Hasar karaya çıkınca anlaşılıyor. Şaft ve pervane

Transkript

Hasar karaya çıkınca anlaşılıyor. Şaft ve pervane
UZAKLAR II
UZAKLARII
Dünyanın ucuna yolculuk...
Osman Atasoy www.osmanatasoy.org
Omurganın altından su eksik olmasın
Teknenin hareketlerinde bir tuhaflık seziyoruz. Sanki durduk... Güverteden eğilip
bakınca gitmeye devam ediyoruz gibi gözüküyor. Ama bu bir yanılsama. Karadaki
ağaçlara bakınca bir yere gitmediğimiz görülüyor. Karaya oturmuşuz!
S
abah erkenden Arjantin Yat Kulübü’nün şamandırasını
fora ediyoruz. Rio de la Plata Körfezi’ne çıkınca
yelkenler basılıyor. Rota Parana Nehri’nin labirenti
andıran kolları. Nehre girince hızımız kademeli olarak
azalmaya başlıyor. Deniz yönündeki akıntı çok
kuvvetli. 5 knot olan süratimiz 4, 3, 2 derken 1.5 knot’a
kadar düşüyor. Gaz kolunu biraz daha ileri itiyorum. Akıntıyı
kazıyarak ağır ağır ilerliyoruz.
İki yanımız çam ve okaliptüs ağaçlarıyla kaplı düzlüklerle çevrili.
Sanki bir ağaç denizinin arasından ormanın derinliklerine doğru
ilerliyoruz. Üzerimizde okyanusta gördüklerimizden farklı türde
kuşlar uçuyor. Amazonya’yı merak ederdik. Orası da işte böyle bir
yer olmalı, diye düşünüyorum.
Bir dönemeci dönüp yeni bir kola girince hızlanıyoruz. Akıntıyı
arkasına alan tekne doludizgin koşmaya başlıyor. Burası oldukça sığ
bir kol. Altımızdaki su üç metreyi geçmiyor. Yeni bir dönemece
yaklaşırken önümüzde bir işaret şamandırası beliriyor. Üzerinde
tabanları birbirine bitişik iki siyah üçgen... Yani bir ‘doğu kardinali’.
“Altımda tehlike var, doğu tarafım selamet, oradan geçin...” diyor.
162 TEMMUZ 2011
KARAYA OTURMAK
Dediğini yapıyoruz. Uzaklar II şamandıranın yanından ok gibi
geçerek sancağa dönüyor. Orta suda ilerlerken teknenin
hareketlerinde bir tuhaflık seziyoruz. Sanki durduk... Güverteden
eğilip bakınca gitmeye devam ediyoruz gibi gözüküyor. Ama bu
akıntının neden olduğu bir yanılsama. Başımı kaldırıp karadaki
ağaçlara bakınca bir yere gitmediğimiz görülüyor. Karaya
oturmuşuz!
Motora tam yol veriyorum. Hızla dönen pervane nehir
tabanındaki çamuru kara bir bulut gibi yüzeye kaldırıyor. Ama
Uzaklar II bir milim dahi ilerlemiyor. Yelkenleri açıp tekneyi
yatırarak saplandığımız yerden kurtulmaya çalışıyoruz. Bu
manevramız da işe yaramıyor. Arkaya bakınca Sibel’in kıç üstünde
zıpladığını görüyorum. Tekneyi kurtarmaya çalışıyor! Ne yazık ki
ağırlığı 20 tonluk gövdenin yerinden oynamasına yeterli olmuyor.
Karşıdan küçük bir teknenin yaklaştığını görüyoruz. El edince
yanımıza geliyorlar. 5 metrelik üstü açık bir bot. Arkasına iki büyük
kıçtan takma motor bağlı. Baştan uzattığım halatı bağlayıp yol
veriyorlar. Ama ileriye doğru değil de yana, karşı sahile doğru
çekmeye çalışıyorlar. Niçin böyle yaptıklarını merak ediyorum.
Dümendeki genç adam derin suyun o tarafta olduğunu işaret
ediyor.
NEHİR SEYRİNİN İNCELİKLERİ
Onlar botla asılırken biz de motorla destek veriyoruz. Biraz sonra
teknenin hafifçe kıpırdadığını hissediyoruz. Gaz kolunu sona
dayıyorum. Egzoztan siyah dumanlar yükseliyor. Burnuma yanık
kokusu geliyor. Nehir tabanını kazıyarak milim milim ilerliyor ve
kurtuluyoruz. Yaşasın! Sibel’in yeniden güvertede zıpladığını
görüyorum. Bu seferkiler sevinç zıplamaları!
Hava kararırken Barlovento Kulübü’ne varıyoruz. Burası nehrin
girintilerinden birinin içinde, dev ağaçların altına kurulmuş,
üyelere mahsus bir yelken kulübü. Brezilya’da tanıştığımız
Arjantinli denizci Erwin Rosenthal bizim için yer ayarlamıştı.
Erwin’e başımıza gelenleri anlatıp biraz da sitem ederek soruyorum,
“Tam da yol üzerindeki sığlığın üzerine neden bir işaret koymazlar
ki...”
Erwin gülerek yanıtlıyor, “Osman sen nehirde nasıl seyredildiğini
bilmiyor musun?” Anlatıyor, öğreniyoruz. Nehirlerde derin su hattı
tahmin ettiğimiz gibi tam ortada olurmuş. Ama sağa ve sola
dönüşlerde bu kural değişirmiş. Akıntıyla birlikte giderken sağa
dönemeçlerde derin su soldaki kıyıya yakın geçermiş. Sola
dönemeçlerde ise tam tersi... Akıntı karşı kıyıya çarparak aktığı için
o taraf her zaman daha derin olurmuş.
THY İLE SEYİR
Bazen sorarlar: “Arada ülkenize gidiyor musunuz?” Yolculuğa ara
verip memlekete dönmek bugüne kadar aklıma hiç gelmedi. Bir
uçağa atlayıp aylar, yıllar boyunca binbir zahmetle aştığımız
denizlerin, okyanusların üzerinden birkaç saatte geri dönmek.
Düşünmesi bile tuhaf... Ülkemi, oradaki sevdiklerimi
özlemediğimden değil. Sadece bunun yolculuğun o kendine özgü
ruh haline ters düşeceğini hissettiğimden. Gezelim, görelim türü
bir seyahat yapmıyoruz ki. Yaptığımız belki bir tür keşif yolculuğu.
Görev tamamlanmadan geri dönmek olur mu hiç!
Ancak bu sefer durum farklı… Kızımı çok özledim. Neredeyse
Sao Paulo’daki THY
ofisinde Atagün
Kutluyüksel ve çalışma
arkadaşlarıyla.
Uzaklar II’nin rotası...
TEMMUZ 2011
163
UZAKLAR II
En sonunda sıra zehirli boyanın
sürülmesine geliyor.
VİNÇ KAZASI
Salmanın altını kazıyıp
boyamak kolay olmadı.
Hasar karaya çıkınca anlaşılıyor. Şaft ve pervane
eğilmiş. Karinaya bakarken önümüzde zorlu ve
masraflı bir süreç olduğunu fark ediyoruz
iki yıldır yoldayız. Rüyalarım haricinde iki senedir onu
görmüyorum. Bu hasrete dayanmak kolay değil. Sonunda İstanbul’a
gitmeye karar veriyorum. THY’nin Brezilya’dan İstanbul’a
doğrudan uçuşu var. Uçuş bilgilerini sorduğum THY Sao Paulo
Ofisi Müdürü Atagün Kutluyüksel’den cevap geliyor. “İstediğiniz
tarihe biletiniz hazır.” Fiyatı ne kadardır acaba? Atagün
Kutluyüksel’den bir mail daha geliyor. “Uzaklar’ın seyahatini takip
ediyoruz. Misafirim olarak uçacaksınız. Çorbada bizim de tuzumuz
olsun!” Sağ olasın Atagün...
İSTANBUL’DA DENİZ’LE
kaplı bir dosya uzatıyor. Bu da nesi! Yoksa faturalar mı? Hani
misafirdik...
Dosyayı açınca rahatlıyorum. Mönüymüş. Karşımda uzun bir
liste. Yanlarda işaretlemek için kutucuklar bulunuyor. Ahtapot
salata, füme somon, mersin balığı, ıspanaklı muska böreği ve kısırı
hemen işaretliyorum. Ancak kapari soslu levrek ile Adana kebap,
kuzu pirzola seçenekleri arasında karar vermekte zorlanıyorum.
Uçağın adı karar vermeme yardımcı oluyor.
Okyanusun üzerine geldiğimizde koltuğuma gömülüp gözlerimi
kapıyorum. İstanbul’da Deniz’le geçirdiğimiz günler gözümün
önüne geliyor. İki sene önce küçük bir çocuk olarak bıraktığım
kızım, şimdi 15 yaşında alımlı bir genç kız olmuş. Boyu boyuma
yaklaşmış. Havaalanında ilk gördüğümde ne kadar şaşırmıştım.
Karşımdaki tırnaklarına kırmızı oje sürmüş, yüzüne hafif bir
makyaj yapmış bu uzun boylu, güzel genç kız benim kızım mıydı?
Vedalaşma sahnesini düşününce bu sefer içimi bir pişmanlık
duygusu kaplıyor. Adana uçağı okyanusun üzerinde 800 kilometre
hızla batıya doğru uçarken, kafamdaki ‘keşke’ler uçağın hızıyla
yarışıyor. Keşke onu yalnız bırakmak zorunda kalmasaydım. Keşke
baba ilgisinden, sevgisinden mahrum etmeseydim. Keşke
herkesinki gibi ‘normal’ bir baba olsaydım. Keşke, keşke...
Birkaç gün sonra Sao Paulo’dayım. Brezilya’da yaşayan okul
arkadaşım Melih Altuntürk, İstanbul uçağına binmeme yardım
ediyor. 12 saat sonra da İstanbul semalarındayız. İki yıllık yol yarım
gün bile sürmüyor. Şaka gibi...
Sayılı günler çabucak geçiyor. İstanbul’a inişimden altı hafta
sonra tekrar Atatürk Havaalanı’ndayım. THY’nin Adana isimli
Airbus 340 modeli uçağı pistte son sürat ilerliyor. Uçağın burnunun
yavaşça dikildiğini ve yerden yükseldiğimizi hissediyorum. Tekrar
düz pozisyona geldiğimizde güler yüzlü bir hostes yanıma gelip deri
Buenos Aires, önümüzdeki uzun seyir öncesinde tekneyi karaya
çekip bakımını yapabileceğimiz son durak. Öncelikle zehirli
boyasını ve tutyalarını yenilememiz gerekiyor. Jotun boyalarından
Işıl Çelik’in gönderttiği zehirliyi daha ben İstanbul’a gitmeden önce
alıp tekneye koymuştuk bile.
Arjantin Yat Kulübü’nün 70 tonluk gezici vinci, Uzaklar II’yi
kucaklayıp kaldırmaya başlıyor. Sibel karadan bu anı videoya
kaydederken ben de teknenin üzerinden kolan kayışlarını kontrol
ediyorum. Gövde sudan kesildikten kısa süre sonra ani bir sallantı
oluyor. Ve tekne sarsılarak gerisin geriye suya düşüyor. Bir an neler
olduğunu kavrayamıyorum. 20 tonluk gövde suya çarpınca sıtmaya
tutulmuş hasta gibi titriyor.
Başımın üzerindeki 17 metrelik direğin öne arkaya şiddetle
sallandığını görüyorum. Elimden bir şey gelmeden öylece
bakıyorum. Aklımdan karaya çekilirken vinçten düşen teknelere
dair ürkütücü hikâyeler geçiyor. Olayın şokunu atlatınca kamaraya
inip sintineleri kontrol ediyorum. Görünürde bir hasar yok.
KARA HAYATI
Hasar karaya çıkınca anlaşılıyor. Şaft ve pervane eğilmiş! Olayın
nedeni yanlış vurulan kayışlarının kayması. Teknenin altında
durmuş karinaya bakarken önümüzde zorlu ve masraflı bir süreç
uzandığını fark ediyoruz. Neyse ki kulüp masrafları ödemeyi kabul
ediyor, ama eğilen şaft ve pervaneyi yerinden çıkarmamız günler
alıyor.
Bütün işleri Sibel’le ikimiz yapıyoruz. Ekibimize sonradan bir kişi
daha ekleniyor. Kubilay Masal... İstanbullu denizci Kubilay, türlü
maceralardan sonra Arjantin’e gelmiş. Onun da amacı bir
yelkenliyle Horn Burnu’nu geçmekmiş. İki hafta boyunca bizimle
birlikte zımpara tozu yutuyor, fırça sallıyor, ter akıtıyor.
Birkaç gün kalırız düşüncesiyle çıktığımız karada bir ay su gibi
akıp geçiyor. Pırıl pırıl boyanmış tekne suya doğru ilerlerken
arkasından yorgun, ama mutlu yürüyoruz.
Palamar botu bağlanacağımız yeri gösteriyor. Ermenistan
bandıralı Armenia adlı büyük bir yelkenlinin yanına giriyoruz.
Etrafta kimsecikler yok. Ertesi gün tekneyi kontrole gelen Garo
Uzaklar II’nin
bakımında Kubilay
Masal’ın çok emeği
geçti.
Verniklenen farş tahtaları iki hafta sonra
yerlerine konuyor.
164 TEMMUZ 2011
Karaya çekilirken yamulan pervanenin tamiri
epey zaman aldı.
Karinadaki kabarcıklar tek tek patlatılıp
temizleniyor.
UZAKLAR II
Ermeni dostlarla birlikte
“parilla” partisi.
Fasıla eşlik eden Osan’ın bir sözü hafızama
kazınıyor: “İnsanın kendi adamlarıyla, kendi dilinde
sohbet edip şarkı söylemesinin tadı hiçbir şeyde yok.
Arslanyan adlı işadamı mürettebatın Erivan’a gittiğini söylüyor.
Onlar da Horn Burnu’na gidiyorlarmış. Sponsorları Ermenistan
hükümetiymiş.
ERMENİ DOSTLARLA
Deniz’le İstanbul’da
biraraya geldik.
Arjantin’de 150 bin kadar Ermeni yaşıyor. Buenos Aires’te
kaldığımız uzun süre boyunca çok sayıda Ermeni dost ediniyoruz.
Hele 26 yıl önce İstanbul’dan göç etmiş Onnik Nahabetyan ve karısı
Osan’la can dostlar oluyoruz. Onnik her işimizle ilgileniyor.
Minibüsüyle malzemelerimizi taşıyor, önümüzdeki Güney
Okyanusu seyri için gerekli kumanyaları tanıdığı toptancılardan
ucuza almamızı sağlıyor.
Marmara adlı lokantalarında verdikleri ziyafetlerden birine Türk
Büyükelçiliğindeki konsolos Mehmet Bulut ve yakın akrabaları
Kevork, Bayzan ve Ohannes de katılıyor. Üzeri patlıcan salatası,
muhammara, humus, pastırma, zeytinyağlı yaprak sarma, ıspanaklı
ve peynirli muska böreği tabaklarıyla bezenmiş masanın etrafına
diziliyoruz. Teypte çalan fasıla eşlik ederken Osan’ın söylediği bir
söz hafızama kazınıyor: “İnsanın kendi adamlarıyla, kendi dilinde
sohbet edip şarkı söylemesinin tadı hiçbir şeyde yok…”
SON GÜN SÜRPRİZİ
Arjantin’den ayrılacağımız günün sabahı tekneye bir başka Ermeni
dostumuz geliyor. Fabrikasına ‘Kartal’ adını koyacak kadar koyu bir
Beşiktaş taraftarı olan Esteban Hacinlioğlu. “Annem sizi görmeyi
çok istedi, ama yaşlı olduğu için tekneye getiremedim. Karada
bekliyor.” diyor. Botla karaya çıkıyoruz. Yaşlı ama çok şık bir hanım
çimlerin üzerindeki sandalyede oturuyor. Her haliyle zarif bir
İstanbul hanımefendisi.
Yanına çöküp sohbet ediyoruz. Ayrılalı uzun yıllar olmasına
rağmen gönlü hâlâ İstanbul’da. Kalkarken bir paket uzatıyor.
“Türkiye’den gelirken bunu kocam yanında getirmişti. Fakat bir
türlü açmaya kıyamadı. Açamadan da vefat etti. Kısmet sizeymiş...”
Merakla paketi açıyorum. İçinden bir şişe Yeni Rakı çıkıyor. Çok
eski bir şişe bu. Kırmızı etiketli olanlarından. Ta çocukluğumdan
hatırlıyorum. En az 30 yıllık olmalı. Şişenin acıklı yolculuğunu
düşününce yüreğim daralıyor.
İçinden yayılacak memleket kokusuna dayanamayacağını bildiği
için onu açmaya kıyamayan yaşlı Ermeni’yi, onun vatan hasretini
düşünüyorum. MBY
Onnik Nahabetyan,
Marmara
Restoran’da Türk
dostlarını ağırlıyor.
Horn Burnu’na gidecek
olan teknenin sponsoru
Ermenistan devleti.
166 TEMMUZ 2011

Benzer belgeler

Her köşe başında karşımıza bir başka buzul

Her köşe başında karşımıza bir başka buzul Uzaklar II bir milim dahi ilerlemiyor. Yelkenleri açıp tekneyi yatırarak saplandığımız yerden kurtulmaya çalışıyoruz. Bu manevramız da işe yaramıyor. Arkaya bakınca Sibel’in kıç üstünde zıpladığını...

Detaylı

Eski bir cezaevi kolonisi olan Anchieta`da

Eski bir cezaevi kolonisi olan Anchieta`da sıkılmadan haftalarca bu adada kalabilir. Ancak yola devam etmemiz lâzım. Bir başka adada Melih Altuntürk’le randevumuz var.

Detaylı

Dünyanın ucuna yolculuk

Dünyanın ucuna yolculuk UZAKLARII Dünyanın ucuna yolculuk...

Detaylı

O gün Lauro Barcello`nun ofisine girdiğimizde

O gün Lauro Barcello`nun ofisine girdiğimizde UZAKLARII Dünyanın ucuna yolculuk...

Detaylı

Dünyanın Ucuna Yolculuk

Dünyanın Ucuna Yolculuk ağırlığı 20 tonluk gövdenin yerinden oynamasına yeterli olmuyor. Karşıdan küçük bir teknenin yaklaştığını görüyoruz. El edince yanımıza geliyorlar. 5 metrelik üstü açık bir bot. Arkasına iki büyük ...

Detaylı