Dergi edebiyatı

Transkript

Dergi edebiyatı
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
3
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Yazı İşleri
KEMAL BATMAZ
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Doç. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M. Naci ONUR
Uzm.Necati KANTER
Ömer KAZAZOĞLU
A. Faruk GÜLER
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 70 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
59
S AY I
Yıl : 15/2014
Nazım Payam
Dergi edebiyatı
6
Yavuz Bülent Bâkiler
Dilekçe
7
41
Yeni Fırat dergisi
42
Osman Gökhan
Ne için ...
43
Serdar Arslan
Genç şairin imtihanı
Mahmut Bahar
Nurettin Durman El falı -ya da- mesafe
Hayat devam ederken
8
Ömer Kazazoğlu
Ortaçağ geçiyor...
9
A. Vahap Akbaş
Zamansız kandil
10
Fulya Bayraktar
röp. Bizim Külliye
18
Enver Ercan
röp. Taner Namlı
21
Nâzım H. Polat
Edebiyat açısından süreli
yayınlar
24
Ali Çolak
Her dergi, bir taze haber
26
Vefa Taşdelen
Yazıların Cumhuriyeti
31
Cafer Gariper
Edebiyat dergiciliği ve
üniversite serüveni
34
Mehmet Aycı
Eşik ağrısı
44
M. Naci Onur
71
72
74
Şerif Fatih Akkağıt
Kuyuya mahkûm sular
75
Muhsin İlyas Subaşı
Dergiler fikrin
mezarlığı
olmamalıdır
İsmail Kemal Durhan
Markiz'e ağıt
49
İsmail Bingöl
Sevda masalı
52
Şerif Aydemir
röp. Mehmet Nuri Yardım
Mehmet Kurtoğlu
Şehir dergileri
Levent Bayraktar
Değerler buhranı
karşısında Mehmet
Âkif
56
76
77
81
Savaş Ekici
Azerbaycan ve Harput...
85
Nurlan Şerimbekov
Yahya Akengin Ak karlı, gök buzullu yayla
Sarıkamış Şehitlerine
57
Yahya Akengin
Duygulandırmak
düşündürmektir
59
Rüstem Budak
İnsanın yeniden keşfi
Köksal Alver
için...
Dergi: Ocak ve odak
36
70
Seval Koçoğlu
Standarttan
sapmanın manzum
hikâyesi
63
Mahir Adıbeş
Taner Tatar
Ufka bakan ve ufukta Bütün zamanların en
beliren kelimeler
iyisi...
87
Nazım Payam
Kayıp dervişin
defterinden II
90
Nâzım H. Polat
Harput'tan sesler
93
Kemal Batmaz
kitap-vitrin
95
Aydın Karabulut
2013 yılının yazar ve fikir
adamı...
Muhterem Okurlar,
Ülkelerin edebî ve kültürel birikimini, sanat
hassasiyetini, sanatçıların beslendiği unsurları en
fazla edebiyat dergilerinde görürüz. Çünkü orada geneli yansıtan bir seviye ve yeni üretimler için ‘anlamı
çoğaltıp zenginleştirecek bir varlık alanı’ vardır.
Elbette edebiyatçılar edebiyat dergilerinde kendi
beğenisini ve bakışını öne çıkarlar.
Edebiyat dergileri, edebiyatçısını da okurunu da seçiciliğe, seçkinciliğe özendirir; mensuplarını ayrıcalıklı
kılma gayretindedirler. Bu gayretin öncelediği; sanata
namzetlerin, sanatçıların özgüven üslubudur. Üslup
ise anlatmadan çok anlama dilinin inceliklerine dayanır. En derin mevzular dahi güzellik duygusunu geliştirme kaygısıyla taşınır. Ötesi zamana bırakılır. Tek sayı
dahi yayınlanan bir derginin sonrakilere halka oluşu
bundandır.
Gelecek sayımızın dosya konusu tarih- edebiyat
ilişkisi. Ancak konumuzu “edebiyatın tarihleşmesi, tarihin edebiyatlaşması” bağlamında ele almayı düşünüyoruz.
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet
olunuz.
Bizim Külliye
2
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Dergi edebiyatı
NAZIM PAYAM
E
debiyat namzetlerinin çıraklığı dergilerde başlar. Kalabalığın akşam gölgesinden
sıyrılarak ‘O Belde’ arayışını sürdüreceklere ruhsat,
dergilerde verilir. Gökyüzünden habersiz uçurtma
uçurana meydan, ‘Diriliş’ okuntusu sunacağa
kürsüsü dergilerdir. “…ayçiçeğinin gıda ve hayat
alabilmek için güneşe dönmesi gibi” memlekete dönmek isteyenin referansı oradadır. Hâliyle
okuryazarlığa eğilimliler de kendilerine en uygun duygudaşı o mahfilde bulurlar.
Yine bizlere doyumsuz hazlar bahşederek yitip gitmiş kadim dostları; Yunusları, Fuzulileri,
Bakileri, Galipleri çağdaşımızmış gibi aramızda dolaştıran kültür-sanat dergileridir. Yeniye
yakınlık duygusunu da orada paylaşırız. Yaşımız ilerlemiş, seçiciliğimiz tecrübeyle pekişmiş
olsun, muhtemeldir ki herhangi bir dergide görücüye çıkmamış edebiyatçıyı, kabulümüz hayli
zahmetlidir. Evvelinden tanışıklığımız yoksa
elbette tereddütle yaklaşırız ona.
Taze ekmek kokusu aç insanı nasıl fırına
çekiyorsa edebiyatçıyı, edebiyatseveri dergi-
Dergi edebiyatı,
edebî türünün
inceliklerinde tercihi
olan, eleştiriye açık
nitelikli edebiyatıdır.
Dergide edebiyatçının
cevherini gösteren
pusula, ara yönlerin
varlığını da işaret
eder. Orada kalemler
çekilir; duygu
ve düşünceler
okurlarıyla buluşur,
muhataplarına
ulaşır. Hikâye, şiir,
deneme ve fikir,
eleştirmenleriyle yüz
yüze gelir.
3
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
"...bazı dergiler iyi okur gibidir, elli yıl, yüz yıl, bin yıl evvel
yaşamış bir kısım edebiyatçıya yaşını, eserinin yayımladığı
yılda bıraktırır. Onu, her saat, her hafta, her ay kendisinde
uyandırdığı merakla, hayretle tazeler. Akrabalık bağı
kurduğu yazarlar tarafından bir payanda olarak ondan
bahsedilmesini bekler. Bazen bu da yetmez."
ler çeker. Benimsediğimiz, aynı hizada görünmek istediğimiz dergi, naif düşlerimizin
koruyuculuğunu üstlenmekle kalmaz, metinleriyle hakikati algılayışımıza durmaksızın dokunur. Kuşkusuz bu, genleşmemiz için bir kolaylık, dillendiremediğimiz arzulara ferahlıktır.
Erbabı bilir; dergiye bir metin hazırlamak,
dergiden edebiyatçı olmak her kalem için ayrıcalıktır. Herhangi bir dergide konuşlanmış kalemin şahsına mahsus bir kitapçığı yoktur belki,
ama dergisi var. İşte, Yahya Kemal! Bilmem, bir
başka örneğe lüzum var mı? Dergiden çıkmış
edebiyatçı, bilinen bir hülyanın mensubu ve korodan biridir. ‘Mektepten memlekete’ dönendir.
Gelecek nesiller için acı çeken, hesaplaşan, yüzleşen, sanatıyla sıradanlığın dışına çıkarak ebediyete sesini tanıklayandır.
Dergilerimiz doğallığıyla geçmişin ve şimdinin binbir baharını koynunda saklar. Anakent
edebiyatçılarının değişik söyleyiş ve biçim kaygıları olabilir fakat iklimlerini anlayacak nesle
ulaşmaları, onları kendilerine aşina bulmaları, beslenmeleri Anadolu dergilerinde yer yurt
edinmeleriyle mümkündür. Çünkü Anadolu
dergilerinin gönderinde dalgalanan tarihin soyut ve somutları, ben”i, “biz”e devşirmeye meyyal yeniyle uzlaşma yanlısıdır. Sanırım Faruk
Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirinde vurguladığı
temanın bir kısmı da şu minvaldeydi: Eli kalem
tutanların, okurlarına okurlardan biri olduğunu
hissettirmesi.
Evet, toplumun ve bireyin sancılarına, sırlarına ortak olmak, gönül farlarını onların dertlerine tutmak ve değerleri göz ardı etmeksizin
sözü yatağına salmak “bizden biri” olmaya yeter.
Kalem, böyle genele teşmil olur. Tanıklık böyle
gerçekleşir. Kalem ve tanıklık ancak böyle yeniye alan hazırlar. Nitekim nice edebiyat araştır-
macısı tesadüfen edindiği bir derginin külliyatını değerlendirmek üzere evinde, elinin altında
bulundurmakla övünür. Nice edebiyatsever, ilk
göz ağrısının tozlanmış ciltleri arasında bir dönemin hevesini tuttuğuna inanır. Varsın yıllar
geçsin; şairimiz yaşına başına bakmaksızın hangi niyet ve tereddütlerle dergisiyle buluştuğunu,
o anın yücelten coşkusunu ve hafızasında sakladığı edebiyatçıları anlatadurur.
Dergi edebiyatı, edebî türünün inceliklerinde tercihi olan, eleştiriye açık nitelikli edebiyatıdır. Dergide edebiyatçının cevherini gösteren
pusula, ara yönlerin varlığını da işaret eder. Orada kalemler çekilir; duygu ve düşünceler okurlarıyla buluşur, muhataplarına ulaşır. Hikâye,
şiir, deneme ve fikir, eleştirmenleriyle yüz yüze
gelir. Dergi üzerinden gelen takdir ve tekdirlerin toplamı, sanat adamını iç disipline sevk eder,
daha düzgün, daha özgün olmaya zorlar.
Yahya Akengin, yakın zamanlarda anlatmıştı: “Hisar”da çıkan “Gelinlik” adlı şiirim
yayımlanmış bir ilktir.
1968 yılının yaz aylarıydı. Folklor
Araştırmaları Seminerine katılma talebim
MEB’ce kabul edilmiş, Ankara’ya gelmiştim.
Hisar dergisinde yer almak benim için önemli
bir hedefti. Derginin yayın kurulundan sevdiğim şair İlhan Geçer ile tanışıyor, şiirlerimden
bir demet sunuyorum. Bakıyor, inceliyor görüşlerini belirtiyor.
“Babilo” adını taşıyan şiirimi beğenip ayırdı ve ekledi : “ Marya, Sofiya, Karmela gibi yabancı adlar şiirde moda oldu. Sen bunlara itibar etme…” Oysa benim o şiirimin adı, İlhan
Geçer’in sözünü ettiği özentiden dolayı değil,
özel bir terkipti. Açıkçası, platonik aşkımın ad
ve soyadından oluşturduğum bir çeşit rumuz-
4
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
lesi oluşturduysa bugün de Varlık, Töre,
Dergâh ve Türk
Edebiyatı dergisinin varlığını tescilleyecek uzlaşıyı
güttüğüne inanırım. İçeriğinde,
tasarımında
büt ü ncü l lü ğ ü
gözeten edebiyat dergisi yazar-okur
mevcuduyla bir şahsiyettir.
Zaten bundan dolayı edebiyatçımızı dergisiyle anarız.
Eğitimde “okul” ne
ise edebiyat-sanat dergisinin
toplumdaki işlevi odur. İnsan-ı kâmil toplum
içerisinde nasıl bir sorumlulukla donanmış
ise usta edebiyatçı da öylesine bir sorumluluk
yüklenir. Edebiyatçı için; dikkatleri sosyal sorunlara çeken ve insanı yeni ufuk arayışlarına
yönlendiren mi dersiniz? Kişisel eksikliğinizin,
eksiklerinizin suskunluğunu terennüm eden mi
dersiniz? Yoksa sevdiklerinizi hatırlatan, seveceklerinizi tahayyül ettiren mi? Artık o sizin
ihtiyacınızdan doğanla ilintili bir şey! Önemli
olan sizin edebiyatçınızla olmanızdır.
Hem, bazı dergiler iyi okur gibidir, elli yıl,
yüz yıl, bin yıl evvel yaşamış bir kısım edebiyatçıya yaşını, eserinin yayımladığı yılda bıraktırır. Onu, her saat, her hafta, her ay kendisinde
uyandırdığı merakla, hayretle tazeler. Akrabalık
bağı kurduğu yazarlar tarafından bir payanda
olarak ondan bahsedilmesini bekler. Bazen bu
da yetmez. Edebiyatçısını korosunda bulunanlardan biri ve yaşıtı sayar. İnanç sırlarını, vicdan
sızılarını, gerçeğin engellerini günbegün birlikte eşeleyeceğini umar. Yenileri, yeniliği onunla
inşa etmeye yeltenir. Öyle sanıyorum ki eserini
okurunda (dergilerde) bırakan böylesi edebiyatçılar mutlak bütünü gösteren işaret levhasına
hayattan el etek çekmiş insan-ı kâmilden daha
yakındır.
Bunun açık delili Yunus’tur, Yunus’un mısrasıdır:
“Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası.”■
du. Mahcubiyetim, sevdiğim
bu şair ağabeye
bunu açıklamama
izin
vermemişti.
Konu öylece kapandı. Aradan aylar
geçti. Heyecanlı bir
bekleyiş içindeydim.
Hisar’a girmek benim
için bir barajı aşmak
demekti.
Derken o yılın
Eylül sayısında “Babilo” şiirim “Gelinlik”
adıyla yayınlandı. O zaman
Hisar dergisi bütün orta öğretim okullarına gidiyordu. Eğer “Babilo” ismiyle yayınlanmış olsaydı muhatabına da ulaşacak ve itirafa dönüşmüş olacaktı. Çünkü şiirimin muhatabı da bir
orta öğretim okulunda edebiyat öğretmeniydi.
Bunun böyle olmayışının burukluğu ile Hisar’a
girmiş olmanın sevinci birbirine karışmıştı. Şiirimin yer aldığı sayfada bir de gelinlik figürü
bulunuyordu. Ben o sayfaya baktıkça “Babilo”yu
görmeye başlamıştım. Belki “O”da bunu görüp
anlamış, beni düşünmeye başlamıştır diye de
avunuyordum.
Aradan 25 yıl geçmiş, bir tesadüf “Babilo”
ile bizi karşılaştırmıştı. Pastanede oturup okul
günlerimiz üzerine sohbet ediyorduk. İçimden
“acaba o şiiri okumuş muydu?” diye geçiriyor,
bir ipucu yakalamaya çalışıyordum. Yakalayamamıştım. Belki de öyle görünmek istiyordu.”
1980’de yayınını sonlandıran Hisar’ın geleneğe bağlı yenilik, yaşayan Türkçe ve İkinci
Yeni akımının edebiyat anlayışı karşısında farklı bir seçenek ortaya koymak gibi bir amacı vardı. Bugün bu amaç ortaklığını görmezden gelerek Akengin’i yorumlayabilmek mümkün mü?
Hisar’cı olmak, oradan bir şair sorumluluğu
taşımak her hâlükârda kültüre, sanata, aidiyete
muhabbetin derecesiyle alakalıdır.
Bir edebiyat dergisinin heyecan süresini
uzatması onun entelektüel gayreti ve sanat duyargalarının diriliğiyle mümkündür. Dün, Hisar, Mavi, Büyük Doğu, Diriliş, Papirüs, Mavera dergisi sıkı duygudaşlık ile nasıl bir okur kit5
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
DİLEKÇE
Ben gelince sessiz sedasız gelmem
Nasıl geleceğimi bir ben bilirim.
Bayraklarla donanır bütün meydanlar
Davullarla, zurnalarla çıkıp gelirim.
Konuşursam bir yerde, kulak kesilir herkes
Söze başlar başlamaz, anam tutar elimden
Akrep zehri katmam O’nun helal sütüne
Arı-duru bir Türkçe süzülür hep dilimden.
Ben yazmaya başlayınca çağıldar sular
Akıp gider kelimeler, nur üstüne nur.
Bende şaşar kalırım bismillahlarla
Yüreğim baştanbaşa bir altın kalem olur.
Ben kime sevdalansam bilmeyen kalmaz
Duruşum yürüyüşüm ele verir hep beni
Gider dağlara söylerim sevdamı haykırarak
Sağır sultan bile duyar yüreğimden geçeni.
Ben susunca, susar türkülerimiz
Başucuma kurtlar, kuşlar toplanır
Bir gök gürültüsü, fırtına, şimşek…
Herkes bu velveleyi kıyamet sanır.
Ben gidince, bir tel kopar divan sazından
Size göre arkamdan üç beş yakınım yürür
Yüz bin figan kopar duyamazsınız
Beni yüz bin Fatiha alıp götürür.
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER
6
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
HAYAT DEVAM EDERKEN
Ey benim iki gözüm yaptığın güzel işler
Teberrüken yürünmüş uzun bir yol gibidir
Bunu bilmezse şehir bilen bulunur elbet
Suya bakmak nasılsa öyledir dağın ardı
Yol vardır yolcu vardır yürür menzile doğru.
Etrafa tebessümle isterim bakmak elbet
Bakmak güzeldir çünkü bakmasını bilene
Ne kalacak geriye sesin hızından gayri
İnsan olmak hakeza kardeşlik dünya hali
Neden sular bulanık akıyor ırmaklardan.
Diyelim haydi şöyle baştanbaşa memleket
Güneşlenmeye çıksa baksa yüzüne birden
Görebilir elbette karşısında ne kadar
Ne kadar hüzünlü yüz ne kadar kederi var
Hiç dinmiyor ağrısı yaşıyor hep kahırda.
Haydi, biraz duralım bakalım sağa sola
Sonu nereye çıkar sonunda hangi mevsim
Dağılırsa etrafa kime kalacak hesap
Kim çıkacak ortaya başım gözüm üstüne
Belalardan belayı savacak üzerinden.
NURETTİN DURMAN
7
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ORTA ÇAĞ GEÇİYOR
AYNALARDAN
Şiirden çıkıyor şehir kendi yüküyle
İçerde haz büyüyor dışarıda yol
Sürgün ziyaretler yaşıyor vaktin sultanı
Müjdeler sarayında şafak meclisi
Resimlerde orta çağ
Aynada gül pazarı
Aynadan siliniyor şehir
Gündüzler kırılıyor
Yürek kuşanıyor şiir
Şiirden önce bir Bağdat ölüyor
Gecede su ateşte tebessüm ölüyor
Eriyor ay eriyor gözleri ışığın
Çöle damlıyor kokusu gökyüzünün
Kızlar İsfahan’ı taşa işliyor
Geride Buhara ışıklarla oynuyor
Saklıda insan rüyada nehir
Açıkta anlık serencam
Çağa ateş yakıyor şiir
Şiirde İstanbul kalıyor şiirde hüzün
Çölün eylülü düşüyor güneşe
Taş oynuyor yerinden havada Urfa kokusu
Tarih zencefil tadında ılık
Kralın sol eli ressamın fırçasında
Kuşlar konuyor evlerine Babil’in
Bir yudum çağ bir avuç zehir
Toprakta donmuş renk
Aleve dönüyor şiir
ÖMER KAZAZOĞLU
8
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ZAMANSIZ KANDİL
En deli bir kış
Karanlık yağıyordu zeytin ağacının üstüne
Soğuk soğuk, beyaz beyaz: ölüm gibi
Ölüm gibi
Ağır
En belalı yanıma esiyordu rüzgâr
En kör olmuş yanıma
Karanlık yayılıyordu içime de
Zeytin çatırdıyordu
Çatlıyordum ben / bölünüyordum
Yüreğimin orta yerinden ikiye
İşte sen tam o zaman geldin
Geldin ama yoktun
Yanmışken en nazlı, en güzel ağaç: zeytin
Ve görmüyorken artık yüreğim
Kimi aydınlatacaktı ışığın
A. VAHAP AKBAŞ
9
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
FULYA BAYRAKTAR
ile felsefe, edebiyat ve tasavvuf ilişkileri üzerine
"...kendisini ve evreni düşünen, sorgulayan insan için
duygu yetmez, sorgulamayana duygu
da gerekmez. Kâinatı var kılan o temel
sevgi prensibini kendisinde kavrayarak
ona ve bütün bir kâinata yönelen insan
varlığı bir sevgi ahlakı sergiler."
BİZİM KÜLLİYE
FULYA (AVCI) BAYRAKTAR
1972’de Ankara’da doğdu. 1989’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne girdi. 1993 yılında bu bölümden, Prof. Dr.
Kenan Gürsoy danışmanlığında hazırladığı “Yunus
Emre Düşüncesi Üzerine Felsefî Bir Değerlendirme
Çalışması” adlı tezle, birincilikle mezun oldu. Aynı
Üniversitede Prof. Dr. Kenan Gürsoy danışmanlığında, 1996 yılında “Proclus’un Parmenides Şerhi”
teziyle yüksek lisansını, Prof. Dr. Kenan Gürsoy
ve Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi danışmanlığında,
2004’te “Gabriel Marcel’de Bağlanma” teziyle de
doktorasını tamamladı. 1994-1998 tarihleri arasında
Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Felsefe Bölümünde,
1998-2007 tarihleri arasında Gazi Üniversitesi Gazi
Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim
Dalında araştırma görevlisi olarak çalıştı. Aralık
2007’de aynı Anabilim Dalında yardımcı doçent
oldu. 2012’de felsefe alanında doçent unvanı aldı.
2013’te Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Temel Sanat Bilimleri Bölümü Sanat Bilimleri Anabilim Dalına doçent olarak atandı. Hâlen Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Yardımcısı
ve Temel Sanat Bilimleri Bölümü Başkanı olarak
görev yapmaktadır.
Hocam, söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için
teşekkür ederiz. Siz bir felsefecisiniz, fakat özellikle din felsefesi alanında, tasavvuf- felsefe ilişkileri bağlamında çalışmalarınız var. Bununla
beraber felsefenin sanatla, edebiyatla ilişkisi
üzerine çalışmalarınız var, tasavvufî ve edebî
metinlerde felsefi derinliği inceliyorsunuz, edebîfelsefi denemeler yazıyorsunuz. Bir taraftan
Türkçenin felsefe alanındaki ifade imkânlarını,
edebî alanın ifade biçimleriyle zorluyorsunuz,
diğer taraftan felsefi kavramsallaştırmalarla,
tasavvuf ve edebiyat alanındaki fikrî zenginliği
fark etmemizi sağlamaya çalışıyorsunuz. Edebiyat ve dinî alanla buluşabilen, birleşebilen böyle
bir felsefeye sizi yönelten nedir? Bu alanlar arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?
Güzel tasviriniz için teşekkür ederim. İfade etmiş
olduğunuz bütün bu çalışmaları yapma gayretinde
olduğumu söyleyebilirim, fakat elbette yapabilmiş
değilim. Sadece kendi geleneklerimize ve tefekkür
imkânlarımıza bigâne olmayan bir felsefe tarzının
da olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Ancak bu
çaba da sadece benim kendi çabam değil. Ben,
edebiyatla, sanatla, tasavvufla buluşan bir felsefe
ekolünün içinde yetiştim. Çalışmalarım, böyle bir
10
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Din ve ahiret
kavramları
üzerinden maddi
faydalar sağlamak
da. Hakikat
yolculuğu, şekle
indirgenemeyeceği
gibi, şeklen kendisi
gibi olmayanları
tekfir etmekle
de bağdaşmaz.
İslam, tekfirin,
kinin, nefretin,
tehdidin, gönülleri
birbirinden
uzaklaştırmanın
adı olamaz.
Tefekkürü ve sanatı
yok sayan bir
zihniyetin, İslamla
ilgisi bulunamaz.
Bu nedenle,
bizi Hakikatle,
Hakk’la ve insanla
buluşturacak
bir imkân olarak
görüyoruz
İslamla ve onun
asıl mesajıyla
buluşmayı.
ekolün temsilcisi ve devamı olmak gayretinden
ibarettir. Kadim manevi geleneklerimizin bugün
için söyleyebileceklerini, bugünün tefekkür diliyle
söylemekte olan bir Hocanın talebesiyim. Düşünce, sanat ve inanç geleneklerimizin başında gelen
tasavvuf tefekkürünü, bugün adına yeniden keşfetmek doğrultusunda felsefi yaklaşımla ele alan
Hocam Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un felsefe yapma,
felsefeyle yaşama tarzı benim de kendi adıma tevarüs etmek isteyeceğim bir tarzdır.
Bu bakımdan, isterseniz bu ekolün felsefe tarzından bahsedebilirim, ancak öncelikle sorunuzun ikinci kısmına cevap vermeye çalışayım, yani
edebiyat ve dinî alanla buluşabilen böyle bir felsefeye beni yönelten saikler hususundaki sorunuza.
Bu alanlar arasında nasıl bir ilişki gördüğümü soruyorsunuz, kısaca diyebilirim ki; bilimi, sanatı,
felsefeyi ve dini birbirinden apayrı alanlarmış gibi
düşünmüyorum. Yöntem ve dil farklılıkları olmakla beraber, bütün bu alanlar insanı ilgilendiren, insan için olan alanlardır. İnsanı bir yönüyle
ele almak indirgemeci bir tavır olur. Bu bakımdan,
insanı bilim yapan, sanat eserleri üreten, tefekkür
eden bir bilinçli varlık olarak ele almalıyız ve tabii
bütün bunların beraberinde inançları olan, bağlılıkları olan bir varlık olduğunu da unutmamalıyız. Burada inancı yalnız dinî inanç anlamında
kullanmıyorum, epistemik olarak inançtan söz
ediyorum. Her türlü ontolojik tavır bir inanç konusudur çünkü. Bu bağlamda inançtan ayrı düşünülen bir felsefenin de, sanattan ayrı düşünülen
bir felsefenin de daha sığ olacağı kanaatindeyim.
Felsefe yalnızca bir tarz felsefe değildir, onun adı
ideoloji olurdu. Dinî tefekkürle buluşan bir felsefenin felsefe olmak bakımından ancak zenginliği
söz konusu olabilir. Beni bu tarz bir felsefeye yönelten de, felsefeden beklediğim şeyin; daha derin, belki metafizik-ontolojik bir tefekkür olması,
etik bir tavır olması idi. İşte felsefede aramakta
olduğum bu tarzı, Hocamda gördüm ve kendisi
de, içinde olmaktan hoşnut olduğum böyle bir
tarzda devam etmem için beni her zaman teşvik
etmişlerdir.
Philia-sophia olarak felsefenin; hayatla bütünleşen, tavırlarımızda müşahhaslaşabilen bir
etkinlik olduğunu/olması gerektiğini düşünüyorum. Hangi felsefi tarzı benimsemiş olursak
olalım, hangi ontolojik zemin üzerinde durursak
11
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
duralım, buradan hareketle oluşturulabilecek bir
etiği hâl olarak yansıtamasak bile hiç değilse kal
olarak öngörebilmeliyiz. Bütün bir insanlık için,
etik-evrensel bir teklifi olabilmeli felsefenin.
Felsefenin soruları aslında insanın sorularıdır, insanlığın sorularıdır. Bu sorulara bir kerede
bütün zamanlar için cevap vermiş olmayabiliriz
fakat evrensel bir cevap denemesinde bulunabiliriz. Bir felsefeci olarak, belki de bütün felsefeciler gibi aradığım şey buydu. İnsani olan, insanları birlik içinde tutabilecek olan bir tefekkürü
arıyoruz aslında. Bizim, bugünün insanı olarak,
bugünün insanının sorularına cevap olabilecek
bir tefekkürümüz var mı, diye düşünüyoruz. İnsanlığın çağlar boyunca yaşamış olduğu sıkıntılarla beraber, bugün yaşamakta olduğu sıkıntılar
karşısında da bir duruş, bir düşünüş imkânımız
var mı? Bir çözüm teklifimiz var mı? Bütün bu
sorulara cevap denemesi olarak; kökleri kendi
geleneklerimizde olan, felsefenin kavramlarıyla
ifade imkânı bulabilecek bir tefekkür imkânını
arıyoruz.
Ele aldığınız meselelerde, sorularınızın
felsefenin kadim soruları olduğu görülüyor,
fakat cevapları daha ziyade Yunus Emre’de,
Mevlana’da buluyorsunuz. Ya da; tasavvufun
sorularına felsefenin tarzıyla cevap veriyorsunuz. Bu birlikteliğin arkasında böyle bir
evrensel tefekkür teklifi olduğunu söyleyebilir
miyiz?
Daha da açık olarak şöyle söyleyebiliriz:
İslamın etik mesajını bugünün felsefe diliyle
ele alıp işlemek ve onun evrensel değerini fark
etmek gayretindeyiz. Bir parantez açarak ifade
etmeliyim ki; bu tavır sadece felsefi bakımdan
değil, ayrıca tasavvufi tarz açısından da zenginleştiricidir.
İslamın hem de felsefi tefekkürü zenginleştirebilecek, böyle bir etik mesajı olduğunu mu
düşünüyorsunuz?
Bugün İslam dünyasına bakınca bunu görebilmekte zorlanıyor olabiliriz fakat asıl olan
İslamın mesajıdır, insanların onu kendi algısına
indirgeyerek sergiledikleri tavırlar değildir. Bugün İslam dünyasının türlü ihtiraslarla ve sefaletlerle parçalandığını, temelindeki ontolojik
hakikati unuttuğunu görüyoruz. İslam memleketlerinde ruhlar, gönüller birbirinden ayrılmış,
birbirine saldırıyor. Kâbe’nin etrafında dolanan
yüzbinlerce insan arasında bir ruh birliği, bir
gönül birliği meydana gelmemiş. Bunun sebebi
ne siyasidir ne iktisadidir ne de esasında ilmî ve
fikrîdir. Bu hâlin sebebi; ahlakidir. İslamın temeli ve Kur’an’ın özü olan o ahlakın unutulmuş
olmasıdır. Böyle bir hususta genellemeler yapmanın doğurabileceği sıkıntıların da farkında
olarak, en azından kitlenin o ahlakı unutmuş
olmasıdır da diyebilirim. Bizim evrensel bir etik
teklifi olarak hatırlamak istediğimiz şey, işte o
ahlaktır.
Muhtemelen, bugün insanlığın yaşamakta
olduğu bunalımın temelinde, maddeyi kutsallaştıran ve hayatın gayesi hâline getiren materyalizm ile bundan beslenen ekonomik düzenin
işbirliği hâlinde oluşunu görüyoruz. Oysa insanı
ve insani olanı unutturan yalnızca bu işbirliği
değil. İlkellerin ritüelleri hâline indirgenmiş,
temelindeki ahlak ideali fark edilmeyen bir İslam algısının da bugün insanı makineleştiren ve
makineye indirgeyen materyalizmle ele ele vermiş olduğu görünüyor. Dinî hayatı maddi şekil
ve hareketlere indirgemek, açıkça maddeciliktir. Din ve ahiret kavramları üzerinden maddi
faydalar sağlamak da. Hakikat yolculuğu, şekle
indirgenemeyeceği gibi, şeklen kendisi gibi olmayanları tekfir etmekle de bağdaşmaz. İslam,
tekfirin, kinin, nefretin, tehdidin, gönülleri birbirinden uzaklaştırmanın adı olamaz. Tefekkürü
ve sanatı yok sayan bir zihniyetin, İslamla ilgisi
bulunamaz. Bu nedenle, bizi Hakikatle, Hakk’la
ve insanla buluşturacak bir imkân olarak görüyoruz İslamla ve onun asıl mesajıyla buluşmayı.
İnsanla buluşmayı, değerle buluşmak
olarak mı görüyorsunuz?
İnsanı ahlaktan ayırmak, değerden ayrı
düşünmek imkânsızdır, ya da değeri insandan
ayrı düşünmek. Değerler bir tabiat nesnesi, birer
“şey” ya da bilimin ele alabileceği herhangi bir
fenomen değildir. Onları yaşayan, temsil eden,
ihya eden şahsiyetlerle ortak bir varoluşa sahiptirler. Burada fenomenolojik bir değer okuması
yapılabilirse; esasen benim değere yönelmem ve
yaşamam ona vücut verir. Değer, etik ve estetik
12
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
formda kendini gösterir. Etik ve estetik formun
o mahiyetidir değer. Ya da o mahiyetin formu
etiktir, estetiktir. Bu bakımdan hem şahsiyette
hem de medeniyette etik ve estetik formlarda
gördüğümüz mahiyettir değer. Bugün ihtiyaç
duyduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz o mahiyettir.
Yani aslında etiği yalnız bir kavram alanı olarak değerlendiremeyiz, onu yaşayan insan önemlidir, değerler insandan insana aktarılır. Değer,
insanı insan kılması bakımından anlamını da insanla bulur. Bu bakımdan, insanın değerle ilişkisini ele almak, o değeri kendisinde gördüğümüz
şahsiyeti irdelemeyi zorunlu kılar ki ona ahlâk
kişisi ya da ahlâkî şahsiyet de diyebiliriz. Ahlak
kişisi için değerler, kendi varoluşunu kendileri
ile gerçekleştirdiği bir gerçekliktir. Ahlak kişisi
özgür ve otonom bir varlık olarak, herhangi bir
dış zorunlulukla değil, kendi seçim ve iradesiyle
bağlandığı değerleri, yaratıcı ve özgür eylemlerle temsil eder. Değer, bu anlamda insan için bir
amaç değil, onun kâinattaki anlamını gerçekleştirmesi için bir itici kuvvettir. Şahsiyeti oluşturan prensiptir. Şahsiyeti oluşturan temel prensip, kendisi ve başkalarını aynı anda bir bütünün
içinde görme, kendisini değerleri itibariyle dü-
şündüğünde ötekini de içine alacak şekilde bu
değerleri vazetmedir. Kendi adına benimsediği
değerler vardır fakat bu değerler açılarak ve aşılarak ötekileri de içine almaktadır. Böyle okunduğunda değerler insana yakışır bir sosyal nizamın,
medeniyetin de temelidir.
Burada işaret etmeye çalıştığım; kendini
kendine hapsetmeyen, kendisini gerçek manada fark edebilmek için kendisini Allah’a doğru
aşacak bir insan varlığıdır. Bütün insanların bu
Allah aşkına doğru kendini aşma gayretinde olduğu bir yerde dostluk ve sevgi alışverişi vardır.
Burada sevgi yalnızca bir duygulanım değildir.
Zira kendisini ve evreni düşünen, sorgulayan
insan için duygu yetmez, sorgulamayana duygu da gerekmez. Kâinatı var kılan o temel sevgi
prensibini kendisinde kavrayarak ona ve bütün
bir kâinata yönelen insan varlığı bir sevgi ahlakı
sergiler. Dostluk ve birlikte olma ahlakı. Değerler temelini bu sevgiden alır. Sevgi, evrende Asıl
Varlığın anlamlandırdığı bütünlükle uzlaşmak,
bilişmek, hem ahenk olmak, bu bütünlükle hem
dem olmak, ondaki manayla hem dem, hem
ahenk olmak demektir. Sevgi böylece hem kendinizi inşa hem ötekine ihtimam hem de Allah’a
yöneliş olur.
13
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Burada sözünü ettiğiniz dostluk ahlakı,
sevgi ahlakı nasıl kazanılacak?
Elbette bunun için formüllerim yok. Kimsede de bunun formülü yoktur, zira zaten eğer
bu ancak şu şekilde mümkündür derseniz, ahlak
alanından ve hatta dinî alandan çıkmış ve siyasetin, ideolojinin alanına girmiş olursunuz. Şahsiyetimizi inşa için mutlaka şu tavrı sergilemeliyiz,
ahlak kişisi olmak şöyle bir davranış gerektirir
diyemem kesin olarak fakat belki şunu söyleyebilirim haddim olmayarak: İnsan fıtratı gereği
örnek bir davranış ya da şahsiyetle karşılaştığında sarsılmakta ve kendi durumunu gözden
geçirmektedir. Bu nedenle örnek şahsiyetin varlığı toplum için değerlere bir davettir. Onların
sadece varlıkları bile esasında değere, insaniyete
ve ahlaki olana bir davettir. Örnek bir şahsiyetin
davranışları değerlerin somutlaşmış hâlidir. O,
kitle insanının belki de fark etmekte zorlanacağı
bir halislikle yaşanan değerlere, hiçbir menfaat
beklentisi olmadan bağlanmıştır. Amacı bir şeyi
anlatmak ve temsil etmek de değildir. Duruşu
bir davettir fakat bir düşünceye, bir inanca veya
bir ideolojiye değil, “Birliğe” davettir. Değerin
kendisine davettir. Burada değer uğruna bir mücadele değil, değeri garazsız ivazsız yaşama söz
konusudur. Bu nedenle, ahlakın örnek şahsiyetler üzerinden aktarılabileceğini düşünüyorum.
Halis bir bağlılıkla garazsız ivazsız yaşandığında,
menfaate dayalı kabullenme düzeyinden sıyrılarak, bir medeniyet hamlesinin dinamik motoruna dönüşür değerler. Değerler, şahsi ikbal
kaygısıyla, ya da bir kimsenin ya da zümrenin
dünyevi çıkarlarıyla telif edilemezler. Zira onlar tevhidi ve ebediyeti temsil ederler. Her çağda
ve toplumda, sosyolojizmin emrettiği veya izin
verdiğinin ötesinde insani ve yüce değerleri fark
eden, onları talep eden ve temsil eden değer kahramanları, ahlak kahramanları, büyük adamlar
hep vardır. Onlar sayesinde, medeniyet daha insani ve ahlaki bir ideaya doğru dinamik bir seyir
takip edebilmiştir. Mesela bütün peygamberler,
kendi dönemlerinde toplumda yozlaşmış olan
değerleri ortadan kaldırmak ve yerine asıllarını
yani insani, ahlaki ve hakiki (ilahi) olanlarını
ikame etmek için yaşamışlardır.
Veliler, ahlak kahramanları, Mevlana ve
Yunuslar buna örnektir. Sokrates buna örnektir. Epiktetos, Marcus Aurelius buna örnektir.
Onlar, değere değer olduğu için bağlanmışlardır. Hakikati yalnız hakikat için istemişlerdir.
Yunus’un çokça hatırlattığı din ve ahiret maddeciliğine düşmemişlerdir. Birkaç köşke indirgenmiş bir cennet algısından, maddeye tahvil edilebilecek beklentilerden sıyrılmışlardır.
Bugünün, bu dönemin, bu şartların ve bu
insanın değerleri davranışa dönüştürmesi nasıl
olacak diye soracağınızı hissediyorum. Bütün
zamanlar ve bütün mekânlar için bu sorunun
cevabı olabilecek bir teklifi burada hatırlayabiliriz: Edep ile. Bugün edep kavramını ya da
edep hâlini yeniden değerlendirmek durumundayız. Bugünün edepli insanı nasıl olmalıdır?
Zira kendimizi kendisi ile anlamlandırdığımız o
değer sistematiğinde, İslamda; ontolojik olarak
esas olan birlik, etik olarak esas olan edeptir.
Biraz önce de ifade ettiğim gibi, edepli tavır şudur diyemeyiz belki fakat temel prensipleri
hatırlayabiliriz.
Yunus Emre ve Mevlana üzerine çalışmalarınız olduğunu biliyoruz, bugün açısından
yeniden ele alınmalarından murat etiğiniz
şeyin; onların örnek şahsiyetlerinde böyle bir
edebin görülmesi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette. Çok güzel fark edildi. Onlarla beraber, şimdi biz bugünün insanı olarak ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız, bağlanacağımız temel
değerler ne olmalıdır, değere nasıl bağlanılır,
bunları arıyoruz. Onlardan öğreniyoruz. Örnek
şahsiyetin mutlaka karşımızda müşahhas olarak
duran o kişi olması gerekmeyebilir fakat bunun
da önemi ve değeri ayrıca unutulmamalıdır. Ben,
sanatın da felsefenin de, hatta insan olmaklığın
da bir insandan öğrenildiğine inananlardanım.
Unutmamalı ki; asıl anlamıyla felsefe de sanat
da, kendi geleneğinde usta-çırak, hoca-talebe
ilişkisi içerisinde öğrenilir. Oysa bugün, bilginin
deneyimle ilişkisi, bildiğini yaşayandan görerek
öğrenme geleneği kaybolmakta. Çünkü görmek
ve dinlemekte zorlanılıyor. Bir çırağın en önemli
mahareti ve vazifesi gözlemlemektir, dinlemektir. Giderek taklit etmektir, nihayet taklit olmaktan öteye geçmektir. Üslup devamlılığı içinde,
kendi üslubunu bulmaktır. Gözlemleme, görme
14
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ve dinleme imkânlarını ortadan kaldırmamalıyız. Ahlak alanı gibi felsefe ve sanat alanları da
epistemolojik bir hâdiseye indirgenemez.
Usta-çırak ilişkisinde ontolojik bir boyut vardır. Teknik, mimetik bir şeydir sonuçta. Taklide
dayanır. Ustası hangi tekniği kullanıyorsa, onu
kullanıp geliştirir çırak. Gelenekler böyle oluşur.
Üsluplar böyle belirir. Bir yandan öykünme, taklit etme ve fakat öte yandan farklılaşma, kendisi
olma sürecidir sanatın da felsefenin de ustalık
serüveni. Bu serüvende ustanın, hocanın rolü;
çırağın kendisi olarak ustalaşmasını sağlamaktır.
Biz aslında bunu da kadim geleneklerimizde görüyoruz. Tasavvuf alanında böyle bir hocalığın
adının; “aydınlatan” anlamının yanı sıra, “reşit
kılan” anlamına da gelen “mürşit” kelimesi ile
ifade edildiğini hatırlayabiliriz.
Bir felsefeci olarak, kavram analizlerinin bizi
zenginleştirdiğini de burada tekrar görüyorum.
Felsefeyi sadece kavram analizlerine indirgemeden, fakat onun bu imkânını da göz ardı etmeden felsefe yapmalıyız. Felsefenin düşünme
ve ifade biçimleri ile sanatın ifade imkânlarını,
tasavvufun derin ve geniş tefekkür ufkunu birleştirebilmeli, buradan evrensel bir etik teklifine
ulaşabilmeliyiz. Felsefi düşüncenin sağlayacağı
bilinçle… Yunus’un ve Mevlana’nın da yalnızca
ifade ettikleri ile değil, ifade ediş biçimleri ile de
böyle örnekler olduğunu görüyoruz. Müziğin,
şiirin, romanın sağladığı estetik zevki entelektüel alanla buluşturmak fakat bunu bilinçli ve
farkında olarak gerçekleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Zira ben de böyle bir geleneğin,
böyle bir ekolün, böyle bir üslubun çırağıyım.
Sanatla felsefeyi buluşturmayı neden
önemli buluyorsunuz?
İnsanoğlunun kendisini ve evreni anlamak,
anlamlandırmak için ortaya koyduğu temel
faaliyet alanlarıdır felsefe, sanat, bilim. Birlikte
düşünüldüklerinde, biri diğerini besleyen,
birbirine ufuk açan disiplinlerdir. Fakat özellikle
felsefenin edebiyatla, sanatla buluşması hususunu
sormuş olduğunuz için söyleyeyim; felsefe
alanında varlığı, bilgiyi, değerleri araştırırken;
sanat alanında estetik bir boyut yakalamaya
çalışır insan. İnsanın kendini anlamlandırma
çabasının vazgeçilmez iki etkinliği olan felsefe
ve sanat, çoğu zaman birbirlerini, kendilerini
anlatmak için farklı bir ifade alanı, başka bir dil
imkânı olarak kullanırlar. Fakat aynı zamanda
kendi alanlarında derinleşebilmek için de
birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Derinlikli bir sanat
için felsefi kültür ve tutum yol gösterici olurken,
kuşatıcı ve kavramlarda derinleşme imkânı veren
bir felsefe için de sanat, ufuk açıcı bir mahiyet
taşır. Bu bakımdan felsefi tefekkürü anlatılabilir
ve anlaşılabilir kılan bir edebî üslup, edebiyatı
zenginleştiren bir felsefe, hep geniş bir tefekkür
imkânı olarak dikkatimi cezbetmiştir.
Düşünceyle bağı kopmuş bir sanat olamayacağı gibi, sanata bigâne bir düşünce de tamamlanmış olmayacaktır. Sanatın, tarihi boyunca
düşünce ile olan ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda, pek çok sanat eseri doğrudan bir
felsefenin ifadesi olarak değerlendirilebilir.
“Edebin Edebiyatı” adı ile incelediğiniz
Semiha Cemal Hanım’ın eserleri bu hususta
bir örnek olarak düşünülebilir mi?
Elbette düşünülebilir. Arkasında barındırdığı tefekkür açısından irdelendiğinde, Semiha
Cemal Hanım’ın edebî eserlerinin felsefi-edebî
olduğu muhakkak. Ancak unutmamalıyız ki o
aynı zamanda bir felsefeci. Türkiye’nin ilk kadın felsefecilerinden biri. Ayrıca pek çok edebî
eserde fikri, felsefi arka planı görmek mümkün.
Tabii, bir eserin edebî-felsefi olması için daha
başka kriterler de mevcut fakat burada üzerinde durulması gereken şey, böyle bir tarzın etki
gücü. Sadece kavram analizleri yapmanın etkisi,
betimlemenin etkisinden çok daha azdır. Gerçi
felsefe alanında pozitivist cepheden bakıldığında
bir felsefi esere “edebî” demek onun felsefe olmak bakımından değerli olmayışına işaret etmek
demek olsa da bu, çok sınırlı bir felsefe çevresi
tarafından benimsenmiş ve uzun zaman önce de
anlamını yitirmiş bir tavırdır. Hatta bugün, bu
tavrı sergileyen filozoflar “dar görüşlü” olmakla
da tanımlanmaktadırlar.
Felsefe tarihi de, tasavvuf edebiyatı tarihi de edebî-felsefi üsluplarda yazılmış eserlerle
doludur. Platon’un diyaloglarından başlayarak, Camus’nün romanlarına, Marcel’in tiyatro oyunlarına kadar pek çok örnek verilebilir.
Dostoyevski’yi ya da Tolstoy’u felsefi olarak de-
15
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ğerlendirmek mümkündür. Ya da Şeyh Galip’ten
Niyazi-i Mısrî’ye, Yunus’tan Mevlana’ya kadar
burada sayamadığımız edip-filozoflardan söz
edebiliriz.
Felsefe eğer bütünlüklü bir evren ve insan
tasavvuruna ulaşmak istiyorsa, etik ve estetik
ihtiyaçları ve hedefleri olan bir değer varlığı
olarak insanı göz ardı edemez. Bu bakımdan
sanatı, sanatın doğasını, sanatsal yaratıyı ve
onu ortaya koyan insan şahsiyetini anlama
çabası felsefi bir faaliyet alanı olarak düşünülür. Fakat bu iki disiplin arasında asıl olan ve
felsefenin sanatı kendine konu edinmesinden
daha temel bir ilişki kurulabilir. Sanat eserleri yoluyla felsefeyi anlatmak, bu ilişkinin
hareket noktasıdır. Felsefe problemlerinin
somutlaşması, insanlık durumları üzerinden
kavranabilmesi için bir imkân alanıdır sanat.
Sanat, sübjektif bir dildir, fakat intersübjektif
bir anlam alanı oluşturur. Evrensel bir iletişim
imkânı verir. Sanat, insanı bir kavram olmaktan çıkarır.
Diğer taraftan felsefe de, sanatın bu sübjektif dili için evrensel bir anlatım imkânı verir. Felsefe, sanat eserlerini yalnızca birer nesne olmaktan kurtarır. Bu bağlamda, felsefeyi
sanatla, sanatı felsefe ile beraber değerlendirmek, hatta bu alanların eğitimini birbirinden
beslenecek şekilde düşünmek gerekmektedir.
Zira evreni, insanı ve değerleri anlama ve anlamlandırma çabası, felsefi olmakla beraber,
sadece filozofları ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken bir çaba değildir. En az felsefe
kadar, sanatın da bu sorgulamaya ihtiyacı vardır. Felsefeyi, sanatı anlamlı kılan bir temel
etkinlik olarak düşünebiliriz. Aynı şekilde sanatı da somutlaştırılamayan bir tefekkür alanının, yani felsefenin, somut algısına imkân
veren bir etkinlik olarak düşünebiliriz.
Felsefenin çoğunlukla edebî üsluplar içinde yapıldığı bir kültürün mirasçıları olarak,
edebî eserleri felsefece incelemek hususunda
yeterli ilgiyi göstermemiş oluşumuz üzülerek
idrak ettiğimiz bir gerçektir.
Sizler bu tarz fark bir edişin örneklerisiniz.
İnşallah, öyle olalım.
Genel olarak insan, ahlâk, metafizik meselelerini ele aldığınızı görüyoruz. Aşk üzerine,
bağlanma, sadakat, vefa üzerine konuşuyorsunuz. Bu meseleleri hem tasavvuf bağlamında inceliyorsunuz, mesela Yunus Emre,
Mevlana gibi tasavvuf büyüklerinde ele alıyorsunuz hem de Batı felsefesinden örnekler
üzerinde durarak bu alanın kadim konularını felsefenin de gündeminde tutuyorsunuz. Bu
kavramlarla ilgilenmenizin özel bir nedeni
var mı ve mesela aşk gibi bir konuda bir felsefeci olarak ne söyleyebilirsiniz?
Hiçbir şey söyleyemem böyle sorulduğunda.
Zira elbette bir felsefeci olarak söyleyebileceklerimiz, bir şairin, bir romancının söyleyebileceklerinden çok daha azdır ve daha az etkilidir. Belki bir mutasavvıfın söyleyeceklerinden de. Belki
diyorum, çünkü eğer aşk hususunda konuşmayı
lütfetmişlerse demek istiyorum. Bir hâli, üstelik
de âlemlerin yaratılış sebebi olan bir hâli anlatmak mümkün değildir. Fakat bir felsefeci olarak
şunu söyleyebilirim: Aşk, bir bilinçlilik hâlidir.
Çünkü aşk her şeyden önce bir yönelme hâlidir.
Burada bu yönelmeyi diğerlerinden farklı kılan, insanın aşk’a, bütün diğer bağlanmalardan
kurtulduğunda bağlanabilecek olmasıdır. Bilincinden ayrılarak değil. Etik, estetik, epistemik,
ontolojik her türlü insani tavır için gerekli olan
bilinçlilik hâli aşk demiş olduğumuz hâl için de
geçerlidir. Eğer aşk ifadesini ‘yaratıcı’ açısından
kullanıyor isek, zaten ‘o’nun her an bilinç üzere
olmaklığı söz konusudur.
Ele almakta olduğum diğer kavramlara gelince, evet, özel olarak seçilmiş kavramlardır. Bu
kavramlar üzerinden sizin de tespit etmiş olduğunuz gibi hem Batı felsefesi tarihini anlamak
ve değerlendirmek hem kendi felsefe geleneklerimizi anlamak mümkün. Fakat tarihî olarak
verdiği bu imkândan daha önemlisi bu kavramların sistematik olarak sağladıkları açılım.
Aşk üzerinden belki kavramlaştırma imkânı az
olmakla beraber, ontolojik ve etik-estetik geniş
bir değerlendirme imkânı mevcut. “Bağlanma”
da aynı şekilde. Bir tek bağlanma kavramı veya
sadakat kavramı ya da vefa kavramı aslında derin ve geniş bir tefekküre zemin teşkil edebilir.
Üstelik bunlar, evrensel kavramlar olmanın yanı
sıra, bizim kendi kavramlarımızdır aynı zaman-
16
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
da. Sanki aslında bu tarz kuşatıcı kavramların
hangisinden bahsedersek, diğerlerini içine alır.
Felsefenin tevhit ediciliği de böyle kavramlar
üzerinden oluyor. Değil mi ki bizler, tevhit inancının ve tevhit medeniyetinin insanlarıyız, felsefeyi de bu noktainazardan ele alabiliriz. Tabii,
bu kavramlar yalnızca birer kavram olmadıkları,
değer ve hâl ifade ettikleri için, onlar hakkındaki kavramsal değerlendirmenin yanında, ifade
etmiş olabilecekleri hâle de hiç değilse işaret edebilmiş olmak gerekir.
Aslında hepimiz, anlayabilme gücümüz nispetinde Varlığın asıl manasını anlamak istiyoruz, bununla beraber kendi varoluşumuzu da
anlamlandırmaya çalışıyoruz, hatta kendi bireysel varoluşumuz açısından Varlığın anlamını değerlendiriyoruz. Değer dünyamızı, anlam dünyamızı oluştururken, evrensel bir insan olma,
evrensel olabilecek bir etik oluşturma gayreti
içindeyiz. İşte bu gayreti ifade edebilecek olan
bir felsefi tarzı ve bu gayretin içinde anlam bulan kavramları, hâl edinemesem de, konu edinmeye çalışıyorum.
Hocam, o zaman yeri gelmişken soralım; Yunus Emre ile ilgili bir tez yazarak
üniversiteden mezun oluyorsunuz. Sonra
Proclus ve daha sonra Marcel felsefeleri hakkında çalışıyorsunuz. Bu çalışma seyrinin
özel bir nedeni var mı? Zira sonra tekrar Yunus Emre ve Mevlana gibi tasavvuf büyükleri
hakkında çalışmalar yapıyorsunuz.
Bu çalışma seyri esasında belki de benim
kendi felsefi serüvenimin de bir yansıması. Sohbete başlarken sormuş olduğunuz soruya da bu
vesile ile tekrar dönmüş oluyoruz aslında. Ben
felsefeye, özellikle metafizik meselelere meraklı, sanattan, edebiyattan hoşlanan bir talebe
olarak felsefe eğitimime başladığımda, Hocam
Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile tanışma bahtiyarlığını yaşadım. O günden beri de talebesiyim çok
şükür. Benim meraklarım ve ilgilerim doğrultusunda Hocamın yönlendirmeleri ile akademik
anlamdaki felsefe çalışmalarım bu çizgide oldu.
Bugün, ele almak istediğim, üzerinde durmak
istediğim, bugün açısından önemli bulduğum
konularda bütün bu çalışmaların bir zemin
hazırlamış olduğunu da görüyorum. Bir muta-
savvıf şairle felsefe konuşmaya başlamış oldum
Yunus Emre ile. Ardından Yeni Platoncu okulun
son sistem kurucusu olan Proclus ile -ki onun
felsefesi, daha sonra kavramlaştırmalar açısından
tasavvuf için bir imkân olarak düşünülecekti-.
Bir şair, bestekâr ve din adamı idi aynı zamanda.
Orta Çağların Hegel’i diye anılıyordu. Ardından
Bir yirminci yüzyıl filozofu ile, Marcel ile felsefe konuştum. Dindar varoluş filozoflarından
biriydi. Tasavvuf ile belki de en yakın olabilecek
olduğunu düşündüğümüz bir felsefe ekolünün
içinde idi. Her ne kadar kendisine ben Yeni Sokratesçiyim dese de, fenomenolojinin ve varoluş
felsefelerinin içinde anılıyordu. Hoş, Sokratesçi
oluşu da ayrıca dikkate şayandı. Önemli bir besteci, kompozitör, oyun yazarı, deneme yazarı idi
aynı zamanda. Kısacası, felsefeyi sanatla buluşturan, din ile buluşturan, dinî meseleleri sanatın
üslupları ve felsefenin tefekkür imkânları ile ele
alan, felsefi problemleri gününün insanı için bir
çözüm önerisi oluşturacak şekilde cevaplamaya
çalışan filozoflarla konuşarak öğrendim felsefe
yapmayı. Hem kâğıt üzerinde geçmişte hem de
yüz yüze şimdide.
Ancak esasen bugün, belki onları da içine
alan fakat hepsine aşkın olan, çağın problemleri karşısında kendi düşünce geleneklerimizden
hareketle çözüme yönelik imkânlar bulunabileceğine işaret eden bir felsefe ekolünün içinde
olduğumu söyleyebilirim. Bütün bu felsefe ve
tasavvuf geleneğinden hareket eden, ancak “şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyebilen, insani olan hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan, bütün
tezahürleri ile yaratılmış olan her şeye ihtimam
göstererek temeldeki asıl manayı arayan bir ekolün içinde. “Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu
san” diyen Yunus ile, “asıl varoluş yekdiğeri ile
birlikte varoluştur” diyen Marcel’i birlikte kucaklayabilen bir ekolün içinde.
Esasen bugün; yalnız edebiyatı, felsefeyi,
tasavvufu değil cümle yaratılmışı bir görmeye,
birlemeye gayret eden, tek biçimlendirmeye değil fakat asıl manaları itibariyle tevhit etmeye
yönelen, buradan “edep” prensibi çerçevesinde
evrensel bir sevgi ahlakına yönelen bir ekolün
içindeyim diyebilirim.
Teşekkür ediyoruz hocam.■
17
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ENVER ERCAN
ile Varlık dergisi üzerine
Dergicilik, mütevazı olmayı öğretti bana.
Derginin sayfalarında 15 - 20 yıl boy gösteren,
ama bugün adı bile anılmayan o kadar isim var
ki. Hiç böbürlenmeden, kibirlenmeden
yaptığınızın en iyisini yapmaya
çalışacaksınız, gerisi zamanın işi.
TANER NAMLI
ENVER ERCAN
21 Ocak 1958’de İstanbul’da doğdu. Güneş, Sabah ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı, TV ve radyolara
edebiyat programları hazırladı. Sombahar şiir dergisi ve Korsan Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı
(1990). Everest ve İnkılap Yayınevlerine danışman
– editörlük yaptı. Komşu Yayınevi’ni kurdu (2002),
Yasakmeyve şiir dergisini çıkarmaya (2003), aynı
isimle şiir kitapları yayımlamaya (2004) başladı. Yayınevi bünyesinde ikişer aylık Siyahi (2004, 6 sayı),
Eşik Cini (2006, 15 sayı), Sıcak Nal (2009, 12 sayı)
dergilerini çıkardı. 1990 yılından beri Varlık dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini sürdürüyor. Türkiye
Yazarlar Sendikası’nda Genel Sekreterlik yaptı (19911992), 2005 yılında TYS Genel Başkanı seçildi, bu
görevi 2011 yılına kadar üç dönem sürdürdü. 2012
yılında Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi’nin
kurucuları arasında yer aldı. Üç şiir kitabı var: Eksik Yaşam (1977), Sürçüyor Zaman (1988), Geçtiği
Her Şeyi Öpüyor Zaman (1997). Şairlerle yaptığı
söyleşileri Şair Çünkü Onlar (1990) ve Şiir Uçar
Söz Olur (1994) adlı kitaplarda topladı. 40 dolayında
derleme ve antoloji hazırladı. Abdi İpekçi Mektup
Yarışmasında Birincilik Ödülü‘nü (1996), Geçtiği
Her Şeyi Öpüyor Zaman adlı kitabıyla Cemal Süreya
Şiir Ödülü‘nü ve Yunus Nadi Şiir Ödülü‘nü kazandı
(1997). 2012 Troya Kültür Sanat Ödülleri’nde şiir
dalında ödüle değer bulundu. Komşu Yayınları’na
2006 yılında Memet Fuat Yayıncılık Ödülü verildi.
Varlık dergisinin 80. yaşını kutluyoruz. Dergiye, sizinle birlikte uzun ömürler diliyoruz. Varlık dergisinin yayın yönetmenliğini kaç yıldır yürütüyorsunuz? Bu birlikteliğinizde, Varlık dergisi
Türk edebiyatına hangi katkıları sağlamış, edebiyatımıza kimleri kazandırmıştır?
23. yılım. Bana da tuhaf geliyor. Birdenbire geçti
onca yıl. Allah’tan heyecanım hâlâ diri. Yoksa hem
dergi hem ben perişan olurduk. Varlık dergisi, mucize gibi bir şey. Hiçbir şeyin istikrarlı olamadığı ülkemizde bir derginin kesintisiz 80 yıl yayımlanabilmesi büyük bir iş. Bunda Yaşar Nabi Nayır’ın tutarlı
ve inatçı kişiliğinin büyük payı var. Sonra da kızı
Filiz Hanım’ın. 1981 yılından beri derginin başında
çünkü. Babasına benzemese çoktan tarihin raflarına
kaldırılırdı. Varlık dergisi için birçok tanımlama var:
“4 kuşak yetiştiren dergi”, “Edebiyat okulu”, “Türk
edebiyatının nabzı” vb. Son yıllarda da “”Edebiyatımızın amiral gemisi” deniyor, yayınını kesintisiz
sürdüren en eski dergi olması nedeniyle. Bence hepsi de doğru. Dönem dönem bu tanımlamalara layık
olmuş bir dergi Varlık çünkü.
Yönetimi üstlendiğimde, hem Yaşar Nabi Bey’in
kemiklerini sızlatmamam hem de eski güzel günlerin anılarında boğulmamam gerektiğinin farkındaydım. Geleneğini sürdürerek nasıl yeni açılımlar katabilirim, nasıl yaşadığım dönemin farkında olabilirim diye epey kafa yordum. İyiye yormuşum demek
18
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Elbette derginin
bir yeryüzü duruşu
var; özgürlükçü
demokrat bir duruş
bu. Fakat gündelik
siyasi gelişmelerle
hareket etmiyoruz.
Yani bir siyasi
partinin, görüşün
amigosu, yandaşı,
işbirlikçisi değiliz.
Bir edebiyat
insanının kendine
en yakın bulduğu
değerleri bile
sorgulayacak
mesafede durması
gerektiğine
iniyoruz. Amacımız
edebiyat memuru
yetiştirmek değil,
edebiyat dünyasına
şair ve yazar
kazandırmak.
ki, dergiyi 23 yıldır yönetiyorum.
Bu dönem içinde Yaşar Nabi Nayır Gençlik
Ödülleri verdik, veriyoruz, o da kesintisiz düzenleniyor, birçok genç şair ve yazar kazandırdı edebiyat dünyasına. Yaşar Bey zamanında Sabahattin Kudret Aksal, Behçet Necatigil, Melih Cevdet
Anday, Nazlı Eray, Hasan Bülent Kahraman gibi
daha sonra çok değerli birer isim olan yazar ve
şairler ilk adımlarını Varlık dergisiyle atmıştı edebiyat dünyasına. Müge İplikçi, Şebnem İşigüzel,
Sema Kaygusuz, Tuna Kiremitçi, Süreyya Evren,
Nilay Özer gibi birçok isme de edebiyat dünyasının sayfalarını ilk biz açtık.
İşlediğimiz konularda da aynı tutumu
sürdürdük. Bir yandan Türkiye gündemindeki
yazınsal ve kültürel konulara odaklanırken, bir
yandan da pozitivizmi, moderni ve postmoderni,
feminizmi, siber feminizmi kurcalayan, sorgulayan dosyalar hazırladık. 23 yıldır her sayı bir dosya yayımladık. Ben bile şaşıyorum bazen. Ha, bir
de “Ustaların Seçtikleri” bölümümüz var ki o da
yıllardır sürüyor. Belirli periyotlarla usta şiir ve yazarlar gençlerin gönderdiği şiir ve öyküleri değerlendirdi, değerlendiriyor. Bu da okurla aramızdaki
ilişkinin daha yakın, daha sahici olmasını sağlıyor.
İçerik, biçim ve algılayış olarak bir Varlık
anlayışından söz etmemiz mümkün mü?
Okurlar veya tarafınızdan böyle bir ihtiyaç
hâsıl oldu mu?
Varlık, merak eden bir dergi. Bu nedenle,
1933’ten bugüne derginin sayfalarını karıştırdığınızda Türkiye’nin ve dünyanın edebiyat ve kültür
tarihine rahatlıkla tanıklık edebilirsiniz.
Elbette derginin bir yeryüzü duruşu var; özgürlükçü demokrat bir duruş bu. Fakat gündelik
siyasi gelişmelerle hareket etmiyoruz. Yani bir siyasi partinin, görüşün amigosu, yandaşı, işbirlikçisi değiliz. Bir edebiyat insanının kendine en yakın bulduğu değerleri bile sorgulayacak mesafede
durması gerektiğine iniyoruz. Amacımız edebiyat
memuru yetiştirmek değil, edebiyat dünyasına
şair ve yazar kazandırmak.
Ve elbette gençlere inanıyoruz.
Varlık’la ve diğer dergilerinizle kurduğunuz
bağı nasıl tarif edersiniz? Derginiz veya dergiler sanatçı kişiliğinize neler katmıştır?
Elden geldiğince diğer dergileri izlemeye
19
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
çalışırım. Dirsek teması önemlidir çünkü. Ayrıca
ilham da verir. Elbette her dergi bir derdi olduğu
için çıkar. O derdi anlamaya çalışmak, kendi
derginizi zenginleştirebilir.
Dergicilik, mütevazı olmayı öğretti bana.
Derginin sayfalarında 15 - 20 yıl boy gösteren,
ama bugün adı bile anılmayan o kadar isim var
ki. Hiç böbürlenmeden, kibirlenmeden yaptığınızın en iyisini yapmaya çalışacaksınız, gerisi zamanın işi. Verdiğiniz yılların emeğine karşın, bir
gün size ihtiyaç olmayabilir, kalmayabilir, buna
da hazırlıklı olacaksınız.
Günümüz koşulları dergilere ne gibi sorumluluklar yüklemiştir? Taşrada bulunan
dergilerin işlevi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir derginin tek bir sorumluluğu vardır; o da
çizgisini koruyarak, şairiyle, yazarıyla kurduğu
sahici ilişkiyi aynı sahicilikle okuruyla paylaşmasıdır.
Taşradaki dergiler önemli. Elden geldiğince
de izliyorum. Önemini, 3 dönem, 6 yıl Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanlığı yaptığım
süreçte daha iyi anladım. Taşrada çıkan dergileri
sadece dergi olarak görmemek lazım. Oralardaki edebiyat ve sanat insanlarını birbirine bağlayan, yazmaya özendiren, dostluklar kurduran,
bu dostlukları pekiştiren, geliştiren işlevi var. O
dergiler çevresinde buluşan insanlar, bulundukları çevreyle el birliğiyle öylesine yararlı ve yaratıcı işler çıkarıyorlar ki, açıkçası büyük şehirlerde
yayımlanan dergiler bunun yarısının bile üstesinden gelemiyor. Oralarda gerçekleştirilen imza ve
sohbet günleri bile ülkemizin kültür ve edebiyat
birikimimizin farkına varmamıza büyük katkı
sağlıyor.
Hazırladığınız şiir antolojilerinden ve dergilere ulaşan şiirlerden yola çıkarak bir değerlendirme yapmanızı istesek, son on yılın şair
kuşağının tipolojisini çizebilir misiniz? İşlediği temalarıyla, üslubuyla nasıl bir şair portresi
ile karşı karşıyayız?
İçe kapanık, kırılgan bir şair tipi öne çıkıyor
gibi. Ama genellemeler her zaman sorunludur.
Yine de bu benim görüşüm. Şiirsel bir yapı
kurmaktan çok anlatımcı, iç dökmeci şiir daha
bir yeğleniyor gibi. Şairlerin hepsi “mağdur”,
şiirimizde “karar” damar gelişkin olmadı hiçbir
zaman ama “beyaz” şiirin bu kadar yaygın olduğu
bir dönem de yaşanmadı sanki. Herkes lirik. Bunun şiirle okur arasında kopukluğa neden olup
olmadığı üzerinden konuşmak istemem. Çok
farklı nedenleri var çünkü.
Yine de kitap okumaya meraklı, fakat şiir kitabına elini sürmeyen bir dostumun verdiği yanıtı anımsamakta yarar var: “Şairler çok dertli abi,
hep acılarını anlatıyorlar!”
“Beyaz şiir”den kastınız nedir?
Beyaz şiir derken; şiir geleneğine ve hayata
herhangi bir müdahalesi olmayan, verili şiiri yeniden üretmekle yetinen, sorgulamak yerine suya
sabuna dokunmadan idare eden şiiri kastediyorum.
Teşekkürler.
20
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Edebiyat açısından süreli yayınlar
NÂZIM H. POLAT
Nesir türlerinin
gelişmesi ve manzum
edebiyatı gölgede
bırakmasının
ardındaki güç, bu
noktada aranmalıdır.
Nesir türleri, varlık
sebebi bakımından
fikrî edebiyata daha
uygundur. Bunu geniş
kitlelere açılma ile
birlikte düşününce
doğal sonuç da bellidir:
Düşüncede halkçılık
ve demokratlık, ortak
insanî değerler olarak
kabullenilmiştir.
T
anzimat’tan sonraki Türk kültür hayatı, baştanbaşa bütün şubeleriyle
süreli yayınlarda saklıdır. Hele edebiyat alanı için süreli yayınlar, tam bir malzeme
ambarıdır.
Gazeteler, günümüzde artık edebî ürünlere fazla yer vermiyorlar. 1970’li yıllara kadar
günlük gazetelerde roman tefrikaları, şiir köşeleri bulunurdu. Daha önceki yıllara yöneldikçe
gazetelerdeki edebî malzeme daha da çoğalır.
Dergiler ise varlık sebebi icabı, haber değeri
taşıyan günlük meselelere yönelmedikleri için
edebî malzeme bakımından oldukça zengindirler. Günümüzden gerilere gittikçe, doğrudan
edebiyat dergisi olmayan yayın organlarında
mesela siyasî bir dergide bile edebî metin sayısı, günümüzdeki benzerleriyle kıyaslanmayacak ölçüde çoktur.
Bu durumun sebeplerini izah da zor değildir. Tanzimat dönemi devlet adamlarının çoğu,
fikir adamlarının tamamı, mutlaka ediptir.
Âkif Paşa’yı, Ethem Pertev Paşa’yı, Şinasi’yi,
Namık Kemal’i, Ziya Paşa’yı hatırlayalım. Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, ikisi de “teşeh-
21
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Süreli yayınlar, kültür ve edebiyatın ambarı olmaya devam
ediyor, edecek... Sosyal medya araçları; hâlen, gelip
geçici, moda olup uçucu şeylerle meşgul… Yarınlara
kalacak edebiyatın ağırlığını taşıyabilecek cüsseye, acemi
heykır (hacker) saldırılarıyla kırılmayacak omurgaya henüz
kavuşamadı. Edebiyat meydanı, hâlâ dergiler(in)dir, süreli
yayınlar(ın)dır…
hüt miktarı” iki defa Başvekil (Başbakan) olan
Ahmet Vefik Paşa, diplomat Abdülhak Hâmit
ve Samipaşazade Sezai, fikir adamı Mizancı
Murat Bey gibi simaları ve devlet kademelerinden daha kimleri hatırlasak mutlaka edebiyat
alanındaki faaliyetleriyle hatırlamış olacağız.
Çünkü eski yıllara gittikçe edebiyat, aydın sayılmanın şartları arasında görülür. Abdülhalim
Memduh, Şahabettin Süleyman, Faik Reşat,
Fuat Köprülü ve İbrahim Necmi gibi edebiyat
tarihçilerimizin hiçbiri edebiyat alanında diploma veren bir okulda okumadılar ama hepsi
iyi edipler arasındaydı. Bütün bunların doğal
sonucu olarak edebiyat, öncelikle dergilerin ve
sonra diğer süreli yayınların baş tacıydı.
Edebiyat hamuru, önce dergilerde yoğrulur,
biraz bekleyip mayasını kıvamında aldıktan
sonra kitaplaşarak okuyucuya ulaşır. Bu dün
böyleydi bugün de böyle… Süreli yayınlar, kültür ve edebiyatın ambarı olmaya devam ediyor,
edecek... Sosyal medya araçları; hâlen, gelip
geçici, moda olup uçucu şeylerle meşgul… Yarınlara kalacak edebiyatın ağırlığını taşıyabilecek cüsseye, acemi heykır (hacker) saldırılarıyla kırılmayacak omurgaya henüz kavuşamadı.
Edebiyat meydanı, hâlâ dergiler(in)dir, süreli
yayınlar(ın)dır…
Süreli yayın kavramı
Süreli yayın kavramıyla özellikle gazete ve
dergileri kastediyoruz. Bu arada çeşitli yayın
organları, kurum ve kuruluşlar adına çıkarılan
yıllıkların (salnameler) da süreli yayın kabul
edildiğini belirtmek gerekir.
Bir dergide hem günceli hem de en eski
metinleri ve o metinler hakkındaki eleştiri, tanıtım ve yorumları bir arada görebiliriz. Günümüz dergiciliğinde tartışmasız yeri olan Bizim Külliye’nin herhangi bir sayısında Nâzım
Payam’ın şiiri yanında Fuzuli’nin bir gazelini
de okuyabilirsiniz. Yani dergiler hem güncel
edebiyatın hem de önceki devirlerin dil, edebiyat, kültür ve sanatıyla ilgili bilgi birikiminin
taşıyıcısı konumundadır.
İletişim vasıtalarının değişmesi
Yenileşme Devri Türk Edebiyatı ile Eski
Türk Edebiyatı arasındaki asıl fark, iletişim
vasıtalarının değişmesidir. Çünkü diğer farkların tamamı, iletişim vasıtasının değişmesiyle
ortaya çıkmıştır. Sözlü edebiyat devirlerini bir
kenara bırakalım. Yazılı edebiyat dönemi, taşa,
kayaya, deriye ve daha bilmem nelere yazmayı denedikten sonra kâğıdı keşfetti. Kâğıtlar
birleşti kitap oldu ama dergiye varmak için
daha uzun asırlar beklendi. Yazma kitapların
ne kadar dar çerçevede kaldığını izaha gerek
var mı? Dinî eserlerin durumu biraz farklıdır
ama hiçbir edebî eserin asırlar boyu 100 nüsha
çoğaltıldığı görülmemiştir. Matbu eserlerle işte
bu açmaz aşılmıştır. Fakat daha geniş kitlelere
ulaşma, süreli yayınlarla başarılabilmiştir. Asırlar boyu en çok yüz kadar çoğaltılan bir kitapla
günde yüzbinlerce hatta milyonlarca kimseye
ulaşan gazetenin etki alanı aynı olabilir mi?
Dergiler için daha mütevazı rakamlar kullansak da bunların haftada, iki haftada veya ayda
bir gibi kısa aralıklarla yeni sayılarıyla değiştiğini hesaba katmalıyız. Tanzimat sonrası kültür
ve edebiyat hayatımızın iletişim vasıtası önce-
22
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
likle süreli yayınlardır.
Sonra neler değişti?
Süreli yayınların iletişim vasıtası olmasıyla
neler değişti?
Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki edebiyatın ulaşacağı hedef kitle genişlemiştir. Akla
ilk geliverecek olan budur.
Hedef kitlenin genişlemesi, tek başına çok
önemli bir sonuçtur. Ama bu sayede daha
önemli bir sonuç ortaya çıkmıştır: Aydınlar,
geniş kitleler tarafından benimsenen edebî zevke ve dile yani konuşulan dile yönelmek zorunluluğu hissetmişlerdir. Zaman zaman bunun
zıddına bazı direnmeler olsa da genel gidişat
böyledir. Nesir türlerinin gelişmesi ve manzum
edebiyatı gölgede bırakmasının ardındaki güç,
bu noktada aranmalıdır. Nesir türleri, varlık
sebebi bakımından fikrî edebiyata daha uygundur. Bunu geniş kitlelere açılma ile birlikte
düşününce doğal sonuç da bellidir: Düşüncede
halkçılık ve demokratlık, ortak insanî değerler
olarak kabullenilmiştir.
Yararlanma gereği
Edebiyat araştırmalarında süreli yayınları
vazgeçilmez kılan bazı sebepler vardır.
Yukarıda söylendiği gibi edebiyatta yeni
iletişim vasıtası olarak süreli yayınlar (özellikle
dergiler) öne çıkınca, edebî ve kültürel birikim,
bu tür yayınlarda odaklaşmıştır. Yeni edebî metin üretimi ve edebiyat üzerine yapılan incelemelerin önemli bir kısmı, süreli yayınlardadır.
Bunlara müracaat etmeden araştırma yapılamaz. Aksini iddia edenler, ne büyük bir yanılgıya düştüklerini, dergi ve gazete tarayınca
anlayacaklardır.
Edebiyatın ilk teşhir salonu, süreli yayınlardır. Pek çok roman, tiyatro gibi edebî veya birtakım fikrî eserler, kitaplaşmadan önce gazete
ve dergilerde tefrika edilmişlerdir. Söz konusu
tefrikalar içinde kitaplaşma talihliliğine erişenler yanında, süreli yayın sayfalarında unutulma
talihsizliğine uğrayanlar da vardır. Daha büyük
bedbahtlık ise bundan haberi olmayan ama unvanıyla övünen akademisyenlerle karşılaşmaktır.
Cevat Rüştü Öktem, 1914-1934 yılları
arasında Türk çiçek ve ziraat kültürü üzerine,
ziraat tarihi üzerine kucaklar dolusu yazılar
yayımlamış fakat bunlar kitaplaşmadığı için
unutulup gitmiştir. Süreli yayın sayfalarında
görüp tanıyabileceğimiz daha nice Cevat Rüştüler vardır.
Günümüzde, “edebiyat tarihi” sıfatıyla anılan veya adında bu ibare bulunmasa da aynı
niyetle bastırılan nice kitap görürsünüz ki aynı
isimler etrafında döner dururlar. Bunların “zirve şahsiyetlerle temsil” gibi bir teorik bilgi ve
teamülden hareket ettiklerini düşünmeyiniz.
İki kitaptan üçüncü, beşinciyi çıkardıkları için
böyledir. Süreli yayınlara (özellikle dergilere)
yönelecek olsalar, hep aynı isimleri, aynı yanlışları tavaf edip durmayacaklardır.
Eski harfli bazı kitapların üzerinde ay adı
bulunmadığı için basım tarihinin Hicrî mi
yoksa Rumî mi olduğu kestirilemez. Bu iki
takvim arasında üç yıla varan farklar ortaya çıkabilmektedir. Merhum üstat Seyfettin Özege
de meşhur katalogunu (Eski Harflerle Basılmış
Türkçe Eserler Kataloğu, 5 C., İstanbul 19711979) hazırlarken işin içinden çıkmanın mümkün olmadığını görerek II. Meşrutiyet (1324)
öncesindekileri Hicrî, 1324 ve sonrakileri
Rumî kabul etmiştir. Doğru bilgi için, süreli yayınlara başvurulabilir. Bekir Fahri İdiz’in
meşhur romanı Jönler Mısır’da, bütün kaynaklarda 1910 yılında basılmış gösterilmektedir.
Çünkü üzerindeki tarih 1326’dır. Hâlbuki
doğru bilgi şu ilanda saklıdır ve bu bilgi yalnızca süreli yayınlardan edinilebilir:
“Jönler Mısır’da; Gayet yeni meraklı eser,
maarif-i Osmâniyemizin ilk mahsûl-i kıymettarını, âsâr-ı ahrârânenin ilk yâdigârını alıveriniz.” (Tanin, sayı: 115, 12 Teşrîn-i sânî 1324
[25 Kasım 1908], s. 4).
Bazı edebî malzemelerin ne gibi
değişikliklere uğradığını tespit, yazarın fikrî
ve estetik düşünce bakımından değişimini
ortaya koyabilir. Bunlar da büyük ölçüde dergi
ve gazeteler sayesinde öğrenilebilir. Daha nice
gereklilik; edebiyatı öğrenmek, öğretmek veya
sadece zevk saikıyla okumak isteyenler için
süreli yayınları “vazgeçilmez” kılmaktadır. ■
23
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Her dergi, bir taze haber
ALİ ÇOLAK
B
ana, ‘Bunca yıl gazetecilik, editörlük
yaptın; yazmaktan, yayımlamaktan en çok mutlu olduğun haberler
hangileridir?’ diye sorsalar, tereddüt etmeden,
‘Dergi tanıtım yazılarıdır.’ derim. Hakikaten
böyledir; Anadolu’nun uzak bir ilçesinde çıkan
alelâde bir edebiyat dergisinin tanıtımı gazetede çıktığı günün sabahında mutluluğuma diyecek olmaz. Kendimi, çok hayırlı, hayati bir
iş yapmış gibi mutmain ve huzurlu hissederim.
Bu, belki eski bir alışkanlıktan, aşinalıktan gelir veyahut eski bir hastalıktır.
Bir zamanlar, şimdi 25 yılı buldu, ben de
bir dergiciydim ve bu işlerle uğraşmanın insana nasıl lezzetler ve hüzünler yaşattığını, nasıl
onulmaz bir aşka sürdüğünü tecrübeyle bilirim. Başkaları için önemsenmeye bile değmez
o sarı kâğıda basılı küçücük, incecik dergicik,
sizin için dünyanın en önemli uğraşı, en ciddi
işi ve en muteber nesnesidir. Her ayın başında
matbaadan alıp bayilere, abonelere gönderdiğiniz dergilerin ardından, kulağı cepheden gele-
cek zafer haberine ayarlı bir padişah gibi, yatışmaz bir heyecanla beklemeye durursunuz. Kim
bilir kimlere ulaştı, kaç kişi alıp okudu, kimler
ne düşündü; hangi yazıda, öyküde, hangi şiirde ne manalar buldu? Kim bilir kimler sizinle
aynı heyecanları duydu, kimler abone olmaya
karar verdi, dergiyi okuyup yazıya şiire davranan, ürün göndermeye niyetlenen kaç kişi
oldu? Acaba bir gazetede bir sütuncuk tanıtım
yazısı çıkar mı? Bir köşe yazarı birkaç satır da
olsa bahseder mi, bir cümlecik övgüde bulunur mu? Bir yerde, kısacık bir alıntı yapılır mı?
Ayın dergilerinden söz edilirken bizimkinin de
adı geçer mi? Bir mektup, bir faks -şimdilerdebir e-mail… gelir mi?
Gelirse bayram olur. Konak Postanesi’nde
kiraladığımız posta kutusuna bakmak için her
gittiğimizde, elimizde anahtar, yutkunur, kalp
atışlarımız çoğalarak açardık ‘P.K. bilmem kaç’
numaralı kutucuğun kapağını. Açardık ve bir
yığın zarf olurdu. Sevgiliden gelmiş mektuplar
gibi mutlulukla, coşkuyla elimize alır ve o şaş-
24
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
İşte ben,
gazetenin kültür
sanat sayfasında
ne zaman bir
dergi tanıtım
haberi veya bir
dergi yöneticisiyle
söyleşi
yayımlasam,
bütün bunları
düşünür ve
sevinçler duyarım.
O dergiyi
çıkaranların,
orada yazısı,
şiiri yayımlanmış
gençlerin
derginin
adını görünce
yaşadıkları gönül
aydınlığını,
gözlerindeki
ışımayı hayal
ederim.
kınlıkla bir parka, bir pastaneye yahut kahveye
oturup okumaya başlardık. O anlar, bizim için
mutluluğun fotoğrafıydı. Her şey, bütün yoksulluğumuz, imkânsızlıklar, yorgunluklar kaybolur; zevkle, hazla, coşkuyla kendimizden geçer,
zamanı ve mekânı unuturduk. Yeni dostlar, can
kardeşler, ruhtaşlar bulmuş olurduk kendimize.
Onların yaydığı ışıkla aydınlanırdık. Dergi çıkarmak, nihayetinde böyle bir şeydi işte. Yazmak,
göndermek, beklemek… Kederliydi, yıpratıcıydı
ve fakat güzeldi, bahtiyarlıktı, asil bir işti vesselam.
İşte ben, gazetenin kültür sanat sayfasında
ne zaman bir dergi tanıtım haberi veya bir
dergi yöneticisiyle söyleşi yayımlasam, bütün
bunları düşünür ve sevinçler duyarım. O dergiyi
çıkaranların, orada yazısı, şiiri yayımlanmış
gençlerin derginin adını görünce yaşadıkları
gönül aydınlığını, gözlerindeki ışımayı hayal
ederim. O daracık anda, onlarla aynı mekânı paylaşıyor gibi mutluluklarına ortak olurum. Kısacık
bile olsa bu tür tanıtımların, yazan ve üreten insanların -hele uzaklarda yaşıyor ve kıt imkânlarla
çalışıyorlarsa- heyecanını nasıl kamçıladığını,
üretmek ve daha iyisini başarmak için onları nasıl
cesaretlendirdiğini anlamak güç değil.
Dergiler, ister basit ve alelâde ister profesyonel olsun, Anadolu topraklarında, geçtiği yerleri
yeşerten, bereketlendiren ve en önemlisi serinlik,
umut ve heyecan oluşturan küçüklü büyüklü ırmaklar gibidir. Onların yöresinde kıpırtılar, heyecanlar ve üretimler olur. Onların geçtiği yerlere taze haberler gelir, etraflarını doyurur, ışıtır
ve genişletirler. Zamanla bulundukları mekâna
sığmaz, başka yerlere, uzun yolculuklara çıkarlar.
Bir yerden bir yere hep taze ve iyi haberler götürür, umutlar taşırlar. Irmaklar ne kadar çoksa
iyidir. Sular ne kadar coşkulu akarsa berekettir.
Dergiler ne kadar çoksa iyidir; söz, fikir ve sanat dolaşımdadır. Gelecekten hâlâ umut vardır ve
iyiliğin kayığı hâlâ yüzüyordur. Biz, siz, hepimiz,
o kayıkta birer kürekçiyiz. Sözün tükenmemesi
için, nefretin değil, sevginin egemen olması için,
hür düşünce için, özgürlükler için, edebiyatın
hepimizi gönendiren müziği için kürek çekip
duruyoruz…
Boşuna mı?■
25
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Yazıların Cumhuriyeti
VEFA TAŞDELEN
1
Dergiler, bir ülkedeki, tarihsel, kültürel,
bilimsel, felsefi zenginliğinin ürünü olarak
ortaya çıkar; zihinsel, duygusal ve eğitimsel
olgunlaşmanın meyvesi olarak boy gösterirler.
Yalnız ana kentlerdeki değil, illerdeki, ilçelerdeki dergiler de yaşayan kültürü yansıtırlar.
Çıktığı yere bakılmaksızın, bu dergilerin edebiyatı, sanatı, kültürü, düşünceyi, entelektüel
yaşamı destekleyip geliştirdiklerini söylemek
doğru olur. Büyük kentlerde öbeklenen büyük
dergiler, tüm ülkeye seslenirler. Fikirlerin,
sanat anlayışlarının öncülüğünü yaparlar. Usta
kalemleriyle sanat ve edebiyat ürünlerinin
ortaya çıkmasına katkı sağlarlar. Ana kentlerin
dışında da dergiler yayınlanır. Onlar da,
doğaları ve içerikleri gereği tüm ülkeye, hatta
tüm dünyaya seslenirler. Ancak imkânları
dar olduğundan ulaştıkları okuyucu kitlesi
sınırlıdır. Taşra dergileri, içinde bulundukları
zor koşullara karşın, önemli bir görev üstlenirler.
Doğadaki her canlının varlık hiyerarşisi içinde
bir iş yapması ve varlık dokusu içinde bir
yerinin olması gibi, taşra dergilerinin de kültür
nakşının işlenmesinde önemli görevleri vardır.
Bir bakıma eğitimin, edebiyatın, sanatın ve
felsefenin kılcal damarlarıdır onlar. Hayatı
ve canlılığı, bedenin en uç noktalarına kadar
Her dergi, kendi
ortamı içine doğar,
kendi ortamını
oluşturur ve
geliştirir. Hiçbir
dergi, bir diğer
diğerinin yerini
almaz. Her dergi,
tıpkı her bir insan
gibi kendi yerinde
ve konumunda
bulunur, kendi
kaderini yaşar.
Dergiler
birbirlerinin
imkânını tüketmez,
aksine çoğaltırlar,
birbirlerine ufuk
oluşturur.
26
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
taşıyarak sağladıkları entelektüel birikimi,
enerji ve esenliği, organizmanın bütününe
yayarlar. Böylece bünyede sağlıklı bir işleyişin
oluşmasına katkıda bulunurlar. Ormanlar,
nasıl ki bir ülkenin akciğeri ise, dergiler de
öylece o ülkenin gören gözü, düşünen kafası,
hisseden yüreği ve dengeleyen vicdanıdır.
“Edebiyat dergisi nedir?” sorusuna geçmeden önce, bu sorunun anlamına bir göz atalım:
'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, edebiyat
dergisinin anlamı nedir, diye sormaktır. Yapılan iş ve üretilen eser üzerinde konuşmak ve
düşünmek istemektir, bu konuda bir söylem
oluşturmak istemektir. Yapılan işin anlamını
üretmek, böylece yeni bir üretim içine girmektir. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, eserin
ve ürünün dışında, eser ve ürün hakkında yeni
bir varlık alanı oluşturmaktır. Eserin anlamını
çoğaltıp zenginleşmesine katkıda bulunmaktır.
'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, çabanın
yalnız bir eser olarak değil, yorum, eleştiri ve
kuram olarak da zenginleşmesi, giderek çoğalan bir anlama kavuşması demektir. 'Edebiyat
dergisi nedir' diye sormak edebiyat dergisini sorunsallaştırmak, oylumunu genişletmek, yapılan iş, üretilen eser üzerine düşünmek demektir.
'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, edebiyat
dergisini niçin çıkarmalıyız, edebiyat dergisinin sanat, kültür ve düşünce dünyasındaki yeri
ve anlamı nedir, sorusuna bir cevap aramaktır.
'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, giderek
“edebiyat nedir” sorusuna bir cevap aramaktır.
'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, edebiyatın kendisini üretiş biçimini merak etmek ve
bu konuda bir tartışma açmaktır…
2
Dergi, derlenmiş, bir araya getirilmiş olandır. Yazıların cumhuriyetidir. Günümüzde pek
kullanılmayan “mecmua”, bu cem olmaya, bir
araya gelmeye ve toplanmaya doğrudan bir
göndermedir. Dergi dediğimiz faaliyet alanı,
öncelikle bir tekilliği değil çoğulluğu, soloyu
değil koroyu ifade eder. Çoğul yapıyı derleyip toparlayan ve bir araya getiren, “derginin
ruhu”dur. Bu ruh, bir sanat anlayışından, bir
hissiyattan, bir tutumdan, bir tarzdan, bir üs-
luptan, bir anlamdan, bir kuramdan, bir felsefeden oluşabileceği gibi bir heyecandan, bir
umuttan, bir üretim ve paylaşım isteğinden de
oluşabilir. “Edebiyat dergisi nedir?” sorusunu
cevaplayabilmek için bu ruha bakmak gerekir.
Bilimsel dergilerde, nesnel ve evrensel ölçütlere uygun bir şekilde yapılan araştırmalara yer
verilir. Yayınlanacak makaleler konusunda yetkili kişilerin hakemliğine başvurulur. Bu nedenle sanatın ve edebiyatın öznelliğinden uzak
bir üslupla konular ele alınır. Kişisel duygulara,
şahsi tepkilere yer verilmez. Makale sahipleri,
duygusal ve kişisel tepkilerinden, içsel yaşantılarından değil, nesnel durumlardan söz ederler.
Bilimsel dergiler, kişiliğin gizlendiği, konuşanın kendisini belli etmediği, nesnel olarak
konuştuğu, öznel olarak sustuğu dergilerdir.
Yazar sorusunu sadece kendisi için cevaplamaz,
herkes adına cevaplar. Cevabı, kendisini değil, bizi de bağlar. Olguların, nasılsalar öylece
tespitini ve tasvirini amaçlarlar. Bilimsel dergilerde, yazar değil nesneler konuşur. İfadeler,
farklı anlamlar içermeyecek ve çağrıştırmayacak şekilde “en aza” indirgenir. Sanatsal söyleyişlerden, benzetmelerden, süslü ifadelerden
kaçınılır. Anlam, kendisinden “belirli bir şey”
anlaşılacak şekilde sınırlanır, tanımlanır.
Edebiyat dergilerinde ise bilimsel dergilerin aksine, yazarın kendisidir konuşan; kendi beğenisi ve bakış açısı öne çıkar. Duygusal
yaşantılar, bireysel davranış biçimleri, kimi
zaman “tipsellik özelliği” oluşturacak şekilde
eserine yansır. Süslü söyleyişlere yer verir yazısında.
Yazının varlık nedeni, “güzelleştirilmiş dil”dir çünkü. Varoluşa yönelik estetik
bir bilinç taşır, güzellik duygusunu geliştirir,
yaşama duygusunu eğitir. Acı bile estetik bir
bilinçle temayüz eder, zorluklar bile okuyanda
empati oluşturacak bir tarzda ortaya çıkar. Yazar kendi penceresinden seyreder dünyayı, yazısında kendi bakış açısını öne çıkarır. Öznel
yaşantılardan, içsel durumlardan, duygusal
deneyimlerden söz eder. Bilimsel dergiler nasıl
kişi merkezliliği dışarıda bırakarak kendilerini meşrulaştırıyorlarsa, edebiyat dergileri de
yazarın dünyasını, öznel deneyimlerini açarak
varlıklarını gerekçelendirirler. Bilimsel dergide
27
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
iyi-kötü, güzel-çirkin, sempatik-antipatik gibi
kişisel değerlendirmeler, sevimli, hoş, nazik,
itici gibi duygusal yargılar yoktur. Edebiyat
dergilerinde ise her zaman kişisel bir tutum,
içsel bir tavır söz konusudur. Onlar, bu kişisel
değerlendirmeyi yapabilmek için vardırlar bir
bakıma. Bilimsel dergi kişiliğin öne çıkmadığı
bir dergidir; edebiyat dergisi ise kişiliğin açıldığı, benlik duygusunun geliştiği bir yerdir. Yazar, yazısını kendi bakış açısı çerçevesinde ortaya koyar. Edebiyat dergisi genel olarak bakmaz
insanlara, tek tek kişiler, tipler olarak bakar.
Ancak bu bakış, magazin dergilerinde olduğu
gibi bir “dedikodu” düşkünlüğü olarak değil,
sanatsal ve estetik bir değer taşıyacak şekilde
ortaya çıkar. Edebiyat dergisinin amacı merak
gidermek değildir. O, belirli kişi ve tiplerin
yaşantılarından söz etse de, dilde bir varoluşu
üretir, güzelleştirilmiş dille estetik bir yaratıcılık ortaya koyar, estetik bir nesne üretir. Bu
güzelleştirilmiş dil, bu kurgulanmış varoluş,
bu estetik nesne, varoluşa ilişkin kalıcı bir bakış ve bilinçtir. Sıcak gündemden, ekonomik ve
politik gelişmelerden etkilense de, bu gelişmelerden bağımsız bir yapıya sahiptir.
Öznel olması, kişisel bir bakış açısı
kullanması, şiir, öykü, deneme gibi yazı
türlerine yer vermesi, dergiye bir tür kendilik
bilinci, bir tür “edebiyat dergisi” bilinci
kazandırır. Bu bilinç, açıkça ifade edilmemiş
olsa bile derginin sayfalarına açıkça yansır,
giderek dergiyi tanımlar. “Edebiyat dergisi
olma” bilinci çeşitli maddelerden oluşur.
Derginin istikrarlı bir yayın hayatı olması ya
da geniş okuyucu kitlelerine hitap etmesi, bu
maddeler arasında yer almaz. Zira bir sayı
bile yayınlanmış olsa, edebiyat dergisi kendi
kimliğini, edebiyat dergisi olma bilincini ve
tavrını belli eder. Başlıca edebiyat dergisi nedir,
sorusunu cevaplayabilecek nitelikte olan bu
bilinç, estetik ve sanatsal nitelik taşır. Edebiyat
ürünlerinde, edebiyat ürünü olma bilinci
vardır. Yazılarda ortaya çıkan sanatsal ve estetik
duyarlık, edebiyat dergisine kendi tavrını, kendi
bakışını, kendi kimliğini kazandırır. Edebiyat
dergisinin kendisi hakkındaki bilinci, önemli
ölçüde ürünün kalitesinde, özenle üretilmiş
olmasında, isimlerin yazma sürekliliğinde ve
yazarlık bilinci taşımalarında, yazarların şiir,
öykü, deneme vb. anlayışlarında, yazı üsluplarında; kısaca yazmayı estetik değerli bir iş olarak görmelerinde ortaya çıkar.
3
Edebiyat dergisinin öncelikli işlevi edebiyatı üretmektir. En son, en taze, en yeni ürünleri sergilemesi, edebiyat dergisinin, edebiyatın
atan nabzı olduğunu gösterir. Edebiyat dergileri, edebiyatı üreten atölyeler gibidir, her biri
edebiyatın lokomotifi durumundadır. Onlara
bakarak edebiyatın geleceği hakkında konuşmak mümkündür. En yeni eğilimler, en yeni
sanat anlayışları, en son ürünler, kendilerini
orada sergilerler. Dergi, dili ve varoluşu işleyerek dönüştüren, ürün hâline getiren canlı bir
organizmadır. Edebiyatı ürettiği gibi, yazarlık
okulu işlevini de görür. Böylece hem yazıyı,
hem de yazarı üretir. Yeni yazarların ortaya
çıkmasına, insanlara ulaşmasına, kendilerini
geliştirip yazı kültürü ve terbiyesi almalarına
önayak olur. İsimler, ilkin dergilerde görünür.
Dergiler kişilerin kendilerini geliştirdikleri
okul gibidir; yazmayı, yayına çıkarmayı orada
öğrenirler. Sadece okuma değil, aynı zamanda
yazma bilincinin de oluşturulması ve yaygınlaştırılması da edebiyat dergilerinin en temel
işlevleri arasında yer alır. Denilebilirse, onlar,
sürekli, yarınlara kalacak isimleri denerler. Bu
nedenle bir deneme alanı gibidir her birisi. Kişi
orada kendisini, kendi gücünü ve potansiyelini
dener. Yeterli direnci, sabrı, gayreti ve tutkuyu
gösterebilenler geleceğe kalır. Edebiyat dergisi,
bu şekilde, kendisini üreten bilinci de üretir;
edebiyatın bir söz kalabalığı, bir gevezelik biçimi olamadığının tanıklığını da yapar. Bu
sayede insanlar, özellikle de gençler, yazmanın
özen, emek, bilgi, tecrübe, kültür ve sabır işi
olduğunu anlarlar. “Söylediğim her söz, yazdığım her yazı edebiyattır”, “Aklıma geleni söylerim, gülden, bülbülden, Leyla’dan söz ederim;
acıdan, gönül işlerinden dem vururum, olur.”
anlayışı ortadan kalkar. Edebiyatın da bir etiği olduğu, bir edep, bir yaşantı, ölçü, ahenk,
düzen ve de estetik işi olduğu, söze ve insana
28
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Görüleceği üzere, “edebiyat dergisi nedir?”, sorusunu
cevaplarken, farkında bile olmadan hep edebiyatın ve
edebiyat eserinin özelliklerinden bahsettim. Edebiyat
dergilerinin bilimsel dergilerden ayrıldığı noktaları
yazayım derken, farkında bile olmadan edebiyat ve bilim
arasındaki farkları yazmaya giriştim.
saygı işi olduğu, söylemin kaos değil düzen ve
güzellik işi olduğu fikri gelişir, olgunlaşır.
Edebiyat dergilerinin bir başka işlevi de
üretilen edebiyatın tanınması, araştırılması ve
eleştirilmesi konusunda ortaya çıkar. Edebiyat
hakkında yapılan araştırmalar, bu dergilerin
ana yayın konuları arasında yer alır. Yazıyı ve
yazarı ürettikleri gibi, akademik bir hizmet
gördükleri de söylenebilir. Söz gelimi, “Orhan
Veli’nin Şiirlerindeki İstanbul” konulu bir yazı,
edebiyat dergilerinde yayımlanabilecek türden bir yazıdır, ama aynı zamanda akademik
bir değer de taşır. Şu hâlde edebiyat dergileri,
edebiyat ürünleri üzerine akademik, sanatsal,
felsefi bakışların da yer aldığı dergileridir. Bu
bakışların önemi büyüktür. Zira onlar, edebiyat ürünlerini zenginleştirip bu konuda bir birikim sağlarken, edebiyatın kendisi üzerindeki
bilincini de geliştirirler, edebiyat geleneğinin
oluşmasına da katkı sağlarlar. Bir bakıma edebiyatın felsefesini de yaparlar, edebiyat üretim
ve eleştirisine kuramsal bir zemin de hazırlarlar. Bu kuramsal zemin, edebiyat ürününe yön
veren bilinci oluşturur, edebiyatın kendi kendine bakmasını sağlar.
Her dergi, kendi ortamı içine doğar, kendi
ortamını oluşturur ve geliştirir. Hiçbir dergi,
bir diğer diğerinin yerini almaz. Her dergi,
tıpkı her bir insan gibi kendi yerinde ve konumunda bulunur, kendi kaderini yaşar. Dergiler
birbirlerinin imkânını tüketmez, aksine çoğaltırlar, birbirlerine ufuk oluşturur. Bir ülkede
yayınlanan dergi sayısı, okur ve yazar sayısıyla koşutluk gösterir. Ne kadar çok dergi varsa,
o kadar çok okuyucu, ne kadar çok okuyucu
varsa o kadar fazla dergi yayınlanıyordur. Yeni
bir dergi, yeni bir çevre, yeni bir okuyucu, yeni
bir eleştirici ve yeni bir yazar kitlesi demektir.
Yeni bir dergi, yeni bir edebiyat ortamı demektir. Edebiyat ortamı derken, öncelikle edebiyatı üreten, eleştiren, okuyan, alımlayan çevreyi
anlarız. Yazıyı, yazarı, yazı bilincini oluşturan
dergi, yazının ortamını, çevresini de oluşturur.
Edebiyat olayı, bir sanat olayı olarak alımlayıcı
olmadan tamamlanmaz. Yazıyı ve yazarı üreten, yazarı yetiştiren dergi, kendi okuyucusunu
da yetiştirir, bir okuyucu kitlesi de edinir. Bu
okuyucu kitlesi, seçkin bir okuyucu kitlesidir;
onu sıradan okuryazar kitlesinden ayırmak
gerekir. Okuryazarlık bir beceriyi ifade eder.
Gazete okurluğu da bu sıradan beceri tipi içinde yer alır. Hatta ekonomi, politika, magazin
dergi okurluğu da sıradan bir okurluk türüdür. Ancak edebiyat, düşünce ve kültür dergisi
okurluğunun seçkin bir okurluk türü olduğu
söylemek gerekir. Zira burada okumak, aynı
zamanda eleştirebilme, yeniden üretebilme,
yazabilme ve sorgulayabilme becerisini de ifade eder. Denilebilirse, dergi okuyucusu, aynı
zamanda dergi yazarı olma vasfını da gösterir.
Edebiyat dergileri bu yönüyle eğitici ve geliştirici bir işlev görürler.
Edebiyat dergileri, birleştirme ve toplama
özellikleri ile kültürel ve edebî dağınıklığı birleştirip derginin kimliği altında ürünleştirirler.
Yazma, okuma ve üretme etkinliği, onlarla sistematik bir değer kazanır. Bir süreklilik, süreklilikle birlikte de bir gelenek oluşur. Derginin
olmadığı yerde, gerçek anlamda edebiyat, sanat
ve kültür de yoktur. Dergiler kan dolaşımını
sağlayan damarlar gibidir. Bu dolaşım sayesinde bünye hayatiyet kazanır. Bireyler arasındaki
29
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
görüş, beğeni ve fikir akışı, dergilerin işlevleri
arasındadır. Bu iletişim, önemlidir. Bu sayede
entelektüel içe kapanıklığın önüne de geçilmiş,
bilinçler arası iletişim ve paylaşım sağlanmış
olur. Dergi, bir üretim, eleştiri ve düşünme biçimi olarak, ortak tema ve duyarlıkları geliştirir. Bu açıdan bakıldığında, edebiyat dergisi,
her şeyden önce bir özümseme mekanizmasıdır.
Bulunduğu ortamı, tarihi ve kültürü; âdetleri,
yaşantısı, coğrafyası ve olaylarıyla edebiyatın
ve sanatın diline dönüştürür, bunu teşvik eder.
Oraya estetik bir görünüm kazandırır. Estetik
bilinci ve algıyı terbiye eder. Yaşanılan ortamın
güzelliklerini ifade etme ve yeniden üretme bilinci kazandırır. Bu güzelliklere yenilerini ekleme, yaşanılan ortamı estetik ve sanatsal bir
ortam hâline dönüştürme çabası gösterir. Böylece içinde yaşanılan zamanın kültürel ve fiziksel özellikleri, öne çıkan olayları, yaşantıları,
bireyler arası ilişkileri, varoluşun biricikliği,
edebiyat eserinde yeniden üreme ve ortaya çıkma imkânı bulur. Bu nedenle, edebiyat dergisi
kendi zamanının eylemcisi ve üreticisi olduğu
gibi, aynı zamanda tanığıdır da. İnsan dünyası şiirle, deneme ve öyküyle, tanıtım ve eleştiri yazılarıyla dergide ifade bulur. Bu nedenle
dergi, bir “belge” niteliği taşır; gelecektekilere,
onların tanımadığı bir zamandan ve yabancısı
oldukları bir dünyadan söz eder.
Edebiyat dergisi sözün ve yazının gezmeye
çıkarıldığı, bilincin özgürleşmeye, kendini aşmaya doğru derin nefesler aldığı bir “yeşil alan”
gibidir. Orada insan kendi hayalini kurar, kendi meskenini inşa eder, kendi düşlerini gerçekleştirir. Bu alanın sınırı yoktur, yazı gidebildiği
yere kadar gider. Tek sınır insanın kendisidir.
Kimse yapılan işi, “doğru” ve “yanlış” kavramları ile yaftalamaz. Çünkü onun alanı doğrunun
ve yanlışın değil, “deneme”nin, yani hürlüğün
alanıdır. Burada doğru ve yanlış, iyi ve kötü
gibi değer yargıları değildir konuşan, yalnızca
ustalıktır: kim taşını en uzağa fırlatılacak, kim
uçurtmasını en yükseğe uçuracak, kim sesini
en uzağa duyuracak;bütün bu denemelerin yapıldığı bir şenlik alandır. Doğruluk, yaptığımız
işten ne kadar sevinç duyduğumuzdadır; iyilik,
yaptığımız gezinti ile benliğimizin ne kadar
olgunlaştığındadır. Söz, işte böyle bir alanda
çoğalır, böyle bir alanda gezmeye çıkar.
4
Edebiyat dergisi, baştan sona eğitici ve geliştirici bir çalışmadır. Bir terbiye, eğitim ve
üretim biçimidir. Bir yaşama ve düşünme biçimidir. Edebiyat dergisi, edebiyat denilen
insani üretimi gerçekleştiren bir etkinlik alanıdır. Dün orada yetişen isimler, bugünün
edebiyatçıları, şairleri, romancıları, öykücüleri
ve denemecileridir. Edebiyat dergileri, edebiyatın mutfağıdır. Edebiyat ürünleri orada pişer,
orada demini alır, orada tatlanır ve olgunlaşır.
Edebiyat dergisi, edebiyatın oluşumunda, gelişiminde ve kendisini sorgulayıp kendi üzerine
düşünmesinde önemli işleve sahiptir. Her birisi bir ocaktır, bir yetişme yurdu, bir okuldur.
Gençler, hatta genç olmayanlar bile, ondan çok
şey öğrenirler. Dergiler bir sanat anlayışını, bir
politikayı dikte edici hâle geldiklerinde, bir
ideolojinin propaganda aracı olduklarında -ki
böyleleri de vardır- özgür bir tutum olmaktan
çıkarlar. Kendilerini belirli bir görüş ve bakış
açısıyla sınırlandırdıklarında, bir talimatnameye dönüşürler, kendilerini izleyen gençlerin
ruh ve zihin hâlleri üzerinde olumsuz etkiler
bırakmaya başlarlar. Edebiyat dergisi, dikte
edici uygulamaları, kendi sınırları dışında tutar. Edebiyat dergisi, ruhu ve zihni beslemeye
yönelik bir çabadır. Onun yönü iyiye ve güzele
doğrudur.
Görüleceği üzere, “edebiyat dergisi nedir?”,
sorusunu cevaplarken, farkında bile olmadan
hep edebiyatın ve edebiyat eserinin özelliklerinden bahsettim. Edebiyat dergilerinin bilimsel dergilerden ayrıldığı noktaları yazayım derken, farkında bile olmadan edebiyat ve bilim
arasındaki farkları yazmaya giriştim. Edebiyat
dergisi ile magazin dergisi, edebiyat dergisi ile
politika dergisi, edebiyat dergisi ile gazete arasındaki farkı yazayım derken edebiyatla gündelik söylemler arasındaki farkı anlatma eğilimi duydum. Artık edebiyatla edebiyat dergisi
arasında bir ayrım yapmıyorum; buna gerek de
yok. Şöyle düşünüyorum: Edebiyat dergisi, edebiyatın üretimidir, hatta edebiyatın kendisidir. ■
30
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Edebiyat dergiciliği
ve üniversite serüveni
CAFER GARİPER
Edebiyat dergiciliği
daha çok genç
kuşağın uğraş alanı
olarak karşımıza çıkar.
Şüphesiz bunda genç
insanların enerjisi,
kendilerini ifade etme
ve gerçekleştirme
arzusu gibi etkenler
rol oynar. Henüz kitap
çıkaracak birikime ve
güce sahip olmayan
genç insanın kendisi
gibi genç insanları
bularak ortak hareket
alanı oluşturması
yerinde bir harekettir.
E
debiyat dergiciliğini değişik yönlerden değerlendirmek mümkündür.
Maddi imkânlar, zaman, edebiyata
katkısı, yeni sanatkâr adaylarının yetişmesi, kültür ortamı hazırlaması, kolektif çalışma ürünü
ve aktüel olması, sürekliliği, genç edebiyat heveslilerinin ilk kalem ürünlerinin yayımlanmasına fırsat vermesi, yeni anlayışların daha çok
dergi ortamında kendini göstermesi vb. Bütün
bunlar edebiyat dergiciliğinin bir yönünün belirginlik kazanmasına yarar. Günümüzde edebiyat dergiciliğinin öğrenci boyutu, özellikle
üniversite öğrenciliği boyutunun da göz önünde
bulundurulması gerekir. Bu yazıda üniversite
öğrencilerinin edebiyat dergiciliğiyle olan ilişkisine kısa bir bakış getirilmeye, bazı problemler
üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
Türkiye’de edebiyatın dergiyle olan ilişkisi
gecikmeli bir görünüm sergiler. Şüphesiz bunda
süreli yayınların hayatımıza geç girmiş olmasının rolü büyüktür. Dergiden önce aktüel edebiyatın ifade aracı olarak gazetenin varlığı dikkat
çeker. İbrahim Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı
oyunu Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika edilir. Na-
31
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
mık Kemal’in Hürriyet Kasidesi, Hürriyet gazetesinde yayımlanır. Bunun örneklerini çoğaltmak
mümkündür. Gerçek anlamda edebiyatın dergilerde kendini göstermesi Ara Nesil döneminde
1880’li yıllarda mümkün olur. 1880’li yıllardan
itibaren edebiyat ürünleri gazetelerle birlikte
dergilerde varlığını sürdürür. Edebiyatın ifade
aracı olarak dergilerin gittikçe ağırlık kazandığı
gözlenir. Bu da yerinde ve doğru bir gelişmedir.
Çünkü aktüel edebiyat, varlığını ancak dergilerde gerçekleştirebilir. Gazete gibi yayın organları güncel olanın, o güne ait olanın peşindedir.
Güncele yönelik yazı, haber, bilgi aktarımına
başvurur. Bilgiyi, haberi, yazıyı üretir ve kısa
sürede tüketir. Onun mekanizmasını kuran bu
yapı, edebiyatla pek uyuşmaz. Edebiyatın, edebiyat ürünlerinin yaşanan günü, günceli konu alsa
dahi güncelle sınırlandırılması mümkün değildir. Günü aşan bir yanı hep vardır. O, aktüel
bir edebiyat olarak varlık kazansa bile günün,
kısa zaman dilimlerinin ötesine geçme özellikleriyle donanır. Geleceğe seslenme enerjisi vardır.
İşte bu ihtiyaca cevap veren başlıca iki ögeden
biri kitap, diğeri dergidir. Çoğu zaman kitaba
varmak için de dergiden geçilir. Kitabı besleyen,
büyüten, güdüleyen güçlerden başlıcası dergidir.
İsim sahibi çoğu şair ve yazarın kalem ürünleri
önce dergide varlık kazanır, sonra kitaplaşır. Bu
durum Namık Kemal için de, Tevfik Fikret için
de Yahya Kemal için de, Sait Faik için de, Ahmet Hamdi Tanpınar için de geçerlidir. Hatta
kimi yazar ve şairlerin kalem ürünleri ölümlerinden sonra dergilerde ve gazetelerde kalan yazı
ve şiirlerinin toplanmasıyla kitaplaşır. Yahya Kemal buna iyi bir örnektir.
Edebiyat dergiciliği daha çok genç kuşağın
uğraş alanı olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz
bunda genç insanların enerjisi, kendilerini ifade
etme ve gerçekleştirme arzusu gibi etkenler rol
oynar. Henüz kitap çıkaracak birikime ve güce
sahip olmayan genç insanın kendisi gibi genç
insanları bularak ortak hareket alanı oluşturması yerinde bir harekettir. Doğrusu edebiyat çalışması, kalem ürünleri ortaya koyma uğraşı erken bir dönemde başlar. Sürdürebilen ve başarı
yakalayanlar yazar, şair olur. Bunun örneklerini
çeşitli dergilerde görmek mümkündür. Yahya
Kemal’in öncülüğünde Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da yayın hayatına giren Dergâh
etrafında çok sayıda üniversite öğrencisi toplanır. Bir mahfil, bir okul özelliği taşıyan derginin genç yazıcıları arasından edebiyat dünyasına
çıkan dikkate değer adlarla karşılaşılır. Bunlar
arasında Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar ilk akla gelenlerdir. Yedi Meşale grubu da,
Garip mensupları da ilk ürünlerini dergilerde
yayımlarlar. Hatta Yedi Meşale grubu, Meşale
adıyla bir de dergi çıkarıp faaliyetlerini genişletmek isterler. Mavicilerin görünümü daha ilginçtir. 1950’lerde lise öğrencilerinin çıkardığı Mavi
dergisi etrafında bir edebiyat hareketi oluşturulmak istenir. Bunu İkinci Yeni ve Pazar Postası
dergisi etrafında da düşünmek mümkündür.
Çoğunluğu Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyan genç bir kuşak, Türk edebiyatın çarpıcı bir
yenilik yapma uğraşına girişir.
Günümüzde üniversite sayısı 1940’larda,
1950’lerde hayal bile edilemeyecek yüksek bir
rakama ulaşmıştır. Genç bir kuşak yetişmiş ve
üniversitelerde okumaktadır. Fakat edebiyat,
sanat etkinliği alanında bu artışa paralel bir
büyümeden söz etmek mümkün görünmüyor.
İletişim ağının, teknik imkânların geliştiği günümüzde üniversite ortamının birçok yeniliğe
zemin hazırlaması, genç kabiliyetlerin ortaya
çıkacağı etkinliklere ortam oluşturması beklenir. Bu alanda üniversite ortamı, gerekli refleksi
yeterince göstermiş değildir. Şüphesiz üniversitelerde de kimi etkinlikler yapılmakta, dergiler
çıkarılmaktadır. Bu gibi etkinliklere büyük bir
heyecanla başlanmakta, fakat daha birkaç yılını
tamamlayamadan çeşitli sebeplerle nefesi tıkanmakta, umut kırıklıkları yaşanmakta, boşluğa
düşülmektedir.
Sanat etkinliğinde bulunmak, dergi çıkarmak az sayıda hevesli genç insanın önünde maddi imkân(sızlık)lar başta olmak üzere, aşılması
gereken bir yığın problem belirmektedir. Bu engeller aşılsa bile daha baştan yazmanın zorluğu
ile karşılaşan genç insan, iradesiyle ve kabiliyetiyle sınanma yaşayacaktır. İnsanın kendisiyle
sınanması hiç de kolay değildir. Bunu aşmaya
karar verse bile kendisiyle girişeceği savaş, yıllar alacak, birçoğu zafersiz savaşa dönüşecektir.
32
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Çoğu zaman yakınında, çevresinde sanattan,
edebiyattan anlayan yetkin kişiler de bulunmayacaktır. Yazık ki, üniversitelerimizin edebiyat
bölümleri yeni yetişmekte olan edebiyat meraklılarını destekleyecek, onlara katkı sağlayacak
anlayışa ve reflekse henüz yeterince sahip değillerdir.
Üniversite yıllarının hareketli sürecinde dergi
çıkarma girişimi başarıyla gerçekleştirildiğinde
bile problem ortadan kalkmış değildir. Bu iş,
süreklilik ister. Edebiyat dergilerinin okuyucu
kitlesi oldukça sınırlıdır. Bir de amatör ruhla
çıkarılan dergiye -belki ilk sayılarının dışında- rağbet pek olmayacaktır. Fakat kısa süre
sonra usanmalar, kıskançlıklar, çekememezlikler devreye girecektir. Bir süre sonra maddi
imkânsızlıktan, yayımlanacak nitelikte yeterince yazı bulamamaktan, ilgisizlikten yahut derginin peşinde koşuşturan kişilerin okullarını
bitirmiş olmasından dolayı dergi, zor zamanlar
yaşamaya başlayacak, herhangi ciddi bir açılım
kazanmadan, sesiz sedasız kapanıp gidecektir.
Çoğu, kütüphanelerin zamana armağan edici
korunma şansını bile bulamadan karanlığa gömülecektir. Oysa her dergi bir umutla, yaşama
coşkusu ve tutkusuyla doğar. Ancak çoğu doğum, ölü doğumdur. Çünkü gerekli atmosferi,
toprağı ve suyu bulamayarak yaşama imkânını
daha baştan kaybeder.
Dergiciliğin üniversite yılları, amatör ruhla
yapılan koşuşturmaları, yenilgileri, hedeflenen
noktaya ulaşamama durumu kayıp olarak değerlendirilebilir. Fakat bu kayıp yahut yenilgi,
aynı zamanda bir kazanç ve zaferdir. Ötekiyle
kurulan temas, başkasını tanıma, tartışma, sınanma, yeni ve farklı anlayışlarla karşılaşma,
bir iş ve/veya eser üretme genç insan için hiç de
gözden uzak tutulmaması gereken tecrübe alanlarıdır.
Genç insanın dergiyle sınanması kimi zaman
başarılı sonuçlar da verir. Burada başarının derecesi yahut sınırının ne olduğu önemlidir. Başarı kriteri, ülke genelinde yayın yapan dergilerde kalem ürünlerinin yayımlanması imkânının
yakalanması, kitapların baskı yapması olarak
da alınabilir; kişinin kalıcı ürünler vermesi şeklinde de değerlendirilebilir. Her iki başarı ölçü-
sünü, özellikle ikincisini yakalamak şüphesiz
güçtür. Dergâh dergisi etrafında sayısı kabarık
genç şair adaylarından, Tanpınar başta olmak
üzere, zamana kalan birkaç şair gösterilebilir.
Yedi Meşale’nin altı şair adayından Ziya Osman
Saba, bugün okunan şairler arasında anılabilir.
Bu noktada, “Diğer yazar ve şairlerin çabası boşuna mı?” şeklinde bir soruyla karşılaşabiliriz.
Her uğraşın, her çalışmanın insanı daha ileriye
taşıdığı düşünülürse hiçbir çaba boşuna değildir. Kaldı ki, kişi kendisiyle sınanmadan kalıcı
olana ulaşıp ulaşamayacağını bilemez. Galiba
asıl başarı ölçütü, kişinin kendi kabiliyetini,
potansiyel gücünü kontrol ederek imkânlarını
iyiye ve güzele yönelik kullanmasıdır. Sonuçta
herkes yalnızca kendisidir, kendi gerçekliğinin
bir ifadesidir.
Buraya kadar sanırım daha çok olumsuzlayan bir bakış ortaya çıktı. Aslında olumlayan ya
da olumsuzlayan bakıştan çok gerçekliğin peşinde olmak gerekir. Gerçeklik de hayatın kendisidir. Sanata, edebiyata meraklı, yazma duygusunu içinde taşıyan herkes kendisini sınamak
durumundadır. Bunun da alanı öncelikle dergilerdir. Dergilerde kendisine yer bulmaya çalışan, belirli bir kabiliyet taşıyan genç sanatkâr
adayının her şeyden önce dergilerde kendisini
denemesi, kapıları çalması gerekir. Özellikle
üniversite yılları her türlü zorluğa rağmen buna
fırsat hazırlar. Biraz da insanlar kendi fırsat ve
imkânlarını kendileri hazırlar. Her şeyden önce
başarının sabır ve çalışmaktan geçtiğini öğrenmek gerekecektir.
Dergilerin, dergiciliğin üniversite serüveni
aslında daha uygun ortam bulabilmelidir. Böyle
bir ortam, aynı zamanda görüş alışverişine fırsat
tanıyacak, yeni yetişmekte olan genç insanların
bilgi ve görgüsünü artırmaya zemin hazırlayacak, ileride ülke genelinde yayın yapan gelişmiş
dergilere doğru açılmasında birinci basamağı
oluşturacaktır. Bu da hem edebî sanatın hem
düşüncenin, alttan gelen yeni kuşaklarla bir kültür ortamında buluşması, dolayısıyla beslenmesi, zenginleşmesi anlamına gelir ki, estetik zevk
olgunlaşsın ve düşünce derinlik kazansın.
Unutmayalım ki, hayatı bilimle kolaylaştırır,
sanatla yaşanır hâle getiririz. ■
33
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Dergi: Ocak ve odak
KÖKSAL ALVER
D
Dergi, bir
toplumsallaşma
birimidir.
Bir derginin
oluşması temelde
birilerinin bir
araya gelmesine
bağlıdır. Birileri bir
araya gelmedikçe
derginin oluşması
ve varlık hâline
gelmesi mümkün
değildir. Bu
bakımdan
insanların bir amaç,
ideal, görüş için bir
araya gelişlerinin
sonucu olur dergi.
ergi, bir düşünce ve edebiyat girişimidir. Düşüncenin,
dünya görüşünün, bakışın,
zihniyetin dile gelmesi, dahası dilden dile
dolaşması, tam anlamıyla ortaya konuşmasıdır. Düşüncenin toplumsallaşması,
insana ulaşması, toplumla bağ kurması
bakımından vaz geçilmez bir adımdır.
Düşüncenin incelikli duyurusudur. Bir
düşünce mevziidir dergi aynı zamanda;
düşünceler için başka mevziler de vardır
elbette; kitaplar, broşürler, diğer yayınlar,
sözlü iletişim araçları. Ancak dergi nedense düşüncelerin, fikirlerin, dünya görüşlerinin en keskin, en fazla rağbet edilen
mercilerinden ve mevzilerinden biridir.
Bir manifestodur. Dergi bir algının, fikrin, duygunun, görüşün, bakışın suretidir.
Dergiyi var eden unsurlar arasında
yazı, yazar, yayın, okur bulunmaktadır. Bu unsurların meydana getirdiği bir
ahenktir dergi. Her biri anlamını bir diğerinde bulur. Biri yoksa diğerinin çok önemi yoktur. Yazı, yazarda; yayın, okurda
anlam bulur. Dergi böylece var olur. Bir
unsur çökünce dergi yalpalar ve ayakta
34
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
kalamaz, kapanır, ölür, dergiler arşivinde yerini alır.
Şaşmaz bir şekilde dergi, ocak ve odaktır.
Bir yazı ocağıdır. Her daim dumanı tüten,
hayata kendisini katan, hayatla harlanan
bir ocak. Ocakta pişen yazıdır; düşüncenin,
edebiyatın canı ve kanı olan yazı. Yazı, derginin ocağında incelikli adımlarla bir ziyafete
dönüşür. O bir haz, gaye, mutluluk ve sadeliktir. Yazı, ustanın ve çırağın ellerinde itinayla
bir ziyafete dönüşür. Yazı, kişiye yazarlık vasfı
veren bir tılsımdır. Dergi kapısından acemi
ve ürkek giren kişiyi, bir yazar kılarak uğurlar tekrar. Âdeta ocağın etrafına dizilip nice
masal, hikâye, ninni, türkü dinleye dinleye
benlik kazanan, kişilikler edinen, sonra kendi
yuvalarını kuran oğullara benzer yazarlar da.
Dergi sürekli oğul veren bir kovandır; sürekli
yuvalar ve evler kuran, sonra oğulları ve kızları
o yuvalara gönderen sönmez bir ocak.
Dergi bir idealdir, idealin, düşün yola koyulmasıdır. İdeal, derginin maneviyatı ve ruhudur. Onu besleyen, var eden, yola düşüren
iksir idealdir. Her bir derginin kendine çizdiği
rotada beliren bir ideal zorunludur. Yolu, yürümeyi, yazmayı, yayını belirleyen eksen budur. Ne ki hemen her durumda olduğu gibi
dergi alanı da ideal ile reel olanın kesişmesine
ve karşılaşmasına tanık olur. Hayatın hiçbir
alanı kendisini bu can sıkıcı, kaçınılmaz, yaralayıcı, öldürücü yahut oldurucu karşılaşmadan
kurtaramaz. İnsan ve her şey, bu karşılaşmadan geçmeden ömrünü tamamlamaz. Dergi,
gerçeklik ile idealizmin, reel olanla irreel olanın, akıl ile duygunun, gönül ile zihnin kıyasıya karşı karşıya geldiği, birbirini tamamladığı,
birbirini tükettiği, birbirine hücum ettiği bir
er meydanı, kavga ortamı, hayat sahnesidir.
Bu hayat sahnesi, idealin evrimini, idealin yok
oluşunu yahut idealin nice imtihanlardan geçerek kendini gerçekleştirmesini sergiler.
Bu yönüyle dergi de bir sınanmadır esasen;
hayatın baştan sona bir imtihan olduğu gerçeğine dayanarak. Kimin imtihanı, okurun, yazarın, yazının; ustanın ve çırağın. Her bir unsur burada aşikâr olur, görülür, açık bir şekilde
var olur. Bu meydanda herkes kendisini görür,
kendisini bulur. Herkes buradan kendi payını alır ve gider. Dergi ocağında pişen de olur
yanan da, kül olup uçan da. Hayatın getirdiği
iki sonuç dergide de görünür: Kazanımlar ve
kayıplar; yenilgiler ve zaferler. Dergi kimine
kutlu bir yazar olma yolunu açar; kimine kibir
burçlarında bayrak sallamayı belletir.
Dergi, bir toplumsallaşma birimidir. Bir
derginin oluşması temelde birilerinin bir araya
gelmesine bağlıdır. Birileri bir araya gelmedikçe derginin oluşması ve varlık hâline gelmesi
mümkün değildir. Bu bakımdan insanların bir
amaç, ideal, görüş için bir araya gelişlerinin sonucu olur dergi. Bir odak ve ocak hâline gelir,
insanları etrafında toplayarak buluşma mecrası olur dergi. Ustalar, ağabeyler, gençler, çıraklar, acemiler, emekçiler, dizgiler, musahhihler,
okurlar bu ocağın harlı ateşinin ve közlerinin
etrafında buluşur. Toplumsallaşma ocağı, ister istemez pek çok şeye tanık olur: Gönenmeler, kızmalar, küsmeler, ayrılıklar, kopuşlar,
pişmanlıklar, inşalar, buluşlar hep bu ocakta
pişer, yayılır, dağılır. Dergi buluşmanın yeri
olduğu kadar ayrılmanın da yeri olur.
Ocak, kendince bir kültürü ateşler. Dergi,
bir kültür halesidir. Nice duygu, düşünce, ritüel, davranış ve tavırların sergilendiği, paylaşıldığı, aktarıldığı bir dünya! Bir deneyim alanı, bir halleşme mekânı ve ortamı. Derginin
mutfağı insana bütün bunları öğretir. Ona yol
gösterir, ona yolun ve hayatın, yazının ve yazmanın, kitabın ve yazarlığın inceliklerini tek
tek işaret eder. Kişi bu mutfakta, derginin ocağında dileğince beslenir ve gümrahlaşır. Sözün
ve yazının gücüne tanık olur. Sözün ve yazının
etkisini, şehvetini, sancısını duyumsar. Yürüyüşü değişir, bakışı değişir. Ne olacağı, hangi
yoldan yürüyeceğini bundan sonra belli olur.
Kültür ve düşünce ameliyesi olan dergi,
düşünce hareketleri bakımından hep önemsenir ve merkeze konur. Hemen her düşünce
hareketi bir dergi ile kendini duyurur ve yayar.
Kültür ve düşüncenin kök salması, yayılması,
tecrübe edilmesi bakımından dergi büyük işlevler üstlenir. Bir kültür ve düşünce mevzii
olarak işler. Bir kültür ve düşünce kaynağı olarak sürekli kaynayıp durur.■
35
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Ufka bakan ve ufukta beliren
kelimeler
TANER TATAR
Gül-i gülzâr-ı kelâm-ı kadîm
Bismillâhirrahmânirrahîm.
U
fku gözleyen ve ufukta beliren
kelimelerim. Ufukta ülküm var,
doğrulduğum yerde ülkem. Dilim, anne sütü kokan helâl Türkçem. Kelimeler, ufkuma bakan gözlerim. Dilime gelip de
söyleyemediklerim, bin yıllık özlemlerim. Gel
gör ki helâle haram karıştı, sakındığım gözüme toz kaçtı. Gözümü rahmetle temizlemeliyim. Hakikati kendi gözlerimle görmeliyim.
Manzaramız kelimelerle çizilip, resme
dönüşüyor. Ağaçları kelimeler yeşertiyor, kelimelerle “Erişti nevbahar eyyamı, açıldı gül-i
gülşen; Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi
ruşen; Çemenler döndü ruy-i yare, reng-i lale
vü gülden; Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi
ruşen”. Akıbet kelimelerle güz baharı doğuyor
ve berk-i diraht i’tibârdan kelimelerle düşüyor. “Eşkden gönlümdeki odlara su”yu kelimeler
saçıyor. Yâr demeden kalem elden düşmüyor.
Ümitler kâh yeşeriyor kâh dalından düşüyor.
Kelimeler, okuyanın penceresi, yazanın
gördüğü hakikat. Her pencere, göze gerilmiş
bir perde. Şeffaf perdeyi aralayıp da “Karın
yağdığını görünce; Kar tutan toprağı anlayacaksın; Toprakta bir karış karı görünce; Kar içinde
yanan karı anlayacaksın” (Sezai Karakoç). Her
bir perdeyi kaldırdığında, perdeyi anlayacaksın. Güneşe gerilmiş perdeyi yırttığında, her
şeyi anlayacaksın.
Ufkumuzda beliren kelimeler; baktığımız
yerde değil, gördüğümüz yerdedir. Çatı tepemizden uçup duvarlar yerlere dökülüp de pencereler ortadan kalktığında, hakikatle göz göze
gelinir. Hakikate bakan gözün pencereye ihtiyacı
yoktur. Bakan ve bakılan birdir orada.
Wittgenstein, “ dilimin sınırları dünyamın
sınırlarıdır” der. Sınırlı olan sınırlının içinde… Sınırsızı sınırlının içine sığdırmak ise
mümkün değil. Dünyayı kelimelerle idrak eden
Wittgenstein’ın sınırlı dünyasını dil inşa eder.
Görebildiği, akledebildiği ve hissedebildiği
dünyasının sınırları ise dilinin de sınırlarını
çizer. Hayreti dile getirmek için önce hayret
etmek gerek. Lambada titreyen alevin üşüdüğünü söyleyebilmek için görmek gerek. Görebilmek için de sevmek gerek. Ancak diline ve
dünyasına dikenli tellerden sınır çekenler için
dünya ne demek! Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir / ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir (Fuzuli). Hayreti, hayret
36
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
İnsanlar gibi, ölmek için doğmuş metinler var. Mezar
taşlarına kazınmış isimlerin rüzgârda aşınması gibi,
silinmiş metinler var. Sonlu kalemler, hakikati birkaç damla
mürekkepten ibaret sanıp sonsuzluğu inkâr edenler;
ebediyeti gören kalemler, denizi mürekkep diye çekseler de
hakikat karşısında aczini beyan edenler.
uyandıracak bir tarzda anlatmak sanat demek.
Taş u toprak arasında “ bile yapılmak”tan
çok uzak duran, yapılmayı değil, yapmayı
seçen bir anlayışın, kalpsiz dünyası! Kalpsiz,
çünkü sınırsızlık ya da sonsuzluk kalpte gizli.
Sonsuza yöneliş, aşk ile; aşksız olan gönül “misal- i taş”. Gönlü taş olanın dilinde ağu tüter.
Gönlü aşk ile dolu olanın dilinden ise bal damlar: “Ballar balını buldum dükkânım yağma olsun” (Yunus Emre). “Yağ satarım, bal satarım,
ustam ölmüş ben satarım”. Sözün balsa, gel onu
ucuz satmaktan el çek, / Koyma ki, söz balına
konsun o murdar sinek (Genceli Nizami).
Yalçın Koç’un belirttiği gibi dil, hafıza ile
muhayyilenin taklididir. Taklit imkânını,
muhayyilenin temsil icraatı temin eder. Dolayısıyla dil bir cihetten “taklidî muhayyile”,
bir cihetten de “taklidî hafıza”dır. Taklitte
ve temsilde esas olan asıldır. Taklit ve temsil, “asıl”a bağlı olarak, taklit eden üzerinden ve temsil eden üzerinden ortaya çıkar.
Asıl mevcut olmadan, taklitten ve temsilden
söz edilemez. Dolayısıyla burada söz konusu
olan aslın taklidi ve aslın temsilidir. Mesela aynadaki görüntü aslını temsil eder. Ayna
karşısında duran kişi ayaktayken, aynadaki
görüntü yani temsil, yere oturmaz. Bu bakımdan temsiller sadece sergi oluşturur. Hâlbuki
Wittgenstein, “sergi”yi “dünya” zannetmiştir.
Dilin imkânları, aynanın temsil imkânlarını
aşar. “Basit önerme”, bir resimden ibaret olamaz. Resimlerle dünya kurulamaz. Zira resimler topluluğu sadece bir sergidir. Dil, takliden dünya tesis eder ki bu bizatihi asli dünya
değildir. Dilin taklit imkânı, aynanın temsil
imkânını aşar. Taklit eden vasıtasıyla oyun oynanabilir. Ancak taklidin bizzat kendisi, temsil
cihetinde “asıl”a dayanır. Bu itibarla “taklit”,
bizzat “oyun” değildir ve dilin esası bir dildeki
oyunla açıklanamaz. Hâlbuki Wittgenstein’ın
fikriyatı, asli dünya ile taklidi dünyanın karıştırılması esasında gelişmiş ve dili mevcudun
esası olarak ele almıştır.
Derrida için de “metnin dışında hiçbir şey
yoktur”. “Şey” metnin bizatihi kendisi midir? Ya
bizatihi metnin kendisi yokluk ise? “Ol” deyince
olduran, Kelâm’dan başka metin var mı? Metnin gücü “ol”durmaya değil ama oldurmuşluk
zannına yetebiliyor. Sürekli yazılıp bozulan şu
dünyada, kalem tutan eller, hükmün kendilerinde olduğunu vehmediyor. Yazanın metni ile
okuyanın metni bir değil. Okuyanın metninde yazar yok değil. Lakin okuyanı yok saymak
da gerçekçi değil. Metin, bildiği kadar bildirir.
Okuyan bildirilenden fazlasını bilir.
Aynı kelime ya da aynı dil, farklı kişilerde
farklı dünyalar kurar. Tedrisata devam edenler
İdris’in talebeleri; Hermeneötikçiler, kurnaz,
yaratıcı (!) ve bir hırsız olan Hermes’in kulları! İlahları kendisine Rab edinenlerin kelimeleri, Hakikati yalanlayanların yanında yer
alır; Allah’a isyan, “La” diyemediği ilahlara ise
secde eder. Hakikati yokluğa vehmederken,
‘doğru’nun bulunmadığı zannıyla kelimeleri
eğer büker. Başakların içerisine ayrık tohumu
eker.
37
Ne doğruluk, ne doğru; Ne iyilik, ne iyi... Bahçende en güzel dal, Unuttu yemiş vermeyi... Günahın kursağında Haramların peteği! (Arif Nihat Asya)
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Saussure “ dil, düşünceleri ifade eden bir göstergeler sistemidir” der. Bir gösterge, anlamlı
bir şekilde başka bir şeyin yerini tutabilen bir
şeydir. Bir gösterge yerine geçtiği anda bu şey,
ille de var olmak zorunda değildir. Bu sebeple Umberto Eco, “göstergeler doğruyu söylemek
için kullanılabiliyorsa, yalan söylemek için de
kullanılabilir” der. O hâlde dosdoğru olmak
kelimelerde başlar, davranışlarla devam eder.
Doğru, sadece kelimede kaldığında ise yalan
olur. İlim, yalan söylemeyen dil; dil, içine doğruluk çekmiş, doğrulukla dolma kalem ister.
Kalem, metni yazsa da tek değil. Kalem
değil, kalemler; metin değil, metinler var. İnsanlar gibi, ölmek için doğmuş metinler var.
Mezar taşlarına kazınmış isimlerin rüzgârda
aşınması gibi, silinmiş metinler var. Sonlu
kalemler, hakikati birkaç damla mürekkepten
ibaret sanıp sonsuzluğu inkâr edenler; ebediyeti gören kalemler, denizi mürekkep diye çekseler de hakikat karşısında aczini beyan edenler. Ve silinmeyen metin: Kelâm; ezelî ve ebedî
olanın kalbe inmesi. Söz bir Cenâb-ı Hâlık-ı
kevn ü mekân bir (Nesîb).
Yok olma kabiliyetini haiz ‘var’ız. Var olduğumuzu tasavvur ettikçe yokuz. Varlığı içine
çekmiş yokluğuz. Yokluğun girdabında savrulan varlığız. Âlem seyreyler bizi, biz ise âlemi.
Gökyüzü ile yeryüzü, ters yüz olur sürekli.
Yeryüzünde halay çekeriz, gökyüzünde karşılar saba makamı bizi. Söyleyen miyiz, yoksa
dinleyen mi? Ne fark eder, söyleyen de dinleyen de aynı değil mi? Yıldızlarda dolaşan hayaller, Hakikate seyelanda değil mi? Zühal’in
halesine serdim seccademi.
Orta Çağda Horeco, “Her şiir bir resimdir.”
derken, 18. yy’ da Colbera, “Her resim bir şiirdir.” der... Şiir bir resimdir; resim bir şiirdir, ayrılık olmakla birlikte müştereklik mazrufa değil
zarfa itibardadır. Resmetmek için şiir yazmak
ya da resmi şiir gibi yapmak! Gözde olmak ya da
görünür olmak! Hâlbuki zarf, mazruftan zarafet
buluyor. Zarf güzel görünse de nihayetinde açılıp
içine bakılıyor. Öyle ya, son bahar geldiğinde resimdeki gül yapraklarını dökmüyor; ilkbaharda
kokusuyla bülbülü davet etmiyor: Gül-i tasvir
bahar olsa da handan olmaz (Râşid). Söz söyleyen çoksa da candan olmaz. Taklit gerçekçi gö-
rünse de aslının yerine konmaz. Tasvir, hakikati
gölgeliyor. Ancak zaten insan gölgeler âleminde
gölgelenmekle meşgul! Nihayet görünen kadar,
gören gözün hakkını da inkâr etmemek lazım.
Nakışlarla işlenmiş cihana değil, Nakkaş’a yönelenlerin sözünde Hakikat var:
Bir söz değdi yüreğime, bir söz değdi
Müsvedde canım sözdeki her harfi sevdi.
Sözdeki nefes değdi, ateş-i yel değdi
Vesveselerimi aldı, estirdiği rüzgâra verdi.
Hariçten değil, yaş içimden gözüme değdi
Gitti diye korkardım, sevdiğim yâdıma geldi.
Kâsedeki ab değil, dilime kan değdi
Çekildi canım, bedenimi yere serdi.
Kokun, boynu bükük bülbüle değdi
Sözünde açan gül için figana geldi.
Bir feryat koptu derinden, sesime lal değdi
Can buldu canım da dilime Hay verdi.
di.
Söz savruldu, latif nefesinin kendisi değdi.
Akıl uçmağa vardı, serimi gönlüme eğdi.
Müsvedde canım, sözün geldiği hakikati sev-
Dil ile gönül aynı manaya gelir bizde. Dil,
gönle bağlıdır bizim iklimimizde. Gönülde
aşk, aşkta ise Hakikat vardır. Gönül konuşmaya, “Lâ” ile başlar, “bana seni gerek seni” ile
devam eder. Çünkü âşık; Gafillere dünya gerek,
akıllılara ahiret gerek,/ Vaizlere minber gerek,
bana sen gereksin der (Ahmed-i Yesevî). İnsan
gönlündeki her şeyi boşaltıp mekândan ibaret
olmayan bu mahalli sadece ve sadece yegâne
sahibine terk eder. “Lâ” deyip “İllallah”a şeyda
olur:
“Nam ve nişan hiç kalmadı, “Lâ... -La...”
oldum;
Allah zikrini diye diye “...illâ...” oldum;
Halis olup, muhlis olup “...lillah” oldum;
“Fena fillah” makamına geçtim ben işte.”
(Ahmed-i Yesevî)
38
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Dil, takliden dünya tesis eder ki bu bizatihi asli dünya
değildir. Dilin taklit imkânı, aynanın temsil imkânını aşar.
Taklit eden vasıtasıyla oyun oynanabilir. Ancak taklidin
bizzat kendisi, temsil cihetinde “asıl”a dayanır. Bu
itibarla “taklit”, bizzat “oyun” değildir ve dilin esası bir
dildeki oyunla açıklanamaz.
Levinas, akıl dilde yaşar der. Akla hitap
eden dil öyledir. Akıl, bilginin sarayı (Yusuf
Has Hacib), tacı başa takmalı; bilgili sözün
delili kuvvetli olmalı. Delili kuvvetli olan bir
sözü/ Anlamak istemeyen bedbahttır özü (Genceli Nizami). Lakin Aklına akıl deme sözüne
delil deme / Çünkü kurtaramazsın nefsini emmareden (Kaygusuz Abdal). O hâlde bilginin
sarayı olan akıl, gönül malikânesinin bekçi kulübesi. Asıl gönlü açık olanlar anlar her
sözü. Gönülde demlenmeyen söz, aklı tam olsa
da manası hamdır. Bin safsata bir mısra-i bercesteye değmez/ İndimde esâtîr-i Felâtun hezeyandır (Yenişehirli Avni Bey).
Barthes’a göre dil ötekini ten tene temas kadar etkiler, bu sebeple dil bir deridir. Lakin
deri çatlamış, zira can kurak. Her şeyi zahirde
arayan Batı, dili de görünür kılmak ister. Dokunamadığını yok sayan anlayış, dili ete deriye
büründürünce var sayar. Etkinin doruk noktasının temasta yaşandığını vehmeder. Hâlbuki
dil tenden içeridir. Tenle anlatılamayan dilde
dile gelir. Arzular, tende nihayet bulur; düşünce, sözde can bulur. Sözün kanatları var kuş
gibi ince ince/ Dünyada söz olmasa, neye gerek
düşünce? (Genceli Nizami). Tuğrul’un kanatlarında göğe yükselen can, aşka düşünce; dil susar, sessizlik feryat olur; insanın bütün azaları
konuşur; söz, göz-el olur:
Elimde, sükûtun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin! (Necip Fazıl)
Ten tene konuşunca serbest oluruz. Tenden
içeri sohbet başladığında, özümüz gürleşir, öz-
gür oluruz. Cana, kalbe, aşka dokunan sözlerle dokur, dokunur ve dokunuluruz. Kâh akla
uyar, tercüman olur söz; kâh ilham ile gönle
dolar söz. Sözü bişürüp diyenin işini sağ ede bir
söz (Yunus Emre). Lakin Söz bayrak kaldıranda ilham dolu gönülde/ terennüme söz bulmaz
sözlü ağız da, dil de (Genceli Nizami). Gönlü dökülür damakhanesine, dil aciz kalır; pişer orda kelimeler, söz menzile veciz ile varır.
Kelimeler kulaktan dolarken zihinlere, menzile varmak için birbirileriyle yarışır. Zihnin
rahminde büyür oraya canlı varabilenler. Her
kavuşma yeni bir doğum olur. Ölü doğanların
salasını dinleyen okur.
Quine, “Dil bir sosyal sanattır.” der. Esasında aklın süsü dil, dilin süsü söz; Kişinin süsü
yüz, yüzün süsü de gözdür (Yusuf Has Hacib).
Sanat ölçülü olmak demektir. Her söze bir
kantar, ölçü gerektir/ Gevezelik yükünü çeken
eşektir (Genceli Nizami). Sanat, gülşende biten nadide kelimelerin musikiyle izdivacından
doğar. Lakin Gül-i ter sonra gelir gül-şene evvel has u hâr (Lâ-edrî). Zira güzellikle söylense
de hakikatli söz cana batar. Zaten Bu gülşen
içre gül mi biter hârı olmaya (Sezayi-i Gülşenî).
Sanat olur mu hiç süs olsa da sözde; meğerki kalbe dolmaya! Gül var mı ki bu gülşende;
güz baharı gelip de dalında solmaya! Kaldı ki
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
(Fuzulî).
Sanat sensin, sanatkâr sen, canım efendim;
şair bana deseler de dilimden dökülen sensin
efendim. Sana gelişim sensiz değil; seni vesile
kıldım sana, kabul buyur efendim. Güzel sensin, güzellik senden, bilirim; bana ikramın şanındandır efendim.
39
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Anın için inilerim.
Sana dildadeyim cânım efendim
Bana rahm eyle sultânım efendim
Şol dülgerler beni yondu
Her azâm yerine kondu
Bu iniltim Hak’ dan geldi
Anın için inilerim.
Değildir hal-i dil takrire hâcet
Bilirsin dilde pinhânım efendim
Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Anın için inilerim.
Seni bildim seninle sana geldim
Budur tahkik-i îmânım efendim
Firâkın nârına zerre tahammül
Ne sabrım var ne dermânım efendim
Suyu alçaktan çekerim
Çeker yükseğe dökerim
Ben Mevlâ’yı zikrederim
Anın için inilerim.
Sezâyî derd-i mendim dilde tâbım
Yanar âteşte her yanım efendim
(Sezayi-i Gülşenî).
Yandığım ateşi sen saldın efendim. Sana isyan eden kelimeleri senin ateşinde yaktım efendim. Narına secde ettim, alnımda izi kaldı ateşten seccademin. Sadece: Efendim.
Rahmanın nefesi duyulur, harfler kelimelere, kelimeler sözlere dökülünce. Sırra vakıf olan
derdini bir kamışa söyler; ney olup iniler kamış,
kesilince. Makam üstüne makam üflenir; yardan
yaralanıp derman dilenince. Boynunu bıçağa
uzatır; dermana ferman gelince. Derdi olanın
iniltisi Hak’ dan gelir; suyunu alçaktan çeker,
yükseğe döker, dolaba layık görülünce:
Dolap n‘için inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevla’ya âşık oldum
Anın için inilerim.
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Anın için inilerim.
Beni bir dağda buldular
Kolum kanadım kırdılar
Dolaba lâyık gördüler
Anın için inilerim.
Ben bir dağın ağacıyam
Ne tatlıyım ne acıyam
Ben Mevlâ’ya duacıyam
Âşık Yunus eder ahı
Gözyaşı siler günahı
Hakk’a âşıkım billâhi
Anın için inilerim.
(Yunus Emre)
Sırrı içinde saklayamayan, kanıyla abdest
alır, söyleyince; sırlar ifşa olur, onu örten derisi
yüzülünce. Nice Molla Kasımlar sıraya dizilir;
sigaya çekilir insan, sözü eğri büğrü söylemeyince. Var olmak mümkün değil, Halik “ol” demeyince; insan dirilemez bu dünyada, ölmeyince.
Hakikat, iştiyak duyan kalbe damlar; dil tercüman olur, söyleyince. Ya ben öleyim mi söylemeyince.
Söyleyene değil söyletene bakmak gerek, eğer
dilde can varsa. Bülbüle ‘ âlem kafesdür ger
gülistân olmasa (Adnî). Dut yer bülbül, kalbinde
tuttuğu gül olmasa. Bildim, hakikî sanatkârlık;
‘sahip olmak’ değil ‘olmak’mış. Nihayetinde
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet
bu, gerisi yalnız çelik çomakmış (Necip Fazıl).
Dilden dökülecek kelime kalmadığında
son sözle kıyamet kopar. Sur üflenir, ney susar. O gün ki, bugünden sorula; “Anmaz mısın sen şol günü cümle âlem uryan ola/ Ne ata
oğula baka ne kardaştan derman ola. Dağlar
yerinden ayrıla heybetinden gök yarıla/ Yıldızın bendi kırıla yere düşe perran ola” (Yunus
Emre). Bidayette de, nihayette de “aşk ola”.■
40
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
STANDARTTAN SAPMANIN
MANZUM HİKÂYESİ
Duydun mu bak, gazetelere düşecek bunlar
Her gün kızıl kıyamet
Ben bu kapı önünden beri buradayım
Yetmiş yılı geçtim anlayacağın
Şişşt… İşi varmış, hıh…
Lafımın kesilmesini sevmem
(Bir de yokuşta nefesimin)
İki el ateş edildi mi edildi
Peki, kız ne demeye kaçmadı
Oğlan içine ata ata
Retinası çürük gözlerinin
Tamamını anlatamam tabii
Çocuk duyarsa yetiştirir
Kalın bir ansiklopedisi var
Yazıverir ilgili maddesine
Daha öncede yine bu sokakta
(Nevresimleri asarken öğle sonu balkonda
Çiçekleri değirmi, Gülten’in görümcesi vermişti
Gülten’i nerden bileceksin)
Sigaram sönmüş bak
Hediyee koş
Anası babasını yedi
Dertten yedi
Kızda afralar tafralar
Güneşte tahtı var (nedir ne olacak bu kilim)
Ayak seslerini gizleyince geç vakit
Tabii genç delikanlı şüphelenir her bi şeyden
Gel de laf anlat (beton soğumuştur şimdi)
Bu tarafa doğru konuşa konuşa gittiler
Başka da bir şey duymadım
Hediyeee!
SEVAL KOÇOĞLU
41
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
EL FALI -YA DA- MESAFE
Kaç kez yıkadım ruhumun tuzunda
Kaç kez geçirdim kollarımın merdanesinden
Arınmadı
Semaya dönük / yüreğime uzaktı ellerim
Oysa avucunda yüzünü gören olmalıydım
Hayat çizgisinde iz süren
Ağır geliyor da kütlesi cahil yanımın
Lakin konulduğu kabın şeklini almıyor akıl
Bu yüzden parmaklarım suç aleti
Tırnaklarım etime tuzaktı
Mevzubahis aşklarda dikenlerin muhabbete mani oluşu
Havsalama kuşlar kadar uzaktı
“Hicret görünüyor” dedi falcı
İşte gün ay ve takvim
Alın teriyle tuzlanmış tenimi serdimse de yoluna
Kırk secdenin birinde değişti kıblem
Anladım ki ‘hicret benden bana’
Kâbe yakın uzak olan bendim
Âdem’in sesiydi göğsüme çarpıp dönen
“Yeni bir sürgünün eşiğindeyim
Sıklaştıkça insanlar
Kötüsü çok iyisi az dört mevsim
Dünyanın çiçek bozuğu yanağından usanmadık”
MAHMUT BAHAR
42
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
EŞİK AĞRISI
Bir yol bir yola sığınır sen içindeki dağdan
İnersin ellerinden bir ülke çiçeklenir
Bir yol bir yoldan ayrılır; renklerinle gülümse
Söylendi mi, ayrılık insanın adresidir.
Bir yol bir yola karışır, bir ırmak bir ırmağa
Bir yol bir yola bağlanır, kişi eşittir zincir
Bağ budama mevsiminde annemiz, ellerinde
Bir asma çubuğuna saklıyor rüyasını
O rüyadan kardeşlerim, başka yeşil yorumlar
Başka bağlar çoğaltıyor yeryüzü mayhoş tatlı
Çardağımızda serinlik şarabımızda kekre
Gidebilsek, nereye, bir bağ tutkusu
Bir kabuk yarası ilk, gidebilsek nereye…
Yürümek güzel Allah’ım verdiğin büyük nimet
Hamdolsun en eskiye, hamdolsun en yeniye…
MEHMET AYCI
43
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Dergiler fikrin mezarlığı olmamalıdır
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
D
ün çok az sayıda dergi çıkıyordu, ama
kalite vardı. Yazılandan, yayınlanandan
kültürümüz adına bir birikimin billur
ırmaklarını görebiliyorduk. Ortak duyarlılık anlayışının getirdiği sorumluluk insanları ayrı dergilerde
de olsa bir arada tutabiliyordu. Bugün, hemen her
ilde baskı kalitesi güzel, ama mahiyeti zayıf birçok
dergi çıkarılmaktadır. Bu, niye böyle oldu? Yazan
çoğaldı, dolayısıyla yayın da arttı. Yazdığını yayınlanmış görmek isteyenler kaliteden çok imzalarının
sınırına kendilerini kilitlediler. Tabii, kantite, kaliteyi getirmiyor bu yüzden. Bunun içindir ki, yayınlanan, şiirler, hikâyeler, denemeler, eleştiriler ses
vermiyor. Popüler kültür dediğimiz magazinleşmiş
edebiyat mahsulleri, insanın anına cevap verebilir,
ama geleceğini kuşatmaktan çok uzaktır. Çünkü bu
tür yayınların hayatımızın derinliğini kuşatacak bir
sosyal muhtevası yoktur. Hayatın detayına yayılacak
bir diriltici sıvı gibi bütün eklemlerini besleyecek
nitelik taşımamaktadır.
Bunları derken, yayınlanan bütün dergileri toptan bir mahkûmiyetin kalın örtüsü altına itelemek
istemiyoruz. Elbette buna rağmen, iyileri de vardır.
Ne var ki, kötünün tezgâhına ürününü asan adam
iyilere yanaşamadığı için kendisini geliştirememekte
ve böylece iyilerin ürünleri de etki alanı bakımından
bir talihsiz alana çekilmektedir. Sonra dergiler, mahiyeti itibariyle bir bütünün fotoğrafını verdiği için
kötülerin fazlalığı iyileri de gölgede bırakabilmekte
ve bize göre işin vahameti de burada başlamaktadır.
Gündeme “Dergi Vakıası”nı almaya kalkıştığımız zaman böyle kaygılı bir girişi gerekli gördüm.
Bunun sebebi, belki de bizlerin mesafe almasında,
o geçmişin az ama nitelikli çabaları yanında bizim
neslin de fedakârlığı, kolektif şuuru önem taşıyordu. Yeni nesil, dergi çıkaran, eserleriyle bir yerlere
gelmek isteyenler, bunun sadece kendi etrafında
dönmekle bu işin olmadığını anlamaları için ve
44
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Dergiler, mektep
de olsa, tefekkür
kaleleri de kabul
edilse, aktüel
meselelerin
üzerinde aktif fikrî
üretim ve aksiyon
ortaya koyamıyorsa,
mesafe almaları
mümkün değildir.
Orijinal düşünce
ile hareket,
dergilerin ideal
hedefi olmalıdır.
Dergiler istimlâk
edici yazarların
gösteri alanı değil,
imar eden edebiyat
adamlarının sesi
hâline getirilmelidir.
geleceğe, eskilerin tabiriyle ibret-i müessire, yenilerin tabiriyle de bir ‘rol model’ olması bakımından
bundan söz etmekte fayda vardır diye inanıyorum.
Dergi sadece yazılanı yayınlayan aracı bir mevkute
değildir. Şimdi bu dikkat noktasından meseleye bakabiliriz:
1979-81 yılları arasında “Küçük Dergi”yi
çıkardım. Bu derginin çıkıp kapandığı tarihten bu
yana arkamda 35 yıla yakın bir zaman var. Dergiyi çıkarırken bir taraftan Hisar’a, Hareket’e, Türk
Edebiyatı’na, Töre ’ye ve Millî Kültür’e de ürünlerimi gönderip yayınlatabiliyordum. Kendi açımdan
eserlerimin neşri konusunda hiçbir sıkıntım yoktu.
Böyle geniş bir kabul ortamıma rağmen, niye bu
dergi için öncülük ettim? İnanıyordum ki, dünya
Muhsin İlyas’tan ibaret değildi! Benim ideallerim
olduğu kadar, arkamdaki nesle karşı da yükümlülüklerim vardı: Birçok genç insan ya da verimli,
ama önünü açamamış kabiliyetler vardı. Onların da
varlıklarını hiç olmazsa bu dergiyle edebiyat ortamına taşımaları gerekiyordu. Böyle bir sorumluluk
o yılların çok sınırlı imkânları içinde sırf bu yüzden
Küçük Dergi’yi doğurdu. İşe önce küçük bir grupla başladık, birkaç sayı sonra yük tamamen benim
üzerime kaldı ve böyle bir ihlaslı niyet için bir gazetede editörlük yaptım ve bunun karşılığında bu
dergiyi çıkardım.
Bugün, gururla söyleyeyim, birçoklarının yazılarını, şiirlerini hem kendi dergimde değerlendirdim
hem de diğer dergilere gönderip yayınlanması için
aracı oldum. İnanıyordum ki, paylaştıkça büyüyecektik. Ayni idealleri taşıyan insanların müşterek
hareketi bir şuurlaşma hâdisesine dönüşmezse mesafe almamız mümkün değildi. ‘Ben merkezli’ her
türlü çaba evvela işin merkezine kendisini alan insanı bitirir. Bunun farkındaydım ve ortak hareket
etmenin zaruretine inanıyordum. Daha sonraki yıllarda kendilerine böyle hizmet ettiğim insanlardan,
bunun vefa hukukundan faydalanabildim mi? Kesinlikle hayır! Hatta eserlerimin sayısı arttıkça bunların bir kısmından kıskançlığın ötesinde düşmanca davranışlar bile görmeye başladım. Meselenin
önemli tarafı da bunun böyle olacağını bilerek karşındakine el uzatmaktı. Ha, böyle bir fırsatın oluşturulmasına rağmen, burada yazıp yayınlayanlardan
Türk edebiyatına kazandırdığımız isimler oldu mu?
Şöyle göğsümüzü gere gere olduğunu söyleyeceğim
pek fazla isim çıkmadı maalesef. Çünkü birçoğu bu
işi bir heves gibi algıladı, bir atımlık barutu olanlar
45
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
onu kullandıktan sonra kendilerini yenileyemediler,
edebiyat ortamını takip edemediler, okumadılar.
Böylece de verimli şair ya da yazar olamadılar. Dergi
iki yılını doldururken bu gerçeğin hayal kırıklığına
uğrayınca kendim için dergi çıkarmanın bir anlamının da olmayacağını düşündüm, zaten, yukarıda da
sözünü ettiğim gibi ürünlerimi yayınlama problemim de yoktu, bu yüzden yayına son verdim.
Bu hayal kırıklığına rağmen, böyle bir ortamın
sağladığı ayrıcalıklar olmadı mı, oldu elbette. Sanırım, bizim en büyük kazancımız buydu. Şimdi burada ondan söz etmek isteyeceğim. Bunu yaparken
de; ‘bakın görün, ben menem fedakâr bir edebiyat
şövalyesiyim’, demek istemiyorum. İnanıyorum ki,
canlı edebiyat ortamı diyebileceğimiz dergi yayınları
özel bir kamuoyu oluşturamazsa, mesafe almaz. İnsanların birbirlerine karşı bağımlılıklarının fark edilmesi ve bunun gereğinin yerine getirilmesi hâlinde
neleri başarabileceğimizin bir küçük örneğidir, ama
etkili ve kalıcı bir örnektir bu. Böyle düşündüğümüz zaman gelişeceğimizi, böyle davrandığımız
zaman büyüyeceğimizi göstermek için anlatacağım
bunu. Değilse, bu yaştan sonra benim şöhrete de iltifata da ihtiyacım yok. Önce düşündürücü bir olayı
nakledeyim burada:
Hisar’da birlikte şiirlerimiz çıkan bir genç şair
dostum, o yıllarda birden Varlık dergisinde yıllardır
şiiri yayımlanan Hisar aleyhinde bir yazı yazdı ve o
tarafa geçti. Okuyunca şaşırdım, hemen kendisine
ulaştım; “Niye böyle yaptın?” diye sordum. Verdiği
cevap anlamlıydı: “Ağabey, bu dergide yazarak bir
yere varamayacağımı anladım. Çünkü sizin kesim
insanı yüceltmek yerine önünü kesmeye çalışıyor!” Bu,
onun görüşüydü, ama içinde bazı gerçekleri de barındırmıyor değildi. Bu tepki karşısında diyeceğim
bir şeyim de yoktu. Bugün bu şair, o tarihten bu
yana, arasında bulunduğu kesimden bir düzinenin
üzerinde ödül aldı, kitaplarını önemli yayınevlerinde bastırmayı başarabildi. Kendi yayınevini kurdu
ve dergi çıkarmaya başladı. Bizler ise birbirimizle
de boğuşmaya, hâlâ kendi kompartımanımızda
yalnızlık türküsünü söylemeye devam ediyoruz. Şu
bir gerçektir ki, biz, ‘beni görmeyeni ben de görmem,
benim önüme geçene de tahammül gösteremem’, ilkelliğine kapılır ve birbirimize sırt dönmeye devam
edersek bu alanda varlık hâline gelmemiz oldukça
güçleşecektir. İşte, bu ıstırap verici durumun vahametini gördüğüm için çevremle yetinmedim ve dışarılara kadar el uzatmaya gayret gösterdim. Bunu
fark edenler de oldu tabii. Şimdi birkaç örnekle meseleyi biraz genişletmek istiyorum:
1980 öncesi, kardeş kanının ayaklarımızın altına
geldiği netameli senelerdi. Bizler bir taraftan eserlerimizi üretirken öbür taraftan kendi varlık sebebimize bağlı olarak, karşımızdakilerle mücadele hâlinde
idik. Türk Dil Kurumu, sol’u besler nitelikteydi.
Oraya çöreklenmiş bir kadro, dil ırkçılığı adına güzelim Türkçemizi budama çabasındaydı. Bunlar işi
öylesine ileri götürmüşlerdi ki, 1980 ihtilâli olmuş
ve bir sükûnet sağlanmış olmasına rağmen, 1981
yılı şiir ödülünü, 80 öncesi kargaşasında öldürülen
TÖB-DER İstanbul Şubesi Başkanı’nın adına kitap
çıkaran ve askeri rencide edici ifadelerin yer aldığı
“Taliplerin Ağıtı” isimli kitabın şairine verdi. Kitabı
temin ettim, okudum; ürkütücü ifadeler vardı. Bir
süre bekledim, bizim kesimden birisi bu meseleyi ele
alacak mı diye. Baktım, kimse oralı olmuyor. Oturdum, “Türk Dil Kurumu Ödül Verirken Neye Talip
Oluyor” başlığıyla bu kitabı deşifre eden uzunca
bir yazı yazdım. Küçük Dergi yayındaydı. Bu yazıyı
burada yayınlayabilirdim. Onu yapmadım, çünkü
burada yer alacak bir yazının Türk kamuoyunda arzulanan yankıyı bulması ihtimal dâhilinde değildi.
Türk Edebiyatı dergisine gönderdim. Rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca, bunu önce Tercüman’daki kendi
köşesine taşıdı, sonra da dergisinde yayımladı(1) ve
“Trabzonlu Delikanlı” başlığıyla şunları yazdı:
[Dil Kurumu, 1980 dil ödüllerini, hangi anlaşılmaz ve bayağı eserlere vermiştir? Nazlı Ilıcak’ın
ve bizim sütunlarda, onlardan bazı parçalar vererek
açıklandı. “Yaşayan Türkçemiz” adlı üç ciltlik kitaba
da bakınız, örnekler göreceksiniz.
Dikkat ediniz, TDK, Atatürk’ün yani milletin mirasından aparılmış bu para ödüllerini 12
Eylül’den tam iki hafta sonra (26 Eylül 1980)… 12
Eylül hedeflerinin burnuna güler gibi bir kara sevda,
kara dâvâ cüretiyle vermiştir.
Bu kara dâvâ cüretini, bilhassa, bu yıl, “Trabzonlu Delikanlı” adlı kitabın sahibi Yaşar Miraç’a
verdiği “Şiir Ödülü”nde göstermiştir. Ödül alan bu
basit slogan yırcısı ve sözde eserleri üzerine yapılmış
güzel bir incelemeyi, “Türk Edebiyatı” dergimizin
gelecek sayılarında, kıymetli şair, yazar Muhsin İlyas
Subaşı’nın kaleminden okuyacaksınız…
“Trabzonlu Delikanlı”sına Türk milletinin
parasından ödül verilerek “yılın şairi” ilan edilen
o aldatılmış çocuğun, 1980 tarihinde yayınlanan
“Taliplerin Ağıdı” kitabından Subaşı’nın tespit etti-
46
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ği bazı bölümleri şiirden anlayan ve milletini seven
kimselerin insaf ve izanlarına sunacağım.
“Taliplerin Ağıtı”ndaki 17 parçanın hepsi, bir terörist ve teröristler için ağlamaktadır.
Aşağıdaki parçaları 1980’de kızıl anarşistler ve
eşkıyabaşıları için döktüren bir acemi militana, hem
de 12 Eylül 1980’in ikinci haftasında Atatürk’ün
mirasından “ödül” verin Dil Kurumu ve onun
kafadar seçicileri acaba hangi maksadı güttüler? Siz,
böyle bir yuvaya, hâlâ “Atatürkçü bir dernek” diyebilir misiniz? Türkiye’de “anarşinin kültür hücreleri”ni
arayanlar, acaba, Atatürk’ün mirasını, anarşi, çirkinlik ve bozgunculuğa dağıtan kurumlar üzerinde ne
zaman duracaklar? Buyurun ödül alan “delikanlı”yı:
“Kızıl mayası oğul
onbeşler bu denizin” (s.14.)
…
“Tabancaların sapına
gül değil kızıl karanfil
takın çakıl uşakları” (s.53.)
…
Bu da Nurhak dağlarında devletin askeri ile çarpışan, “kır eşkıyası” “Sevgili Yoldaş”ları için yazılmış:
“Taratma ile ateş açtılar
Gencecik yiğitleri biçtiler
Sinan Cemgil ile arkadaşları
Kesilmiş dal gibi yere düştüler (s.59.)
…
Türkiyem ve halkların
Usanılmaz kaynağı. (s.17.)
…
“Talibiz biz hepimiz,
Bu kavgada bu yolda
Düşenlerin yerini
Doldurup yürümeye” (s.63.)
İşte Dil Kurumu ve işte ödül verdiği “slogan yırcısı”… ve İşte… “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti”
yıkmak için savaşan anarşistleri besleyip hâlâ da
“Atatürk”ü millete ve devlete karşı silah gibi kullanmaya kalkan kurumlar faciası… (2)]
Bu yazılardan sonra dönemin Atatürkçü otoritesi, Atatürk’ün kurduğu bu kurumu kapattı. Dil üzerinden yıllardır sürdürülen bir olumsuz kızıl propagandanın böylece önüne geçilmiş oldu. Benim bu
girişimimi Yeni Sözcü Dergisi’nde yer alan aşağıdaki
yazıdan başka gören ve dillendiren olmadı:
[Bir şeyler çok hızlı bir gelişme gösteriyor.
Bakıyorsunuz olayların arkasından bile yetişmek
mümkün olmuyor. Bir gün uyanıyorsunuz,
Türk Dil Kurumu’nun mükâfat verdiği bir şair
tutuklanıyor; ertesi gün uyanıyorsunuz, kurumun
otuz yıllık üyelerinden biri istifa ediveriyor.
Bakalım, Türk Dil Kurumu aleyhine gelişen bu olaylar hangi noktada duracak? Gerçi, Dil
Kurumu’nun durması, dinlenmesi beklenemez,
ama son on-on beş yıldır giderek hız kazanan atakların, şu sıralarda iyice yavaşladığı da gözlerden kaçmıyor.
İtiraf etmekte fayda var: Klasik sağ çevreler
olayı her zaman olduğu gibi dışından seyretmekle
yetinmişti. Gazetelerde görüyorlar, okuyorlar fakat
işin aslı-faslı nedir diye araştırmak gereğini bile
duymuyorlardı.
Fakat Kayserili dostumuz Muhsin İlyas, meselenin altında neler yattığını merak ederek, eseri incelemiş. Kendi dergisi olan “Küçük Dergi” yerine,
Sayın Kabaklı’nın çıkardığı “Türk Edebiyatı”na bu
konuda bir yazı göndermiş. “Türk Edebiyatı”nın
şubat sayısında (Sayı: 88),”Dil Kurumu Ödül Verirken Neye Talip Oluyor?” yazısı çıktı. Bu yazı, Muhsin
İlyas Subaşı’nın!...
Mesele buradan patlak verdi. Arkasından Sayın
Kabaklı 2 Mart tarihli sütununda “TDK’dan ne
Haber!” başlıklı bir yazı neşretti. Dil Kurumunun
Sanata ve edebiyata değil, anarşiye hizmet ettiğini
vurguladı. (3)]
Bu mesele bugün küçük bir ayrıntı olarak
görülebilir mi, bilemiyorum? Aslında o tarihlerde
tarihî bir hâdiseydi. Çünkü kültürde âdeta cephe
savaşı verilen bir dönemde, sol kesimin yuvalandığı
bu kurumun büyük imkânları kullanılıyor, ödüller
veriliyor, yayınlar yapılıyordu. Atatürk gibi bir isim
vardı arkasında. Kendileriyle uğraşanları ‘Atatürk
düşmanı’ ilan etmek gibi bir tehdit sopasıyla meydanlardaydılar. Böyle bir kurumun ipini çekenlerin
zaaflarını yakalamak öyle sıradan bir iş değildi.
Bu olaydan sonra, sanırım kurumun
imkânlarının kaybedilmiş olmasından rahatsız olan
kesim bu defa, Hürriyet ve Milliyet gazetelerine
iki dergi çıkarttırmayı başardılar. Hürriyet “Gösteri” adıyla, Milliyet de “Milliyet Sanat” adıyla yayın
hayatına girdi. Bu iki dergi de baskı tekniği bakımından fevkalade güzeldi. Türk Edebiyatı dergisi o
yıllarda ders kitabı ebadında tipo baskılı küçük bir
dergiydi. Derginin bu yapısı camia algısı bakımından bende ciddi bir rahatsızlık meydana getiriyordu. Bir gün oturdum, Tercüman gazetesinin sahibi
47
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Kemal Ilıcak’a uzunca bir mektup yazdım. Mektubumda özet olarak, şu görüşleri dile getirdim:
“Muhterem efendim,
Bugüne kadar millî meselelerimizde önemli hizmetler yaptınız. Sizlere medyun-u şükranız. Ancak,
hitap ettiğiniz kesime karşı sorumluluğunuz gazetenizle sınırlı olmamalıdır. Bu insanların kültürel altyapısını oluşturacak 1001 Temel Eser seriniz de yeterli
değildir. Dergiler, daha etkili ve bir ay boyunca okuyucunun elinde, kendi gündemini koruyan bir yayın
organıdır. Kendileriyle rekabet ettiğiniz iki gazete,
büyük atılım yaparak iki ayrı dergiyi birden yayın
hayatına soktular. Ya Hürriyet ve Milliyet’in yaptığı
gibi o evsafta bir dergi çıkarma, ya da gazetenizde tek
başına bir ordu çapında sola karşı mücadele veren, Yazarınız Ahmet Kabaklı Bey’in dergisini o kaliteye taşıma yükümlülüğünüzün olduğuna inanıyorum. Dergi
çıkarmanız şu ortamda belki imkân dâhilinde değildir. Ancak Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisi,
ilginizi bekleyen önemli bir değerdir. Takdir edersiniz
ki bu talebimiz, onlar karşısında sizin prestijinizin
korunması ve savunduğunuz değerler bakımından
da ciddi bir sorumluluktur. Ben şahsen, o dergiler
karşısında bizim yetersizliğimizden hüzün duyuyorum, bizi böyle bir eziklik içinde bırakmamalısınız.
Tercüman’ın sürdürdüğü kahramanca mücadelenin
besleyici ayağı olacak dergileri korumanız sadece bir
insanî yükümlülük değil, ayrıca İslami bir vecibedir.
Çünkü okuyucunuzun eğilimi bu yöndedir ve onları
irşad etmek görevini Yüce Yaratıcı size nasip etmiştir.
Bu önemli fırsatı, hatta onuru verime dönüştürmeniz
için bir uyarı yapmak istiyorum. Mektubumu lütfen
böyle değerlendiriniz. Selam ve muhabbetlerimle efendim. Muhsin İlyas Subaşı”
Rahmetli Kemal Ilıcak, bana birkaç ay sonra;
30. 4.1981’de cevap verdi:
“Sayın Subaşı,
24.12.1980 tarihli mektubunuzu ancak bugün
cevaplayabiliyorum. Bunun sebepleri çok. Fakat şu
anda yazmak istemiyorum. Nasip olur karşılaşırsak
anlatırım. Özetle:
Sizin mektubunuzdan sonra iki şey yapmaya çalıştık. Birincisi Ahmet Kabaklı’nın başında bulunduğu
mecmuayı düzelterek desteklemek, ikincisi de gazete
içinde bir sanat sayfası açmak. Kâfi mi? Tabii ki değil.
Ama şimdilik ancak bu kadar olabildi. İnşallah ileride daha başka düşüncelerimiz olacak. Size en samimi
hislerle teşekkür etmek istiyorum.
En kısa zamanda görüşmek ümidi ile selam ve
hürmetlerimi sunuyorum. Kemal Ilıcak”
Bu mektuptan hemen sonra da Türk Edebiyatı
dergisi tamamı renkli ve ofset olmak üzere Tercüman tesislerinde basılmaya başlandı.
Samimiyetimle söylüyorum, ilk adımını attığım
bu iki önemli oluşumun ve daha buna benzer birçok girişimimin hiçbirisini, itibar kredisine dönüştürmedim. Bunu, bir idrak etme ve gereğini yerine
getirme sorumluluğu olarak gördüm. İnanıyorum
ki, var olabilme ideali günümüzde bile bir cephe
mücadelesine dayanmaktadır. Bunu, tek başına
kimse bir yerlere taşıyamaz. Bakınız, bir camianın
yıllardır başaramadığını iki kişinin ortak hareketi
sonuca götürmüş ve bunu da Türk Edebiyatı ve Küçük Dergi vasıtasıyla gerçekleşebilmiştir.
Burada çok önemli bir husustan da söz
etmeyi gerekli görüyorum: Dergiler, mektep de
olsa, tefekkür kaleleri de kabul edilse, aktüel meselelerin üzerinde aktif fikrî üretim ve aksiyon ortaya
koyamıyorsa, mesafe almaları mümkün değildir.
Orijinal düşünce ile hareket, dergilerin ideal hedefi
olmalıdır. Dergiler istimlâk edici yazarların gösteri alanı değil, imar eden edebiyat adamlarının sesi
hâline getirilmelidir. Toplumu çürüten bilgi kirliliğinin ayıklayıcısı bence dergilerdir. Dergiler, sosyal
hayatın realitesi ile kendi yayın ilkelerinin örtüştüğü
noktaları beslemeli, açıkta kalan kısımlara da inşa
edici yol haritaları sunmalıdır. Ufuklu olabilmenin
yolu budur. Günümüzde çok sayıda dergi çıkmasına, hatta illerde bile birkaç dergi birden neşredilmesine rağmen, çoğu zaman kaliteyi ortaya koyamamasının da ana sebebi böyle bir kabulden uzak
olmalarındadır. Herkesin söylediğini söyleyerek,
herkesin yazdığını yazarak hangi şair ve yazar nereye
gittiyse, günümüzün kalem sahipleri de oraya varacaklardır. Dergiler bu yönüyle fikrin mezarlığına
dönüşürse hem yazanlar için hem de yayınlayanlar
için yıkım olur diye korkuyorum!■
48
_______________________
1 Türk Edebiyatı dergisi; Şubat 1981, Sayı 88.
2 Tercüman gazetesi, 17 Ocak 1981.
3 Yeni Sözcü dergisi, 9 Mart 1981.
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Şehir dergileri
MEHMET KURTOĞLU
Derdi olmayan şehrin dergisi olmaz. Derdin
büyüklüğü derginin büyüklüğüyle orantılıdır.
Dert insanı söylettiği gibi şehri de söyletir
ve ancak sözü olan şehrin dergisi olabilir…
H
er şehrin kendine mahsus öne çıkan birtakım hasletleri olabilir,
ama her şehrin bir dergiye sahip
olması mümkün değildir. Ancak abat olan şehirler bir dergiye sahip olabilir. Bir şehrin
dergiye sahip olması, isminin onunla anılması
o şehri ayrıcalıklı kılar. Anadolu’da refleksleri olan şehirler, aynı zamanda kültürel ve fikri
boyutunu dergilere taşıyan şehirlerdir. Henüz
fiziki yapısını tamamlamamış şehirlerin kültür,
sanat, düşünce ve dergi ile ilişkisi pek olmaz.
Bu anlamda dergilerin beslendiği şehirlere ve
şehirlerin beslendiği dergilere baktığımızda
bunların birbirini besleyen gizli bir bağa sahip
olduğu, fizik ve ruh gibi iç içe geçtikleri görülür. Dergisiz şehir, lâl şehirlerdir, kendilerini
ifade edemezler.
Batı’da geçmişi yüz, yüz elliyi aşan dergilerin olduğunu ve bunların aynı zamanda çığır
açtığını biliyoruz. Osmanlının son dönemi ve
Cumhuriyetin başında kurulan gazete ve dergilere baktığımızda, bütün fikrî akımların, yeniliklerin, dergi, mecmua ve gazeteler çerçevesinde gerçekleştiğini görüyoruz. Örneğin Osmanlı
son döneminde çıkan Servet-i Fünûn, Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanan Kadro, böylesi
dergilerdir. Bunlar gibi, taşrada çıkan ve çıktığı
şehri düşünsel, duygusal olarak kuşatan dergiler vardır. Bu dergiler, bir yandan taşrada kültürel ve sanatsal olarak bilinç oluşturur, diğer
yandan yerel dinamikleri ulusala taşır. Örneğin
meşhur olmuş bütün yazar ve sanatçılar, önce
kendi şehirlerindeki bir dergide yazıp çizmişler,
daha sonra ulusala adım atmışlardır. Merkez
her zaman taşradan, özellikle de kültürel ve sanatsal bilinci yüksek dergileri olan şehirlerden
beslenmiştir. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Özellikle uzun bir geçmişe sahip dergiler,
birikimlerini kuşaktan kuşağa aktararak, dergi
olmanın ötesinde bir ekol işlevi görürler.
49
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Dergiler bir ideal etrafında doğar. Söyleyecek sözü olanları bir araya getiren dergi, aynı
zamanda yayınlandığı şehrin/mekânın duygu
ve düşüncesi, çarpan yüreği, atan nabzı olur.
Özellikle televizyon ve internetin yaygın olmadığı dönemlerde dergiler, dolaylı da olsa toplumu inşa etmişlerdir. Çünkü bir şehri veya ülkeyi yöneten/idare eden en fazla kırk elli kişidir.
Çoğu da eli kalem tutan, bazen bir dergi abonesi olan ya da bir dergi topluluğu içinde bulunanlardır. Bugün Türkiye’yi yöneten kadronun
içinde böylesine dergilerde yetişmiş yüzlerce
kişi bulunmaktadır. Örneğin şehir bağlamında
değil de, Anadolu’nun algısını değiştirme, Anadolu halkına güven verme, var oluşunu ortaya
koyma bağlamında Büyük Doğu dergisi önemli
bir rol oynamıştır. Büyük Doğu, İmparatorluğun başkenti İstanbul’da çıkan bir dergi olarak
bütün ülkeyi etkilemiştir. Öyle ki, her şehirde
Büyük Doğucular diye tanımlanan okuyucular
oluşmuştur.[1] Ayrıca bugün yazan ve çizen, hatta iktidar olan birçok kişinin üzerinde Büyük
Doğu’nun etkisi ve hakkı vardır.
Büyük Doğu gibi aksiyoner olmanın ötesinde sessiz, sakin ve derinden tohum saçarak yayınlandıkları şehrin toprağına kök salan
Anadolu’nun taşrasındaki dergiler, o şehrin
refleksleri, duyuş ve düşünüş biçimidirler. Bu
dergiler, bazen folklor bazen edebiyat bazen de
fikir olarak ön plana çıkmış, yaygınlık kazanmışlardır. Her üç durumda da dergiler, çıktıkları şehrin renginin, kokusunun, duygu ve duyuşunun yansıtıcısı olmuşlardır.
Alt yapısı tamamlanmamış şehirler, kültürel atılım yapamazlar. Bu yüzden bir şehirde
dergi yayınlanıyor olması ile yayınlanmıyor olması, o şehrin kültürel olarak durduğu noktayı göstermesi bağlamında önemli bir ölçüdür.
Batı’da, hatta Batı’ya nazaran biraz daha geri
gördüğümüz Rusya’da dahi, şehirlerin altyapıları tamamlandığından kırk elli bin kişilik devasa
tiyatro salonları, şehir bibloları, adım başı sinema ve kültür merkezleri olduğunu görürsünüz.
Rusya’daki tiyatro salonları, kültür merkezleri
SSCB’nin ideolojik yapısının bir sonucu olarak
görülse de, yine de kültürel birikimin bunda etkili olduğu su götürmez bir gerçektir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumu tepeden kurgulamak için yayınlanan dergileri saymazsak, ilhamını bu kadim topraklardan alarak
yayınlanan, şehre anlam ve değer katan dergiler
vardır. İz bırakmış Büyük Doğu, Diriliş ve Mavera haricinde, taşrada yayınlandığı mekânla/
şehirle örtüşmüş dergilere baktığımızda; özellikle 70, 80 ve 90’lı yılların şehir dergiciliğinde zirveye çıktığını görürüz. Kayseri, Konya,
Bursa, Maraş, Sivas, Elazığ, Erzurum, Urfa,
Diyarbakır gibi kültür şehirlerinde yayınlanan
dergiler, edebiyatımıza ekol olmuş, usta kalemler kazandırmıştır. Örneğin Nevzat Türkten’in
çıkardığı Erciyes Kayseri ile, Nazir Akalın’ın
çıkardığı Palandöken ve Karçiçeği dergileri Erzurum ile, Nuri Pakdil’in çıkardığı Hamle, Cahit Zarifoğlu›nun çıkardığı Açı ve Bahaeddin
Karakoç’un çıkardığı Dolunay dergileri Maraş
ile, Mehmet Kurtoğlu’nun çıkardığı Yaz-gı ve
Seyir Dergileri Urfa ile, Nazım Payam’ın İzzetpaşa vakfının himayeleriyle çıkardığı Bizim
Külliye Elazığ ile bütünleşmiştir. Bu dergilerde yazan kalemler daha sonra edebiyatımızın
önemli isimleri arasında yer almışlardır. Örneğin Nuri Pakdil, 1950›li yıllarda lise öğrencisiyken kendisini ifade edebilme yolu olarak dergiyi
seçer. O yıllarda Hamle adında bir dergi çıkarır.
Ve çevresinde Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu,
Rasim Özdenören, Akif İnan, Alaaddin Özdenören gibi istikbalin güçlü kalemleri vardır. [2]
Ayrıca Cahit Zarifoğlu’nun Açı’sı, Kamil Aydoğan, Duran Boz ve Mehmet Nalbantoğlu’nun
birlikte çıkardıkları Kelam Dergisi, Feramuz
Aydoğan ve Nedim Ali Zengin’in birlikte çıkardıkları Esra Yazıları, daha sonra Andırın’da
Nedim Ali Zengin’in tek başına çıkardığı İkindi Yazıları, Abdullah Yılmaz ve arkadaşlarının
çıkardığı Kırkbaşak Dergisi[3] ve daha niceleri
şehir - dergi ilişkisini gözler önüne sermektedir.
Çoğunlukla bir arkadaş grubu veya bir kadro etrafında şekillenen dergiler, bazen tek bir
1. Mehmet Atilla Maraş, Rüya Şehir adlı kitabında
Urfa’daki Büyük Doğuculara ve Harran dergisine geniş
bir yer verir.
2. Osman Alagöz, Yağmur Dergisi, Çocuk
Yüreklerin Ateş Aldığı Yer: Maraş
3. Osman Alagöz, agd.
50
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
kişinin çabası sonucu da çıkmış olabiliyor. Taşra dergilerinin büyük çoğunluğu kişisel bir çabanın ürünü olarak şehre mal olmuş dergilerdir.
Bu dergileri yayınlayan o bir kişiyi kadrodan
çekip aldığınızda, derginin kapandığını görürsünüz. Öyle ki, arkadaş grubu yahut kadroyu
dahi o bir kişinin teşekkül ettirdiğini görürsünüz. Bu yüzden şehir dergilerinin arkasında o
şehrin delisi diyebileceğimiz tek bir kişi, daha
doğrusu derdi olan bir kişinin olduğunu görürüz. Sivas’ta Hüseyin Kaya’nın çıkarmış olduğu
Suhan, Nazir Akalın’ın kişisel çabalarla çıkardığı Karçiçeği böylesine bir dergilerdir. Şehir
dergileri bağlamında Nazir Akalın’ın çıkarmış
olduğu Karçiçeği dergisine özel bir vurgu yapmak gerekir. “Karçiçeği, Erzurum’da altı sayı
çıkmıştır ve bu, derginin birinci devresidir.
İkinci devresi ise Nazir’in Ankara’ya gelmesinden sonraya rastlar. Fakat bu devrede sadece
iki sayı yayınlanabilmiştir. Ankara devresinde
Karçiçeği’nin sayı numarası 1’den başlatılmıştır. Hepsini toplarsak sekiz sayılık bir toplamdan söz edeceğiz. “Karçiçeği” adlandırması
sanırım bir Erzurumluluk vurgusudur. Kar,
Erzurum’la neredeyse özdeş bir figürdür; dergi
de bir çiçeğidir…”[4] Bazen bu dergiler, şehrin
kültürel dönüşümünde algı değişikliği yapmış,
şehre birtakım etkinlikler kazandırmışlardır.
Örneğin Bahaettin Karakoç’un 1986 yılında
çıkarmaya başladığı ve toplam otuz yedi sayı çıkardığı Dolunay dergisi, on altı yıllık geleneksel
“Dolunay Şiir Şöleni”nin de gerçekleştiricisidir.
Maraş hem dergi hem de şiir akşamları ile özdeşleşmiştir âdeta.
Türkiye’de bir ilk olarak 1999 yılında, bir
vakıf desteğiyle çıkan (İzzet Paşa Vakfı’) ve kurumsallaşarak bugüne kadar gelen Bizim Külliye dergisi, Elazığ’da algı değiştirmiş, taşradan
merkezi kucaklayan bir dergi olmuştur. Yine
her yıl geleneksel olarak yapılan Hazar Şiir
Akşamları’nın içinde yer alarak şehrin kültürel
dinamizmini harekete geçirmiştir. Aynı şekilde, 80’li yıllarda (yayın ve yazar kadrosu içinde
M. Emin Ergin, İ.Halil Çelik ve M.Atilla Maraş gibi isimlerin yer aldığı) taşrada yayınlanan
4. Yusuf Turan Günaydın, Dünya Bizim.com
ilk folklor dergisi olarak dikkat çeken ve yirmi
yılda altmış sayı çıkan Harran Dergisi, edebiyat ve siyaset dünyasına M.Atilla Maraş ve İ.
Halil Çelik gibi isimleri kazandırmıştır. Yine
şahsımın bir grup arkadaşla birlikte 90’lı yıllarda çıkardığı edebiyat ve düşünce ağırlıklı Yaz-gı
ve Seyir dergileri şehrin edebiyatla örtüşmesine
zemin hazırlamıştır. Örneğin bu dergide yazan
biri olarak ben ve Necdet Karasevda’nın girişimleriyle gerçekleştirilen ‘Balıklıgöl Şiir Akşamları’ Urfa’nın geleneksel etkinliklerinden
biri olmuştur. Bütün bunlar, bir dergi etrafında
şehirlere kazandırılan kültürel zenginliklerdir.
Eğer bir şehirde gerek düşünce ve sanat
gerek folklor ve edebiyat bağlamında bir dergi çıkmıyorsa, orası henüz şehirleşememiş ve
hafıza oluşturacak kültürel birikimden yoksun
kalmıştır. Gazeteler, dergiler, mecmualar, daha
geniş anlamıyla tarihî mekânlar şehrin hafızasıdırlar. Bir şehri tanımak istiyorsanız, o şehrin
birikimini yansıtan gazete ve dergilerine, kaynak kişilerine başvurunuz. Eğer bir şehirde
dergi çıkmıyorsa, o şehrin geleceğe bırakacağı
birikimi yok demektir. Zira kimliği olmayan
şehrin dergisi de olmaz. Bir şehrin kimliği ne
kadar güçlü ise o şehrin kültürel değerleri ve
onu taşıyan dergiler de o denli güçlüdür. Her
kadim şehrin beslendiği bir dergi, bir gazete,
bir mecmuası vardır.
Şehrin dergileri, şehri koruyan burçlar gibidir. Eğer dergiler Cemil Meriç’in dediği gibi
“hür düşüncenin kaleleri” ise o kaleleri kurmak
ve korumak şehrin aydın ve sanatçısına düşer.
Zira her dergi bir kale, bir burç misali şehri
savunur; daha geniş anlamıyla şehri tanımlar
ve tanıtır. Yayınlandığı yerin dinamiklerinden
beslenen dergiler, şehrin kafa kâğıdıdır, oradan
şehrin geçmişini, çıkarabilirsiniz. Unutmayalım
ki, soyluluğun geçmiş ile güçlü bir bağı vardır
ve her soylu düşünce gücünü geçmişten alır.
Her aristokrat ailenin bir soy kütüğü olduğu
gibi her şehrin de bir soy kütüğü yani dergisi olmalıdır. Derdi olmayan şehrin dergisi olmaz. Derdin büyüklüğü derginin büyüklüğüyle
orantılıdır. Dert insanı söylettiği gibi şehri de
söyletir ve ancak sözü olan şehrin dergisi olabilir…■
51
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Değerler buhranı karşısında
Mehmet Âkif Ersoy
LEVENT BAYRAKTAR
Değerler, din,
bilim, felsefe,
sanat, ahlak gibi
alanlarla yakından
ilişkilidir. Değer,
bir tabiat varlığı
değildir. İnsanla
ve kültürle beraber
açığa çıkar, onlarla
varlığını sürdürür.
Değer, insanın
yeryüzünde neyi
gerçekleştirmek
için varolduğu
ve insan olmanın
anlamını
sorguladığı andan
itibaren oluşmaya
başlar.
D
eğer, felsefenin varlık ve bilgi alanlarıyla
birlikte üç temel alan ve problem
sahasından biridir. Değer kavramını
düşünebilmek için olan ve olması gereken arasında
bir ayrım yapmak gerekir. Bu ayrım bizi olgu ve
değer arasındaki ilişkiyi sorgulamaya ve kavramaya
götürür. Değerler alanının bütüncül bir bakış
açısıyla irdelenmesi felsefî bir ele alışı zorunlu kılar.
Çünkü gerçek, doğru, iyi ve güzel arasındaki ilişkiler
felsefenin varlık, bilgi ve değer alanlarını oluşturur.
Böylece bir filozof ya da düşünürde değerler alanını
veya “değerler buhranı” temasını irdelemek, zorunlu
olarak örtülü de olsa onun sisteminde yer alan varlık
ve bilgi meselelerini de dikkate almayı gerektirir.
İnsan söz konusu edildiğinde ise; bilen, eyleyen,
hedefleri ve gayesi olan bir varlık perspektifinden
meseleye bakmak zorunludur. Zira insan iki
dünyaya birden aittir. Bir yanıyla yani bedensel
varoluşu itibariyle fizik, fizyolojik ve biyolojik
dünyanın bir parçasıdır, diğer yanıyla ise değerler
dünyasına ait olarak etik, estetik ve metafizik bir
varlık hüviyetindedir. İnsanın bu iki kutuplu bir
varlık olması çağlar boyunca tartışılmış, neredeyse
her filozof ve düşünür bir insan tasarımı ileri
sürmüştür.
Mehmet Âkif için insan ve değer meselesi hayati
* Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve
Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü
52
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
bir önemi haizdir. İnsanın değerlerden tecrid
edilmesi onun sadece biyolojik bir varlığa, bir
organizmaya indirgenmesi demektir. İnsanı
biyolojik bir organizma olmanın ötesine taşıyan
şey; değerlerdir. Dinî, millî ve insanî değerlerle
bütünleşerek insanoğlu bir şahsiyet inşa eder.
Böylece değerler, insanoğlunu maddi, fizik
ve biyolojik varlık tabakasından eşref-i mahlûkat
seviyesine yükseltir. Değerlerdeki yozlaşma ve
bozulma hem ferdî insan hayatında hem de
devlet hayatında çözülme ile neticelenir. Bu
bakımdan insan ile devlet benzeşirler. Devlet de
bir organizma gibi düşünülebilir. Onda da İnsan
organizmasındaki organlara karşılık gelebilecek
çeşitli kurumlar vardır. Nasıl ki insan’da etik,
estetik ve metafizik ölçü ve değerlere dayalı bir
şahsiyet teşekkül ediyor ve buna göre beden hayatı
şekilleniyorsa, buna paralel olarak devlet hayatı da
kurumlarına hareket imkânı kazandıracak olan
normlar, idealler, hedefler ve gayeler ile kaimdir.
Âkif, değerler buhranının hem ferdî insan
hayatında hem de devlet ve millet hayatında
ortaya çıkardığı ve tedbir alınmazsa çıkarabileceği
sonuçları görerek, tarih ve vicdan karşısındaki
sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmıştır.
Âkif ’in tefekküründe insanla devletin kaderi
buluşmakta ve ancak yüce değerlere bağlanmakla
tekâmül ve terakki edilebileceği gerçeği tebarüz
etmektedir.
Değerlerle kurulan ilişki, insana kimliğini ve
kişiliğini kazandırır. Zira kim olduğumuz biraz da
kim olmak istediğimize bağlıdır. Fakat bu sahada
istemek yetmez, olmak istenilen kişiyi olabilmek
için niyet, irade ve emek de gerekir.
Değerler alanı, olgular alanı değildir. Değerler
sayesinde insan, mevcut duruma hapsolmaz ve
onu değiştirip, dönüştürmek imkân ve iradesine
sahip olduğunu fark eder. Değerlerin sesini
duymak bir vicdan işidir. Ancak vicdanının sesini
duyanlar, değerleri işitebilirler. Çünkü vicdan,
insana kendi çıkarlarına aykırı olsa bile, Hak’tan
yana olması gerektiğini emreder. Bu yüzden Âkif,
değerlerin vicdan ile olan bağlantısına işaret
etmek için “paslı vicdan” ve “maskeli vicdan”
deyimlerini ihdas eder. Böylece değerlerin
buhranı bir ölçüde de vicdanın buhranıdır.
Değerler, din, bilim, felsefe, sanat, ahlak gibi
alanlarla yakından ilişkilidir. Değer, bir tabiat
varlığı değildir. İnsanla ve kültürle beraber açığa
çıkar, onlarla varlığını sürdürür. Değer, insanın
yeryüzünde neyi gerçekleştirmek için varolduğu
ve insan olmanın anlamını sorguladığı andan
itibaren oluşmaya başlar. Demek ki değer, insan
eylemlerinin temelinde bulunur ve onların
gayesini ve hedefini tayin eder.
Farkında olunsun ya da olunmasın her
insanın hayatını değerler tayin eder. Hatta
kendini hiçbir değere bağlı hissetmeyen, değer
tanımayan adamın da hayatı değerden bağımsız
olarak tasavvur edilemez.
Âkif ’e göre değerler buhranından çıkıp,
medeniyet ve insaniyet yolunda tekâmül
edebilmek için Kur’anî değerlerle buluşmak
gerekmektedir. Âkif, insanımızın Kur’an-ı Kerim
ile karşılaşmasını ve onu anlayarak amel etmesini
ister. Kur’an’dan ilham alarak “Kur’an medeniyeti”
kurmanın peşindedir. Nitekim o, bu ilhamla
asrın idrakine İslam’ı söyletmenin derdindedir.
Dolayısıyla Kur’an’dan ilham alabilmek için her
şeyden önce bu kitabın zaman ve mekân üstü
olduğunun farkında olmak gerekir. Her devirde,
her coğrafyada, her toplumda yeniden yeniden
okunarak daima yeni mesajlar çıkarılacak bir
rehberdir o. Devrin icapları, ihtiyaçları ve bilgi
birikimi, bilimsel seviyesi değiştikçe insanların
ondan alacakları ilham ve feyizler de değişecek ve
insanlığa yol göstermeye devam edecektir.
Değerler buhranı yaşayan toplumumuzun
çıkış yolu bir yandan Kur’an ahlakı ile ahlaklanmak
bir yandan da evrende Adetullah ve Sünnetullah
olarak konulmuş olan düzeni, kozmos’u tanımak,
kavramak ve buna uygun bir bireysel ve toplumsal
varoluş gerçekleştirebilmektir.
Batı, bilginin güç ve hâkimiyet olduğunu
kavramış, bilgi ile zenginleşmiş, sanayileşmiş
ve kalkınmıştır. Âkif, İslam toplumlarının bilgi
ve bilimle kurdukları ilişkiyi eleştirerek, geri
kalmışlıklarını inandıkları Kitap’ı anlamamış
olmalarına bağlar. Ona göre bu durumun sebebi
Müslümanların kutsal kitaplarının manasına
nüfuz edememeleri ve onun ilahi mesajını
dondurarak statik bir birey, toplum, devlet ve
din anlayışına saplanıp kalmalarıdır. Din diye
âdetleri, kavmi töreleri benimsemek gerçek
53
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
dinin icaplarından uzaklaşmayı getirmiş, bu da
gerilemenin ve boyunduruk altına girmenin
temel sebebi olmuştur.
Oysa Âkif ’in sık sık referans verdiği İslam
Medeniyeti’nin kuruluş asırlarında bir yandan
aklî ilimler gelişmiş bir yandan da naklî ilimler
topluma ve insanlığa ışık saçmıştır. Miladi
VIII. ve IX. asırdan itibaren İslam toprakları
hızla genişlemiş, İslam’da ilim ve felsefe çığırı
açılmıştır. Yunancadan Süryaniceye ve akabinde
doğrudan Arapçaya bilim ve felsefe eserlerinin
tercüme edilmesi, entelektüel bir dinamizme ve
dönüşüme sebep olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in
okunup anlaşılması ve hayata tatbik edilmesi
ihtiyacından da tefsir, fıkıh, kelam gibi naklî
ilimler doğmuştur. Bunlara daha sonra hadis ve
tasavvuf ilimleri de dâhil olmuştur. Böylece İslam
dünyasında bir yanda aklî, öte yanda naklî olmak
üzere dinamik bir ilim ve felsefe/tefekkür hayatı
kurumsallaşmıştır.
İslam medeniyetinin bu altın çağlarında
ilim ve tefekkür ibadet sayılmış ibn Sina’lar,
Razi’ler, Gazali’ler, ibn Rüşd’ler, ibn Haldun’lar
ve daha niceleri yetişmiştir. Hatta bugünkü
Batı medeniyetinin temelinde ve “Karanlık
Ortaçağ”dan kurtulmalarının arka planında
yukarıda sayılan ve sayılamayan sayısız İslam
filozof ve âliminin eserlerinin Arapçadan Latinceye
ve daha sonra Avrupa’nın milli dillerine tercüme
edilmeleri gerçeği yer almaktadır. Adına “12.
yüzyıl Rönesans’ı” denilen bu uyanış hareketiyle
Batı kendi “Skolastisizm”inden kurtulmuş ve
otorite zihniyetini aşarak aklî ilimleri tevarüs
etmiştir.
Böylece Âkif ’in medeniyet ve tarih felsefesinin
dayanağını, bir yandan aklî ve naklî ilimlerin ihya
edilmesi bir yandan da kaybedilmiş, unutulmuş
veya Batı’da geliştirilmiş, ilerletilmiş ne kadar
ilim varsa, bunların kayıp bir hazine gibi geri
kazanılması ihtiyacı ve şuuru oluşturmaktadır.
Âkif, bu yüzden Safahat’ında sık sık Kur’an’dan
ilham almayı ve bu ilham ve bilinçle hem maddî
ve fizik âlemi hem de manevî âlemi incelemeyi ve
ona vâkıf olmayı hedef gösterir.
Batı, 12. yüzyıldan itibaren kendi eksikliğini
ve ihtiyacını nasıl İslam ilim ve tefekküründen
karşılamış ise şimdi varolma mücadelesi veren
medeniyetimiz de kendi adına aynı başarıyı
gösterebilmelidir. İşte Âkif, “giden üç yüz senelik
ilmi sık elden edinin” diyerek üç yüz yıllık farkın
kapanması için yol gösterir. Biran evvel Batı’nın
atom enerjisi veya “maddenin kudret-i zerriyyesi”
ile sembolize edilen çağdaş bilim ve tekniği
alınmalı ve içselleştirilmelidir. Ancak böylelikle,
güçten anlayan Batı karşısında hayat imkânı
bulunabilir.
Mehmet Âkif ’te değerler buhranı aynı
zamanda bir medeniyet buhranıdır. Medeniyet
kavramı aslında değerler manzumesine dayalı
olarak betimlense de Âkif, şahidi olduğu çağda
ve öncesinde Batı medeniyetinin çifte standartçı
yapısını görmüş ve bu kavramı yeniden inşa
etmek yoluna gitmiştir. Böylece Âkif ’in
medeniyet felsefesi, dil, din, sanat, ilim, irfan,
adalet, hukuk, tefekkür gibi bütün diğer kurucu
unsurların yanı sıra Batı’yı yegâne medeniyet
olarak gören anlayışın eleştirisi üzerine de
oturur. Batı medeniyetini maddi ve teknik güce
dayalı ve hatta güce tapan bir medeniyet olarak
gördüğü için bu anlayışı eleştirerek alternatif
bir medeniyet tasavvurunu zorunlu görür. Zira
medeniyet kavramının mutlaka değer (etik ve
estetik; iyi ve güzel) ve insaniyet ile birlikte
ele alınması gerektiği kanaatindedir. Batı
medeniyetinde gözlemlenen şey; kaba kuvvet
ve maskeli bir vicdandır. Bu yüzden kendisi için
başka değer, öteki için başka değer üretmekten
ve uygulamaktan çekinmemiştir. Âkif Batının bu
çifte standardını deşifre ederek, emperyalizmin,
sömürgeciliğin medeniyet götürmek kılıfı
altına gizlenemeyeceğini ilan eder. Çünkü Batı
medeniyet götürmek iddiasıyla nereye girmişse
oranın sadece maddi kaynaklarını sömürmemiş
aynı zamanda dillerini ve inançlarını da yok
etmiştir. Bu yüzden Âkif, her alanda ve her
bakımdan Batı ile mücadele etmekten ve teslim
olmamaktan yanadır. Takip edilecek yöntem
de aslında basittir: Aklın ve bilimin yolundan
gitmek. Batı bugünkü maddi ve teknik medeniyet
seviyesine bu yöntemle ulaşmıştır. Fakat yukarıda
da değinildiği gibi bu medeniyet sorunlu ve eksik
bir medeniyettir. Çünkü hakkı değil gücü hâkim
kılmak gayesindedir. Âkif, bu zalim ve vicdanı
maskeli olan medeniyet yerine “medeniyet-i
54
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
fazıla” veya “medeniyet-i hakikiyye-i insaniyye”
dediği gerçek medeniyet tasavvurunu gündeme
getirir. Bunun için de, güçten anlayan tek dişi
kalmış canavar karşısında en az onun kadar güçlü
olmak gerekir. Güçlü olmak, ezmek için değil,
ezilmemek için; öldürmek için değil, yaşamak
için gereklidir.
Türk-İslam medeniyetinin güçlü olmak
zorunda olması, maskesiz bir vicdan ile bütün
insanlığa daha yaşanılası bir dünya sunmak
içindir. Çünkü değerlerinin kaynağında i’layı Kelimetullah ve rıza-i ilahi anlayışı yer
almaktadır. Oysa canavarlaşan Batı, gücü hak
bilerek, dünya hâkimiyetini birinci plana almış
ve gücü dünyevileştirmiştir. Bu gücün arkasında
metafizik bir referans veya aşkın değerler
manzumesi yoktur. Bu yüzden de ben ve öteki
ayrımını çok rahat yapmakta hatta ben ile öteki
arasında mahiyet farkı bile görebilmektedir.
Âkif ’in kavramı ile söylenmek gerekirse bu onun
“çifte vicdanlı” olmasıyla alakalıdır. Çifte vicdanlı
olmak, ahlak alnında da ikircikli olmak demektir.
İyiyi, doğruyu, güzeli kendine münhasır kılmak,
yanlışı, kötüyü ve çirkini de karşıdakine yani
ötekine yükleyerek ortadan kaldırmak!
Âkif ’in tefekküründe İnsan, devlet ve millet
ortak bir kaderi paylaşmaktadır. Değerler buhranı
sadece şahsi hayat ile sınırlı kalmayıp, devlet
ve millet hayatında da kaçınılmaz yansımaları
olmaktadır. Hak, hukuk, adalet, ilim, irfan,
haysiyet, şahsiyet, dirayet, feraset, basiret ve
liyakat gibi değerler; mutlaka her devirde ve
her toplumsal kesimde aranması, takdir ve taltif
edilmesi gereken insanî ve evrensel değerlerdir.
Devlet ve toplum hayatındaki yozlaşma ve
bozulma bu değerlere bigâne kalınması hatta
bunların yerine zıtlarının hâkim ve kaim
olmasıyla açığa çıkmaktadır.
Değerler, bilim, felsefe, sanat, ahlak, hukuk
gibi alanlardaki başarıların hem temelinde
bulunur hem de bunlar üzerinden güncellenir
ve tazelenir. Hakikat/doğruluk, iyi, güzel, yüce
gibi değerler, medeniyet kurucu özellik taşırlar.
Bu yüzden Âkif, hayatı boyunca, bütün eserleri
ve fiilleri ile yozlaşan değerlerin yerine olumlu ve
yüce değerleri ikame etmeye çalışmıştır.
Âkif ’in sistematiğinde medeniyet tasavvuru
bir bütünlük arz eder. Bu bütün içerisinde
“değerler buhranı”, “medeniyet buhranı” ile
birlikte ortaya çıkar. Medeniyetimizin buhranı,
temel referanslarından uzaklaşma ve onları
zamanın icaplarına göre güncelleyememekten
kaynaklanmaktadır. Ayrıca değerler buhranı,
geleneklerin bozulması ile de yakından ilişkilidir.
Gelenekler, yaratıcı ve dinamik olabildikleri
ölçüde, bir milletin benliğini korumasına ve
geliştirmesine hizmet ederler. Fakat yozlaşmış
gelenekler, içlerinde sakladıkları değerlerin
mahiyetini ve esasını gölgeledikleri için, öz yerine
kabuğun, mana yerine taklidin ikame edilmesine
yol açarlar. Durum böyle olunca da gelenekçilik
denildiğinde, olumsuz anlamda muhafazakârlığa
ve her çeşit yeniliğe kapalı olmayı değer sanmaya
kadar uzanan, sıkıntılı bir sürece girilir.
Toparlamak gerekirse, Âkif ’ten ilham almak
ve onun tefekkürü ile canlı bir temas kurabilmek,
değerler buhranı karşısında, günümüz için de
geçerli ve anlamlı çıkış yolları bulabilmek adına
elzemdir. Zira onun tefekkürü, sahih bir düşünce
geleneği üzerine oturmaktadır: “Tevhid-i hakikat”
umdesi gereğince, aklî ve naklî ilimlerden
gelen hakikatin birlenmesi; medeniyetimizin
esas hastalığının başlıca tedavisi hükmündedir.
Böylece medeniyet tecdidinin, imanın tecdidi ile
beraber yürümesi gerektiği açıklık kazanır.
Değerler
buhranı,
manevi
kökenli
olduğundan, çıkış yolu da manevi olacaktır.
Bu yolun köşe taşlarını ise kanaatimizce taklidi
iman’dan, tahkiki iman’a geçmek, tecdid-i iman
eylemek ve “tevhid-i hakikat” yani hakikatin
birlenmesi umdeleri oluşturmaktadır.
Âkif, medeniyetimizin müşahhas timsali,
sembol şahsiyetlerinden biri olarak, insanımıza
yol göstermeye devam etmektedir. Sanatı ve
tefekkürünün eskimiş olduğu iddiaları bir
yana, bugün için her zamankinden daha fazla
okunup, anlaşılıp, türetilmesi gereken bir
mütefekkir-şair olarak zihin ve gönül dünyamızı
aydınlatmaktadır. Çünkü o, medeniyetimizin
hem müşahhas timsali hem de vicdanı, şahidi ve
muhyisi olmaya devam etmektedir. İhtiyacımız
olan toplumsal barış ve “medeniyet-i fazıla”
idealinin tahakkuku için geçerli bir yol haritası ve
bir medeniyet tasavvuru sunmaktadır.■
55
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİNE
Sarıkamış Harekâtının 100. Yılına
Fırtınalar ruhların uğultusuna dönüşür,
Uğultular tekbirleşir, inleşir Mehmetler kuytu yerde
Hatıralarıyla bütün bir millet üşür,
Matemler eser nice evlerde, derinlerde
Baharla birlikte kımıldar birer birer,
Kardan buzdan ayazdan örülü kabirler
Şehit selamı çiğdemler, Soğanlı Dağlarından,
Itır salar yuvalara, ocaklar öyle tüter
Buyruklara uyup göğüs açtılar tipiye borana,
Nice belâya bağrını siper eden Türk,
Dönecek değildi elbet sırtını düşmana,
“Yürü” dedi ve yürüdü o donduran bahtına
Onlar ekini harmanda koyup çarıkla gelmişlerdi,
Analar babalar yavrular bakıyordu eşiklerden,
Kiminin yâri kiminin kara sevdalısı beklerken,
Ak sevdalara yakalandılar perçemlerinden
Dalarken çoğu beyazdan rüyalarına,
Yürüdü kalanlar Sarıkamış üstüne
Eşi görülmemiş azgın bir kış üstüne
Bir nefes bıraktılar evlatlara torunlara
Öksüzler uzun titremelerle baktı yarınlara,
Uzun yollar vardı Sarıkamış’tan Çanakkale’ye,
Samsun’a, Sivas’a, Erzurum’a, Ankara’ya,
Ağıtlara destanlar ekleye ekleye
Allahüekber’den köprü kurulur Kocatepe’ye…
YAHYA AKENGİN
56
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Duygulandırmak düşündürmektir
YAHYA AKENGİN
Estetik dünyasının
geliştireni ve
taşıyanı da
edebiyat, daha
geniş ifadesiyle
sanat olmaktadır.
Edebiyat
eserlerine sevap
günah ikileminden
bakılarak da
arzu edilen
estetik seviye
yakalanamaz.
Estetiğin,
yani güzellik
değerlerinin
penceresinden
de bakmak
gerekiyor.
D
oğu insanının duygu, Batı insanının düşünce yanının ağır bastığına dair klişe bir kanaat
vardır. Biz doğu coğrafyası insanlarındanız.
Bu tasnifin ne kadar doğru olup olmadığını da tartışma
hakkımız var. Genellemelerin bünyesinde bazı doğruları
barındırdığına inanmakla beraber, toptancı bakış açılarının yanıltıcılıklarını da ifade etmek isterim.
Söz konusu genellemelerden yola çıkılarak Batı dünyasının fikir alanında daha ileride olduğu da yaygın kanaatlerdendir. Önce hangi Batı, hangi Doğu sorularına eğilmek gerekiyor. Mesela Orta Çağ Doğusu ve Batısını düşünelim. Fikir hayatının zenginliği bakımından bu çağda
Doğu’nun Batı’dan önde olduğunu tarih göstermektedir.
İnsan benliğinde duygu zenginliğinin var olması
ile bağnazlık, katı düşünce diğer bir ifade ile skolastik
direnme tavırlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. İşte
Orta Çağ’da Doğu hem zengin duygu dünyası hem de
fikir hayatıyla Batı skolastiğinin karşısında konumlanır.
Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında Doğu ve
Batı dünyalarının Orta Çağ’daki manzaralarından kesitler
görürüz. Mesela İbn Rüşt’ün gözlük icadı anlatılır. Öte
yandan Vatikan’daki “günah çıkarma” tarifeleri, hangi
günaha hangi bedelin kiliseye ödenmesine dair papalık
fermanları anlatılır. Daha beteri, Batı dünyasının inanç
ayrılıkları, mezhep farklılıkları yüzünden birbirlerini
hunharca boğazlayarak akıttıkları kan şelalesi sergilenir.
Yüzyıllar süren bu boğazlaşmalar sonunda Batı’nın bu
kokuşmuşluktan “laiklik” çıkışıyla kurtulduğunu bize
bu roman düşündürür. Aynı çağda Doğu insanı, İbn
57
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Rüşt örneğinde olduğu gibi aydınlanma çağını
yaşamaktadır.
“Issız Adada Yirmi Sekiz Yıl” veya “Robinson
Crusoe” romanın özgün hâlinin bir Müslüman
yazara ait olduğunu (İbni Tufeyl’in Hay Bin
Yakzan romanı), Daniel Defeo’nun da bu eseri
araklamış olduğunu çok sonradan öğreniriz. “Issız Adada Yirmi Sekiz Yıl” romanının hem hayal
dünyasının hem duygu âleminin gelişmesine olan
etkileri kadar düşündürücü yanlarını da yeniden
hatırlamakta yarar var.
Cevabı aranıp bulunması gereken soru şudur: Nasıl oluyor da Doğu ve Batı dünyalarında
durum zamanla tersine dönüşüyor? Nasıl oluyor
da biri düşünce dünyasına açılırken diğeri duygu
dünyası adı altında durağanlıklara bürünüyor.
Elbette bunlara kendi bakış açısına göre cevap
ve yorum getirmeye çalışanlar olmuştur. Fakat
bize göre üzerinde durulması gereken husus şu
olmalı: Doğu edebiyatı bunu ne kadar sorgulamış ve sorgulayabiliyor? “Issız Adada Yirmi Sekiz
Yıl” romanıyla Batı’nın eline tutuşturmuş olduğu
aydınlanma çıralarına yeniden sahip olmayı ve o
çıraları bir meşaleye dönüştürmeyi ne kadar başarmış ya da başaracaktır. Sözünü ettiğim romanlar ve yazarlar elbette birer numunedir. Bunlardan hareketle geniş bir projeksiyon çizmek pekâlâ
mümkündür.
Doğulu olmakla Batılı olmak arasında gelgitler çizen Türkiye ve Türk edebiyatı Doğu-Batı
ikileminde şanslı bir yer tutma imkânına sahipken neden hep gelgitler çıkmazını tam olarak aşamamıştır? Oysa Batı’nın Doğu’dan yararlanarak
yakalamış olduğu sentezle Rönesans’ı gerçekleştirmiş olması gibi imkânlar daima önümüzde sergilenmiştir. Eski-yeni kavgaları psikolojisini aşarak üçüncü bir ufuk aydınlığı yakalamak pekâlâ
mümkündü ve hâlen de mümkündür.
Türk milletinin İslama bağlılığı ve bu konuda
kökleşmiş hassasiyetleri, rahatlıkla o üçüncü aydınlanma ufku boyutunu yakalamada bir şanstır.
Ancak bu şans zaman zaman talihsizliğe de dönüşebiliyor. İnancın yanında aklın aydınlatıcılığına yer verilemeyince netice böyle oluyor. Akılla
inancı bir arada barındıramayan dindarlık, bir
türlü kanatlanamıyor. Akıl ve inancın gölgesinde
eğer estetik bir zenginlik yeşerip gelişemiyor ise
yine bir sakatlık var demektir.
Estetik dünyasının geliştireni ve taşıyanı da
edebiyat, daha geniş ifadesiyle sanat olmaktadır.
Edebiyat eserlerine sevap günah ikileminden bakılarak da arzu edilen estetik seviye yakalanamaz.
Estetiğin, yani güzellik değerlerinin penceresinden de bakmak gerekiyor. Esasen İslam dini bir
inanç meselesi olduğu kadar bir güzellik alanıdır
da. Dolayısıyla estetiğin ön planda olduğu yerde günahların fazla barınma şansı da olamaz diye
düşünmek mümkündür.
Felsefenin olduğu gibi estetiğin de en güçlü
taşıyıcısı edebiyat ürünleridir. Üzülerek söylemek
gerekirse Türk edebiyatı zaman zaman telkinci
ideolojilerin taşıyıcısı olmayı da üstlenmiştir. Doğu-Batı ikilemi arasında zengin bir sentez alanı
üretmesi mümkün olan Türk edebiyatı, böyle bir
zengin ufukluluk şansını yeterince değerlendirememiştir diye düşünmekle haksızlık mı ediyoruz
acaba?
Şahsen edebiyat yolculuğuna çıkarken benim
de ön kabullerim, bazı tercihlerim tabiatıyla söz
konusu olmuştur. Devrimci sanatı ve edebiyatı
bütünüyle reddetme yanlısı olmamakla birlikte
edebiyat ve sanatın tabiatının evrim zihniyetine
daha yatkın düştüğünü hissediyordum. Fikir ve
inanç dünyasını besleyen kaynakların hem millî
hem evrensel yüzleri olduğunu anlıyordum.
Sayfalarında yetişmiş olmaktan dolayı kendimi
şanslı saydığım Hisar dergisi, bu anlayış ve
sezgilerimle örtüşüyordu. Derginin bağnaz bir
tutumu olmamakla birlikte ilkeleri de söz konusu
idi. Edebiyatın duygularla düşünceler arasındaki
geçişkenlikleri sağlama işlevini Hisar dergisinde
yaşayabiliyor, yazdıklarıma da taşımaya çalışıyordum. Eğer edebiyatın bu özelliği önemli değilse,
kendisine de gerek yoktu.
Yani tarihi tarih kitaplarından, dini din kitaplarından, felsefeyi felsefe eserlerinden okuyarak
yetinebiliriz diyebiliyorsak edebiyatın ne gereği
var deyip çıkabiliriz işin içinden.
Ama hem dünyada hem Türkiye’de edebiyat
olgusu varlığını sürdürmeye devam ediyorsa,
orada oturup yeniden düşünmeye ihtiyaç var
demektir. Ne Batı dünyasının arızalı pozitivizminin materyalist dünyası ne de durağan Doğu
âlemi dönemlerinin problemli tevekkül anlayışının saflarında yer alma mecburiyetimiz vardır.
Yani inanç, akıl ve estetik demek istiyorum. Üçünün birlikte olmayışı ifade etmeye çalıştığım sentez zemininden uzak düşürür. ■
58
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
İnsanın yeniden keşfi için
"Her anlam bir değirmen dergisi"
RÜSTEM BUDAK
D
eğirmen dergisi 2003 yılında çıkmaya başlarken okuyan- düşünen bir
grup insanın düşünsel-edebî birikimlerini toplum ile paylaşma kaygısından hareket etmişti. Bu kaygıyı paylaşan ekibimiz ideolojik körlüklere mahkûm olmadan, entelektüel kibirden uzak, sözün ve düşüncenin onuruna sahip
çıkmaya çalışan yapıdaydı. Öncelikle yaşadığımız
an içerisinde Türkiye ve dünyada gündem teşkil
eden konularla ilgili, araştırma yapan, kafa yoran,
Türk düşününün klasik saplantılarını taşımayan,
marazi entelektüel öfkelere bulanmayan arkadaşlarımız önemli üretimlerde bulunmaktadırlar.
Sakarya’nın küçük bir ilçesi olan Ferizli’nin
bir köyünde öğretmenlik yapıyordum. Bulunduğumuz ilçede üç arkadaş -Rıdvan Şimşek İsa Cıda
ve ben- ile düşünsel, sosyal, kültürel paylaşımlarda bulunuyorduk. Okumalar akacak bir yol bulamazsa kısır döngü içinde kendini tekrara, ardından durağanlığa geçerek donmaktadır. Özellikle
de öğretmen-memur olunca kafa konforu içinde
bir hayat oluşuyor. Bizler düşünce ve paylaşımlarımızı bir dergide ifade edelim, paylaşalım istedik.
Bu süreç ilkin ilçe, ardından Sakarya merkezli bir
oluşuma, ardından Türkiye çapında buluşmaya
götürdü bizi. Bulunduğumuz yerde okuyan, düşünen, farklı yaklaşımlar ortaya koyabilen, insanlığın vicdanı olabilen insanlara ulaşmaya başladık,
onlar bize ulaştılar. Türkiye’deki düşünce alışkanlıklarını miras almamaya çalıştık. İnşacı bir zihinle varlığın, zamanın ve âlemin ruhunu hisseden,
anlamaya çalışan bir yol üzerinde olmaya çalıştık.
Türkiye’nin düşünce genetiğindeki ideolojik tutumu deli gömleği değil, deniz feneri mesabesinde görerek yaşanan akıl tutulmasını aşarak hareket
hâlinde olmaya; klikleşerek katılaşmamaya özen
gösterip düşünce ve sözün erdemine inanan her
kişiyle buluşmaya gayret ettik. Siyasal düzlemin
kısırlaştırıcı gündemine teslim olmamayı ilke
edindik. Söyleyecek sözü olan herkesi dinlemeye
çalıştık. Sözü kimin söylediğine değil ne söylediğini anlamaya hedefledik.
Düşünce ve edebiyatın her rengine açığız. Her
sayıda dosya konusu çerçevesinde olan yazılar yanında, şiir, deneme, makale, hikâye, kitap ve film
tanıtımlarına da yer vermeye çalışıyoruz. Dü-
59
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
şünce ve edebiyat her boyutta birbirini beslediği
için bütüncül bir şekilde hareket ediyoruz. 10.
yıla girdiğimiz bu günlerde dergi sürekli katkıda
bulunan kendi yazar kadrosunu oluşturdu. Tanış
ve dost olmak için zinde ve üretken zihinlere de
ulaşıyoruz. Dergimiz, her daim yeni yazı üretimleri sürecinde olan arkadaşlara sayfalarında yer
vermeye çalıştı. Bunun yanında dosya konularında ilgili alanda saha çalışması olan yazarlardan da
katkı istiyoruz. Taşıma suyla dönen Değirmen değil, Anadolu’nun içinden sürekli çağıldayan diri,
özgür, bağımsız, özgün damardan akan nehirlerle
beslenen dinamik bir Değirmen olmak istedik.
Yola çıkarken somutlaştırdığımız hedef; yeni
ve yeniden inşa etmekti. Kelime, dil, akıl, cümle ve medeniyet inşasına katkıda bulunmaktı.
Var oluşumuzun sancılarını dillendirmeye, akıl
ve kalp arasındaki bağı kurmaya çalıştık. İşleyişimiz Anadolu’da ki imece yöntemine benziyor. Herkes kaldırılması gereken bu yükün
bir yerinden tutuyor. Değirmen için suyu akışına bıraktık. Bizler Değirmen’de bu akışta gelenlerle ürünler ortaya koymaya çalıştık. Akış
dergisi, yol dergisi, imkân dergisi olmaya çalıştık.
İktidar- egemenlik derdimiz olmadı. Her sayıda
ortak dertleri taşıyan insanlarla buluşmak,
fıtratın sesini açığa çıkarmak, iyiliğin, adaletin
ve özgürlüğün yerleşmesine katkıda bulundukça
bizler kendimizi hedeflerimize ulaşmış sayıyoruz.
Dergide yayımlanan bir metin insanı hakikate
yaklaştırmış, fıtratının sesini duyurabilmiş, hâl
dönüşümüne katkı bulunmuş ise -ki bulunuyorbahtiyarız.
Zamana ve havaya bırakılan her sözün sahibini bulduğu-bulacağı inancındayız. Türkiye’de
ve bölgemizde Değirmen kendi varoluş amacınıheyecanını yaşamaya devam ediyor. Dergilerin
varlık koşulları yazarların ve dergi yönetiminin
yaşayacağı bir akıl-kalp krizine bağlıdır. Eğer düşünme kabiliyetini yitirir, zamana-mekâna şahitlik etmekten vaz geçer, bireysel varoluş şehvetinin
esiri olur, insanlığın ve sokağın vicdanından yüz
çevirirse varlık koşulları zora girer. Kayıtsızlıkla
karşılanmak algısı Türkiye’de yanlış anlaşılmaktadır. Reyting ölçümleri merkezli –ki bu ölçümler,
ölçüm yapanın kişi veya kurumun algısına bağlıyaklaşım sergilenmektedir. İnsanlar kendilerinin
aklına- kalbine- ruhuna dokunmayan sözlere-
yazarlara- yazılara kayıtsız kalırlar. Zaten zaman
bunu bizlere sayısız kez kanıtlamıştır.
Türkiye’nin marazi düşünce alışkanlıklarından biri de taşra- merkez gerilimi ve ilişkisidir. Bu, Osmanlıdan Cumhuriyete aktarılan
bürokratik zihniyetin ürettiği kavramlardandır. Bürokratik kavram ne yazık ki düşünce ve
edebiyat ürünlerine yönelik tanımlama ölçüsü
hâline geldi. Gerçeklikte ise böylesi durum yok.
Adres yeri olarak İstanbul gösteren dergiler merkez, İstanbul dışında bir ilin adresiyle çıkmak taşra olarak algılanıyor. Edebiyat ve düşünce bürokrasisi aynen yönetim alanında olduğu gibi kendi
sanal iktidarını sürdürmek ve kendi dışındakini
mahkûm etmek için hemen bu argümana sarılıyor. Biz, olduğumuz ve yaşam bulduğumuz yeri
merkez olarak görüyoruz. Önemli olanın hangi
köyde, ilçede, şehirde çıktığı değil, dergi olarak
yazı ve düşüncenin namusuna sahip çıkan bir çizgide olmasıdır. Dergi serüvenimizde egemen olan
yazar ve entelektüellerin zihin kalıplarıyla hareket
etmiyoruz. Taşrada bir dergi olduğumuzu düşünen zihinlerin kendilerini bu hastalıktan bir an
önce kurtarmalarını tavsiye ederim. Böyle gören
ve görmeye devam eden kişiler bu ölçü ile hem
kendilerini farkında olmadan bir zindana hapsetmiş oluyor hem de düşünce-edebiyat güzelliğini görmekten mahrum kalıyorlar. Bizim böyle
görenlere sadece üzülüyoruz. Çünkü bu anlayış
onların bizi anlamalarını engellemekle kalmıyor,
onlara da çok şey kaybettiriyor.
İstanbul dışında çıkan dergilerin, varlık alanlarını yadırgamak gibi bir sorunları bulunuyor.
Kendini tanımlama ve inanma anlamında kendi
kendini inşa edememektedir. Var oluşunu merkez
olarak gördükleri iller ve üstat gördükleri kişilere
intibak ederek ürünler geliştirmeye çaba gösteriyorlar. Edebiyat ve düşünceye en az katkısı olan
dergiler bu tür dergilerdir. Onlar kısırlaştırılmış
akıl, hakikate kapalı kalp ile gerçeğin çok uzağında yaşıyorlar. Bu durum yeni yeni kırılmaya başlansa da egemen yapıları tehdit edecek konumda
değildir. Güçlü bir özeleştiri ve bunu olgunlukla
karşılayacak konumda bulunmuyorlar. Eleştiri
geleneği iyi yerleşmediğinden eserlerin nitelikleri
gelişerek devam etmiyor.
Merkez dergileri diye bir kavramsallaştırmayı
kabul etmiyoruz. İyi yazı, iyi şiir nerede ve kimin
60
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
söylediğine bakılmaksızın merkezdir. Demek ki
vicdan, ruh, akıl orada kendisini ifade etmiştir.
O an için merkez orasıdır. Bu bütün coğrafyada
dolaşımdadır. Önemli olan nerde çıktığı değil,
tefekkürün, dilin, emeğin, adaletin, iradenin, kalbin sesi ve dili olabilmektir. Kaliteli, güzel ve iyi
olan ne varsa layık olduğu değere ulaşmaktadır.
İyi ve güzel olma, zamanın şahitliğinde, insan algısında bıraktığınız etkiyle ölçülür. Bunu da en
iyi bilen okuyucudur, en doğru seçim ve ayrımın
sahibi okuyucu. Artık taşra veya merkez değil,
küresel olarak bugün dünyanın en ücra yerine
ulaşabilmenin ve paylaşabilmenin imkânlarını ve
konumunu elde etmek hedefi olmalıdır.
Kendilerine böylesi bir konumda görenler
olabilir. Bunu benimseyenler hazır makamlara
ulaşmak isteyenlerin zihinsel alışkanlıklarıdır.
Ama bu beyhude bir çabadır. Entelektüel kibrin
onları nasıl da erittiğini, eksilttiğini, zayıflattığını,
içeriksizleştirdiğini, yabancılaştırdığını üzülerek
seyrediyoruz. Olmayan bir şeyi varmış gibi davranarak hem aldanma hem aldatma ameliyesi ile
ucuz egemenlik tavırları takınmanın kazandırdığı
hiçbir şey yok, kaybettirdiği çok şey var.
Önceki dönemlere göre sesini duyurma
imkânları arttı. Sosyal medyanın sağladığı
imkânlar dağıtım ve tanıtım noktasındaki
sınırları kaldırdı. Okuyuculara ulaşmak kolaylaştı.
Kitapçılar, dergileri satış rakamları, kâr oranları ve
uğraşı olarak zaman almasından dolayı dergilere
ilgi göstermemektedirler. Şehirlerde bağımsız kitapçılar yerine şirket zinciri kitapçılar ön plana
çıktı. Dergilerin dağıtımı çok maliyetli hâle geldi. Sanal ortamın imkânları bu zorlukları kısmen
azaltmaktadır. Dergilerin kalite olarak okuyucuların beklentilerini karşılaması gerekiyor. Okurların dergi ve kitaplara yeterli ilgisi bulunmuyorsa;
bunda fikir ve edebiyat ürünü üreten insanların
insanlığın vicdanının sesi olamamaları, geleceği
okuyamamaları ve kendilerine yabancılaşmalarından kaynaklanmaktadır. Okurun yükümlülükleri
var elbette, ama öncelik kalem sahiplerindedir.
Kalem sahipleri; kalemlerini satılığa ve ihaleye
çıkarırlarsa okurda onları sahiplenmeyecektir.
Ancak iyi yazıların yer aldığı dergilerin okuyucu
tarafından her zaman görülme ve ona ulaşılma
imkânı var.
Okurlarımız, okumak eylemini yaşam tarzına
dönüştüren kesiminden oluşuyor. Okumak eylemini varlık şuuru, hayat tasavvuru ve bilgi arayışı
ile ortaya koyan kesim tarafından okunmaktadır.
Bu kesimin hem okur hem de yazar olarak dergiye katkısı olmaktadır. Ciddi bir enformasyon
kirliliği yaşadığımız dönemde fikriyat ve edebiyat
alanında ciddi çalışmalara eğilmek gerekir.
Ruh ve düşüncenin en yüce ifade biçimlerinden olan yazı her zaman birilerini rahatsız etmiştir. “Sizi rahatsız etmeye geldim” diyen yazar gibi
kafa konforunu bozan, ezberleri yok etmeye çalışan, yeni sözler kurmaya çalışan algı ile hareket
etmeye çalışıyoruz. Yerleşik geleneksel tutumlar,
ulusal ve küresel tutumlar ile birleşti. Psikolojik
olarak sürekli geleneksel algı çerçevesinde yerele
mahkûm olmamız, ulusal ve küresel ölçeğe ilişkin
tutum belirlememizdir istenilen. Bir söz söylenecekse siz söylemeyin, size ne, bırakın onu da biz
söyleriz tavrı egemendir. Kendisini merkez gören
çevrelerin çizdikleri sınırları aşan dergileri görmekten rahatsızlar.
Yazarlarımızın düşünsel dinamikleri önüne
engel koymamaya çalışıyoruz. Onların önlerini
her daim açık tutmaya ve onları içlerindeki varlık
sancısını bir türkü gibi çığırmaya davet ediyoruz.
Onlara oluşturmaya çalıştığımız bu özgürlük alanı
derginin yenilikçi çizgisinin gelişmesine önemli
katkıda bulunmaktadır. Dosya konularının
seçiminde gündemi geçmiş ve gelecek örgüsünde
çevreleyen konuların olmasına önem veriyoruz.
Bu tercihler gerek yazarlar gerekse de okuyucular
tarafından heyecanla karşılanmaktadır.
Toplumsal sorunların zihinsel- düşünsel boyutuyla ilgili olmaya çalışıyoruz. Düşünce- edebiyatın tüm alanlarına açık olduğu için yazı- konu
ilişkisinde geniş bir yelpazeye sahiptir. Dosya
konularımızdan birçoğu toplumsal kriz alanlarına dönük oldu: Kimlik, Değerler, İnsanımız,
Mekânlarımız, Manipülasyon, Çatışma Kültürü,
Barış Kültürü gibi. Bu konular toplumun hâlen
tanımlamakta zorlandığı ve çözüm arayışlarına
basamak yaptığı süreçlerden yoksun durumdadır.
Dergi için başarının bazı kriterleri var: 1- İyikaliteli yazı. Dergi olarak yazının tüm çağlara göre
en yoğun bir şekilde kullanıldığı dönemde seçici
olarak okuyucuya iyi yazılar okutmak istiyoruz.
Yazı değerlendirmelerinde eşraf, arkadaş, çevre
kriterlerinden ziyade yazının ve dilin imkânlarını
61
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
en üst düzeyde kullanmasıdır. Her sayısında okuyucuyu, derin bir düşünme ve kalbî olarak anlamaya çağıran yazılarla karşılıyoruz. 2- Güzel
bir dizgi ve tasarım. Dergide dizgi ve tasarımı
önemsiyoruz. Sunumu en güzel şekilde yapmaya
çalışıyoruz. Farklı dönemlerde aldığımız teklifleri
de değerlendirerek yenileniyoruz. 3- Okuyucuya
ulaşım. Okuyucuya gönderilen birer mektup olan
yazıları ulaştırmada gücümüzün yettiği her türlü
imkânları kullanmaya çalışıyoruz. Kültür dergi
dağıtım aracılığıyla Türkiye’de nt’ler başta olmak
üzere seçkin kitabevlerine dağıtımı yapılmaktadır.
Yeni okuyucularla tanışmak için degirmendergisi.
com sitesini yayımını sürdürüyor. 4- Diri, özgür,
yenilenen bir çizgi. Zaman yenilenmeyi zorunlu
kılıyor. Edebiyat ve düşünce alanında gündemden
kopmayan, ama gündeme de mahkûm olmayan,
tarihsel, sosyolojik, psikolojik uzamda kendisini
yeniden üreten bir çaba içerisindeyiz.
Değirmen dergisinin yazı ve anlayış olarak
olgunlaştırmaya ve desteklemeye çalıştığı bir
perspektif olan Feta kavramı, derginin en önemli işlevlerinden biri oldu. Menderes Daşkıran’ın
öncülüğünde insanlık tarihi boyunca her daim
aranılan ve yaşanmaya çalışılan değerleri insan
üzerinden ve insanı yeniden inşa etme çabasını
ifade eden Feta kavramı, derginin her sayısında
farklı boyutlarıyla yer aldı. Anadolu’nun mayalandırdığı ve Osmanlı medeniyetine kurucu irade olarak katkı sunan Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı
Rum, Gaziyan-ı Rum, ve ahilik kurumlarının
sahiplendiği evrensel değerleri, güncel değerleri
de katarak yeniden ortaya koyma çabasındadır.
Osmanlının ilk kurucu şehirlerinin örnekliğini
taşıyan Taraklı’dan ilham alan ve yine Taraklı’dan
başlayan Feta Ödülleri, 41 değer üzerinden şimdiyi ve yarını inşa etme çabasını sürdürüyor. Bu
yıl 10’uncusu verilecek Feta Ödülleri, özgün bir
proje olarak ulusal boyutta çalışma yürütülmekte
ve Sakarya’dan Türkiye ve dünyaya aktarılacak bir
değer olmayı ifade ediyor.
Dergiyle birlikte yazı serüvenine atılanlar, belli
bir süreç içinde bu birikimlerini kitap olarak da
ortaya çıkardılar. Yazıları ilk defa Değirmen dergisinde yayımlananların yine ilk kitaplarını Değirmen Yayınları’nda çıkarma hedefine de ulaşmış
olduk. Bu kitaplar; Menderes Daşkıran’ın Eğitim
Davasının Davası, Rüstem Budak’ın Alın Yazı-
ları, Mehmet Özdemir’in Mihrican ve Adamın
Gözleri Kaç Kurşun Sıkar, Yusuf Yavuzyılmaz’ın
Çatışmadan Barışa Kürt Sorunu, Evliya Çelik’in
Başlama Duruşu, Ünal Akbulut’un His Yordamı,
Abdulkadir Akdemir’in Taşranın Sazendesi, Ahmet Gözübüyük’ün Siriderya, Fedai Günaydın’ın
Yeni Bir Hayat Gerek, Veysel Parlak’ın Değerler
Eğitimi Etkinlikleri 1-2, Betül Saray’ın Koruyucu, Mehmet Ali Çabuk’un İki Dedem Vardı…
Şiir, deneme, makale, roman, eğitim konularında
bu şehrin birikimine mütevazı ama derinlikli ve
sürekli bir katkı yaptı, yapmaya devam ediyor.
Dergide söylenmeyeni anlatma, konuşulmayanı ifade etme temel varlık nedenlerimizden oldu.
Geçmişi, geleneği tekrara değil, var olan zaman
akışında bugünü ve yarını kuşanmaya- kuşatmaya çalıştık. İmkânlarımızın sınırsız olduğuna inanıyoruz. Mümkün olan her şeyi gerçekleştirmek
istiyoruz. Önder-üstat aklın yerine kolektif aklı
önemsiyoruz. Yazarlarımızın her birinin görüş,
öneri ve değerlendirmelerini dergiye katıyoruz.
Dergiyi yayın periyodu olarak üç ayda bir çıkarmaktayız. Her sayıda belirlediğimiz dosya konuları
gündem veya gündem üstü olarak insan, toplum,
tarih, medeniyet yönlerinden ele alınmaktadır.
Dosya konularımızdan örnek vererek bu yeniliğin
izlerini daha iyi görebiliriz: Manipülasyon, Sanalite, Mekânlarımız, Küreselleşme, İstanbul, Çatışma
Kültürü, Barış Kültürü, Postmodernizm, İnsanımız, Gelecek, Mahalle, Oyun, Rüya, Beşir Ayvazoğlu, Sözlükler, Diyarbakır. Türkiye’de yüzyıllık
düşünce- edebiyat birikimini tartıştığımız sayılar
her zaman referans olacaktır. Yüzyılın Kitapları,
Yüzyılın Dergileri, Yüzyılın Filmleri sayıları yüzyıllık muhasebe imkânını vermektedir. Edebiyat
ürünlerini düşünce yazılarıyla tam bir bütünlük
teşkil ettirerek bu zenginliği her sayıda okuyucuya yaşatmaya çalışıyoruz. Kendisini tekrar eden,
anlam derinliği kaybolmuş değil, hikmet penceresinden zamanın ruhunun kalp atışlarını hissettirmek istiyoruz.
Bir derginin, edebiyat ve düşünceye nasıl bir
katkısı olabileceğini kendi hikâyemiz ve arayışımız üzerinden ifadeye çalıştım. Dergiler bu katkıyı sunmaya devam edeceklerdir. Bir yandan belli
bir geleneğe yaslanıp gidecek dergiler olacağı gibi
diğer yandan her yeni bir sözün, arayışın dili dergiler de olacaktır.■
62
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Bütün zamanların en iyisi:
"Kültür Dünyası"
MAHİR ADIBEŞ
K
elebek ömrünce çok uzun, çınar ağacını örnek alırsak kısa sayılır elli yıl!
Bunu insan ömrüne kıyaslarsak, yetmişli yılların ortasından bu yana, gâh uzaktan gâh
yakından seyrettik, diye anlatırız serüveni. Bazen
hayran olduk bazen yerin dibine batırdık kendi
hâlimizce, yazdık işte.
Aslında kökü daha eski, hemencecik konuya
gelecektim ama şunu demeden de geçemeyeceğim: Bu serüven bizde “tıngır mıngır” sallanırken
tahta beşikte ninnilerle başlayıp tandır başında
hikâyeler, masallarla devam etmiştir. Sonra mâni
atışmaları ve düğünlerde, bayramlarda türkülü
oyunlarla bir geçmişe sahiptir. Yine de bunun
en gelişmiş yeri köy odaları; tartışmanın başladığı, eleştirinin sıkı yapıldığı meclisler. Âşıkların
saz çalıp söylediği, hikâyeli türküleri ağzı açık
dinlediğimizi hiç unutamam. Gece yarısına kadar
eve gitmediğimiz kış gecelerini bilirim. Ortada
sac sobanın bir yanı narlaşır, üzerinde çaydanlık
cızırdardı. Nefesin havada buz kesildiği gecelerde,
pencerenin önü bile dolu. Soğuk mu soğuk, ayaz
insanı göğe çekerken, kar bel boyu, çörtenlerden
buzlar bir metreden fazla sarkardı…
Sıcaklık insanların kendisinde; dürüstlüğünde, saflığında, sohbetinde, tatlı dilinde… Az şeyle
mutlu olmayı bilen, beklentisiz, tevazulu, taham-
müllü, derviş gönüllü insanlar…
Daha sonradan “Destancıyla” karşılaştık; kolunun üzerinde iki yaprak destan, gaydalı uzun
şiirleri okuyarak dolaşırdı caddelerde… Küçük
kasabamızda böyle çıktı karşımıza yazılı edebiyat,
yıllar sonra…
Kasabada geçen hayatımızı bir orta oyununa
benzetirim!... Aklıma geldikçe bazen güler bazen
de hüzünlenirim. Düşüncelerimi sıkı sıkıya sarıp
sarmalar çocukluk yıllarımda görüp yaşadıklarım…
Biz, ötelenmiş insanlar, kültür yarası almışız;
kadere razı, taşrada toplum değerleri ve gelecek
arasında, sıkışıp kalmışız! O gün İstanbul sadece
hayalimiz… Efendilik falan bizi teselli ediyor o
dönemlerde, sonradan alçaklık sıfatı olduğunu
öğrendik! Saf, temiz, yürekli, güvenilir gibi laflar ama bunlar ne anlama geliyor tam olarak da
bildiğimizi söyleyemem, iyi meziyetlermiş işte…
Bu kadar yıl geçti üzerinden, birinin karşısında ceketimizin düğmeleri açık ve yüzüne bakarak
konuşamayız, ufak ufak ter akar şakaklarımızdan!
Ezik girdik medeni denilen topluma, okul olmasa geleceğimiz de yoktu. Okul dedimse, köydeki medreseden sonraydı. Derken o uzun süreç
başladı… Önce kitaplar sonra dergiler, bu arada
köklerden de kopmamaya çalıştık elbet… Uyum
63
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
buraya kadar zor olmadı ama kolay da sayılmazdı, çok taviz verdik çok; saflığımızı, temizliğimizi,
tevazuumuzu göz göre göre yitiriyorduk. Değerlerimiz her gün değişti…
Beynimizin içindekiler değişiyordu! Soğuduk,
uzaklaştık, koptuk birbirimizden!
Neden sonra aklımız başımıza geldi. Tutunacak bir dal aradık, kendimizce. Hâlen aklımızın
bir yerinde köy meclisleri kalmıştı; türkülerimiz, mânilerimiz, destanlarımız, masallarımız,
hikâyelerimiz… Ne çok şey öğrenmişiz oralarda,
elimizde Türk’ün kültür mirası, dil anamın dili,
Türkçe…
Gizli kalsın düşünceler, gizli kalsın bir sandık
dolusu yazı. Tandırda yanışlarını seyrederken ne
hissettin derseniz unuttum, derim. Yazılar yok
olsa da çok şükür dağarcığımız sağlamdı. O günden sonra köklere döndük, o tahta beşikte sallanırken tıngırtılar arasında duyduğum ninniler
hâlâ kulağımda…
Dergiler, hemen hepsi İstanbul menşeli, yollarını bekliyoruz. Yazarların, şairlerin çoğunu dergilerden tanıdık. Hikâyeleri orada bulduk, şiirleri ezberledik. Yıllarca sürdü, onlara olan hayranlığımız. Ah! Bir gün biriyle karşılaşmak, ne güzel
hayaldi, dünyalar bizim olurdu... Heveslendik,
ne yalan söyleyeyim…
Çok sonradan edebiyat kültür dergileri
taşradan da yayınlanmaya
başladı.
Bunlar
ilk
zamanlarda
İstanbul
dergilerine benzemedi, her
yönden kalitesi düşüktü.
Çoğu zamana direnemedi,
kısa ömürlü oldular. Para
bulamadılar, para bulsalar da
yazanı bulamadılar derken
olmadı. Çok azı diyeceğim
ama o da değil, sonradan
birkaçı dayanabildi. Uzun
ömürlü çok az dergi var aklımda kalan “Türk Edebiyatı”, “Varlık”, “Dergâh” uzun
yıllardır devam ediyor. Kısa
zaman yayınlanıp kapanan
dergilerden de iz bırakanlar oldu. “Kültür Dünyası”,
“Yaşasın Edebiyat”, “Kervan”, “Seviye”, “Seyir” bunların bazıları. Bazı dergiler ise yalnız bir ya da iki
sayı çıkabilmişlerdi. Daha sonra doksanlı yılların
sonuna doğru Anadolu’da çıkarılan dergilerden
“Kümbet”, “Berceste”, “Bizim Külliye” günümüze
kadar ulaşan dergilerden bazıları. Bu dergiler bir
nevi taşra dergiciliğini teşvik ettiyse de çok dergi
çeşitli sebeplerle yayınına devam edemedi.
Zengin yerel kültür, dergilere taşınmaya başlayınca daha önce fildişi kulelerdeki şair ve yazarlar taşra dergilerine doğru yol almaya başladı. Eee
Hocam, dün hayal bile edemediğimiz efendilerle
şimdi aynı saftayız!
Başta taşrada çıkarılan edebiyat kültür dergileri çok fazla tutunamasa da yerel yazara büyük
bir moral ve özgüven aşılamıştı. Yazılar, şiirler
menşeinde yazılmaya başladı. Ayağı çarıklı, eli
nasırlılar, sadece tiyatro sahnelerinde görüntü
olarak temsil edilenler dergilerde ve kitaplarda da
boy gösterir oldu.
Dergiler sayesinde, âdeta Çıfıt pazarında bir
yer ararken, kendimizi Lordlar Kamarası’nda
bulduk! Rahmetli Ahmet Kabaklı Hocam zamanında Türk Edebiyatı dergisinde yazılarım yayımlanmaya başladı. Sonradan çok dergide vakit
buldukça yazdım; hikâye, eleştiri, gezi, tanıtım ve
denemeler. Bu yazımda ömrü çok uzun olmayan
ama bende unutamadığım iz bırakarak, çok iyi
64
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
anında kapanan bir dergiden bahsetmek istiyorum. Zirvedeyken bırakmak buna derlerdi ama
çok erken olmuştu…
Kültür Dünyası, “Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 1 sayı: 1 Mayıs 1997 Fiyatı
250.000 TL” Aynen böyle bir yazıyla adımını attı
yayım dünyasına. Hüzünlendim şimdi sayfalara
bakarken; Ergun Göze, Olcay Yazıcı, Dilaver Cebeci hemen gözüme ilişen isimler, Allah rahmet
etsin…
Kültür Dünyası dergisi, rahmetli Osman
Olcay Yazıcı yönetiminde çıkmaya başlamıştı (Yazı İşleri Müdürü). Fatih Yayıncılık adına
sahibi Ahmet Yıldızhan, Genel Müdür Hüseyin
Türkoğlu olarak kayıtlara geçti. Klasik boydan
biraz daha büyük beyaz kâğıt ve siyah beyaz hemen her sayfada resimlerin yer aldığı bir dergiydi.
İlk sayısına, kapakta N. Fazılı Kısakürek’in
resmi vardı. Üstadın ölümünün 14. Yılı
dolayısıyla bu sayı ona armağan ediliyordu; “Sayıklama” adlı şiiriyle giriş yaptı. Üstada çok geniş
bir yer ayırmıştı. “Çile” demiş şiirin adına, “Gençliğe Hitabe”yi eklemiş peşi sıra. Ergün Göze, Olcay Yazıcı, Üstün İnanç, Abdurrahman Şen, Yaşar Ömeroğlu, Sedat Umran, Dilaver Cebeci ve
diğerleri Üstadı yazıyorlardı. Dosya “Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam; Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…” vasiyetiyle kapanıyordu. Sevinç Çokum, “Uzun Kalan Güneş”
hikâyesiyle yerini almıştı. “Ayın Şairi” köşesinde
Sedat Umran görünüyordu. Kısa kültür haberleri,
kitap tanıtımları unutulmamıştı. Son sayfada da
bir bulmaca yayınlanıyordu.
Kültür Dünyası, benim için farklı bir anlayıştı. Türk Edebiyatı dergisi çizgisinde bir edebiyat dergisi düşünürken bunu buldum karşımda.
Dergi, okuması kolay, yazılar doyurucu ve sürükleyiciydi. Osman Olcay Yazıcı ismi ve çok geniş
yelpazeyi kucaklayan yazar, şair kadrosuyla güven
veriyordu daha ilk sayısında. Kimler yoktu ki
dergide; mimar, sosyolog, doktor, sinema yönetmeni, tiyatrocu, müzik yapanlar, eleştirmenler;
daha sonraki sayılarında veteriner hekim, mühendis… Dünya şiirlerinden, yazılarından tercümeler yayınlanıyor, söyleşiler, sinema mutlaka yer
alıyor, müzik araştırılıyor, tiyatro unutulmuyordu. Türk’ün harcı “dil” konusuna her sayıda yer
veriliyordu.
Yazıların sıralanması bana göre doğru olmasa
da daha ilk sayıda dönemin bakanı İsmail Kahraman ile “Kültür Devletin Tekeline Bırakılmamalı”
başlığıyla Abdurrahman Şen’in yaptığı uzun söyleşi çok yerinde olmuştu. Olcay Yazıcı bu sayıda, “Şiiri Yazılamayan Şehir” şiirini yayınlamıştı.
“Gökçe atlar üstünde fethe uçan cihangir: /Bu pürfüsun şehre nasıl yazılır şiir/ Bir masal diyarının
gölge-ışık Kaf ’ını/ Kalem çizebilir mi mânâ fotoğrafını?” diye anlatıyor mısralarında.
“Bu derginin sırtı yere gelmez,” dedik, daha
birinci sayıda!
İkinci sayı birincinin benzeriydi ama fark
vardı! Reklamlar artmış olarak karşımıza çıktı.
Sadece rakamlar mı, yayım kadrosu çok geniş
tutulmuştu. Kapakta, alfabe ağacının yaprakları
yerlere dökülmüştü. M. Zeki Akdağ’ın şiiriyle
giriş yapmıştı. “Mazi denen mutlu masal/ Gerçek
dışı umut artık/ Kırık aynadaki resim/ Ne yap ne
yap unut artık…” Ben olsam oraya iddialı bir şiir
koyardım, diye içimden geçirmiştim. Ahmet Yüksel Özemre, “Toplum Kültür Deformasyonu”nu
yazıyordu. Bu sayıda merhum Cemil Meriç’e yer
verilmişti, kızı Ümit Meriç’le yapılan bir söyleşi,
Dursun Gürlek’in yazısı yer almıştı. Olcay Yazıcı
ve Aydın Arıtan “Erich Fromm” hakkında yazmışlardı. A.Nihat Asya’dan “Seccadem Kumlardı” şiirini alarak onu da unutmamıştı.
“Kâmus, bir milletin hafızası, yani kendisi;
heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla... Kâmusa
uzanan el, namusa uzanmıştır.” Cemil Meriç’in
bu sözleriyle “Dil Dosyası”nı açmıştı. Ahmet
Kabaklı, Sevinç Çokum, Y. Bülent Bakiler, Özcan Ünlü, Orhan Okay, Bahattin Karakoç, M.
Niyazi Özdemir, Tarık Buğra, Atilla İlhan ve
diğerleri orada buluşmuştu. “Ayın Şairi” olarak,
“Bekleme, ağlama, beni çağırma! / Tükendi dermanım gelemiyorum.” diyen, Türkiyem’in şairi
Dilaver Cebeci seçilmişti. Şimdi o şiirler karşısında mahcubum, hüzünlüyüm… Ve bu sayıda
resimlerden daha çok genç olduğu görülen Mehmet Doğan “Tevhid-i Tedrisat gibi Tevhid-i Neşriyat var” yazısıyla karşımıza çıktı. M. Nuri Yardım
“Yansımalar” yazı dizisine başlamış.
Üçüncü sayı elimize geçtiğinde bir önceki
sayılara göre biraz daha kendine güvenen bir hâli
vardı. Önceki yazarlarını, şairlerini korurken yeni
isimlere de yer verilmişti. Kapağa Ayasofya’nın
65
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
yağlı boya tablosunun resmi yerleştirilmişti. Açılış sayfasına Olcay Yazıcı’nın kendi şiiri “Devr-i
Dilâra” oturmuş, sayfanın sağ üst köşesine de
Hayri Mader’e ait “Derviş” isimli bir desen yerleştirilmişti. Dilaver Cebeci “Anadolu Erenlerinin
Karizması” başlığıyla bir yazı hazırlamıştı. M.
Şevket Eygi, “Müslümanlar ve Estetik” yazısıyla
dikkatimizi çekiyordu. “Gülnâre” adlı şiiriyle de
Nurullah Genç ve “Ötüşler” şiiriyle Vahap Akbaş.
Bu sayıda ayın şairi koltuğunda Bahaddin Karakoç karşımıza çıkıverdi. “Beyaz Dilekçe” şiirini
kaçıncı defa okuyorum unuttum. “Rahman ve
Rahim olan adına sığınarak/ Açtım iki elimi: Kor
gibi iki yaprak…/ Bir edep ölçeğinde umutlu ve
utangaç./ işte dünya önümde; benim ruhum sana
aç.” diyordu. Nazir Akalın, “Kandil” şiiriyle burada yer almıştı. Bu kardeşimizi, daha sonraki
yıllarda, genç yaşta Ankara’da kaybettik. Mehmet
Nuri Yardım diğer sayılarda da vardı; bu sayıda
“Ahmet Kutsi Tecer” yazısıyla yer almıştı.
Dördüncü sayıda Anadolu’da yaşayan kalem
erbaplarından yenilerine rastladık. Sadabad’dan
bir resimle kapak süslenmişti. “Toprağın Büyüsü”
adlı şiiriyle Yahya Akengin, “Turgut Uyar, Geleneğin Neresinde?” başlıklı yazısıyla Cevat Akkanat,
“Selo’dan Sılaya” şiiriyle Ali Akbaş, “Ayın Şairi”
Bekir Sıtkı Erdoğan, Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!” ve “Kara gözlüm, efkârlanma gül
gayrı!” diye sesleniyordu. Her sayıda dil konusu
işlenirken bu sefer de eski spikerlerden Jülide Gülizar ile yapılan söyleşiyi Taceddin Ural yazmıştı.
“Niçin Millî Kültür?” diye soruyor Ahmet Özdemir. Tahir Kutsi Makal “Karacaoğlan’ı” anlatıyordu. Sinemaya oldukça fazla yer ayrılmıştı. Abdurrahman Şen, “Ertem Göreç” ile uzun bir söyleşi yapmış. Kâab Bin Züheyr’in “Kaside-i Bürde”
adlı şiirine Sezai Karakoç çevirisiyle yer verilmiş.
“Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir
ceylân gibi/ Suat’ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki” diye başlıyor kaside… Abdulkadir Akgündüz, “Türkçe’miz ah Türkçe’miz” diyerek iç çekiyor.
Derginin titizlikle üzerinde durduğu konulardan
biri Türkçe-Dil meselemiz. Bu sayıya kadar bu
konuya önemli bilip öne çıkardı. Özcan Ünlü,
Ayhan Songar Hocanın ölümü üzerine bir yazı
hazırlamış. Mehmet Nuri Yardım da Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu anlatıyordu.
Beşinci sayının kapağında eylül ayını sim-
geleyen yaprakları dökülmüş ağaç resimleri yer
almıştı. Arkasından, Bahattin Karakoç, “Eylül”
şiiriyle merhaba diyordu. “Bir elma bahçesinin
siyecinde/ Güzsü bir ezgiyi şakıyor birkaç ispinoz/
Elmalar soğuk soğuk terliyor dallarda/ Yolcusu seyrekleşen yollarda/ Kıymık kıymık savruluyor toz”
diyordu eylül ayında çıkan bu sayıda. Yine Vehip
Sinan’ına çizgileri. Sosyolog Cafer Vayni, “Batı ile
Son Tango” adlı kültür yazısıyla katılmıştı. Yavuz
Bülent Bakiler “İsimsiz Şiir”ine, “Üstüme lapa
lapa kar yağıyor yeniden/ Yeniden yüreğim beyaz bir
lâle.” mısralarıyla başlıyordu. Önceki sayılarda da
kültür yazılarını gördüğümüz M. Şevket Eygi’ye
bu sayıda da rastladık. Ümit Meriç, Dış Türklerle
ilgili yazısıyla yer almış. Said Başer’in tarihle ilgili ciddi bir uyarı yazısı ve Ömer Altan’ın Orhun Abideleri hakkında bir söyleşisi var. Ahmet
Özdemir’i burada anmadan geçemeyeceğim hemen her sayıda güzel bir denemeyle yer alıyor.
Nazım Payam “Biz sözle ikiz kardeşiz usta” başlığının altında, “Sırtımız sevdaya dayanmadan/
Dayanır söze/ Söz… Usta/ Böyle başlar aşkımız/
Söz mensur gülü/ Ve yol fermanımız” sözleriyle
ailede yerini almıştı. Gülşen Kılınçer’i baştan beri
söyleşileriyle okuduk. Önemli konulara dikkat
çekiyor. Dursun Gürlek de her sayıda “Ayaklı Kütüphane” yazılarıyla bir kültür hizmeti yapıyordu.
“Ayın Şairi” olarak genç bir kardeşimiz karşımıza
çıkıyor Hasan Akçay. Olcay Yazıcı bu sayıda da
bir hikâyesini yayınlamıştı.
Birçok dağa kar düşmüşken, altıncı sayı kapağında sıcak bir resimle çıkıyordu. Girişte tanınmamış bir şair olan Osman Bülent Manav’dan
“Son Bahar Şiiri” yayınlanmıştı. Önemli bir konu
olan üniversite eğitimine dikkat çekerek başlıyor,
dergi. Dosya dergilerde pek de alışık olmadığımız bir şekilde karşımıza çıkıyor, “Paparazzi”.
Bu konu bir ay önce trafik kazasında ölen Lady
Diana sebebiyle irdelenmişti. Ahmet Tevfik Ozan
“Ayın Şairi” olarak yer alıyor ve “Külrengi, kırmızı
ve sarı bir fırça/ Gezinmiş gibidir; şimdi Erzurum/
Çarşısı, pazarı, çayhaneleri…” diye sesleniyor.
Hikâyede değerli dostum Necdet Ekici’yle karşılaştık. İşte, hikâyeciden örnek bir hikâye, “Yoncaları sevda sardı”…
Yedinci sayının kapağında Yahya Kemal
Beyatlı’nın resmi; dosya konusu belli oldu. Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Özçelik, Hasan Akay şair
66
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
hakkında yazmış. Derginin girişinde Bahattin
Karakoç’un “Bu Garip Adam” başlıklı şiiri yer
almıştı. Oktay Sinanoğlu, “Yabancı Dille Eğitim
İhanettir” diyerek sert bir giriş yapıyor. Nurullah
Genç “Ayın Şairi” koltuğuna kurulmuş, “Yağmur
yağar geceleyin/ Periler gülümser kaldırımlarda”
diye şiirini okuyor. Bu sayıda bir değişiklik daha
yapılmıştı; baştan beri “Genel Müdür” olarak yer
alan Hüseyin Türkoğlu “Genel Müdür ve Yayın
Koordinatörü” olarak yazılmıştı.
Sekizinci sayıya Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban Çeşmesi” şiiriyle başladık. Kapakta Mehmet
Âkif ’in resmine yer verilmişti. Bir önceki sayıda terfi eden “Genel Müdür” Hüseyin Türkoğlu koltuğunu Ali Çitli’ye bırakmıştı. Dosyada
dostları Âkif ’i anlatıyor. Olcay Yazıcı ve Mustafa
Necati Özfatura, rahmetli Seyyid Ahmet Arvasi
hakkında yazmışlar. Vahap Akbaş “Ayın Şairi”
kürsüsünde. “Cami avlusu güvercinler/ Bir de
Sinan kokan şadırvan/ Mermerlere/ Sonsuzluğu
anlatırken zaman…” Ve ben çıktı benim karşıma, yani Mahir Adıbeş, “Taşa yazılan sevda” adlı
hikâyede…
Dokuzuncu sayı, kapakta Mevlevi resmiyle
çıkmıştı. Dosya konusu olarak Ramazan-ı Şerif.
Dosyada, Arif Nihat Asya, “Biz, kısık sesleriz…
minâreleri,/ Sen, ezansız bırakma, Allah’ım!/ Ya çağır şurda bal yapanlarını;/ Ya kovansız bırakma,
Allah’ım!” diyerek “Dua” ile açıyordu. “Eski İstanbul Ramazanları”nı Dursun Gürlek, “Kültürümüzde Ramazan” yazısını Ahmet Özdemir yazıyordu. “Ayın Şairi” Zeki Akdağ. Sevinç
Çokum’dan “Tarifsiz Bir Sesin Hikâyesi”
Onuncu sayıda reklamlar iyice renklendi
ve çoğaldı. Girişte Nurullah Gençt’en “Ayrılığın Arkasından Duyulan” şiir yer almıştı. Derginin arkasında dokuz sayıdır yer alan bulmaca
kaldırıldı ve yerine daha önce içerde yayınlanan Vehip Sinan’ın karikatürleri aldı. “Kültür
Değişmeleri”ni Ali Rıza Temel yazmıştı. Ümit
Meriç bu ülkeyi sosyoloji penceresinden değerlendiriyordu. Hikâyede Ümit Fehmi Sorgunlu
“Asker’in Türküsü” hikâyesiyle yerini aldı. “Ayın
Şairi” Gültekin Samanoğlu, “Ağaçlar Ayakta
Ölür” diyor. “Ağaçlar soyunurken birer ikişer/ Tam
kalbim üstüne bir yaprak düşer./ Tut ki şairsin, duramazsın kaskatı;/ İmdada çağırır sevdiğin san’atı,/
Bildiğin şiirleri belki yüz kere/ Söylersin, ağlarsın;
sonra eskilere,/ Deli çağlarına dönersin, ümitle…”
Bu sayı Şubat 1998 de çıkmış. Türkiye Yazarlar
Birliği’nin 20’nci yılının kutlanmasına bir sayfa
ayırmıştı.
On birinci sayının kapağında lâle desenli bir
ebru. İlk defa kapakta içindekilere yazılı olarak
yer verilmişti. “İbn Haldun ve Tarih” yazısıyla
Cafer Vayni’nin Vayni, önemli bir konuyu ele
almış. Sevinç Çokum ise “Bir Devrin Bugüne
Sözcüsü” yazısıyla Ömer Seyfettin’i anlatmıştı.
Ahmet Mercan’a ait “Ağlayan Güvercin” şiiri mutlaka okunmalı. Sabri Akdeniz, “Dil Zenginliği
Nedir?” diye soruyor. Ömer Çakır, Necdet Ekici, Çanakkale savaşları hakkında yazmışlar. Kapaktaki resmin hikmeti Ekrem Kaftan’ın “Ebru,
Bir Sır Sanatıdır” başlıklı yazısında gizli. Dursun
Gürlek, “Tolstoy’un Manevi Dünyası”nı anlatıyordu. “Ayın Şairi” köşesinde Mustafa Özçelik’in
“Firuze, Ağrı, Kıyı” şiirlerinden örnekler sunulmuştu. “Bir gönlün kıyısında akşam/ Son kuşlar da
gitti/ Şimdi kim tarar saçlarımızı anne yerine Kim
tutar içimizde sevinci”. Hikâyede Mustafa Miyasoğlu “Üç odalı yalnızlık”.
On ikinci dergi “Câmideki Rektör: Erol
Güngör” yazısı ve Erol Hocanın resmiyle çıktı.
“İslâmiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir
hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. Biz
onu bir sahabenin, bir velinin veya geçmişteki
herhangi bir kahramanın hayatından ziyade kendi hayatımızda görmeliyiz. Bu günün insanı, bu
günün problemleri karşısında İslâmla yüz yüze
gelmelidir.” Yalnız Türk milletine değil, bütün
dünyaya fikirleriyle ışık tutan Türk aydınıydı Erol
Güngör Hoca. Allah mekânını cennet etsin. Bu
dosyada Sevinç Çokum, Mahmut Çetin, Mustafa
Nadir Önay, Dursun Gürlek, Cafer Vayni yazılarıyla; Ali Akbaş “Güngör’e Ağıt” şiiriyle yer almış.
Derginin girişi Bahattin Karakoç’un şiiriyle
başlamış, “Bilirsin ki burada değilim artık/ Ihlamurlar çiçek açtığı zaman/ Gelir benim yüreğimde
toplanır/ Dağların üstünden sıyrılan duman/ Bir
yanım mosmordur, bir yanım beyaz/ bir yanım karakış bir yanım ilkyaz/ Can evime bakışların saplanır/ Ihlamurlar çiçek açtığı zaman”. Orhan Türkdoğan, “Türkiye’de Demokratik Rejimin Yapısı”nı
inceliyor. Mimar Türkkahraman, “Sembol-İktidar İlişkisi ve Sembolizim” üzerinde duruyor.
Olcay Yazıcı, şiirde millî kimliği irdeliyor. İlhan
67
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Yardımcı’nın “Âşık Reyhanî ile Söyleşi” yazısı dikkat çekici. Şiirde “Hisar”dan bir şair var; İlhan
Geçer. “O şehirde yine şarkılar söyleniyordu/ Karşılık görmemiş sevgiler üstüne/ Işıkları sönmüş odamda/ Yarım kalmış şarkımı duyuyor musun/ Beni sorarsan gene yapayalnızım/ Sen sıcak döşeğinde rahat
uyuyor musun”. İlk defa bu sayıda “Hızırla Kırk
Saat” şiirinden bir bölümle Şair Sezai Karakoç’la
buluştuk.
On üçüncü sayıda kapak resmi olarak Fatih’in
at üzerinde İstanbul’a girişi seçilmiş. İlk sayfadan
Necip Fazıl’ın “Otel Odaları” şiiri. “Ayın Şairi”
olarak Nazir Akalın anlatılmış. Hikâyede Muhterem Yüceyılmaz “Fuzuli Devranıdır” başlıklı
hikâyesiyle yer alıyordu.
On dördüncü sayı Cemil Meriç dosyasını açıyor. Kadir Turan “Ahlâk ve İrade Âbidesi”, Vehbi
Vakkasoğlu “Cemil Meriç ve En Sadık Öğrencisi”,
Recep Garip “İz Bırakanlar İçin” yazılarıyla dosyaya. Ali Nar “Tarikat ve Tasavvuf ” üzerine uzun
bir denemeyle sayfalar arasındaki yerini alıyor.
Gencay Zavotçu “Türk Edebiyatında Gül ve
Bülbül Hikâyeleri” inceleme yazısını yayınlamış.
“Ayın Şairi” Metin Önal Mengüşoğlu.
On beşinci sayıda “İnceleme”de karşımıza
bir usta çıktı Orhan Türkdoğan; Türk düşünce sistemi üzerine yazıyor. Lütfi Şahsuvaroğlu
şiirini “Kıbrıs” için yazmış. Muhsin Karabay ile
beraber Ayhan Songar Hocayı anıyoruz. Fırat Kızıltuğ “Mavi Kız-1” ile bize sesleniyor. Nurettin
Topçu’yu; Mustafa Özçelik, Cafer Vayni, Mustafa Kök anlatıyor. İncelemede İsmail Çetişli, “Cahit Külebi’nin Şiirinde Memleket” başlığıyla yer
alıyor. “Ayın Şairi” Mehmet Çınarlı; “Çağ geçti,
gün tükendi, ömür bitmek üzeredir;/ Hâlâ bu bitmeyen heyecan, çırpınış nedir?”
On altıncı sayıda kapak koyu renklerle ve
diğerlerinden farklı çıktı karşımıza. Fark elbet yalnız kapak renklerinde kalmamış Yazı İşleri Müdürü Osman Olcay Yazıcı’nın yerini
de Ahmet Önçırak almıştı. İç tasarımda fark
olmamıştı.“Mihriban”ın söz yazarı Abdürrahim
Karakoç “Ayın Şairi”. “Sarı saçlarını deli gönlüme/
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban/ Ayrılıktan zor
belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban”
diye aşkı anlatıyor. Salih Memecan “Karikatürde Etik Tartışması”nı yazıyor. Doğrusu bu konu
bütün dallarda incelenmesi gerekir, diye düşün-
düm. Alâeddin Yavaşça “Türk Mûsikisinin Dünü,
Bugünü ve Yarını”nı konuşuyor. Abdurrahman
Şen “Türk Sineması”nı yazıyor. Ödüllü yazar Asuman Şenel, dupduru ve titiz bir Türkçeyle, “İpek
Böceği” adlı hikâyesiyle karşımıza çıkıyordu.
On yedinci sayı sayfalarını tiyatroya açtı. Kapakta görkemli bir sahne ve oyuncular resmi ile
“Açıldı Perdeler”. Zaten her sayısında sinema ve
tiyatroya geniş yer ayırıyordu. Gazanfer Özcan,
Kenan Işık, Nedret Güvenç, Üstün İnanç başta
olmak üzere birçok kişiyle söyleşi yer almıştı. Ali
Erkan Kavaklı “Yabancılaşan Aydın”ı ele almış.
“Ayın Şairi” Elbistanlı şair Celalettin Kurt. Şevket
Eygi “Estetik ve Moda” hakkında bir denemeyle,
Ara Altun “Çini Sanatına Bir Bakış” makalesiyle
katılmışlardı.
On sekizinci sayı, “2000’e Doğru Türk
Sineması’nın Seyir Defteri” kapak yazısıyla sinemayı ele alıyordu. Burçak evren, Ertem Göreç,
Kartal Tibet, Mesut Uçakan, Şerif Gören ve başkalarıyla sinema hakkında söyleşiler... “Hüzün
Yağdı Dağlara” hikâyesiyle Necati Kanter vardı.
“Ayın Şairi” olarak bu sefer tanınmamış genç bir
şair yer aldı, Servet Yüksel. Mehmet Nuri Yardım
“Osman Yüksel Serdengeçti” hakkında yazmıştı.
Hikmet Barutçugil ise “Ebru Sanatımız” başlıklı
yazısıyla katılmışlardı.
On dokuzuncu sayı: Kültür Dünyası, “Aylık
Kültür ve Sanat Dergisi Aralık 1998 Yıl: 2 Sayı:
19 Fiyatı: 600.000 TL.”. Kapakta eski bir daktilo
resmi yerini almıştı. Işıklandırmayla tarihi duygu dolu bir film karesini andırıyordu. Resmin
üzerinde “Yazar, doğum sancısı çeken bir ana gibidir; Kelimeleri sayfalara döker ve kurtulur.” Bu
sayıda her sayıda girişten verilen şiir yer almadı.
Onun yerine Ali Âdem Yörük’ün “Ahir Zamana
mı Kaldık?” başlıklı denemesi konulmuştu. Ayşegül Yıldız “Dolmabahçe” hakkında bir araştırma
ve Mimar Çelik Gülersoy’la bir söyleşiyi yayınlamıştı. Dosya konusu Roman olunca; Gülten
Dayıoğlu, Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Alev Alatlı ile söyleşilere
yer verilmişti. Fatih Andı’nın “Roman ve Trajik
Hayat” başlıklı denemesi de yerini almıştı. “Ayın
Şairi” bu sayıda Tahir Kutsi Makal olmuştu.
“Hüzünlü Şarkı” diyor gülümseyerek. “Hüznümü yaşıyorum, dokunma şimdi/ Çay demledim:
deme, kahve getirme/ Girme ani sevinç gibi bey-
68
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
nime/ Hüznümü yaşıyorum, dokunma şimdi!..”
Bu şiirin arkasından, “Âşık olayım da gör” diyor
yetmiyor, “Babanız yine âşık çocuklar./ Yüzünün
gülüşü ondan/ Erken gelişi ondan/ Ve bu sefer iş berbat!/ Babanız yine âşık çocuklar.” diyerek “Sohbet”
ediyoruz… Mehmet Doğan, Merhum Mehmet
Âkif ’in anısına, “İstiklâl Marşı; Bir Millî Mutabakat Metni” başlığı altında bir deneme yayınlamıştı.
Her sayıda dünya edebiyatından alıntılar yer
almıştı. Bu sayıda Simyon Prokapiyeviç Kadişev’e
ait “Baykal Gölü” adlı şiiri yayınlandı. Sinemadan,
tiyatrodan, mimariden yazılar. Ayın kültür olayları, edebiyat yarışmaları ve Vehip Sinan çizgileri
yine bizlerle beraber oldu.
Kapak kâğıdındaki değişiklik, renkler, iç
kâğıdın kalitesi, harflerin karakterindeki değişiklik on altıncı sayıda gözden kaçmadığını söylemiştim. Bu değişiklik âdeta okuyucular üzerinde soğuk duş gibi oldu! On beş sayıdır dergiyle
bütünleşen Osman Olcay Yazıcı’nın Yazı İşleri
Müdürlüğünden ayrılıp yayım danışmanlarının
arasında yer alması, Yazı İşleri Müdürlüğüne Ahmet Önçırak getirilmiş olması, kafalarda soru
işareti oluşturdu. Genel Müdür Ali Çitli de yerinde yoktu. Yayın Koordinatörü olarak Abdulkadir
Akgündüz vardı. Bu değişimler hem görüntüde
hem de muhtevada değişiklik olarak yansımıştı
dergiye… Daha önce dil konusu hemen her sayıda işlenirken bu sayıdan sonra daha az yer verildi,
baştan beri yazan bazı yazarlar artık sayfalar arasında yoktu ve “Söyleşi” köşesi on yedinci sayıda
“Röportaj” olarak yazıldı. Dergi dil hassasiyeti politikasını bırakmış mıydı acaba?
Osman Olcay Yazıcı, edebiyat çevrelerince
“Bütün Zamanların En İyisi” diye değerlendirilen Kültür Dünyası dergisinin Genel Yayın
Yönetmenliğini on beş sayı yaptı. Mutlaka işin
içinde bir ekip çalışması vardı ama lokomotif
olarak derginin her işi onun elinden geçiyordu.
On dördüncü sayıda “Bahar” adlı şiirini girişte
görüyoruz. Ebrulu bir lâle altına yazılmış; “Zaman bir daha çığlık/ İlkyaz bir daha kurşun/ Nasıl
kıyamet olur/ Goncaya dokunuşun”. Daha önceki
sayılarda da şiirleri, yazıları ve hikâyesi çıkmıştı. Bu sayıdan sonra bir daha dergide yer almadı. Kırılmayı dışarı yansıtmamak adına Yayım
Danışmanları arasında yer alsa da Osman Olcay
Yazıcı üzerinden dergiye muhabbet besleyenlerde
bir burukluk olmuştu.
Bazı şiir ve hikâyelere zemin koyarak okunmaz hâle getirseler de Kültür Dünyası dergisi,
kısa zamanda taşrada çok okunan dergi hâline
gelmişti. Anadolu’daki yazar ve şairlere oldukça
yer vermesinin de bunda etkisi olmuştu. Âdeta
Anadolu Türk kültürü, düşüncesi, sosyal yapısı
dergiye taşınmıştı. Sayıların birinde çıkan bir
hikâyeye itiraz etmiştim. “O yazar patronun adamı mı” diye. Hikâye bu dergiye yakışmamıştı.
Telefonla aradı, uzun uzun konuştuk... Yeni kalemlere cesaretle yer vermişti; yelpaze genişlemişti. Fildişi kule yavaş yavaş yıkılıyordu, taşralı
kalemlere cesaret gelmişti. Okuyucu, tanımadığı
taşradan yazan kalemleri sevdi…
1998 yılının Mart ayının 5’inci günü bir öğleden sonra hikâyeci Necdet Ekici’nin de bulunduğu kalabalık bir gurupla dergiyi Fatih’teki yerinde ziyarete gitmiştik. O hafta “Ömer Seyfettin
Hikâye Yarışması”nın ödül törenlerine katılmak
için İstanbul’a gelmiştik. Yağmurlu bir havada
Sultanahmet’teki Edebiyat Vakfından Fatihe kadar yürüdük. Yolda Osman Olcay’ın “Eylül’ün
Kırdığı Gül” şiir kitabını aldık. Bizi karşısında bulunca şaşırmış ve sevinmişti. Derginin yazılarıyla
uğraşıyordu. Kitabını o gün imzalattık. Onu kıran “Eylül” bizi de kırmıştı. Belki o sebeple erken
kaynaştık. Şimdi kütüphanemde Osman Olcay
Yazıcı’dan kalan hatıra “Eylül’ün Kırdığı Gül”…
“Yiğit, körpe ölüler; ağıtsız geçti çölü / Destanlık
öykümüzü güne anlat kır gülü!/ Kılıçlar kılıçlarla
öpüşerek bilendi/ Aşkların taşrasında bir umut türkülendi”
Dergi, Ankara’nın Eskişehir yolunda
Söğütözü’nü geçtikten sonra sağ taraftaki üçüncü petrol istasyonunun dükkânına geliyordu.
Benim iş yerim yolun karşısındaydı. Her ayın ilk
haftası oradan satın alıyordum. Dört adet geliyormuş ama benim her gidişimde üç tane kalıyordu. Diğer üçünü alıp iki tanesini iş yerindeki
arkadaşlara veriyordum. O dördün birini kimin
aldığını öğrenemedim. Satıcı bayan, “Orta yaşlı
bir adam…” dedi. Tam on dokuz ay o adam bir
dergiyi, üç dergiyi de ben aldım. Yirminci sayı
gelmedi satış yerine. Üç hafta üst üste yolu karşıya geçip baktım, “Yok, gelmiyor artık…” dedi
bayan…■
69
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Yeni Fırat dergisi
M. NACİ ONUR
D
ergiler bizim hayatımıza yön veren,
onu düzenleyen, şekillendiren yol
göstericilerdendir. Çok defa dergileri okuyarak bilgi ve görgü sahibi oluruz. Onlar,
öğretmeni herkesten olabilen okullar gibi hem
bilgilendirici hem de eğiticidirler. Dergilerin
kendilerine göre türleri de vardır. Aktüel, sportif,
kültürel, tıp, tarih, sanat ve edebiyat dallarında
olduğu gibi, hiciv ve taşlama alanında uzmanlaşmış dergilerimiz vardır.
Dergiler, zaman dilimi olarak da birbirinden
ayrılırlar. Ayda bir defa çıkan dergilerin yanı sıra
üç, dört ya da altı ayda bir çıkan dergiler de vardır. Hatta kimi dergiler yılda bir kez çıkarlar.
Çıktıklarında da kendilerini dört gözle ve merakla
bekleyen okurlarının yüreklerine su serperler.
Gelin görün ki dergiyi yöneten genel yayın
yönetmeninden yazı kuruluna, dizgi ve baskıyı
yapana kadar herkes, ne denli yorulmuştur bu
sayıyı çıkarıncaya kadar. Sırtlarından ne büyük
bir yük kalkmıştır, yenisi çıkıncaya kadar.
Ama ne güzel uğraştır dergi çıkarmak. Bunu,
bu işe gönül vermiş yazarçizerine, çıkaranına, dağıtanına sormak lazım.
İşte o dergilerden biri de bir süre çıkmış, fakat
bugün tarihin derinliklerinde kalmış Yeni Fırat
dergisidir. Elazığ’da Av. Fikret Memişoğlu merhumun cebinden harcamalar yaparak 23 Nisan
1962 tarihinde sahibi sıfatıyla ilk sayıyı çıkardığı
dergi, Elazığlılar için çok önemlidir. Bu derginin
yazı işleri müdürlüğünü rahmetli şair Cenani
Dökmeci yapıyor. Aylık sanat ve fikir dergisi ola-
rak yayınına başlıyor. 36 sayı devam ediyor. Son
36. sayı Eylül 1967 tarihini taşıyor. Av. Fikret
Memişoğlu hastalanınca, derginin yayını aksıyor,
kısa süre sonra 20 Temmuz 1968’ de vefat edince,
neşri tamamen duruyor.
Yeni Fırat dergisinin en önemli özelliği, kendisinden önce 1920 yılında çıkan Fırat isimli
derginin devamını sağlamak ve onun yarıda bıraktıklarını tamamlamak idi. Fırat dergisi çıkarken başyazısının bir yerinde şunlar yazılı: “Fırat
vadisi, baştan başa esrar-ı âşıkaneyi musavver
bir kaside-i hoş-cereyandır. Memleketimizde Fırat kadar tulani ve ruhani ömre malik bir sıfat-ı
kâşife bulamadığımız için mecmuamıza bu unvanı münasip gördük.”
Yine aynı yazıda şöyle diyor: “Biz de aynı düşünceyi genişleterek, yeni bir çerçeve ile dergimizi “Yeni Fırat” adı ile çıkarıyoruz. Gayret bizden,
başarı Tanrı’dan.”
Böylece 36 sayı çıkan dergi, misyonuna uygun hareket etmiş; kültür, sanat, edebiyat, tarih,
şiir alanında yöreye ait ne varsa dile getirmiştir.
Bunu kâfi görmemiş, dergide Elazığ için hayati
önem taşıyan fabrika, baraj, tezgâh, sanayi tesisi,
yüksekokul, üniversite gibi tesislerin yapılması için defalarca yazılar kaleme alınmış, raporlar
tanzim edilerek yayımlanmıştır.
Netice olarak, Elazığ’da bu dergi kendi cüssesinin üstünde, her faaliyetin lokomotifliğini yapmış, kültür, edebiyat, şiir, folklor gibi alanlarda
değerli insanlar yetiştirmiş ve istifade edilecek
eserler ortaya koymuştur. ■
70
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
OSMAN GÖKHAN
Y
azmalıydım. Ancak nasıl yazacağıma
karar veremiyordum. Aslında nasıl yazdığımın bir önemi de yoktu. Önemli
olan ne için ya da kim için yazdığımdı. Karar verdim: Yazmak için yazmalıydım.
Kendimi bildim bileli yazıyorum. İlkokul 5.
sınıfta yazdığım lakin şu an hatırlamadığım bir
şiirle başladı her şey… O gün o şiir 1. olmasaydı
kuvvetle muhtemel şu an bu satırlar yazılmıyor
(okunmuyor) olacaktı.
O günden sonra hep yazdım, hiç okutmadım.
Okutmaya başladığımda ise benim çok sevdiklerim yazdıklarımı eleştirmek yerine küçük gördüler, sevmediklerimse yazılarımı hep beğendiler.
Ben de bunda bir iş var deyip ara verdim yazmaya.
Ancak bazen öyle zamanlar oldu ki yazmaktan başka hiçbir şey rahatlatamazdı beni. Sigara
da içmiyordum, içmiyorum. Yazdım, bir köşeye
attım. Ve köşe başlarında karşıma çıkan o yazılarla konuştukça onları ben mi yazdım diye hayrete
düşüyordum, çünkü yazdıklarımı kendim bile
beğeniyor ne var ki kendime değil, “Ya, adam ne
güzel yazmış!” duygusuyla başkalarına ait olduğunu düşünüyordum.
Sonra yazdıklarımı ben değil de başkalarının
yazılarıymış gibi paylaştım arkadaşlarla. “Kim
yazmışsa güzel yazmış!” sözlerini duydukça “Yazanı belli değil, internetten buldum.” cevabını
vermeye başladım. Mutlu oldum.
Şimdi sıra “Ne için yazıyorum?” a gelmişti.
Cevap bulamıyor, yazdıklarımı bir kenara atıyor,
kendimle münakaşalara giriyordum.
Bir gün Elazığ’dan bir edebiyat adamı çıkageldi. Bilim adamı oluyor da edebiyat adamı niye
olmasın? Gençlerle muhabbet ediyordu. Ben de
misafir oldum. Gencin biri “Edebiyat niye var?”
diye sormasın mı? O an atılıp cevabı ben vermek
istedim “Edep Ya Hû” çıktı karşıma. Ne var ki zaten ben “bendeki bene” cevabımı o an vermiştim:
Yazılarımı beğenenlerin çoğu kendilerinde
böyle bir yeteneğin olmadığını dile getirirlerdi.
Bense bunun bir yetenek olmadığı düşüncesindeydim. Ne kadar çok insanla tanıştımsa o kadar
yanıldığımı anladım. Herkes herkesle aynı duyguyu paylaşabiliyor, lakin herkes yazıya dökemiyor, dillendiremiyor. Durum böyle olunca yazarlara ve şairlere ihtiyaç doğuyor.
Duygusunu herhangi bir yolla aktaramayan
bireyler onlarla aynı duyguyu paylaşmış şair ya da
yazarın eserlerini okudukça “Helal olsun, ne güzel yazmış be adam!” duygu boşalmasıyla rahatlıyor, gönlünde biriktirdiği duygularını evrenle
paylaşma fırsatını elde ediyor.
Tam bu noktada “Ne için yazıyoruz?” un
cevabı “toplumun gönül giderlerini açmak için
yazıyoruz.” olabilir. Gönülleri temizlenen insanlar yepyeni duygularla buluşmak için hazır hâle
gelirler. O zaman edebiyatla haşir neşir olmuş bir
toplumun gönlü geniş ve taptaze olmaz mı? Yazabilen herkes yazmalı sonucu da yanlış olmasa
gerek.
Ne için yazdığımızın farkına vardığımızda
ne için yaşadığımızın cevabını uzakta aramamak
gerekiyor. Çünkü birileri “yazdıkça yaşıyor, yaşadıkça yazıyor” …■
71
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Genç şairin imtihanı
SERDAR ARSLAN
G
enç şair; varlığının, benliğinin sancılarından mustariptir.
Bu hâl, şairlik ‘hastalığı’nın
ilk evresidir ki şairin kendinde başlar ve
kendisine döner; zamanla bünyeye tamamen yerleşir. Şairin kendisinde başlayan
ve kendisinde çoğalan mısralarının dışa
taşma zamanıdır artık. Öyle de olur. Mısralar, seslerle can bulur. İmgeler sayfalara üşüşür. Şairin benliği, taştıkça hafifler,
hafifledikçe daha ağırına talip olur. Kendindeki ödevi bitmiştir böylece şairin. O
artık şiirini sırtlamalı ve seçtiği dergâhın;
intisap edeceği şeyhin kapısını çalmalıdır.
Eğri ya da doğru odun taşımak değildir
mesele, odunun eğrisini doğrusunu birbirinden ayırmayı kavratacak mürşidi bulmaktır.
Genç adam, çilesinin doruğunda şiirini sırtlayıp kapısını çalar bir derginin. Ve
başlar, o çileli yolculuğunun başka bir ev-
Editörle sağlıklı
bir ilişki
kuramadığı
için sırtında şiir
yükü, kapı kapı
dolaşan şairin
günah keçisi
ilan edilmesi
işten bile
değildir. Günah
keçisidir çünkü
kırkıncı kapıya
varacak sabrı
gösterememiştir.
72
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
resi. Karşısındaki editör: Çoğu kez şair olan
bu adam iyi şair de olsa iyi editör olamayabilir. Çünkü o eleştirmen değil, şairdir. Tüm
sayılarda kendi şiirini yayımlar. Ya da en fazla kendi şiirlerini yayımlamaktan haz duyar.
Genç şaire yazdırdığı kendi şiirlerini(!) Genç
şair, çilesinin doruğunda yazmış olduğu bir
şiiri -iyi şiirdir- göndermiştir sayın editöre ve
beklemeye başlamıştır. Dergi çıkar, şiir çıkmaz. “Bu aya yetişmemiş” der şair, alır eline
tespihi. Diğer ay olur, yine çıkmaz. İp kopar,
tespih tane dağıtır. Çıkmaz, yine çıkmaz.
Boşlukta kaybolur gider o şiir.
Sonra bir gün, bakar ki bir röportajda,
bir editör nerde hata yaptığını aşikâr ediyor.
“Vay be.” deyip kafasına vurmadan daha alır
klavyeyi eline, özgeçmişini yazar, bir şiirle
tekrar gönderir. Ve başlar beklemeye, bu
defa önce cevap bekler, posta kutusuna bakar
durur, ne de olsa editör, artık tanıyordur
genç şairi, herhâlde yazar bir iki satır. Cevap
gelmez. “Ee, olsun.” der şair, “Dergide görmek daha heyecan verici olacak.” Göremez…
“Nerde hata yaptım?” dediği bir anda göndermiş olduğu mesaja cevap beklediğini yazmadığı aklına gelir. Tüm nezaketiyle cevap beklediğini de yazar. Aradan birkaç hafta geçer,
her şeyden umudu kesmişken bir de bakar ki
posta kutusunda bir mail, üzerinde editörün
ismi. Elleri titreye titreye, sevinçle, şaşkınlıkla, heyecanla açar. El-cevap: “Şiiriniz bizim
dergimizde yayımlanacak düzeyde değil.”
Yutkunup “Olsun.” der. “Ben iyi yazamadım.
Ben yazamadım. Olmadı.“ Asabileşir, kızar;
annesi bu tavrını hiç anlamlandıramaz.
Yara soğur, kabuk bağlar; cesaretini toplayıp bir hamle daha yapar. Aynı süreç yine
yaşanır. Ama sonuç farklı olur bu defa. Çünkü birkaç ay sonra gelen cevapta bu kez farklı bir ifade yer alıyordur: “Şiiriniz hakkında
doğru kanaat edinmemiz için birkaç şiir daha
gönderiniz.” -“Şiirinizden” kasıt şairin sahip
olduğu söyleyiş tarzıdır.- “Benim şiirimin
şu an için ne önemi var, yazdığım şiirse yayımlarsınız. Değilse yapıcı bir dille yol gös-
terirsiniz. Editörlük biraz da bu değil midir,
keşfetmek ve yetiştirmek değil midir?” diye
duygusal ama gerçekçi bir cevap verecektir ki
vazgeçer…
Mesafelerin ortadan kalktığı fakat “Yakınlıktan ötürü kaçıp gitmiş yakınlık” dedirtecek türden mesafelerin açıldığı bir dönemde
şair, benzer birçok olay yaşar. Editörle sağlıklı bir ilişki kuramadığı için sırtında şiir
yükü, kapı kapı dolaşan şairin günah keçisi
ilan edilmesi işten bile değildir. Günah keçisidir çünkü kırkıncı kapıya varacak sabrı
gösterememiştir. Bazen çekip gider ve “Ah
benim şiirlerim lise defterimin kapağında
kaldı.” diye nostaljik cümlelerle avunur. Ya
da isyana tutulur bir süre. Zaman, bastırır
isyanını ve “Sen iyisi mi bir ustanın eteklerine
yapışmaya bak.” dedirtir. Bu defa daha
doğrudan bir arayışın içine girer. Ustasını
bulacak, eteklerine yapışacak, ibrikle ellerine
su dökecek, bekletmeden kurulanması için
havlusunu uzatacaktır. Sesinden kendine ses
devşirecektir. Ustanın eteklerindeki macera
ise genelde iki şekilde neticelenir. Zaman
ilerlese de büyümeyen şairlik; bir adamın
yontulmasından arta kalan çocukluk ustayı
zor adam yapmıştır. Ruhunun koşturmacasına
yetişmeyen yaşlı bedeni asabileştirir bu adamı.
Etrafında ruhu da bedeni de koşuşturan genç
adama fazla tahammül edemez. Durumu fark
eden genç şair, başka bir isyanın yolunu tutar.
İkinci ihtimal daha pembe olandır. Ustası iyi
adamdır. Tüm cömertliği ile sesini genç adam
ile paylaşır. Bulduğu hazinenin ışıltısından
başı dönen genç şair; aldığı sesi yankılar. Ustasının sesine aynı sesle karşılık verir. Ustası
olur çıkar. Ustalaşır mı, bilinmez. Ustasını
pekiştirir. Onu çoğaltır. Kendisinden bir usta
imal eder. Ama aslı dururken kopyaya itibar
edilir mi o da bilinmez.
Velhasıl zordur bu yolu yürümek. Sabır
ister. Ustanın eteklerine yapışmanın riski ise
daha büyüktür. Peki, nedir; nereden geçer
tekâmülün yolu?
Şair sayısınca cevap bizleri bekler.■
73
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
KUYUYA MAHKÛM SULAR
Kaplar sonsuz karanlık baktığımız her yeri
Tükenir hüzünlerle mutlu olmalarımız
Şimdi bir tek yalnızlıkla söner bu yangınımız
Biz kuyuya mahkûm sular gibiyiz
Evet öyleyiz
Karanlığa karşı yürürüz,
İnatçıyız ve kedersizleşiriz birdenbire
Geceyi araladık mı toprak kokusu siner tenimize
Sorular sorarız kendimize
Üstümüze duvarlar örülür
Duvarlar kavgalardan
Duvarlar kadınlardan örülür
Bir bir dolaşırız bütün yüzleri
Sonra dağılır kalabalıklar etrafımızda
Elimizle çıkar geliriz kendimize
İçimizde yalnızlığa biçilmiş boşluklar
Sormayın nereden geldiğimizi
Mevsimlerde yitmiş aradığımız
Kalbimizde yaşlı zaman karanfilleri
Ama nerede bekliyoruz kendimizi
ŞERİF FATİH AKKAĞIT
74
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
MARKİZ'E AĞIT
1.
Yol hâlinde ipek tetresi yeniden doğuyor
dalları yamaçlarında oynaşıyor Gediz’in menderesleri
Işık oyunları öpülesi alınlar gibi şubat soğuklarından beri
Söyleniyordum ya uzun zamandan beri
Öte beri, beri öte olduğundan beri
2.
Bizim oralar küçüktü Nâr’ım
İnce su oluklarına dere derdik
Dereyi devrelerimizle sırtımızda üryân gömlek
3.
Sabah olsun varsın belki kapı tokmağı gıcırdar
Seslenir sokağın köşesi siper ardı bebeler
Topçular, plastik kurşun sanılan top peşi sıra
Sahi toplar o zaman “güm güm!” diye atılmazdı ya toprağa
İnsan eti, cıvık, sade ve ağlamaklı su
Derdi yalnızca “arzı Allah’ın, beri gele gözüm. Âh!”
4.
Aramasını bekliyorum
Beş parasızım
Bitkinim
Yeniden doğuyorum
Doğunun öte tarafından
Getirilen atlaslar ölgün bakıyor
Uzamın gerisinde
Poetik gülüşler yerleşmiş ya sahi..
ya sâki!
İSMAİL KEMAL DURHAN
75
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
SEVDA MASALI
Dağılıp gittim yine bu akşam
Türküler hüzün bulutlarıyla çıkageldi
Kanattıkça kanattı şarkılar düşlerimi
Bakışlarım kırmızıyla prangalandı
Bir gidişin vurgunuyla gök yarıldı bulut ağladı
Sürüldüklerinin farkına varamayanlar
Yüzlerini kalplerinin ardına sakladı
Evlerin saçaklarında kuşlar
Sevdaya dair başka masallar fısıldadı
İSMAİL BİNGÖL
76
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ŞERİF AYDEMİR
ile Bizim Toprakların Hikâyesi üzerine
Rahatlıkla söylemeliyim ki, ben en çok ses biriktiren
şehirlerin birinde doğdum. Gönlümü açtığımda
baktım ki, etrafımda insanlar türkü söylerken
sesleri altın çağdan kalmış bir kopuzun teli gibi
titriyor. Hıçkırıkları tâ Hicretten beri akıp gelen
bir derin su gibi hüzünlü, acılı, ama vakur...
MEHMET NURİ YARDIM
ŞERİF AYDEMİR
1950 yılında Kemaliye’de doğan Şerif Aydemir, Elazığ-Ağın nüfusuna kayıtlıdır. Lise öğrenimini Malatya’da tamamladı. Adalet Meslek Yüksek Okulu’nu
bitirdi.
Türk Edebiyatı, Yeni Asya, Sur, Sanatalemi.net, Bizim Külliye, Ağın Düşün
ve Sanat Dergisi, Ağın Haber Gazetesi
ve Harput Çırası’nda yazıları ve şiirleri
yayımlandı.
Ruhuma Saplanan Şehir (hikâye,
2005), Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene
(Deneme, hâtırat, 209), Mendilim Sende
Kalsın (hikâye, 2010) yayımlandı.
İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Şerif Aydemir, ESKADER
(Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları
Derneği)’in kurucuları arasında yer aldı.
Ağın Haber gazetesinin başyazarlığını
ve Yayın Danışmanlığı’nı yürüttü. 2011
yılında 40 yıl idarecilik yaptığı İstanbul
Adliyesi’nden emekli oldu. 2011’den beri
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları
Derneği (ESKADER)’nin müdürlüğünü
yapıyor.
Ruhuma Saplanan Şehir, Yazık Olmuş Yârsız Ömrü
Geçene, Mendilim Sende Kalsın ve Çiçekten Harman Olmaz adlı kitaplarınız edebiyat çevrelerinde bir hayli yankı
buldu. Gazete ve dergilerde yer aldı. Haklarında yazıldı,
çizildi. Bilhassa hikâyeleriniz ilgi topladı. Olmazsa söze
buradan girelim; yazmak nasıl bir duygu, sizde nasıl bir
tat bırakıyor?
Efendim, ben naçizane; yazmanın tadına çok yazarak değil,
çok okuyarak da varabiliyorum. Çünkü her kitabı bana yazılmış gibi okuyorum ve yazarken de etrafımda cümle âlem varmış gibi herkesle birlikte yazıyorum. Bu, “bir tadı bölüşmek”
gibidir. Bu, insanın insana yakından seslenmesidir. Aradaki
duvarları kaldırmak, araya duvarlar örmeden sevmeyi bilmektir. Nazım Payam dostumuz, edebiyatı tarif ederken “Dünyayı
gönül ile anlama çabası” diye yalın bir dil kullanmıştı. Yalın,
ama dağ kadar cüsseli bir söz… Fethi Gemuhluoğlu ağabeye
acaba nazire mi yaptı diye sorasım geliyor. “İnsanlar bağırsaktan
ibaret değildir, keşke gönülden ibaret olsalardı.” demişti Fethi
ağabey de... Gönül döllemekten, gönül imar etmekten söz
etmişti. Yazmak belki de gönül inşa etmektir. Sâmiha Ayverdi,
“Gök lâleden, ak sümbülden, yaseminden, menekşeden kokular topladım. Bir kız onları kat kat dürüp başına yastık yapacak.” demişti. Yazmak bunu hissetmek herhâlde...
Geç kalmadınız mı? Bu hikâyeleri daha önce okusak olmaz mıydı?
77
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Geç kaldığımız doğrudur. Benim çıraklığım
uzun sürdü. Aslında ben çarşıya erken geldim, ama
başkalarının dükkânında çalıştım. Ulaşılabilir yerlerde de yazmayınca öttüğüm duyulmadı. Ahmet
Kutsi Tecer, Âşık Veysel’i keşfettiğinde Veysel çok
da genç değildi. Ona sormuş: “Âşık bugüne kadar
neredeydin, seni pazarda hiç görmedik?” Veysel,
“Yok yok” demiş, “Pazardaydım ama kendi malımı
satmıyordum, usta malı satıyordum!” Ben de nice
ustanın dizinin dibinde oturdum. Onların sazını
çaldım, onların sözlerini alıp verdim. Kendi aşımı kısık ateşte pişirdim. Geç pişti, geç kaynadı...
Hatâyî sanki bizim duygularımızı terennüm eder:
“Gir semâ’a bile oyna / Silinsin pâk olsun ayna / Kırk
yıl bir kazanda kayna / Daha çiğsin yan dediler” Belki bana da “hâlâ çiğsin, yan” diyenler oldu, belki
kendimizde yetkinlik göremedik, ne bileyim?
Uzun yıllar memuriyet yaptığınızı biliyoruz.
Ondan mı acaba?
Kırk yıl, bir ay ‘bürokratik ve sentetik’ bir havayı teneffüs ettim. Her yerde olduğu gibi orada da silikonlaşmış gülücükler vardı. Schiller’in “Dudaklara gülücük, kalplere hançer” dediği kadar... Demek
ki yazmak için iklimimizi bulamadık. Bir de işin
esasını gözden kaçırmayalım, içimizdeki ses bize ne
zaman ulaşırsa o zaman kalemimiz oynar. Gürbüz
Azak anlatmıştı: “Güzel Sanatlar Akademisi’nde
okurken bizden yirmi yaş büyük biri aramıza katıldı. Daha önce üniversite bitirmiş, evlenmiş, hayata
atılmış, sonra tekrar mimarlık okumaya gelmişti.
Niye geç kaldığını sordum: “İçimdeki sesi yeni işittim.” dedi. “Mimar olup ev mi yapacaksın?” diye
sordum. “Yok, şehirlerle oynayacağım!” dedi. Nitekim öyle de yaptı. Bu arkadaş ünlü mimar Sacit
Berk idi. İstanbul’da bulvarlar açtı, parklar bahçeler
yaptı.” Bakınız Sadi, Bostan ve Gülistan’ı yazmaya
başladığında 50 yaşındaydı. Marc Levy 90 yaşında
yazdı ve yarışmaya katıldı. Picasso 60 yaşında “Pipo
İçen Çocuk”u, Osman Hamdi 63 yaşında “Kaplumbağa Terbiyecisi”ni yaptı. Cemil Meriç yazmaya başladığı tarihi kastederek “Ben 44 yaşında
doğdum.” demiş ve yazmanın bir bakıma sınırını
kaldırmıştır. Vakt-i merhun derler ya, vakit de halk
edilmiştir, insanın kendi içinin sesini işitmesi de bir
nasiptir.
Öyleyse, yüreğinize değecek bir soruyu tam
burada soralım: Yazmak isteyip de yazamadıklarınız
çok birikti mi?
Şair demiş ki: “Bana geçmiş günlerimi verseler
/ Islak mendil gibi yüzüme sürerim.” Ondan mıdır
acaba; yıldız kırpar gibi gün kırptığım çocukluğumun Ağın’ına gitmeye korkuyorum. Yüzüme
sürmeye ıslak mendil yetmez herhâlde. Lacivert
gecelerde fona yansımış bin bir ışığı ve gönül prizmasında kesişen renkleri unutsam bile; harman
yolunda bir başına yiğitlenen diş budaktaki çalımı,
dut yaprağına çöreklenen ince sızıyı, badem çiçeğindeki zapt edilmez arzuyu, söğüt dallarının bağımsız ve kederli devinişini ve dilberler dilberi nar
çiçeğinin yutkunuşunu, hele de güz ortasında saçlarına toz düşünce umutlarını çiğ taneleri gibi şafağa serpiştiren iğde sürgünlerini nasıl unuturum?
Ama yazamadım... Elim değmedi. Hep erteledim.
Yazabilecek miyim, ya nasip...
Çocukluğuma
gitmedim,
gidemedim
deseniz de yazdıklarınızdan anlıyoruz ki
geçmişinize dokunmadan edemiyorsunuz ve
folklorun unsurlarını yazarken de konuşurken
de çok kullanıyorsunuz. Pek tabii sizi de doğup
büyüdüğünüz yerler şekillendirdi...
Bana yaşadığın yeri söyle, sana kültürünü söy-
78
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
leyeyim. Tarihiniz ve coğrafyanız sizi başkalarından
farklı kılar. O yüzden şehirlerine benzeyen insanlar,
insanlarına benzeyen şehirler oluşur. O yüzden şehirlerini yüzlerinde gezdiren insanlar vardır. Kımıl
kımıl yürüyen bir insan görürsünüz o şehrin çarşısında, sokağın hemen girişinde önünüze dikilir
biri. Şaşarsınız, bütün şehir yüzündedir çünkü. Hz.
Mevlana’nın sözüdür: “Bazen bir insanın yüzünde
bütün insanlığın fihristi asılıdır.”
Eskiler, “anasır-ı erbaa” derlerdi: “Dört ana unsur”; ateş, hava, su, toprak. İskender Pala, “dört
güzeller” diyor bunlara. Bu dört güzel, insanı
ve doğayı şekillendirir. Bu dört güzel; insanın
giyiminden kuşamından oturup kalkmasına, yiyip
içmesinden türküsüne, bedduasına kadar kültürel
hâsılayı var eder. Aynı milletin çocuklarıyız, aynı
heyecanı duyarız ama Bozkır’da, Doğu Anadolu’da,
halay çekeriz, Karadeniz’de horon teperiz, Rumeli’de
hora oynarız ve Batı Anadolu’da zeybek olur diz
vururuz yerin sertine. Ben bu dört güzelin yanına
dört süvari veriyorum. Sanatın dört muharrik gücü:
Işık, renk, koku ve ses. Zülfü Livaneli bir akorttan
bahsetmişti. Hatırladığım kadarıyla Süleymaniye
Camii, padişah kaftanı, hünkârbeğendi yemeği ve
mehter müziğinin bir ahenk oluşturduğunu ifade
etmişti. Katılıyorum bu tespite. Ayrıca ben burada
Süleymaniye’nin, ışığı; padişah kaftanının, rengi;
hünkârbeğendi yemeğinin, kokuyu ve mehterin de
sesi sembolize ettiğini rahatlıkla söyleyebiliyorum.
Gene bir adım daha atarak bu dört süvarinin atına
binmeden kültür ve sanat üretilemez, kültür ve sanat anlaşılamaz, diyorum.
Bu dört süvariden sizi hangisi zorladı?
Ses!... Selim İleri, “Yazma isteği bende seslerle
başladı.” demişti. Mustafa Kutlu da “Acaba sesten
bir hisse kapabilir miyiz, ses biriktirilebilir mi?”
diye sormuştu. Rahatlıkla söylemeliyim ki, ben
en çok ses biriktiren şehirlerin birinde doğdum.
Gönlümü açtığımda baktım ki, etrafımda insanlar türkü söylerken sesleri altın çağdan kalmış bir
kopuzun teli gibi titriyor. Hıçkırıkları tâ Hicretten
beri akıp gelen bir derin su gibi hüzünlü, acılı, ama
vakur... Kelimelerin manaları olduğu gibi içli ve birikmiş sesleri de vardır, fonetikleri de vardır. Bütün
nağmeler seslerin terkibi ve tertibiyle oluşuyor. Şirvan, kürdîli, hüseynî, beşirî sesler... Ve alabildiğine
sesler... Nihad Sâmi Banarlı, sanki bu seslerin hep-
sini bir yarım cümlenin içine sığdırmıştı, “Kubbeler dolusu sesler” demişti. İşte bu kubbeler dolusu
sesler sizi rahat koymazlar, size kendi hikâyelerini
yazdırırlar.
Sese bu kadar vurgu yapınca ister istemez
türküler geliyor aklımıza. Siz kitaplarınıza bile
türkülerden bulup ad veriyorsunuz. Nedir bu
türkülerden çektiğimiz?
Nedir bu türkülere çektirdiğimiz, diye de sorabilirdiniz. Türkülerin vebali var üzerimizde çünkü.
Türküler folklorumuzun atardamarı, aortu. İncelmiş bir zevke ulaşan bu halk, ne söyleyecekse ne
söylemesi gerekiyorsa türkülere söyletmiştir. Sosyal bir temele oturan, yüklü bir duygu ve zengin
düş gücüne sahip, kuvvetli bir müzikle beslenmiş
bizim türkülerimizi başka hiçbir milletin sözünde
ve sohbetinde bulamazsınız. “Türkü bilen kötülük
bilmez.” diye bin okkalık atasözümüz vardır. Türkü
bilir, türkü çığırırsanız; bir yandan içiniz yıkanır
paklanır, öbür yandan şenlikli bir dile erişirsiniz,
dili güllü insanlardan olursunuz. Size gelen sizden
usanmaz. Rahmetli Ömer Lütfü Mete “lapa lapa
türküler” derdi. Muhakkak ki, bizi kendine çağıran kudretli kelimeleri vardır türkülerin, kuvözde
büyütülmüş gibi... Gelir gelir yüreğimize dokunurlar. “Yastadır da deli gönül yastadır / Gelir diye
kulaklarım sestedir / Yağmur yağar zülüflerin ıslanır
/ Var git duman var git bu yaylanın üstünden.” Safiye Erol’un Ciğerdelen romanında anlattığı gibi “Biz
dünyaları kazanmış ve dünyaları kaybetmiş bir milletin çocuklarıyız.” Bizde şenlik mi biter, türkü mü
biter? Bizde ağıt mı biter, figan mı biter? Bozlaklar,
baraklar, hoyratlar, gazeller, mayalar, ağıtlar... Serhat türküleri, göç türküleri, Avşar türküleri, Yemen
türküleri... Fırat, Kızılırmak, Tuna türküleri... Bin
yıldır, savaşlarda nara attık. Ölülerimize ağladık.
Düğünlerimizde çalıp söyledik. Gülbank okuduk.
Salâvat-ı şerife çektik. Hançeremiz yumuşadı.
Gözlerimiz yaşardı. Gönlümüzde gökkuşağı açtı.
O sebeple Nevzat Kösoğlu ağabey bu duyguların
eşliğinde durup durup soruyordu: “Biz bu türküleri sokakta mı bulduk?”
Televizyonda görmüştüm. Karadeniz yaylasında yaşlı kadına türkü söyletmeye çalışıyorlar, tahrik
ediyorlardı. Âdeta dürtüyorlardı. O da, ne yapsın,
ucundan bucağından dokunuyordu türkülere.
“Herkesin bir derdi var, durur içerisinde” diyordu,
79
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
“Oğul, sen gelmezsen bu horonları kim tepecek?” diyordu. Sonra uzaklara bakıp bakıp yanık bir türküye girişti: “Başımdaki çemberim bağlamadır bağlama / Benim bu türkülerin yarısı da ağlama / Ağlamadır ağlama.” Hele bir ağıtı var ki kadının: “Virane
kalsın dağlar, dereler çağlamasın / Dertlerini ver bana
gözlerin ağlamasın.”
Bizim Ağın’da Sırt Mustafa derlerdi. Dünyayla başı hoş değildi. Muratsız mı neydi... Sitemini
türkülere akıtırdı. O da durup durup şu fingirdek
dünyaya seslenirdi: “Ah alırım dedin de aldattın beni
/ Üç telli saz ile oynattın beni.” Bu kadarı yetiyordu
ona. Bu kadarla yetiniyordu. Daha ne desin?
Konya’ya Âşıklar Bayramı’na gitmiştim. Konya
Turizm Derneği Başkanı Feyzi Halıcı tertip etmişti. Şeref Taşlıova ile Murat Çobanoğlu atışıyordu.
Rahmetli Çobanoğlu aldığı ayağa göre bir türkü
okudu: “İnsan dediğin duvara benzer / Hele suvakları dökülsün de gör.” Piyasadaki tuğla romanları üst
üste koysanız bu türkünün dediğini diyebilir mi?
Ne yani, asırlardır; çorbasına daldırdığı kaşığını bile
göz nuruyla süsleyen, su içtiği maşrapasının pirinç
bedenini hayal gücüyle nakışlayan, sigara ağızlığının kıvrımlarına yedi rengi döktüren, hamam nalınlarına bile sedef kakan bu millet; türkülerin içini
boş mu bırakacaktı, mana doldurmayacak mıydı?
Türküyü sevmeyen, türküyü köylülük sanan yeni
yetmelere, Bedri Rahmi Eyüboğlu “Şehirdekilere
Gazel” şiirinde iyi etmişti, “Onlara çiçek götürmeyelim, kolonya sürünsünler.” demişti. Türkü, hak
sözün halk diline tercümesidir. Türkü, hak sözü incitmeden insani kalıplara döken irfandır. Hz. Mevlana “Hakk’ı bulmak kolay, halkı bulmak zordur.”
demişti. İşte türkü, halkı aramaktır.
Bütün türküler mi?
Hayır!... Edepli türküler... Bizim türkülerimiz...
Yani bu necip milletin ferasetinden ve süzgecinden
geçip gelen türküler. Manas Destanı’nda şöyle yazılıdır: “Kötü insan vardır, kötü halk yoktur.” Bizim halkımız kötü işte ittifak etmeyeceği gibi kötü
sözde de ittifak etmez. Burada, muradım anlaşılsın
diye küçük bir parantez açmak isterim: Bize bildirildiğine göre Cenab-ı Peygamber Miraç’ta terbiye
edildi. Görmesi gerekenler gösterildi, gerekmeyenler gösterilmedi. Demek, görülmemesi gereken yere
bakmamak edeptendir. Mahir İz Hoca, Yılların İzi
adlı kitabında, hafızasının nasıl bu kadar güçlü ol-
duğunu merak edenlere, “Harama bakan unutkan
olur.” Hadis-i Şerif’ini hatırlatır ve “Biz yolda yürürken gözümüzü ayağımızın ucundan ayırmayız.”
der. “Şeytanın bakışlardan çok umutlandığını” anlatır. Sâmiha Ayverdi, hatıralarında benzer cümleler
kurar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında
kahramanına “Bizim ailenin başı yerdedir.” diye
söyletir. Yunus Emre, “Benim yüzüm yerde gerek,
bana rahmet yerden yağar.” diye şiir yazar. İşte bizim
halkın irfanı da bütün bu anlattıklarımı türküye
döker: “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?”
Halkımıza bu edep, bu hitap, bu ince ruh hangi
firuze iklimlerden geldi acaba?
Türküler konu edilince Mustafa Kutlu’yu da
hatırlamış olalım. Çünkü ona karşı derin bir
muhabbet beslediğinizi biliyoruz.
Bazı adamlar memleketlerinin, şehirlerinin
adlarıyla anılırlar. O kadar yerlidirler, o kadar bizimledirler. Hz. Yesevi’ye Türk illerinde Hazret-i
Türkistan derlermiş. Münevver Ayaşlı bunu
duyduktan sonra o da Yunus Emre’ye Hazret-i
Anadolu demeye başlamış. Ben Mustafa Kutlu’ya
“Can Erzincan” diyorum. Erzincan yüzlü adam,
türkü yüzlü adam... Bir gün ona bir Elazığ türküsünün sözlerini söyledim: “Mendilin işle yolla / İşle
gümüşle yolla / İçine üç elma koy / Birini dişle yolla
// Mendilim iri dallı / Ucunda lira bağlı / Her kime
gönül versem / Yâr başım sana bağlı. // Hâlden bilmez
ne fayda / Söz anlamaz ne çare.” Nasıl içine kıvrıldı
mübarek adam, nasıl yandı içi? Halkını bu ölçekte
anlayan ve seven kaç adama rastladım sanki niye
muhabbet beslemeyeyim?
Eğin ve Harput türküleri dilinizden hiç düşmüyor. Doğup büyüdüğünüz Ağın ilçesi bu iki
kadim şehrin tam ortasında kurulmuş. Hatta
Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene adlı kitabınızda diyorsunuz ki; “Eğin bir yanım Harput
diğer yanım / Hele sor ki ne hâlde yanan yanım?”
Hangi yanınız daha yanık?
Bizi yüzlerce yıl iki yanımıza düşmüş bereketli
ve feyizli iki meme emzirdi. O yüzden sevdalanmak
istidadı bizde gelişti, genlerimize oturdu. O yüzden aşk perileri şakağımıza güfte ve beste üfleyip
kanımızda gümansız gezindiler. İki yandan iki ışık
yaladı gönül dünyamızı. Çerağında ateşe boyandı
yüreğimizin filizleri. Eğin ve Harput.■
80
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Azerbaycan ve Harput müziğinde
kullanılan bazı ortak veya benzer
ifadeler
SAVAŞ EKİCİ*
T
ürkler, Orta Asya’dan çeşitli göçler
vesilesi ile değişik coğrafyalara dağılarak değişik kültürlerden etkilenmiş
ve tarifi imkânsız kültürel bir zenginlik oluşturmuşlardır. Anadolu da Türk kültürünün sergilendiği önemli coğrafyalardan birisidir. Türk kültürünün ana kaynağının Orta Asya olduğu
bilinmektedir. Fakat Orta Asya’dan göç ederek
Anadolu’ya gelen Türkler Anadolu kültüründen
etkilendiği gibi özellikle İslamiyetin kabulü ile
birlikte Arap kültüründen de etkilenmiştir. Günümüz bazı halk kültürü ürünlerinde, Türklerin
İslamiyetten önceki eski inanış ve geleneklerin
izlerini bulmak mümkündür.
Bilindiği gibi Türkler Anadolu’ya gelmeden
önce dünya coğrafyası üzerinde sık sık yurt değiştirerek çok geniş bir alana yayılmışlar, birçok
kültür ve dinin etkisi altında kalarak farklı uygarlıklar yaşamışlardır. Kaynaklarda Anadolu’nun
tamamen Türkleşmesi 1071 Malazgirt zaferi ile
birlikte olduğu yazılmış olsa da, Türklerin Orta
Asya’dan çıkarak Anadolu’ya ve Anadolu üzerinden Orta Avrupa’ya kadar çeşitli dönemlerde çeşitli vesilelerle göç ettikleri bu tarihten çok daha
eskilere dayanmaktadır.[1] Bu nedenle Türk kül* Gaziantep Üniversitesi, Türk Müziği Devlet
Konservatuarı, Sanatçı Öğretim Elemanı.
1. Konu ile ilgili daha geniş bilgi için: Mehmet DİKİCİ,
türünün izlerini veya kökenlerini sadece belirli
bir coğrafi parçada değil; Türklerin göçüp yerleştikleri, devlet kurup egemen oldukları ülkelerin
tümünde aramak daha doğru olacaktır. Türk kültürü denildiğinde, Türk kavminin tarih sahnesine
çıkışından başlayarak günümüze kadar süregelen
ve Türklerin yerleştikleri, yaşadıkları, bugün de
yaşamakta oldukları yerlerde yarattıkları, bugün
de etkinliğini sürdüren kültür anlaşılmaktadır.
(Turan, 1994,41)
Gerek Azerbaycan ve gerekse Orta Asya;
Türk milletinin geçmişte ve hâlde yaşadığı önemli
coğrafyalardan birisidir. Bu nedenle günümüzde
yaşayan birçok kültürel unsurun değişik anlam,
ifade veya biçimleri ile bu topraklarda da yaşaması doğaldır.
Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkler;
Oğuzlar da olduğu gibi yeni yerleşim yerlerine
eski yerleşim yerlerinin boy veya aşiretlerinin
adını vermişlerdir. Bu konuya en iyi örneklerden birisi de; Hazar’ın kenarında kurulan Bakü
ve Harput şehirleridir. Coğrafi yapıdaki bu ortak
ifadelendirme müzikte veya müzik terminolojisinde de bir şekilde yaşamaktadır. Bu ortak adlandırmalardan bazıları şunlardır;
Divan: Azerbaycan’da, divan; oktav diatonik
Anadolu’da Türkler ve Anadolu’ya Türk Göçleri, s.186,
Burak Yayınevi, İstanbul, 1988, esere bakınız.
81
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
ses diziminin 7, kromatik ses diziminin 12, klasik
şark musikisinin ise 17-24 derecesini içine alan
ses sahası.
1. Divan-ı evvel: Birinci oktav.
2. Divan-ı sani: İkinci oktav.
Divan Türk müziğinde; halk müziğinde 18
perdelik ses alanı, bağlama ailesi çalgılarından
olan sazın teknesi en büyük olanı, halk edebiyatında bir şiir biçimi, halk müziğinde bir uzun
hava türü, bir makam ve divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini topladıkları kitap, antoloji anlamlarına gelmektedir. (Özbek, 1998,62) Harput
müziğinde ise divan klasik Türk müziğindeki hüseyni makamına benzer yapıda olan bir makam
ve bu makamda uzun hava formunda “Harput
Divanı” adı ile okunan bir eserin adıdır. Bu eserin
ayak bölümleri usullüdür.
Hicaz: Arapçada “engel, bariyer” anlamına
gelen hicaz; Suudi Arabistan’ın batısındaki bir
bölgenin adıdır. Müzikal anlamda ise; 1.Yakın
Doğu milletleri musikisinde 12 esas makamın
on ikincisi. 2. XIX. yy. Azerbaycan musikisinin
rast destgâhında bal-kebuter ile şehnaz arasındaki, rehavi destgâhında bal-kebuter ile Bağdadi
arasındaki, çargâh destgâhında Maveraünnehir
ile şehnaz arasındaki esas makam şubesi. 3. Şur
destgâhında semayi-şems zerbli makamı ile sarenç arasındaki şube; 4. İran musikisinde; eu-eta
makamının esas şubelerinden biri. Anadolu Türk
müziğinde ise hicaz, gerek Türk halk müziğinde
gerek klasik Türk müziğinde ve gerekse Harput
müziğinde hüseyni ve uşşak makamından sonra
en çok kullanılan makamlardan birisidir.
İbrahimi: Azerbaycan halk müziğinde makam
şubelerinden biridir. Anadolu Türk müziğinde ise
İbrahimi, klasik Türk müziğinde eskiden kullanılmakla birlikte günümüzde fazla kullanılmayan
bir makamdır. Bu makamda peşrev ve saz semaisi
bulunmaktadır. İbrahimi makamına uşşak makamına benzediği için Doğu Anadolu Bölgesinde
uşşak denilmiştir. (Kutluğ, 2000:398) Harput
civarında ise ibrahimiye; yöreye özgü bir makam
olmakla birlikte aynı zamanda ayak bölümleri
usullü olan ve uzun hava formunda icra edilen bir
eserin adıdır. Bu eserin diğer bir adı ise “Harput
Gazeli”dir. Klasik Türk müziğindeki uşşak makamına benzemektedir.
İsfahan: İsfahan, XI. yy’da bir süre Selçuklu İmparatorluğunun başkenti olmuş ve hâlen
İran’ın en eski ve en büyük şehirlerinden biridir.
Aynı zamanda Yakın ve Orta Doğu milletleri klasik müziğinin esasını teşkil eden 12 makamdan
altıncısıdır. Anadolu’da klasik Türk müziğinde
eskiden kullanılmış olan Isfahan makamı, genelde neva perdesinden başlamasına karşılık, başka
uygun perdelerden de başladığı görülür. Çıkıcı
ve inici bir özellik taşıyan İsfahan makamı, beyati dizisine dügâh üzerinde bir Nişabur dizisi
katılması ile oluşmuştur. Güçlü perdesi nevadır.
Makam oldukça dar bir çerçevede dolaşır. Isfahan makamını donanımda uşşak makamının
arıza işaretleri ile gösterilir. (Kutluğ, 2000:342)
Harput müziğinde ise, “İsfahan” veya “İsfahan’da
Han İşlerim” adı ile bir eser bulunmaktadır. Bu
eser yörede muhalif makamı olarak bilinmekle
birlikte klasik Türk müziğinde ki segâh makamına benzemektedir.
Hüseyni:1.Yakın Doğu milletleri musikisinin 12 esas makamında on birincisi; 2. Rast
destgâhında vilayeti şubesi ile uşşak kûşesi
arasında icra olunan parça. 3. Mahur-Hindi
destgâhında uşşak ile vilayeti arasındaki kûşe; 4.
İran musikisinde şur destgâhında mesihi ile nehib şubeleri arasındaki kuşe. Neva destgâhında
rahab ile buselik şubeleri arasına yerleşen kuşe.
Anadolu Türk müziğinde hüseyni, uşşak makamı
ile birlikte en çok kullanılan makamlardan birisidir. Harput müziğinde ise yine en çok kullanılan
makamdır. (Ekici, 2009:579)
Arazbarı-Elezber: Arazbar; Nahçivan ile İran
arasında bir bölgenin adıdır. Aynı zamanda Araz
Nehri, İran ile Azerbaycan arasındaki sınırı oluşturmaktadır. Bar; Azerbaycan’da aynı zamanda
“ürün” anlamında da kullanılmaktadır. Arazbarı
ise; şur kökünde olan zerbli makamlardan biri
olmakla birlikte aynı zamanda bir eserin adıdır.
Ölçüsü 3/4 tür. Tek (solo) ve hem de koroyla
okunur. Vaykirlik edenler solo okuyanın her mısrasını “ay zalim” diye tamamlarlar. Arazbar klasik
Türk müziğinde de kullanılan makamlardan birisidir. Bu makamı ilk defa eser vererek tanıtan
Gazi Giray Han olmuştur. Fakat bu makamın Fatih döneminden beri var olduğu düşünülmektedir. Arazbar makamı inici bir özellik göstermektedir. Üç makamın birleşmesinden doğmuştur.
Bu makamlar;
1. Neva üzerinde kurulmuş beyati makamı,
2. Çargâh üzerinde kurulmuş rast makamı,
82
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
3. Dügâh üzerinde kurulmuş uşşak dizisi.
Makamın Dizisi:
Arazbar eserlerin bestecisi Hacı Sadullah
Efendi’dir. Hacı Sadullah Efendi makamı çok güzel işlemiş, klasik faslı tamamlamıştır. Ne var ki,
makam son devir bestekârlarımızca iltifat görmemiş, bir kenara itilmiş bulunmaktadır. Makamın
tiz durağı gerdaniye, güçlüsü çargâh perdesidir.
(Kutluğ, 2000:360) Arazbar Harput bölgesinde
halk dilinde “elezber” olarak bilinmektedir. Elezber; Farsçada “çabuk ezberlenen” veya harfi tarif
anlamında, başkasından ezberlenen anlamına
gelmektedir. Azerbaycan’da olduğu gibi Harput
bölgesinde de bir makam ve bu makamda uzun
hava formunda icra edilen bir eserin adıdır. Harput’taki elezber makamı klasik Türk müziğindeki
“neva” makamına benzemektedir.
Mirsi-Mısri: Azerbaycan’da âşık mahnı yaratıcılığı türlerinden biridir. Büyük âşıkların bazılarının fikrince Köroğlu’nun misri kılıcın yenilmez
kudreti esas bu mahnıda tasvir edilir. Bununla
beraber misri müziğin çok zaman beyati-şiraz
makamı intonasiyasında seslenir. Misri, âşık vokal-enstrumental tarzında, lirik ruh hâlinin çok
güzel ifade olunduğu görülür. (Araslı, 2008,54)
Harput yöresinde ise mısri, bir halk dansının adı
olmakla birlikte klasik Türk müziğindeki tahir ve
buselik makamlarına benzemektedir.
Muhalif: Çargâh destgâhında hasar ile meglup arasındaki şubedir. Harput müziğinde ise yöreye özgü makamlardan biridir. Bu makam adı ile
hem hoyrat, hem gazel hem de bir kırık hava yörede yaygın olarak icra edilmektedir. Harput’taki
muhalif makamı klasik Türk müziğindeki hüzzam makamının seyir özelliklerini göstermektedir. Fakat çıkıcı olan hüzzam makamı Harput’ta
inici de olabilmektedir.
Paşa Göçtü: Azerbaycan’da, ölçüsü 6/8 olan
âşık mahnı türüdür. Harput müziğinde ise aynı
ad ile bir eser mevcuttur. Eserin diğer bir adı ise
“Harput peşrevi”dir. Hüseyni makamında olan
eser adından da anlaşılacağı gibi peşrev niteliğinde ve meşke başlanırken icra edilmektedir.
Peşrev: Azerbaycan’da ayrı ayrı makam veya
destgâhtan önce çalınan enstrümantal mukaddi-
medir. Aynı şekilde gerek klasik Türk müziğinde
ve gerekse Harput müziğinde peşrev çalınmaktadır. Müzik fasıllarının başında çalınan dört haneli
sözsüz ezgidir.
Tehnis-Tecnis: Azerbaycan’da; Çok zil ses,
anlamı ile kullanılırken Harput müziğinde bu
kelime veya ifade “tecnis” e dönüşmüştür. Tecnis
Azeri sazında aynı zamanda bir perdenin de adıdır. Bu perde Anadolu bağlamasındaki do perdesi
olarak bilinen perdeye karşılıktır. Âşık edebiyatında bir form yapısı olan tecnis; cinas yapma,
iki manalı söz söyleme ve bir çeşit müzik makamı anlamlarındadır. Bunun ile birlikte Harput’ta
yöreye özgü bir makam adı olmakla birlikte aynı
zamanda uzun hava formunda icra edilen bir eserin de adıdır. Ayak ve ara nağmeleri usullü olan
tecnis, klasik Türk müziğindeki neva makamının
bütün seyir özelliklerini göstermektedir.
Tüm bu terminolojik benzerlikle birlikte düğün geleneği ve bu geleneklerin çeşitli aşamalarındaki uygulamalarda da ortaklıklar görülmektedir.
Elazığ düğünlerinde “Gelin Alma Havası” ne ise;
Azerbaycan düğün havaları içerisinde “Vağzalı
Raksı” adı ile bilinen ezgi aynıdır. Her iki eser de,
gelinin babasının evinden çıkıp damadın evine
götürülme aşamasında icra edilmektedir. Gelinin
baba evinden alınarak damadın evine götürülüşü
Azerbaycan’da olduğu gibi eskiden Elazığ’da da
at ile yapılırdı. “Gelin Alma Havası” düğünün
değişik aşamalarında gerek dans ezgisi ve gerekse sözlü olarak icra edilse dahi, düğünün bu aşamadaki icrasında dans ve söz yoktur. Daha çok
duygusal bir hava içerisinde hüzünlü bir ortamda
icra edilmektedir. Belki de Elazığ’da icra edilen
“Gelin Alma Havası”nın daha çok segâh, hüzzam
ve hicaz gibi hüznü ifade eden makamlarından
oluşmasının sebebi de bu duygusal ortamdır.
“Gelin Alma Havası” yörede “Çayda Çıra” oyununun müziği olsa bile aslında Gelin Alma Ezgisi; Şirvan Hoyratının giriş bölümü, Bağ Altına,
İsfahan’da Han İşlerim, O yanı Pembe ve Çayda
Çıra gibi yörede en çok bilinen değişik makamlardaki eserlere büyük bir ustalıkla geçiş yapılarak
icra edilmektedir.
Azerbaycan ile Harput yöresi düğün geleneği
mukayese edildiğinde evlenecek kızın görülmesinden veya seçilmesinden başlayarak hamam geleneği, hediye götürme, yüzük takma, nişan, kına
geleneği, gelinin babasının evinden çıkarılışı, gö-
83
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
türülüşü ve damat evine indirilişi bu aşamadaki
birçok geleneğin adları farklı olsa da birbirine
çok benzer olduğu görülmektedir. Fakat burada en önemlisi bolluk bereket, huzur mutluluk
veya nazar gibi yapılan uygulama veya geleneğin
arka planındaki inançların aynı olmasıdır. Kızın, at ile damadın evine geldiğinde başına elma
atılması motifi ise yine Harput ve civarında yakın bir zamana kadar Azerbaycan’daki gibi aynı
şekilde uygulanmıştır. Fakat gelişen teknoloji,
iletişim araçları veya küresel kültür günümüzde
bunun gibi birçok kültürel dokunun da değişmesine neden olmuştur. Bunun gibi; kına gecesi,
kına günü, kına gelen gece veya kına yaktı toyu,
adları ile yapılan merasimler sadece Anadolu ve
Azerbaycan’da değil benzer bir anlayış ve inanış
ile aslında bütün Türk dünyasında görülen bir
gelenektir. Değişik adlarla bilinen kına yakma
veya kına koyma merasimleri Türk insanının hayatında aynı zamanda geri dönüşü olmayan bir
yolun da başlangıcı sayılmaktadır. Anadolu Türk
kültüründe askere giden gence, gelin olacak kıza,
kurban edilecek hayvana, tabutun üstüne kınanın atılması da bu inancın bir ifadesidir. Bu nedenle kına yakma motifi Türk insanın hayatında
bir dönemin bittiği yeni bir dönemin ise başlangıcı sayılmaktadır. Fakat Azerbaycan düğün geleneğinde Harput’ta unutulan veya yukarıda da
belirtildiği gibi teknolojinin etkisiyle değişime ve
unutulmaya yüz tutmuş birçok geleneğin veya
uygulamanın hâlâ canlı bir şekilde yaşadığı görülmektedir. Bunun sebebi ise Azerbaycan Türklerinin yıllarca kapalı bir toplum hâlinde yaşamış
olması ve dışarı ile ilişkilerin son derece sınırlı
olması düşünülebilir. Unutulmaması gereken; bu
ortak kültürel unsurlar ve benzerlikler aynı kökten, aynı soydan ve aynı kaynaktan beslenen bir
millet olmanın doğal bir sonucudur.
Görüldüğü gibi aynı zamanda kimliği ifade
eden kültür; kendi içerisindeki dinamizminin
haricinde ne kadar çok değiştirilmeye hatta yok
edilmeye çalışılırsa çalışılsın anlam, ifade veya
mekân değiştirerek hayatiyetini bir şekilde sürdürmektedir. ■
Muhafizesi, Halk Müziğinde Çalgılar Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, s. 28, Motif Vakfı Yayınları No:8, Kocaeli.
2- ARASLI, Altan, (2008); Azeri, Kazanlı, Kırımlı
Türklerin Folklor ve Musikisi, Yurt Renkleri Yayınevi, Ankara.
3- ASLANOV, Elçin, (2003); “Azerbaycan Toyu”, Tutu
Neşriyat, Bakü.
4- BEDELBEYLİ, Efresya,(1955); “Gurban Primof ”,
Azer Neşriyat, Bakü.
5-DİKİCİ, Mehmet, (1998); Anadolu’da Türkler,
Anadolu’ya Türk Göçleri, Burak Yayınları: 67, İstanbul.
6- EKİCİ, Savaş, (2009); Elazığ-Harput Müzik Kültürü, Akçağ Yayınevi, Ankara.
7- GULİYEV, Oktay, (1980);Azerbaycan Halk Çalgı
Aletleri Orkestrası, Işık Neşriyat, Bakü.
8- HACIBEYOV, Üzeyir, (1985); Azerbaycan Halk
Musikisinin Esasları, Yazıcı Yayınevi, Bakü.
9- Historica Azerbaycan Skoy Muski, (1992); (Rusça),
Marif Yayınevi, Bakü.
10-İSMAİLOF, M.S., (1984);Azerbaycan Halk Musikisinin Janırları (Türleri), Işık Neşriyat, Bakü.
11- İSAZADE, A.İ., Kurbanov B.O., (1991); Nizami-i
Muzıka, Elm, Bakü.
12- İMAMVERDİYEV, İlqar, (…?.); Azerbaycan Reqs
Havaları, Bakü.
13- İMAMVERDİYEV, İlqar, (2006); İran Türklerinde Aşıq Toy Merasimleri, Bakü.
14- İMAMVERDİYEV, İlqar, (2007); Âşık Sanatında
Azeri Sazının Rolü, Halk Müziğinde Çalgılar Uluslararası
Sempozyumu Bildirileri, s.152, Motif Vakfı Yayınları No:8,
Kocaeli.
15- KUTLUĞ, Yakup Fikret (2000); Türk Musikisinde
Makamlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
16- KULİYEVA, Dr. Yakut, (2010); “Azerbaycan Düğünlerinde Gelenekler ve Halk Oyunları”, Kocaeli.
17- KURBANOV, Prof. Dr. Babek, “Türk Dünyasının Ortak Tarihi-Estetik Değerleri Açısından Azerbaycan
Sanatı”, 7 Nisan 1999 tarihinde Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü tarafından düzenlenen “Türk Halk Kültürü” adlı
panelde sunulan yayınlanmamış bildiri.
18- ÖZBEK, Mehmet, (1998); Türk Halk Müziği El
Kitabı-I Terimler Sözlüğü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara.
19- TURAN, Şerafettin,(1994); Türk Kültür Tarihi,
Bilgi Yayınevi, Ankara.
KAYNAKLAR
1-ABUTALIB ABDULLAHZADE, Prof. Dr. Gülnaz,
(2007); Azerbaycan Millî Musiki Aletlerinin Berpası ve
84
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Ak karlı, gök buzullu yayla
NURLAN ŞERİMBEKOV
A
k kar ve gök buzul kaplayan dağın eteğinde kırka yakın boz üy yan yana sıra halinde dizili duruyordu. Kırgızlar boz keçeden yapılan boz çadır evine böyle derler.
Şafak daha yeni sökmüştü. Bu kırk boz üyün az ilerisindeki tepede bir boz üy daha
vardı. İşte bu boz evin içinde Timur yatıyordu. O daha henüz altı yaşındaydı. Yeni uyanmıştı.
Annesi dışarıda semavere çay kaynatıyordu. Yavaş yavaş kalktı. Yaylanın temiz havasınan içine
çekti. Az geçmeden babası koyunları yüksek dağın eteğine kadar götürüp geri döndü. Ağabeyi
Babür de kısrakları yaylanın bir köşesinden bulup, eve getirdi. Kısrakların sütünü almak için
yavru tayları halata bağladılar. Artık onlar akşama kadar bağlı kalacaklar. Her iki saatte bir
kısraklardan da süt sağılacaktı. Sütlü çayla sabah kahvaltısını yaptıktan sonra Timur babasıyla
beraber kırk boz eve doğru atla yola koyuldular.
Kırk boz evin etrafı bayağı kalabalıktı. Burda buğün düğün vardı. Hemde üç tane.
Damatların üçünde de süslü simgelerle işlemeli millî elbise ve başlarında beyaz kalpak vardı.
Ellerinde de kamçı. Gelinlerin hepsi uzun ince zarif kiyafet ve başlarında bütün vücüdunu
kapatacak genişlikteki beyaz kumaş vardı. Evlerin hemen önünde dağdan inen taş gibi soğuk
pınar akıyordu. Çok sayıda alabalık vardı içinde. Ama şu an balık tutma zamanı değildi. Çünkü herkesin dikkati düğüne çevrilmişti. Gelenler arasında çobanlar, at bakıcıları, inek bakıcıları
vardı. Ayrıca büyük şehirden herkesin tanıdığı ve akrabaları gelmişti. İlin üst düzey yöneticileri
de teşrif etmişlerdi. Timur her bir eve girince bin çeşit nimetlerle donatılmış sofraları gördü.
Herkes içeriye girenlere saygı göstererk ikramda bulunuyorlardı. Gelinler semaver başında sıcak çay hizmeti yapıyorlardı. Dışarıda da Büyük kazanlarda ateşle et pişiyordu. Timur bir kaç
eve misafir olduktan sonra dışarıya gezinmeye çıktı. Dağlara doğru tırmandı. Biraz tırmandıktan sonra yukarısı dümdüz bir alandı. Orada delikanlılar atlarına binerek akşam yapılacak
oğlak kapmaca oyunu için hazırlıklar yapıyorlardı...
En son beklenen an gelmişti. Herkes yemeklerini yemiş bir biçimde oğlak kapmaca oyunu yapılacak alana toplandılar. İnsanların bazıları yayan, bazıları at ya da arabayla geldiler.
Önceden kurbanlık edilen oğlağı uzağa götürüp bıraktılar. İki takım halinde yiğitler meydana çıktı. Her takımda dörder kişi vardı. Kim oğlağı ortadaki beyaz döşek üstüne bırakırsa,
85
mar t- nisa n-ma yıs
2 0 1 4
o takım kazanacaktır. Bu yaylanın insanları sınır
bakımından ikiye ayrılırlar. Büyük ova ve küçük
ova olmak üzere. Takımları da eki ova olarak ayrı
ayrı kurmuşlardı. Oğlağı ilk yerden kapan getirip döşeğin üstüne bırakmaya çalışıyordu. Ama
karşı takımın oyuncuları buna fırsat vermiyordu.
Döşeğe yaklaştırmadan, atlarıyla ittirerek, oğlağı kendileri kapmaya çalışıyorlardı. Bu oyunda
kazanmak için atın hızlı koşması, yiğidin çevik,
kıvrak ve sağlam bilekli olması önemlidir. Herkes
heyacanlıydı. Tuttukları takımı destekliyorlardı.
Nihayet oğlak döşeğin sırtına gelip düşmeye
başladı. Kazanan takım yaşlı ihtiyar dedelerden
ödüllerini alarak son süratle atlarıyla ileri yelteniyorlardı. Timur devamlı atlılar arasından Babürü arıyordu. Babür çok mücadele etti. Zamanı
gelince arkada savunma yaptı, zamanı gelince de
oğlağı karşı takımdan kapıp, kendi takım arkadaşlarına verdi. Ama bir türlü ona oğlağı getirip,
döşeğe bırakarak galibiyete ulaşma fırsatı olmadı.
En sonunda sayı bakımından iki takım de eşit
oldu. Ama bu oyunun kuralına göre mutlak galip
olması lazımdı. Takımlar en son mücadele için
hazırlık yaptılar. Atlar yorulmuştu. Değiştirmek
lazımdı. Seyircilerin arasındaki iki yaşlı insan atlarından inerek gösteriyi izliyorlardı. İkisinin de
atı yağız at idi. Böyle anlarda atın oğlak kapmaca
için uygun olup olmadığını denemek fırsatı olur.
Bu yüzden ikisi de Babüre kendi atlarını teklif etti. Babür beyaz benekli siyah olan atı seçti.
Timur bütün olup bitenleri izleyerek, Babürün
takımının kazanmasını bekliyordu...
Hakem oğlağı uzaklara götürüp bıraktı. Her
iki takımdan ikişer kişi savunma yapmak için geride kaldı. Babür ise bir takım arkadaşı ve rakip
takımın iki oyuncusu ile oğlağa ilk ulaşmak için
yarışa girdi. Babürün siyah atı diğer atları geride
bırakarak ileriye çıktı. Babür oğlağa ulaşır ulaşmaz eğilerek yerdeki oğlağı aldı. Oğlağın bir bacağını üzengi kayışının altına geçirdi. Bunu böyle
yaptı ki karşı takım kolaylıkla alamasın diye. Hemen atın dizginini çevirdi. Siyah at sanki havada
kuş misali hedefe saplandı. Arkasından gelen iki
atlı dönüp kovalamaya çalıştı. Ama yetişemediler.
Önünden karşılayan iki atlının biri gelip oğlağın
bir butuna yapışarak kendine doğru çekmeye çalıştı. Ama Babür siyah atı sağa hafif döndürerek
dizgini çekince, bir sıçrayışla ondan kurtuldu.
İkincisini yanıltarak solundan geçti. Diğer takım
arkadaşları da rakip takımın oyuncularına engel
olmaya çalışıyordu. Dolayısıyla ileride herhangi
bir engel kalmamıştı. Karşıdaki insanların kimileri sevinçle ‘koştur! koştur! Oğlağı döşeğe bırak’
derken kimileri ‘yetiş yetiş! Yakalaa’ diye karşı
takıma destek veriyordu. Sonunda Babür oğlağı
döşek sırtına bıraktı. Ortalığı büyük bir coşku
kapladı. İhtiyar dede Babürün eline bir tutam
para verdi. Bu onun galibeyet ödülüydü...
Timur için bu olay hayatındaki en heyecanlı dakikaların biriydi. Babür onun gözünde bir
kahraman olarak çıka geldi. Gurur kaynağı oldu.
Galibeyet ulaşan Babürün takımı oğlağı alıp yayladaki boz evlerin birine takdim etmeye yola koyuldular. Zafer kutlaması yapacaklardı. Geleneğe
göre ev sahibi onları ağırlayacak. Yorulan yiğitlere
koyun kesecek, kımız içirecek. Çünkü herkesin
eli ve duası olan bu oğlakla beraber onun evine
ve ailesine kut ve bereket girmektedir. Akşam
çökünce herkes eve doğru yol tuttular. Timur da
uzaktan oğlak kapmaca oynayan cesur civanmert
yiğitleri imrenerek evine gidiyordu. Onun evi ta
ilerdeki Ak kar, gök buzul kaplayan dağın eteğindeki boz evdir. Babası çoktandır sütü sağılan kısrakları su içirmek için pınar başına götürmektedir herhalde. Annesi ise sıcak ekmekle tereyağını
sofraya koyarak Timuru beklemektedir...
Sıra dağlar sanki az önce ilerleyip giden, oğlak
oyunu sergileyen yiğitler gibi heybetli, onlar gibi
sağlam idi. Arkasına dönüp baktığında o oğlak
oynanan meydan sezsiz usulca yatıyordu. Herkes
uzaklaşmıştı ordan. Kimileri yayladaki evine kimileri de arabasıyla şehire. Ama bu düz ova yerindeydi. Asırlardan beri. Hiçbir yere yılmıyordu. Hep insanlar gelip geçti. At oynattılar. Sıra
dağlar onlara seyirci ve rüzgârlara bulutlara karşı
duvar oldu. Bu yiğitler ki bu dağların koynunda
doğdular, at sırtında büyüdüler, bu ovada oyun
sergilediler, cesaretini gösterdiler. Sanki şahin gibi
rüzgârla yarıştılar. Onların bu erdemini gören
kurt, yırtıcılar ve düşmanlar yaklaşamadılar...
İşte şimdi Timur bu oğlak oyunu ovasıyla
vedalaştı. Ama Allah nasip ederse mutlaka
dönecek. O beklenen an gelince Babür gibi
atı yelesinden tutarak koşturacak ve bu oğlak
kapmaca oyununu ak kar, gök buz kaplayan
dağlara yeniden hatırlatacaktı. ‘Elveda ...’■
86
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
KAYIP DERVİŞİN
DEFTERİNDEN II
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Şeyh Galib
1
Fosforlu gözler dolaşırken odanda
Yılan ıslıkları yivlerken duvarını
Fırtına teknesine çekerken perdeni
Tonlarca ağırlığıyla
Karanlık ıssızlığına yükünü boşaltırken
Korkunu kaplayan örtüyü çağır
Şeyhini çağır
Efendini çağır
O, senin…
Sen onun akan ırmağı
Uçan balığı kerametinin
Bunu söylediler bana
Şükret bu kapıyı çaldığına
Denize ıpıl ıpıl damlamak gibi
Sırtından cehennem taşını atmak gibi
Dünyayı savurmak gibi
Yeniden doğmak gibi bir şey
Bir şeyhin huzurunda olmak
Bir şeyhin huzurunda olmaktan daha güzel ne var
Bunu söylediler bana
Âlemin özü ben değilmişim
Varlığın gözbebeği ben değilmişim
Şair mısrası imiş Şeyh’imin sözü
Bunu söylediler bana
Şiir bir büyüdür noksana
Kirli uğultulardan sonra
Uyumlu seslerin ördüğü
Bunu söylediler bana
Mevsimler içinde kadını, kokuyu
Zamanı inkâr eden uykuyu hatırlatır insana
Bunu söylediler bana
87
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Zaman ki şeyhin eldiveni
Mevsimleri bir mevsimde toplayan
Çıkarıp takar geceyi
Çıkarıp takar günü
Bunu söylediler bana
Saatim işlemez,
Takvim göstermez,
Defter yazmazmış beni
Bunu söylediler bana
Ben yağmur damlası imişim
Bunu söylediler bana
Şeyhin camına düşen
Yağmur damlası
Yaprak yeşertmeyen
Yağmur damlası
Gece gözlü
İklimsiz
Yağmur damlası
Vav’ını göğe gömmüş
Yağmur damlası
Issız rüzgârın getirdiği
Darasız yağmur damlası
Bunu söylediler bana
Sustum, dinledim
2
Sustum, dinledim
Kim gösterecek beni sana, kim...
Kim yaldızlayacak varlığımı
Belli ki arınmışlar katında
Hep kendilerini konuşturuyorlar
Yazının sülüsü, kumaşın terzisi
Mabedin adı oluyorlar
Bahçıvan meyvesini taşıyor onlara
Çoban sütünü, avcı etini
Büyüyor büyüyorlar aramızda
88
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Ve kendiliğinden püskürtüyorlar
Durmaksızın oyulan yerden
Zamanın,
Kocasızın, iğdişin
Cahilin, okumuşun, katilin günahını
Müsebbibi benmişim bütün bunların
Bilmezdim bunu bana onlar söylediler
Açlar günahımdan aç
Açıklar günahkârlığımdan örtünür,
Günahımdandır akıtılan oluk oluk kan
Musa’nın öfkesi, İsa’nın korkusu günahımdan
Ben yokum, günahım var
3
Oysa ben ateşten yeni çıkmıştım
Ağlardan kaçmıştım, geceydi
Ürkektim, kanatsızdım
Çamurla sıvanmıştım
Üflenmişlerden biriydim
Hisseden, ağlayan kendimi arıyordum
Sevilen, sığınan, konuşan kendimi
Cüretim olsaydı derdim, dostun kim?
Bana da göster Ya Rabb-ül-Âlemin
NAZIM PAYAM
89
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Harput'tan sesler
NÂZIM H. POLAT
Necati Kanter,
Elazığ’ın farklı bir
yüzüne baktırıyor,
gösterdiklerini
sevdiriyor. Bizim
Şehrin Divaneleri’ni,
Yazarı Necati
Kanter, “öykü”
olarak nitelendiriyor.
Evet, bu kitaptaki
metinlerin
tamamında anlatılan
bir vak‘a, bir insan
etrafında oluşan
hikâyeler var.
G
öçün toplumsal dokuyu zedeleyen olumsuzluklarına rağmen
Anadolu’nun bazı şehirleri, “kültür
adacığı” olma özelliğini devam ettiriyor. Elazığ,
Erzurum ve Sivas bunlar arasında ilk akla gelenlerdendir. Kültür adacıklarının üç ayağı vardır:
Mimari, musiki ve edebiyat. Ne yazık ki artık mimari güzelliğinden bahsedilemez. Çünkü devasa
yapılar dikilse de bunların yerli ve millî olduğuna
kimse inanamaz. Fakat sözünü ettiğimiz şehirlerde musiki ve edebiyat canlılığını devam ettiriyor.
Bana bunları hatırlatan ve düşündüren,
Elazığ’da ki edebî faaliyetin olgun bir seviyede
yürüyüşüdür. Yıllardır Elazığ’da, İzzetpaşa Vakfı hizmetleri çerçevesinde Bizim Külliye dergisi
yayımlanıyor. “Gelenek ve Şehir” temalı sayısını
tam bir hayranlıkla okurken, derginin bütün yükünü omuzlayan üç kültür adamının yeni yayımlanan üç kitabını aldım. Bunlardan biri, daha çok
şiirleriyle tanıdığımız Nazım Payam’dan, mensur
şiir sayabileceğimiz bir denemeler kitabı: Ses ve
90
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Yaz (Ötüken Yay., İstanbul 2013). Diğeri, isteyenin deneme, isteyenin hikâye kabul edebileceği
şahane bir kitap; Necati Kanter’in Bizim Şehrin
Divaneleri (Manas Yay., Elazığ 2013). Ayrıca bir
de Elazığ’ın şiir birikimini ortaya koyan ve ilaveli olarak ikinci baskısını yapan eser: Dr. Naci
Onur’un Harputlu Divan Şairleri (İzzetpaşa Vakfı
Yay., Elazığ 2013) adlı bilimsel çalışması.
Nazım Payam’ın denemelerine “mensur şiir”
sıfatı çok yakışmaktadır. Farklı cepheleri bulunsa
da her kalem sahibinin, asıl kulvarı sayılabilecek
bir alan vardır. Ziya Gökalp’ın şiirleri, manzum
makalelerdir. Ahmet Haşim 20 yüzyıl Türkçenin
en güzel metinleri arasına girebilecek denemeler
yazdı. Fakat bunların hepsinde şair muhayyilesi
vardır. Tanpınar bilim alanındaki en önemli eseri
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde de daima şairdir. Nazım Payam da Haşim ve Tanpınar gibi
yürüyeceği vadiyi şiir olarak belirlemiş, benimsemiştir. Nitekim en beğendiği yazarlardan söz
ederken andığı iki isimden biri Schiller, diğeri
Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Onun hakkındaki
“apoletli yazarlarımdan biridir” ifadesini ilk okuduğumda yadırgamadığımı itiraf etmeliyim. Birden bire, “Eyvah, adaşım, sevgili dostum Payam
da mı millî hassasiyeti olanları “resmî ideoloji askeri” gibi sınıflandırıyor?” diye iç geçirdim. Fakat
bu cümle, kitabı açar açmaz karşıma çıkıp bana
bir ibarenin kendi bağlamı dışında nasıl yanıltıcı
olacağına dair ders vermek istemişti. Meğer onun
dilinde bu kelime bir takdir ve tebrik işaretiymiş.
Birlikte okuyalım:
Altını çizdiğim cümleler, paragraflar beni düşündüren, bana haz veren yazarıma birer apolettir.
En fazla apolet taktığım yazarımı, şairimi bir adım
öne çıkarmaktan, geleceğe tanık göstermekten zevk
alırım. İnsana dair kazanımları onların tecrübelerinden edinmeye çalışırım.
Ahmet Hamdi Tanpınar da apoletli yazarlarımdan biridir. Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi’ne “Giriş”i bana göre 19. yüzyıl edebiyatının
son resitali. Düzyazıda sesle çelikçomak oynamak,
düzyazıda insana haz vermek ancak bu kadar olur.
(“Altını Çizerek Okumak”, s.25)
Payam’ın her şeyden önce şair olduğuna, başka yerlerden delil aramaya gerek yok. Onun aydın kimliğinin şiire borcunu kitabın ilk iki cümlesini şahit gösterebiliriz:
Kafeslerden salınmış şiir kuşlarına bakmak, onların kanat seslerini anlamlandırmak değişik hazlar veriyor, uçuşan sesler içinde şiirimi yakalayacağıma inanıyordum.
Beni kitaplara yönlendiren, yazmak istediğim
hâlde yazamadığım şiirler oldu. (“Arayış”, s.11)
Ses ve Yaz Nazım Payam’ın Sonrası Güldür
Açar ( ), Ben Kendimi Dağ Bilirim ( ) ve Şehrin
Eylül Tarafı ( ) adlı kitaplarından sonra dördüncü
eseri, Ses ve Yaz’da Payam’ın şiir serüvenini, şair
dostlarıyla yaşadıklarını ve belki en önemlisi,
Elazığ’ın 1970’ten beri gelen kültürel hareketliliğini görebiliriz.
Nazım Payam, bugünkü eleştirmenin, yarınki edebiyat tarihçisinin asla ihmal edemeyeceği
isimlerdendir. Ses ve Yaz kitabı, işte bu noktada
yazarını anlamada ve anlatmada samimi ve sevimli bir malzeme olacaktır.
Necati Kanter, Elazığ’ın farklı bir yüzüne baktırıyor, gösterdiklerini sevdiriyor. Bizim Şehrin
Divaneleri’ni, Yazarı Necati Kanter, “öykü” olarak nitelendiriyor. Evet, bu kitaptaki metinlerin
tamamında anlatılan bir vak‘a, bir insan etrafında oluşan hikâyeler var. Ama birçok bölümünü
mensur şiir çeşnisiyle süslenmiş deneme olarak
okuyabiliriz. Bu tür eserlerin şahı padişahı merhum Mitat Enç’in Uzun Çarşı’nın Uluları kitabıdır. Mitat Enç, Antep’teki ilginç simaları merkeze
alıyordu. Kanter ise Elazığ’ın delilerini anlatıyor.
Deliler ve deliliğin hikâyesi, her zaman ilgi
çekicidir. Onların dünyasına girerek, dünyaya
onların gözüyle bakabilmek tam olarak mümkün
değildir. Onlara dair anlatılanlar, onları “deli”
diye niteleyenlerin dipsiz kuyuya yansıttığı ayna
ışığı veya mum ışığı kadar küçücük şeylerdir.
Meselâ Kanter’in tam bir başarı ile anlattığı Aliye
Bacı’nın hikâyesi böyle bir ışıkçıktır:
Koca koca adamlar Aliye Bacı ile şakalaşırken
biz çocuklar ve gençler de muziplik olsun diye kedilerden birini çalardık. Hemen fark ederdi. Asar
suratını sinirden dib gibi kızarırdı yanakları. Adeti olduğu üzere kıbleye döner, gözlerini bir boşluğa
diker, kıpır kıpır eden dudakları arasında gizemli
sözcükler dökülür, sonra da açar ağzını, yumar gözünü!.. Başlar bedduaya...
“Dilerim Allah’tan İsmail’in darısına gelesiz!”
Kediler miyavlar; çocuklar amiiin! der.
Savurur bastonunu Aliye Bacı:
91
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
“İtin eniği!”
..!
Rivayet olunur ki; askerden geldiği ilk gün, “aslan parçası” dediği biricik oğlunu polisler karakola
çekip döverek öldürmüşler. O gün bu gündür polisleri sevmez ve kendisine bulaşanlara da bu bedduayı eder.
“Allah’tan dilerim İsmail’in darısına gelesiz!...”
Reşat Cemal Emek’in Hacı Babanın Kumruları (1949) kitabındaki “Aliye Bacı” şiiri de aynı
hikâyenin bir başka cephesidir:
Çürür sandıkta duvakları,
Hülya içinde Aliye bacının…
Mevsimsiz kuruyan bir gül ağacının
Dallarında, goncaydı dudakları...
Genç kız gülüşüyle pencereden,
Dökülürdü sokaklara yası.
veya “Divan şiirinden yararlananlar” arasında kabul etmek daha yerinde olacaktır. Meselâ;
Ağlıyorsun niçin ey içli semâ
Bu kederler, bu katreler kim için?
Ağla ey gök biraz da sevgim için
Ağla bir dem de gizli gizli bana
diyen “Bahar Yağmuru” şairi Ahmet Kemâl
Şürüşoğlu (1902-1962) bir Divan şairinden çok
Mütareke yıllarında içli şiir yazma geleneğine
daha yakındır. Bu şiirin Divan şiiriyle ortak yanı,
yalnızca aruz veznidir[1]*. Halbuki duyuş tarzı ve
ruhu itibarıyla hiçbir Divan şairi böyle söylemez,
söyleyemezdi.
Dr. M. Naci Onur’un eseri için söylenebilecek
/ söylenmesi gereken darası alınmış sözü Orhan
Koloğlu söylemiş. Bize, onu tekrarlamak kalıyor:
Tahtına yerleştiriverdi tekrar
Sundu şi‘re asîl himâyesini
Tanrı’m, bu ihtiyar kızın neden
Kabul olunmazdı duası?..
Necati Kanter’in kitabında farklı vesilelerle bazı Divan şairlerinin beyitleri kullanılmıştır.
Çoğunda yanlıştan dolayı veznin bozulduğu bu
gibi alıntıların yeni baskısında düzeltilmesini arzuluyoruz.
Biz söylesek de söylemesek de Kanter, bu güzel kitabı –yeni metinlerle süsleyerek- mutlaka
geliştirecektir. Çünkü çok orijinal bir konu yakalamıştır ve içten içe bir acıma hissi sezilen yazdıklarına yüreğini koymuştur.
Elazığ’ın edebî geçmişini kayıt altına alan
Yusuf u Züleyha (1986), Harputlu Rahmi Divanı (1996) Harputlu şair Hacı Hayri Bey (2004),
Harputlu Şair Mustafa Sabri Efendi (2007) gibi
eserleriyle tanıdığımız emekli öğretim üyesi Dr.
M. Naci Onur, 1988’da yayımladığı Harputlu
Divan Şairleri kitabını 25 yıl sonra tekrar bastırdı (2013). Fakat bu eseri artık eski kitabın farklı
bir şekli değil, yeni bir eser kabul etmek gerekir.
Çünkü 1988’de 10 şair ve eserlerinden söz edilmişken şimdi elimizdeki eserde tam 47 (kırkyedi)
şair var. “Araştırma ruhu” denen şey işte bu olsa
gerek! Ancak bunlardan bir kısmını Divan şairi
saymak yerine Divan şiirinin rüzgârıyla yazanlar
Kattı ecdâdın ömrüne seneler
Gerdi üstüne akik sâyesini
Serdi târihin önüne şevk ile
Harput’un müstesnâ sermâyesini (s.386)
Bahsedilen üç eser, Elazığ’ın şehir kültürüne
yeni sesler katmıştır. Harput’umuz, artık sadece
musikisiyle değil, yüksek seviyeli yeni kalemleriyle, yeni sesleriyle anılacaktır. Harput’tan yükselen bu edebî hava ve seslerden nasiplenenlere
ne mutlu!..
Elazığ’da Belediye, Valilik, Özel İdare, Kültür
Müdürlüğü gibi resmî kurumlardan biri veya bir
vakıf hatta özel bir yayınevi, “Şehir Kütüphanesi” veya “Elazığ Kütüphanesi” adı altında bir
yayın serisi oluşturmalıdır. Harput Yollarında (İ.
Sunguroğlu), Harput Ahengi (F. Memişoğlu) ve
benzeri eserlerle bunların küçük kardeşleri olarak
doğan bu yeni yayınlar, ihtimamla basılmalıdır.
Elazığ’a giden okuma sevdalısının alacağı, dostlarına sunacağı en güzel hediye paketleri belki de
bunlar olacaktır.
1. * Bir dizgi yanlışıyla şiirin vezni “feilâtün/ feilâtün/ feilün/”
92
olarak gösterilmiştir, “feilâtün (fâilâtün) /mefâilün/feilün
(fa‘lün) biçiminde düzeltilmelidir.
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
KOCA, Hüseyin, Bir Mistik Dağcılık
Hikâyesi, Sur Yayınları Bursa 2013
Mücahit Koca’nın Uludağ’ın kalbine tırmanarak, patikasında yürüyerek, yokuşunda
kayarak, bir su başında çay içip dinlenerek,
bir çilehane, tekke ve mezar kalıntısında inceleme yaparak geçen 30 yıllık dağcı yaşantısının bir anlatımıdır: Bu yüzden genelde dağcılığı, özelde Uludağ’ı anlatmak
ve sevdirmek adına yazılan bir kitap oldu;
Bir Mistik Dağcılık Hikâyesi... KOCA, Hüseyin, Şairler Silsilesi, Sur Yayınları Bursa 2013
“Bizim asrısaadet’ten günümüze kadar hiçbir
kesintiye uğramadan gelen ve etkisini hala gösteren büyük bir şiirimiz vardır. İlk günden bugüne gelen bu şiirin “ üstat “ şairleri bizim millet,
devlet ve medeniyet şairlerimizdi. İsimleri peşpeşe
anılan bu Arap, İran ve Türk şairleri birbiriyle ilintili düşünce, inanç, duygu, sanat ve dava
birliği güderlerdi…” diye tanıtılmış kitap raflarda…
İsteme Adresi: Kurtuluş Mah. Kurtuluş
Cad. No: 148-16350/ Yıldırım-BURSA
Tel: (0224) 360 56 73 e-posta: suryayinleri@
gmail.com
93
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
KAYAOKAY, İlyas, gül-i tebrizî, Dîvân
Edebiyatı Yazıları, Akçağ Yayınları Ankara
2013
“Halk arasında Tevrüzü olarak bilinen
bir gül çeşidi vardır. Bu gül bize 15. asırda
Tebriz’den intikal etmiştir. Gül-i Tebrîzî olarak
bilinen bu gül yerini sevdiği vakit tek bir kökten çadır misali nevş ü nema bulur. Kışa kadar uzanan bir hayat serüveni vardır. Bu gülün
kokusu öyle latiftir ki gönüllere ferahlık bahşeder…”
İsteme Adresi: Cumhuriyet mah. Selçuk iş
Merkezi Tuna Cad. No:8/1 Kızılay-Çankaya/
ANKARA
GÖKÇE, H. Orhan, Gönül Köprüsü, İstanbul Matbaacılık, İst. 2013
“…Gönülden vatana; gönülden millete; gönülden İslâm’a gönülden geleceğe= göreneğe; gönülden sılaya yani Harput’a, Elazığ’a; gönülden
gönüle bir manevi köprü…” tanıtımıyla ulaşıyor
eser okurlarına.
İsteme Adresi: Orhan GÖKÇE Atakent
Mah. Papatya Çıkmazı 507 ada 5-F Blok B-46
Da. 19 34303 Halkalı-Küçükçekmece / İSTANBUL Tel: (0532) 450 55 25
DOĞAN, Aziz Aydın, Yiğıkili Zülküf,
YABA Yayınları, İst. 2013
Aziz Aydın Doğan imzasını taşıyan “Yiğikili Zülküf ” romanı, yaşamış bir kahramanı,
eksen alarak bir kenti (Harput’u) ve ülke gerçeklerini sorguluyor.
Bu roman, günümüz Türkiye’sinin edebiyat ortamıyla iki nedenle ayrılabilir; dil ve elle
tutulur hikâye örgüsü. Hikâyenin kahramanı
‘Yiğikili Zülküf ’ adını bir kenar mahalleden
alır. Bu kenar mahalle ise Harput denen antik
kentin ovasına kurulan şimdiki Elazığ’ın bir
ucundadır.
Aziz Aydın Doğan’ın daha önce ‘Afişte Ölen
Adam, Kör Pencere, Güneşli Bayır, Islak Kaldırımlar, Bir Taşralı Gencin Günlüğü” kitaplarını okuyanlar “Yiğikili Zülküf ” romanında
fazlasını bulacaklar.
İsteme Adresi: YABA EDEBİYAT Galipdede 55/1 Tünel BEYOĞLU İSTANBUL
([email protected])
AKKANAT, Cevat, Eskişehir Şairler Antolojisi, Değirmen Yayınları–28, 2013
…şair, yaşanmışlıkların, duyguların ve hissedişlerin adamıdır. Şair bunlara dokunmaya
görsün şehir artık ebedi bir ömür sürecine girmiş
olacaktır. Artık şehir yıkılsa ve yakılsa da bir şekilde ortadan kalksa ve kaldırılsa da ebediyen yaşayacaktır…
İsteme Adresi: Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları–28, 2013
BUDAK, Rüstem, Alın Yazıları, Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları, Sakarya. 2013
“Alın Yazıları; yola çıkacak, yola çıkmış ve
yoldan çıkmış her kesim için ufuk açmaya namzet
yazılardan oluşmuştur.”
İsteme Adresi: Değirmen Yayınları Tığcılar
Mahallesi Dönergeçit Sokak No:10 Adapazarı/
SAKARYA
94
Tel: (0264) 278 00 24
e-mail:degirmenyayinevimail.com
www.degirmendergisi.com
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4
2013 yılının yazar, fikir adamı
ve sanatçıları belirlendi
AYDIN KARABULUT
3
0 Aralık 2013’te Edebiyat Sanat ve
Kültür Araştırmaları Derneği, 1 Ocak
2014’te Türkiye Yazarlar Birliği 2013
yılında ödüle layık gördükleri «Yılın yazar, fikir
adamı ve sanatçıları»nı basın toplantılarıyla kamuoyuna açıkladılar.
Dergimizin Genel Yayın Yönetmeni Nazım
Payam, Ötüken yayınevi tarafından basılan “Ses
ve Yaz” adlı çalışmasıyla 2013 yılının denemecisi
seçilirken, yazarlarımızdan Köksal Alver, “Mahalle” adlı eseriyle inceleme, Muhsin İlyas Subaşı
“Toprağın Dili-Bir Âşık Veysel” ile monografi dalında ödüle layık görüldüler.
Bizim Külliye dergisi adına bütün şair,
yazar ve fikir adamlarımızı yürekten kutluyor,
yeni çalışmalarıyla sanat ve fikir hayatımıza
katkılarını bekliyoruz.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin ödüllendirdiği «Yılın yazar, fikir adamı ve sanatçıları»nın
isimleri ve eserleri:
Hikâyede, Aykut Ertuğrul, Mümkün Öykülerin En İyisi kitabıyla,
Şiirde, Ali Ural, Gizli Buzlanma kitabıyla,
Romanda, Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi romanıyla,
Denemede, Nazım Payam, Ses ve Yaz eseriyle,
Fikir’de, Ebubekir Eroğlu, Geçmişin İçindeki
Geçmiş kitabıyla,
Araştırmada, İsmail Erünsal, Sahaflar adlı kitabıyla,
İncelemede, Köksal Alver, Mahalle adlı kitabıyla,
Edebi Tenkitte, Yakup Altıyaprak, Dünyaya
Karşı Şiir adlı kitabıyla,
Hatırada, Necati Mert, Memleket Kitabevi
kitabıyla,
Dilde, C. Yakup Şimşek, Dilin Tetiği Bozuldu adlı eseriyle,
Gezide, Muharrem Sevil, Maveraünnehir
Defterleri kitabıyla,
Tercümede, Halil İbrahim Sarıoğlu,
Mevlana’dan Rubailer tercümesiyle,
Biyografide, Fatih Birgül, İrade Hareket İsyan Nurettin Topçu’nun Entelektüel Biyografisi
kitabıyla,
Şehir Kitaplarında, Rahşan Tekşen, Kırbirkere
İstanbul eseriyle,
Çocuk Edebiyatında Yılmaz Erdoğan,
Konaktaki Hazine kitabıyla, ödüle layık
görülmüşlerdir.
95
Basın, yayın, televizyon, radyo alanında
mar t -nisa n-ma yıs
2 0 1 4
Düşünce: Dr. Cezmi Bayram (Türk
Milliyetçiliğinin Tarihi Seyri Yeni Hedefleri,
Ötüken)
Temaşa Sanatı: Tacettin Diker (Karagöz
Kukla Sanatlarına katkısı dolayısıyla)
Halk Edebiyatı: Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
(Türk Halk Edebiyatına katkıları dolayısıyla)
Hâtıra: Kâğıt Kokulu Yıllar (Hasan
Başpehlivan, Beyan Yayınları)
Hikâye: Recep Seyhan (Güneşin Doğduğu
Yerde, Okur Kitaplığı)
İnceleme: Prof. Dr. Bilge Ercilasun (Edebiyat
Tarihi ve Tenkit Dergâh Yayınları)
Karikatür: Osman Suroğlu (Karikatür
Sanatına katkılarıyla)
Klasik Türk Sanatları: Prof. Dr. Fatma Çiçek
Derman (Rikkat Kunt Hoca Hanım, Kubbealtı)
Kitap Yayıncılığı: Büyüyen Ay Yayınları (Yıl
içindeki bütün kitaplarıyla)
Kurum: Yunus Emre Enstitüsü (Türk
kültürüne katkılarıyla)
Kültür Projesi: Edirne Valiliği “Akademi
Rumeli” projesiyle
Monografi: Muhsin İlyas Subaşı (Toprağın
Dili-Bir Âşık Veysel Monografisi, Şiir Vakti
Yayınları)
Müzik: Gönül Paçacı (Türk Müziğine
katkılarıyla)
Okumaya Teşvik: Bitlis Valiliği “Doğu
Okuyor” projesiyle
Roman: Leyla Karaca (Göğsündeki Gökyüzü,
Ferfir Yayınları)
Seyahat: Rahşan Tekşen (Kırkbirkere İstanbul, Şule Yayınları)
Sinema: “Üç Yol” filmi (Yönetmen: Faysal
Soysal) Şiir: Ayşe Sevim (İşlenmemiş Suç, Şule
Yayınları) Tarih: İsmail Bilgin (Kut’ül Amare –
Osmanlı’nın Son Zaferi, Timaş)
Tasavvuf kültürü: Mustafa Özdamar (Bütün
eserleriyle, Kırkkandil Yayınları)
Tiyatro: Amak- ı Hayal (Tiyatro Nefes)
ödüllendirilenler:
Basın fıkra dalında Haşmet Babaoğlu (Sabah)
Basın fikirde, Vedat Bilgin, (Bugün)
Basın kültür sayfası, Bedir Acar, (Star)
Basın röportajda Nil Gülsüm Gül, (Yeni Şafak)
Dergi yayıncılığında, Derin Tarih,
Elektronik Yayıncılıkta, Kaynakça İnfo sitesi,
TV Kültür programları dalında, Gündem
Edebiyat (TRT Türk)
TV Belgesel’de Muharrem Coşkun, Yoldaki
Çığır ile,
Radyo programı, Nebahat Koru Yılmaz, Gönül Ustalarımız (TRT Radyo 4),
Sinema dalında, Atalay Taşdiken, Meryem
adlı filmi ile,
Kitap yayıncılığı:
Kamu yayıncılığı: Edirne Valiliği,
Özel yayıncılık: Hece Yayınları,
Yayıncılık özel ödülü: Konya Selçuklu Belediyesi Büyük Selçuklu Mirası ile,
Üstün hizmet
Ayrıca kültür, ilim ve sanat hayatımıza uzun
süreli katkılarından ötürü Prof. Dr. Şaban Karataş, Prof. Dr. Nimetullah Hafız ve Şule Yüksel
Şenler’e Üstün Hizmet Ödülü verilmesi kararlaştırılmıştır.
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları
Derneği’nin ödüllendirdiği “Yılın yazar,
fikir adamı ve sanatçıları”nın isimleri ve
eserleri:
Ansiklopedi: İhsan Işık (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, Elvan Yayınları)
Araştırma: Prof. Dr. İsmail Erünsal (Osmanlılarda Sahaflar ve Sahaflık, Timaş Yayınları)
Biyografi: Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar
(Abdülbaki Gölpınarlı, Ötüken Neşriyat)
Çocuk Edebiyatı: Bestami Yazgan (Çocuk kitaplarıyla)
Deneme: Nazım Payam (Ses ve Yaz, Ötüken
Neşriyat)
Dergi: İtibar Dergisi
Üstün Hizmet Ödülleri: Mehmet Türker
Acaroğlu, Dr. Cahit Öney, M. Necati Demirtaş
Özel Ödül: Feyzi Halıcı■
96
mar t-nisa n-ma yıs
2 0 1 4

Benzer belgeler