Tıpkı daha önce
zikredilen rab kelimesi gibi. Ama bu konu yazarın zevkine mutabık
değildir. İrfani zevke de uymamaktadır. Taksimden anlaşılan şu ki bu
isimlerdeki ölçü şudur: Marifet adımıyla yola koyulan sulûk ehli, fiilî
fenaya ulaştıktan sonra, Hak Teala’nın kalbine ettiği tecelliler, ef’al
isimleriyle tecellilerdir. Sıfatî fenadan sonra ise, sıfatî tecellilerdir. Zatî
1
İnşaud-Devair s. 28
41
fenadan sonra ise sâlik için zatî isimle tecelliler gerçekleşir. Eğer onun
kalbi koruma gücüne sahip olursa, sahv (kendine gelme) makamından
sonra, ef’alî müşahedeleri haber veren şey fiil isimleridir. Sıfati
müşahedeleri haber veren şey ise, sıfat isimleridir. Hakeza zat isimleri
de böyledir. Bu makamın burada ifade edilemeyecek, bu sayfalarda
açıklanamayacak kadar uzun bir detayı vardır. İnşa’ud-Devair’de
zikredilen şey ise, bizzat ortaya koyduğu ölçüleri ile de mutabık
değildir. Nitekim isimlere bakışta bu apaçık bir şekilde
anlaşılmaktadır. Söylenebilir ki bu üç isimler taksimine Kur’an-ı
Şerif’te de işaret edilmiştir ve bu da Haşr suresinin son ayet-i
şerifeleridir. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “O, görüleni de
görülmeyeni de bilen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır.
O, acıyıcı olandır, acıyandır.”1 bu ayet-i şerifelerden belki de
birincisi, zatî isimlere, ikincisi sıfatı isimlere ve üçüncüsü ise fiilî
isimlere işaret etmektedir. Zatî isimlerin sıfatî isimlere ve onun da fiilî
isimlere takdimi ise, vücudî gerçeklerin tertibi hasebiyledir. İlahi
tecelliler; müşahede ashabının müşahedeleri ve kalp ashabının kalbine
ettiği tecelliler hasebiyle değildir. Bilmek gerekir ki bu ayet-i
şerifelerin, burada zikredilmesi uygun olmayan bir takım sırları da
vardır. İkinci ayet sıfatî isimler, üçüncü ayet ise fiilî isimlerdir ve bu
çok açıktır. Ama alim’ul gaybî veş’şahadet, rahman ve rahim
isimlerinin zatî isimlerden oluşu, gayb ve şehadet aleminin isimlerinin
batınî ve zahiri isimlerden oluşu esasına dayalıdır. Rahmaniyet ve
rahimiyetin feyz-i mukaddesin değil, feyz-i akdesin tecellilerinden
olmasına dayalıdır. Hayy, sabit, rab ve benzeri isimlerin, zatî isimlere
daha yakın olmasına rağmen bu isimlere özgü kılınışı, belki de onların
ihatası sebebiyledir. Zira bunlar en önemli isimlerdendir. Şüphesiz
Allah bilir.
1
42
Haşr/22
Uyarı
“Alemin” kelimesinin türevi ve anlamı hususunda büyük bir
ihtilafa düşülmüştür. Bazılarının dediğine göre alemin kelimesi
çoğuldur ve somut ve soyut tüm yaratıkların türlerini kapsamaktadır.
Her tür alemdir ve bu çoğulun kendi türünden tekili yoktur. Bu meşhur
olan görüştür.
Bazılarının dediğine göre ise “alem” kelimesi ismi mef’ul, “alim”
kelimesi ise ismi faildir. “Alemin” kelimesi ise “me’lumin” (malum
olanlar) anlamındadır. Bu görüş kendi çapında delilsiz ve uzak bir
ihtimal olmakla birlikte, “rabbu’l ma’lumin” ifadesinin kullanılışı da
oldukça güvensiz ve uzak bir olasıdır. Bazılarına göre ise bu kelimenin
kökü alamettir. Bu durumda bütün varlıklar hakkında kullanılmaktadır.
Zira bütün varlıklar Zat-ı Mukaddes’in ayeti, nişanesi ve alametidir.
Dolayısıyla “vav” ve “nun” harfleri ise akıl sahiplerini kapsaması ve
diğer varlıklar hakkında daha çok kullanılması itibariyledir.
Bazılarına göre ise “ilm” kökünden türemiştir. Bu durumda da
bütün varlıklar hakkında kullanılması doğrudur. Nitekim akıl sahipleri
hakkında kullanılışı da uygundur. Ama “alem” kelimesi Allah’tan
gayrisi hakkında da kullanılmakta, her tür ve ferdi kapsamaktadır.
Eğer “alem” kelimesini, fert ve tür hakkında kullanan kimse, lügat ve
örf ehli ise, her bireyin yaratıcının zatının alameti olduğu itibariyledir.
“Her şeyde onun için bir ayet vardır”1 ama eğer arif-i ilahi ise, o
zaman da, her varlığın cami’ ismin zuhuru ve her hakikati, ehediyet-i
cem zuhuru ve vücudun sırrı yoluyla kapsadığı itibariyledir. Bu açıdan
bütün alemin her parçasını ehediyet-i cem makamıyla ism-i azam’dan
saymak mümkündür. Yani isimlerin ve ayetlerin tümü, tümündedir.
Bu zikredilenler hasebiyle büyük filozof Sadr’ul Müteellihin’in2,
Beyzavi1 gibilerine yaptığı itiraz yerindedir. Zira onlar bu yolu
1
Keşf’ul Esrar, c. 1, s. 436 bazıları ise bu beytin Ebu’l Attahiyye’ye ait olduğunu
söylemişlerdir.
2
Muhammed b. İbrahim b. Yahya, Sadr’ud-Din ve Sedr’ul-Müteellihin lakabıyla
anılmıştır ve Molla Sadra diye meşhurdur. Büyük İslam filozoflarından biridir.
Kelam, felsefe, tefsir, hadis ve ifan hususunda büyük bir derinliğe sahiptir. Mir
Damad, Şeyh Bahai, Mir Fendereski’nin seçkin öğrencilerinden biri olmuştur.
43
tatmamışlardır. Ama irfan ashabının metoduna göre bu doğru değildir.
Beyzavi’nin bu makamdaki sözü ve söz konusu filozofun kelamı çok
uzundur. Uzun olduğundan burada zikredilmesi mümkün değildir.
İsteyen kimse söz konusu merhum filozofun Fatiha suresinin tefsirine
müracaat etmelidir.
“Rab” kelimesi sıfatî isimlerden olursa malik, sahip ve benzeri
anlamlar ifade eder. “Alemin” den maksat ise Allah’tan gayri her şeyi
kapsamaktadır. İster mülk aleminin varlıkları olsun; ister gaybî soyut
varlıklar, hiç farketmez. Ama eğer ef’al isimlerinden olursa -ki bu
daha zahirdir- “alemin” kelimesinden maksat sadece mülk alemidir.
Zira bu durumda “rab” kelimesi mürebbi (terbiye eden) anlamındadır
ve bu anlam bir tedricilik gerektirmektedir. Soyut alemler ise zamansal
bir tedriçten münezzehtir. Gerçi yazara göre bir anlamda tedriç ruhu da
“dehr” aleminde tahakkuk etmiştir. Bu bağlamda, zamanın ruhu ve
tedriç dehriyyeti anlamında soyut alemlerde zamansal hudusu (oluşu)
da isbat ettik. İrfani meslekte de zamani hudusu bütün alemler için
sabit kıldık. Ama mütekellimlerin ve hadis alimlerinin anladığı gibi
değil.
Eserleri, birçok ilmi buluşlar ve büyük derinliğe sahiptir. En meşhur eserleri
şunlardır: “Esfar-i Erbea, Şevahid’ur-Rububiyye, Şerh-u Usul-i Kafi, Tefsir-i
Kur’an-ı Kerim ve İlahiyat-i Şifa’ya yazdığı notlar” Molla Sadra yaya olarak yedi
defa hacca gitmiş, sonunda da yedinci seferinde 1640 yılında Basra’da vefat etmiştir
ve orada toprağa verilmiştir. (Reyhanet’ul-Edeb, c. 3, s. 420)
1
Abdullah b. Ömer Şirazi (1286) Beyzavi diye meşhurdur. Faris’de dünyaya
gelmiş ve bir müddet kadılık makamında bulunmuştur. Tefsir hususunda büyük bir
üne sahiptir. Envar’ut Tenzil ve Esrar’ut Te’vil veya Tefsir-i Beyzavi, Tevali’ul
Envar ve Lübb’ül Erbab kitaplarının da sahibidir.
44
Bir Başka Uyarı
Bil ki hamd cemilin karşısında yer almaktadır. Ayet-i şerifeden de
anlaşıldığı üzere hamd ve övgünün, ism-i cami’ olan ism-i azam
makamı için vaki olduğu istifade edilmektedir ve de alemlerin
rububiyet makamına, rahmaniye ve rahimiye rahmetine ve din
gününün maliki makamına sahiptir. Dolayısıyla da bu esma-i şerifenin
yani rab, rahman, rahim ve malik isimlerinin hamdda büyük bir
etkisinin olduğunu kabul etmek gerekir. Biz daha sonra Allah-u
Teala’nın “maliki yevmiddin” sözünün beyanında bu konuyu daha
açık bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Şimdi ise alemlerin rububiyet makamının hamdetmek ile uyumu
hakkında söz etmek istiyoruz ve bu iki açıdan münasiptir: Birincisi
bizzat hamdedenin alemlerden biri olduğu, hatta tek başına bir alem
olduğu açısından, hatta marifet ehli nezdinde varlıklardan her birisi tek
başına bir alem olduğundan, kendisini rububiyet makamının terbiye
eliyle zaaf, noksanlık, dehşet ve yokluk zulmetinden; kuvvet, kemal,
itminan ve insanlık aleminin nuraniyetine çıkardığı hasebiyle; cismî,
unsuri, madeni, bitkisel ve hayvansal menzillerden düzenli bir sistem
altında zatî ve cevheri bir hareket, fıtrî ve yaratışsal bir aşkla geçirdiği
ve varlıkların en yüce makamı olan insanlık makamına ulaştırdığı
sebebiyle Hak Teala’ya hamdetmesidir. Hak Teala bundan sonra da
onu terbiye eder ve böylece insan, hayal bile edemeyeceği bir makama
ulaşır.
“Böylece org gibi yok olurum,
İnna ileyhi raciun derim.” 1
Diğeri de felekî, unsurî, cevherî ve arazî (ilineksel) mülk aleminin
düzenini yönetmek; kamil insanın varlığının ön şartı, hakikatte bu
doğan varlığın tahakkuk aleminin usaresi, alemlerin nihai hedefi, bu
açıdan son yaratık olduğu, mülk alemi cevherî ve zatî hareketle
harekete geçtiği ve de bu hareket zatî ve kemale doğru yapılan bir
1
“Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu, işte o
olurum. Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi “ Biz, mutlaka
geri dönenleriz O’na ulaşanlarız” derim.. “ (Mevlana)
45
hareket sayıldığı hasebiyle, vardığı en son yer yaratılışın gayesi ve
seyrin nihayetidir. Genel olarak tümel cisme, tümel tabiata, tümel
bitkiye, tümel hayvana ve tümel insana baktığımızda, insanın alemin
cevheri ve zatî hareketinden sonra vücuda gelen ve kendisiyle
sonuçlanan son yaratık olduğu hasebiyle, Hak Teala’nın terbiye eli
bütün tahakkuk aleminde insanın terbiyesine koyulmuş ve böylece
evvel ve ahir olan insan olmuştur.
Bu zikredilenler tikel fiillerde ve vücud mertebelerine bakıştadır.
Aksi taktirde mutlak fiil hasebiyle Hak Teala’nın fiilî için, mukaddes
zatından başka bir hedef yoktur. Bu kendi yerinde de ispatlanmış bir
konudur. Tikel fiillere baktığımızda da insanın yaratılış hedefi mutlak
gayb alemidir. Nitekim kutsî bir hadiste şöyle yer almıştır: “Ey
ademoğlu! Eşyayı senin için yarattım ve seni de kendim için
yarattım.”1 Kur’an-ı Kerim’de de Musa bin İmran’a (a.s) hitaben şöyle
yer almıştır: “Seni kendim için seçtim.”2 Hakeza şöyle buyurmuştur:
“Ve ben seni seçtim”3
O halde insan Allah için yaratılan bir varlıktır ve Zat-ı Mukaddes
için yaratılmıştır. Varlıklar arasında seçilen ve özgür olan odur.
İnsanın seyrinin nihayeti ise Allah’ın kapısına ulaşmak ve Allah’ın
zatında fenaya ermek ve Allah’ta, fena makamında sabit kalmaktır.
Onun dönüşü Allah’adır, Allah’tandır, Allah’tadır ve Allah iledir.
Nitekim Kurân-ı Kerim’de şöyle yer almıştır: “Şüphesiz onların
dönüşü bizedir.”4
Diğer varlıklar insan vasıtasıyla Hakk’a döner, dolayısıyla onların
dönüşü insanadır. Nitekim velayet makamlarının bir bölümünü izhar
eden Ziyaret-i Camia’da şöyle buyurulmuştur: “Yaratıkların dönüşü
sizedir ve onların hesabı sizin üzerinizedir.” Hakeza şöyle
buyurulmuştur: “Allah sizinle (yaratılışa başlamıştır) ve sizinle sona
1
İlm’ul Yakin, c. 1, s. 381
Ta-Ha/41
3
Ta-Ha/13
4
Gaşiye/25
2
46
erdirecektir.” 1 ve Hak Teala ayet-i şerifede şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz onların dönüşleri bizedir. Sonra onları hesaba çekmek
de elbette bize aittir.”2 Ziyareti Camia’da hakeza şöyle
buyurulmuştur: “yaratıkların dönüşü size ve hesapları sizin
üzerinizedir.” Bu tevhid sırlarından bir sırdır ve de kamil insana
dönmenin, Allah’a dönüş olduğuna işarettir. Zira kamil insan, mutlak
fani ve Allah’ın bekasıyla bakidir. Kendiliğinden bir öznelliği, sebatı
ve benliği yoktur. Kendisi esma-i hüsna’dandır ve ism-i a’zam’dır.
Nitekim Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde de buna oldukça işaret
edilmiştir.
Kur’an-ı Şerif o kadar tevhid inceliklerini, sırlarını ve hakikatlerini
kapsamıştır ki, marifet ehlinin aklı hayrette kalmıştır ve bu, semavi ve
nuranî sayfanın büyük mucizelerinden biridir. Sadece terkip güzelliği,
beyan inceliği, fesahatin sonu, belagatin nihayeti, davet niteliği,
gaipten haber, güçlü hükümler, aile düzeninin sağlamlığı ve benzeri
şeyler açısından değil. Oysa bunların her biri de bağımsız olarak
harikulade ve beşer gücünün üstünde birer mucizedir. Ama bu Kur’anı Şerif, fesahat güzelliğiyle meşhur oldu ve bu mucizesi diğer
mucizeler arasında daha da yaygınlaştı. Bunun sebebi de ilk yıllarda
Arapların bu konuda uzman olduğu ve sadece bu mucizeyi derkettiği
sebebiyledir. Kur’an’da varolan daha önemli boyutlar, daha üstün
mucizeler ve daha üstün öğretiler, o zamanki Arapların derkedemediği
gerçeklerdi. Şu anda da onlarla aynı çizgide olanlar, bu ilahi latifeden
sadece lafzi terkipleri, bedii ve beyani güzellikleri derketmektedirler.
Ama marifetlerin inceliklerini ve sırlarını bilenler tevhit ve tecridin
latifelerinden haberdar olanlar, tümüyle bu ilahi kitaba yönelmiştir. Bu
ilahi kitaptaki bakışları ve bu semavi vahiydeki arzularının kıblesi,
Kur’anî
marifetlerdir.
Diğer
boyutlarına
fazla
teveccüh
etmemektedirler. Her kim Kur’an’ın irfanına, Kur’anî marifetleri elde
eden İslam ariflerine bakacak, onlarla diğer dinlerin alimlerini
eserlerini ve marifetlerini mukayese edecek olursa, dinin en büyük
1
2
Uyun-u Ehbar’ir Riza (a. s) c, 2, s. 27-28; Ziyaret-i Camia-i Kebire
Gaşiye/25 ve 26
47
temeli, peygamberlerin gönderiliş ve kitapların nazil oluş hedefi olan
Kur’an ve İslam’ın marifetlerinin yüceliğini anlar, böylece de bu
kitabın ilahi bir vahiy ve bu marifetlerin ilahi marifetler olduğunu
onaylamak hususunda hiçbir zorluğa düşmez.
İmanî İkaz
Bil ki azameti yüce Hak Teala’nın rububiyeti alemler üzerindeki
rububiyeti iki türlüdür:
Birisi, alemdeki bütün varlıkların ortak olduğu genel rububiyet. Bu
genel rububiyet her varlığı rububiyet tasarrufu altında, noksanlık
çizgisinden, layık olduğu kemaline ulaştırdığı tekvini terbiyelerdir.
Tabii ve cevheri ilerlemeler, zatî ve ilineksel değişim hareketleri,
rububiyet tasarrufları altında gerçekleşmektedir. Özetle maddeler
maddesi ve ilk madde menzilinden; hayvanlık, cismani kuvveler ve
hayvani ruhaniyetin ve tekvini terbiye menzilinin husulüne kadar her
şey şöyle şahadet eder: “azameti yüce olan Allah rabbimdir.”
İkincisi ise teşrii rububiyetin mertebelerindendir ve de insan türüne
özgüdür. Diğer varlıkların bundan bir nasibi yoktur. Bu terbiye;
kurtuluş yollarına hidayet etmek, insanlık ve saadet yollarını
göstermek ve aykırı şeylerden sakındırmaktır ve bunlar da
peygamberler vasıtasıyla izhar edilmiştir. Eğer bir kimse irade
adımıyla kendini terbiye altına alacak ve rabbu’l aleminin tasarrufu
altına sokacak olursa ve de organlarının zahiri ve batini kuvvelerinin
tasarrufunun, nefsani tasarruf olmayacağı bir şekilde terbiye olacak
olursa, hatta bundan da öte ilahi ve rububi tasarruf altına girecek
olursa, bu insani türe özgü insanlık kemali mertebesine ulaşmış olur.
İnsan, hayvanlık makamına kadar diğer hayvanlarla aynı şekilde
yürümektedir ve bu makamdan sonra önünde iki yol bulunmaktadır ve
bu yolları irade adımıyla kat etmelidir. Birincisi rabb’ul aleminin
doğru yolu olan saadet menzilidir: “Şüphesiz rabbim doğru yol
üzeredir.”1 diğeri de taşlanmış şeytanın eğri yolu olan mutsuzluk
1
48
Hud/56
yoludur. O halde eğer insan kuvvelerini ve vücud organlarını rabbu’l
aleminin tasarrufu altına koyar ve Allah’ın terbiyesi ile terbiye olursa,
yavaş yavaş bu memleketin sultanı olan kalbi, Allah’a teslim olur.
Kalp alemlerin rabbinin terbiyesi altına girdiği taktirde ise, diğer
ordular ona uyar ve bütün vücud memleketi Hak Teala’nın terbiyesi
altına girer. Kabir aleminde, melekler kendisine, “rabbin kimdir?”
Diye sorduğunda kalbinin gölgesi olan gaybî dili “azameti yüce olan
Allah benim rabbimdir” diyebilir. Böyle bir kimse Allah Resulü’ne ve
hidayet imamlarına itaat edeceğinden ve ilahi kitapla amel
edeceğinden diliyle şöyle der: “Muhammed (s.a.a) benim
peygamberimdir, Ali ve masum evlatları benim imamlarım ve Kur’an
benim kitabımdır.” Eğer kalbini ilahi ve rububi kılmamışsa, bu
durumda da “lailahe illallah, Muhammedu'r resulullah, Ali'yyen
veliyyullah” gerçeği kalp levhasına yazılmaz. Nefsin batınî sureti
haline gelmez, Kur’an’ı Şerif ile amel etmiş sayılmaz, Kur’an’da
tefekkür ve tezekkürde bulunmaz. Kur’an ona mensup olmaz ve o da
Kur’an’la manevi ve ruhi bir irtibat kuramaz ve böylece ölüm
hastalığının zorluklarında ve büyük bir olay olan ölümde, bütün
marifetler hatırından silinip gider.
Ey aziz! İnsan ağır bir hastalık veya zihinsel güçlerinin
zayıflamasıyla bütün bilgilerini unutabilir, meğer ki şiddetli tezekkür
ve ünsiyetle bu bilgiler onun ikinci fıtratı haline gelmiş olsun! Eğer
büyük bir olay meydana gelirse, insan birçok işlerden gaflet eder,
bilgilerine unutkanlık çizgisi çizilir. O halde ölümün korkunç
hallerinde hali ne olur? Eğer kalp kulağı açılmamışsa ve kalp duyucu
değilse ölümden sonra inançların telkininin kendisine hiçbir faydası
olmayacaktır. Telkin kalplerin hak inançlardan haberdar olduğu,
kalpleri duyucu hale geldiği kimseler için faydalıdır. Ölümün
zorluklarında bir gaflet hasıl olmuşsa, bu vesileyle Allah’ın melekleri
onun kulağına duyurur, ama eğer insan sağır olur, berzah ve kabir
aleminin kulağına sahip olmazsa, asla telkini işitmez ve bunun
kendisine bir etkisi olmaz. Hadis-i şeriflerde de bu söylenen gerçeklere
işaret edilmiştir.
49
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Errahmanirrahim”
Bil ki celil ve yüce Hak Teala’nın bütün isim ve sıfatları için genel
olarak iki makam ve mertebe vardır: Birisi Hz. Vahidiyet’te sabit olan
zatî sıfat ve isimlerdir. Zatî tecelli ve işlerden olan zatî ilim, zatî irade
ve kudret ve diğer zatî işler gibi.
Diğeri ise Hak Teala için sabit olan feyz-i mukaddes tecellisi ile,
fiilî sıfat ve isimler makamıdır. Tıpkı İşrakilerin sabit bildiği, tafsili
ilmin ölçüsü kabul ettiği, filozofların en üstünü, Hacı Nasuriddin’in1
(Allah yüzünü şen kılsın) hakkında burhan ikame ettiği fiilî ilim gibi.
Hacı Nasuriddin de tafsili ilmin ölçüsünün fiilî ilim olduğu hususunda
İşrakilere tabi olmuştur.2 Gerçi bu konu araştırmalara aykırıdır. Aksine
tafsili ilim zat mertebesinde sabittir. Zatî ilmin tafsil ve keşfi ise, fiilî
ilimden daha üstün ve daha çoktur. Nitekim bu konu kendi yerinde
apaçık delillerle ispat edilmiştir. Ama vücud düzeninin, Hakk’ın tafsili
ve fiilî ilmî olduğu konusu sabittir ve burhan sünneti ile irfan
meşrebinde bir gerçektir. Gerçi irfani daha tatlı bir zevk, daha üstün
bir meslekte bundan ayrı bir yolda vardır: “aşığın yolu diğer yollardan
ayrıdır.”3 Özetle “rahmaniyye” ve “rahimiye” rahmeti için iki mertebe
ve iki tecelli vardır. Birisi feyz-i akdes tecellisiyle Hz. Vahidiyet’te,
zat tecelligahında; diğeri ise feyz-i mukaddes tecellisi ile varlıksal
özdekler tecelligahında. Zahir olduğu üzere mübarek surede eğer
rahman ve rahim zatiye sıfatlarından ise “bismillahirrahmanirrahim”
ayet-i şerifesindeki bu iki sıfatı, isme tabi tutmak mümkündür. Bu
durumda da fiilî sıfattan sayılır. Dolayısıyla asla tekrar sözkonusu
1
Muhammed b. Muhammed b. Hasan, Hace Nesiruddin Tusi diye meşhurdur. İlim,
hikmet ve matematik alimlerinden biridir. Birçok yüce kimse onu övmüştür. 16, 2,
1201 yılında Tus’da dünyaya gelmiş ve 1273 yılının Ğadir bayramı gününde ahiret
alemine göç etmiştir ve Kazımeyn şehrinde toprağa ve-rilmiştir. Onun hikmet,
kelam, matematik, heyet, nücum ve ahlakın değişik dalların-da sayısız telifleri
vardır. Bu teliflerin en meşhurları, İbni Sina’nın İşarat şerhi, Tecrid’ul-İtikad, Tehriri Uklis, Ahlak-i Nasıri ve Evsaf’ul-Eşraf kitaplarıdır. (el-Kuna ve’l-Elkab, c.3, s.251)
2
Mesariu’l Mesari’, Hacı Nasuriddin, Tashihi Muizi, s. 141
3
“Aşığın yolu diğer yollardan ayrıdır/Aşıkların mezhebi ve dini Allah’tır. “
(Mevlana)
50
değildir ve de tekid veya mübalağa olduğu söylenemez. Bu ihtimal
üzere –ilmî Allah nezdindedir- ayet-i şerifenin anlamı şöyle
olmaktadır: Rahmaniyye ve rahimiyye meşiyeti ile hamd, rahmani ve
rahimi zata mahsustur. Meşiyyet makamı; zat-ı mukaddesin cilvesi
olduğu hasebiyle de, meşiyyet makamının taayyunatından
(özdeklerinden) olan rahmaniyyet ve rahimiyet makamı da, zatî
rahimiyet ve rahmaniyyetin cilvesidir. Burada zikretmediğimiz başka
ihtimaller de vardır. Zira bu zikredilen ihtimal daha zahirdir.
***
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Maliki yevmiddin” (din
gününün sahibi). Kurrâlardan çoğu “melik” şeklinde kıraat etmişlerdir
ve iki kıraattan her biri için de, bir takım edebi tercihler
zikretmişlerdir. Hatta bazı büyük alimler (Allah’ın rahmeti üzerlerine
olsun) “melik” diye kıraat edilmesinin, “malik” diye kıraat
edilmesinden daha tercihli olduğu hususunda bir de kitap
yazmışlardır.1 Her iki tarafın da dediği sözlerden itminana ermek
mümkün değildir. Yazarın görüşüne göre ise “malik” diye kıraat
edilmesi daha tercihli ve hatta daha belirgindir. Zira bu mübarek sure
ile mübarek Tevhid suresi, diğer Kur’an sureleri gibi değildir. Bu iki
sureyi insanlar farz ve nafile namazlarda okudukları için, her asır
milyonlarca müslümandan işitmişler ve onlar da önceki milyonlarca
müslümandan bunu aynı şekilde işitmişlerdir. Hakeza bu iki sure-i
şerifeyi okudukları şekilde, her hangi bir harf azaltıp eksiltmeden,
hidayet imamlarından (a.s) ve Peygamber’den (s.a.a) de
nakletmişlerdir. Her ne kadar kurrâların çoğu “melik” diye okumuşsa
da ve alimlerden bir çoğu “melik” kıraatını tercih etmişlerse de, bu
husus zaruri, sabit, kesin ve mütevatir bir emre zarar vermemektedir ve
hiç kimse onlara uymamıştır. Alimler de kurralardan her birine uymayı
caiz görmüşlerse de, sözüne itina edilmeyecek az bir grup dışında hiç
1
Kaynağı bulunamamıştır.
51
kimse, bu zaruret karşısında namazlarında “melik” şeklinde de kıraat
etmemişlerdir. Ve eğer “melik” diye kıraat eden olmuşsa da ihtiyat
babından kıraat etmişler ve “malik” diye de okumuşlardır. Nitekim
nakli ilimlerdeki allame şeyhimiz Hacı Şeyh Abdülkerim Yezdi1
(kuddise sırruhu) çağdaşı olan alimlerinden birinin isteği üzerine
“melik” şeklinde okumuştur. Ama bu ihtiyat oldukça zayıftır. Hatta
yazarın inancına göre kesin olan bir emre aykırıdır.
Bu açıklama ışığında bazılarının kufî hattında “melik” ve “malik”
kelimeleri birbirine karıştırılmıştır, sözünün zayıflığı ortaya
çıkmaktadır. Zira bu iddia dillerde yaygın olmayan diğer sureler
hakkında söylenebilir. Hatta bu bile tartışılabilir. Ama işitme ve kıraat
şeklinde sabit olan böylesi surelerde, açıkça bilindiği gibi bu iddia
oldukça zayıf ve itibarsız bir açıklamadır.
Zikredilen bu söz “kufuven” kelimesinde de caridir. Zira her ne
kadar sadece asım’ın kıraati olsa da, vav-ı meftuhe ve fa-i mezmume
ile kıraat edilmesi işitilme yoluyla zaruret gereği sabittir. Diğer
kıraatler bu zarureti ortadan kaldıramamıştır. Bazıları kendi zanlarınca
ihtiyat ederek ekserin kıraati uyarınca “kufuen” şeklinde kıraat
etmişlerdir, ama bu ihtiyat yersizdir.
Eğer insanların kıraat ettiği gibi kıraat etmemizi emreden
rivayetleri2 tartışacak olursak –nitekim münakaşa edilebilir ve
zannedildiği üzere de bu rivayetlerin maksadı şudur: “İnsanların
okuduğu şekilde kıraat ediniz, yedi kura arasından birini tercih etmekte
1
Ayetullah’il Uzma Hacı Şeyh Abdulkerim Hairi Yezdi (1876-1936) Şia’nın taklit
mercisi ve büyük fakihlerinden biriydi. Hairi ilk öğretiminden sonra Necef ve
Samerra’ya gitti. Orada Mirza Bozorg-i Şirazi, Mirza Muhammed Taki Şirazi,
Ahund Horasani, Seyyid Kazım Yezdi ve Seyyid Muhammed İsfahani Fişareki’den
ders okudu. 1914 yılında Erak şehrine geri döndü. 1922 yılında da Kum’a geldi.
Büyük şahsiyetlerin ısrarı ile orada ikamet buyurdu ve Kum ilmî havzasını tesis etti.
Onun ilmî havzasında İmam Humeyni (r.a) gibi şahsiyetler yetişti. Usul ilminde
Durr’ul Fevaid, Fıkıhta es-Selat, en-Nikah, er-Rıza’ ve el-Mevaris gibi kitaplar
yazmıştır.
2
Vesail’uş Şia, c.4, s.821, Kitab’us Salat, Ebvab-ul Kıraat fi’s Salat, 74. Bab, 1-3.
hadisler
52
serbest değilsiniz- o zaman “melik” ve “kufuen”i Müslümanlar
arasında meşhur olanın ve Kur’an’da yazılı olanın aksine kıraat etmek,
yanlış olacaktır. Velhasıl ihtiyat, insanlar arasında yaygın, dillerde
meşhur ve Kur’an’da yazılı olduğu şekilde okumaktır. Zira o tür bir
kıraat, her görüşe göre sahihtir. Şüphesiz Allah bilir.
Felsefi Araştırma
Bil ki Hak Teala’nın malikiyeti, kulların malik oldukları şeylere
malikiyeti gibi değildir. Sultanların kendi memleketine malikiyeti
türünden bir malikiyet de değildir. Zira bu malikiyetler, itibari
izafelerdir. Hakk’ın yaratıklarına izafesi ise, bu türden değildir. Gerçi
fıkıh alimleri nezdinde bu tür bir malikiyet Hak Teala için de boyuna
(enine değil) sabittir. Ayrıca burada zikredilen görüşle de
çelişmemektedir. İnsanın organlarına malikiyeti türünden bir malikiyet
türü de değildir. Hakeza insanın zahiri ve batınî kuvvelerine malikiyeti
gibi bir malikiyet de değildir. Bu malikiyet de önceden zikredilen
diğer malikiyetlerden daha çok, Hak Teala’nın malikiyetine yakındır.
Hakeza nefsin, kendi işlerinden olan zatî fiillerine malikiyeti de, bu
türden bir malikiyet değildir. Tıpkı genişleyip daralması bir yere kadar
nefsin iradesi altında olan zihni suretlerin icadı da, bu tür bir malikiyet
değildir. Hakeza akli alemlerin, kendi altlarındaki alemlere yönelik
malikiyeti de bu tür bir malikiyet değildir. Gerçi bu alemdekilerin
tasarrufu, yok etme ve icad etme şeklindedir. Zira alınlarına fakirlik
nedeni yazılmış olan bütün imkani tahakkuk alemi, bir mahiyet
sınırında da olsa, bir sınırla sınırlandırılmış ve bir ölçüyle
belirtilmiştir. Bir sınırla sınırlandırılmış olan her şeyin, kendi fiiliyle
sınırlılığı ölçüsünce bir fasılası vardır; kayyumî ve hakkanî bir ihataya
sahip değildir. O halde bütün eşya zat mertebesi hasebiyle, kendi
tepkileriyle farklı ve mütekabildir. Bu yüzden de zatî ve kayyumî bir
ihataya sahip değillerdir. Ama işrakî izafe ve kayyumî ihata ile olan
Allah-u Teala’nın malikiyeti; hakiki, gerçek ve zatî bir malikiyettir. Bu
malikiyette, sıfat ve zat hususunda varlıklardan hiçbirisiyle bir
aykırılık içinde değildir. Zat-ı Mukaddes’in malikiyeti, bütün alemlere
53
oranla eşittir. Varlıklardan hiç birisi hususunda farklılık arzetmemekte
veya diğer alemlere oranla gayb ve soyut alemlere daha kapsayıcı ve
yakın bir konumda bulunmamaktadır (bütün alemlere karşı eşit bir
konumdadır). Aksi taktirde bir sınırlılık ve aykırılık içinde bulunur,
ihtiyaç ve imkan sıfatlarına sahip olmuş olur. Allah ise bundan çok
daha yücedir. Belki de Allah-u Teala’nın şu sözü de buna işaret
etmektedir: “Biz ona sizden daha yakınız.”1 Hakeza: “Biz ona şah
damarından daha yakınız.” 2 Hakeza: “Allah göklerin ve yerlerin
nurudur.”3 Hakeza: “Gökte de ilah O’dur ve yerde de ilah
O’dur.”4 Hakeza: “Göklerin ve yerlerin nuru O’na aittir.”5
Resulullah’ın (s.a.a) şu sözü de bu gerçeği ifade etmektedir: “Eğer bir
iple yeryüzünün en alt katına indirilecek olursanız, Allah’a inmiş
olursunuz.”6 Hakeza İmam Sadık (a.s) Kafi’de yer alan bir rivayette
şöyle buyurmuştur: “Hiçbir mekan O’ndan boş değildir. Hiçbir yer
O’nu ihata etmemiştir ve hiçbir mekana, diğer bir mekandan daha
yakın değildir.”7 İmam Ali Naki (a.s) da şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah dünya semasında olduğunda da, arşın üzerinde
olduğu gibidir. Her şey ilim, kudret, mülk ve ihata açısından O’nun
için eşit konumdadır.”8 Zat-ı Mukaddes’in bütün eşyaya ve alemlere
malikiyeti eşit bir konumda olmakla beraber, ayet-i şerifede şöyle
buyurulmuştur: “Malik-i yevmiddin” (ceza gününün sahibi) bu
özgünlük, belki de ceza gününün toplu bir gün olduğu hasebiyledir. Bu
açıdan toplu bir gün olan ceza gününün maliki, detay konumunda olan
diğer günlerin de malikidir. “Mülk aleminin dağınıklıkları melekut
aleminde topludur.”
1
Vakıa/85
Kaf/16
3
Nur/35
4
Zuhruf/84
5
Bakara/107
6
İlm’ul Yakin, c. 1, s. 54
7
Usul-i Kafi, c. 1, s. 125, Kitab’ut Tevhid, Bab’ul Hareketi ve’l İntikal, 3. hadis
8
a.g.e. 4. hadis
2
54
Veya azameti yüce Allah’ın kahhariyet ve malikiyetinin zuhuru,
mümkün varlıkların Allah’ın kapısına döndüğü ve varlıkların Allah’ta
fena makamına yükseldiği gün olan toplu günde (kıyamet gününde)
zuhur edeceği hasebiyledir.
Bu özetin bu kitapla uyumlu bir açıklaması ise şöyledir: Vücud
nuru ve hakikat güneşi, gaybın gizliliklerinden şahadet alemine doğru
nüzul seyrinde, gizlilik ve gaybete doğru hareket etmektedir. Başka bir
tabirle her nüzulde, bir tecelli vardır ve her tecelli ve takayyud ise bir
hicabdır. İnsan bütün tecellilerin ve kayıtların toplusu olduğu
hasebiyle de, yedi gök ve yedi kat yer olarak tevil edilen yedi zulmanî
ve yedi nuranî hicab ile örtülüdür. İnsanın esfelessafiline düşüşü ise,
belki de bütün hicap çeşitleriyle örtünmesini ifade etmektedir.
Tecelliler ufkunda vücud güneşinin ve salt nurun örtünmesi leyl veya
leyletu’l kadr olarak ifade edilebilir. İnsan bu örtülerde örtülü kaldığı
müddetçe de, ezel cemalini müşahededen ve ilk nuru görmekten
mahrum kalır. Suudi (yükseliş ifade eden) seyirde ise bütün varlıklar
tabiat aleminin en düşük makamından, tabii hareketlerle -ki onların
zatî yaratılışına, feyz-i akdesin ilmî taktiri hasebiyle ilahi fıtratın
cazibe nuru, emanet olarak bırakılmıştır- asli vatanlarına ve gerçek
miatlarına döndükleri için- nitekim ayet-i şerifelerde bu anlama bir çok
yerde işaret edilmiştir- yeniden nuranî ve zulmanî hicaplardan
kurtulmuş olurlar. Hak Teala’nın kahiriyyet ve malikiyeti tecelli eder.
Hak Teala vahdet ve kahhariyet ile tecelli buyurur. Burada son ilke
döner ve zahir batın ile birleşir. Zuhur hükmü düşer ve batın hükümeti
tecelli eder. Mutlak Malik’ten şu hitap gelir –Zat-ı Mukaddes’ten
başka bir muhatap da yoktur: “Bugün mülk kimindir?” O gün cevap
verecek bir kimse olmadığı için de bizzat Allah şöyle buyurmuştur:
“Vahid ve kahhar olan Allah’ın’dır.” 1
Hakiki güneşinin tecelliler ufku örtüsünden çıktığı gün olan bu
mutlak gün, bir anlamda “ceza günü”dür. Zira varlıklardan her birisi
kendisiyle uyumlu bir ismin gölgesinde Hak’ta fanidir. Sura
1
Gafir/16
55
üfürülünce o isimden zuhur eder ve o ismin tabileri ile birlikte olurlar:
“Bir grubu cennette, bir grubu ise ateşte.”1 Kamil insan bu dünyada
Allah’a doğru seyr-u sülûk ve Allah’a doğru hicret hasebiyle, bu
örtülerden çıkar; kıyametin hükümleri, saat ve yevmuddin (ceza günü)
kendisi için zahir ve sabittir. O halde Hak Teala, malikiyeti ile bu
namazsal miraçta onun kalbine zuhur eder. Dili kalbinin tercümanı
olur, zahiri batın müşahedelerinin dili olur. Malikiyetin yevmuddine
(ceza gününe) özgünlüğünün sırlarından biri de işte budur.
Arş ile İlgili İlham
Bil ki arş ve arşı taşıyanlar hakkında bir takım ihtilaflar vardır ve bu
konu ile ilgili rivayet-i şerifelerin zahirinde de ihtilaf söz konusudur.
Ama batın hasebiyle hiçbir ihtilaf yoktur. Çünkü irfanî ve burhanî yol
açısından arşın bir çok manaları vardır. İlgili alimlerin dilinde
görmediğim anlamlarından biri de, feyz-i akdesin konumu olan Hz.
Vahidiyet’tir. Bunu taşıyanlar ise önemli isimlerden dört isimdir ki
“evvel” , “ahir” , “zahir” ve “batın”dır.
Hakeza ilgili alimlerin dilinde görmediğim anlamlarından biri de,
ism-i azamın konumu olan feyz-i mukaddestir. Bunu taşıyanlar da
“rahman”, “rahim”, “rab” ve “malik”tir.
Diğer bir anlamı ise Allah’tan gayrisi anlamındadır. Bunun
taşıyıcıları ise şu dört melektir: “İsrafil”, “Cebrail”, “Mikail” ve
“Azrail”dir.
Diğer bir ismi ise, cism-i küldür. (tümel cisimdir) taşıyıcısı ise
erbab’ul enva’ın (türlerin rablerinin) suretleri olan dört melektir.
Kafi’de yer alan bir rivayette de buna işaret edilmiştir.2
Bazen de ilim hakkında kullanılmaktadır. Belki de bu ilimden
maksat ise, büyük velayet makamı olan Hak Teala’nın fiilî ilim
makamıdır. Taşıyıcıları ise geçmiş ümmetlerdeki kamil evliyadan şu
dört kişidir: Nuh, İbrahim, Musa ve İsa (a.s). Bu ümmette yer alan dört
kamil evliya ise şunlardır: “Hatem’ul Enbiya, Hz. Ali, Hasan ve
1
2
56
Şura/7
Usul-i Kafi, c. 1, s. 129 ve 133
Hüseyin (a.s)” Bu söz de anlaşıldıktan sonra mübarek Hamd süresinde
zata işaret eden “Allah” isminden sonra, adı geçen rab, rahman, rahim
ve malik isimleri, belki de batın hasebiyle bu dört şerif ismin
vahdaniyet arşının taşıyıcısı olduğu içindir. Bunların zahiri ise
tahakkuk arşının taşıyıcısı olan Hak Teala’nın dört mukarreb
meleğidir. O halde mübarek “rab” ismi, rab mazhariyetiyle rızıkların
müvekkili ve vücud diyarının mürebbisi olan Mikail’in batınıdır. Şerif
olan “rahman” ismi ise; ruhların inşa edicisi, surun üfürücüsü, ruhların
ve suretlerin harekete geçiricisi olan İsrafil’in batınıdır. Nitekim
vücudun genişlemesi de “rahman” ismiyledir. Mübarek ve şerif olan
“rahim” ismi de, varlıkları eğitmek ve kemale erdirmekle görevli olan
Cebrail’in batınıdır. Şerif olan “malik” ismi ise ruhları ve suretleri
almak ve zahiri batına çevirmekle görevli olan Azrail’in batınıdır. O
halde bu sure-i mübareke, “maliki yevmiddin” ayetine kadar,
rahmaniyet ve tahakkuk arşını kapsamaktadır ve onun taşıyıcılarına
işaret etmektedir. O halde bütün varlık alemi ve Kur’an’ın tercümanı
olduğu gayb ve şuhud tecellileri, mezkur surede, buraya kadar
zikredilmiştir. Bu anlam toplu bir şekilde ism-i azam olan bismillahta
da mevcuttur. Hakeza sebebiyet makamı olan “ba” harfinde ve hakeza
nedensellik sırrı olan “nokta”da da mevcuttur. Ali (a.s), velayet ve
nedenselliğin sırrıdır. O halde “ba” harfinin altındaki nokta da Ali’dir
(a.s).”1 Yani “ba” harfinin altındaki nokta velayet sırrının
tercümanıdır. Dikkatle düşünülsün! Düşünülmesinin sırrı ise, hadiste
varolan bir husus sebebiyledir. Şüphesiz Allah bilendir.
İrfani Tenbih
“Rab” kelimesinin takdimi, rahman ve rahim kelimelerinin
sonradan zikredilişi ve malikin te’hiri, belki de tümel bir fenaya veya
maliku’l müluk’un nezdinde huzur makamına kadar insanın dünyevi
ve mülki neşetten seyr-u sülûk niteliğine işarettir. O halde sâlik kimse
seyrin temelinde olduğu müddetçe rabbu’l alemin’in tedrici terbiyesi
altındadır. Zira kendisi de alemlerden bir parçadır ve sülûku da zaman
1
Esfar’ul Erbaa, c. 7, s. 32; Esrar’ul Hikme, s. 559
57
ve tedricin tasarrufu altındadır. Sülûk adımıyla tabiat aleminden çıktığı
zaman da, sadece aleme ait olmayan –ki sivaiyet (gayriyet) boyutu
onda daha galip haldedir- kuşatıcı isimler mertebesi kalbinde tecelli
eder. Şerif bir isim olan “rahman” kuşatıcı isimler arasında daha özgün
olduğu hasebiyle zikredilmiştir. Rahman, rahmetin zuhuru ve mutlak
genişlik mertebesi olduğu için de batınlar ufkuna daha yakın olan
rahimden önce zikredilmiştir. O halde irfani sülûkta ilk önce zahiri
isimler tecelli eder, ondan sonra batınî isimler. Sâlikin seyri de
kesretten vahdete olduğu için, malik isminin de onlardan biri olduğu
salt batınî isimlere erişir. Böylece malikiyet ile tecellide gayb ve
şahadet aleminin kesretleri ortadan kalkar, tümel fena ve mutlak huzur
hasıl olur. Kesret örtüsünden vahdet zuhuruna ve ilahi saltanata
ulaştığında ve huzuriyye müşahedesine nail olduğunda da, huzuri
muhataplık makamına erişir ve “iyyake na’budu” (sadece sana
ibadet ederiz” der.
O halde sure-i şerifede, sülûk ehli olanların bütün seyir dairesi
zikredilmiştir. Yani tabiat aleminin son örtülerinden zulmanî ve nuranî
bütün örtülerin kalktığı ve mutlak huzura ulaşıldığı yere kadar. Bu
huzur, sülûk eden kimsenin büyük kıyameti ve kıyametin koptuğu
andır. Belki de “Allah’ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde
olanlar hepsi düşüp ölür”1 ayet-i şerifesindeki müstesnadan maksat,
tümel sura üfürülmeden önce kendisi için sa’k ve mahv (fena) hasıl
olan bu tür sülûk ehlidir. Belki de muhtemelen Resulullah’ın (s.a.a) şu
sözü de buna işaret etmektedir: “Ben ve kıyamet şu ikisi (işaret ve orta
parmağını işaret ederek) gibiyiz.”2
Edebi Tembih
Tefsirlerde gördüğümüz veya onlarda nakledildiği üzere din; ceza
ve hesap anlamına alınmıştır. Lügat kitabında da bu anlam zikredilmiş
ve Arap şairlerinin sözleri de delil olarak gösterilmiştir. Örneğin şair
1
Zümer/68
el-Eşa’siyyat, s. 212, Bab-u ma Yucib’us-Sabr, Bihar’ul Envar, c. 2, s. 39,
Kitab’ul İlm, 72. hadis, Müfid’in Mecalis’inden
2
58
şöyle diyor: “Bil ki cezalandırıldığın gibi cezalandırılırsın” Sehl b.
Rabia’ya isnat edilen bir sözde ise şöyle yer almıştır: “Düşmanlıktan
başka bir şey baki kalmamıştır. Onları cezalandırdıkları gibi
cezalandırdık.” Söylendiği üzere ilahi isimlerden biri olan “deyyan”
kelimesi de bu anlamdadır. Belki de dinden maksat, hak şeriattır.
Çünkü kıyamette dinin eserleri zahir olur ve dini hakikatler, perde
gerisinden ortaya çıkar. Dolayısıyla da bugün dünya günü olduğu gibi,
o günü de “din günü” olarak adlandırmak gerekir. Zira bugün dünya
eserlerinin zuhur ettiği gündür ve dini hakikatlerin sureti burada zahir
değildir. Bu tıpkı Allah-u Teala’nın şu sözüne benzemektedir:
“Onlara Allah’ın günlerini hatırlat”1
Yani Hak Teala’nın kahır ve saltanatıyla bir topluluğa davrandığı
günler. Kıyamet günü hem Allah’ın günü ve hem de din günüdür. Zira
o gün ilahi saltanatın zuhur ettiği ve Allah’ın dininin hakikatlerinin
ortaya çıktığı gündür.
***
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “iyyake na’budu ve iyya
kenestein” (sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz).
Ey aziz! Bil ki sâlik kul marifet yolunda bütün övgüleri Hakk’ın zat-ı
mukaddesine has bildiği, vücudun genişleyiş ve daralışını Allah’tan
kabul ettiği, başta ve sonda, başlangıçta ve sonuçta bütün işlerin
Allah’ın malikiyet elinde olduğunu itiraf ettiği ve kalbinde ef’al ve zat
tevhidinin tecelli ettiği durumda, ibadet ve yardım dilemeyi Hakk’a
özgün kılmış olur ve bütün varlık aleminin isteyerek veya istemeyerek
Zat-ı Mukaddes’in karşısında huzur gösterdiğini kabul eder, tahakkuk
diyarında yardım dilemeyi kendisine isnat edebileceği birini göremez.
Zahir ehlinin “ibadetin özgünlüğü gerçek, yardım dilemenin
özgünlüğü ise gerçek değildir” diye söylemeleri, zahir ehlinin
üslubunca söylenmiş bir sözdür. Zira onlara göre Hak’tan gayrisinden
1
İbrahim/5
59
de yardım dilenebilir ve Kur’an-ı Şerif’te şöyle buyurulmuştur: “İyilik
ve takva üzere yardımlaşın”1 ve hakeza şöyle buyurulmuştur: “Sabır
ve namazdan yardım dileyiniz”2 hakeza kesin bir şekilde bilindiği
gibi Nebi-i Ekrem’in, hidayet imamlarının, ashaplarının ve
Müslümanların sireti de bir çok mübah işlerde Hakk’tan gayrisinden
yardım dilediklerini göstermektedir. Tıpkı hayvandan, hizmetçiden,
eşten, dosttan, elçiden, işçiden ve benzeri şeylerden yardım diledikleri
gibi. Ama Hak Teala’nın fiilî tevhidinden haberdar olan ve vücud
düzenini Hak Teala’nın failiyet sureti olarak gören, vücudda burhan ile
veya açıkça Allah’tan gayrisini etkin görmeyen bir kimse, basiret gözü
ve nuranî kalbi ile yardım dileme özgünlüğünün de gerçek bir
özgünlük olduğunu bilir. Diğer varlıklardan yardım dilemeyi de,
Hakk’tan yardım dilemenin sureti olarak kabul eder. Bunların dediğine
göre övgüleri Hak Teala’ya özgün kılmanın da bir anlamı yoktur. Zira
kendi meslekleri üzere diğer varlıkların da övgüye değer bir takım
tasarrufları, iradeleri cemal ve kemalleri vardır. Onlara göre diriltme,
öldürme, rızık ve yaratma da Hak Teala ve halk arasında ortak olan
işlerdendir. Ama ehlullah nazarında bu bir şirktir ve rivayetlerde de bu
gizli şirk olarak ifade edilmiştir. Nitekim bir şeyi hatırında tutmak için
parmağa takılan yüzük de gizli şirkten sayılmıştır.3
Özetle “iyyake na’budu ve iyyake nestein” cümlesi
“elhamdulillah” cümlesinin teferruatıdır ve hakiki tevhide işarettir.
Kalbinde tevhidin hakikati tecelli etmeyen ve kalbini mutlak şirkten
temizlemeyen bir kimsenin “iyyake na’budu” demesi gerçek değildir.
Bu kimse ibadet ve yardım dilemeyi Hakk’a has kılmış olmaz. Bu
kimse Allah’ı gören ve Allah’ı dileyen bir kimse sayılmaz. Kalbinde
tevhid tecelli ettiği taktirde, tecelli ölçüsünce varlıklardan yüz çevirmiş
1
Maide, 2
Bakara/45
3
Nitekim Ebu Abdillah (a. s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz şirk karıncanın ayak
izinden daha gizlidir.” Ve hakeza şöyle buyurmuştur: “Hacetini ve benzeri şeyleri
hatırlamak için yüzük takmak da bundandır.” Mean’il Ahbar, s. 379; Bab-u
Nevadir’ul Meani, 1. hadis, Bihar’ul Envar, c. 69, s. 96
2
60
ve Hakk’ın kutsal izzetine bağlanmış olur ve sonunda “iyyake
na’budu ve iyyake nestain” hakikatinin ismullah ile baki olduğunu
müşahade eder ve “sen kendini övdüğün gibisin”1 hakikatlerinden
bazısı kalbinde tecelli eder.
İşrakî Uyarı
Bu kitaptaki açıklamalardan da, gaybetten hitaba geçisin nüktesi
açıklığa kavuşmuştur. Bu sanat, sözün güzelliklerinden ve belagatin
süslerindendir. Fesahat ve belagat alimlerinin sözlerinde çok
görülmektedir ve sözün güzelliğine sebep olmaktadır. Bir halden bir
hale iltifat, muhataptan dalgınlığı giderir ve ruhuna yeni bir sevinç
verir. Ama namaz Hz. Kuds’e ulaşma ve üns makamının husul
merdiveni olduğu hasebiyle, bu sure-i şerifede de bu ruhani yüceliş ve
irfani yolculuk emredilmiştir. Kul Allah’a doğru seyrin başlangıcında,
tabiat aleminin zulmanî hicaplarında ve gayb aleminin nuranî
örtülerine mahpus kaldığı ve de Allah’a doğru yolculuk manevi sülûk
adımıyla bu örtülerden çıkış olduğu sebebiyle ve hakikatte Allah’a
doğru hicret; nefis ve yaratıklar evinden, Allah’a doğru dönüş,
kesretleri terk etmek, gayriyet tozunu silmek, tevhitlerin husulü,
halktan uzak durmak, rab nezdinde huzura erişmek olduğundan ve de
“maliki yevmiddin” ayet-i şerifesindeki kesretleri, Allah’ın kahiriyet
ve malikiyet nuru ışığında gördüğünden, kesretten mahv ve Hak
Teala’da huzur haleti ortaya çıkar. Huzuri muhataplık, cemal ve celali
müşahade ile ubudiyeti öne geçirir. Allah’ı istemeyi ve Allah’ı
görmeyi, mukaddes huzura ve ünsiyet mahfiline ulaştırır.
Bu maksadın “iyyake” zamiriyle eda edilişinin nüktesi de, bu
zamirin kesretlerin içinde fenaya erdiği zata irca etmesidir. O halde bu
makamda sâlike zatî tevhid makamı hasıl olabilir. Esma ve sıfat
kesretinden yüz çevirebilir ve kalbin yüzü kesretler örtüsü olmaksızın
Hz. Zat’a yönelebilir. Bu da muvahhitlerin imamı, arifler halkasının
başı, aşıkların önderi, meczub ve mahbublar silsilesinin başı olan
1
Peygamberin (s.a.a) secdede ettiği bir duadır, Furu-i Kafi, c. 3, s. 324,
Misbah’uş Şeriat, 5. bab ve Aval’il Leali, c. 1, s. 389, 21. hadis
61
Müminlerin Emiri (a.s) ve masum evlatlarının buyurduğu tevhid
kemalidir. “Tevhidin kemali O’ndan sıfatları nefyetmektir.”1
Zira sıfatın gayriyet ve kesret boyutu vardır. Bu kesrete teveccüh –
esma-i kesret bile olsa- tevhidin sırlarından ve tecridin gerçeklerinden
uzaktır. Bu yüzden belki de Adem’in (a.s) hatasının sırrı da,
yasaklanmış ağacın ruhu olan esmai kesrete teveccühtü.
İrfani Bir Araştırma
Bil ki zahir ehli, abid tek olduğu halde “na’budu” ve “nestain” diye
çoğul kipiyle ifadesi hususunda, bir takım nükteler beyan etmişlerdir.
Bu nüktelerden biri de abid şahsın, ibadeti vesilesiyle Hak
Teala’nın dergahında makbul olması için, şer’i bir hileye baş vurmuş
olmasıdır. O da abid insanın kendi ibadetinin makbul olması için
içlerinde Hak Teala’nın ibadetlerini kabul buyurduğu kamil evliyanın
da bulunduğu diğer yaratıkların ibadeti arasında kendi ibadetlerini
rahmet dergahına ve mukaddes huzura takdim kılmasıdır. Zira
ayrıcalık gözetmek yüce varlıkların adetinden değildir.
Bu nüktelerden biri de işin başında namazın cemaatle kılınmış
olması hasebiyle, çoğul kipiyle ifade edilmiş olmasıdır.
Biz ezan ve kametin cümlelerinin sırrı hakkında bu sırrı açıklayacak
bir takım nükteler de beyan ettik. O da şudur ki, ezan, sâlikin Allah’ın
huzuruna ermek için mülki ve melekuti güçlerini ilan etmesidir. Kamet
ise, onları ilahi huzurda ikame etmesidir. Sâlik mülki ve melekuti
güçlerini huzura eriştirince ve güçlerin önderi olan kalp de imamete
kalkınca ve namaz ikame edilince “mümin tek başına bir cemaattir.”2
O halde “nabudu”, “nestain” ve “ihdina” tümüyle bu cemiyet
vasıtasıyla mukaddes huzurda hazır bulunmaktadır. İrfan ve şuhudun
kaynağı olan ismet ve taharet Ehl-i Beyt’inden menkul rivayet ve
dualarda da bu anlama işaret edilmiştir.
1
Usul-i Kafi, c. 1, s. 191, Kitab’ut Tevhid Bab-u cemavi’t Tevhid 6. hadis
Vesail’uş Şia, c. 5, s. 379, Kitab’us Selat, Ebvab-u Salat’il Cemaat, 4. bab, 2 ve
5. hadisler
2
62
Yazara göre diğer bir nüktesi de şudur ki, sâlik elhamdulillah’ta,
mülk ve melekutta, her övenin tüm övgülerini Hakk’ın zat-ı
mukaddesine has kılmasıdır.
Burhan ehlinin kaynaklarında ve irfan ashabının kalplerinde, mülk
ve melekutuyla tüm vücud dairesinin idrakî, hayvanî ve hatta insanî bir
şuura dayalı hayata sahip olduğu, Hakk Teala’yı şuur ve idrak üzere
övüp tespih ettiği ispatlanmıştır. Tüm varlıkların özellikle de insan
türünün fıtratında, mutlak cemil ve kamilin mukaddes dergahında huzu
sabittir ve alınları mukaddes dergahta toprağa kapanmış durumdadır.
Nitekim Kur’an’da da şöyle buyurulmuştur: “O’nu hamd ile tesbih
etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız.”1
Diğer ayet-i şerifeler ve bu ilahi latifelerle dolu olan masumların
rivayeti de bu sağlam felsefi burhanı teyid etmektedir. O halde Allah’a
doğru seyr-u sülûk eden bir kimse, burhani istidlal veya imanî zevk
veya irfani müşahade adımıyla bu hakikati derkedince, olduğu her
makamda tüm vücud zerrelerinin, gayb ve şühud sakinlerinin, mutlak
abid olduğunu ve kendi yaratıcılarını talep ettiğini anlar. Dolayısıyla
da çoğul kipiyle bütün varlıkların, bütün hareket ve sükunetlerinde,
Hak Teala’nın mukaddes zatına ibadet ettiğini ve O’ndan yardım
dilediğini izhar eder.
Bir Uyarı ve Bir Nükte
Bil ki kaide gereğince ibadette yardım dileme, ibadetten öncelikli
olduğu halde “iyyake na’budu” cümlesinin “iyyakenestein”
cümlesinden önce zikredilmesi hakkında, ibadetin, ianete (yardıma)
değil, istianete (yardım dilemeye) takdim edildiğini söylemişlerdir.
Bazen yardım, yardım dilenmeksizin gerçekleşir. Bu ikisi birbiriyle
irtibatlı olduğu için de, takdim ve te’hir hususunda bir fark söz konusu
değildir. Nitekim şöyle denmektedir. “Hakkımı eda ettin, dolayısıyla
bana iyilik ettin” veya “bana iyilik ettin, dolayısıyla hakkımı eda
1
İsra/44
63
ettin.” Ayrıca istianet, yapılması düşünülen ibadet içindir, yapılmış
ibadet için değil. Bu yorumların soğukluğu zevk erbabına gizli
değildir.
Belki de nüktesi şudur ki, istianetin Hak Teala’ya özgün kılınışı,
Allah’a sülûk eden kimsenin makamı hasebiyle ibadetin
özgünlüğünden daha geri plandadır. Nitekim açıkça bilindiği gibi bir
çok muvahhitler ve ibadeti Hakk’a özgün kılanlar, istianette ortaktırlar
ve istianeti Hakk’a özgün kılmazlar. Nitekim tefsir ehlinin
bazılarından, istianeti özgün bilmediklerine dair nakilde bulunmuştuk.
O halde ibadette özgünlük, bilinen anlamıyla muvahiddlerin
makamlarının ilklerindendir ve istianeti Hakk’a münhasır kılmak da,
mutlak anlamda Hakk’tan gayrisini terk etmektir.
Dikkat etmek gerekir ki istianetten (yardım dilemekten) maksat
sadece ibadette yardım dilemek değildir. Aksine bütün işlerde yardım
dilemek anlamındadır ve bu da nedenleri ortadan kaldırdıktan, kesreti
terk ettikten ve Allah’a tam bir yönelişten sonradır. Başka bir ifadeyle
ibadet özgünlüğü; Hakk’ı istemek, Hakk’ı talep etmek ve gayrisini
talep etmeyi terketmektir. Yardım dileme özgünlüğü ise; Hakk’ı
görmek ve gayrisini görmeyi terketmektir. Gayrisini görmeyi
terketmek ise ariflerin makamlarında ve sâliklerin menzillerinde,
gayrisini talep etmeyi terketmekten daha sonra gelmektedir.
İrfani Bir Fayda
Ey sâlik kul! Bil ki ibadet ve yardım dilmeyi Hakk’a özgü kılmak
da muvahhidlerin makamlarından ve sâliklerin kemal derecelerinden
değildir. Zira onda tevhid ve tecrid ile çelişen bir takım iddialar vardır.
İbadeti, abidi, mabudu, yardım dileyeni, kendisinden yardım dileneni
ve yardım dilemeyi görmek bile tevhide aykırıdır. Sâlikin kalbine
tecelli eden gerçek tevhitte, bu kesretler yok olmuştur ve bu işleri
görmek söz konusu değildir. Evet gaybî cezbelerden kendine gelen ve
kendisine sahv (kendine gelme) makamı hasıl olan kimselere, kesret
hicap değildir. Zira insanlar bir kaç gruptur: Bir grubu örtülüdürler,
tabiatın karanlık örtülerine gömülen bizim gibi zavallı örtülülerdir.
64
Bir grubu da mukaddes dergaha doğru hicret eden ve Allah’a doğru
yolculuğa çıkan sâliklerdir.
Bir grubu ise kesret hicaplarından çıkmış, Hak ile meşgul olan ve
halktan gaflet etmiş, onlardan örtülü kalmış ve vuslata ermişlerdir.
Onlar için mutlak yok oluş ve kendinden geçiş makamı hasıl olmuştur.
Bir grubu ise mükemmel ve hidayetçi oluş makamına sahip olan
büyük peygamberler ve onların vasileri (a.s) gibi halka dönenlerdir. Bu
grup kesrette vaki oldukları ve yaratıkları irşat etmekle meşgul
oldukları halde, yine de kesret onlara birer örtü olmamaktadır ve onlar
için berzahiyyet makamı vardır.
O halde “iyyake na’budu ve iyya kenestein” gerçeği, bu grupların
haletleri hasebiyle farklılık arzetmektedir. Dolayısıyla biz örtülüler
için bu sadece bir iddia ve surettir. O halde eğer örtülerimizin farkına
varır ve eksikliklerimizi terkedersek, eksikliklerimizden haberdar
olduğumuz ölçüde, ibadetlerimiz de nuraniyet kazanır ve Hak
Teala’nın inayetine mazhar olur. Sâlikler ise sülûk adımı miktarınca,
hakikate yakındırlar. Vuslata ermiş kimseler ise, Hakk’ı görme
oranınca bir gerçek arzetmektedir. Kesreti görme oranında da salt suret
ve adetler üzere cari oluştur. Kemale ermiş kimselere göre ise salt
hakikattir. Dolayısıyla onların ne hak ve ne de halk ile bir hicabı
yoktur.
İmanî Bir Uyarı
Ey aziz! Bil ki biz tabiat aleminin bu kalın perdeleri altında
kaldığımız, tüm vaktimizi dünya ve lezzetlerini onarmaya
harcadığımız ve Hak Teala’dan, zikrinden ve fikrinden gafil
olduğumuz müddetçe, bütün ibadetlerimiz, zikirlerimiz ve
kıraatlerimiz hakikatten yoksundur. Ne elhamdülillah’ta bütün
övgüleri Hakk’a münhasır kılabiliriz ve ne de “iyyake nabudu ve
iyyake nestein” de hakikate bir yol edinebiliriz. Bu hakikatten yoksun
iddialarla Hak Teala’nın, mukarreb meleklerinin, peygamberlerin,
resullerin ve masum velilerin huzurunda rezil rüsvay olmuş oluruz.
Hal ve kalb dili, dünya ehlini öven bir kimse, nasıl elhamdulillah
65
diyebilir? Kalp kıblesi doğal olan, ilahiyetten bir kokusu almayan ve
halka dayanan bir kimse hangi dille “iyyake na’budu ve iyyake
nestein” diyebilir? O halde bu meydanın eriysen, himmetini kuşan.
Şiddetli bir tezekkür ve Hakk’ın azameti, yaratıkların acizliği, fakirliği
üzerinde tefekkür ile daha işin başında bu kitap boyunca zikredilen
gerçekleri ve incelikleri kalbine ulaştır ve kalbini Hak Teala’nın
zikriyle dirilt ki, kalbine tevhidden bir koku gelsin. Gaybî yardımlarla
marifet ehlinin namazına bir yol edinebilesin. Eğer bu meydanların eri
değilsen, en azından eksikliklerini gözönünde bulundur, acziyet ve
zilletine teveccüh et, utanç içinde başını önüne eğerek yola koyul ve
ubudiyet iddiasında bulunmaktan sakın. İnceliklerini hayata
geçiremediğin bu ayet-i şerifeleri, kemale ermiş kimselerin diliyle oku
veya sadece Kur’an’ın suretini kıraat etmeyi gözönünde bulundur ki,
en azından batıl ve yalancı bir iddiada bulunmamış olasın.
Fıkhi Bir İlke
Bazı fakihler “iyyake nabudu ve iyya kenestein” örneğinde inşa
kastinin caiz olmadığını söylemektedirler. Onlara göre bu Kur’aniyete
ve kıraate aykırı bir durumdur. Zira kıraat başkasının kelamını
nakletmektir. Bu söz doğru değildir. Zira insanın kendi sözüyle birini
övmesi mümkün olduğu gibi, başkalarının sözüyle de övebilir.
Örneğin eğer Hafız’ın bir şiiriyle birini övecek olursak, bizim onu
övdüğümüz ve hem de Hafız’ın şiirini okuduğumuz anlamındadır. O
halde “elhamdilillah rebbil alemin” cümlesiyle eğer hakikaten bütün
övgüleri Hak için inşa edecek ve “iyya kena’budu” cümlesiyle de
ibadeti Hakk’a münhasır olarak inşa edecek olursak, bu Allah’ın
kelamıyla hamdettiğimiz ve Allah’ın sözüyle ibadeti Allah’a has
kıldığımız anlamındadır. Hatta eğer birisi bu kelamı inşa manasından
soyutlayacak olursa, ihtiyaten kıraatinin batıl olduğunu söylemesek
bile, en azından ihtiyata aykırıdır. Evet eğer bir kimse bunun anlamını
bilmezse, öğrenmesi gerekmez. Bir anlamı olduğu hasebiyle suretinin
kıraat edilmesi de kifayet etmektedir. Rivayet-i şerifelerde de kıraat
eden kimsenin inşa ettiği yer almıştır. Nitekim kutsi bir hadiste şöyle
66
yer
almaktadır:
“Her
hangi
bir
kul
namazında
bismillahirrahmanirrahim” derse Allah şöyle buyurur: “Kulum beni
zikretmiştir” ve kul, “elhamdülillah” derse Allah şöyle der: “Kulum
bana hamdetmiştir.”1 Kul tarafından besmele ve hamd inşası
kastedilmediği taktirde, “kulum beni zikretmiştir ve kulum bana
hamdetmiştir” cümlesinin anlamı olmaz. Nitekim mirac hadisinde de
şöyle buyurulmuştur: “Şimdi vuslata erdin, o halde adımı an.”2
Hidayet imamlarında (a.s) “maliki yevmiddin ve “iyya kena’budu”
cümlesinde ortaya çıkan haletler ve onların bazısının bu ayeti tekrar
edişi, onların bunu inşa ettiğini göstermektedir; salt kıraat değil.
Örneğin: “İsmail Allah’tan başka bir ilah olmadığına şahadet
etmektedir.”3 Ehlullahın namaz mertebelerinin önemli farklılıklarından
biri de onların kıraat mertebelerinin farklılığıdır. Nitekim buna daha
önce işaret edilmişti. Bu da sadece kıraat eden kimsenin kıraat ve
zikirleri inşa etmesiyle gerçekleşir. Bu anlamın şahitleri bundan daha
çoktur. Özetle bu anlamların ilahi kelamla inşa edilmesinin sakıncası
yoktur.
Bir Fayda
Lügat ehli, ibadetin; huzu ve tezellülün (boyun eğme ve
teslimiyetin) nihayeti anlamına geldiğini ifade etmişlerdir. Onların
dediğine göre ibadet, huzu mertebelerinin en üstünü olduğu için de,
sadece vücud ve kemal mertebelerinin en üstününe, nimet ve ihsan
mertebelerinin en büyüğüne sahip olan bir kimse için layıktır. Bu
açıdan Hakk’tan gayrisine ibadet şirktir. Farsça tapma ve kulluk
anlamına gelen ibadet belki de hakikatte bu anlamdan daha geniştir ve
o da yaratıcı ve Allah için huzu ve teslimiyetten ibarettir. Bu açıdan bu
1
Mehaccet’ul-Beyza, c. 1, s. 388; Bihar’ul-Envar, c. 92, s. 226; Sahih-i Müslim,
c. 2, s. 92; az bir ifade farklılığıyla.
2
İlel’uş-Şerai s. 315, mirac namazı hadisinden
3
Bir rivayete göre bu cümle İmam Sadık’ın (a. s) oğlu İsmail’in kefenine yazdığı
bir cümledir. Meşhur olduğu üzere rivayetlerin zahirine bağlı kalan Ahbariler de bu
cümleyi ölülerinin kefenlerine yazmışlardır. (Vesail’uş Şia, Kitab’ut Teharet,
Ebvab’ut Tekvin, 29. bölüm, 2. hadis
67
tür bir huzu; mabudu, ilah ve tanrı veya onun benzeri, örneği ve
mazharı kabul etmekle birliktedir. Bu açıdan Hak Teala’dan gayrisine
ibadet şirk ve küfürdür. Ama bu anlam hususunda bir yakin ve itikat
olmadığı taktirde, her ne kadar huzunun nihayeti ifade edilse de, küfür
ve şirke sebep olmamaktadır. Gerçi onun bazı türleri haramdır. Tıpkı
huzu için alnını toprağa dayamak gibi. Bu gerçi ibadet ve takva
değildir, ama zahiren şer’i açıdan yasaklanmıştır. O halde mezhep
sahiplerinin mezhep büyüklerine gösterdikleri saygı onların her şeyde
–vücudun aslında ve kemalinde- Hak Teala’ya muhtaç, kendileri
hakkında bir fayda, zarar, ölüm ve hayata malik olmayan salih kullar,
ubudiyet vasıtasıyla Hak Teala’nın inayetine mazhar ve ilahi dergaha
yakın ve Allah’ın ihsanlarının vesileleri olduğu inancıyla birlikte
olursa, bu hiçbir şekilde şirk ve küfür değildir. Zira Allah’ın has
kullarına saygı göstermek Allah’a saygı göstermektir ve Allah’ın has
kullarını sevmek, Allah’ı sevmektir.1
Allah’ın birliğine şahadette bulunan – ki şahit olarak Allah yetergruplar arasında vahiy ve ismet Ehl-i Beyt’inin, ilim ve hikmet
hazinelerinin bereketiyle, beşer ailesinin tüm taifelerinden, Hak
Teala’nın tevhid, taktis ve tenzihinde en seçkin olanı, şüphesiz on iki
imama inanan Şia grubudur. Usul-i Kafi ve Tevhid-i Şeyh Seduk gibi
akaid kitapları ve celil ve yüce olan Hak Teala’yı tevhit ve taktis
hususunda Masum İmamlar’dan nakledilen dua ve hutbeler böyle bir
ilmin beşer arasında geçmişinin olmadığına tanıklık etmektedir. Hak
Teala’yı hiç kimse ilahi vahiy olan mukaddes kitaptan ve kudret eliyle
yazılan Kur’an-ı Şerif’ten sonra onlar gibi takdis ve tenzih etmemiştir.
Şia bütün asırlarda böylesine tevhid, tenzih ve masumiyet ehli
imamlara tabi olmuş ve onların apaçık burhanlarıyla Hakk’ı tanıyıp
tenzih ve tevhid derecesine ulaşmışlardır. Ama buna rağmen akaid ve
kitaplarından ilhad kokan bazı taifeler, bu Şia grubuna dil uzatmış ve
sahip oldukları batınî düşmanlık vasıtasıyla, ismet Ehl-i Beyt’ine tabi
olanları şirk ve küfür ile suçlamışlardır. Bu marifet ve hikmet
1
68
Kaynağı bulunmamıştır.
pazarında her ne kadar bir değer ifade etmese de, maalesef nakıs
kimseleri, ve cahil halkı ilim kaynağından uzaklaştırmakta ve cehalet
ve şekavete sevketmektedir. Bu insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir
ve hiçbir şekilde bunu telafi etmek mümkün değildir. Zira şer’i ve akli
ölçüler hasebiyle de bu kusurlu cahil ve çaresiz kimselerin günahı, söz
konusu insafsız kimselerin boynunadır. Zira onlar kendi birkaç günlük
hayali menfaatleri yüzünden, ilahi hüküm ve marifetlerin yayılmasına
engel olmakta ve beşer türünün sefalet ve şekavete düşmesine sebep
olmaktadır. Hayr’ul beşer (insanların en hayırlısı) olan Hz.
Muhammed’in (s.a.a) bütün zahmetlerini zayi etmektedirler. Bunlar
vahiy ve tenzil hanedanının kapılarını halkın yüzüne kapatmışlardır.
Allahım! Onlara çok lanet gönder ve onları elim bir azapla azaplandır.
***
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Bizleri doğru yola hidayet et.”
Ey aziz! Şunu bil ki Hamd suresinde marifet ve riyazet erbabının
sülûk keyfiyetine işaret edilmiştir ve “iyyake na’budü” (sadece sana
ibadet ederiz) hakikatine kadar sülûkun bütün keyfiyetinin, halktan
Hakk’a olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla sâlik olan kimse ef’ali
tecellilerden, sıfati tecellilere, oradan da zatî tecellilere terakki eder,
nuranî ve zulmanî hicaplardan çıkar ve huzur ve müşahade makamına
ulaşırsa, tam bir fena ve tümel bir yok oluş mertebesi hasıl olur. İlallah
seyri bitince de ubudiyet ufkunun batımına ve maliki yevmiddin”deki
malikiyet saltanatının doğuşuna yakınlaşır. Bu seyr-u sülûkun sonunda
da istikrar ve yerleşme haleti ortaya çıkar. Sâlik olan kimse kendine
gelir ve “sahv” (kendine gelme) makamı hasıl olur. Burada Hakk’a
teveccüh halka teveccühe tabidir. Başka bir ifadeyle Allah’a doğru
sülûk halinde halk ile ilgili hicaplarda, Hakk’ı görür, ama “maliki
yevmiddin”de hasıl olan tümel fena mertebesinden dönüşten sonra,
Hakk’ın nurunda, halkı müşahade eder. Bu yüzden de “iyya” ve “kaf”
zamirlerini takdim edip “iyya kena’budu” diyerek kendi zatına ve
ibadetine hitap eder. Çünkü bu haletin sabit olmaması da mümkündür
69
ve bu makamda sürçmeye düşülebilir. Dolayısıyla kendisinin sebat ve
lüzumunu “ihdina” sözüyle Hak Teala’dan talep eder. Nitekim
“ihdina” cümlesi “elzimna” “bizimle ol, bizi kendi halimize bırakma”
diye tefsir edilmiştir.
Bilmek gerekir ki zikredilen bu makam ve beyan edilen bu tefsir,
marifet ehlinden kemal sahipleri içindir. Onların birinci makamı ise
Allah’a seyrin dönüş makamında, Hak Teala onlarla halk arasına hicap
olur. Onların kemal makamı büyük berzah haletidir. Orada ne halk
Hakk’a hicap olur – biz örtülüler gibi – ve ne de Hak halka örtü olur.
Tıpkı iştiyak sahibi vuslata erenler ve cezbeye kapılan fenaya ermiş
kimseler gibi. O halde onların sırat-ı mustakimi Hakk’ın sıratı olan iki
neşet arasındaki orta berzah haletidir. Dolayısıyla “ellezine enamte
aleyhim” cümlesinden maksat, Hak Teala’nın Hz. İlmiye’de feyz-i
akdes tecellisiyle kabiliyetlerini taktir ettiği ve tümel fena makamından
sonra kendilerini, kendi memleketlerine döndürdüğü kimselerdir. Bu
tefsir esasınca gazaba uğramış kimseler, vuslata ermeden önceki örtü
ehli kimselerdir. Sapmışlar ise Hak’ta fenaya erenlerdir.
Kemal sahibi olmayan kimseler, eğer sülûka daha girmemişlerse,
bu işler onlar hakkında geçerli değildir. Onların sıratı, şeriatın zahiri
sıratıdır. Bu yüzden de sırat-ı mustakim din, İslam ve benzeri şeyler
diye tefsir edilmiştir. Ama eğer sülûk ehli kimseler iseler, hidayetten
maksat yol göstericilik ve sırat-ı mustakimden maksat ise Allah’a
vuslat yolunun en yakınıdır ve o Allah Resulü’nün (s.a.a) ve Ehl-i
Beyt’inin yoludur. Nitekim Allah Resulü (s.a.a), hidayet imamları ve
Müminlerin Emiri Ali (a.s) diye tefsir edilmiştir. Rivayette de yer
aldığına göre Resulullah düz bir çizgi çizdi ve etrafına da çeşitli eğri
çizgiler çizerek, “Bu ortadaki düz yol bendendir”1 diye buyurdu.
Allah-u Teala'nın: “Sizleri orta bir ümmet kıldık”2 sözündeki orta
ümmetten maksat da, mutlak ifadeyle mutlak şekilde ortada oluş
anlamını içermektedir. Bunlardan biri de ruhi kemaller ve marifetlerin
orta oluşudur ve bu da büyük berzahiyet makamı ve büyük orta
1
2
70
İlm’ul Yakin, c. 2, s. 967’de bu anlama yakın rivayet edilmiştir.
Bakara/143
oluştur. Bu yüzden bu makam da, Allah’ın kemal sahibi velilerine
mahsustur. Nitekim rivayetlerde de yer aldığına göre bu ayetten
maksat, hidayet imamlarıdır (a.s). İmam Bakır (a.s), Yezid bin
Muaviye-i İlci'ye şöyle buyurmuştur: “Vasat ümmet biziz, Allah’ın
halk üzerindeki şahitleri biziz.”1 Başka bir rivayette ise şöyle
buyurmuştur: “Aşırı giden bize döner ve geride kalan bize katılır.”2
Bu hadiste de zikredilen şeylere bir işaret vardır.
Nursal Bir Uyarı ve İrfanî Bir Nur
Ey hak ve hakikat talibi! Bil ki Allah tebareke ve teala vücud
sisteminin yaratılışını, gayb ve şühud mazharı olan her şeyi, “gizli bir
hazineydim, tanınmak istedim ve böylece yaratıkları tanınmak için
yarattım”3 hadis-i şerifi gereğince, esma ve sıfat aleminde, zatî
tanınma sevgisi hasebiyle, zatî bir sevgi ve yaratışsal bir aşk fıtratı
üzere yaratmıştır. Varlıklar o ilahi cezbe ve rabbani aşk ateşiyle
mutlak kemale yönelmekte, mutlak cemil’e aşık ve talib olmaktadır.
Her bir varlık için ilahi ve fıtrî bir nur taktir etmiştir ve her varlık bu
nur vasıtasıyla maksad ve hedefine ulaşma yolunu elde etmektedir. Bu
nur bir vüslat refrefi ve yüceliş burakıdır. Belki de Resulullah’ın (s.a.a)
“burak” ve “refref”i de bu latifenin bir inceliği ve bu gerçeğin mülki
tecessümünün bir sureti idi. Bu yüzden de bu alemin batını olan
cennetten nazil olmuştur.
Varlıklar özdeksel mertebelere nazil olduğu ve azameti yüce
sevgilinin cemil cemalinden örtülü kaldıkları için de, Hak Teala bu
nurla onları, bu zulmanî özdeklerden ve nuranî sabitlerden, bu
inceliklerin hakikati olan mübarek “Hadi” adıyla dışarı çıkarmakta,
gerçek hedefe en yakın yola ve sevgilinin civarına ulaştırmaktadır. O
halde o nur, Hak Teala’nın “hidayeti”; o ateş, ilahi “başarı” ve en
yakın yola sülûk ise “sırat-ı müstakim”dir. Hak Teala da bu sırat-ı
1
Usul-i Kafi, c. 1, s. 270, Kitab’ul Hüccet, Bab-u fi enne Eimmete Şüheda lillah
ala halkihi, 2. hadis
2
Tefsir-i Ayyaşi, c. 1, s. 63, 11. hadis
3
Esrar’ul Hikem, s. 20
71
müstakim üzeredir. Belki de marifet ehli için zahir olduğu gibi “Hiç
bir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim
elbette doğru yoldadır.”1 ayeti de bu hidayete, bu seyre ve bu
maksada işaret etmektedir.
Bilmek gerekir ki varlıklardan her biri için kendine özgü bir yol,
nur ve hidayet vardır. “Allah’a giden yollar, yaratıkların nefesleri
sayısıncadır.”2
Her özdekleşmede zulmanî bir hicab ve her vücud ve sübutta nuranî
bir örtü olduğundan ve insan da; özdeklerin toplandığı ve vücutların
cami’ bulunduğu yer olduğundan, Hakk Teala’dan en örtülü olan
varlık sayılmaktadır. Belki de “sonra onu aşağıların en aşağısı
kıldık”3 ayeti de bu anlama işaret etmektedir. Bu yüzden insanî yol,
yolların en uzunu ve en zulmanî olanıdır. İnsanın “rabbi”; zahir ve
batının, evvel ve ahirin, rahmet ve kahrın ve bilahare karşılıklı
isimlerin kendisine eşit seviyede bulunduğu Allah’ın en büyük ismi
olduğundan, insan için seyrin sonunda büyük berzahiyet alemi hasıl
olmaktadır. Dolayısıyla da onun yolu, yolların en incesidir.
İmani Bir Uyarı!
Söylendiği ve bilindiği gibi hidayet için; seyredenlerin seyir ve
Allah’a doğru sülûk edenlerin mertebe türleri hasebiyle, bir takım
mertebe ve makamları vardır. Biz de özetle bu makamlardan bazısına
işaret etmek istiyoruz. Böylece sırat-ı müstakim ile “kendine gazab
edilmişler” ve “sapmışlar”dan ibaret olan sırat-ı mufritin ve sırat-ı
muferritin de, mertebelerden her biri hasebiyle belli olacaktır.
İlki fıtrî hidayet nurudur. Nitekim önceki “uyarı”da buna işaret
edildi. Hidayetin bu aşamasında sırat-ı müstakim; mülki ve melekuti
örtüyle örtünmeksizin, Allah’a doğru sülûk veya organik ve kalbi
1
Hud/56
Bu hadis Peygamber’e mensuptur. Cami’ul Esrar ve Menbe’ul Envar, Seyyid
Haydar Amuli, s. 8, 95, 121 ve Şerh-i Lahici ber Golşen-i Raz s. 153, Nekd’un
Nusus, s. 185, Minhac’ut Talibin, s. 221, Usul’ul Aşere, s. 31
3
Tin/5
2
72
günahlar örtüsüyle örtünmeden Allah’a doğru sülûk veya ifrat ve tefrit
örtüsünden Allah’a doğru sülûk veya nuranî ve zulmanî örtülerle
örtünmeden Allah’a doğru sülûk veya vahdet ve kesret örtüsüne
örtünmeden Allah’a doğru sülûk demektir. Belki de “istediğini
saptırır ve istediğine de hidayet eder”1 ayeti de nezdimizde sabit
özdeklerin tecellisiyle vahidiyet mertebesi olan Kadir gecesinde, taktir
edilen örtüler ve hidayet mertebesine işarettir. Bunun detayı ise bu
kitabın, belki de genel anlamda yazı ve beyan dairesinin dışındadır.
“Bu Allah’ın sırlarından bir sır ve Allah’ın örtülerinden bir örtüdür.”2
İkincisi Kur’an nuruyla hidayet olmaktır. Bunun karşıtı ise, onu
tanımada ifrat ve tefrite düşmektir veya onun zahiri ve batını ile
yetinmektir. Nitekim bazı zahir alimleri Kur’an ilimlerini sıradan örfi
anlamlardan ve revaçta olan adsal kavramlardan ibaret bilmektedir. Bu
inançla Kur’an üzerinde tefekkür ve tedebbürde bulunmamaktadırlar.
Onların insanın organik, kalbi, cismi ve ruhsal saadetin kefili olan bu
nuranî sahifeden istifadesi, sadece zahiri ve şekli emirlere özgüdür.
Onlar; Kur’an üzerinde tefekkürün gerekli veya üstün bir şey olduğuna
veya Kur’an nurundan istifade edildiği taktirde marifet kapılarının
fethedileceğine delalet eden onca ayetleri görmezlikten gelirler. Sanki
Kur’an dünyaya ve hayvani lezzetlenmelere davet etmek, hayvanlık ve
hayvani şehvetler makamını te’kid etmek için nazil olmuştur! Bazı
batın ehli de zanlarınca ilahi huzur adabıyla edeplenmek ve Allah’a
doğru seyrin niteliği olan -ki bundan gafildirler- Kur’an’ın zahirinden
ve zahiri davetlerinden yüz çevirmiş, lanetli iblis’in ve kötülüğü
emreden nefsin hileleriyle Kur’an’ın zahirinden sapmış ve hayallerince
batınî ilimlere sarılmışlardır. Oysa batına ulaşma yolu, zahir ile
edeplenmektedir.
O halde bu her iki grup da itidal çizgisinden sapmış, Kur’ani doğru
yola hidayet nurundan mahrum kalmış, ifrat ve tefrite düşmüşlerdir.
1
Nahl/93 ve Fatır/8
et-Tevhid, s. 383; Bab’ul Kaza ve’l-Kadr, 32. hadis. Müminlerin Emiri, kader
Hakkında şöyle buyurmuştur: “Bil ki kader Allah’ın sırlarından bir sır ve Allah’ın
örülerinden bir örtüdür.”
2
73
Araştırmacı bir alim ve incelik sahibi bir arif, hem zahir ve hem de
batına yönelmeli, maddi ve manevi edepler ile edeplenmelidir. Zahirini
Kur’an nuruyla aydınlattığı gibi, batını da marifetler, tevhid ve tecrid
nuruyla aydınlatmalıdır. Zahir ehli bilmelidir ki Kur’an’ı zahiri/şekli
adaba, ameli ve ahlaki emirlere; tevhid, esma ve sıfatlar babında
sıradan inançlara özgü ve has kılmak, Kur’an’ın hakkını tanımamak ve
son dini nakıs kabul etmektir. Oysa son dinden daha kamil bir din
düşünülemez. Aksi taktirde adalet sünnetinde son din oluşu imkansız
olacaktır. O halde İslam, şeriatların sonuncusu; Kur’an, nazil olan
kitapların sonuncusu ve yaratıcı ve yaratık arasında son ilişki olduğu
için; dinlerin, şeriatların ve nazil olan ilahi kitapların zatî hedefi ve asıl
maksadı olan tevhid, tecrid ve ilahi marifetlerin hakikatlerinde,
mertebelerin en sonuncusu ve kemalin nihai doruk noktası olmalıdır.
Aksi taktirde şeriatta bir noksanlık sayılır ki, bu da ilahi adalete ve
rububi lütfe aykırı düşer. Bu da çok kötü bir imkansızlık ve çirkin bir
utançtır. Bu utancı hak dinlerin üzerinden yedi denizle yıkamak
mümkün değildir. Allah korusun! Batın ehli de bilmelidir ki, asıl
maksada ve gerçek hedefe ulaşmak da sadece zahir ve batını
temizlemekle mümkündür. Suret ve zahire sarılmaksızın batın ve
deruna ulaşmak imkansızdır. Şeriatın zahir elbisesini giymeden, batına
ulaşmak mümkün değildir. O halde zahiri terk etmekte, şeriatların
batın ve zahirini iptal etmek yatmaktadır. Bu da insan ve cin şeytanının
oyunlarından biridir. Biz de bu konunun bir miktarını Kırk Hadis
Şerhi’nde1 beyan ettik.
1
Erbein (Kırk Hadis Şerhi) adlı kitap, İmam’ın değerli eserlerinden biridir. İmam
Humeyni bu kitabı H. 1358 yılında Farsça olarak yazmıştır. İmam bu kitapta
Peygamber ve masum Ehl-i Beytinden (a.s) naklettiği kırk hadisi şerhetmiştir. Bu
hadisler, ahlaki, itikadi ve irfani konuları içermektedir. Bu değerli eser de, İmam
Humeyni’nin (r.a) Eserlerini Yayımlama ve Düzenleme kurumu tarafından
basılmıştır.
74
Üçüncüsü şeriat nuruyla aydınlanmaktır. Dördüncüsü İslam nuruyla
aydınlanmaktır. Beşincisi iman nuruyla aydınlanmaktır. Altıncısı yakin
nuruyla aydınlanmaktır. Yedincisi irfan nuruyla aydınlanmaktır.
Sekizincisi muhabbet nuruyla aydınlanmaktır. Dokuzuncusu velayet
nuruyla aydınlanmaktır. Onuncusu, tecrid ve tevhid nuruyla
aydınlanmaktır.
Her biri için de ifrat ve tefrit, aşırılık ve kusur söz konusudur ki,
detayı sözün uzamasına neden olduğundan geçiyoruz. Kafi’de yer alan
şu hadis, belki de bunun bazı veya tüm mertebelerine işaret
etmektedir: “Biz aşırı gidenin ulaşamadığı ve geride kalanın da ileri
geçemediği al-i Muhammed’iz.”1
Bir nebevi hadiste de şöyle yer almıştır: “Bu ümmetin hayırlısı,
geride kalanın katıldığı ve aşırı gidenin de kendisine döndüğü
orta/vasat topluluktur.”2
İrfani Bir Uyarı
Bil ki gayb, şehadet, dünya ve ahiret alemlerindeki bütün varlıklar
için bir başlangıç ve dönüş vardır. Gerçi bütün mahiyetlerin başlangıç
ve dönüşü ilahidir. Lakin yüce ve celil olan Hak Teala’nın mukaddes
zatı, bizzat esma sıfatları olmaksızın, düşük veya yüce varlıklara
tecelli etmediğinden ve makamsızlıktan ibaret olan bu makam
hasebiyle, isim, resim, zatî sıfat ve fiilî isimlerle muttasıf olmaksızın,
varlıklardan hiçbirinin onunla bir tenasübü yoktur. Hiçbir irtibat ve
karışım söz konusu değildir: “Toprak nerede? Rablerin rabbi
nerede!”3 Nitekim bu inceliğin detaylarını Misbah’ul-Hidaye’de
zikrettik. O halde Hak Teala’nın mukaddes zatının başlangıç ve dönüş
kaynağı, esmai örtülerdedir. İsim, müsemmanın aynısı olduğu halde,
onun örtüsüdür de. O halde gayp ve şehadet alemlerinde tecelli, esma
1
Kafi, c. 1, s. 136; Kitab’u-Tevhid, Bab’un Nehy anis’s-Sıfat, 3. hadis
Lisan’ul-Arab, Madde-i Nemt, 7. cilt, s. 417. Bu rivayet Ali’den (a.s)
nakledilmiştir.
3
Ayn’ul-Kuzat’ın Tehmidat kitabının musahhihi olan Afif Asiran s. 274’de bunu
bir hadis olarak kaydetmiştir. (Esrar’ul-Hikem-i Sebzevari, s. 23)
2
75
hasebiyle ve de onların örtüsündedir. Bu açıdan Zat-ı Mukaddes’in
esma ve sıfat cilvelerinde, Hz. İlmiyye’de marifet ehlinin “e’yan-i
sabite” (değişmez özdekler) olarak adlandırdığı bir takım tecellileri
vardır. O halde Hz. İlmî’de, her ismi tecellinin, bir sabit özdeğinin
olması gereklidir. Her ismin de ilmî tecelli ile harici dış alemde
başlangıç ve dönüşünün kendisiyle uyumlu bir ilişkisinin olduğu, bir
zuhuru vardır. Varlıkların her birinin başlangıcı ve sonu olan isim,
onun sırat-ı müstakiminden ibarettir, dolayısıyla her birinin kendisine
özgü bir seyri ve sıratı vardır ve de isteyerek veya istemeyerek, ilim
halvetinde takdir edilen bir başlangıcı ve dönüşü söz konusudur.
Zahirlerin ve sıratların ihtilafı da isim hazretlerinin ve zahirinin ihtilafı
hasebiyledir.
Bilmek gerekir ki insanın a’la illiyin’de (en yüce alemlerde)
takvimi (kıvamı ve doğruluğu), esma-i cem’ iledir. Bu açıdan esfel’essafilin’e kadar tardedilmiştir ve onun sıratı, esfel’es-safilin’den
başlayarak a’la illiyinde sona ermiştir. Bu Hak Teala’nın kendilerine
mutlak nimetle ihsan buyurduğu kimselerin sıratıdır ve bu nimet ilahi
nimetlerin en yücesi olan esma-i cem’in kemal nimetidir. Diğer sıratlar
ise; ister saadete erenlerin ve kendisine nimet verilenlerin sıratı olsun
ve isterse de şekavete düşenlerin sıratı, mutlak nimet feyzinden
yoksunluk miktarınca, ifrat ve tefritin iki tarafından birine dahildir.
Dolayısıyla kamil insanın sıratı, mutlak bir sözle kendisine nimet
verilenlerin sıratıdır ve bu sırat, asaleten son peygamberin mukaddes
zatına özgüdür. Diğer nebilere ve velilere de bağımlı olarak bu yol
sabittir. Bu sözü anlamak ise Nebi-i Ekrem peygamberlerin sonuncusu
olduğundan, esma ve a’yan (isimler ve özdekler) hazretlerini anlamaya
bağlıdır ve bunu da Misbah’ul-Hidaye kitabında açıklamış
bulunmaktayız. Doğru yola hidayet eden şüphesiz ki Allah’tır.
76
Meseleyi Kavratmak İçin Bir Söz Nakli
Büyük şeyh Bahai1 (kuddise sırruhu) Urvet’ul-Vuska adlı
risalesinde şöyle buyurmaktadır: “Münezzeh olan Allah’ın nimetleri
sayılamayacak kadar çoktur. Nitekim Hak Teala şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız.”2 Lakin
Allah’ın nimetleri iki türlüdür: Dünyevi ve uhrevi, onlardan her birisi
de ya vehbidir, ya da kesbi. Bunlardan her biri de ya ruhanidir ya
cismani. Dolayısıyla nimetler sekiz kısım olmaktadır.
Birincisi, ruhani, vehbi ve dünyevi nimettir. Tıpkı ruhun üfürülmesi
veya akıl ve anlayışın ifazesi gibi.
İkincisi, cismani, vehbi ve dünyevi nimettir. Tıpkı organların ve
kuvvelerin yaratılışı gibi.
Üçüncü ise, ruhani, kesbi ve dünyevi nimettir. Tıpkı nefsin aşağılık
işlerden uzaklaşması ve temiz ahlak ve yüce melekelerle
süslenmesidir.
Dördüncüsü ise, cismani, kesbi ve dünyevi nimettir. Tıpkı
beğenilmiş heyetler ve güzel çarelerle süslenmesi gibi.
Beşincisi ise, ruhani, vehbi ve uhrevi nimettir. Tıpkı günahlarımızı
bağışlaması ve önceden tövbe etmiş kimseden razı olması gibi.3
Altıncısı ise, cismani, vehbi ve uhrevi nimettir. Tıpkı süt ve baldan
nehirler gibi.
Yedicisi ise, ruhani, kesbi ve uhrevi nimettir. Tıpkı bağışlama ve
tövbe edildiği taktirde razı olmak ve itaat fiiliyle elde edilen ruhani
lezzetler gibi.
1
Şeyh Behauddin Muhammed Hüseyin Amili, Şeyh Behai diye muşhur olup
kendi döneminin büyük üstatlarından biri sayılmıştır. Şeyh Behai, Isfahan’ın şeyh’ul
İslamı sayılıyordu. Molla Sadra, Allame Meclisi gibi büyük alimler onun seçkin
öğrencileri idi. Cami-i Abbasi ve Havaşi ber Kaide-i Şehid der Fıkh, Usturlab ve
Teşrih-il Eflak der Heyet, Meşrik’uş Şemseyn, Habl’ul Metin, Erbein, el-Fevaid’us
Samediye ve Esrar’ul Belağa gibi kitapların sahibidir
2
İbrahim/34 ve Nahl/18
3
Şeyh Behai’nin buradaki ifadesi zikredildiği gibidir ve zahiren istinsah eden
kimse hata etmiştir. Belki de maksat, Hak Teala’nın, tövbe geçmişi olmaksızın
bizleri bağışlamasıdır.
77
Sekizincisi ise, cismani, kesbi ve uhrevi nimettir. Tıpkı itaat fiiliyle
elde edilen cismani lezzetler gibi.
Burada nimetten maksat, son dört kısımda yer alan veya ilk dört
kısımdan, bu son dört kısma ulaşma vesilesi olan şeylerdir.”1
Şeyh Bahai’nin bu nimet bölüştürmesi, gerçi çok incelikli bir
bölüştürmedir, ama ilahi nimetlerin en önemlisi ve ilahi mukadder
kitapların en yüce maksadı olan nimeti unutulmuş, sadece nakıs veya
orta kimselerin nimetleri zikredilmiştir. Gerçi Şeyh Bahai’nin sözünde
ruhani lezzetler de zikredilmiştir. Ama itaat fiiliyle elde edilen uhrevi
ve ruhani lezzetler, orta makamlı kimselerin nasibidir, nakıs kimselerin
nasibi demesek bile.
Özetle, Şeyh Bahai’nin zikrettiği hayvani lezzetler ve nefsani
nasipler dışında bir takım nimetler de vardır ki onların başlıcaları üç
şeydir:
Birincisi zat marifeti ve zatın tevhit nimetidir ki, bunun da aslı
Allah’a doğru sülûk etmek ve neticesi ise lika cennetidir. Eğer sâlik
kimse neticeye bakacak olursa, sülûkunda noksanlık vardır. Zira bu
makam kendini ve lezzetleri terketme makamıdır. Hasıl olana teveccüh
ise, kendine teveccühün bir neticesidir. Bu da kendine tapmaktır,
Allah’a tapmak değil; teksirdir, tevhid değil ve örtünmedir, tecrid
değil.
İkincisi ise isimlerin marifet nimetidir ve bu nimet, esmai kesretler
hasebiyle dallara ayrılmaktadır. Eğer müfredatı hesaplanacak olursa,
bin tanedir. Eğer iki veya daha fazla isimle terkibatı hesaplanacak
olursa, sayılamayacak kadar çoktur: “Allah’ın nimetlerini saymaya
kalksanız, sayamazsınız.” Bu makamda esmai tevhid, isimlerin cem-i
ahadiyet makamı olan ism-i a’zam’ı tanıma nimetidir ve isimlerin
marifet neticesi ise isimler cennetidir. Herkes, bir veya birden fazla,
tek veya toplu marifeti ölçüsünce bundan nasiplenir.
Üçüncüsü ise efa’li marifet nimetidir. Bu da sayısız bir çok
konulara ayrılmaktadır. Bu mertebedeki tevhit makamı ise feyz-i
1
78
Risale-i Urvet’il-Vuska, s. 38
mukaddes ve velayet-i mutlaka makamı olan fiilî tecellilerin cem-i
ehediyet makamıdır. Bunun da neticesi, sâlikin kalbinde Hak Teala’nın
fiillerinin tecellisi olan ef’ali cennettir. Belki de Musa b. İmran’ın,
“bir ateş gördüm”1 diye buyurduğu tecelli de, ef’ali tecelli idi. Hak
Teala’nın, “rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsa da
baygın düştü.”2 diye buyurduğu tecelli de esmai veya zatî tecellidir.
O halde birinci makamdaki “kendisine, nimet verilenlerin” sıratı,
Allah’ın zatına sülûk sıratıdır ve o makamdaki nimet de, zatî tecellidir.
İkinci makamdaki sırat ise, Allah’ın isimlerine sülûktur ve o
makamdaki nimet ise, esmai tecellidir. Üçüncü makamda ise Allah’ın
fiillerine sülûktur ve ondaki nimet ise efali tecellidir. Bu makamın
ashabının cennetlere ve genel insanların lezzetine teveccühü yoktur.
Bu ister ruhani olsun, ister cismani fark etmez. Nitekim rivayetlerde de
müminlerden bazısı için bu makam ispat edilmiştir.3
Son
Bil ki mübarek Hamd suresi, vücudun bütün mertebelerine şamil
olmakla birlikte, sülûkun bütün mertebelerine ve işaret olarak
Kur’an’ın bütün maksatlarına şamildir. Bu konulara dalmak, her ne
kadar daha geniş bir izah ve daha farklı bir mantık gerektirmekle
birlikte, onlardan her birine işaret etmek, hiç de faydasız değildir.
Hatta marifet ve yakin ashabı için bir çok faydaları vardır.
O halde, birinci makamda diyoruz ki, bismillahirrahmanirrahim,
belki de vücudun bütün dairesine, nüzul ve suud (iniş ve çıkış)
kavisine işarettir. O halde, ismullah kabz ve bast’ın (toplanma ve
genişlemenin) ahadiyet makamı ve rahman ise bast (genişleme) ve
zuhur makamıdır ki, bu da nüzul boyutudur. Rahim ise kabz ve butun
(toplanma ve batınlar) makamıdır ki, bu da suud (yükseliş) boyutudur.
Elhamdulillah ise, ceberut ve melekut-i a’laya işarettir. Onların
hakikati de mutlak övgülerdir. Rabb’ul-alemin ise, gayrilik makamı
1
Taha/10, Neml/7 ve Kasas/29
A’raf/143
3
Bihar’ul-Envar, c. 77, s. 23
2
79
olan terbiyet ve alemin münasebetiyle, belki de zat cevheriyle harekete
geçmiş ve eğitilmiş olan tabiat alemine işaret etmektedir. Malik-i
yevmiddin ise, vahdet ve kahhariyet makamına işarettir ve vücud
dairesinin rücu etmesidir. Buraya kadar vücudun nüzulen ve suuden
(iniş ve çıkış olarak) bütün dairesi son buldu.
İkinci makamda ise diyoruz ki, müstahap olan istiaze (Allah’a
sığınma) belki de Hakk’tan gayrisini terk etmeye ve şeytanın
sultasından kaçmaya işarettir. Bu da makamların bir parçası değil, ön
koşulları olduğu hasebiyledir. Zira öncüllerden soyutlanmak,
süslenmektir ve bizzat kemaliyye makamlarından değildir. Bu açıdan
istiaze, surenin bir parçası değildir. Belki sureye girişin ön koşullarıdır.
Tesmiye ise belki de fiilî, zatî ve bu ikisinin arasındaki tevhit
makamına işarettir. Elhamdulillah’tan rabb’ul-alemin’e kadar ise,
belki de fiilî tevhide işarettir. Malik-i yevm’id-din ise tam fenaya ve
zatî tevhide işarettir. İyyake ne’bud’dan başlamakta ve sahv (kendine
gelme) ve rücu haletiyle son bulmaktadır. Başka bir ifadeyle istiaze;
yaratıklardan, Hakk’a yolculuk ve nefis evinden çıkmaktır. Tesmiye;
yaratılış ve kesret aleminden soyutlandıktan sonra, hakkaniyetle
tahakkuka işarettir. Elhamdulillah’tan rabb’ul-alemin’e kadar da
Hakk’tan Hakk’a, Hak’ta sefere işarettir ve bu yolculuk malik-i
yevmiddin’de bitmektedir. İyyake na’bud’da ise Hakk’tan yaratığa
sahv (kendine gelme) ve rücunun husulüyle başlayan bir yolculuktur
ve bu yolculuk da ihdina’s sırat’el müstakim’de sona ermektedir.
Üçüncü makamda ise diyoruz ki, bu mübarek sure Kur’an-ı
Kerim’de başlıca ilahi amaçları kapsamaktadır. Zira Kur’an’ın
maksatlarının aslı, marifetullah’ın kemale erdirilmesi ve üç boyutlu
tevhidin hasıl olmasıdır. Hak ve halk (yaratıcı ve yaratık) arasındaki
rabıta, Allah’a doğru sülûkun niteliği, zarif varlıkların hakikatlerin
hakikatine dönüş niteliği, toplu, detaylı, bireysel ve katışıklı ilahi
tecellilerin tanıtımı, sülûk ve tahakkuk açısından yaratığın irşadı, ilim,
amel, irfan ve şuhud açısından kulun eğitilmesi ve özetle bütün bu
gerçekler, bu mübarek surede kamil bir vecazet ve özetle beyan
edilmiştir.
80
O halde bu mübarek sure, fatihat’ul-kitap, ümmü’l-kitap ve Kur’an
hedeflerinin kısaca bir suretidir. Bütün ilahi kitapların amaçları da tek
bir amaca irca ettiğinden ve o amaç da tevhidin hakikati olduğundan,
bütün peygamberlerin hedefi ve amaçlarının nihayeti olduğundan,
hakikatler ve tevhit sırları, mukaddes “bismillah” ayetinde gözönünde
bulundurulmuştur. O halde bu mübarek ayet, Allah’ın en büyük ayeti
olup bütün ilahi kitapların amaçlarını kapsamaktadır. Nitekim hadis-i
şerifte de bu yer almıştır.1 Ba harfinin altındaki nokta da onun sırrıdır.
O ba harfidir2. Bütün bir kitap zuhur ve sır açısından “ba” harfinde
gizlidir. Kamil insan, yani mübarek alevi (a.s) vücud, tevhid sırrının
ortasıdır.3 Ayet aleminde ise Son Peygamber’den (s.a.a) sonra o
mübarek vücuddan daha büyük bir şey yoktur. Nitekim hadis-i şerifte
de bu yer almıştır.4
Son ve Tamamlayıcı Bilgi
Bazı rivayetlerde bu mübarek surenin fazileti hakkında
Peygamber’in (s.a.a) Cabir b. Abdillah-i Ensari’ye şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: “Ey Cabir! Acaba Allah’ın kitabında indirdiği en
üstün surenin hangisi olduğunu sana öğreteyim mi?” Cabir şöyle arz
etti: “Evet, annem babam sana feda olsun, ey Allah’ın Resulü! Onu
bana öğret!” Böylece Resulullah kitabın esası olan hamd suresini ona
öğretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey Cabir! Seni bu sure hakkında
bilgili kılayım mı?” O şöyle arz etti: “Anam babam sana feda olsun, ey
Resulullah! Beni haberdar kıl.” Peygamber şöyle buyurdu: “O ölüm
1
Bihar’ul-Envar, c. 92, s. 238, bu babda üç hadis mevcuttur.
Eğer Kur’an asrında yaygın olan Kufi hattında hiçbir noktanın olmadığı
söylenecek olursa, şöyle cevap verilebilir ki, bu hakikat söz konusu iddiamıza zarar
vermemektedir. Her ne kadar zuhurdaki bu rol ertelenmiş olsa da hakikatlerde bir
etkisi yoktur. Dolayısıyla genel olarak bu iddianın sıhhatı hakkında mutlak olarak
ikna edici bir delil yoktur. Bu konuda yaygın olmak, mutlak yok oluşun delili
değildir. Biraz düşün.
3
“Ben “ba harfi”nin altındaki noktayım.” (Esrar’ul-Hikem, s. 559)
4
Tefsir-i Safi, c. 2, s. 779, “An’in-Nebe’il Azim” ayetinin tefsirinde
2
81
dışında her hastalığın ilacıdır.”1 İbn-i Abbas Resulullah’tan (s.a.a)
şöyle nakletmektedir: “Her şeyin bir esası vardır ve Kur’an’ın esası
da Fatiha’dır, Fatiha’nın esası da bismillahirrahmanirrahim’dir.”2 ve
Resulullah’tan şöyle nakledilmiştir: “Hamd suresi her derdin
devasıdır.”3
İmam Sadık’ın (a.s) ise şöyle buyurduğu yer almıştır:
“Elhamdulillah’ın şifa vermediği bir kimseye, hiçbir şey şifa vermez.”4
Müminlerin Emiri Hz. Ali’den nakledildiği üzere Resulullah (s.a.a)
şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala bana şöyle buyurmuştur: “And
olsun ki, sana daima tekrarlanan yedi ayetli fatiha’yı ve Kur’an’ı
azim’i verdik.”5 Ayrıca bana fatihat’ul kitab’ı lütfetti ve onu Kur’an’a
denk kıldı. Şüphesiz fatihat’ul kitap arşın hazinesindeki en değerli
şeydir. Allah-u teala Muhammed’i (s.a.a) fatiha ile şereflendirmiştir ve
sadece ona özgün kılmıştır. Bu konuda peygamberlerden kendisine
fatihadan sadece “bismillahirrahmanirrahim” ayetinin ihsan
edildiği Süleyman dışında, hiç bir peygamberi ortak kılmamıştır.
Nitekim Belkıs’tan şöyle nakletmektedir: “Bana Süleyman’dan yüce
bir
mektup
gelmiştir
ve
onda
şöyle
yazılıdır:
6
Bismillahirrahmanirrahim” O halde her kim Muhammed ve Ehl-i
Beyt’inin dostluğuna inanarak bu sureyi okur, emirlerine teslim olur
ve zahir ve batınına iman ederse, Allah-uTeala bu surenin her harfine
karşılık, her bir iyiliğinin, kendisi için dünyadaki bütün mal ve
hayırlardan daha üstün olacak bir iyilik yazar. Her kim Kur’an
okuyan birini dinlerse onun için de okuyan kimsenin sevabının üçte
biri vardır. O halde sizden her biriniz, kendisine arzedilen bu iyiliğini
1
Tefsir-i Ayyaşi, c. 1, s. 20, 9. hadis.
Mecme’ul-Beyan, c. 1, s. 17
3
a.g.e
4
Tefsir-i Ayyaşi, c. 1, s. 20 ve 10. hadis ve Bihar’ul-Envar, c. 89, s. 237, 34.
hadis
5
Hicr/87
6
Neml/29, 30
2
82
artırma cehdi içinde olmalıdır. Zira bu bir ganimettir. Sakın elden
çıkarmayın, aksi taktirde kıyamette sizler için hasreti baki kalır.”1
İmam Sadık’tan (a.s) ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Eğer
bir ölüye yetmiş defa Hamd suresi okunur da o ölünün ruhu geri
dönerse, bu ilginç bir iş değildir.”2
Resulullah’tan (s.a.a) da şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Her kim
Fatihat’ul Kitab’ı okursa kendisine Kur’an’ın üçte ikisini okumanın
sevabı verilir.”3 Başka bir rivayette ise şöyle buyurulmuştur: “adeta
Kur’an’ın bütününü okumuş gibidir.” 4
Ubey b. Kaab’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resulullah’a
(s.a.a) Fatihat’ul Kitab’ı okudum, bana şöyle buyurdu: Ruhum elinde
olana andolsun ki Allah Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’da Fatihat’ul
Kitab’ın bir benzerini indirmemiştir. O ümm’ül kitab ve seb’ul
mesani’dir. O Allah ile kulu arasında bölüştürülmüştür. Kul için
dilediği şey vardır.”5
Huzeyfe b. Yeman’dan (r.a) nakledildiği üzere Resulullah (s.a.a)
şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala bir kavim için kesinleşmiş azabı
indirir, onların çocuklarından birisi Kur’an’dan “elhamdulillah”
ayetini okur, Allah-u Teala bunu işitince, kırk yıl onlardan azabı
kaldırır.”6
Hakeza İbn-i Abbas’tan da şöyle dediği nakledilmiştir: “Biz
Resulullah’ın yanında iken aniden bir melek geldi ve şöyle buyurdu:
“Sana verilen ve senden önceki peygamberlere verilmeyen iki nur
sana müjdeler olsun! O iki nur Fatihat’ul Kitap ve Bakara suresinin
1
Uyun-u Ahbar-i Riza, c. 1, s. 301, Fima Cae an’il İman Ali b. Musa min
Ahbar’il Mutafarrika, 60. hadis, Bihar’ul Envar, c. 89, s, 227, 5. hadis
2
Tefsir-u Nur’is Sakalayn, c. 1, s. 4, Hamd suresinin tefsiri, 8. hadis
3
Bihar’ul Envar, c. 89, s. 259 ve Mecme’ul Beyan, c. 1, s. 17
4
a.g.e
5
Mecme’ul Beyan, c. 1, s. 17
6
Tefsir’ul Kebir, c. 1, s. 178
83
sonlarıdır. Her kim onlardan birini okursa hacetini gideririm.”1 Bu
rivayeti, Mecme’de bu anlama yakın bir şekilde nakletmiştir.”2
1
2
84
Mustedrek’ul Vesail, Kitab’us Selat, Ebvab’ul Keraet, 44. bölüm, 3. hadis
Mecme’ul Beyan, c. 1, s. 18
Üçüncü Bölüm
Hamd Suresi İle İlgili Tefsir Dersleri
Birinci Ders
Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınırım
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur
Birkaç kez benden, Kur’an-ı Kerim’in kimi ayet-i celileleriyle ilgili
birtakım konuları anlatmam istenmişti. Gerçekte Kur’an’ı tefsir etmek,
bizim gibilerin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. İslam tarihi
boyunca Şii-Sünni büyük alimler, bu konuda pek çok kitap
yazmışlardır. Yapmış oldukları bu çalışmalar takdire şayandır. Ne var
ki bunların her biri, sahip oldukları ilim ve uzmanlık sayesinde Kur’an
perdelerinden sadece bir perdeyi tefsir edebilmişlerdir. Bunu bile
kamil bir şekilde yaptıkları malum değildir.
Örneğin şu birkaç yüzyıl boyunca, bazı arifler çıkıp bir takım
tefsirler yazmışlardır. Muhyiddin-i Arabi1 bazı kitaplarında,
Abdürrezzâk Kâşânî2 Tevilat’ta, Molla Sultan Ali3 tefsir alanında
eserler kalem almışlardır.
Maarif yolunu izleyen bu kimseler sahip oldukları ilim dalarına
göre iyi eserler yazmışlardır. Bununla birlikte Kur’an yalnızca onların
yazdıklarından ibaret değildir. Bu yazılanlar, hakeza Tantâvi4 ve
1
Muhammed b. Ali b. Muhammed Arabi (1165-1240) 12. asrın büyük
ariflerinden biridir. Kendisi İbn-i Arabi, Muhyiddin ve Şeyh-i Ekber olarak
meşhurdur. Futuhat-i Mekkiye gibi eserlerinde Kur’an’ı irfani bir şekilde tefsir
etmiştir.
2
Molla Abdurrazzak b. Cemal (Celal)’uddin Kaşani, Eb’ul-Ganayim künyesiyle
meşhurdur. Kemaluddin Lakabına sahiptir. H. 8. asır meşhur ariflerindendir. Tefsirî
konularını Te’vil’ul-Ayat veya Te’vilat’ul-Kur’an adlı eserlerinde bulmak
mümkündür.
3
Sultan Muhammed b. Haydar el-Cenabezi Horasani, Sultan Alişah diye
meşhurdur. H. 14. asır sufi ve ariflerindendir. Beyan’us-Saadet fi Makamat’il-İbadet
adlı tefsir kitabı birçok sembolik ve felsefi konuları içermektedir. Bu eser 4 cilt
olarak 1965 yılında Tahran üniversitesi matbaasında basılmıştır.
4
Tantavi b. Cevheri Mısri (1870-1939) Mısır alimlerinden ve Kahire Dar’ulUlum üstatlarından biridir. El-Cevahir fi Tefsir’il-Kur’an adlı tefsiri vardır. Tantavi
tefsir kitabında Müslümanların ihtiyaç duyduğu hükümleri ve ahlaki meseleleri ele
almıştır. Bu tefsirin en önemli özelliği ilmi konularıdır ki yaklaşık 750 Kur’an
ayetini tabii ilimlerin gerçekleriyle uyarlamaya çalışmıştır.
87
benzerleri, aynı şekilde Seyyid Kutub1, başka bir yöntemle -aslında
yine tam anlamıyla Kur’an tefsiri sayılamayacak- tefsirler
yapmışlardır. Bunlar da yine bir perde konumundadır.
Bu iki gruptan olmayan daha başka tefsircîler de vardır. Örneğin
bizim Mecme’ul Beyan2 ki güzel bir tefsir olup, Şia’nın ve Ehl-i
Sünnet’in görüşlerini bir araya toplamıştır. Yazılan diğer tefsirler için
de aynı şey geçerlidir. Kur’an; bizim ya da başka birisinin makamına
layık kapsamlı bir şekilde tefsirini yapabileceği bir kitap değildir.
Kur’an ilimleri, bizim anlayışımızın ötesinde bulunan bambaşka
ilimlerdir. Biz Allah’ın kitabının perdelerinden, ancak bir perdeyi, bir
sureti anlayabilmekteyiz. Geri kalanı, Allah Elçisi’nin (s.a.a)
eğitimiyle yetişmiş olan ismet ehlinin tefsirine muhtaçtır.
Son zamanlarda, tefsir yapmaya hiç de ehil olmayan birtakım
insanlar ortaya çıkmıştır. Aslında bunlar, kendilerinin amacı olan bir
şeyi, Kur’an ve sünnete dayandırmak istemişlerdir. Hatta kimi solcular
ve komünistlerden de, amaçlarına ulaşabilmek için, Kur’an’a el
atmaya yeltenmişlerdir. Böyle kimselerin, gerçekte ne Kur’an’la bir
ilgileri, ne de tefsirle bir işleri vardır. Bunlar kendi amaçlan
doğrultusunda “işte İslam budur” diyerek, gençlerimizi kendi
yönlerine çekmek istemektedir.
Bu bakımdan şunu arz etmek istiyorum: yeterince ilmî olgunluğa ve
yetkinliğe ulaşmamış kimseler, bu tür meselelerle ve İslami konularla
ilgisi olmayan gençler, İslam’dan haberi olmayan insanlar, kesinlikle
Kur’an’ı tefsire kalkışmamalıdır. Böyle kimselerin amaçları
doğrultusunda Kur’an’ı tefsire kalkışması halinde, gençlerimizin
1
Seyyid b. Kutub b. İbrahim, 20. asırda yaşayan Mısır’lı İslam düşünürü, yazarı
ve Arapça öğretim görevini yapmış bir kimsedir. Seyyid Kutub, İhvan-i Müslimin
grubuna mensuptur. Bu teşkilatın gazete sorumluluğunu üstlenmiştir. Seyyid Kutub,
Cemal Abdunnasır rejimi tarafından tutuklanmış, zindana atılmış, sonra da idam
edilmiştir. Seyyid Kutub’un Kur’an alanında; et-Tesvir’ul-Fenni fi’l-Kur’an,
Meşahid’ul-Kiyame fi’l-Kur’an, Tefsir-i fi Zilal’il-Kur’an gibi değerli eserleri vardır.
Seyyid Kutub kendi tefsirinde daha çok toplumsal konuları ele almıştır.
2
Mecme’ul-Beyan fi Tefsir’il-Kur’an adlı tefsir kitabı, Ebu Ali Fazl b. Hasan b.
Fazl Tebersi’nin eseridir. ( 1079-1156) 11. asır’da yaşamış olan büyük Şii fakihi ve
müfessiridir. Kendi değerli tefsirinde edebi konulara kıraat ile ilgili meselelere
değinmiş müfessirlerin görüşlerini nakletmiş ve Kur’an ayetlerinin maksadını beyan
etmeye çalışmıştır.
88
bunlara itibar göstermemesi, rağbet etmemesi gerekir. Çünkü İslam’ın
yasakladığı şeylerden birisi de “kendi görüşünce tefsir etmek”tir.1
Kendi görüşünce tefsir etmek, herkesin kendi görüşünü Kur’an’a
uygulaması ve buna göre tevil etmesi demektir. Örneğin, ruhi manalar
ehli olan bir kimse, önüne gelen Kur’an ayetlerini tevil etmekte, kendi
görüşüne uyarlamaktadır.
Bizim bütün bu cihetlerden sakınıp kaçınmamız gerekmektedir. İşte
bundan dolayı, Kur’an konusunda elimiz kolumuz bağlıdır. Yani bu
alan, insanın “Kur’an budur, şöyle demektedir” şeklinde her aklına
geleni söylemesine açık bir alan değildir.
Eğer ben Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerle ilgili birkaç kelime
sarf ediyorsam, “bundan amaç, kesinlikle şudur” şeklinde bir nispette
bulunmuyorum. Muhtemel olan bir takım şeylerden söz ediyorum. “Bu
ayetten amaç ancak şudur, başka bir şey olamaz” gibi kesinkes bir şey
söyleme hakkına sahip değilim. Bu bakımdan, bu konular hakkında
konuşmam istendiği için, haftada birkaç gün, örneğin bir gün, sınırlı
bir süre içinde Kur’an’ın baş tarafından ve sonlarından da bir sure
olmak üzere, özetle ve kısaca bu konulardan söz etmeye karar verdim.
Çünkü hem benim, hem de başkalarının ayrıntıya girecek zamanı yok.
Burada özetle bazı ayetlerden söz edeceğim. Şunu yine belirtiyorum
ki, sözlerim “bu kesinlikle böyledir veya böyle değildir” şeklinde
görüşe dayalı bir tefsir olmayacaktır. Sözlerimiz, kendi anladığımız
şekilde ve ihtimali olacaktır.
Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınırım
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur
Kur’an’ın bütün surelerinde, bu “besmele’lerin, kendilerinden sonra
gelen ayetlere bağlı olması muhtemeldir. Çünkü bu besmelelerin,
takdirde olan bir anlama bağlı olduğu söylenmiştir2 Lakin bu
1
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim Kur’an’ı kendi görüşünce tefsir
ederse, yeri ateştir.” (Tefsir-i Safi, c.1, s.35, el-Mukaddimet’ul Hamise)
2
“Bismillâhirrahmânirrahîm” ifadesi car-u mecrur (bi-ism), muzafun ileyh (Allah)
ve tabileri olan (Rahman, Rahim) kelimelerden bileşiktir. Arap kelamı üslubu
esasınca car-u mecrur, cümlenin kemale erdirilmesi ve anlamın tamamlanması için
olup fiile veya başka bir kelimeye taalluk etmelidir. Bu müteallik, isim veya fiil,
89
“bismillah”ların, daha çok surenin kendisine bağlı olması ihtimali ağır
basmaktadır. Örneğin Fatiha suresinde “bismillahirrahmanirrahim elhamdu lillahi rabbi’l alemin” şeklindedir. Yani “Allah tebarek ve
teala’nın ismiyle, hamd yalnızca O’nadır.”
Burada isim, alâmettir. Kişilere veya herhangi bir şeye isim
konulması, bu ismin onlara ait bilgi ve kimlik olması, örneğin Zeyd’in
kim olduğunun bilinmesi ve anlaşılması içindir.
Allah’ın isimleri de, mukaddes zatının alâmetleridir. İnsanın
Allah’ın mukaddes zatıyla ilgili elde edebileceği eksik bilgi, ancak
O’nun isimleri ile ilgilidir. Allah’ın mukaddes zatı, insanın kendisine
asla erişemeyeceği bir varlıktır. Hatta insanların en şereflisi ve alimi
olan, nebilerin sonuncusu, Peygamber (s.a.a) bile, O’nun mukaddes
zatına erişmek hususunda acizdir. Allah’ın mukaddes zatının
mertebesini, kendi mukaddes zatından başka kimse bilip kavrayamaz.1
insanlığın bu konuda ulaşabileceği mertebe, yalnızca O’nun
isimlerinden ibarettir. Yine bu isimlerin de çeşitli mertebeleri vardır.
Bunların bazılarını bizler, bazılarını da Peygamber-i Ekrem (s.a.a),
Allah’ın velileri ve bir de peygamberin eğitiminden geçmiş insanlar
kavrayabilirler.
Alemin tümü, ismullahtır. İsim, alamet ve nişane olduğu için,
alemde var olan bütün varlıklar, Hak Teala’nın mukaddes zatının
alâmeti ve nişanesidir. Onun alâmet oluşunu, yani bunun ne tür bir
alâmet olduğunu, kimileri derinlemesine anlayıp, algılayabilir; kimileri
de bunun alâmet oluşunu yüzeysel bir şekilde ve icmalen anlayabilir.
Bu konuda genel olarak bilinen, herhangi bir varlığın kendi kendine
var olamayacağıdır.
mukaddem veya mütaahhir, mahzuf veya mezkûr olabilir. Müfessirler bu ayet
hakkında çok detaylı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bazıları “bismillah ikra veya
bismillah utlu” (Keşşaf tefsiri) örneğinde olduğu gibi müteallıkı muahhar fiil olarak
takdire almışlardır. Bazıları (Tefsir-i Fahr-u Razi) da “bismillah ibtida-u kull-i şey”
şeklinde mutallıkı, muahhar isim olarak takdire almışlardır. Bazıları (Tefsir-i Tıbyan)
“ibde veya ikra veya kulu bismillah” şeklinde müteallıkı mukaddem fiil olarak
takdire almışlardır. Bazı araştırmacılar ise “biismike ezheru leke’l ubudiyet” şeklinde
mutallıkı sonraki surenin ayetlerinin mecmuundan hâsıl olan mana kabul etmişlerdir.
1
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sana hakkıyla ibadet edemedik ve seni
hakkıyla tanıyamadık.” (Mir’at’ul Ukul, c.8, s.146, Kitab’ul İman ve’l Kufr, bab’uş
Şükr, 1. hadisin şerhi
90
Bu mesele, insan aklında açık seçik bulunan (kabul edilen) bir
konudur. Her insanın aklı, fıtratı gereğince şu gerçeği anlayabilir ki
hem var olması, hem de yok olması mümkün olan bu varlık, kendi
kendine var olamaz. Bu mümkün varlığın, kendi kendine, yani
“bizzat” var olan başka bir varlıkla sonlanması gerekir. Yani yokluğu
düşünülemez ve o ezelidir. Hem var olmaları, hem de var olmamaları
mümkün olan diğer varlıklar, kendi kendilerine var olamayacakları
için, dışarıdan bir varlığın kendilerini yaratmasına muhtaçtırlar.
Örneğin, vehmi olan bu fezanın –eğer hiç olmazsa, vehmi bir
fezadır ve gerçekliği yoktur- var olduğunu ve kalıcı olduğunu farz
edecek olursak, bu salt fezanın başka bir varlığa dönüşmesi veya onda
(durup dururken) nedensiz olarak bir varlığın meydana gelmesi
mümkün değildir.
Örneğin kimileri, âlemde önce sonsuz bir fezanın olduğunu, -ki
buradaki sonsuzluk kavramı da tartışılır1- sonra hava ve gazların
ortaya çıktığını, ondan sonra da ondan başka bir varlığın ortaya
çıktığını söylemektedir. Bu, aklın zaruretine aykırıdır. Çünkü bir şeyin
dış etken olmaksızın başka bir şeye dönüşümü imkansızdır. Aksi
halde, bir varlık, kendiliğinden bir başka varlığa dönüşemez. Örneğin
suyun donması için, bir dış nedene gerek vardır. Suyun donması veya
kaynamasının bir dış etkeni vardır. Su, donma noktasının altına
düşmedikçe veya kaynama noktasının üstüne çıkmadıkça, sonsuza dek
su olarak kalır. Dışardan bir nedenin, suyu dondurması veya
kaynatması gerekir. Eğer su kokarsa, bunun da bir nedeni vardır. Bir
dış etkenin o suyun kokmasına neden olması gerekir. İşte bundan
dolayı, insanın temelde bilmesi gereken şey, her malulün (sonucun)
veya her mümkünün bir nedeni olması gerektiğidir. İnsanın şu konuyu
düşündüğü zaman, tasdik etmesi de, aklın açıkça kabul ettiği
meselelerdendi ki olması veya olmaması mümkün olan bir şeyin
kendiliğinden olması veya olmaması imkansızdır. Yokluk, var olacak
bir şey olmadığı cihetinden mülahaza edilirse, bunun bir nedeninin
olması gerekmez. Ama yok olan mümkün bir varlığın kendiliğinden
vücuda gelmesinin imkansızlığı akılların zaruriyatındandır.
1
İlahi filozofların sonsuz fezanın reddi hususundaki delillerine işaret etmektedir.
(Şerh-ul İşarat ve’t Tenbihat c.3, Nemet-i Evvel; Şerh-i Manzume, Gurer fi İsbat-i
Tenahi’l Eb’ad ve Şerh-i Muhtasar-i Manzume, Şehid Mutahhari, c.2, s.227)
91
Alemdeki bütün varlıkların ismullah olduğu ve bütün alemin
Allah’ın nişanesi olduğu, bütün akıl sahiplerince anlaşılabilecek ve
alemin ismullah olduğunu kabullenebilecek icmali bir konudur.
Konunun asıl anlamı ise bunun salt bir isimlendirme olmadığıdır.
Örneğin biz başkalarına bir şeyi tanıtmak islediğimizde, “bu
lambadır, bu otomobildir, bu insandır veya Zeyd’dir” diyoruz…
Bütün sıfatları ve kemâli sonsuz olan, sınırsız bir varlığın, tüm
sınırlardan münezzeh olduğu ve mümkün (varlıklar gibi) olmadığı,
apaçık bir gerçektir.
Eğer bir varlığın sınırı (haddi) olursa, mümkün varlıktır. Fakat
zatında, varlığında hiçbir sınır olmayan bir varlık, akli zaruret
dolayısıyla, bu varlığın, kemal sıfatların hepsine sahip olması gerekir.
Çünkü, kemal sıfatlarından bir tanesi dahi olmazsa, varlık sınırlanmış
olur. Sınırlanınca da, varlığı mümkün olur. Mümkün ve vacip
arasındaki fark şudur: vacip varlık, her şeyde ve her şeyiyle sonsuzdur.
Mutlak varlıktır. Mümkün varlıklar ise, sınırlı varlıklardır. Kemal
sıfatları, sonsuz bir şekilde ve sınırsız olmazsa, vacip sandığımız bir
varlık, aslında vacip değil, mümkün olur. Vacip varlık, yaratmanın ve
varlığın kaynağıdır. O kaynağın mebdeiyeti ile vücuda gelen bütün
varlıklar, zikredilen vasıfların kendi varlıklarında eksik bir halde
toplayan varlıklardır. Elbette bunun da dereceleri vardır. Bunlardan
birisi mertebe-i a’la’dır (en yüce mertebedir) ki, bu mertebede Allah’ın
bütün kemal sıfatları –elbette imkan ölçüsünde- vardır. Bir varlığın bu
sıfatlara sahip olmasının mümkün olduğu miktarınca. Bu da “ism-i
azam”dır.
İsm-i azam, nakıs yani imkanî bir noksanlık içinde Hak Teâla’nın
bütün kemâlini kendisinde bulunduran isim ve alâmete denir. Diğer
varlıklara oranla kamil bir şekilde bütün ilâhi kemâli kendisinde taşır.
İsm-i azam’ın peşice gelen varlıklar da şu maddi varlıklara
gelinceye kadar aynı kemâli kendilerinde bulundurmaktadır. Fakat
kendi kapasiteleri miktarınca bu kemâle sahiptirler. İlim, kudret ve
kemâle sahip olmadıklarını düşündüğümüz bu maddi varlıklar bile
düşündüklerimizin tamamen aksine, bütün bu kemallere sahiptirler.
Bizler örtülüyüz, bu yüzden de bazı şeyleri kavrayamıyor,
algılayamıyoruz. İnsandan, hatta hayvandan daha aşağı olan
varlıklarda bile, bütün kemal sıfatların yansıması vardır. Bunlar, kendi
92
varlıklarının boyutları ölçüsünde idrak sahibidirler. İnsanda var olan
idrak, onlarda da vardır.
“Hiçbir şey yoktur ki, Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. Ama siz
onların teşbihini anlayamazsınız. “1
Kimileri, eksik bir varlığın da idrakinin olmasının mümkün
olduğunu bilmediklerinden, bu varlıkların tesbihini, yaratılıştan gelen
(tekvini) bir tesbih olarak yorumlamışlardır.2 Oysa ki, ayet tekvini,
tesbih dışında bir şeyden söz etmektedir. Tekvini tesbihin ne
olduğunu, yani bunların nedeni olan birer varlık olduğunu hepimiz
bilmekteyiz. Hayır hakikat bu değildir, bu varlıkların tesbihi vardır ve
bu tesbih, tekvini bir tesbih değildir.
Bazı rivayetlerde, kimi varlıkların nasıl tesbih ettikleri de
zikredilmiştir.3 Resulullah’ın (s.a.a) elindeki taş parçasının tesbih
edişini orada hazır bulunanlar da duydular.4 Bu tesbih, sizin ve benim
kulağımın duymadığı, yabancı olduğu bir tesbihtir. Bu bir konuşma,
bir söz, bir kelimedir. Bizim sözlerimize ve konuşmalarımıza
benzememektedir. Ama işin içinde bir idrak söz konusudur. Elbette bu
idrak kendi varlıklarının kapasitesi miktarıncadır.
Hatta yüce mertebelerde kendilerini bütün idraklerin kaynağı olarak
düşündükleri için, başka varlıkların bu idrak ve mertebeye sahip
olmadığını söylemektedirler. Elbette o mertebeye sahip değillerdir.
Biz de bazı şeyleri idrak edemediğimiz için, bu varlıkların sahip
olduğu hakikatleri de idrak edemiyoruz. Çünkü örtülüyüz ve bu
yüzden bilgi sahibi değiliz. Bilmediğimiz için de işin içinde bir şeyin
olmadığını hayal ediyoruz.
İnsan pek çok şeyin var olmadığını hayal etmektedir, oysa vardır.
Siz ve ben, böylesi şeylere yabancıyız. Şimdilerde kimi şeylerin yeni
yeni keşfedildiğini, bilindiğini söylüyorlar. Örneğin, eskilerin cansız
1
İsra/44
Keşşaf tefsiri, c.2, s.451, İsra/44. ayetin tefsirinde; Tefsir-i Kebir-i Fahr-i Razi,
c.20, s.219, sözkonusu ayetin tefsirinde
3
Bihar’ul Envar, c.61, s.27, Kitab’us Sema ve’l Alem, bab-u Umum-i Ahval’il
Heyevan ve Esnafiha, 8. hadis
4
Hz. Ali (a.s) uzun bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Nübuvvet delili kemale ersin
diye Hz. Resul’ün elinde dokuz çakıl taşı ruhsuz oldukları halde sesleri işitilecek
şekilde tesbih etti.” (İsbat’ul Hudat, c.2, s.45)
2
93
saydığı bitkilerde, bir takım alıcılar vasıtasıyla sıcak su içinde bulunan
köklerinden şimdi birtakım seslerin algılandığını söylüyorlar. Bu
doğru mudur, değil midir bilmiyorum. Fakat bütün alem seslerle,
yankılarla doludur. Bütün alem canlıdır, alemdeki her şey ismullahtır.
Siz kendiniz de ismullahsınız; eliniz, diliniz her şeyiniz Allah’ın
isimlerindendir.
Hamd edişiniz, ismullah iledir. Hareket eden diliniz, ismullahtır.
Buradan kalkıp evinize ismullah ile gitmektesiniz. Siz bunu belki fark
edemiyorsunuz, ama kendiniz de ismullahsınız. Kalbinizin atışı,
nabzınızın vuruşu, ismullahtır. Esen rüzgarlar ismullahtır. Bu yüzden,
ayet-i kerime bu anlamı açıklamaktadır. Başka ayetlerdeki
“bismillah…” denmektedir. İsmullahtan söz edilmektedir. Her şey
ismullahtır, yani Hakk’tır, her şey esmaullahtır. İsim kendi
müsemmasında fanidir. Biz özgür olduğumuzu ve kendimizin bir şey
olduğunu sanıyoruz.
Ancak durum böyle değildir. Eğer Allah’ın o nur, irade ve tecelli ile
var ettiği varlık ışıkları bir an için kesilecek olursa, bütün varlıklar hiç
olmamışa döner ve yok olurlar. Varlık halinden çıkıp, ilk hallerine
dönerler. Varlıkların varlığının devamı da Allah’ın tecellisi ile olduğu
için, bütün alem, ancak Allah’ın tecellisi ile var olmaktadır. O tecelli
ve nur, varlık hakikatinin aslıdır. Yani ismullahtır.
“Allah göklerin ve yerin nurudur”1
Yani Allah’ın tecellîsidir, tahakkuku olan her şey bu nurdur. Zuhur
eden şey bu nurdur. Bunun bir zuhuru olduğundan “nur” denmekteyiz.
İnsan da zahirdir ve nurdur. Hayvanlar da aynen bu şekilde nurdur.
Bütün varlıklar nurdur. Her şey Allah’ın nurudur.
“Allah göklerin ve yerin nurudur”
Yani nurdan ibaret olan yer ve gök, Allah’tandır. Yer ve gök O’nun
zatında öylesine fanidir ki, “Allah göklerin nurudur” denilmektedir.
Bunun yerine “Allah göklerin ve yerin nurlandırıcısıdır”
denilmemektedir. Zira bu ifade bir tür ayrılık belirtmektedir.
“Allah göklerin nurudur”
Yani, alem bağımsızlığı, mutlak ve kalıcılığı baki olan hiçbir varlık
yoktur. Burada bağımsızlığın anlamı, bir varlığın mümkün olmaktan
1
94
Nur/35
çıkıp, vaciplik sınırına ermesidir. Oysa Allah’tan başka mutlak bir
varlık yoktur. Bu bakımdan “bismillah elhamdu lillahi” denilmektedir.
“bismillah kul huvallahu ahad” denilmektedir. Yani her şeyi ismullah
ile söyle. Yoksa sadece “bismillahirrahmanirrahim, de” anlamında
değildir. Bir gerçeklik söz konusudur, bu gerçeklik ise; “ismullah ile
söyle” anlamındadır. Yani, gerçekte senin söyleyişin bile, ancak
ismullah iledir. “Yerde ve gökte olanlar (olan kimseler değil) O’nu
tesbih eder” denilmektedir.”1
Yerde ve gökte olan her şey, her varlık, O’nun cilvesi olan ismullah
ile O’nu tesbih eder. Bütün varlıklar O’nun tecellisiyle tahakkuk eder,
bütün hareketler O’nun tecellisinden meydana gelirler.
Alemde var olan her varlık, bu cilve ile vardır. Bütün işler, her şey,
Allah’ın cilvesi ile, Allah’tan var olduğu ve sonuçta O’na döndüğü
için, hiçbir varlık kendiliğinden bir şeye sahip değildir. Bağımsızlık
olmadığı için de birisi kalkıp “benim kendimden bir şeyim var, o nur
kaynağı karşısında ben, (O’ndan ayrı olarak) kendiliğimden bir şeye,
bir varlığa sahibim” diyemez. Zira sende olan, senin sahip olduğun,
hiçbir şey sana ait değildir. Gözün var, ama bu göz, senin kendi
zatından değildir. Bu, ancak Allah’ın tecellisiyle var olmuş bir gözdür.
Ettiğimiz bütün hamtlar, övgü ve yüceltmeler, Allah’ın ismiyledir.
İsmullah sebebiyledir. İşte bu yüzden ayette de “bismillah…”
buyrulmuştur.
“Allah” da tam anlamıyla kapsamlı bir cilvedir. Hak Teala’dan
bütün cilveleri kendinde toplayan bir cilvedir. Rahman ve rahim, bu
cilvenin cilvelerindendir. Rahman olan Allah, rahmeti ve rahmaniyeti
ile bütün varlıkları yaratmıştır. Bu var ediş rahmetin kendisidir.
Varlığın aslı, rahmetten ibarettir. Şer varlıklara bağışlanmış olan varlık
bile, rahmettendir. Bütün varlıkları bir perde, bir örtü altında kuşatan
çok geniş bir rahmet vardır. Yani bütün varlıklar, bu rahmetten hasıl
olmuşlardır. Rahmetin aynısıdırlar, rahmetin kendisidirler.
Bismillah’ta yer alan “Allah” da tam anlamıyla bir cilvedir. Cilveyi
bütün anlamıyla ortaya çıkarabilen bir makamdır. İsm-i câmi’dir. Yine
cilve olan bir isimdir. Hak Teala’nın kendi zatının ismi ve resmi
1
Arapça’da “men” kelimesi akıl sahipleri, “ma” kelimesi ise bütün şeyler için
kullanılmaktadır. Ayette de “ma” edatı yer aldığı için sadece akıl sahiplerinin değil,
bütün varlıkların tesbih ettiği ifade edilmiştir.
95
yoktur. Allah ismi, rahman ismi, rahim ismi, bütün bunlar isimdirler,
cilvedirler. Bütün kemal sıfatları toplayan Allah ismiyle zuhur
mertebesine erişmişlerdir. Rahman ve rahim oluşunu rahmet,
rahmaniyet ve rahimiyet olduğu için zikretmiştir.
Gazap ve intikam sıfatları da vardır. Ama bu sıfatları fer’i ve
bağımlı sıfatlardır. Bizzat olan bu ikisidir. Rahmet bizzattır,
rahmaniyet ve rahimiyet bizzattır. Diğerleri, rahmete tabi olan fer’i
sıfatlardır. Rahman, rahim ve ismullah ile hamd O’nadır. Alemde var
olan bütün hamtlar, her kemal sıfat, her övgü O’nun içindir, yalnızca
ve ancak O’nadır. İnsan bir şey yerken, yediği şeyin ne kadar lezzetli
olduğunu, yani o yemeğin tadını sena ettiğini sanır. Oysa bu Allah’a
ait olan hamttır. İnsan, “ne iyi insandır, ne büyük filozof veya
bilgindir” diye birini övdüğünü sanır. Oysa bu övgü Allah içindir.
Ama insan bunun ne için olduğunu bilmez. Çünkü alimin ve filozofun
kendiliğinden sahip olduğu bir şey yoktur. Her ne varsa O’nun
cilvesidir.
Bir şeyi idrak eden, aklıyla bunu idrak etmiştir ki akıl da O’nun
cilvesidir. İdrakin kendisi, idrak eden kimse, hep O’nun cilvesidir. Her
şey O’ndandır. İnsan şu halıyı veya falan insanı övdüğünü
sanmaktadır. Oysa hiçbir kimsenin, hiçbir övgüsü, Allah’tan başkası
için olamaz. Hiçbir hamd, hiçbir övgü Allah’tan başkası için olamaz.
Siz kimi överseniz övün, O’nda var olan bir şey için onu övmektesiniz.
Hiçbir zaman olmayan bir şeyi övemezsiniz. Onda bir şey var olduğu
için övmektesiniz. Var olan her şey Allah’tandır. Övdüğünüz her şey,
dolayısıyla O’na ulaşır. O’nun içindir; O’nun övgüsüdür. Bütün
hamdınız O’nadır.
“el-Hamd” yani bütün hamdler, her ne kadar hamd varsa, ancak ve
ancak O’na aittir. Biz Zeyd’i, Amr’ı veya güneşin ışığını sena
ettiğimizi, ayın nuru övdüğümüzü sanmaktayız. Şunu veya bunu sena
ettiğimizi sanmaktayız. Oysa bizler perdeli durumdayız; kimi
gerçekliklere kapalıyız. Perdeli olduğumuz için de şunu veya bunu
sena ettiğimizi sanıyoruz. Ama, perde kalkınca görüyoruz ki, hal böyle
değil. Bütün övgüler O’nun içindir. O’nun bu cilvesi sebebiyle siz onu
övmektesiniz
“Allah göklerin ve yerin nurudur.”
96
Her güzellik O’ndandır. Bütün kemal sıfatlar, varlıkların kemali
O’nundur. Yani onun tecellisidir. Bütün alem O’nun tecellisinden
ibarettir. Âlem Allah’ın tecellisinden var olmuştur.
Biz (bazı şeyleri) kendimizin yaptığını sanmaktayız.
“Attığın zaman sen almadın, ama Allah attı.”1
Cilve olduğu için atmak da cilveye istinat edilmiştir.
“Ama Allah attı.”
“Sana biat eden Allah’a biat etmiştir”2 ifadesinde, bu biat eli de
Allah’ın tecellisidir. Hasılı bizler perde altında olduğumuz için, bunun
ne demek olduğunu bilmiyoruz. Allah’ın terbiyesi ile eğitilenler ve
Peygamber’in (s.a.a) eğitiminden geçenler dışında, hepimiz perde
altındayız.
Bu söylediğimiz esasa göre bu “bismillah”ın, “el-hamd”a ait olma
ihtimali mümkündür. Yani Allah’ın ismiyle bütün hamdlar, bütün
övgüler Allah’ındır. O’nun tecellisidir. Allah’ın cilvesi bütün hamdleri
kendine cezp etmektedir. Hiçbir övgü, O’ndan başkası için değildir.
Her ne kadar isteseniz de, bir başkasını övemez, bir başkasına hamd
edemezsiniz. Övgünüz, ancak Allah’a varır. Her ne başkası olduğunu
hayal etseniz de O’dur. Ama bilmiyorsunuz. Siz Allah’tan başkası için
bir söz söyleme amacıyla kendinize baskı bile yapsanız, bunu
başaramazsınız. Çünkü Allah’tan başka bir söz yoktur. Her ne
söyleseniz, O’ndandır. Noksanlıklar O’ndan değildir. Varlık bulan
şeylerin bir varlık yönleri, bir de eksik yönleri vardır. Varlık yönü
nurdur. Bu ona aittir. Noksanlıklar ise O’nun değildir. Yokluklar
olumsuzluklar O’nun değildir.
Övgüler daima “evetler” ve olumluluklar için gerçekleşir. Yani
sena, varlık ve kemal için vaki olur. Alemde ise Allah’tan başka hiçbir
kemal yoktur. Cemal de yalnızca Allah’ın cemalidir.
Bunları anlamamız, kalbimize işlememiz lâzım. Kalbimiz bu tek
kelimeyi bir anlasa... Bu kelime yalnızca bir sözden ibaret değildir.
Söylenmesi kolaydır; ama bunu kalbe ulaştırmak, bu anlayış
kabiliyetine sahip varlığa anlatmak, kalbin buna inanmasını sağlamak,
1
2
Enfal/17
Fetih/10
97
işte asıl zor olan budur. Kimi zaman insan böyle sözler sarf eder.
“Cennet var, cehennem var” der. Bazen inanır da.
Ama inanç, ilmî itikattan ayrı, farklı bir şeydir. Hakkında delil ve
burhanı da vardır, ama inanmak, başka bir meseledir. Nebilerde var
olan ismet sıfatı, bu inançtan sonradır. Bir şeye inandılar mı, aykırı bir
iş yapmaları imkânsızdır. Siz eğer birisinin kendisine aykırı bir söz
söylediğiniz takdirde kılıcını çekip boynunuza vuracağına inansanız,
bu konuda masum kesilirsiniz, susarsınız. Yani, artık sizden böyle bir
sözün çıkmasına imkan yoktur. Çünkü kendinizi istiyor ve kendinizi
seviyorsunuz, sizden muhalefet söz konusu olamaz.
Birisi gıybet edecek olursa, örneğin Mekke’deki birinin gıybetini
ederse, dilinin oraya kadar uzatıldığına, dilinin aradaki insanlarca
çiğnendiğine, gıybetin ateş köpeklerinin katığı olduğuna1 ve
köpeklerin sürekli2 kendisini parçalayacağına inanacak olursa asla
gıybet etmez.
Biz Allah korusun birinin gıybetini yapmaya devam ediyorsak,
buna inanmamışız demektir.
İnsan, burada yaptığı her şeyin, öteki alemde de bir karşılığı
olduğunu bilmelidir. Yaptıklarının, bir suretinin de orada bulunduğuna
inanmalıdır. Eğer iyi ve güzelse, oradaki sureti de iyi ve güzeldir.
Kötüyse, orada da kötüdür, işin içinde belli bir hesap vardır. 3 Olayın
ayrıntılarına girmek gerekmez. Ama kısaca her şeyin belli bir hesabı
olduğuna, örneğin insan gıybet edecek olursa ahirette bunun bir hesabı
olduğuna, cehennem bulunduğuna, müminlere eziyet ederse,
cehennemin olduğuna, eğer iyilik işleyecek olursa, onun için orada
cennet olduğuna inanırsa ona göre de amel eder.
1
Hz. Ali (a.s) Nuf-i Bekkali’ye yaptığı nasihatinde şöyle buyurmaktadır:
“Gıybetten sakın. Zira gıybet ateş köpeklerinin katığıdır.” (Vesail’uş Şia, c.8, s.599,
Ebvab-u Ahkam’il Aşere, 152. bab, 13. hadis ve Erbein, İmam Humeyni, 19. hadis)
2
Yani bir defa parçalayıp bitmekle iş bitmiyor, bu parçalayıp yutma sürekli tekrar
olmaktadır.
3
Kıyamet ve berzah aleminde tecessüm eden ameller, sıfatlar ve insani melekelere
işarettir. Daha fazla bilgi için bkz. Şevahid’ur Rububiye, Molla Sadra, s.329, eşŞahid’us Salis, elİşrak’us Sabık ve Erbain, İmam Humeyni: 1, 4, 7, 19 ve 27.
hadislerin şerhi.
98
Kitabı okumuş olması veya aklının idrak etmesi yeterli değildir.
Çünkü, akılla idrak etmek ile kalpten inanmak arasında çok fark
vardır.
İnsan, aklının yardımıyla, çoğu zaman birçok şeyi idrak eder. Ne
var ki buna inanmadığı için, idrak ettiği şeye uymaz. Sadece inandığı
zaman, bu inancını ameli sahaya aktarıp uygular
İman, bu inançtan ibarettir. Peygamberi bilmek değil, peygambere
inanmak fayda verir. Allah’a inanmak, O’nun varlığına delil getirmek
yeterli değildir; iman etmek gerekir, kalbin inanması gerekir. İnsan
Allah için kalbini alçakgönüllü kılmalıdır. Bir insan, Allah’a gerçek
anlamda iman ettiği zaman, her şey bunun ardından gelecektir.
İnsan, bu alemi yaratan, alemin mebdei (başlangıcı ve kaynağı) olan
bir varlığın olduğuna, insan için bir geri dönüşün söz konusu
olduğuna, hayattan sonra başka bir aşama olduğuna, ölümün yokluk
değil, eksiklikten kemâle ermek olduğuna inanırsa, bu inanç, onu her
şeyden, bütün yanılgı ve yanlışlardan koruyacaktır. Her şey bu
inançladır. Tek mesele bu imanın nasıl elde edileceğidir.
“Allah’ın adıyla, elhamdülillah” diyen ayetin, ben yalnızca bir
yönünü arz ettim. Bunlar muhtemel şeylerdir; kesin bir şey
söylemiyorum. Ama insan bütün hamdların gerçekten Allah’a
olduğuna hakkıyla inanırsa, şirk o insanın kalbine yol bulamaz. Artık
kimi överse, Allah’ın cilvesini övmüş olur.
Eğer Hz. Ali için bir kaside söylemek isterse, bu kasidedeki
övgünün gerçekte Allah’a ait olduğunu anlar. Çünkü Ali, Allah’ın
büyük bir cilvesidir. Allah’ın büyük cilvesi olduğu için de, onun
övgüsü, Allah’ın övgüsü demektir. Çünkü bu, cilvenin övgüsüdür.
Eğer insan bütün hamdların Allah’a ait olduğuna iman ederse,
kendisini bir yana bırakır.
İnsanların benlik kavgasının ve gururlanmasının kaynağının,
kendilerini tanımamalarından ileri geldiğini görür ve anlar. “Kendini
bilen, rabbini bilir”1 ilkesi de budur.
İnsan kendisinin bir hiç olduğunu bilmez, insan kendisinin hiç
olduğunu anlayıp, buna inanırsa, var olan her şeyin Allah’tan
1
Bihar’ul Envar, c.2, s.32, Kitab’ul İlm, 9. bab, 22. hadis, Allah Resulü’nden
naklen ve Gurer’ul Hikem, c.5, s.194, 7946. hadis Hz. Ali’den naklen
99
olduğunu anlarsa, kendisinin hiç bir şey olmadığını görürse, Rabbini
tanır.
Bizler, esasen ne kendimizi tanıyoruz, ne de rabbimizi. Ne
kendimize inanıyoruz, ne de tam anlamıyla Allah’a. Ne kendimizin bir
şey olmadığına, ne de her şeyin Allah’ın olduğuna, Allah’tan olduğuna
inanıyoruz. Bu iman olmayınca, insana ne kadar delil de getirilse,
hiçbir faydası yoktur. Çünkü işin içinde benlik vardır. Ben kimim, siz
kimsiniz gibi sözler… Riyaset ve benzeri şeyler için ortaya atılan
bunca iddialar benlik yüzündendir. Çünkü benlik oldu mu, insanda bu
duygu öne çıktı mı, insan yalnızca kendisini görür.
İnsanın başına gelen her belâ, nefis sevgisi yüzündendir, însan
kendisini sevmesinden, kendisini beğenmesindendir. Oysa insan
durumu idrak edip, konunun gerçekliğini vicdanıyla anlayabilse,
kendisinin bir şey olmadığını ve başkasına ait olduğunu da
anlayacaktır. Bu aslında başkasını sevmektir. Ama yanlışlıkla bunun
adı “nefis sevgisi” olarak konulmuştur. Bu yanlışlık insanı mahveder.
Başımıza gelen bütün sıkıntı ve belâlar, makam sevgisi, nefis sevgisi
yüzündendir. İnsanı öldürmeye zorlayan makam sevgisidir. İnsanı
yokluğa sürükleyen, cehenneme götüren nefis sevgisidir. “Bütün
kötülüklerin başı, işte bu sevgidir” Mal, makam ve nefis sevgisidir.
Bütün hataların kaynağı nefis sevgisinden doğar. İnsan bencil olduğu
ve yalnız kendisini gördüğü için, her şeyin kendisinin olmasını ister.
Hayali bile olsa kendisine engel gördüğü her şeye düşman kesilir.
İstediği her şeyi kendisi için istediğinden, bu isteğinde sınır da
tanımaz. Bu bakımdan nefis sevgisi bütün belâların başıdır.
Allah’ın kitabı, bize bütün meseleleri beyan eden bir söz ile
konuyla başlıyor. Burada bütün meseleler ihtimali de olsa bizlere
anlatılmaya çalışılıyor. Allah “el-hamdu lillahi” buyurduğunda, bazı
hamdlar kendisine aittir, demek istemiyor. “Bütün hamdlar, ancak
bana aittir” demek istiyor. “el-hamdu lillahi” buyurulduğunda bunun
anlamı, “hamdın bütün çeşitleri, hamdın bütün haysiyeti1 Allah’a aittir,
Allah’tandır” demektir. Oysa siz başkasına hamdettiğinizi
sanıyorsunuz. Allah, burada bütün meselelerin üzerinde var olan
1
Haysiyet bir şeyde göz önünde bulundurulan, incelenen hususiyettir. Örneğin
insanın haysiyeti, genel “canlı” unvanı altında vaki olduğundan bütün özellikleri
mülahaza edilmektedir. Sadece belli bir hususiyeti ve ciheti değil.
100
perdeyi kaldırıyor. İnsan bu bir tek ayete iyice iman ederse, insan,
bütün hamdların Allah için olduğuna inanırsa -zira problem buna
inanmaktır-, kalbindeki bütün şirkler, yaprak gibi dökülür gider. “Ben
ömrümün başından sonuna dek hiç şirk koşmadım” diyen insan, bunu,
vicdanına işlediği; bu sözü ve manayı vicdanıyla derk ettiği için
söylemektedir. Oysa insana getirilen deliller, bu denli asalet ve
maharete sahip değildir. Delil, güzel bir şey değildir demiyorum,
burhan olmalıdır. Ama burhan bir vesiledir. Burhan, sizin bir meseleyi
aklınızla idrak edebilmeniz ve gayret ederek kendisine iman etmeniz
için bir araçtır.
Felsefe bir araçtır. Felsefenin kendisi bir amaç değildir. Felsefe,
sizin bazı meseleleri ve bilgileri, bir takım deliller sayesinde, aklınızla
idrak etmeniz için bir araçtır. İşte delilin marifeti, ancak bundan
ibarettir, îstidlalcilerin getirdikleri delilin ayağı tahtadandır. Yani bu
ayak tahtadan bir ayaktır. İnsanı hedefe ulaştıran ayak ise, insanın
kendisiyle Allah’ın cilvesini gördüğü ayaktır. Kalbe dolan imandan
ibarettir. Vicdan ise insanın tattığı ve iman ettiği bir zevktir. Bu bir
mertebedir, bundan daha yüce mertebeler de vardır.
Biz Kur’an’ı yalnız okumak ve tefsir etmekle kalmamayı umut
ediyoruz. Oradaki meselelere inanmaya, Kur’an’dan okuduğumuz her
söze, attığımız her adıma iman etmeyi umuyoruz. Kur’an insanı
terbiye etmek, yetiştirmek isteyen bir kitaptır.
Allah’ın kelamı, ism-i a’zam ile yaratılan insanı, bulunduğu eksik
mertebeden alıp, layık olduğu yere [kemâle] ulaştırmak istemektedir.
Kur’an bunun için gelmiştir. Bütün nebiler bunun için
gönderilmişlerdir. Bütün nebiler, insanın elinden tutup, düştüğü bu
derin benlik çukurundan çıkarmak, Allah’ın tecellisini insana
göstermek, Allah’tan başka şeylerden kopmasını sağlamak için
gelmişlerdir. Allah hepimize bunu nasip etsin.
101
İkinci Oturum
Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınırım
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur
Bu “Bismillah”ın yani car1 ve mecrur2’un, neye ait olduğundan söz
ediyorduk. Îhtimalî olarak arz ettik ve dedik ki, her surenin başında
bulunan “besmele’nin, o surenin kendisine, surede bulunan uygun bir
kelimeye bağlı olması mümkündür. Örneğin Hamd suresinde
“Bismillahirrahmanirrahim, el-hamdu lillahi” şeklindedir. Yani bu
hamd Allah ismiyle vaki olmaktadır.
Her suredeki besmelenin anlamının, başka surelerdeki
besmelelerden ayrı olması ihtimali de vardır. Her surede o suredeki
uyumlu bir şeye ait olan “bismillah” başka bir suredeki besmele ile
farklı bir anlam içermektedir. Örneğin Hamd süresindeki besmele,
“hamd” kelimesine bağlı olduğuna göre hamdın kendisiyle
gerçekleştiği o ismin ne olduğuna bakılmalıdır.
Hakk için zuhur eden ve hamdın kendisiyle vaki olduğu “isim”,
nasıl bir isimdir?
Veya İhlas suresinde “Allah-u ahad” ve “huvallah-u ahad” sözüne
uygun olan isim, hangi isimdir? Fıkıhta da şöyle bir mesele söz
konusudur ki eğer belirli bir sure okumak için bir besmele söylenir,
ama ardından başka bir sure okunursa bu yeterli değildir. Bu durumda
besmele yeniden söylenmelidir. Bu da, bu suredeki “bismillah” ile
öteki suredeki “bismillah” arasında bir fark olduğu görüşü ile uyum
içindedir. Eğer besmeleler her surede aynı anlama gelecek olsaydı, bu
suredeki besmeleyle diğer suredeki besmelenin farkı olmazdı. Nitekim
kimileri, “Hamd suresi dışındaki surelerde, “besmele” surenin bir
parçası değildir ve teberrük olsun diye okunmaktadır” demişlerdir ki,
bu doğru değildir.3
1
Car, kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf.
Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr’li okunan
kelime.
3
Bismillahirrahmanirrahim hakkındaki görüşler faklıdır. Bunların en önemlileri
şunlardır: 1-Bir grubun inancına göre bu ayet neHamd suresinden bir ayettir ne de
Kur’an’ın diğer surelerinden bir ayet.
2
102
Hamd suresindeki besmelenin, “hamd anlamı”na ait olması
esasınca bir ihtimal şudur ki el-hamd” bütün hamd örnekleri ve tüm
hamd çeşitleri anlamındadır.
Hamd eden her insanın hamdı, ancak ismullah iledir. Yani
söyleyenin, hamd edenin kendisi de bir isimdir, bir tecellidir. Bütün
organları, sahip olduğu her şey Allah’ın isimlerindendir. İnsanın ettiği
hamd da kendisi bir isim olduğu için, hamdı da sadece Allah’ın adıyla
gerçekleşebilmektedir. Sizler de başka bir isimsiniz, Zeyd ise başka bir
isim. Bunların her biri Allah’ın isimleridir. Yani Allah’ın tecelli ve
tezahürleridir. İlahi fail, varlığın failidir. Dolayısıyla varlığın faili olan
ilahi fail ile tabii failler arasında fark vardır. Bu farklardan birisi şudur
ki ilahi fail denilen ilahi kaynaktan çıkan şey, kendi varlığında bir şeye
sahip değildir ve hiçbir bağımsızlığı bulunmamaktadır. Hiçbir varlık
kendi kendine bağımsızlığa sahip değildir. Zihnin bunu daha iyi
anlaması için, güneşe oranla güneş ışınları gibi olduğunu
söylemekteyiz. Ama böyle değildir. Bundan ayrı, hatta daha üstün bir
hakikati ifade etmektedir. Ama güneşin ışıkları, güneş karşısında
hiçbir bağımsızlığa sahip değildir. Yatılış ve varlığı hayır kaynağından
çıkan ilahi failde, kendiliğinden bir bağımsızlığa sahip değildir. Yani
bu varlık, ne var oluşunda, ne de bekasında, ayrı bir varlık halinde
olamaz. Eğer o ışıklar, yani varlığın ışıkları kendisinden alınacak olsa,
varlık olmak ve tahakkuk etmek istese bile, bunu yapamaz. Tahakkuku
mümkün olmaz, çünkü bir kaynağa, bîr yaratıcıya muhtaçtır. Bekası
için de aynı durum söz konusudur. Kendi varlığında hiçbir değer ve
haysiyete sahip olmadığı için, (bu varlık) kaynağın zatında yok
olucudur (fânidir). Bu bakımdan Allah’ın isimlerinin zuhuru olmakla
birlikte, kendisi de esmaullahtır. Fiili esmaullahtır.
2-Bir grubun inancına göre hamd suresinden ve diğer surelerden bir ayet
sayılmaktadır. Her kim onu terk ederse Kur’an’dan 113 ayeti terk etmiş olur.
3-üçüncü grubun inancına göre bu ayet hamd suresinden bir ayettir ama diğer
surelerin bir ayeti değildir.
4-Bir grubun inancına göre ise hamd suresinin ilk ayetidir. Diğer surelerde ise ilk
ayetin bir parçasıdır. Şu anlamda ki bismillahirrahmanirarhim kendisinden sonraki
ifadelerle bir ayet sayılmaktadır. (el-hilaf, c. 1, s. 112, Tefsir’ul Kur’an Ayetullah
Seyyid Mustafa Humeyni c. 1, s. 40, Tefsir’ul Keşşaf, c. 1, s. 24-25, Tefsir-i ElMizan, c. 1, s. 17-18)
103
“Yerin ve göğün nuru”, Allah’ın nurunun zuhuru olmakla birlikte,
bu O’nun zuhuru olduğu halde O’nun bizzat kendisi değildir. Zahir
olan şey zuhurun kaynağında fânidir. Bu mümkün varlık da (kendisini
var eden) kaynakta öylesine fanidir ki, kendi başına hiçbir bağımsızlığı
yoktur ki “Bu odur” denilebilsin. Zuhur O’nda fanidir. Bu yüzden
“Allah, göklerin ve yerin nurudur” denilmiştir.
El-Hamd kelimesindeki “elif ve lâm” “istiğrak”1 olur ve
“bismillah” hamd’a bağlı kabul edilirse bu durunda her hamd edicinin
hamdı gerçekleştiğinde, ancak ismullah ile tahakkuk eder. İsmullahı da
hamd edenin kendisidir. Yani bir itibara göre, öven ve övülen, hamd
eden ve kendisine hamd edilen birdir. Zuhur ve mazhar aynıdır.
“Sen kendini övdüğün gibisin…Senden sana sığınırım”
Hamd eden, hamdını ettiği varlıkta fani olduğu için, kendini
övmektedir; başkası için hamd söz konusu değildir ki “O’nu
övüyorum” diyebilsin. O’nda fani (yok olucu) olduğu için kendisini
övmektedir.
Diğer bir ihtimale göre de elif-lâm bireysel çoğunluğu ifade eden
istiğrak için değildir. Aslında hamdın bütün hususiyetlerinden arınmış
soyut tabiatın kendisi, hiçbir taayyünü olmayan bir hamd kastedilmiş
olsun.
Burada “bismillahirrahmanirrahim ve elhamdulillah” belirsiz ve
mutlak hamd demektir. Bu ihtimale göre, bizim hamdlarımız diğerinin
aksine olmakta, hamdlarınız O’nun için olmamaktadır. O’nun için
gerçekleşmeyen (yani bizim tarafımızdan olmayan) hamd ise,
kendisinin, kendisine ettiği hamddır. Kendisinden başkasının hamdı,
sınırlı hamddır. Allah ise sınırsızdır. Sınırlı hamd, sınırsız varlık için
vaki olamaz.
Orada “hamd, Allah’tan başkası için olamaz” denilmişti. Örneğin,
siz güzel yazıyı övüp sena ettiğinizi sanmaktasınız. Oysa sena edilen
1
Cins anlamını ifade eden elif lam ile birlikte olan isim salt mahiytet ve hakikati
ifade etmektedir. Elhamdu lillah ayetindeki el-hamd kelimesi gibi, bir görüşe göre
burada hamdın hakikat ve tabiatına işaret edilmektedir. Bazen bireyleri arasında
tahakkuk ettiği için mahiyeit ifade etmektedir. Elbette bütün bireyler arasında;
bazıları arasında değil. Örneğin innel insane lefi husr burada insanî mahiyetin veya
bazı insan bireyleririnin hüsranda olduğu değil; bütün insanların hüsranda olmasıdır.
İstiğraktan maksat da bu tür bir kapsamlılıktır.
104
şey yazı değil, Allah’tır. Nur’u tarif ettiğinizi sanıyorsunuz, alemi
övdüğünüzü sanıyorsunuz. Oysa bu alemin değil, ancak Allah’ın
övgüsüdür. Yani yapılan her hamd, her hamd edenin hamdı, eninde
sonunda ancak Allah’a varır.
Alemde, Allah’tan başka hiçbir şeyin “kemali” yoktur. O’nun
cemalinden başka bir cemal yoktur. Varlıkların kendileri bir şey
değildir. Bu tecelli varlıklardan alınacak olsa, kendilerinden geriye bir
şey kalmaz. Varlıklar Allah’ın tecellisiyle vardır.
Bunun için bütün varlıklar, “Allah’ın cilvesi ve nurudur”
denilmiştir. “Allah göklerin nurudur.” Bu tecelli kaldırılacak olsa,
hiçbir varlık kalmaz. Tecelli olduğu için, övgü de ancak “kemâl”
içindir. Hiçbir övgü, Allah’tan başkası için olamaz. Çünkü alemde
Allah’ın kemalinden başka bir kemal yoktur. Kemal yalnızca O’dur.
Zuhur O’nun kemali, zatının kemalidir. Zuhur makamındaki kemali,
zât makamındaki kemali, sıfatlar makamındaki kemali, kısacası
alemdeki bütün kemaller, O’nun zuhur makamındaki kemalinden
ibarettir. Bir kemali öven kimse, hakikatte O’nun kemalini
övmektedir. Öyleyse yapılan her övgü, Allah’a yapılmaktadır,.
Orada birinci ihtimale göre hakikat böyleydi. Ama burada ikinci bir
ihtimale göre hamd, mutlak hamd olup külli (bütün) hamd değildir.
Mutlak hamd, kayıtsız hamddır. Bizim yaptığımız hamdların tamamı
belirli ve sınırlıdır. Müteeyyin1 varlık içindir. Çünkü bizim için,
mutlak varlığa (Allah’a) ulaşma imkanı yoktur. Bu yüzden O’na tam
anlamıyla hamd edemiyor, O’nu idrak edemiyoruz, “el-hamdu lillahi”
dediğinizde bile, hamd edebileceğiniz o hakikat derk edilmiş değildir.
O’na hamd ettiğimizde, yapılan her hamd doğrudan O’na değil,
O’nun mazharlarına olmaktadır. Diğer ihtimal bunun aksiydi. Orada
her hamd, ancak O’naydı ve başkası için vaki değildi. Bu ihtimalde
1
İbn-i Fennari mutlak vücud hakkında şöyle diyor: “Her türlü kesret, terkip, sıfat,
isim, hüküm ve nisbetten arınmış olan salt vücuttur. Bu vücud ne tikeldir ne de
tümel. Ne hastır ne de genel aksine bütün kayıtlardan hatta ıtlak kayıdından bile
arınmıştır. Zira salt her şeyden arınmış halis anlamındadır. Bu vücud halis ve her
türlü itibar ve kayıttan beridir.” Taayyün eden vücud ise kayıtlı vücuddur, bir haddi
vardır. Bu yüzden bizden ortaya çıkan her hamd, sınırlı bir varlık olduğumuzdan ve
de marifetimiz haktan çok hakkın mazharları ile ilgili bulunduğundan bütün hamdler
taayyün etmiş vücud için tahakkuk etmektedir; mutlak vücud için değil.
105
ise, kendi kendini hamd edişinden başka hiçbir hamd O’na değildir. Bu
yüzden “hamd Allah’ın adıyladır” denildiğinde, artık buradaki isim siz
isimsiniz ve o da isimdir tarzındaki birinci anlama gelmez; aksine o
ismullahtır, kayıtsız ve mutlak zuhurdur. Gaipten zuhur eden kayıtsızalametsiz mutlak varlıktır. Gayb ismidir. Hamd, bu isimle
gerçekleşmektedir. Yani Allah kendi kendine hamd etmektedir. Zuhur,
mazhar için hamd etmektedir. Bu da “bismillah”ın ait olduğu şey
hakkındaki başka bir ihtimaldir.
Bazen bismillah’ın taalluk ettiği hamd, hamdın tüm örnekleridir,
bazen de hamdın salt varlığı. Yani hiçbir kaydı ve şartı olmayan
hamd…Bazen yapılan bütün hamdlar ancak Allah’a olup, başkasına
vaki olamaz. Bazen de mutlak hamd manasında, hiçbir hamd Allah
için olmaz. Sınırlı hamd manasında vaki olur, mutlak hamd manasında
değil. O zaman “el-hamd” yani hiçbir kaydı olmayan mutlak hamd,
kendisine uygun olan bir isimle kendisi için var olur. Bu da bir
ihtimaldir,
Bir ihtimale göre de “bismillah” surenin kendisine ait değildir.
Bazıları bunun, “zehere” (zahir oldu) fiiline ait oluğunu söylemişlerdir.
“Zeher’el vücud, bismillahirrahmanirrahim” Yani var olan, varlığa
sahip olan her şey, ancak Allah’ın adıyla var olabilir. İsim, bütün
varlıkların zuhurunun kaynağıdır. Bu isim, belki de şu rivayette yer
alan isimdir: “Şüphesiz Allah meşiyyeti bizzat, ama eşyayı meşiyyet ile
yaratmıştır.”
İlk zuhurdan ibaret olan meşiyyeti bizzat yaratmıştır, yani
aracısızdır. Bütün diğer şeyler meşiyyet sonucu var olmuştur. Bu
ihtimale göre “bismillahirrahmanirrahim” sureye değil, dışarıdan bir
şeye bağlıdır. Bu ihtimal de vardır. Elbette edebiyatçılar da "esteinu”
(yardım dilerim) ve bunun benzeri uygun fiilleri takdire almışlardır.
Edebiyatçılar her ne kadar dikkate almamış olsalar da, “istianet”
(yardım dilemek) bile ancak ismullah iledir. Yani her kim bir yardım
dilerse, (istianet) ederse, bu dahi ancak Allah’ın adıyla olmaktadır. Bir
kimsenin Allah’ın ismi olmaksızın “istianet” etmesi mümkün değildir.
Bu yalnızca lafzî bir “bismillah”tan ve teşrifatî bir “Allah’ın ismiyle
yardım dilerim” demekten ibaret değildir. Allah’ın isminin kendisinde
ve her şeyde zuhur ettiği bir hakikattir. “Esteinu bismillah” da bu
zuhur ile yardım dilemektir.
106
İstianet bu zuhur iledir. Her şey ancak bu zuhur iledir. Bu da,
edebiyatçılar dikkat etmese de aslında ona dönmektedir. Bu,
“bismillah”ın taalluk ettiği şey, ait bulunduğu kaynak ile ilgili şeylerdi.
İsme gelince...Bu konuda da söylemiş olduk ki isim müsemmanın
alametidir. Müsemmanın alameti olmayan hangi şey vardır? Her-hangi
bir varlığa sahip olan düşündüğünüz her şey, O’nun bir zuhurudur.
O’nun bir alametidir.
Ama alamet manasına gelen ismin birtakım mertebeleri vardır.
Birisi, alametin bütün anlamını taşıyan bir isimdir. Bundan daha
aşağıda olan isimler de vardır ve en son varlığa dek bütün varlıklar
alâmettir, zuhurdur. Varlıklar ismin zuhurudur. Ama mertebeleri
vardır.
Bir rivayette “Güzel isimler biziz” denilmiştir.
Zuhur makamındaki en yüce isim, Peygamber-i Ekrem’dir (s.a.a) ve
pâk imamlardır. Onlar seyir mertebesinde, eksikliklerden hareket etme
(ayrılma) mertebesine gelmiş, oradan da bütün tabiatlardan, her şeyden
azade oldukları bir yere erişmişlerdir. Yani onlar bizim gibi değildir.
Bizler bir kuyudayız, onlar gibi değiliz.
Biz daha yola koyulmadık. Bu kuyudan çıkıp, yola koyulan, hicret
eden insanlar vardır.”Kim Allah’a ve peygamberine hicret için
evinden çıkar ve o kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek
Allah’a aittir”1
Bu hicret -bir ihtimale göre- insanın kendi varlığından Allah’a
hicreti anlamınadır. Burada ev, insanın nefsidir. Bu evden çıkıp hicret
edenler olmuştur. Bu karanlık evden, benlik evinden çıkıp, ölüm
kendilerini buluncaya dek Allah yolunda hicret etmişlerdir. Bu
aşamada artık kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur. Bu mutlak ölümdür
ve bunların ecirlerini vermek de Allah’a aittir. Yani artık cennet veya
diğer nimetler söz konusu olmayıp, yalnız Allah söz konusudur.
Benliğinin karanlık evinden çıkıp hareket eden, Allah’a ve resulüne -ki
bu da hakikatte Allah’adır- hicret eden kimse, bu hicretten sonra, artık
her şeyin Allah’tan olduğu, kendisinin hiçbir şeye sahip olmadığı bir
mertebeye ulaşır.
1
Nisa/100
107
İnsan bunu, bu hicretinde müşahede ederse, ecri Allah’a aittir.
Böyle olan, yani kendilerinden Allah’a hicret eden insanlar olmuştur.
Bunlar sonunda, ecirlerinin Allah’a ait olduğu o son makama
erişmişlerdir. Daima hicret halindedirler. Bir grup da vardır ki hicret
etmişlerdir, ama ölümün gelip çattığı bir makama erememişlerdir.
Bunun yanı sıra, bir de bizim gibiler vardır. Yani bir hicret söz
konusu değildir. Bizler bu karanlığın içindeyiz. Dünyada, tabiatın
içinde, daha da ötesi benliğimizin kuyusunda hapis kalmışız. Benlik
evinde mahkumuz. Kendimizden başka hiçbir şeyi, hiç kimseyi
görmüyoruz. Ne istiyorsak, yalnız kendimiz için istiyoruz.
Kendimizden başkasıyla ilgimiz yok. Şimdiye dek hicret etmeyi hiç
aklımıza dahi getirmiş değiliz. Hep dünyayı ve dünyalığı düşünüp
durmaktayız.
Bize emanet edilen ilahi gücün tamamını hakkıyla iade etmiyoruz.
Olduğu gibi burada (dünyada) kullanıyoruz, buraya çakılıp kalmışız.
Sonuna dek buradayız. Zaman geçtikçe de, kaynaktan uzaklaşıyoruz.
Hicret etmemiz gereken yerden, yani yaratılışın kaynağından, ilahi
kaynaktan her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
Bir rivayete göre, bir gün Peygamber (s.a.a) ve ashabı
oturuyorlardı. Bir ses geldi. “Nedir?” Diye sordular. Peygamber
(s.a.a), -bu rivayete göre- cehennemdeki bir taşın yerinden koptuğunu
ve ancak yetmiş yıl sonra cehennemin bulunduğu kuyuya düştüğünü,
bu sesin, o taşın düşme sesi olduğunu” buyurdu.1
Bu hadisin, yetmiş yaşında günahkâr bir adamın olduğuna,
öldüğüne ve tam yetmiş yıl aksi istikamete gittiğine işaret ettiğini
söylemişlerdir. Bizler de o ters istikamette yürümekteyiz. Ben seksen
yıl, sizler ise bilmem kaç yıl! Ümit ederim ki, sizler doğru yoldan
yürürsünüz.
Başımıza ne geliyorsa, bu nefis ve benlik sevgisi yüzündendir.
“Senin baş düşmanın, (en büyük düşmanın) iki yanın arasındaki
nefsindir.”2
İşte böyle bir tabir vardır. Nefis, bütün düşmanlardan daha beter,
bütün putlardan daha büyüktür, anası konumundadır.
1
2
Kelimat-i Meknune, s.138
Esrar’uş Şeriat ve Etvar’ut Tarikat ve Envar’ul Hakikat, s.177
108
“Putların anası nefsinizdir.”1
İnsan bütün putlardan daha çok nefsine tapar, insanın nefsine olan
ilgisi, her şeyden daha çoktur. Bu putu kıramadıkça, insan ilahi
olamaz. Hem put, hem de Allah, bir arada olamaz. Hem benlik
(enaniyet), hem ilahiyat bir arada bulunamaz. Bu nefis evinden, bu
benlik puthanesinden kurtulmadıkça, bu putu arkaya atmadıkça,
yüzümüzü Allah’a çevirmedikçe, putperest bir varlık olarak kalırız.
Görünüşte Allah’a tapıyor gibi olsak da, durum böyledir.
Allah’ı sadece bir söz olarak söylüyoruz. Gönlümüzde olansa,
yalnızca kendi nefsimize duyduğumuz sevgimizdir. Allah’ı da
kendimiz için istiyoruz. Allah’ı böyle isteyince, kalkıp sadece sözle
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz” diyoruz.
Ama ibadetimiz gerçekte nefsimize oluyor. Kendimize yönelince, her
açıdan kendimiz söz konusu olunca da her şeyi kendimiz için
istiyoruz. İnsanın yakalandığı her bela bu yüzden, yani nefis ve benlik
sevgisi yüzündendir.
Alemdeki bütün savaş ve kavgalar, insanın benliği yüzünden
meydana gelmektedir. Müminler birbirleriyle savaşmazlar. Eğer iki
insan savaşıyorsa bilinmelidir ki, mümin değillerdir. Çünkü müminler
birbirleriyle savaşıp kavga ermezler.
İnsanda iman olmayınca, bütün ilgisi kendisi ve nefsi üzerinde
yoğunlaşır. Her şeyi kendisi için ister. Kavga-gürültü, işte bu yüzden
çıkmaktadır. Ben şu makamı kendim için istiyorum, siz de bunu
kendinizin olsun diye istiyorsunuz. İkisi birden mümkün olamayacağı
için de sürtüşme başlamaktadır. Ben de, siz de, örneğin şu halıyı
kendimiz için istiyoruz. Şu hayali başkanlığı ve rehberliği ben
kendime istiyorum; siz de kendiniz için istiyorsunuz. Ben bir şeyi
kendim için istediğimde, siz de aynı şeyi ancak kendiniz için
istiyorsunuz. İkisi bir araya gelmeyince kavga çıkıyor. Birisi bu ülke
kendinin olsun istiyor, diğeri kendisinin, o zaman da savaş çıkıyor. Bu
savaşların tamamı benlikler arasında olmaktadır. Alemdeki bütün
savaşlar, benlik savaşlarıdır. İnsan benliğiyle savaşmaktadır. Savaş
benlik yüzünden çıkmaktadır. Velilerde bu benlik yoktur. Veliler
1
Mevlana şöyle diyor: “Putların annesi, nefsinizdir
Zira o put yılan, bu put ejderhadır”
109
savaşmazlar. Bütün veliler tek bir yerde toplanacak olsa, yine de
birbiriyle savaşmaz; asla benlik yüzünden birbirlerine muhalefet
etmezler. Çünkü her şey, Allah içindir. Velilerde benlik yoktur. Bu
yüzden o bir tarafa, bu diğer tarafa işleri çekmez. Savaş çıkmaz, kavga
olmaz. Hepsi tek bir kaynağa bağlıdır, hepsi aynı yöndedir.
Biz ise bir kuyuya düşmüşüz. Karanlığa, karanlıkların en koyusuna
dalmışız. Bu, benliğin karanlığıdır. Benliğin bu karanlığından
çıkamazsak, bu kuyudan kurtulamaz, benlikten sıyrılamazsak,
kendimize tapmaktan, kendimizi beğenmişlikten kurtulamazsak,
elbette başkalarını hiçe sayar, o zaman da her şeyi kendimiz için ister
hale geliriz. Her ne olursa, insan kendi yararına olsun ister. Yararına
olan şeyi kabul eder. Eğer bîr şey kendi yararına olmazsa, doğru bile
olsa kabul etmez. Bir şey kendi yararına olsa, derhal iman eder, ama
bunun tersi olursa, o kadar çabuk inanmaz. Bunlar hep benlik
yüzündendir. Bizim, sizin, kısacası insanlığın bütün dertleri bu
yüzdendir. Kavgalar hep bencillik yüzündendir. Ben kendi tarafıma
çekiştirdiğim, siz de kendi tarafınıza çekiştirdiğiniz için kavga
çıkmaktadır. Bu durum söz konusu olunca, yani nefsin ilahi boyutu
kalmayınca, insanın ibadeti kendi nefsine olmaktadır. Ne zaman
kurtulacağız bundan?
Bu insanın kendisi için yaptığı bir mabet, bir tapınaktır. Ne zaman
çıkabilir buradan? İnsan, gaybî bir elin gelip kendisini buradan
çıkarmasını istemektedir. Zaten bütün nebiler bunun için gelmiş,
bunun için gönderilmişlerdir.
Gönderilmiş olan bütün nebiler, indirilmiş bütün semavi kitaplar,
insanı bu puthaneden kurtarmak, bu putu kırmalarına ve Allah’a ibadet
etmelerine kılavuzluk etmek içindir. Bütün nebiler şeytani olan bu
âlemi, ilahi bir âlem yapmak için gelmişlerdir. Şu anda ise şeytanın
idare ettiği bir âlemdir bu. Bizlere, nefsimize, şeytan hükmetmektedir.
Şeytana uymaktayız. Heva ve hevesimiz şeytanın cilvelerindendir.
Dolayısıyla da yaptığımız her yanlış amel, şeytani bir ameldir.
Yaptığımız her şeyde, madem ki arada nefs-i emmare var, madem ki
şeytan var, şeytana uymaktayız. Bize, nefsimize şeytan hakimdir.
Şeytan bizi istilâ etmiş durumda. Ancak Allah’a hicret eder, nebilerin
eğitimi ve öğretisiyle, evliyanın eğitimiyle bu evden hicret eder ve sırt
çevirirsek, benliğin bu kuyusundan diğer tarafa, yani esenliğe
110
çıkabiliriz. Bunu dünyada başaran insan, öyle bir yere ulaşır ki, sizin
ve bizim hayalimiz bile oraya ulaşamaz. İnsan o aşamada fani olur.
Kemale ermek isteyen kimse, bu yola hicret etmelidir. Benliğinden
çıkıp kurtulmak isteyen insan, nefsiyle mücadele ederek bu hicreti
gerçekleştirmelidir. “Üzerinizde büyük cihat kaldı!”1
Dünyadaki bütün cihatlar, nefisle yapılan cihada tabidir. Bu cihadı
başarırsak, yaptığımız her cihat gerçek anlamda cihattır. Eğer bunu
başaramazsak yaptığımız her şey şeytanîdir. Bütün cihatlarımız bu
durumda şeytani olur. Rivayette de yer aldığına göre bir cariye veya
bir mal elde etmek için cihat eden kimsenin cihattan kısmeti ancak
budur. Ama, cihadı Allah’a yönelmek için olanın ecri Allah’a aittir.
Fiillerin türü fark etmektedir. Velilerin fiillerini türü ile bizim
fiillerimizin türü birbirinden farklıdır. Çünkü fiillerin kaynağı farklıdır.
“Ali’nin Hendek günü vurduğu bir kılıç, insan ve cinlerin
ibadetinden daha üstündür”2 sözü sebepsiz midir?
Bir el, bir insanı öldürmek için aşağı inmektedir. Elbette bunun bir
hedefi vardı. Bu hedef, bütün İslam’ın tüm küfür ile karşı karşıya
gelmesiydi. Eğer Hendek günü yenilselerdi, İslam elden gidebilirdi.
Bu, cihetlerden birisidir.
Diğer bir cihet ise, bu hususta var olan ihlâs ve ilâhi gayedir.
Rivayete göre Ali (a.s) birisini öldürmek için göğsünün üzerine
çöküyor. Ama yüzüne tükürülünce hemen kalkıyor. Çünkü bundan
etkilenmemesi ve (öldürmesi için var olan) ilâhi sebebin, nefsî bir
sebebe dönüşmemesi gerekiyordu. Kendisi için hiçbir zaman nefsî
sebep olmamalıydı. İşte O’nun ibadeti, ibadet eden ruhu ve bu kılıç
vuruşu, diğerlerinin ibadetinden daha üstündür.
İster müşrik olsun, ister putperest olsun veya olmasın, bunların da
görünüşte zikir ve istekleri aynı gibidir. Ebu Sufyan da namaz
1
Mücahidleri karşılarken söylenmiş olan nebevi hadise işarettir. Peygamber (s.a.a)
şöyle buyurmuştur: “Küçük cihadı yerine getiren ve büyük cihad görevleri baki kalan
topluluğa merhaba” kendisine, “ey Allah’ın Resulü! Daha büyük cihad nedir?” diye
sorulunca Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Nefisle cihad.” (Furu-i Kafi, c. 5,
s. 12)
2
Bihar’ul Envar, c.39, s.1-2 Tarih-i Emir’il Müminin, 70. Bab, 1. hadis; es-Siret’ul
Halebiye, c.2, s.642 ve Müstedrek, c.3, s.32
111
kılıyordu, Muaviye de cemaat imamıydı. Dış yapılar aynıdır. Namazı
yücelten, namaza üfürülen o ruhtur. Eğer o ruh varsa, namaz yükselip
ilâhi kılar. İbadet insanın kendisi için olduğu müddetçe ilahi olamaz.
Hepimiz böyleyiz, birbirimizi aldatmayalım.
Bütün ibadetimiz kendimiz içindir. Çok iyi olan birisi, cennet için
ibadet etmektedir. Amellerimizin üzerinden cenneti kaldırın, görün
bakın kim ibadet ediyor? Yalnızca Ali ve Ehl-i Beyt’i kalır geriye,
çünkü o, “ibadeti aşkla yapar ve adeta ibadetle kucaklaşır.”1 Bir kısım
kimseler işte böyledir. Cennet için ibadet etmek söz konusu değildir
onlar için. Kendinden geçmiş, bu evden kurtulmuş ve ölüm
mertebesine erişmiş bir kimseye göre lezzet ve cennet söz konusu
değildir. Ölüm gelip çatmıştır ona, hiçbir şeyi görmez. Onun için
cennet ve cehennem aynı seviyede olup, bu tür sözler bir anlam
taşımaz. O Allah’ı över sadece. O’nu ibadete ehil olarak bulmuştur.
O’nu ibadete ehil bulduğu için ibadet etmektedir. Bizim düşüncemizin
bile ulaşamadığı başka mertebeler de vardır.
İlk adım benlik ve nefis evini bırakıp, buradan çıkmaktır. İnsan ilk
önce kıyam etmelidir. Uyanık olmalıdır, bizim gibi gaflet uykusunda
olmamalıdır. Bizler şu anda uyanık görünsek de uykudayız. Hayvani
bir uyanıklık ve insani bir uyku içindeyiz. “İnsanlar şimdi uykuda,
ama ölüm gelip çatınca, kendine gelir.”2
Ölüm hasıl olunca nelerin olduğunu anlar. “Şüphesiz cehennem
kafirleri kuşatmıştır.”3 Yani şu an dahi kuşatır durumdadır. Ama
tabiat insanı uyuşturduğu için derk etmemektedir
Bu uyuşukluk kalkacak olsa, insan her şeyin ateş olduğunu görür.
Çaresiz buradan gitmek gerekiyor. Sonunda bizi o yana
götüreceklerdir. O zaman bizzat uyanık olmamız, doğru yoldan
gitmemiz, nebilerin eğitimi ve öğretisi altında bulunmamız lazımdır.
Nebiler insanları terbiye etmek, doğruya iletmek için geldiler.
İnsanı düzeltmeye (ıslah) gelmeyen hiçbir nebi yoktur. Adaletin
1
Ebi Abdillah’tan naklen Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanların en
iyisi ibadete aşık olan, onunla kucaklaşan, onu kalbiyle seven, bedeniyle yerine
getiren ve ibadetler için her şeyden feragat içinde olan kimsedir. Böyle bir şahıs
hayatının kolay veya zor geçmesine aldırış etmez.” (Usul-i Kafi c. 3, s. 131)
2
Şerh-i ala Miet-i Kelime, 2. kelime, s.54, Evali’l Leali, c.4, s.73, 48. hadis
3
Tevbe/49
112
ikamesi insanların düzeltilmesi demektir. Adalet ve zulüm, her ikisi de
insandan sadır olabilen şeylerdir. Adaletin ikamesi demek, zulmün
yerine adaletin oturtulması, müşriklerin müminleştirilmesi demektir.
Nebiler, başıboş bırakılmaları halinde, cehennemi boylayacak bir
varlığı (insanı) değiştirmeye ve ıslaha uğraşmışlardır, insana doğru
yolu göstermiş, “bu yoldan gitmelisin” demişlerdir. Yetmişe, seksene
merdiven dayadığımız halde, hâlâ bu yola koyulmuş değiliz. Şimdiye
dek Allah ve resulü için hicret etmemişiz. Şu yeryüzüne çakılıp
kalmışız. Sonuna dek de böyle kalacağız! Ama hiç çaresi yok, bu yola
koyulmamız lâzım.
Gençler, siz bu yolu daha iyi bulabilirsiniz, bizden geçmiş artık.
Gücümüz azalmış bizim. Siz gençler nefsinizi daha kolay
arıtabilirsiniz. Melekut1 alemine yaşlılardan daha yakınsınız. Fesat
tohumları sizlerde yeşermemiştir, daha az kök salmıştır. Fesat
tohumları, henüz sizde olgunlaşmamıştır. Ama kaldıkça her gün daha
da güçlenmektedir. Siz nefsi arıtma işini erteleyip, askıya aldıkça, iş
daha da zorlaşmaktadır. Bir yaşlı kendini ıslah etmek istese, bunu
yapması çok zor bir iştir. Oysa siz gençler, daha çabuk
düzelebilirsiniz.
Binlerce genç düzelmekte, ama bir yaşlı düzelmemektedir. Bu işi
yaşlılık günlerinize bırakmayın, gençken yapın, yolunuzu şimdiden
seçin, işe şimdiden başlayın. Kendinizi nebilerin öğretisine teslim
edin, onlara uyun. Çünkü kaynağınız onlardır. Yola buradan gitmek
gerekir. Nebiler yolu göstermişlerdir. Bizlerse yolu tanımıyoruz. Onlar
yolu biliyorlardı. Tabiptir onlar, esenlik yolunu biliyorlar, bunu
insanlara söylemişlerdir. Esenliğe kavuşmak istiyorsanız, bu yola
giriniz. Nefsinize olan ilginizi yavaş yavaş azaltınız. Bu iş o kadar
hızlı olmasa da önemli değil, nefsinizi yavaş yavaş yeniniz. Bütün
1
Melekut, ıstılah olarak ruhlar, gayb ve mana alemi hakkında kullanılmaktadır.
Başka bir ifadeyle vücud alemi zincirinde en alt aleme tabiat alemi (mülk ve zahir)
denmektedir. Sonraki ve batını mertebesine ise ruhlar, gayb ve mana alemi olan
melekut alemi denmektedir.
113
emelleriniz bir gün toprak olacak, bitecektir. Bunca benlik bizim
zararımızadır. Geriye kalan şey Allah’a ait olan şeylerdir.
“Sizin katınızda olan geçici, Allah’ın katında olan kalıcıdır.”1
İnsanın bir nefsi (indekum) bir de ilahi (indallah) boyutu vardır.
İnsan kendine teveccüh ettikçe, kendi katında olanlara yöneldikçe
bütün bunlar fani olacaktır. Ama eğer Allah’a dönerse bu durumda,
“el-Baki” ismiyle kalan her şey baki kalacak, ebedileşecektir.
Gayret edin, şu bulunduğunuz ve bulunduğumuz durumdan çıkalım,
kurtulalım. Kafirlerle yapılan cihatlarda galip gelenlerin, tarafların
sayısı ne kadar olursa olsun, bir korkuları yoktu. Hz. Ali (a.s) “bütün
Araplar toplanıp benimle savaşsalar, bu yoldan geri dönmem”2
buyuruyordu. Çünkü iş ilahi bir işti. Allah’a ait olan şeyde yenilgi söz
konusu değildir. Bu yoldan dönüş yoktur. Cihad eden, ilerleyen
kimseler, benliklerini göz önüne almadan, emellerine kapılmadan
ilerliyorlardı. Onlar bu cihad kadar, nefisleriyle de cihad etmişlerdi.
Onlar yüce mertebelerdeydi. Bu cihad olmazsa olmaz. İnsan
emellerine sırt çevirmedikçe, dünyadan yüz çevirmedikçe ilerleyemez.
Dünya insanın emellerinden ibarettir.
Herkesin dünyası, kendi emelleridir. Yalanlanan şey tabiatın
kendisi değil, arzulardan ibaret olan dünyadır. Dünya sizin içinizde
olan şeydir. İnsanın kendisinde olan şey yalanlanmış, kınanmıştır.
Ama güneş ve ay hakkında böyle bir şey söylenmemiştir. Bunlar hep
Allah’ın mazharı olan şeylerdir.3
İnsanı kutsiyet ve kemal alanından uzaklaştıran her şey, dünyadır.
Dünya ise insanın içindedir. Yani dünya, insanın nefsine yönelmesidir.
Allah yardım etsin de bu kuyudan çıkıp kurtulalım, nebilere, velilere
uyalım. Çünkü onlar bu tehlikeli yoldan kurtulup çıkmışlar, ölüm gelip
çatmıştır kendilerine...
1
Nahl/96
Nehc’ul Belağa 45. mektup
3
Nehc’ul Belağa, 126. hikmet
2
114
Üçüncü Oturum
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur
Biz “bismillah”ın neye taalluk ettiği hakkında sohbet etmiştik. Var
olan bir kaç ihtimali beyan ettik. Bu meselelerin esası, insanın Hakk ve
halk arasında nasıl bir bağ olduğunu bilinmesidir. Bizler genellikle
papağan gibi, veya bir delile dayanarak -bundan yücesi başka
kimselere aittir- varlıkların Hakk ile bağlantısından söz ediyoruz. Ama
bu bağ, bir varlığın başka bir varlıkla olan bağı gibi değildir. Örneğin
babanın evladıyla ve evladın babasıyla olan bağ gibi değildir. Bu
bağımsız bir varlığın diğer bir bağımsız varlıkla var olan bağıdır.
Güneşle ışığı arasındaki bağda - ki daha ileri bir bağ da olsa-, bile yine
ayrılık ve farklılık vardır. Bir varlığın diğer bir varlıkla olan bağıdır
bu. Soyut bir düzeydedir. Ama bununla beraber görme ve duyma
duyusunun, nefisle olan bağında bile bir tür farklılık ve kesret söz
konusudur.
Fakat varlıkların, varlık mebdei ile arasındaki bağ, sunduğum bu
bağların hiçbirisiyle kıyaslanamaz. Kitap ve sünnette geçen kimi
tabirler de bu bağı ifade etmektedir. “Rabbi dağa tecelli etti” ayetinde
tecelli olarak tabir edilmektedir.
Semât duasında “Dağa tecelli edince onu yerle bir eden vechinin
nuruna andolsun ki...” Diye buyurulmuştur.
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah, ölecekleri
zaman canlarını alır”1 Oysa ölüm meleği can almaktadır. İnsan
birisini öldürdüğü zaman da “O öldürdü” denilmektedir.
“Attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı.”2 Bir tecelli, bir
nurdur bu. Bizler bu anlamı, delillerle, veya papağanvari bir şekilde
olsa öğrenirsek, bu ayet-i celiledeki bazı meseleler de aydınlanmış
olur.
Verdiğimiz birinci ihtimale göre hamd, hamdların bütünüdür. Çok
olan şey ve isim burada kesret olarak mülâhaza edilmektedir. Buradaki
ihtimale göre gerçekleşen her hamd, Allah’tan başkası için vaki
1
2
Zümer/42
Enfal/17
115
olmamaktadır. Çünkü hamd tecellilere vaki olmaktadır; tecelli ise
Allah’ın zuhurudur. Bu zuhur, güneşin ışıklardaki tecellisinden, nefsin
duyma ve görme gücündeki tecellisinden daha üstün bir zuhurdur.
Hamd mazharlar için olduğu halde Allah’ın bir çok isimleri vardır.
İkinci ihtimale göre ise hamd, mutlak bir hamddır. Yani birinci
ihtimalin tam tersi bir ihtimaldir bu. Yani hiçbir hamd edenin hamdı,
bu durumda Allah’a vaki olmamaktadır. Bu mazharlar O’nun zuhuru
ve hamd mazharlar için gerçekleşiyor olsa bile, bizim hamdımız
mutlak hamd değildir ve mutlak varlık için vaki olmamaktadır.
Ancak bütün bu çokluklar, o “mutlak varlık’ta yok oldukları için,
hamd yine O’nun içindir. Çokluk ve birlik görüşünde farklılık
göstermektedir. Çokluk açısından, ikinci ihtimale göre, hiçbir hamd, o
mutlak varlık için olmamaktadır. Kesretin vahdette fenası hasebiyle de
bütün hamdlar, ancak O’nun için gerçekleşmektedir. Bu iki ihtimale
göre ayetin manası baştan sona fark etmektedir. Hamd istiğrak
(genellik) ifade ederse ve isim “bütün varlıklar isimdir” ifadesince
kesret içinde isimler olursa bu durumda “Bismillah”ta bulunan Allah,
Rahman ve Rahim, anlam olarak diğer ihtimaldeki Allah, Rahman ve
Rahim’den farklılık arz eder. Zira isim, zahir ismidir ve her isim,
başka bir isimden farklıdır, burada kesret mertebesi mülahaza
edilmektedir.
Kesret mertebesinin mülahazasında isim “Allah” ismidir. Ancak
kesret ve tafsil makamında bu “Allah”, Hak Teala’nın ism-i a’zamla
tecellisidir. Varlıklarda tecelli, ism-i azamla olur. Fiil makamında
“Rahman” rahmaniyyet ile tecellidir. “Rahîm”, “Rabb’il alemin” ve
“iyyake na’budu” da aynı şekilde diğer ihtimale göre farklılık arz
etmektedir.
İkinci ihtimale göre hamd mutlak, kayıtsız ve şartsız hamd olunca
Allah, Rahman, Rahim de (surenin sonuna kadar) yine farklı anlam
ifade etmektedir. Orada bütün varlıklar isimdir. Her bir varlık isimdir
ve her işin, fiilin anlamı, diğer fiillerin anlamından farklıdır. Burada
ise mutlak hamd olduğu için mutlak hamd “Bismillahirrahmanirrahim”
ile vaki olmaktadır.
Mutlak hamd, yalnızca Allah’a aittir. Mutlak hamd, zat makamının
zuhur ismi olan, yani esmaullah ve zat makamlarında bulunan bir
isimle zat makamında vaki olmaktadır. “Allah” ismi ise, zat
116
makamının tümünü kapsamaktadır, zuhur makamını değil. “İsim” de
onun tecellisidir. Rahman, zat makamının rahmaniyyeti, rahim de zat
makamının rahimiyyetidir. Rabb vb. aynen böyledir.1
Bunların felsefe-i a’lada2 -bildik felsefede değil- bir takım delilleri
de vardır.
Fakat bunların hepsi, evliyanın bulduğundan ve anladığından
farklıdır. Veliyullah, seyr-i sülük ile o menzilleri geçiyor ve meseleleri
müşahede ediyorlardı.
Evliya bazen kendi gözlemlerini halka açıklayamıyordu. Kur’an ise
dalâlet çukurunda ve tuzağında olan bu halk ile konuşmak için gelmiş,
indirilmiştir.
İndirim yapmadıkça, basitleştirmedikçe gerçeği Resul-i Ekrem’in
kendisi dahi bu hakikati açıklayamıyordu.
1
Zuhuri tecelli iki kısımdır: Genel ve özel. Genel tecelli rahmani tecelli olarak
adlandırılmaktadır ve de bütün varlıklara verilen varlık ifazesinden ibarettir ki bu
tecellide bütün varlıklar eşit bir konumdadır. Özel tecelli ise rahimi tecelli olarak
adlandırılmakta olup varlıklara verilen vücut kemallerinin ve müminlere ve
sıddıklara verilen manevi kemallerin ifazesinden ibarettir. İmam Humeyni Şerh-i
Dua-i Seher’de şöyle buyurmaktadır: “Rahmaniyet rahmeti vücudun genişleme
makamıdır. Rahimiyet rahmeti ise vücut kemalinin genişleme makamıdır. Vücut
rahmaniyet rahmeti ile zuhur etmekte ve her vücut rahimiyet rahmeti ile manevi
kemale ve batınî hidayete ermektedir.”
Aynı şekilde rahman ve rahim, zatî ve fiilidir. Kayserî Şerh-i Fusus
mukaddimesinin ikinci faslında şöyle demektedir: “Vücut hakikati kemalî sıfatlar
taayyünlerinden bir taayyünle alındığı takdirde zatî bir isimdir. Ama eğer bu vücut
hakikati ilahi tecellilerden özel bir tecelli ile alınacak olursa o zamanda fiilî bir
isimdir.”
İmam Humeyni ise Şerh-i Dua-i Seher’de şöyle buyurmaktadır: Rahmet ve
rahimiyet ya fiilîdir ya da zatî. Yüce Allah zatî rahmaniyet ve rahimiyet rahmetine
sahiptir ve de o rahmet, zatın zat için tecellisinden ve de vahidiyet makamında icmali
ilmin kendisinde detaylı keşif ve ilmi zuhur ile sıfatlarının, isimlerinin ve
levazımının a’yan-i sabite’ye zuhurundan ibarettir. Aynı şekilde Allah fiilî
rahmaniyet ve rahimiyet rahmetine de sahiptir ve o da fiiller örtüsünde kamil hedef
ve tam düzen mutabakatınca a’yanlara kemal ve feyzin yayılması ve izharı ile zatın
tecellisinden ibarettir.” Bundan dolayı, birinci ihtimalde rahman ve rahim fiili tecelli
olur ve ikinci ihtimalde ise rahmaniyet ve rahimiyet zati olur.
2
Felsefe-i A’la, Molla Sadra’nın bina ettiği Hikmet-i Mütealiye’dir.
117
Kur’an mertebeleri, yedi ya da yetmiş batını vardır.1 Bu batınlardan
indirilen Kur’an, bizimle konuşacağı bir safhaya gelmiştir ve Allah
(c.c), Kur’an’da kendisini deve ile tanıtmaktadır.
“Bakmıyorlar mı deveye nasıl yaratıldı?”2
Bizler için üzücü olan şey güneş, gök ve yer gibi nazil olmuş
varlıklar vasıtasıyla Allah hakkında marifet elde etmek istememiz
üzüntü vericidir.
Peygamberlerin dilinde düğüm vardı.
“(Musa) dedi ki: “Rabbim benim göğsümü aç, bana işimi
kolaylaştır ve dilimden düğümü çöz ki söyleyeceklerimi kavrayıp
anlasınlar.”3
Kalplerinde ve dillerinde düğüm vardı. Bu, bulduklarını
(anladıklarını) olduğu gibi anlatamıyorlardı. Bu cihetten de bize
örneklerle, benzerlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı.
Allah (c.c) deve ile tanıtıldığı zaman, bizim nasıl bir mertebede
olduğumuz bellidir. O hayvanın mertebesidir. Bizim elde ettiğimiz
marifet nasıl bir marifettir? Oldukça nakıs bir şeydir.
Peygamberler hakkında da bazen şöyle denmektedir: “Derken
rabbi dağa tecelli edince, dağı paramparça etti ve Musa bayılarak
yere düştü.” Musa (a), Hak Teala’nın rububiyyetine girdikten ve bu
aşamalardan geçtikten sonra şöyle dedi:
“Rabbim! Bana göster, sana bakayım”
Yani seni bu gözlerimle göreyim. Oysa hiçbir büyük nebi böyle
konuşmaz.. Gören ve görülen ile uyumlu bir rüyete ise biz ulaşamayız.
Allah (c.c) ile konuşma derecesine ulaştığı halde, “Bana göster,
sana bakayım” dediğinde ise şu cevap geldi: “Sen beni göremezsin.”
Yani -muhtemelen- sen Musa oldukça beni göremezsin. Fakat onu
ümitsiz bırakmayıp dağa yönlendirdi. “Dağa bak’” Bu dağ nedir?
Hakk’ın Musa’ya tecelli edemediği, ama kendisine tecelli ettiği o dağ
“Tur dağı”dır. Acaba bu tecelli, halkın o gün Tur dağında olduğu
takdirde görebileceği bir tecelli miydi? Acaba güneşi görmek gibi bir
şey miydi? “Fakat dağa bak” sözü mülakat vaadi idi. Konuşma
1
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Kur’an’ın bir zahiri ve bir batını
vardır. Batını için ise yedi batın söz konusudur.” (Tefsir-i Safi, c. 1, s. 31)
2
Gaşiye/17
3
Ta-ha/25-28
118
sözüdür. “Sen beni göremezsin. Fakat dağa bak. Eğer o yerinde
durursa, sen de beni göreceksin.”
“Eğer o yerinde durursa” ile yerle bir olacağı ve “dağ” ile de
Musa’nın bu konudaki nefsi bencilliği kastedilmektedir. (ki, bazı
kalıntıları kalmıştı) O tecelli ile dağ yerle bir oldu. Bencilliği ortadan
kaldırdı. Böylece Musa ölüm mertebesine erdi. “Musa bayılarak yere
düştü.”1
Bütün bunlar bizim için yalnızca bir kıssadır? Onların şuhud ile
erdikleri bu hakikatler karanlıklar içinde olan bizler için bunlar sadece
birer kıssadır. Bize Tur dağını anlatmışlardır sadece.
Bizler tecellinin, tur dağında Musa’nın ve başkalarının gördüğü bir
nur olduğunu düşünüyoruz. Eğer duyumsanır bir nur olsaydı herkes
görebilirdi. Cebrail-i Emin, Resul-u Ekrem’e Kur’an’ı okuduğu
zaman, orada olanlar duyabiliyorlar mıydı? Bizler bir karartı görüyor,
hakikatten gaflet ediyoruz, meseleleri hep uzaktan duyuyoruz.
Peygamberler, bir rüya gören, ama dili düğümlü (konuşma engelli)
insanlar gibidir. Bütün halk ise sağır. Onlar söyleyemiyorlar, ama biz
de duyamıyoruz.2 Yani söylemişlerdir, ama bize değil. Çünkü biz,
anlayabileceğimiz şeyleri anlıyoruz.
Kur’an her şeye sahiptir. Zahiri şer’i hükümleri ve bizlerin asıl
manasını kavrayamadığımız kıssaları vardır. Zahirlerini anlıyoruz, bu
zahir herkes içindir. Herkes yararlandığı bir şeydir. Ama hakkıyla
istifade edilmemektedir. “Kuşkusuz Kur’an’ı ancak hitap olunan
anlar”3 ifadesi esasınca Kur’an’ı gerçekte yalnızca Resulullah (s.a.a)
1
“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca
"Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!" dedi. (Rabbi): "Sen beni asla
göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni
göreceksin!" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa
da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana
tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (A’raf/143)
2
Ben rüya görmüş bir dilsiz, alem ise sağır
Ben acizim demekten, varlıklar ise işitmekten
3
Zeyd Şeham şöyle diyor: “Kutade b. Deame İmam Bakır’ın (a.s) huzuruna vardı.
İmam (s.a) ona şöyle buyurdu: “Acaba sen Basra fakihi misin?” Kutade şöyle
ardzetti: “Öyle sanıyorlar.” İmam şöyle buyurdu: “Senin Kur’an tefsir ettiğini
duydum” Kutade şöyle cevap verdi: “Evet, tefsir dersleri veriyorum.” İmam şöyle
buyurdu: “Acaba sen ilim üzere mi tefsir ediyorsun yoksa cehalet üzere mi?” İmamla
119
ve onun eğittiklerinin dışında kimse anlayamaz. Evliya da onun
eğitimiyle anlamaktadır.
Böyle olduğu halde “Ruh’ul emin vasıtasıyla kalbine
indirilmiştir.”1 Nazil olmuştur ve Ruh’ul emin eliyle gelmiştir. Fakat
Resulullah “tenezzül” makamındadır. Bu bir tür nüzuldür. Bizzat
ondan aldığı bir makamdır.
“Biz onu kadir gecesi indirdik.”2 O, hepsini birden Kadir
gecesinde indiriyor. Ama tenezzül makamında, daha üstün mertebe ise
Ruh’ul Emin’dir. Kalbine (vahiy) giren kimse de batından batına,
hadden hadde, elfaz suretine dönüşünceye kadar mertebelere tenezzül
etmelidir.
Kur’an görüp duyulabilecek lafız ve ilinekler türünden bir şey
değildir. Fakat biz kör ve sağırlar, mümkün mertebe yararlanabilsin
diye tenezzül ettirilmiştir. Kur’an’dan yararlananların eğitimleri,
Kur’an’ı anlayış tarzları ve Kur’an’ın indirildiği kaynağa olan ilgileri
farklıydı. Burada olan durumdan daha farklı bir durum söz konusu.
Hak Teala’nın cilvesi gaypten zuhur ve tenezzül edip tabiat alemine
inmektedir. İlk cilveye ulaşıncaya kadar tabiat, cisim ve zahir alemleri
ile gayp mertebeleri arasında var olan farklılıklar, aynı şekilde bizim
idraklerimiz ile peygamberler ve Allah’ın halis velilerine ulaşıncaya
dek bizden daha yukarıda olanların idrakleri arasında da vardır.
Hz. Musa için vaki olan cilve hakkında “Rabbi dağa tecelli
ettiğinde...” Buyrulmaktadır.
Semat duasında şöyle diyor. “Dağa tecelli ettiğin veçhinin nuruna
andolsun...”
Başka bir yerde ise şöyle buyruluyor: “Ey Musa, şüphesiz ben
Allah’ım”3
Başka bir yerde ise şöyle buyrulmuştur: “Rabbi dağa Tecelli
ettiğinde”
konuşmaları böylece devam etti, sonunda imam ona şöyle buyurdu: “Eyvahlar olsun
sana ey Kutade! Kur’an’ı sadece kendisine hitap edilenler tanır.” Bihar’ul Envar, c.
46, s. 349
1
Şuara/192-193
2
Kadir/1
3
Taha/14
120
Başka bir yerde ise “Dağa tecelli ettiğin veçhinin nuruna andolsun”
diye buyrulmuştur.
Hepsi de doğrudur ve her birisi kendi yerinde tamdır.
Bizler Kur’an’ı öğrenmek için ne yapmalıyız? Bu mertebeler
öğrenmek ve öğretmek anlamında değildir.
Kur’an’a ve tefsirlere baktığımız zaman bazılarının bu anlama
değindiğini görüyoruz. Fakat bu öğrenme ve öğretme, körler ve
sağırlar içindir.
Kur’an, bütün bu konuları içermiştir. Fakat bunu idrak eden kimse,
“Kuşkusuz Kur’an’ı ancak kendisine hitap edilen anlar” Kur’an’ın
muhatap saydığı kimsedir. Ne olduğunu ancak o anlayabilir.
Kur’an’ı kendisine hitap ettiği ve Kur’an’ı anlayan kimse ise
“Ruh’ul Emin’in Kur’an’ı kalbine indirdiği” bir mertebededir.
Bunu ondan başka hiç kimse müşahede edemez.
Bu konu, aklî idrakin ve delil getirmenin dışında, tamamen
müşahedeye dayanır. Bu da gözle görülür değil, gaybi bir
müşahededir. Aklî, nefsi ve (normal bir) kalbî müşahede değildir.
Alemin ve Peygamber’in kalbi sadece müşahede edebilir.
Ama anladıklarını kapalı örneklerin ve lafızların dışında anlatamaz.
Siz kör olan birisine nurun ne olduğunu nasıl anlatabilirsiniz? Hangi
dille ve hangi sözlerle? “Nur aydınlatıcı bir şeydir” demekten başka ne
söylenebilir ki? Nuru gören birisi, görmeyene nasıl anlatabilir? Üstelik
bir de insanın dilinde de “ukde” (engel, düğüm) varsa! Bu düğüm de
karşı tarafın da kulağındaki düğümden kaynaklanmaktadır.
Peygamberlerin dilinde var olan düğüm gibi.
Resul-ü Ekrem’in anlatma sıkıntısı diğerlerinden daha fazlaydı.
Zira derk ettiği şeyleri ve Kur’an’dan kalbine inenleri kime
anlatabilirdi? Tam velayet makamına ulaşan kimseden başka kime
söyleyebilirdi?
“Hiçbir peygamber benim kadar eziyet görmemiştir” sözü eğer
gerçekten Resulullah’tan rivayet olunmuşsa, bir anlamı da ulaştırması
gerekeni ulaştıramamasıdır. Bulduklarını söyleyecek birini bulamamak
hüzün vericidir. Özellikle O’nun bulduğu şeyler, diğerlerinin
bulduklarından daha fazlaydı. Bir şeyi öğrenip, diğerlerinin de
öğrenmesini isteyen, fakat onlara anlatamayanın üzüntüsü ne kadar da
121
büyük bir üzüntüdür! Kör olan oğlunun güneşi görmesini isteyen baba
ne kadar da hüzünlenir. Anlatmak isterse ne yapmalıdır?
Bu nuru ona nasıl anlatabilir? Meçhul anlam ifade eden başlıklar
bilinmezlikten başka bir şey değildir.
“İlim en büyük perdedir.” İnsanı tümel aklî kavramlarla uğraştırıp,
asıl yoldan alıkoyan ilim, büyük bir perdedir. Veliler için ilim bir
perdedir.. İlim arttıkça bu perde kalınlaşır.
İnsan taşıdığı ilme ilgi duyar ve bazen alim ilmin sadece bu kadar
olduğunu sanır.
İnsan, bu kalıptan kurtulmadıkça bencildir.
Dolayısıyla, bütün kemallerin kendi idrak ettiği ve okuduğu
ilimlerle sınırlı olduğunu sanmaktadır.
Fâkih âlemde fıkıhtan başka bir şey olmadığını, arif irfandan başka
bir şey olmadığını, filozof felsefeden, mühendis geometriden başka bir
şey olmadığını zanneder.
Sadece görmekle, tecrübeyle vb. yollarla elde edilen şeylerin ilim
olduğunu, bunun dışındakilerin ilim olmadığını hayal etmektedirler.
Bu herkes için büyük bir perdedir (engeldir). Bizim için birçok perde
vardır. Ama bunların en koyusu, kalını ilim perdesidir.
Kendisi aracılığıyla doğru yolun bulunması gereken şey (ilim),
hidayete engel olmakta. Bütün resmî ilimler böyledir. İnsanı olması
gerekenden alıkoyup, bencillik getirmektedir.
İlim tezkiye edilmemiş (temizlenmemiş, arınmamış) bir kalbe
girdiğinde onu geriye götürür. (İlim) Deposu doldukça, getirdiği
musibetler de artar. Çorak ve taşlı bir toprağa ne kadar tohum ekilse de
ürün alınamaz. Çorak bir arazi, perdeli ve tezkiye olmamış, hatta
Allah’ın isminden bile korkan bir kalp ürün vermeyen bir kalptir.
Felsefe resmi bir ilim olmasına rağmen, kimileri bir yılanmış gibi
felsefeden ürkmektedir. Filozof da ariften böyle ürküyor. Arifler ve
daha yukarıda olanlar da böyledir? Bütün resmi ilimler, “dedi,
denildi”1 sözleriyle doludur.
Resmi ilimlerin en azından zikrullaha ve Allah’a yönelmeye engel
olmasına izin vermeyeceğimiz miktarda kendimizi ne zaman tezkiye
1
Şeyh Bahai’nin şiirinin tümü şudur:
Resmi ilimler tümüyle “dedi ve denildi”dir
Ondan ne bir nitelik ve ne de bir hal hasıl olur
122
edeceğimizi bilmiyorum! Bunun kendisi başlı başına bir meseledir.
İlimle uğraşmak bizleri gaflete düşürmemeli ve kemal kaynağından
uzaklaştıracak bir gurur meydana getirmemelidir.
Özellikle alimlerde olan gurur! İster maddi ve tabii ilimlerle
uğraşanlar, ister şer’i ilimlerde uğraşanlar ve isterse de aklî ilimlerle
uğraşanlar olsun; kalp tehzip (temiz) olmadıkça, onda insanı tamamen
Allah’tan koparan bir gurur doğar. İnsan okurken kendini tümüyle
okumaya kaptırıyor, ama namaz kılarken aynı şekilde namaza
odaklanmıyor. Kendini namaza veremiyor. Allah rahmet etsin bir
dostum şöyle diyordu: “Bir defa olsun namazı dikkatle kılmış
değilim!” Sanki insan namaz kılmaya başladığında namazda değil,
Allah’a yönelmiyor, kalbi orada değil, başka bir yerdedir. Belki ilmi
bir meseleyi çözmeye koyulmaktadır. Amacı insanı hedefe ulaştırmak
olan ilmi bir konuyu çözmeyi düşünmesi, insanı hedefinden
alıkoyuyor. Bunlar şer’i, tefsiri ve tevhidi ilimlerde de olabilir.
Hazırlıksız ve tehzip olmayan bir kalp için, tevhidi ilim bile bir bağdır,
izin vermez, engel olur. Şer’i ilimler de böyledir. Bütün bunlar, şer’i
ilimler ve diğer meseleler, bir takım vesilelerdir. Amelin vesilesidir ve
amelin kendisi de bir vesiledir.
Tüm bunların tek bir amacı ve hedefi vardır; o da bu nefsi
uyandırmak içindir. Tümüyle karanlık ve zülumat olan bu perdelerden
kurtarıp, nurani perdelere ulaştırmaktır hedefleri. Zannedersem şöyle
bir tabir vardır: “Şüphesiz Allah’ın nurdan yetmiş bin örtüsü vardır.”1
“Zülumat” perdeleri de aynı şekildedir. Nur olanlar bile
perdedirler. Bizler karanlık perdelerden bile arınmış değiliz. Bunların
içinde pinekleyip duruyoruz. Sonumuz ne olacak belli değil!
İlimler, bizim nefsimizde olumsuzluktan başka hiçbir etkide
bulunmamıştır. Bunlar şer’i ve akli ilimlerdir ve bu zavallılar da ona
“zihniyât” adını veriyorlar. Bu örtülülerin “zihniyat” dedikleri şey
gerçekten de zihniyattır, yani ayniyeti yoktur.
Bunlar amaca ulaşmanın vesilesidir ve amaca ulaşmamızı
engelleyen şey ilim değil, zulmettir, zulmani perdelerdir.
1
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah’ın nur ve zulmetten
yetmiş bin hicabı vardır.” (Bihar’ul Envar, c. 55, s. 45)
123
İnsanın amacı ve peygamberlerin geliş nedeni olan şeylerden insanı
alıkoyan herhangi bir ilim, ancak zulmânî bir perdedir.
Peygamberler, insanları bu dünyadan, bu karanlıktan çıkarıp, nur
kaynağına ulaştırmak için gelmişlerdir. Nur kaynağına, nurlara değil....
İnsanı bu mutlak nurda fani etmek, bu katreyi (damlayı) denizde
fani kılmak istiyorlar. Elbette bu örnek bile tam örtüşmemektedir.
Bütün peygamberler bunun için gelmiştir. Bütün ilimler vesiledir ve
ayniyet de o nura aittir. Bizler ise yokluklarız (adem).1 Aslımız
oradandır. Ayniyat oraya aittir. Bütün peygamberler bizleri bu
zülumattan çıkarıp, nura ulaştırmak için gelmişlerdir; nurlara değil.
Karanlık ve aydınlık perdelerden kurtarıp, mutlak nura bağlamak için
gelmişlerdir.
Bazen tevhit ilmi bile perde olabilir. Tevhit ilmi, Hak Teala’nın
varlığı için deliller ikame ediyor, ama O’nunla arasında perde vardır,
bu deliller onu ayırıyor, onu olması gereke şeylerden uzaklaştırıyor.
Peygamberlerin yolu böyle değildir, peygamber ve evliyanın delil
yolu böyle değildir. Onlar delilleri biliyordu. Ama mesele, “vacib”
varlığı, delillerle ispat etmek meselesi değildir.
Hz. Seyyid’üş Şühedâ (a.s) buyuruyor: “Sen ne zaman kayboldun
ki! Senin hâzır ve murakıb (denetleyen, gözeten, kontrol eden)
olduğunu görmeyen gözler kör olsun”2
Ve kördür zaten...
İlk aşama kıyamdır. “De ki; size bir tek öğüt veriyorum. Allah
için kıyam edin...”3
Seyr ehli de bunu ilk menzil saymıştır. Belki de başlangıçtır, menzil
değil. “Menzil-us Sairin”de bunu ilk menzil olarak saymışlardır. Fakat
bunun bir başlangıç ve menzilin de sonra olması mümkündür. Evvela
bizzat derk etmiş, bulmuş bir varlık vasıtasıyla bir öğüt verilmektedir.
Nitekim ona şöyle buyuruyor: “De ki; size bir tek öğüt veriyorum.”
Tek bir öğüt, o da Allah için kıyam etmeniz...
1
Mevlana’nın şu beytinden iktibas edilmiştir:
“Biz varlık gibi görünen yokluklarız
Sen ise mutlak vücud ve varlığımızsın”
2
İkbal’ul A’mal, s.349
3
Sebe/46
124
Bütün her şeyin ve her meselenin başlangıcı kıyamın Allah için
olmasıdır. Allah için kıyam et, Allah için harekete geç ve Allah için bu
uykudan uyan. Uyuyanlara, orada düşüp yatanlara de ki: “Benim
sizlere sadece bir öğüdüm var, o da şudur: Allah için kalkın, kıyam
edin ve Allah için yola koyulun.”
Bizler sadece bu öğüde bile şimdiye kadar kulak verip, yola
koyulamadık. Yolumuz kendimiz içindir. Çok iyi olanlar yine
kendileri içindir.
Evet, veliler başka bir durumdadır. Bu öğütler biz uykudakiler
içindir. Onlar ulaşmışlardır. Yukarıdadırlar ve bizleri de
götüreceklerdir.
Hiç kimse şu manayı inkar edemez ki biz şu anda buradayız, bize
tüm güçlerimize musallat olan müvekkel melekler bizleri sürüklüyor,
bu güçlerimiz bizi o tarafa doğru çekiyor. Tabiata geldiğimizden beri
bizleri bir başka tarafa doğru çekiyorlar, bizler gideceğiz, ama bu
zülumat ve perdelerle...
“Hubb’ud dünya (sevgi, bağlılık, aşırı düşkünlük) bütün her şeyin
kaynağıdır.” Bütün hataların kaynağı budur. Dünya sevgisi, bazen
muvahhit birisini dahi öyle bir yere sürükler ki Allah’ın dünyayı
kendisinden alacağına inandığı takdirde kalbinde bir bulanıklık ve bir
buğz meydana gelir.
Denildiği üzere insanın dünyadan gitme zamanı gelip çattığında,
şeytanlar bu insanın muvahhit birisi olarak ölmesini engelleyebilmek
için, sevdiği her şeyi gözleri önüne getirirler. Meselâ, kitap seven bir
öğrencinin kitabını getirerek “bu inancından dön, yoksa bunu
yakacağız” diyorlar. Evlâdına sevgisi olanın da evlâdını ya da sevdiği
başka şeyleri gözü önüne getirirler.
Dünya ehlinin, meselâ sarayı olan birisi olduğunu zannetmeyin.
Sarayı olan birisinin dünya ehli olmaması ya da sadece bir kitabı olan
öğrenci birisinin dünya ehli olması mümkündür. Ölçü (bunlara
duyulan) ilgidir. Dünyaya bağlılığın ölçüsü, insanın bu eşyalara
duyduğu ilgidir.
İnsanın ömrünün sonuna doğru ilgilerinden ayrıldığını görüp,
Allah’a düşman olarak, bu düşmanlıkla gitmesi bile mümkündür.
İlgileri azaltın, ilgiler azaltılmalıdır. Bizler kalben bir şeye ilgi duysak
da duymasak da hiçbir şey değişmez, sonuçta gideceğiz.
125
Meselâ bu kitaplara ister ilgi duyun, isterse duymayın. Bunlar
sizindir ve kullanmaktasınız. Eve ilgi duysanız da duymasanız da
ondan istifade etmektesiniz. O halde ilginizi azaltın ve elinizden
geldiği kadar yok edin. İnsanı meşakkate sürükleyen, sahip olduğu
ilgidir. Ve bu da nefis sevgisindendir. Kaynak, nefis sevgisidir. Dünya,
nefis ve makam düşkünlüğü insanı helâke sürükleyen bir derttir...
Hubb-u makam (makam sevgisi), hubb-u mescit ve benzeri şeyler,
dünyevî ilgilerdendir. Birbiri üstünde kat kat perdelerdir bunlar.
Hep oturup “şuna buna sahip olanlar şöyle böyledir!” Demeyin.
Kendinizin nasıl olduğuna bakın. İlgi duyduğunuz şeylere,
duyduğunuz ilginin boyutu nedir? Oysa siz bu ilgiler esasınca onları
eleştiriyorsunuz.
Nefse düşkünlük ve bencillik olmazsa, insan başkalarının
eksiklerini, ayıplarını bulmaya çalışmaz. Başkalarının ayıplarını
aramanın asıl nedeni, sahip olduğumuz nefis sevgisi yüzünden
kendimizi mühezzeb (nefsini ıslah etmiş), doğru ve kamil görüp bizim
dışımızda kalan bütün insanları kusurlu ve hatalı görmemizdir. Bu
nedenle onların hata ve eksiklerini eleştiriyoruz.
Okumak istemediğim bir şiirde, birisi başka birisini kınayınca, o
kınanan kimse kınayıcıya şöyle dedi: “Ben söylediklerim gibiyim.
Acaba sen de göründüğün gibi misin?”
Bizler toplumda güya Allah için ders okuyoruz, dînî eğitim
görüyoruz, bu yüzden de kendimize “cundullah” (Allah’ın askeri)
adını koyuyoruz. Ama acaba göründüğümüz gibi miyiz? En azından
bu dış yapılar, iç yapılarla uyum içinde olmalıdır, çelişki içinde değil.
Zahir başka, batın başka bir şekilde olmamalıdır.
Nifak bundan farklı bir şey midir? Nifak sadece Ebu Süfyan gibi
görünüşte dini kabul edip, gerçekte böyle olmamak değildir. “Ben
şöyleyim, böyleyim” deyip aksini yapmak da nifaktır, bunu yapanlar
da münafıklardandır. Fakat münafığın biri bu derecededir, diğeri ise
başka bir derecede.
Sonuçta buradan gideceğiz. Ama “bunlar sadece o tarafa (kıyamete)
çağırıyorlar” dememek gerekir. Zira bütün peygamberler, ahiret için
davette bulundukları gibi, dünyada da adaleti yaymışlardır. İlâhi bir
varlık olan Resul-u Ekrem’in bile şöyle buyurduğunu rivayet
ediyorlar:
126
“Bazen benim de kalbim kararıyor ve ben her gün yetmiş kez
Allah’tan mağfiret diliyorum.”1
Düzgün olmayan kişilerle muaşeret, insanın kalbini karartır. Sürekli
Allah’ın huzurunda olması gereken bir kimseye iyi ve dürüst bir kimse
dahi gelip bir mesele sormak istediğinde bu miktarda kendisini o
olmak istediği makamdan alıkoymaktadır. Kendisine gelip, onunla
sohbet etmek isteyen kişi de onun için bir mazhardır. Ama bu bile,
onun istediği ve devamlı bulunmayı arzuladığı o makama erişmekten
alıkoymaktadır.
“Bazen benim de kalbim kararıyor ve ben her gün yetmiş kez
Allah’tan mağfiret diliyorum.”
Peygamber’den nakledildiği üzere bu tür meselelerle meşgul olmak
bile kendileri için bir örtüdür. Ve bizim de bu örtüden arınmamız
gerekir. En azından göründüğümüz gibi olmalıyız, tersi değil.
Alnımızda secde izleri varsa, Allah için çalışıyorsak, en azından
namazda riya etmemeliyiz. Kendimizi muhafazakar göstermek
istiyorsak o halde en azından faiz yememeli, kimseyi aldatmamalıyız.
Manevi ilimlerin, insanın çalışmasını engellediğini düşünenler
yanılıyorlar. Bu manevi ilimleri insana öğreten zat -ki Resulullah’tan
sonra hiçbir kimse onun kadar gerçekleri bilmiyordu- tarihin yazdığı
üzere halkın kendisine biat etmesinin hemen ardından, kazmasını alıp
kendi işlerine başladı. Bunların birbiriyle çelişkisi yoktur.
Dünyaya yönelmeleri için, halkı dua ve zikirden alıkoyanlar,
meselenin ne olduğunu bilmiyorlar. Onlar duanın insanı ıslah ettiğini
bilmiyorlar. Sonuçta dünya hakkında da gerektiği şekilde
davranıyorlar. Adaleti ikame edenler de, zikir, fikir ve her türlü
musibetlere tahammül eden peygamberlerdi. Zalimler aleyhine, bunlar
kıyam etmişlerdir. Arefe duasının ne olduğunu bildiğiniz Hüseyin b.
Ali (a.s) kıyam etti. O dualar, bu meselelerin, Allah’a yönelişin
kaynağı konumundadır. Bu dualar insanı gayb kaynağına, Allah’a
yönlendiriyor. Eğer insan hakkıyla okuyabilirse gaybi mebdee var olan
teveccühü insanın kendisine olan ilgisinin azalmasına neden olur.
Bunlar çalışmayı engellemediği gibi, çalışmayı ve feraha ermeyi de
kendisiyle birlikte getirmektedir. Fakat çalışan kendisi için değil, Allah
1
Müstedrek’ul Vesail, c.5, s.320, Kitab’us Salat, Ebvab’uz Zikr, 22. Bab, 2. hadis
127
rızası için ve O’nun kulları için çalışması gerektiğinin farkındadır. Dua
kitaplarını eleştirenler, cahil oldukları ve bilmedikleri için
eleştiriyorlar. O çaresizler dua kitaplarının insanı nasıl eğittiğini
bilmiyorlar.
Münâcat-ı Şabaniye, Kumeyl duası, Hz. Seyyid’üş Şühedâ’nın (a.s)
duası (Arefe), Semat duası gibi pak imamlardan rivayet olunan
duaların, insanı nasıl ıslah ettiğini bilmiyorlar. Şabaniye duasını
okuyan kişi, kılıç da çekiyor. Rivayete göre Şabaniye münacatını
bütün imamlar okuyordu. “Bütün imamların okuduğu” tabirini, ben
başka dualar için görmedim.1
Bu Şabaniye duasını okuyan kimse, kılıç sallayıp kafirlerle
savaşıyordu. Bu dualar insanı bu zülumattan kurtarıyor. İnsan, bu
karanlıktan kurtulduğunda, Allah (c.c) için çalışan, Allah için kılıç
sallayıp savaşan ve Allah için kıyam eden birisi oluyor.
Bu dualar insanı bu beylerin dediği şeylerden alıkoymuyor. Onların
bütün emelleri buraya özgüdür. Bu beylerin görüşüne göre buranın
ötesinde olan her şey zihniyat ve boş kavramlardır. Bazen de onların
reel gerçekler, bunların ise boş kavramlar olduğunu anlayacakları bir
makama erişirler.
Bu dualar, hutbeler, Nehc’ul Belâğa, Mefatih’ul Cinan ve diğer dua
kitapları, insanın ıslah olması için birer yardımcıdır.
Bir insan ıslah olduğu zaman, bütün bu meselelerle amel eder.
Ziraatla de uğraşır, fakat Allah için. Savaşır da. Kafir ve zalimlere
karşı yapılan bunca savaşı, bu tevhit ashabı ve dua ehli kimseler
gerçekleşmiştir. Resulullah (s.a.a) ve Emir’ul Mü’minin’in (a.s)
yanında savaşanların çoğu böylesine ibadet ve dua ehli kimselerdi.
Hz. Emir’ul Mü’minin (a.s) savaş cephelerinde namaz kılıyordu.
Orada savaş vardı, ama burada namazını kılıyordu. Hem savaş, hem de
namaz bir aradaydı. O savaş sırasında birisi sorduğunda, durup
kendisine tevhidi anlattı. Bir başkası “Şimdi olur mu, zamanı mı?”
Diye itiraz edince Hz. Ali (a.s) rivayet edildiği üzere cevap olarak
şöyle buyurdu: “Biz bunun için savaşıyoruz.” 2
1
İkbal’ul A’mal, A’mal-i mah-i Ramazan, s.685, Misbah’ul Muteheccid ve
Silah’ul Muteabbid, s. 374, Bihar’ul Envar, c.91, s.97-99
2
Şureyh b. Hani’nin naklettiğine göre Cemel savaşında bir bedevi Hz. Ali’nin
huzurunda durarak şöyle dedi: “Sen Allah’ın bir olduğunu mu söylüyorsun?” bunu
128
Bizim savaşımız dünya için değildir. Muaviye ile savaşarak Şam’ı
almak peşinde değiliz. Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) Şam ve Irak’ı
istemiyordu. Bunlar insanların adam olmasını istiyordu. İnsanların
canını, zalimlerden kurtarmak peşindeydiler. Bunlar dua ashabı olan
kimselerdi. Hz. Ali’den (a.s) nakledilen Kumeyl duasına bir bakınız.
Kumeyl okuyan bir kimse aynı zamanda kılıç sallayan bir kimsedir.
İnsanları dualardan ve dua kitaplarından ayırmak, o pis adam
Kesrevi’nin1 yaptığı gibi irfani kitapları, dua kitaplarını yakmak doğru
değildir. Bunlar duanın ne olduğunu bilmiyorlar. Duanın nefisteki
etkilerinden haberleri yoktur. Bütün hayır ve bereketlerin bu dua
okuyan kimselerden olduğunu bilmiyorlar. Zayıf bir şekilde dua eden
ve Allah’ı zikreden kimselerde bile aynı ölçüde etkisi vardır. Papağan
gibi olsa dahi üzerlerinde bir etki söz konusudur. Her ne kadar da olsa
terk eden kimselerden daha iyidirler.
Namaz kılan kimsenin de her ne kadar düşük bir mertebesi de olsa
o namaz kılmayan kimseden daha iyi ve daha temizdir. Bu hırsızlık
yapmaz, cinayet dosyalarını şöyle bir inceleyin, bu dosyalardan
kaçının ilahiyat öğrencilerine ait olduğuna bakınız. Kaç tane ilahiyat
öğrencisi hırsızlık yapmış, şarap içmiş veya diğer kötülüklere
bulaşmıştır. Elbette bu öğrenciler arasında kaçak kimseler de
mevcuttur. Ama onlar zaten ne namaz, ne de başka bir şey ehlidirler.
Bu kıyafetlerini istifade etmek için kullanmaktadırlar. Ama dua
okuyanlar ve İslam'ın zahiriyle amel edenlerin dosyası diğerlerine
gören halk Bedevi’ye saldırarak şöyle dedi: “Ey adam! Hz. Ali’nin meşgul olduğunu
görmüyor musun?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Onu bırakın. Bu bedevinin bizden
istediği şey bizim bu insanlardan istediğimiz şeydir.” (Tevhid, Şeyh Saduk, s. 83, 3.
hadis.)
1
Hacı Mir Kasım’ın oğlu Seyyid Ahmed (1890-1945) çağdaş tarihçi ve
dilbilimcisi olup tasavvuf ve irfana düşman olan bir kimseydi. Kesrevi bazı dini
inançlara ve öğretilere karşı çıkmış ve bu öğretilerin dinden olmadığını savunmuştur.
Kesrevi Arapça kelimeler kullanmaktan şiddetle kaçınıyor ve bunun yerine kendi
uydurduğu kelimeleri, kavramları ve Farsça ifadeleri kullanıyordu. Tarih-i
Meşrutiyet, Tarih-i Hicde Sale-i Azerbeycan, Behayigeri, Şiageri ve Vercavend-i
Bunyad adında kitapları vardır.
129
oranla ya hiç ya da az bir konumdadır. Alemin düzeninde bunların bir
müdahalesi vardır.
Duayı bu topluluktan çıkarmamak gerekir. Gençlerimiz duadan
ayrılmamalıdır. Kur’an’ı meydana çıkarmak için duanın terk edilmesi
doğru değildir. Kur’an’a bir yol olan duaları terk etmemek gerekir.
Bunlar şeytanın işlerinden olan vesveselerdir. Eğer Kur’an gelsin diye
diğer dua ve hadisler terk edilecek olursa hiç şüphesiz Kur’an da
ortadan gidecektir, Kur’an’ı getirip hadisi bir kenara itmek isteyenler
Kur’an’ı da getiremeyeceklerdir. Kur’an istiyoruz diye duaları bir
kenara itmek isteyenler Kur’an’ı da sahneye çıkaramayacaklardır.
Bunlar şeytanın vesveseleridir, insanı aldatan şeylerdir ve gençleri
aldatan bir ifadedir.
Gençler hadis, zikir ve dua ehlinin mi bu topluma daha çok hizmet
ettiğine diğerlerinin mi daha çok faydalı olduğuna bakmalıdırlar.
Bakınız bunlardan hangisi insanlığa daha faydalı olmuştur.
Gördüğünüz bütün hayır ve iyilikler bu müminlerdendir. Mutlak
hayırlar ve zayıflara yardım amacıyla yapılmış olan bütün vakıflar bu
zikir, namaz ve dua ehli kimselerden geriye kalmıştır, başkaları böyle
bir şey yapmamıştır. Zengin olan eşraf takımından namaz kılan
kimseler okul yaptırmışlardır, namaz kılanlar hastane ve benzeri şeyler
yapmışlardır. Dolayısıyla bu insanlardan uzaklaştırılmaması gereken
bir şeydir. Bunu yaymak gerekir. İnsanları Allah’a teveccühe
yönlendirmek icab eder.
Biz eğer insanın mutlak kemale ulaşması için bu duaların yardımcı
olduğunu göz ardı etsek bile bu dualar hiç şüphesiz bir ülkeyi idare
etmek için de gereklidir. Yardım bir defasında insanın gidip hırsızı
yakalamasıdır, bir defasında ise hırsızlığın yapılmamasıdır. Mescid ve
dua ehli olan kimseler anarşi ve terör ehli olamazlar, bu da topluma bir
tür yardımdır. Toplum bireylerden oluşmaktadır. Eğer bir toplumun
yarısı bu dua, zikir ve benzeri şeyler yüzünden günahlardan uzak
duruyorsa, tacir, ticaret yaptığı halde günah işlemiyorsa, hırsızlık
yapmıyorsa, bu topluma bir tür yardımdır. Dağ başlarında silah çekip
adam öldürenler ve eşkıyalar bu anlamın ehli değillerdir. Eğer ehli
olsalardı bu işi yapmazlardır. Toplumu terbiye etmek buna bağlıdır.
130
Bu dualar Allah ve Resulünden nakledilen şeyler ile toplum terbiye
edilebilir. “Eğer duanız olmasaydı rabbim size itina etmezdi.”1
Eğer Kur’an’ı da istiyorsanız işte Kur’an duayı övmektedir,
insanları duaya çağırmaktadır. Dua olmadığı taktirde Allah’ın
insanlara itina etmeyeceğini beyan etmektedir. O halde bunlar
Kur’an’ı da kabul etmemektedir. Duayı değil de Kur’an’ı istiyoruz
diyenler aslında Kur’an’ı da istememektedirler. “Bana dua ediniz size
icabet edeyim”2 İnşallah Allah bizleri de dua, zikir ve Kur’an ehli
kimselerden kılsın.
1
2
Furkan/77
Gafir/60
131
Dördüncü Oturum
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur
Önceki konulardan istifade edildiği üzere edebiyat ehlinin dediği
gibi “bismillah”ta yer alan “ba” harfi sebebiyet için değildir. Hak
Teala’nın failiyeti neden sonuç türünden değildir. En iyi tabiri
Kur’an’da yer aldığı üzere bazen zuhur “O evvel, ahir, zahir ve
batındır”1 bazen de tecelli “Rabbi dağa tecelli etti” olarak ifade
edilmiştir. Bu nedensellik ilişkisinden apayrı bir şeydir. Neden sonuç
ilişkisinde, Hak Teala’nın zatında diğer varlıklara oranla iktiza
etmeyen bir temayül varsayılmıştır. O yüzden nedenselliğe geniş bir
anlam yüklemek gerekir ki tecelli ve zuhuru da kapsasın. Veya diyelim
ki bu “ba” harfi sebebiyet için değildir. Bismillah yani “zuhuruyla,
tecellisiyle” anlamındadır. Veya diyelim ki “el hamd, Allah’ın
ismiyle...”, burada hamd hatta isim için bile bir sonuç değildir. Kitap
ve sünnette nedensellik ifadesinin kullanıldığını hatırlamıyorum, bu
filozofların dilinde vaki olan felsefi bir tabirdir. Kitap ve sünnette bu
anlamda bir nedensellik söz konusu değildir. Daha çok yaratılış, zuhur,
tecelli ve benzeri ifadeler kullanılmıştır.
Başka bir konu vardır ve bu hususta bir de hadis nakledilmiştir. Bu
konu “ba” harfinin altındaki nokta meselesidir. Bu rivayetin doğru
olup olmadığını bilmiyorum, hatta doğru olmadığı hususunda kanıtlar
da olabilir lakin Hz. Ali’den (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Ben
“ba” harfinin altındaki noktayım.” 2 Eğer bu rivayet doğru ise “ba”
harfi mutlak zuhur anlamındadır. İlk taayyün velayet makamından
ibarettir. Belki de Hz. Ali’nin (a.s) maksadı şudur ki velayet makamı
gerçek anlamda tümel bir velayettir ve ilk taayyündür. İsim mutlak
tecellidir, ilk taayyün Ahmedi Alevi velayettir. Eğer bu rivayet doğru
olmasa dahi mesele şudur ki mutlak tecellinin ilk taayyünü vücudun en
üst mertebesidir ki o da mutlak velayet mertebesidir.
1
2
Hadid/3
Meşarik-u Envar’il Yakin, fi esrar-i Emir’il Müminin, s. 21
132
İsim hakkında bir takım konular vardır, bu konulardan biri de şudur
ki isim bazen zat makamına aittir. İsmin kapsamlı olanı Allah’tır, diğer
isimler rahimiyet ve rahmaniyet ile zuhurdan ibarettir ve hepsi de ism-i
a’zam’ın tecellilerindendir. Allah ism-i a’zam’dır ve ilk tecellidir. O
zaman bir isim zat makamındadır ve bir isim de ismiyyet ile tecelliler
makamındadır, diğer biri de fiili tecellidir ki birine ahadiyet makamı
diğerine ise vahidiyet makamı denmektedir. Birine de meşiyet
makamı, bu tür kavramlar vardır. Belki de Haşr suresinin sonundaki üç
ayette bu anlama işaret etmektedir. “O, öyle Allah'tır ki, O’ndan
başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O,
esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah'tır ki, kendisinden
başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten
münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip
koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi
olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden
münezzehtir. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır.”
Bir ihtimale göre bu üç ayette yer alışı ve üç şekilde zikredilişi
belki de bu isimlerin üç makamıdır ki zat makamındaki isim, ayette
yer alan ilk isimlerle uyum içindedir. Sıfati tecelli ile isim ise ikinci
ayette yer alan isimler ile uyumludur. Fiili tecelli ise “O, yaratan, var
eden, şekil veren Allah'tır” ifadesi ile uyumludur ki böylece üç cilve
söz konusudur. Zatın zat için cilvesi, isimler makamında cilve ve
zuhur makamında cilve. Belki de “evvel O’dur, ahir O’dur” ifadesi de
başkalarının aslında hiç olmadığına işarettir. “Evvel, ahir, zahir ve
batın O’dur.” Yani var olan bütün zuhurlar O’dur; O’ndandır
anlamında değil. “Zahir O’dur, batın O’dur, evvel O’dur ve ahir
O’dur.” Cilveler için bir takım mertebeler vardır. Cilveler mütecelliden
ayrı değildir. Elbette bunu derk edebilmek oldukça zordur ama derk
ettikten sonra onaylamak kolaydır. Belki de Allah, sıfat makamındaki
tecelli için bir isimdir. Eğer böyle olursa bismillahta yer alan Allah
ismi o tecelli için cem’î cilve şeklinde zuhurdan ibarettir. Zuhur cem’i
cilve için olduğu halde, önceden dediğimiz iki ihtimal ile de
çelişmemektedir. O ikisi bununla uyum içindedir. Zira bunlar ayrı bir
konu değildir. Elbette biz bütün bu konulardan eksik bir şekilde
geçmek zorundayız.
133
Bütün bu meselelerde yer alan ortak bir konu vardır. O da şudur ki
biz bazen gerçekleri sahip olduğumuz idrak üzere düşünmekteyiz.
Bazen biz gerçekler hususunda akıl hasebiyle bir şeyler derk
etmekteyiz, bazen de kalp makamı hasebiyle gerçekler hakkında bir
şeyler algılamaktayız. Bazen şuhud makamı ve bu tür anlamlar söz
konusudur. Bizim idrakimiz aklî veya burhan ve benzeri esaslara
dayalı bir tür idrak olduğu için o şey bir gerçeği ifade etmektedir. Biz
akli idrakimiz hasebiyle gerçekleri bu şekilde idrak etmekteyiz. İdrak
düzeyi bir derece yukarda olan kimseler de aynı şekilde derk
etmektedir. Yani gerçek şudur ki var olan şey Zat-ı Mukaddes ve
O’nun cilvesidir. Biz hangi şekilde idrak edersek edelim gerçek budur.
Hakikat şudur ki varlık aleminde var olan şey Zat-ı Mukaddes ve
O’nun tecellisidir. Bu tecelli ister zat, ister sıfat, isterse de fiil
makamında olsun fark etmez. Zikrettiğimiz ayetlerde bu hakikate
işaret etmiş olabilir: “Evvel, ahir, zahir ve batın O’dur.” Gerçek
şudur ki Hak Teala’nın karşısında var olan bir varlık söz konusu
değildir. Mutlak vücudun karşısında bir varlık düşünülemez. Bazen de
biz kendi idraklerimiz üzere değerlendirmede bulunmaktayız. Bizim
ne gibi idrakimiz vardır. Akli idrakimiz nedir? Acaba bu akli
idrakimizi iman olarak adlandırmak için kalbe ulaştırabilmiş miyiz.
Veya irfan ve marifet olarak adlandırmak için seyir ve hareket içine
girmiş miyiz? Beşerin ulaşabildiği o son merhaleye ulaşabilmiş miyiz?
Bunlar bizim gerçekler hakkındaki idrakimizden ibarettir; yoksa
gerçekler olduğu gibidir. Esasen gerçek itibariyle Hak Teala’dan başka
bir şey yoktur, olan her şey O’dur. Var olan cilve O’nun cilvesidir.
Tam uyarlanabilecek bir örnek bulmak zordur. Gölge ve gölge sahibi
örneği bile nakıstır. En yakın örnek belki de deniz dalgasıdır, denize
oranla dalga örneğidir, dalga denizden ayrı değildir, denizin dalgasıdır,
bir tarafta dalga bir tarafta denizin dalgası söz konusu değildir,
meydana gelen dalgalar dalgalanan denizdir, ama biz idrakimiz üzere
düşününce dalga ve denizin iki ayrı şey olduğunu sanmaktayız, oysa ki
dalga deniz için ilineksel bir manadır, hakikat şudur ki denizden başka
bir şey yoktur, denizin dalgası denizden ibarettir, alem bir dalgadır,
elbette bu örnek bile nakıstır. Nitekim “toprak olsun başıma bu
verdiğim örnekten dolayı” denmiştir.
134
Biz idraklerimiz hasebiyle bu konulara girmek istediğimizde bir
mertebesi bu meselelerin tümel düşünceleridir. Sıfat ismi, filler ismi,
falan makam gibi ki bunlar kavramlardır. Mefhumi bir idraktir. Başka
bir mertebesi ise derk ettiğimiz bu kavramları delil yoluyla gerçek
olduğunu ispat etmekteyiz. Örneğin her şeyin zat ve cilvesinden ibaret
olduğu ve ondan başka bir şey bulunmadığı gerçeğini delil ile ispat
etmek istediğimizde şöyle denilmektedir ki salt vücud, mutlak vücud,
hiç bir kaydı olmayan bir vücuddur.1 Kayıtlı bir vücud değil, salt ve
mutlak vücud “sen mutlak vücud biz ise varlık görüntüsü.”
Bu konuda delil ortaya koymak istediklerinde şöyle demektedirler:
“Vücud eğer bir sınırı olacak olursa, bir noksanlığı bulunursa bu artık
mutlak vücud değildir. Mutlak vücud hiç bir taayyünü olmayan
vücuddur, onda hiç bir noksanlık yoktur. Vücudta bir noksanlık ve
taayyün olmazsa mutlak ve tam vücuddur, tam ifadesi bile nakıstır.
Yani hiçbir haysiyetten mahrum düşünülemez. Bütün sıfatları
mutlaktır; taayyün şeklinde değil. Onda rahmaniyet, rahimiyet ve
uluhiyet taayyün etmiş halde değildir.
O mutlak nur olduğunda, taayyünsüz varlık olduğunda bütün
kemallere sahip olmalıdır. Zira herhangi bir kemalden mahrum olursa
taayyün lazım gelir. Eğer rububiyet zatı makamında bir nokta eksiklik
olursa, bir nokta vücud olmazsa ıtlak halinden dışarı çıkar, noksanlığa
bürünür, nakıs olur, hatta mümkün olur, artık vacib olmaz. Vacib
mutlak kemaldir, cemal-i mutlaktır, bu açıdan Allah’ı
düşündüğümüzde bu nakıs deliller esasınca Allah, o mutlak zat için bir
isimdir ve bütün cilveleri barındırmaktadır, bütün isim ve sıfatları
haizdir, bütün kemalleri kapsamaktadır, mutlak kemaldir, taayyün
etmemiş kemaldir. Mutlak kemal ve taayyünsüz kemal bir şeyden
mahrum düşünülemez, eğer mahrum olursa mutlak kemal değildir.
Eğer mahrum olursa mümkündür, mümkün ise nakıs varlıktır, nakıs
varlık hangi kemal mertebesine ulaşırsa ulaşsın mümkündür, ıtlak
mertebesinden çıktığı an imkan halindedir, mutlak vücud her şeye
1
Salt vücud vücudun mefhumudur, herhangi bir mahiyete ariz olmaksızın göz
önünde bulundurulmaktadır. Bunun karşısında ise has ve mukayyed vücud yer
almaktadır. Başka bir ifadeyle her şeyden münezzeh ve uzak bir vücud, kendisine
özellik kazandıracak hiç bir sıfat ve kayıt olmaksızın mülahaza edilmektedir.
135
sahiptir. Bütün kemalleri barındırmaktadır. Deliller de şöyle
demektedir: “Salt vücud bütün eşyadır, ondan bir şey değildir.”1
O her şeydir, ama taayyünler ile değil. Bütün vücuda sahiptir; ama
taayyün şeklinde değil, mutlak kemal şeklinde. Gerçekleri
değerlendirmek istediğimiz zaman görüyoruz ki isimler de ayrı
değildir. İsimler ayrı olmayan zat isimleridir, dolayısıyla Allah’ta var
olan hususiyetler rahmanda da vardır. Rahmanda da mutlak kemal
olarak düşünüldüğü zaman mutlak rahmet de bütün vücudun
kemallerine sahiptir. Aksi taktirde mutlak olamaz. “De ki: «İster
Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü
en güzel isimler O’na hastır.»”2 İster Allah’ı ister rahmanı ister
rahimi ve ister diğer isimleri çağırın, bunlar hepsi güzel isimlerdir.
Bütün esma-i hüsna, Allah’ın bütün sıfatlarında vardır. Mutlak olduğu
için de hiçbir sınırlılık yoktur. İsimle müsemma ayrılığı
bulunmamaktadır. İsimler arasında farklılık yoktur, bizim farklı
itibarlarla koyduğumuz isimler gibi değildir. Nur ve zuhur bir açıdan
nur ve bir başka açıdan zuhur şeklinde değildir. Zuhur nurun
kendisidir, nur da zuhurun aynısıdır.
Elbette bu örnek de nakıstır. Mutlak vücud, mutlak kemaldir,
mutlak kemal, mutlak şeklinde her şeydir. Itlak şeklinde bütün
sıfatlardır, öyle ki hiç bir şeyi O’ndan ayrı düşünmek mümkün
değildir.
Bu delil esasıncadır, delil bu şekilde ifade etmektedir. Ariflerden
biri şöyle demiştir: “Biz nereye müşahade adımıyla gittiysek bu kör de
asasıyla oraya geliyordu.”3 Körden maksat İbn-i Sina’dır. Maksadı da
şudur ki benim müşahade yoluyla elde ettiğim her şeyi o delil ile idrak
etmiştir. O kördür ama delil bastonuyla ilerlemiştir. Benim müşahade
ile ulaştığım her yere o delil bastonuyla gelmiştir. Delil ashabı onun
dediği gibi körlerdir. Delil ashabı olanlar da kör olanlardır. Müşahade
olmadığı zaman körlük vardır.
Mutlak tevhid, mutlak vahdet ve benzeri şeyleri delile ispat
ettiğimiz zaman görüyoruz ki vücudun mebdei mutlak kemaldir ama
1
Esfar-i Erbaa, c. 6, s. 110-118
İsra/110
3
Bu söz söylenildiğine göre Ebu Said Ebu’l Hayr’a aittir. Name-i danişveran-i
nasiri, c. 3, s. 187
2
136
bu yine delile dayanmaktadır. Delil duvarı arkasındaki mahcubiyet
eğer kalbe ulaştırılabilirse o zaman kalbimiz, “salt vücud her şeydir”
anlamını derk eder. Kalp bu hakikati idrak eder. Kalb bütün konuların
kendisine harf harf öğretilmesi gereken bir çocuk gibidir. Delil ile
konuları idrak edenler bu hakikatleri harf harf kalbine eriştirmelidir.
Tekrar mücahade ve benzeri şeyler ile bu hakikatler kalbe erişmelidir.
Kalb salt vücudun bütün kemal olduğunu idrak ederse bu imandır. Bu
akli bir idrak idi, öncesinden de kavramlardan düşünceler taşıyordu,
delil ikame edilince idrak akli idi, bu delile dayalı ve aklın derk ettiği
anlamı kalbe ulaşınca, onu kalbine okumuş olur, kalbe öğretmiş ve
tekrarlamış olur, riyazetler ile kalbe ulaştırdığı zaman kalb “evde
ondan başkası yoktur”1 hakikatine iman eder. Lakin yine bu iman
mertebesidir, hatta “Kalbim itminana ersin”2 mertebesi bile
peygamberlerin sahip olduğu konulardan ayrıdır.3 Bu bir mertebedir,
müşahade ise bundan yüce bir mertebedir. Hak Teala’nın cemalini
müşahade etmek Musa için tecelli etmiştir: “Rabbi dağa tecelli etti.”
Musa için var olan mikat, önce otuz gün sonra kırk gün olmuştur.
Sonra da bir takım olaylar gerçekleşmiştir. Kayınbabası Şuayb’ın
evinden çıkıp çocuklarıyla yola düşünce ailesine şöyle buyurdu: “Ben
bir ateş gördüm” Onun idrak ettiği bu ateşi çocuğu ve eşi idrak
etmiyordu. “Umulur ki size ondan bir kor getiririm” yakınlaşınca
bir ses işitti, ağaçta olan ateşten kendisine “Şüphesiz ben Allahım”
diye seslenildi. Körün bastonuyla arifin kalbiyle gittiği yeri Musa
müşahade etti.
Bu bizim dediğimiz sizin de işittiğiniz sözlerdir lakin gerçekler
bundan çok daha yücedir. “Şüphesiz ben Allahım!” hakikati ağaçta
olan bir nurdu, o nuru Musa’dan başka hiç kimse göremiyordu. Zira
Allah resulüne gelen vahyin hiç kimse ne olduğunu anlayamıyordu.
Vahiy nedir? Vahyin aslı neden ibarettir? Peygamberin (s.a.a) kalbine
nazil olan Kur’an nasıl bir defada Allah Resulü’nün kalbine nazil
oluyordu. Bu otuz cüz şeklindeki Kur’an bir defada Peygamberin
1
Emsal ve Hikem, c. 3, s. 1374
Bakara/260
3
İtminan makamı hakkında Adab’us Salat, İmam Humeyni, s. 16, ila 19’a
müracaat ediniz.
2
137
kalbine nazil olamaz. Özellikle de bu sıradan kalplere! Lakin kalp de
apayrı bir şeydir. Kur’an bir hakikattir, bu hakikat kalbe girmektedir.
Kur’an sırdır, sırrın sırrıdır, sır ile gizli sırdır, sır ile örtülü bir
sırdır.1 Tenezzül etmesi, aşağı inmesi gerekir, en düşük mertebeye
ulaşması icab eder. Allah Resulü’nün kalbine indiği zaman bile yine
bir tür iniş vardır. Kalbe girmek için tenezzül etmişti, oradan da
başkalarının anlayabileceği mertebeye tenezzül etmiştir. İnsan da
böyledir, insan hem sırdır, hem de sırrın sırrıdır, biz insanın zahirini
görüyoruz ve bu bir canlıdan ibarettir, o canlıdan başka bir şey
değildir. Diğer canlılardan daha kötü bir canlı, ama bu özelliği olan bir
canlı insanlık makamına ulaşabilir, kemal mertebelerine ve mutlak
kemale ulaşabilir. Bizim düşünemeyeceğimiz bir mertebeye bile
varabilir.2 Böylece yok olur, o mertebeler tümüyle sırdır, zahir bundan
ibarettir. Bu tabiat aleminde de sır olan bir mesele vardır, o da şudur ki
biz cevherleri (tözleri) idrak edemiyoruz. Cisimlerde idrak ettiğimiz
şey sadece ilineklerdir. Gözlerimiz bu rengi ve zevahiri görmektedir.
Kulaklarımız ses işitmekte, tatma duyumuz bir tat almaktadır. Elimiz
bir zahire dokunmaktadır. Bunlar hep ilineklerdir, o halde cisim
nerededir? Bir kimse cisim hakkında, “eni derinliği ve uzunluğu
vardır” dediğinde bile en, derinlik ve uzunluk birer ilinektir, ağırlığı
olmak bile bir ilinektir, cazibesi olmak bile bir ilinektir, neyi
nitelendirmek isteseler sıfat ve ilineklerle nitelendiriyorlar, o halde
cisim nerededir? Cismin kendisi de bir sırdır, o sırrın gölgesidir. İsim
ve sıfatları bizler için malum olan ahadiyetin gölgesidir. Yoksa alem
gaybtir, sadece isim ve sıfatlar zahirdir. Gayb ve şahadetin bir anlamı
da belki de şudur ki bu tabiat aleminin gayb ve şahadeti vardır. Gaybı
bize gözükmeyendir, biz hiç bir şeyi idrak edemiyoruz, şehadeti ise
bizim idrak ettiğimizdir. Siz bir şeyi tanıtmak istediğinizde sıfat, isim,
etki ve benzeri şeylerle izah ediyorsunuz. Beşer idraki mutlak sırrın
gölgesi hususunda nakıstır. Sadece velayet adımıyla oraya ermiş
olanlar bilir. Bu kimselerin kalbine Hak Teala’nın tecellisi bütün
1
İmam Sadık’ın hadisine (a.s) işarettir. Besair’ud Derecat, c. 1, s. 48
Mevlana’nın Mesnevi’sindeki şu beytinden iktibas edilmiştir.:
Yeniden melekten öteye uçar giderim
Vehimlere sığmayan şey olurum.
2
138
boyutlarıyla girmiştir. Bu sır her şeyde vardır. Yani her yere gayb ve
şahadet sirayet etmiştir. Bazen gayb alemi, melaiketullah alemi ve
akıllar alemi gibi tabirler kullanılmaktadır. Onların da sırrı ve zahiri
vardır, zuhur ve batındır, zahir ve batın işte budur. Zahirin zuhur ettiği
şeyde batınlarda vardır. O batınlarda da bir zuhur vardır. O halde
Allah’ın bütün isimleri vücudun bütün mertebelerine sahiptir, her isim
bütün isimlerdir, rahman ve rahim birbirine karşı iki isim değildir.
Muntakim ayrı bir isim değildir, eğer onlar isimlerden ise bütünü,
bütün hepsine sahiptir. Bütün güzel isimler Allah’a özgüdür, bütün
esma-i hüsna, Rahman, Rahim, ve Kayyum için de vardır. Bu isimler
birbirinden farklı şeyleri ifade etmemektedir. Aksi taktirde isimlerden
her birinin Hak Teala’nın zatında apayrı bir boyutu olur, haysiyeti
olur, böylece Allah bir haysiyetler ve itibarlar toplamı sayılır, bu ise
mutlak vücutta imkansızdır. Mutlak vücut, mutlak vücuduyla
rahmandır. Aynı mutlak vücuduyla rahimdir. Yani bütün zat
rahmandır, bütün zat rahimdir, bütün zatıyla nurdur, bütün zatıyla
Allah’tır, rahimiyet ve rahmaniyeti ayrı şeyler değildir, marifet
ayağıyla ilerleyenlerin kalbinde zat bütünüyle –elbette zatın kendisini
değil, zatın cilvesi- tecelli etmektedir. Elbette bu kalpte değil,
Kur’an’ın nazil olduğu kalpte, vahyin mebdei olan kalpte, Cebrail’i
indiren kalpte. O kalpte bütün cilvelere sahip olan bir cilve tecelli
etmektedir. Hem kendisi ism-i a’zamdır hem de ism-i a’zamın
cilvesiyle mütecellidir. İsm-i a’zam kendisidir. “Bizler esma-i
hüsnayız.”
İsm-i a’zam bizzat Resulullah’ın kendisidir. Tecelli makamında
isimlerin en büyüğüdür.
O halde bu gece nedensellik konusunu ele almış olduk. Dolayısıyla
burada da diğer nedensellikler gibi düşünmemek gerekir. Bunun
örneklerini bulmak mümkün değildir. Sadece bir takım uzak
örneklerdir. Burada ela aldığımız birinci konu ba harfinin altındaki
nokta –eğer böyle bir rivayet doğruysa- biri de ismin mertebeleri idi.
İsm-i zat, sıfat makamında isim, fiili tecelli makamında isim, ismin
isme tecellisi, zatın sıfatlara tecellisi ve zatın mevcudata tecellisi. İfade
etmek istediğimizde “bizim vücudlarımız” diye ifade ettiğimiz tecelli.
Bu da bir tecellidir. Kesret aynalarına yansıyan bir nur, bu da uzak bir
örnektir. Yüz tane ayna buraya koyunuz güneş ışığı veya başka bir
139
şeyin ışığı hepsine yansıyacaktır. Bir tek itibarla, “yüz tane nur var”
denilmektedir. Aynanın nuru da o nurdan ibarettir, ama sınırlıdır, yüz
tanedir, lakin o nurun kendisidir, güneşin cilvesidir. Yüz aynaya
yansıyan güneş ışığıdır, elbette bu uzak bir örnektir. Hak Teala’nın var
olan taayyünlerdeki cilvesidir. Burada bir taayyün ve bir de nur söz
konusu değildir. Nur fiili tecelli ettiğinde taayyünat bu tecellinin
gereğidir. Dolayısıyla bismillahirrahmanirrahimde yer alan isim zat
makamının ismi olabilir. Allah, bütün cilvelere tecelli eden zat
cilvesidir. Yani bu cilvenin isminin ismidir. Rahman ve rahim de bu
kapsamlı cilvenin cilvesidir. Rahman ve rahim arasında bir ayrılık
yoktur, Allah rahman ve rahim bir şeyin adlandırıldığı üç isim gibidir,
ama hepsi bir cilvedir, bütün zatıyla Allah’tır, bütün zatıyla rahmandır
ve bütün zatıyla rahimdir, bundan başka mümkün değildir. Bundan
başkası olursa sınırlı ve mümkün olur.
Söylediğim tertip üzere hamda ait olsa bile yine zatı ile rahman ve
rahim olan kapsamlı Allah isminin zuhuruyla bütün hamdler O’nun
için vaki olmaktadır. Veya hamd mutlaktır, her iki ihtimali de
zikrettik, aynı şekilde eğer Allah ismini bütün sıfatlarda kapsamlı cilve
olarak sayacak olursak, sıfatlar makamındaki kapsamlı cilve ismi, o
mutlak meşiyettir ve her şey ona; yani Allah ismine vaki olmaktadır.
Eğer Allah ismini fiil makamında kapsamlı cilve sayacak olursak, ismi
zuhur makamındaki hakikattir. Allah için rahman ve rahim demek
gibi. Bu ihtimallerin hangisini bu ayete uyarlayacak olursak her biri
özel bir tarz ifade eder.
O halde biz şimdi kapsamlı bir isim, zat makamı, sıfat makamı ve
fiil ile tecelli makamı olan Allah ismini ayet-i kerimede arz etmeye
çalıştık. İsim Allah, ba harfi ve altındaki noktadan söz ettik. Rahman
ve rahim hakkında da bir takım konular vardır. Elbette kısaca anlatmak
zorundayız. Sadece böyle meselelerin olduğuna da inanmak
durumdayız. Bazı kalpler maalesef inkar etmektedir. Bütün marifetleri
yok saymaktadır. Hayvanlık makamında olan bir kimse bu makamın
dışında bir şeyin olduğuna inanmamaktadır. Biz bu anlama inanmak
durumdayız. Bu insanın hareket etmesi gereken ilk makamdır,
140
dolayısıyla insan evvela inkar etmemelidir. Zahiren İbn-i Sina1 şöyle
demiştir: “Her kim delilsiz olarak bir şeyi inkar ederse insanlık
fıtratından çıkmış olur.”
Bir şeyin ispatı delil istediği gibi inkarı da delil istemektedir.
İnsanın bazen “bilmiyorum” der, bazen ise inkar eder. Bazı kalpler
sadece inkar etmektedir. İdrak etmedikleri için inkara yönelmektedir.
Böylece de insanlık fıtratından çıkmaktadır. İnsan bir şeyi kabul
ettiğinde veya reddettiğinde mutlaka delil üzere olmalıdır. Aksi
taktirde, “bilmiyoruz ama mümkündür” demelidir. Duyduğun her şeye
mümkün bakmalısın.2 Mümkün ve muhtemel olduğunu kabul
etmelisin, o halde neden inkar ediyorsun, biz ki bu alemin maverasına
ulaşamıyoruz, çok az bir bölümüne ulaşabilmiş durumdayız, belli olan
alem nakıs bir alemdir. Bütün meselelerden sonraları yepyeni konular
ortaya çıkmaktadır. Yüz yıl önce bu alem ne kadar meçhul idi, alemde
ne kadar meçhulat vardı ama şimdi bu meçhullerin bir bölümü
aydınlanmış ve daha sonra da aydınlanacaktır. Biz henüz tabiat alemini
derk edememişiz, beşer idrak edememiş o halde neden evliyanın
nezdinde olan şeyleri inkar ediyoruz. Bu kalp, inkar kalbi
hakikatlerden tümüyle mahrum durumdadır. Bilmediği bir şeyi yok
saymaktadır. “Bilmiyorum” dememektedir, aksine, “yoktur” deyip
atmaktadır. Marifet ehlinin dediklerini kuruntular olarak
değerlendirmektedir. Kendisi mahrum olduğu için uydurma
sanmaktadır. Kalben uydurma olduğuna inanmaktadır. Kur’an da
bunları söylemektedir ama Kur’an'a bir şey diyememektedir. Elbette
1
Hüseyin b. Abdullah b. Sina (980-1037 veya 1038) Ebu Ali Sina diye meşhurdur. İbn-i Sina İslami tıp bilginlerinden ve gezimci, ünlü filozoflardan biridir. Diğer
ilimlerde de görüş sahibi biriydi. En büyük özellikleri fevkalade bir kabiliyete ve
güçlü bir hafızaya sahip olmasıydı. Kısa bir sürede eğitimini tamamlamış ve farklı
ilim dallarında bir çok eserler yazmıştır. Kitaplarından bazısı şunlardır: Mantık,
Tabiiyyat ve ilahiyat bölümlerinden oluşan el-İşarat ve’t Tembihat. Bu kitabın bir
çok şerhi vardır. En tanınmış şerhleri ise Şerh-i Fahr-u Razi ve Şerh-i Hace Nasır
Tusi’dir. İbn-i Sina’nın diğer bir kitabı ise Mantık, Riyaziyat, Tabiiyyat ve İlahiyat
bölümlerinden oluşan Şifa kitabıdır ve detaylı bilgilere sahiptir. Hakeza en-Necat kitabı ise felsefi bir kitaptır. el-Mebde ve’l Miad, tıp ilminde Kanun, Kaside-i Ayniye,
ve Talikat kitapları da İbn-i Sina’nın meşhur kitaplarındandır.
2
Şerh-i İşarat, c. 3, s. 418
141
dememektedir de ama uydurma olarak adlandırdığı bu hakikatler
Kur’an ve sünnette de vardır, o halde insan neden inkar etmektedir.
Bu bir tür küfür mertebesidir, elbette bu küfür şer’i küfür değildir ,
küfrün bir mertebesi de insanın kendisine meçhul olan bir şeyi inkar
etmesidir. Beşerin musibetlerinin çoğu da bu hakikatleri idrak
edememesindendir. Allah’ın velilerinin ulaştığı şeylere ulaşamadığı
için inkar etmektedir. İnkar küfrü küfrün en kötüsüdür, halbuki ilk
etapta Kur’an ve sünnette yer alan, evliya, arifler ve filozofların
idrakleri ölçüsünde dediği şeyi inkar etmemek gerekir. İdrak etmediği
bir şeyin yok olduğunu söylememek gerekir. “Elimdeki neşterin
altında Allah’ı teşri etmedikçe asla inanmam.” Söyleyen bir kimsenin
kalbi inkarcı bir kalptir. Allah’ı bile neşterin altında görmek
istemektedir.
O halde ilk mertebe Peygamberler, evliyalar ve diğerlerinin
söylediği sözleri inkar etmemektir. Eğer inkar edecek olursak ikinci
adımı atamayız. Bunun dışında bir şeyin olduğunu inkar eden kimse
asla bulmaya koyulmaz. İnsan bu karanlıklardan kurtulmak istiyorsa
bu şeylerin doğru olduğuna ihtimal vermelidir. İnkar etmemelidir,
sonuna kadar inkar duvarının arkasında kalmamalıdır. Allah’tan
gitmesi gereken yere doğru kendisine bir yol açmasını istemelidir.
İnkar etmezse ve Allah’tan kendisine bir yol açmasını dilerse yavaş
yavaş açılır ve Allah onu mahrum etmez.
Ümit ediyorum ki bizler bu sınırları aşalım, inkar etmeyelim, kitap
ve sünneti inkar etmeyelim. Bazen insan kitap ve sünnete inandığı için
orada aklının almadığı bir şey gördüğünde bile, “bu yoktur”
dememektedir, ama bu hakikati başka biri söylediğinde uydurma
olduğunu düşünmektedir. Oysa bunlar kitap ve sünnette vardır, Kur’an
ve sünnete gelince, “ben bilmiyorum” demektedir. Ama başka biri
söylediğinde uydurma olarak nitelendirmektedir.
Bu inkar insanı bir çok şeyden mahrum kılmaktadır. İnsanı girmesi
gereken yoldan alıkoymaktadır. İnsan böylece yola koyulamamaktadır.
Dolayısıyla evliyanın dediğine en azından ihtimal gözüyle bakınız.
Elbette bazı kimseler açıkça “mümkündür” demeyebilir, ama açıkça
inkar eden bir kimse asla yola düşme başarısını elde edemez. Başarılı
olmak istiyorsa kalbinden bu inkarı çıkarıp atmalıdır.
142
Ümit ediyorum ki biz bu inkar haletini kalbimizden çıkaralım, yüce
Allah’tan bizi Kur’an diliyle tanıştırmasını dileyelim. Kur’an’ın dili
özel bir dildir. Kur’an’ın indiği dil ile tanışmak durumundayız. Kur’an
bir insan gibidir, her şeye sahip bir varlıktır; ancak bilfiil bir insan
gibidir. Kur’an Allah’ın bütün insanlık için serdiği bir sofradır. Herkes
iştahı miktarınca bu sofradan istifade etmektedir. Eğer hasta ve iştahsız
olmazsa bu sofradan istifade eder. Kalbi hastalıklar insanın iştahını
keser. Eğer hasta olmaz ve iştahı bulunursa herkes için serilen bu
sofradan kendisi de istifade eder. Tıpkı bütün insanların istifade ettiği
geniş bir sofra olan dünyayı andırmaktadır. Birisi otlarından, diğeri
meyvelerinden, bir başkası ise diğer meselelerinden istifade
etmektedir. Her biri dünyadan bir şekilde faydalanmaktadır. İnsan bir
şekilde hayvan bir şekilde. Hayvanlık makamında olan insan ise ayrı
bir şekilde. Yukarı çıktıkça vücudtan ibaret olan bu ilahi geniş
sofradan daha fazla istifade eder. İşte Kur’an da böyledir. Herkes için
serilmiş geniş bir sofradır. İştahı olduğu ve Kur’an'a doğru yol
bulduğu ölçüde ondan istifade eder. En yüce istifadeyi Kur’an’ın
kendisine nazil olmuş olduğu kimse etmektedir. “Şüphesiz Kur’an’ı
kendisine hitap edilen kimse tanır.” Kur’an'dan en yüce istifade o
şahsa aittir ama biz de ümitsiz olmamalıyız. Biz de bu sofradan
istifade etmeliyiz. İlk merhalesi bu doğal şeyler dışında bir şeyin
olmadığını hayal etmemektir. Kur’an’ın sadece toplumsal, tabii ve
hayata ait şeyleri söylemek için geldiğini iddia etmek bütün
nübüvvetlerin inkarıdır. Kur’an insanı insan etmek için gelmiştir.
Bütün bunlar o şey için birer vesiledir.
Bütün ibadetler ve bütün dualar birer vesiledir. İnsanın batının zahir
olması için bir vesiledir. Bil kuvve olan ve insanın hakikati sayılan
batını fiiliyete ulaşmalı ve insan adam olmalıdır. Bil kuvve olan insan
bil fiil insana dönüşmektedir. Tabii olan insan ilahi bir insan olmalıdır.
Böylece insanın her şeyi ilahi olacak, her şeyi hak görecektir.
Peygamberler bunun için gelmiştir. Peygamberler hükümet kurmak
için gelmemişlerdir. Hükümeti ne yapsınlar? Elbette bu da vardır ama
peygamberler dünyayı idare etmek için gelmediler, hayvanlar için de
dünya vardır, onlar da işlerini idare etmektedir. Elbette adaleti yaymak
da gözü olan kimseler için Hak Teala’nın sıfatını yaymaktır,
dolayısıyla onlar adaleti yaymaktadır ve toplumsal adalet onların eliyle
143
gerçekleşmektedir. Onlar hükümet de kurmaktadır; ama adil bir
hükümet, ama hedef bu değildir, bunlar Peygamberlerin geliş nedeni
olan o hedefe ulaşmak için birer vesiledir. Allah bizleri bütün bu şeyler
için başarılı kılsın.
144
Beşinci Oturum
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur
Konunun devamına girmeden önce faydalı olan bir şeyi aktarmak
istiyorum, o da şudur ki bazen ilim ehli arasında ortaya çıkan ihtilaflar
birbirlerinin dilinden anlamadıkları içindir. Her grup özel bir dile
sahiptir. Bilmiyorum işittiniz mi biri Fars, biri Türk ve diğeri de Arap
olan üç arkadaş tartışıyorlarmış. Fars olan, “Engur mihurim” (üzüm
yiyelim) diyordu. Arap olan ise, “İneb” yemek istiyordu. Türk ise
“hayır biz üzüm yiyelim” diyordu. Bunlar birbirinin dilinden
anlamadığı için ihtilafa düşmüşlerdi. Birisi giderek üzüm alıp getirdi,
bu durumda herkes aynı şeyi istediğini anlamış oldu. Bir hakikat farklı
dillerde aynı anlama sahiptir, ama diller farklıdır.
Filozofların kendine göre bir dili ve kendilerine özgü kavramları
vardır. Arifler de aynı şekildedir. Fakihler de özel bir dil ve
kavramlara sahiptir. Şairler için de aynı şey geçerlidir. Masum
velilerin dili için de aynı şey vardır, dolayısıyla bu gruplardan
hangisinin dilinin ismet ehli ve vahiy diline yakın olduğuna bakmak
gerekir. Hiç bir akıl sahibi muvahhit kimse Hak Teala’nın olduğu ve
bütün varlıkları yarattığı hususunda ihtilafa düşmez. Varlıklar, varlığın
kaynağının sonucudur. Hiç kimse sizin bu giysiler içinde Allah
olduğunuzu söylememektedir. Hiç bir akıllı kimse böyle düşünmez.
Sarık, sakal ve baston sahibi insanın ilah olduğuna inanmak mümkün
değildir. Böyle bir varlık mahluktur, yaratılmıştır, lakin ihtilaf neden
ve sonuç hakkında söylenen ifadelerde ortaya çıkmaktadır. O halde
şimdi ariflerin neden o tür ifade ettiğine bir bakmamız gerekir.
Elbette ben burada onları barıştırma çabası içinde değilim,
filozofları, arifleri veya fakihleri tenzih etmek istemiyorum, nice
hırkalar vardır ki ateşe sebeptir.1 Nice bakkal sahiplerinin söylediği
sözler o bakkal ile uyum içindedir. Ben şunu söylemek istiyorum ki
1
Hafız’ın tüm beyti şöyledir:
“Sufinin tüm sözleri saf ve halis değildir
Nice hırkalar ateşe sebep olur.”
145
bütün bu gruplar arasında münezzeh olan bir çok kimse vardır.
Medresede, ahbari ve usuli arasında ortaya çıkan ihtilaflar sebebiyle
birisi diğerini tekfir etmekte, cehaletle suçlamaktadır, oysa bunların
konuları iki farklı şey değildir, kendileri de farklı iki grup değildir.
Filozoflardan bir grubu “illet’ul ilel, malul-i evvel, malul-i sani...”
Gibi ifadeler beyan etmektedir. Sürekli olarak neden-sonuçtan
bahsetmektedir. İslam’dan önceki filozoflar özellikle bu kuru
nedensellik ve sonuç, mebde ve eser ifadelerinden istifade etmişlerdir.
Fakihler de neden sonuç ifadesini kullanmaktadır, bundan
sakınmamaktadırlar. Herkes de yaratıcı ve yaratık ifadesini
kullanmaktadır, bundan da sakınan yoktur. Ariflerin ise kendilerine
has farklı ifadeleri vardır. Zahir, mazhar, tecelli ve benzeri ifadeler, o
halde bizler bu taifenin ne gibi ifadeler kullandığına bakmalıyız. Ne
olmuş ki imamlarımız (a.s) bile bu tür ifadeleri kullanmıştır. Ben
bunların neden-sonuç ifadesini kullandığını hatırlamıyorum, yaratıcılık
ve yaratılmışlık ifadeleri vardır, tecelli vardır, zahir ve mazhar vardır.
Filozofların bu ifadelerinden el çeken arifler zahir ehli arasında
problemli olan bir takım ifadeler kullanmak zorunda kalmışlardır. Biz
bunları değerlendirmek durumundayız.
İllet ve malul (neden- sonuç) bir varlığın (illet) diğer bir varlığı
(malul) icad etmesidir. Neden sonuç ilişkisine göre malul bir tarafta
illet ise diğer taraftadır. Bu ayrı taraflarda olmanın anlamı nedir?
Mekanları mı farklıdır? Tıpkı güneş ve güneş ışığı gibi, güneş bu nura
sahiptir, ondan çıkmıştır, onun cilvesidir, ama güneş bir yerde vaki
olmuş bir varlıktır, güneşin nuru ise diğer bir yerde vaki olan bir
varlıktır. Gerçi onun eseridir ve malulüdür, acaba vacib zat hakkındaki
neden-sonuç ilişkisi ateşin hararet ve güneşin aydınlık sebebi olduğu
gibi doğal neden-sonuç ilişkisi gibi midir? Acaba birbirinden ayrı olan
eser ve eser sahibi gibi midir? Onun bir mekanı bunun ise ayrı bir
mekanı mı vardır?
Tabiatta var olan eser ve müessir (etki-etkili) genellikle birbirinden
ayrıdır. Aralarında mekan farklılığı vardır, acaba biz Allah hakkında
da böyle bir şey söyleyebilir miyiz? Varlıklardan ayrı olduğunu
düşünebilir miyiz? Her birinin kendine has bir mekan ve zamanı
olduğunu iddia edebilir miyiz? Söylediğim gibi bu işleri düşünmek
oldukça zordur. Soyut bir varlığın durumunu düşünebilmek çok
146
zordur. Özellikle Mebde-i A’la (Allah) hakkında ne söylerseniz
söyleyin o değildir. Allah-u Teala’nın varlıklar üzerindeki ihatası nasıl
bir ihatadır? “O sizinledir.” Bu ne demektir? Kur’an şöyle buyuruyor:
“Nerede olursanız olun o sizinledir.”1 Yani insanın yanında mıdır? Bu
birliktelik nasıl bir birlikteliktir. Onlar gerçeği ifade edemedikleri için
böyle demişlerdir. Gerçeğe en yakın olanı tercih etmişlerdir. Kitap ve
sünnette de gerçeğe en yakın olan seçilmiştir. Yaratıcı ve yaratığın
makam ve niteliğini anlayabilmek oldukça zordur, yaratıcı ve yaratığın
niteliği ateş ve eseri gibi midir? Nefis ve duyu organlarının niteliği
gibi midir? Belki de diğer örneklerden en yakını budur ama bu da
değildir. Bir tür ihatadır, ifade eksikliği olduğundan dolayı kayyumi
bir ihata diyoruz, yani bütün varlıkları kayyumi bir ihata ile
kuşatmıştır, O’nun olmadığı hiçbir varlık yeri bulabilmek mümkün
değildir.
“Eğer bir iple yerlerin en altına bile sarkıtılacak olursanız şüphesiz
yine Allah’a inersiniz.” Bunlar başında sarık, elinde asası olan bu
insanın haşa Allah olduğunu söylemek istemiyorlar, hiçbir akıllı insan
bunu söylemez, ama Allah ile insan arasındaki irtibatın nasıl olduğunu
beyan edebilmek ve aklın da derk edebileceği bir örnek verebilmek
oldukça zordur. Öyle ki bazen insan bu meselelere teveccüh
edemediğinden, “Bu da Hak’tır, her şey O’dur” demektedir. İslam
filozoflarının ifadelerinde de bu vardır, “salt vücud bütün eşyadır ve
O’ndan bir şey değildir” aslında bu bir çelişkidir. Burada sadece bir
noksanlığın olmadığını beyan etmek istemektedir. Salt vücudta
noksanlık yoktur, bütün kemal türüne sahiptir. Bütün varlıklar ise
nakıstır, “onlardan bir şey değildir” ifadesi şunu söylemek
istemektedir ki başka bir varlık olmak istediğinde nakıs olmaktadır,
oysa mutlak vücud hiçbir noksanlığı olmayandır. Var olan her kemal
O’ndandır; O’nun cilvesidir, O’nun cilvesi olduğu zaman zat yalınlık
açısından bütün kemaldir.
Bütün eşya, yani bütün kemaldir, “Onlardan bir şey değildir” yani
O’nda hiçbir noksanlık yoktur, burada “salt vücud sizlersiniz” demek
istememektedir. Allah’ın tam kemal olduğunu ve diğer varlıkların ise
1
Hadid/4
147
tam kemal olmadığını söylemek istemektedir. Her kemale sahip
olduğu için böyle ifade edilmektedir.
Konudan haberdar olmayan kimseler irfan ehli kimselerin şöyle
dediğini söylemektedirler: “Renksizlik renge esir olunca…”1
Oysa bu şiir bu konuyla ilgili değildir, onlar bu şiirin konuyla ilgili
olmadığından gaflet etmişlerdir. Bu şiir hakikat ile ilgili değildir, iki
insan arasında vaki olan savaş ile ilgilidir. Maksadını anlamadıkları
için de, “bu küfürdür” demişlerdir. Oysa bu şiirin konuyla ilgisi
yoktur. Dünyada bütün bu savaşların sırrının ne olduğu ile ilgilidir.
Esasen savaş neden çıkmaktadır? Burada söylenilen renk, diğer bazı
şairlerin de dile getirdiği gibi kalbi bağ ve ilintidir. “Bağlantı rengini
kabul eden her şeyden özgürdür.”2
Renksizlik tabiattan bir şeye bağlanmamaktır, tabiattan bir şeye
bağlanmadıkça savaş çıkmaz, bütün savaşlar insanın tabiata
bağlılığından ortaya çıkmaktadır. İnsan tabiatı içindeki ilgisinden
dolayı kendisine istemektedir. Diğeri de tabiata bağlı olduğundan o
tabiatı kendisine istemektedir. Dolayısıyla da her konuda bir çatışma
ortaya çıkmaktadır.
Bu adam şöyle söylemek istemektedir ki bağlılık renginin olmadığı
asıl fıtratta savaş da yoktur. Hz. Musa gibi Firavun da bağlantısız
olsaydı savaş olmazdı. Savaş bağlantılar yüzündendir. Alemde var
olan bütün savaşlar, bu bağlantılar üzerinedir. “Renksizlik renge esir
olunca.” Yani rengi olmayan fıtrat bağlantılara esir olunca kavga
ortaya çıkmaktadır, eğer bu renk ortadan kalkarsa Musa ve Firavun da
barışır. Bu konu o konuyla ilgili değildir, ama buna itiraz eden kimse
de konunun kavga eden iki kişiyle ilgili olduğundan gaflet etmiştir.
Mülahaza ettiğiniz gibi imamların (a.s) dualarında da ariflerin
ifadelerine benzer bir takım ifadeler vardır. Bazı kimseler maksadı
bilmedikleri için tekfire kalkışmışlardır, bütün imamların okuduğu
1
Mevlana’nın şu beytinin ilk mısrasıdır:
“Renksizlik rengin esiri olunca
Bir Musa bir Musa ile savaşa girişti
2
Hafız’ın beytinin tamamı şöyledir:
“O kimsenin himmetinin kölesiyim ki şu gök kubbe altında
Bağlılık rengini kabullenen her şeyden özgürdür
148
Şabaniye münacatında –bütün imamların okuduğu başka bir dua
nakledilmemiştir- şöyle yer almıştır: “Allahım! Bana tam olarak sana
doğru kopmayı nasip et, kalplerimizin gözlerini sana bakma nuruyla
nurlandır ki kalplerin gözleri nurdan hicapları yırtsın da azamet
madenine ulaşsın ve ruhlarımız mukaddes izzetine asılı kalsın.”1
Duanın devamında ise şöyle yer almıştır: “Ey Allahım! Beni senin
çağırıp da sana icabet eden ve senin bakıp da celalin karşısında
kendinden geçen kimselerden eyle.”
Bunun anlamı nedir? Bütün imamların okuduğu bu duanın maksadı
nedir? “Bütünüyle Allah’a doğru kopmanın anlamı nedir?”
Kendi seyriyle vaki olması gereken bu tam kopmayı Allah’tan
istemektedir. Bu insanın kendi seyrinin mertebesidir, ama o kendi
seyrini bile Allah’tan istemektedir. Bunun anlamı nedir? Allah’a
bakmak istedikleri kalplerin gözlerinden maksat nedir? Bu kalp ve
kalbin gözü nedir ki bu kalbi gözün nuruyla Hak Teala’ya bakmak
istemektedir. Bütün bunları da kalp gözleri nurdan hicapları yırtsın
diye istemektedir. Böylece azamet madenine ulaşmak ve ruhunun
Allah’ın mukaddes izzetine bağlanmasını istemektedir. Bunun anlamı
nedir? Yani O’na mı asılsın? Allah’ın azametinden dolayı kendinden
geçme hali Kur’an'da da Musa için zikredilmiştir. Bu halet ariflerin
dediği fenadan ayrı bir şey midir? Mertebe mertebe çıktığı ve bütün
hicapları yaktığı o azamet madeni nedir? Bu ulaşma nedir? Bu,
ariflerin dediği vuslattan ayrı bir şey midir? Azamet madeni Allah’tan
başka bir şey olabilir mi? Azamet madeni her türlü azametin kaynağı
olan Allah’tır. Oraya vardığında ruhlar Allah’ın mukaddes izzetine
asılmaktadır.
Bu ariflerin dediği şeydir, olayı bilen bir kimse “neden-sonuç
ilişkisidir” dediğinde ifade darlığındandır. Oysa “neden-sonuç ve eser
ve müessir ilişkisidir” diyemez. Halık ve mahluk gibi ifadeler genelin
de kabullendiği daha iyi ifadelerdir, lakin tecelli daha iyidir. Yine de
ifade edilemeyen o anlama en yakın örnektir.
Yaratıcı ve yaratık arasındaki ilişki, tasavvuru tasdikinden daha zor
bir ilişki türüdür. Tasdik edilebilir, ama eğer tasavvur edilebilirse! Biz
hiçbir yerde gaip olmayan bir varlığın bir yerde olmadığını nasıl
1
İkbal’ul A’mal, s. 687
149
tasavvur edeceğiz. Eşyanın batınıdır, zahiridir ve bütün varlıklar
O’nun eseridir, ama bunu ifade edemiyoruz, her türlü eşyanın
batınında ve zahirindedir. Hiçbir şey O’ndan arınmış değildir, bu
manayı nasıl ifade edebiliriz? Ne derlerse desinler ifade nakıstır,
meğer ki ehli olan kimseler dua etsinler. Şabaniye duasında olduğu
gibi.
O halde bir grubun diğer bir grubu tekfir edeceği ve cehaletle
suçlayacağı bir ihtilaf yoktur. İhtilaf neden olsun ki sizler bu anlamı
nasıl ifade edebilirsiniz? Onların ne dediğini anlamaya çalışın. Bu
ifadeleri kullanan kimsenin kalbinde olan manayı derk etmeye çalışın.
Kalbinde nur vaki olduğu zaman, “Her şey O’dur, herkes O’dur”1
demektedir. Sizler de dualarınızda, “Ali Allah’ın gözü, kulağı ve
elidir” demektesiniz. Bunlar meşhur ifadelerdir, anlamları nedir?
Bunlar onların ifadeleri gibidir. Sizin rivayetlerde de fakire verilen
sadakanın Allah’ın eline bırakıldığı beyan edilmektedir.2
Kur’an da ise şöyle yer almıştır: “Sen attığında sen atmadın,
lakin Allah attı.” Yani Allah gelip de attı, öyle mi? Bu sizlerin de
söylediği tek bir anlamı ifade etmektedir.
Elinde bilgi bulunan o zavallı ise hakikati beyan edemiyor, hakikati
ifade edemediği için de bu tür tabirleri kullanıyor. Kur’an ve dualar bu
tür ifadelerle doludur. O halde bu tür ifadeleri kullanan kimselere karşı
neden su-i zanda bulunalım. Onların bu ifadelerden maksadının ne
olduğuna bakmalıyız, bu adam neden insanların kullandığı ifadelerden
el çekmiştir. Ne olduğunu bildiği halde neden bu sözleri
söylemektedir? Bu kimse hakikati kendisi için feda etmek
istememiştir, kendisini hakikate feda etmiştir. Eğer onun sözünü
anlayacak olursak biz de aynı şekilde ifade ederiz. Kur’an da böyle
ifade etmiştir ve imamlar da aynı şeyi söylemişlerdir. Bunlar insanın
Allah olduğunu söylemek istememektedirler, hiçbir akıllı insan bunu
söylemez, ama bu ayrılığı ifade edebilecek bir ifade bulamamaktadır,
duaların birinde evliya hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Seninle onlar
1
Haşim b. Ebi Ammare şöyle diyor: “Hz. Ali’nin şöyle buyurduğunu işittim: “Ben
Allah’ın gözü, Allah’ın eli, Allah’ın yanı, Allah’ın kapısıyım” (Usul-i Kafi, c.1, s.
199, 8. hadis)
2
Ebu Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sadaka kulun eline geçmeden önce
Allah’ın eline geçer” (Furu-i Kafi, c. 4, s. 3)
150
arasında tek fark şudur ki onlar senin kulların ve yaratıklarındır,
onların işleri senin elindedir.”1 Bu da ifade darlığından söylenen bir
sözdür. Bu açıdan kitap ve sünnete yakın olan bu tabirleri dile
getirmektedirler. Çağdaşlarımızdan olan bir çok alimler bütün
ilimlerde o kadar dikkat ve kemal içinde olmasına rağmen bu tür
ifadeleri kullanmışlardır, cilve demişlerdir, Semat duasında, “tala’te”
(tulu ettin, doğdun) ifadesi kullanılmıştır, yani cilve, doğuş ve nur
olarak ifade edilmiştir. O halde barışınız. Ben bunların her şeyi doğru
söylediğini iddia etmiyorum, ben hepsinin yanlış söylemediğini
söylüyorum. Ben alimleri teyit ettiğimde hepsinin iyi olduğunu
söylemek istemiyorum, ben demek istiyorum ki hepsini reddetmeyin,
yoksa hepsini kabulleniniz demek istemiyorum. Burada da hakikat
aynı şekildedir. İrfani söz söyleyen bir kimsenin hemen kafir olduğunu
söylemeyin, ne söylediğine bakın, önce onun ne söylemek istediğine
bakın, bu durumda onu inkar edeceğinizi sanmıyorum. Bu “engur”,
“ineb” ve “üzüm” hikayesine benzemektedir. Siz de başka bir ifade
kullanmaktasınız, birisi neden-sonuç, diğeri sebeb-müsebbeb ve bir
diğeri ise zuhur ve mazhar demektedir. Her yerde olan ama onlardan
hiç biri olmayan bir varlığı ifade etmek istediğinde “Ali Allah’ın eli ve
Allah’ın gözüdür… sen attığında sen atmadın, lakin Allah attı” gibi
ifadeleri görmektedir. “Allah’ın eli onların elinin üstündedir” bu bizim
anladığımız manada bir el üstünlüğü müdür? Yoksa manevi bir el
üstünlüğü müdür? Tabiri olmayan bir üstünlüktür bu, bu anlamı
hakkıyla ifade edebilmek zordur. Yüce Allah bu anlamda bir şeye
karışmaktan ve bir şeyle birlikte olmaktan da münezzehtir. Biz
cilvesinin dahi nasıl olduğunu dahi anlayamayız, Allah’ın cilvesi bile
bize meçhuldür. Ama böyle konuların olduğuna iman etmişiz, inkar
etmiyoruz. Biz bu konuların Kur’an'da da olduğunu bildiğimiz için
inkar etmemeliyiz. Kur’an Allah’ın yaratıkları ile ilgili cilvesinden söz
etmek istediğinde “O zahirdir, batındır” diyerek zuhur kelimesini
kullanmaktadır. Bu Hadid suresinde yer almıştır. Rivayette yer
aldığına göre Hadid suresinin ilk altı ayeti ahir zamanda gelen insanlar
için inmiştir. Yani sadece onlar anlayabilir.2 Burada yaratılışın niteliği
1
2
İkbal’ul A’mal, s. 646
Usul-i Kafi, c. 1, s. 93
151
beyan edilmektedir. “O evvel, ahir, zahir ve batındır, nerede olursanız
olun o sizinle birliktedir.” Ahir zamanda da herkes bunu kolayca
anlayamaz. Alemde belki sadece bir iki kişi anlayabilir.
Ben daha çok bu yanlış anlaşılmaların ortadan kalkmasını
istiyorum, ilim ehli arasında var olan bu ihtilaflar ortadan kalkmalıdır,
marifetlerin önü alınmamalıdır, İslam sadece fer’i hükümlerden ibaret
değildir. Bunlar detaydır, esas başka bir şeydir. Biz esası detaylara
feda etmemeliyiz, biz aslın temelsiz olduğunu iddia etmemeliyiz,
gerçeklere aykırı esaslardan söz etmemeliyiz. Nakledildiğine göre
zahiren merhum Şeyh Muhammed Behari1 birinin ismi zikredilince
şöyle demiştir: “Bu şahıs adil bir kafirdir.” Kendisine, “adil ve kafir
oluşunun anlamı nedir?” Diye sorulunca şöyle demiştir: “O şahıs
adildir, zira ölçüler üzere amel etmektedir, hiçbir günah
işlememektedir. Kafirdir, zira onun söylediği Allah, Allah değildir,
onun taptığı Allah, Allah olamaz.”
Rivayette de yer aldığına göre karınca Allah’ın da iki anteni
olduğunu düşünmektedir.2 Bu nefis sevgisidir, karıncada da olduğu
anlaşılmaktadır. Bu karınca da çok ilginç bir varlıktır, karınca bu iki
antenin kemal olduğunu sanmaktadır. Biz de kendi nezdimizde olan
bazı şeylerin kemal olduğunu sanıyoruz. Bu karınca Hz. Süleyman
(a.s) hakkında da şöyle demiştir: “Bunlar şuursuzdur”
“Nihayet karınca vadisine geldiklerinde, bir dişi karınca dedi
ki: “Ey karınca topluluğu, kendi yuvalarınıza girin, Süleyman ve
orduları, farkında (şuurunda) olmaksızın sizi kırıp-geçmesin.”3
Bu karıncanın söylediği bir ifadedir. Hüdhüd de bu ifadeyi
kullanmıştır: “Ben senin kavramadığın bir şeyi kavradım.”4
Peygamberin (s.a.a) arkadaşlarından biri Belkıs’ın tahtını göz açıp
kapatıncaya kadar getirdi, şimdiye kadar insan için böyle bir şey vaki
olmamıştır. O halde bu nedir? Bu da meçhul bir hakikattir. Acaba bu
haberleşme türünden bir şey midir, bir şeyin yok ve icat olması mıdır?
Elektronik haberleşme türünden bir şey olup elektriğe mi çevrilmiş ve
1
1907 yılında vefat etmiş olup Hamedan’ın Bahar ehlindendir. Büyük arif Molla
Hüseyin Kuli Hamedani’nin öğrencilerindendir.
2
El-Meheccet’ul Beyza, c. 1, s. 219-220
3
Neml/18-19
4
Neml/22
152
iletilmiştir, ne olduğunu bilmiyoruz. Rivayette yer aldığına göre ism-i
a’zam’ın bir harfini bilen bu kimse göz açıp kapatınca kadar bu tahtı
getirmiştir.1 Hüdhüd de Hz. Süleyman’a, “Ben senin kavramadığın bir
şeyi kavradım” dediğinde onların anlayacağı şekilde ifade ediyor ve
onlar da amel ediyorlardı.
Ben ilim ehli salih kimselerin bu tür meselelerden mahrum
kalmasına hoş görmüyorum. Ben Kum’a geldiğim zaman Merhum
Mirza Ali Ekber Hekim2 Kum’da idi. İlim havzası kurulunca
muhafazakarlardan biri şöyle demişti: “Bakınız İslam nereye geldi ki
Mirza Ali Ekber’in kapısı bile açıldı!”
Alimler gidip orada ders okuyorlardı. Merhum Honsari3 ve İşraki4
ve şu Honsari5 Bey gibi şahsiyetler gidip Mirza Ali Ekber’in yanında
ders okuyorlardı. O muhafazakar kimse ise buna itirazda bulunuyordu.
Mirza Ali Ekber’in kapısının dersler sayesinde açılmasını İslam’a
aykırı görüyordu. Oysa Mirza çok salih bir kimseydi. Vefat ettikten
sonra bir kimse minberde “O’nun Kur’an okuduğunu bizzat gördüm”
1
Neml/40
Mirza Ali Ekber Yezdi (1925) Tahran irfan ve felsefe havzasının öğrencilerinden
idi. Ömrünün son yıllarında Kum’da yaşadı ve felsefe dersleri verdi. Riyaziyat
dalında büyük bir uzmanlık sahibiydi. İmam Humeyni de bir müddet onun
derslerinden istifade etmiştir.
3
Ayetullah Seyyid Muhammed Taki Honsari (1888-1952) Honsar, Necef ve
Kum’da okumuştur. Şia’nın taklit mercilerinden ve Kum ilmiye havzasının ileri
gelenlerindendir. Abdulkerim Hairi’den sonra gelen bir şahsiyettir. Irak’ın İngiltere
aleyhine başlattığı savaşa katıldı. Savaştan sonra yakalanarak sürgün edildi.
4
Mirza Muhammed Taki İşraki (1895-1949), büyük alim Mirza Muhammed
Erbab’In oğludur. Babasından, Ebul Kasım Kebir Kummi’den ve Ayetullah
Hairi’den ilim istifade etmiş ve içtihad makamına ermiştir. Çok güzel bir hitabesi
vardır. “Yusuf suresinin tefsiri” ve “Nun ve’l Kalem tefsiri” adlı iki kitabı
basılmıştır.
5
Ayetullah seyyid Ahmed Honsari (1891-1985), Ayetullah Burucerdi’den sonraki
taklit mercilerinden biriydi. Honsar, Necef ve Kum’da ilim tahsil etmiştir. Tahran
halkının isteğ ive Ayetullah Burucerdi’nin emri üzere Tahran’da ikamet etmiştir.
Eğitim ve irşat ile uğraşmıştır. Cami’ul Medarik fi Şerh-i Muhtasar’in Nafi” adlı
kitabı vardır.
2
153
demek zorunda kalmıştı. Merhum Şahabadi1 bundan çok rahatsız
olmuştu.
Velhasıl bu su-i zanlar, bazı kimselerin kendilerini hayırlardan
mahrum bırakması üzüntü verecek bir hadisedir. Normal bir uğraş olan
felsefeden bu diğer konulara kadar her türlü hayırdan kendilerini
mahrum kılmaktadırlar. Hakikat şudur ki bu kimseler birbirlerini
anlamamışlardır. Anlamadıkları için de bu tür sözler ifade edilmiştir.
Eğer birbirlerini anlamış olsalardı aralarında bir sürtüşme de kalmazdı.
Hiç kimse bu sarıklı ve sakallı insanı Allah olarak kabul etmemektedir.
Eğer onun ne söylediğini bilseler asla inkar etmezler. Ne söylediğini
bilmediği için inkar etmektedir. Eğer ifadelerin nakıs olduğunu
anlamış olsaydı asla bu tür sözlerin küfür olduğunu dile getirmezdi.
Ona göre neden-sonuç gibi ifadeler yanlış ifadelerdir. Kaç defadır
tekrarlıyorum ki isim müsemmadan ayrı değildir. İsim müsemmanın
zuhurudur. Kilometre göstergesi olarak koyula nişaneler (tablolar)
ifadesi bile nakıstır. Ayet ifadesi hakikate daha yakın bir ifadededir.
Ama bu bile ifade darlığındandır. Kur’an da herkesin kendi kapasitesi
oranında istifade ettiği bir sofradır. Bir gruba özgü bir sofra değildir.
Bütün insanların malıdır. Tüm insanlar ondan istifade etmelidir.
Herkes kendi kabiliyeti oranında. Dualar da böyledir.
İmamların dualarında onca marifetler olmasına rağmen insanları
ondan ayırmaya çalışmaktadırlar. Oysa dualarda sayılamayacak kadar
marifetler vardır. Dualar Kur’an’ın dilidir. Kur’an’ın şarihidir.
İnsanların ulaşamadığı hakikatleri dua diliyle insanlara beyan
1
Mirza Muhammed Ali b. Muhammed Cevad Hüseyin Abadi İsfahani Şahabadi
(1875-1950) fakih, usul alimi, arif ve 14. asrın seçkin filozoflarından biri idi. Eğitimini İsfahan, Tahran ve Necef ilmî havzalarında sona erdirmiştir. Üstatları olan
kardeşi Şeyh Ahmed ve Mirza Muhammed Haşim Çeharsuki İsfahan’da, Mirza Haşim Eşkuri ve Mirza Hasan Aştiyani Tahran’da, Ahund Horasani, Şeriat İsfahani ve
Mirza Muhammed Taki Şirazi ise İsfahan’da idiler. O daha önce Samerra’da, sonra
da Kum ve Tahran’da ders verdi. Kum’da 1928-1935 yıllarında İmam Humeyni (r.a)
onun irfan ve ahlak derslerine katıldı. İmam (r.a) bu üstadını büyük bir saygı ile
anardı. Merhum Şahabadi Kum’dan dönerken Tahran’da ikamet etti, nefisleri irşatta
bulundu ve orada vefat etti. Hz. Abdulazim Hasani’nin etrafında, Merhum Şeyh
Ebu’l Futuh Razi’nin makberine gömüldü. Başlıca eserleri şunlardır: Şezerat’il
Mearif, el-İnsan ve’l fitret, el-Kur’an ve’l İtret, el-İman ve’r Ricat, Menazil’us
Salikin, Haşiye ale’l Kifaye
154
etmişlerdir. İnsanları duadan mahrum kılmak doğru değildir. “Biz dua
değil, Kur’an okumak istiyoruz” dememek gerekir. İnsanlar dua ile
ünsiyet elde etmelidir. Allah ile ünsiyet edinenlere gör dünyanın hiçbir
itibarı yoktur. Kendilerine değer vermeyen kimselerdir bunlar. Allah
için çalışırlar. Allah için kılıç sallayanlar da bu duaları okuyan
kimselerdi. Bu haletlere sahip insanlardır. Buna rağmen Allah için
kılıç sallıyorlardı. O halde insanları bu bereketlerden mahrum
kılmamak gerekir. Kur’an ve dua, tıpkı Peygamber ve Kur’an gibi asla
birbirinden ayrılmazlar.
Biz “Kur’an var, artık Peygamber’e ne hacet” dememeliyiz. Bunlar
birbirinden ayrı değillerdir. Her ikisi de aynıdır. “Havuzda yanıma
gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar”1
İşin içinde ayrılık yoktur. Hesabı ayırmak, Kur’an’ı, imamları ve
duaları ayırmak, irfan kitaplarını yakmak hakikati bilmeyen
zavallıların çaresizlerin işidir. İnsan haddini aşınca yanlışlığa
düşmektedir.
Kesrevi tarihçi biriydi. Tarihi bilgileri de iyi bir kimseydi. Kalemi
de güzeldi. Ama gururlandı. Sonunda peygamberlik iddiasında
bulundu. Duaları bir kenara itti. Ama Kur’an’ı kabul ediyordu.
Peygamberliği kendi seviyesine indirmiş oldu. Zira kendisi yukarı
çıkamadığı için onu aşağı indirdi! Oysa Kur’an ve dua birliktedir,
ayrılmazlar. Arifler, irfani şairler ve filozoflar hep aynı şeyi
söylemektedirler. Farklı konular değildir bunlar. İfadeler farklıdır.
Diller farklıdır. Şiir dili kendine has bir dildir. Hafız’ın kendine has bir
dili vardır. Onların dedikleri konuları dile getirmektedir. Ama
bambaşka bir dille. Diller farklıdır. İnsanları bu bereketlerden mahrum
kılmamak gerekir. İnsanları geniş Kur’an, sünnet ve dualar sofrasına
davet etmek gerekir. Herkes kabiliyeti miktarınca bu sofradan istifade
etmelidir.
Bunları şunun için söyledim ki eğer ömür olur da biz de bir takım
ifadeler kullanacak olursak hemen “ bu sözleri yeniden meydana
çıkardınız” diye itirazda bulunmayasınız. Ariflerin sözünü
tekrarladığımı dile getirmeyiniz. Hayır, bunlar dile getirilmelidir.
Merhum Şahabadi yanına gelen tüccarlara da hakikatleri olduğu gibi
1
Bihar’ul Envar, c.23, s.117
155
beyan ediyordu. Ben “bunlar bu sözlerden anlamazlar” dediğimde
“bırak da bu küframiz sözleri bunlar da işitsin!” Demişti. Evet bizim
böyle şahsiyetlerimiz vardı. Ben beğenmiyorsam, hemen “bunlar
yanlıştır” demek doğru değildir.
Gerçi vaktimiz burada sona erdi, ama bir başka sefer için diyorum,
biz burada hem besmelede hem de “el-hamdu lillahi rabb’il
alemin”den sonra yer alan “Rahman” ve “Rahim” kelimeleri hakkında
söz ediyorduk. Besmelede yer alan Rahman ve Rahim kelimeleri ismin
mi yoksa Allah’ın mı sıfatlarıdır?
Burada iki ihtimal vardır. İnşallah ileride bunlardan hangisinin akla
daha yakın olduğunu hep birlikte göreceğiz.
156
Dördüncü Bölüm
İmam’ın Diğer Eserlerinde
Hamd Suresi İle İlgili Açıklamaları
Hamd Suresinin Fazileti ve Ehemmiyeti
Celal ve azamet makamı yüce olan Allah, ilahi tekvini kitabının
başlangıcını kendi kudret eliyle yazmıştır. Kitabın tümü kesretten
münezzeh olan ve her türlü bulanıklıktan uzak bulunan ilahi cemî
vücut yoluyla onda yer almıştır. Bir açıdan bütün soyut akıllar, ruhani
melekler ve meşiyetin ilk taayyünü alemidir ve diğer bir açıdan ise
meşiyetin kendisidir ki meşiyyet de gayb’ul vucud’un anahtarıdır.
Camiâ ziyaretinde şöyle yer almıştır: “Allah sizinle başlamıştır.”1 Zira
masum imamların vücudi ufuku, ilahi meşiyet ufkuna uygundur.
Nitekim Allah-u Teala bu anlamı şöyle ifade etmiştir: “Nitekim (ikisi
arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı.”2
Masum imamlar velayet açısından birlik içindedirler: “Bizim
başlangıcımız, ortamız ve sonumuz Muhammed’dir. Hepimiz
Muhammed’iz ve hepimiz bir nuruz.”3
Bütün kitap Fatiha suresinde, fatiha ise cemî vücut itibariyle
bismillahirrahmanirrahim’de, o da bismillah’ın ba ve o da ba harfinin
altındaki noktada yer almıştır. İsnat edildiği üzere Hz. Ali (a.s), “O
nokta benim” diye buyurmuştur. Hakeza şöyle nakledilmiştir: “vücut
ba harfiyle meydana gelmiştir. Abid kimse ba harfinin altındaki
noktayla mabuttan ayrılmıştır.”
Bu ilahi kitabın ve rabbani eserin sonu ise tabiat alemi kalıcı
olmayan olayların ve zamana ait şeylerin alemidir. Bu kavs-i nüzul
hasebiyledir, yoksa başı da sonu da birdir. Zira uluhiyet makamından
inen şey bin yıl olarak saydığımız bir günde ona doğru yükselmiştir.
Nebi-i Mükerrem’in ve Resul-i Haşimi-i Mükerrem’in hatemiyeti de
bu yorumda gizlidir. Zira vücudun evveli odur, nitekim şöyle yer
almıştır: “Öne geçenler de sona kalanlar da bizleriz.”4
İlahi kitabın başı ve sonu arasında sureler, ayetler, bablar ve fasıllar
vardır. O halde eğer bu ilahi munazzam eseri ve mutlak vücudu sahip
olduğu menzil ve mertebeleriyle bir tek kitap sayacak olursak, tümel
1
Men la Yehzuruh’ul Fakih, c.2, s.370-375, 2. hadis
Necm/9
3
Bihar’ul Envar, c.26, s.6, 1. hadis
4
Bihar’ul Envar, c. 16, s. 118, Tarih-u Nebiyyina, 6. bab, 44. hadiste
Peygamber’den (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sona kalanlar da öne
geçenler de bizleriz.”
2
159
alemlerin her biri, bablardan ve cüzvelerden bir bab ve bir parça
olacaktır. Cüzî alemlerden her biri bir sure ve bir fasıl her alemin
mertebelerinden biri veya eczalarından bir cüzü de ayet ve kelime
sayılacaktır. Belki de Allah-u Teala’nın “Sizi topraktan yaratması,
O’nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan
insanlar oluverdiniz”1 sözü bu itibar ile ilgilidir. Eğer vücut silsilesini
birçok kitaplar ve sayısız eserler olarak düşünecek olursak her alem
bağımsız bir kitap sayılır ki kendi bireyleri, türleri ve mertebeleri
itibarıyla bir takım bablara, ayetlere ve kelimelere sahiptir. Belki de
Allah-u Teala’nın “yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır.” 2 ayeti de bu itibara işaret etmektedir.
Eğer her iki itibarı birbirine karıştıracak olursak mutlak vücut çeşitli
ciltlere sahip olan bir kitap olacaktır ve bu kitap da bir takım bablara,
fasıllarla, ayetlere ve beyyinelere sahiptir. 3
***
Kur’an’da var olan Hamd suresi ilk suredir, namaz için karar
kılınmıştır. Söylenildiğine göre Hamd suresi olmaksızın kılınan
namaz, namaz değildir. 4 Bu hamd suresi bütün marifetleri içinde
barındırmaktadır. Elbette bunu anlamak için zarif ve incelikli olmak
gerekir ve üzerinde düşünmek icap eder. Biz bunların ehli değiliz. Biz
“elhamdulillah” diyoruz, yani Allah övgüye layıktır. “Elhemdulillahi
rabbil alemin” diyoruz, yani bütün hamdlar alemlerin rabbi olan Allah
içindir ama Kur’an bunu söylememektedir. Kur’an var olan bütün
övgü ve hamdlerin sadece Allah için gerçekleştiğini dile getirmektedir.
Putperestin söylediği de hamdtır ve o da sadece Allah için vaki
olmaktadır, ama kendisi bilmemektedir. Asıl problem bizim
bilmememiz ve cehaletimizdir. “İyyake nestein” derken bunun anlamı
“inşallah bütün yardımları senden diliyoruz” demek değildir. Kur’an
1
Rum/20
Enâm/59
3
Şerh-i Dua-i Seher, s. 52-53
4
Mustedrek’ul Vesail, c. 4, s. 158, Kitab’us Salat Edvabu Kıraat fi Salat, 1. bab,
5. ve 8. hadisler ve Vesail’uş Şia, c. 4, s. 732, Kitab’us Salat Ebvabu Kıraat fi Salat,
1. bab, 1. hadis
2
160
bunu söylememektedir. Bilfiil Allah’tan gayrisinden istianet ve yardım
dilenilmeyeceği anlamındadır. Aslında Allah’tan başka bir kudret ve
güç yoktur. Allah’ın kudretinden başka bir kudrete mi sahibiz? Senin
sahip olduğun şey Allah’ın kudretinden gayrisi midir? Yoksa bu,
“inşallah sana ibadet ediyoruz, inşallah senden yardım ediyoruz”
anlamında değildir. Aslında hakikat de budur. Hakikat hiçbir ibadetin
Allah’ın başkasına, hiçbir övgünün dünyada Allah’tan gayrisine vaki
olamamasıdır. Hiçbir övgü Allah’tan başkası için değildir. Örneğin
şeytanları, sultanları ve benzeri şeyleri öven kimseler bu övgülerinin
sadece Allah için vaki olduğundan gaflet içindedirler. Bunlar bu
hakikati bilmiyorlar. Zira medh ve övgü sadece kemal içindir, hiçbir
övgü noksanlık için değildir. Övgü ve medh sadece kemal için
gerçekleşmektedir. Herkim başka birinden istianet ve yardım dilerse,
bu istianet ve yardım Allah’tandır. Bu sure bunları söylemektedir.
Eğer ehli olan kimseler Kur’an’ın bu bir tek suresini dahi hayata
geçirecek olurlarsa, bütün sorunlar kendiliğinden hallolur. Zira insan
her şeyin Allah’tan olduğunu görünce artık hiçbir kudretten korkmaz.
Bizim kudretlerden ve güçlerden korkmamız, onların bir kudret sahibi
olduğunu düşünmemizdendir. İnsan gerçek kudretin, Allah’ın
kudretinden ibaret olduğunu anlayınca ve var olan her şeyin Allah’tan
geldiğini derk edince artık başka hiçbir kimseden korkamaz. Bizim
bütün korkularımız kudretin bir tek kudret olduğunu anlamamızdan
kaynaklanmaktadır. Bu ilahi kudret ise bütün bireyler, bütün toplum ve
bütün beşer için faydalıdır.1
Besmelenin Tefsiri
Bismillahirrahmanirrahim’in hakikati, vücuttan bazı mertebelere ve
nüzul ve suuddan (iniş ve yükselişten) bazı merhalelere sahiptir.
Alemler ve neşetler hasebiyle de çok çeşitli hakikatleri bulunmaktadır.
Saliklerin kalbinde onların makamları ve haletleriyle uyumlu olarak
bir takım tecellileri vardır. Her surenin başında yer alan besmele
hakikat hasebiyle başka bir surede yer alan besmeleden farklıdır. Bazı
besmeleler büyük, bazıları daha büyük, bazıları ihata edici ve diğer
1
İmam Humeyni’nin (r.a) 28, 7, 1985 tarihinde yaptığı konuşma, Sahife-i İmam,
c. 19, s. 354-355
161
bazıları ise ihata edilendir. Her surede besmelenin anlamının hakikati
başlangıcında yer alan surenin anlamı üzerindeki tefekkür ve
tedebbürden bilinmektedir.
O halde vücudun aslı ve mertebelerinin genişlemesi için var olan
şeyler vücud mertebelerinden bir mertebenin açılışı için var olan
şeyden farklıdır. Bu hakikati sadece vahiy ve nübüvvet Ehl-i
Beyt’inden ilimde derinleşmiş olanlar bilir.
Bu yüzden Müminlerin Emiri ve muvahhidlerin efendisi Hz.
Ali’den (a.s) şöyle rivayet ediliştir: Kur’an’da var olan her şey Fatiha
kitabında vardır. Onda olan her şey ba harfinde, ba harfinde olan her
şey altındaki noktadadır ve ben ise ba harfinin altındaki noktayım.”
Bu özellik diğer besmelelerde yoktur. Zira Fatihat’ul Kitab,
fatihadan sonuna kadar, elhamdulillahtan yevmiddine kadar tafsil
yoluyla bütün vücud silsilesini nüzul ve suud kavsini ( iniş ve yükseliş
yayını) kapsamaktadır. Kulun bütün haletleri ve makamları Allah-u
Teala’nın iyyakena’budu sözünden mübarek surenin sonuna kadar yer
almıştır. Fatihada tafsili şekilde yer alan bütün daire rahman ve
rahimde cem olarak, isimde ise cem’ul cem olarak, içinde zat elifi gizli
olan ba harfinde ise cem’ul cem ahadiyeti yoluyla, içinde cari olan ba
harfinin altındaki noktada ise cem’ul cem sırrının ahadiyeti yoluyla
vardır. Bu ihata ve ıtlak sadece ilahi kitabın fatihasında mevcuttur.
Onunla vücut başlamıştır ve abid kimse mabudu ile irtibata geçmiştir.
Cem’i ve tafsili olarak bu besmelenin hakikati itlakî feyzi
mukaddesten ve onun vasıtasıyla mahlukun hakkından ibarettir. Bu da
en büyük ve en yüce ilahi isimlerdir. Gaypten şuhuda, nüzul ve suud
kavsinde bütün vücud silsilesini terbiye eden bir halifedir. Diğer
besmeleler bu ismi şerifin taayyünlerinden ve mertebelerindendir.
Yemek, içmek, yakınlaşmak ve benzeri işler için söylenen her besmele
bu mutlak ismin taayyünlerinden bir taayyündür. Elbette her biri kendi
haddi ve makamı hasebiyle. Bu tür besmelelerde yer alan o isim, ilahi
ism-i azam değildir. Bu ise ıtlak makamı ve sirayeti sebebiyle bu tür
düşük işlere taalluk etmekten çok daha yücedir.
O halde isim örneğin yemek ve içmek makamında ism-i azamın
taayyününden ibarettir ki o da yiyenin ve içenin taayyününden veya
yemek ve içmeyi irade etmekten veya yemek ve içmeye meyletmekten
hasıl olmaktadır. Bu işler tümüyle ism-i azamın taayyünlerindendir.
162
Taayyün eden şeyler ise gerçi kendisi de mutlak ile birlik içindedir
ama bu mutlak bir kayıtla birliktedir. Artık önceki ıtlak ve sirayet
haletine sahip değildir.
Seyr-u sülük büyüklerinden biri1 Esrar’us Salat adlı kitabında şöyle
buyurmuştur: “İlim ehli arasında farklı ihtilafa neden olan bir
meseleye de işaret etmek yerinde olur. O da şudur ki bir şahıs belli bir
sure tayin etmeksizin besmele okur veya o besmeleyi kastettiği
sureden başka bir sure için dile getirirse burada problem ortaya
çıkmaktadır. Zira her surenin besmelesi o surenin bir cüzüdür ve diğer
surenin besmelesinden ayrıdır. Zira ispatlandığı üzere besmele bir defa
Berat suresi dışında bütün surelerin başlangıcında nazil olmuştur.
O halde bu lafızların Kur’anî olması şu sebepledir ki biz Cebrail’in
Peygamber’e okuduğunu tekrarlamak istiyoruz. Aksine bu lafızların bu
söylenenden başka bir hakikati yoktur.
O halde ayetlerin Kur’anî oluşu Cebrail’in okuduğunun irade
edilmesini gerektirmektedir. Cebrail’in Fatiha suresinde okuduğu şey
hakikatte Fatiha’nın besmelesidir; başka bir şey değil. Aynı şekilde her
surenin besmelesi o sure kastıyla okunduğu taktirde o sureden bir ayet
sayılmaktadır. O halde eğer sure tayin kasti olmazsa ne okunan
sureden bir ayettir ve ne de hatta Kur’an’dan bir ayet.
Bu meselenin cevabı da şudur ki Kur’an’ın mecmuu farklı
alemlerde bir takım hakikatlere sahiptir ve bu hakikatler özel bir takım
tesirler içermektedir. Onun hakikati sadece Cebrail vasıtasıyla
okunması değildir. Aksine Cebrail’in kıraatinin Kur’an mahiyetiyle bir
irtibatı yoktur. Besmele de bütün surelerin başında nazil olan bir
ayettir. O halde onun hakikati herhangi bir sure ile nazil olması ile
değişmemektedir. Hamd suresinin besmelesi, İhlas suresinin
besmelesinden farklı bir şey değildir.
Besmelenin mükerrer bir şekilde nüzulü tek başına her surede o
surenin özel besmelesinin irade edilmesini gerektirmemektedir. Aksi
taktirde Fatiha suresinde birinci defa veya ikinci defa nazil olan iki
1
Mirza Cevat b. Mirza Şefi’ Meleki Tebrizi (V. 1924) oldukça büyük bir fakih ve
ahlak alimidir. Yıllarca Necefi Eşref’te meşhur arif Molla Hüseyin Kuli
Hemdani’den sulük ve ahlak dersini almıştır. Fıkıh ve usul ilmini ise Ağa Rıza
Hemdani ve diğerlerinden öğrenmiştir. 1902 yılında İran’a geri dönmüş ve Kum’da
yaşamıştır. Esrar’us Selat, el-Murakebat ve Risale-i Likaullah adlı kitapları vardır.
163
sureden birini irade etmemiz lazım gelecektir. Zira bu surenin nazil
olduğu iki mertebe de besmelesi de nazil olmuştur. O halde
besmeleden özel bir sureyi irade etmememizin bir zararı yoktur; aksine
özel bir sureyi okumak, okumayı kastetmek ve bu kast ile besmeleyi
kıraat etmek ve sonra da başka bir sureyi okumak sakıncasızdır. Bu
çeşitlilik iradelerin çeşitliliğinden başka bir şey değildir ve o da
mahiyetlerin ayniyetinden hariçtir.”
Bu büyük arifin (Allah tertemiz ruhunu mukaddes kılsın) bu sözleri
çok gariptir. Zira söz konusu zat nüzul tekrarını besmele hakikatinin
ihtilaf sebebi kabul etmektedir. Elbette Cebrail’in Peygamber’e (s.a.a)
kıraat buyurduğunu kastetmeyi gerekli görmesi de doğru değildir.
Ama sen işin hakikatini yaptığımız açıklamalardan kabiliyetlerin
miktarınca derk etmiş olmalısın ki Kur’an surelerinin başlangıcındaki
besmelelerin hakikati farklıdır, hatta adlandırma şahısların farklılığıyla
ve bir tek şahsın haletlerinin içinden geçirdiklerinin ve makamlarının
farklılığıyla farklılık içermektedir ve taalluk ettiği şeyler itibariyle de
farklılık arzetmektedir. Başta da sonda da zahirde de batında hamd
Allah’a mahsustur.1
***
“Bilmek gerekir ki marifet ehlinin mesleği esasınca her surenin
başında yer alan bismillah, bizzat o sureye aittir. Zira ismullah; zuhuri
makam esasınca meşiyetin tamamı, ahadî tecelli esasınca feyz-i akdes
makamı, vahidiyet makamı hasebiyle isimlerin ahadî cem makamı ve
boylamına iniş ve çıkış zincirlemesinde vücud mertebeleri ve kevn-i
cam’i, enlem zincirlemesinde ise aynî hüviyetlerden birisi olan
ahadiyet-i cem hasebiyle bütün bir alemdir. Allah kelimesinin manası,
isimdeki itibar esasınca farklılık arz etmektedir. Zira o itibarlar,
isimlerin müsemmasıdır. Lafızda “bismillah”ın ait olduğu ve manada
ise mazharı bulunduğu Kur’an surelerinden her biri, hatta
“bismillah”ın başlangıç noktası olan her fiil hasebiyle “bismillah”ın
manası farklılık arz etmektedir ve o “bismillah”, o fiile ait
bulunmaktadır. İlahî isimlerin mazhar ve zuhurlarını bilen bir arif, tüm
fiil, amel, suret ve ilineklerin, mübarek ism-i azam ve mutlak meşiyet
makamıyla zahir ve muhakkak olduğunu müşahede eder. Dolayısıyla
1
164
Şerh-i Dua-i Seher, s. 87-91
bu ameli yerine getirirken kalbinde bu manayı anar. Onu tabiat ve
mülk mertebesine kadar aktararak “bismillah” der. Yani vücudu açan
rahmaniyet makamı sahibinin mutlak meşiyeti makamıyla, vücudun
kemal makamını açan rahimiyet makamıyla veya zuhurla tecelli ve
vücudu açma makamı olan rahmaniyet makamının sahibiyle veya
batiniyet tecellisi ve vücudun daralma makamı olan rahimiyet
makamıyla “yiyorum, içiyorum, yazıyorum veya şöyle böyle
yapıyorum” der.
O halde sâlik-i ilallah ve Allah arifi bir insan, bir bakışta, bütün
fiilleri ve varlıkları, mutlak meşiyetin zuhuru ve ondaki fenası görür.
Bu bakışında vahdet sultanı galebe çalar. Bismillah’ı bütün Kur’an
surelerinde ve bütün fiil ve amellerde bir tek manada görür. Fark1 ve
fark’ul fark alemine teveccüh ettiği başka bir bakışta ise her surenin ve
yapmak istediği işin başındaki her bismillah için bir mana görür ve
diğer gayrisini müşahede eder.”2
1
Fark, cem’in karşıtıdır ve Hakk olmaksızın halka işarettir. Bazılarına göre ise
ubudiyeti müşahede etmektir. Bazılarına göre de fark, sana isnad edilen, cem ise
senden selb edilen şeydir. Yani kulun elde ettiği şeyler fark, Hakk tarafından olan
şeyler ise cem’dir. (Müt.)
2
Erbein, s. 651-652
165
“Elhamdulillahi Rebb’il Alemin” Ayetinin Tefsiri
O halde senin kalbin pisliklerden ve tabiata bağlılıktan sonra eğer
Kur’an’ı anlama nuruyla aydınlanacak olursa (ki bu Kur’an-ı
Kerim’dir, levh-i mahfuz’da gizli bir kitaptır ve tertemiz kimselerden
başka ona kimse dokunamaz.) İnsanların genelinin ulaşmadığı
ayetlerdeki dakik ve incelikli konuları derk edersin.
O halde elhamdulillahi rebbil alemin sözü Allah’a ait bir sözdür. Bu
ayet bütün övgüleri Allah’a hasretmiş ve bütün medhiyeleri Allah’a
döndürmüştür. Eğer her kemal ve cemal zat ve hakikat olarak Allah’ın
kemal ve cemali olmasaydı bu hasr ve kasrın (özgünlüğün) hiçbir
anlamı olmazdı.
Eğer marifet ehlinin, “bismillahirrahmanirrahim elhamdulillaha
mutaallıktır” sözünü de bu hakikate ekleyecek olursan, hamd eden
herkesin hamdının ismullahtan başkasına vaki olmadığını görürsün. O
halde her hamd ismullah ile ona taalluk etmektedir ve hamd eden ve
hamdedilen de sadede O’dur.1
1
166
Taleb ve İrade s. 84
“Er-Rahman’ir-Rahim” Ayetinin Tefsiri
Vücudun genişleme makamı olan rahmaniyyet makamı ile vücut
kemalinin genişleme makamı olan rahimiyet makamı; mutlak meşiyyet
makamından, kesret ve taayyün makamından kaynaklanmaktadır ve o
bu ikisine oranla ahadiyyet-i cemî hükmüne sahiptir. Bu yüzden
“bismillahirrahmanirrahim”
ayetindeki
“errahman’ur
rahim”,
1
ismullah’a tabi tutulmuştur. İbni Arabi, Futuhat adlı kitabında şöyle
diyor: “Alem bismillahirrahmanirrahim ile vücuda gelmiştir.”
***
Rahmani rahmet, vücudun genişleme makamıdır, rahimi rahmet ise
vücudun kemalinin genişleme makamıdır. O halde vücut rahmani
rahmet ile vücuda gelmiştir. Her varlık ise rahimi rahmet ile, manevi
kemaline ve batıni hidayetine ermektedir. Bu yüzden şöyle
nakledilmiştir: “Ey dünya ve ahiretin rahman’ı!” Hakeza: “Rahman
bütün yaratıklaradır, rahim ise sadece müminlere.”
O halde rahmani hakikatiyle vücudu yokluktan ibaret olan
mahiyetlere giydirmiş ve rahimi hakikatiyle onların tümünü doğru yola
hidayet etmiştir. Hak Teala’nın rahimiyet saltanatının zuhuru ve
devletinin ortaya çıkışı ahiret aleminde daha fazladır.
Bazı eserlerde şöyle yer almıştır: “Ey dünya ve ahiretin rahman ve
rahimi!”
Bu şu itibar iledir ki Allah-u Teala tabii aşkı her varlıkta karar
kılmış, kemale doğru seyretmeyi ve kendine layık makama adım
atmayı, dünya ve ahireti, iyi ve kötü işlerin ekinlerinin biçildiği günü
ona bırakmıştır. Böylece her birini kendine layık kemal ve fiiliyete
ulaştırmıştır; ama tertemiz nefisleri ilahi yakınlık makamına,
yüceliklere ve genişliği göklerin genişliği kadar olan cennetlere
yerleştirmiştir. vahşi, hayvani ve şeytani nefisleri ise cehenneme,
cehennemin en alt tabakalarına akreplerin ve yılanların içine, her birini
ektiği şeyle uyumlu olduğu yere koyacaktır. Zira şeytani ve kötü
nefisler için bu mertebelere yetişmek bir kemaldir. Elbette bu tertemiz
nefisler ve insani doğru ruhlar için noksanlık ve eksiklik sayılmaktadır.
Ama Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin yoluna göre, Allah’ın her iki
1
Talep ve İrade, s. 116-117
167
alemdeki rahimiyet meselesi çok açıktır. Zira “errahman’ur rahim”
sıfatı, muntakim sıfatı nezdinde şefaatte bulunmakta ve saltanat ona
geçmektedir ve muntakim sıfatı sulta ve emir altına girmektedir.
Rahmaniyet ve rahimiyet ya zatidir yada fiili. O halde Allah-u
Teala, zati rahimiyet ve rahmani rahmet sahibidir. O da zatın zat için
tecellisinden ve sıfatların, isimlerin ve bunların gereklerin olan a’yan-i
sabite’nin, ilmi zuhur ve vahidiyet makamındaki icmali ilim ayn’ında
tafsili keşfinden ibarettir.
Aynı şekilde Allah rahmani rahmet ve fiili rahimiyet sahibidir. Bu
da zatın, feyzin ve feyzin kemalinin a’yan üzerindeki genişlemesi ve
kamil hedef ve ilahi tam düzenle uyum içinde olacak bir şekilde bir
ayn’ın izhar edilmesi yoluyla fiiller elbisesinde tecellisinden ibarettir.
Bu da “errahman’ur rahim”‘in tedvini kitabın (Kur’an) fatihasında
tekrarlanmasının hikmetlerinden biridir. Zira bu kitap, tekvini kitapla
tam bir uyum içindedir. Başka bir ifadeyle zahir, batının suretidir, lafız
ve ibareler ise şekiller ve sesler elbisesinde mana ve hakikatin
tecellisinden ve kalıplar ve heyetler elbisesine bölünmesinden ibarettir.
O
halde
eğer
“bismillahirrahmanirrahim”
cümlesindeki
“errahman’ur rahim”, Allah kelimesinin sıfatı karar kılınacak olursa,
zati rahimiyet ve rahmaniyete işarettir. Sonradan gelen “errahman’ur
rahim” ise fiili rahimiyet ve rahmaniyete işarettir. “Elhamdulillah”
ifadesindeki Allah ise fiili uluhiyete ve fiili rahman ve rahimin tafsili
cemîne işarettir. “El-Hamd” ise soyutlar alemi ve melekuti nefisler
anlamındadır ki hamdetmek ve velinimetin kemalini izhar etmekten
başka bir itibara sahip değildir. Vücut silsilesinde tümüyle hamd
olacak bir şey bu nurani alemler dışında küfran şaibesi taşımaksızın
yoktur. Zira bunlar zevk ve irfan ehlinin görüşünde salt varlıklardır ve
kendiliğinden bir mahiyete sahip değillerdir. Alemin ise o alemlerden
daha düşük alemlerdir.
O halde mana şöyledir: Allah’ın adıyla ki rahmani rahmet ve zati
rahimiyet sahibidir. Bütün hamd alemleri yaratılmıştır. Bu alemler, fiil
makamında mutlak uluhiyetin tayinidir. Rububiyet ve terbiye
makamının sahibi ise mukaddes varlıkların makamının altındaki
varlıkların diğer mertebeleri içindir. Bu mukaddes varlıklar ise ruhani
melekler, saf saf dizilmiş melekler ve müdebbir meleklerdir. Vücudun
ve vücudun kemalinin şehadet makamında genişlemesi anlamında olan
168
fiilin rahimi ve rahmani rahmet sahibidir. Herkesin bir gün onlara
döndüğü malikiyet ve kabiziyet (kabzedici) sahibidir. Zira bunlara
dönüş de hakikatte Allah’a dönüştür. Çünkü bunlar yüce yaratıcının
zatının zuhurudur ve her şeyin zuhuru O’ndan ayrı değildir, hatta
O’nun bizzat kendisidir.
Eğer “errahman’ur rahim” ifadesini besmeledeki ismin sıfatı karar
kılacak olursak, bu durumda iş tersine döner ve mana şöyle olur:
Allah’ın meşiyetiyle ki bu meşiyyet fiili rahimiyet ve rahmaniyet
sahibidir, “elhamdulillah” ifadesindeki Allah ise zati uluhiyettir,
“errahman’ur rahim” ise O’nun zati sıfatlarındandır. Rab ve malik de
aynı şekildedir.
Kayseri1, Şerh-i Fusus üzerindeki mukaddime’sinde şöyle demiştir:
“Eğer vücudu sadece eşyanın külliyatı olarak mülahaza edecek
olursak, “errahman” isminin mertebesi sayılır ki ilk aklın rabbidir ve
levh-i kaza, ümm’ül kitab ve kalem-i âla olarak adlandırılmıştır. Eğer
onu eşyanın külliyatının, küliyattan örtülü olmayan sabit ve mufassal
cüziyatlar olarak mülahaza edecek olursak bu durumda da rahim
isminin mertebesi olur ki o da kulli nefsin rabbidir ve levh-i kader
olarak adlandırılmıştır. Bu ise levh-i mahfuz ve kitab-i mübin’in
kendisidir.”2
Yazar (İmam Humeyni) şöyle diyor: “Gerçi bu konu bir açıdan
doğru gözükmektedir, ama daha uygun olanı şudur ki errahman
isminin mertebesini cüzi veya külli bütün alemlere vücudun genişleme
mertebesi sayalım. Errahim isminin mertebesini ise aynı şekilde vücut
kemalinin genişleme mertebesi sayalım. Zira rahmani ve rahimi
rahmet her şeyi kaplamış ve bütün alemleri ihata etmiştir. Bu ikisi akıl
ve meşiyetin taayyünü ve taayyünde taayyünün bizzat kendisidir. O
halde daha iyi olanı şöyle dememizdir: Eğer vücut aslının genişlemesi
itibariyle mülahaza edilecek olursa rahman ismi mertebesi ve eğer
vücut kemalinin genişlemesi itibariyle mülahaza edilecek olursa rahim
isminin mertebesidir.
1
Davut bin Mahmut Kayseri (1350) irfan ve tasavvuf büyüklerinden biridir.
Fusus kitabı hakkındaki şerhi, Fusus’ul Hikem’in en önemli şerhlerinden biri
sayılmaktadır. Ayrıca Nihayet’ul Beyan fi Dirayet’iz Zeman, Tehkiku mail Hayat,
Şerh-i Taiyye-i İbni Fariz gibi eserleri de vardır.
2
Şerh-i Fusus, s. 20/26
169
Bu yüzden duada şöyle yer almıştır: “ey Allah’ım! Senden her şeyi
kuşatan rahmetini istiyorum.”1
Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) ise şöyle nakledilmiştir: “Allah’ın
yüz rahmeti vardır. Bu rahmetlerden birini yeryüzüne göndermiş ve
yaratıkları arasında bölüştürmüştür. Varlıklar işte bu bir rahmet
sebebiyle
birbirine
merhamet
göstermekte,
birbirlerini
bağışlamaktadır. Allah diğer doksan dokuz rahmetini ise bir kenara
bırakmıştır. Onlarla kıyamet günü kullarını bağışlayacaktır.” 2
Süluk ve marifet büyüklerinden biri (r.a) Esrar’us Salat adlı
kitabında, Fatiha suresinin tefsirinde yukarıdaki nebevi hadisi
naklettikten sonra şöyle demektedir: “Rahmani ve rahimi rahmetin
yaratıcı olduğu hasebiyle yüce Allah hakkında rahim ve rahman
kelimelerinin kullanılması şu mülahaza iledir ki rahman ve rahim
Allah ile kaimdir. Bu kıyam; suduri kıyam türündendir; hululi kıyam
değil. O halde Allah’ın rahmani rahmeti bütün yaratıklar üzerine
serilen vücudun ifaze edilmesidir. Allah’ın icat etmesi onun
rahmaniyetidir ve varlıkların tümü onun rahmetidir. O’nun rahimi
rahmetinin bağışlanması bu dünyada mümin kullarına kemal ve
hidayetin bağışlamasıdır. Ahiret aleminde kullarına takdim ettiği bir
mükafattır. O halde Allah’ın icat etmesi hem iyileri hem de kötüleri
kapsamaktadır.”
Sonunda da şöyle demektedir: “Herkim Allah’ın yaratması ile
ayakta durduğu açısından bu alemi mülahaza edecek olursa adeta
Allah’ın rahmaniyetine bakmıştır ve dış alemde sadece Allah’ın
rahmet ve rahmanlığına bakmıştır. Herkim Allah’ın yarattığı görüşüyle
aleme bakacak olursa adeta rahman’dan başka bir şeye bakmamış
olur.”3
Yazar (İmam Humeyni) şöyle demektedir: “Eğer marifet ehli
nezdinde yaygın olduğu şekilde vücud-i minbesit’i (genişleyen
vücudu) irade edecek olursak, mutlak uluhiyet ve meşiyet
makamından ve Muhammedi velayet makamından ibarettir. Mamaklar
ve bakışlar hasebiyle bu makam hakkında kullanılan diğer lakaplar ise
bismillahirrahmanirrahim’de zikredilen rahmaniyyet makamıyla
1
İkbal’ul Amal, 707, Duay-ı Kumeyl
Sahih-i Müslim, c. 2, s. 596, Kitab’ut Tevbe, 4. bab, 19. hadis
3
Esrar’us Salat, s. 218
2
170
uyumlu değildir. Sebebi de şudur ki errahman’ur rahim, Allah ismine
tabi olan iki sıfattır ve O’nun taayyünlerindedir. Allah’ın genişleyen
gölgesidir; rahman’ın genişleyen gölgesi değil. O’nun hakikati ise
kamil insanın hakikatidir. Kevn-i camî olan insan-i kamil’in rabbi ise
ilahi ism-i azamdır ve errahman’ur rahim’i ihata etmiştir. Bu yüzden
bu iki sıfat ilahi kitabın fatihasında da tabi olarak yer almıştır.
Eğer vücud-i münbesit’ten, vücudun genişlemesi makamını irade
etmişse her ne kadar konu makamıyla uyumlu değilse de ve daha çok
tedvin ve tekvin ile uyum içindeyse de onun kelamının zahirine
muhaliftir.
Ama bu zikrettiği şeyler mazharın zahirdeki fenası itibariyle doğru
düşünülebilir ki rahmaniyet makamı bu açıdan uluhiyet makamının
kendisidir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “De ki: “ister
Allah deyin, ister rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en
güzel isimler O’na hastır.”1 Hakeza: “rahmân Kur’an’ı öğretti.
İnsanı yarattı.”2 Hakeza: “ilâhınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka
ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.”3 4
***
“Bil ki ilahi cemalin sıfatlarının tecellilerinden olan rahmet, ra’fet,
utufet ve benzeri sıfatları Allah Tebareke ve Teala hayvana mutlak bir
şekilde, insana ise özellikle merhamet buyurmuştur. Bunu da hayvan
türlerini korumak ve insani aile düzenini ve türünü korumak için
yapmıştır. Vücut aleminin alemi düzeninin esasları üzerinde kurulduğu
rahmaniye rahmetinin bir tecellisidir.
Eğer insan ve hayvanda bu rahmet ve utufet olmasaydı, ferdi ve
toplumsal hayat düzeni bozulurdu. Bu rahmet ve utufet sayesinde,
canlılar kendisini ve yavrularını korumaktadır ve insan ailesini
korumaktadır, adil sultan memleketini korumaktadır. Eğer bu rahmet,
şefkat ve re’fet olmasaydı, hiçbir anne oğlunun fevkalade zahmet ve
meşakkatlerine tahammül edemezdi. İşte bu ilahi rahmet ve re’fet
1
İsra/110
Rahman/1-3
3
Bakara/163
4
Şerh-i Dua-i Seher, s. 43-48
2
171
cezbesi kalpleri birbirine çekmekte ve fıtri olarak alemdeki düzeni
korumaktadır.
Bu rahmet ve re’fet sebebiyle ruhani öğretmenler, büyük nebiler,
yüce veliler ve ilahi alimler, onca zahmet ve sıkıntılara katlanmaktadır.
İnsanları mutlu edebilmek ve beşer ailesini saadete eriştirebilmek için
birçok sıkıntılara katlanmaktadır. Hatta ilahi vahyin inişi ve değerli
semavi kitapların indirilişi de bu ilahi rahmetin ve re’fetin mülk
alemindeki bir suretidir. Hatta bütün hadler, cezalar, kısas ve benzeri
şeyler de gazap ve intikam suretinde tecelli eden, rahmet ve re’fet
hakikatidir.”Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır.”1
Hatta cehennem bile saadete ulaşma liyakatine sahip olan kimseler için
gazap suretinde bir rahmettir. Eğer cehennemdeki temizlemeler ve
arındırmalar olmasaydı, o şahıslar, asla saadet yüzünü görmezlerdi.
Özetle, kalbinde Allah’ın kullarına karşı re’fet ve rahmet
bulunmayan kimseleri insanlık camiasından çıkarmak gerekir ve
insanlık toplumuna girmekten engellemek icab eder.
Marifet ehli kimseler şöyle diyor: “Vücut ve vücudun kemalinin
genişlemesi, rahman ve rahim ismiyledir.”2
Bu iki ism-i şerif temel, geniş ve kapsamlı isimlerin en
önemlilerindendir. Nitekim ilahi ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur:
“ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”3 hakeza şöyle buyurmuştur: “ey
rabbimiz! Sen rahmet ve ilim olarak her şeyi kuşatmışsın”4
Bu açıdan Fatiha suresinde bu iki büyük ism-i a’zam’a (en büyük
isme) tabi kılınmıştır. Bununla da hakikat varlığının anahtarının
rahmani ve rahimi rahmet olduğuna işaret edilmiştir ve rahmetin
gazaptan öncelikli olduğu beyan edilmiştir. Bu açıdan da marifet ehli
kimseler şöyle demiştir: “Bismillahirrahmanirrahim ile vücut zahir
olmuştur.”5
Re’fet, utufet ve benzeri sıfati ve ef’ali isimlerin birer şubesi
olduğu, rahmet ismi, Allah-u Teala’nın daha çok kendisini tanıtmakta
1
Bakara/179
el-Futuhat’ul-Mekkiyye, İbn-i Arabi, c. 1, s. 102
3
A’raf/156
4
Gafir/7
5
el-Futuhat’il-Mekiyye, c. 1, s. 102, 4 ciltlik baskı ve Osman Yahya’nın tahkiki
ile, c. 2, s. 133
2
172
kullandığı bir isimdir ve de Allah-u Teala Kur’an surelerinden her
birinde bunu tekrar etmiştir ki, mukaddes zatın geniş rahmetine
bağlanan kulların kalbi bağlılığı daha çok artsın. Hak Teala’nın
rahmetine kalben bağlanmak, nefislerin terbiyesine ve katı kalplerin
yumuşamasına neden olmaktadır.
İnsanların kalbini rahmet genişliği, re’fet ve dostluk gibi başka bir
şeyle elde etmek ve onları isyandan alı koymak mümkün değildir. Bu
yüzden büyük peygamberler, Hak Teala’nın rahmet mazharıdırlar.
Nitekim Allah-u Teala Tövbe suresinin sonunda –ki gazap suresidirResul-i Ekrem’i şöyle tanıtmıştır: “andolsun size kendinizden öyle
bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır
gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir,
merhametlidir.”1
Peygamberin insanlığa karşı göstermiş olduğu şefkat ve merhameti
göstermek için Şuara suresinin ilk ayet-i şerifesini göstermek
yeterlidir: “(resûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse
kendine kıyacaksın!”2
Kehf suresinin ilk ayetlerinde de şöyle buyrulmaktadır: “bu yeni
kitab’a inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından
üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.”3
Subhanallah! Kafirlerin ve hakkı inkar edenlerin haline üzülmek ve
Allah kullarının saadetini düşünmek, Resulullah’ı (s.a.a) o kadar
zorluğa salmıştır ki, Allah-u Teala ona bizzat teselli vermekte ve
Peygamber’in yumuşak kalbini diri tutmaya çalışmaktadır ki bu
cahillerin haline üzüntü sebebiyle kalbi kırılmasın ve ruh teslimiyetine
neden olmasın.4“
***
Allah’ın rahmeti gazabından öne geçmiştir: “Ey rahmeti gazabını
geçen” Allah’ın kelamının reel örneği rahman ve rahim ismiyle
başlamıştır. Rahman ve rahim ismiyle, rahman ve rahimin tekrarıyla
Kur’an başlamıştır. Allah bütün kullarına merhamet etmektedir.
1
Tövbe/128
Şuara/3
3
Kehf/6
4
Şerh-i Hadisnud-i Akl ve Cehl, s. 162-165
2
173
Allah’ın bu rahmeti kulların yaratılışına, kulların refah ve kulluğu için
gerekli imkanların teminine neden olmuştur. Bu rahmet büyük
peygamberlerin gönderilişine neden teşkil etmiştir. Allah’ın rahmeti,
Allah’ın kullarının dünya ve ahirette saadete ulaştırılmasını iktiza
etmektedir. Bu rahmet, insan için gerek olan bütün maddi ve manevi
saadet nedenlerini temin etmektedir.
Allah’ın kulları, Allah’ın rahman ve rahim ismiyle vücuda
gelmişlerdir. Allah’ın rahman ve rahim ismiyle dünya ve ahirette hayat
sürdürmektedir. Hak Teala’nın rahmeti gazabını geçtiği halde eğer
iktiza edecek olursa insanlar Allah’ın rahmetini takdir etmezse, Hak
Teala’nın emrine muhalefet gösterirse ve yeryüzünde fitne ve fesada
neden olursa işte bu durumda rahmet kapısının yarısı kapanır ve gazap
kapısı açılır. İnsanlar rahmet kapısının diğer yarısının da
kapanmasından ve gazap kapısının tümüyle açılmasından korkmalıdır.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) rahmet peygamberiydi, insanlara karşı
rahmet üzere davranıyordu, insanları hidayet eden de işte bu rahmetti.
Peygamber insanlar için üzülüyor, dalalette olan kimselere karşı sahip
olduğu rahmet vasıtasıyla sıkıntı duyuyordu ama onların kökten fesatla
uğraştığını, bu fesadın ümmeti de bozacağını ve bu kimselerin toplumu
fesada sürükleyebilecek kanser urları olduğunu gördüğünde bu rahmet
peygamberi gazap kapısını açıyordu. Beni Kureyza Yahudileri de
yalancıydı. Şu anda da bu yalancı Yahudiler Siyonistlerin peşine
düşmüşlerdir. Peygamber işte bunların fesat çıkardığını ve yeryüzünde
fesada neden olduğunu gördüğünde bunların hepsinin öldürülmesini ve
bu kanser urunun ortadan kaldırılmasını emretti. Müminlerin Emiri
Hz. Ali (a.s) bütün şefkat ve merhametiyle Harici’lerin fesat ve
bozguncu olduğunu gördüğünde kılıcını çekti ve onların az bir sayıda
kaçanların dışında tümünü kılıçtan geçirdi. Rahmet vaktinde rahmet,
rahmete layık olmayan kimselere ise intikam ve gazap!1
***
Marifet ehli kimselerin de bildiği gibi kafirlere karşı şiddetli olmak
mümin kimselerin sıfatlarındandır. Onlarla savaşmak da bir rahmettir.
Allah’ın gizli lütuflarından biridir. Kafir ve eşkıya takımı gün gittikçe
1
İmam Humeyni’nin 31, 8, 1979 tarihinde yaptığı konuşma, Sahife-i İmam, c. 9,
s.3 69
174
niteliksel ve niceliksel açıdan sonsuza dek kendi azap ve sıkıntılarını
arttırmaktadırlar. O halde düzelme ümidi olmayan bu kimselerin
öldürülmesi gazap suretinde rahmet ve nimet ve azap suretinde
nimettir. Ayrıca topluma da bir tür merhamet vesilesidir. Zira bir
toplumu fesada sürükleyen bir kimse bedendeki kanserli bir organ
gibidir, eğer kesilmezse insanı ölüme sürükler. Bu Nuh peygamber’in
(a.s) Allah-u Teala’dan istediği şeydir. “Nuh «rabbim, yer yüzünde
kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma.» dedi. Çünkü sen
onları bırakacak olursan, senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve
onlar, kötülükte sınırı aşan (facirden) kafirden başkasını
doğurmazlar.»1 Allah-u Teala ise ona şöyle buyurdu: “yeryüzünde
fitne olmayıncaya kadar onlarla savaşın. “2
Bu ve daha önceden zikrettiğimiz nedenlerden dolayı bütün hadler,
kısas ve cezalandırmalar errehemurrahimin tarafından günahkar
kimseye bir rahmettir ve topluma bir rahmettir. Bunu geçelim.
Oğulcağızım! Eğer yapabiliyorsan tefekkür ve telkinle bütün
varlıklara özellikle de insanlara karşı rahmet ve muhabbetle bakmaya
çalış. Zira sayılamayacak kadar çok olan bu alemdeki bütün varlıklar
alemlerin rabbinin rahmetine mazhardır. Hayat, vücut ve bütün
bereketler ve eserleri Allah’ın bütün varlıklara yaptığı bağış ve
rahmetlerindendir. Bu yüzden şöyle demişlerdir: “Her mevcut rahmete
mazhardır.” Mümkün’ül vücut olan bir varlığın kendiliğinden bir şeye
sahip olması veya kendisi gibi mümkün’ül vücut olan başka birinin
kendisine bir şey vermiş olması mümkün değildir. O halde bütün alemi
kaplayan rahmani rahmettir ve Allah alemlerin rabbidir. Allah’ın
terbiyesi evrensel bir terbiyedir. Terbiyesi rahmetin cilvesidir. Rahmet
ve terbiyet, inayet ve lütuflar olmaksızın evrensel olamaz. O halde
ilahi muhabbetlere, lütuflara ve inayetlere mazhar olan herhangi bir
şey neden bizim muhabbet ve sevgimize mazhar olmasın? Eğer
olmazsa bu bir noksanlıktır. Bu bizler için bir dar görüşlülük ve
bağnazlık sayılmaktadır.”3
1
Nuh/26-27
Bakara/193
3
Sahife-i İmam, c. 16 , s. 217-218
2
175
“Maliki Yevmiddin” Ayetinin Tefsiri
O halde artık kalp sırrına ve akıl gözüne şu hakikat zahir olmuştur
ki bütün varlıklar ruhlar ve akıllar aleminin doruğundan, cesetler ve
karartılar alemlerinin sakinlerinin yurduna kadar her şey Allah’ın
rahmet makamındandır. Allah’ın rahmeti bütün her şeyi kapsamıştır.
Mahiyet aleminin karanlıkları O’nunla nurlanmıştır. Feyizlenenlerin
suskun çehreleri O’nun aydınlık nuruyla parlamaktadır.
Soyut akıllar aleminden insani nurlarından nursal idealara ve en
düşük tabiat alemine kadar bütün alemlerden hiçbiri Allah’ın celal ve
azamet nuruna bakabilecek bir güce sahip değildir ve Allah’ın yüce
makamının kibriyasına nazar edemez.
O halde eğer kahhar olan Allah azamet ve heybetiyle onlara tecelli
edecek olursa varlık aleminin tümü O’nun azameti altında ezilir, yüce
göklerin temelleri sarsılır ve varlıklar O’nun yüceliği ve büyüklüğünün
etkisinden kendinden geçer. Allah’ın azamet nuru tecelli ettiği gün
bütün varlıklar O’nun nuru karşısında yok olur. O gün Allah’ın mutlak
malikiyetinin ve ahadiyetinin zuhuru ve tam dönüşü günüdür. Allah o
gün, “bu gün mülk kimindir?”1 diye sorar. Orada mutlak saltanatı ve
celal nurunun tecellisi sebebiyle cevap verebilecek hiç kimse olmadığı
için bizzat yine kendisi cevap verir: “vahit ve kahhar olan
Allah’ındır.”
Rahman ve rahim yerine kahhar ve vahit sıfatının zikredilmesi de
şu sebeptendir ki o gün bu iki sıfatın egemenlik ve hükümet ettiği
gündür. Rahmet günü vücudun genişleme ve bağışlanma günüdür. Bu
yüzden Allah-u Teala kitabın ilk girişinde ve Fatiha suresinde
kendisini “er-rahman’ur rahim” olarak nitelendirmiştir. Azamet ve
kahhariyet günü, her şeye sahiplenme ve bütün işlere el koyma
günüdür. Bu yüzden de kendisini vahdaniyet ve kahhariyet ile
nitelendirmiştir.
Allah-u Teala sonunda da kendisini malik olarak adlandırmış ve,
“hesap gününün maliki” diye buyurmuştur.
Mutlaka bir gün alemlerin rabbi azamet ve malikiyetiyle zuhur
edecektir ve bu iki isim kendi devletine kavuşacaktır. Zira her ismin
zahir olması gereken bir devleti vardır. Mu’id ve malik gibi isimlerin
1
176
Gafir/16
devleti de tam bir egemenlik ve dönüşün hasıl olduğu gün ortaya
çıkacaktır. Bu sadece düşük alemlerde değil. Mukaddes akıllar ve
mukarreb meleklerden oluşan soyut alemlerde de caridir. Bu yüzden
nakledildiği üzere Azrail bütün varlıkların ruhunu aldıktan sonra
kendisi de Allah’ın kudret eliyle ruhunu teslim etmektedir.1
Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “O gün ki, göğü
kitaplar için defter dürer gibi düreceğiz.”2
Hakeza Allah-u teala şöyle buyurmuştur: “ey mutmain (tatmin
bulmuş) nefis,”3
Hakeza Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “ilkin sizi yarattığı gibi
(yine O’na) döneceksiniz.”4 ve benzeri ayetler5
1
Bihar’ul Envar, c. 6, s. 326 ve 328 ve 329, Kitab’ul Adl vel Mead Bab’un
Nefh’is Sur ve Fena’id Dünya; 3, 7 ve 14. hadisler
2
Enbiya/104
3
Fecr/27
4
A’raf/29
5
Şerh-i Dua-i Seher, s. 31-32
177
“İyyake Ne’budu ve İyyake Nestein” Ayetinin Tefsiri
“Acaba namaza başlamadan önce Hakk Teala’nın huzurunda, “hiç
şüphem olmaksızın mabudumu tek tanıyarak, yüzümü gökleri ve
yeryüzünü yaratana döndüm ve ben şirk koşanlardan değilim.
Şüphesiz ki namazım ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi
olan Allah içindir.” 1 dediğin için bile olsa tevbe etmen gerekmez mi?
Acaba gerçekten de kalbiniz göklerin ve yerin yaratıcısına mı
yönelmiştir? Acaba siz müslüman ve şirkten halis misiniz? Acaba,
namaz, ibadet, hayat ve ölümünüz gerçekten de Allah için midir?
Acaba namazda “el-hamdu lillahi rabbi’l alemin” dediğin için
utanman gerekmez mi? Acaba siz hamd ve övgülerin Hakk’a mahsus
olduğuna mı inanıyorsunuz, yoksa kullara mı?
Belki O’nun düşmanlarının dahi iyilikler ve güzel hasletler sahibi
olduğuna inanıyorsunuz! Acaba bizzat bu alemde de rububiyeti
başkaları için sabit kıldığın halde namazda “rabbbu’l alemin” demen
yalan değil midir? Tevbe etmen gerekmez mi? “sadece sana ibadet
eder ve sadece senden yardım dileriz” demekten utanmıyor musun?
Acaba sen Allah’a mı ibadet ediyorsun, yoksa mide ve tenasül
organına mı? Acaba sen Allah’ı mı istiyorsun, yoksa huru’l ayn’ı mı?
Acaba sen gerçekten de Allah’tan mı yardım istiyorsun, yoksa
işlerinde nazar-ı itibara almadığın tek kimse Allah mı?”2
***
“Oğulcağızım! Çabala ki kalbini Allah’a verebilesin ve Allah’tan
başka bir etken görmeyesin. İbadet ehli olan Müslümanların geneli
gece gündüz kaç defa namaz kılmıyorlar mı? Namaz ise tevhit ve ilahi
marifetler ile doludur. Gece gündüz kaç defa “sadece sana ibadet eder
ve sadece senden yardım dileriz” diyorlar. Sözde ibadet ve yardımın
Allah’a özgü olduğunu dile getiriyorlar. Ama has müminlerin dışında
kalanlar, bilginler, güçlüler ve zenginler karşısında eğiliyorlar. Bazen
Allah’tan daha fazla onlara tevazu göstermekte, herkesten yardım
dilenmekte ve destek talep etmektedirler. Şeytani arzularına erişmek
1
Namaza başlamadan önce getirilen 7. tekbirden sonra okunan bir duadır ki,
En’am suresinin 79 ve 162. ayetlerinden iktibas edilmiştir.
2
Erbein, s. 74-75
178
için her türlü vesileye sarılıyorlar. Allah’ın kudretinden gaflet
ediyorlar. O halde kalbine iman girmiş kimselere hitap edildiği ve
bunlara takvanın emredildiği ihtimali ile ilk ihtimal arasında büyük
farklar vardır.1
Bu takva, uygun olmayan işlerden sakınma ile ilgili değildir.
Başkasına teveccühten sakınma ile ilgilidir. Hak’tan gayrisinden
yardım dilenmekten sakınma ile ilgilidir. Allah’tan gayrisine kalbinde
yer vermekten sakınma ile ilgilidir. Allah’tan gayrisine dayanmaktan
sakınma ile ilgilidir. Gördüğün şeylere hepimiz müptela
bulunmaktayız. Söylentiler, iftiralar, ölüm, tabiattan ayrılış ve
makamını kaybetme ile ilgili korkulardan arınmamız gerekir. Bu
durumda “insan yarını için önceden ne gönderdiğine bakmalı!
İfadesinden kasıt melekût âleminde bir sureti, daha üst âlemde ise
başka bir sureti olan kalbi amellerdir. Kalbimizden geçen şeyleri ise
Allah bilmektedir. Bu da işlerden el çekmen ve kendini işin oluruna
bırakman anlamında değildir. Her şeyden ve herkesten uzlete çekilmen
demek değildir. Bu da ilahi sünnete, büyük peygamberlerin ve değerli
velilerin siretine aykırıdır. Onlar ilahi ve insani hedefler için elinden
geleni yaptılar. Ama bizim gibi kör kalpli kimseler gibi değil. Biz
nedenlere ve araçlara bağımsız bir gözle bakmaktayız. Onlar bu
sıradan makamda dahi her şeyi Allah’tan görüyorlardı. Herhangi bir
kimseden yardımı, yaratılış mebdeinden yardım olarak biliyorlardı.
Onlarla diğerleri arasındaki bir fark da buydu. Ben, sen ve
benzerlerimiz insanlardan yardım dilenmek hususunda Allah’tan gaflet
içindeyiz. Onlar zahirde başkasından yardım alsalar da gerçek anlamda
yardımın sadece Allah’tan geldiğini görüyorlardı. Bize göre ayrı bir
kaynağı olsa da onlar her türlü olayı O’ndan biliyorlardı. Bu yüzden
her ne kadar bizim için tatsız da olsa acı olaylar onlara tatlı
geliyordu.”“2
1
Haşr/18’e işarettir. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne
hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.”
2
İmam’ın Hacı Seyyid Ahmet Humeyni’ye 17, 7, 1984 tarihinde yazdığı mektup,
Sahife-i İmam, c. 18, s. 515-516
179
“İhdina Sırat’el-Mustakim” Ayetinin Tefsiri
İnsan bir yolcudur ve her yolcunun yolluk ve bineğe ihtiyacı vardır.
İnsanın yolluk ve bineği bizzat kendisinin hasetleridir. Bu tehlike ve
korku dolu seferin bu karanlık, oldukça dakik, kılıçtan daha keskin
kıldan daha ince1 yolun merkebi erkeklik himmet ve gayretidir ve bu
karanlık yolun nuru ise iman ve övülmüş hasletlerdir. Eğer gevşeklik
eder ve gecikirse bu sırattan geçemeyip yüzüstü ateşe düşecektir. Zillet
toprağıyla yeksan olacak ve helaket uçurumuna yuvarlanacaktır. Bu
sırattan geçemeyen insan, ahiret sıratından da asla geçemeyecektir.” 2
***
Eğer bu âlemdeki nübüvvetin ve velayetin doğru yoluna yönelmiş,
bu yolda yürümüş ve Hz. Ali’nin velayet caddesinden sapmamış isen,
hayatında herhangi bir sürçme görülmemişse, sırattan geçiş hususunda
hiç bir korkun olmamalıdır. Zira ahiretteki sırat köprüsü, velayetin
batınî suretidir. Nitekim rivayetlerde Hz. Ali’nin sırat köprüsü olduğu
yer almaktadır.3 Başka bir hadiste ise “biz sırat-ı müstakimiz”4 diye
buyurulmuştur. Camie adlı mübarek ziyaretnamede ise şöyle yer
almıştır: “Sizler en büyük yol ve en sağlam sıratsınız”5 herkim bu
sıratta yürür ve kalp ayağı sürçmezse, o sıratta da sürçmez ve düşmez.
Bir yıldırım gibi sırattan geçer.”6
1
Peygamber’den (s.a.a) nakledilen bir hadiste şöyle yer almıştır: “Sırat kıldan
ince, kılıçtan keskin ve geceden karanlıktır.” (İlm’ul Yakin, c. 2, s. 969, elMeksed’ur Rabi’ fi Ma’nes Sırat, bu anlam İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen bir
rivayette de yer almıştır. (Emali es-Seduk, s. 177, 33. Meclis, 4. Hadis ve hakeza
Bihar’ul Envar, c. 8, s. 65, Kitab’ul Adl-i Ve’l Mead, 22. Bab, 2. Hadis
2
Erbein, s. 85-86
3
Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Doğru yol (sırat’ul-mustakim) Emir’elMuminin Ali’dir (a.s).” (Mean’il-Ahbar, c. 2, s. 32, Bab-u Me’n’es-Sırat, 2. ve 3.
hadis ve Tefsir-u Ali b. İbrahim, s. 206
4
Seyyid’ul-Abidin Ali b. Hüseyin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah ile Hüccet’i
arasında bir perde yoktur. Allah’ın Hüccet’ten başka bir perdedarı yoktur. Biz,
Allah’ın kapıları, doğru yol ve ilminin hazinesiyiz. Vahyinin tercümanı, tevhidinin
esası ve sırrının yeriyiz.” (Mean’il-Ahbar, s. 35, Bab-u Me’n’es-Sırat, 5. hadis)
5
Ziyaret-i Camia-i Kebire, Men La Yehzuruh’ul-Fakih, c. 2, s. 372, Mefatih’ulCinan, Ziyarat babında
6
Erbein, s. 360
180
***
“O halde hak ve hakkaniyetten yüz çevirmiş, insanlık fıtratından
uzaklaşmış ve dünyaya yönelmiş olan kalplerin gölgesi de, kendileri
gibi istikametten ayrılmış, ters yüz olmuş ve esfel’es safilin olan
dünyaya ve tabiata gömülmüş haldedir. O alemde bazıları belki de
yüzüstü gider ve ayakları havada olur. Bazıları karınları üzere, bazıları
ayakları ve elleri üzere hayvanlar gibi yürür. Nitekim bu dünyada da
onlar böyle yürürler. “Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru yolda
düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır?”1
Bu mecaz alemindeki mecazın; hakikat, zuhur ve ruhaniyetin ortaya
çıktığı o alemde, hakikate dönüşmesi de mümkündür. Nitekim
“ihdin’as sırat’el müstakim” ayetinin tefsirinde yer alan bazı
hadislerde, Hz. Ali ve diğer masum imamların sırat-ı müstakim olduğu
beyan edilmiştir.
Kafi’de yer aldığına göre, Eb’il Hasan’il Mazi (a.s) şöyle
buyurmuştur: “Allah-u Teala bu ayet-i şerifede bir örnek vermiştir ve
bu da Emir’el Müminin’in velayetten yüz çeviren kimselerin örneğidir.
Onlar adeta yüzleri üstünde yol yürümekte ve hidayete
ulaşamamaktadırlar. Hz. Ali’ye itaat eden kimseleri ise, doğru yola
yönlendirmiştir. Sırat-ı müstakim ise Emir’el Müminin Ali’dir (a.s).”2
Başka bir hadiste de yer aldığı üzere “sırat-ı müstakim”, Hz. Ali
(a.s) ve diğer imamlardır.3
Kafi’de yer alan bir hadis-i şerife göre de Fuzeyl şöyle demiştir:
İmam Bakır (a.s) ile Mescid’ul-Haram’a girdik. İmam (a.s) bana
dayanmıştı. Daha sonra İmam (a.s), halka doğru baktı ve o esnada biz,
Ben-i Şeybe kapısında bulunuyorduk. İmam (a.s) daha sonra şöyle
buyurdu: “Ey Fuzeyl! Cahiliye döneminde böyle tavaf ediyorlardı.
Hiçbir hakkı tanımıyor ve hiç bir dine inanmıyorlardı. Ey Fuzeyl
onlara bak. Ters çevrilmiş yüzlerle yere kapandılar. Bu tersyüz ve
dejenere olmuş o kimselere Allah lanet etsin.” Daha sonra da
1
Mülk/22
Kafi, c. 1, s. 432, Kitab’u-Hüccet, 91. hadis
3
Hamran’dan naklen İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ali b. Ebi Talib ve
Fatıma’nın soyundan olan diğer imamlar, Allah’ın yoludurlar. O halde, her kim
onlardan yüz çevirirse başka yollara sapmış olur.” (Bihar’ul-Envar, c. 24, s. 15,
Kitab’ul-İmamet, 24. bab, 17. hadis)
2
181
“yüzükoyun sürünen mi…” ayeti okuyarak sırat-ı müstakimin, Hz.
Ali ve vasileri olduğunu buyurmuştur.1
***
“O halde Hak Teala “ism-i cam’i” ve “rabb’ul insan” makamında
sırat-ı müstakim üzeredir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz
rabbim sırat-ı müstakim üzeredir.”2 yani hiçbir sıfatın bir sıfata
üstünlüğü veya bir isim olmadan diğer ismin zuhuru söz konusu
olmaksızın vasatiyyet ve camiiyyet (aracılık ve kapsamlılık)
makamıdır bu. Dolayısıyla Allah’ın terbiye ettiği varlık da, hiç bir
makamı diğer makamından, hiçbir boyutu diğer boyutundan üstün
olmaksızın sırat-ı müstakim üzeredir. Nitekim suudî (yükseliş ile hasıl
olan) gerçek miraçta ve kurb (yakınlık) makamına ulaşmanın
nihayetinde, zat-ı mukaddes’e ubudiyet izharında bulunduktan, her
kuldan her türlü ubudiyet ve ibadeti Zat-ı Mukaddes’e döndürdükten
ve bütün kabz-u bast makamlarında “iyyake na’budu ve iyyake
nastain” diyerek sadece Allah’tan yardım diledikten sonra, “ihdin’as
sırat’el müstakim” diye arz eder. Bu sırat, kamil insanın rabbinin
sıratıdır. Rabbi, zahiriyet ve rububiyet; kendisi ise mazhariyet ve
merbubiyet (mahzar ve terbiye edilmiş olma) veçhiyle doğru yol
üzeredir.”3
***
Bu dünya içinden geçip gitmemiz gereken bir dünyadır. Burada
kalmamız gereken bir dünya değildir. Bu bir yoldur. Bu yolu doğru bir
şekilde kat edecek olursak, Allah’ın velilerinin geçip gittiği gibi
geçecek olursak, “O biz geçtiğimizde sönük idi”4 haline gelir.
Eğer bu köprüden sağ salim geçebilirsek saadete ereriz, Allah
korusun eğer burada ayağımız sürçecek olursa orada da ayağımız
sürçer. Orada da insanın ayağının sürçmesine neden olur ve insanı bir
çok sıkıntılara düşürür.5
1
Erbein, s. 532-534
Hud/56
3
Erbein, s. 531
4
İlm’ul Yakin, c. 2, s. 971
5
İmam Humeyni’nin 31, 12, 1977 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam,
c. 3, s. 235
2
182
***
Söylenildiğine göre “asra andolsun ki şüphesiz insan hüsran
içindedir.”1 ayetinde geçen asr kelimesi kamil insandır, İmam-ı
Zaman’dır (a.s). Yani bütün varlıkların usaresi ve özüdür. Bu usareye
ve öze yemin olsun ki bütün varlıklar hüsran içindedir. Yani kamil
insana andolsun ki bütün insanlar hüsran ve zarar içindedir. Burada
söz konusu edilen insan, bizim insan olarak adlandırdığımız bir başı ve
iki kulağı olan varlıktır. Yani burada hitap bizedir. Biz bir yol
ayrımında karar kılınmış bulunmaktayız. Bir yol insanlık yoldur ve bu
sırat-ı mustakim’dir. Sırat-ı mustakim’in bir tarafı tabiattır, bir tarafı
ise uluhiyet. Dosdoğru yol kan pıhtısından başlamaktadır. Elbette
onlardan bazısı tabiidir. Önemli olan iradeye dayalı olanıdır. Bir tarafı
tabiat, bir tarafı ise uluhiyet makamı. İnsan tabiattan başlamakta ve
hayalinin dahi alamayacağı yerlere ulaşmaktadır: “hayal bile
edemeyeceğin şey olayım”
Burada irade ve ihtiyar sahibi olan sizsiniz. Bu iki yolu
seçebilirsiniz: ya dosdoğru insanlık yolunu ya da sağ veya sola sapma
yolunu.
Hangi tarafta bir sapkınlık olursa insanlıktan uzaklaşılır. İnsan
ilerledikçe uzaklaşır. Doğru yoldan sapan bir kimse ne kadar ilerlerse
yoldan uzaklaşmış olur. Eğer insanlığın doğru yolunda yani
peygamberlerin gelip bizlere tanıtmakla görevli oldukları yoldan
yürümek durumundayız. Allah-u Teala Hamd suresinde şöyle
buyurmaktadır: “Bizleri dosdoğru yola hidayet et, kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna.” Yani senin kendilerine ihsanda bulunduğun,
nimet verdiğin, üzerlerine rahmetini indirdiğin ve kendilerini hidayete
erdirdiğin kimselerin yoluna. “Kendilerine gazap etmediklerinin ve
sapmayanların yoluna”. Gazaba uğramışlar sapık bir gruptur, sapanlar
da ayrı bir sapık grup. Bunlar hidayetten uzaktırlar. Bunlar ilerledikçe
uzaklaşmaktadırlar. Ne kadar ders okursanız okuyunuz Rabb’in
ismiyle olmadığı taktirde doğru yoldan uzaklaşmış olurlar. Ne kadar
ders okursanız o kadar uzaklaşırsınız. Eğer yeryüzünün en bilgini de
olsanız, bu ilimleri Rabb’in ismiyle okumadığınız taktirde Allah-u
Teala’dan en çok uzaklaşmış kimseler olursunuz. Doğru yoldan en çok
1
Asr/1-2
183
uzak düşen kimseler haline gelirsiniz. Başı cehennem köprüsü olan
sırat-i mustakim’in bir tarafı tabiat bir tarafı ise cennettir. Cennetin en
son mertebesi likaullah’tır. Orada artık insan olmayana yol vermezler,
sadece insana geçit verirler. Biz hepimiz şu anda cehennem
köprüsünde durmuş bulunmaktayız. Tabiat cehennemin metni (sırtı)
konumundadır ve o alemde zuhur edince tabiat cehennemdir. Şu anda
biz cehennemin sırtında hareket etmekteyiz. Eğer bu yolu kat edecek
olursak cehennem köprüsünün zahir olduğu o gün o alemde insanların
gözünde zahir olacaktır. Bu doğru yolu kat etmiş kimseler o köprüden
geçecektir. Bu yoldan geçmeyen kimseler ise cehenneme düşecektir.
Yoldan düşecekler ve sapacaklardır. Sıfatlarını söyledikleri ve sizin de
işittiğiniz bu doğru yol kıldan daha incedir, oldukça ince bir yoldur,
karanlıktır ve hidayet nurunu talep etmektedir. “Bizleri doğru yola
hidayet et”.
Siz beyler İslam yolunda yürümektesiniz, peygamberlerin
elbisesine bürünmüş bulunmaktasınız. Alimlerin kisvesine bürünmüş
durumdasınız. Rabb’in ismi kıraat edilmedikçe okuduğunuz derslerin
sizlere faydalı olacağını sanmayınız. Hatta bazen bunun zararı vardır,
bazen ilim gurur getirmektedir, bazen ilim insanı sırat-i mustakim’den
düşürmektedir. Din uyduran kimselerin çoğu ilim ehli kimselerdi.
Gerçek olmayan şeylere davet eden kimselerin çoğu ilim ehli
kimselerdi. Çünkü ilimleri rabb’in isminin kıraati ile olmamıştır. Bu
yüzden de baştan beri sapmış kimselerdi. Bu sapıklık yolunda
ilerledikçe daha fazla sapıklık hasıl olmaktadır, insanlıktan daha çok
uzaklaşmaktadır. Çoğu zaman bir kimse insanların gözünde en büyük
filozof, en yüce fakih konumundadır. Bu insan güya her şeyi
bilmektedir, ilim deposudur. Lakin okuması ve kıraati rabb’in ismiyle
olmadığı için doğru yoldan uzaklaşmış ve herkesten daha çok uzak
düşmüştür. Bu ambar ve stok çoğaldıkça ağırlığı büyüdükçe, karanlığı
da fazlalaşmaktadır. Karanlıklar üstüne karanlıklar hasıl olmaktadır.
Bazen ilim zulmettir, nur değildir. Rabb’in ismiyle başlayan ilim
hidayet nurudur. Bu ilim öğrenmeniz içindir, iyiliği de insanın bir
şeyler öğrenmek istemesidir. Yoksa ilim bir makam elde etmek,
cemaat imamı olmak, minber ehli sayılmak, insanlar tarafından kabul
görmek için olursa bu bir sapıklıktır. Bunlar insanı uzak düşürür. Sırat
köprüsü nitelendirildiği üzere kıldan daha incedir, oldukça ince ve
184
dakiktir. Oysa insan bir ömür riyakarlığa gömülmekte ve bunu kendisi
de anlamamaktadır. Bir ömür amel ettiği halde gösterişten
kurtulamamakta ve bunu kendisi de anlamamaktadır. Bunlar oldukça
dakik şeylerdir. İnsanın kendisi bile bunun farkında değildir. Bunun
elbette bir takım ölçüleri vardır. Amel ehli olanlar ne olmamızı ve
kendimizi teşhis etmemiz için bir takım ölçüler tayin etmemişleridir
ama insan yetiştiren peygamberlerin ilminde bunun bir takım ölçüleri
vardır.
İslam'ı öylesine kolay bir şekilde anlamak mümkün değildir. İslam
bir iki savaşla tanınamaz. İslam savaş değildir. Savaşın İslam ile ilgisi
yoktur. İslam mektebi dedikleri şey, aslında İslam’ın sahip olduğu
mektebe bir giriştir. Benim ve senin tanıdığın bir mektep değildir bu.
Zira biz insanı da tanımıyoruz. Bizim tanıdığımız bu doğal varlıktır,
oysa bu insan değildir. Bu doğal varlık kan pıhtısından başlamakta,
gittikçe büyüyerek bir hayvan haline gelmektedir. Bunun hayvanlığı
oldukça uzun bir süreçtir. Bu hayvanlık makamı oldukça uzun bir
makamdır. İnsan ömrünün sonuna kadar da bu hayvanlık makamına
çakılıp kalabilir. Rabb’in ismiyle okunmadığı müddetçe bu ilimlerin
hiçbir faydası yoktur. Her şey rabb’in ismiyle olmalıdır.”1
***
Biz Allah’tanız ve oradan geldik, oraya da geriye dönmekteyiz.
“İnna lillah” yani biz Allah’tan geldik, Allah’a aitiz. Bizim
kendiliğimizden hiçbir şeyimiz yoktur, var olan her şey O’ndandır ve
O’na doğru dönmekteyiz. Oradan nasıl geldiğimize, burada nasıl
kaldığımıza ve oraya nasıl döndüğümüze bakmamız gerekir. Acaba
burada olduğumuz zaman Hak Teala’ya ve kullarına hizmet ettik mi?
Allah yolunda mücahade ettik mi? Doğru yola ve rububiyet yoluna
koyulduk mu? Eğer bunda sağa veya sola bir sapkınlığımız varsa bu
dosdoğru yolun karşısındadır. Sol taraf olarak ifade edilen gazaba
uğramışlar ile sağ taraf olarak ifade edilen sapmışların yolu, dosdoğru
yolun karşısında yer almıştır. Eğer bu doğru yolda gitmiş isek, hareket
ettiğimiz nokta doğru yol ise onda bir sapıklık yoktur. Doğu ve Batı’ya
yönelmememiz gerekir. Dosdoğru olmalıyız. Sağ ve sol olmamalıdır.
1
İmam Humeyni’nin 28, 6, 1979 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, s.
8, s. 327-329
185
Dosdoğru hareket etmeliyiz. Sonsuza dek bu doğru yolda yürümeliyiz,
bu durumda saadete ermiş oluruz, bir milleti saadete erdirmiş oluruz.
Eğer Allah korusun sağ veya sola sapacak olursak bu durumda sapmış
oluruz. Eğer millet içinde bir makamımız da varsa o zaman bu milleti
de saptırmış oluruz.”1
***
Sırat-i mustakim bir tarafı burada diğer tarafı ise Allah nezdinde
olan yoldur. Dosdoğru ve pürüzsüz bir yoldur. Bu doğru yoldan
sapmak insanı yolundan alıkoyan bir harekettir ve insanı karanlıklara
sürüklemektedir.2
***
Sizlerin namazda Hamd suresinde okuduğunuz o yol “bizi doğru
yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba
uğrayanların ve sapmışların değil.” Sırat-i mustakim bu İslam
yoludur, insanlık yoludur, kemal yoludur, Allah’a varan bir yoldur. Üç
yol vardır: Biri mustakim ve doğru yoldur, birisi doğu yolu olarak
adlandırılan gazaba uğramışların yoludur, diğeri ise batı olarak
adlandırılan sapıkların yoludur. Sizler doğru yol olan insanlık yolu,
adalet yolu, İslam için fedakarlık yolu ve İslami adalet yolu olan bu
yolda yürüyünüz. Bu doğru yolu sağa sola sapmadan, doğu ve batıya
yönelmeden, hiçbir batıl mektebe girmeden kat edecek olursanız bu
doğru yol Allah’a ulaşmaktadır. O batıl yol ise cehenneme uzanan bir
yoldur. Eğer bu alemde doğru hareket edecek olursanız, o sırat-i
mustakim’den geçersiniz. Cehennem bu dünyanın batınıdır. Eğer bu
yoldan dosdoğru geçerseniz, sağa sola sapmazsanız, o alemdeki
sırat’tan da dosdoğru geçer, hiçbir tarafa sürçmezsiniz. Eğer sola
sürçerseniz bu cehenneme gider, eğer sağa saparsanız bu da
cehenneme varır. Allah’ın yolu dosdoğru yoldur. “Kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna” Sırat Allah’ın kendilerine nimet verdiği
kimselerin yoludur. İslam nimeti en büyük nimettir, insanlık nimetidir.
Sizin en büyük nimetiniz bu doğru yoldur. Sizin geldiğiniz bu yol
1
İmam Humeyni’nin 14, 9, 1979 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam,
c. 9, s. 513-514
2
İmam Humeyni’nin 29, 5, 1979 tarihinde yaptığı konuşma. Sahife-i İmam, c.
12, s. 355
186
İslam yoludur, sizler İslam’ı korumak için geldiniz. Hepimiz ve bütün
millet İslam’ı korumalı, İslam ve Kur’an’ın muhafızları olmalıdır. İşte
bu doğru yoldur. İslam’ı koruma, İslam yolunda cihat dosdoğru
yoldur. Bu sizlerin namazda Allah’tan talep ettiği yoldur. Sakın
sapmayınız. Sapkınlığın bir tarafı gazaba uğramışların diğeri ise
sapmışların yoludur. Allah Tebareke ve Teala’nın gazap ettiği ve
günahkar olanların yoludur. Onları her ikisinin yolu da cehenneme
varmaktadır.1
***
“İhdina Sırat’el-Mustakim” Ayetinin Tefsiri
Bu dosdoğru yol, insanı mutlak kemale ulaştıran yoldur. İnsan bu
yolda yürüyecek olursa bütün şaşkınlıkları sona erer. Beşer bu doğru
yolu kendiliğinden kat etmek isterse bunu başaramaz, bu konuda bir
bilgisi yoktur. Doğru yol hakkında bilgisi olan Allah’tır. Yani insanı
bu sıkıntılardan, bu şaşkınlıklardan kurtaran yoldur. Allah insanı
kendisine varan bir yola sevk etmektedir. Biz namazda da Allah’tan
bizleri doğru yola hidayet etmesini talep etmekteyiz. Allah’tan bizleri
sağa ve sola sapmaktan korumasını istemekteyiz; “gazaba uğramışların
ve sapmışların yoluna değil. Bunlar ayrı ayrı yollardır. İnsan bu sapık
yollarda ilerledikçe asıl hedefinden uzaklaşmış olur.”2
***
Bütün peygamberler, insanı bu şaşkınlık ve biçarelikten, fikir ayrılıkları
ve ihtilaflardan, doğru yola ulaştırmak, “şimdiye kadar yürüye geldiğiniz o
yolları terk ediniz, işte en doğru yol budur!” Demek için geldiler.
“Bizleri doğru yola hidayet et!”
“Gerçekten benim rabbim, doğru yol üzeredir.”3
Başka yol yoktur. Başka yolların hepsi dünyadır ve insanın
nefsaniyetiyle ilgilidir. İnsanın şehveti, kendi emel ve arzularıdır. Bu
1
İmam Humeyni’nin 31, 5, 1980 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam,
c. 12, s. 367-368
2
İmam Humeyni’nin 6, 7, 1980 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c.
12, s. 506
3
Hud/56
187
dünya, kınanmış olan dünyadır. İnsanın bu emel ve arzuları ve tabiat
âlemine gönül bağlamalarıdır, yoksa tabiat âlemi nurdur. Bu âleme gönül
bağlamak, insanı biçare kılmaktadır. Zulmetler, bu gönül bağlamadan
doğmaktadır. Bizim zulmetlerimiz de buradandır.
Bu dünya, bu makam, bu idare, bu evham ve bu hurafelere gönül
bağlamak, bunların hepsi bizler için zulmettir. Bütün peygamberler,
bizlerin elinden tutmak için geldiler. Bizleri kendi fıtrat ve özümüze
döndürerek, bizim aleyhimize olan o evham ve kuruntulardan temizlemek
için çalıştılar. Onların maksadı bizleri zulmetlerden, nura doğru
çıkarmaktır. İslam bu konuda hem bütün dinlerin başında yer almaktadır.
Böyle bir hedefi gözetlemektedir.
Bu dualar insanı çaresiz kılan, şaşkınlığa düşüren ilgilerden kurtarmak
ve insanlık yoluna eriştirmek için hazırlamaktadır. Diğer yollar insanlık
yolu değildir. İnsanlık yolu, doğru yoldur.
Bütün imamlarımız da, insanları dua ve ibadetlerle mücehhez kılarak,
insanı bu tabiat âleminin karanlıklarından kurtarıp insanlık yoluna
ulaştırmaya çalışıyorlardı. Zalim güçlerin baskısı yüzünden alenen davet
etme imkânı bulamadıkları için, bu dualarla insanları hakka doğru hidayet
ediyorlardı. Yoksa peygamberlerin ve imamların gayesi bir makam elde
etmek ve kendi işlerini yürütmek değildir.
Peygamberlerin hedefi dünyayı ele geçirmek ve bayındır kılmak değildi.
Onların hedefi dünya ehline, zalim ve cahil olan insana doğru yolu
göstermekti. Sizleri Allah Tebarek ve Teala’ya ulaştırabilecek yegâne yol,
enbiya ve evliyaların yoludur.
“gerçekten benim rabbim, doğru yol üzeredir.”
Dünyanın ötesi ise mutlak nurdur. Bütün peygamberler bizleri bu
nur’a ulaştırmak için geldiler.
“Allah müminlerin velisidir ve onların karanlıklardan nura
çıkarır. Kâfir olanların velileri de tağuttur. O da onları nurdan
çıkarıp karanlıklara götürür.”1
Tağut, enbiya ve Allah’ın mukabilinde yer almıştır.2
***
1
2
188
Bakara/257
İmam’ın 12, 7, tarihinde yaptığı konuşması Sahife-i İmam c.13, s. 34-35
İnsanın yaptığı her hareket kalbi, ruhi veya bedensel hareketler
olsun mutlaka bir hedefe doğru yapılmaktadır, ya sırat-i mustakim’e ve
Allah’a doğrudur ya da tağuta doğru. Yani sağ veya sol amaçlıdır.
“Bizleri doğru yola hidayet et”.
Sırat-ı mustakim’in bir ucu burada bir ucu ise o alemdedir. Nur
mebdeine doğrudur. “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna”
Allah-u Teala peygamberler göndererek bizleri bu doğru yola hidayet
etmiştir. Bu yol Allah’ın yoludur. Bütün alemleri saadete ulaştıracak
yegane yoldur. İnsan bu nebevi öğretiler sayesinde huzur içinde ve
doğru bir terbiyeyle yaşayabilir. Bu yol sayesinde bütün alem ilahi
tevhidi bir boyuta erdirilebilir. Kalbi, hayali veya bedensel
hareketlerden herhangi birisi bu yola aykırı bir şekilde yapılırsa
bunların tümü tağuta doğrudur. Bu iki yoldan başka bir yol yoktur, ya
tağut ya Allah.1
***
Milletleri, toplumları ve bireyleri hidayete erdirmek ve insan için
düşünülen faydalara erdirmek isteyen kimse doğru yolda yürümek ve
insanları da doğru yola davet etmek zorundadır. Biz namazda, “bizleri
dosdoğru yola hidayet et” diye dua etmekteyiz. Bu yolda yürüyen
kimseler milletleri, toplumları, şahısları bu yola sevk etmelidir. Doğru
yol buradan başlamakta ve ahiretle sonuçlanmaktadır. Allah’a doğru
giden bir yoldur. Siyaset de toplumu hidayet etmek ve bu yola
götürmektir. Toplumun bütün maslahatlarını göz önünde bulundurmak
ve toplumun bütün boyutlarını mülahaza etmektir. İnsanları faydasına
olan şeylere hidayete erdirmektir. Toplum ve bireylerin faydasına olan
şeyleri insanlara göstermektir. Bu kılavuzluk peygamberlere
mahsustur. Diğerleri bu siyaseti idare edemezler. Bu siyaset
peygamberlere ve velilere mahsustur. Onlara bağlı olarak uyanık İslam
alimlerine özgü bir siyasettir. Uyanık İslam alimleri kendi milleti
içinde peygamberin yolunda hareket etmek zorundadır ama bunlar
siyasete karışmayın diyorlar. Siyaseti bize bırakın diyorlar. Oysa sizin
doğru siyasetiniz bile hayvani bir siyasettir. Bozuk olan kimselerin
siyaseti şeytani bir siyasettir. Hatta doğru yola götürmek istediklerinde
1
İmam Humeyni’nin 30, 8, 1980 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam,
c. 13, s. 173–174
189
bile insanı hayvanlık mertebesine, bu alemdeki refaha ve bu alemdeki
itibarlara götüren bir siyasettir. Oysa peygamberler bu alemi ve bütün
alemleri hidayete eriştirmektedir. Halkı kendisine faydalı şeylere
erdirmektedir. Peygamberler insanları sahip oldukları maddi ve
manevi kemal mertebelerindeki faydalara ulaştırmaktadır. İslami
siyasetçiler, alim siyasetçiler ve peygamberlerin işleri siyasettir. Din
insanları buradan harekete geçiren ve insanların ve bireylerin
faydasına olan şeyleri kendilerine gösteren bir siyasettir. İnsanları
doğru yola ve kendilerine fayda verecek şeylere hidayet etmektedir. 1
***
Peygamberlerin insanlara takdim ettiği ve son peygamber Hz.
Muhammed’in (s.a.a) de insanlara sunduğu insanları davet ettiği bu
yol doğru yoldur. Peygamberler insanları doğru yola hidayet etmişler,
insanlık yoluna davette bulunmuşlardır. İnsanları bütün küfürlerden,
sapıklıklardan ve zulmetlerden mutlak nura ulaştırmaya çalışmışlardır.
Siz gençler bu yolda yürümelisiniz ki Peygamber-i Ekrem’in ve İmam
Sadık (a.s) mektebinin gerçek takipçileri olabilesiniz.2
***
Sizler elbette ki Kur’an-ı Kerim’in ilk suresini hemen hemen her gün
okumaktasınız ki; “elhemdulillahi rabbil alemin” yani “övgü alemlerin rabbi
Allah’a mahsustur.” Burada gelen rabb kelimesiyle terbiye ilkesine işaret
edilmiştir. Ona böylece dikkat edelim ki rububiyet ve terbiyenin en yüce
makamı, Allah Tebarek ve Teala’ya mahsustur. Ardından da de bu
makam peygambere ve bunlar sayesinde de diğer bir çok insanlara
yansımaktadır.
Bu ayette “Allah” kelimesinden sonra her sıfattan önce rabb’il alemin
“alemlerin eğiticisi” olduğu sıfatının zikredilmesi eğitimin ehemmiyetini
bildirmektedir. Bu surede yine şöyle okuyoruz “ihdınassırat’el müstakim”
“bizi sırat’el mustakime hidayet eyle “ bundan da, terbiyenin gayesinin sıratıl
mustakim’de hareket etmek olduğu anlaşılıyor sırat’el müstakimin en sonu
mutlak kemaldir (Allah).
1
İmam Humeyni’nin 24, 12, 1980 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam,
c. 13, s. 432-433
2
İmam Humeyni’nin 22, 1, 1981 yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c. 14, s.1-2
190
Ve bizden peygamberin terbiyesi altında ve evliyaullahın talim ve
terbiyesi altına girmemiz isteniyor ta ki onlar bize önder olsunlar sıratıl
müstakimde.. Ve her gün Allah Tebarek ve Teala’ya yalvaralım ki, bizleri
hidayet etsin elbette ki sırat’el müstakim’e. Sağ veya sol değil “gazaba
uğramışların” ve “delalette olanların” yoluna değil
Bizler her zaman şu manayı göz önünde bulundurmalıyız ki, eğer
bizler kendi başımıza buyruk ve eğitimsiz bir şekilde büyürsek, en kötü ve
alçak bir varlık haline geliriz ve eğer gerçek bir terbiye altına girip, sırat’el
müstakimde şaşmadan yürürsek, öyle bir makama ereriz ki, şu anda onu
tasavvur etmekten bile aciziz. O yer ki azamet denizidir, derya-i
kibriyadır...1
***
Alemin başlangıcından şimdiye kadar bütün peygamberler bu insanı
eğri yoldan ve batıl yollardan insanlığın dosdoğru yoluna hidayet
etmek için gelmişlerdir. Bu doğru yolun bir ucu burada diğer ucu ise
Allah nezdindedir.2
***
Eğer sizler İslam yolu olan ve günde kaç defa namazda “bizleri
dosdoğru yola hidayet et” diye talep ettiğiniz hidayet yoluna girecek
olursanız şüphesiz hedefinize ulaşırsınız. Önemli olan insanın kat
etmesi gereken yola koyulmasıdır. Yolu bulmak zordur ama yolu
bulduktan sonra o yolu kat etmek kolaydır. Çölde kaybolan sürekli o
tarafa bu tarafa koşturan ve bu haliyle hiçbir zaman hedefe ulaşması
dahi düşünülmeyen bir insan doğru yolda karar kıldığı taktirde hemen
hedefine ulaşır. Bu maddi seyir ve hareketlerde olduğu gibi manevi
hareketlerde de böyledir.3
***
Cenneti sizin amelleriniz bayındır kılmakta ve cehennemi de sizin
amelleriniz yakmaktadır. Biz şu anda bir sırat üzerindeyiz. Sıratın bir
1
İmam’ın (r.a) 26, 8, 1982 tarihinde yaptığı konuşması Sahife-i İmam c.14, s.
153-154
2
İmam’ın (r.a) 2, 8, 1981 yılında yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c. 15, s. 69
3
İmam’ın (r.a) 25, 12, 1982 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c. 17,
s. 174
191
tarafı dünya diğer tarafı ise ahirettir. Biz şu anda sırat üzerinde hareket
etmekteyiz. Bu perde kenara itildiği zaman cehennemin metni olan
cehennem sıratı ortaya çıkar. Bu sıratın etrafı ateşle kaplıdır. Bu sırat
ateşin ortasından geçmektedir ve oradan bizim geçmemiz gerekir.
Dünya da böyledir. Ateşten ibaret olan fesat her yeri kaplamıştır. Bu
fesattan geçip gitmemiz gerekir. Salim bir şekilde burayı kat etmemiz
gerekir. Peygamberler de buradan geçmektedirler. “Geçtiğimiz zaman
o sönük idi”
Onlar için ateş sönmektedir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s) için burada
ateş sönük idi, soğuk idi. Onların ateşi sönüktür. Müminler de esenlik
ile geçmektedirler. Ateş sönük değil ama ateş onlara zarar
vermemektedir. Bu dünyanın bir yansımasıdır, başka bir şey değildir.
Burada olan şeyden ibarettir. O alemde vaki olan her şey bu alemde
var olanların bir yansımasıdır. Şu anda biz sıratta bulunmaktayız. Şu
anda sırat cehennemin metni üzere kuruludur. Şu anda sırat büyük
peygamberler ve büyük veliler için sönük durumdadır, cehennem
sönüktür; sadece salim müminler için. Başkalarını ise çepeçevre
sarmıştır. “Şüphesiz cehennem kafirleri ihata etmiştir.”1
Cehennem şu anda ihata etmiştir yoksa “ileride ihata edecektir”
anlamında değildir. Ama bir şu anda idrak edemiyoruz, gözlerimiz şu
anda kapalıdır. O örtülüdür ama bu perde kalkınca cehennem ehli olan
kimse cehennemde olduğunu görür. Örtü ortadan kalktığı zaman
cennet ehli olan kimse de cennette olduğunu görür. Berzah da bu
kimse için cennettir. Berzah diğer taraf için ise cehennemdir: “Kabir
ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir
bahçedir.”2
Burada iş bitince bambaşka bir sayfa açılmaktadır. O sayfa
açıldığında artık iş işten geçmiş olacaktır. Biz bugün kendi kendimizi
düşünmek zorundayız.3
***
1
Ankebut/54
Bihar’ul Envar, c. 6, s. 214, Kitab’ul Adl vel Me’ad Bab-u Ahval’il Berzeh vel
Kabr ve Azabihi ve Sualihi, 1. hadis ve aynı cilt, s. 205, 208, 218, 257 ve 267
3
İmam’ın (r.a) 1, 7, 1984 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c. 18, s.
502
2
192
Sırat-ı mustakim olan şey, Allah Tebareke ve Teala’nın istediği
şekilde amel etmekten ibarettir.1
***
Rivayetlerde yer alan ve kıldan daha ince ve geceden daha gizlidir.
Rivayetlerde de yer aldığına göre cehennemin metninden (üzerinden)
geçmektedir, yani bizzat ateşin içinden geçmektedir. Ateş onu ihata
etmiştir. Ateşin yukarısından geçiyor anlamında değildir. Oradan
geçmemiz gerekir. Bu dünyada burası sırattır. Sonsuza dek bir sırattır,
bu suret o alemde bir gösteri şeklinde ortaya çıkacaktır. Yürüdüğünüz
bu yolun müstakim olmasına teveccüh ediniz, yürüdüğünüz yol sırat-ı
müstakim olmalıdır.2
***
“Dünya ve dünyanın içinde var olan her şey bir cehennemdir ki batını
seyir sonunda zahir olmaktadır. Dünyanın maverası ise sonuna kadar cennet mertebeleridir ki seyir sonunda ve tabiatın uyuşturuculuğundan
kurtulduktan sonra insan için zahir olur. Ben ve sizler hepimiz ya
cehennemin derinliğine ya da cennete ve mele-i alaya doğru hareket
etmekteyiz.
Bir hadiste geçmektedir; günün birinde Peygamber-i Azam (s.a.a)
sahabeleriyle oturmuş sohbet ediyorlarken aniden korkunç bir ses
duyuldu. “bu ses neydi?” Diye sorulunca hazret şöyle buyurdu: “Cehennemin
kenarından bir taş düştü ve tam yetmiş yıldan bu yana cehennemin dibine daha yeni
vardı.” Gönül ehli kimseler de, “O anda 70 yaşında olan bir kâfirin öldüğünü ve
cehennemin dibini boyladığını duyduk” diyorlardı. Bizler hepimiz sırat
üzerindeyiz ve sırat ise cehennemin üzerinden geçmektedir. Batının ne
olduğu o âlemde zahir olacaktır, burada da, bu alemde de her insanın
kendine mahsus bir sıratı vardır. Ve daima seyir halindedir. Ya sırat’el
müstakim üzerindedir, cennete ve ondan daha yücelere çıkmaktadır ya da
sağ veya sola sapmıştır ki ikisinin de sonu cehenneme varmaktadır. Bizler,
Allah Teala’dan sırat-ı müstakimi arzu ve ümit etmekteyiz; “bizleri dosdoğru
yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna, üzerlerine gazab ettiğin
1
İmam’ın (r.a) 30, 7, 1985 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c. 19, s.
327
2
İmam’ın (r.a) 4, 9, 1985 tarihinde yaptığı konuşmadan. Sahife-i İmam, c. 19, s.
377
193
kimselerin yoluna (ki bu bir yöne sapmaktır) ve sapıkların yoluna (ki bu da başka
bir yöne sapmaktır) değil.” Bu hakikatler mahşerde açıkça ortaya çıkacaktır.
İncelik, keskinlik ve zulmet açısından tavsif edilerek nakledilen
cehennemin üzerinden geçen sırat, bu cihandaki sırat’ul müstakimin batınıdır. Ne kadar ince ve zulmani bir yoldur! Ve biz geri kalmışlar için
ondan geçmek ne kadar da sorun ve zordur. Ama hiç bir sapmaya
uğramadan bu yolu kat edenler ise “üzerinden geçtiğimizde cehennem sönük idi”
diyorlar. Herkesin bu sırattan hayattayken gerçekleştirdiği seyri miktarınca
o alemde işte bu seyir tecessüm edecek, yansıyacaktır.
Şeytanın yalancı ümit ve gururlarını kenara bırak kendi amellerim ıslah
etmeye ve kendini tehzib ve tezkiye etmeye çalış ki göç oldukça yakındır.
Gafil olduğun takdirde geçen hergün karşısında geç kalmışsın demektir.
Sen niye hazırlanmıyorsun diye itiraz etme,”sen denilene bak, diyene değil”
Ben her ne isem kendimeyim. Diğerleri de öyle, herkesin cennet ve
cehennemi kendi amellerinin neticesidir. Neyi ektiysek onu biçeceğiz,
insanın fıtrat ve yaratılışı istikamet, doğruluk ve güzellik üzeredir. Hayrı
sevmek insanın mayasında ve fıtratında vardır. Ama biz kendimizi bu
fıtratı sapmaya sürüklemekte, bizzat kendimiz hicablar germekte ve kendi
ağzımızı kendi ellerimizle örtmekteyiz.
“Bu sıratta olan aşıkların hepsi
Hayat çeşmesii! arıyorlar hepsi
Hakkı isterler ama kendileri onu bilmezler.
Suda Fırat'ın peşindedirler hepsi”1
1
Sahife-i İmam, c.18, s.. 448-450, İmam’ın Fatıma Tabatabai’ye mektubu (26, 5,
1984)
194
“Gayr’il Mağzubi Aleyhim Vel’ed Daallin” Ayetinin
Tefsiri
Bu tarafı görüp öbür tarafı göremeyen kimseler nakıs kimselerdir.
“bizleri doğru yola hidayet et; gazaba uğrayanların ve sapıkların
yoluna değil”. Bir rivayette de yer aldığına göre (doğru olup
olmadığını bilmiyorum) gazaba uğramışlardan kasıt Yahudiler ve
sapmışlardan kasıt ise Hıristiyanlardır.1 Her ne kadar onaylayamasam
da başkalarından nakledildiği üzere bir rivayette Allah Resulü (s.a.a)
şöyle buyurmuştur: “Kardeşim Musa’nın sağ gözü görmüyordu,
kardeşim İsa’nın ise sol gözü görmüyordu, ben ise iki göze sahibim.”
Bu rivayeti tevil etmek isteyen kimseler şöyle diyorlar: “ Tevrat
daha çok maddi, siyasi ve dünyevi işlere matuf olan bir kitaptı.
Gördüğünüz gibi Yahudiler de iki elle dünyaya sarılmışlar ve dünyayı
ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Amerika’yı da onlar talan
etmektedirler. İran’ı da şu anda onlar yemektedirler, ama yine de
doymamaktadırlar. Her yeri ve herkesi yiyorlar. İsa’nın kitabı ise daha
çok maneviyata ve ruhaniyete yönelik bir kitaptı. Bu açıdan da tabiat
tarafı olan sol tarafı görmüyordu.
Elbette ben bu tabirin Peygamber’den (s.a.a) bu şekliyle çıktığını
söyleyemem; ama böyle söylediğini nakletmişlerdir. Yani tabiattan
ibaret olan sol cihete hiç teveccüh etmemiştir veya az teveccüh
etmiştir. Hz. Musa ise tabiatı gereği maddiyata daha fazla teveccüh
etmiştir “ama ben iki göze sahibim” yani hem manevi cihetlere ve hem
maddi cihetlere. Gördüğünüz ahkam ve hükümler de bunun en açık
kanıtı ve şahididir. İslam’ın hem manevi hükümleri vardır hem de bir
çok siyasi hükümleri vardır.”2
1
Mecme’ul Beyan, c. 1, s. 30, mezkur ayetin tefsirinde
İmam’ın (r.a) 28, 9, 1977 tarihindeki konuşmasından. Sahife-i İmam, c. 3, s.
226-227
2
195
Kaynakça












196
Kırk Hadis, 77
Usul-i Kafi, 16, 53, 69, 78, 236
İnşa’ud Devair, 37, 38
Te’vilat’ul Kur’an, (Te’vil’ul Ayat) 94
Tevhid, 7, 69
Tevrat, 255
Risale-i Urvet’ul Vuska, 80
Şerh-i Kayseri Ber Fusus’ul Hikem-i İbn-i Arabi, 217
Mecme’ul Beyan, 88, 95
Mefatih’ul Cinan, 151
Menazil’us Sairin, 116
Nehc’ul Belağa, 151
Bibliyografi
 Adab’us Selat, İmam Humeyni (R.A) İmam Humeyni’nin
Eserlerini Düzenleme Ve Yayımlama Kurumu, H.K 1370
 İsbat’ul Hidat Bi’n Nusus Ve’l Mu’cizat, Muhammed B. Hasan
Hurrul Amili, Kum Dar’ul Kutub’ul İslamiyye
 Kırk Hadis, İmam Humeyni, İmam Humeyni’nin Eserlerini
Düzenleme Ve Yayımlama Kurumu, H.Ş 1371
 Esrar’ul Hikem, Hacı Molla Hadi Sebzevari, Kitabfurişiyi
İslamiye, H.Ş 1362
 Esrar’us Selat, Mirza Cevad Meliki Tebrizi, İntişarat’i
Ferhumend, Tahran, H. K 1391
 Esfar’ul Erbein, Sadr’uddin Muhammed Şirazi, Mektebet’ul
Mustefevi, Kum, Usul-i Kafi, Muhammed B. Ya’kub, Kuleyni,
Dar’ulkutub’ulislamiyye, Tahran, H. K. 1388
 İkbal’ul A’mal, Seyyid Ali B. Tavus, Taş Baskısı, H. K 1312
 Emsal Ve Hikem, Ali Ekber Dehhuda, Emir Kebir Tahran, H.
Ş. 1375
 İnşa’ud Devair, Muhyiddin B.Arabi, Teb’i Fi Medineti
Leydun’il Merus, Beril Matbaası, H. K. 1339
 Bihar’ul Envar, Muhammed Bakır Meclisi, Muesseset’ul Vefa,
Beyrut
 El-Burhan Fi Tefsir’il Kur’an, Seyyid Haşim Behrani,
İsmailiyan, Kum
 Besair’ud Derecat, Muhammed B. Hasan Sefar, Menşurat’ul
a’lemi,Tahran, H. K. 1362
 Et-Tibyan Fi Tefsir’il Kur’an, Muhammed B. Hasan Tusi, DarU İhya’ut Turas’il Arabi, Beyrut
 Tefsir’us Safi, Molla Hasan Feyz’i Kaşani, Muesseset’ul
a’lemi, Beyrut
 Tefsir’ul Ayyaşi, Muhammed B. Mes’ud Ayyaşi, Muesseset’ul
a’lemi, Beyrut, H. K. 1411
 Tefsir’ul Kebir, İmam Fahr’ur Razi, Dar’ul Fikr, Beyrut
 Tefsir-i Nur’us Sakaleyn, Abdu’l Ali b. Arusi Huveyri, Tashih
Ve Ta’lik Seyyid Haşim Resuli Mehellati, El-Matbaat’ul İlmiyye Kum
197
 Et-Tevhid, Muhammed B. Ali Çala’libin Babeveyh, Defter-i
İntişarat-ı İslami, Kum, H.Ş. 1361
 Camil’ul Ahbar, Şeyh Tacud’din Muhammed B. Muhammed
Şeiri, Mektebet’ul Haydariye, Necef, H.K. 1385
 Cami’uş Şevahid, Muhammed Bakır Şerif Erdekani, Kitab
Furuşi-Yi Sekafi, İsfahan
 El-Cami’us Seğir Fi Ehadis’ul Beşir’un Nezir, Celaluddin
Abdurrahman Suyuti, Kahire, H.K. 1373
 El-Hilaf, Muhammed B. Hasan Tusi, İntişarati İsmailiyan,
Kum
 Ed-Durr’ul Mensur Fi Tefsir’i Bi’l Me’sur, Celaluddin
Abdurrahman Suyuti, Kitabhane-i Ayetullah’il Uzma, Necefi-i Meraşi,
Kum, H. K. 1404
 Divan-i Ebu’l Atahiyye, Tahkik, Dr. Şukri Feysal, Mektebet’ud
Dar’ul Melıh Dimeşk
 Risale-i Urvert’ul Vuska, Şeyh Bahaiddin Amili, Taş Basımı
Hacı Şeyh Ahmed Şirazi’nin Çabaları İle, H. K. 1321
 Siret’ul Helbiye, Ali Bin Burhanudiin Halebi, Dar’ul Marifet,
Beyrut
 Şerh’il İşarat Ve Tenbihat, Hacı Nesiruddin Tusi, Dar’ul
Mearif, Kahire
 Şerh-i Ala Mieti Kelime, İbni Meysem Behrani, İntişarati
İslami, Kum
 Şerh-i Fusus’il Hikem, Mahmut Bin Davud-i Kayseri, İntişarati
Ferhumend, Tahran, H. K. 1391
 Şerh-i Gulşen-i Raz, Muhammed Lahici, Kitabfuruşi Mahmudi,
Tahran
 Şerh-i Muhtasar Menzume, Şehid Murtaza Mutahari, İntişarati
Hikmet, H. K. 1361
 Şerh-i Menzume, Molla Hadi Sebzevari, Çap-i Nasiri
 Şerh-i Menazil’is Sairin, Molla Abdurrazzak Kaşani, İntişarati
Hamedi, Tahran
 Şevahid’ir Rebubiye, Sadr’ul Mute’ellihin, Seyyid Celaliddin
Aştiyani’nin Tashihiyle, Merkez-i Neşr-i Daneşgahi, Tahran
 Sahih-i Muslim, Muslim Bin Haccac-i Neyşaburi, Dar’ul Fikr,
Beyrut, H. K. 1412
198
 Sahife-i Seccadiye, (İmam Seccad’ın -a.s- Duaları), İntişarati
Huseyniye-i İrşad, Tahran
 Urvet’ul Vuska, Seyyid Muhammed Kazım Yezdi, Mekteb-i
Vukela-i İmam Humeyni, Beyrut, H. K. 1385
 İlel’uş Şerayi’, Muhammed Bin Ali Bin Babviye (Sadduk),
Mektebet’ul Heyderiye, Necef, H. K. 1385
 İlm’ul Yakin, Molla Muhsin Feyz-i Kaşani, İntişarati Bidar,
Kum, H. K. 1385
 Avali’el Le’ali, İbni Ebi Cumhur Ehsayi, Matbaat-i Seyyid’iş
Şuheda, Kum, H. K. 1403
 Uyun-i Ahbar’ir Rıza (a.s), Muhammed Bin Ali Bin Babviye,
(Tashih: Seyyid Mehdi Huseyni), İntişarati Cehan, Tahran
 Gurer’ul Hikem Ve Durer’ul Kelem, Abdulvahid Amedi,
Daneşgahi Tahran, H. K. 1366
 Futuhat’il Mekkiye, Mehiyiddin Arabi, Araştırma: Osman
Yahya, Heyet’il Mısrayy’el Ame Lil-Kitab, H. K. 1410
 Furu’i Kafi, Muhammed Bin Yakub-i Kuleyni, Dar’ul Kutub’ul
İslamiyye, Tahran, H. Ş. 1367
 Fellah’is Sail, Seyyid Ali Bin Tavus, Defter-i Tebligat-i İslami,
Kum
 El-Kişaf, Mahmud Bin Ömer Zemohşeri, Dar’ul Fikr
 Kelemet-i Meknune, Feyz-i Kaşani, (Tashih Ve Ta’lik:
Azizullah Atarodi Kuçani), İntişarati Ferahani, Tahran, H. Ş. 1360
 Mecme’ul Beyan Fi Tefsir-i Kur’an, Fezl Bin Hasan Tebersi,
Kitabhane-i Ayetullah’ul Uzma Mer’eşi Necefi, Kum, H. K. 1403
 El-Mehasin, Ahmed Bin Halid’il Berki, Dar’ul Kutub’ul
İslamiyye, Kum
 Muhcet’ul Beyza Fi Tehzib’il Ehya, Feyz-i Kaşani, Defter-i
İntişarati İslami, Kum
 Mer’at’ul Ukul Fi Şerh-i Ahbar-i Al’ir Resul, Molla
Muhammed Bakır Meclisi, Tashih: Seyyid Haşim Resuli, Dar’ul
Kutub’ul İslamiyye, Tahran, H. Ş. 1363
 Mirsad’ul İbad Min’el Mebde’ İlel Me’ad, Şeyh Necmeddin
Razi, Ketabhane-i Senayi, Tahran, H. Ş. 1363
 Mustedrek’ul Vesail, Mirza Hüseyin Nuri, Muesseset’ul Alul
Beyt (a.s), Kum, H. K. 1407
199
 Mustemsik’il Urvet’il Vuska, Seyyid Muhsin-i Hekim, Dar’ul
Kutub’ul İlmiye, Kum, H. K. 1389
 Meşariki Envar’il Yakin Fi Esrar-i Emir’el Müminin, Hafız
Receb Beresi, Muesseset’ul e’lemi, Beyrut
 Mesari’il Mesari’, Hacı Nesiruddin Tusi, Mektebeti Ayetullah
Mer’eşi, Kum, H. K. 1405 / H. Ş. 1364
 Misbah’uş Şeri’e, İmam Sadık’a (a.s) Mensup, Merkez-i
Neşr’il Kitab, Tahran, H. K. 1379
 Misbah’ul Muctehid Ve Silah’ul Mutaabbid, Muhammed Bin
Hasan Tusi, Taş Basımı
 Misbah’ul Hidaye Ve Miftah’ul Kifaye, İzzuddin Muhammed
Bin Ali Kaşani, Çaphane-i Meclisi Şura-i Milli
 Me’aniy’el Ehbar, Muhammed Bin Ali Bin Babviye, Defter-i
İntişarat-i İslami, Kum, H.Ş. 1361
 Mukaddeme-i Kayseri, Mahmud Bin Davud Kayseri, Taş
Baskısı
 Men La Yahzuruh’ul-Fakih, Muhammed Bin Ali Bin Babviye,
Dar-i Sab Ve Dar’ut Tearuf, Beyrut, H.K. 1401
 El-Mizan Fi Tefsir-i Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabayi,
Muesseset’ul e’lemi, Beyrut
 Name-i Daneşvaran, Nasiri, Kacar Dönemindeki Bir Takım
Alimler Ve Bilginlerden, Dar’ul Fikr, Kum, İkinci Baskı
 Nakd’un Nusus, Abdurrahman Bin Ahmed Cami, Tashih:
William Chitik, Encumen-i Felsefe-i İran, H. K. 1398
 Nehc’ul Belağa, Telif-i Seyyid Rezi, Tercüme: Feyz’ul İslam
 El-Vafi, Molla Mohsen Feyz-i Kaşani, Mektebet-u Emir’ul
Muminin, Isfahan, H. K. 1406
 Vesail’iş Şia, Muhammed Bin Hasan Hur’ul Amili, Dar’ul
İyha’it Turas’ul Arabi, Beyrut, H. K. 1391
 Yenabi’el Meveddeh, Hace Kelan-i Kenduzi, Muesseset’ul
e’lemi, Beyrut
200
İçindekiler
Yayımcının Notu ............................................................................................ 10
Birinci Bölüm.................................................................................................. 11
Hamd Suresinin Tefsiri .................................................................................. 11
(Sırru’s Salât Kitabından)............................................................................... 11
Hamd Suresindeki Bazı Sırlara Kısa Bir İşaret .............................................. 13
Vasl ............................................................................................................... 16
İkinci Bölüm ................................................................................................... 21
Hamd Suresinin Tefsiri .................................................................................. 21
(Adab’us Salat Kitabından) ............................................................................ 21
Mübarek Hamd Suresinin Kısaca Bir Tefsiri .................................................. 23
İrfani İnceleme ............................................................................................... 30
Araştırma ve Sonuç ....................................................................................... 31
Rivayet ve İnceleme ...................................................................................... 37
Sonuç ............................................................................................................ 39
Uyarı .............................................................................................................. 43
Bir Başka Uyarı.............................................................................................. 45
İmanî İkaz ...................................................................................................... 48
Felsefi Araştırma ........................................................................................... 53
Arş ile İlgili İlham ............................................................................................ 56
İrfani Tenbih................................................................................................... 57
Edebi Tembih ................................................................................................ 58
İşrakî Uyarı .................................................................................................... 61
İrfani Bir Araştırma ......................................................................................... 62
Bir Uyarı ve Bir Nükte .................................................................................... 63
İrfani Bir Fayda .............................................................................................. 64
İmanî Bir Uyarı............................................................................................... 65
Fıkhi Bir İlke ................................................................................................... 66
Bir Fayda ....................................................................................................... 67
Nursal Bir Uyarı ve İrfanî Bir Nur ................................................................... 71
İmani Bir Uyarı! .............................................................................................. 72
İrfani Bir Uyarı................................................................................................ 75
Meseleyi Kavratmak İçin Bir Söz Nakli .......................................................... 77
Son ................................................................................................................ 79
201
Son ve Tamamlayıcı Bilgi .............................................................................. 81
Üçüncü Bölüm ............................................................................................... 85
Hamd Suresi İle İlgili Tefsir Dersleri ............................................................... 85
Birinci Ders .................................................................................................... 87
Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınırım .......................................................... 87
Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınırım .......................................................... 89
İkinci Oturum ............................................................................................... 102
Üçüncü Oturum ........................................................................................... 115
Dördüncü Oturum ........................................................................................ 132
Beşinci Oturum ............................................................................................ 145
Dördüncü Bölüm .......................................................................................... 157
İmam’ın Diğer Eserlerinde ........................................................................... 157
Hamd Suresi İle İlgili Açıklamaları ............................................................... 157
Hamd Suresinin Fazileti ve Ehemmiyeti ...................................................... 159
Besmelenin Tefsiri ....................................................................................... 161
“Er-Rahman’ir-Rahim” Ayetinin Tefsiri ......................................................... 167
“Maliki Yevmiddin” Ayetinin Tefsiri ............................................................... 176
“İyyake Ne’budu ve İyyake Nestein” Ayetinin Tefsiri .................................... 178
“Gayr’il Mağzubi Aleyhim Vel’ed Daallin” Ayetinin Tefsiri ............................. 195
Kaynakça ..................................................................................................... 196
Bibliyografi ................................................................................................... 197
202

Benzer belgeler