Eurozine - the netmagazine

Transkript

Eurozine - the netmagazine
Yüksel Pazarkaya
Birakilan izler geri gitmez
Göç sürecinde elli yil
Almanya'ya Türk işçilerinin gönderilmesi için 31 Ekim 1961 tarihli
Türk−Alman İşgücü Antlaşması ellinci yılında. Süreci irdelemek için sayısal
bir neden. Özellikle göçmene ve Türkiye'ye getirdikleri, götürdükleri, öte
yandan başta Almanya, Avrupa ülkelerinde sonu gelmez uyum, uyumsuzluk,
yabancı ve öteki olmak tartışmaları açısından. Bunlar, ellinci yıldan önce de,
yazarlar ve toplum bilimcilerce sürekli inceleniyor ve irdeleniyor.
Ben bu sürece ilk gününden itibaren tanıklık ettim. Ankara Sözleşmesi
çerçevesinde gelen değildim, ama toplumsal sorumluluk bilinci yeşermiş bir
öğrenci ve yazının odağında insan ve toplum olduğunu ayrımsamış genç bir
yazar olarak, sürece doğrudan katıldım ve bir anlamda sürece maruz kalan
insanın yazınsal tutanağını tuttum.
Düzyazıda belki Bekir Yıldız'ın "Türkler Almanya'da" romanı (1966) ilk
sayılabilir. Oysa şiirde göçün ve göç insanının ilk izleri ve yansımaları,
başından itibaren benim yazdığım ve önce gazetelerde, dergilerde
yayınladığım, 1968 yılında İzlem Yayınevinde "Koca Sapmalarda Biz Vardık"
adıyla çıkan kitabımda "Almanya'da Bizden Çizgiler" başlıklı ilk bölümde
derlediğim şiirlerdir. Bu şiirlerin başlıkları ilk gelen işçilerin gerçek adlarından
seçilmiştir. İlk kez bir ülkeden diğerinin, bir dilden ötekinin, bir kültürden bir
başkasının ve nihayet üretim araçları ve koşulları anlamında tarihsel ve
toplumsal bir evreden diğer farklı aşamadaki bir evrenin içine düşen göç
insanının ruh hali, duyu ve duygu çarpılması ya da tutulması yansıtılmaktadır.
Buradaki Halil Güzel başlıklı ilk şiirden başlangıç satırları, bu tasarımı bir
imge olarak belki yansıtır: "susamış güneş toprağın / iter seni beni almanya'ya
/ alman bira ve bulut özdeş / susamak güzelleşir birayla / sen içmezsin
içmezsin".
Elli yıl önce Almanya'nın radyo ve televizyonunda (yalnızca kamusaldı) bir
bira reklamı vardı: susamak birayla güzel. Bu tümceyi alıntılayıp, sen
içmezsin, sen içmezsin diyerek, şiirin son satırında, her anlamda sınırötesi
yabana düşmüş Anadolu insanının iç dünyası yansır: susamak güzelleşir
anadolu suyuyla. Sılaya yakıcı özlem!
Sürecin mağduru olarak, süreç başladıktan sonra Almanya'ya gelip yazınsal
ürün veren bazı arkadaşlara göre, benim bir edinimim vardı: İki ülkeyi, iki
toplumu, iki tarihi, iki kültürü, nihayet iki dili edinmiştim. İnsandan yana,
insanı yeğleyerek çift taraflı yansıtma olanağına sahiptim. Ne ölçüde
gerçekleştirdim, bu ayrı ve araştırmacıları ilgilendiren bir konu. Ama bu
bağlamda, 1971/1972 noelinden başlayarak Almanya kamusal radyolar
birliğinin Türkler için günlük özel radyo yayınında (Köln Radyosu)
yayımladığım kısa öyküler de, göç sürecinin içinden ve göç insanları arasında
An article from www.eurozine.com
1/10
yazılan en eski ve özgün öyküler olarak anılır. (Oturma İzni başlığıyla 1977
yılında Derinlik Yayınları'nda kitaplaştı, ellinci yıl dolayısıyla 2011 yılında
Cem Yayınları'nda Oturma İzni / Güz Rengi başlığıyla ikinci öykü kitabımla
bir arada yeni basımı yapıldı.)
Sürecin Evreleri
Elli yıllık süreci kendi gözlemlerim ve yaşantılarımdan yola çıkarak şu
evrelere ayırmak istiyorum.
− İstenerek ve severek kabul yılları (1961−1973).
− İşçi alımını durdurma yasası (Anwerbestopp) ve rotasyon ya da entegrasyon
tartışmaları (1973−1981).
− İstikrar ve entegrasyonda karar yılları (1981−1990).
− Almanya'nın birleşmesi, kesinti ve dışlama yılları (1990−2000).
− Ayış ve entegrasyonu yeniden tartışma yılları (2001−2011).
Almanya'ya ilk gönderilen işçiler, genelde genç ve sağlıklı erkekler, Münih,
Stuttgart, Köln v.b. tren istasyonlarında büyük törenlerle karşılanarak,
işletmelerine ve işletme yurtlarına götürüldüler. Almanya'daki yaşam ve iş
koşulları üzerine, kurallar ve yasalar, günlük yaşam kültürü üzerine hiçbir
bilgilerinin olmadığını söylemeye bile gerek yok. Tek söz Almanca
bilmediklerini de. Onlar gelmeden önce Almanya'da yalnızca birkaç yüz
üniversite öğrencimiz, diplomatlarımız, birkaç iş adamı ve birkaç serüvenci
dışında Türk yoktu. Ben de çok yazdım, anlattım, beylik bir deyiş oldu:
Gelenlerin bir çoğu, kırsal bölgelerden kara sabandan, Türkiye'nin batı
kentlerinde mola bile vermeden, doğrudan Alman sanayi kentlerine geldi,
askerlik gurbetinden bildiğimiz, geleneksel tahta bavul ellerinde. Duygularının
terkiside geleneksel Almanya ve Alman dostluğu, giderek hayranlığı.
Sirkeci'de başlayan kara tren yolculuğu, Münih'e ya da diğer Alman kentlerine
iki, üç gün geceli gündüzlü sürerdi. Anadolu'nun çeşitli yörelerinden insanların
buluştukları, dostluk ve hemşehrilik kurdukları, azık paylaştıkları bir yolculuk.
Bu arkadaşlıklar genelde son istasyonda kopmuştur, bazıları gittikleri ayrı
kentlerden bir süre birbirlerine gurbet mektupları yazmıştır. Bekir Yıldız ilk
romanında böyle bir yolculuğu anlatır.
Alman tren istasyonu ilk hedef, Almanya'ya ilk adım atılan, Almanya ile ilk
karşılaşılan, yüz yüze gelinen ve davul zurna ile karşılanılan yerdi. İlk yıllarda
tren istasyonları, özellikle büyük kentlerde, Almanya'ya ilk gelen
göçmenlerimizin hafta sonlarında birbirleriyle buluştukları, ilk izlenimlerini
paylaştıkları, özlem giderdikleri yerdi, daha da ötesi, demiryollarının sılaya
uzandığı düşlemiyle sıla yerine geçen mekândı, artık doğallıkla davul zurnasız.
İlk yazın ürünleri de bu yüzden tren istasyonunu (Bahnhof), özlem
eğretilemesi olarak kullandı, yurda dönüşün düşlemi olarak. Aras Ören'in 1981
yılında yayımlanan Bahnhof'lar adlı şiirinden: Yüzeyden bakılınca: /
kucaklaşmak hemşerilerle, / alışverişten, pahalılıktan, / kazançtan,
ücretlerden, / konuşmak için / gelinir. //...// Nerde / Bahnhof'larda davullar,
zurnalar? / Çalmıyor, / yok onlar. / Bahnhof'larda tedirgin bir / kalabalık var,
/ yarınlarına bilet / bulamayan...
Tren istasyonu henüz olmayan altyapının geçici olarak yerine kullanılıyordu.
Çay ve kahve evlerinin, lokantaların ve buluşma, danışma merkezlerinin,
derneklerin ve cami derneklerinin açılmasıyla istasyon yavaş yavaş bu işlevini
yitirdi.
An article from www.eurozine.com
2/10
Başlangıçta Anadolu'dan gelenlere Almanlar meraklı bir ilgi gösteriyorlardı.
Yabancıydılar ve Faust'ta deyimleşen sözle uzaktan, Türkiye'nin ötesinden
geliyorlardı. Bu öteuzak, aynı zamanda, önyargıya dayanan beklentileri de
belirliyordu. Önyargılı beklentiler her an karşıtduyguya dönüşmeye hazırdı.
Öteuzak, yabancı, öteki anlamını içeriyor ve 2 Aralık 1982 günlü Frankfurter
Allgemeine Zeitung'un başyazısının başlığında olduğu gibi (Fremde und
Allzufremde) ekonominin duraksama dönemlerine pekyabancı anlamına
geliyordu.
İlerleyen yıllarda entegrasyon/uyum tartışmaları tırmanmaya başlayınca, tren
istasyonlarındaki davullu zurnalı karşılamalar da unutuldu. Oysa, insanlar daha
Türkiye'de ellerine tutuşturulan sözleşmelerle davetli olarak gelmişlerdi. Bu iş
sözleşmeleri genelde bir ya da iki yıllıktı. Ama genç ve sağlıklı Anadolu
emekçileri gelir gelmez kısa sürede yaşam ve iş koşullarına uyum
sağlamışlardı. İşverenler ve sendikalar sözleşme süresi dolduktan sonra onları
geri göndermek istemediler. İşgücü gereksinimi yoğun biçimde sürüyordu ve
onların yerine getirecekleri yeni işçileri de iş ve yaşam koşullarına alıştırmak
için zaman yitireceklerdi. İlk gelenler hem uyumlu ve çalışkan, hem de iş,
ekmek dışında neredeyse beklentisi olmayan saygılı, alçakgünüllü, gözütok,
sade insanlardı. Her şeyden önce de göze girmek isteyen, çalışkan insanlardı.
Giderek ilk bir iki yılda üç beş söz Almanca bile öğrenmiş ve günlük yaşamda
kullanmaya başlamışlardı.
İşletmeler ve işverenler Türk işçilerinden pek hoşnuttular, bu yüzden,
gereksinim sürdükçe, durmadan Türkiye'den yenilerini istiyorlardı. İlk
yıllardan sonra gelenler, daha önce gelenlerin arasında, özellikle hemşehri ve
tanıdıkları varsa, yaşam ve iş desteği buluyor, daha kolay uyum sağlıyorlardı.
Kısa süren 1966/67 ekonomik durgunluğunda, işsiz kalanları Türkiye'ye geri
göndermek sorun yaratmadı. Ama onları gönderirken, kendilerinden salt
vazgeçmek de istemediler işverenler. Durgunluğun kısa bir süre sonra
geçeceğini düşünerek, geri gönderdiklerine, işler açılır açılmaz onları yeniden
getireceklerini söylemeyi ve adreslerini almayı da ihmal etmediler. İş durumu
düzelmeye başlayınca bunu gerçekleştirdiler.
Nesnel olarak birinci kuşak iyi uyum sağladı. İnsanlara insanca barınak
sunmak ve günlük yaşam için gereksinimlerini karşılamak açısından hiç
hazırlıklı olmayan Alman işverenlerden ve kamusal kurumlarından daha iyi.
Ancak belli bir süre sonra işletmeler ve ilgili daireler çevirmen kullanmayı akıl
ettiler. Onların da başında, yeni gelenlerin kazancına göz diken bankalar ve
benzer kuruluşlar geliyordu.
Öznel açıdan insanlar sıkıntılarını içlerine atıyorlardı. Sıkıntılar ilk elde
maneviydi, ruhsaldı. Aileden ve memleketten ayrı düşmek, alışılmış gıdadan
ve başka alışkanlıklardan vazgeçmek durumunda kalmak, içsel sıkıntıya yol
açıyor ve bu sıkıntılar en başta mideye vuruyordu. İlk şiirlerim arasında yanar
sesim sılaya sılaya; yürek hep sıla vurur v.b. bu durumu yansıtmaya çalışırken,
memleketi de iletişim ve yolculuk olanaksızlıkları yüzünden arıtan bir sesi
taşımıştır.
Kadının Devrimi
1966/67 yıllarında yaşanan ve görece kısa süren durgunluğun ardından Alman
işverenler, özellikle televizyon gibi elektronik ve tekstil işleri için, Türk kadın
işçileri getirmeye başladılar. Hem kadınlara ödenen ücret daha düşüktü, hem
de kadın parmakları bu tür işlere daha yatkındı.
An article from www.eurozine.com
3/10
Türklerin o yıllar Almanya'da çalışmak için can atmaları, geleneksel Anadolu
toplumunda derinden, devrim niteliğinde bir değişime yol açtı. Kocalar,
babalar, ağabeyler için, karıları, kızları ve kızkardeşleri aracılığıyla
Almanya'ya gitmenin yolu göründü. Getirilen kadın işçiler, Almanya'da bir yıl
sözleşmeli çalıştıktan sonra, isterlerse, kocalarını, babalarını, hatta erkek
kardeşlerini yanlarına alabileceklerdi. Bu umut, Anadolu erkeğini devrimsel
bir zihniyet değişimine götürdü. Karılarını, kızlarını erkek refakati olmadan
hiçbir yere göndermek istemeyen adamlar, içdirençle de olsa, birden onların
sınırötesine, Almanya'ya gitmelerine onay verdiler. Namus kaygısı birdenbire
kafalarda bir yere gömüldü, geleneksel olarak namuslarını salt kadınla
özdeşleştiren erkeklerin kafasında.
1961 sonlarında genç erkeklerin gelmelerinin ardından, kadınların gelişi, Türk
toplumunu altüst işleyen ikinci adım oldu. Alman kamuoyundaki salt erkek
Türk imgesi de dengelenmeye başaldı. İş durumlarının gerektirdiği sürede,
Alman işverenler kadın işçilerden de son kerte hoşnuttular, dolayısıyla Alman
kamuoyunda tepkiler de sınırlı kaldı.
Davul zurnalı güzel karşılamalara ve birinci kuşağın iyi niyetli, duyarlı uyum
ve dikkat çekmeme çabalarına karşın, sayıları hızla arttığı ve yetmişli yıllara
gelindiğinde bir milyon sınırını aştığı için, gittikçe dikkat çekmeğe başladılar.
Alman kentlerinde artık adım başı onlara rastlanır oldu.
1955 yılından başlayarak İtalya'dan, özellikle o dönem ekonomik açıdan epey
geri kalmış Sicilya'dan getirilen ve Almanların yeni yabancılar olarak burun
kıvırdıkları (eski yabancılar savaş sonrası yitirilen doğu topraklarından batıya
gelen Alman göçmenlerdi: Vertriebene) İtalyan'ları artık Türk işçilerin
kalabalığı örtüyor ve İtalyan'ların aldığı tepkileri kendi üstlerine çekerek, bir
anlamda Katolik İtalyan'ların uyum sürecini hızlandırdılar. İtalyan'lara tepki
yazına da yansımıştır. 1960ların başlarında bir Alman dergisinde okuduğum
Marie−Luise Kaschnitz'in, Almanların Sicilyalılara sözlü dalaşını konu alan bir
öyküyü anımsarım. Türk'lerin onların yerini alması aslında çok erken
başlamıştır. Jochen Ziem'in 1966 tarihli "Nachrichten aus der Provinz"
(Taşradan Haberler) adlı tiyatro oyununun bir Alman kasabaında geçen bir
sahnesinde, genç bir Türk işçisiyle dalaş arayan Alman gençler anlatılır. (Bu
oyunu 1969 yılında Schwaebisch Hall kenti Halk Yüksek Okulu tiyatro
grubuyla sahnelemiştim.)
Yasak Yasası (Anwerbestopp)
Ekonomi mucizesi diye adlandırılan hızlı büyüme yıllarının ardından ilk büyük
kriz, dünya petrol krizinin de etkisiyle 1973 yılında yaşandı, işsizlik sürekli
büyümeye başladı. Aynı yılın güzünde Federal Meclis dışardan işçi
getirilmesini yasaklayan Anwerbestopp yasasını çıkardı. Bununla en başta
Türkiye'den işçi göçünün önü kesilmek istendi. Bunun çeşitli sonuçları oldu.
1973 yılı sonbaharı bir dönüm noktasıydı. Almanya'daki Türk işçileri bu
ülkedeki geçici yerleşimlerini sürekli yerleşmeye çevirmeye başladılar.
Almanya kapıyı açık tuttuğu sürece, bir anlamda tahta bavul üstünde yaşamayı
sürdürdüler, Memet'in o hiç tükenmeyen memlekete dönüş ve tasarruflarıyla
orada bir iş tutmak umuduna asılı kalarak. Ama getirilen giriş yasağı yasası,
Türkiye'de iş tutmayı başaramama durumunda Almanya'ya dönüşü artık
engelliyordu. Bu yasa gelinceye dek Almanya onları için bir tür can kurtaran
simidiydi. Bu ellerinden alınmıştı. Üstelik 12 Mart 1971 askeri darbesi
Türkiye'de iyi bir gelecek umudunu da yok etmişti. Sonuçta Almanya'daki
Türkler, anayasal aile birleşimi hakkından yararlanarak, eş ve çocuklarını
An article from www.eurozine.com
4/10
yanlarına getirmeye başladılar.
Kısa süren 1966/67 duraksamasında da yavaş yavaş belirmeye başlayan ve bu
arada sayıları bir milyonu aşan Türk'lere karşı ters tepkiler, daha derin ve daha
uzun süreli 1973/74 krizinde birden tırmandı. İşsizlik sorumluluğunu
üstlenmek istemeyen hükümet de, suçu en kalabalık kümeyi oluşturan Türk
işçilerinin gereksizliğine yükleyince, sürü içgüdüsüyle hareket edenler tepkileri
kin ve nefret düzeyine getirmeye ve bunu eyleme dökmeye başladılar. Sürü
içgüdüsünün Almancada yerinde bir imgesel kavramı var: Birahanelerin
müdavim (ekabir) masasında (Stammtisch), Türkler ülkelerine geri dönsünler,
çağrıları yükseldi.
Bu arada siyaset meydanında da Rotation mu, Integration mu tartışmaları
koyulaştı. Rotasyon, en başta tutucu politikacılar için, işsiz kalan Türkleri
baştan savmak anlamına geliyordu. Bunu tatlandırmak için de, dönüşüm
diyorlardı. Yani, siz şimdi memleketinize dönün, işler açılınca biz yeni istekte
bulunuruz. Bu görüşün başını da, eski bir Nazi olan Baden−Württemberg
eyalet başbakanı Hans Filbinger çekiyordu. Böylece Filbinger ile başlayan
suçlamalar günümüzde bu konuda çok satan ırkçı bir kitap yazan Thilo
Sarrazin'e uzandı.
Metinlere Yansıyan
Bu gelişme 1966/67 durgunluğundan sonra metinlerimde de yansımaya
başladı. Almanca, Almanların Hayvan Sevgisi, Gastarbeiter (Konuk İşçi) v..b.
başlıklı şiirler birkaç örnek. (Aydınlık Kanayan Çiçek, Ankara 1975;
İncindiğin Yerdir Gurbet, Ankara 1979 kitaplarında.) Alman kamuoyunun
bilincineyse, Türk göçmen işçiler olgusu ve Almanya'da birlikte yaşamaları
güçlü biçimde Aras Ören'in "Niyazi'nin Naunyn−Strasse'de İşi Ne? kitabının
Almancasıyla yansımaya başladı. Bu, Berlin Üçlemesi'nin ilk kitabıydı ve
Alman basınında geniş, olumlu yankı buldu.
Rotasyon mu, entegrasyon mu, tarışmalarına koşut olarak, özellikle Türk ve
İtalyan kökenli yazarların yetmişli yılların ortalarından itibaren Almanca
yazıp yayınladıkları kitaplar, bu yeni yazına verilecek ad konusunda başka bir
tartışmayı da getirdi. Düzensever eleştirmenler, dahası her şeyi bir çekmeceye
yerleştirmeye alışmış kişiler, konuk işçi edebiyatı, göçmen edebiyatı, yabancı
edebiyatı ve benzer etiketleri bu yeni Almanca yazına yapıştırmaya başladılar.
Bu kavramlar aynı zamanda bir beklentiyi yansıtıyordu. Bu yapıtlar, gelen
insanlar, onların yabancılıkları ve özellikleri üzerine çözümlemeler sunmalı,
giderek onlarla yaşanan sorunlar için çözüm önerileri içermeliydi. Sosyal
danışmanlara, öğretmenlere, çocuk yuvası eğitmenlerine, polislere ve
hukukçulara, bu insanlarla işlerinde ve ilişkilerinde karşılaştıklar sorunlar
konusunda yol göstermeliydi. Böyle bir beklenti elbette sanat ve edebiyata ne
denli yabancı olduklarını da açığa vuruyordu.
Her iki tartışmada da başından beri aynı görüşü savundum: Rotasyon ve
entegraasyon tartışması demagoji ve polemikten başka bir şey değil. Bunca yıl
yasal ve dürüst çalışan, yerleşik yaşayan insanları kimse geri dönüşe
zorlayamaz. Bu tartışma, seçmenlerin dikkatini çeldirmek için yürütülüyor, asıl
sorunlardan başka bir yöne çekmek için. Entegrasyon talebiyse, slogandan
öteye bir içerik taşımıyordu.
Yazın açısından da, değerlendirmenin yazınsal ve estetik ölçütlere göre
yapılması gereğini, yazının diğer işlevlerinin kaynağının metnin yazınsallığı
olduğunu vurgulamaktan bıkmadım. (Literatur ist Literatur. Münih, 1986)
An article from www.eurozine.com
5/10
Sığınma Kapısı E(k)mek Kapısı
1973/74 ekonomik krizinin yavaş yavaş aşılmasıyla birlikte, otomotiv, otel
lokanta gibi bazı iş alanlarında ek işgücü gereksinimi görülmeye başladı. İç
pazar bu gereksinimi karşılamaya yetmiyordu, dışardan işçi getirmek ise
yasayla engellenmişti. Bu yasanın kaldırılması ya da yumuşatılması isteklerine
hem sendikalar karşı çıkıyor, hem de kriz sırasında yabancı işçi üzerinden
siyaset yapan yöneticiler buna yanaşmıyorlardı.
Çözüm, sığınma yoluyla Türkiye'den işçi getirme yönteminde bulundu. Bunun
için, Almanya'ya gezgin gibi gidip, orada sığınma başvurusunda bulunmak,
çalışma yolunu açıyor, söylentisinin yayılması yetti. Yetmişli yılların ikinci
yarısında Türkiye'den turist vizesiyle gelenlerin yoğun sığınma başvuruları
başladı. Bazı avukatlar bu işte yoğunlaştılar. Bürolarında deste deste sığınma
dilekçesiyle beklemeye başladılar. Bir çevirmen aracılığıyla en az beş yüz
Mark karşılığı dilekçe dolduruluyor ve avukat tarafından yetkili kuruma
veriliyordu. Dilekçenin işlem gördüğü birkaç yıl boyunca dilekçe sahibi
bulduğu her işte çalışabiliyordu. Böylece yasal yasak aşılıyordu. Almanya'ya
daha önce yerleşmiş Türkler bu olanaktan yararlanarak, Türkiye'den çok sayıda
eş dost da getirdiler.
Bu arada birinci kuşak yabana alışmaya başlamış, çocukları Alman çocuk
yuvalarında ve okullarında toplumsallaşma sürecine girmişlerdi. İlk doğumlar
da bir süredir gerçekleşiyordu. Yabana yeni bir tanım gerekiyordu. Bir şiirimde
bu tanımı şöyle yaptım: incindiğin yerdir gurbet. (Aynı adlı kitap, Ankara,
1979) İnsan, memleket ve sıla bildiği yer de dahil, dünyanın her yerinde
incitilebilirdi ve inciniyordu. Yaban, diyalektik açıdan gerçek bir sıla olarak da
duyumsanabilirdi. Siyasi ve ekonomik nedenlerden sürgün/göçmen olmak,
incinmelerin en berbatlarındandır. Dışlanmak ve düşmanlık yaşantıları,
gurbetin yeni duyumsanışıydı. Ve bu duyumsama, periyodik olarak yinelenen
ekonomik kriz ve işsizliğin büyümesi dönemlerinde insanın yüreğine
yükleniyordu.
Vize Zorunluğu ve Dönüş Primleri
1981 yılında duraksama dönemlerinden biri daha geldi. Anayasaya göre,
siyasal sığınma başvurusunu engellemek olanaksız. Dilekçelerin işleme
konulup sonuçlandırılması en az bir yıl alıyor. O zaman başka önlemler
gerekiyor. Sığınma dilekçesi verenlerin çalışma izni kestirmeden kaldırıldı.
Dilekçe verenler sonucu artık çalışamadan beklemek zorunda kaldılar. Buna ek
olarak Türk yurttaşları için vize zorunluğu getirildi. Dönüş primleri ve temelli
dönmek isteyenlere emeklilik ödeneklerinin (yalnız işçinin kendi payının)
toptan geri ödenmesi olanakları sunuldu. İşverenlerin yatırdığı pay ise, Alman
hazinesine kalıyordu. Başbakan Helmut Kohl'ün ifadesiyle, Türklerin önemli
bir bölümü geri dönmeliydi.
Bir geri dönüş dalgası başladı. Türkiye'de Anadolu Liseleri adıyla geri dönen
ailelerin Türkçesi yeterli olmayan çocukları için okullar açıldı. Özellikle
çocuklar ve gençler Türkiye'de dil ve yaşam koşullarına uyum sorunları
yaşadılar. Birçoğu Almanya'ya dönmek istese de, temelli dönüş yaptıkları için
ve ailelerin itirazıyla bu pek mümkün değildi.
Bu sürecin ardından seksenli yılların ortalarından başlayarak Almanya'da kalan
Türkler için bir istikrar ve karşılıklı kabul süreci yavaştan başladı sayılabilir.
Uyum sürecinde bu anlamda bir gelişmeden söz edilebilir. Bunun şaşmaz
göstergelerinden biri, Zefer Şenocak, Zehra Çırak, Levent Aktoprak gibi genç
An article from www.eurozine.com
6/10
şairlerin birinci dilleri olan Almanca yazıp yayınlamaları oldu. Daha
seksenlerin başlarında çağdaş Alman edebiyatında yeni bir dal filiz vermeye
başladı. Daha sonraları Feridun Zaimoğlu ve Selim Özdoğan gibi yazarlar
başarıyla bu dalı beslediler.
Almanya'nın Birleşmesiyle Ani Kopuş
3 ekim 1990 günü Almanya'nın birleşmesi, Berlin Duvarı ile Demirperde'nin
yıkılmasıyla göçmenler için istikrar süreci de aniden koptu. Bir gün içinde
ilginin ve kaynak aktarımlarının odağı kaydı. Doğu Almanya ile orta ve doğu
Avrupa ülkelerinin uyumu çabaların ve harcamaların merkezi oldu. Bu
anlaşılmayacak bir şey değil. Uluslararası hukuk açısından gerçekleşen
birleşmenin ardından şimdi uzun ve pahalı bir süreçle ekonomik, toplumsal ve
kültürel kaynaşmayı gerçekleştirmek gerekiyordu. Bunu yaparken iki tarafın,
özellikle doğu insanlarının ruh hallerini de dikkate almak gerekliydi. Diğer bir
deyişle, kalplerden geçen çatlağın giderilmesi ve kafaların içindeki duvarların
yıkılması gerekiyordu.
Bu arada Almanya'daki Türklerle birarada yaşama konuları yalnızca geri plana
itilmekle kalmadı, sanki birden unutuldu. Oysa, Almanyalı Türkler ülkenin
birleşmesine en fazla ve en içten sevinen kesimlerden biriydi. O günlerde
batıdaki bazı Almanların şu sözleri hâlâ kulağımda çınlar: "Bizim Türkler bana
doğu Almanlardan daha yakın!"
Buna karşın, örneğin, Almanya'daki Türk kökenli yazar ve sanatçılara talep
siliniverdi. DAAD sanatçı ve yazar takas bursları artık Türkiye'deki sanatçılara
verilmez ve onlar Berlin'e davet edilmez oldular. Bütün burslar doğu Avrupalı
yazar ve sanatçılara ayrıldı. En düşündürücü gelişme de, aşırı sağcıların bu
yeni durumda cirit atacak boş alanlar bulmalarıydı. Mölln, Solingen,
Hoyerswerda, Rostock ve bir çok başka kent adı, aşırı sağcı ve ırkçı şiddetin
haritasını çiziyordu. Her ay binin üzerinde şiddet eylemi olmaya başladı.
Seksenli görece istikrar yılarında yazın çalışmalarımda gönül rahatlığıyla aşk
ve dostluk, mutluluk ve yalnızlık gibi izleklerin peşine düşmüşken (Dost
Dolayları kitabım, Lady Lovely Locks ve Mutluluk şiirleri örnek olarak yeter),
aşırı sağ ve ırkçı şiddet karşısında duyarsız kalamazdım. Kaçak Düşünceler,
Sivri Kalem v.b. metinler ortaya çıktı.
Toplumsal katılımın ihmali ve aşırı sağ şiddet ayrışmayı ve çelişkiyi
tırmandırdı. Almanya'da doğup büyümüş ve kurumssal toplumsallaşmadan
geçmiş genç kuşaklar, aynı hak ve görevlerle eşit yurttaş olarak
benimsenmedikleri deneyimini yaşadılar. Almanyalı kimlikleri onay ve destek
görmediği için, kendilerine bir kimlik arayışına başladılar. Bunu anne baba ve
dede nine kuşağının kimliğinde bulmaları doğaldı. Eski kuşaklar Almanya'ya
getirdikleri kimliklerini, Türkiye'de yaşanan gelişme sürecinden bağımsız,
dondurmuş ve konserve etmişlerdi. Buna bir de iletişim çağının getirdiği
kolaylıklar eklendi. Uydu üzerinden Türkiye'deki televizyon kanalları
Almanya'da yaşayan Türk ailelerinin konutlarına girdi. Ucuz uçuşlar sayesinde
Türkiye ile Almanya arasındaki mesafe herkes için birkaç saate indi. Anında
telefon bağlantısı ve belgesayar (internet) zaman ve mekân ayrımını, dil farkını
ortadan kaldırdı. Türk gençleri aşırı sağ saldırıları daha fazla sineye çekmek
istemediler. Kendi çetelerini oluşturdular. Almanca'da kendi özgün ağızlarını
ve deyişlerini geliştirerek, kimliklerine kattılar. Feridun Zaimoğlu ilk
kitaplarında bu dili kendi düzünüyle yazınsallaştırdı.
Uyum Tartışmaları Al Baştan
An article from www.eurozine.com
7/10
Ancak iki binli yıllara geldikten sonra yeniden göçmen olgusuna dönüş
yaşandı. Yine iletişim terslikleriyle. 2000 yılında yürürlüğe giren yeni
yurttaşlık yasası da göçmenlerin gereksinimlerini gözardı etti. Uyum
tartışmaları başa döndü. Doksanlı yıllarda yaşanan dışlanma ve ayrışma gözle
görülür olumsuz sonuçlar doğurdu. Okul ve meslek eğitimindeki eksikler ve
yanlışlar bir yandan, bir yandan alanı boş bulan köktendinci çevrelerin etkileri,
sokakta ve ilişkilerde göze batar oldu. Siyasi iktidar talebi olan köktendinci
çevrelerin bir simgesi konumuna getirilen türban ve islamcı cemaat okulları,
namus cinayeti denilen olaylar, Alman kamuoyundaki Türk imgesini gittikçe
daha fazla belirler oldu. Bu gelişmeler AKP iktidarından güç aldı. Bunlara
koşut olarak Türklerin uyum istemedikleri ya da uyum yeteneğine sahip
olmadıkları önyargıları da yayılmaya başladı. Bir de Alman iktidar çevrelerinin
öncü kültür talepleri gündeme geliyordu. Yani ya Alman kültürünü benimse,
ya da çek git, talebi.
Alman hükümeti, İslam zirvesi denilen toplantılarla çözüm arayışına geçti. Bu
tür bir girişimin olsa olsa sahte çözüm üretebileceği, dikkate alınmadı. Bu
arada 1961 yılında işçi alımı için Ankara Sözleşmesi'nin ve 1963 Ortak Pazar
(sonraki Avrupa Birliği) ile ortaklık anlaşmasının (asosyasyon) yeryüzünde
halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasındaki tek lâik devlet olan
Türkiye ile yapılmış olduğu da gözardı edildi. (Türkiye lâik bir devlet
olmasaydı, Avrupa bu iki sözleşmeye de yanaşmazdı.) Almanya'daki kiliseler
ve kamu kurum ve kuruluşları yıllarca diyanetin Avrupa örgütü DİTİB ile
işbirliğini yadsıdı. Gerekçeleri, bunun Türkiye devletinin resmi bir kuruluşu
olması ve resmi görüşü temsil etmesiydi. Bu kuruluşun aslında lâik devlet
düzeninde Kant'çı bir yaklaşımla kamu düzenini ve kamu haklarını sağlamak
işlevine sahip olduğunu bilmezden geldiler. Bu işlev, siyasi erkini yitirmiş ya
da ondan vazgeçmiş kiliselerin işine gelmedi. Yaklaşık on yıldır AKP
iktidarının etkisi ve yönlendirmesi altına girmiş olan bu kuruluşun Avrupa kolu
DİTİB'e son zamanlardaki yakınlaşma ise, manidardır ve elbette yapılan
yanlıştan dönüş işareti sayılmaz. Aynı zamanda Almanya'da eylem gösteren
İslamcı çevrelerin büyüyüp güçlendikleri ve Almanya için bir tehdit öğesi
haline gelmekte oldukları da sanki umursanmıyor. Oysa, onların etkisi altına
kayan Almanyalı Türkler, Alman yurttaşlarıdır.
Doğru ve gerçekçi girişimler ise, seküler çevrelerle ve sivil toplum örgütleriyle
işbirliğine gitmek olmalı, elbette her bireyin inanç özgürlüğü kollanarak. Zira,
İslamcı tarikatlar, çevreler ve partiler siyasi iktidar talebinden vazgeçmedikleri
sürece, siyasi erk ve egemenlik bireylerden ve yurttaşlardan kaynaklanmayıp,
siyasi egemenlik ve erkin Tanrı'dan kaynaklanması talebinde israr edildiği
sürece, bunun özgürlükçü demokrasi kurallarıyla bağdaşması sözkonusu
olamaz. Toplumun gereksinimi savungan (wehrhaft) demokrasidir,
demokrasinin olanaklarını demokrasiyi ortadan kaldırmak için kullanmaları
değil. Bunun yanısıra demokrasi bireye kendini yetiştirme, geliştirme ve
özdeşlik olanakları sunmalıdır.
Almanyalı Türklerin uyum istekleri ya da yetenekleri olmadığı biçiminde bir
genelleme ve önyargı, istenenin tersini tetikler. Bununla birlikte demokrasi ve
özgürlük düşmanı eğilimlere hoşgörü gösterilirse, hem ülkedeki aşırı sağcılık,
hem de köktendincilik tırmanır. Hükümetler de artık uyum sorunlarını ileri
sürerek, seçmenin dikkatini asıl sorunlardan başka yere çelmekten
vazgeçmelidir. Bu politika onyıllardan beri uygulanagelmekte. Eski
başbakanlardan Helmut Schmidt, seksenli yılların başında Karlsruhe'de bir
fabrikada çalışanlara yaptığı konuşmada durup dururken Türk işçilerine şöyle
seslendi: Ya Alman olun, ya memleketinize dönün! Eski başbakan bugün de
görüşlerini apaçık seslendirmekten çekinmez. O başından beri Türkiye'den işçi
An article from www.eurozine.com
8/10
alımını yanlış bulmaktadır. Bu da bir görüştür. Ama tarihin çarkını geriye
döndürmek mümkün değildir. Hâlâ bu görüşü seslendirmek yerine, bugünün
sorunlarına eğilmek daha bilgece olur.
"Alman olun!" çağrısının salt yurttaş olmak anlamında söylenmediğini, diğer
politikacıların sözlerinden de anlıyoruz. Eski sosyaldemokrat İçişleri Bakanı
Otto Schily de bir defasında, "En iyi uyum asimilasyondur", demişti.
Almanya'nın bir göç ülkesi olmadığını savunan bu politika yetmişli yıllardan
beri sürdürüldü. Başbakan Angela Merkel daha bu yakınlarda, çok kültürlü
(multikulturell) toplum tasarımının iflas ettiğini ileri sürdü. İktidar partisinin
diğer sözcüleri de durmadan yabancıların Alman kültürünü, yeni kültürleri
olarak kabul etmelerini talep ediyorlar. Bu savlar ve talepler, çoğulcu birlik ve
birliktelik çabalarına tuzak.
Aslında benimsenmesi istenen Alman öncü kültürün ne olduğu da belli değil.
Alman toplumu içinde bile sayısız çeşitlemesi var kültürün. Onlardan
hangisinin öncü kültür olduğu somutlanmıyor. Uyum ve uyumu yadsıyanlar
konusunda süregelen tartışmada en acıklı doruğu ise, eski bir eyalet bakanı
(Berlin) ve banka menaceri olan sosyal demokrat Thilo Sarrazin, Almanya Yok
Oluyor, adlı iki milyon satan kitabıyla getirdi, ırkçılığa tüy dikti. Bu çok
tartışılan kitaptan şu alıntı her şeyi açıklıyor:
"Her bir farklı kültürel ve uygarlıksal gelişim, farklı üreme ve
yaşamı idame ettirme örneklerini birlikte getiriyor ve farklı
genetik biçimler yaratıyor. Burada kültürel gelişme ve doğal
ayıklanma birbirini etkiliyor. Örneğin deri renginin farklı
ayıklanma koşullarına birkaç kuşakta uyum sağladığı biliniyor.
İlke olarak bu, bedensel yetiler, zihinsel eğilimler ve zekâ
özellikleri için de geçerlidir. Bu yüzden, farklı kültür
geleneklerine sahip halkların ve toplum tiplerinin, modern
sanayi toplumunun taleplerine daha iyi ya da daha kötü cevap
vermeleri ve tamamen farklı gelişim durumlarına sahip
olmaları doğaldır." (Thilo Sarrazin: Deutschland schafft sich
ab. Wie wir unser Land aufs Spiel setzen. Deutsche
Verlagsanstalt, München 2010. S.173d.)
Türkleri ve ülkedeki diğer Müslümanları hedef alan bu satırlar, bir Avrupa
yaratısı olan ırkçılığın köklerinden besleniyor. Yazar, Türkiye'den gelen
göçmenlerin büyük çoğunluğunun dikkat çekmeden işlerinin gayretinde
olduklarını ve günlük yaşamlarını sürdürüp, Almanya toplumu içinde
eridiklerini ayrımsamıyor. Bu kadar da değil. Hürriyet gazetesi, Ankara
Sözleşmesi'nin ellinci yılı dolayısıyla Almanya'da çeşitli alanlarda isim yapmış
elli Türk'ün portrelerini yayınladı (31.7.2011): Politikcılar, sporcular,
sanatçılar, yazarlar, bilim insanları, gazeteciler, iş insanları, serbest meslek
sahipleri v.b. Bu elli portre rastgele bir seçim. Binlerce başarılı Almanya
Türk'ü üniversitelerin ve yüksek okulların eğitim kadrosunda, bilimsel
kuruluşlarda, sinema ve tiyatroda, opera ve senfoni orkestralarında, medyada
ve işveren olarak çalışıyor. Almanyalı Türklerin girmediği hemen hiçbir
meslek dalı yok. Ve bu insanlar alanlarında olumsuz dikkat çekmedikleri gibi,
artık bir çok durumda haber ve yorumlarda onların kökenine dikkat çekilmiyor.
Örneğin, 5 temmuz 2011 tarihli bir haber ajansından:
"Korkulan rakip (İngiltere) karşısında alınan galibiyet 94.
dakikada kesinleştiği zaman, Alman 17 yaş milli takımı
oyuncularının zafer kutlayacak takatları kalmamıştı artık.
Kaptan Emre Can, İngiltere karşısında 3−2 (2−0) çeyrek final
An article from www.eurozine.com
9/10
galibiyetinden sonra, orta saha çizgisinde yere serildi ve
gözleri boşluğa daldı. Galibiyet golünü atan Samed Yeşil
hemen ailesine telefon açtı."
Yüksek okul ve üniversiteye giden lise mezunlarının sayısı yıldan yıla yavaş
ama sürekli artıyor. Yarım yüzyılın toplumsal tarihsel süreç olarak görece
kısalığı dikkate alınırsa, gönül rahatlığıyla Atatürk'ün Onuncu Yıl nutkundaki
sözü yinelenebilir: Az zamanda çok işler başardık.
Sarrazin gibi kişilerin, PİSA karşılaştırmalarındaki kötü sonuçları ya da diğer
başarısızlıkları, Almanyalı Türk öğrencilerin sırtına yükleme çabaları, bir
hesaba ya da belli amaca yöneliktir. Türklerin ve diğer yabancıların ülkenin
zekâ ortalamasını düşürdükleri savıysa, doğrudan alçakça bir savdır. Bununla
politikacıların ve işverenlerin sorumlulukları toplumun en zayıf kesimlerine
yüklenmektedir. Politikacının ve işverenin görevi aslında, özendirme önlemleri
ve gerekli yatırımlarla okul ve meslek eğitimindeki eksikleri gidermek ve fırsat
eşitliğini herkes için sağlamaktır.
Sarrazin ve benzerleri mutlaka bir karşılaştırma yapmak istiyorlarsa, birbirinin
benzeri toplumsal kesim ve sınıfları karşılaştırmalılar. O zaman çok farklı
sonuçlara varacaklarını göreceklerdir. Kökeni farklı toplulukları birbiriyle
karşılaştırmak ama aslında baştan saçmalıktır.
Uyum Deyince
Uyum (entegrasyon), bütün hak ve görevleri üstlenen katılımdır. Bunun için
artık halkları, toplulukları, mezhepleri siyasi hesaplarla birbirine düşürmekten
ve topluluklardan birini ya da diğerini ihmal etmekten, giderek dışlamaktan
vazgeçmelidir. Fırsat eşitliği, okul ve meslek eğitiminde, iş yaşamında fırsat
eşitliğini sağlamak için gerekli özendirme ve yatırımlar, toplumsal yaşama
katılma ve ondan pay alma anlamındaki uyum/entegrasyon için en uygun,
aslında tek yoldur. Yalnız göçmenler ve çocukları için değil, toplumun bütün
kesimleri için.
Buna koşut olarak toplum herkesten anayasaya saygı ve uyumu kesinlikle
beklemelidir. Burada savungan (kendini savunan) demokrasinin kuralları
geçerlidir. Ancak o zaman, toplumun zenginliği olan kültür farklılıklarından ve
çeşitlemelerinden vazgeçmeksizin, kaynaşma, bütünleşme ve verimli
birliktelik yaşanır. En güzel özgürlükçü düzen çoğulcu birlikteliktir. Almanyalı
Türklerin büyük bir çoğunluğu −− fareli köyün kavalcılarını saymazsak −−
bütün sonuçlarıyla böyle bir düzene hazır. Çoğunluk bunu her zaman kanıtladı.
Gökçeada, Eylül 2011
Published 2011−10−27
Original in Turkish
Contribution by Varlik
First published in Varlik 10/2011 (Turkish version); Eurozine (English version)
(c) Varlik / Yüksel Pazarkaya
(c) Eurozine
An article from www.eurozine.com
10/10

Benzer belgeler

`Ermeni soykırımı var` diyen 11 Türk

`Ermeni soykırımı var` diyen 11 Türk öyküyü anımsarım. Türk'lerin onların yerini alması aslında çok erken başlamıştır. Jochen Ziem'in 1966 tarihli "Nachrichten aus der Provinz" (Taşradan Haberler) adlı tiyatro oyununun bir Alman kasab...

Detaylı