ozet_kitapcigi - Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu

Transkript

ozet_kitapcigi - Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
2 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Taner Yelkenci
III. Uluslararası Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Devlet Teorisi Atölyesi
Neo-liberal çağda devletin “özelleş(tiril)miş” ideolojik aygıtları
nasıl çalışır ve ne yapar?
Moderatör
Ebubekir Aykut
21 Mayıs 2015 Perşembe
İlk Seans
10.30- 12.30
Öğle Arası
12.30- 14.00
İkinci Seans
14.00- 15.50
Çay-Kahve Arası
15.50- 16.10
Üçüncü Seans
16.10- 18.00
Özet Kitapçığı 3
Neoliberal dönemde olağanüstü hal ve istisna:
Bir Neocleous tartışması
Ayşegül Kars Kaynar1
Liberal devletler ve anayasal sistemler, vatandaşlarına hak ve özgürlükler tanır. Bireyin hak ve özgürlükleri liberal sistemlerde kuraldır; liberal sistemlerin
normal işleyişini betimleyen, olağan durum budur. İstisna olan, bu hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıdır. Bu istisna, sadece geçici bir süreliğine ve olağanüstü durum yaratarak gerçekleşir. Bu istisnanın hangi zamanlar ve nasıl yürürlüğe konulacağı ise yine anayasada düzenlenmiştir. Modern devletlerde hak
ve özgürlükleri askıya alan olağanüstü halin anayasalarda düzenleniyor olması,
anayasayı ikiye böler; siyasi iktidara bakanlar kurulu kararlarıyla olağanüstü
hal hukukunu devreye sokarak hak ve özgürlükleri kısıtlama imtiyazını verir.
Böylece modern liberal devlet, olağanüstü halin istisnai hukukuyla otoriterleşebilir; faşistleşebilir. Bu ihtimal, Carl Schmitt’in olağanüstü hal ve istisna kuramını ve de modern devlet eleştirisini oluşturur. Mark Neocleous, Schmitt’e karşı çıkar. Neocleous’a göre 20.yy’ın başından itibaren modern liberal devletler
olağanüstü halin istisnai tedbirlerini kullanarak hak ve özgürlükleri o kadar
yaygın ve o kadar sık kısıtlamışlardır ki, olağanüstü ve istisnai niteliklerini
kaybetmişlerdir. Şiddet, liberal devletin olağan durumudur; kuralıdır.
Tebliğ, Neocleous’un Schmitt’e verdiği bu yanıtı takip ederek, tartışmayı bir
adım öteye götürmeyi amaçlamaktadır. Buna göre, Neocleous tarihsel örnekler
eşliğinde olağanüstü hal hukukunun yaygın kullanımının, bu hukukun olağanüstü niteliğini ortadan kaldırdığında ve onu kalıcı hale getirdiğinde haklıdır.
Ancak neo-liberal dönemde karşımıza çıkan asıl mesele, devletin olağanüstü
hal hukukuna başvurması değildir. Mesele, devlet şiddetinin istisnai olağanüstü hal hukukundan çıkıp, hukukun üstünlüğü ilkesinin yönetimindeki sıradan
hukuka sirayetidir. Türkiye’de hala yürürlükte olan 1982 Anayasası’nda da görüleceği üzere anayasaların bireyin hak ve özgürlüklerine milli güvenlik, kamu
ahlakı ya da kamu sağlığı gibi içeriği oldukça geniş tutulabilecek, muğlak gerekçelerle getirdikleri kısıtlamalar, bu hak ve özgürlüklerin kullanımını ortadan
kaldırmaktadır. Dahası polis, istihbarat, savcılık ya da asker gibi devletin zor
aygıtlarının hak ve görevlerini düzenleyen kanunlar, anayasaya aykırı bir şekilde bireyin hak ve özgürlüklerini sınırlayabilmektedir. Böylece hak ve özgürlükler, olağanüstü hukuk tarafından değil, olağan hukuk tarafından askıya alınmaktadır. Başka bir ifadeyle, 21.yy’da liberal devletler ve anayasal sistemlerde
1
Lefke Avrupa Üniversitesi öğretim üyesi, kampfplatz dergisi yayın kurulu üyesi.
4 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
olağanüstü hal yaratan unsurlar olan hak ve özgürlüklerin askıya alınması için,
olağanüstü hukuka ihtiyaç kalmamaktadır. Neocleous, liberal devletin, bakanlar
kurulu kararıyla işleyen olağanüstü hal hukukunun egemenliğinde otoriterleştiğini anlatır. Tebliğ ise günümüzde liberal devletin parlamento kararlarıyla, yani
kanunlarla işleyen olağan hukuk ile otoriterleştiğini savunmaktadır.
Neoliberalizm ve polis sorunsalı:
Türkiye üzerine bir tartışma çerçevesi
Çağlar Dölek2
Sermayenin sınıf erkinin yeniden tesisi anlamında dünya-tarihsel bir projeye tekabül eden neoliberalizm, 1970’lerin sonlarından itibaren tedrici ve çatışmalı süreçler eşliğinde devreye sokulan siyasal projelerle derinleşmektedir. Bu
dönemde ortaya çıkan toplumsal-siyasal krizlerin yönetilmesi ve artan sınıfsal
eşitsizliklerin idare edilmesi amaçlarıyla kapsamlı bir polis projesi de devreye
sokulmuştur. Neoliberalizmin krizinin derinleştiği günümüzde ise, “artan polis
şiddeti”, “polisin militerleşmesi”, “otoriterleşme” gibi görüngüler genelleşmekte ve bu projenin gönderme yaptığı toplumsal-siyasal sorunsal üzerine yapılan
tartışmalar yaygınlaşmaktadır. Bu çalışma, kapitalist devletin kurumsal olarak
örgütlenmesinde ve toplumsal sınıflarla kurduğu ilişkide esaslı bir dönüşümü
hedefleyen neoliberalizmi polis sorunsalı çerçevesinde ve Türkiye bağlamında
tartışmaya açmayı hedeflemektedir. Bu tartışma bağlamında, Türkiye toplumsal formasyonunun tarihsel ve toplumsal özgüllükleri ile neoliberal küreselleşme sürecine eklemlenme projeleri bir arada değerlendirilecek ve bu değerlendirme üzerinden Türkiye’de devletin sınıf karakterinin anlaşılması ve teşhir
edilmesi için merkezi bir önemde olan polis sorunsalı bütünlüklü bir eleştiriye
tabi tutulacaktır. Bu eleştiri ise iki temel tartışma hattı üzerinden örülecektir:
Öncelikle, 1980 sonrası dönemde devreye sokulan polis projesinin, devletin yeniden yapılandırılması sürecinin ve/veya yeni devlet biçiminin merkezine yerleştirildiği iddiası üzerinden, devlet erkinin (state power) örgütlenmesi bağlamında
polis erkinin (police power) çözümlenmesi yapılacaktır. Bu değerlendirme gösterecektir ki, dar bir kurumsalcı anlayışa indirgenemeyecek olan ve kapsamlı bir
toplumsal-siyasal projeye gönderme yapan polis erki, burjuva siyasal alanın kurucu aktörü olarak ön plana çıkmış ve devletin kurumsal maddiliği içinde merkezi bir yer işgal eder hale gelmiştir. İkinci olarak, devletin toplumla kurduğu ilişkinin en önemli siyasal-idari dolayımlarından biri olan ve yukarıda bahsedilen
2
Orta Doğu Üniversitesi öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 5
türden bir dönüşüm içinden geçmekte olan polisin toplumsal konumu ve/veya
sınıf ilişkilerinde işgal ettiği konum tartışmaya açılacaktır. Böylece, modern burjuva polis projesinin tarihsel mirası olan kamusallık iddiasının toplumsal, siyasal, ideolojik zeminlerinin örselenmiş olduğu ve bu iddiaya içkin olan sınıfsal
çelişkinin ise çok daha açık bir şekilde ayyuka çıkmış olduğu iddia edilecektir.
Özelleştirmelerden kamulaştırmalara
devlet mülkiyetinin değişen anlamı
Çağrı Çarıkçı3
Bakanlar Kurulu 2000’lerden bu yana, kentsel yatırımlarla ilgili olarak artan
oranlarda kamulaştırma yoluna başvurmakta, kamu altyapı yatırımları değişim
beraberinde özelleştirme uygulamalarında da farklılaşmayı getirmektedir. Söz
konusu uygulamalar beraberinde hukukî düzenlemeleri getirmekte ve devlet
müdahalesini değiştirmektedir. Bu çalışmada, devletin oluşturduğu meşruiyet
zeminini kullanarak kamu ekonomisi açısından önemli bir konu olan müşterekler (commons) alanının kamulaştırmalar yoluyla piyasa mekanizmasına dâhil
edilmesi süreçleri de ele alınacaktır.
Bu açıdan bakıldığında söz konusu süreçler hem sermaye birikiminin uzun
vadeli yönelimleri, hem de birikim sürecinin yönetim mekanizmaları açısından
önem taşımaktadır. Söz konusu süreçler Türkiye’de toplumsal ilişkilerin önemli
ölçüde dönüştüğü 2002 sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde ele alınacaktır.
Çalışma kapsamında incelenecek başka bir olgu ise kamulaştırma ve
müşterekler konusu alakalı olarak kamu mülkiyetidir. Kamu mülkiyeti devlet
sınıf ilişkilerinin dönüşümünde doğrudan belirleyici bir ilişki olarak işlev
görmektedir. Devletin çelişkili doğası, kapitalist birikim eksenli ortaya çıkan
sınıf yapısının tarihsel olarak belirlenmiş görünüş şeklidir. Devlet sınıflar arası
ortaya çıkan çatışmalarda arabuluculuk işlevi görürken aynı zamanda verili sınıf
yapısını da yeniden üretir. Bu anlamda kamu mülkiyetiyle, ekonomi siyasetten
ayrılmış gibi gösterilirken aynı zamanda kapitalizmin kendisi de, kalkınma
ve iktisadi büyüme retoriği ile perdelenmiş olur. Müşterekler ve yeniden
müşterekleştirme tartışmaları devam ederken, analizi kamuculuk üzerinden
yapmak özel-kamusal ayrımını yeniden üretmeye yol açarken, devlet teorisinin
de tartışmaya eklemlenmesi, kamusal mülkiyeti ve devlet iktidarının doğasını
anlamamıza yardımcı olacaktır.
3
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi.
6 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Çalışma bu kapsamda Türkiye’de kamu mülkiyeti rejiminde yapılan değişikliklerin dikkate değer parçalarını neoliberal düzeninin meşrulaştırılması sürecinde eleştirel bir okumaya tabi tutacaktır. Devletin sermaye lehine, piyasaları
güçlendirerek kamulaştırma politikaları ve kamu mülkiyeti sistemini neoliberal
çerçeveye uydurma yönündeki aygıtların deşifresi amaçlanmaktadır. Bu çözümlemeden önce son dönem tartışmalarda hayli yer tutan “müşterekler” kavramına odaklanılacak, ardından müştereklerin günümüzde çitlemeler vasıtasıyla
ne ölçüde özelleştiği-kamulaştığı üzerinden yanıt aranacaktır. Çalışmada devlet
mülkiyetinin müşterekler açısından taşıdığı anlam iki düzeyde sorunsallaştırılıyor: Günümüz çitlemelerinin hangi araçlarla yapıldığı ve söz konusu çitleme ve
metalaşma karşıtı yeniden müşterekleştirme stratejileri.
Devleti nasıl çalışmalı?
Türkiye’deki geridönüşüm sektöründen ampirik ve yöntemsel
ipuçları
Demet Şahende Dinler4
Bu sunumda geridönüşüm sektöründeki işçiler, sermaye grupları ve farklı
devlet kurumlarının arasındaki ilişki üstüne düşünerek günümüzde devleti nasıl araştırmalı sorusuna yanıt olabilecek ipuçları bulmaya çalışacağım. Avrupa
Birliği’nin çevre regülasyonlarının Türkiye’ye uyarlanması zorunluluğu sonucu çıkarılan yönetmeliklerin ardından geridönüşüm sektöründe son on yılda
bir dizi çatışma yaşandı. Sokaktan kağıt ve hurda metal toplayan atık kağıt
işçileri ile zabıta arasında, dönüşüm kapsamında lisans yetkisi kazanan firmalarla lisanssız firmalar arasında, sektörde fiyatları kontrol etmek isteyen kağıt
üreticisi firmalarla hurda kağıt ihracı yapmak isteyen firmalar arasında, sektöre
yeni standartlar getirmeye çalışan devlet kurumlarıyla bu standartlara ayak uydurması mümkün olmayan firmalar arasında yaşanan bu gerilim ve çatışmalar
sürerken ilgili yasal düzenlemeler de bir kaç defa değişime uğradı. Belediyeler
kendi göreli özerk alanlarında ek yönetmelikler çıkararak regülasyon sürecini
kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tarif ederken, farklı sermaye grupları bakanlıklar, belediyeler ve bağımsız düzenleyici kurumlar üzerinden çıkarlarını
savunmak üzere kendi etki alanlarını genişletmeye çalıştılar. İşçiler ise öz örgütlenmeleri aracılığıyla özellikle belediyelerle yoğun bir mücadele ve pazarlık
içine girdiler.
4
Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 7
Geridönüşüm sektörüyle ilgili raporlara, kararlara, genelgelere ve yönetmeliklere baktığımızda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Rekabet Kurumu, Sayıştay, Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerinin mekânsal,
teknik ve sınıfsal açıdan farklı şekillerde sektörün biçimlenmesine etki ettiklerini, bazen de etki çabalarının istedikleri oranda sonuç vermediğini görüyoruz.
Devletin önceden belirlenmiş bir siyasi ve ekonomik projeye göre hareket eden
yekpare bir bütün değil, parçalı ve heterojen olduğunu, farklı basınçlara maruz
kalan ve birbiriyle çatışabilen kurumlardan oluştuğunu gösteriyor geridönüşüm
sektörü örneği. Yönettikleri toplumsal gerçekliği araştıran/analiz eden/yeniden
adlandıran; şiddet ve yasal yaptırımdan rızaya dayalı ittifaklara farklılaşmış bir
skalada toplumsal sınıflarla ilişkiye geçen; taklit/uyarlama/rol yapma gibi bir
dizi performatif stratejiyle gücünü icra eden; kimi zaman da aciz, kapasitesiz ve
yetersiz kalan aktörler bunlar. Bu kurumlarla ilişkiye geçen sınıfların da stratejileri çok yönlü: Devletin gücünü tanıyıp kendi lehine çevirme, devlet tarafından
tanınma ve sahip çıkılma arzusu, o güce meydan okuma ya da etki etme isteği
arasında gidip gelen bir sarkaçta hareket ediyor geridönüşüm sektöründeki emek
ve sermaye grupları da. Devletin farklı nedenlerle düzenleme başarısı göster(e)
mediği ya da boş bıraktığı alanlarda ise bu gruplar kendi enformel alanlarını ve
pratiklerini koruma ya da nüfuzlarını genişletme yoluna gidebiliyorlar. Böylece
yönetmeliklerde tanımlı haliyle geridönüşüm sektörünün olması beklenen ideal
durumuyla mevcut gerçekliği arasında ciddi bir fark oluşuyor.
Bu karmaşık resmi anlamak, devleti mikro düzeyde, gündelik işleyiş pratikleri, ritüelleri ve performansları içinde kavramak için nasıl bir araştırma gündemi
oluşturulabilir? Marksist devlet kuramlarının yanı sıra tarihsel sosyoloji ve antropoloji disiplininden çalışmalar bu gündemin sorularını ve yöntemlerini ortaya
çıkarmamıza yardımcı olabilir mi? Son olarak da devleti antropolojik açıdan çalışmak muhalif politik stratejilerin inşasına anlamlı uyarılarda bulunabilir mi?
“Polis”: “İç” savaşın ideolojik ve zor aygıtı
Ersin Vedat Elgür5
“Çünkü Savaş Makinesi çalışıp durur,
hiç durmaz, hiç dinlenmez, hiç uyumaz,
sürekli çalışır, her zaman yükselir, her zaman
tüketir, her zaman yok eder. Tekrar tekrar
savaş makinesi çalışıp durur, tarlalarda ve
5
Dicle Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü öğretim üyesi.
8 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
ormanlarda, sürekli çalışır, yağmalanmış evde
ve soyulmuş cesette, sürekli çalışır ve kopmuş
elden kanlı ellere, sonsuza dek kanlı eller,
paralar geçer, paralar değişir, paralar artar”
David Peace, Occupied City, 2009
20. ve 21. Yüzyılların fetiş kavramlarından biri olarak hukuk, liberalizmin
klasik savlarındaki insan hakları, yurttaş merkezlilik vs. gibi evrensel ve dolayısıyla tümel olarak sunulmuş ilkelerini terk mi ediyor? Söz konusu soruyu sormak dahi hukukun belirli bir zaman diliminde yurttaşlar arası ilişkileri rasyonel
biçimde düzenleyen sınıflar arası ilişkilerin nötr ve özerk bir aygıtı olduğu düşüncesini içerir. Ve doğaldır ki ekonomi politiğin kategorileri ile hukukun kategorilerinin üretilme süreçleri arasında ontolojik bir farklılık olduğu iddiası liberal hukukun temel savıdır. Marx’ın hem 1845’te “hukukun tarihi yoktur” iddiası
hem de bundan 20 sene sonra Kapital’de sömürgecilik ve ilkel birikim tartışmalarında mülksüzleştirilmiş bir “özgür” işçiler yığını üretilmesinde uluslararası
hukuka yaptığı vurgu, kapitalist üretim tarzı ile onun sert çekirdeği meta üretim
süreçlerinin toplumsalın uzamındaki tüm ontolojik ayrımları ortadan kaldırdığı
iddiası ile liberal sava tam bir karşıtlık sergiler –bu aynı zamanda idealizm ve
materyalizm arasındaki en temel ayrışmanın da ontolojik özerklik ve ontolojik
birlik tartışması etrafında döndüğünün bir görüntüsüdür.
Ülkemizde de söz konusu tartışmanın farklı biçimleri faşizm konusunda
yapılmıştır; Yeni Sömürgecilik tespitinden doğru açık ve örtük faşizm tespitleri ile sürekliliğe vurgu yapan savlar devrimci ve sosyalist strateji açısından
kavramsallaştırılmış, hukuk ve polise dair savlar ve mücadele de bu kuramsal
zeminden doğru belirlenmiştir. Örtük faşizm zamanlarında ideolojik ve zor aygıtları arasında göreli bir özerklik görünüşü açık faşizm dönemlerinde tam bir
iç içe geçmişlik barındırmış, zor ve ideolojik aygıtlar arasındaki ayrımı ortadan
kaldırmıştır. 1800’lerin başından beri gelen –en geniş- anlamıyla polis kavramı da salt bir kolluk olmanın ötesindeki yeni dönem işlevini kapitalist birikim
süreçlerinin tarihsel krizleriyle eş-zamanlı olarak kazanmaktadır. Metalaştırma
ve proleterleştirme süreçlerinin ilkel birikim formunu aldığı zamanlarda devlet
tartışmaları ve devrimci strateji açısından zor ve ideoloji arasındaki ayrım yiter;
ikisinin taşıyıcısı olarak düşünülen aygıtlar birbirlerinin özelliklerinin taşıyıcısı
haline gelir ki iç savaş mantığının mayalandığı süreçler aynı zamanda bu
örtüşmenin yaşandığı zamanlardır. Sunumum bu örtüşmenin yaşandığı tarihsel
bir dönemde olduğu iddiasını temellendirmeye çalışacaktır.
Özet Kitapçığı 9
Türkiye’de islamcılar, devlet ve burjuvazi: TOKİ’nin kültürel
ekonomi politiği
İsmail Doğa Karatepe6
Türkiye’de Başbakanlığa bağlı Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) 2002 yılından beri gerçekleşen faaliyetleri incelmeye değer. Çünkü her şeyden önce,
TOKİ vasıtası ile arka arkaya kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetlerinin dolambaçsız olarak konut sektörüne müdahalesi dünyadaki genel
eğilimler ile uyuşmuyor. Neoliberal çağ, küresel ölçekte kamunun konut sektörüne doğrudan üretici olarak katılımını, başka bir ifade ile arz yanlısı politikaları, radikal bir şekilde sınırlamakla kalmamıştır. Bu çağda, birçok ülkede
kamunun elinde var olan konut stoklarının hızlıca özelleştirildiğine ve kamunun
konut sektörüne olan müdahalesinin talep yanlısı politikalar (mesela kira yardımı) ile kısıtlandığına tanık oluyoruz.
TOKİ AKP hükümetleri zamanında kurulan bir kurum değil. Ama tartışmasız, yetkileri ve faaliyetleri hem niceliksel hem de niteliksel olarak islamcıların
AKP hizbinin 2002 seçimlerinde birinci parti olup tek başına hükümet kurması
ile arttı. TOKİ o zamandan bu zamana 600 binin üzerinde konut inşa etti. Hâlbuki kurulduğu 1984 yıllı ile 2002 yılları arası ürettiği konut sayısı bu rakamın
onda birine bile ulaşmıyor (43.145). Bunun yanında, çok sayıda okul cami ve
hastane inşa etmesi, sahip olduğu geniş topraklar, soylulaştırma projelerine
direkt katılımı ve yıl ve yıl artan otoritesi bize aslında sadece konut sorunu çözmek için kurulmuş bir kurumdan daha fazlası olduğunu gösteriyor.
Peki, TOKİ neden var ve bu idarenin son yıllardaki faaliyetlerinin kurumsallaşma süreçlerini nasıl açıklarız? Bu tarz bir araştırmaya birçok giriş noktası
var. Önerim böylesi soruların sorulduğu bu çalışmada Bob Jessop ve Ngai-Ling
Sum’ın son yıllarda geliştirdiği kültürel politik ekonomi (KPE) yaklaşımını
kullanmak7. Jessop ve Sum’ın geliştirdiği bu çerçeve bize gerek devlet
teorisindeki gerek kamu politikası analizindeki yapısalcı veya konstrüktivist8
Kassel Üniversitesinde öğretim üyesi.
Yazarların kültürel politik ekonomi üzerine yazdığı çok sayıda metinden bazıları şunlardır: Jessop, B.
(2010). Cultural political economy and critical policy studies. Critical Policy Studies, 3(3-4), 336–356.
doi:10.1080/19460171003619741; Jessop, B. (2013). Recovered imaginaries, imagined recoveries: a cultural
political economy of crisis construals and crisis-management in the North Atlantic Financial Crisis. In Before
and Beyond the Global Economic Crisis, pp. 234–254. Edward Elgar Publishing; Sum, N.-L., & Jessop, B.
(2013). Towards a cultural political economy: Putting culture in its place in political economy. Edward Elgar.
8
Mesela, bazı gözlemciler, TOKİ’nin varlığını inşaat sektöründe sermaye birikimini artıracak bir araca indirgiyorlar. Fakat pekâlâ, kıta Avrupa’sında birçok ülkede uygulanan talep yanlısı konut politikası da benzeri bir
şekilde açıklanabilir. Bazı gözlemciler hükümetin konut sektörüne katılımını Türkiye’deki islamcı hareketin
düşünsel dünyasıyla ilişkilendiriyor. Fakat bu açıklama biçimi de bu tarz bir katılımın bütün maddi olanakla6
7
10 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
yaklaşımların aşırı versiyonlarına bir alternatif oluşturuyor. KPE’nin cevap aradığı sorulardan biri neden bazı yorumlamaların (construals) diğerleri arasından
öne çıkıp, kurumsallaştığı. Yani, KPE yaklaşımıyla konut sektörüne devlet müdahalesine dair söylemlerin nasıl farklılaştığını ve seleksiyona tabi tutulduğunu
inceleyebiliriz. Böylesi bir incelemede, KPE bize semiyotik (söylem) ve semiyotik-dışı (maddi, mesela çeşitli burjuva fraksiyonlarının inşaat ile ilişkisi)
unsurların diyalektik ilişkisinin önemini işaret ediyor. Bu çalışmanın atölyeye
olası katkısı i) TOKİ örneği üzerinden Türkiye’de devlet tartışmalarına katılmak ii) dönemin çok yaratıcı bir ideolojik aygıtı olarak tanımlanabilecek bu
idareyi masaya yatırmak olarak özetlenebilir.
Neoliberal çağda dinin siyasal işlevi
Yücel Demirer9
Piyasanın siyasal, toplumsal ve ekonomik konularda üretilen kararların tek
kaynağı olması ilkesine dayanan ve kapitalizmin en vahşi biçimlerinden biri
olarak ortaya çıkan neoliberalizm, yalnızca siyasal ve ekonomik pratiklerle değil, dinsel inanç üzerinden üretilen ikna etme ve harekete geçirme biçimleriyle
de hayat bulur. Bu bağlamda, neoliberal çağ yalnızca soyut ilkelerin yerçekimsiz bir ortamda uçuştuğu bir ortam olmayıp, bir pratik eylemler dizgesinin sahnesidir de. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde kişide kendini neoliberalizm
için “aşma,” pazarın gelişimi için “kendini geliştirme” hissi yaratarak hayat bulan neoliberal akıl, bu ikna sürecinde dinden yalnızca yararlanmaz, onu yeniden
icat eder.
Kitlesel desteğini aile yapısına yaptığı vurgu, tüketici pratikleri ile inanç biçimlerini uyumlaştırma ve siyasal eylemsizlik hissi yaratma yoluyla genişletirken, neoliberal sistemin de ayakta kalmasını sağlar. Siyasal karar verme süreçlerinin ihtiyaca göre yapılandırılması, toplumsal sorunların sosyo-ekonomik
köklerinden uzaklaştırılması, iktidarın ağır elinin gündelik yaşama sokulması
ve bu arada ortamın otoriter bir siyasallık için hazırlanmasında din çok önemli
bir katalizör işlevi görür. Din itaatkâr ve üretken bir vatandaş tipinin yaratılmasında önemli bir rol oynar.
Bu sunuşta, neoliberalizmin, onun yalnızca soyut ilkeleriyle meşgul tanımlarına girme şansı edinemeyen din kavramı ve dinin neoliberal aklın kendini
inşa sürecindeki işlevi tartışılacaktır. Hem dinin neoliberal düşünce tarafından
rını ve kısıtlarını göz ardı edebiliyorlar.
9
Kocaeli Üniversitesi İİBF, Siyaset Bilimi öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 11
nasıl şekillendirildiği ve hem de dinin nasıl bu yaklaşımı etkilediği üzerinde
durulacaktır. Devlet ve din ilişkisini modernleşme üzerinden okuyan geleneksel
yaklaşımlara itiraz edilirken, dinin sınıfsal ilişkiler üzerinden bir okuması yapılacak, kapitalist dindarlık dinamikleri ve bunun ulusötesi arka planı tanımlanacaktır. Neoliberal sistemlerin a) nasıl dine ilişkin motif ve ibadetler aracılığıyla
ekonomik özneyi sistemin çıkarları doğrultunda dönüştürdüğü, b) kavramsal
ve kurumsal ilkelerinin kitlelerce benimsenmesinde ve uygulanmasında dinin
ne tür bir katkıda bulunduğu, c) üretkenlik ve ekonomik rasyonellik başta olmak üzere temel normlarını din aracılığıyla nasıl daha kolay kabul ettirdiği, d)
dinsel alanı farklı veya işlevi değiştirilmiş kurumlarla nasıl yönlendirdiği, e)
toplum içi müzakere formlarının nasıl dinselleştirdiği ve f) sosyal yardımların
ve dayanışma örüntülerinin nasıl kamusal olmaktan çıkarılıp dinin konusu haline getirildiği tartışılmaktadır. Özellikle çalışmayı, ticari faaliyet ile kar etmeyi
ve tanrısal irade önünde hesap verilebilirliği neoliberal ilkeler ile uyumlaştıran
mekanizmalar üzerinde durulmaktadır.
12 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Hukuk Teorisi Atölyesi
Marksist hukuk olanaklı mıdır?
Moderatör:
Bora Erdağı
21 Mayıs 2015 Perşembe
İlk Seans
10.30- 12.30
Öğle Arası 12.30- 14.00
İkinci Seans
14.00- 15.50
Çay-Kahve Arası
15.50- 16.10
Üçüncü Seans
16.10- 18.00
Özet Kitapçığı 13
Mülkiyet-devlet-hukuk arasındaki paralellikler
Barkın Asal10
“Marksist hukuk” deyimi, kendinde bir oksimorondur: bir yandan mülkiyetle
beraber devletin şekillenmeye başlaması ve bunun bir hukuk oluşumuyla neticelenmesi, mülkiyet-devlet-hukuk arasındaki paralelliği gösterir. Marksizmin,
mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi hedef alması ve en nihayetinde devletin sönümlenmesini öngörmesi; hukuka dair de aynı ön-belirlenimle hareket edeceğini de ortaya koyar. Bu anlamda, olası bir “Marksist hukuk” ancak, hukukun
yok edilmesini amaçlayacaktır. Diğer yandan ise, modern hukukun yaptığı -en
azından ilk aşamalarında- (çünkü yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar istisnai
olan, ancak bu tarihten sonra birçok ülkede kurulan anayasa mahkemeleri, norm
denetimi yaparak burada öne sürülen kuraldan bir sapma meydana getirir; keza
Kıta Avrupası Hukuk Sisteminin hâkim olduğu görülen yerlerde idari mahkemelerin yaptığı idari düzenlemelere ilişkin denetimler de aynı şekilde değerlendirilebilir) hukuk öznelerinin (gerçek veya tüzel kişiler) tekil fiiliyle alakalı bir
hükme varmaktır. Halbuki Marksistler, birey temelli bir niteleme yoluna gitseler bile; temelde bireylerin toplum içindeki yerini, daha doğrusu sınıf savaşımı içindeki konumunu ele alan bir bilgiye ulaşmak isterler. Kısaca toplumdaki
bir tikelliğin davranışını teşhis etmek veya bir tümeli tanımlamak ana eksendir.
En iyi ihtimalde bireyin, içinde yer aldığı tikelliğin veya tümelin davranışlarına
uygun veya ihlal edici bir şekilde eylemlilikte bulunması, sınıf savaşımı içinde
anlamlandırılması gereken bir husus olarak karşımıza çıkar. Şöyle de denilebilir:
hukuk bireysel fiillerin değerlendirilmesiyle ilgiliyken, Marksizm ise sınıfların
veya onların içindeki çeşitli hiziplerin hareket tarzlarıyla uğraşır. Ancak bu noktada, hukukun bireysel fiillerin değerlendirmesini neye göre yapacağı meselesi Marksist bir hukuk kuramı oluşturmak açısından hukukla kurulabilecek en
önemli bağlantı noktasını da verir: “Devlet, egemen sınıfın bireylerinin kendi
ortak çıkarlarını geçerli kıldıkları ve bir çağın burjuva toplumunun tamamını
özetleyen biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, tüm ortak kurumlar devlet
aracılığıyla oluşur ve politik bir biçim kazanır. Hukukun iradeye, hatta maddi
temellerinden kopmuş olan özgür iradeye dayandığı yanılsaması buradan kaynaklanmaktadır.[...] Medeni hukukta mevcut mülkiyet ilişkileri, genel iradenin
sonucu olduğu ifade edilir. Jus utendi et abutendi, bir yandan özel mülkiyetin
topluluktan tamamen bağımsız bir hale geldiği gerçeğini, öte yandan da özel
mülkiyetin kendisinin yalnızca bireysel iradeye, şeyler üzerindeki keyfi tasarrufa
dayandığı yanılsamasını ifade etmektedir” (Karl Marx, Alman İdeolojisi).
10
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
14 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Hukuk çalışmaya devam etmeli miyiz? Sistemik bir analiz
Gökçe Çataloluk11
Hukuk-Marksizm ilişkisini sorgulamak için iki temel güzergâh olduğu söylenir. Hukukun sistem olarak görece özerkliğini sağladığı XVIII. yüzyılda tamamlanan anlam evreninin kuramsal eleştirisi bu güzergâhların ilkidir ve Avrupa
merkezli sosyal teorinin bu alanı geçtiğimiz yüzyılda büyük oranda tükettiğini
iddia etmek yanlış sayılmaz. İkinci güzergâh ise Marksist teorinin öngördüğü
devrimci perspektifle paralel olarak tarihsel ve reel sosyalist deneyimler ışığında gelişir. Kabaca, sosyalist bir toplumda hukukun yerini sorgulamak için
kullanılacak bu güzergâh, günümüz ikliminde ilkine göre daha çorak sayılabilir.
Peki, bu bereketsiz topraklar neden hala mesele üretmektedir? Yahut -cevabını pekâlâ bilmemize rağmen- “Marksist hukuk olanaklı mıdır?” sorusunu bize
sorduran nedir?
Sunulacak çalışmada, değinilen iki güzergâhı zorunlu olarak birleştiren “devrim” düşüncesi, çıkış noktası olarak alınacak ve burjuva hukuk kuramının bugün
geldiği noktada Marksistler için anlam taşıyan çalışma alanının sınırları çizilmeye
çalışılacaktır. Bu ise, diyalektik yöntemin temel parametrelerini kaybetmedenama hukuku da üstyapının uysal bir unsuru olarak değersizleştirmeden- sistem
kuramından yöntemsel destek alınarak yapılacaktır. Bu amaçla, öncelikle bu
“sonuna yazgılı” sistemin işlevini yeniden değerlendirmek, düzen sağlama
ve uyuşmazlık çözmeye ilişkin klasik iddiaları toplum sistemlerinin karşılıklı
bağımlılıkları çerçevesinde test etmek gerekir. Zira sistemin “sönümlenmesi”
ancak, işlevini başka bir toplumsal sisteme devri ile mümkün olacaktır. İkinci
olarak, bir burjuva hukuk nosyonu olarak öznenin yatay ve dikey olarak genişlemesiyle bildiğimiz (sahip-olan) özne kurgusunda geri dönülemez eşiğin aşıldığına işaret edilecektir. Burada Althusser’in özneye ilişkin değerlendirmesinin
ötesinde; sibernetik, nöroloji ve toplumsal psikoloji disiplinlerinin bulgularından faydalanmak gereği ortaya çıkar ve bu doğrultuda yeniden kurgulanacak
bir hukuk öznesinin sosyalist toplumlar için işbölümünün yeniden örgütlenmesi
sürecinde üreteceği hukuki problemler öngörülebilir bir hal alır.
Ve son olarak bu iki tartışmayı da kapsayacak şekilde, hukuk sisteminin cezalandırma yetkisi ve araçlarını, bireyin uyma davranışına ilişkin irade kökenli
teorilerin açığa çıkan zaaflarıyla yeniden değerlendirmek ve sosyalist bir toplumun ihtiyaçlarını buna göre tasarlamak gereğine işaret edilecektir.
“Marksist hukuk” mümkün değildir, ancak sosyalist toplumların normatif
11
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 15
beklentilerinin istikrara kavuşması için “fani” bir hukuk sistemine ihtiyaç vardır. Burjuva hukuk nosyonlarını bu toplumlara taşırken ise (Paşukanis’i takiben
aksinin mümkün olmadığını ekleyelim) hukuk kuramının diyalektik bir eleme
yapması gerekir ki bu; sonranın değil, bugünün meselesidir.
Yapılan değerlendirmelerinin en genel sonucu, bugünün hukuk kuramına
hak temelli olmayan, sistemik bir hukuk anlayışı yerleştirmek zorunluluğudur.
Ancak bu zorunluluk, son derece pratik bir sorunla, hak mücadelesi “öznesi”
olarak Marksist hukukçunun, varlığını mesleğinde anlamlandırma çabası ile
maluldür. Çalışma, bu çabayı gereksiz kılabilecek savlar içermek muradındadır.
Hukuki dönüşüm aynasında toplumsal analiz
Kasım Akbaş12
Hukuksal değişim, toplumsal, siyasal ve ekonomik ilişkilerin değişimini
yansıtır. Aslında burada yalnızca basit bir “ayna tutma” işlevinden söz etmek
eksiktir. Zira hukuk, tüm bu ilişkilerin aslında bir kez daha çevrime uğradığı,
yeniden ama bu kez hukuksal olarak kurulduğu alanın adıdır (Karahanoğulları,
2004, s. 8). Dolayısıyla salt toplumsal değişime vurgu yapan yaklaşımların, bugünkü tabloyu mükemmelen temsil etmeleri mümkün görünmez.
Hukukun dönüşümü dediğimizde, bir yandan çeşitli devlet erkleri tarafından
gerçekleştirilen düzenleyici faaliyetlerin içeriğinin değişmesinden; bir yandan
da hukuk düşüncesinin değişiminden söz ediyoruzdur. Sıkça paralel seyretmekle birlikte, bu ikisini iki ayrı düzey olarak kabul etmek zorunludur. Söz gelimi, hukuk kuralı çıkartacak meşru otoritenin kim olması gerektiğine ilişkin
düşüncenin değişmesi, kuşkusuz bir hukuk kuralının içeriğinin değişmesinden
farklıdır. Ama meşru otoriteye ilişkin düşünsel değişim, özellikle bazı kuralların
içeriğinin de değişmesini beraberinde getirir.
Buradaki sıra ile ifade edecek olmasak da çalışma kapsamındaki temel önermelerimiz şunlardır: Hukuk aracılığıyla gerçekleştirilen normatif düzenlemelerin sayısında muazzam bir artış görünüyor. Hukuksal düzenlemeler artık yalnızca, klasik liberal hukuk anlayışının öngördüğü gibi, halkın oyu ile seçilen
yasama meclisleri tarafından gerçekleştirilmiyor. Bugün artık, ulusal ya da
ulus-üstü düzeyde çok sayıda yasakoyucu mekanizmadan söz etmek mümkündür. Bu mekanizmalar, sermaye egemenliğinin araçları olarak karşımıza çıkıyor. Daha doğrusu, son yüzyılın sonu ile birlikte sermaye klasik parlamenter
12
Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesi.
16 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
demokrasiyi by-pass etmesini gerektirecek çok sayıda gelişmeyle karşı karşıya
kaldı. Zaman zaman siyasal zaman zamansa ekonomik kriz formuyla karşımıza
çıkan bu gelişmelere, toplumsal yaşamın düzenini sağlarken kullanılan hukuk
aracının yeniden dizayn edilerek karşılık verilmesi gerekti. Böylece bir yandan
oyunun kurallarının nasıl belirleneceği, bir yandan da yeni kuralların ne olacağı
tartışması gündeme geldi. Gelinen aşamada buna ilişkin bulunan çözüm, bazı
alanların halk ile egemen arasındaki çatışmada sağlanan denge ile belirleneceğinin kabul edilmesi; bazı alanların sermayenin belirleyiciliğine bırakılması ve
bu yeni kurallara uymayanların devlet ve hukuk aracılığıyla hayli sert bir şekilde cezalandırılması şeklinde tezahür etmektedir.
Ceza hukukunun sönümlenmesi üzerine düşünceler
Mehmet Cemil Ozansü13
Modern ceza hukuku, barındırdığı tüm hukuksal biçimler (muhakeme, infaz, maddi hukuk vb.) ve düşünsel kabullerle (suç politikası, cezalandırmanın
felsefesi) birlikte, erken modernlikten günümüze kadar uzanan bir tarihselliğin
mahsulüdür. Hukuku inşa eden Batı Avrupa kapitalizminin ürünü olan anılan
ceza hukuku biçimleri, kapitalizmin bir dünya sistemi vasfı kazanması sonrasında da evrensel hukuk biçimleri olarak genel-geçerlilik kazanmışlar, arkaik
hukuk-benzeri yapıları tarih sahnesinden silmişlerdir.
Ceza hukuku biçimlerinin sönümlenmesi üzerine yapacağımız spekülasyonlarda öncelikle anılan tarihsel gelişimden kaynaklanan hukuksal biçimin karakteristiği ortaya koyulmalıdır. Zira böylesi bir akıl yürütmede öncelikle en gelişkin sınıflı topluma ait olan hukuksal biçimlerin var oluş koşullarının Marksist
bir tahlili yapılabilirse, insanlığın da bunlardan kurtuluşunun maddi imkânları
tartışılabilecektir. Ancak meselemiz sadece muhayyel bir geleceğe dair akıl yürütmeyle sınırlı kalamaz. Zira ceza hukukunun veya hukukun sönümlenmesi
süreci, ancak önceden planlanabilir bir programın sonucu olabilecektir.
Şu halde bir geçiş dönemi olarak tanımlanan proletarya diktatörlüğü dâhilinde
ceza hukuku gibi “sınıfın örgütlü terörüne” dönüşebilecek olan bir aygıtın hangi
vasıflarıyla diktatörlüğün hizmetinde olabileceği de programatik bir yönelim
sorununa işaret eder. Bu bağlamda Avrupa’da ve dünyanın geriye kalanında
hayat bulmuş olan işçi devletleri deneyimlerinin tecrübeleri de dikkate alınmalıdır.
13
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 17
Marksist hukuk analizi literatüründe, ceza hukuku biçimleri üzerinde en geniş çaplı –incelenen unsurlar bakımından sınırlı ama kuramsal derinlik bakımından güçlü- araştırmayı ortaya koyan Paşukanis ile proletarya diktatörlüğü
“hukukunun” özelliklerini inceleyen Stuçka’nın çalışmalarını hareket noktası
olarak ele almamız isabetli olacaktır. Anılan kuramcılara referansla “çürüyen
kapitalizm” koşullarındaki hukuksal biçimlerin taşıdığı gerici dönüşümü de
vurgulayabilirsek, önümüzde duran sönümlenme sürecinin rasyonel gerekliliğini de bir kez daha ispat edebiliriz.
Şu halde, atölyenin konusu olan “Marksist hukuk olanaklı mıdır?” sorusuna
–inceleme alanımız olan “devletin cezalandırma tekeli ve bunun işlevleri” bağlamında- iki kısımda cevap vermeyi deneyeceğiz. Bunlardan ilki, modern kapitalist ilişkiler dâhilinde ceza hukuku biçimlerinin ifade ettikleri tarihsel ve toplumsal anlamın izah edilmesi. İkincisi ise müstakbel bir devrimin programında
“ceza hukuku” adı altında ne gibi öğelerin yer alabileceğidir. Son kısımdaki
analizlerden “hukukun sönümlenmesi” sürecine dair öngörüleri ve hukukun
olası yıpranma projeksiyonunu çıkarabiliriz.
Marksist hukukun kaynağı:
Devletin kamu hizmeti ve hak dolayımı ile eleştirisi
Mustafa Bayram Mısır14
Kamu hizmeti ve hak, ya egemenlik kuramlarının yaptığı gibi devleti toplumsal varoluşun doğası kılmak için ya da eleştirel kamu hukuku geleneğinin
izini sürdüğü gibi, egemenlik kuramları ve devleti eleştirmek için kullanılabilecek maddi hayattan kaynaklanan dolayımlardır. Marx ve Engels’in eleştirisine uğrayan birinci yaklaşımın önemli savunucularındna biri Hegel, diğeri de
Stirner’dir. İlki diyalektik, ikincisi mekanik metafizikçi olan bu iki düşünüre de
Marx ve Engels, hak kavramını metafizikleştirdikleri eleştirisini, hakkın, “devlet”ten (Hegel’de) ya da Kutsal Yasa’dan (Stirner’de) değil, insanların maddi
ilişkilerinden ve aralarındaki bundan kaynaklı çelişkilerden doğduğunu belirterek getirmişlerdir. Kamu hizmeti ve hak, elbette bir soyutlamadır ama kökleri
maddi hayatta olan gerçekliğin kavramsallaştırmasıdır. Toplumun güçten yalıtılmış olan varoluşu, kamu hizmeti ve hakkı gereksinir.
Kamu hizmeti ve hak, toplumsal varoluş, sınıflı toplumların gerçek tarihinde toplum hep güçle “egemenin iktidarı/devletin iktidarı” metafizik varsayıma
14
Ankara Üniversitesi öğretim üyesi; Praksis Dergisi yayın kurulu üyesi.
18 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
insanlarca beden kazandırılması ile hayat bulduğundan siyasaldan yalıtılamadığı için hep siyasalla birlikte düşünülmüştür. Halbuki, siyasalın ömrü “devlet
iktidarı/egemenliği/kişiliği” varsayımının toplumsal beden edinebildiği sınıflı
toplumla sınırlıdır. Kamu hizmeti ve hak ise, siyasalın aksine sınıflı toplumları
aşan bir maddi içeriğe sahiptir.
İşte, Marksist hukuk, kamu hizmeti ve hakkın, siyasal olmaksızın
gerçekleştirilebileceği maddi koşulları ima eden tarihsel maddeci düşünüşten
kaynaklanır. Mevcut hukuku dışlamaz, aksine, sosyalizmin kapitalizmin
bağrında gelişmesi gibi mevcut evrensel hukuk içinde ona karşı mücadele
ederek gelişir ve siyasalın sönümlenmesi mücadelesine eklenerek, hukuku,
devlete karşı bir kamu hukuku (özgürlükler hukuku) olarak kurar.
Bu hukukun iki maddi ögesi/temeli bir birini diyalektik olarak “özgürlük”
dolayımı ile kuran kamu hizmeti ve haktır. Hegel’in iddiasının tam tersine, devlet hak dolayımı ile özgürlüğü kurmaz, aksine devlet hak dolayımı ile özgürlüğü
boğar. Komünist hareket ve program, özgürlük dolayımı ile kamu hizmeti ve
hak temelinde toplumu siyasaldan arındırılmış bir öz yönetim olarak kurmaya
yönelir. Kamu hizmetleri herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar yaygınlaşacak, herkes kendi yeteneğine göre toplumsal zenginliğe katkıda bulunacak ve
bu zenginlik üzerindeki hakkın tek gerçekleşme biçimi, kamu hizmetine erişim şeklinde olacaktır: Böylece hak, gerçek hak olarak gerçekleştirilmiş, tıpkı
demokrasinin gerçek demokrasi olarak gerçekleştiğinde aşılması gibi, hak da
kamu hizmetine ihtiyaç temelli erişim gerçek kılındığında hak olarak aşılacaktır.
Güncele taşındığında ise, hak mücadeleleri, bu programın somut ifadesidir.
Diyalektik hukuk bilimi
Onur Karahanoğulları15
Hukuk biçimini almış toplumsal ilişkilerin anlaşılması, hukuksal biçimlerin
çözümlenebilmesi, toplumsal gerçekliğin kavranmasında hukukun ve hukukçuların yarattığı çifte dolayımın aşılabilmesi için diyalektik hukuk biliminin temel
ilkelerinin belirlenmesi, incelenmesi ve işlenmesi, hukuku bilmenin genel biçimleri, yöntemleri ve araçlarının bulması gerekiyor.
Toplumsal ilişkilerin hangi düzenleme biçimi hukuktur? Özgül biçim kazanmış olanlar hukuktur. Özgül biçim siyasal zor ile dayatılmış biçimdir. Çelişki15
Ankara Ü., SBF., Mülkiye öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 19
nin ancak siyasal zorun müdahalesiyle baskılanabileceği veya bastırılabileceği
toplumsal ilişkiler, adlı adınca emek – sermaye çelişkisi ve onun oluş hali olan
mübadele ilişkisi sözkonusudur.
Hukuka, hukuksal biçimlere sabit, kesin, ebedi görüntüsü veren şey belirlenmiş çelişkilerin, içeriğin boşaltılmasıyla gizlenmiş ve gözden uzaklaştırılmış olmasıdır. Çelişki içermediği düşünülen gerçeklik sonsuz bir yinelenmedir,
kaderdir. Hukuk düşüncesine ilk çelişki, varlık yokluk çelişkisi, sönümlenme
arayışı ile sokulmalıdır. Her hukuk gerçeğinde ve biçiminde çelişkiyi araştırmak, çelişkinin çözülmesi aracılığıyla daha somut, daha belirlenimli, olumluya
doğru ilerlemek gerekir. Hukuka devinimini kazandırmak için çelişkiyi hukuka
sokmak gerekir. İlk çelişki hukukun varlığının karşısına yokluğunu koymaktır.
Her hukuksal biçim, yokluğu ile sınanmalıdır. Varlık yokluk temel çelişkisinin
yanısıra her hukuksal biçimin taşıdığı temel çelişkiler belirlenmeye çalışılmalı,
bunlar çalıştırılarak hukuksal düşünüş devindirilmelidir.
Hukuk bilgisinde varlık ve yokluk, oluş ve varoluş, nitelik ve nicelik, soyut
ve somut gibi terimlerin bağlantısı genellikle kopuktur. İlişki, hukuk bilgini için
ağır bir yük, laf ebeliğidir. Hukuksal biçim ile içerik bağlantısı oluşta kurulur.
Hukuku inceleyen akıl (düşünce) devingen olmalı, devinimin düşüncesi olmalı,
öte yandan, bunu yaparken de belirli biçimini yitirmemeli, tutarsızlıklar içinde
kaybolmamalıdır.
Hukuktaki yasalar/kurallar hukukun varlığının, oluşunun yasaları değildir.
Hukuk düşüncesi, ortada basitçe yasaları görünce hukukun oluş yasalarını araştırma zahmetine girmez. Bunları alır düşüncenin yasalarına dönüştürür, bunları
olgularda yeniden tanır ve bir aşamada olguların varlığını hukuka borçlu olduğu
sonucuna varır. Hukuksal biçim, hukuksal kurgu, özne, irade, hukuksal ilişki,
zor, zorunluluk, vb. yasaları ortaya koymalıdır hukuk bilimi. Bütünün bilgisi
hukuk biliminin hedefi olmalıdır.
Diyalektik akıl bilmenin iki yönünü, algılanabilir doğrudanın deneyimlenmesi ile soyutlama, biçim ve düşünmeyi birleştirir, aşar. Hukuk bilgini ve uygulamacısı bu ikisini ayırır. Soyut biçimler kendisini deneyime dayatır, bütün
yaşam hukukla düzenlenir ya da hukuki realizm için ancak uygulama vardır,
uygulamacının her kararı hukuktur. En soyut hukuksal biçimler sabitlenmiş özlerin taşıyıcısı değil, hareketli, çoğul, çeşitli ve çelişkili gerçeğin, bir aşamada
biçimi de dönüştürecek gerçeğin taşıyıcısıdır.
Hukuk bilim değildir. Hukukun bilimi olabilir. Neden ve nedensellik olmadan bilim de olmaz. Nedenselliği iki olgu arasında kurmaya çalışmak hatadır.
20 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
“Bir olayı incelemek onu bilmeye çalışmak onu, en yakın tüm ilişkilerinden
tüm evrene doğru ilerleyen ilişkilerin bütünü içinde yeniden kurmaktır. Bunlardan daha az temel olanlar, olayı incelemek için belli bir açıdan ve geçici
olarak bir yana konulabilir.” Ama hep “sorumlu araştırması” yapan, toplumu
veri olarak kabul etmeyen ve tek özne olarak bireyi gören hukuk için bu uygun
bir anlayış değildir.
Devlet ve hukuk ebedi biçimler değildir. Bunların insanlık tarihinden silinmesinin başlangıcı devrim anı olmadığı gibi ortadan kalkacakları gün için de
bir tarih veya aşama verilemez. Kapitalizm içinde de hukukun sönümlenmeye
doğru yönelmesi olanaklıdır. Kapitalist toplumsal formasyonda, mübadele ilişkilerinin egemen sınıflar lehine, belki de çoğunlukla onlar lehine veya emekçi
sınıflar lehine kısmen de olsa bozulduğu, geriletildiği ve aşıldığı alanların hukuki biçimler kazanmasına özel olarak çalışılmalı; ortaya çıkmış bu biçimler, sapmalar, bozukluklar, istisnalar ve daha da önemlisi düzenin basit tavizleri olarak
hor görülmemelidir. İnsanlık biriktirir. Nitel bir patlama olan devrim, nicel birikimlere dayanır. Bir ihtilal olarak kalmayıp inkılap olacaksa, devrimleşecekse,
hedef aşamalılık değil oluştur.
Hukuku toplumsallaştırmak gerekir
Yasemin Özdek16
Bu çalışmanın tartışacağı başlıca sorun, hukuk alanında 18. ve 19. yüzyıllarda
temel bir kavramsal ayrım olarak üretilen kamu hukuku/ özel hukuk ayrımıdır.
Bu ayrımın tarihte daha eski öncülleri olsa da, kapitalist hukuk sisteminin temel
bir kurgusal ayrımı olarak yeniden inşa edilmiş ve piyasa ilişkilerinin meşrulaştırılmasında merkezi bir rol üstlenmiştir. Kapitalizmde kamu hukuku-özel
hukuk ayrımı; ekonomi-siyaset, kamusal alan-özel alan kavramsal ayrımlarının
hukuk alanındaki izdüşümüdür ve sermaye egemenliği ile devlet egemenliği
arasında yapay bir ayrım yapılmasını sağlayarak sermaye egemenliğinin siyasal
zordan ayrı düşünülmesine hizmet etmiştir. Kamu hukuku/ özel hukuk ayrımının pratikte önemli işlevleri ve sonuçları vardır: Bu ayrıma dayanılarak bir
yandan mülkiyet, ticaret, üretim, sözleşme, ücret gibi piyasa sisteminin ekonomik ilişkileri “özel hukuk” alanında kabul edilerek bu ilişkiler özel iktidarların
egemenlik alanına terk edilir, diğer yandan aile “özel hukuk” alanı içinde kabul
edilerek ataerkil ilişkilerin yeniden üretilmesi sağlanır. Kapitalizmde “kamu hukuku”nun anlamı ise devletin hukukuyla özdeşleştirilmiş ve böylelikle modern
16
Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 21
kapitalist devletin yurttaşlar üzerindeki egemenliği için ideolojik bir temel kurulmuştur.
Çalışmanın ilk bölümünde yukarıda anahatları özetlenen burjuva kamu
hukuku/ özel hukuk ayrımının yapısal temelleri sorgulanarak bu ayrımın bir
eleştirisi sunulacaktır. İkinci olarak, neoliberal kapitalizmin kamu hukuku/ özel
hukuk ilişkilerinde yarattığı değişiklikler ele alınacaktır. Bu değişikliklerin
rotası, şirketler gibi piyasa aktörlerine kamusal yetkilerin devri nedeniyle kamu
hukuku/ özel hukuk ayrımının bulanıklaşması ve özel hukukun kapsamının
giderek genişlemesidir.
Kapitalizmin kamu hukuku/ özel hukuk ayrımının kurgusal ve keyfi niteliğinin açığa çıkarılması, kamusal alanın toplumcu bir perspektifle yeniden inşa
edilmesi için bir önkoşuldur. Hukuk doktrini ve uygulamasında nötr ve apolitik
bir ayrım olarak sunulan kamu hukuku/ özel hukuk ilişkilerinin bütünlüğünden
hareket eden yeni bir yaklaşımın geliştirilmesi gereği, çalışmanın tartışacağı
son konu olacaktır. Bu bağlamda, hukuki pozitivizmin hegemonyası eleştirilecek, hukuk ile devleti özdeşleştiren bir yaklaşıma karşı aşağıdan toplumsal
mücadelelerle kamu hukukunun eşitlikçi bir biçimde yeniden kurulması gereği
savunulacaktır.
22 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
2. Gün
22 Mayıs 2015 Cuma
Sempozyum Açılışı 10.00- 10.40
Çay/Kahve Arası
10.40- 11.00
I. Oturum: Devlet Teorisi Paneli
11.00- 13.00
Öğle Arası
13.00- 14.30
II. Oturum: Hukuk Teorisi Paneli
14.30- 16.30
Çay/Kahve Molası
16.30- 16.45
III. Oturum: Türkiye’de Hukukun ve Devletin Gündemi
16.45- 18.45
Özet Kitapçığı 23
Devlet Teorisi Paneli
Devlet ve kapitalizm karşısında
sınıf/sızlık siyasetinin görünümleri nelerdir?
Moderatör
Hülya Kendir
2. Gün
22 Mayıs 2015 Cuma
I. Oturum: Devlet Teorisi Paneli
11.00- 13.00
24 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Rejim tartışmalarına sermaye açısından bakış
Ayşe Evren Hoşgör17
Bu çalışma, AKP iktidarıyla birlikte devletin kurumsal yapısında gerçekleşen
dönüşümleri sermaye açısından incelemeyi amaçlamaktadır. Çünkü kurumsal
bir topluluk olarak devlet, sınıf bağlantılı (ama zorunlu olarak sınıf bilinçli olmayan) çelişkiler ve çıkarlar ekseninde bölünmeler gösterir. İktidar bloğunu
oluşturan kapitalist sınıfın/fraksiyonların farklı çıkarları, devletin çeşitli aygıtlarında ve farklı katmanlarını çaprazlamasına kesen karmaşık ağlarda, yani devletin maddi kurumsal yapısında somutlaşır. Nitekim 1990’lı yıllarda sermaye
içi artan çelişkilere bir çözüm olarak devlet iktidarının giderek teknokratik-yönetimsel aygıtlarda toplanması, bir yandan karar alma süreçleri üzerindeki demokratik kontrol mekanizmalarının giderek azalması (dolayısıyla, geniş halk
kitlelerini siyasetin alanından uzaklaştırılması), öte yandan iktidar merkezlerinin belli çıkarların dışındaki diğer çıkarlara kapatılmasıyla (dolayısıyla, iktidar
bloğu içindeki hakim fraksiyonun gücünün yoğunlaşmasıyla) sonuçlanmıştır.
Uluslararasılaşan sermaye gruplarının çıkarlarıyla daha uyumlu bir kurumsal yapı oluşturulmasına imkan tanıyan bu süreç, aynı zamanda, sermaye içi
bir yığın çelişik ve eşitsiz güç ilişkisine de yol açmıştır. Bu çelişkiler, AKP
iktidarında belirginleşmiş; söz konusu teknokratik kurumlar ve uzmanlaşmış
ekonomik aygıtlar iktidarın stratejik eylem alanını daraltan direnç merkezleri
haline gelmiştir. Siyasal iktidar ise, devletin kurumsal yapısını güçlendirme-zayıflatma ekseninde çift taraflı bir yeniden yapılanmaya tabi tutmuştur: Bir yandan sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için gereken stratejik reformlar
gerçekleştirilirken, öte yandan yeni iktidar odakları/ağları içindeki stratejik
pozisyonlar aracılığıyla muhafazakar tabanın çıkarlarını (ekonomik ve politik)
dolaysız temsil etme imkanları yaratılmıştır. Ancak devlet iktidarının yeniden
düzenlenmesinde muhalif seslerin giderek dışlanması, hem bağımlı sınıfların
çeşitli kesimleri hem de farklı sermaye dilimleri gözünde iktidarın tarafsızlığını
yitirmesi ve belli kesimlerin çıkarları ile özdeşleşmesiyle sonuçlanmıştır. Öyle
ki, 2013 Haziranını izleyen süreçte izlenen politikalar toplumsal çelişkileri baskılamaktan ziyade derinleştirmiş, dahası, meşruiyet krizi, temsil krizi (hatta
devlet ya da otorite krizi) gibi bir dizi siyasal kırılmayı ve ideolojik tıkanmayı
da beraberinde getirmiştir.
Günümüzde ise, bir yandan söz konusu kriz eğilimlerini baskılamak, öte yandan güçler dengesindeki değişiklikleri kalıcı hale getirmek üzere devletin işle17
Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 25
yişine ilişkin norm ve kurallar değiştirilmeye çalışılmaktadır. Dahası, yeni bir
siyaset ve yönetim biçimini dayatacak olan bu dönüşümün toplumsal yeniden
üretim alanına ilişkin ciddi önermeleri mevcuttur: Süreç, iktidarın vizyonu ve
siyaset projesiyle uyumlu yeni bir moral-ideolojik değerler manzumesi, kültürel
bir çerçeve ile yeni bir birey (vatandaşlık) ve toplumsallık anlayışını da beraberinde getirmektedir. Kuşkusuz bu dönüşümün hem sınıflar mücadelesi hem
de sermaye içi güç dengeleri bakımından farklı sonuçları olmaktadır/olacaktır: Zira kapitalist devlet biçiminin sermaye hakimiyetinin dolayımlanmasında
belirleyiciliği vardır; dolayısıyla, birikimin hangi doğrultuda yönlendirildiğine,
sınıfsal (sınıflar arası ve sınıf içi) güç dengelerine ilişkin tercihlere ve ayrıcalık
tanınan çıkarların hangi aygıtlar ve mekanizmalar aracılığıyla temsil edildiğine
dair çıkarımlar yapmamıza izin verir. Nitekim bu çalışmada, devletin temsiliyet, müdahale ve eklemlenme biçimlerinde gerçekleşe(n/cek) değişiklikler hem
birikimin genel ihtiyaçlarıyla uyumluluğu hem de sermaye içi güç dengeleri
açısından incelenecektir. Söz konusu bu biçimsel boyutların yanı sıra devlet
iktidarının özgül görünüşü belirleyen diğer boyutları (toplumsal temelleri, devlet projesi ve hegemonik vizyon) da benzer şekilde öncelikli olarak sermaye
cephesinden ele alınacaktır. İktidar bloğu içindeki çelişkiler kendilerini hakim
sınıfın çeşitli fraksiyonları ile bağımlı sınıflar arasındaki ilişkide dışa vurduğu
kesitlerde bu dönüşümün bağımlı sınıflar üzerindeki etkileri de serimlenecektir. Bu bağlamda çalışmanın temel amacı, rejim tartışmalarına ilişkin literatüre
hakim olan siyasal indirgemeci analizlerin ötesine geçerek birikimin uluslararasılaşması ve küresel ekonomik kriz bağlamında heterojen güçlerin takip edebilecekleri çoklu ve çelişkili stratejileri göz önüne sermektir.
Sınıflar mücadelesinin politik toplumdaki tezahürü: Halk
egemenliği
Metin Özuğurlu18
Bu çalışman neoliberal dönem boyunca sınıflar mücadelesinin uluslararası
plandaki en belirgin politik tezahürünü teşkil eden halk egemenliğini konu almaktadır. İçinde bulunduğumuz dönem bakımından sınıflar mücadelesinin farklı
coğrafyalardaki gerçekleşme biçimi, halk egemenliğinin hangi siyasal biçimler
altında yeniden tesis edileceği sorusuna odaklanmış durumdadır. Emek-sermaye çelişkisinin politik ifadesi, dolaysız bir biçimde halk egemenliğinin yeniden
kuruluşu etrafında cereyan eden mücadelelerde somutlaşmaktadır.
18
Ankara Üniversitesi SBF., Mülkiye öğretim üyesi.
26 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Halk egemenliğinin inceleme çerçevesinde emperyalizm ile devrim ve demokrasi boyutları yer alacaktır. Ulusal iç pazarların eşitsiz ve hiyerarşik eklemlenmesiyle oluşan uluslararası piyasa düzeninden, teritoryal egemenlik sahasının sermaye hareketleri bakımından anlamsızlaşması neticesinde dev şirketlerin
karlılık ve rekabet edebilirlik önceliklerine tabii “küresel piyasa” düzenine
geçilmesi, halk egemenliğini yeniden güncelleştirmiştir. Bütün metaların fiyatı
gibi emek gücünün fiyatının da uluslararası piyasalarda belirleniyor olması,
halk egemenliğini yeniden güncelleştiren ana etkenlerdendir. Eğer egemenlik
en genel tanımıyla coğrafi bir sınır üzerindeki en yüksel otorite demek ise 17.
yüzyılla birlikte Ortaçağın toplumsal bölünmüşlüğüne alternatif olarak laik
içeriği ile gelişen egemenlik kavrayışı, ulus-devlet birimini esas alarak farklı
biçimler altında 20. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüşse de, günümüzde adeta
yeniden güncelleşmiştir. Kapitalist birikim dinamikleri egemenliğin taşıyıcı
birim (devletin ulusal niteliği) ve biçimini (parlamenter temsili demokrasi)
erozyona uğratmış, din temelli siyasalaşma ile egemenliğin kaynağı bile
tartışılır hale gelmiştir. İstihdam temelli toplum örgütlenmesinin geriletilmesi,
çalışmanın güvencesizlik kalıbına oturtulması ve politik toplumun çözülmesi
neticesinde, kimlik temelli topluluk oluşumu için verimli bir ortam söz konusu
olmuştur. Egemenlik ünitesinin/ biriminin kimlik temelindeki oluşumu, istikrarlı
bir yapıya asla kavuşamayacak olan bir yönetim biriminin oluşması demektir
ve bu haliyle Lübnanizasyon kavramını fazlasıyla hak etmektedir. Halk egemenliğinin yeniden tesisi, halkın yeniden tanımlanmasını da içerir. Ulus-halk
özdeşliğinin mevcudiyetine işaret eden bu durumun stratejik anlamı, kurtuluş
ile kuruluşun; devrim ile demokrasinin iç içe geçmesi ile ilgilidir. İşçi sınıfının
kendisini ulus statüsünde ya da aynı anlama gelecek şekilde egemen bir birim
statüsünde örgütlemesinin nesnel koşulları fazlasıyla mevcuttur. Zira sermayenin doğa ve yaşam üzerinde tesis ettiği dolaysız tahakküme son verilmeden,
insanın kendi yazgısı üzerindeki egemenliğini tesis edebilmesi günümüzde
mümkün değildir. Sınıf-halk-ulus oluşumlarının iç içeliği olgusu, indirgemeci
yaklaşımlarla kavranamaz. İşçi sınıfının bütünsel çıkarını esas alan, sınıf-dışı
çelişkilerin özgüllüklerin kavrayan ve doğrudan demokrasiyi halk egemenliğinin tezahürü olarak uygulayan bir çizgi, devrimci yöneliminin ihtiyaçlarını
karşılayacak bir bakış açısı sunar.
Özet Kitapçığı 27
Poulantzas’ın devlet kuramının süregiden güncelliği:
Türkiye’de siyasal rejim tartışmaları
Şebnem Oğuz19
Kapitalist devlete ilişkin kuramsal tartışmalar, devlet-sınıf ilişkileri ve devlet
aygıtlarının kendi aralarındaki ilişkiler olarak tanımlayabileceğimiz iki temel
sorunsal üzerinden biçimlenmiştir. Marksist devlet kuramını liberal ve kurumsalcı devlet kuramlarından ayıran temel özellikler bu iki sorunsala ilişkin
yaklaşımında ortaya çıkar. Bunlardan ilki olan devlet- sınıf ilişkileri konusu,
“devletin taraflılığı” ve “devletin özerkliği” olmak üzere iki ana eksende ele
alınmıştır. Devletin taraflılığı konusunda Marksist yaklaşım, devletin tüm toplumsal kesimleri eşit ölçüde gözettiğini ileri süren liberal yaklaşımın aksine,
kapitalist toplumlarda devletin toplumsal sınıflar karşısında olumsal ve/veya
yapısal olarak taraflı olduğunu vurgulamıştır. Devletin özerkliği konusunda
ise Marksist yaklaşım, devletin toplumdan tamamen özerk olduğunu ileri süren kurumsalcı yaklaşımdan farklı olarak, kapitalist toplumlarda devletin farklı toplumsal kesimlerden görece özerk olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan
devlet aygıtlarının kendi aralarındaki ilişkiler konusu, özellikle siyasal rejimin niteliği ve otoriterleşme tartışmaları açısından çok önemlidir. Bu konuda
Marksist yaklaşım, özellikle Gramsci’nin genişletilmiş devlet kavramı, Althusser’in devletin ideolojik ve baskıcı aygıtlarına ilişkin sınıflandırması ve Poulantzas’ın bu sınıflandırma üzerinden devlet tipleri, devlet biçimleri ve rejim
biçimleri arasında yaptığı ayrıma dayanan analizlerle zengin bir kavramsal
çerçeve sunmaktadır. Bu çerçeve otoriterleşme konusuna hem liberal, hem de
kurumsalcı kuramlardan farklı biçimde yaklaşır. Liberal kuram, devlet-sivil
toplum ikiliğini temel alarak otoriterleşmeyi devletin sivil toplum üzerindeki
tahakkümünün artması açısından ele alırken, Marksist kuram liberallerin sivil
topluma ait olarak gördüğü aile, okul, medya gibi kurumların başından itibaren
devlet aygıtları olduğunu kabul eder ve dolayısıyla rejimin otoriterleşmesini
devletin toplum üzerindeki tahakkümünün artışı olarak değil, devletin ideolojik
ve baskıcı aygıtları ararasındaki ilişkilerin dönüşümü üzerinden ele alır. Benzer
biçimde, kurumsalcı yaklaşım otoriterleşmeyi devlet aygıtlarının belirli bir
siyasal güç tarafından ele geçirilmesi süreci olarak tanımlarken, Marksist
yaklaşım kurumsalcılardan farklı olarak otoriterleşme sürecinde devlet
aygıtlarının tek tek ele geçirilmesine değil, kendi aralarındaki hiyerarşinin
dönüşümüne odaklanır. Bu çalışma, söz konusu çerçevede Poulantzas’ın devlet
19
Başkent Üniversitesi İİBF., Siyaset Bilimi öğretim üyesi.
28 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
kuramının Türkiyede siyasal rejimin otoriter dönüşümünün anlaşılmasında
süregiden önemini, özellikle güvenliğin ve yargının dönüşümü gibi güncel
gelişmeler bağlamında ele alacaktır.
Özet Kitapçığı 29
Hukuk Teorisi Paneli
Pashukanis’in meta formu teorisinin geçerliliği ve insan haklarının
eleştirisinin önemi
Moderatör
Nurçin İleri
2. Gün
22 Mayıs 2015 Cuma
II. Oturum: Hukuk Teorisi Paneli
14.30- 16.30
30 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Marksizm, Hukuk ve İnsan Hakları
Costas Douzinas20
“Does Pashukanis’ Work Provide the Basis for a Theory of the
State?”
Simon Behrman21
The work of Evgeny Pashukanis represents one of the most insightful and
sophisticated Marxist analyses of law. His ‘commodity-form’ theory explains how law is fundamentally tied to commodity exchange. The legal relation
between subjects is symmetrical to relations between commodity owners. Law
and capital are both founded upon a process of ‘intersubjectivity’ whereby every
subject is formed through the mutual recognition of the other, whether as the
free owner of property or as the bearer of rights. As such Pashukanis reveals law
to be essentially a bourgeois method of organising society, as well as making a
persuasive argument that in a co-operative, collective post-capitalist future law
would wither away along with the state.
However, while Pashukanis’ theory deals in detail with the relationship
between capital relations and private law, he is often criticised for not providing
a convincing account of public law and the capitalist state. His treatment of the
state in his great work Law and Marxism, is regarded as being under theorised
and overly suggestive. In this paper I intend to argue that although Pashukanis’
theory of the state is not fully fleshed out, one can derive a convincing account
based on his work, and that from others who have followed him.
Dreams and Nightmares of Liberal International Law
Tarik Kochi22
This paper offers a relatively simple argument. That international law, in its
present form, cannot solve the problem of war. At first sight this might seem a
little basic, there are of course many ongoing conflicts around the world which
the current system of international law has clearly struggled to resolve. However, the reasons why contemporary international law fails to solve the ‘war
problem’ run much deeper than the commonly voiced claims that states and
politicians lack the ‘political will’, or that states are simply too ‘self-interested’
Londra Üniversitesi Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü Hukuk Bölümü öğretim üyesi.
East Anglia Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
22
Sussex Üniversitesi Hukuk, Siyaset ve Sosyoloji Fakültesi Hukuk öğretim üyesi.
20
21
Özet Kitapçığı 31
to combat global conflict. Indeed, one key and crucial reason why contemporary
international law cannot solve global conflict has to do with the very nature of
international law itself.
I argue that contemporary international law has a very specific nature, structure and form. This form is what I call ‘liberal international law’. Liberal
international law is an intellectual tradition, a global institutional political arrangement, and a set of social practices which came into prominence in the 20th
century and which now, in the early 21st century, is in a period of decline. To see
why global conflict and acts of war, terror and violence continue, we need to
understand the historical development, the logic and the inner workings of the
system of liberal international law. Thus, it is not that liberal international law
merely fails to solve the war problem, rather, liberal international law is a central cause of the war problem. The system of liberal international law plays a key
role in actively creating and perpetuating war, violence, terror and mass killing.
My argument is that the historical development of liberal international law
has taken place through the intersection, the constellation, the conjuncture of
three key elements. These are: the intellectual tradition of ‘natural rights thinking’; the modern historical practice of ‘socially antagonistic capital accumulation’; and the operation ‘state hegemony’. It is the interplay of these three
elements which give liberal international law its specific nature, form, rationale
and character.
With this in mind the apparent failure of liberal international law is indeed its
greatest success. The marvellous success of liberal international law is its ongoing ability to facilitate and enable a brutal and violent process of global capital
accumulation. Liberal international law’s success lies in the feel-good factor it
offers to liberal pragmatists and fanatics who wreak havoc upon the world and
do so with the full belief that they are acting righteously and always fighting a
‘just’ and ‘good’ war. Further, within this success we can also trace liberal international law’s historical decline. I argue that much of the language of liberal
international law is now defunct given the historic emergence of a new global,
juridical and political formation: a neoliberal, authoritarian-capitalist world order. This is a world where socially antagonistic capital accumulation runs rife,
and where it is backed by the authoritarian practices of neoliberal state terror.
This is the nightmare of an unstable, chaotic world, beset by crisis and conflict,
of fast and slow killing.
32 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Türkiye’de Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli
Kanun hükmünde kararnamelerden torba yasaya
Türkiye’de devletin hizmet ettiği çıkarların sınıfsal karakteri
nasıl analiz edilebilir?
Moderatör
Mehmet Çakır
2. Gün
22 Mayıs 2015 Cuma
III. Oturum: Türkiye’de Hukukun ve Devletin Gündemi
16.45- 18.45
Özet Kitapçığı 33
Kuralsızlığın kuralları:
Neoliberal devletve neoliberal yurttaşlığa karşı
yeni bir yurttaşlık bilinci için...
Ş. Can Atalay23
Devletin kendisine ilişkin yükümlülük öngörmek istemediği, idarenin “takdir
hakkı”nın sınırsıza yakınsaması için kararlı adımlar attığı tarihsel bir andayız.
Yeni sermaye rejiminin devleti salt zorun kullanımı ile ilgili başlıklara kıskançlıkla sahip çıkıyor ötesini ise kurallarla kuralsızlaştırıyor.
Yurttaşlar açısından ise “haklar” yoğun bir sis bulutunun arkasına gizlenirken
“yükümlülükler” kuralsızlığa arkasını vermiş bir “mutlak idare” tarafından tanımlanıyor: neoliberal devletin neoliberal yurttaşlık tanımı...
Yurttaşlık kavramının tarihsel olarak işaret ettiği kazanımları “yurttaş” penceresinden yeniden düşünmemiz gereken bir andayız
.
Devletin sınıfsal karakterini dışa vuran hukuk alanı:
Çalışma mevzuatı
Murat Özveri24
Friedrick Engels’in “bir yasanın, bir sınıf üstünlüğünün kesin, arı, içten dışa
vurumu ender görülür” (Engels, 1979, s.597) saptamasında belirttiği “ender durum”, Türkiye de çalışma yaşamını düzenleyen kurallar özelinde ender olmaktan çıkmış genel kural haline gelmiştir. Çalışma yaşamını düzenleyen yasalar
devletin sınıfsal karakterinin belki de en net görülür olduğu yasalardır.
Ülkemizde çalışma hakkı, anayasal bir hak olarak düzenlenmiştir. Çalışma
hakkını gerçekleştirmek ve bu hakkın öznesini oluşturan işçiyi korumak için
çıkarılmış “İş Yasası” vardır. İş Yasası’ndan kaynaklanan uyuşmazlıkların kendine özgü yanlarının bulunduğu kabul edilerek iş uyuşmazlıklarını çözmek
amacıyla bu alanda özel uzmanlığa sahip iş mahkemeleri kurulmuştur. Türkiye,
işçinin işini, ücretini koruyan bir dizi uluslararası sözleşmeyi imzalamış, yükümlülükler altına da girmiştir. Aynı şekilde anayasal düzlemde bir dizi sosyal
hakkın içerisinde sendika, toplu sözleşme ve grev hakları yer almaktadır. Bu
hakları yaşama geçirmek için sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev yasaları çıkarılmıştır.
23
24
Sosyal Haklar Derneği Başkanı.
Çalışma ve Toplum Dergisi editörü.
34 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Sayısı her geçen gün artan hukuk fakültelerimizde hukuk eğitimi verilmekte,
bu eğitimlerde hukuk, genel olarak “toplumsal ilişkilerin bir düzen içerisinde
yürütülmesini, barışı, güveni, eşitliği ve özgürlüğü gerçekleştirerek sağlayan
kurallar bütünü” olarak tanımlanır. Bu tanıma göre hukuk, düzenleyicidir; bu
düzenlemeyi yaparken adaleti gerçekleştirme görevini üstlenmiştir. Adaleti
gerçekleştiren hukuk tarafsızdır. Kısaca hukuk, bu anlayış tarafından toplumsal ilişkileri adalet ekseninde düzenleyen, yansız, herkese hak ettiğini veren,
hukukun dışında herhangi bir kurum ya da kişiye bağlı olmayan bir yapı olarak
gösterilir.
Hukuk pratiğine bakıldığında, çoğu zaman gösterilen ve inandırılan tablonun
aksine bir sürecin yaşandığını ortaya koyan çok sayıda örnek bulunmaktadır.
Çalışma yaşamını düzenleyen yasalar çalışma ilişkilerinin kendisini sorgulamadan, bu alandaki fiili eşitsizlikleri görmezden gelerek, biçimsel eşitliği sağlamayı yeterli gören hükümlerden oluşmaktadır. Çalışma yaşamının doğasından
kaynaklanan fiili eşitsizliklerin sorgulanamıyor olmasının kendisi tek başına
hukukun bağımsız, yansız, eşitliği sağlayıcı olma savıyla uyuşmamaktadır. Bu
tebliğ de, 1982 Anayasası’ndan başlayarak tarafız, herkese eşit adalet sağlayarak toplumsal düzenin devamını sağlayan, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına aldığını ileri süren, bağımsız bir hukuk sisteminin var olup
olmadığını örnekler üzerinden sorgulamaktadır.
Tebliğde ele alınan konular birisi yayımlanmış, diğeri yayıma hazırlanan iki
derleme kitaba sunulan makalelerde ele alınmış ve işlenmiştir. Söz konusu makalelerden birincisi Ali Murat Özdemir ve Muammer Ketizmen editörlüğündeki
“Türkiye’nin Hukuk Sisteminde Yapısal Dönüşüm” kitabındak “İşçi Hakları ve
Hukuk” başlığı ile yer almıştır. İkincisi ise Meryem Koray ve Aziz Çelik editörlüğünde hazırlanmakta olan bir diğer kitapta, “AKP Döneminde İş Hukukunda
Güvencesizliğin Kurumsallaşması” başlığı altında yayımlanacaktır.
Hukuk-politika ilişkileri bağlamında sınırlar ve kurucu meseleler
Orhan Gazi Ertekin25
Giriş
Türkiye, hukuk ve siyasete dair gündemlere, 1920’lerden itibaren örülen bir
“Türk Devlet bilimi” üzerinden bakagelmiştir. Alman “Genel Devlet Kuramı”,
İngiliz “siyaset bilimi” ve Fransız “kamu hukuku” gibi “Türk Devlet bilimi”
25
Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı.
Özet Kitapçığı 35
de Türkiye’de politik iktidarın son yüz elli yıllık gelişiminin bilimsel, felsefi
ve politik plandaki temel karakteristik özelliklerini toparlayıcı bir yapıya sahip
olmuştur. Milliyetçi ve Laik politik dile dayalı bir “normatif alan”ın bütün bir
gerçekliğin üzerine yerleştirildiği bu gelenek kendi avantaj ve dezavantajlarını
yaşamış, 1960’larla beraber kısmi bir kriz içine girmiş, 1990’larla beraber kapsamlı ve yaygın bir tehdit ile karşılaşmış ve 2000’lerle beraber ise çöküşe geçmiş bulunmaktadır. Bugün ise hukuk ve politika gündemleri bakımından Türk
Devlet Biliminin çöküşünün sorunlarını yaşıyoruz. Daha politik bir anlatıma
dönüştürürsek Türkiye’nin “Pax Cumhuriyet”i çökmektedir ve hukuk gündemlerine ilişkin cevapların bu gerçeğin farkına varılarak verilmesi de sağlıklı sonuçlara ulaşmak bakımından elzemdir.
Pax Cumhuriyet Düşerken
12 Eylül 2010 Referandum sürecine kadarki hukuk, yargı ve adalet gündemleri ile tarafları göz önüne alındığında merkezinde ekonomik güç sahipleri, ordu
ve üniversiteden diğer devlet kurumlarına kadar dağılmış bir bürokrasi aygıtı ile
bu aygıtı çeşitli düzeylerde paylaşan Türk-Kürt, alevi-sünni, sağ-sol, doğulu-batılı, güneyli-kuzeyli, Denizlili-trabzonlu vb. gibi hizip ve çıkar gruplarının rekabet alanı olarak belirginleşiyordu. Bu grupların çeşitli düzeylerdeki çekişme,
çatışma, uzlaşma ve uyum çabalarından oluşan politik etkinlik ve alışkanlıklar
alanının bu alanın üzerindeki geleneksel “devlet aklı” tarafından konumlandırıldığı bir “yargı pratikleri” alanı cereyan ediyordu. Kürt hareketlerinden sosyalist sola, oradan da dindar muhalif hareketlere kadar geniş bir alanda oluşan
“tehdit”lere karşı yargı operatif olarak işlevini sürdürüyor, içeride ise paylaşım
mücadelesi aralıksız devam ediyordu. Ülkede olağanüstü sorunlar ve baskılar
yaşanmasına rağmen bir “Cumhuriyet barışı”, bir “pax Cumhuriyet” söz konusu
idi ve bu durum genel siyasal sistemin olduğu gibi hukuk ve yargı sisteminin de
“sorunsuz” biçimde devam etmesini sağlıyordu. Bununla beraber 2000’lerle beraber bu alan çökmeye başladı ve “pax Cumhuriyet” ciddi bir krizin içine girdi.
Fakat, yerine herhangi bir “pax”, “barış”, “sulh” gelmedi ve 2000’lerden itibaren yargı ve hukuk alanındaki geleneksel çatışma, çekişme, uzlaşma ve denge
süreçleri bozulmaya, yerini yeni eğilimler ve gündemlere bırakmaya başladı.
2010 yılı referandumu, işte bu gerilimin tam üzerine oturdu ve “gelenekçiler”
ile “yenilikçiler” arasındaki bir savaşın gündemlerinden başlıcası olarak tezahür
etti. Sol-sağ, alevi-sünni, türk-kürt vs. gibi geleneksel hizip gruplarının 12 Eylül
Referandumu ile birlikte bu iki temelde tam ortadan ikiye ayrıldığını gördük.
Birbirinden çok farklı politik tarafları bir araya getiren gelenekçiler, artık iyice
pekişmiş olan ve kendi denge ve uzlaşma geleneklerini yaratmış olan bir siste-
36 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
min eski “hukuki standart”, “hukuki güvenlik” yapılarını öne sürerek, AKP’nin
herkesi “kandırdığını” söylüyor, buna direnmemiz gerektiğini söylüyordu. Yine
birbirinden çok farklı kesimleri barındıran yenilikçiler ise “darbeden ve vesayetten kurtulacağımızı” müjdeliyorlardı. Fakat, hakikatte tartışma ve gerilimin asıl
zemini geçmiş ve gelenek ile yeni dönemin riskli ve belirsiz dünyası arasında
ilerliyordu ve taraflar politik tercihlerini bu noktada yapıyorlardı. Politikada
“doğru”luk veya “yanlış”lık diye bir kategorinin olmadığını, sadece “uygunluk” diye bir ölçünün bulunduğunu düşünürsek bu çatışmanın “ileri” veya “gerilik” gibi durumların çok dışında ilerlediğini de kabul etmemiz gerekecektir.
İşte Türkiye’de yargı, hukuk ve adalet meselesindeki teorik ve politik ahvalimizin bütün açıklığı ile ifşa olduğu hikaye de böylece başlamış oldu.
Özet Kitapçığı 37
3. Gün
23 Mayıs 2015 Cumartesi
IV. Oturum: Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli
10.00- 12.00
Öğle Arası
12.00- 13.30
V. Oturum: Şimdi ve Burada Ne Oluyor?
13.30- 15.30
Çay/Kahve Molası
15.30- 15.45
VI. Oturum: Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler
15.45- 17.45
Çay/Kahve Molası
17.45- 18.00
Kapanış- Forum
18.00- 19.00
38 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli
Doğal hukuku bir kere daha hatırlamak: Hukukun şiddeti versus
şiddetin hukuku
Moderatör
Savaş Yürük
3. Gün
23 Mayıs 2015 Cumartesi
IV. Oturum: Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli
10.00- 12.00
Özet Kitapçığı 39
Devlet ve Diktatörlük: Devlet Biçiminin Dönüşümünde Hukukun
Araçsallaştırılması mı? Askıya Alınması mı?
Kansu Yıldırım
Liberal epistemolojide devlet ve hukuk arasındaki ilişkiler kendinden menkul bir soyutlukla değerlendirilir. Hukukun kuruculuğuna özel bir önem atfeden
liberaller, yasaları toplumsal ilişkilere dışsallaştırır. Bir örneğini hukuki normativizmde bulan bu yaklaşımın başlıca temsilcilerinden Kelsen, devleti hukuksal
bir dizilime indirger, yasaları ise kendi kendisini düzenleyen bir biçim içerisinde değerlendirir. Liberal hukuk devleti geleneğinde soyut normun objektif
geçerliliği kişisel emirlerin karşısına yerleştirilir. Ne var ki, liberal yaklaşımın
soyutluğunu, devlet gibi hukuku da ortaya çıkaran toplumsal maddi koşulların
varlığı tersyüz eder. Devlet ve hukukun farklı dolayımlarla karşılıklılık ilişkisine sahip olması, özdeş oldukları anlamına gelmez; iki yapı arasında özerk
ve gerilimli alanlar bulunmaktadır. Özellikle günümüzde, parlamenter demokrasilerde gücün yürütmede yoğunlaşması, yasamanın ve parlamenter işleyişin
egemen kitle partilerince şekillendirilmesi, çoğulcu burjuva demokrasisi yerine
çoğunluğu baz alan teknik-plebisiter demokrasinin öne geçmesi gibi süreçler
devlet ve hukuk arasındaki mesafeyi yeniden ayarlamaktadır.
Piyasa rasyonalitesi, birikim stratejilerinin uygulanması, siyasi iktidarın tekil çıkarları için burjuva paradigmasına ait hukuk devleti formunun iğdiş edilerek, güçlü devlet formuna geçilmesi için devlet ve hukuk arasındaki mesafe daraltılır. Devlet biçiminin dönüşümünden bağımsız olmayan bu dönemde
egemen kitle partisi hukuki şahsileştirirken siyaseti öznelleştirir; (hukuksal ve
siyasal) güç birikimi için erkleri birleştirecek yönetimsel değişikliklerde ısrar
eder. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde “özel çıkarların korunması”
için yargı gücü ile yönetim gücünün birleşmesine dikkat çekmesinden bu yana
hukukun konumlanışına dair iki tartışma belirgindir: araçsallaştırma ve askıya
alma. Carl Schmitt’in “komiseryal diktatörlük” tanımında karşımıza çıkan hukukun (anayasa) askıya alınması süreci, hukuk düzeninin bir parçası olan somut
bir istisnadır. Ancak “egemen diktatörlük” siyasal düzenin, hukuk formasyonunun değişmesidir. Poulantzas’ta ve daha sonra Kalyvas’ta karşımıza çıkan
hukuki otoriteryanizm sürecinde siyasi iktidar, yasamadan yürütmeye devredilir
ve yürütme ise liderlik etrafında öbeklenen çekirdek bir kadroda yoğunlaşır.
Erkler arasındaki teknik ve ilkesel ayrımlar ortadan kalkmasıyla tekil ve şahsileştirilmiş hukuksal düzenlemelerin sayısı artar. Görüleceği üzere hukuk devleti biçimsel yönden zayıfladıkça, devlet iktidarı, siyasi rakiplerini “kötü” bir
40 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
projenin uzantısı olarak itibarsızlaştırılır, hukuk dolayımıyla “anti-demokratik”
ve “yasa-dışı” ilan ederek tasfiyeye yönelebilir. Bunu yaparken düşman ceza
hukuku gibi özel bir düzenlemeye gideceği gibi mezkûr yargılama pratiklerini
görmezden gelebilir. Çünkü siyasal merkeziyetçiliği sarsmayacak “güçlü devlet” aygıtına hukuksal suretiyle de ihtiyaç vardır.
Bu sunum devlet biçiminin değişimini, son yıllarda kapitalist devletlerde artan güçlü devlet geleneği eğiliminin ortaya çıkışını başkanlık/diktatörlük tartışmaları eşliğinde irdeledikten hukuka atfedilen sınırları düşünürler üzerinden
incelemeyi amaçlamaktadır. Böylelikle bir tür depolitizasyon gibi görünen iktidar mensuplarının siyasi sorumluluklarından kurtulması veya devlet aygıtları
arasındaki ilişkinin manipülasyonu gibi süreçlerin devlet biçiminin değişiminden bağımsız olmadığının ortaya konulması hedeflenmektedir.
Devrimci şiddet, Devrimci Özne, Adalet
Selçuk Kozağaçlı26
Devrimci şiddetin kurucu bir nitelik arzetmediği hallerde, yahut basitçe, henüz ‘bir devrim meyana gelmeksizin’ sürdürülmesi sırasında; şiddet tekeli
karşısındaki ahlaki, estetik, siyasal ve hukuksal varlığı nerede inşa edilir? Silahlı propaganda, halk adına cezalandırma, gerilla savaşı, banka soygunu, rehine
eylemleri, halk mahkemeleri, bombalı eylemler ve feda eylemleri: İktidarı ele
geçirme tarihsel avantajına sahip olmaksızın (elbette bu tarihsel imkânın arzusu ve potansiyeli ile) hareket eden devrimci öznenin siyasal meşruiyeti nerede
kurulur, hukuk tarafından ne şekilde okunur ve dönüştürülür? Muhalif siyasal
şiddeti ve devletin şiddet tekelini, aralarına bir sınır koymaksızın, hukukun ve
siyasetin arazisinden geçerek kesen tek okunaklı çizginin izi olarak: ADALET
talebi.
Doğal hukuk: Kavram, kapsam, konum
Ahmet Haluk Atalay27
Ortalama bir insanın zihninde ‘hukuk’ denilince canlanan imge ile meslekten
hukukçunun zihninde canlanan arasında pek bir fark yoktur. Devletçe yürürlüğe
konulmuş bir kural ya da kural dizisi söz konusuysa, bunun ‘hukuk’ niteliği taşıdığı yargısına varmakta duraksamayız. Hatta biraz daha geniş düşünenlerimiz
için bir uluslararası antlaşma söz konusu olduğunda da ‘hukuk’ tan söz edebiliriz.
26
27
Çağdaş Hukukcular Derneği üyesi.
Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 41
Bu tutum geniş ölçüde hukuk ile, kendisine ‘‘yasa’’ denilen kural türünü özdeş
sayma eğilimimizle ilgilidir. Gündelik yaşamın bilinciyle takınılan bu tutumu bilimsel, giderek felsefi bilinç alanına da olduğu gibi taşıyabilir miyiz?
Verili düzenin ‘‘hukuk’’ adını almaya layık olduğunu ya da olmadığını ileri
süren bir bilinç hukukun varlığına ilişkin kimi ilkeleri önsel olarak varsaymak
zorundadır. Bir düzen kuralına uyan ya da uymamakta direnen; giderek bütün bir
düzeni yurttaş olarak onaylayan ya da reddeden bir kimsenin böylece eylerken
kimi gerekçeleri vardır. Bu gerekçeleri ‘‘hukuk’’ olarak ayırt edilmiş bir cebri
düzenin kendisi veremez; o olsa olsa kendini dayatır ve haklılaştırmaya çalışır.
Öyleyse düzene boyun eğme ya da başkaldırma eyleminin etik temeli hukuki
bilincin neresinde yer almaktadır?
Tarihin bir döneminde, hukuk denilenin olgusal karşılığı, belirli bir kültürel
coğrafyada bir kadı fetvası iken, tarihin bir başka döneminde bu, parlamentonun yasama adı verilen bir süreci izleyerek ürettiği metindir. Belirli bir coğrafyada ussal ve yazılı metinlerde saptanmış olana hukuk kuralı derken, bir başka
coğrafyada örnek yargı kararlarının içerdiği ilkeler ve gözlemlenen geleneklerden çıkarsananlara hukuk denebilmektedir. Peki, bütün bu içerik farklılıklarına
karşın hepsine birden duraksamaksızın ‘‘hukuk’’ denebilmesi, yani hukuk kavramının birliğini sağlayan nedir?
Yukarıdakiler gibi sorulara aranan yanıtlardan oluşacak çalışmada, kendisini
doğal hukuk görüşü içerisine yerleştirebileceğimiz ve adı bir biçimde felsefe tarihi çalışmalarında yer almış düşünürlerden her birinin doğal hukuk dendiğinde
bundan ne anladıklarının kataloğunu çıkartmak gibi bir amaç izlemeyeceğim.
Kaldı ki çok farklı doğal hukuk düşüncelerinin varlığı ile doğal hukuk kavramının çok anlamlılığı sorunu birbirinden ayrı şeylerdir. Burada daha çok, ‘‘doğal
hukuk’’ dendiğinde, bundan aynı zamanda birden fazla anlamın anlaşıldığı kullanımları ayırt edere, kavrama yüklenen içerikleri sınıflandırmaya çalışacağım.
Bu çalışma bakımından doğal hukuk kavramının iki temel içerik kategorisi üzerinde duracağım: i) hukukun doğası olarak doğal hukuk ve ii) üstün hukuk ya
da bir hukuk türü olarak doğal hukuk...
42 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Şimdi ve Burada: Ne Oluyor? Paneli
Vekâlet savaşları, nihilizm ve direniş: Tarih, felsefe ve politika
Moderatör
Fehmi Ünsalan
3. Gün
23 Mayıs 2015 Cumartesi
V. Oturum: Şimdi ve Burada: Ne Oluyor?
13.30- 15.30
Özet Kitapçığı 43
The Spectre of Transition
Alberto Toscano28
If anything could be said to hold together the disparate contemporary attempts to rethink the possibility of communism, it is a denial of the necessity of transition between capitalism and its emancipatory negation. This presentation will
review some of the arguments levied against transition, seeking to distinguish
between ethical and historicising critiques – the first repudiating the instrumental logic of transition, the second denying its pertinence to the contemporary
configuration of capitalist class relations. I will argue that aspects of these two
critiques offer powerful indictments of the doctrinal resort to the notion of a
transitional programme, but that they founder on a incoherent commitment to
immediacy. In the second half of the paper I will explore the complex relationship between transition as a fundamental concept of historical materialism
and transition as a strategic conundrum, with particular attention to the manner
in which thinkers of transition have envisaged the recombination or withering
away of the nexus of law and state. The paper will try to see whether any lessons
for the present political conjuncture in Europe can be drawn from the last phase
of concerted debate on the question of transition in the 1970s, which placed it in
a constellation of other concepts, from dual power to Eurocommunism, reformism to democratic socialism.
Neoliberalism, Class and State in the Middle East
Adam Hanieh29
This talk will examine some principal features of the political economy of
capitalist development in the Middle East, with a particular focus on the intersection between state and class formation in the neoliberal era. It will examine
the ways in which neoliberal restructuring has altered patterns of capital accumulation in the region, and has also led to different forms of the institutionalisation of state power. The talk will argue that these changes need to be addressed
analytically at different spatial scales - in particularly the regional scale - with
important implications for how class/state relations are conceptualised in the
region.
28
29
Londra Üniversitesi Goldsmith Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi.
Londra Üniversitesi SOAS Kalkınma Çalışmaları öğretim üyesi.
44 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
‘On the Differention of Legal, Political and Economic Systems in
Modern Society’: Prospects for the Libertarian Left’
Darrow Schecter30
In the transition from feudalism to political democracy in Europe, one witnesses the tendency, across the borders of the at that time slowly emerging nation state, for modern societies to differentiate their operations. The most obvious
case is the differentiation between church authority and state power. In the course of secularisation and industrialisation, one can observe the differentiation
of economic, political, legal, and educational systems, and, one might add, the
separation of religion and ethics, as well as the emancipation of aesthetics from
cultural tradition. Why are these developments relevant to the current situation
of parties across the political spectrum, and how do they offer the libertarian left
the chance to encourage de-centralised and horizontally organised institutions
of enhanced democratic legitimacy? It is because one of the fundamental conditions for the constitution of statehood, as opposed to competing aggregates of
private power and the intrigues of leading feuding families, is the differentiation
of legal and political systems. Without this differentiation, parties or coalitions
of allied parties usually seek to colonise state institutions in an effort to consolidate and perpetuate their power and privileges against their party-political
competitors. What results, depending on context, can be a wide array of left and
right corporatist substitutes for states, or what one might designate as unstable
states - with all that corporatism implies in terms of democratic deficits, un-accountable executive power to the detriment of legislative authority, neutralisation of the judiciary (in extreme cases such as fascism), and rampant corruption.
The key point is that differentiation is not synonymous with strict compartmentalisation, alienation, or complete de-coupling. That is to say that although
modern societies tend to differentiate their operations, this does not mean that
law, politics, economics, and aesthetics become hermetically separated. Indeed, as Gramsci suggests with the concepts of the historic bloc and hegemony,
these operations are mediated rather fused or separated. The periodic tendency
toward fusion creates problems that one witnesses in state socialist re-feudalisation. The equally recurrent tendency toward separation creates similar problems,
in that statehood reverts to a condition more closely approximating the competition of privately-organised power blocks; this situation is relatively easy to
manipulate by external forces, such as the Troika often does today. There is thus
30
Sussex Üniversitesi HAHP Okulu Felsefe öğretim üyesi.
Özet Kitapçığı 45
a strong justification to analyse what is commonly referred to as neo-liberalism
as an instance of unstable inter-systemic interactions, in which inter-systemic
mediations fluctuate indecisively between systemic separation and fusion. Here
Gramsci’s remark that ‘the old is dying, but the new cannot be born’ retains
profound contemporary relevance. At present one witnesses a ubiquitously lethargic stand off between international technocrats with minimal or no legitimacy, versus national populists claiming extra-legal legitimacy. Podemos and
Syriza pose serious and welcome challenges to both technocrats and populists;
it remains to be seen if they withstand the international pressure of the Troika…
46 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler Paneli
Vekâlet savaşları, nihilizm ve direniş: Tarih, felsefe ve politika
Moderatör
Ertunç Aras Ergüneş
3. Gün
23 Mayıs 2015 Cumartesi
VI. Oturum: Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler
15.45- 17.45
Özet Kitapçığı 47
Haziran Direnişi ile yeniden alternatifleri sorgulamak
Ferda Koç31
Marx’a kadar Komünizm içinde yaşadıkları toplumdan acı çeken aydınların
bir düşü, umutsuz isyancıların bir ülküsü, ya da halkçı bir komplocular grubunun programı olarak var oldu. Marx kendisinden önce bir hayal bir ülkü ya
da bir program olarak tasarlanan komünizmi, gökten yere indirdi, komünizmin
“zihinsel tasarımına” gerçek toplumsal hareketin içindeki varlık alanını tanımladı. Marx komünizmi “bugünkü duruma son veren gerçek hareket” olarak nitelendirdi ve “bu hareketin koşullarının, şu anda varolan öncüllerden doğduğunu” iddia etti. Modern sanayii proletaryasının tarihsel eylemi, onun bu iddiasını
doğruladı. Ancak, yine modern proletaryanın somut aktüel hareketleri ile bu
hareketlerin “tarihsel” anlamları arasındaki çelişki hiç sona ermedi. Bu yüzden
Marx ve onun hakiki izleyicileri, yalnızca kapitalizmin değil, aynı zamanda somut işçi sınıfı hareketinin de en radikal eleştirmeni oldular.
Kuşkusuz Haziran İsyanı ütopik dışavurumları bakımından Türkiye toplumunda derinden kaynayan ve komünizme yönelen bir “isyanın” somut varlığını ortaya koydu. Neoliberalizme ve faşizme karşı halk direnişlerinin bir halk
isyanına dönüştüğü anda ortaya koyduğu “komüncü” özellik acaba bu isyanın
“umutsuzluğunun”, “darbeciliğinin” ya da “aydınlarla sınırlı” karakterinin bir
dışavurumu muydu, yoksa halk direnişine bu karakterini kazandıran bir başka
maddi hareket temelini mi ortaya koyuyordu. Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin tüm halkı proleterleştirici özelliğinin, neoliberalizme
karşı halk direnişlerini tarihin gördüğü en derinlemesine bir proleter devriminin
toprağı haline getirdiği gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Rojava’dan Kobane’ye bir gazetecinin tanıklığı
Murat Bay32
“Gazetecilik bir anlamda tanık olmaktır, dünyanın gözleri önünde yaşanan
bir savaşın her anına tanık olduk. Göç yollarında yaşadıkları dehşeti ve omuzlarına yüklendikleri korkularıyla Türkiye’ye sığınan binlerce sığınmacının hikâyelerine tanık olduk. Sınır köylerinde kurulan komünlere, savaşın hemen kıyısında büyüyen dayanışmaya tanık olduk. Türkiye’nin her yerinden Kobanê’ye
31
32
www.sendika.org yazarı.
www.sendika.org yazarı.
48 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
akın vardı, yüzlerce gencin vedalaşamadan gidişlerine tanık olduk. “Devrimin
yeşerdiği her yer benim vatanımdır” diyen enternasyonalist savaşçıların sınırları aşan direnişine tanık olduk. Bir kentin şahsında insanlık onurunu savunanlara
tanık olduk”
Kobanê’de yaşanan savaşın, gelişimi ve sonuçları açısından tarihin sayfalarında önemli bir yer tutacağı açıktır. Bu tanıklıklar ışığında, egemen güçlerin
Ortadoğu’daki bir halk hareketinin gündemine tabi olmak durumunda kaldıklarını ve “örgütlü bir halkı hiç bir kuvvet yenemez” sloganının Kobanê ve Rojava’nın diğer bölgelerinde nasıl karşılık bulduğunu görebiliriz.
Ortadoğu ‘da yaşanan kaosun çıkmaz sokağı olan Irak ve Suriye’de, iç savaş
sonrası artık hiç bir şey eskisi gibi olamayacak. 3. dünya savaşının provalarının yapıldığı bu topraklara barışı elbette ki batının oryantalist çözümleri de
getirmeyecektir. Bu noktada Rojava Devrimi’nin Ortadoğu’ya sunduğu model,
bölgede kalıcı barışın tesisi için yeni bir umut doğurmuştur. Temsili demokrasilerin dikta rejimlere evrilebildiği bu coğrafyada doğrudan ve radikal demokrasi vurgusu, temsiliyet sorununa da cevap olmaktadır. Kapitalizmin darp ettiği
yaşamın her alanını yeniden inşası ve din, dil, ırk gibi kavramları; ayrıştırıcı ve
çatışmacı iktidar mücadelelerinde kullanılan bir malzeme olmaktan kurtarıp yerine çoğulcu meclislerde bütünleşen ortak ve öz yönetimin hayata geçirilmesi,
Rojava’da var olan 3 kantonun temel işleyişini belirlemektedir.
Sonuç olarak Rojava’da yaşatılmak istenen devrim, Kobanê pratiği ile samimi ve gerçekçi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Savaş süreci boyunca
sınırın iki tarafında da yaşananlar, Türkiye’de ki halk hareketlerinin, demokrasi-özgürlük ve özyönetim talepleri açısından önemli bir deneyim niteliğindedir.
Rojava’da devletsizlik ve hukuksuzluk
Nazan Üstündağ33
Devlet üzerine yapılan etnografik çalışmalar devlet ve hukuğun gündelik
pratikler ve temsillerle gerçekleştirilen birer olgu olduğunu göstermiştir. Rojava, Kürt Özgürlük Hareketi’nin devlete karşı toplum inşası iddiasını gerçekleştirmeye çalıştığı bir yer olarak bu çalışmalara önemli bir katkı sunacak niteliktedir. Sunum hem devlete ve hukuğa karşı gerçekleşen örgütlenme pratiklerini,
hem de özellikle ekonomi, savunma ve diplomasi alanlarında devletliliği yeniden inşa etmemenin zorluklarını ele alacaktır.
33
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi.
3. Gün
23 Mayıs 2015 Cumartesi
Kapanış- Forum
18.00- 19.00
Önder Kulak
Utku Özmakas
Savaş Ergül

Benzer belgeler