Edebiyat ve psikoloji

Transkript

Edebiyat ve psikoloji
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 18/2015-16
3
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Basın ve Medya
GIYASETTİN DAĞ
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
6
7
8
Mahmut Bahar
"Vücut şehri"nden
manzaralar
9
İsmet Emre
Psikolojik bir özne olarak
sanatçının hayatla imtihanı
25
Cafer Şen
Arzunun ve/veya semptomun
estetiği...
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Cemile Sümeyra
Edebiyatçının intiharı
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 100 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
52
Muhsin İlyas Subaşı
Din psikolojisi
Mehmet Aycı
Duş açısından tasavvuf...
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Prof. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Necati KANTER
Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER
KEMAL BATMAZ
Ömer KAZAZOĞLU
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
47
Nazım Payam Muhammed İsti'lamî
Kabına sığmayanlar
çev. Yasemin Akkuş
Tasavvuf ekolünde
eğitim ve psikoloji
ilişkisi
Nurettin Durman
Bu naif meseleyi çözebiliriz
57
Mustafa Özçelik
Yunus Emre'de
"ben"in hâlleri
60
Yahya Akengin
Şairler, anneler ve
estetik
62
Hüsrev Hatemi
Vefa Taşdelen
Edebiyat
ve psikoloji
Edebiyat ve psikoloji
31
40
42
Seval Koçoğlu
Sorular arasında yıllar
önceki mesele: Komposto
takımı
43
Serhat Işık
Eski bir dost
44
Selim Tunçbilek
Müntehir şiir
45
64
46
83
M. Milât Özçelik
Göz ve kal
84
Mehmet Baş
Çağrı
85
Mehmet Kurtoğlu
Eser yaratmak ya da ...
89
Lütfi Parlak
Sanat ve edebiyatta arka
plan
93
Nazire Erbay
Saraydan sürgüne:
Osmanlı şairinin
psikolojisi
101
Kalender Yıldız
Kabahat
102
Bayram Bilge Tokel
"Sular mürekkep
Süleyman Daşdağ
olsa..." Bir gemi kaçırma hikâyesi
68
104
Beyhan Kanter
Bir ucubenin
psikolojisi:
Homongolos Ziya
Özgen Felek
Sarıya boyanmış bir öykü
72
Kemal Batmaz
"Ruh hekiminin
hatıralarına" dair
77
Duygu Dinçer
Bergson'dan Mustafa
Şekip'e "Gülme"ye dair
Zeynep Tek
Safiye Erol'un
Dineyri Papazı...
Hasan Özçam
Nahit Sırrı ve
romanlarındaki cani
tipler
80
İhsan Yaşa
Dokuzuncu Hariciye
Rıfat Araz
Koğuşu'ndaki ruhi
Rahmet insin çöle böyle!..
kişilik tahlilleri
Bestami Yazgan
"İncinsen de incitme!"
66
82
Serdar Arslan
Seyran
106
108
110
İlhan Soytürk
"İki Kuş" için
112
Osman Suroğlu
Karikatür
Muhterem Okurlar,
Poetika sayımıza ilgi yüksekti. Hele edebiyatçılarımızın akranlarına olan ilgisi bizi ziyadesiyle
sevindirdi. Okurlarımızın sitemleri ise dergi sayfalarını yalnızca şairlerimizin poetikalarına ayırmadığımız yönündeydi.
Demek ki şiir hâlâ revaçta ve hâlâ dergilerden
takip edilmekte.
Farklı pencerelerden bakmaya yeltendiğimiz
“Edebiyat ve Psikoloji” sayımız da sizlerde aynı
ilgiyi uyandıracaktır. Çünkü edebiyat hayattan,
psikoloji edebiyattan beslenir. Çünkü herkes bir
başkasının anlatısında kendisinden veya çevresinden bir şeyler bulabilir.
Elbette eksiklik var. Biliyoruz, hem bizde hem
dünya edebiyatında ele alınacak onlarca yüzlerce
kaynak söz konusu. Fakat zaman kısa, ulaşabildiklerimizle yetinmek zorundayız. Hem böylesi
durumlarda yabancı dil kendisini daha çok hissettiriyor. Eksikliği hatırlattıklarımızla telafi edeceğimizi umuyoruz.
Gelecek sayımızın dosya konusu “Edebiyat
ve Kimlik”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Kabına sığmayanlar
NAZIM PAYAM
“Çünkü suçlamadan önce anlamak benim
için müthiş bir ihtiyaç!”
Panaıt Istratı, Akdeniz’den
G
ünümüz edebiyatçıları edebî
türlerin kurallarını dışlayan birer oyunbozan! Çok zaman onların
hangi tür üzerinde uğraştıklarını çıkaramıyor, ilkelerini ayrıştırmakta zorlanıyorum. Hele denemeciler! Denemenin sınırını ne
kadar esnek ne kadar şeffaf çiziyorlar. Okumaya
durduğunda o mu, değil mi; kesinkes karar veremiyor insan. Muhatabın niyetine göre mizacı
değişebiliyor. Denemeye yakın duran kısa biyografik, otobiyografik çalışmalar, durum hikâyeleri,
anı, eleştiri yok mu? Onlar da öyle! Al birini, vur
ötekine; küsmez, incinmez bir ilişki. Renk, ton,
gelenek yazarının ağzından bir tanım, bir adres
istiyor. Dergiciliğimin ilk yıllarında bize gelen
yazıları -okura kolaylık olsun diye- türlerine göre
adlandırıyordum. Sonraları yanlış yaparım korkusuyla bıraktım.
Şimdiler edebî türlerin bize belletilen karşı-
lığını insanların fizyolojik, psikolojik yapısında
arar oldum. Kişileştirdiğim türleri çevremdekilere teyellemeğe başladım. ‘Bu Ali, makale gibi
adam’; ‘şu Aysel, şiir gibi kadın’; ‘o çocuk deneme gibi’… Yine yanlışlar, yanılgılar… “Ali git
başımdan”, “Aysel git başımdan” diyemiyorum.
Düğümlü tahminimle uzlaşmaya çalışıyor, huylandıklarımı durmaksızın sınıyorum.
Bir teselli işte: Hesap kitap derken kimilerini bir edebî türün disipliniyle örtüştürdüğüm
oluyor. Örtüştürdüğümün dikişini sağlamlıyor,
hatlarını belirginleştiriyorum. Onu anlamam,
kabullenmem kolaylaşıyor.
Mesela kendilerini yaşamakta zorlanan aktris
ablalar, aktör ağabeyler tiyatroyu andırıyorlar.
Onlarla rastlaştığımda, bunlar temaşalık diyorum. Sesimi, mesafemi ona göre ayarlıyorum.
Kalabalıktan hoşlananlar, savaşa hazır kahramanlar söylevi; uzmanlık alanının dedikodusuna
dalanlar söyleşiyi anımsatıyorlar. Her sözlerine
kulak asmıyor, lakin yine de onları dinlemekten
kendimi alamıyorum. Tabii bahsettiklerim ana
3
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
akımı taşıyan teller. Köşe bucak sakladığım gizli
ipçikleri tutup çektiğimde karşı tepelerde feryat
figan ayyuka çıkıyor.
Anlayamadığım bir şey de kimilerinin kendilerini sessiz çığlığı kaptırmaları: Sessiz çığlığa şifa
arayanlar neden kendilerini melankoliye itiyor?
Neden duygusallığın gerçeğini ayağa düşürüyor,
çalınmış hayalle ovunuyorlar?
Sakın bu, ergenlikten çekinme olmasın?
Sabırsızlık ve seçenekler arttıkça arzular şiddetleniyor. Şiddet, korku da içerdiğinden tetiklenmiş çeşniler masumluk örtüsüne bürünüyor.
Terbiye koşullarını zayıflatıyor. Hoşgörü ile
umursamazlık pek güzel anlaşıyor. Ama yolun bitiminde bekleyen hüsran. Söylemem gerek: Masumluğun o eprimiş libasıyla dolaşanlar, şiiri; cep
aynasına bakarak sakin sakin konuşanlar, denemeyi; her sabah bir başkasının yanlışıyla uyananlar, eleştiriyi; ruhsatsız hayatın düşünü, serüvenini üstlenmiş kişiler romanı çağrıştırıyor bana.
Romanın çağrıştırdığı o tipler yok mu? Onlardır şehrimizin ortak tanıdıkları; Don Kişot’un
Sancho’su, Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u,
Huzur’un Mümtaz’ı, 9. Hariciye Koğuşu’nun hastası, Çalıkuşu’nun Feride’si… Her biri romandaki adlarıyla, meziyetleriyle dolaşıyorlar sokakta.
Hem saklı sivriliklerin hem de mevcut özlemlerin
kuralsız emsali oluyorlar.
Evet, Üslûb-ı beyân, ayniyle insandır. Artık
edebî türlerle ilişkimi, huyunu suyunu bildiğim
tipe, karaktere monte ederek düzenliyorum.
Kimi kişilere şaşmaz şaşırmaz birer üslup yerleştiriyorum. Böylece ne kadar tanıdık, o kadar az
aldanış.
Fakat bir edebi metin âlemine girmiş kişi, herhangi bir kişi olmaktan çıkıyor. Bütün kültür ve
coğrafya kapıları açılıyor ona. Sosyoloğun, psikoloğun, arkeoloğun kazıları yer yer olağanüstü bir
tepe oluşturuyor. Makaleyi çağrıştıran saygınlar,
bu tanışıklığı kayda alıyor. Akademisyenliğe özenen meraklılar, inceleme ve araştırmalarına konu
ediniyor. Dakikler, günlüğe geçiyor. Denemeci,
kanaatini özgünleştiriyor. Görünmekten, gösterişten sakınan mektupçu, olup biteni iri puntolarla gurbetteki ahbabına iletiyor. Vardığı yerde
umduğuyla karşılaşan gezgin, kabına sığmıyor.
Pejmürde şair, kendisine bir özdeş bulmuşçasına haykırıyor: “Avareyiz amma azade değiliz
âlemden.”[1] Seçkin anlatıcılarda bir telaş bir telaş…
Hayat, kendi rayında harıl harıl işliyor.
O doğrucu, cüretkâr anı türünün akran yetimi temsilcisi de eski tipleri yeni ahbaplarıyla eşleştirmek ve yaşanılan sosyal ve bireysel ayrıntıları
somutlaştırmak çabasında. Ne diyebiliriz ki: Derli toplu “özel” müşahedenin haklılığı eğer otobiyografiye, biyografiye, günlüğe karışmamış ise
anonime karışıyor. Sonrası malum: Gerçeklerden
ilmek ilmek uzaklaşıyor; masal, efsane ve roman
kurgusuyla avunuyoruz. Hayli zaman bir ölünün
ardından yazılan nekrolojinin insafına kalıyoruz.
Kimileri dizginleri boşalmış hırs küpü; vefat
etmiş ata-babamızı da rakip ediniyor. Malzeme
çantasında bulundurduğunu, sofrasına katacağını yoğurup duruyor. Ya başarılanların rotasını
değiştirmeye yelteniyor ya kaderi görmezden geliyor. Onu yaveri ilan ediyor, kınıyor, lanetliyor,
yadsıyor. Tarihin gösterdiği zaferi, bir pısırığın,
beceriksizin aynı yerde aynı saatte varış bayrağını
elinde tutma tesadüfüne yoruyor.
İşte böyle; günler vagonlarda sakladığıyla geçiyor.
İnsanların davranış, tutku ve konuşmalarından yola çıkarak onları edebî türlerden birine
teyelleyip örtüştürmek apayrı heyecan, apayrı
zevk… Yüzünüzde müstehzi tebessümü eksik etmeden denemenizi isterim: “Şiiri kıskandıran bir
lirizmi, tarihi kıskandıran bir didaktizmi, felsefeyi imrendiren bir kavratma, anlatma yeteneği”,[2]
kimine roman, kimine anı, kimine deneme dedirtiyor. “…öteki türlerin elinde olmayan araçları
kullanma şansı” yakalıyorsunuz. İlintileri bulma,
bulduğunuzu tanımlama hassanız gelişiyor. İç
âleme dönük yorumlar, analizler, tespitler; neticede nicelikten çıkartıp nitelik takipçiliğine çekiyor sizi.
Edebî türler insan ikliminden doğmuştur. İklim değiştikçe edebî türlerin de nitelikleri değişecektir. Kuşkusuz ötelenme, karanlıkta kalma, sezgisizlik korkusunu yenmiş çağının uyumlu insanı
başka biçimlere girmişleri kendisine tedirginlik
verisi olarak görmez. Aksine, onu ikileme düşürenlere, mülayim sesiyle “Bana mizacınızı anlatınız size ikiziniz olan edebî türü söyleyeyim.”
1. Mahmut Bahar, Bizim Külliye dergisi, Sayı 64, s. 9.
2. Mehmet Tekin, Roman Sanat, Önsöz’den
4
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
deme cüretinde bulunacaktır.
Devam edeyim.
Düşünceyi olgu biçimiyle konuşturanlar, durum hikâyesini; sebep-sonuç ilişkisinde sıra, düzen arayan tertipçiler, olay hikâyesini tesciller.
Tertipçiler, genelde kadercidirler, fon olarak
kullanılan saksının, sandalyenin, duvara asılı fotoğrafın yer değiştirmesinden bile tedirgin olurlar. Olay hikâyesindeki sıralama, hayatın yığdığı
engeller karşısında yazara/okura bir tevekkül serumudur. Bunlara huzur, giriş, gelişme ve sonuca
uyum göstermekten gelir.
Kişi var olduğundan beri edebiyattan psikolojik çözüm bekler. Edebiyat, okuru edebiyatçıya
duygudaş kılarak bu ihtiyacı güçlendirir. Psikiyatr Stephen Grosz’un İncelenen Hayatlar[3] adlı
eserinin teması da bu minval üzereydi: ‘Hikâyeci,
hikâyesini anlatarak yaşamını anlamlandırmaya
çalışır. O, anlattığı bir hikâyenin tutsağı olur.
Eğer hikâyesini anlatmanın yolunu bulamıyorsa bu kez hikâye onu anlatır. Rüyalarına girer.
Unutulmuşluk, şiddet, korku, tedirginlik benzeri
çeşitli belirtilere dönüşür yahut nedenini bilemediği şekilde davranmasına vesile olur.’
Tabii, hikâyecinin bilinci ilişken kaynaklıdır. Geçmişin olumlu veya olumsuz tezahürleri
hikâyeciyi kendisine çeker, anlatısına siner, bugüne yönlendirir. Sinmiş, sinsileşmiş bilinç akışı,
eril veya dişil konuları sürükleyen şiir, makale,
inceleme, araştırma, eleştiri ve ‘ben’siz denemeye
de tesir eder. Bir kişi çizimi olmayan edebî türün
“tip”e temsili yazarıdır.
Fakat edebî türü kusursuz tanımlamak, solgun belgeleri, girift konuları, katmanlı diyalogları, aktif mekânı, saati, saatin sorunlarını her edebiyatçıyla detaylandırmak mümkün mü? Elbette
türünü kişiliksizliğe, yayvan ilişkiye iten, hacimsiz bırakan mutsuz, doyumsuz onlarca, yüzlerce
edebiyatçı sayabiliriz. En iyisi ifşa edilmiş tipler,
karakterler. Sanırım psikolojinin romana sırtını
dayaması bundan.
Hem edebiyatçıya başarı yalnızca yetenekten
gelmiyor. Belki de edebiyatçı asıl kıymeti hangi
türle eşleşeceğini bilmesinden alıyor. Ele geçirdiği
her edebî türle sarmaş dolaş olmaya kalkanlar, her
bahçeye heveslenen oburlar, onun çizdiği alanı,
3. Stephen Grosz, İncelenen Hayatlar, çev. Begüm
Kovulmaz, YKY, 2013.
verdiği imkânı dolduramadan yitiyorlar. Mimarın dülgerliğe soyunması gibi sadece işgüzarlığıyla
kalıyorlar.
Buna okur da dâhil.
İnsan Denen Meçhul nasıl bin bir evetiyle,
bin bir hayrıyla varsa edebî türlerin de kendilerine ait bir sıkleti, ifade tarzı var. Kimi edebî tür,
edebiyatçısının aklına, kimi tasavvuruna, kırılganlığına, coşkusuna kimi betimlemesine kimi
de diyaloglarına elverişlidir. “Ama”, diyor Tahsin
Yücel, “her şeyin yüzde yüz değiştiğini, geçmiş
dönemlerin yapıtlarının, özellikle de destanın işlediği konuların ve sorunların geçerliklerini tümden yitirdiklerini mi gösterir bu? Hayır kuşkusuz.
İnsan düşüncesi için çekiciliğini her zaman korumuş olan sayısız konular, sayısız sorunlar vardır,
şu ya da bu biçimde, şu ya da bu açıdan, ama hep
işlenegelmiştir bunlar, yeni çağlarda da işlenirler.”
“…gözde izleklerini, içkin sorunlarını yeni baştan ele alır, yeni baştan yoğururlar.”[4]
İnsan kiminle ve hangi edebî türle bir hizada
görüneceğini şaşırıyor. Modern edebiyat, bir zamanlar defterde adı olmayan kişilerin hayal gücünü kuvvetlendirdi. Onların merakını, talebini,
aidiyet dozajını ve anlatma ihtiyacını artırdı. İnsan gerçeğine doğru büyük adımlar atıldı. Ancak
mutsuzluk da o oranda irileşti, sertleşti. Nedense
sevgi ve nefreti, sakinlik ve öfkeyi, teslimiyet ve
isyanı adalet ölçeğinde ayrıştıramadı; aynı zihinde kaynattı. Aynı mizaca verdi.
Bütün bunlar kendimden ve okuduklarımdan
biliyorum:
Deneme, hikâye, mektup, anı ve kronoloji
parçacıklarından düğüme/ilik oluşmuş roman,
nicedir masamda. Lekeli kapağı şirazeden çıkmak
üzere… Bazı sayfaların kenarına not düşülmüş,
uçları katlanmış, bazı satırlar fosforlu kalemle çizilmiş. Fakat türünün olumsuzlukları hâlâ gelgitlerle, iç konuşmalarla şifa arıyor. Galiba ‘yeni baştan yoğrulanların’ birinci göze etkisi neyse, aynı
iz üzerinde bir üçüncü göze etkisi de o oluyor.
Zaten psikolojinin dayanağı bu…
Ben, edebî türlerin kişiliklerini düşünürken
edebiyatın gizli sesi şunu söylüyordu: “Yorma
kendini. Sen, Mevlana’ya kulak ver, “Âlemin
kimya yapıcılarını gör; sırça üzerine resim işleyenlerin sesini dinle.” ■
4. Tahsin Yücel, Yazının Sınırları, Pupa yay. 2009, s.199.
5
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
BU NAİF MESELEYİ ÇÖZEBİLİRİZ
Basit bir sebep olsun olmasın ardında kan
Böyledir işte dünya zaman gelir de geçer
Geçmeyen bir şey yok ki tutar nabzını hayat
Böyle bilinsin ister toprağı sulamanın
Başka yolu var mıdır var mıdır başka keder
Geçelim bir yol böyle baş aşağı bir nida
Bir an döner yüzünü bakar ki insan için
Yaşamak sebep işte mesele doğmuş olmak
Bu terazi bu kadar zinhar yükü tartamaz
Bu naif meseleyi çözmeden huzur olmaz
En iyisi gidelim ağaçlarda kuş evi
Mesele mesel olsun gökdelenler ne olsun
Başlayınca bir yağmur akla ziyan gelmesin
Naif bir meseledir haddi zatında basit
Basit olsun amenna olmasın sonra Şivan.
NURETTİN DURMAN
6
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
DUŞ
Suyun hallerinden anla, buğudan
Teninden, suyun teninden, ara yerde ıslak
O latif, o ürperten cinlerin bedeninden
Karayılanlar doğuran saç köklerinden uca
Saç biter dal yemişlenir yılan doğurmaz diye
Dil yok, kelime yok, yargı yok, kendin
Su olup yıkıyorsun kendi duvarlarını
Örülmeyi biliyorsun taşkın kuyulardan…
Sağanak düzenli yağmur kirazlarında
Elmalarında ayrı, ayvalarında ayrı
Eriklerinde ayrı, çileklerinde ayrı
Karpuzlarında ayı, Tanrım, bir anda
Ilık arınmalardan endamlı bir bahçe
Bir anlama akıyor kelime ırmakları
Gel çıkalım bahçeye
Gel inelim bahçeye…
Bahçeye çıktığında bahar her mevsim
Bahçeden çıktığında ayrılıktan ayazlar
Yazı yok dirilmenin, dirimin son baharı
Tek mevsim yıkanıyorsun, bütün resimler
Aynı, şair yazmıyor kabin dışındakini
Askıdaki gecelik, eşikteki nevresim…
MEHMET AYCI
7
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
"VÜCUT ŞEHRİ"NDEN
MANZARALAR
Mutluluk vücut şehrinin çevre yolundan geçer
Ve ben gölgesi üstüne düşen gövdemde
Aczimi sıvayıp alnıma
Utlanır da nakışlı sözler etmeden bakarım
Hasreti gözlerimin telaşıdır
Çoktan döşemiştir hicran rayını göğsüme
Kırk katarlı bir şimendifer döker siyahını beyazıma
Yol uzadıkça yük artar
Her his kendi terazisini tutar
Vücut şehrinde yüreğim hüzne çarşıdır
Vücut şehrinin günleri kısa geceleri uzun
Sokakları inat asi ve dik ruhumuzun
Karanlığından geçmez tek dost
Hakikatinden korkar da suretim
Hararına hayal taşır
Vücut şehrinin mızraklı asesi şöylece bilir ki
Sevda hislerin cini ve elebaşıdır
Asayişi bozan o hiçi de
Ben saklıyorum meşru gülücüklerle iki yanağımda
Vücut şehrinin meşhur bedbinbaşı
Talim eyler kazma kürek
Ne kadar Yusuf
O kadar kuyudur dünya
MAHMUT BAHAR
8
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Psikolojik bir özne olarak sanatçının
hayatla imtihanı
İSMET EMRE*
Schiller çalışma
masasında çürük
elmalar saklardı.
Balzac yazarken
bir keşiş cübbesi
giyerdi. Proust ve
Mark Twain gibi
birbirinden çok farklı
yazarlar yatarken
düşünmekte ve hatta
yazılarını yatakta
yazmaktaydılar. Bazı
yazarlar yazmak için
sessizlik ve yalnızlık
ister fakat diğerleri
aile topluluğu içinde
veya bir gazinoda
kalabalık içinde
yazmayı tercih
ederler.
Giriş
İnsanı, diğer bütün canlılardan ayıran en önemli yetilerden biri de kuşkusuz onun karmaşık bir iç
dünyaya sahip olmasıdır. Bitkilerde kör, hayvanlarda kötürüm olan iradenin insana gelince birden açılıp saçaklanmaya başlaması ve bir görüş alanı içinde
akışa maruz kalması, beraberinde bir yığın seçeneği
zorunlu hâle getirmesidir. İnsan, kendisine sunulmuş olan doğanın içinde, onun bir parçası ve ondan
etkilenen bir özne olmasının yanı sıra onun üstünde
ve onu etkileyen bir irade olarak da varlık gösterir.
Bu durum, kuşkusuz, bir taraftan insanı yeryüzü
macerasında hüzünlü bir göçebeye dönüştürürken,
öteki taraftan evrenin soylu beyi yapar. Elbette beyliği elde etmenin sayısız zorluğu, doğasına uygun
payeye ulaşmak için bitimsiz bir yolcuğu ve o yolculuğa bağlı çekilecek çile vardır.
Gerçekte, insanı öteki canlılardan ayıran çizginin
kavşak noktası, hareketli, canlı, parlak bir zekânın
yedeğine aldığı akıcı bir iradenin varlığıdır. O irade
ki oksijenle tanıştığı an onu acıyla karşılaştırır, aldığı
her nefeste hayatın künhüne biraz daha vardırarak
üzerindeki yükü artırır, yük arttıkça sorumluluğunu genişletir, sorumluluk genişleyip ifa edilme gücü
kazandıkça da insanın kendisine olan saygısını katlayarak çoğaltır. İnsan, sadece iyiyle kötü, doğruyla
yanlış, hak ile batıl arasındaki çizginin değil, aynı za-
* Prof. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve
Beşeri Bilimler Fakültesi Dil Bilimi Bölümü
9
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ruhun gramerini yaratır. Bu manada, başlangıçtan beri insanın gözleriyle dış dünyaya dokunmasından mütevellit somut sanat alanları meydana
gelirken, iç dünyayla temasından soyut sanat
alanları zuhur eylemiştir. Birincisi, mimesise bağlı zanaat kabilinden taklitleri, ona bağlı olarak da
bilim ve teknolojiyi; ikincisi ise katharsise bağlı
sanat kabilinden oluşları, yaratışları ve ona bağlı
eserleri ete kemiğe büründürmüştür.
Yazar ve şair olarak sanatçı
Sigmund Freud
manda güzel ile çirkinin, estetik olan ile olmayanın mutlak belirleyicisi makamındadır. Aynı zamanda doğanın bazen kendiliğinden bazen insan
eliyle girift hâle getirilmiş sayısız sorunu çözmeye, Tanrı kitabının (evrenin) yazılmış bütün ayetlerine vakıf olmaya ve onun yazdığı kitabın her
satırını, her harfini idrake mecbur bir okuyucu,
bir gizem çözücü, bir karanlık aralayıcısıdır da.
İşte, karmaşanın, loşluğun, müphemliğin
içine sızmış olan insan iradesi, hem etkilenir ve
dönüşür hem de etkiler ve dönüştürürken sadece
beden organizasyonunu değil, onun içine sıkışmış ve çoğu zaman onun dışına sonsuzca taşma
eğilimi olan ruhunu da Tanrı kitabının sırlarını çözmeye seferber eyler. Böylece bedenin dışa
uzanmış çıkıntıları olan beyin, yürek, göz, kulak,
burun, ağız, el ve hemen her yere yayılmış olan
tenin gözenekleri bir taraftan, katman katman
olan insan ruhunun zekâ, algı, sezgi, muhayyilesi
öteki taraftan son nefesine kadar evren kitabını
okur durur.
Bizler, Yaratıcının en sadık, en doğrudan
okuyucuları olduğumuzdan, rastladığımız hemen her muhatabı içeriden ve dışarıdan, zahiren
ve batınen, birlikte telakki eder, yargılar ve belli
ölçüler mucibince ona kıymet atfederiz. Bu atfedişte bedenin bir gözü olduğu gibi ruhun da bir
gözü vardır. Beden gözü, beden diline yönelik bir
yoğunlaşma, teksif oluş; ruh gözü de ruh diline
müteallik bir eğilim ve konsantrasyon sağlar. Birincisi, insanın ve onun dışındaki bütün varlıkların boyutlarına, şekline şemaline dair bir içgüdü
geliştirir, onun gramerini oluştururken, ikincisi
insanın ve onun dışındaki bütün varlıkların içine,
gizemli yapısına, ruhuna dair bir içgüdü geliştirip
Yazar ve şair, özne olarak sanatçının kim olduğu ve sıradan insandan hangi yönlerden farklılık
gösterdiği ve öznenin psikolojisinin açığa çıkarılması bakımından da öncelikli öneme sahiptir.
Bu, elbette sanatçı psikolojisinin sıradan insan
psikolojisinden farkı yönlerini ortaya çıkardığı
kadar, her iki kategorinin yaşamdan beklentisine
dair ciddi ipuçları da barındırır.
Her canlının birinci önceliği varlığını sürdürmek olduğuna, insana gelince bu olduğundan
çok daha belirgin hâle geldiğine göre, burada sorulacak asıl soru sıradan insanın kalıcılığını nasıl
sağladığı ve sanatçının bunu nerede aradığıdır.
Bu sorunun cevabı da oldukça açık ve kayda değerdir. Sıradan insan tıpkı bitki ve hayvanlarda
olduğu gibi varoluşunu geleceğe taşımanın aracı
olarak üremeyi, sanatçı ise onun bir adım ilerisine
sıçrayarak bütün hayatını feda edip onun yerine
ikame edeceği eserini koyar. Böylece, sıradan insan ölümsüzlüğünü yahut öldükten sonra onun
yerine birilerinin hayata bakacak oluşunu çocuk
yapma üzerinden, sanatçı ise eser üreterek onu
geleceğe bırakma üzerinden bakar meseleye.
Böylesi bir bakış elbette sadece üretimin dar
alanıyla sınırlandırılamaz; hayatın bütününü
kapsayan bir perspektifi kuşatır. Tam da böylesi bir bakıştan yola çıkan Oğuz Cebeci’ye
göre, sanatçı, döneminin ölümsüzlük kavramına ilişkin egemen ideolojisini kabul etmeyen
ya da etmek istemeyen bir kişidir. Söz konusu
ideolojinin kendisininkinden farklı olmasından başka, kolektif olmasıdır. Çünkü sanatçı
bireysel ölümsüzlük fikrinin ardındadır, kolektif ölümsüzlük fikri ilgisini çekmemektedir.
Sanatçı kolektif ideolojiyi kendi bireysel yaratıcılığını ifade etmek için kullanır ve bu bireysel ideolojiyi insanlığa yeni bir kolektif ideoloji
10
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
olarak sunar.[1]
Yazar-özne ve şair-özne olarak sanatçı psikolojisi, sıradan insan psikolojisinden oldukça farklıdır. Yazarların, kendilerine özgü niteliklerine
baktığımızda, aradaki fark kendiliğinden ortaya
çıkar. Bu bağlamda, üzerinde bütünüyle uzlaşı
sağlanamasa bile, yaratıcı kişi olarak yazarla ilgili birtakım özellikler tespit edilebilir. Hatta bazı
bilim adamları yazarın sahip olduğu temel özellikleri maddeler hâlinde sıralamaktan bile çekinmemişlerdir.
Sözgelimi, Cebeci, Barron’un yaratıcılıkla ilgili tespitlerini şu şekilde sıralar:[2] 1. Bu kişiler
ortalamadan daha fazla gözlemcidir; 2. ‘Parçagerçek’leri algılayıp ifade edebilirler; 3. Nesne
ve olguları başkalarının gördüğü gibi görmenin
yanı sıra, başkalarının görmediği gibi görmeyi de
başarırlar; 4. Bilişsel yetenekleri açısından bağımsızdırlar ve bu yeteneklerine çok değer verirler;
5. Yetenekleri ve değerleriyle motive olurlar. 6.
Ortalama kişiye göre daha fazla fikri aynı anda
taşıma, karşılaştırma ve sentez yapma yeteneğine sahiptirler; 7. Cinselliğe daha çok yönelirler,
fiziksel olarak daha güçlüdürler ve daha duyarlıdırlar; 8. Bilinçdışı yaşamı ve fantezileri daha
çok fark ederler; 9. Ortalamadan daha karmaşık
bir yaşamları vardır ve evreni de ortalama insanın gördüğünden daha karmaşık bir yapı olarak
görürler; 10. Psikolojik anlamda gerilemelerine
(regresyon) ve tekrar normale dönmelerine olanak veren güçlü egolara sahiptirler; 11. Aşkta ya
da mistisizmde rastlandığı gibi nesne (başkası) ile
özne (benlik) arasındaki farkın geçici bir süre için
ortadan kalkmasına katlanabilirler; 12. Organizmalarının nesnel olarak özgürlüğü azami derecededir ve yaratıcılıkları bu özgürlüğün bir işlevidir.
Yazar-özneyle ilgili benzer bir tasnif de Greenacre
tarafından yapılmıştır:[3] 1. Bu kişiler duyu izlenimlerine karşı ortalama insandan daha duyarlıdırlar; 2. Değişik uyaranlar arasındaki ilişkileri
kavrama açısından olağan dışı bir kapasiteleri
vardır; 3. Alışılagelmişten daha kapsamlı ve daha
derin bir duygudaşlık kurma yeteneğine sahiptirler; 4. Dış dünyaya ‘yansıtma’ yaparak kendilerini
1. Cebeci, Oğuz; Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki
Yay, İstanbul, 1997,s. 47.
2. Cebeci, Oğuz, Age., s. 114.
3. ___________, Age., s. 141.
ifade etmelerini sağlayacak zihinsel donanımları
iyi işler durumdadır. Sanatçının sanatıyla kendisi arasındaki mesafeyi belirlemesi ve toplum içinde, öteki insanlarla ilişkide bulunurken onlardan
farklı refleksler göstermesi anlamında da böyledir.
Yaratıcı özne olarak yazarın yaratma sürecine
ilişkin edebiyat psikologu Rollo May yedi tespitte
bulunur. Bunlar: 1. Aydınlanmanın birdenbireliği; 2. Kavrayışın, kişinin kuramlarında bilinçle
sarıldığı şeye karşı çıkıp gelişi; bir bakıma da ona
karşı gelmek durumunda oluşu; 3. Olayın ve onu
sarmalayan sahnenin capcanlı oluşu; 4. Kavrayışın, az ve özlükle ortaya çıkan dolaylı kesinliğinin
yaşanması. 5. Konu üzerinde, bilinçdışı hamle
öncesinde harcanan yoğun emek; 6. ‘Bilinçdışı
emeğe’ kendi başına öne çıkma fırsatının verildiği
ve ardından bilinçdışı hamlenin oluşabileceği bir
istirahat -ki daha genel olan meselenin özel bir
durumudur-; 7. İstirahat ve çalışmayı değiştirip
durma gerekliliği.[4]
Haluk Sunat’ın yazarın psikolojisiyle ilgili
yaklaşımı tam da bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Ona göre hayatın genel anlamda benzer çatışmaları içinde olan öteki bireylerinden farklı olarak,
sanatçı, kendi iç çatışmalarını (kendiliğinin art
bileşenlerini ayrıştıracak denli) okuma mahareti
olan; okuduklarından, muhayyilesinde yeni bir
kendi olma bireşimi/metni kuran; o bireşimi,
uygun estetik biçimlenişler içinde başkaları için
de okunur/alımlanabilir bir yaratıya dönüştüren
kişidir.[5] Psikoloji-yazar ilişkisini, bir taraftan insan olarak, her gün karşılaştığımız, onunla aynı
havayı paylaştığımız, içimizden biri, bir insan
öznesi, öte taraftan, bizden oldukça farklı, kendi kabuğuna çekildiğinde bambaşka biri olan ve
yaratma eylemine sahip sıra dışı bir insan ama
aynı zamanda edebî eser temelli düşünmek gerekmektedir. Yazarın, edebî eserini oluştururken
içinde bulunduğu psikolojiyle, yarattığı insanların sahip olduğu psikoloji ve ilişkiler yumağı dikkat edilmesi gereken birincil hususlardır. Ayrıca,
yazarı, yazmaya iten faktörler içinde psikolojinin
yeri de üzerinde durulması gereken hususlardan
4. May, Rollo; Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal,
Metis Yayınları, İstanbul, 4. baskı, 1992, s.83.
5. Sunat, Haluk; Hayal, Hakikat, Yaratı: “Adalet
Ağaoğlu ve Roman Dünyasına Psikanalitik Duyarlıklı
Bir Yaklaşım” Bağlam Yay, İstanbul, 19 s. 216.
11
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
biridir. Ek olarak, yazarın, yazma sürecinde içinde bulunduğu psikolojik durum ile edebî eserde
canlandırdığı tiplerle yazar arasındaki benzerlik
ve farklılıklar da üzerinde durulması ve ciddiyetle
eğilmesi gereken konulardır. Jung’a göre, sanatçının analitik yöntem kullanan psikolog için özellikle ilginç bir konu olmasında şaşılacak bir şey
yoktur. Sanatçının hayatında ille de çatışma olacaktır. İçinde birbiriyle çarpışan iki güç vardır –
bir yanda normal insan yönünün mutluluk, tatmin ve hayat güveni özlemi, öte yanda her türlü
kişisel isteği aşıp giden yılmaz yaratma tutkusu.[6]
Tolstoy’a göre, iyi bir sanat eseri, yazarının
duygu ve düşüncelerini layıkıyla taşıma becerisi göstermiş olandır. Ona göre, sanat eseri, eğer
gerçek bir sanat eseriyse, sanatçının tamamıyla
kendine özgü ve başka hiçbir şeye benzemeyen
samimi duygularının ifadesidir. Bir müzik eseri,
bir tiyatro eseri, eğer gerçek sanat eserleriyse bu
böyledir. Bu yüzden bir sanat dalındaki eserin
başka bir sanat dalındaki eserle uyuşabilmesi için,
imkânsızın gerçekleşmesi gereklidir.[7] Bu da, bizi
Jung’un, bilinçdışı alan konusundaki düşüncelerine götürür. Çünkü sanatçının en samimi duyguları, en karanlık bölgelerinden kopup gelen
duygularıdır. Jung, sanatçıya özgü yaratma tutkusunun kadınsı bir nitelik taşıdığını ifade eder.
Ona göre yaratma yapıtı da bilinçsiz derinliklerden –anneler katından- yükselir. Yaratıcı güç
üstün geldiğinde insan hayatı etkin istence karşılık bilinçsizlikle yönetilir ve kalıplanır; elinden
bir şey gelmeyen bir olgu gözlemcisinden başka
bir şey olmayan bilinçli ego toprak altındaki bir
akıntıya karışır gider. Süreç durumundaki eser
yazarın yazgısı olur ve psişik gelişmesini belirtir.[8]
Yaratmanın, içsel dinamiklerin toplamı olarak bir
Tanrı vergisi esin olarak algılandığı çağlarda yazarın toplum içindeki pozisyonu da bu anlayışa uygun biçimde gelişmiş ve sanatçı toplumun önünü
açan, onu aydınlatan bir yol gösterici kimliğiyle
perçinlenmiştir. Oysa sanatçının toplumun önderi olmak, onun dertlerine derman aramak gibi
kaygıların dışında kendisine rol biçmesi toplum
6. Jung, Carl Gustav, Analitik Psikoloji, çev. Ender
Gürol, Payel Yayınları, İstanbul, 1997, s. 341.
7. Tolstoy, Lev Nikolayeviç, Sanat Nedir? çev. Kabil
Demirkıran, Şule Yay, İstanbul, 2000, s. 272.
8. Jung, Analitik Psikoloji, Age., s. 342.
içindeki duruşunu da etkilemiş ve yaratma sürecindeki tanrısal esin, çok çalışılarak elde edilen
bir yeteneğe dönüşmüştür.
Cebeci’ye göre, gerçekten de hem klasik sanatçı biyografilerinde, hem de halkın zihnindeki
sanatçı tanımında yer alan, bohem hayat yaşama
merakı, yoksulluğun bir erdem olarak kabul edilmesi, halkın savunucusu olma gibi yaşam biçimleri, çağımız sanatçılarının bir bölümü tarafından
reddedilen ‘roller’ olarak görülebilir. Beklenenin
aksine, zenginliğini saklamayan ya da bu yüzden
özür dilemeyen, yeteneğini çalışarak geliştirdiğini
vurgulayan isimlerin yaygınlaşması, sanatçının
toplumsal işlevlerindeki bir başka değişime dikkat çeker. Bu anlamda bazı sanatçıların, doğal bir
yetenekle, bir görev duygusuyla, yoksul ve emeğiyle yaşayan bir insan olmaya yönelik ahlaki bir
yükümlülükle doğmuş oldukları fikrini reddederek, yani klasik toplumsal sorumluluklarını bir
tarafa bırakarak, farklı bir bireysellik anlayışına
yöneldiklerini söyleyebiliriz.[9] Bizde, yazar ya da
oyuncu olsun, bazı magazin programlarına çıkıp
içinde bulundukları lüksü sorgulayan gazetecilere, bütün bunları dişimle tırnağımla kazandım,
elbette yaşayacağım tarzlı yanıtlar veren sanatçı
tipleri bu gruba girer. Aynı şekilde, kendisiyle
yapılan röportajlarda, romancılığını doğal yeteneğinden çok çalışmasına borçlu olduğunu söyleyen Orhan Pamuk’un yazarlığı konusunda sık sık
gündeme gelen ve yazarlığını Tanrısal yetenekten
çok çalışmaya borçlu olduğu şeklindeki söylem
modern dönem sanatçısı ile klasik dönem sanatçısı arasındaki temel bir farkı da ortaya koyar.
Yazarın yaratma sürecini aydınlatma yollarından biri insana özgü ben’e dönük çabaların
ortaya konmasıdır. Bu bağlamda Adler’e göre,
“ben” çok karmaşık bir bütündür ve bölünebilir
bir tarafı vardır. Ancak o, benle ilgili görüşünü
temellendirirken çok eski çağlardaki tanımlamalara uzanır ve Antik Yunan filozoflarının,
özellikle de Platon’un Phaidon adlı eserindeki
yaklaşımdan yararlanarak onu bölünmez bütünlüğü içinde ele almanın zorunlu olduğunu iddia
eder: “Bilinçten, bilinçaltından, cinsiyetten, dış
dünyadan hareket etmek suretiyle onu (ben’i) değerlendirmeye çalışmak mümkündür. Sonunda
onu evrensel etkinliği, binici ile at arasındaki be9. Cebeci; Age., s. 38.
12
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
raberlikte olduğu gibi bölünmez birliği içinde ele
almak zorunda kaldık. ‘Ben’i bilinçaltından veya
‘altben’den çıkardığına inanılsa da inanılmasa da
‘altben’ sonunda, kibar ya da kaba bir şekilde, bir
‘Ben’ gibi hareket etmektedir. Bilinçaltı veya ‘ben’
denen şey, ‘bilinçsizlikle’ veya belirttiğim gibi
‘anlaşılmayan’ şeylerle doludur. Daima bir sosyal
duygu derecesini göstermektedir.”[10]
Özgü’ye göre, “Ben haz arar, acıdan kaçar. Zaman zaman da dış dünya ile ilişkilerini keser, uykuya dalar. Altben, bilinçsizdir. Doğrudan doğruya tanınamaz. Soydan ve kalıtımdan gelen her
şey burada yer alır. İçgüdüler, içgüdüsel ve tutkusal dürtüler burada barınırlar. Varlığı koruma
ve cinsel ihtiyaçların kaynağı cinsel içgüdü, hayatı ölüme hazırlayan saldırganlığa ve yok etmeye
zorlayan ölüm içgüdüsü altben’de bulunur. Freud, varlığı korumayı ve çiftleşmeyi amaç edinen
içgüdüleri Eros adı altında birleştirmektedir.”[11]
Freud’un ben ve altben ile ilgili bu yaklaşımı
bize yazar-öznenin varlığı ve kimliği hakkında da
yeterince aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Her
şeyden önce esere yansıyan bilinçdışı alanların
varlığına dair daha ayrıntılı bilgilerle karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Freud, sanatçı
olarak yazarın eser üretim sürecinde bazı hazlar
duyduğunu ve eserin bütünü düşünüldüğünde
onun yapısına sinmiş olan hazzın okuyucu için
de geçerli olduğunu ifade eder. Eserin yaratılma
sürecinde kişisel birtakım yaşantıların yeniden
canlandırılmasının yazarına verdiği haz, eser bittikten sonra öznellikten çıkar ve böylece okuyucu
nezdinde yeni bir hazza dönüşmüş olur. Freud’a
göre, sanatçı, bizim daha çok kişisel gözüyle bakacağımız düşlemlerini önümüzde sergiledi ya da
bunları bize anlattı mı, belki o vakit çeşitli kaynaklardan çıkıp gelerek bir araya toplanan yüce
bir haz duyarız. Bunun nasıl üstesinden geldiği
sanatçının en derin gizlerinden biridir; kuşkusuz
tek tek ben’ler arasındaki duvarların yol açtığı o
itip uzaklaştırıcı gücü yenme tekniğindedir ki,
gerçek Ars Poetica saklı yatmaktadır. Bu teknikte
başvurulan iki aracı belirleyebilmekteyiz: Sanatçı
birtakım değiştirmelerden ve örtüp gizlemeler10. Adler; Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel
Psikoloji, s. 99.
11. Özgü, Halis; Psikanalizin 3 Büyükleri-Freud, Adler,
Jung, Mart Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 90.
den yararlanarak bencil düşlemlerini yumuşatmakta, bunların dışavurumunda salt biçimsel,
yani estetik bir haz sunarak bizi kendisine bağlamaktadır. Ruhumuzun derinliklerinde saklı yatan kaynaklardan daha büyük hazların doğmasını
sağlamak için sanatçının bizlere sunduğu hazzı
‘ayartı ödülü’ ya da ‘ön haz’ diye nitelemekteyiz.
Sanatçının sağladığı tüm estetik haz bu niteliği
taşımakta, bir sanat yapıtının bize verdiği asıl haz
ise ruhumuzdaki gerilimleri gidermesinden kaynaklanmaktadır. Sanatçının bizi bundan böyle
kendi düşlemlerimizin hiç sakınca tanımadan
ve utanıp sıkılmadan zevkini çıkarabileceğimiz
duruma getirmesi de, belki söz konusu amacın
gerçekleşmesinde hayli rol oynamaktadır.[12] Toparlayacak olursak, genel anlamıyla Freud için
edebî eser oluşturulma süreci şu şekilde karşımıza
çıkar: “Gündelik hayatta karşılaşılan bir olay, yazara bir çocukluk deneyimini anımsatmakta, bu
deneyim ‘eski isteği’ uyandırarak, yazarı bu isteği
gerçekleştirecek bir öykü ortaya çıkarmak üzere,
zihninde bulunan eski ve yeni materyali birlikte
kullanmaya yönlendirmektedir. Bu açıdan, sanat-edebiyat yapıtının sanatçının yaşamıyla ilgisi
doğrudandır.”[13]
Jung ise ben’in önemli parçalarından biri olarak bilincin, bilinçdışı alanların ve arketiplerin de
içinde olduğu daha karmaşık bir yaklaşımla karşımıza çıkar: “Ben nedir? Ben, son derece karmaşık
bir yüceliktir, verilerin ve duyumların birikimleri
ve yoğunlaşmasıdır; burada öncelikle bedenin
uzamda kapladığı yerin, soğuğun, sıcağın, açlığın ve benzerinin algılanması yer alır. Ardından
da duyumsal olayların algılanması (heyecanlı ya
da sakin miyim, bu şey hoşuma gider mi, gitmez
mi?). Öte yandan Ben, büyük bir anı kümesini
de içerir: Yarın sabah hiçbir şey anımsamadan
uyanacak olsam, kim olduğumu bilemem. Elimde, neyin ne olduğunu açıklayan raporlar ya da
notlara benzer anılar bulunması gerekir. Bunlar
olmadıkça bilinç de olmaz.”[14] İnsan ben’ine ait
bu ögeler dışında bir de onun kendini yeryüzünde konumlandırmak ve bütünlüğünü sağlayıp
devam ettirmek için devreye soktuğu aygıtları
vardır. Bunların başında ise savunma mekaniz12. Freud; Sanat ve Sanatçılar Üzerine, s. 113.
13. Cebeci; Age., s. 175.
14. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, s. 72.
13
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Carl Gustav Jung,
maları gelmektedir. “Ben, savunma mekanizmaları denen bir dizi savunma tedbirlerini alır.
Bu tedbirlerle dengesini devam ettirmeye, kabahatlilik duygusunun etkilerinden uzak kalmaya
çalışır.”[15]
Jung’un ben konusuna bakışı hem Freud’dan
hem de Adler’den daha bütünlüklüdür. Onun
ben algısında, Freud’un indirgemeci yaklaşımı ile
Adler’in insanlar arası ilişkinin belirlediği davranış merkezli yaklaşımı yoktur. Jung, bireyi kendi
bütünlüğünü kurmuş organların yan yana gelerek oluşturdukları bir organizma olarak ele alır ve
bu organizmayı, ulaşılabilir yanlarıyla ulaşılamaz
yanları olan tanımsız bir varlık olarak ele alır. Bu
konuda bir benzetmeye başvurur Jung: “Bir ada
düşünelim: Adanın suyun yüzünde görülen bölümüne bilinç diyelim, suyun altında kalan bölümü kişisel bilinçdışı, yeryüzüne oturan tabanı
ise, ortak bilinçdışı olsun. Bilincin ortasında ben
oturur, ‘Bilincin Öznesidir’. Bilinç, ruh içeriğinin ben ile ilişkisini sürdüren işlev ya da eylemdir.
Dış ve iç dünyamızdaki bütün yaşantılarımız, algılanabilmeleri için benden geçmek zorundadırlar. Bilincimiz, aynı anda, birçok şeyi bir arada
tutamaz. Kişisel bilinçdışımız bir hazne gibidir,
içeriğine her zaman başvurulabilir, gerekince de
bilinç yüzeyine çıkartılabilir; kişisel bilinçdışı,
aynı zamanda, bastırdığımız, içimize attığımız
yaşantıları da kapsar. Kişisel bilinçdışı demek ki,
unutulmuş, bastırılmış, bilinçdışı tarafından algılanan, düşünülen ve duyulan her nesneyi kapsar.
Ortak bilinçdışındaysa kişiye özgü algılamalar
söz konusu değildir. Ortak bilinçdışının içeriğini, bireysel benimizin kendinin edindiği şeyler
15. Özgü; Age., s. 117.
oluşturmaz; kalıtımsal bir olgu, soydan gelen bir
beyin yapısı sorunudur bu.”[16]
Yaratıcı olarak yazarın, ‘ben’ine yönelik yaklaşımlar sadece derinlik psikolojisinin öncüleri
tarafından değil, aynı zamanda, günümüz psikologları tarafından da sergilenmiştir. Ancak günümüze doğru yaklaşıldıkça sanatçı olarak yazarın
ben’i üzerindeki tartışmalar özne-nesne karşıtlığı
ile ben ve öteki kavramı üzerine odaklanmaktadır. Cebeci, Leon Grinberg’in yaklaşımını bu
bağlamda değerlendirir ve yaratıcı benin önce
geçici bir dağılma sürecine girdiğini sonra tekrar
organize olduğunu ifade eder. Ona göre, desentegrasyon sırasında, birincil düşünce süreçleri ve
psikotik mekanizmalar ortaya çıkabilir; ancak
sanatçı benlik-nesnelerinin kaybına karşı koyabilecek güce sahiptir. Yaratım süreci sırasında ortaya çıkabilecek psikotik mekanizmalar bölme,
idealizasyon, her şeye gücü yeterlik, yansıtmalı
özdeşleşim gibi mekanizmalardır ve bunlar sanatçının kayıp nesneyi yeniden yaratmasına olanak
verir. Grinberg de, Segal gibi yaratıcı etkinliğin
‘zarar gördüğüne inanılan kayıp benlik-nesnelerinin onarılması’na yönelik depresif dönem fantezilerinin işlenmesine dayandığı görüşündedir.[17]
Yazarın ben’liğini, ben-öteki kavramları etrafında tartışan Kohut ise karmaşık olan bu yapıyı,
çocuk benliğiyle karşılaştırır. Cebeci, Kohut’tan
hareketle, yazarın benliğiyle ilgili yaklaşımını çocuğun daha az gelişmiş ve dış etkilere daha açık
benliğiyle karşılaştırarak ortaya koyar. Ona göre,
yetişkin egosunun gücü, tahammül edilecek seviyedeki tatminsizliklerin birikmesiyle kazanılmış
bir yapıya dayanır. Bu yapısallaşmış ego, içeriden
ve dış çevreden gelen uyarımlara karşı, tampon
rolü oynar. Sanatçıysa, çocuk gibi, yeni izlenimlerin hemen travmatik etkisinin olağan dışı bir
iç denge kurma gereksinimi yarattığı, gerçeklikle
olan temasında daha az tamponla korunmuş bir
egoya sahiptir. Buna göre, yeterince tampona ve
nötralize etme yapısına sahip olmayan sanatçı,
psikoekonomik dengesini korumak için yaratıcı
etkinlikte bulunur. Bu durumda sanatçının kişiliğinin narsisizme daha yatkın olduğunu söylemek
gerekecektir.[18]
16. Jung; Age., s. 33.
17. Cebeci; Psikanalitik Edebiyat Kuramı, s. 172.
18. ______; Age., s. 173.
14
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Bu arada, yaratıcı birey olarak yazar ve şairin
ben kurgusu konusunda bir konuyu daha açığa
çıkarmakta fayda vardır. O da, yazar psikolojisinin normal olarak addettiğimiz insanlardan hangi yönlerden ayrıştığıdır. Gerçekten de günlük
hayattaki yaşantısı ve ortaya çıkardığı ürünlerin
gerisindeki bilinç bakımından yazar olarak adlandırdığımız insanların genel çoğunluktan oldukça
farklı bir bilinçsel art alanları olduğu ortadadır.
Zaten, bu konuda düşünmüş psikologların ufak
tefek ayrıntılar dışında uzlaştıkları ender noktalardan biri de yazar öznenin sıradan insandan
ben kurgusu ve psikolojik donanım bakımından
farklı olduğudur. Ancak bu farklılığın sebepleri
konusunda psikologların yaklaşımlarında paralellikler kadar uzak duruşlar da vardır. Bazılarına
göre, yazarlar psikolojik rahatsızlığı olan insanlardır; diğer bazılarına göre ise onların farklılıkları
psikolojik rahatsızlıkla izah edilemez; çünkü eğer
öyle olsaydı, bütün psikolojik rahatsızlığı olan
insanlar da yazar olarak karşımıza çıkmalıydılar.
Cebeci’ye göre, Cesare Lombroso, A. C. Jacobson, Lange-Eichbaum, Roth ve Debra J. Pickering gibi psikologlar, genel olarak yaratıcı kişilerin
aynı zamanda psikolojik rahatsızlıkları olduğunu
belirtmekte, böylece akıl hastalığı ile yaratıcılık
arasında bağlantı olduğunu kabul etmektedirler.
Yine, bu yazarların düşüncesince, ruhsal rahatsızlığı olan kişilerin bir bölümü, yaratıcılık ürünlerini, yaşamlarının en sağlıklı döneminde vermişlerdir. Bir diğer grupsa yaratıcılıklarını hastalıkları
sırasında da sürdürebilmiştir. Yaratıcılıkla psikolojik sorunların bir arada olup olamayacağı konusunun daha ayrıntılı olarak incelenmesi için,
yaratıcılık ve cinsel sapmalar arasındaki ilişkiyi
inceleyen Fransız araştırmacı Janine ChasseguetSmirgel’in görüşlerinden yararlanılmasıdır. Böylece, bazı çevrelerde yaygın olarak rastlanan, sanatçıların ortalama insana göre daha fazla cinsel
sapma gösterdikleri yolundaki yaygın kanının
geçerli olup olmadığı konusunu da ele almak
mümkün olacaktır.[19] Cebeci’nin dile getirdiği
bu durum kendini müstakil çalışmalar şeklinde
de göstermektedir. Bunun son örneklerinden biri
olan Bert Kaplan’ın Akıl Hastalarının İç Dünyası
adlı esere dünyanın tanınmış belli başlı yazarları da konuk edilmiş(!) ve onların psiko-patolojik
19. Cebeci; Age., s. 162-163.
deneyimlerinden yararlanılmıştır. Bu yazarlar
arasında Lev Tolstoy, Jean Paul Sartre, Fyodor
Dostoyevski gibi yazarların yanında dünyanın
sayılı teologlarından addedilen St. Augustine ile
bale dansçısı Vaslav Nijinsky de bulunmaktadır.
Yazara göre, Tolstoy’un içinde bulunduğu durum
William James’in ‘Hasta Ruh’ diye isimlendirdiği şeyin tablosunu çizerken; Saint Augustine
İtiraflarım’da bizleri doğrudan nevrozların gerçek
sorunlarına ve belki de varoluşun esas sorununa
götürmektedir. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı eseri psikopatoloji adını verdiğimiz çeşitli
olgular karşısında gösterilen davranış biçimlerini keşfetme çabalarımızın bir parçası olurken;
Sartre’ın Bulantı adlı romanı bir akıl hastalığına
örnek olmaktan çok, pek çok akıl hastalığında
yaşanan deneyimlerin, ruh hâllerinin analizi ve
tanımlanması için seçilmiştir.[20]
Jung, yazarın ortaya çıkardığı ürünlerin, muhatabı olan insanların ruh dünyasına etkisine özel
vurgu yapar. Ona göre yazar özne, ürettikleriyle
okuyucu olarak adlandırılın kesimin iç dünyasını
harekete geçirerek onda belli motivasyonlar sağlar.[21] Bu motivasyonların gücü ise yazarın doğrudan bilinçdışının derinliklerinden yararlanması, o alanı da kullanılabilir hâle getirebilmesidir:
“Sanatçı, konularını seçip işlerken bilinçdışının
derinliklerine başvurur; yeni biçimlendireceği
yapıtlarda, okuyucusunun, dinleyicisinin ya da
seyircisinin bilinçdışını harekete geçirir; sanatçı etkinliğinin sırrı da buradadır. Bilinçdışının
imgeleri ve figürleri ile yükselir, güçlü bildirilerini başkalarına aktarır.”[22] Yazarın, sahip olması gereken özelliklerden birinin, karşısındakileri
(okuyucu) etkileme becerisi olduğu gerçeğini de
göz ardı etmememiz gerekmektedir. Bir yazarın
yetenekleri söz konusu edildiğinde onun yazdıklarıyla okuyucu üzerinde belli bir etki yapıp
yapmadığının da tartışılması doğaldır. Wellek ile
Warren’e göre, kendi sanat özelliklerini tartışmaya en fazla düşkünlük gösteren yazarlar tabiatıyla,
eserlerinin konularını teşkil eden, kaderleri sonu20. Kaplan, Bert; Akıl Hastalarının İç Dünyası, çev.
Bengi Güngör, Öteki Yay, 5. baskı, Ankara, 1994, s. 385447.
21. Daha geniş bilgi için bakınız: MORAN, Berna;
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yay, İstanbul,
(tarihsiz), s. 197-204.
22. Jung; Analitik Psikoloji, s. 69.
15
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
cu ve bir seçme hakkına sahip olmadan başlarına
gelen olaylardan ziyade eserlerini yazarken bilinçli olarak kullandıkları ve kendilerine üstünlük
kazandırdığına inandıkları teknik özelliklerden
bahsetmek isterler.[23] Aslına bakılırsa, bir yazarla ötekini ayıran en belirgin meziyetlerden biri,
okuyucunun ruhuna etki edip etmeme meselesidir. Çünkü edebî metin ile okuyucunun zihni
arasındaki köprüyü kuran yazarın kelimelerden
oluşturduğu büyüsel bir etkileşim ağıdır ve yazar, bu köprüyü ne kadar sağlam kurarsa, eseri
de okuyucu nezdinde o kadar içselleştirilerek kabul görür. Wellek ve Warren için bunu ölçmenin
yolu da vardır: “Yazarlık kabiliyetini ölçmek için
bir test düzenleyecek olsak bu muhakkak ki iki
şekilde olabilirdi: Bunlardan biri bugün kendilerine şair dediğimiz kimseler içindir ve onlar için
yapılacak bir testin, onların şiirlerinde kullandıkları kelimeler, kelime grupları, imajlar, metaforlar
ve kafiye, vokallerin benzerliği, aliterasyon gibi
fonetik ve semantik meselelerle ilgili olması gerekir; roman ve oyun yazarları için hazırlanacak
ikinci test ise karakter yaratma ve olay örgüsü gibi
meselelerle ilgilenmelidir.”[24]
Yazar ve şair özne olarak sanatçıda bulunması gereken önemli özelliklerden biri de onun
nesnelere ve genelde dış dünyaya bakışta sıradan
insanın göremeyeceği noktalara uzanabilme yeteneğinin oluşudur. Dış dünyaya ait durum, olay,
nesne ve düşüncelerle ilgili perspektifini bütünü
kapsayacak bir genişliğe sahip olarak kurgulamasıdır. Sadece olmuş olanı, görüneni değil, olması
muhtemel olanı ve görünmeyeni de görebilme
yeteneğidir. Bu, psikoloji dilinde sezgidir ve yazar/şair öznenin söz konusu sezgiye sahip olması gerekir. Jung’a göre, “işte sezgi küresi burada
ortaya çıkar. Sezgi, dört duvar arasında düzenli
bir yaşam sürüldüğünde, normal olarak, az kullanılan bir işlevdir. Ama borsa ile ilgilenildiğinde ya da Afrika’nın göbeğinde bulunulduğunda,
diğer şeyler gibi sezgiler de kullanılır. Örneğin,
borsadaki bir düşüşü, bir kaplan ya da gergedanla
burun buruna gelip gelmeyeceğinizi hesaplayamazsınız ama, bir sezginiz vardır ve bu belki de
yaşamınızı kurtaracaktır. Doğal koşullarla iç içe
yaşayan kişiler sezgiden aşırı derecede yararlanır-
lar. Sezgi, bilinmedik alanlarda hatalı sonuçlara
düşme tehlikesiyle yüz yüze bulunanların hepsi tarafından kullanılır, mucitler, yargıçlar, vb.
gibi.”[25] Yazar ve şairdeki sezgiselliği de nispeten
buna bağlayabiliriz. O, içinde bulunduğu şartlar
ve toplum nasıl olursa olsun, kendini sürekli dış
etkenlerden yalıtma eğiliminde hissettiği ve doğal
olana meyil gösterdiği için sezgisellik onun vazgeçilmez bir parçasıdır.
Aynı sezgisellik, ürettiği metinlerin kalıp kalmayacağına karar veren bir mekanizmadır da.
Sırf bu hasletinden dolayıdır ki geleceğin algısının ve dili kullanma biçiminin farkında olarak
eser üretir ve ölümünden yüzyıllarca sonra bile
öteki insanlarla bağ kurabileceği kendine özgü bir
dili bulup çıkarır. Bilim adamıyla sanatçı arasındaki en belirgin farklardan biri de budur: Bilim
adamından esirgenen bu geleceğe dönük ışıldak
sanatçıya bolca verilmiştir. Yine, bilim adamıyla
sanatçı arasındaki bir başka fark da her ikisinin
yaratılışından kaynaklanan ve sanatçı olarak yazarı sadece bilim adamından değil, sıradan insandan da ayıran işitme ve görme organlarının sıra
dışı işleyişidir. Wellek ile Warren’e göre, yazarlarda, daha ziyade şairlerde bulunduğu söylenen bu
özellik ‘sinestesia’ denilen, çoğu zaman işitme ve
görme organlarının veya iki ve daha fazla duygu organının birlikte çalışmasıdır. Buna renkli
işitme denir. Mesela, bir trompet dinlerken kızıl
renk görmek gibi. Herhâlde bu, renk körlüğü
gibi, duygu organlarının görevlerinin tam anlamıyla gelişmemiş olduğu zamanlardan kalma
ilkel bir özelliktir. Bununla beraber, ‘sinestesia’,
insanın hayata karşı felsefi ve estetik davranışını açıklamak için edebiyatta bir çeşit benzetme
yoluyla anlatım tekniği olarak sık sık karşımıza
çıkmaktadır.[26]
Yazarda, sezgiyle birlikte yer alan bir diğer
özellik, hayal gücünün varlığıdır. Gerçekte, insana özgü bir nitelik olarak hayal gücü, onu öteki
varlıklardan ayıran en önemli yeteneklerden biridir. Ancak bu, aynı zamanda insandan insana
değişen bir yetenektir ve sanatçı olarak yazarın
sahip olması gereken belki de en önemli özelliklerden biridir. İşte, az ya da çok, bütün insanlarda
ortak olarak bulunan hayal gücünün özel biçim-
23. Wellek ve Warren; Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 114.
24. _______________; Age., s. 114.
25. Jung; İnsan Ruhuna Yöneliş, s. 74.
26. Wellek ve Warren; Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 106.
16
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
lerinden biri olan imgelem, gerçekte, yazar ve şair
öznenin önemli bir parçasını oluşturur.
Paul Guillaume’a göre, imgelem, bir nesneyi
tanımak, yerinde kullanabilmek, onun ismini
bilmek, özelliklerinden bahsedebilmek ve onu
tanımlayabilmek, mutlaka bu nesne hakkında
halen düşüncede hakiki bir imgeye vücut vermek
demek değildir. Menşei bakımından kendisine
bağlı bulunduğu algı gibi her imgede, duygun
ve somut bir şeyler kalır. Bu, imgenin bütün karakterinin veya teferruatının belirtilmiş olduğunu göstermez. İmge, çok zengin veya çok fakir
olabilir; fakat algı kelimesiyle gerçek ruhbilimsel
bir olguyu kastediyorsak, onun için de aynı şeyin vaki olduğunu hatırlayalım. Saniyenin onda
biri kadar süren bir algı vasıtasıyla elde edilen şey
ancak, hakkında bir fikir yürütülmesi güç olan
bir taslak, bir siluet yani müphem bir şekilden
ibarettir. Bir çocuk, bütün bir çizgi, biçim, renk
ve ışık âlemi teşkil eden çalılıklar arasında diğer
bir çocuğu kovalamaktadır: Bütün bunlar onun
ağtabakasında tecessüm eder; fakat çocuğun gerçek algısı, bazı kısa görünüşlere münhasır kalır ki,
bunlar da birtakım seri hareketlerin düzenleyicisi
demektir. Şüphesiz bu sahnenin yarattığı imge,
daha fakir olacaktır: Bu imge, ancak ve ancak
karşıladığı düşünce ihtiyaçları bakımından gerçekleşebilir.[27] Cebeci’ye göre ise imge, zihinsel
bir temsil durumunu ya da zihinde beliren bir
resmi ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, imge,
‘dış dünyadaki bir nesnenin yerine geçen şey’ niteliği taşımaktadır. Bu açıdan, imgenin dış dünyadaki nesneye karşılık gelmek üzere bir tür ‘iç
nesne’ oluşturduğu söylenebilir.[28]
Kuşkusuz, imgenin ne olduğu kadar, ne işe
yaradığı da yanıtlanması gereken bir sorudur. Yazarın yaratıcılık yeteneğini besleyen vazgeçilmez
özelliklerden biri olan imgenin ne işe yaradığını
ortaya koymak, aynı zamanda, yazarın yaratma
süreciyle ilgili bulanıklıkları biraz daha aza indirgemek anlamına gelecektir. Arieti’den hareketle
Cebeci, bu soruya da yanıt arar: Klasik psikanalize göre, imge, istek nesnesinin bulunmaması
durumunda, o nesnenin yerine geçen ve böylece
bir isteğin gerçekleşmesine hizmet eden zihinsel
bir sürecin ürünüdür. Öte yandan, özellikle gün27. Guillaume, Paul, Ruhbilim, s. 176-177.
28. Cebeci; Psikanalitik Edebiyat Kuramı, s. 150.
düz düşlerinde, imge oluşturma kendi içinde bir
amaca dönüşmektedir. Başka bir zaman ve yerde mevcut bulunmuş bir şeyi yeniden oluşturma
amacının dışında, imgenin, hiçbir zaman olmamış bir şeyi ya da durumu canlandırma özelliği
de vardır. Gerçekten de bir şeyin ‘yokluk’u, o
sırada mevcut bulunmamasıyla, hiçbir zaman
var olmamış olması durumlarını birlikte kapsar.
İmge her iki durumda da bir gereksinime cevap
vermektedir.[29] Hayal gücü, imge oluşturma yeteneğinden farklıdır. İmge oluşturma yeteneği
hayal gücünün bir türüdür; imgeleri oluşturma
ve onları tecrübe etmeye ilişkin bir zihinsel yeteneği gösterir. Hayal gücüyse, zihnin bilinçli
olarak ya da en azından bir farkındalık durumu
içinde, özel bir çaba harcamaksızın, sembolik işlevleri üretme –ve yeniden üretme- sürecini gösterir. Hayal gücünün bir bakıma psikanalizdeki
‘serbest çağrışıma’ benzediği söylenebilir; ancak
serbest çağrışımdan farklı olarak, hayal gücünün
sözel olmayan formları da bulunabilir. Arieti’ye
göre, ‘hayal gücü’ yaratıcılığın ön koşullarından
biri olarak kabul edilmelidir.[30]
Sanatçı olarak yazarın özelliklerinden biri de
yaratıcı oluşudur.[31] Yazar, sanatçı olmanın doğal süreğine uygun biçimde, kendisinden önceki
geleneğin ürünlerinden yararlanarak nesnelere ve
hayata yeni bakış açıları getirme anlayışıyla hareket eder ve üretir. Pek çok özelliği yanında, bir
yazarı diğer insan gruplarından ayıran en önemli
haslet yaratıcılıktır. Kuşku yok ki, bu ve benzeri
durumlardan dolayı, edebiyat psikolojisinin en
çok ilgi duyduğu konulardan biri de yazar ve şair
öznenin yaratma süreciyle ilgili gerçekleri ortaya
çıkarmaktır. Bunun, bir dışa bir de içe dönük tarafı vardır. Yaratmak için yazar/şair öznenin sahip
olduğu içsel birikimle, bu birikimi dışa aktaracak ‘ortam’ ilk etapta ihtiyaç duyulan koşullardır.
Cebeci’ye göre, yaratıcılıkla ilgili araştırmalarda,
29. Cebeci; Age., s. 151-152.
30. _____; Age., s. 149.
31. Yaratıcılığın psikanaliz ve psikanaliz dışı
görüngüleri ve tanımlarıyla ilgili oldukça geniş bilgi
için bakınız: Yavuzer, Halide S.; Yaratıcılık, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1994. Bu eserinde
Yavuzer, yaratıcılığın psikanalitik, humaniter ve çağrışım
yaklaşımlarını ele almakta ve psikanalizin önde gelen
yazarlarının görüşlerini özetlemektedir (Yavuzer; Age.,
s. 53-90.).
17
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
yaratıcılığın ortaya çıkabilmesinin ilk koşulu olarak, bireyde ‘yalnız kalabilmeye yönelik bir kapasitenin varlığı’ vurgulanmaktadır. Bu durumda,
yalnızlık acı verici bir deneyim olabilmekle birlikte, insanın kendi kendisiyle baş başa kalabilmesi, yaratıcılığa giden yolda önemli bir aşamayı
göstermektedir. Öte yandan, yalnız kalmaktan
kastedilenin, insanlardan sürekli olarak kaçma
anlamına gelmediği, düzenli biçimde birkaç saat
süreyle yalnız kalabilme yeteneği olduğu da belirtilmelidir. Yaratıcılığın ikinci koşulu olarak
‘bir şey yapmadan durabilme’ yeteneğinden söz
edilebilir. Üçüncü yetenekse ‘gündüz düşleri’
oluşturma yeteneğidir. Gündüz düşleri üzerine
üzerinde çalışan Singer’a göre, gündüz düşleri
kuranlar daha araştırmacı, öykü oluşturma ve
anlatma yeteneği açısından yaratıcı kişiliklerdir.
Gündüz düşleri kuranlar, yaratıcılığın dördüncü
koşulu olan ‘serbest düşünme’ aşamasına ilerlemeleri durumunda, yalnızca kendi hayatlarını ele
almaktan, otobiyografik olandan kurtulacak ve
daha yaratıcı olacaklardır. ‘Serbest düşünme’nin
Freud’un tanımladığı ‘serbest çağrışım’dan farklı olduğu unutulmamalıdır. Gerçekten de hem
serbest çağrışımda hem de gündüz düşünde, kişi
kendisiyle ilgili şeyler üzerinde düşünür ve hayal
kurar. Serbest düşüncede ise, kişi, zihnine, sınır
koymadan istediği yöne gitmesi için izin vermektedir. Bu sırada, düşüncenin yöneldiği alanlar ve
nesneler arasındaki benzerliklerin algılanması durumu ortaya çıkacaktır. Öyle görünüyor ki ‘farklı
unsurlar arasındaki benzerlikler’i görebilme yeteneği, yaratıcılığın beşinci koşulunu oluşturur. Yaratıcılığı destekleyen bir başka koşul ise, geçmişteki travmatik olayların hatırlanması ve yeniden
canlandırılmasıdır.[32] Wellek ile Warren’e göre,
‘yaratıcılık’, bir edebî eserin bilinçaltı kaynaklarından başlayarak, onda yapılan en son değişikliklere kadar geçen bütün kademeleri içine alan
bir faaliyettir. Bazı yazarlar için, eserde son değişikliklerin yapıldığı safha yaratıcılık bakımından
en büyük önemi taşımaktadır.[33]
Otto Rank’ın görüşlerini de dikkate alarak,
yazarın yaratma süreci ve yaratmanın ontolojisiyle ilgili olarak, Cebeci, dönemin teknolojisi,
sanat anlayışı ve dini görüşlerinin de etkili bir be32. Cebeci; Age., s. 145-146.
33. Wellek ve Warren; Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 110.
lirleyici olduğunu ifade eder. Yaratıcılık, zamanın
genel görüşlerinin, üzerinde uzlaşmaya varılmış
kavramlarının sanatçı tarafından terk edilmesini,
en azından, sanatçının birey olarak öne çıktığı
yeni bir sentez içinde yeniden yorumlanmasını
öngörür. Bir bakıma sanatta yansılama-yaratıcılık
karşıtlığı, anonim sanatla bireysel sanat arasındaki ayrımın da başlangıç noktasında bulunur.
Anonim duyguları ve görüşleri yansıtan sanatçı,
daha çok toplumsal etki alanında kalan, bir bakıma toplumun bilinçaltını zamanın gelenekleri
içinde ifade eden bir kişiyken, bireysel sanatçı
kendi benliğini öne sürebilen, toplumun duygularını dile getirmekle birlikte, bu duyguları yeni
bir form içinde ifade etmeye çalışan kişidir.[34]
Yaratma eyleminin dış hatlarına özgü davranış
biçimi ve kalıpları da vardır. Geçmişten bugüne,
insanlar yeni bir şeyi ortaya çıkarırken, ‘trans’
aşamasında belli davranışlar sergilerler. Sıradan
insan için anormal görünen bu davranış kalıpları,
yaratıcı için yaratmanın bir parçasıdır adeta. Wellek ile Warren’e göre, ilkel toplumların dini merasimlerinde görev alan ozanlara Doğu memleketlerinde olduğu gibi trans durumuna girme yolları
öğretilmekte ve dinî merasimlere katılanlara dua
için belirli zamanlar ve yerler seçmeleri ve mantras denilen özel bazı sözleri bağırarak söylemeleri öğütlenmektedir. Biz bugün bunların insanda
yaratıcılığa uygun bir durum meydana getirmek
için yapılan merasimler olduğunu sanmaktayız.
Schiller çalışma masasında çürük elmalar saklardı. Balzac yazarken bir keşiş cübbesi giyerdi.
Proust ve Mark Twain gibi birbirinden çok farklı
yazarlar yatarken düşünmekte ve hatta yazılarını
yatakta yazmaktaydılar. Bazı yazarlar yazmak için
sessizlik ve yalnızlık ister fakat diğerleri aile topluluğu içinde veya bir gazinoda kalabalık içinde
yazmayı tercih ederler. Gündüz uyumak ve gece
çalışmak gibi garip davranışlarıyla dikkati çeken
yazarlar vardır. İnsanın derin düşüncelere, rüyalar
ve bilinçaltı âlemine dalmak için geceyi seçmesi
romantik geleneğin başlıca özelliğidir. Tabii buna
karşı Wordsworth gibi, kendisine çocukluk çağının tazeliğini hatırlatan sabahın erken saatlerini
öven romantik şairler de vardır. Milton gibi yalnız
belirli mevsimlerde yazabilen yazarlar da vardır.
Milton sadece sonbahar gündönümü (23 Eylül)
34. Cebeci; Age., s. 42.
18
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ile ilkbahar gündönümü (21 Mart) arasında ilhamının en üst düzeyde olduğunu belirtmektedir.
Bu gibi teorileri hiç beğenmeyen Dr. Johnson ise
yazmak azminde olan bir yazarın herhangi bir zamanda bu işi yapabileceğine inanmaktadır.[35] Bu
ve benzeri yaratma alışkanlıkları daha da çoğaltılabilir, hatta ne kadar yazar varsa o kadar yaratma tarzı vardır denebilir. Ancak, burada edebiyat
psikolojisinin yazara dönük bakış açısında, ortaya çıkarması gereken gerçeklerden birinin yazarın
yaratma sürecinde içinde bulunduğu psikolojinin uzantısı olarak ne gibi davranış ve davranış
kalıplarına girdiğini ortaya çıkarmak olmalıdır.
Geceyi gündüze, gündüzü geceye tercih eden yazarın psikolojisi nedir? Bir mevsimi ötekine, bir
kıyafeti ötekine tercih ettiren bilinçaltı nereden
kaynaklanmaktadır? Yazarken geceyi tercih edenlerle gündüzleri tercih edenler arasındaki belirgin
farklar nelerdir? Bu farklar, edebî eserin kendisi
bakımından ne gibi içerik ve biçim farklılıklarını
beraberinde getirmektedir? Yaratma zamanındaki
bu farklılıklarda edebî türlerin rolü nedir ve nereye kadardır? Sözgelimi, acaba şairi daha çok geceleyin yazmaya iten refleks, aynı durumda ve aynı
derecede bir öykü yahut deneme yazarını neden
o kadar bağlamamaktadır? Yazar ve şair öznenin,
yaratma süreci ile ilgili bütün bu sorular, edebiyat
psikolojisinin önünde duran ve çözülmesi gereken sorunlardır. Fakat yaratma sürecine ilişkin bu
soruların cevapları aranırken sadece yazarın kendisi hakkında söylediklerine değil, aynı zamanda
konuyla ilgili psikoloji uzmanlarının söylediklerine de bakmamız gerekmektedir. Ortadaki tek
gerçek, yazarın yaratma süreciyle ilgili görüşlerin
henüz tam anlamıyla bilimsel bir netlik kazanamadığıdır.
Wellek ile Warren’e göre, bir eserin nasıl yaratıldığı konusunda edebiyat teorisine genel
mahiyette bir şeyler katacak görüşler ortaya atılmamıştır. Bu konuda belirli yazarların ayrı ayrı
durumlarını bilmekteyiz. Fakat bunlar (Goethe,
Schiller, Flaubert, James, Eliot ve Valery gibi) nispeten son zamanlarda yaşamış ve kendi eserlerini
nasıl yarattıkları hakkında düşünmüş ve yazılar
yazmış olan kimselerdir. Bir de kendileri yazar olmadığı hâlde orijinallik, yenilik, hayal gücü gibi
hususlarla ve fenni, felsefi ve estetik alanlardaki
yaratıcılığın müşterek yönleri ile ilgili olarak psikologların dışarıdan yaptıkları incelemeler sonucu vardıkları genel hükümler vardır.[36] Bu genel
hükümlerden biri de, Cebeci’ye aittir. Ona göre,
yaratıcılık için en uygun şartlardan biri, yazarın
geçmişinde yaşadığı travmatik deneyimleri kontrol altına alma becerisidir. Ona göre, yaratıcılığın ortaya çıkması için gerekli koşullar arasında
nevrotik ya da cinsel sapkın olma durumları
yoktur. Bu durumlar yaratıcılığı desteklemekten
çok engeller niteliktedir. Yaratıcılık için en uygun
koşulun yaratıcı sanatçının geçmişinde bulunan
‘travmatik deneyimler’i kontrol altına alması ve
bu deneyimin dönüştürülmesinden kaynaklanan
enerjiyi yapıtında kullanabilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum travmanın tutsağı olmaktan ve travmayı tekrarlayan yapıtlar üretmekten
farklıdır. Travmanın geçmişte bırakılmış olması
ve yaratıcılıkta kullanılacak nötralize enerjinin
ortaya çıkması yaratıcılığın önemli bir koşuludur.
Bütün enerjisini çözümlenmemiş bir travmadan
alan ‘yaratıcılıkların’ ya da cinsel sapmalarda olduğu gibi ‘idealize/estetize etme faaliyetleri’nin,
söz konusu sorunlar psikoterapide çözümlendiği
ölçüde ‘sona ermeleri’ durumu, bununla ilgilidir.[37]
Yaratıcılık, bir yazar için, sahip olduğu her
şeyden vazgeçse bile onu muhafaza etmesi gereken yeteneğidir. Hisseden ve hissettiklerini aktaran insan olarak yazarın yaratma süreci, edebiyat
bilimcisi kadar psikoloğu da ilgilendiren bir süreçtir. Hatta kimi edebiyat bilimcilere göre yaratma, özü gereği psikolojik bir süreç olduğu için bu
konuda psikologların görüşlerine kulak vermek
en doğru yoldur. Bu görüşü dile getiren Wellek
ile Warren’e göre, yazarın eserini nasıl yarattığı
aslında psikologların araştırma sahasına giren bir
konudur. Onlar şairleri fizyolojik ve psikolojik
özelliklerine göre sınıflandırabilirler; onların ruhi
bozukluklarını tarif edebilirler; hatta onların bilinçaltlarını araştırabilirler. Psikologların yazarlar
hakkında elde ettikleri ipuçları edebiyatla ilgili
olmayan belgelerden elde edilebildiği gibi, onların yazdıkları eserlerin içinden de çıkartılabilir.
Yazarların kendi kitaplarından elde edilen bilgi-
35. Wellek ve Warren;; Edebiyat Biliminin Temelleri, s.
111-112.
36. Wellek ve Warren;; Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 113.
37. Cebeci; Psikanalitik Edebiyat Kuramı, s. 170.
19
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Alfred Adler
lerin diğer belgelerle karşılaştırılması ve dikkatle
yorumlanması gerekir.[38]
Sanatçı ve yazarların psikolojisiyle doğrudan
ilgilenmiş bir psikolog olan Freud, sanatçının
yaratıcılık eylemi ile cinsel eğilimler arasında bir
bağ kurar. Ona göre, sanatsal yaratıcı faaliyet ile
cinsel eğilimler arasında sıkı bir bağlılık vardır.
Cinsiyet ile ilgili ve tüm vücuda yönelen merak
bir sanat duygusu mahiyetini alabilir. Güzellik
anlayışının kaynaklarını cinsel uyarmalarda arayabiliriz. Güçlü yeteneklere sahip olan sanatçıların yaratma güçleri, sapıklıkları, sinir hastalıkları
ile yüceltmenin tam veya eksik bir şekilde gerçekleşmesi ile ilgilidirler.[39] Sanatçı ile ilgili tanımları konusunda da Freud cinselliği merkeze alır.
Yazma içgüdüsünün nedenlerini ve kökenlerini
sanatçının tatminsizliğine bağlar. Yine cinsel yönelimi yazma eyleminin vazgeçilmez ögesi hâline
getirir. Aynı zamanda, sanatçının gerçek hayattan kaçıp fildişi kulesine sığınması ve hayallerine
sarılmasını da aynı gerekçeyle açıklar. Ona göre,
sanatçı, sinir hastasına benzeyen içedönük bir
kimsedir. Yalnız onun için, sanat hayaller dünyası ile gerçeklik dünyasını birbirine bağlayan bir
köprüdür. Hayaller dünyasından gerçeklik dünyasına dönüşü sağlayan bir yoldur.
Sanatçı çok güçlü eğilimlerin etkilerini duyar.
Üne kavuşmak, güçlü, zengin olmak ister. Kadınların yakınlıklarını kazanmak ister. İster; ama
bütün bunları gerçekleştirmek için olanaklara sahip değildir. Bu yüzden, isteklerini yerine getiremeyen kimseler gibi gerçek dünyadan uzaklaşır.
Bütün ilgilerini, libidolarını bir başka dünyaya,
38. Wellek ve Warren;; Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 118.
39. Özgü; Age., s. 121.
hayal dünyaları ile ilgili arzularına yöneltir. Bu
ise sinir hastalığının yolunu açar. Bilindiği gibi
birçok sanatkâr, yakalandıkları sinir hastalıkları yüzünden çalışmalarını durdurmak zorunda
kalmıştır. Bunları, yaratılıştan yüceltmeye fazla
elverişli oldukları derecede röfulmanı gerçekleştirmekte yetersizlik gösteren kimseler gibi düşünebiliriz.[40]
Burada, bugünün dünyasından bakıldığında
gerçeğe oldukça aykırı hususlar vardır. Bunların
başında, sanatçının yazma eylemini kadınlara
yakın olma isteğiyle bağdaştırmanın yanlışlığı
gelmektedir. Bu, bazı yazarlar için geçerli olabilir
ancak, bir genelleme asla doğruları yansıtmaz.[41]
Kaldı ki, sanatçı öznesi sadece erkek değil kadındır da. İkincil olarak, sanatçıların pek çoğunun
sinir hastası oldukları konusundaki düşünceler
de gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Bu konuyla ilgili bir istatistik çalışması çıkarılmış değildir. Şu bir
gerçektir ki ister şair öznesi olarak sanatçı, isterse
yazar-öznesi olarak sanatçıların geneline baktığımızda yaygın bir şizoid eğilim söz konusu edilebilir. Belki nevrotik tiplerin varlığı ve çokluğundan da bahsedebiliriz. Ancak, sanatçıları genellemek için psikotiklik tabirinin kullanılması, sinir
hastası olduklarına dair fikirlerin ileri sürülmesi
oldukça zorlama ve gerçek dışı gibi görünmektedir. Elbette bu durumun Dostoyevski, Virginia
Woolf, Stefan Zweig, Cesare Pavese gibi birkaç
istisnası vardır ve olacaktır. Bu türden insanlar
sadece sanatçılar arasında değil dünyanın ileri
gelen filozofları, din adamları, siyasetçileri arasında da vardır.[42] Belki iyi bir istatistik çalışmasıyla sıradan insanlar arasında da bolca örneklere
40. Özgü; Age. , s. 121-122.
41. Örneğin, Freud’un dikkat çektiği bu durumu, İtalyan
yazar Cesare Pavese için rahatlıkla söyleyebileceğimiz
hâlde, Tolstloy için asla söyleyemeyiz. Her iki yazarın
yazmaktaki amaçları arasında dağlar kadar fark vardır.
Pavese, Yaşama Uğraşı adlı kitabında, yazma amacının
kadınlar olduğunu söylemekten çekinmez. Ancak,
Tolstoy’un, Sanat Nedir? adlı kitabındaki görüşleri,
onun yazma amacının bırakın kadınlara yaklaşmak,
onlarla arasında bir bağ kurmak, dünyevi herhangi bir
zevkin tatmininden de uzaktır. Bakınız: PAVESE, Cesare;
Yaşama Uğraşı, çev. Cevat Çapan, E Yayınları, 3. baskı,
İstanbul, 1990.
42. Mesela, Friedric Nietzsche, Louis Althusser edebiyatçı
değillerdi. Ama her ikisinin hayatının sonlarında içine
düştükleri durum, mesela Virginia Woolf’un durumundan
hiç de daha “hafif” sayılmaz.
20
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
rastlanacaktır. Dolayısıyla, hayatın her alanında
ve hemen bütün mesleklerde örneğine rastladığımız anormal insan tiplerinin sadece sanatçıya ve
sanatçılığa özgü olduğunu varsaymak bilimsel bir
duruşu yansıtmayacaktır. Freud, sanatçı özne olarak yazarın yaratma eylemini yine vazgeçemediği
bir kavramla açıklar: Yüceltme duygusu. Freud’a
göre, yazarlardaki yüceltme duygusu onların aynı
zamanda eser üretmelerinin ve yaratıcılıklarının
en önemli motivasyonlarından biridir: “Freud
yüceltmeyi, gücünü cinsel dürtüden aldığı hâlde,
bu gücü tamamen cinsellik dışı ve toplumsal
olarak onaylanan bir amaca aktarma olarak tanımlar. Yüceltme kapasitesi, cinsel dürtünün
dönüşüme uğrama ve amacını değiştirebilme
yeteneğine bağlıdır. Yüceltmeye en iyi örnekler
sanatsal yaratıcılık, entelektüel ilgiler ve sportif
etkinliklerdir.”[43]
Yazar ve şair öznenin yaratma eylemiyle ilgili hem psikologlar hem de yazarlar ve edebiyat
bilimciler tarafından burada ifade edilenin dışında ne kadar görüş ileri sürülürse sürülsün ortada
bir gerçek vardır: Yaratıcılık, bir sanatçının en
merkezî özelliklerinden biridir ve bu, merkezî konumundan dolayı karmaşık bir süreçtir. Yaratma
süreciyle ilgili nesnel bilgilere ulaşmanın önündeki en büyük engellerden biri işte bu karmaşık
yapının ayıklanmasındaki güçlüklerdir. Wellek
ile Warren’e göre, bugün, insan zihninin bilinçaltı ve bilinçli yönleri dikkate alınmadan yaratıcılık
konusunda bir şey söylenemez. Eserin akla hitap
etmesine, anlaşılabilir olması için metnin tekrar
tekrar gözden geçirilmesine ve okuyucu ile bağ
kurulmasına önem veren klasik ve realist edebiyat
akımları ile bilinçaltına öncelik tanıyan romantik ve ekspresyonist akımları birbirinden ayırmak
güç değildir. Fakat bu ayrılık kolayca abartılabilir.
Romantizm ve Klasizm akımları hakkındaki tenkit teorileri, bu akımlara uygun eserler veren en
iyi yazarların, eserlerini yaratış tarzları arasındaki
farklılıkları aslında olduğundan daha fazla büyütmektedir.[44] Ancak yazarların yaratış tarzlarını
etkileyen en önemli hususun onların kendilerine
özgü fiziksel ve psikolojik yapılar olduğunu bir
kez daha yinelemek gerekir.
43. Akvardar ve Diğerleri; Psikanalitik Kurama Giriş, s.
73-74.
44. Wellek ve Warren; Edebiyat Biliminin Temelleri, s. 113.
Freud’a göre sanatçının, dolayısıyla da yazarın bir başka özelliği ise onun ne kadar büyürse
büyüsün çocuk olmayı bir tarafa bırakamayışıdır.
Çocuk olma bilinci, refleksi ve bakışı hep yazarla
birliktedir. Bu durumda, çocuk refleksi sanatsal
bir anlam kazanırken, sanatçı refleksi de sanatsal
dokusuyla çocuk kimliğine bürünmüş olur. “Acaba sanatsal etkinliğin ilk dışavurumlarını daha
çocuklarda aramaya kalkmakla doğru bir iş yapmış olmaz mıyız? Çocuğun en sevdiği ve üzerinde
en çok durduğu uğraş oyundur. Belki şöyle söyleyebiliriz: Oyun oynayan bütün çocuklar, oynadıkları oyunlarla kendilerine özgü bir dünya yaratır; daha yerinde bir deyişle, yaşadığı dünyanın
nesnelerini kendi beğenisine uygun olarak kurduğu yeni bir düzen içine yerleştirir, böylece tıpkı
bir sanatçı gibi davranır. Buna bakıp da yaşadığı
dünyanın çocuk tarafından ciddiye alınmadığını söylersek, haksızlık ederiz; çocuğun yaptığı,
oynadığı oyunu pek ciddiye almaktır; oyun uğrunda seferber ettiği duyguların toplamı hayli kabarıktır. Oyunun karşıtı ciddilik değil gerçektir.
Duygu donanımındaki eksiklere karşın, oyunsal
dünyasını gerçek dünyadan kuşkusuz ayırır çocuk; gerçek dünyanın gözle görülüp elle tutulan
somut nesnelerini, hayalinde yarattığı nesne ve
durumlara dayanak yapar. Gerçek dünyaya böyle
bir yaslanış dışında, çocukların oyunlarını düşlemlerden ayıracak bir başka ölçüt yoktur.”[45]
Freud’a göre, işte sanatçılar da tıpkı oyun oynayan çocuklar gibi davranırlar. Onlar da, çocuklar gibi kendilerine bir hayal dünyası yaratır ve
bu dünyayı da gerçek dünya imişçesine ciddiye
alırlar. Gerçek dünya ile kendilerinin hayallerinde yarattıkları bu dünyayı yer değiştirterek araya
kesin sınırlar çizerler. “Sanatsal yaratıyla çocuk
oyunu arasındaki akrabalığın izlerini dilde hâlâ
saptayabilmekteyiz; çünkü dil, somut nesnelere
yaslanan ve tekrar tekrar sergilenebilme olanağını içeren sanat yapıtlarını oyun sözcüğü içinde
toplamakta, bunları eğlendirici oyun (güldürü)
ve acıklı oyun (ağlatı) diye nitelendirmekte, söz
konusu yaratıları sahnede canlandıran kişiye ise
oyuncu demektedir. Ancak sanatsal dünyanın
gerçek dışılığı, sanatçının uygulayacağı tekniğe
ilişkin pek önemli sonuçlar doğurmaktadır; çünkü gerçekte insana zevk vermeyen pek çok şey,
45. Freud; Sanat ve Sanatçılar Üzerine, s. 104-105.
21
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
hayal gücünün yarattığı oyunda bu gücü gösterebilmekte, gerçekte tatsız pek çok duygu sanat
yapıtında dinleyici ve seyirciler için bir haz kaynağına dönüşmektedir.”[46] Bütün bunlara karşın,
Freud, sanat, sanatçı ve yazara dair psikanalisttik
bakışın yeterli olmayışına dikkat çekmekten kendini alamaz.
Sanata ve edebiyata psikanalisttik bakış bazı
durumlarda istenilen neticeyi vermesine karşın,
bazı durumlarda yetersiz kalınmaktadır. Freud’a
göre, psikanaliz, sanata da giderilmemiş isteklerin doyurulmasını amaçlayan bir etkinlik gözüyle
bakar; öyle bir etkinlik ki, başta sanatçının kendisini, sonra da dinleyici ve seyircileri kapsamına
alır. Sanatın doğmasını hazırlayan itici güçler,
bazı bireyleri nevrozun kucağına sürükleyen ve
toplumu kendi kurumlarını yaratmaya götüren
çatışmaların aynıdır. Sanatçının yaratma yeteneğini nereden aldığı, ruhbilimi ilgilendiren bir
sorun değildir. Sanatçı kendini her şeyden önce
özgür kılmaya uğraşan insandır ve eserini, kendi
dışında bulunup kendisi gibi doyumdan yoksun
bırakılmış isteklerin rahatsızlığını yaşayan daha
başka kişilere sunarak onların da böyle bir özgürlüğe kavuşmasını sağlar. Gerçi sanatçı, düpedüz
kişisel hayal ve isteklerini gerçekleşmiş gösterir;
ancak, bunların, bir sanat eserine dönüşebilmeleri için, söz konusu isteklerdeki ahlaka aykırılığı yumuşatan ve isteklerin çıktığı kişisel kaynağı
gizleyen bir biçim değişikliğine uğraması, ayrıca
estetik kuralları gözeterek başkalarına çarpıcı hazlar sunabilmesi gerekir. Bir sanat eserinin
yaratılmasında sanatçının duyacağı açık (manifest) hazzın yanı sıra, içgüdülerin özgürlüğünü
amaçlayan gizli çabaların sağladığı gizli (latent),
ama çok daha etkili bir hazzın varlığını kanıtlamak psikanaliz için güçlük doğurmaz. Çocukluk
izlenimleriyle bunların uyarılarına karşı tepkiler
olarak sanatçının yaşantıları ve yarattığı eserler
arasındaki ilişki, psikanaliz çalışmalarının en çekici konularından biridir.[47]
Edebî metinlerde, özellikle hikâye ve roman
türüne örnek teşkil eden eserlerde yer alan kişilerin ruh dünyalarını anlamak için psikoloji
bize yardımcı olur. Edebiyat biliminin bu tarz
eserlerin şahıs kadrolarını tasnif etmekte psiko46. Freud; Age., s. 105.
47. Freud; Psikanaliz Üzerine, s. 86-87.
loji biliminden yararlanması gerekir. Mesela Alfred Adler’in insanları iç dünyalarına göre tasnif
etmesi bizim için aydınlatıcı bir yaklaşımdır:
“Davranışlara bakarak, insanları, iç dünyalarında
olup bitenleri, başkalarından daha iyi veya daha
az bilmelerine, bilinçlerinin genişlik derecelerine
göre iki grupta toplayabiliriz. Huzursuzluk içinde yaşayanlar bu iki gruptan birincisine girerler. Bunların dar bir alanda sıkışıp kalmalarının
nedeni hayat sorunlarını, daha yeterli kimseler
kadar açık bir şekilde görememeleridir. Bunlar
kadar ayrılıkları, incelikleri anlayamamalarıdır.
Bu insanlar, yetersiz bir bilgiye sahip bulunmaları
dolayısıyla hayat sorunlarının ancak bir kısmını
anlayabilmektedirler. Bunların, hayat sorununu
olduğu gibi kavrayamamalarının nedeni güçlerini ortaya koymaktan kaçınmalarıdır. Şu veya bu
bireyin, hayatın diğer olaylarına nazaran, hayat
kapasiteleri hakkında çoğu zaman çok az şeyler
bildiğini, kapasitelerini küçümsediğini, kusurlarını, yetersizliklerini gerektiği şekilde bilmediğini, kendisini önemli bir kimse gibi tanımadığını,
her şeyi sadece bencillik duygusunun etkileriyle
yaptığını söyleyebiliriz.”[48] Adler’in, insan ruhuyla ilgili bu yaklaşımını göz önünde bulundurarak
roman kişilerinin benzer davranışlarını açıklamak
mümkündür.
Edebî eser dışında, onun üretici öznesi olan
yazarın psikolojisi de edebiyat bilimini doğrudan ilgilendirmektedir. Bu yüzden, özellikle,
edebi eserle yazar arasındaki bağı doğru verilerle çözümlemek, yazarın eseri hangi psikoloji ve
itilimle yazdığını belirlemek için de psikolojinin
özne olarak yazara bakışını bilmekte fayda vardır.
Adler’e göre, yazarlar, toplumun geleceğini önceden sezme kabiliyeti olan sıra dışı insanlardır.
Her büyük fikir, her sanat eseri varlığını insanlığın yorulmaz yapıcı ruhuna borçludur. Kitle belki bu yeni yapmalara, hiç olmazsa, benimseme,
muhafaza, yararlanma yolu ile mütevazı bir şekilde yardım eder. Şartlı refleksler işte burada büyük
bir rol oynar. Yapıcı şartlı refleksler, sanatçının
hayal gücünde, mevcut olan şeyin önüne geçmek
için yararlandığı öğeyi temsil eder. Sanatçılar ve
dâhiler, hiç şüphe yok, insanlığın rehberidir ve
bu cesaretlerinin ücretlerini çocukluklarında yaktıkları kendi ateşlerinde yanarak öderler: ‘Istırap
48. Özgü; Age., s. 160.
22
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
çektim ve böylelikle şair oldum.’ Çocukluğumdan beri her türlü sefalet, zorluklar, fakirlik, göz
ve kulak bozukluğu ile kuvvetli bir şekilde uyarılan, çoğu zaman şu veya bu şekilde şımartılmış
olan artist, kendisini ağır bir aşağılık duygusundan kurtaran kimsedir. Artist, kendisi ve başkaları için genişletmek istediği çok dar gerçekliğe
karşı mücadele eder.[49]
Jung’a göre, insanın kendisiyle ve çevresiyle olan ilişkilerdeki aksamalar ben tarafından
iyi kullanıldığında “yaratıcılığa” dönüşebilir. Bu
durumda sinir hastalığı gibi görünen şey, aslında
edebî eser üretiminin bir parçası oluverir. Çünkü bu durum, insanı uyuşukluktan kurtarır ve
hayatın daha aktif, daha dikkatli, daha dirençli
öznelerinden biri yapar: “Jung, bilinçli ve bilinçsiz güçler arasındaki hatalı bir ilişkinin, dış dünya
intibaksızlığının, ruhsal bir dengesizlik yaratabileceklerini düşünmektedir. Yön verici motivasyon, kendi kendini yaratma faaliyetinden başka
bir şey değildir. Bilinçsiz bir perişanlık içinde bulunan çok sayıda insan vardır. Bu insanlar bunun
için sinir hastalıklarına tutulurlar. Sinir hastalığı
oluşumu ve yaratıcı bir davranıştır onlar için.
Bunlar, bilinçaltının yarattığı sinir hastalığı sayesinde uyuşukluklarından kurtulurlar.”[50]
Sanat ve edebiyat eserinin yaratılma süreciyle
ilgili olarak, psikologlar kadar, edebiyat bilimci
ve yazarlar da ilgilenmişlerdir. Edebiyat bilimine,
yazar olarak katkı sunmuş romancılardan biri de
kuşkusuz Tolstoy’dur ve o da yazarın yaratma sürecinin zihinsel boyutuyla yakından ilgilenmiştir.
Ona göre, yaratma sürecinin cereyanı şu şekilde
olmaktadır: İnsan, daha önceden hiç kimseden
duymadığı ve her yönüyle ona yeni gözüken bir
şeyi düşünür ya da onu belirsiz biçimde hisseder.
Bu yeni şey onu etkiler ve günlük bir konuşma
sırasında farkına vardığı o şeye dikkat çeker, sonra kendisi için apaçık ve belirgin olan bu şeyin
başkaları tarafından görülmediğini şaşırarak görür. Onlar, onun anlattığı şeyleri görmez ya da
hissetmezler. Bu çevreden kopuş, uyuşmazlık ve
anlaşmazlık başlarda onu rahatsız eder. Kendi
anlayışını doğrulatmak için, gördüğü, hissettiği
ya da anlattığı durumları başkalarına aktarmada
49. Adler; Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel
Psikoloji, s. 116
50. Özgü; Age., s. 214.
farklı yollar dener. Fakat ötekiler, onun onlara
iletmeye çalıştığı şeyi hâlâ anlamamaktadır ya da
onun anladığı ya da hissettiği gibi anlamamaktadırlar. Ve insan bir şüpheden rahatsızlık duymaya
başlar. Ya gerçekte var olmayan durumları tasarlamakta ve bulanık bir biçimde hissetmektedir ya
da ötekilerin görmediği, ama gerçekte var olan
şeyler söz konusudur. Bu şüpheyi ortadan kaldırmak için bütün gücünü keşif yapmaya yöneltir.
Öyle ki farkında olduğu şeylerin varlığı hususunda kendisi ya da öteki insanlarla ilgili en ufak bir
şüpheye yer kalmamalıdır. Bu açıklığa kavuşturma işi tamamlanır tamamlanmaz ve insan artık
gördüğü, anladığı ya da hissettiği şeylerin varlığı
hakkında şüphe duymadığında, başkaları da birdenbire onun gibi görmeye, anlamaya ve hissetmeye başlar. Bu, konuyu kendine ve başkalarına
anlaşılır ve kesin kılma çabasıdır. Bu insanın genelde ruhsal faaliyetinin üretiminden ileri gelir.
Biz buna sanat eseri diyoruz. Sanat, insanın ufkunu genişletir ve onu daha önceden algılamadığı şeyleri görmeye zorlar. Bir sanatçının eylemi
bunları içerir ve bu eyler algılayanın duygusuyla
da ilişkilidir. Bu duygu, özünde bir tür taklitçiliği hatta daha ziyade etkilenebilme kapasitesini
taşır. Bu, bir tür hipnozdur. Yani sanatçı, önceleri
şüphe duyduğu, kendini anlaşılır kılma ve açığa
çıkarma konusunda sanatsal üretim yolunu kullanır. O hâlde bir sanat eseri, başkalarına kendini
aktarabilecek ve sanatçının eseri yaratırken tecrübe ettiği hisleri başkalarında da uyandırabilecek
bir anlaşılırlığa kavuştuğunda tamamlanmış olacaktır.[51]
Sonuç ve değerlendirme
İnsan için hayatı yaşanır kılan, Allah’ın onun
görmesi için verdiği boş alanları doldurma çabasıdır. Bedensel ve ruhsal körlük bu bakımdan
belki de nefes alıp veren her canlıyı etkiler ve bir
talihsizlik olarak telakki edilebilir ama insan için
galiba yaşarken ölmek anlamına gelir. Özellikle onu öteki canlılardan ayıran biricik hazinesi
olarak önündeki karanlığı aydınlatan iradesinin
körleşmesi bu bedbahtlığın doruk noktasını oluşturur.
İnsan hayatı tuhaf bir şekilde çoğunlukla uyku hâliyle geçer. İrade, üzerindeki toprak
51. Tolstoy; Sanat Nedir?, s. 90-91.
23
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ayıklandığında güneş gibi keskin bakan bir akışa
sahip olduğu hâlde, o toprağı ayıklamak çoğu zaman mümkün olmamakta yahut belki de birçok
kimsenin aklına gelmemektedir. İşte bu noktada
devreye sanatçılar girmektedir. Sanatçı varlığıyla
hem nesneleri parıldatarak insan gözüne uygun
hâle getirmek suretiyle hem de insanların iç dünyasındaki ölü toprağı atıp ona parlaklık katarak
ruhu ışıldatmak suretiyle karşılıklı bir aydınlatma
işlevi görür. Edebiyat, bu noktada nesnelerin parıldatılıp insan gözüne uygun hâle getirilmesi ise
sanatçı ruhu ve psikolojisi de ruhu ışıldatmanın
adıdır.
Nereden bakılırsa bakılsın, bütün canlıların
ortak özelliği olan ve asla taviz verilemeyecek
görünen husus, onun varlığını geleceğe taşıma
içgüdüsüdür. Bu içgüdü hareketli, akışkan bir
iradede elbette onun da ötesine geçip ipine sıkı
sıkıya sarılınan bir hakikate dönüşmüş olur. Bu
noktada, sıradan insan varlığını idame ettirmenin yolu olarak yaşamla girdiği mücadeleden galip ayrılmayı neslini devam ettirmede bulurken
sanatçı bedeni ve ruhunu onun uğruna harcadığı, yok ettiği eserine sarılır. Temsil, birincilerde
nesiller üzerinden, ikincilerde eserler üzerinden
gerçekleşir. Böylece, hayatın birincil alanına etkileyen ve etkilenen özne olarak sıradan insan; ikinci alanına varlığını feda ederek şimdiyi geleceğe
duygu ve düşünceler üzerinden bağlama iradesi
gösteren sanatçı yerleşir. Yazar, şairler olmasa, şiirler, masallar, hikâyeler de olmayacaktı; edebiyat
eserleri olmasa, insanlık kendini zamanın bir çentiğinden ötekine sadece siyasal aklıyla aktarmak
zorunda kalacaktı ki bu da net biçimde siyasal
tarihin insani içeriği ile edebiyat tarihin içeriği
arasındaki farkın hayat pratiğine dönüşmesi anlamına gelecekti. Hayatın bütününü edebiyat ve
sanattan soyutlanmış salt akıl merkezli bir siyasal
tarih olduğunu tahayyül etsenize; bir anda nasıl
da duygularından arındırılmış salt akıl bizi resimden, fotoğraftan karikatüre dönüştürürdü…
Öyle geliyor ki sanatçı, hayatla imtihanını kazanmamış olsa, dünya olduğundan çok daha berbat
bir hale gelirdi; kazanmış olsa çok daha iç ferahlatıcı görünürdü; varılan nokta ise hala bu mücadelenin devam ettiği ve sanatçının sıradan insanın,
sanatın ise siyasetin gerisinde olduğu yerdir. ■
KAYNAKÇA
ADLER, Alfred, Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel
Psikoloji,
AKVARDAR ve Diğerleri, Psikanalitik Kurama Giriş,
ARİSTOTELES, Retorik, çev. Mehmet H. Doğan,
YKY, İstanbul, 1995
ARİSTOTELES, Ruh Üzerine, çev. Doç. Dr. Zeki Özcan, Alfa Yayınları, İstanbul, 1999
CEBECİ, Oğuz, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki
Yayınları, İstanbul, 2004
FREUD, Sigmund; Düşlerin Yorumu II, çev. Emre
Kapkın, 3. baskı, Payel Yayınları, İstanbul, 1996
FREUD, Sigmund; Psikanaliz Üzerine, çev. Kamuran
Şipal, Cem Yayınları, İstanbul, 1998
FREUD, Sigmund; Psikanaliz ve Ruhsal Kimlik, çev.
Özlem Gürses, Nabu Kitap, İstanbul, 2001
JUNG, Carl Gustav; Analitik Psikoloji, çev. Ender Gürol, Payel Yayınları, İstanbul, 1997
KAPLAN, Bert; Akıl Hastalarının İç Dünyası, çev. Bengi Güngör, Öteki Yayınları, 5. baskı, Ankara, 1994
MAY, Rollo, Yaratma Cesareti, çev. Alper Oysal, 4. baskı, Metis Yayınları, İstanbul, 1992
MORAN, Berna; Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem
Yayınları, İstanbul, (tarihsiz)
ÖZGÜ, Halis, Psikanalizin 3 Büyükleri-Freud, Adler,
Jung, Mart Yayıncılık, İstanbul, 1994
REICH, Wilhelm; Kişilik Çözümlemesi, çev. Bertan
Onaran, 3. baskı, Payel Yayınları, İstanbul, 1997
SCHILLER, Friedrich, İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine
Bir Dizi Mektup, çev. Melahat Özgü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1990
SCHOPENHAUER, Arthur, Seçkinlik ve Sıradanlık
Üzerine, çev. Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2007
SUNAT, Haluk; Hayal, Hakikat, Yaratı-Adalet Ağaoğlu
ve Roman Dünyasına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2001
TOLSTOY, Lev N., Sanat Nedir, çev. Kabil Demirkıran, Şule Yayınları, İstanbul, 2000
WARNER, Charles D. ve ELIOT, T. S., Edebiyatın Hayatımızdaki Yeri: Neresi?, Yayına Hazırlayan: Kemal Konuşmaz, Şule Yayınları, İstanbul, 2006
WELLEK, R. ve WARREN, A., Edebiyat Biliminin Temelleri, çev. Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983
YAVUZER, Halide S.; Yaratıcılık, Boğaziçi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 1994
24
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Edebiyat ve psikoloji
VEFA TAŞDELEN
İ
Sevinci de
anlatsa, hüznü de,
edebiyat eserinin
dokusu her zaman
psikolojiktir. Bu
durum, psikolojinin
bir bilim
olmasından ötürü
böyle değildir;
edebiyatın
doğasının
psikolojik yapıda
olmasından ötürü
böyledir.
nsan dünyasını, doğal dünyadan ayıran
pek çok özellik vardır. İnsan öncelikle akıl
varlığıdır, duygu varlığıdır, söz varlığıdır,
değer varlığıdır, irade varlığıdır. İnsan, gök kuşağı
gibi çok renkli bir tablo içinde kendi varoluşunu
ortaya koyar. Doğayı, kendi döngüsü ve yasaları
içinde açıklamak ve bu çerçeve içinde öngörülerde
bulunmak kolaydır; ama insan varlığını anlamak
o kadar kolay değildir. Onun dünyası, çok geniş
ve çok zengin bir çerçevede ortaya çıkar. Edebiyat
hem üreticisi hem de ele aldığı konu itibariyle
insan dünyasının bir ürünüdür: insana insanı
anlatır, insana ayna olur. İnsan dünyasında
olan her şey, edebiyat eserinde de vardır; insan
dünyasının dil alanında yeniden üretilmesidir.
İnsanın kendini görme ve anlama isteğinin bir
ürünüdür. İnsanın kendini, kendi davranışlarını,
kendi duygularını anlama isteğinin bir ürünüdür.
Bu noktada, psikoloji devreye girer; edebiyat
kaçınılmaz olarak psikolojiktir. Onun bu yönü,
insan dünyasının anlaşılmasına birincil dereceden
katkı sağlar.
1. Edebiyatın doğası
Edebiyat eserinin dokusunu kavramlar ve fikirler oluşturmaz; kavram ve fikirlerin cisimleştiği kişisel duygu ve davranışlar oluşturur. Edebiyat
bireyle, şu ya da bu kişiyle, bireyin yaşantıları ile,
felsefe ise bir genelleme ve soyutlama olan insan
kavramı ile ilgilenir; onun örtük yapısında düşünsel ve kavramsal bir öz bulunur ve bu öz, tekil
yaşantılarda örneklenir. Edebiyat, her defasında
25
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
kavramlara değil, bireye yönelir. Bu nedenle öncelikle psikolojik, bireyin içinde bulunduğu duruma göre de sosyolojik ve felsefi değerde ortaya
çıkar. Buna göre, edebiyat eserinin dokusu psikolojinin, sosyolojinin ve felsefenin içine batmış bir
şekilde bulunur; ama o yine de bunlardan herhangi biri değil, kendisidir: romandır, öyküdür,
şiirdir, denemedir; yani kendisine özgü bir doğası
vardır; edebiyattır.
Sanat olayında üç unsur vardır: Sanatçı, sanat eseri ve alımlayıcı (okuyucu/izleyici). Sanatçıyı
ve alımlayıcıyı, birbirine bağlayan sanat eseridir.
Bir eseri anlarken sadece yazarı anlamayız, belirli
bir kişiyi, belirli bir davranışı ya da varoluş durumunu da anlamayız; bütün bir insanlığı anlamaya yöneliriz. Bu durumda sanatçı, sanat eseri
ve alımlayıcı üçlüsü, kendi dar çerçevelerini aşar
ve giderek bütün insanlık evrenini kucaklamaya
başlar. Bu nedenle sanat eserinde sanatçının
üretim ve yazım tekniği, psikolojik durumu ile
karşılaştığımız gibi, sanat eserinin nesnesi olarak
tümüyle psikolojik bir temelde ortaya çıkan
varoluş durumları ile de karşılaşırız. Bu, psikoloji
bir bilim ve çalışma alanı olarak ortaya çıkmadan
önce de böyle olmuştur. Mantık, nasıl ki doğru
düşünmenin kurallarını öğretiyorsa, ama doğru
düşünmenin ilkeleri nasıl ki zihinsel dünyada
varsa ve insan mantık bildiğinden dolayı doğru
düşünmüyorsa, aynı şekilde edebiyat eserindeki
psikolojik derinlik de kendisini psikoloji bilimine
borçlu değildir. Edebiyattaki psikolojik derinlik,
psikoloji bir bilim olarak ortaya çıkmadan
önce de, daha bilinen ilk örneklerinden beri
söz konusudur. Edebiyatta psikolojik yapının,
psikoloji biliminin gelişmesine doğrudan ya
da dolaylı olarak malzeme verdiği, örneklik
ettiği, katkı ve kaynak sağladığı söylenebilir.
Psikanalizle birlikte edebiyatın önünde yeni
ufuklar açılmıştır: bilinçaltının uçsuz bucaksız
ormanı, hem şairler, romancılar, öykücüler, hem
de edebiyat araştırmacıları için engin bir alan
vaat etmiştir. İnsanın dış gerçekliğinin yanında
iç gerçekliği, rasyonel yapısının yanında irrayonel yapısı, ahlaki varlığının yanında moral dışı
yapısı, farklı bir bilinçle yeniden keşfedilmiştir.
Freud, Oedipus kompleksini, temel kavramı
olan “libido”yu açıklarken sadece mitolojiden
yararlanmamış, konuyu edebiyat eserleriyle
de örneklemiştir. Çeşitli zamanlarda yazdığı
“Leanardo da Vinci’nin Bir Çocukluk Anısı”,
“Michelangelo’nun Musa’sı”, “Dostoyevski’de
Baba Katilliği”, “W. Jansen’in Gradiva’sında Hezeyan ve Düşler” isimli makaleleri, bu koşutluğu
oluşturma amacı taşır. Freud, söz konusu makalelerin başlıklarından da anlaşılacağı üzere, edebiyat eserindeki insan duygularını, bilinçaltını,
çocukluğundan beri almış olduğu izlenimleri
“örnek kişilikler” üzerinden dile getirirken eserin
bilinçdışı köklerine doğru uzanır (Freud, 1995:
16, 181).
Sevinci de anlatsa, hüznü de, edebiyat eserinin dokusu her zaman psikolojiktir. Bu durum,
psikolojinin bir bilim olmasından ötürü böyle
değildir; edebiyatın doğasının psikolojik yapıda
olmasından ötürü böyledir. Psikoloji bir bilim
olmasa da edebiyat eseri yine psikolojik olmaya
devam eder; zira edebiyatın alanı, davranışların
ve davranışlara yön veren içsel süreçlerin anlatımıdır. Jung, edebiyat ve psikoloji arasındaki
ilişkiyi bir yandan sanat eserinin, öte yandan da
sanat eserini ortaya çıkaran yaratıcılığın açıklanması olarak görür ve şöyle der: “Sanat eserinde,
kasıtlı ve bilinçli bir şekilde tasarlanan karmaşık
psişik aktivitelerin ürünü ile karşılaşırız. Sanatçıda, psişik mekanizmanın kendisiyle yüzleşmemiz gerekir. İkincisinde [sanatçıda/edebiyatçıda]
biricik bir kişilik olarak yaşayan yaratıcı insan
varlığının analizini yapmamız gerekirken ilkinde
[sanat/edebiyat eserinde] belirli bir durum ve sanatsal yaratının analizine yöneliriz” (Jung, 2005:
155). Görüleceği üzere, edebiyat eseri, öncelikle bireysel varoluşta kökenini bulan psikolojik
bir yapıdır. Onda birey öncelikli bir tutum vardır; sosyoloji ve felsefe, bu bireyde ve bu birey
bağlamında edebiyata girer. Dolayısıyla edebiyat
eserindeki psikoloji, bir bilim olarak psikolojinin
keşfettiği, oluşturduğu, ortaya çıkardığı bir husus
değil, edebiyatın doğasında olan bir şeydir. Onun
ontolojik yapısı, psikolojik niteliklidir; insanın
içsel, zihinsel süreçleriyle alakalıdır. Edebiyat eseri, başlıca gerekçesini, bu içsel süreçlerin işlenmesinde ve ortaya çıkarılmasında bulur.
Sanatçı ve sanat eseri, birbirinden bağımsız
değildir; sanatçı varlığını sanat eserine, sanat eseri
de sanatçıya borçludur ve bu ikisi arasında yazardan esere doğru giden bir yansıma vardır. Sanat
26
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
eseri, kendi yazarının, kendi üreticisinin ruhsal,
zihinsel, duygusal izlerini taşır; öyle ki, edebiyat
eseri, yazarın iç dünyasının, kişiliğinin tezahürü
şeklinde ortaya çıkar. Buna göre sanatçıdan hareketle sanat eserine gidilebileceği gibi sanat eserinden hareketle de sanatçıya gelinebilir. Ama yalnız
bu değildir: sanat eseri nasıl ki sanatçıyı açıklıyorsa, sanatçı da kendi kişilik özellikleri ile ürettiği
eseri açıklar. Bu ontolojik sürece üretim süreci de
dâhildir. Bir edebiyat olayındaki, yazar, üretim
süreci, eser ve alımlayıcı dörtlüsü içinde kendini
gösteren edebiyat olayı, psikolojik bir doku ve
örgüdür ve bu örgü farklı psikolojik süreçlerden
geçerek ortaya çıkar.
2. Edebiyat eserindeki psikolojik katmanlar
Buraya kadar anlatılanlardan hareketle söyleyecek olursak: Edebiyat ve psikoloji arasındaki ilişki, her birisi kendi başına bir araştırmanın
konusu olabilecek dört farklı aşamadan oluşur.
Bu aşamalardan her birisi, psikoloji ve edebiyat
arasındaki ilişkiyi aydınlatmak açısından ele alınmaya ve incelenmeye değerdir.
2. 1. Yazar Katmanı: Yazar, eserinin yazarı ve sahibi olarak öncelikle psikolojik bir varlıktır. Duyguları yoğun ve farkındalık seviyesi
yüksektir. Pek çok yazarın eserinde kendi kişisel
menkıbesi gömülüdür; kendi hikâyesini yazar,
çocukluğundan beri aldığı izlenim ve yaşantılar
eserine yansır. Yazar her şeyden önce iyi bir gözlemcidir; kendisini, çevresini ve toplumu iyi analiz eder. Aynı zamanda iyi bir yorumcudur da.
Gördüklerini, duyduklarını kendi zihninden ve
his dünyasından süzerek yazıya geçirir; bu algılayış biçiminde kendi üslubunu oluşturur. Edebiyat eserinin psikolojik analizinde, bütün bu süreç
görülebilir. Psikoloji onda giderek bir iç ve dış
gözleme dönüşür; bu nedenle, yazar, öncelikle insanın girift, karmaşık duygularını çok iyi tanıyan
birisidir; eserini bu tanımaya borçludur. Onun
eserinin dokusunu bu farkındalık oluşturur. Eğer
böyle bir farkındalık elde edemezse yazamaz da,
yazmak için bir donanım, yeterli bir motivasyon
da bulamaz. Yazar, sadece kendisi üzerinde değil,
toplum üzerinde de, diğer insanlar üzerinde de,
onların içsel süreçleri üzerinde de gözlemcidir.
Dolayısıyla onun psikolojiyle ilgisi öncelikle bir
farkındalık, ikinci olarak da bir gözlemcilik düze-
yinde ortaya çıkar.
Onu yazmaya iten çeşitli nedenler olabilir.
Bu psikolojinin ilk irdelenişini Platon’a değin
geri götürebiliriz. O, yazarı yazmaya, üretmeye,
Sokrates’in deyişi ile “doğurmaya” yönelten sebeplerden biri olarak, güçlü bir duygudan, bir tür
“tinsel ölümsüzlükten” söz ederken, yazma psikolojisinin nedenlerinden birine de işaret eder (Platon, 1995; 63-66). Ama yazma, söyleme, bazıları
için varoluşsal bir gereksinimdir de; kimi durumda bir aşkı da ifade eder. Bu anlamda, yazma eylemi sadece ölüm sonrasına değil, asıl bu dünyada
yaşamaya, sevinci ve yaşama duygusunu, yaşama
kültürünü yeniden üretmeye yönelik bir çabadır.
Zweig’ın dediği gibi, sanatçı görünüş itibariyle sıradan bir kişidir: “Bir yatakta uyur, bir masada yemek yer; benim senin gibi, hepimiz gibi giyinmiştir. Sokakta onun yanından geçeriz; belki
okulda aynı sırada oturmuşuzdur. Dış görünüşü,
hiçbir bakımdan bizden farklı değildir. Fakat işte
birdenbire bu insan, hiçbirimizin yapmadığı bir
şeyi yapmıştır. Hepimizin tâbi olduğumuz kanunu yıkmış, zamanı yenmiştir; çünkü bizler ölür
ve hiçbir iz bırakmadan gideriz, hâlbuki ondan
bir şey kalır. Neden? Çünkü o, hiçten bir şeyin,
geçici olandan ebedinin doğduğu yaratıcılığın
tanrısal devrini geçirmiştir; çünkü o, dünyamızın
en büyük sırrına, yaratıcılığın sırrına ermiştir”
(Zweig, 1949: 32).” Yaratıcılık, ondaki farklılaşmayı oluşturur. Yazar da herkes gibi, yiyen, içen,
çalışan bir kişidir; ancak onun duyu ve algıları,
his ve idraki, diğerlerinden farklı ve daha yoğundur. Bu yoğun his ve yoğun yaşantı, kimi durumunda psikolojide tedavi ve terapi gerektiren durumlar olarak görülebilir; bu yoğunluk nedeniyle, yazar her zaman psikolojik bir eşikte bulunur.
Bu normal bir şeydir de; eğer farklı bir duyum ve
algıya sahip olmasaydı, bu konuda bir yoğunluk
hissetmeseydi, yazmak için nedeni de olmazdı.
Doğum, dışarıdan bir etki almayı gerektirir. Yazı
da benzer şekilde dış ve iç dünyadan alınan etkilerle olgunlaşır ve dünyaya gelir.
2.2. Üretim Katmanı: Eser nasıl ki, konu
olarak, psikolojik bir zemin üzerinde bulunuyorsa, aynı şekilde eserin üretim aşaması da psikolojik bir süreçtir. Öncelikle her yazar, kendi algılama durumuna göre bir yazım stili geliştirir, kendi
psikolojisine göre bir üslup benimser. Yazarın
27
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
eserini oluşturması, derin bir psikolojik-yaratım
sürecidir. Bu sürecin açıklanmasında farklı bakış
açıları ortaya çıkar. Bu bakış açılarını “ilham”a ve
“inşa”ya dayalı bakış açıları olarak özetleyebiliriz.
Bu poetik tutumda, edebiyat eserini bir esinle,
bir de bilinçli inşa süreci ile açıklama durumu söz
konusudur. Bu iki görüşü, Zweig’ın ve Rilke’nin
yaklaşımlarıyla örnekleyebiliriz.
Zweig, sanatsal üretim sürecini, yaratıcı yetinin kendini esere dönüştürmesi olarak görür.
Ona göre bu süreç, rasyonel bir süreç değildir;
açıklanamayan bir sırdır; öyle ki, sanatçı/edebiyatçı bile bu kendinden geçiş, kendini unutuş
anında gerçekleşen üretimin nasıl olup bittiğini
tam olarak açıklayamaz. “Sanat eserinin meydana gelişi bir iç hâdisedir; her hâlde, dünyamızın
yaratılışı gibi karanlıklar içine bürünmüş, görülemeyen, tanrısal bir hadise, bir sır olarak kalacaktır.” (Zweig, 1949: 34, 38). İlk önce gönlün, duyguların, değerlerin harekete geçmesi gerekir; iç ve
dış dünyada bir etkilenimin olması gerekir. Bir
derin duyumsayış, yanıp sönen bir ışık, yazının
zembereğini boşandırır. Bu nedenle yazar, gerçek
anlamda yazıya ayarlı, yazıya duyarlı, yazıya kurulu bir kişidir. Zamanı geldiğinde, uygun etkiyi
aldığında, yazı kendiliğinden fışkırmaya, kendiliğinden gelmeye başlar. Anlaşılacağı üzere, yazarın
eserini üretme süreci psikolojik bir süreçtir. Eseri
ile kendisi, kendi ruh hali, kişiliği ve yaşantısı arasındaki ilişki psikolojik bir ilişkidir. Hayal, imge,
duygulanım, bütün bunlar da. Eseri üreten kişi,
bir bendir, yaşayan, duygulanan, hislenen bir
varlıktır. Öncelikle onun iç dünyasında kendisini
yazmaya teşvik eden bir algı ortaya çıkar, ardından yazı gelir. Yazarın üretim süreci, kimi zaman
sancılı, kimi zaman sevinçli bir süreçtir; ama her
durumda bilinçli bir süreç olmayabilir. Bu aşama
belirli bir birikimin, belirli bir dolmanın ve olgunlaşmanın eseridir.
Eserin ortaya çıkış sürecini farklı bir psikolojiyle, bir “inşa etme” eylemiyle açıklayanlar da
vardır. Bunların başında Rodin’den aldığı esinle
kendi poetik tutumunun oluşturan Rilke gelir.
Rilke, eserin üretim aşamasını, bilgiyle, uyanık
bir bilinçle, sabırla inşa etme süreci olarak açıklar. İnşa sürecini, Rodin’in şahsında şöyle açıklar:
“Bir nesneyi üretmek demek, her bir köşesini
inceleyip araştırmak, nesnedeki hiçbir şeyi sus-
kunlukla geçiştirmemek, hiçbir şeyi gözden kaçırmamak, hiçbir yerde aldatmacaya başvurmamak, o yüzlerce profilin tümünü tanımak, altta
ve üstte söz konusu tüm perspektifleri bilmek,
tüm kesişmeleri görmek demekti. Ancak o zaman
belirsizlikler kıtasından bütünüyle koparılıp
alınmış bir ada niteliği taşıyabilirdi… Rodin’in
bütün yaptığı, yaşamı aramaya çıkmaktan, yaşam
denilen mucizeye hayranlık duymaktan başka bir
şey değildi” (Rilke, 2002: 76, 81, 96). İlham, bir
kendinden geçiş, bir, bir esrime hali içinde ortaya
çıkarken, inşa eylemi böyle titiz bir çalışma ve bilinç uyanıklığını gerektirir.
2.3. Varoluşsal Katman: Edebiyatın zemini
psikolojiktir; çünkü o baştan beri insanın duygu
ve davranış alanında, gösterdiği içsel süreçler alanında kendini gerçekleştirir. İlk şiir örneklerinde
de insanın, hem de tek insanın duyu ve düşünceleri, davranış biçimleri görülür. Dolayısıyla edebiyat, psikoloji diye bir bilim olduğu için psikolojik değildir; psikolojik olmak, insan davranışları, duyguları, zihinsel ve duygusal süreçleriyle
ilgilenmek, onun doğasında vardır. Edebiyat, bu
doğayı yitirdiğinde, kendi zeminini de yitirir. Bu
nedenle düşünce yoğunluklu eserlerin edebî değerinin düşük olduğu söylenir; zira felsefeye yaklaşır. Edebiyat, tekil olgularla, tekil yaşantılarla
ilgilenir; insan davranışları konusunda bir bütün
olarak, soyutlayarak ve genelleştirerek konuşmaz.
Bu yönüyle hem psikolojik değerdeki bir konuyu
ele alır, ayrıntılı bir şekilde açımlar, ortaya koyar;
hem de bu tutumuyla psikolojiye zemin hazırlar.
Her edebiyat eseri bir tema üzerinde varlık kazanır; anlattığı, anlatacağı, vaat ettiği bir öykü vardır. İşte bu tema, bu öykü psikolojik desenlerin,
psikolojik motiflerin ortaya çıktığı bir alandır.
Edebiyat, insan varoluşunun bir fotoğrafı gibidir. Edebiyatın konusu, yukarıda da değinildiği
üzere geniş anlamda insandır; insan dünyasıdır,
insan davranışlarıdır. Edebiyat eseri, ne anlatırsa anlatsın, sonuçta insan davranışlarını anlatır,
hep söylenegeldiği gibi yaşanmış ya da yaşanması
muhtemel olayları anlatır. İnsana insanı anlatır,
insana kendi dünyasını anlatır, insana kendi davranışlarını anlatır; böylece ona ayna olur. Hiçbir
edebiyat eseri yoktur ki, insana kendisini anlatmasın, hiçbir edebiyat eseri yoktur ki, okuyan
onda cümle cümle kendini bulmasın, kendini
28
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
görmesin. Birey, psikolojinin alanıdır. Psikolojik
değerdeki davranışların ortaya çıktığı alan, bu
psikolojik alandır. Her edebiyat eseri güçlü ya da
zayıf bir varoluşsal doku üzerinde varlığını gerçekleştirir. Bu varoluşsal doku yaşantıların, duyguların, sevgilerin, korku ve umutların alanıdır.
İnsan dünyasında varolan her şey orada ortaya
çıkar. Edebiyat insanı anlatır, insanın duygusal ve
zihinsel süreçleri ve bu süreçler sonucunda ortaya
çıkan davranışları açıklar. Bu yüzden, varoluşsal
katman, psikolojinin en yoğun bir şekilde yaşandığı ve ortaya çıktığı, yazardan esere, eserden
okuyucuya doğru yansıdığı bir alandır. Psikolojinin ilgilendiği her davranış orada görülebilir,
oradaki bireylerin şahsında örneklenebilir. Bir
sanat eseri varoluşun farklı renklerdeki doku ve
motiflerinden oluşur. Bu varoluşsal doku, baştan
sona psikolojiktir. Usta yazarlar, bu süreci iyi yansıtabilen ve iyi anlatabilen yazarlardır.
2.4. Okur katmanı: Sanat olayının amacı
okuyucudur. Okuyucusuna, izleyicisine, dinleyicisine ulaşamayan, onlarla uygun bir diyalog
oluşturamayan bir sanat eseri eksiktir, tamamlanmamıştır. Her sanat eseri, eninde sonunda kendi
alımlayıcısını hedefler; onda bir etki bırakmak,
bir iz oluşturmak ister. Sanat eseri, kendi etki
gücüne oranla, alımlayıcıyı etkiler, dönüştürür,
sarar. Onun içinde yeni bir dünya kurar, onu tazeler, yeniden yapılandırır. Bu hem estetik, hem
pedagojik, hem de etik bir değer taşır. Yalnız
güzellik duygusu oluşturmak ve estetik haz vermekle kalmaz, duyguları da arıtır; ruhu ve kişiliği
de terbiye eder. Arsitoteles’in dediği gibi bu bir
arınma ve temizlenmedir (Aristoteles, 1983: 24).
Bu noktada sanat eseri, bir duygu, zihin ve karakter eğitimi olarak ortaya çıkar. Bu dönüşümü
sağlayamayan, bu estetik, etik ve pedagojik etkiyi
ortaya koyamayan sanat eseri, kendi içinde eksik
kalmış, amacına ulaşamamış demektir. Alımlayıcıda oluşan estetik hoşlanma ve güzellik duygusu,
psikolojik bir süreçtir. Öte yandan duygusal, zihinsel ve değer temelinde ortaya çıkan değişim,
pedagojik bir değer taşır; bu değişim aynı zamanda psikolojik niteliklidir.
Görüleceği üzere, burada dört ana katman,
birbirini izleyen dört süreç söz konusudur. Bu süreçler, aynı zamanda sosyolojik, felsefi, ahlaki ve
dini içeriklidir. Salt psikolojik süreç olmaz. Psi-
koloji, bu süreçte diğer hepsiyle birlikte ortaya çıkar. Bu nedenle edebiyat olayını psikolojik açıdan
dört katmana ayırmak indirgemeci bir tutumu
ifade etmez; zira sanat ve edebiyat eseri salt psikolojiye indirgenemeyecek kadar zengin bir dokudur. Ama işte bu zengin dokunun her ilmeğinde
psikolojinin renklerini, psikolojik sürecin izlerini
görmek mümkündür. Zira psikoloji, bir anlama
sanatı ve bir davranış bilimi olarak insana, insanın her davranışına eşlik eden bir süreçtir. Tabi
bunun yanında bir de psikolojiyi özel bir tutum
ve yöntem hâline getirmek söz konusu olabilir.
Bu, hem romancı, edebiyatçı, şair, hem de edebiyat araştırmacısı açısından geçerlidir. Romancılar,
psikolojik bakış açısını, derin ruhsal çözümlemelerini eserlerinde bir teknik olarak kullanabilirler.
Bunun pek çok örneği vardır. Aynı şekilde edebiyat araştırmacısı da psikolojiyi, psikoloji kuramlarından tercih ettiklerini, araştırmalarının yöntemi hâline getirebilir ve bu yöntem çerçevesinde
eserleri inceleyebilir. Nitekim bunun örneği az
değildir. Psikoloji teorilerinden en fazla tercih
edileni, bilindiği üzere psikanalizdir. Psikanaliz
açsısından edebiyat eserlerini incelemek, kahramanların bilinçaltı derinliklerine inmek, onların
karmaşık ruhsal süreçlerini psikanalizin kavramları ve bakış açısıyla açıklamak neredeyse moda
olmuştur. Bunun pek çok örneğine rastlanabilir.
Yukarıda da değinildiği üzere bunun ilk örneğini,
Freud’un kendisi vermiştir.
Son olarak şunu da söyleyebiliriz: Edebiyat
eseri, bir sağaltım aracı olarak psikolojik bir işlev de görür. Yalnız insanlara güzellik duygusu ve
estetik haz vermekle kalmaz, şifa da verir; iyileştirir de. İnsanı kendisine tanıtarak, iyiyi ve kötüyü
göstererek, içsel/vicdani bir arınma, etik bir bilinç
de sağlar. Bu sağaltım, yalnız okuyucu veya yalnız
yazar açısından değildir; her ikisi açısındandır
da. Zweig, yazma eyleminin yazar açısından, bir
“akma, uçma ve hafifleme” edimi olduğunu söyler
(Zweig, 1949: 45); aynı durum okuyucu için de
geçerlidir. Aristoteles, duyguların arınmasından
söz ederken, yalnız etik bir duruma işaret etmez,
ruhsal ve duygusal bir iyileşmeye de işaret eder.
Edebiyat eserinin, çağdaş terapi uygulamalarında
iyileştirici bir unsur olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu, olması gereken bir uygulamadır da; zira
uygun bir edebiyat eseri, güçlü bir ilaçtan daha
29
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
büyük ve köklü bir dönüşüm gerçekleştirebilir.
Edebiyat eseri, içerdiği değerlerle bilinci yeniden
yapılandırır, bakmayı ve görmeyi yeniden öğretir.
Yaşama kültürünü zenginleştirir. Böylece, bir şifa
olarak söz, yazardan okuyucuya, okuyucudan da
topluma doğru bir yaşama ve varolma duygusu
olarak yansır ve giderek bir yaşama kültürü oluşturur.
Sonuç
Bilimler içinde edebiyata en çok yakın olan,
edebiyatla en çok içli dışlı olan bilim, psikolojidir. Bunun nedeni, hem edebiyatın kem de psikolojinin, her ikisinin de insanı, insan davranışlarını, insanın duygusal ve zihinsel süreçlerini izliyor olmasıdır. Psikoloji, yaklaşık 150 yıldır, insan
davranışlarını, bu davranışlara kaynaklık eden
zihinsel ve duygusal süreçleri konu edinen bir bilim dalı olarak tanınmaktadır. Wilhelm Wundt,
onu bir bilim olarak temellendirebilmek için
somut bir zemine ihtiyaç duymuş, bu somut zemini de insan davranışlarında bulmuştu. Böylece
psikoloji, davranış bilimi olarak tanımlanmış ve
gelişimini sürdürmüştür. İşte bu tanımlamanın
doğru ve geçerli olduğunu kabul edecek olursak,
edebiyatla psikolojinin kader birliği ettiği ortak
zemine de ulaşmış oluruz. Ama bu yine de onların bir ve aynı şey olduğu anlamına gelmez. Onların çalışma yöntemleri, açıklama tarzları, ifade
biçimleri tümüyle farklıdır. Edebiyat her şeyden
önce bir sanat, psikoloji de her şeyden önce bir
bilimdir. Bu ikisi arasındaki fark, bilimle sanat
arasındaki farktır. Edebiyat, insan davranışlarını
kendi varoluşsal ortamında betimler, psikoloji ise
kendi çalışma yöntemleri çerçevesinde onları neden ve sonuçlarıyla açıklamak ister. Bunu yaparken biri öznel diğeri ise nesnel bir ifade tarzına
ulaşır. “Edebiyat, psikolojik bir zeminde bulunur,
psikolojik bir süreçle ortaya çıkar.” dediğimizde,
indirgemeci bir tutum ortaya koymuş, edebiyatı
psikolojiye indirgemiş olmayız. Zira edebiyatta,
yalnız psikoloji bulunmaz, sosyoloji de bulunur,
felsefe de. Çünkü edebiyat insanın duygularını,
tutkularını, içsel süreçlerini ve bütün bunların bir
sonucu olarak ortaya çıkan davranışlarnı konu
edinir. İnsanın acıları, sevinçleri, çelişkileri, arayışları, sevgi ve nefretleri, bilinç ve bilinçaltı durumları, rasyonel ve irrasyonel, tutarlı ve tutarsız
yönü, onca varyantı ve ayrıntısı içinde edebiyat
eserine yansır.
Edebî metin, baştan sona psikolojik bir metindir. Bunun en önemli nedeni sadece insan
davranışlarını yeniden üretiyor, tahlil ediyor oluşu değildir; aynı zamanda psikolojiye bu hâliyle
bir laboratuvar, bir malzeme alanı da sunuyor
oluşudur. Burada edebiyat ve psikoloji arasında
açık bir ilişki görülür: İlkinde edebiyat psikolojiden malzeme alır, veri toplar; ikinci aşamada
ise edebiyat psikolojiden kendi üzerine bakış
edinir, kendisini anlama yönünde psikolojiden
yararlanır. Metinler üzerindeki psikolojik çözümlemeler, edebiyatın kendi üzerine bakış oluşturmasında ve yeni metinlerin üretilmesinde önem
taşır. Ortaya çıkan psikoloji kuramları, edebiyat
araştırmacılarına bir yöntem, eserin anlaşılması
ve olası yorumları konusunda da bakış açısı sunar. Bu nedenle, psikologlar, kendi kuramlarını
geliştirirken edebiyat eserlerini kimi durumda bir
veri alanı olarak kullandıklarını görürüz. Psikoloji insanı anlamak için edebiyat eserlerine ihtiyaç
duyar; insan galerisi gibi olan edebiyat eserlerinde istediği her türlü malzemeyi bulabilir. Edebiyat da kendini anlamak için psikolojiye ihtiyaç
duyar. Bilinçaltı, psikolojide bilinç üstüne çıkar.
Ama edebiyat da kendisini anlamak için psikolojinin çözümlemelerine, bakış açısına ihtiyaç
duyar.■
Kaynakça
Aristoteles. (1983). Poetika. çev. İsmail Tunalı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Freud, S. (1995). Sanat ve Sanatçılar Üzerine. çev. Kamuran Şipal. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Jung,,, C. G. (2005). Modem Man in Search
of a Soul. Tr. W.S. Dell – Cary F. Baynes. London
– New York: Roudledge Press.
Platon, (1995). Şölen. çev. A. Erhat – S. Eyüboğlu. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Rilke, R.M. (2002). Auguste Rodin. çev. Kamuran Şipal. İstanbul: Cem Yayınları.
Zweig, S. (1949). Yaratıcılığın Sırrı. çev. Melahat Özgü. İstanbul: Remzi Kitabevi.
30
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Arzunun ve/veya semptomun estetiği:
Bir gündüz düşü olarak edebiyatpsikanaliz ilişkisi üzerine
CAFER ŞEN*
Şair ve yazarın
yaratıcılığının
bir nedeni de
haz ve arzu
ketlenmeleridir.
Edebî eser
yaşamdaki
ketlenmeleri açıklar.
Biçimselliğin
ötesine giderek
öznenin sakladığı,
örtüp gizlediği,
bastırdığı dürtüsel
ve güdüsel duyum
ve algıları ortaya
çıkarır.
N
e zaman edebiyat-psikolojisi ilişkisine dair bir yazı/çalışma kaleme alma
teklifi gelse veya bu ilişkiyi ortaya
koyan bir yazı/çalışma görsem, dilimin döndüğü
kadarıyla-bazen kendi kendime söylenirim-böyle
bir yazının asla mümkün olamayacağını olsa bile,
bu yazının edebî eser hakkında somut bilgiye
veya yoruma dair önemli bilgiler ortaya koyamayacağını dilimin döndüğü kadarıyla anlatmaya
çalışırım. Çünkü psikoloji pozitif bir bilim olarak
genelde yoruma değil veri ve olgulara dayalıdır.
Hâlbuki edebî eser, biçim/gösteren olduğundan,
bu biçimin/gösterenin altındaki amacı/gösterileni
açığa çıkarmak için verilere veya olgulara değil
yoruma ihtiyaç vardır. Bu nedenle edebî eser ile
psikoloji ilişkisinden ziyade daha çok edebî eser
ile psikanaliz ilişkisi üzerine eğilmek edebî eser
hakkında bizlere önemli bilgiler sunar.
Bu noktada edebiyat açısından psikanalizi
psikolojiden ayrıcalıklı kılan birçok neden vardır. Bunlardan ilki psikanaliz gösterenin/biçimin
yorumuna dayanır. Bu nedenle yorumbilgisi-her* Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyat, [email protected]
31
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
meneutik ile yöntem açısından benzerliği vardır.
İkincisi psikanalizde klinik çalışma sonucu elde
edilen veriler kullanıldığından aynı zamanda bilimsel temele de sahiptir. Felsefe gibi sadece akıl
yürütmelerine dayanmaz ve spekülatif olarak
söylemini kurmaz. Bir psikanaliz söyleminden
bahsedilecekse bu hem bir yorumdur hem de bu
yorumun bilimsel dayanakları vardır. Bu noktada
psikanalistler de aynı zamanda hekimdir. Bu nedenle Freud, felsefe ve filozofa psikanalizin verileriyle baktığında felsefeyi teoloji-ilahiyat, filozofu
da teologlar-ilahiyatçı olarak görür.
Fransız psikanalisti Jacques Lacan, yapısalcı
dilbilimi kuramını ortaya atan ve dil incelemelerinde yeni ve farklı bakış açısı getiren Ferdinand
de Saussureu’ün sonradan kitap hâline getirilen
Genel Dilbilim Dersleri adlı ders notlarındaki
dil üzerine ileri sürdüğü kuramlarının çoğunun
Freud’un çalışmalarında bulunduğunu; psikanaliz, dil ve edebiyat ilişkilerinin daha derinlerde
bağlantılarının mevcut olduğuna dikkat çeker.
Lacan, Saussure’ün dil göstergesi kavramını bir
tarafa bırakarak sözsel alanda dil göstergesini
değil de bu göstergenin bir yapı taşı olan gösterenini öne çıkarır. Lacan’a göre dil göstergesinin
anlamı sabittir, uzlaşımsaldır. Hâlbuki edebiyatı
ortaya çıkaran söz alanında ise dil göstergesi yerini gösterene bırakır. Gösteren ise anlam olarak
sabit değil, diğer gösterenler arasında yüzergezer
konumdadır. Bu nedenledir ki gösterenin toplumsal yapı içinde anlamı sabitlenip haritalanamaz. Şayet gösterenler arası yüzergezer anlam
kazanan gösterenin sabitleyip haritalanması ise
bir yorumu ortaya çıkarır. Bu yorum da yine gösterene ait bir anlam değil yorumcunun bilinçdışı
arzularına aittir. Çünkü burada diğer gösterenler
arasında yüzergezer olan gösteren temsil ettiği
gösterileni tamamen bastırmış durumdadır. Bilinçdışı arzuyu ortaya koyan gösterilen, gösteren
altında tamamen kayıp durumdadır. Gösterenin
temsil ettiği gösterenler sadece yorumlamada bir
anlık durdurulabilir, daha sonra gösterenler yüzergezerlik özelliklerini korumaya devam ederler.
Jacques Lacan gösteren ve gösterilen arasındaki
tüm bu ilişkilere dikkati çeken ismin Sigmund
Freud olduğunu belirtir. Rüyaların Yorumu, Gündelik Hayatın Psikopatolojisi, Espriler ve Bilinçdışı
ile İlişkileri adlı eserlerinde ve pek edebî eser ince-
lemesinde Freud, bilinçdışı arzunun biçimsel olarak dilsel yapıda, gösteren, gösterilen ilişkisinde
ortaya çıktığını düşünür ve ortaya koyarken aslında Saussure’den önce dile ait yapısal yasaları gösterir. Ferdinand de Saussure daha sonra Freud’un
söz alanında çalışmalarıyla ortaya koyduğu dilin
yapısal yasalarını dilbilim başlığı altında toplar ve
aktarıcısı olur (Lacan 2012: 45).
Hiç kuşkusuz genelde sanat eseri özelde ise
edebî eser Kant’ın ortaya koyduğu gibi patoloji-etik/ahlaki alan arasında Kartezyen bölünen
öznenin serüvenini tema edinir. Psikanaliz bu öznenin gerçeğine ait olan semptomlarının rüyalar
gibi edebî esere yansıdığını düşünür. Edebî eseri
bir gündüz düşü olarak kabul eder. Bu nedenle
rüyalardaki, gösterene nasıl yaklaşılıyorsa
edebî eserdeki gösterenlere de öyle yaklaşılması
gerektiğini ileri sürer. Lacan, simgesel alanda dil
ve söylemin üzerinde taşıdığı değer ve anlamlarla
kurgulanan/kurulan, kimlik/benlik’in, kendinin
dışında bıraktığı kendine ait olana kavuşma arzusunun hiçbir zaman yok edilemeyeceğini bu arzunun semptomlarla her zaman geri döneceğini
dile getirir. Öznenin simgesel/toplumsal/kültürel
varlık olması için ödediği bedel, iyi ve kötünün
ötesinde bir varlık alanı olduğuna dikkat çeker.
Bu varlık alanı, Derrida’nın ‘aşkın gösterilen’
(Derrida, 2010: 32) olarak kavramlaştırdığı, tin,
ide, benlik, töz veya Tanrı (Eagleton, 2004: 165)
kabul edildiği gibi Lacan’ın ileri sürdüğü şekliyle
bilinçdışı olarak da tanımlanır. Öznenin ulaşmak
istediği bu varlık alanı ister fenomenolojik ister
metafizik isterse teolojik olarak tanımlanmaya çalışsın yeryüzünde yaşayan öznenin Kartezyen bölünmüş bir varlık olduğuna kabule yöneltir bizi.
Lacan, öznenin erken çocukluk döneminde
yaşantıladığı kökensel arzu, mutlak tatmin ve dolayımsız algı alanına ait olan haz ve arzularını dili
öğrenmesiyle bastırdığına dikkat çeker. Böylelikle “bilinçdışı” varolurken özne de kültürün simgesel/dilsel alanına geçmiş olur. Bu bilinç alanı
“bilinçdışının yabanıl mantıksız sapkınlıklarını
kontrol ederken bilinçdışı da bilincin bayağı boş,
yavan ussallıkta kuruyup gitmesine engel” olur
(May 2010: 79). Böylelikle felsefenin spekülatif
olarak akıl yürütmeleriyle fark edip ortaya koyduğu bölünmüş Kartezyen öznenin varlığı psikanalizin verileriyle de desteklenmiş olur.
32
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Kendini simgesel alanda bölünmüş olarak konumlandıran özne bu kültürel/ toplumsal/ dilsel
alanda yaşadığı müddetçe sürekli dışarıda bıraktığı, ötelediğini arar, onunla iletişim kurmak ister. Burada insanın ötelediği veya ötekileştirdiği
varlık aslında yaşam alanın dışında kalan ve kategorileri içinde yer almayandır. Bu nedenle özne,
simgesel alanda her daim kendi kurguladığı benlik/ kimlik’in zorla dışarıda bırakmak zorunda
kaldığı kendi imgesi-ben’iyle iletişime kurma arzusunun ardından sürüklenir. Zizek’e göre özne,
sonsuza dek bu kaybını telafi etmeye çabalar,
çünkü ideal-ben kaybıyla kendisini “dışındaki
nesne” olarak konumlandırır (Myers 2014: 68).
Bu nedenle Zizek öznenin hakikati kendi dışındadır önermesini ileri sürerken iki kere haklıdır.
İlk olarak özne simgesel alanda kimlik ve benlik
kurarken iyi ve kötünün ötesinde asli ve hakiki
unsurları olan otantik ve egzotik duyumlarını
dışarıda bırakır. İkinci olarak da Sartre’ın işaret
ettiği bir doluluk içerisine atılan öznenin kendi
kimlik ve “benlik”ini dışarıda bıraktıklarına göre
kendini tanımlamasıdır. Bu noktada özne her
ötelediği ve dışarıda bıraktığı duyum, algı, arzu
ve nesnelere göre kendi tanımlama çabasına girer.
Bu nedenle de onun hakikatini ortaya koyan
içine fırlatıldığı doluluk alanı değil bu alandaki
ötelediği ve dışarıda bıraktığıdır. Bu noktada
bilinenin aksine Zizek’in vurguladığı gibi öznenin iletişime geçmek istediği hakikati kendi
içinde değil dışındadır. Lacan “İnsanın arzusu
Öteki’nin arzusudur.” (Lacan 2013: 44) derken
bu durumu ortaya koyar. Bu Öteki, simgesel/
toplumsal hayatın bilinçdışına ötelediği haz, istek
ve arzuların bütününü temsil eder.
Bu nedenle Lacan, gerek sembol ve imge
üretenin gerekse konuşma eyleminin “egonun
kendisi değil bilinçdışının kendisi” olduğunu
ileri sürer. (Üstermen 2009: 125) Lacan’a göre
konuşan “özne-ben öyle bir yerdedir ki ona ‘ben’
denilemez. Anlam olarak “benden kaçan bir şey
vardır” (Üstermen 2009: 125). Burada konuşan
bilinçdışında bulunan “büyük başka”dır. Dilin
hep bir başkasının dili olduğunu ileri süren Lacan, “Konuşmamın sahibi benim.” diyen öznenin
bir ilizyon gördüğünü iddia eder. Lacan’ın vurguladığı gibi bir söyleme ihtiyaç duymaksızın dünyadan biri aracılığıyla konuşan Büyük Başkası’dır.
İşte iletişime geçilmek istenilen asıl söylemin
sahibi olan bu Büyük Başka’dır ki bu da öznenin simgesel alan içinde kimlik ve benlik olarak
kurulumunda dışarıda bıraktığı kendi imgesinin
ta kendisidir. Bu noktada Freud’un ‘bilinçdışının’
keşfiyle “ego” adlı evinden birden tekinsiz bir şekilde dışarı atılan özne Lacan ile birlikte dilden
de sürülmüştür” (Arslansoy 2009: 120). Fakat
“sembolik kinayeli dil içerisinde” öznenin yerini
alırken “özne tarafından fark” edil(e)mez (Felman
2009: 89). Lacan’a göre “bilinçdışı Öteki’nin
söylemi” (Bowie 1997: 11) olurken dil de göreceliği ve öznelliği yansıtan aygıt konumunda kendini gösterir. Böylelikle insanın ağzından çıkan
ve bilincinde dolaşan “genellikle yabancılaşma
hareketi olarak tanımlanan şey, yinelenen söz,
dolaylı anlatım oluverir. Nedensizlik ilkesi gereği
‘ben’ artık kendi içerisinde değildir, içkinliğin en
uç noktası olarak tanımlanan özbenliğini kaybetmiştir” (Boileau 2007: 15).
Böylesine bir özbenliğe, dışarıda bırakılana,
Büyük Başkası’na veya iyinin kötünün ötesine
ulaşma ancak öznenin zihin kategorilerinden
kurtarıldığı anlarda mümkündür. Bu noktada
şairi simgesel alanın anlam ve değer üzerine
kurulan kategorilerinden kurtaran, simgesel
kimlik ve “benlik”in altını oyan kendinden, kendini alan edebiyattır. Bu noktada “edebî eser”
Lacan’ın işaret ettiği gibi gerçekten bir kurtulma
yöntemi yüceltim olarak büyülenme, yanılsama
ve maskeleme mahiyetinde gerçeğin altını oyan
sahnelemedir (Zupancic 2004: 105). Böylesine
duyumlar simgesel/toplumsal alanda kurulan
kimlik/benlik kurgulamasını sorgular ve yıpratır.
Çünkü burada artık gösteren gösterilenden neredeyse kopmuş ‘saf ’ gösterene ulaşılmıştır. Benzer
durumlar bazı esirik, diyonizyak ve cezbe hâli
gibi dolayımsız algı deneyimlerinde ortaya konulan gösterilenden arındırılmış gösterenler alanında, aslında zihin kategorilerinin askıya alınmış
hâllerinde ortaya çıkar ve mutlak haz alanının
imleyenleriyle oluşur. İşte bu tür duyumlar içerisinde önce ancak ötelediği, ötekileştirdiği “sen”
veya ‘o’na yönelebilir.
Bu noktada benlik/ kimlik dışında ‘sen’e,
‘öteki’ne, ‘Büyük Başka’ya ait olan arzu, haz ve
istek “yüceltmeyi, sahneye koymayı ya da sözlere dökmeyi” tercih edildiği anda poetikleşerek
33
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
edebiyatı ortaya çıkarır (Comte-Sponville 2013:
200). Platon’un ‘poetika erotika’dır önermesi bu
duruma dikkat çeker. Bu nedenle Sigmund Freud
ve Jacques Lacan sanatın bir dalı olan edebiyat
eserleri üzerinde dururken, teknik hazzın, dürtüsel hazza eklemlendiğine dikkat çekmişlerdir. Bu
noktada herhangi bir edebîeserin gerek ortaya çıkış sürecinde gerekse izlenmesi, takip edilmesinde kaynaklanan haz, en düşük düzeyde biçimde
kalsa ve biçim hazzı bastırsa da bu durum yine
de hazzın diyalektik olarak işlemesine olanak verir. Çünkü “anlamsızlıktan alınan haz bizi mantığın düşüncemize dayattığı sınırlamalardan ve
her türlü zihinsel disiplinin boyunduruğundan
kurtarmaktadır. Ancak bu haz tıpkı ifade ettiği
tasarruf kadar düşük düzeydeyse de erotik, saldırgan ve kuşkulu eğilimlere katkı hatta pirim olarak
eklenmek gibi dikkate değer bir güce sahiptir”
(Rıcoeur 2006: 153). Edebî eserde biçimin ardından kalan haz iki yönden işlemeye devam eder.
Bunlardan ilki, her anlam arama çabasının zihnin
kategorilere göre düzenlenmesinden dolayı ki bu
çaba zevki ketler ve engeller. Burada edebî eserin mutlak olarak biçimi öne çıkarıp anlamsızlığa
gitmesi özneyi zihni kategorilerden kurtaracağı
için daha fazla hazza sebep olur.
Edebî eserin bu şekilde, biçiminin hazzı tetiklemesi, yapı ile haz arasındaki Hegelci diyalektiğin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu noktada yapıyı
muhafaza etmek hazzın kaynağıdır aslında. İçeriğe yabancılaşmış, içeriği bastırmış bir yapı olmadan haz ol(a)maz. Burada şair veya yazar eserinde, içeriği derinlere iten biçimle hazzı engelleyici
yapı ortaya koyar, sonra da kendi ve okuyuc(us)u
bu yapıyı yorumlarla ihlal edip aşmaya çalışarak
haz alır. Böylelikle aslında özne, kendi koyduğu
engeli, yani kendi kendini aşmaya çalışarak haz
ortaya çıkarır. Burada edebî eserdeki alınan hazzı ortadan kaldırmak için biçimi/yapıyı ortadan
kaldırmak gerekir. Bu noktada haz yapıyı/biçimi
olanaklı kılar. Edebî eserdeki biçim/yapı içeriği
derinlere itecek kadar saf gösterenlere ulaştıkça
haz da kademe kademe artar. Fakat edebî eserin
karşısında alınan haz, tatmin olmaktan ziyade,
bu hazzın sürmesine, yüceltilmesine ve tadının
çıkarılmasına yöneliktir. Böylesine bu haz edimi
“hoş olmayan ve can sıkıcı bir gerilimi azaltmak
ya da ortadan kaldırmak değil tersine hoş ve nefis
bir gerilimi sürdürmek ya da arttırmak söz konusudur” (Comte-Sponville 2013: 190). Burada,
edebî eserdeki biçim/yapı, hazzın ketleyeni değil
onun baskılayanıdır. Bu nedenle edebî eserde biçimin/yapının hazzı ortaya çıkarışına benzer bir
durumda bölünen öznenin kendisiyle iletişim
kurması için kendi imgesini ötelemesi gerekmektedir. Bu her iki örnekte işleyen ise negatif durumun kurucu jestidir.
Burada Hegelci diyalektiğin rahatça işlediği görülebilir. Öznenin kendisini tanıması için
kendisiyle bölünmeyi gerçekleştirmesi, Öteki’ni
varetmesi, aynada imgesini oluşturması gereklidir. Çünkü burada öznenin hem kendini tanıma
edimi gerçekleşmekte hem de kendinden ötelediğiyle kavuşma arzusu ortaya çıkmaktadır. Özne
zaten yaşam dışı bıraktığı kendine ait imgesini
ötelediği için arzulanmaktadır. Burada arayış arzusunun devam etmesi için temsilin, biçimin ve
en genel anlamıyla da yüceltme gibi engellerin
olması gerekir. Nasıl ki yasanın kaldırılması suçu
ortadan kaldırıyorsa, örtünün, biçimin, şeklin ve
en genel anlamıyla da engelin kaldırılması haz ve
arzunun ortadan kaldırılması sonucunu doğurur.
İşte bu noktada özneyi bölmekle mutlak haz ve
arzu alanından uzaklaştırdığı iddia edilen dil aslında engel olarak haz ve arzuyu ortaya çıkarandır. Lacan’a göre susma eyleminde bir parapraksis
olan dil, tamamen saf dışı bırakılmış, dolayısıyla
da haz için en aşılmaz engel ortaya konulmuştur.
Bu noktada susan veya susmakta olan arzu alanının imgesel dünyasında fantezilerle yaşayan hazcının ta kendisidir. Ancak bu haz imgeseldir. Bu
nedenle Lacan ve Freud, bu gibi imgesel dünyaya
hapsolmuşları dilin alanı olan simgesel dünyaya
çıkarmanın önemine dikkat çeker.
Bu nedenle Freud, öznenin bir dil alanı olan
edebî eser karşısında Hegelci engel-arzu diyalektik gerilimi nasıl sürdürdüğünü göstermek
için Sophokles›ten Shakspeare kadar birçok şaire
fragmatikal olarak atıf yapar. Freud’un bu parçalı çalışmaları edebiyat -psikanaliz ilişkisini ortaya koyar niteliktedir. Freud, bu tür fragmatikal
çalışmalar(ın)da estetik baştan çıkarmanın doğruluk ve hakikat idealini bütünüyle doyurmadığına
dikkat çekerken Lacan arzunun doyurulmasındaki bu eksikliğin arzu nesnesinin sürekli aranması sonucunu doğurduğunu ileri sürer. Arzu,
34
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
nesne ve nedeni mutlak tatminin ulaşılmazlığı ve
imkânsızlığı berberinde ortaya çıkar. Bu noktada
Freud’a göre edebiyat “ikame edilmiş doyumun
saplantılı olmayan, nevrotik olmayan biçimidir;
estetik yaratımın çekiciliği bastırılmışın geri gelişi
değildir.” (Rıcoeur 2006: 150)
Freud, edebiyat üzerinde dururken elinde terapilerde kullandığı serbest çağrışım yönteminden yoksundur. Bu nedenle yorumlarını ikili bir
ilişkinin alanına yerleştiremez. Sadece edebiyat
eseri üzerinde parçalı yorumlar yapmakla yetinir. Bu yüzden bütünle asla karşı karşıya değildir.
Freud bir ayrıntıdan hareket ederek muhtemel
bir bağlama göre tarihsel bir yapıyı arkeolojik
olarak hem yeniden inşa etmeye çalışır hem bütüncül bir yapı için(de) yeni bağlantılar keşfeder.
Freud’un sanat ve edebiyat çözümlerinin ardında
hiç kuşkusuz düş çalışmalarında edindiği yapısal
benzerlikler/özellikler önemli rol oynar. Bu genel
özellikler arasında dürtünün gelgitleri ve arzunun
ikame edilse de elden kaçışı gibi durumlar herhangi bir edebiyat eserinde kolayca fark edilecek
yapılardır.
Edebiyat eserlerindeki yapıların, düşlerdeki
yapılarla benzerliğini çok erken bir dönemde fark
eden Freud, görüşlerini ilk olarak Yaratıcı Yazarlar ve Uyanıkken Görülen Düşler başlıklı yazısı ile
ortaya koyar. Bu yazı estetik görüngüye dolaylı
yaklaşımın kusursuz bir örneğini oluşturur. Burada vurgulanan dolaylılık hem bir kendilik felsefesi hem de hazzı ortaya çıkaran unsurdur. Dolaylılık aslında tin ile varlık arasına simgenin, dilin
girmesi nedeniyle kendi üzerine dönüşlülük mekanizmasını başlatan en önemli nedendir. Aynı
zamanda bir bilme durumu olan dolaylılık, dolayımsız algılamanın tam karşısında yer alır. Dolayımsız algı bir öznellik alanı olduğundan mutlak
haz alanı olanı olarak kabul edilir. Hâlbuki dolayımsız algı Hegelci diyalektiğe göre hazzı ortadan
kaldırmıştır; çünkü bu alan Lacancı düşünceye
göre hazzı kavramlaştıracak zıt kurucu ögeden
eksiktir. Bu nedenledir ki hazzın ortaya çıkması
için mutlaka dolayımlamanın, biçimin ve dilin
araya girmesi, kısaca yüceltimin olması gereklidir.
Burada ‘erotika’nın poetika’ya dönüşümü de tam
bir yüceltmedir. Örneğin “bir kadına doğrudan
doğruya hücum etmek yerine, onu aşk mektupları
ve şiirler yazarak baştan çıkarmaya ve fethetmeye”
çalışmak (Zizek 2012: 116) aslında erotika’yı
poetika’ya dönüştürmektir. Bu noktada aslında
edebî faaliyetin bedensel ihtiyaçları karşılamanın
yüce ve aynı zamanda dolaylı bir yabancılaşmış
yolu olduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Haz
burada doğal ihtiyaçların karşılanması esnasında
sürekli doğa(l)ın yabancılaşması ve dolayımlanmasıyla ortaya çıkan artı bir değer olarak görülür. Simgesel/kültürel alanda insanın haz alması
aslında “paradoksal bir şekilde aslen doğallıktan
çıkmış (yani doğal kendini koruma amaçlarından ve/veya başka, ilave bir tatminden etkilenmeyen saf bir ihtiyaç mantığından uzaklaşmış)
dürtülerin yapay bir şekilde doğallaştırılmasıdır”
(Zupancic 2011: 19). Burada doğa(l) aslında haz
filan tanımaz: “İhtiyaçların karşılanışıyla sınırlar
kendini. Yüceltilmemiş duygulanımlardaki hazların toplumsallığı yüceltilmişlerdekinden az değildir. Haz yabancılaşmadan kaynaklanır” (Horkheimer, Adorno 1995: 123). Bu durumda fiziksellik
yüce bir yön kazanırken ‘kaba’ tatmin de edebî
eserlerle karşılanacak olan dürtünün etrafından
dolaştığı bir pozitif bir varoluşa sahip olur.
Freud, Yaratıcı Yazarlar ve Uyanıkken Görülen
Düşler yazısında çocukluktaki oyunun ve şairin
fantezilerinin aslında hazzı karşılamayı yönelik
bir tutum olduğuna dikkat çeker (Freud 1999:
126). Şairin, oyun oynamakta olan bir çocuk gibi
“son derecede ciddiye alındığı yani büyük duygulanımlar yüklediği (Affektbetrage) ama aynı
zamanda gerçeklikten (Wirklichkeit) net bir biçimde ayırt ettiği bir dünya” yarattığını ileri sürer
(Rıcoeur 2006: 151). Burada şair, çocuğun oyununun yerine zorunlu olarak artık fanteziyi koyar:
“insan hiçbir şeyden vazgeçemez yalnızca ikameler yaratarak bir şeyin yerine başka bir şey koyar.
Erişkin kişi oynamak yerine fanteziler kurar. Fantezi ise oyunun ikamesi işlevini görürken gündüz
görülen düştür. Burada şiirin eşiğindeyiz”dir artık
(Rıcoeur 2006: 151). Freud böylece sadece şiirle
düşsel olan arasındaki ilksel ve kökensel bağlantıyı ortaya koymuş olmakla kalmaz aynı zamanda fantazmalarla düşleri, şiirle birbirine yaklaştır.
Burada hem düş hem de fantezi aynı gelgitlerin
tanıklarıdır: “Hoşnutsuz, tatminsiz insana ait
gelgitlerin tanıkları: Doyurulmamış arzular fantazmaları (phantasien) dürtüsel olarak harekete
geçiren güçtür; her fantazma bir arzunun yerine
35
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
gelmesi kişiyi hoşnutsuz eden gerçekliğin düzeltilmesidir” (Rıcoeur 2006: 151). Fakat burada
fantezinin hem oyundan hem de düşten ayrılır
bir yönü olduğu görülür. Freud bunu Haz İlkesinin Ötesinde adlı esrinde ortaya koyarak oyunda
yokluğa hâkim ve egemen olma mekanizmasını
işlediğini ileri sürer: “Bu egemen oluş arzunun
sanrılı biçimde yerine getirilmesinden başka bir
nitelik taşımaktadır. İkincisi uyanıkken görülen
düş aşaması da anlamdan yoksun değildir; burada
da fantazma zaman dışı olduğunu söylediğimiz
salt bilinçdışı temsilde bulunmayan bir “zaman
damgası”yla (zeitmarke) gösterir kendini. Fantezi
salt bilinçdışı fantazmadan farklı olarak şimdiye
ilişkin izlenimi çocukluğa ait geçmişi ve projenin
gerçekleşeceği tümleştirebilecek güçtedir” (Rıcoeur 2006: 152)
Freud’un
sanat
üzerine
geliştirdiği
kuramlar(ın)dan hareket edersek edebiyatın,
fantezi dünyasının hazlarını temsillerle maskeleyerek biçimsel ve biçim üzerinden algılanan
hazzı ortaya çıkardığını rahatlıkla ileri sürebiliriz.
Bunun nedeni ise simgesel/kültürel alanda yaşayan öznenin haz ve arzularını toplumsal şiddete
maruz kalmadan algılamak istemesidir: “kendi
fantazmalarımızdan suçluluk duymaksızın ya da
utanmaksızın yararlanabilmemiz sanat yapıtının en genel hedefi olmalıdır. O zaman bu niyetle hizmet edecek iki yordam vardır: Gündüz
görülen düşlerin bencilliğini uygun değişiklikler
ve tüllerle maskelemek; şaire ait fantazmaların
temsillerine bağlı salt biçimsel bir haz kazanımı
yoluyla baştan çıkarmak: Böylesi haz kazanımlarına çok daha derin ruhsal kaynaklardan gelen
daha büyük bir hazzın serbest kalması için bize
sunulan özendirme pirimi ya da ön haz adı” verilir (Rıcoeur 2006: 152). Bu noktada şair ve yazar
“kabul görmeyen arzuları paylaşılır bir biçime
sokmanın yolunu bulmuş” gibidir, bizler bunları
öğrendiğimizde tiksiniriz ya da en azından bastırarak etkilenmeyiz, ama yazar veya şairin “kendi
kişisel düşleri olarak aldığımız şeyleri anlattığında
bir haz duyarız” (Phillps 2007: 26).
Öznenin edebî eser karşısındaki bu tavrı hiç
kuşkusuz simgesel/toplumsal hayatta saf dışı
bıraktığı iyi ve kötü kategorisinin ötesinde yer
alan mutlak olan kendisiyle iletişime geçme
arzusunun ortaya çıkardığı bir eylemidir. Özne
mutlak kendi imgesinin alanında simgesel/
kültürel alanında olduğu gibi içgüdü ve dürtülerin
engellemelerle birincil hedeflerinden sap(tırıl)
maları, ikincil hedeflerine yönel(diril)meleri sözkonusu değildir. Dolayısıyla kültür ve uygarlığı
kuran içgüdü ve dürtülerin kendilerine yönelik
olarak doyum ve tatmin arayışında ahlaki-gayriahlaki, iyi-kötü, güzel-çirkin, yıkıcılık-yapıcılık,
ölüm-dirim gibi ayrımları yoktur. Çünkü bilinçdışı alana ait olan bu güdü ve dürtüler her türlü
kategorileştirmenin, iyi ve kötünün ötesindedir.
Bu nedenle bu içgüdü ve dürtüler, simgesel/kültürel alanda doyum hedefine sadece akla ve etiğe
uygun olarak ahlakilik, iyilik, güzellik, yapıcılık
ve dirilik kategorileri hedefinde yürümez, bu kategorilerin gayriahlaki, kötü, çirkin, yıkıcılık ve
ölüm gibi karşıtları içerisinde de doyuma ulaşmaya çalışır. Fakat simgesel/kültürel alan, bu dürtü ve içgüdülerin kendisinin buyruğu hedefinde
negatif/ olumsuz yollardan doyuma ulaşmalarını
engeller. Bu noktada dürtü ve içgüdülere sağaltım ve etik yön gösterilerek doyumları olumsallık
alanına kaydırılırken negatifliğin/olumsuzluğun
doyumda saf dışı bırakılması içgüdü ve dürtülerin tatmininde eksik bir doyum ve tatmini ortaya
çıkarır. Böylesine bir eksik doyum ve tatmin, aslında içgüdü ve dürtülerin kategorik olmayan tatmin yollarının kültürel alan içinde dışsal olguların baskısıyla insani bir tatmine ulaşmasına önayak olur. Böylelikle bu içgüdü ve dürtülerin ilksel
ve kökensel yönelimleri aynı kalmasına rağmen
hedefleri her zaman bir kültürel sapmayla karşı
karşıya kalır. Şair ve yazar için kültürel alandaki
içgüdü ve dürtü sap(tır)maları her zaman kültürün yabancılaştırıcı bir fonksiyonu olarak algılanır ve ortaya konur.
Bu noktada kültürel/simgesel alanda kurulan benlik/kimlik, ötelemek zorunda kaldığı
toplumsal alanda reddedileceği haz ve arzu yüklü imgesiyle edebî eserde karşılaşır. Bu noktada
edebî eser, bölünen öznenin ötesinde yer alan
kendi imgesiyle iletişim kurmasını sağlayan
en önemli iletişim araçlarından biri olur. Fakat
edebî eserde sergilenen toplumsallıktan dolayı
ötelenen otantik ve egzotik narsistik duyumlar
gizlenmiş, makyajlanmış ve maskelenmiştir. Bu
çeşit bir durumun en tipik örneği gülme boşalımıyla sonuçlanan edimlerdir. Freud, Espriler ve
36
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Bilinçdışıyla İlişkileri eserinde komik edebî türlerin linguistik yönlerini inceleyerek şakalarda da
düşlerde olduğu gibi yüceltme görünümündeki
yoğunlaştırma, yer değiştirme ve zıddıyla temsil
gibi maskeleme faaliyetinin görüldüğüne dikkat
çeker. Freud, espriler ve şakaların zıtlık üreten
bir oyunsal yargılama olduğunu düşünür (Freud 2003: 42). Böylelikle haz ile yorumu olanaklı
kılacak olan retorik arasında var olduğu kabul
edilen karşıtlık ortaya konur. Bu noktada şakalar
“sözün salt tekniğinden bir öncekinin başlattığı
hazdan doğan ve açık seçik saldırgan ya da edep
dışı sözcük oyunlarının öne çıkardığı haz köpüğünü yalıtlayan bir bozma işlemine” neden olur
(Rıcoeur 2006: 153). Böylelikle bir bastırmaya zıt
olarak da simgesel/kültürel alanda, “simgesel düzenin yapısal kurallarınca belirlenen bir simgeyle
kendini temsil eden, yani simgeselde bir konuma
yerleşen özne, tüm “dilek”lerinde (demande) bilinçli söyleminde kendini özellikle dil sürçmelerinin, esprilerde ya da rüyalarda, yani simge seli
kullanan öznenin özgün çarpıtmalarında bir ipucu gibi ortaya koyan ikincil ve gizli yapı şeklinde
temel kimliğini de dile getirmiş olur ya da daha
doğrusu, öznede ve özne aracılığıyla bu gizli yapı
dile gelir” (Tura 2007: 206). Bu noktada bastırılanlar bastırma mekanizmalarının kökenindekinden farklı birtakım metaforlar ve metonimlerle aşılmaya çalışılarak kendini görünüşte hiçbir
anlamı olmayan rüyalarda, dil sürçmelerinde,
hatalı davranışlarda, nevrotik semptomlarda ifade ederek doyum yolları arar.
Edebiyatta ve edebî eserde de ötelenen duyum
ve hareketin kalıntısını tıpkı nevrozda, dil sürçmelerinde, düşlerde ve şakalardaki gibi temsillere dayanır. Burada anlam yoğunluğunun içinde
birkaç katman eşzamanlı olarak birden keşfedilir.
Böylelikle edebî eser sağladığı narsistik ve haz doyumun ‘ne’liğini en geniş genelliği içinde açıklama
çabasından saparak estetik doyum sağlar. Edebî eserde de tıpkı düşlerde olduğu gibi haz ve arzu, bütünün yarattığı izlenimden ziyade net ve görünürdeki
ikinci olguda yer alır. Haz ve arzular doğrulanma,
sınırlanma ve kilitlenme yerine bütün bir anlam
yoğunluğuna açılır. Böylelikle sonu olmayan
bir yorum açılımı ortaya çıkarken bu yorumlar
bilmeceleri çözülecek yapıları çoğalttığından
arzulamanın da devam etmesini sağlar.
Yaşamöyküsel yapıtlar olan edebî eserlerin genel düzleminde ketlenmeler ve sapmalar, yüceltmeler bağlantısı içinde estetik yaratı mekanizmasını ortaya çıkaracak şeklinde işler. Bu noktada
edebî eserde yitirilmiş olan yeniden ortaya çıkar
ve kaybedilenle yeniden karşılaşılır. Belleğinin
karanlık noktalarında kaybedilen yeniden bilince
ulaşır. Bunlar aslında kişisel oluşumun parçalarını olduğundan edebî eser, öznenin kişisel tarihine, bilinçdışına aittir. Bu kişisel tarih-bilinçdışına
ait olan- aslında kişinin “kendi tarihini kavradığından daha başkadır” (Felman 2009; 89).
Şair ve yazarın yaratıcılığının bir nedeni de
haz ve arzu ketlenmeleridir. Edebî eser yaşamdaki ketlenmeleri açıklar. Biçimselliğin ötesine
giderek öznenin sakladığı, örtüp gizlediği,
bastırdığı dürtüsel ve güdüsel duyum ve algıları ortaya çıkarır. Böylelikle kendi ötelediği arzu,
istek ve hazlarla edebî eserde karşılaşan özne,
ketlenmeden ve nevrotik düşünsel saplantılardan
yakasını kurtarabilir. Bu noktada libido, edebî
esere yönelimde yüceltme olarak görünüme
kavuştuğu edebî üslupta daha da güçlenerek
okuma içgüdüsüne dönüşür. İşte burada libido
kaynaklı dürtü ve güdüler, artık düşünsel
yönelimlerin hizmetindeki etkinlikleri serbestçe
yerine getirir duruma gelir. Bu noktada yüceltilen
libidonun ilgileri güçlenerek bastırma konulardan
kaçınmaları sağlanır. Burada edebî etkinliğini
ortaya çıkaranın libidonun yönelimleri ve ketlenmeleri olduğu çok net görülür. Bu durumda
yaratıcı çalışma ve okumaya yönelme, arzuların
bir türevi olduğu görülür. Bu nedenle edebiyatla
karşılaşmanın tetiklediği anılara doğru gerileme
sonucu dürtüler serbest bırakılır. Böylelikle ilksel
ve kökensel itkilerin ortaya çıkması sayesinde engellemekte ve ketlenmekte olan özne, edebi eserle
karşılaşmasında bu ketlenmeleri kaldırarak ötelediği haz ve arzularının imgesiyle yüz yüze gelir.
Böylelikle edebiyata yönelme duyarlılığın libidoya yönelik yüceltmeyle çok güçlü bağları olduğu çok net ortaya çıkar. Edebiyat öznenin ötelediği duyumlarının belirtilerini ve sınırlarının
anlaşılmasını sağlar. Böylesine bir etkinlik alanının olmaması durumunda genelde yaşamöyküsü
bilinmediğinden bilinçdışına ait güdü ve dürtüye
dayalı kişisel tarih hep saklı kalır. Edebî eser kişiye
ait dürtü, arzu ve haz dökümünü çıkarmak yeri-
37
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ne sınırları ve ortaya çıkardığı belirtileri anlamaya
imkân verir. Bu noktada özne açısından bir edebî
esere yönelmek ötelenen kendi imgesinin derinlerine inmeye çalışmak demektir. Bu sistematiği
kurulan spekülatif bir düşünce sisteminden ziyade örneksemelerle ortaya çıkarılan yorumlara
dayalıdır. Bir edebî eser üzerinde yorumlara ulaşmak için de birbirinden bağımsız kaynaklardan
alınan bilgi dökümünün anakronik-eşzamanlı
olarak aynı anda kullanılması gereklidir. Hâl
böyle olunca da herhangi bir edebî eserde kişisel
gruplara ait veriler, anneyle ilgili bastırmalar, babaya yönelik öfke ve özdeşleşmelar, narsistik duyumlar, nesne ilişkileri, gibi bilgiler ve bunların
nedenleriyle birlikte cinsel kuramlar, ardından
bu bilgilerin mitoloji üzerinde görülen semyotik
gösterenleriyle karşılaşılır. Tüm bu bilgi ve alanları
göz önüne alındığında, okuyucu edebî esere
yöneldiğinde arzular tarafından baştan çıkaracak
bilinçdışı arzularını doyuma kavuşturup kendi
yaşamındaki mutsuzluğu edebiyat yoluyla yoksayarak yenmeye çalışır.
Bu noktada edebiyat eseri bilinçdışı arzuları gösteren ve yerine getiren temsil fantazmanın
kopyasından, bir arzu sergilemesinden, gizlenmiş
olanın gün yüzüne çıkarılmasından başka bir şey
değildir. Bir edebî esere yönelmek ve onu yorumlamak, aslında hem okuyanın hem de sanatçının
fantazma ve bilinçdışı arzularını ortaya çıkarmak
anlamına gelmektedir. Çünkü her yorumlama
edimi yorumlayanın bilinçdışını ortaya koyması
açısından önemlidir. Bu yorumlama çabasında
gösterenin yüzergezerliği serbest bırakılır.
Bunun nedeni gösterenin yüzergezerlilikte
Lacan’ın ortaya koyduğu bilinçdışını meydana
getiren nesne eksikliğine, yokluğuna ve yoksunluğuna dokunmasıdır. Dolayısıyla da geçmişe ait
eksiklikler, yaşanmamışlıklar ve yokluklar edebî
eser aracılığıyla yeniden gündeme gelir. Burada
edebî eserdeki biçimlemeyle sunulan, geçmişteki
travma yaratan ketlenmelere geri dönüş anıdır.
Bu an, edebî eserdeki biçimin derinliklerinde yatan simgeleştirilmiş boşluklardadır. Burada anısı
yitirilmiş olanın ortaya çıktığı yer edebî eserin
biçiminin gerçeklikteki boşluğudur.
Hiç kuşkusuz dürtüler hiçbir zaman dürtü niteliğiyle olarak yakalanmaz ancak anlatımlardaki
temsillerdeki sunumlarıyla yakalanabilir. Bu da
dürtülere erişmenin mutlak manada metin şifrelerinin çözümüyle mümkün olabileceğini açığa
vurmaktadır. Bu noktada dürtüler ancak gösterenlerle gösterilenlerin işleyişine yönelik yorumlarla ortaya çıkar. Bu tür yorumlarda göstereni
kendi başına düşünmek imkânsızdır. Gösteren
asla bütünüyle kendi başına var olamaz. Herhangi bir gösterenin gösterileni her zaman bir başka
gösterendir (Lucy, 2003: 153). Burada gösterenin
gösterilene asla sabitlenemeyeceği gerçeği de gözden uzakta tutulmamalıdır; çünkü Lacancı kurama göre gösteren her anlama direnendir, gösteren
asla bir anlama tutunmamıştır (Nasio, 2007: 93).
Gösterenin gösterenlerarası bu yüzergezer özelliğini Lacan metaforik olarak bir mektubun daima adresine ulaşacağı önermesiyle ortaya konur.
Burada mektubun gösterenin gösterileni aslında
okunduğu/yorumlandığı yerdir. Dolayısıyla bir
okuyuş ve yorumlanışta, okunan ve yorumlanan,
yalnızca doluluk olan anlam değil, boşluk olan
anlamın eksikliğidir; anlam sadece görünürde
değildir, daha çok görünenin boşluklarında meydana gelir (Demir-Atay, 2009: 119). Gösterenin
ima veya işaret ettiği bilinmese bile de metinden
yansıyan arzu ve haz gösterilenin çözümüne yardımcı olur.
Edebî eserdeki gösterenler aslında Freud’un
Rüyaların Yorumu çözümlemesinde ortaya koyduğu gibi öznenin kültürel/simgesel alanındaki
psişik türevlerinin gösterenleridir. Dolayısıyla
edebî eser simgesel kültürel alanda ötelenmiş verilere işaret etmektedir. Somut bir alandan ziyade
bir gösterilenden ibaret olan fantazmanın, kültürel/simgesel alanında yerini alabilecek yollardan
biri de edebî eserdir. Bir edebi eser geçmişi yeniden yaratarak özneyi bu zaman dilimine götürmez geçmişi edebi eser olarak yaratır. Böylelikle
yaratılanlarla okuyanın mutsuzluğu edebiyatın
gücüyle yadsınır ve aşılır. Bu noktada edebiyat
hem semptomdur hem tedavidir. Çünkü kültüre
ait değerler, yeni anlamlarla zenginleştirilir, dirençli bir malzemeye yeni anlamlar verilir. Böylelikle edebî eser karşısında özne kendi kendine
ilişkin yeni bir kavrayışı elde eder.
Edebî eserler yazar ve şairlerin psişik çatışmalarının basit yanılsamalarından ibaret değil
çatışmaların çözümüne ilişkin birer taslaktır aynı
zamanda. Bu noktada düşler geriye, geçmişe yö-
38
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
nelir, edebî eser şair ve yazarın önünde ilerler. Bu
nedenle edebî eser öznenin çözülmemiş çatışmalarının geriye dönük bir semptomu olmaktan çok
toplumsal/simgesel hayat karşısında ödediği ve
ötelediğiyle birleşimin, iletişimin ve geleceği kestirme çabalarının bir bileşkesidir. Edebî eser, simgesel alanda yaşayan şair ve yazarın ötelediği kendinde olana yani imgesine yeniden dönüşü ilgili
yaşanan andaki zorluğu aşma gayretiyle ortaya
çıkar. Okuyucu da benzer arzularla bu esere ister
yönelsin isterse yönelmesin ama eserle baş başa
kaldığında ötelediği imgesine ait haz ve arzularıyla karşılaşır. Bu gayretlerinin tetikleyicisi ise her
ne kadar görünürde ötelediğine yönelik olarak
terapi gibi görünse de aslında derinlikli yapıda
arzuyu karşılama çabası vardır, çünkü edebiyat
aynı zamanda semptomları gösterir. Bu noktada edebî esere yönelmek semptoma yönelmektir
aynı zamanda. Zizek haklıdır; okuyucu semptomunun keyfi çıkarılmaktadır aslında.■
Kaynakça
Arslansoy, Ertan (2009), “Ses Vecd ve Cezbe”
Mono KL-Lacan Özel Sayısı, Sayı 6-7
Boileau, Laurnt-Danon (2007), Psikanaliz ve Dilbilim (çev: Mehmet Baştürk), Ankara, De Ki BasımYayın.
Bowie, Malcolm (2007), Lacan (çev: V. Pekel Şenel), Ankara, Dost Kitabevi.
Comte-Sponville, Andre (2013), Cinsellik, Aşk ve
Ölüm, (çev. Canan Özatalay), İstanbul, İletişim Yayınları.
Demir-Atay, Hirven, (2009), “Bir Okuma Deneyimi Olarak Jouissance: Lacan, Aktarım ve Edebiyat”,
Mono KL-Lacan Özel Sayısı, İstanbul. S.6-7
Derrida, Jacques, (2010), Gramatoloji, (çev. İsmet
Birkan), Ankara, Bilgesu Yayınları.
Eagleton, Teryy, (2004), Edebiyat Kuramı, (çev.
Tuncay Birkan), İstanbul, Metis Yayınları.
Felman, Shoshana, (2009), “Jaques Lacan ve
İçgörü’nün Serüveni, Çağdaş Kültürde Psikanaliz”,
(çev. Sibel Kibar). Mono KL-Lacan Özel Sayısı, Sayı
VI-VI
Freud, Sigmund, (1999), Sanat ve Edebiyat, (çev.
Dr. Emre Kapkın-Ayşe Tekşen Kapkın), İstanbul, Payel Yayınevi.
Freud, Sigmund, (2003), Espriler ve Bilinçdışı ile
İlişkileri, (çev. Dr. Emre Kapkın), İstanbul, Payel Yayınevi.
Horkheimer, Max-Adorno-W. Theodor, (1995),
Aydınlanmanın Diyalektiği, (çev. Oğuz Özügül), İstanbul, Kabalcı Yayınevi.
Lacan, Jacques, (2012), Benim Öğrettiklerim, (çev.
Murat Erşen), İstanbul, MonoKL Yayınları.
Lacan, Jacques, (2013), Psikanalizin Dört Temel
Kavramı, Seminer 11. Kitap (çev. Nilüfer Erdem), İstanbul, Metis yayınları.
Lucy, Niall, (2003), Postmodern Edebiyat Kuramı,
(çev. Aslıhan Aksoy), İstanbul, Sanat ve Ayrıntı Yayınlar.
Myers, Tony, (2014), Slavoj Zizek, (çev.
Abdurrahman Aydın), Ankara, Phoenix Yayınları.
May, Rollo, (2010), Yaratma Cesareti, (çev. Alper
Oysal), İstanbul, Metis Yayınları.
Nasio, J. D. (2007), Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, (çev. Özge Erşen-Murat Erşen), Ankara,
İmge Kitabevi.
Phillps, Adam, (2007), Hep Vaat Hep Vaat, Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler, (çev. Ferit Burak
Aydar), İstanbul, Metis Yayınları.
Rıcoeur, Paul, (2006), Yoruma Dair, Freud ve Felsefe, (çev. Necmiye Alpay), İstanbul, Metis Yayınevi.
Tura, Saffet Murat (2007), Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, İstanbul, Kanat Kitap.
Üsterman, Ufuk, (2009), “Lacan’da Konuşan
Özne-Ben Konuşmayan Nesnesi”, Mono KL-Lacan
Özel Sayısı, Sayı 6-7
Zizek, Slovaj, (2012), Kırılgan Temas, (çev. Tuncay
Birkan), İstanbul, Metis Yayınlar.
Zizek, Slovaj, (2012), Yamuk Bakmak, Popüler Kültürden Jaques Lacan’a Bir Bakış, (çev. Tuncay
Birkan), İstanbul, Metis Yayınlar.
Zupancic, Alenka, (2005), En Kısa Gölge,
Nietzsche’nin İki Felsefesi, (çev. Seyhan Bozkurt), İstanbul, Encore Yayınları.
Zupancic, Alenka, (2011), Komedi Sonsuzun Fiziği, (çev. Tuncay Birkan), İstanbul, Metis Yayınları.
39
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Edebiyatçının intiharı
CEMİLE SÜMEYRA
Edebiyatçının intiharı psikolojik ve sosyolojik
hâllerin insan üzerindeki derin yankılarını dikkate
almayı hatırlatmaktadır. İnsan bu hâllerden
tam anlamıyla kendini soyutlayamamaktadır.
F
arklı bir ölüm biçimi olan intihar, sadece sıradan insanı değil, belki daha
fazla entelektüelleri, sanatçıları ve edebiyatçıları etkilemiştir. Entelektüeller ve edebiyatçılar, ‘intihar’ı sorgulamakla, tartışmakla,
anlamakla kalmamış, ‘intihar etme’ eylemini
deneyimlemişlerdir. İntiharı bile isteye gerçekleştirmişler ve istekli ölümü seçmişlerdir. Edebiyatçılar sadece dışarıdan birer gözlemci olarak
intihara bakmamış, bazıları söz konusu eylemi
gerçekleştirmiş, bazıları ise intihara teşebbüs
etmiştir. Birebir kendi hayatlarında intiharın
karşılığını bulmaya çalışan kimi edebiyatçılar,
intihara bir anlam yüklemeye, onun hayatta ve
sanatta bir karşılığını bulmaya çalışmıştır.
Edebiyatçı neden intihar eder? Edebiyatçı intiharlarının diğer intiharlardan ayıran özellikler
var mıdır? İntihar, edebiyatçının psikolojisinde
nasıl bir karşılığın sonucu olarak gerçekleşmektedir? Bu soruların cevapları edebiyatçı intiharlarından elde edilebilir. Son zamanlarda intihar
40
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
üzerine yapılan çalışmaların tümünde intihar
nedeni olarak sıralanan toplumsal, psikolojik
ve biyolojik nedenlerin edebiyatçı intiharlarında da birer neden olarak görülüp görülemeyeceğinin irdelenmesi, edebiyatçı intiharlarını
anlamak bakımından son derece önemlidir.
Elbette bir insan olarak edebiyatçının da
hayattan farklı şekillerde etkilenmesi gayet
olağandır. Edebiyatçı sadece bir yazar yahut
entelektüel olarak hayata cevap vermez; aynı
zamanda bir insan olarak da hayata cevaplarını
hazırlar, hayatla karşılaşır. Dolayısıyla yaşantı
edebiyatçıyı da doğrudan etkiler. Psikolojik,
sosyolojik ve biyolojik özellikler kadar hayat
biçimleri de edebiyatçının intiharında etkili
olabilir. Kimi intiharlarda kişisel ve psikolojik nedenler ön planda iken kimi intiharlarda
sosyolojik, toplumsal, iktisadi, siyasi ve ideolojik nedenler öne çıkmaktadır. Edebiyatçının
intiharında evlilik, çevre, cinsiyet, eğitim, yaş,
ekonomik durum, kentleşme gibi etkenler de
önemlidir. Bunun için müntehir edebiyatçıların intihar mesajlarının incelenmesi önem arz
eder. Belki başka bir açıdan intihar şekilleri
dahi bir fikir verebilir.
Psikolojik yahut insani nedenlerin bir intihar sebebi olduğu kimi intiharlarda görülmektedir. Şakir Efendi’nin bütün tedavilere
rağmen yaşadığı psikiyatrik bunalımın onu
defalarca intihar teşebbüsüne ve sonunda da
intihara ittiğini söylemek mümkündür. Yine,
Metin Akbaş, Sosyal Ekinci, Ömer İhyaüddin
Efendi ve İlhami Çiçek gibi edebiyatçılar da
intiharlarından önce rahatsızlıkları nedeniyle
psikiyatrik tedavi görmüşlerdir. Siyasal nedenlerin de intiharı etkilediği görülmektedir. Sosyalist olduğu gerekçesiyle hapse atılan Sosyal
Ekinci’nin hapisten sonra ait olduğu ideolojik
grubun çözülüşüne tanık olması sonucu gerçekleştirdiği intiharı doğrudan siyasal nedenli
anlaşılabilir. Yine sosyalist oluşu nedeniyle on
sekiz yaşında hapse giren Kenan Özcan’ın intiharı, Sovyetler’deki sosyalist rejimin yıkılması
ile hayal kırıklığına uğrayan Metin Akbaş’ın
intiharı söz konusu duruma örnek olarak verilebilir.
Uyuşturucu, alkol, gibi bağımlılık yapan
maddeler, önemli bir intihar nedeni olarak algılandığı gibi yine aynı maddeleri kullanıyor
olmanın, bir çeşit intihar olduğunu söylemek
mümkündür. Müntehir edebiyatçıların çoğunun, bağımlılık yapan maddelerden bir kısmını kullanmakta olduğu görülmektedir. Emîr
Çelebi’nin intihar aracı afyondur; yalnızca intihar sebebi değildir. Beşir Fuad, uyuşturucuyu
intihar ederken yardımcı araç olarak kullanmıştır. Şâkir Efendi de alkol ve uyuşturucu kullanmaktadır. Güngör Rona, uyuşturucu ve alkol
tedavisi için hastanede kalmıştır. Celâl Sılay,
Nilgün Marmara, Can İren, Kaan İnce, Metin
Akbaş ve Sosyal Ekinci için alkol hayatlarının
birer parçasıdır. Hasan Remzi Efendi ve Derdli
Lutfî için de aynı şey geçerlidir. Edebiyatçıların
toplumdan ve kendinden soyutlanma arzusu
ile bağımlılık yapan maddeleri kullandığı
söylenebilir.
İnsanın biyolojik yapısını intihar nedenleri
arasında gösteren kimi araştırmacılar, insanın
fizyolojisinin, kalıtımın, bedensel değişimlerin
intihara neden olabileceği görüşündedirler.
Fizyolojik rahatsızlıklar ile intihar arasındaki
ilişki de doğal olarak araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Gerek Halil Nihat Boztepe’ningerekse Metin Akbaş’ın intiharları bu yorumu
doğrulamaktadır. Halil Nihat Boztepe, bedensel gücünü tümüyle yitirince intihar etme yolunu seçer. Her ne kadar psikolojik bunalımlarının daha etkili olduğu söylense de Metin
Akbaş’ın görme problemi yaşıyor olması, intihar nedenleri arasında sıralanmaktadır. İlhan
Şevket Aykut’un intihar nedeninin de yaşlanma ve yaşlılıkla birlikte gelen sağlık sorunları nedeniyle muhtaç duruma düşme korkusu
unutulmamalıdır.
Edebiyatçının intiharı psikolojik ve sosyolojik hâllerin insan üzerindeki derin yankılarını dikkate almayı hatırlatmaktadır. İnsan
bu hâllerden tam anlamıyla kendini soyutlayamamaktadır. İnsan hâlleri hemen her husus
üzerinde etkili olabilmektedir. Bu bakımdan
edebiyatçı portrelerinin aynı zamanda birer
psikolojik ve sosyolojik resim sunduğu göz
önünde tutulmalıdır. Ölümler ve hayatlar
sanki bu gerçeği ortaya sermektedir. ■
41
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Sorular arasında yıllar
önceki mesele:
Komposto takımı
SEVAL KOÇOĞLU
S
ahaftan aldığım kitapların arasından bazen bir fotoğraf, bazen bir mektup çıkar.
Kitabın sırtını avucuma oturtup sayfalarını hızlıca çevirirken karşılaştığım bu
sürprizler için sahafa gülümseyerek sorarım:
“Bende kalabilir mi?” Sahaf cevap vermeden başka bir soru sorar:
“Nakit mi kredi kartı mı?”
Eve gelince aldıklarıma bir daha bakıyorum. Bugünkü ganimetim bir fotoğraf. Arkasına
neredeyse bir mektup yazılmış. Fotoğraf karanlık, depo gibi eşyaların üst üste yığıldığı bir
yerde çekilmiş. Üç genç kız merakla bakıyorlar. “Hey kimsin sen?”
Ortalarına aldıkları kızın saçları yapılı. Biraz da süslenmiş. Kıyafetler yetmişli yılların,
fotoğraf da siyah beyaz zaten. Yaşları yirmi olmalı. Arkasına bakıyorum.
Sevgili halacığım,
Bu mutlu günümde senin de yanımda olmanı isterdim. İnşallah bir an önce sağlığına kavuşursun. Düğünün ne zaman olacağını babam telgrafla bildirecek. Nasıl olsa yaza çok var. O
zamana kadar bakalım, kısmet. Muhsine ablamla nişan hediyesi olarak gönderdiğin komposto
takımını aldık. Necmi’nin seçtiğini söyledi. Üzeri kuşlu. Çok beğendiğimi söyle. Bir de söyle de
artık üzülmesin. Ellerinden öperim.
Ayla
Fotoğrafa tekrar bakıyorum. Ayla’nın gözlerinin içine. Böyle yoğun bir hüznü ilk baktığımda da görmeliydim. Sanki ben bunu düşününce o sırtındaki şala daha bir büründü.
Üşüdü Ayla. Gözüm boynundaki kolyeye takıldı. Zincirin ucunda küçük bir kuş. “Necmi
almıştı bunu sana değil mi Ayla?” ■
42
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Eski bir dost
SERHAT IŞIK
A
cı çeken insanlar size çok şey katar.
Böyle insanları tanırsanız bırakmayın. Konuşun onlarla dinleyin onları.
Çünkü onlar hayatı daha derinden algılar. Güçlüdürler. Muhsin böyle biriydi. Dünya, bütün
acılarını onun üzerinde deniyordu sanki. Çok iyi
bir arkadaşımdı. Hiç unutamam. Ortaokuldayken sınıfımıza gelmişti. Kimseyle konuşmazdı.
İçine kapanık ve kekeme idi. Gün içinde sadece
sekiz on cümle duyardınız ondan. Hayatımda
tanıdığım en güzel bakışlı insandı. En arkada
otururdu. Anne ve babasını depremde kaybettiği
için dedesinin yanında kalırdı. Acılar onu tez
büyütmüştü. Üç yıl boyunca hep aynı ceketi,
pantolonu giydi. Pantolonu kısaydı, ceketi ise
büyük. Bu üç yılda pantolonu iyice kısalırken
ceketi üzerine tam oldu. Öğretmen bir şey sorduğunda kekelerdi, bir şeyler anlatmaya çalışırdı
fakat dedikleri pek anlaşılmazdı. Kelimeler ağzından çıkamaz, yüreğine akardı. Bakışlarımdan
anlayın beni, derdi. Saçları hep üç numara tıraşlıydı. Herkes alışmıştı onun suskunluğuna. Kekemeliğinden kaynaklandığını düşünür, zaman
zaman bununla alay ederdiler. Böyle zamanlarda
onlara öyle bir bakardı ki içim burkulurdu. Ağladığına şahit olduğumda kendimi tutamazdım.
Muhsin yüzünden kavga etmişliğim çoktur. Bana
karşı minnet duygusunu gözlerime bakarak anlatırdı. Bakarak konuşurdu o.
Bir gün derste müzik öğretmenimiz herkesin
sırayla bir türkü söylemesini istedi. Nota öğrenmezdik o zaman. Türküyü güzel söyleyen yüksek
not, söyleyemeyen düşük not alırdı. Sıra ona gelince herkes acaba ne yapacak, diye merak ediyor-
du. Muhsin önce biraz kızardı, terledi. Sonra gözlerini yumdu alnının derisi kırıştı ve şu dörtlükle
ilerleyen türküyü söylemeye başladı:
Pencereden kar geliyor aman annem
Gurbet bana zor geliyor aman annem
Sevdiğimi eller almış aman annem
O da bana ar geliyor aman annem...
Şimdiye kadar duyduğum en içli sestir
Muhsin’in sesi. Bu yaşıma kadar öyle etkileyici
bir ses duymadım. Herkes duygulanmıştı. Üç
yıldır ilk kez Muhsin’in gür ve kekelemeyen sesi
duyulmuştu. Sınıf sessizliğe gömüldü. Hepimizi
büyülemişti. Bütün duygularını içli sesiyle bu
türküye sığdırmış ve sarsmıştı bizi.
Babamın tayininin Manisa’ya çıkması sebebiyle okulun bitmesine birkaç ay kala oradan
ayrıldım. O gün bugün görüşemedik. Birkaç
mektup yazdım cevap gelmedi. Sonradan öğrendim ki dedesini de kaybetmiş ve demiryollarında çalışan bir makinist onu yanına almış, evlat
edinmiş. Sivas dolaylarına gitmişler. Zaman içinde adam kötü davranmaya başlamış. Muhsin de
evden kaçmış. Kaçış, o kaçış. Bir daha onu gören,
duyan olmamış.
Penceremden izliyorum. Buralara hafiften kar
yağmaya başladı sevgili Muhsin. Şu an radyoda o
türkü çalıyor ve ben sana yolluyorum onu. Nerelerdesin bilemiyorum fakat bu türkü gelip seni
bulacak, biliyorum. Eğer bir titreme gelirse sana,
soğuktan değildir sevgili dostum. Eski bir dostun
sana yolladığı bu türküden, türkünün sana dokunan ruhundandır.■
43
ara lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
MÜNTEHİR ŞİİR
-müntehir şairlere
Ne vadeder Sylvia Path’e
Apaydınlık gökyüzü verseniz yeniden
Kıyısında gezinmenin ötesinde
Ne cezbedebilir titreyen yaprağı
Gülümsese yeniden
Nilgün Marmara’ya ne verebilir hayat
Say ki Itrî ya da Rodrigo ise
Düşleri hep yeniden besteleyen
Çılgın kelimeler düşlerimizde
Demler kuytu her acıyı
Getirip gözlerimize
Söylemesiniz de olur
Neyin yaşamak olduğunu
Kelimelerin dilinden konuşacaksak
Anlatılmaz şeyler var unutamadığımız
Hepimiz yaşıyoruz
Biliyor musunuz niçin
Gün gelip öl…
Gülmek için
Şairin ürkerek yaklaştığı
Gizli ötelerde hakikat
Nasıl zorlar kapısını şiir
Aydınlıkta durur mütemadi
Mütemadi depreşir uykuda
Eşikte duran yağmur
Camda bekleyen sevgili
El eder
Düş peşime
Gel der
Hangi çığlık böyle çılgıncadır
SELİM TUNÇBİLEK
44
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
RAHMET İNSİN
ÇÖLE BÖYLE!..
Gel kulak ver, duy eşyayı;
Varlık geldi dile böyle!..
Mûsâ gibi yar deryâyı;
Halvette gir hâle böyle!..
Aşk mı ahde sadakatin?
Cân mı bu hoş feragâtin?..
Cehdet, dayan o firkâtin,
Sınandıkça dola böyle!..
Gönül, sensin aşkın adı;
Tâ Elest’ten kaldı tadı!..
Halîl’de gör her irşâdı;
Od sarıldı güle böyle!..
Bu yük ağır, bu cân nârin,
Ömür çilem aşkla derin!..
Her bir nefes olsun emin;
Nefs serildi yola böyle!..
Tut, niyetim eğri değil;
Gayra bakmak doğru değil!..
Sen Sen’i bul, Hakk’a eğil;
O’dur yakın kula böyle!..
Kor bağrımı dağla O’na;
Gel bir ömrü bağla O’na!..
Sel misâli çağla O’na;
Rahmet insin çöle böyle!..
RIFAT ARAZ
45
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
“İNCİNSEN DE İNCİTME!”
-Hacı Bektaş Veli’ye-
Noktadan küçük olur,
Vebali büyük olur;
İçindeki sûizan
Yüreğine yük olur.
Hiç kimseye kin gütme,
“İncinsen de incitme!”
Hüzün kaplar seheri,
Söner dünya feneri.
İyi kötü ne varsa
Söyler amel defteri.
Fazla ileri gitme,
“İncinsen de incitme!”
Kabul eyle payını,
Yıkma Hak sarayını.
Tevazu pamuğuyla
Pâk eyle kalayını.
Ben putunu büyütme,
“İncinsen de incitme!”
Esince sevgi yeli
Titreşir gönül teli.
Nedamet duygusuyla
Sana uzanan eli,
Aman ha geri itme!
“İncinsen de incitme!”
Gelince göz kızarır,
Gidince yüz kızarır;
Öfke şaha kalkınca
Hayâdan öz kızarır.
Nadanları işitme,
“İncinsen de incitme!”
BESTAMİ YAZGAN
46
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Tasavvuf ekolünde eğitim ve
psikoloji ilişkisi
MUHAMMED İSTİ'LÂMÎ*
çev. YASEMİN AKKUŞ**
T
asavvuf ekolünün otoriteleri, bu ekolün gerçeklerinin yazmakla ve ders
vermekle öğretilemeyeceği, sadece
bu yola gönül verenlerin onu idrak edebilecekleri mevzuuna defalarca değinmişlerdir. Tasavvuf
mektebinin düşünürlerinden geriye yüzlerce kitap, risale, manzume ve divan kalmakla birlikte,
tüm bu eserlerde insan fikrinin ortaya çıkması
işin en güzel tarafıdır. Tasavvufî edebiyatın bu
değerli eserlerinde, insanî ilişkiler ve eğitim meselesinin incelemeye uygun bir yöntemle işlendiği söylenebilir. Bu yöntemin güzide eğitmenleri
ve otoriteleri; insan ruhuna, manevi konularla
ilişkisine ve insan hayatının toplumsal yönlerine
dikkat çekmiştir. Bu dikkatin temel çizgisi olarak, Kur’ân-ı Kerîm’in bu eğitimle uyum içinde
olması ve daha da ilginci ona dayanmasıdır. Söz
konusu bahsi daha fazla açmadan önce, önsöz
bağlamında iki hususu ele almak zorundayım.
Birinci husus, esasen tasavvuf ekolü ve
sûfiyâne eğitimin kullandığı tüm metotlar* Edebiyat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı:
40, Tahran 1321.
** Yrd. Doç. Dr., Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
[email protected].
da İslâm dini ile mukabelesi veya herhangi bir
kavgasının olmadığıdır. Aslında din ve irfan ya
da tasavvuf ve şeriat, yolun başında birleşen ve
ihtilafa düşseler bile hedefleri ortak olan iki yoldur. Diğer bir husus ise; eğer ruhsal meselelere
dikkat çekiyorsak, amaç ariflerin eğitiminin psikoloji ya da psikanalist ile şekillenmesi ve günümüz üslûbuna sahip olması değildir. Bu ekolün
duayenleri; hakikat yolunu kat etme şartı olarak
‘te’emmül, kendini tanıma/bilme ve tefekkür’ü
saymışlardır. Ve bu şart, tasavvuf mektebi yolcularının kendini bilme yolunda, bütün insanları
ve varlıkları tanımak için yol almalarını gerektirmektedir. Ve bu yolculukta kendini tanımak, insan ruhunun hayrete düşüren tecellilerini idrak
etmekle olur. Bu da netice alınan bir eğitim tarzı
olarak bilinir.
Bu iki hususa dikkat çektikten sonra asıl
mevzuya girebileceğimizi düşünüyorum. Hakk’ı
arayışın en mühim adımlarından biri kendi içine
dalmak (nüfûz etmek), düşünmek, kendini tartmak ve sınamak, bunları kendi içinden çıkarmak, iyilikleri içinde beslemek, kendini özünde
arayıp bulmak, yok etmek ve yeniden inşa etmektir. Bu, ruhun uyanışı ve arınmasından başka bir şey değildir.
47
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
"...psikanalizde bilim adamlarının çoğu, insan ruhunu üç
boyutlu olarak tanımlayıp kabul etmişlerdir. Çünkü ruh,
birbiriyle mücadele halinde olan çeşit çeşit tecellinin
karışımıdır, ruhtaki tecellilerin bu zıtlaşması ya da üç türlü
nefsin tezadı “temelli, manevi ve ebedî” olmasıdır."
Söz konusu ruhsal arayışların ilk tecellisi,
Kur’ân-ı Kerîm’den aldığı ilhamla şekillenmesidir. Kendini tanımak için ise ilk iş olarak bu yoldan gitmek gerekir. Böylece tasavvuf ve Kur’ân
arasında bir bağ kurmuş oluruz.
Kur’ân, genellikle insanın içi ile “nefs” kelimesini kast eder, bu sebeple Kur’ân’ın ayetleri
arasında bu kelimeyi arayarak, anlamlarını yorumlayalım:
Yûsuf sûresinin 53. ayetinde şöyle denmektedir: “Ben nefsimi aklamam. Çünkü nefis kötü
işleri yapmaya tahrik edendir. Meğer Rabbimin
esirgediği bir nefis ola. Rabbim bağışlayan ve
esirgeyendir.”
Kur’ân’da nefs-i emareye başka işaretler de
vardır. Nâziât sûresinin 40. ve 41. ayetlerinde;
“Her kim ki nefsani arzularının peşinden gitmezse onun mekânı cennettir.” müjdesi verilmektedir.
“Mirsâdü’l-ibâd”ın müellifi Necmeddin
Râzî, nefsani arzulara karşı koymayı bir zaruret
olarak görür ve insanoğlunun ancak bu yolla
cennete gireceğine, o dereceye ulaşacağına inanır. Bu kaide, sûfilerin eserlerinde tekrarlanır.
İslâm Peygamberinden nakledilen bir hadise
göre; “Nefis ile cihat, cihâd-ı ekber sayılmıştır.”
Sûfîler; şehvet, bedbîn, kötü düşünce, kötülüğü
isteme, dedikodu, iftira, kötü amel gibi davranışların çoğalmasını nefs-i emareden bilirler ve
bunların hepsini, insan nefsinin çocukları olarak
görürler.
Kur’ân’da nefisten söz eden başka bir mevzu daha vardır; fakat bu nefs-i emmâre değildir.
Kıyâmet sûresinin 2. ayetinde; ölülerin ve can
verenlerin yeniden döndürülüp yaratılacaklarından söz edildiğini görüyoruz. Nefs-i levvâme,
sadece kötü işleri emretmez. Aynı zamanda sahibini günah yükünü çoğaltmaktan alıkoyacak
kadar serzenişçi ve cihan Sultanı’nın huzurunda
kıymeti olan bir nefistir. Necmeddin Râzî şöyle
demiştir: “‘Zâlimun li-nefsihî’ ibâresinde nefs-i
levvâmeye işaret edilmekte ve bu ibâre Kur’ân-ı
Kerîm’in 18. sûresinin 35. ayeti ile 38. sûresinin
113. ayetinde anılmaktadır. Bu ayetlerin her
ikisi de, günahlarının farkında ve kendinden
şikâyetçi olan, Allah’tan bağışlanma dileyen
kimsenin affolunmasından bahsetmektedir.”
Necmeddin Râzî şöyle devam eder: “İmanlı ve
temiz bir gönle sahip kimselere, küfür ehlinin
işiyle hâllenmesinden ötürü zalim derler; çünkü
bunlar, aslında Allah’ın adamı olabilecek beden
ve ruhlarını yanlış yola sürüklerler, günahın karasını imanın nuru üzerine örterler ve eğer böyle
yapmasaydılar; Kur’ân’ın altıncı sûresinin 82.
ayetiyle Allah’a sığınıp o dünyada emniyette
olurlardı.
Buraya kadar, insani nefsin iki tecellisini
Kur’ân’ın dilinden okuduk. Üçüncü tecelliyi 91.
sûrede buluyoruz: “İnsanın nefsine ant olsun ki
onu öyle düzgün eğitti, günahlardan ve nefsin işlerinden sakınması için gönlüne ilhamlar verdi.”
Bu iki ayette, nefisle ilgili yeni bir mefhum ve
insan ruhunun başka bir tecellisi görülmektedir.
Necmeddîn Râzî, bunu ‘nefs-i mülhime’ olarak
tabir etmekte ve şöyle söylemektedir: “Bu nefis,
nefs-i levvâme ile mutmaine arasındaki bir mertebededir; ne ruhlar âleminde ön safta duranlarla uyumlu ne de üçüncü saftaki zalimlerin âlemi
ile hem-fikirdir. O, seçilmiş mü’minlerin ve
halk evliyalarının nefsidir. Ve ruhlar âleminde,
Hazret-i İzzet ile arasında bir vasıta, peygamberlerin ruhları ve seçilmiş evliyalara sunulan
isti’dâd olmaksızın, Hakk’ın ilhamıyla şereflendirilmiştir.”
Kur’ân’a göre insan nefsinin en yüce mertebesi ‘nefs-i mutmaine’dir. Bu nefsin belirtileri, Kur’ân’ın 89. sûresinin 28. ayetinde,
günahkârların pişmanlığından söz edilirken;
Allah, gönül bağını ve canını asla kendisinden
koparmayanlara şöyle der: “Ey dertsiz ve huzur-
48
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
lu nefis, Yaradan’a doğru dön, sen hoşnut isen
O da senden hoşnuttur.” Bu rûhânî olgunluğun
en yüce mertebesine nasıl ulaşılabilir? Arifler ve
Hakk yolunun erleri diyorlar ki; “Nefs-i mutmaine, ruhlar âleminde ilk safta olan peygamberlerin ve seçilmiş evliyaların nefsidir. İnsanın
varlıktan geçip söz konusu hitaba lâyık olacağı
bu nefisle nasıl savaşması gerekir? Bu, gerçekten
ağır bir yük ve zor bir iş.
Otoritelerin çoğu, nefsin mertebelerini
Kur’ân’ın bakış açısına göre üç kısma ayırmışlardır: Emare, levvâme ve mutmainne. Necmeddin
Râzî’nin hakkında fikirlerini belirttiği “nefs-i
mülhime”yi “nefs-i levvâme” olarak kabul etmişlerdir. Her hâlükârda bu üçlü yahut dörtlü ayrım, insanın ruhsal tekâmülünü ifadeden başka
bir şey değildir ve üç, dört yahut yüz merhale de
olsa sözün özünde farklılık meydana getirmeyecektir. Sadece bir hususu dile getirmek gerekir;
o da psikanalizde bilim adamlarının çoğu, insan
ruhunu üç boyutlu olarak tanımlayıp kabul etmişlerdir. Çünkü ruh, birbiriyle mücadele halinde olan çeşit çeşit tecellinin karışımıdır, ruhtaki
tecellilerin bu zıtlaşması ya da üç türlü nefsin
tezadı “temelli, manevi ve ebedî” olmasıdır.
Buraya kadar nefsin Kur’ân’da geçen anlamlarından söz ettik. Makalenin başında ariflerin
kendini tanıması (bilmesi) için Kur’ân’dan başka
bir kaynağın daha olduğuna ve bunun da kendi
içine dönüp araştırmak, zihnin en uç noktalarına ve mutasavvıfların deyimiyle gönlün akışına
yönelmek olduğuna değinmiştim. Kur’ân’dan ve
mutasavvıfların tefsirlerinden anlamlar çıkarıp
hükme varsak da mesele, bütünüyle onların içsel yolculuğuna bağlıdır. Her hâlükârda bu içe
dönüş ve adam akıllı düşüncenin bir araya gelmesiyle insan ruhunun tanınması, irfânî eserler
eşliğinde söylenebilir:
1. Allah yolundaki insan, evvelâ kendini tanımakla vazifelidir. Bu kendini tanıma/
bilme işinin ne kadar değerli olduğunu İslam
Peygamberi’nin dilinden söyleyelim: “Kim ki
kendini bilir, Allah’ı bilir.” Peki, kendimizi nasıl
tanımalıyız? Beni bilmek, kendim için şunları
bilmek değildir: “Adım nedir? Babam kimdir?
Nasıl bir görünüşüm var? Ne yerim? Ne giyerim?
Ne iş yaparım? Bunlar, maddî âleme bağlı bir tanımadır. Allah erinin kendini bilmesi, ruhunu
ve nefsini bilmesidir. Maddesel yaşamın belirgin
hâle gelmesi, bu tanıma işini gölgelemektedir:
Hicâb çehre-i cân mi-şeved gubâr-ı tenem
Hoş-âdemî ki ez-in çehre perde ber-fikenem
(Hâfız)
Bedensel sıkıntıları bir kenara atmak için
Allah eri, can çehresinden kendi varlık pınarını
aramaya gider:
Ez-kocâ âmede-em? Âmedenem be-her çi bud?
Be-kocâ mi revem âhir? Ne-nemâyi vatanem
(Mevlânâ)
Ve sözün vardığı yer:
Morg-ı bâğ-ı melekûtem nîm ez-âlem-ı hâk
Çend rûzî kafesî sâhte-end ez-bedenem
(Mevlânâ)
Acaba, azamet (yücelik) bağının kuşu olan
idrak sahibi kişi kendini bilen midir? Hayır. Bu
kuş, hayret verici bir varlıktır. Nasıl bir kuş olduğu hakkında Şems-i Tebrizî şöyle söyler:
“… Hattat, üç çeşit hat yazsın. Birini o okusun, başkası olmadan. İkincisini de o okusun,
başkalarıyla beraber. Üçüncüsünü ne o okusun
ne de ondan başkası. O sözü söyleyenin ben
olduğumu ne ben bileyim ne de benden başkası…”
Ve doğrusu Şemseddin, çok az kişinin okuyabildiği ve anlayabildiği bir (hat) yazı misalidir.
Manalarla dolu bu nükteli sözünü şöyle açıklar:
Bir yerin kapıcısı ona “Sen kimsin?” diye sorar.
Cevap verir: “Zor bir soru. Düşüneyim.” Bu
düşünmenin neticesi ‘ben yokum’dur. Eğer var
isem, Mevlâ’nın varlık görüntülerinden biriyim
yani hiçim. Düşünen her insanın, kendi varlığının kökenini araştırdığında şaşkınlığa düştüğünü ve bu hayret vadisinde arif (mutasavvıf ) ile
filozofun yolunun birbirinden ayrıldığını söylemek gerekir. Arif kendi varlığında, bedenine
hapsolan ve bu bedenden ayrılacağı için aslına
dönerek huzura kavuşan canını/ruhunu keşfeder. Fakat maddeci filozof canı, madde ve unsurların terkibiyle meydana gelen bir alamet olarak
bilir. O, maddesiz bir varlığa razı değildir ve bu
49
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
derbederlikten hiçbir kazanç elde etmediği gibi,
Ezel Nakkâşı’nın toprağı ‘eğlence mekânında/
dünyada’ onu nasıl süsleyecek, bilmez.
2. İkinci husus, tasavvuftaki derin algının
insan ruhu için göstergesi, başkalarının kültürü
ve tanınmasıdır. İran tasavvufî edebiyatının yazarları ve şairleri, insan ruhunun meşguliyetleri
ve eğitimlerinden çokça söz etmişlerdir. Keşfü’lMahcûb, Risâle-i Kuşeyriye, Tezkiretü’l-Evliyâ,
Mirsâdü’l-İbâd, Misbâhü’l-Hidâye, Senâî, Attâr
ve diğer şairlerin manzumeleri, hikâye ve nasihat türü eserlerde bu sözlerin örnekleri çoktur.
Fakat bu tür düşüncelerin zirvesini oluşturan
eser, Mesnevi’dir. Bu eserdeki hikâyeler, görünüşte sade ve avama hitap ediyor olsa da sonsuz
ve derin anlamlarla doludur. Mevlevî mektebi,
zirve ve en aşağısı arasında öyle keskin bir zekâya
sahiptir ki çok az okuyucu hikâyelerin düzeyine
ve neticesine dâhil olmakta zorlanır. Mesnevi’deki hikâyelerin çoğu, bu üst düzeydeki nitelikten nasibini almıştır; ama burada bir hikâye ile
işimiz var. İslâmî rivayet kitaplarında geçen bir
hikâyeyi Mevlânâ, Mesnevî’nin üçüncü cildinde
nazmetmiştir. Hikâyenin özeti şöyledir: Küçük
yaşta bir çocuk, kendini yukarıdan bir yerden ırmağa doğru atmış ve ırmağın kenarında kalmış.
Annesi her ne kadar kurtarmak için çalıştıysa
da başaramamış. Mevlânâ’nın naklettiğine göre
Hz. Ali’nin eteğine tutunur ve Mevlâ’nın izniyle
kurtulur:
Goft: tıflî râ ber-âver hem be-bâm
Tâ bebîned cins-i hod râ ân gulâm
Sû-yı cins âyed sebuk ze-ân nâvidân
Cins-ber-cins est âşık-ı câvidân
Ve çocuk böylece tehlikeden kurtulur.
Mevlânâ bu kıssa ile sözü, eğitimde zihinsel ortamların tesirine getirir ve eğitim psikolojisinin
temelini ele alır. Zihinsel ortamların uygunluğu
etki ve tepkiye sebep olur. Ve bundan dolayıdır
ki çocuk, annesi yahut öğretmeninden öğrenemediği pek çok şeyi kendi yaşantısından öğrenir.
Bu anlayış, aynı zamanda büyüklerin ilişkilerine
de mahsustur. İnsanlar arasındaki arkadaşlıklar,
samimi ve sağlam ilişkiler her yerde mevcuttur,
bu yakınlık kapı ve tahtanın bir olması gibidir.
“Şems, bu anlamsız dünyada, Mevlânâ ile karşılaşmadan önce ümitsiz ve üzücü zamanlar geçirmiştir. Kafa dengi ve yürek sızlatan bir dostun
hasretini çekmek, onunla görüşmenin sonsuz
mahrumiyeti, Şems’i yalvarıp yakarmaya yönlendirir. Şems’in sözlerinde şu tarz hususlar sık
sık tekrarlanır: “Kendinle konuşabilmek ya da
kendini onda görmek…” Ve başka bir bölümde
şöyle söyler: “Kim ki benden bir kelime işitse, o
Mevlânâ’nın bereketindendir.”
Tasavvuf ekolünde eğitim psikolojisi, sadece
bahsedilen anlayış kadar değildir. Dile getirilen
pek çok meseleden burada sadece birine değineceğim ve o da zihinsel uyum ve anlayışsızlıktır. Büyük mutasavvıfların maceralarında ve
tasavvufî kitaplardaki hikâyelerde geçen birtakım konular vardır: Bir baba, bir anne, bir öğretmen ya da yaşlı biri; bir çocuğun ve gençlik
ruhunun coşkularını anlamazlar. Şems-i Tebrîzî
bu meseleyi şuna benzetir: Ördek yumurtasını
evcil bir ördeğin altına koysunlar, civcivler yumurtadan çıkıp büyümeye başlarlar ve yüzmek
için -büyüklerinden görmelerine rağmen- ilk
defa suya girdiklerinde içlerinde bir korku duyarlar. Bu hikâyenin ardından, Şems’in babası
ile arasında nasıl bir mesafe olduğunu yine onun
sözlerinden okuyalım: “Ey baba, şu an benden
oluşmuş bir deniz görüyorum ve zannımca eğer
sen benden ya da ben senden isem, bu denizin
suyu iç içe; eğer öyle değilse evcil kuşların yanına
git.”
Mutasavvıflar, idrak yeteneği olmayan ve
telkin edileni anlamayanların durumlarından
bahsetmişlerdir. Bu noktada, pir ve mürşit, doğru yol göstermeyi ve rehberlik vazifesini ruhsal
etkileşimle gerçekleştirir. Müridi içten yok eder,
sonra yeniden binâ /var eder. Bu yeniden binâ
etme ayrı bir bahistir.
3. Tasavvufî eğitimde, ruhsal değişim ve kişinin yeniden binâ/var edilmesinin iki anlamı vardır. Biri, kendini yeniden inşa etmek diğeri ise
başkalarını yeniden inşa etmektir. İlk iş, müridin
ve salikindir. İkinci işten kasıt insân-ı kâmildir.
Fakat her iki meselede, yenilenme ve değişime
maruz kalan müritle işimiz vardır. Mutasavvıfların serüvenleri ve hâtıraları -doğru ya da yanlış olmalarından sarf-ı nazar ederek- şahsiyetin
yeniden yapılanmasıyla derinden ilgili rivayet ve
50
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
kıssalarla doludur. Ve bu yenilenme, Allah erinin
zihinsel ve ruhsal faaliyetlerinde yeni bir nitelik
kazanması ile yeni değerlere kavuşmasının dışında bir anlam taşımamaktadır. Günümüz psikologlarına göre; insan bir konudaki meşguliyeti
ya da bir arzu arayışı nedeniyle depresyona ve
sıkıntıya sürüklenir, kendinde yeni bir güç hissettiğinde bu düğüm çözülür ve yaşama fikrini
yeniden devreye sokar. Mutasavvıflar için bu
yeni yaşam, gözünün önündeki nurlu hakikatleri aramaktır. Mevlânâ; “Ölüydüm, yaşar oldum;
ağlamaklıydım, güler oldum.” diyerek feryat
eder. Hâfız, hayatın yenilenmesinden bahsederken şöyle söyler:
Dûş vakt-i seher ez-gussa necâtem dâdend
Ve ne-der-ân nîme-şeb âb-ı hayâtem dâdend
Eğer bu âb-ı hayât da neyin nesi diye sorarsak, cevabı yine Hâfız verir:
Bî-hod ez-şa’şa’a-i pertev zâtem kerdend
Bâde ez-câm-ı tecellî sıfâtem dâdend
Bu gazelin her beytinde pek çok tasavvufî
mazmun vardır. Sanki Hâfız’ın ruhsal ve psikolojik hayatının yenilenmesidir. Eğer onun şiirlerini şerh edenler, Riyâzet ve Kırk Makam Dağı
hikâyesi ile Takva Sahiplerinin Mevlâ’yı Rüyalarında Görme hikâyesini bu beyti şerh ederken
dile getirdiyseler doğru bir iş yapmışlardır. Bu
gazel, şüphesiz Hâfız’ın zihnindeki yenilenmenin ve onu yeni değerlerle, yeni bir hayatla tanıştıran keskin bir tabiatın neticesidir. Bu yeni
hayat, her an başka bir yeni hayata dönüşebilir.
Necmeddin Râzî şöyle der: “Fânî olan mutasavvıfı her an yeni bir varlık doğurur ve sonrasında
o, cezbe hâliyle yok olur. Bu yok oluşla, ulûhiyet
âleminde kendinden geçerek başka bir yolculuğa adım atar. ‘Allah, istediğini yok eder ya da
yaratır.’ Yani her an, yokluk ve varlık meydana
gelmektedir. Sûfî böylece iki bayram yapar: ilki
yokluk bayramı; ikincisi varlık bayramı…”
4. Diğer bir nokta ise mutasavvıfların eğitim
ilişkisinin insan ruhunu tanımakla aydınlanacağıdır. Tasavvuf kitaplarının yazarları, kişiliğin
olgunlaşmasının mertebeleri ve menzillerinin
deniz gibi olduğundan bahsederler. Makamların
durumu, aslında şahsiyetin olgunlaşmasında çeşitli basamaklardır. Her bir yol eri, daha ilk günden hakiki aşkın cezbelerini kendinde hisseder
ve bu aşkı tanımak adına süreklilik, olgunlaşma
ve değişim yoluna adım atmış olur. Eğer bu değişimde ruhun kalitesi geçici olursa ‘hâl’ denir,
ruhun kalitesi sürekli olursa ‘makam’ denir.
‘Hâl’in ebedî olmaması, Hakk’ın iradesiyle yüce
âlemlerden gönle inmesi sebebiyledir. ‘Makam’
salikin gayretleriyle ortaya çıkar ve salik, en iyi
makama ulaşıncaya kadar buna devam eder. Her
şekilde, makamlar ve hâller birbirine bağlıdır.
Sûfîlere göre, her makamdan bir sonraki makama ilerleyiş, şahsiyetin tekâmülüne mahsustur. Burada her makamın tabirlerini işlemeye ve
açıklamaya fırsatımız yok, çok kısa bir şekilde
önemli noktalara değinmeye mecburuz. Ezâddin
Mahmut Kâşânî ‘Misbâhü’l-Hidâye’ adlı eserinin bir bölümünü makamların şerhine tahsis
etmiştir. “Tövbe, vera’, zühd, fakr, sabır, şükür,
havf, recâ, tevekkül ve rızâ” olmak üzere on bölüme ayırarak açıklamıştır. Eğer sadece bu on mefhumu düşünüp tasavvufî manalarını incelersek,
Allah erinin olgunlaşma seyrini bu mefhumların
sürekliliğinde görürüz. Bu, ruhsal tekâmülün
seyridir. Örnek olarak; ‘vera’ ve ‘zühd’ makamlarını, ‘Misbâhü’l-Hidâye’ kitabındaki ibârelerle
mukayese edersek, kemâle erme yönünden bu
ruhsal değişimi algılarız. Bu kitapta ‘vera’, yasaklanan şeylerden nefsi korumak ve emredileni
yapmaktır. Aynı mefhum, ‘zâhit/dindar’ kelimesi ile anlatılır; fakat ‘zühd’ dünya malına rağbet
etmemek ve dünyanın bütün maddiyatından
yüz çevirmektir. Eğer insanın kişiliği, tekâmül
derecesine erişmemiş ise kendini dinî yasaklardan uzaklaştırmadığı açıktır, tabiat olarak dünya
malından vazgeçmek onun için mümkün değildir ve aslında salik, ‘vera’ makamına erişmemişse
‘zühd’ anlayışına sahip olamaz. Başka bir deyişle
‘vera’, ‘zühd’e giriş ve ‘zühd’, ‘fakr’a giriş, ‘fakr’
ise ‘sabr’a giriştir ve bir makamdan üstteki diğer makama geçiş esnasında, ruhsal bir değişim
gerçekleşir.
Mutasavvıfların eğitimi bahsi, insan ruhunu
tanımakla son bulmaz. Bu bahsi, kısa bir makaleye sığdırsam da asla deryayı testiye sığdırmayı
istemedim. Sadece bu derin ve gümüş renkli deryanın suyundan bir testi alıp hediye getirdim.■
51
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Din psikolojisi açısından tasavvuf şiiri
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
“Din psikolojisi yüksek düzeyde tasavvuf anlamına gelir!”’
Muhammed İkbal
P
sikoloji, insan, çevre ve davranışları
inceleyen bir bilim dalıdır. Günümüzde bu, daha çok davranış bozuklukları
üzerine inşa edilen bir bilim hâline getirilmiş ve
buradan, ruhsal hastalıkları tedavi yöntemleri
geliştirilmiştir. Panikatak, şizofreni, çeşitli depresif olaylar gibi hastalıklara çözümü son birkaç
asırdır hep psikologlar araştırmışlardır. Psikologların genelde ruh ve sinir hastalarıyla uğraşmasındaki amaçları, davranış bozukluklarını
duygunun iticiliğinden alarak aklın ve ruhun
kontrolüne vermek içindir. Bu, hayat dokusunun belki bir gereğiydi. Bir ilim dalı, müspetin
seyrini bozmaz, ama menfiyi düzeltebilmek için
çareler üretir. Psikolojinin de ana hareket noktası bu olmuştur ve doğal bir sonuçtur.
Böyle bir oluşumun içerisinde dindarlığın
psikolojik sebepleri üzerinde duran Batılı bilim
adamları, iman ve akıl gelgitlerinde belirleyici
faktör olarak din psikolojisini geliştirmişlerdir.
Bu alanın öncülerinden Amerikalı Psikolog ve
Filozof William James (1842-1910) din psikolojisinin temellerini attı. William James, ‘Dini
Tecrübenin Tenevvürleri’ adıyla yayımlanan
eserinde dinî edebiyat, şiirler, biyografiler, vaazlar ve dua kitapları, mistikler üzerine anketler
ve incelemeler yaptı. Ancak onun bu alandaki
çalışmaları Hristiyan teolojisine göredir. Bu
Beden ve ruh gibi
iki ana cevherden
oluşan insanın,
ruhu bedenin
emrine vermek
yerine, bedeni
ruhun kontrolünde
kullanmayı esas
alan bu anlayışın
yaygınlaşması,
yerleşmesi ve
ciddi bir iman
disiplini hâline
gelebilmesi için
çoğu mutasavvıflar
şiiri önemli ve hatta
vazgeçilmez bir
vasıta yapmışlardır.
52
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
bakımdan bu çalışmaları yürüttüğü dönemde
ciddi eleştiriler de aldı. Hristiyanlığın manastır
hayatı, onun çalışmalarını besleyen malzemeler
verse de, nihayetinde beşerî bir dinin uhrevi geleneği bu konuya ne kadar izin verecekse o kadarla sınırlı kalacaktır.
Bu meselenin Batı’daki mazisinin yeni olmasına rağmen, İslam düşünce tarihinde, felsefenin
içinde kümelenen din psikolojisi, ‘kelam ilmi’
yoluyla sürekli hayatın seyrini ‘itikat esasları’
çerçevesinde yorumlamayı ihmal etmemiştir.
Bu, tevhit anlayışının ve insanlardaki kabul tarzının incelenmesini esas alan bir çalışma alanıdır.
Tevhit nedir? Tevhit, insanda varlığın birliğine yani Yüce Yaratıcıya yönelişi işaret eder.
Tevhit’e varışta Mevlana bilgiyi, Yunus ise irfanı
kullanır. Psikoloji son asırda felsefeden ayrılarak müstakil bir ilim hâline gelmeye başlayınca, onun hareket noktasını oluşturacak tecrübenin dinlerin var olduğundan bu yana sosyal
hayatın seyri içinde devam ettiği bilinmektedir.
Pozitivist düşünce dinî hayatı dışlayarak tabiat kanunlarıyla hayatın yorumunu ve yönlendirmesini yapmak istemiştir. Din adamları -ki
bunların tamamına yakını Yahudilik, Hristiyanlık, Budizmdir- dinleri kendi kutsalı içerisinde
dokunulmaz hâle getirerek tartışma dışında tutmuşlardır. İslamda bu öyle değildir, Kur’an’ın
sık sık ‘aklınıza danışın’ buyurması, akıl yoluyla
dinî tecrübenin kazanılabileceğini göstermiştir.
Biz, meselenin detayına girmeden, din psikolojisinin tasavvuf şiirini nasıl etkilediğini, ya
da oluşturduğunu tartışacağız. Muhammed İkbal, ‘Din psikolojisinin yüksek düzeyde tasavvuf
anlamına geldiğine’[1] işaret eder. Bu yaklaşım,
psikolojinin dinî cephesiyle doğrudan tasavvufla ilgili oluş gerçeğini gösterir. Bu anlama
nasıl kavuşur? Eğer bir davranış biçimi insanın
ruhunda hassasiyet pınarlarını kanatıyorsa, doğal olarak insan, kurtuluşu isyanda değil, teslimiyette arayacaktır. ‘Din psikolojisi, tekâmülcü
ve genetik (oluşumlu) bir yol takip eder. Din şuurunun hangi şartlar ve amillerle geliştiğini, yaşayıp zayıfladığını ve yayıldığını inceler. Psikolojide
ideal duyguların (din, ahlâk, sanat gibi) tekâmül
şartları ile din şuurunun şartlarını karşılaştırarak
aynı sonuca varmaya çalışır.’[2] Bu aynı sonuç,
doğal olarak insanı tasavvufa götürecektir. Çünkü tasavvufun gayesi de tekâmül esasına dayanır. ‘Nefsin Mertebeleri’nin, ‘Nefsi Emmâre’den
‘Nefsi Kâmile’ye giden basamaklarında hep bu
kaygılar yok mudur? Bunlardan anlaşılan odur
ki, psikolojide kutsalın varlığını dinî tecrübe
ile kavrayan insan, vahyin kendisine bahşettiği
ilahî uyarılarla, çok daha sağlıklı bir kapıya yönelmiş olacaktır bu kapı da tasavvuftur!
Tasavvuf, ilahî buyrukları şartsız kabul eden
ve onun disiplinine kendisini teslim eden insanların oluşturduğu bir dinî hayat anlayışıdır.
Görünen bir dünyada görünmez’in idrak ve kabulünde tasavvuf yol açıcıdır. Bilginin, akıldan
ziyade imanın şuuruyla oluşmasını esas alır. Bu,
din psikolojisi açısından, şeyh-mürit ilişkisinde
bir sistemin oluşmasını sağlar. İnsanlar burada
davranışlarını kontrollü bir şekilde oluştururlar.
Dini Tecrübenin Dışa Vurum Problemi’nden
söz eden Dr. Ahmet Bayraktar, meseleyi şöyle
anlatır:
“Felsefî bir kavram olan dışa vurum, ruhî
olayların belli işaret veya tasvirlerle yansıtılmasını, bir başka ifadeyle, insan ruhunun algılanabilecek biçimde kendini dışa yansıtmasını
ifade eder. Bu kavramdan hareketle kuramını
oluşturan ekspresyonizm yani dışa vurumculuk, olayların, varlıkların gerçekten olduğu
gibi değil de sanatçının iç dünyasına göre anlatılması anlayışına dayanan bir sanat akımıdır.
Din Psikolojisi’nin ana konularından biri olan,
hatta Din Psikolojisi’nin bilimsel sınırlarını zorlayan ‘dinî tecrübe’nin dışa vurumu problemi,
ekspresyonizmden farklı olarak, tecrübe edilen
varlığın ontolojik gerçekliğinden kaynaklanır.
Sanatçı, karşılaştığı fizikî gerçekliğe kendi
ruhundan hareketle fizikötesi bir anlam verme
çabası içerisinde olurken, dinî tecrübeyi yaşayan
dindar, varoluş açısından hem içkin hem de
aşkın olan Hakikat’i ifade etmek üzere kendi
fizikî gerçekliği ile yüz yüze gelmek zorundadır.
Çünkü “algılar, kişiler tarafından anlamlı bü-
1. Âsif İkbâl Han, James ve İkbâl (Din Psikolojisi’ne Yeni Bir
2. Osman Pazarlı Din Psikolojisi Remzi Kitabevi, İstanbul
1968 s.67.
Yaklaşım), çev. Ahmet Albayrak, İkbâl’in Düşünce Dünyası
içinde, İstanbul 2004, s. 216.
53
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
tünler haline getirilmektedirler.”[3]
Algıların anlamlı bütünlüğe taşınırken insanın gönlü burada bir laboratuvara dönüşür ve
rahmani özellik kazanın ilhamın pınarlarından
bu defa duyguların şekillenmiş, hatta teganniye
müsait hâle gelmiş mısraları peş peşe sıralanır.
Bunu “Aslında bir mana da tasavvuf da tek başına bir şiirdir.”, diyen Mahmut Erol Kılıç, ‘Sûfî
ve Şiir’ isimli eserinde şöyle anlatır:
“Bilineceği üzere ‘Sûfîlik” veyahut “Tasavvuf” adı verilen bu düşünce mektebi İslam dininin deruni yönünü esas alıp onun dışa vuran
yönlerine bu deruni yöne mutabakatı oranında
önem atfeden bir irfan mektebidir. Bakış açısı
içten dışa doğru ve yukarıdan aşağıya doğrudur.
Her konuya bakışları böyle olduğundan bu bakış
açısına sahip olanlar ‘ edebiyat’ ve ‘şiir’ olgusuyla da sadece varlık planında zuhur edişlerinden
itibaren ilgilenmezler. Bilakis şiirin, daha şairin
iç âlemindeki zuhur etmemiş hâlinden ilk inficarla (suyun yerden fışkırması gibi) doğarak dışa
vurmasına kadar geçen evresiyle birinci elden ve
doğumdan sonraki aşamalarıyla ikinci elden ilgilenmek suretiyle tabir caizse konunun bütün
dikey tarihiyle yakından ilgilenirler. Aslında bir
manada tasavvuf da tek başına bir şiirdir; dine
coşku, anlam, ritim katmak suretiyle onu şiirsel
kılar.”[4]
Tasavvuf, bu dinî tecrübeyi, sadece inanma
çerçevesinde tutmayarak davranış ve amellerinin bütünlüğüne dönüştürür. Beden ve ruh gibi
iki ana cevherden oluşan insanın, ruhu bedenin
emrine vermek yerine, bedeni ruhun kontrolünde kullanmayı esas alan bu anlayışın yaygınlaşması, yerleşmesi ve ciddi bir iman disiplini
hâline gelebilmesi için çoğu mutasavvıflar şiiri
önemli ve hatta vazgeçilmez bir vasıta yapmışlardır. Bu konuyu irdeleyen, Muhammed İkbal,
‘insan’ın, her şeyden önce bir kimlik ve bir kişilik olduğunu söyler ve onu ‘ene (benlik)’ hâliyle
yorumlarken şunları söyler:
“Ene (insan) karışık bir muhitti yaşamak
zorundadır. Hâlbuki kendisini kuşatan eşyanın
davranışına bakarak ona bir nevi garanti teşkil
edecek bir sisteme bağlanmadan hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Bu bakımdan muhiti bir sebep engelleyici sistem olarak görmek ene
için zarurettir. Hakikati Mutlak’ın (Allah’ın)
nihai ifadesi değildir. Gerçek, tabiat âlemini
böyle izah etmek suretiyle ene, kendi muhitini
anlayıp tasarrufu altında alır ve bu şekilde hürriyetini elde eder ve genişletir. Bu şuurlu davranışın hürriyeti Kur’an’ı- Kerim’in beyanında teyit
edildiği gibi, ene faaliyeti nazariyesine göredir.
Bu noktaya kesin ve açıklıkla işaret eden ayeti
kerimeler vardır:
“De ki, ‘o’ Kuran Rabbinden gelen bir haktır.
Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” [5]
“İyilik ederseniz o iyiliği kendinize etmiş
olursunuz, kötülük de ederseniz o kötülüğü yine
kendinize etmiş olursunuz.” [6]
Hakikati hâlde İslamiyet insan psikolojisinin çok mühim bir keyfiyetini kabul etmektedir. Yani, hareket serbestisinin artıp eksilmesini
muhafaza endişesi, enenin hayatında daimi ve
eksilmeyen bir amildir.” [7]
Burada Yaratıcı ve insan ilişkisi, ortaya çıkıyor. Yüce Yaratıcı insanı yaratmış ve ona hareket
serbestisi vermiştir. İkbal’in insan psikolojisine
dayandırarak işaret ettiği de budur. Ancak, o
serbestliği Yaratıcı’nın çizdiği sınırlar içerisinde kullanmasını da öğütlemiştir. Yukarıdaki
ayetler buna işaret etmektedir. Eğer kul, buna
uymaz da ilahî sınırların dışına çıkarsa, bedelini
ödeyecektir.
Biz burada İslam tasavvufunun iki önemli
isminin ‘Allah-kul’ ilişkisi açısından insana bakışını konu edineceğiz. Bunlardan birisi belki
de en önemlisi Mevlana Celaleddin Rumi’dir.
Eserlerinin önemli bir kısmını şiir diliyle oluşturan Mevlana, Mesnevisi’nde Allah-kul ilişkisinden söz ederken, “Ben bende değil, sende de
hem sen, hem ben, / Ben hem benim, hem sensin,
sen de benim / Bir öyle garip hâle bugün geldim
ki, / Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim”
der. Bu, mısralar Mevlana’nın davranış psikolojisini en iyi yansıtan bir ana malzeme durumundadır. İbni Arabi’nin (muakkibi) takipçisi olan
3. Milel ve Nihal dergisi, Haziran 2005, C.2, S.2. s.69.
4. Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, İnsan Yayınları İstanbul
5. Kehf, 18/29
6. İsra; 17/5
7. -(Muhammed İkbal, İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden
2011, s. 11.
Doğuşu, çev. Sofi Huri), Türkiye Pakistan Kültür Cemiyeti
Yayını, İstanbul 1964, s.126.
54
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Hazret, Hallacı Mansur’un ‘Entel Hak (ben
hakkım)’ düşüncesini bu şekilde dillendirirken
‘Vahdet-i Vücut’ anlayışına bağlı olduğunu ifadelendirmektedir. Tabii, Mevlana’nın psikolojik
analizini yapabilmek için sadece bu mısralarıyla
ona bakmak doğru değildir. Bunlar bir ipucu
vermek bakımından önemlidir.
Yeri gelmişken, onun beşerî davranışının
yansıtılmasında mutlaka ‘sema’nın da bir yeri
olmalıdır. Çünkü sema, aşkın vect hâlini alması ve hatta fenafillah (Allah’ta yok oluş) mertebesine çıkacak kâmil insana, kendi ekseninde
dönerken ‘bir’lik fikrini benimsetmesi esasına
dayanır. Günümüzde gösteri sanatına dönüştürülen sema, aslında bir ortak zikir hâlidir.
Postnişin ve müritler ‘Hak’tan aldıklarını ‘halka’ verirken bir teslimiyetin deruniliği içerisinde
Allah’la bütünleştiklerine inanmaktadırlar.
Bundan söz ederken biraz daha ilerilere giderek
meseleye bakmak gerektiğine inanıyorum.
Çünkü Rabbiyle kontak hâlinde olan insan, Sadece Müslüman olduğu için değil, insan olduğu
için bunu yapmaktadır. Dinler, bu tür disiplinleri kendi sistemleri içerisinde şekillendirirler.
Mesela beşerî bir din olan Budizmde insanın
kurtuluşu sıkı bir riyazet ve züht hâlinde arar.
Onlar yoga dediğimiz toplu trans hâlini bunun
için uygularlar. T. S. Eliot; “Yunan tiyatrosu dinî
ayinlerden doğmuştur.” der.[8] Bu, psikolojik bir
yaklaşım olarak irdelenebilir. Çünkü bu tiyatrodaki tiratlar hep manzumdur, yani kendi şartlardı içerisinde şiirdir. Aktörler, karşılarındaki
insanların kabul anlayışlarına göre konuşmak
zorundadırlar. Tanrı’ya sığınma duygusuyla gelen bir insana, sen kalkar ilahi yerine, şarkı söylersen, bu tepki alır. O, sosyal ortam bir ayinse,
daha sükûnetli, daha duyarlı, daha teslimiyetçi
bir dil kullanacaksın. Burada tiyatro yazarı toplumun sosyal psikolojisini dikkate almak zorundadır.
Bu dikkate alış da insan ‘psikoloji’nin şiirle
oluşturulan sükûnet ve kendini verişin nirengi noktasında yer alması gerektiğini gösterir.
Daha da önemlisi, ayin için tiyatronun seçilmiş olması, bir kişi ya da bir grubun sahnedeki
8. T.S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (çev. Sevim
Kantarcıoğlu) Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara 1983,
s. 190.
gösterisine, bu temsili izleyenlerin aynı duygu
bütünlüğü içine çekilmesine ve böylece bir aynı
ritüelinin bir cemaat şeklini almasına zemin hazırlayacaktır.
Bir yakıştırma ya da benzerlik işgüzarlığı
yapmadan, günümüzde semayı böyle bir davranış biçimiyle mukayese edebilir miyiz? Her ikisinde de vect arayışı bir hareketin ritmine bağlı değil midir? Burada sosyal psikoloji devreye
girmekte ve insanlara topluca bir anlayışta birleşmeleri yolu açılmak istenmektedir. Bu davranışların altındaki ana maksat, ruhun terbiyesi ve
hidayete doğru yönlendirilmesidir. Çünkü din
sadece sosyal bir yöneliş ve oluşumu oluşturmaktan önce, ferdî bir hayatı Allah’ın rızasına
uygun hâle yönlendirmektir. Bu yönlendirme
biçiminde dinlerin telkin ve tebliğ metotlarında
bu tür farklılıklar olacaktır. Bu, sosyal şuurun
şekillenmesi için her toplumun algılama kabiliyetiyle ilgili bir zarurettir.
Şimdi Mevlana’nın çağdaşı Yunus Emre’ye
bakalım biraz da:
“Söz karadan aktan değil yazıp okumaktan
değil / Bu yürüyen halktan değil Halik âvâzından
gelir” diyen Yunus, şiirinin kaynağının nereye
dayandığını göstermesi bakımından bu beytin
özel bir önemi vardır. Yani şiirinin zıtlıklardan,
okuyup yazmaktan, halkın söylediklerinden,
hatta kendisinin yazdıklarından değil, Allah-u
Teâlâ’nın nidasından geldiğini söyler. O, ‘Yaratılanı severim Yaratandan ötürü’ derken de insanların renk, dil, din ayrılıklarını bir kenara iterek
bütün insanlığa bir gözle bakmayı öğütlemektedir. Onda, insanın kendinde yaratılış hikmetini
idrak etmesi esastır; “Dövene elsiz gerek / Sövene
dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş
olamazsın” diyen şair, talip olmanın sınırlarını
çok net bir şekilde çizer. Bu davranış psikolojisi
aslında enaniyetiyle hayatı kucaklayan insanlar
için çok zor bir fedakârlık talebidir. Şair böyle bir şablonla da yetinmez; “Söz ola kese savaşı
/ Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Yağ
ile bal ede bir söz” diyerek beden diliyle kalbin
dilini birleştirmek istemiştir. Bunların davranışlarımıza oturtulması için daha önemli bir gerçeğe işaret eder: “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani
bunun ilk sahibi / Mal da yalan mülk de yalan,
/ Var biraz da sen oyalan” Yunus demek istiyor
55
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ki; eğer bir insan hayatın oyalanmadan ibaret,
bir temelsiz macera olduğunu fark edebilirse ve
geçmişten mal mülk peşinde koşanların onun
ilk sahibi olamadıkları gibi son sahibi de olamayacaklarına hatırlatır ve ‘dikkat et, bu dünyevi
tuzağa düşme’ uyarısında bulunur.
Şimdi burada, dikkate alınması gereken bir
noktayı işaret edelim: Mevlana;
“Men bende-i Kur’anem, eger can dârem /
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem / Eger
nakl kuned cüz’in kes az güftârem / Bizârem ez u
vez an suhan bîzârem”
Yani, “Bu canım var oldukça ben Kur’an’ın
kölesiyim,/ Muhammed Mustafa’nın yolunun
tozuyum, / Benden bundan başka bir söz
nakleden olursa, / Onu söyleyenden de
şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim.”
Yunus Emre de; “Yunus’un sözü şiirden amma
aslı kitaptan /Hadis ile denene key bil sadık olmak gerek” Yani “Yunus’un şiir olan sözünün
aslı kitaptan ve hadistendir ve ona da sadakatle
bağlıdır.”
Bu ifadeler, şairlerin söylediği sözlerin vahdaniyet şuuruna bağlı olduğunu, bunların o
çizginin dışına taşırılmaması gerektiğini işaret
etmektedirler. Aslında eşyanın tahakküme dönüşen kuşatmasından kurtulmak isteyenler için
bu sözler, birer uyarıcı işaret taşlarıdır. Burada
şunu da unutmamak lazım; tasavvufa intisap etmiş bir insan hangi dergâha bağlı olursa olsun,
mutlak bir ruh disiplini içindedir ve kendisini,
bu kuşatıcı ilahî otoritenin dışına taşıyamaz.
Onları manevi huzura götüren ve hayatın zikzakları içinde şükretmeyi öğreten de budur.
Din psikolojisi bu meseleleri irdelerken;
beden-ruh, akıl-iman, nefis-rıza, kul-Rab ilişkisinin artıları ve eksileri üzerinde durabilir, ama
burada galip gelen birinciler değil, ikincilerdir.
Kulu, bedenin tutsaklığından kurtulmuş ruh,
aklın tuzağından çıkmış iman, nefsin ihtiraslarını yenmiş rıza ve Rabbinin emrine vermiş bir
teslimiyet hidayet kapısına götürecektir.
Sonuç itibariyle, şiir duyguyu inşa edici bir
malzeme ise, şairin söylediği, insana fıtratının
beslendiği kaynağı hatırlatmalıdır. Günümüzün
insanı çözülmüş bir kültürün mahsulü durumundadır. Modern insanın psikolojik çıkmazları onu parçalanmış hâle taşımıştır. Kendi iç
bütünlüğünden uzaklaşarak ve hatta eşyalaşma
durumuna sürükleyecek bir yapıya taşımıştır.
Böyle bir tehditten kurtulmanın yolu, şiiri dinî
muhtevası içerisinde düşünüp, şiirin dini değil,
dinin şiirini yazacak dikkati yakalamaya bağladır. Bu, sağlıklı dinî kural ve kaideler içindir.
Bu bakımdan Müslüman şairler her zaman şanslı olmuşlardır. Çünkü Batı şiiri, böyle bir dinî
muhtevaya sahip olmadığı için şiiri şahsileşmiştir. Buna rağmen, Eliot, “Hristiyanlık olmaksızın Avrupa’nın gelişmesini düşünmek mümkün
değildir.”[9] der. Çözülmüş bir dinin esaslarına
bağlanmayı bir medeniyet ve hatta bir kültürel
değer algısı olarak gören bu anlayışın karşısında,
Müslüman şairin daha duyarlı ve daha tavırlı olması gerekmez mi?
Mevlana’yı ve Yunus’u var eden işte bu duyarlılıktır. Tasavvuf kendi sınırlarını çizerken kapılarını bütün insanlar için açık tutmuştur. Hani
Mevlana’ya ait olmadığını düşündüğümüz, ama
onun öğretisine ve temsil ettiği tasavvufi düşünceye uygun düşen, “Ne olursan ol, yine gel, ister
putperest, ister Mecusi, istersen tövbeni bin kere
bozmuş olsan yine gel, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.” görüşü bu açık kapının bir
davetiyesi gibidir.
Burada bir noktanın da altını çizmek istiyorum: Tasavvuf hayatında şiire atfedilen misyon elbette bu iki isimle sınırlı değildir. Tasavvuf edebiyatında temayüz etmiş, etkileri İslam
dünyasının hemen her tarafına ulaşmış, yani bir
anlamda İslam coğrafyasında ortak duygunun
temsilcisi olmuş bu iki isimle yetinmemiz, çalışma alanımızın darlığından kaynaklanmaktadır. Aslında bu, müstakil bir kitap olacak kadar
önemli ve yaygın malzemeyi ihtiva etmektedir.
Umarız, din sosyolojisi üzerinde çalışanlar, günümüzün şiirini de bu işin içine katarak böyle
bir değerlendirme yapabilirler.
Bugün elimizde Hz. Ali’den başlayarak günümüze kadar divanlarıyla gelen çok sayıda
sufi şair vardır. Bunların insanlığın yönelişine
sağlayacağı birikimleri ihmal edilmemelidir. İnsanları bir ortak nokta etrafında toplayarak bir
kurtuluş kapısı açacaksak buna ihtiyaç var diye
düşünüyorum…■
9. T.S. Eliot, age. s.71.
56
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Yunus Emre'de "ben"in hâlleri
MUSTAFA ÖZÇELİK
Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri
Yunus Emre
Yunus’un bir
sufi olduğu
düşünülecek
olursa
şiirlerindeki
“ben” kelimesini
daha çok “benlik/
nefs” anlamında
kullandığı
görülür: Çünkü
onun “olmak”
adına en büyük
kavgası bu oluşu
engellemeye
çalışan nefisle
gerçekleşmiştir.
Y
unus Emre’nin şiirleri sadece estetik
haz almak için okunacak edebi metinler değildir. Biz onlarda aynı zamanda dini, sosyolojik ve psikolojik unsurlar,
çözümlemeler de görürüz. Böyle olması da son
derece doğaldır. Zira, tasavvufun en temel meselesi insandır. Buna bağlı olarak da bir sufi şairin
eserlerinde bu anlamda çok zengin bir malzeme
bulunur. Bu malzeme içerisinde ise bazı kelimeler özellikle dikkati çeker. Söz konusu olan Yunus Emre ise bu kelimelerin başında “ben” kelimesinin geldiğini söylemek gerekir. Bu kelime,
Yunus’ta çok zengin anlamlar taşır. Bu yüzden
sadece bu kelimeden hareketle hem Yunus’un
şairlik tarzını hem anlatma biçimini, şiirlerinin etki gücünü anlamak mümkün hale gelir.
Dolayısıyla onun şiirlerini psikolojik bağlamda
anlamanın en iyi yollarından biri bu kelimeyi
farklı anlam çağrışımlarıyla birlikte anlamaktır.
Öyleyse önce “ben”den söz edelim.
1.Ben’in yalın hali
“Ben” kelimesi gramerde kişinin kendi adının yerini tutan bir zamirdir. “Ben” diyen biri
57
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Can içinde iki ayrı varlık gibi görünen ben ile sen, kişinin
ben’i benlikten (neftsen) uzaklaşıp şahsiyet (kendini
bilmek) sürecine girildiğinde bu ayrılık sona erer. Çünkü
Yunus’a göre ilim insanın öncelikle kendini bilmesi, kendi
ben’i hakkında bir doğrusal bilgi ve bilince sahip olmasıyla
gerçekleşir.
öncelikle “kendinden” söz ediyor demektir.
“Ben yürürürüm yane yane”, “Ben yanarım dün
ü günü, “Ben dostıla buluştum cevlân kayusı değil… gibi söyleyişlerde Yunus, sözü söyleyen kişi
olarak kendinden bahsetmektedir. Yani 1. Tekil
kişi konuşmaktadır bu söyleyişlerde. Peki, kişinin “ben” diyerek söze başlaması ne katar bir
metne? Şimdi de ona bakalım.
Gerek şiirlerde olsun gerekse roman, hikâye
gibi diğer anlatı türlerinde 1. tekil anlatımı son
derecede önemlidir. Zira “ben” zamiriyle kişinin
kendisinden bahsediyor olması sözüne her şeyden önce “kendilik” buna bağlı olarak da “samimiyet” katar. Böylece okuyanın yahut dinleyenin
şiirle kolay bağ kurmasını, o metinde anlatılanlarla bütünleşmesini sağlar. Zira okuyucu/dinleyici “ben” kelimesiyle kendini o “ben”in yerine
koyma imkânı bulur. İşte kelimenin bu şekilde
kullanılması onun yalın hali olarak görülebilir.
2-Ben’in benlik hâli
“Ben” zamiri gramerde kişinin kendi adının
yerini tutmakla birlikte Psikolojide ise “egonun”
yani “İnsanın kendine özgü ruhsal ve bedensel
bütünlüğünün ve bunun zihinsel algılanışının
genel ve soyut adı”dır. Bu yüzden “Ben”i takip
eden kavram “benlik” olur. Benlik kavramı ise,
bireyin kendine ilişkin bilinçli algılarından oluşmaktadır. Buna göre “ben” kişinin kendini ifade
ve tanımlama biçimi olurken “benlik” ise “kendini konumlandırmadır. Kendini yeryüzünde
konumlandıran insan ise “ben” olmaya bir anlam ve değer yükler. Bunu “şahsiyet” olarak gerçekleştirebileceği gibi kişiyi sadece kendi beni’inin istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmeye
yönelten “bencillik” olarak da gerçekleştirebilir.
Böyle olduğunda da kişi, yaratıcı ile olan aidi-
yet bağını koparır. Hayat içindeki maceramız
bu yüzden bencillikle şahsiyetin kavgası şeklinde devam eder. “Ben” bu bağlamda “nefsi” ifade
eden bir kelimeye dönüşür. Yunus’un bir sufi
olduğu düşünülecek olursa şiirlerindeki “ben”
kelimesini daha çok “benlik/nefs” anlamında
kullandığı görülür: Çünkü onun “olmak” adına
en büyük kavgası bu oluşu engellemeye çalışan
nefisle gerçekleşmiştir.
Yunus Emre, işte bize kendi şahsi tecrübesinin ışığında yani kendi ben’i etrafında böyle
bir hikâye anlatır. Bu yüzden Yunus bir “ben”
şairidir. Şiirleri aslında Yunus’un biyografisidir.
Bunlarda bir insan vardır. Bu insan yani Yunus,
insana özgü bütün halleri yaşar. Sevinç, üzüntü,
yalnızlık, aşk ölüm, korku, endişe, isyan, kararsızlık, çelişki, iman, ihlas, teslimiyet, aşk…
gibi insana özgü her hal bu şiirlerin ana temalarıdır. Yunus Divanı baştan sona okunduğunda
“hamlıktan olgunlaşamaya” evirilen insan olma
sürecinin bütün hallerini görürüz. Nitekim mücadelenin sonunda “Taptuk’un tapusında/Kul
olduk kapusunda/Yunus miskin çiğ idik/Pişdik
elhamdülillah” diyecektir.
Fakat bu pişme, olgunlaşma kolay olmamıştır. Tarık Buğra’nın ifadesiyle söyleyecek olursak
“Yunus Emre’nin biyografisi, en kanlı savaşlardan
daha trajik bir çatışmanın hikâyesidir.” Bunda
Yunus’un şahsi savaşı kadar yaşadığı devrin şartları da etkili olmuştur. Yani bu savaş bir yandan
Yunus’un içinde cereyan ederken aynı zamanda
dışarıda da devam ediyordu. Kısaca ifade etmek
gerekirse bu dönem çok yönlü bir çatışma ve
kargaşa dönemiydi. Sosyal, siyasi ve ekonomik
sıkıntıların yanında psikolojik, sosyal ve itikâdi
problemler de vardı ve Yunus bunlarla da yüzleşmek zorunda idi.
58
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
3-Ben’in senlik hâli
“Sen” zamiri “ben”in karşısındaki varlığı insanı karşılar. Mesela “Ben dervişem diyenler haramı yemiyenler” mısraında böyle bir söyleyiş vardır. Fakat faniye takılıp kalmayan Yunus çoğu
şiirlerinde bu kelimeyi Cenab-ı Hak manasında
da kullanır. Fakat bu hemen olacak bir şey değildir. Çünkü işin başında “ben” ile “sen” ayrıdır:
ahi
Canım bir gözsüz can idi içi dolu sen ben idi
Duttum miskinlik eteğin ben menzile yitdüm
Can içinde iki ayrı varlık gibi görünen ben
ile sen, kişinin ben’i benlikten (neftsen) uzaklaşıp şahsiyet (kendini bilmek) sürecine girildiğinde bu ayrılık sona erer. Çünkü Yunus’a göre ilim
insanın öncelikle kendini bilmesi, kendi ben’i
hakkında bir doğrusal bilgi ve bilince sahip olmasıyla gerçekleşir. İlgili söyleyişlerini hatırlayalım: “İlim ilim bilmektir/İlim kendini bilmektir/
Sen kendini bilmez isen ya nice okumaktır.”.
Elbette mesele burada bitmez. Şiirin devamında “Okumaktan mana ne/Kişi hakkı bilmektir.” Sözü ben’i benlikten uzaklaştırana Hakk’ı
yani sen’i bilme noktasına getirir. “Al gider
benden benliği/ Doldur içime Senliği/ Dirliğinde
öldür beni/ Varıp orda ölmeyeyim” niyazı bu sebeple yapılır.
Böylece Ben, sen’in bilgine ulaşıp onunla
iletişim kurar. Bu yolda engel oluşturan çemberi benlik/nefs çemberini kırarak sen’e (Allah’a)
açılır. Sürecin böyle devam etmesi gerekir. Çünkü ben, ancak senle var olur ve anlam kazanır.
Sen (Allah) yoksa ben (kul) da yoktur. Asıl olmazsa gölge de (tecelli) de olmaz. Asıl (Yaratıcı)
olduğuna göre Yaratılan da varıdır. Bu varlık bilinci ise asıl var olanın bilinmesiyle gerçekleşir.
Asıl iman budur: “Bir isen birliğe gel ikiyi elden
bırak/Bütün ma’ni bulasın sıdk u iman içinde”
Bunu gerçekleştiren böylece “Bir ben vardır
benden içeri” demenin sırrına erişmiş olacaktır.
Bu hemen olabilecek bir şey değildir. Biraz
önce de söylenildiği gibi nefs engelini aşmaya
bağlıdır her şey ya da gözü örten perdeyi açmaya… İşte Yunus’un asıl trajik hesaplaşması ve
savaşı burada başlar. Bunun için olması gerekenler ise “Ben’i” (nefsi) hesaba çekiş yani sor-
gulama, bunun için benlik dağını eritecek ateş
yani “aşk” gerekir. Bunlara ilim (Hakke’l-yakîn)
ve akıl (akl-ı küll) ü de eklediğimizde kişinin
bu savaşı kazanacak argümanları tamamlanmış
olur.”
4-Ben’in birlik hâli
Sen’i (Allah’ı) bilmek önemli bir merhaledir
ama netice değildir. Netice bu mücadeleyi başararak “fena” makamından “beka” makamına
geçip birliğe (vahdet) ulaşmaktır. Sürecin böyle
gelişmesi de tabiidir. Zira “Senlik, benlik olıcak
iş ikilikte kalır/ İkilik tutan kişi nice birike birle.”
olamaz. Vahdet’i bulan ise asıl amaca ulaşmış
demektir. Bu hale erişen ise şöyle diyecektir.
sun
Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assın ziyandan geçtim, dükkânım yağma olBen benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriştim, gümanım yağma olsun
İkilikten usandım, birlik hanına kandım
Derd-i şarabın içtim, dermanım yağma olsun
Varlık çün sefer kıldı, Dost andan bize geldi
Viran gönül hurd oldu, cihanım yağma olsun
tan
Geçtim bitmez sağınçtan, usandım yaz ü kışBostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun
Yunus ne hoş demişsin, bal ü şeker yemişsin
Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun
Evet, sadece bu şiir bile insanın bütün varlık
mücadelesini özetleyici niteliktedir. Bu mücadele her devir insanın mücadelesidir. Belli bir
döneme veyahut inanışa ait değildir. Hepimiz,
bilerek bilmeyerek O’na ulaşmak istiyoruz. Zira
imtihanlar dünyasında asıl aradığımız O’dur.
Yunus Emre, kendi şahsında gerçekleştirdiği bu
mücadele ile insanoğluna rehberlik, mürşitlik
etmiştir. Mürşitlik ise hem kendini hem de başka insanları tanımayı, anlamayı gerektirir. İşte
Yunus’u psikoloji ile buluşturan nokta da tam
burasıdır.■
59
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Şairler anneler ve estetik
YAHYA AKENGİN
T
ürkçede
yüzyıllarca
varlığını korumuş olan
bediiyatın yerini sonradan
estetik almaya başlar. Bediiyat ile edebiyat sözleri arasındaki bağ, bu iki
kelimenin taşıdığı seslerden de kolayca anlaşılır. Kestirmeden söylemek
gerekirse edebiyatın kökünde estetik vardır. Bazı saiklerle söylemekten
kaçındığımız yaratıcılık sözünün de
kadim kültürümüzdeki karşılığı ibdadır. Ama işte sözünü ettiğim etkilerle
ve çekincelerle sanatta yaratıcılık ifadesinden kaçınıldığını görürüz.
Gayet açıktır ki sanattaki yaratıcılık ifadesi ile Allah’ın yaratma sıfatına ortak olmak gibi ne bir maksat
ne de anlam çıkar. Ancak bazılarımız
buna ibda diyerek kendilerini itham
oklarından kurtarma yolunu seçer.
Kur’an’da “Allah her an yeni yaratışlardadır.” ifadesi bazı meallerde “Allah
her an yeni icatlardadır.” olarak da
aktarılmaktadır. Ama günlük hayatta
icat etme fiilini çok kullanmakla birlikte eser yaratmak gibi ifadelerden
aynı endişelerle kaçınırız. Sebep yine
itham oklarıdır.
Ayrıca kültürümüzde kelimelerin
gerçek anlamda ve mecazi anlamda
60
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
kullanılması gibi yaygın bir birikim vardır.
Bunları ifade ettikten sonra şunu söylemek
isterim: Kendi adıma, yaratıcılık ifadesini kullanmaktan yana bir endişem yok. İtham okları
da sahiplerini ilgilendirsin. “Bağnazlar ne der?”
endişesiyle kendimizi gereksiz yere sınırlamakla da edebiyatta yeni mesafeler alınamaz.
Edebiyat,
bediiyat,
ibda
sözlerinin
günümüzdeki karşılıkları da edebiyat, estetik
ve yaratıcılık olmaktadır. Edebiyat eserlerinin
yapısında hem estetik hem yaratıcılık kaçınılmazdır. Hatta olması gerekenlerdir. Estetiğin
malzemesi müzikte ezgi, resimde renk, mimaride taş, toprak ve ahşap ise edebiyatta da dildir.
İnsanın dilinin temellerini anneler oluşturur.
Bu açıdan baktığımızda her edebiyatçının ilk
hocası annesidir. Annelerin dil bahçesine ektiği
tohumlar ömür boyu yeni renkler, yeni çiçekler
yaratmaya temel teşkil eder.
Bu yıl Azerbaycan’da değişik etkinliklerle
anılacağı bildirilen Şehriyar’ın annesi de işte
öyle bir anadil hocası, hatta otoritesidir. Bilenlerimiz çoktur ama yeniden hatırlamanın
zamanıdır. Güney Azerbaycan’da doğup büyüyen, ömür sürdüren Şehriyar, Farsça yazdığı
şiirlerle üne kavuşur. Annesi de oğlunun büyük şair olduğunu başkalarından duymaktadır.
Oğlu Şehriyar’dan yazdığı şiirleri kendisine de
okuması isteğinde bulunur. Şehriyar da okur.
Annesi dinledikten sonra der ki “Sen nasıl şairsin ki yazdıklarını annen anlamaz?!” Bu anne
sitemi, şairin hayatının bir dönüm noktası
olur. Ondan sonradır ki Türkçe şiirler yazmaya
yönelir.
Şehriyar’ın Türkçe ilk şiirinin de Haydar Baba’ya Selam olduğu bilinir. Daha sonra
Türkçe birçok şiir yazmışsa da Haydar Baba’ya
Selam” uyandırdığı yankıyı, ünü aşamamıştır.
Bir şairin yazdıklarında yaratıcı unsurlar
olup olmadığı, kendine özgü imajlar, teşbihler ve mecazlarla anlaşılabilir. Haydar Baba’ya
Selam şiirinden aldığım aşağıdaki mısralar,
Şehriyar’ın estetiğine ve yaratıcılığına dair örneklerdir:
Yağmuru, ak bulutların ıslanmış gömleklerini sıkmaları olarak ifade etmek, estetiğin, yaratıcılığın Şehriyar’a özgü örnekleridir.
Çocuklar akşam yeyip yatanda
Ay buluttan çıhıp kaş göz atanda
Buluttan çıkan ayın etrafa kaş göz etmesi de
Şehriyarca bir söyleyiş olarak karşımıza çıkar.
O bunu söyledikten sonra muhayyile denizimize bir taş atarak onu dalgalandırdıkça dalgalandırır.
Bala geldin? Niye böyle geç geldin?
Sabrım senle güreşti, sen güç geldin.
Anne sabrıyla evlat özleminin güreşmesindeki zorluklar mesafeleri uzun kılar böyle.
Yahya Kemal de “Türkçe ağzımda annemin
sütüdür.” diyerek şiirinin annesinden beslenmiş olduğunu ifade etmiş olmuyor muydu?
Çocuk Necip Fazıl, hastanedeki annesini
ziyaret ettiğinde, aynı koğuşta yatmakta olan
veremli bir kızın şiirler yazmakta olduğunu,
annesinin de onları dinleyip sevdiğini öğrenmiş
olur. “Oğlum senin de şair olmanı isterdim.”
arzusuna uyarak şair olmaya karar verir. İlk
işaret yine annedendir.
Peki, ya annesine küstüğü için şair olan
Charles Baudelaire’in durumunu nasıl açıklamalı? Baudelaire çocukken babasını kaybetmiştir. Günün birinde annesi de evlenince “Benim
gibi güzel oğlu olan annem niye evlendi?” diyerek içine kapanır, oradan mısralar devşirme
yolunu tutar. Demek ki anneler, küstürerek de
oğullarına farklı ufuklar açabiliyorlarmış.
Buna benzer bir anne oğul hikâyesi de bizim Arif Nihat Asya’mızın hayatında vardır.
Fakat Arif Nihat Asya annesine hiç küsmez.
Mısralarında annesinin hatırasını hep yaşatır.
Biz dönelim yine Şehriyar’a. “Annem” şiirindeki şu dörtlükten, ilhamının, estetiğinin ve
yaratıcılığının kaynağını keşfetmek zor olmaz:
Navruz gülü kar çiçeği çıhanda
Ağ bulutlar göyneklerin sıhanda
61
Hayır! O ölmedi, zira ben yaşıyorum hâlâ
O kederimde, şiirimde ve hayalimde yaşıyor
Şairane mirasımdan ne varsa hep ondandır
Güneşin ve ayın kaynağı söner mi hiç?■
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Edebiyat ve psikoloji
HÜSREV HATEMİ
“E
debiyat ve Psikoloji” başlığı, çeşitli
yaklaşım şekillerini akla getiriyor.
Herhangi bir edebiyatçının kendisinin veya kahramanlarının ruh hâllerini yansıtmadaki başarı derecesi incelenebilir. İncelenen
edebiyatçılar, bir çağın veya belli bir toplumun
insanlarıysa, böyle incelemelerle belli bir çağın
insanlarının psikolojik durumlarını veya ahlak ilkelerini anlamak için yararlı veriler elde edebiliriz.
Rahmetli Prof. Dr. Sabri Ülgener “İktisadi
İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri” adlı kitabında, edebiyat ürünlerini, özellikle
devrin şiirlerini de incelemiştir. Bu eser gibi, toplumsal psikolojik inceleme yaklaşımı yanında,
tek bir edebiyatçının eserleri incelenerek o edebiyatçının veya kahramanlarının psikolojisi de
konu olarak seçilebilir…
Yakın Dönem edebiyatımızda, eserlerinin
özelliği bakımından, bu gibi araştırmalar için
konu edinilebilecek edebiyatçılar arasında, benim ilk aklıma gelenler Peyami Safa, Necip Fazıl
Kısakürek ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Nazım
Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”
eseri de, 1900-1940 yılları arasında yaşayan Türk
veya Türkiye insanının psikolojisini incelemek isteyenler için zengin bir kaynaktır.
Batı edebiyatı eserlerinde ferdî (bireysel) psikolojik durumları incelemek için daha bol ve kolay malzeme bulunur. Çünkü “dünyevi, seküler”
olan alan ile “uhrevi, mistik, ilahi” alan birbirinden kesin bir çizgi ile ayrılır. Allah, belki az
sayıda ermiş, aziz veya azizeye yakındır, ama genel olarak insana bu dünyada uzaktır. Bu dünya
şeytanın saptırmaları ile doludur. Öteki dünyada
Hz. İsa kendisine inananları göklerin devletine
götürecek, şeytan ise kendine uyanları, ebediyen
kalacakları ve azap çekecekleri karanlıklar ülkesine götürecektir. Yani şeytan, İslamın şeytan anlayışına göre çok daha güçlü bir habistir. Bu inanışla, yüzyıllarca “ruhunu şeytana satmak” temalı
eserler oluşturulmuştur.
İslam dünyasının Allah inancında şeytanın
özel hiçbir bilgisi yoktur. Saptırmaları da tek
tek olaylara mahsustur. Her saptırmadan sonra “Sen kendi nefsine zulmettin. Ben âlemlerin
Rabbi Allah’tan korkarım der .” ve kaybolur. Yani
günahkâr kişiye musallat olmaz.
İslam dünyasında “Allah şahdamarımızdan
62
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Batı edebiyatı
eserlerinde
ferdî (bireysel)
psikolojik
durumları
incelemek için
daha bol ve
kolay malzeme
bulunur. Çünkü
“dünyevi,
seküler” olan
alan ile “uhrevi,
mistik, ilahi”
alan birbirinden
kesin bir çizgi
ile ayrılır. Allah,
belki az sayıda
ermiş, aziz veya
azizeye yakındır,
ama genel
olarak insana bu
dünyada uzaktır.
daha yakındır”, şeytan da karanlıklar prensi olmayıp
kendisi de cehenneme girecektir. Cehenneme girenlerin “göklerin devleti” ile ilgisi ebediyen kesilmiş değildir. Çünkü cehennemin yöneticisi Allah’a bağlı olan
ve ancak ondan emir alan Malik adlı bir melektir.
İşte bu temel inanış farkları sebebiyle bizde, masala
başvurmadan insanın bunalımlarından ve açmazlarından, çıkmazlarından bahseden edebiyat eserlerinin
yazılması Tanzimat’tan sonra, yani Batı kültürüyle
ilişkiler artınca başlamıştır.
Yine de Doğu’nun Müslüman halklarının
psikolojik durumları, Ferhat ile Şirin hikâyesi,
Leyla ile Mecnun hikâyesi, Şeyh Sa’di, Mevlana,
Feridüddin-i Attar’ın eserleri, klişe ile özgün olanı
birbirinden ayıracak bir titizlikle değerlendirilmek
şartıyla mümkündür.
Yalnız bu saydıklarımız değil, çok sayıda yazar,
şair, halk türküsü, Vakanüvis yazıları, Evliya Çelebi
de önemli kaynaklar sayılır. Örnek olarak Şeyh San’an
hikâyesi, insanın düşebileceği durumları çok etkileyici bir tarzda anlatır. Sonunda da, Allah’ın yardımıyla
Şeyh San’an kurtulur.
Feridüddin-i Attar’ın etraflı olarak anlattığı bu
hikâyeyi, Attar’dan bir yüzyıl kadar sonra Yunus
Emre özetliyor:
“San’an gibi din ulusu
Haç öptü çaldı nakusu”.
Halk Edebiyatımız da insan psikolojisinin türlü
hâllerini gösteren zengin kaynaklar sunar.
“Ellerin mektubu gelmiş okunur
Benim yüreğime hançer sokulur”
…
“Bu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaralar beni”
Örnekler tahmin edeceğimizden çok daha fazla
sayıdadır.
“Anasının bir tanesini hor görmesinler” gibi basit
görünen bir mısra bile, yabancı bir yere gelin gidecek
bir genç kızın kaygılı ruh hâlini çok başarılı yansıtır.
Fakat önce de söylediğimiz gibi klişe ile özgün olanı
ayıracak bir titizlikle yaklaşmak zorunludur. Yoksa bir
çok satan Batı taklidi romanı inceleyerek, “Türk halkı
ruh hâli” hakkında ahkâm kesme durumuna düşebiliriz, O zaman da benim yüreğime hançer sokulur…■
63
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
"Sular mürekkep olsa..."
BAYRAM BİLGE TOKEL
S
Uzun kış
gecelerinde beş
numara lambanın
etrafına bütün
horanta yığılır, kim
bilir kaçıncı defadır
anlatılan hikâyeleri,
masalları ilk defa
duyuyormuşçasına
merak ve
heyecanla
dinlerdik. Sürmeli
Bey hikâyesi
bunların başında
gelirdi.
uyun renksiz, kokusuz ve tatsız bir nesne olduğunu ilk kez tabiat bilgisi öğretmenimden
duyduğumda çok şaşırmıştım. Kendi kendime “Böyle şey olur mu?” dediğimi iyi hatırlıyorum. Üstelik o zamanlar henüz hiç deniz görmemiştim. Şimdi
düşünüyorum da, eğer suyu denizdeki hâliyle görmüş,
tanımış, bilmiş olsaydım anıda itiraz eder; renginin
mavi, tadının tuzlu, kokusunun da yosuna benzediğini
hiç düşünmeden söylerdim.
Şimdi siz bunun, bizatihi suyun kendisinden değil,
deniz hâlinde bulunmasından kaynaklanan bir ‘yanılsama’ olduğunu ileri sürebilirsiniz. O zaman ben de
size suyu denizden, denizi sudan nasıl ayırdığınızı sorarım… Hatta daha da ileri gider, merhum büyük usta
Abdurrahim Karakoç’un
Savaştayım elli yıldır
Ömrüm geçti boşalt doldur
Anlamadım bu ne hâldir
Bir gün tüfek çatamadım
Suları ıslatamadım
şiirinin özellikle son dizesini şerh etmenizi isterim.
…
Ben, son yıllarda gözeleri kuruyup suları iyice azalmış olsa bile, bir zamanlar üç çeşmesinden gece gündüz suların âb-u revân misali gürül gürül akıp gittiği
Bozok’a bağlı bir bozkır köyünde doğup büyüdüm. Bu
çeşmelerin dışında ne bir dere vardı ne çay ne ırmak.
64
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Ama çeşmelerimizden akan doğal kaynak suyunun
kendine has bir tadı, kokusu, rengi vardı. Bunu
hepimiz bilirdik, çünkü başka hiç bir su bizimkine
benzemezdi.
O yıllarda ilk defa İstanbul’a gidip gelen birine
bizimkiler “İstanbul nasıl, anlat hele?” diye sorduklarında aldıkları cevap şu olmuş: “Valla İstanbul’da
dağ taş bina ile dolu; mal davar yayılacak yerlerin
de hepsini su basmış…” Denizi ilk defa gören bir
Yörük/Türkmenin bu dramatik tespitini yabana atmayın.
Bizim oralarda suya dair öyle türküler, ağıtlar,
bozlaklar söylenirdi ki, su; hayatın çilelerini, acılarını birlikte çektiğimiz, bize hem çok yakın hem çok
uzak, bizimle gâh dost gâh düşman olan kimlikli,
kişilikli bir nesneydi. Biz ona sözümüzü hiç geçiremezdik ama o bize despot bir kral gibi acımasızca
hükmederdi ve hep onun dediği olurdu. Yağmur
bile, kimi zaman dualarla kurbanlarla davet edildiği
hâlde susuzluktan şerha şerha çatlamış bozkır toprağından bir damlasını esirger; gün olur en olmadık
zamanlarda gece evimizin damından sızarak tam da
yatağımızın üstüne yağardı. Rahmet de olsa su işte;
ne dostluğuna güvenilirdi ne düşmanlığına.
Ama biz yine de hürmetle anar, desturla yaklaşır,
besmeleyle içerdik. Maşrapa ile su ikram ettiğimiz
büyükler “Geçmişlerinin canına değsin, su gibi aziz
ol.” derlerdi. Su mutlaka oturularak içilirdi ve su
içene karayılan bile dokunmazdı. Neyi kastettiklerini o zamanlar pek anlamazdım ama laf arasında
sık sık “Su testisi suyolunda kırılır.” derdi büyükler.
Suyun uyduğunu da, düşmanın hiç bir zaman
uyumadığı gerçeği ile birlikte öğrendik. Büyüklerimiz “Akan su kir tutmaz.” dedikleri için özellikle baharda kayaların arasından akıp gelen suyun üzerindeki börtü böceği, otu çöpü üfleyerek uzaklaştırır,
sonra da gönül huzuru ile içerdik. Yaz sıcaklarında
içi milek dolu, rengi kahverengiye yakın, sulandırılmış çamura benzeyen göleklerde güle oynaya çimerdik. Ağustos sıcağında, güneşin alnacında tarlada çalışmaktan yanıp kavrulanların imdadına su,
ya Avanos’ta imal edilmiş bir testinin toprak kokulu
serinliğinde, ya da çam ağacından oyulmuş güğüm
büyüklüğündeki ‘bardağın’ çam rayihalı tadında yetişirdi.
Eskiden başka pek çok köy gibi bizim köyü de,
gâh tütünden sararmış gür bıyıklı eşkıyalar basardı,
gâh “üstü kan köpüklü beşe selleri”... Eşkıya baskı-
nının birini hayal meyal hatırlıyorum ama çocukluğum sel baskınları ile dolu. Bahar gelip de karlar
eriyince dağlardan, hele hele Çataltepe’den öyle bir
sökün ederdi ki, önüne gelen ne varsa siler süpürür
götürürdü. Kimi evsiz barksız kalırdı, kimi odsuz
ocaksız. Bir kükredi mi;
Kızılırmak can incitme sen bugün
Mübarek günlerde sel bayram eder
Kitabın kavlince dağlar al giymiş
Karışmış nergize gül bayram eder
diye yalvaranların dönüp de yüzüne bile bakmayan Kızılırmak kesilirdi mübarek. Kızılırmak’ı da,
alıp götürdüğü telli duvaklı gelinlerin ardından söylenen ağıtlardan tanırdık.
Kızılırmak parça parça olaydın
Her parçası bir diyarda kalaydın
Sen de benim gibi yârsız olaydın
Kızılırmak nettin allı gelini
Elleri kınalı telli gelini
Güzün boz bulanık akardı, baharda kan kırmızı
gelirdi dağların yamaçlarından; tıpkı Pir Sultan’ın
“Üstü kan köpüklü beşe seliyim” dediği türden. Çoluk
çocuk, gelin kız dinlemez, alır giderdi. Gidenlerin
adı bazen Ayşe olurdu bazen Ümmü. Arkasından
ağıtlar yakılırdı, “Akmayasıca çaylar nerelerde koydun Ümmümü” diye feryat eden. Gelin Ayşe’ye yakılan ağıt ise hala içimizde bir ince sızıdır:
Koyun gelir kuzuyunan
Ayağının tozuyunan
Gelin Ayşem sele gitmiş
Yanı çifte kuzuyunan
Koyun gelir yata yata
Çamurlara bata bata
Gelin Ayşem sele gitmiş
Yosunları tuta tuta.
Yağmurlar kesilip dağlardaki kaynaklar, derelerdeki pınarlar birer ikişer soğulunca alırdı insanları bir tasa. Yağmur duasına çıkarlardı adaklarla,
kurbanlarla. “Emrine kurban olduğum Cenab-ı
Mevlâ”nın hikmetinden elbet kimse sual etmezdi
ama günah sınırlarını zorlamamaya dikkat ederek
65
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
“Valla görüyon ya halimizi!” diye içten içe de hayıflanırlardı. Sadece evlerimizin yanını yöresini süsleyen bir mendil büyüklüğündeki bahçeyi -bizimkiler
bostan derdi- çeşmenin suyu ile nöbetleşe sulamak
için neler yaşanırdı neler… Muhtarın, içinde gençler de olduğu hâlde nedense adına ‘ihtiyar heyeti’
denilen insanlarla birlikte belirlediği su sırası yüzünden, çoğu zaman sudan sebeplerle kavga ederler,
sonra da oturur türkü yakarlardı:
Çay başına bostan ektim yayıldı
Yiğidim de bir bıçakta bayıldı
Vurma dedim yâr boynuma sarıldı
…
Başka köylerde de başka türkülerin yakıldığını
duyardık:
Çay benim, çeşme benim
Aman derdimi eşme benim
Hakikatli yar isen
Aman önümden geçme benim.
…
Ben susadım aman sular isterim
Su deresi nereye gelir gösterin
Ben ellerin kahırını çekemem
Ben ille de kendi yârim isterim
Ezelden kanlıydın sen Çukurova
Gitti beylerimiz boş kaldı yuva
Çukurun kilidi beyler nic’oldu?
Bozlağın ardından yorgun ve yaralı bir gönlün
sitemi yükselirdi.
Akan sular ben olsam
Bulanırsam bulansam
Verseler sevdiğimi
Dilenirsem dilensem.
Bir başkası taa Eğin taraflarına uçururdu gönül
turnasını buğulu gözlerle:
Bir su ver içeyim altın tas ile
Geçti cahil ömrüm kara yas ile
Ben yârimi aldım bir heves ile
Ya ben ağlamayım kimler ağlasın
Bu garip gönlümü kimler eğlesin
Yâri vefasız olanların kahrı kurşun gibi çökerdi
insanların üstüne.
Her delikanlının ilk aşkı mutlaka, elinde helkelerle suya giden al fistanlı bir kızda filizlenirdi. Kimileri, “Helkeler kolunda suya gidiyor/Elleri kınalı bir
güzel gelin” türküsünün kendi sevdiğine söylendiğini düşünür efkârlanırdı, kimileri de;
Kapalı çevreni el atıp açmam
Âb-ı hayat olsan bir yudum içmem
Deniz ortasında olsan bir köprü
Boğulur denizde üstünden geçmem
Evlendikten sonra tarlada, bağda, bahçede ölesiye çalıştırdığı karısına, yâri iken kimse kıyamazdı:
Suya gider allı gelin has gelin
Topukların nokta nokta bas gelin
Bu güzellik sade sana has gelin
Ey su yolu su yolu
Boş gider, gelir dolu
Testi kulpun kırılsın
Yorulmuş yârin kolu
Bilmiyon mu benim sana yandığım
Ellerin köyünde yârsız kaldığım
türküsüyle gönlündeki yangını dile getirirdi.
“Kız pınar başında yatmış uyumuş/Ela gözlerini
uyku bürümüş” türküsüne düğünlerde iç geçirerek
oynarlardı. Çünkü bu bir oyun havasıydı aynı zamanda. Dinlenmek için oturduklarında, biri eli
kulağına atar, başlardı Dadaloğlu’ndan bozulamaya.
Aman yağmur yağdı yine bulandı hava
Derdini dökecek birini bulamayanlar, pınarın
başındaki taşlarla dertleşirlerdi hâl lisanı ile:
Pınar senin ne belalı başın var
Başucunda elvan elvan taşın var
Yârenin var, yoldaşın var, eşin var
Yandım kızlar bir su verin pınardan.
Uzun kış gecelerinde beş numara lambanın etrafına bütün horanta yığılır, kim bilir kaçıncı defadır
66
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
anlatılan hikâyeleri, masalları ilk defa duyuyormuşçasına merak ve heyecanla dinlerdik. Sürmeli Bey
hikâyesi bunların başında gelirdi. Hele Arzu ile
Kamber’in bir tür çeşme başı düeti denilebilecek
karşılıklı ‘diyeşet’lerini ezgili dinlemek bir başkaydı.
Bununla yetinmeyip, düğünlerde bir de Arzu Kamber Halayı çekerlerdi soylu bir eda içinde.
Önce Arzu alırdı:
Küsüdüm de barıştım
Yârin bacısıyınan.
Hele bir türkü vardı ki, bıçak kemiğe dayandığı için olmalı, doğrudan İnönü’ye çıkışırdı yiğitçe,
mertçe:
Altın saat kolunda da
Yârim Kırklareli’nde
Koyur İsmet yârimi de
Dört senedir yanında
Helkemi suya daldırdım
Doldu diye kaldırdım
İki gözüm ey Kamber
Ben bileziğimi çaldırdım
Hey oğlan akçelerde
Gül biter bahçelerde
Yâre ördüğüm çorap
Çürüyor bohçelerde
Sonra Kerem:
Arzum ben suya gelmedim
Elimi yüzümü yumadım
İki gözüm kör olsun
Bileziğini ben almadım
Aklımıza hemen sıtmayı, sıcağı, susuzluğu ve
ölümü getiren Yemen’i de unutmazlardı elbet:
Şu Yemen’de akarsular akmıyor
Cerrah gelip hastalara bakmıyor
Yiğitlerin hiç birisi kalkmıyor
Yemen çöllerinde kaldım ağlarım
Ardından davul zurna havayı birden değiştirir,
halaycılar öyle bir halaya dururlardı ki, her babayiğidin çekeceği türden değil:
Bütün varı yoğu iki oğlunu da Sarıkamış’ta şehit
veren bir Avşar anasının feryat figan söylediği şu ağıta hangi yürek dayanırdı:
Su gelir millendirir
Çayırı çillendirir
Senin o kaşın gözün
Ahrazı dillendirir
Düğün evinin kadınlar bölümünde ayrı bir
dünya kurulurdu. Ekmek parası için kör olası gurbete ya da askere giden yârini yedi sene beklemeyi
sevda mektebinde aşk talimine benzeten gelinlerin,
kızların söylediği yanık türküler yükselirdi usul usul:
Başımdaki tülbendi
Ben dokudum dokudum
Sevdanın mektebinde
Yedi sene okudum
Derken, ömrü asker yolu beklemekle geçen taze
bir gelinin, yârinin hatırına görümcesiyle barışmasını ilan ettiği mahcup ve utangaç nağmesi ağardı
geceye:
Alnında parıldar kaşı
Ağzında ışıldar dişi
Ben getirdim iki oğul
Birin bana ver yüzbaşı
Yüzbaşılar, binbaşılar
Tabur taburu karşılar
Yağmur yağıp gün vurunca
Yatan şehitler ışılar
…
En iyisi biz sözü, ağaçlar kalem, sular mürekkep
olsa bile yazmakla bitmeyecek dertlerini bir ‘ah’ta
özetleyen insanımızın ezelî ve ebedî ruh hâlini yansıtan kadim türkülerimizden biriyle bağlayalım:
Sucu sucu suyunan
Soğan acısıyınan
67
Elif dedim be dedim
Kız ben sana ne dedim
Sular mürekkep olsa
Ah yazılmaz benim derdim…■
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Bir ucubenin psikolojisi:
Homongolos Ziya
BEYHAN KANTER
B
edenin normatif ya da estetik bir görüntüye sahip olmaması bireyin kendisiyle ilgili bir durumu karşılamasına
rağmen toplum da söz konusu bedenin görüntüsüne ilişkin farklı tutumlar geliştirir. Kimi zaman
acıma ve şefkat içeren bu yaklaşım, bazen de estetik bir bedenden yoksun olan kişiyi ötekileştirme,
komikleştirme ya da anormal bedeni yüzünden
eleştirmeye kadar varır. Bununla birlikte toplumla sağlıklı ilişki kurmayı imkânsızlaştıran ve
görünüşe dayalı bir set oluşturan ucube beden,
halk arasında uğursuzluğun temsili olarak da algılanabilir.
Reşat Nuri Güntekin, 1927 yılında yayınladığı Bir Kadın Düşmanı adlı romanında, yüzünün çirkinliğinden dolayı kendisini toplumsal
yaşamdan soyutlamaya çalışan otuz, otuz beş
yaşlarındaki bir gencin ruhsal açmazlarını ve sosyal yapıyla uzlaşmazlıklarını anlatır. Romanın iç
kapağında “çirkinin romanı” adlı bir alt başlığın
bulunması, romanın çirkinlik imgesi üzerine kurgulandığını sezdirir.
Bir Kadın Düşmanı romanında çirkin bir bedenle/yüzle yaşamak zorunda kalan bir bireyin
toplum karşısındaki ezilmişliği, utancı, yalıtılmışlığı ve ötelenmişliği irdelenmektedir. “Be-
densel çirkinliği yüzünden toplum tarafından
yalıtılan, duyarsızlaştırılan ve kendisine insandan
çok duygusuz bir makine gibi davranılan Homongolos Ziya” (Kanter 2013: 211) çirkinliği
ile davranışları arasında da paralellik kurmaya
çalışan huzursuz bir tip olarak betimlenir. Bu
bağlamda fiziksel çirkinliğinin itici bir güce dönüşmesiyle dış dünyaya karşı refleksif bir tavır
geliştiren Ziya, toplum tarafından onaylanmayan
bir bedenle görünür olmanın huzursuzluğunu içselleştirir ve kendisine/çirkinliğine ait tekinsiz bir
yaşam stratejisi kurgular. Zira “Homongolos kuvvetli, zeki, metîn, iradeli, şen hatta biraz zevzek ve
maskara denecek kadar şen bir adamdır. Fakat taş
gibi hissizdir… Bu noktaî nazardan Homongolos
hakikî bir makineden farksızdır” (s.51). Çevresi
tarafından “duyarsız” ve “patavatsız” bir insan
olarak tanınan Ziya’nın toplumsal yaşama katılımı da çirkinliğinin buyurganlığı ve itici bir söyleme dönüşmesiyle sekteye uğrar.
Yüzündeki çirkinlik nedeniyle karşıdeğer konumuna indirgenen ve ötekileştirilen Ziya, güçlü
bir bedene sahip olduğunu ise bedensel becerilerini geliştirerek ve sporun her türünde başarılı
olarak çevresine kabul ettirir. “Orta boylu, hatta
ortadan da biraz kısa” olan, “ellerine, ayaklarına
68
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
adeta küçük” denilebilecek Ziya’nın “vücudunun
hareketlerinden kaplan gibi kuvvetli ve sert bir insan olduğu anlaşılıyordu” (s.58). Çevresindeki insanlara karşı kayıtsızlığını gösterme çabası güden
Ziya’nın kadın düşmanı olarak anılmasında ise
beğenilmeyecek/sevil(e)meyecek olmanın farkındalığı söz konusudur. Romanda çirkinliğin karşıt
gücü olarak; güzelliği ve narsist benliğiyle kendisini etrafındaki herkese onaylatma arzusu duyan
Sara vardır. İstanbul’dan bir akrabasının düğünü
için Marmara Adası’nda bir kasabaya gelen Sara,
“çirkinliğini bir irade ve gurur bayrağı gibi dalgalandıran bu “farklı” adama karşı ‘suikast’ planını,
onu kendine âşık etme oyununu, çeşitli düzenler,
sahte rastlantılar, akraba kızlarının ve hanımlarının da karıştığı gönül çelici tuzaklarla gerçekleştirmeye girişir” (Altuğ 2005: 35). Ziya’nın kadın
düşmanlığını güzelliği aracılığıyla bertaraf etmek
isteyen Sara, arkadaşına yazdığı mektupta Ziya’yı
“karikatür bediası” olarak tanımlar ve bedensel
görüntüsünü şu cümlelerle betimler:
“Hani coğrafya kitaplarının başında beyaz,
sarı, kara, kırmızı ırkların her birinden bir numune gösteren resimler vardır. O resimleri gözünün
önüne getir. Afrika zencilerinin kısa kıvırcık saçlı
sivrice başını al. Onun altına Avrupalının biraz
çıkık alnını yapıştır. Sonra Çinlilerin, Japonların
uçları havaya kalkmış kaşlarını, badem gibi çekik
gözlerini tak, Amerika vahşisinin iri kemikli yırtıcı çenesini ilave et. Sonra yine onun kırmızı rengiyle bu çehreyi baştanbaşa badana et… İşte sana
Homongolos’un başı.”(s.58)
Sara’nın söylediği; “Çocukları günah işlemeyin sonra ahrette Homongolos’a benzersiniz
ifadeleriyle korkutabiliriz.” ibareleri, bedensel
özelliklere yüklediği anlamı yansıtmaktadır. Sara,
Ziya’da insana benzeyen yegâne şeyin “biçimli ve
nazik eller”i olduğunu vurgulayarak âdeta genç
adamın bedenini incelemeye tâbi tutar. Bir filmdeki kalp ve histen yoksun bir makineye benzetilen ve bu yüzden de kendisine Homongolos
lakabı takılan Ziya, toplumun çirkin bir insana
yüklediği ruhsal özellikler yüzünden duyarsızlaştırılır. Bununla birlikte Ziya’nın kayabalığına
benzeyen yüzü dolayısıyla kendisine Kaya balığı
lakabı takılması da çevresinin onu ötekileştirme
eylemlerinden birisidir. “Bu lakapları kendi adı
gibi benimseyen Ziya, fiziksel çirkinliğini ço-
cukluğundan itibaren bir ur gibi taşıyarak, insanlığın/toplumun çirkin taraflarını kendi çirkin
bedeni içinde yaşar” (Kanter 2013: 211). Söz
konusu durum, bedensel eksikliğin yaşamın tüm
alanına yayılmasını ve bireyin ruhsal bütünlüğünü yitirmesini içerir.
Bedenindeki çirkinliği toplumsal algılamayla
derinlemesine hisseden Ziya’nın kendisini toplumdan yalıtması, çevresindeki insanların sadece
söylemleriyle değil aynı zamanda eylemleriyle
de doğrudan ilgilidir. Kalabalık ortamlarda bir
münasebetsizlik yapacağını, kendisini insan yerine koyarak nezaket ve şefkatle himaye edenleri
rencide edeceğini ve arkadaşlarını utandıracağını
dile getiren Ziya’nın bu tutumu da dışlanmaya/
ötelenmeye ve aşağılanmaya alıştırılmasının bir
yansımasıdır. Toplumla sağlıklı ilişki kuramayan
Ziya, âdeta kendisinden beklendiği üzere bulunduğu ortamlarda sürekli münasebetsizlik eder.
“Efendim ben kaba saba bir dağ adamıyım… Böyle
kibar ve zarif meclisler için lâzım gelen bütün vasıflardan mahrumum… Ne dans etmesini bilirim,
ne şarkı okumasını, ne de hattâ lakırdı etmesini”
(s.85) cümleleriyle kendisini tanımlayan Ziya,
toplum dışılığının mazereti olarak da bunları
gösterir. Çevresindeki insanların da genç adamı
karikatürize bir tip hâline getirmeleri, onu komik
ve ucube bir bedene indirgemeleri, çirkin bir bedenden beklentileriyle ilgilidir.
Homongolos Ziya’nın kadın düşmanlığında da bedenine ait deneyimlerle şekillenen
sosyolojik ve psikolojik sebepler ön plandadır. Bedensel tamlığın güç ilişkilerine ve “statü
kodları”na döndüğü bir toplumda Homongolos da bedenine odaklanır, “duygularından çok
kaslarını” (Kanter 2013: 212) geliştirir ve çirkin
bir bedene sahip olmanın toplumsal bedelini
‘yalnız’lıkla ödemeyi kabullenir. Bu yalnızlık,
onun çevresinde “kadın düşmanı” olarak anılmasına yol açar. Homongolos’un çirkin bedeni
karşısında kim’liğini güzelliği ile kurgulayan ve
narsistik özellikler taşıyan Sara, bedensel tamlığın
simgesi olarak yer alır. Bedenin buyurgan bir
söyleme dönüşmesi de güzel ve çirkin beden
imgelerinin toplumsal yaşamdaki karşılıklarıyla
gün yüzüne çıkar. Kendi güzelliğine marazi bir
tutkuyla hayranlık duyan ve çevresindeki insanlar
tarafından sürekli beğenilmek arzusunda olan
69
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Sara’nın “kadın düşmanını yakında ayaklarımın
altında ezeceğim” (s.124) şeklindeki söylemi, bedenine olan güvenini yansıtmaktadır.
Toplumla ilişkisini estetik beden imgesi üzerinden kuran Sara’nın gerçek amacını öğrenen
ve kısa bir süre de olsa bu aşk oyununa kapılan
Homongolos’un intihar etmesi de toplum tarafından kendisine dayatılan gerçeklikle yüzleşmesinin bir sonucudur. Zira “Ziya’nın hep gizli
bir umut olarak taşıdığı insanî değerin, “sevgi
inancı”nın, parçalanışı” (Altuğ 2005: 33) Sara’nın
oynadığı oyunla açığa çıkar.
Sara’nın kendisine oynadığı oyunun farkına
vardıktan sonra, bir ölüye -arkadaşı Necdet’emektuplar yazan Ziya, yaşamı boyunca karşılaştığı dışlanmaları dile getirerek “ucube bir beden”
olmanın yol açtığı yalıtılmışlığı ruhsal bir zemine
taşır. Küçüklüğünden itibaren kendi iç dünyasına hapsedilen ve ailesi tarafından terk edilen
Homongolos, mektubunda, çirkinliğinin yaşattığı travmaları anlatırken kimlik kurgulamasında
bedenine ilişkin toplumsal algılamanın etkisinden bahseder. Okul yıllarından beri ötelenen/
dışlanan ve travmatik deneyimler yaşayan Ziya,
okula ilk başladığı günlerden itibaren karşılaştığı
sıkıntılarla dış dünyaya karşı mesafeli bir duruş
geliştirir. Okula bırakıldığı günkü hâlini, “ancak
sekiz yaşında, bir hilkat garibesi denecek kadar çirkin, gülünç ve vahşi bir mahlûk…” (s.167) cümleleriyle dile getiren Ziya, ailesinde istenmeyen
bir çocuk olmasının da fiziksel görünüşüyle ilgili
olduğunun bilincindedir. Bu bağlamda toplumsal ilişkilerin, çirkin yüz imgesi/algısı üzerinden
gerçekleştirilmesi bedene atfedilen hâkim değerler sistemini gösterir niteliktedir. Norm dışı
bedenden dolayı değersizleştirme edimi, kimlik
kurgusunda da ontolojik kaygıların başat etken
olmasına yol açar. Nitekim Ziya’nın; “o çirkin
çocuk bu yuvadaki ahengi ve güzelliği fena halde
bozuyordu. Çirkinlik yalnız yüzünde olsa belki ona
tahammül ederlerdi. Fakat tabiatı, ahlâkı da yüzü
kadar çirkindi. “Yüzü çirkin olanın ahlâkı da çirkindir” sözü büyük bir hakikattir. Gerçi bu çocuğun ahlâkındaki çirkinlik yüzündeki çirkinlik neticesindeydi. Şeklindeki noksan sebebiyle kimse onu
sevmemişti. Küçüklüğünde sevilmeyen, okşanmayan, nazını çekecek kimse bulamayan bir çocukta
ince ve güzel hislerin doğmasına nasıl imkân tasav-
vur edilir? Onun mahiyeti bu kadarla da kalmamıştı. Onunla mütemadiyen eğlenmişler, ona hakaret hatta zulüm etmişlerdi. Bunu yapanlar onun en
yakınlarıydı, sevmek değilse bile hiç olmazsa acımalar lazım gelenlerdi” (s.167) şeklindeki cümleleri,
toplumsal yapının bireyleri bedensel özelliklerine
göre kabullenmesini ya da reddetmesini yansıtır.
Fiziksel yapıdaki güzellik ve çirkinlik imgesinin
ruhsal yapıya da yansıyacağı düşüncesini inceden
inceye eleştiren Ziya, toplumun verili kabullerine
göre davranmaya başlar ve toplumla sağlıklı bir
ilişki kurma mücadelesini reddeder.
“Estetik sunumu” olmayan bir yüz imgesiyle dış dünyaya açılan Homongolos için evdeki
hizmetçilerin “anası gebeliğinde maymuna baktı
da ondan” (s.167) şeklindeki yorumları da, çirkinliğin sebebini çözmeye yönelik bir halk inanışını yansıtır. Ziya’nın toplumun müstehzi bakışlarıyla birebir karşılaşması ise ilk olarak okul
yıllarında gerçekleşir:
“Mektebe çirkin ve vahşi bir hayvan yavrusu
salıverilmiş gibiydi. Çocuklar bir an onu rahat bırakmıyorlar, gülse kızıyorlar, ağlasa gülüyorlar, yalvarsa hakaret ediyorlardı” (s.168).
Okul yıllarında bedeni yüzünden aşağılanan
Ziya da artık kendisini tahkir eden insanlara karşı hırçınlaşır ve bedenini bir güç nesnesi/aracı
olarak kullanma eğilimini benimser. “Kaslarının
gücü ile kendisine dokunulmaz bir alan oluşturan Ziya, bundan sonra toplumun kendisine
yönelttiği hakir ve alaycı bakışı tersine döndürür” (Kanter 2013: 212). Böylelikle toplum tarafından yalıtılan çirkin birey, varlığını yalnızlık
üzerine konumlandırarak kendisini dış dünyaya
kapatır, bedeniyle birlikte ruhunu da mekanikleştirir. Bu çerçevede etrafına yabancılaşan Ziya’nın
okuduğu kitaplar da acı ve bedbinlik üzerine temellendirilen eserlerdir.
Ziya’nın okul yıllarında dış dünyayla doğrudan irtibatını sağlayan kişi ise öteki çocuklar
tarafından sürekli aşağılanan Necdet’tir. Kendi
dışlanmışlığı ile Necdet’in yalnızlığı arasında bir
benzeşim kuran Ziya, Necdet’i koruyup kollamayı kendisine bir görev sayar. Bu koruyucu tavrın
etkisiyle, savaş sırasında yüzü yanan Necdet’in
“etiketli bir beden” olarak algılanmasının önüne geçmeye çalışır. Başkalarının bakışlarındaki
ürperti ile aşağılanma deneyimini yaşayan Ziya,
70
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
patlayan bir gülle ile yüzü harabeye dönen arkadaşı Necdet’in aynı bakışlarla karşılaşmasını engellemeye çalışarak onu âdeta koruma altına alır.
Nitekim Ziya’nın, “yanında patlayan bir gülle yüzünü berbat etti. O güzel çehreye, Homongolos’tan
daha çirkin ve korkunç bir maske taktı. Yaşasaydın
bedbaht olacaktın. Herkes senden yüz çevirecekti.
Seni görenlerin kimi gülecek, kimi iğrenecekti. Belki
hakikaten acıyanlar da olacaktı. Fakat bu merhamet
sana istihzadan daha acı gelecekti. Hâsılı insanlar
arasında bir canlı harabe şeklinde felâketini sürmediğine çok, teşekkür et”(s.149) şeklindeki sözleri,
toplumun ucube olarak etiketlediği “mağdur bedenlere” bakışını açıklayan ifadeleri içermektedir.
Ziya’nın kendi bedeni aracılığıyla deneyimlediği
toplumsal karşılaşmayı Necdet’in yaşamaması
için verdiği mücadele, onu son nefesini verirken
sevgilisi Remide’yle görüştürmemesinde açıkça
görülür. Necdet hastanede yatarken Remide’yi
içeriye almayan Ziya’nın amacı, genç kadının
Necdet’in harabeye dönen yüzünü görmesini
engellemektir. Böylelikle Necdet’in “korkunç, çirkin bir yara haline gelen yanık” (s.150) çehresini
gizleyerek Remide’nin hayalindeki sevgili imgesini korumaya çalışır. Homongolos’a göre Remide, Necdet’in “yüzünün korkunç yarasını gördüğü
zaman korku ile, hatta belki de istikrah ve nefretle
feryat edecek ellerini yüzüne kapayacaktı.”(s.150)
Böyle bir yaklaşımla iki sevgilinin son defa birbirlerini görme arzularına set çeken Ziya, “sen çirkinliğin ne olduğunu anlamadan yaşadın. Anlamadan öldün. Homongolos bu derdin ezelî aşinasıdır.
Kimse hakikati onun kadar acı tecrübelerle görüp
anlamamıştır” (s.151) ifadeleriyle ucube bir yüze
sahip olmanın ruhsal trajedisini dile getirir. Bu
trajedi, ölüm gerçeğinden farklı olarak toplum
tarafından reddedilmeyi içerir. Zira “ucubelik,
hayatın “dışarıdan zaruri sınırlaması” olan ölümün aksine, hayatı içeriden tehdit eder” (Ancet
2010: 18). Bu çerçevede Georges Canguilhem’in
“yaşamın karşıtı olan değer ölüm değil ucubeliktir” (Ancet 2010: 18) sözü Ziya’nın Necdet’e yaklaşımında da açıkça görülür.
Bir Kadın Düşmanı romanında bedeniyle tanımlanan bir bireyin trajedisi ve bedeni yüzünden sınırlandırılmış yaşamından kesitler anlatılmaktadır. Çirkin bedeni yüzünden sevilmeyeceği
düşüncesini taşıyan Ziya, kısa bir süre de olsa
Sara’nın aşk tuzağına gönüllü olarak düşer. Oysa
genç adam küçüklüğünden beri “çirkin bir çehre”
ile sevmeyi kendisine yasaklamıştır. Sevinç ve saadet gibi duyguları tatmayan Ziya’nın dünyanın
bütün felaketleri için bir çare, bir ümit olabileceğini ama çirkin bir çehre ile sevmenin çaresizlik
olduğu düşüncesini taşıması bedenin gösterge
değere dönüştürülmesiyle ilintilidir. Böyle bir
ruh hâli içinde intihar etmesi de bedensel eksikliği yüzünden uyum sağlayamadığı toplumdan
tamamen vazgeçişini yansıtır. Dolayısıyla romanda çirkin bir bedene sahip olan Ziya ile güzel
bir bedenle “kendilik bilinci”ni kurgulayan Sara
arasındaki ilişki, beden ve ruh arasındaki tezadı
göstermektedir. Bir tarafta narsist bir ruh hâliyle
bedensel güzelliğini onaylatmak için her türlü
entrikayı çeviren Sara, diğer tarafta ise toplum
tarafından “ucube beden” olarak etiketlenen Ziya
vardır. Sara’nın güzelliğiyle sürekli ilgi görmesine ve toplum tarafından onaylanmasına rağmen
Ziya ise çirkinliğiyle toplum dışına itilir ve duyarsızlaştırılır. Her iki bedenin de toplum tarafından “gözetlenen bedenler”e ve “seyirlik nesnelere” dönüşmesi, bedenin yüklendiği sembolik
anlamları gösterir. Bu çerçevede “Homongolos
bütünleşmek istediği güzelliği temsil eden Sara
ile bütünleşememiş, Sara’nın gözlerinde gördüğü
“başka bir dünya” karşısında iflas etmiş ve bu
iflasa dayanamamıştır” (Asiltürk 2009: 230). ■
Kaynaklar
Altuğ, Taylan (2005) Bir Ruh Kimliği Reşat
Nuri Güntekin, İnkılap Yayınları, İstanbul
Ancet, Pierre (2010) Ucube Bedenlerin Fenemonolojisi, (çev.Ersel Topraktepe) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Asiltürk, Baki (2009) Reşat Nuri Güntekin’in
Romanlarında Hastalık, İkaros Yayınları, İstanbul.
Güntekin, Reşat Nuri (t.y) Bir Kadın Düşmanı, İnkılap Kitabevi, İstanbul.
Kanter, M. Fatih (2013) Reşat Nuri
Güntekin’in Romanlarında Yapı ve İzlek, Grafiker
Yayınları, Ankara.
71
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Safiye Erol'un Dineyri Papazı adlı
romanında yüce arketipinin görünümü
ZEYNEP TEK
İ
“Kendi vücut âleminde seyre namzettir, diyorlardı...”
Safiye Erol
kinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda İstanbul’da Gülbün adlı yirmi bir yaşındaki genç bir kızın evli ve kendinden
yaşça büyük Mehmet Ayhan Cimşidoğlu adlı
zengin bir adama duyduğu derin/yasak aşkı
konu alan Dineyri Papazı, 1955 yılında Tercüman Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Erol’un
son romanı olan bu eser, Gülbün’ün yeniden
doğuş hikâyesine uzanan buhran ve azap dolu
aşk acısının yedi yıl süren serencamındaki
psikolojisini konu almaktadır. Erol’un ötekine duyulan aşk aracılığıyla Mutlak gerçekliğe
ulaşma yolunu ortaya koyduğu bu romanda
âşığın kendiliğini keşfinde ona yol gösteren
ve arketipsel kuramda ‘yüce birey arketipi’ne
karşılık gelebilecek dört hüviyetin varlığı söz
konusudur.
Carl Gustav Jung’a göre (2012a); “(...) bilinçdışı, aynı zamanda ölülerin, yani atalarımızın mitos ülkesi anlamına” gelmektedir (s.183).
Bilinçdışı birimlerinden olan ve “kökensel bir
Yüce birey
arketipinin en önemli
özelliklerinden biri de
kahramanın bir hata
işlemeden önce uyarı
mahiyetinde işaretler
göndermesidir.
Ancak kendilik
yolculuğundaki
kahramanın
düşüşünden sonra
da çoğunlukla onu
terk etmeyen yüce
birey arketipi; onun
iyileşmesinde ve
dirilişinde de önemli
roller üstlenmektedir.
* Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve
Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı
[email protected]
72
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
imgeyi belirleyen” (Jung 2012c, s. 256) arketiplerden biri ise bilge arketipidir. Aynı zamanda yüce birey arketipi, yaşlı birey arketipi, ruh
arketipi olarak da adlandırılan bilge arketipi;
uzun ve zorlu bir sınavdan geçmekle yükümlü olan kahramanın yolculuğunu başarıyla tamamlamasında, kendiliğine ulaşmasında, gölgesiyle hesaplaşmasında, yeniden doğuşunu
gerçekleştirmesinde esas yardımcı olan kişidir.
Şahsında tecrübeyi, aklı, sezgiyi, sağduyuyu ve
bilgiyi temsil etmektedir.
Jung, Dört Arketip’te (2012b) yaşlı adam
figürünün düşlerde büyücü, hekim, rahip, öğretmen, profesör, büyükbaba ya da otorite sahibi herhangi bir kişi olarak görünebildiğini
ifade etmektedir. İnsan, gulyabani ya da hayvan görünümündeki ruh arketipi Jung’a göre;
insanın idrak, anlayış, iyi bir tavsiye, karar,
plan gibi şeylere ihtiyaç duyduğu, ama kendi
imkânlarıyla bunlara ulaşamadığı durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu durumda arketip
söz konusu ruhsal yetersizliği, boşluğu dolduran içeriklerle telafi etmekle sorumludur (s.
86). Dineyri Papazı adlı romanda Gülbün’ün
ruhsal yolculuğunda ona rehberlik eden belli
başlı dört kişinin varlığı özellikle dikkat çekicidir: Feyzi Hoca, Doktor Bülent, Talât Bağcı
ve Şeyh Tayyar Kemterî (Tayyar Birkul). Ancak bu kişilerin Gülbün’e seslendikleri alanlar
farklıdır. Feyzi Hoca, Gülbün’ün geçmişinden
ona aşina bir ses olup müşfik bir baba gibi
daima ona karşı sıcak ve ilgili olmuş aynı zamanda öğretmenliğinde bulunmuş yaşlıca bir
kişidir. Doktor Bülent, biyolojik ve fizyolojik
gerçekliklerden ve tecrübelerinden yola çıkarak
Gülbün’e yardımcı olan ve onun iyileşmesinde
elinden geleni üstlenen hocası aynı zamanda
doktoru ve arkadaşıdır. Talât Bağcı onu yalısında konuk ederek hem maddi hem de sohbetleriyle manevi bir sığınak açan; koruyucu
bir büyükbaba gibi şefkatli ve anlayışlı, aşkın
merhalelerini kendi nefsinde tecrübe ettiği için
Gülbün’ün ıstırap iklimindeki hâllerini kavrayıcı bir misyona sahiptir. Tayyar Kemterî ise
tamamen mistik alandan Gülbün’ün yolculuğuna şahit olup ona el uzatan ve aşkının sükûn
evresine ermesinde ona yol gösteren kişidir.
Sanatsal yapıtlarda ve metinlerde yüce bi-
rey arketipinin çeşitli görünümleri meydana
çıkmaktadır. Jung’a göre (2012a) yeterince şey
görmüş yaşlı birey arketipi her entelektüel düzeyde ortaya çıkabilmektedir. Yaşlı bir köylü
de olsa Lao-tzu gibi büyük bir filozof da olsa
kimliği her zaman aynıdır (s. 174). Dineyri
Papazı’nda ‘gün görmüş’ ve farklı entelektüel
seviyelere karşılık gelen bilge arketipi, merkezi
kişinin yetersiz kaldığı alanlarda onun ruhsal
boşluğu tamamlayarak ona yardımcı olmaya
çalışmaktadır. Feyzi Hoca öğretmen ve Bülent Bey ise hekim olarak görev yapmakta; biri
Gülbün’ü ikazlarıyla yönlendirmeye çalışırken
diğeri hem tavsiyeleri hem de tıbbi desteğiyle
onun sağlığına kavuşmasında rol oynamaktadır. Talât Bey, Gülbün’ün dostlarının amcası
olup ailenin yaşı itibariyle büyükbabası hüviyetinde ve otoriteyi elinde bulundurmaktadır.
Tayyar Birkul ise romanda ‘şeyh’ olarak adlandırılmakta ve manevi otoriteye karşılık gelmektedir.
Bilgi, idrak, düşünce bilgelik, akıllılık ve
sezgi özelliklerini temsil eden yaşlı adam arketipinin en önemli ahlaki özellikleri Jung’a
göre (2012b) iyi niyet ve yardımseverliktir. (s.
91). Romanda bu dört kişinin en temel özellikleri son derece iyi niyetli ve yardımsever
tutumlarıdır. Toplumsal normlar itibariyle evlilik dışı ilişki kınanmasına rağmen bu kişiler
Gülbün’ün hâlini anlayışla karşılayarak bedensel ve ruhsal açıdan onun eski sağlığına kavuşması için ellerinden geleni yapmaktadır. Talât
Bey, Gülbün’ün durumunu değerlendirirken;
“Gerçi bir kazadır olmuş, zararın neresinden
dönülürse kâr saymalı, düşülen yerden davranıp üstü başı silkeleyip hayat koşusuna tekrar
atılmalı, doğrusu bu olurdu. Bütün mesele bu
büyük sükûtu kendi kendine karşı tefsir edişine bakar.” (s. 194)[1] demiştir. Merkezî karaktere yardımcı olan kişilerin çabası bu izahta
özet bulmaktadır. Burada gösterilmek istenen
yaşananların ne olduğu değil, yaşananlardan
çıkarılacak hikmettir. Halil Açıkgöz’ün (2002)
belirttiği gibi eserin başında Talât Bey tarafın1. Dineyri Papazı adlı romandan yapılan tüm
alıntılar eserin şu baskısına aittir: Erol, S. (2014).
Dineyri Papazı (4. baskı). Halil Açıkgöz (Haz.).
İstanbul: Kubbealtı.
73
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
dan anlatılan ‘Ketaki Çiçeği’ efsanesinde hakiki aşkın istihale kavramıyla değerlendirilmesi
sebepsiz değildir (s. 50). Önemli olan yürünmesi gereken yolda kalmamak, istihale ile ulaşılan seviyeyi koruyabilmektir.
Gülbün yasak aşkın büyüsüne kapılmadan
evvel eski hocası, çocukluk yaşından itibaren
üzerine titreyen Feyzi Bey tarafından bir uyarı
almıştır. Gülbün’ün 1942’den 1949’a uzanan
aşk hikâyesinin ilk evresi olan tanışma ve randevulaşma sürecinde Feyzi Hoca, onun başından bir vaka geçtiğini tahmin etmiş; onu fakültede aramış ve “hoş beşten sonra hem ciddî
hem mahzun hattâ biraz da haşin bir edâ ile
hecelerin üstüne basarak: “Gülbün, sen benim
en çok emek verdiğim talebemsin. Rûhumun
bereketini sende görmek isterim. Kızım, yüzümü kara çıkarma. Kızım beni mahzun etme.”
demişti. (s. 91). Ancak Gülbün uyarıyı ancak
‘düşüş’ gerçekleştikten seneler sonra kavrayabilmiştir. Yüce birey arketipinin en önemli
özelliklerinden biri de kahramanın bir hata işlemeden önce uyarı mahiyetinde işaretler göndermesidir. Ancak kendilik yolculuğundaki
kahramanın düşüşünden sonra da çoğunlukla
onu terk etmeyen yüce birey arketipi; onun
iyileşmesinde ve dirilişinde de önemli roller
üstlenmektedir. Eserin sonlarına doğru Feyzi
Hoca’nın çıkarsamalarda bulunarak Dineyri
Papazı’nın kim olduğunu keşfettiği ve ondan
Gülbün namına vicdanlı ve insaflı davranmasını rica ettiği görülmektedir.
Doktor Bülent otuz altı yaşında olmasına
rağmen “tecrübesi yaşından ileri” (s. 68) biri
olarak tanımlanmaktadır. İki kere cenneti
bulduğunu sandığı aşk tecrübesinden geçmiş
Bülent Bey, aşkının daha başlangıç evresinde
iken Gülbün’ü bundan alıkoymak için birçok
kereler nasihatte bulunmuş; onu gayrimeşru
bir ilişkinin onarımı pek zor olan yıkıntısından
korumaya ve çıkarmaya çalışmıştır. Gülbün’ün
fazla alışverişler yaparak aşırı masraflara gitmemesini, açık havada enerjisini harcayabileceği
işlerle uğraşmasını, dimağına sevdiği kişinin
tasviri geldiği takdirde bunun üstüne başka resimler getirip onu silip, bulandırıp, bozmasını
(s. 67) telkin eden Bülent Bey, öksüz ve yetim
olan Gülbün’ün her zaman yanında olmuş ve
bir ağabey gibi onu kollamıştır. Onu mutlu etmek için çiçekler, şekerler alan hocası, yarım
bıraktığı tıp fakültesinin devamında da onu
teşvik etmiş; “Senin Ofelya tipin bir tuzaktır
Gülbün. Aslında döğüşken huylusun. Müthiş
bir mücâdele kuvvetin var.” (s. 226) diyerek
onu öldürücü aşk’ın azabından kurtarmak için
güçlü hissettirmeye, mücadele azmi vermeye
çalışmıştır. Böylelikle genç kızın yanında durarak hem çöküş evresinde hem de hayatının
yeniden inşa sürecinde en etkin kişilerden biri
olmuştur.
Ancak Doktor Bülent’in yüce birey arketipi bakımından temsil ettiği alan Talât Bey’den
farklıdır. Talât Bey ve Tayyar Birkul eserde
manevi sahayı temsil ederken Doktor Bülent,
Gülbün’e madde, akıl sahasından seslenmektedir. Onun aşkın hâllerini daha çok akıl süzgecinden, tecrübî ilimden ve aşkın neden olduğu
hastalıkların tespit ve teşrihi ile fizyolojik gerçekliklerden yola çıkarak anlamlandırdığı görülmektedir. Sema Uğurcan’ın (2001) belirttiği
üzere; “Dineyri Papazı’nda, insan rûhunu çözmek ve iyileştirmek isteyen modern tıp erbâbı
ile insan ruhunu çözmek ve iyileştirmek isteyen tasavvuf erbâbı, Gülbün’ü kurtarmak için
el ele vermiştir.” (s. 42). Bu durum romanda
“Talât Bey gönül diyârından, Doktor Bülent
akıl diyârından kuvvetle sesleniyordu.” (s. 15)
şeklinde ifade bulmaktadır. Doktor Bülent’in
Gülbün’ü koruyucu tavrı, ‘Ketaki Çiçeği’ menkıbesinin Talât Bey tarafından anlatılmasıyla
şöyle tahlil edilmektedir:
Doktor Bülent’in gözlerine yakalanmıştı.
İnsana ilim bakışıyla saplanan röntgen-gözler.
“Sen kimsin, nereden geliyor, nereye gidiyorsun, ne istiyorsun?” diye soran nazar karşısında
canlı, akıcı, çalıp oynayıcı hiçbir varlık tutunamazdı. Doktor Bülent, Gülbün’ü aşırı bir
kendini verişten, sonsuz ummanların encâmı
şüpheli mâcerâlarına sürüklenişten korumak
ister gibiydi. (s. 14-15).
Talebesine ne olduğunu, ne istediğini, nereden gelip nereye gittiğini bakışlarıyla soran
Doktor Bülent, böylelikle onun bireyleşme yolculuğunda kendiliğini keşfetmesinde yardımcı
olmaktadır. Jung’a göre (2012b) “Masallardaki
yaşlı adam sık sık kim, neden, nereden, nere-
74
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ye sorularını sorarak, insanın kendisi üzerine
düşünmesini ve ahlaki güçlerin toplanmasını
sağlar.” (s. 89). Eserde bilge kişiyi temsil eden
Talât Bey de Gülbün’ün kendi üzerine düşünmesini sağlamaktadır. Ona geçirdiği tecrübeleri hatırlatarak şöyle bir soru sormuştur:
Gerçek âşık dilsize benzer. Onun sözü yoktur, olsa olsa sazı vardır. Vecitli ilahilere, coşkun destanlara, hoppa türkülere, kan ağlatan
mersiyelere sâhiptir. Fakat çok defa bu nağmeler dışarı sızmaz: Âşık dediğin, sadâsız terennüm ediyordur. Dâvâsını kimseye anlatamayacağını bildiği için, kendi canının harîminde
kendi okur kendi dinler. Aşkını kıskanıyor gibidir, bir türlü açığa çıkaramaz. Öyle değil mi,
Gülbün? Söyle Gülbün, neden seneler senesi
bizimle dertleşmek istemedin? (s. 12).
Gülbün’ün hem aşkı üzerinde düşünmesi hem de yaşadığı tecrübelerden bir hikmete
ulaşması; ancak bu hikmeti de söze dökerek
başkalarına faydalı olması arzu edilmektedir.
Herkesin sözünü saydığı bir otorite ve saygın bir şahsiyet olarak tasvir edilen Talât Bey,
yüce birey arketipinin en önemli niteliklerine
uygun olarak kahramanın yeniden doğuşunda
ona umut vererek; ışığı görmesini sağlamıştır.
Ona göre;
-Hiçbir terkip çözülmeden yeni bağlanamaz. Hiçbir şekil dağılmadan yeni beliremez.
(...) Aşkın harmanından geçmeden hangi mevcut kendi formasına girebilir ki? Kendi cehennemini katetmeden kim kendi cennetine vâsıl
olmuş? Hayat, hayâtı özlediği için ölüme tutkundur. Eski adamlar bunu ne güzel bilmişler.
Demişler ki: Karanlıklar diyarında âb-ı hayat
çeşmesi. (s.22).
Ölümsüzlük suyunun karanlıklar diyarında
ele geçmesi gibi yaşanan menfi tecrübelerin de
ölmez hakikatler bağışlayacağını söyleyen Talât
Bey, böylelikle kişinin kendi cennetine ulaşacağını ifade etmektedir. Merkezî karakterin ruhsal dinginliğe ve hakikat bilgisine ulaşmasında
etkili olan Tayyar Birkul da Gülbün’e umut
aşılayarak onun yeniden uyanışını sağlamıştır.
Jung’un (2012b) “Yaşlı adamın hem ulvi hem
de yardımsever olması, onunla Tanrı arasında
bir bağ kurma düşüncesini akla getiriyor.” (s.
94) tespitinde olduğu gibi Küçük Kemterî ola-
rak bilinen Tayyar Birkul, bir nakşî şeyhidir.
Romanın sonlarına doğru Gülbün, yaşadığı utancın ve ayrılığın ıstırabıyla kendine bir
sığınak olarak ‘küçük bir çöplüğü’ görmüştür.
Oraya layık olduğu vehmiyle kendini tümden bırakan Gülbün artık son takatini yitirmiş ve Guraba Hastanesi’ne yatırılmıştır. Onu
“hayâta çekmek için” (s. 269) sevdikleri türlü
yollar tutturmuş; ancak hiçbiri fayda sağlayamamıştır. Onu ziyarete gelen ak sakallı Tayyar
Birkul’un “muhabbet bakışlı baba çehresi”ni (s.
271) görerek şaşıran ve o sırada gördüğü kötü
rüyayı anlatan Gülbün için ise bu görüşme bir
dönüm noktasını oluşturmuştur. Rüyasında
bir dağdan aşağı indiğini ve ağaçların balta ile
vurulup yakılıp yıkıldığını, çiçeği burnunda
genç ıhlamurların boylu boyunca serildiğini,
lalelerin, menekşelerin, çimenlerin ezildiğini
gören Gülbün, uyandığında büyük bir korku
ve ümitsizlik hissetmiştir. Tayyar Birkul ise
Gülbün’ün elini okşayarak ona; “-Bu mu imiş
yorumsuz dediğin rüya? Meğerse ne kadar düzmüş. Hayıflanacak bir şey yok. Ihlamur ağaçları çiçek açmış ya sen ona bak. Değil mi ki çiçek
açmış... Alacağını almış vereceğini vermiş...”
(s. 272) diyerek rüyasını hayra yormuş; ona
umut ve yaşama gücü vermeye çalışmıştır. Sigmund Freud (2010) tarafından “aklın bilinçdışı etkinliklerine götüren bir kral yolu” (s. 324)
olarak ifade dilen düş yorumu; Jung’a göre
(2006) kişiyi insanın sırlarına ulaştırmakta ve
hekimin, ruh eğitimcisinin elinde eşsiz bir alet
fonksiyonu üstlenmektedir (s. 107). Bir ruh
eğitimcisi gibi manevi cihetten Gülbün’ü onarmaya çalışan Kemterî’nin elinde rüya yorumu;
azabın sona erdiği ve geleceğe dair umutlu zamanların başlayacağına dair müjdeyi vermekte
vesile olmuştur. Gülsemin Hazer’in (2012) de
belirttiği üzere “Şeyh, onun ruhunun en derin
köşesinde gizli duran rüyanın kapısını aralayarak geçmişten çıkmasını ve artık geleceğe bakmasını” (s.1470) sağlamıştır.
Tayyar Birkul da Talât Bey gibi çeşitli sorular sorarak kahramanın kendiliğiyle ve geçmişiyle yüzleşmesini sağlamıştır. Hastalıklar,
krizler, baygınlıklarla geçen ayrılık sürecinde
bedenen ve ruhen çöken Gülbün’ün en büyük
acısı ‘mabud’u olarak gördüğü maşukunun ona
karşı duyarsızlığı ve alayları olmuştur. Sevdiği, inandığı insanın beş on dakikalık konuşma
ricasını reddettiğini ve dahi kendisini toptan
reddettiğini söyleyen Gülbün’e Tayyar Kemterî
şunları söylemiştir:
-Ne talebin vardı ki ne hak bekledin?
Onunla evlenmek mi istemiştin? Evet diyemezsin, hayır diyeceksin. Zîra evlenmek bir
kanun yoludur, sen ise o yoldan ayrılmışsın.
Onunla oynaş mı yaşamak mı istedin? Ne
münâsebet. O hâlde... Seni tanısın, bilsin sana
yâr olsun istedin. Talebin aşktı, yâni artık devrilmek ve yeniden doğmak sevdâsındaydın. İyi
ya işte, dost seçtiğin kimse seni olduğun gibi
teşhis etmiş, seni yıkmış devirmiş. Amma sen
dibe çökerken ondan alacağını almışsındır. Senin yeni terkibinde o sevilmişten de bir katık
bulunacaktır. Görüyorum pek düşünüyorsun.
Ne için genç yaşta ölümü çağırmış olduğunu
aklın kesmiyor, gençlik ihtiyarlık ne demek?
İnsan, rüyâları ve hülyâları kadar yaşar. Yirmi
seneye yirmi senenin kaldıramayacağı hayal
tasvirlerini tıktıysa yıpranmış ve kocamış olur.
İşte o zaman insan mâsumluğu özler. Ruh, eski
nakkaşlığı yeniden ele alabilmek için yeni doğuşa sevdâlanır, karanlıklar diyârına yönelir.
Âb-ı hayat çeşmesinden bir daha içer. Hüneri ebedîleştirmenin yolunu bulmuş ne yaman
nakkaştır o!.. (s. 272-273).
Gülbün’ün kendine itiraf edemediği duygu
ve düşünceleri tahlil eden Şeyh Kemterî; onun
istediği üzere aşk’ı ele geçirdiğini ve safi sevmekle aşk’ın hükmünü yerine getirdiğini ifade
etmektedir. Böylelikle karanlıklar diyarından
dönme vakti geldiği hatırlatılan Gülbün; “dikenli utanç gömleği”ni üzerinden atmış yerine “edep ve letâfet kisvesi kuşanmış bâkir bir
ruh [olarak] dönmüştü[r].” (s. 274). Çocukluk
zamanlarının masumiyetine bürünen genç kız,
hasta yatağından kalkmış; yeniden hayata ve
dostlarına kavuşmuştur. Jung’un (2012b) “bireysel yaşam süreci içinde yeniden doğmak” (s.
48) olarak adlandırdığı yeniden doğuş sürecine girmiştir. Ender Gürol’a göre (2006); “Yaşlı
bilge arketipindeki ruh-imgesiyle karşılaştıktan
sonra kişinin manevilik ilkesinin canlandırılması rastlantı işi değildir.” (s. 74). Gülbün’ün
cünûn, fünûn ve sükûn evreleri olarak adlandı-
rılan aşk yolculuğunda sükûna ermesinde Tayyar Birkul’un onda manevi ciheti uyandırmasının büyük bir etkisi vardır.
Böylelikle Gülbün’ün hem karanlıklar diyarındaki yolculuğu sırasında hem de dönüş aşamasında yüce birey arketipi olarak adlandırılabilecek kişilerin destekleriyle ruhsal yolculuğunun ilerleyen dönemlerinde hakikat bilgisini
keşfettiği görülmektedir. Affın ve ‘unutma’nın
şifasını ele geçirdiği zamana dek ‘canının gittiğine’ şahit olan genç kız; bilge arketipini temsil
eden dostlarının yol göstermesi ile maşukunun
canının kendi canında birlenmiş olduğunu;
kendi vücut iklimi içinde onu seyrettiğini fark
etmiş, erdiği sükûn ikliminde âb-ı hayat simgesi ile temsil edilen yeniden doğuşu gerçekleştirebilmiştir.■
KAYNAKÇA
Açıkgöz, H. (2002). Bir Hicran Hikâyesi Safiye Erol’da
Aşk. Türk Edebiyatı. 348, 44-50.
Erol, S. (2014). Dineyri Papazı (4. baskı). Halil Açıkgöz (hzl.). İstanbul: Kubbealtı.
Freud, S. (2010). Düşlerin Yorumu II (4. Baskı). Emre
Kapkın (çev.). İstanbul: Payel.
Gürol, E. (2006). Giriş. Analitik Psikoloji (2. Baskı).
Ender Gürol (çev.). İstanbul: Payel, 9-92.
Hazer, G. (2012). Safiye Erol’un Dineyri Papazı Romanında Bireyleşim/Kemalat Yolculuğu. Turkish Studies
7.3, 1461-1473.
Jung C. G. (2006). Analitik Psikoloji (2. Baskı). Ender Gürol (çev.) İstanbul: Payel.
_________ (2012a). Anılar, Düşler, Düşünceler. İris
Kantemir (çev.). İstanbul: Can.
_________ (2012b). Dört Arketip (3. Baskı). Zehra
Aksu Yılmazer (çev.). İstanbul: Metis.
_________ (2012c). İnsan Ruhuna Yöneliş, Bilinçaltı
ve İşlevsel Yapısı. Engin Büyükinal (çev.). İstanbul: Say.
Uğurcan, S. (2001). Safiye Erol’un Romanları. Kubbealtı Akademisi. 3, 34-43.
76
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Nahit Sırrı ve romanlarındaki cani tipler
HASAN ÖZÇAM*
E
debiyatımızın çok tanınmayan yazarlarından Nahit Sırrı Örik, özellikle aile
ve çevre baskısı sebebiyle huzursuz bir
şekilde yaşamış, kendi huzursuzluğunu ve bu rahatsızlığın nereye kadar gidebileceğini kahramanları vasıtasıyla dile getirmiş bir yazarımızdır.
22 Mayıs 1894 tarihinde İstanbul’da doğan
ve 18 Ocak 1960 tarihinde de yine aynı şehirde ölen Nahit Sırrı’nın hayatı hakkında ne yazık
ki yeterli bilgiye sahip değiliz. Bu bilgilere ancak
kendi eserlerinden ve hâl tercümesinden ulaşabilmekteyiz.[1]
Aydın bir çevrede kendi kendini yetiştiren
Nahit Sırrı, edebî hayatında Yaşar Nabi ile olan
bütün bağlarını kopardıktan sonra kendi kabuğunda bir hayat sürmüş, dönemin edebî çevresi
ile de fazla anlaşamamıştır. Çevresi tarafından
dışlanan Nahit Sırrı, - o yıllarda yazarın cinsel
kimliği önemli bir kaygı kaynağı olmuştur- bu
durumunu şu ifadelerle anlatır: “... o derece pe-
rişan olmuş, yorulmuş, hayattan kopmuş bir
hâldeyim ki eğer bir elin beni azimle kurtaracağını hissetmesem, geçireceğim daha korkunç
çaresiz günlerde cinnetin pençesine düşmekten
artık korkuyorum. Müslüman olmasam intiharı
düşünürdüm.”[2]
Ailesini kaybeden, edebiyatçı arkadaşları tarafından fazla dikkate alınmayan, evlilik gibi kutsi
bir müessese içerisinde yerini alamayan Nahit
Sırrı; çevresinin baskısı altında, sosyal olmayan
ve mücadeleci bir kuvvet hâlinde olan birtakım
marazi anormalliklerin kurbanı olmuştur. Böyle
bir ruh hâline sahip olan kişi, Enrico Ferri’nin
belirttiği gibi, özellikle şiddetten ziyade kurnazlık ve hileye eğilimlidir. Bencilce olan duygusal
belirtileri intikam arzusu, hırs ve tamah, kendini
beğenmişlik ve kurnazlıktır.[3]
Nahit Sırrı Örik’in bu özellikleri -belirtileritaşıdığını söyleyebilmemiz güç olsa da eserlerindeki ana kahramanları bu tür kişilerden seçtiğini
* Fırat Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
1. M. Behçet Yazar, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı,
İstanbul 1938, s. 18-22.
2. Samet Ağaoğlu, İlk Köşe, İstanbul 1978, s.23.
3. Enrico Ferri, Sanat ve Edebiyatta Caniler, İstanbul
1974, s.18-20.
77
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
söyleyebiliriz. Daha önce belirttiğimiz gibi edebî
çevresinde fazla dikkate alınmamış ve hakkında
fazla yazı yazılmamıştır. Çünkü o; kendini beğenmiş, dedikoducu, herkesi çekiştirmekten ve
yermekten hoşlanan, aşırı bencil bir kişi olarak
tanınmıştır. Bu yüzden de arkadaşları onunla ilgili yazı yazmaktan kaçınmışlardır. “Edebiyatçı arkadaşları Nahit Sırrı üzerine, dostluk, arkadaşlık
üzerine yazmamışlar, ola ki yazmaktan kaçınmışlar, yazmayı gereksinmemişlerdir.”[4]
Nahit Sırrı’nın romanlarına bir bütün olarak
baktığımız zaman, karşımıza genellikle suçlu ve
günahkâr tipler çıkmaktadır. Bildiğimiz gibi bir
suçluda iki temel ruhsal özellik görülmektedir:
Bunlardan biri sınırsız bencillik, öteki ise güçlü
bir yıkma ve yok etme isteğidir. Bu iki özelliğin
dile gelmesi için gerekli bulunan başka bir özellik
de sevgi yokluğu ve insancıl nesneler karşısında
hissizlik hâlidir. Bir suçluda/canide görülen bu
özellikler Nahit Sırrı’nın roman kahramanlarında
görülen özelliklerdir ve Sigmund Freud’un belirttiği “Sanatçı, kendi iç dünyasında yer alan marazi belirtileri hayatına yansıtmasa bile, eserinde
yer alan şahıslarda bu özellikleri -istemeyerek de
olsa- gösterir veya hissettirir,[5] ifadesini kanıtlar
niteliktedir.
Yazarın ilk romanı olan Eve Düşen Yıldırım’da[6]
vaka örgüsü, evin reisi Ahmet Şükrü Efendi’nin
yeğeni Muazzez’i kendi evine getirmesiyle kurulur. Çok güzel bir kız olan Muazzez’in gelişi,
Ahmet Şükrü Efendi’nin evli olan büyük oğlu
Namık ile küçük oğul Sait’in çatışmalarına sebep
olur. Namık’ın karısı Şayeste Hanım, kocasının
Muazzez’le ilişkisine ses çıkarmaz, Muazzez’in de
Sait’le evlenmesini destekler. Böylece, “kocasının
bedbahtlığını her gün görürse, sızısı bir türlü yüzünden geçmeyen tokatın intikamını pek güzel
almış olacaktı.” (s.52). İşte bu intikam düşüncesiyle entrikalar çeviren Şayeste Hanım; kurduğu
planlarla, evin hizmetçisi Emine Hanım vasıtasıyla Namık, Sait ve Muazzez’in aynı yerde karşılaşmalarına sebep olur. Bu karşılaşma sonucunda
Sait, kardeşi Namık’ı öldürür ve böylece Şayeste
4. Selim İleri, Aynalı Dolaba İki El Revolver, Argos, 28
Aralık 1990, s.35.
5. Bk. Psikanaliz Açıdan Edebiyat, (çev. Selahattin
Hilav), Ankara 1981, s.7-30.
6. Nahit Sıırı Örik, Eve Düşen Yıldırım, İstanbul 1934.
Hanım, kocasının attığı tokatın intikamını fazlasıyla almış olur.
Yazarın ikinci romanı olan Kıskanmak[7] adlı
eserde Enrico Ferri’nin deli-cani tipinin bütün
özelliklerini görmekteyiz.[8] Bu tiplerin hisleri
ve ihtirasları derin surette hasta ve zedelenmiş
olmasına rağmen, hastanın muhakeme tarzı ve
mantığı görünürde yerindedir. Onların hastalığı
gizlidir. Bu cani tipinin estetik özelliği yoktur,
gördüğü bilinçli terbiye ve yetişme tarzı erkenden
başlar. Sefil ana-babası tarafından dışlanmış ve diğer çocuklardan aşağı görülmüştür. Bu tür caniler, toplumun dikkatini kendi üzerlerine çekecek
derecede müstehcenlik veya vahşilik ifratına fazla
kaçmazlar ve yöneldikleri kişiden intikam almak
için bocalayarak ömürlerini tüketir giderler.
Kıskanmak romanındaki Seniha, bu tür caniler grubuna giren bir kahramandır. Seniha’nın
ağabeyi Halit’i kıskanmasının ve ondan intikam
almaya çalışmanın sebepleri anlatıcı tarafından
belirtilir. Zaten “Nahit Sırrı, okurun öyküye
çağrışımlar, düşlemeler yolu ile katılmasına inanmaz. O kendi hikâyesini anlatmaktadır, okur ise
onun anlattığına inanmakla yetinmelidir.[9] Buna
göre Seniha, ağabeyini şu sebeplerden dolayı
kıskanmaktadır:
a) Halit güzeldir, Seniha ise çirkin. (s.38)
b) Halit devlet hesabına, maden mühendisliği
öğrenimi için Almanya’ya gider. Halit’in öğrenimini tamamlayabilmesi için aile bütçesinden
ona para göndermekte, bunun için de köşkten
Seniha’ya çeyiz olabilecek eşyalar birer birer satılmaktadır. (s.40)
c) Seniha, İstanbul’daki “Kız İdadisine veya
Kız Muallim Mektebine” gitmek ister. Ancak
ailenin masrafı artacağı için Seniha’nın bu isteği
anne ve babası tarafından reddedilir. (s.41)
d) Seniha’ya iyi bir kısmet çıkar; ancak aile
çeyiz yapacak ve düğün masraflarına girişecek
durumda olmadığı için –çünkü Halit’e yüklü
miktarda harçlık gönderilmektedir- bahanelerle
bu kısmet geri çevrilir. (s. 43)
e) Halit’in güzelliği karşısında, annesinin
daima “Ah benim güzel evladım! Ne olurdu, za7. Nahit Sıırı Örik, Kıskanmak, İstanbul 1946.
8. Enrico Ferri, age., s.24.
9. Sırma Köksal, Nahit Sırrı Örik: Yenilişin Yazarı,
Virgül, Ekim 1997, s.50.
78
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
vallı Seniha da sana benzeseydi.” (s.46) sözlerini
işitmek de Seniha’nın Halit’e karşı duyduğu kıskançlığın sebepleridir.
Bu sebepler zamanla, kıskançlıktan nefrete,
nefret de öç alma duygusuna dönüşür. Ağabeyi
evlenince de ondan intikam almak için planlar
kurar. Seniha, yengesi Mükerrem’in başka erkeklerle ilişkiye girmesini destekler. “Bu sevinç
Seniha’yı gençleştirmiştir. Alabileceği intikamın
lezzetini uzun uzun tahayyül ediyor ve bu lezzeti
şimdiden ve hazzından ürpere ürpere tadıyordu.”
(s.68) Seniha, öyle bir plan kurar ki ağabeyi, karısının sevdiğini öldürür ve tutuklanır. Ağabeyini
adliye binasında görmeye giden Seniha “bu zavallı yüze doya doya ve ruhundan güle güle bakar.” (s.124) Mahkeme sırasında da gerçekleri
gizleyerek, yengesinin kardeşini aldattığına inanmadığını, ağabeyinin bir yanlışlık neticesinde bu
cinayeti işlemiş olmasından korktuğunu söyler.
Seniha, bütün ayrıntıları ağabeyinin suçlamasını
ağırlaştıracak şekilde değiştirerek anlatır.
Yıllar sonra Halit’in cezasını tamamlayıp
hapishaneden çıkacağını öğrenen Seniha, onun
harap hâlini görmek için yola çıkar. Amacı,
Erenköy’de bulunan kendilerine ait köşkün yarı
hissesini Halit’ten almak ve onu daha zor bir durumda bırakmaktı. “İsteği, bu hisseyi yok pahasına alıp kârlı bir iş yapmak hevesi değildi. Fakat
onun hakkını çiğnemek, onu ezmek zevkiydi.”
(s.158)
Ancak Seniha, ağabeyine son darbeyi vuramaz. Çünkü Halit, hapishaneden çıkınca beş parasız kalmaz. Vekâletteki eski arkadaşları Halit’e
yardım ederek iş bulmuşlardır. Seniha, Halit’i
görüp konuşarak son zevkini tadamaz ve oldukça
üzülür. Artık tek tesellisi ağabeyinin kendinden
evvel ölmesi için dua etmek ve beklemekti.
Dikkat edilirse, Seniha’nın intikam duygularının sorumlusu ailesidir. Seniha, yaptıklarıyla
suçlu görülmekle beraber asıl suçun ailenin genç
kıza verilmesi gerekenleri vermeyişinde olduğu
okuyucuya anlatıcı tarafından duyurulmaktadır.
Yazarın en önemli romanı olan Sultan Hamit
Düşerken’de[10] zamanın şartlarına göre hareket
eden Nimet ile biz yine bir intikam duygusuyla
karşılaşmaktayız. Ancak, Nimet’in bir cani oldu-
ğunu söyleyemeyiz. Romanda bir paşa ailesinin
gözüyle İttihatçılar eleştirilmiştir. Yazar eserinde İttihatçı Şefik Bey’i bu ailenin dar olan sosyal muhitinde tahlil etmiştir. İttihatçılar, yazara
göre, görgüden, birikimden ve bilgiden yoksun
olarak tanıtılmış, onların her türlü davranışı Şefik
Bey’in şahsında eleştirilmiştir.
Ailesinin menfaatleri için Şefik Bey’le evlenen
Nimet, kocasının görgüsüzlüğünü hiçbir zaman
hazmedemez ve içten içe ondan nefret eder ve
“bıçak kullanmasını, çatal tutmasını bile beceremiyor” (s.209) gibi sözlerle mutsuzluğunu sık sık
dile getirir.
31 Mart yaklaştığı zaman gelecek tehlikenin
farkında olan Nimet, kocasını bile bile ölüme
göndererek ondan intikam alır.
Yazarın yayınlanan son romanı Tersine Giden Yol’da[11] da yine bir intikam duygusu görmekteyiz. Romanın asıl kahramanı olan Cezmi,
Ankara’da zengin bir hayat süren Şâyân Hanım’la
yaşayan bir gençtir. Uçarı bir genç olan Cezmi’nin
bütün masrafları da Şâyân Hanım tarafından
karşılanmaktadır. “Kadın, bütün borçlarını son
meteliğine kadar ödüyordu. Apartman kirasını da tamamıyla üzerine alıyordu.” (s.111) Ancak Şâyân Hanım’ın İstanbul’a gittiği günlerde,
onun “yeğenim” diye tanıttığı Mahmure ile tanışan Cezmi, onunla ilişkiye girer. Daima Şâyân
Hanım’ı kıskanan Mahmure, ondan intikam almak için Cezmiy’le ilişkiye girmiş ve daha sonra
da bu durumu Şâyân Hanım’a anlatmıştır. Bunun üzerine Şâyân Hanım tarafından terk edilen
Cezmi tekrar, o eski borçlu günlerine geri döner.
İncelediğimiz eserlerde görüldüğü gibi,
intikam duygularına hedef olanlar genellikle
erkek kahramanlardır. Ancak onlar da romanda
“edilgen kişilikler” olarak karşımıza çıkmazlar.
“Nahit Sırrı’nın en edilgen kişileri bile, en azından, dalgınlıkları, umursamazlıkları ya da hesap
hataları ile etkindirler.”[12] ■
10. Nahit Sırrı Örik, Sultan Hamit Düşerken, İstanbul
1957.
11. _____________, Tersine Giden Yol, İstanbul 1995.
12. Sırma Köksal, agm., s. 50.
79
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'ndaki ruhi
kişilik tahlilleri
İHSAN YAŞA
C
errahapaşa Tıp Fakültesi’ndeki Psikiyatri Hocamız Prof. Ayhan Songar, 1976
yılında, kliniğinde staj yapan bizlere
ünlü romancımız Peyami Safa hakkında şunları söylüyordu; “Genel kültür ve kalem gücü bakımından
çok büyük bir değer olduğunu herkes kabul eder,
fakat psikiyatri konusunda da fevkalade bilgilere sahip bulunduğuna ben şahidim.”
Yine Hocamızın Ruh Hekiminin Hatıraları
isimli eserinde “Peyami Safa, mesleğimi en az benim
kadar bilen ve birçok tıbbi meseleleri tartışmaktan
çekineceğim bir kimseydi.” tespitini okuyacaktım.
Şimdi bir hekim olarak söylüyorum: Bu tespit,
asla hafife alınmamalı.
Sonraki yıllarda öğrendim: Merhum romancımız gerek psikoloji, gerekse metafizik veya mistisizm konusunda da büyük nüfuz sahibiymiş.
Ben o tarihten önce bu kıymetli yazarı bir miktar tanıyordum. “Abi” dediğim bir edebiyat öğretmeni arkadaşım ondan sık sık söz ediyordu. Ancak
yeteri kadar okumamış olmalıydım ki, Hocam Ayhan Songar’ın sözlerinden çok etkilenmiştim. Daha
sonraları onun hem fikrî yazılarını hem de romanlarını sıkı bir şekilde okumaya başladım.
Şüphesiz, herkes gibi Peyami Safa da
düşüncelerini romanlarına aksettiren kişidir.
Dolayısıyla bütün kitaplarında psikolojik unsurların
olması tabiidir. Fakat Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve
Yalnızız romanlarında bunları daha ağırlıklı ve sık
olarak görüyoruz;
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda, haftalarca hastanede yatmış ve bacağının kesilmesi, hatta hayatının kaybedilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmış
on dört, on beş yaşlarındaki hasta bir gencin ruh
hâli konu ediliyor. Dizindeki şiddetli fiziki ağrıların
yanında, bir de uzvun kesilmesine ait ıstıraplar ve
sevdiği kız Nüzhet’in evlenecek olmasının verdiği
yürek acıları var. Bunların hepsi çocuk denilecek
yaştaki küçük, çelimsiz bünyeye musallat olunca sıkıntılar dayanılmayacak hâle geliyor.
Söz konusu hasta çocuk, romanın başbaşkahramanıdır. Kesif sıkıntıların üstesinden gelmeye
çalışırken dayandığı en önemli şey iyimserlik duygusudur.
Yani şifa bulacağına dair ümit… Başaracak mı, başaracaksa ne ölçüde başaracak,
okurun merakını yok etmemek adına burayı geçelim fakat hasta gencin, acılara katlanabilme gücünü
veren en büyük ruh dinamiğinin ümit olduğunu
belirten şu sözleri dikkat çekicidir: “Uyuyamıyordum. Birçok fedakârlıklara hazırlanmak lazım geldiğini anlıyordum. İçimde hep ne
80
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
olduklarını bilmediğim gizli ve meçhul ümitlere sarılmıştım, onlar olmasa bir saniye bile nefes alamazdım.”
Burada, ümide ait bir kırıntının dahi insanı hayata bağlayan en mühim bağlardan biri olduğunu
anlıyoruz.
Romanda, ıstırapların bedende meydana getirdiği değişiklik veya yakınmalara da yer veriliyor. Bunun tıbbi bilgilere uygun bir şekilde dile getirilmesi
ise kayda değer.
‘Bunaltı hastalığı’ diyebileceğimiz anksiyeteyi tarif eden şu satırlar tıp öğrencilerine bile örnek olacak
mahiyettedir:
“Göğsümde müthiş bir baskı. Boylu boyunca bir
duvarın altına uzanıp yatmışım gibi hava alamıyorum, kollarımdan ve bacaklarımdan hayat çekiliyor.”
Ruhi ıstırapların vücut ağrılarından daha zor
olduğunu bilen yazar, romanındaki başkişiye bunu
şöyle söyletiyor:
“Ağrılarım arttı, fakat ruhi azabıma nisbetle çok
asil, sade ve saf olan ızdırabımı sevdim.”
Stres veya azaplar bazen bedensel belirtilere de
sebebiyet verirler. Mesela uzun süren üzüntü ve sıkıcı düşüncelerin baş ağrısı, baş dönmesi veya yorgunluk yapabildiğini herkes tecrübe etmiştir. Keza
bel ağrısı, karın ağrısı ya da uyuşma gibi şikayetlere
de sebep olabilir. Bundan dolayı, vücudun herhangi
bir yerindeki ağrı veya uyuşma ile bize başvuran hastalarda, dikkate aldığımız hususlardan biri de streslerdir. Ancak bir hekim olarak şunu da hemen belirtelim ki, streslerin sebep olduğu bedenî şikâyetlerin
çoğu geçicidir, kalıcı hasar bıraktıkları nadirdir.
Hasta çocuk, bir ara depresyon ya da bunaltı
hâline girmiş olsa bile, genel olarak zorluklar karşısında tükenip yok olmayan dirençli bir tip olarak
tarif edilmiştir. Eskiler bu gibilere "halim insan"
derdi. Yani sakin, sabırlı ve sinirli olmayan ruhi kişilik yapısına sahip insan. Nevrotik kişiliğin zıddı.
Halimlerin, muhkem kişilik yapıları sayesinde
hayatlarında karşılaştıkları aksiliklerin üstesinden
daha kolay geldikleri biliniyor. Bunu Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’nda da görüyor olmamız önemli bir
husustur. Buradaki çocuk bedenen hasta ama ruhen
kuvvetli.
Kitaptaki ruhi tahliller sadece başkahramanın
kişiliğiyle sınırlı değil. İkinci, hatta üçüncü derecedeki şahısların ruhi bünyeleri de kısaca anlatılmıştır.
Mesela hasta çocuk, kendisinden dört beş yaş büyük olan akraba kızı Nüzhet’in sahip olduğu kişiliğin biraz çocuksu olduğunu söyler:
“Herhangi bir vaziyette ekseriya iki dakikadan
fazla durmuyor, kaçıyor.”
Çocuksuluk babında, kendi konumunu da dile
getirir:
“Ben Nüzhet’ten evvel, ruhen çocukluktan çıktım,
daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu.” Nüzhet’in hasta çocuktan uzaklaşarak yakışıklı
ve zengin olan Doktor Ragıp’a meyil etmesi ikisinin tartışmasına sebep olur. Hasta genç, ruhunu
ziyadesiyle daraltan bu duyguyu şöyle ifade ediyor: “İstikbalime dair içimden fena işaretler almaya
başladım. Üstüme devamlı bir melankoli çöktü, her
an susturan ve sarartan o derin elemlerden biri ki, beni
kendi içimden de uzaklaştırıyor, ruhumun haritasını
bilmediğim ıssız adalara götürüyor, beni kendi hudutlarımın dışına sürüyordu.”
Romanda, köşk sahibi zengin bir paşa da var.
Babacan, anlayışlı, garp kültürüne özenen bir kişi
olarak tanıtılmıştır. Eğlence ve içkiye yatkın, kahkahaları bol, yaşlı bir adam. Gençliğinde bir ara gittiği
Paris günlerinin hatırası ile sık sık canlanan ve duygulanan Tanzimatçılardan biri. Başkahraman, bu
ihtiyarı şöyle anlatıyor:
“Her insanı bize hatırlatan, her insanı içimizde
yaşatan bir ayırıcı alamet varsa, Paşayı da bana hatırlatan, içimde yaşatan bu gevrek ve bol kahkahalarıydı.” Kitapta Peyami Safa’nın hekimlere sitem ettiğini
de görüyoruz. Mesela hasta çocuk, en çok sevdiği
meşguliyetlerin kendi doktoru tarafından kolayca
men edilmesine şaşırıyor ve üzülüyor: “Hastalık tamamıyla iyi olsa bile futbol oynamasan daha iyi. Bacağını yorma. Sen roman okumayı seviyorsun. Fakat
onu da okuma, heyecan senin için iyi değil. Sinirlerine
dikkat et. El işleriyle meşgul ol.” diyen operatörünü
soğuk buluyor. Bundan dolayı içinden, “Doktorlar
tedavilerinde hastanın psikolojisine yer vermiyorlar.”
diyor.
Psikolojik unsurların başka türlü örnekleri de
var lakin isterseniz bu kadarıyla yetinelim, romandaki başkişinin notları arasında bulunan ve kitabın
son paragrafında geçen bir hüküm cümlesiyle yazımızı bitirelim;
“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”■
81
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
SEYRAN
yankısını taşladım dağların
kuşlar uçurdum, sabahtı.
kollarından yürüyen sularla
güne uyanması yalandı insanın
görmedim vav harfinden rahmin sıcaklığını.
durmazdı vitrinde durduğu gibi
öylesine tamam değildi dünya
kalkıp ömrümü toplasam bir romandı.
inanmazdım uzatmaya gelmezdi harfler
kemanları bilirdim ince ve uzun
hüznün ömrü yanlış basılan ses kadardı.
dolaştım vadi gölgelerini
dizlerim yandı, akşamdı.
SERDAR ARSLAN
82
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
GÖZ ve KAL
Sumer Omay için
Sırlanmış kâğıtlarda buldum anlamın renklerini
Ve soldan yürüyen şu kolonyal trafikte
Dilimdeki yarayla dokundum mürekkebin siyahına
Aynı adlı hayatların üzgün bir tilkisi vardı
Onunla birbirimize bakmadan yalnızlığı düşündük
Yalnızlık –yalnızlık bile bir hayaldi bizim için
Oysa zarifti ayrılık planlarım Sadık Hidayet kadar
Hakkım kovulmakmış bu evden –anladım
Herkese ve her şeye kırgınım
Bir derviş edasıyla söküyorum akrebini saatimin
Gençliğin hissesi: Napolyonikler kalpsizdir onlara inanma
Uğruna zar attığım imtihanımı tamamladım mı yoksa
Merhametin izini süren bir kordonun deviniminde
Her şey Balthazar›ı hatırlatıyor: yorgun ve yaralı
Yenilgilerle dolu hayatımda sonsuzluğu aradım
Kalemimle ben, usta işi bir fotoğrafa saklandık
Görmeyi bilenler ürpertiyle tanıyacaktır bu gizi
Sırrımdır: gözlüğüm Bizans›tan kalmaydı benim
14 Temmuz 2014 / Erdek
M. MİLÂT ÖZÇELİK
83
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ÇAĞRI
Gel seninle at sürelim uçurumlara
Kömür gözlerinde başlasın akşam yangınları
Kanat çırpsın durmadan
Akşamın alev almış kuşları
Canlansın yeniden bu son akında
Bir cenk akşamının hatıraları
Bir esmer susuşun son yangınında
Dökülsün gecenin kara saçları
Gemiler gelip geçsin ufuklardan
Hayal denizlerinde kopsun fırtınalar
Sürükleyip gelsin mazimizi
Sahili döven deli dalgalar
Gel seninle Toros dağlarına çıkalım
Erelim bir kara çadırın gölgesine
Yörük kalplerimiz incinmeden
Diz çökelim aşkın rahlesine
MEHMET BAŞ
84
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Eser yaratmak ya da sanatçının
genç adam olarak psikolojisi
MEHMET KURTOĞLU
Bir edebiyatçı,
içselleştiremediği
konuyu kesinlikle
sanat eserine
dönüştüremez.
Aynı şekilde
her yaratılan
sanat eserinin,
sanatçının ruh
dünyasıyla
mutlaka bağı
vardır. Sanatçı
ruhunun ne kadar
derinliklerine
inebilirse, eseri
o denli güçlü ve
kuşatıcı olur.
Ş
iir başta olmak üzere edebiyat eserlerinin
ortaya çıkışı bir hâl olayıdır. Bu hâl olayı
tasavvufta cezbeye gelme yani aşkınlık
(trans), şiir ve edebiyatta de ise ilhamdır. Hiçbir edebiyat eseri yoktur ki, ilham ya da etkilenme sonucu yazılmamış olsun. Sanatçı eserini ya
kendi hayatından ilham alarak ya da çevresinde
görüp hissettiklerini içselleştirerek yaratır. Böylece sanatçının eserini ortaya çıkarması psikolojik
yani ruhsal durumuyla ilişkilidir. Bundan dolayı
“Eser önce kafada yazılır sonra kâğıda geçirilir.”
denilir. Bir nevi ruhsal dürtmeyle sanatçı, eserini
yaratır.
Dünya edebiyatına baktığımızda bütün edebiyat eserlerinin sanatçının bu psikolojik durumundan hareketle ortaya çıktığını görürüz. Daha
doğrusu eser bir anlık şimşek çakmasından doğar.
Bir olay, bir yaşanmışlık ve bir tanıklık yazarı harekete geçirir. Her üç durumda da bir etkilenme
söz konusudur. Örneğin, gazetede bir cinayet haberini okuyan Dostoyevski, bu olayı içselleştirerek ‘Suç ve Ceza’yı kaleme almıştır. Derin inanç
problemi ve aile yıkımı yaşayan Dostoyevski, bu
yaşanmışlığını ve buhranını ‘Karamazov Kardeşler’ gibi bir şahesere dönüştürmüştür.
Sanat eserini yaratmada sanatçının psikolojisi
85
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
"... edebiyat eserinin ortaya çıkmasında yazarın
ideolojisi, dinî inancı, geleneği ve içinde yaşamış olduğu
toplumun değer yargılarının önemli bir etkisi olduğunu
söyleyebiliriz. Zira bir dayak olgusu her yazara farklı
ilhamlar veriyor, onu farklı duygu ve düşüncelere sevk
edebiliyordu. "
önemli rol oynar. Freud, Dostoyevski’de sevilmeye ve sevmeye karşı aşırı bir istek olduğunu,
buna rağmen bizi onu suçlular arasına katmaya
götüren nedenler olduğunu belirtir. “Yapıtlarında zorba, cani, bencil tiplerin özellikle yer alması
bunları ruhunda barındırmasından dolayıdır.”
der. Kumar tutkusu ona Kumarbaz’ı yazdırırken,
henüz buluğa ermemiş bir kızı iğfali, çocuk karakterler yaratmasında etkili olmuştur. Freud,
ayrıca romanlarında acı çekenlerin yer almasını
ise onun coşkun ruhuna, çabuk kızıp parlamasına bağlar. Dostoyevski’nin sadist olduğunu fakat
bunun “dar planda dışa, geniş planda içe yönelik” olduğunu belirtir. Sadizmin Dostoyevski’de
geniş planda içe yönelik olması ona büyük eserler
yazdırmasına neden olmuştur. Dışa yönelik dar
planda olması ise onun büyük suçlar işlemesini
engellemiş olmalıdır.
Bu psikolojik/ruh durumunu Goethe’nin
“Genç Wertherin Acıları” romanı üzerinden okumak mümkündür. Derler ki, Goethe, Walletr’i
intihar ettirmemiş olsaydı kendisi intihar ederdi.
Ayrıca eser yayınlandığı yıl birçok kişinin intihara teşebbüs ettiği söylenir. Goethe, şöhreti yakalamasına neden olan bu romanını bir tüccarla
evlenen Maximiliane von La Roche’ye karşı duyduğu karşılıksız aşk ve hayal kırıklığı yüzünden
yazmıştır.
Sanatçı ve eser arasındaki bu psikolojik durumu başka yazarlarda da görmek mümkündür.
Örneğin Nietzsche’nin eserleri onun ruh dünyasıdır. Nietzsche bilgili ve güçlü bir kadın olan
Salome’ye âşık olmuş fakat karşılık bulamamıştır.
Freud, Rilke ve Nietzsche gibi erkekleri bilgisi ve
dişiliğiyle etkileyen bu kadının, Nietzsche ile kısa
bir arkadaşlığı olmuştur. Bu kısa arkadaşlık sırasında ona âşık olan Nietzsche evlilik teklifi etmiş,
fakat Salome evliliğe karşı olduğu belirterek reddetmiştir. Nietzsche’nin derinden etkilediği bu
kadının onun fikirleri üzerinde de tesiri olmuş ve
“kadına giderken kırbacını almayı unutma” dedirtme noktasına getirmiştir. Yine ünlü şair Azra
Pound’un en güzel şiirleri tımarhanede yazdığı
“Pisa Katonları”dır. Pound, “Tanrı örselemek istediğini önce tımarhaneye gönderir.” diyerek gerçekte örselenmiş ruhlardan büyük sanat eserleri
çıkabileceğine dikkat çekmiş, yazarın eser yaratmadaki psikolojisine gönderme yapmıştır.
Bir edebiyatçı, içselleştiremediği konuyu
kesinlikle sanat eserine dönüştüremez. Aynı
şekilde her yaratılan sanat eserinin, sanatçının
ruh dünyasıyla mutlaka bağı vardır. Sanatçı
ruhunun ne kadar derinliklerine inebilirse, eseri
o denli güçlü ve kuşatıcı olur. Bilindiği gibi psikoloji dediğimiz ruh bilimi insanın bilinçaltını ve
tanınmasını ele alır. Özellikle romanların insan
ruhunu tanımlamada, psikolojisini çözümlemede
önemli rolü vardır. Sigmun Freud’un psikolojik
bağlamda en ciddi çıkarsamalarını edebiyat eserleri üzerinden yaptığını unutmamak gerekir.
Aslında edebiyat psikoloji ilişkisine örnek olabilecek eserlerin başında sanırım James Joyce’un
“Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”
gelir. Joyce, bu eserini çocukluk ve gençlik yaşanmışlıklarından ilhamla kaleme almıştır. Daha
doğrusu yaşanmışlık ve tanıklıklarının ruh dünyasındaki yansımasını anlatmıştır. Tanrı, kilise,
Hristiyanlık, değer yargıları, cinsellik, din gibi
birçok konuyu 19. yüzyıl İrlanda’sından hareketle
roman kahramanı Stephan üzerinden anlatır.
Roman kahramanı Stefhan Dedalus gerçekte James Joyce’un kendisidir. Joyce’un çocukluk ve
gençlik yıllarındaki dış ve iç dünyasını yani psikolojini anlatır. “Sanatçının Bir Genç Adam Ola-
86
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
rak Portresi” gerçekte bir edebiyatçının psikolojidir ve yukarıda belirtildiği üzere, yaşanmışlığın
veya tanıklığın edebiyatçı üzerindeki yarattığı etkiden doğmuştur. Edebiyat eseri bir anlık şimşek
çakması dediğimiz bir ışığın doğmasından sonra
canlanır sanatçının zihninde. Bir olayın sanatçının ruh dünyasındaki yansıması olan bu şimşek
çakma olayı, her sanatçı da farklı şekilde ortaya
çıkar. Örneğin, çocuklukta yaşanılan benzer bir
olayın iki farklı sanatçıda iki farklı esere dönüşür.
Joyce’un çocukluk ve gençlik döneminden
esinlenerek kaleme aldığı ‘Sanatçının Bir Genç
Adam Olarak Portresi’nde Dublin’de dünyaya gelen Stephan Dedalus, Katolik bir okulda eğitim
görmektedir. Stephan ülkesinin içinde bulunduğu durumdan, ailesinden, Katolik inancından
kendini soyutlamak, kaderinin kendini götürdüğü yere gitmek istemektedir. Çünkü içinde bulunduğu ortamın onun ruh dünyasında karşılığı yoktur, inanç ve varoluş sancısı çekmektedir.
Aslında doğup yaşadığı topraklarla hesaplaşan
her insanın hissettiği veya dile getirdiği bir ifadedir bu. Toplumu değiştirip dönüştüremeyen
insanın yenilmiş, haksızlığa uğramışlık duygusu.
Bu duygu roman kahramanı Stephan’a “İrlanda
kendi yavrularını yiyen kocamış bir domuzdur.”
sözünü söyletir. Kendisiyle ve yaşadığı toplumla
hesaplaşan her sanatçının kendini bulabileceği
bir sözdür bu.
Burada asıl üzerinde durmak istediğim roman
kahramanı Stephan’ın arkadaşlarıyla oynarken
gözlüğünü kırması ve bu yüzden derste gözü görmediği için yazı yazamaması ve bu yüzden ders
hocası Golan Baba’dan dayak yemesi... Golan
Baba’nın eğitimden anladığı şey dayak atmaktır. Bu yüzden çocuklar ondan korkmaktadır.
Stephan’ın sırf gözlüğünü kırmış diye dayak yemesi, onda din adamlarına karşı büyük bir nefret
oluşturur. Joyce çocuklukta yaşadığı bu olaydan
psikolojik olarak etkilenmiş ve yıllar sonra bunu
“Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” romanında Stephan karakteri üzerinden anlatmıştır.
Tanrı’yı, kiliseyi, toplumu sorgulayarak kaleme
aldığı bu eserinde Joyce, çocukken yaşadığı olayların ruh dünyasında bıraktığı izleri Stephan’ın
kişiliğinde devam ettirir. Romanında Hristiyanlığa papazlara yönelttiği eleştirilerin arkasında büyük ihtimalle çocukluk döneminde yaşadığı bu
travmanın etkisi vardır. Zira roman kahramanlarından biri “Papazlar İsa’nın gözbebekleridir.”
dediğinde, Stephan; “İrlanda piskoposları birlik
zamanında Piskopos Lanigan’ın Cornwallis Markisine bağlılığını bildirmesiyle bizlere hainlik etmediler mi? Piskoposlarımızla papazlarımız 1820
yılında vatanımızın emeklerini Katolik özgürlüğü karşılığında satmadılar mı? Fenian hareketini
kürsüde ve günah çıkarma odasında kötülemediler mi? Terence Bellew Mac Manus’un küllerine
saygısızlık etmediler mi?” diye sorarak papazların
hiç de İsa’nın gözbebekleri olmadığını anlatmak
ister.
Aynı dönemde yani 19. yüzyıl Osmanlısında
eğitimde dayak bir metottur. Bunu Mahalle
Mektebi hatıraları ve özellikle Ömer Seyfettin’in
Falaka adlı hikâyesinde görmek mümkün! Ömer
Seyfettin - tıpkı Joyce gibi- dayağa dayalı eğitim
görmüş olmalıdır. Joyce gibi o da dayağa dayalı
eğitime karşıdır. Ama bu dayak olayını Joyce’den
farklı olarak mizahi dille anlatma yolunu seçer.
Falaka adlı hikâyesinde çocukları dayak ile korkutan ve zaman zaman da falakaya yatıran hoca
anlatılır. Hikâye kahramanı muzipliği ve kurnazlığı ile hocayı mesleğinden eder. Burada üzerinde
durulması gereken şey, Joyce ve Ömer Seyfettin’in
benzer yaşanmışlıklarını sanat eserlerine dönüştürmeleri olayıdır. Bu dönüştürme olayı Joyce’de
din karşıtlığına dönüşürken Ömer Seyfettin de
hocanın eğitim anlayışının yanlışlığına karşı bir
eleştiriye dönüşür. Daha doğrusu Joyce, bu durumdan sorgulayıcı/eleştirel bir biyografik roman
yaratırken, Ömer Seyfettin anlatıcı rolüyle bir
mizahi hikâye yaratır. Birinde nefret veya öfke
dili, diğerinde mizah dili kendini gösterir.
Ben kendimden yanayım
Burada Joyce’un, özellikle ‘Sanatçının Bir
Genç Adam Olarak Portresi’ romanı üzerinde
durmamın nedeni; romanda geçen “dayak” faslının bende uyandırdığı etkidir. Zira Joyce’un
Katolik mektebinde elleri şişinceye kadar yemiş olduğu dayak, Ömer Seyfettin’in Falaka
hikâyesinde, Mahalle Mektebi’ndeki hocanın,
çocukları falaka ile korkutması ve benim 70’li yıllarda da mahalle hocasından yediğim falaka… Bir
defa her iki eserin okuyucu olarak bende karşılığı
fazlasıyla bulunuyor. Çünkü her şeyden önce bir
87
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
okuyucu olarak kendimi bulduğum bu iki eser
bana geçmişimi ve o yıllarda yaşamış olduğum
psikolojik durumu hatırlatıyor. Hatta daha ötesi
dinî eğitim alırken yediğim dayaktan ötürü, tıpkı
Joyce gibi bende de öfke ve nefret diline sarılmış,
dahası düşünsel serüvenimi anlattığım bir eser
yaratmıştım.
Hikâyem Joyce’n, özellikle de Ömer
Seyfettin’in anlattığı hikâyenin bir benzeri. Henüz ilkokula başlamadığım yıllarda bir mahalle
hocasından Mızraklı İlmihal ve Kur’an dersleri
almak için gidiyordum. Hocamız, yaşlı ve oldukça sert mizaçlı biriydi. Veliler “Eti senin kemiği
benim…” diyerek çocuklarını teslim ediyorlardı. Hocanın ders okuttuğu odanın uzunluğunda, dut ağacından kesme iki sopası ile bir de
falakası vardı. Ders çalışmayan veya dersini bilmeyenler kesinlikle falakaya yatırılırdı. Yıllarca
elifba öğrenmek için falakaya yatırıldım. Hocanın cezalandırması yalnızca bununla da sınırlı
kalmamıştı. Yazın kırk beş derece sıcakta yüzümüze pekmez sürüp tek ayak üzerinde saatlerce
bekleterek daha ağır cezalar veriyordu. Tıpkı
Ömer Seyfettin’in hikâyesinde hocayı hapşırtan
ilaç kullanılması, onu gülünç duruma düşürmek
çabası olan çocuklar gibi biz de hocanın ölmesi
için topluca dua ediyorduk. Hatta bir gün
yemeğinin içine kireç atıldığı için hepimizi sıra
dayağından geçirmişti.
Yıllar sonra hocanın yüzümüze pekmez sürme ve güneşte bekletme cezasının aynısını Haçlı devletlerini anlatan bir kitapta okuduğumda,
çocukluk yaşanmışlığım aklıma geldi ve hemen
metinler arası ilişki kurdum. Kitapta Antakya
Haçlı Krallığında, ikinci dereceden bir soylu olan
Renaud, Antakya Latin piskoposu, Kıbrıs seferi
için finansman sağlamayı reddettiğinde, piskoposu yakalamış, çırılçıplak soymuş ve üzerine
bal döküp, bir hisarın tepesinde yakıcı güneşin
altında tutmuş ve böylece adından söz ettirmiş olduğunu yazıyordu. Haçlılardan miras
kalan bu ceza, nedense dinî eğitim veren bir
mahalle hocasında uygulanıyordu. Böylesine
bir cezadan geçmiş biri olarak Joyce’un Katolik
mektebinde yediği dayak bana hafif gelmiş, fakat bana hem Ömer Seyfettin’in falaka hikâyesini
hem de çocukken yaşadığım olayları hatırlatmıştı.
Yaşadığım bu ceza olayını yıllar sonra bana
“Ben Kendimden Yanayım” adlı kitabıma bir
bölüm olarak eklemiştim. “Falaka yiyen cumhuriyet çocuğuyum.” diye yazdığım bölümü
okuyanlar anlattıklarıma bir türlü inanmak istemiyordu. Oysa onların bir edebiyat eserinde
okuyup inanmadığı olayı ben küçük bir çocuk
olarak yaşamış ve yıllar sonra bir denememe
konu yapmıştım. Bu yüzden gerek Joyce›un gerekse Ömer Seyfettin›in anlatmış olduğu dayak
faslını önemsiyordum. Çünkü her üçümüz de
aynı olaydan, farklı hikâyeler yaratmıştık. Ve ben
roman kahramanı Stephan ile kendimi özdeşleştirmiştim. Kendimi Stephan’da, hocamı Katolik
mektebi papazında bulmuştum. Gerçi Katolik ile
İslam arasında bir bağ yoktu çünkü Hristiyanlık
insanları sürü, İsa’yı da çoban görüyordu. Kur’an
ise “Bizi güdünüz demeyin, gözetiniz deyin!” diyerek insanların sürü olmamasını istiyordu.
Bütün bunlardan hareketle, edebiyat eserinin
ortaya çıkmasında yazarın ideolojisi, dinî inancı,
geleneği ve içinde yaşamış olduğu toplumun değer yargılarının önemli bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Zira bir dayak olgusu her yazara farklı
ilhamlar veriyor, onu farklı duygu ve düşüncelere
sevk edebiliyordu. Çünkü edebiyat eserinin yaratılmasında belirleyici olan olay ve yaşanmışlık
değil, o yaşanmışlığın sanatçının psikolojine nasıl
yansıdığıdır. Hatta bir edebiyat eserinin sevilmesi
dahi okuyucunun o eserle kurduğu psikolojik durumla alakalı değil midir? Eğer bir edebiyat eseri
yaratılacaksa, sanatçı yaşadığı travmadan bunu
daha kolay çıkarır diye düşünüyorum. Nasıl ki
şairleri şiir yazmaya melâl zorluyorsa, edebiyatçıları da roman veya hikâye yazmaya yaşamış oldukları olaylar zorlar. Tabi, edebiyat eserini yaratan duygu, yaşanılan olay veya tanıklığın yazarın
ruh dünyasına yaptığı tesirin gücüyle orantılıdır.
Sanatçının ‘Sanatçının Bir Genç Adam olarak
Portresi’ gerçekte ‘Sanatçının Bir Genç Adam
Olarak Psikoloji’dir. Şayet Joyce, İrlanda’nın o
çalkantılı yıllarını, Katolik mektebindeki dayağı, dinsel tartışmaları, papazların siyasi ortamdaki tutumlarını yaşamamış, görmemiş olsaydı
bu romanı yazamazdı. Şairin hayatı şiire dâhil
olduğu gibi, sanatçının hayatı da sanat eserine
dâhildir. Ve her sanat eseri sanatçının psikolojisinden yani ruh dünyasından doğar…■
88
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Sanat ve edebiyatta arka plan
LÜTFİ PARLAK
"...usta yazarlar,
kendi ruhunu
dinlerken diğer
insanları ihmal
etmez. Kendi
hissini, kendi
hayalini, kendi
ideolojisini
başkalarına
dayatmaz. Bilakis
ümitle ümitsizlik
arasında gidip
gelen toplumu
teskin edecek
heyecanları
üretir."
İ
nsanoğlu belirsizlik içinde olduğundan
hayata taklitle başlar, zaman içinde
yaptığı her işe kendinden bir şeyler
katar veya ondan bir şeyler alır. Sonunda
özentiyi bırakıp gördüğünü kavrar. Kişiliğini
ve kimliğini kazanır. Fazilet ve meziyet
sahibi biri olur. O güç ve güvenle üzerinde
yaşadığı dünyayı, içinde bulunduğu şartları
değiştirmenin peşine düşer.
Tabi çabalarını sürdürebilmesi için ferdin
biyolojik ihtiyaçlarının giderilmesi gerekir.
Makine nasıl yakıtsız hareket edemezse o da
karnı doymadan iş yapamaz. İşte medeniyetlerin üzerinde yoğunlaştığı konu, bu maddî
ihtiyaçların teminidir. Hâlbuki bireyin diğer
bir cephesi daha vardır: Onun ihlali veya ihmali, barbarlığa yol açar.
Herkes bilir ki insan aç kalırsa hırsız,
inançsız kalırsa namusuz olur. Neticede kendisi gibi çevresini de sıkıntıya sokar: Kavgalar, krizler, ideolojik çalkantılar, politik gerginlikler bahsi geçen noksanlığın arka planıdır. İşte o eksikliğe çare üretmesi için dinler,
peygamberler, kitaplar gönderilmiş; kanunlar
ihdas edilmiştir. Böylece kişi, diğer canlılardan ayrılmıştır.
Her hastalığın ilacı, her sıkıntının devası
89
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
var elbet. Biz burada, bireyi ruhsal sıkıntıdan
kurtarma aracı olan sanat ve edebiyatı ele alacağız. Deneyimlerin nasıl davranışa dönüştüğüne bakacağız. Arka plan “bilinçaltına”
yöneleceğiz. Zamanın ilerisine bakıp geleceğimizi tasavvur, gerisine bakarak mazimizi
düşüneceğiz. Zira sebep anlaşılınca olay basitleşecektir.
A-Sanat
Ceht ve hüner işi olan sanatın, kendine ait
hususiyetleri, ifade vasıtaları vardır. Meram
bu vasıtalarla anlatılır.[1] Zira etki olmadan
arka plana, dolayısıyla zihnin ürünü sanata
ulaşmak mümkün değildir. İnsanı heyecanlandırıp ruhunu coşturan edebiyat da resim,
mimari, heykeltıraş, musiki gibi alt başlıklardan biridir.
Güzelin peşinde koşan sanat,[2] insana
bambaşka bir bakış açısı kazandırır. Leonardo da Vinci; “cismi resmetmeyeceksin, onun
ruhunu kavrayacaksın.” derken gerçeğin ötesini öne çıkararak tabiatı olduğundan farklı
göstermeye çalışır. İşte estetiğin; “mükemmelin taklidi”[3] olduğu, Divan şairlerinin
hayali, gerçekten daha güzel kabul etmesi
bundandır…
Açıkça söylemek gerekir ki güzel sanatları öğrenmek mümkündür. Ancak onu, bütünüyle dikte etmek mümkün değildir. Çıraklık, kalfalığın yanında kişisel ilham ve
beceriye ihtiyaç vardır. Dolayısıyla estetiği,
yaratma olarak tanımlayanların dayandığı
nokta burasıdır.
Anlaşılmayanı anlaşılır hâle getiren gizli
güce, ilham dendiğini biliriz. Onun egemenlik sahasındaki eserlere hayran oluruz. Gecesini gündüzüne katan sanatkârın sağlığını,
sıhhatini bu uğurda feda ettiğine şaşırırız.
Neticede arka planda yer alan psikolojinin
derinliklerinde kaybolup gideriz. O neyi emrederse tereddütsüz uyarız.
Unutmayalım ki etkileyen eseri estetik
saysak da cemaatleri, ideolojileri, hizipleri
harekete geçirenleri ayrı tutmak zorunda1. Orhan Veli Kanık
2. Ahmet Hamdi Tanpınar
3. Orhan Veli Kanık
yız. Zira onlar, icat edilmiş basmakalıp sloganlardır. Hareket bitince onların hükmü
de ortadan kalkar. Buna karşılık marifeti
sanatçının şahsında arayanlar, ona tanrısal
özellikler verip[4] rüyalarla destekleyebilir.
Kâinat kanunlarından muaf sanıp ışık
hüviyeti verebilir. Görülmeyeni gördüğüne
inanabilir… Yani cinnet denebilecek bir
hususun ortaya çıkmasına; sanata büyü,
sanatçıya büyücü denmesine neden olabilir.
İzahlar farklı olsa da sanatçının,
bilinçaltını boşaltmak için duygularına,
problemlerini çözmek için gözlemlerine
sarıldığını biliriz. Ruhi çalkantılarının, psikolojik saplantılarının eserine yansıdığını sezebiliriz. Mesela: Kilim veya halıya bakarak
dokuyan kadının gelecekle ilgili beklentilerini, bilinçaltını dolduran karmakarışık hayal
dünyasını çözebiliriz: Küpe ile evlenmeyi arzuladığını, boynuzla erkeğini özlediğini, sandıkla çocuk istediğini, yıldızla mutluluk aradığını, gözle nazardan sakınmaya çalıştığını,
hayat ağacıyla ölümsüzlüğü talep ettiğini çıkarabiliriz. Çünkü sanat belirsizliği giderme,
ruhsal çalkantılara düzen verme işidir.
B-Edebiyat
Sanatın alt başlıklarından biri olan edebiyat; “millî ruhu, millî hayatı göstermek için
en samimi bir ayna addolunabilir.”[5] Okuyucu, ister istemez aynadaki görüntünün heyecanıyla kâinatı az çok tetkik ve taklit edebilir. Arka plandakinin vasfını keşfedip gözler
önüne serebilir. Bu durumda edebiyat, estetiğin hem sebebi olur hem sonucu.
Değişik insan tiplerini sorgulayan yazarların dikkatli davranması lazım: Tasarılarını mükemmel bir şekilde yazabilmesi için
kişinin, çok iyi düşünüp çok iyi psikolojik
tahliller yapması lazım. Yaşanabilir bir dünyayı kurgularken olaylara yeni bir gözlükle
bakıp onları bir plan dâhilinde okuyucusuna
sunması lazım… Zira vaka ve kahramanlar;
onların gözüyle yeniden şekillenecek, onların isteğiyle yeniden hayat bulacak, onların
arzusuyla yeniden insana dönecektir. Bu da
4. Ahmet Haşim
5. Fuat Köprülü
90
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ortamın psikolojik yapısına, bilinçaltının boşaltılmasına bağlıdır.
Bahsi geçen yapı nedeniyle yazar, bazen
cemiyetin sıkıntılarını gidermek için ahlak
dersi vermeye kalkar, bazen toplumun aksayan yönlerinden bahsedip öğüt vermeye çalışır. Gerçeğin az çok değiştirilmesiyle vücut
bulduğu her eseri; masallarla, menkıbelerle,
efsanelerle, destanlarla yeni bir veçhe kazanır. Onun için usta yazarlar, kendi ruhunu
dinlerken diğer insanları ihmal etmez. Kendi
hissini, kendi hayalini, kendi ideolojisini başkalarına dayatmaz. Bilakis ümitle ümitsizlik
arasında gidip gelen toplumu teskin edecek
heyecanları üretir. Etkili olmak için tasvirden ve dilin inceliklerinden yararlanır.
Bir edebiyatçı için nesnelerin dış yapısını
ve hareketlerini gözlemlemek kolaydır ama
kahramanın çehresine bakıp bilinçaltını ete
kemiğe büründürmek zordur. Dolayısıyla
başkalarının söyleyemediği şeyleri toplum
adına dile getiren eserleri, diğerlerinden ayırmak lazımdır. Çünkü bunlar, herkesi ardından sürükler. Sonuçta yazar araç, eser amaç
olur.
Hâdiselerin akışıyla rahatsız olan toplumsal bünye, her durumda tedaviye ihtiyaç
duyar. Bu durumda edebiyat devreye girer;
kelimeleri araç olarak kullanıp insan ruhunu “doğrudan” etkilemenin yollarını ararken, aynı şekilde psikoloji de ruhsal tedavide “sözü” önemli bir araç olarak kullanır.[6]
Hâliyle söz ve söz sanatları yaygınlaşır.
Edebiyatın kullanımı, iki vasıtadan ibarettir: Şiir ve nesir.
C-Şiir
Ferdin mutlak surette kendini idrak ettiği
zirve[7] denilen şiir, tariften çok yoruma dayanır. Orhan Veli’ye göre şuuraltını boşaltma,
Baki’ye göre duyuş ve söyleyiş, N. Fazıl’a göre
idrakin en ileri merhalesi, Haşim’e göre resullerin sözü, Hamit’e göre sessiz bir şarkıdır…
Bu izahlara bakılırsa şiirin oturduğu zeminin
duygu, duyguyu dalgalandıranın da psiko6. İsmet Emre-Yeni Türk Edebiyatının Psikolojik
Kaynakları
7. Ahmet Hamdi Tanpınar
lojik baskı olduğu anlaşılır. İşte şuuraltının
boşaltılması, bu yolla olsa gerektir.
“Eyvah ne yer, ne yâr kaldı
Gönlüm dolu ah ü zar kaldı”
beytiyle işe başlarsak, “psikolojik baskıyı”
karşımızda bulmuş oluruz. Hamit; “Ben
Makber’i kendim okuyayım diye yazmadım”
derken şiirin lisanını anlaşılmaktan beri bulur. Böylece hem içinde bulunduğu ruhsal yapıyı açıklar. Hem Haşim’in; “tarifi olmayan
bir tarif ” anlayışına yaklaşır.
Namık Kemal’in durumu da aynıdır. Koca
Osmanlının yıkılışını seyretmek onu delirtir;
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini”
beytiyle cinnet geçiren hasta gibi feryat eder.
Derdine çare arar. Unutmak ve avunmak için
kadehlere sarılır. Nihayet bu uğurda ölüp gider: İntihara benzer bir şey.
O günün siyasi baskısı, İstanbul’un işgali, halkın infiali… Süleyman Nazif ’i de üzer.
“Kara Bir Gün” makalesini yazınca Malta’ya
sürülür. Bahsi geçen psikoloji; Daüssıla şirinde; “Gözümde kalmadı yer, gök; batar çıkar
giderim/Zemine münkesirim, asumana muğberim” beytinde vücut bulur. Yani arka planda şairin; göğe darılmasına, yere kırılmasına
sebep olur.
Ülkenin kötü günlerini, yaşanan kötü ortamı en iyi işleyen Mehmet Âkif ’i ayrı bir
yere koymak lazımdır. Onun her şiiri, farklı
bir feryattır. “Bütün dünyaya küskündüm”
derken milletinin içinde bulunduğu vaziyeti
anlatır. Bu sıkıntılı ortamdan kurtulmak için
bülbülle konuşuyormuş gibi davranır. Onun
feryadını; “Cihanın yurdu hep çiğnense çiğnenmez senin yurdun” mısraıyla ayıplar. Ardından; “Hayır matem senin hakkın değil…
Matem benim hakkım” mısralarıyla yaşadığı
zorlukların arka planını bütün çıplaklığı ile
ortaya koyar.
D-Nesir
91
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Edebiyatta nesir türü çoktur ama biz, sadece birinin üzerinde duracağız. Tanzimat’la
başlayan, edebiyatın önemli kısmını oluşturan hikâye ve romanı ele alacağız. Çünkü ferdin veya toplumun içinde bulunduğu
psikolojik sıkıntıyı en iyi yansıtan edebî türün, hikâye ve roman olduğunu biliyoruz.
Bu nedenle Batı’nın ardından sürüklenmeyi hazmedemediğimiz için psikolojik drama
yöneldiğimizi izah etmek zorundayız Çünkü
Cumhuriyet döneminde de sonuç değişmedi.
Dolayısıyla kimi yazarlar muhatabı ıslah etmek için uğraştı, kimisi yeniyi yerleştirmek
için topyekûn eskiyi kötüledi,[8] kimisi fitneye ve bölünmeye çare bulmak için geçmişin
tecrübesinden yararlanmanın peşine düştü.[9]
Psikolojik baskının arka planını göstermek için birkaç örnek verelim: Suç ve Ceza[10]
Romanında Raskolnikof, tefeci bir kadını
öldürmüştür. Vicdan azabı çektiği için arka
planda suçunu itiraf etmiştir. Yani iki ciltlik
roman, kahramanın psikolojik hâlini anlatır.
Ateşten Gömlek[11] Romanını da burada
anmak lazım. İzmirli Ayşe, Anadolu’da önce
çetelerle başlayan ardından Yunan ordularıyla
devam eden ve en sonunda zaferle sonuçlanan
Kurtuluş Savaşı’nı hikâye eder. Ayşe’nin hastabakıcılığı, Kuva-yı Milliye’ye katılışı, o esnada zuhur eden aşkı anlatılır. Arka planda
ise ölümle hayat arasında gidip gelen milletin
cehdi, kini, aşkı, hepsinden önemlisi vatanı
kurtarma arzusu, bedenlere ateşten gömlek
olur.
Bir diğer roman Yaban’dır.[12] Ahmet
Celal, savaşta tek kolunu kaybettiğinden
İstanbul’a dönemez. O ruh hâliyle emir eri
M. Ali’nin köyüne sığınır. Ancak psikolojik
sıkıntıları azalacağına çoğalır. Çünkü köylüler onu kabullenmez ve Yaban adını takar. O
da Yunan karşısında direnmeyip kaçan köylüleri yerden yere vurarak intikam alır.
Fedailer Kalesi Alamut[13] Romanı da bu
konuda önemlidir. Hasan Sabbah’ın isyanı
8. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu-Kara Davut
9. Namık Kemal-Cezmi
10. Dostoyevski
11. Halide Edip Adıvar
12. Yakup Kadri Karaosmanoğlu
13. Wladımır Bartol
ve kurduğu saltanat hikâye edilir. Fedailerin
dayanma gücü, cennetle mükâfatlandırılışı
dehşetengiz bir üslupla anlatılır. Arka planda
Büyük Selçuklunun yıkılışı öne çıkarılır.
Behram Oğlu Balak[14] Romanında da
psikoloji ön plandadır. Kahraman, babasını
kaybettiği için amcalarının gölgesinde büyür.
Ayakları üzerinde durmak için sürekli savaşır.
Yaptığı iki evlilik, onu mutlu etmez. Sonunda
gurunun kurbanı olur. Arka planda ise çok
çabasına rağmen Yakan Kıza ulaşamaz, çok
istemesine rağmen İslam birliğini kuramaz.
Aynı yazarın Genç Osman romanı, psikolojik sıkıntılarla doludur. Kahraman bir taraftan Hızır’a verilen sözün baskısı altındadır
diğer taraftan babasının intikamını almanın
peşindedir. Sonunda vasiyete uyup askere
gider. Ancak yaşı küçük olduğu için Bağdat
seferine alınmaz. Bu sefer arka plandaki dürtüler devreye girer. Üst dudağına sapladığı
demir tarağı gösterip; “İşte bıyığımda tarak
durdu.” der. Orduya alınır ama Bağdat’ta şehit düşer.
Psikolojik baskı L. Parlak’ın Deli Dumrul
romanında çok daha ileri boyuttadır. Kahraman kendisini yarım bırakan Alkasının,
Bizanslılardan alınacak babasının intikamının peşinde koşar. Kuru çaya köprü yapıp
Azrail’le cebelleşir. Arka planda bilinçaltını
boşaltıp iyileşir. Bey seçilir, bey gibi davranır.
Korkut Ata’nın tembihlerine uyup emin biri
olur.
Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” hikâyesi ise
ön planda bir çocuğun iftirasıyla kardeşinin
ceza alması ve ölmesini; arka planda iftiracı
kardeşin vicdan azabı çekmesini işler.
E-Sonuç
İnsan, sorgulayan bir varlıktır: Hayatı
sorgular, kâinatı sorgular, kendini sorgular…
Dolayısıyla yaptığı her eserin arka planına
bakmak lazım. Orası keşfedilmedikçe, bilinçaltı boşaltılmadıkça sanatın ve edebiyatın
zevkine varılmaz. Kişi, rahata kavuşamaz.■
14. Lütfi Parlak
92
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Saraydan sürgüne:
Osmanlı şairinin psikolojisi
NAZİRE ERBAY*
Giriş
Bireyin yaratılışından getirdiği davranışsal özelliklerin yanında, toplumdan aldıkları da onun şekillenmesinde etkili olan unsurlardandır. Daha açık
bir ifadeyle, kimliğin, kişiliğin, zevklerin belli oranda biçimlenmesinde etkisi olan toplumu, insandan
ayrı düşünmek mümkün değildir. Toplumların kadim birikimlerinin toplamı olan geleneğin ruhunun
da, bireyin edimlerine büyük oranda yansıdığı muhakkaktır. Meseleye sanat eseri bağlamında yaklaşıldığında ise, sıradan bir birey gibi sanatkârın davranışlarına ve söylemlerine, topluma ait olanların şekil
ve muhteva olarak sindiği açıktır.
Bu arada, her ne kadar gelenek olarak ifadesini bulan anlatımların, özellikle şiirde, sözlük anlamları ile bütün şairlerin eserlerinde aynı tema ve
konu üzerinden benzer ruh hâllerini yansıtması
da beklenemez. Tabii olan şudur ki, benzer tema
ve konular sanatkârın eserinde yer alsa bile, toplumun genel anlamda sanattan beklentileri, yaşananlara ve edebî dönemlere göre farklılık arz eder.
Bazen de eser üretme noktasında, sanatkârlar aynı
düzlemde devam edebilirler. Burada ilk akla gelen,
özellikle klasik Türk şiiri için, geleneğin sanatkâr
üzerindeki vazgeçilmez etkisidir. Sanatkâr bazı edebî
dönemlerde olaylar ve durumlar karşısında, her ne
kadar kendi ruh halini anlatan eserler ortaya koy-
sa da geleneğin işaret ettiklerinin dışında edebiyat
sahasında yer alması mümkün olmayabilir. Bu,
Freud’un düzen olgusu ile ilgili söylediklerini akla
getirmektedir. Freud düzeni, “Bir kez kurulduktan
sonra insanın bir şeyi ne zaman, nerede, nasıl yapması gerektiğini belirleyen ve böylece benzer durumlarda tereddüt ve kararsızlığı engelleyen bir tür
tekrarlama takıntısıdır.”[1] şeklinde ifade eder. İşte
bazı dönemlerde çoğu sanatkâr tarafından o geleneğe ait mükemmel örnekler ortaya koysa da, yine de
gelenek sıklıkla şairi, kurulmuş bir düzenin ötesinde
söz söylememeye mecbur bırakıp yaratıcılığını sınırlamasına sebep olabilir.
Sanatkâr ve toplum düşünüldüğünde gelenek,
aslında çoğu zaman güvenli bir sığınma yeri de olabilmektedir. Özellikle sanat ve sanatkâr açısından,
gelenek bu zaman dilimlerinde belli bir doyuma
ulaşıncaya kadar, birleştirici olduğu gibi, velut ve
nevi şahsına münhasır da olabilmektedir. Vahiy medeniyeti ile bağları son derece kuvvetli olan klasik
Türk şiiri bunu, yüzyıllarca başarmış, menşei Acem
ve Arap kültürüne dayalı da olsa belli kültürel değerler etrafında ve nispeten kendi dili ve söylemi ile
şekillendirdiği bir edebiyat geleneğine sahip olabilmiştir.
Bir de sanatkârın bağlı bulunduğu gelenek dairesinden ayrı bir güzergâhta yol almasının zorluğu-
* Yrd. Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
[email protected]
1. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu (çev. Haluk
Barışcan), Metis Yayınları, İstanbul 1999, s.51.
93
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
nu göz ardı etmemek gerekir. Sanatkâr, geleneğin
kıyısından ayrılıp farklılık göstermeyi düşünerek
eser koymaya çalıştığı zaman, içinde bulunduğu sanat ortamının etkisiyle bir yönü ile içeride olmak
zorunda kalabilir. Fakat şurası da açıktır ki, hangi
millete mensup olursa olsun ya da hangi geleneğin
takipçisi olursa olsun sanattan ve sanatkârdan beklenen, yaratıcılığın ve farklılığın tezahürü olan eserler ortaya koymalarıdır. Bu noktada sanatkârları,
ortaya koydukları eserlerden ayrı görmenin mümkün olmadığı düşüncesiyle, geleneği takip etmenin
neredeyse bir mecburiyet olduğu dönemlerde bile,
sanatçının kendisine dair olanları eserine yansıtabildiği görülmektedir. Klasik Türk şiirinde de şairlerin,
geleneğin getirisi olarak belli kuralların çerçevelediği
bir düzenle eser oluşturdukları malumdur. Kuralları
kendi içinde yüzyıllarca değişmeyen bu edebî gelenekte, yine yüzyıllarca mükemmel eserler ortaya
konulmuştur. Sanatkârlar daha çok mazmunların şekillendirdiği konu ve temalarla eser verirken,
aynı metaforlu söylemler içinde kendi yaşadıklarına
işaret eden, psikolojilerini ortaya koyan eserlere de
imza atmışlardır. Hayatın onlara sundukları ile,
beklemedikleri dönemeçlerden geçen bazı şairler,
yaşadıklarının göstergesi olan olayları, ruh hâllerine
dair göstergeleri eserinde yansıtmışlardır. Bu şairler
ayrıca, “kendi”lerinden olanları sıklıkla eserinde var
edip gelenekle beraber topluma ait olanları, sosyal
veya siyasal mevzudaki fikirlerini ya da bire bir hayatlarını ön plana çıkaran eserler de ortaya koymuşlardır.
Bahsedilen bu şairler arasında hayatlarının belli
dönemlerinde büyük sıkıntılar yaşamış olanlar dikkat çeker. Bu çalışmada klasik Türk şiirinde eser vermiş şairlerden, hayatlarının bir döneminde sarayda
ya da sarayın himayesinde yaşayıp daha sonra çeşitli
sebeplerden dolayı buradan uzaklaştırılanların şiirleri üzerinde bir değerlendirme çalışması yapılacaktır.
Çalışmada ele alınan konu; toplumsal, sanatsal, siyasal en önemlisi psikolojik açıdan daha geniş değerlendirme yapmaya müsaittir. Burada konu ele
alınırken daha çok, şairlerin şiirine sürgünlük hayatlarının nasıl yansıdığı yönünde tespitler yapmakla
yetinilecektir.
Bir şairin doğrudan saraydan ya da devletin
önemli görevlerinden azledilip sürgün edilmesinin
çeşitli sebepleri vardır. Bu sınırlı çalışmanın sonucunda tespit edilebildiği ve ele alınan şairlerin haya-
tından görülebildiği kadarıyla; evvela şiirle uğraşan
şehzadeler daha çok taht kavgası yüzünden sürgüne
giderken, sarayda görevli bazı şairler ahlaki sebeplerden dolayı atılan iftiralar sonucu saraydan uzaklaştırılmış ya da devletin önemli kademelerinde görev
yaptıktan sonra, hamisini kaybeden şairin sürgün
hayatı yaşadığı görülebilmektedir. Bu çalışmada
Ahmed Paşa, Şehzade Bayezıd, Bâki, Cem Sultan,
Keçecizâde İzzet Molla ve Muîdî’nin sarayda ya da
devletin çeşitli kademelerinde mühim görevler icra
ederken sürgün edilmelerinin şiirlerine yansıyışı örneklerle izah edilmiştir.
Saraydan ayrılan şairin şiiri
Büyük bir hükümdar olduğu kadar büyük bir
ilim, fikir ve sanat adamı olan Fatih Sultan Mehmet,
tahta geçtikten sonra, Ahmed Paşa’yı saraya almıştır.
Ahmed Paşa, Fatih’in takdirine mazhar olmuş, önce
kazaskerlik, daha sonra padişahın yakın arkadaşı ve
hocası sıfatıyla, vezirlik rütbesi elde etmiştir. Güzel
konuşan, zeki, hazırcevap, bilhassa geniş kültürlü
bir insan olan Ahmed Paşa ile ilgili saraydaki çirkin
dedikodular, Paşa’nın Fatih’in yanındaki, saraydaki
yerini ve nüfuzunu kaybetmesine sebep olmuştur.
Sultanın emriyle tevkif edilen Ahmed Paşa, aynı
suçtan dolayı idam tehlikesi atlatmıştır. Ahmed
Paşa meşhur Kerem redifli kasidesi ile Fatih’in affına mazhar olmuş, fakat artık, saraydaki eski yerini
alamamıştır.[2] Paşa’nın saraydan uzaklaştırılma sebebine Ali Nihat Tarlan ihtiyatla yaklaşanlardandır.
Tarlan’a göre, bu hâdise sonunda Ahmed Paşa’nın
sultana affedilmek maksadıyla yazdığı Kerem kasidesinin layıkıyla tetkik edilmediği ve Fatih Sultan
Mehmet gibi ilim ve şiire düşkün bir sultanın vezirliğine kadar yükselen bir devlet adamını sırf şahsi
ahlâkı bakımından bir anda öldürtmeğe kadar ileri
gitmesinin tasavvur dahi edilemeyeceği açıktır.[3] Fakat şurası da muhakkaktır ki, her ne sebeple olursa
olsun Ahmed Paşa, Fatih Sultan Mehmet’in en yakınında iken saraydan sürgün edilmiştir. Bu durum
şairin ruh durumunu doğrudan etkileyen bir faktör
olduğu için bağışlanmak için sultana kaside yazmak
dâhil her yolu denemiştir. Ahmed Paşa, kasidesinde
sultandan af dilemenin yanında, kendisine yönelik
2. Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi 1,
Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s.464.
3. Ahmet Paşa Divanı, Ali Nihat Tarlan, Akçağ, Ankara
1992, s.12.
94
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
çirkin bir iftira atıldığına ve sultanın buna inanmaması gerektiğine dair onlarca mısra oluşturur. Şairin
merhamet dileyen mısralarında yer yer mahcubiyeti
ve umutlu bekleyişinin izlerine de rastlanabilir.
değişik vesilelerle mısralarına yansıtır. Suçsuz olduğunu ve affedilme arzusunu tekrarlar.
Suçsuzlar öldürmek için defter yazarsın ey sanem
Devletli başınçün ana lutf eyle unvân et beni
Ekremü’l-halksın iy vâsıta-i ‘ıkd-ı kiram
Her le’îmün sözin işitme budur şân-ı kerem
Gel hey kemân ebrûsuna kurbânlar olduğum iriş
Ol gamze-i bimâr için kapında kurbân et beni
(317/3-4)
Umarım cürmümü gark etmeğe rahmet suyuna
Mevc-i ihsânın ile cûş ede ummân-ı kerem
(20/26-28)
Kerem kasidesi yazma geleneğinin klasik Türk
şiirinde Şeyhi ile başladığı bilinmektedir. Bu redifle
yazılan kasidelerin sayısı -12 adet- bellidir. Bu kişilerden birinin de uğradığı gayriahlaki dedikodu
yüzünden, hayatının en ağır darbelerinden birini
aldığı belli olan Ahmed Paşa’nın olması makuldür.
Hatta yukarıda bahsedilen meşhur kaside dışında
aynı redifle Ahmed Paşa’nın Divânı’nda bir kasidenin daha yer alması dikkate değer bir husustur.
Şair, bu şiirinde de diğer Kerem kasidesinde olduğu
gibi, sıkıntılı bir hava içinde mısralarını oluştururken, yine af ve mağfiret isteyen bir tavır sergilemeyi
sürdürür.
Klasik Türk şiirinde eser veren bütün
sanatkârların eserlerine sadece, “gelenek” olgusu
içinde bakıldığında şair ve eseri arasında bir bağ
kurmak pek olası gözükmemektedir. Fakat bazı şairlerin eserleri dikkatli bir şekilde tetkik edildiğinde,
bir şairin benzer söyleyişlerinin hayatı ile örtüştüğü
kanaatine varılması da pek zor gözükmemektedir.
Ahmed Paşa’nın Divanı’nda yer alan ‘bana’ redifli
gazelinde de özür dileyen bir insanın portresi tespit
edilebilir. Bu gazelde Ahmed Paşa hakkında yine ıstıraplı günlerinde yaşadıklarına dair sonuçlar çıkarmak yer yer mümkündür.
Ne suçu var deyu ram etme öldür Ahmed›i gel
Ki senden ayrı dirilmek yeter günâh bana
Beni hâr eyleme çün izzeti sen vermiş idin
Lûtfuna olma perîşân ki budur şân-ı kerem
Ne özr eder isem artuk gelir günâhımdan
Meğer inâyet-i Şâh ola özr-hâh bana (4/6-7)
Ehl-i fazlın bilinir kadri senin kapında
Hazretin alsa eline yine mizân-ı kerem
(27/33-39)
Ahmet Paşa’nın Kerem kasideleri dışında, klasik
Türk şiirinin geleneksel konu ve temalarının yanında, şairin eserinde saraydan uzak kaldığı zaman dilimlerini akla getirecek nitelikte mısraları da tespit
edilebilir. Bu mısralarda şairin kendisinden yüz çeviren muhatabına suçsuz olduğunu ispatlama adına
âdeta çırpınışları görülür.
İnsan suç işleyebilir. Suçun mahiyeti insanı bazen
toplumdan soyutlar. Suç işleyen kişinin kaybettiği
itibarını tekrar kazanmak arzusu, hâl ve tavırlarını
etkilediği gibi sözlerini de etkileyebilir. Bu durumun
sanatkâr-eser düzlemine yansıyışı da gayet tabiidir.
Ahmed Paşa’nın Divân’ı da dikkatli bir incelemeye
tabi tutulduğunda, sanatkârın birçok gazelinde suç,
af, haset, fitne kavramlarını sıkça görmek tesadüf
olmasa gerekir.
Kamer devrinde hatt-ı dilsitânın
Ne yazar fitnesin âhır zemânın
***
Suçum af eyle kim her gün ıraktan
Öperim râhını ol âsitânın (169/1-4)
Diriğa yâr benden yüz çevirdi
Figân kim cân bedenden yüz çevirdi
Yüzü Hak kıbleden dönsün anun kim
Cemâlin gördü senden yüz çevirdi (340/1-2)
Şehzade Bayezıd
Ahmed Paşa affedilmek için her şeye razıdır. Bunu
Şehzade Bayezıd, Kanuni Sultan Süleyman’ın
şehzadelerindendir. Kanuni’den sonra iktidara
95
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
gelmek için Şehzade Bayezıd ve Selim arasındaki taht mücadelesi uzun sürdüğü tarihî kayıtlarda
mevcuttur. Bu mücadelede Mustafa Paşa’nın Şehzade Selim’in veziriazamı olma hayaliyle, Bayezıd’ı
Kanuni Sultan Süleyman’ın gözünden düşürme
çabaları sonuç verir. Araya giren fitne ve taht kavgası neticesinde iki kardeş Konya Ovası’nda savaşır.
Sonunda Bayezıd, İran’a kaçmak zorunda kalır. Bayezıd ile ilgili Şah Tahmasb’la uzun görüşmelerin ve
yazışmaların neticesinde şehzade, Osmanlı elçilerine teslim edilir ve hemen yolda boğdurulur.
Neredeyse bütün sultanların bir sanat dalı ile uğraştığı Osmanlı İmparatorluğunda Bayezıd da şiirle
uğraşmıştır. Şehzade Bayezıd’ın Divânı’ndaki bazı
gazelleri, ele aldığı konular itibariyle, bu hasret dolu
günlerde yazılmış olma ihtimali kuvvetlidir. Çocukluktan itibaren özel eğitim gören, saray kültürü ile
yetişmiş bir şehzadenin sürgün hayatının izleri bazı
mısralarına yansır. Ayrıca Bayezıd’ın Divânı’ndaki
birçok beyitte dünya ile olan bağlarının koptuğunu,
acı çektiğini, sevdiklerine duyduğu hasreti ve yaşadığı sıkıntıları mısralarına aktarması dikkat çeker.
Akıtdı gözlerüm yaşını dûd-ı âteş-i hasret
Eritdi yüregüm yağın ne müşkil derd imiş fürkat
N’ola canlar virürsem işigün yasdanmaga şaha
Gubâr-ı hâk-i pâyundur başuma efser-i gırret
(12/1-2)[4]
Şehzade Bayezıd’ın özellikle ‘yok mıdur’ redifli
gazeli gurbet hayatının sıkıntılarını yansıtması, gurbette geçen günlerini sayması hatta gurbet dışında
başka yurdunun olmadığını söylemesi önemlidir.
Ha bugün yarın diyü hasretle geçdi ömrümüz
Dostum âlemde bir vuslat zemânı yok mıdur
Nice nâlân olmasun fürkat diyârında gönül
Bir senün gibi vefâsuz dil-sitânı yok mıdur
Ömrümi fürkat diyârında geçürdüm âh ile
Yoksa andan gayrı uşşakun mekânı yok mıdur
(24/2-3-4)
Şehzade, eserindeki birçok mısrada talihsizliğin4. Şehzade Bayezid Şâhi, Hayatı ve Divanı, (hzl. Filiz
Kılıç) T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara 2000
den ve mutsuzluğundan da bahseder.
Ah kim hiç gülmedüm ben bu cihânda bir nefes
Bulmadum âlemde cânâ kendüme feryâd-res
(66/1)
Eser ve sanatçıyı birbirinden ayrı düşünmek pek
mümkün değildir. Şehzadenin dikkat çekecek şekilde şiirlerinde yine ayrılık, firkat, hasretlik ve çaresizlik kavramlarını bir arada ve sıklıkla kullanması,
çektiği ıstırapları ifade eden önemli mısralardır.
Hecr elinden olmışam biçâre bilmen n’eyleyen
Bulmadum derdime derman çâre bilmen n’eyleyen
Hasrete derde diriga geçdi ömrüm hecr ile
İrmez isem şol ol büt ile ayyâra bilmen n’eyleyen
(92/1-2)
Şair Bakî
Bakî, hocası Ahmed Şemseddin Efendi’nin yanında ve taşrada orta hâlli bir memuriyet hayatı yaşarken, Kanuni devrinde İstanbul’a alınarak Murad
Paşa Medresesi’ne müderris olarak getirilmiştir. Bu
dönemle beraber, neredeyse hayatı boyunca şeyhülislamlık hayali için uğraşan şair, önemli devlet
kademelerinde çalışır, hatta hayaline zaman zaman
yaklaşır. Fakat Bâki’nin hayatının en ışıklı devri, Kanuni’nin ölümü ile gölgelenmiştir. Bu arada
daha Kanuni hayatta iken, en yakın arkadaşlarının
hasetlerine maruz kalan Bakî’yi saray adamları arasında da çekemeyenler olmuştur. II. Selim’in zamanında daha çok Sokullu Mehmed Paşa’dan anlayış
gören Bakî, bir aralık Süleymaniye müderrisliğine
getirilmiştir. Fakat yine -Ahmed Paşa gibi- bir iftiraya uğrayarak III. Murad tarafından azledilmiştir.
Masumiyeti meydana çıkınca Edirne Selimiye’sine,
sonra, mühim olarak, İstanbul Kadılığı’na, Anadolu
ve Rumeli Kadıaskerliği’ne getirilmiştir. Fakat şair,
her terfiden önce bir defa azledildiği için mesleki
ve siyasi hayatı birtakım iniş çıkışlarla sarsılmıştır.
(...) Bakî’nin yüksek mevkilerden sık sık azledilmesi
ve bu azillere ekseriya rakiplerinin hasetleri,
ahlaksızlıkları ve iftiraları yüzünden uğraması, şairi
didişmeli geçen bir hayat sonunda titiz ve asabi
yapmıştır.[5]
Bakî’nin neredeyse hayatı boyunca itibarlı ol-
5. Nihat Sami Banarlı, age., s. 584-585.
96
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
duğu kadar yıpratıcı mesleki bir mücadelesi olduğu
açıktır. Bahsedilen iftiralar, mücadeleler veya şairin
hırsları dönem dönem onun saraydan uzak kalmasına, bir tarafta unutulmasına bile sebep olmuştur.
Bu duruma en dikkat çekici örnek, III. Murad’ın
cülûsundan sonra da itibarlı bir yer olan Süleymaniye müderrisliği pâyesine yükselen Bakî’nin, rivayete göre rakipleri tarafından Nâmî adlı bir şairin
gazelini, mahlas beytindeki ismi, Bâkî’ye çevirmek
suretiyle ona isnat edilmesidir. O gazeldeki, “Gınâ
sadrındaki mağrûr u nâ-âsûde serverden / Fenâ bezminde hâb-âlûd olan mestânemiz yeğdir” beytinde
şair, içkiye düşkünlüğü meşhur olan II. Selim’i oğlu
III. Murad’a tercih ettiğini ima ettiği için, padişah
hiddete kapılarak şairi azletmesi ile neticelenmiştir.[6]
Bu ve benzeri vak’alar, Bakî’yi yıpratırken, Bâki
çalışmada ele alınan diğer şairler gibi, uzun mesafelere dayalı sürgünlere gitmese de yaşadığı olaylar
neticesinde alıştığı, gördüğü itibarlı hayat zaman zaman son bulmuş ve saraydan bazen uzun zaman dilimlerinde, uzak kalmasına sebep olmuştur. Mesleki
rekabet ve haset yüzünden içinde bulunmak istediği
edebiyat ve ilim sahasından uzak kalan Bâki’nin yaşadıklarının, klasik Türk şiirinin geleneksel söyleyişlerini kullansa bile, eserlerinin satır aralarına yansımaması mümkün değildir.
Bakî, her ne kadar hayatı boyunca şeyhülislamlık için mücadele veren bir şair olsa da birçok mısraında ya geleneksel bir söyleyiş ya da yaşadıklarının
bir neticesi olarak kabul edilsin, sık sık dünyaya ait
olanların gelip geçiciliğinden bahseder.
Çekdi kapun gedâlıgına âkıbet saçun
Ömr-i dırâz u saltanat-ı câvidânı gör
Aldanma câh u bahtına kalmaz bu rûzgâr
Bâg u bahârı n’eyledi bâd-ı hazânı gör
(77/3-4)
Bakî, ayrıca aşağıdaki beyitlerde olduğu gibi
birçok mısraında gamlı hâlinden, ağlayıp inlemelerinden bahsederken iftira atan ya da kötü niyetli
insanlardan da bahsetmeden geçemez. Hayatı boyunca sosyal ve edebî ortamda bir varlık mücadelesi
veren şairin bu tür söylemlerini eserinde görmek
temel olarak tabiidir.
Başına mürg-i çemen gibi üşer nâlelerüm
Dûd-ı dil bâg-ı gamun serv-i ser-efrâzı geçer
Nice ağyar gibi agzı kara var gerçi
İtlerinün seg-i tâzî gibi mümtâzı geçer
(161/4-5)
Bâki, sıkça tekrar edilen bir bilgi ile, divanındaki birçok gazelinde zevk, eğlenceye meyilli ve beşer
aşkını anlatan bir şair olarak anlatılır. Oysa şairin
birçok mısraında talihsizliğine dair göndermeleri,
sıkıntılı üslubu da söz konusudur.
Baş egmezüz edânîye dünyâ-yı dûn içün
Allâhadur tevekkülümüz i’timâdumuz
Biz müttekâ-yi zer-keş-i câha tayanmazuz
Hakkuñ kemâl-i lutfınadur istinâdumuz
Zühd u salâha eylemezüz ilticâ hele
Tutdı egerçi ‘âlem-i kevni fesâdumuz
(192/1-2-3)[7]
Bana devlet yüzin göstermeyen baht-ı siyâhumdur
Kara zülfün ki çekmiş perde ol ruhsâr-ı nîkûya
(458/2)
Terk-i dünyî-i denî halka tedennî görinür
Çeşm-i ‘uşşâka ne dünyî vü ne ukbî görinür
Bâki’nin yine ‘gibi’ redifli gazelinin bütün mısralarında ağlayan, inleyen, uykusuz, mutsuz ve hüzünlü bir şairin ruh durumu tahlil edilebilir.
Sînesin itse kaçan kân-ı ma’ârif ârif
Kılsa her harfe nazar bir nice ma’nî görinür
(92/1-2)
Aglayup inlemeden derd ile dolâb gibi
Oldı çihremde yaşum yolları mîzâb gibi
Aglamakdan gam-ı hicrân ile bî-hûş oldum
Aklumı kanlu yaşum aldı mey-i nâb gibi
(507/1-2)
6. Mehmet Çavuşoğlu, “Bâki”, DİA, c. 4; s. 538.
7. Bâki Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/
10596,Bâkidivanisabahattinkucukpdf.pdf?0
97
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Şehzade Cem
Osmanlı şehzadelerinden Cem, Edirne sarayında dünyaya gelmiş, beş yaşından itibaren iyi bir
eğitim almaya başlamış ve dokuz yaşında da Kastamonu Sancak Beyliğine gönderilmiştir. Fatih’in son
zamanlarında, Cem ile II. Bayezıd arasındaki saltanat rekabeti iyice kızışmıştır. Bu rekabet, Cem’in en
son, İtalya’ya sığınması ile neticelenmiştir. Yıllarca
vatanından ayrı, hasret ve acı içinde yaşayan Cem
Sultan, II. Bayezıd’a affedilme arzusu ile sık sık elçiler göndermesinin yanında, yazdığı şiirlerle de bu
sıkıntılarını dile getirmiştir. Türkçe olduğu kadar,
Farsça da orta dereceli şiirler yazan Cem Sultan’ın
Kerem kasidesi bu affedilme arzusunun bir tezahürü
olarak ilk akla gelen şiirlerdendir.
Ol aftab-ı burç-ı sa’âdet ne faide
Devlet buyıdı bana ki yüz sürem izüne
Yokdur başumda çünki bu devlet ne faide
Hicrün şebini vaslıla çün rûşen eylemez
Yanmak arada şem-i mahabbet ne faide (286)
Şiirlerinin bazılarında muhatabına yalvarıp yakaran Cem, aslında akıbetini de tahmin eder gibidir.
Yüz sürüp ayağına öpmeğe dildârun elin
Günde bin kez öperem yalvarup ağyarun elin
Dest-gir ol bana bîmârun iken eyle şifâ
Lâzumdır ki tabibe tuta bîmârun elin
Yine yüz urmağa geldüm kapuna haclet ile
Aybumı yüzüme urma ki budur şân-ı kerem
Sen kerem kıl sanemâ bakma günahına Cem’ün
Ger eli kandayısa kesme günehkârun elin
(257/1-3-5)
Peyk-i zî-sıdkumı kapuna revân eyledüm uş
Ger icâzet vire dergâhına der-bân-ı kerem
(7/40-41)[8]
Bunun dışında Cem Sultan’ın ‘sefer’ redifli gazeli içinde metaforlu anlamları barındırsa da şairin
gerçek hayatına ait göndermelerin yorumunu yapacak niteliktedir.
Cem’in bazen de kardeşi tarafından affedilme
çabalarının sonuç vermediğini ifade ettiği görülür.
Bu durumlarda şair, kaderi karşısında açıkça bir kabulleniş yaşar.
Ben söylemezem kimse benüm hâlümi bilmez
Yanaydı cihân şerh-i firâkunı disem ben
Kıldum diyâr-ı yârı koyup ben gedâ sefer
Allah ki müşkil imiş bî-rızâ sefer (101/1)
Kısmet buyımış ikimüze iy Cem ezelden
Kim dehr cefâsın çekerüz hem sen ü hem ben
Cem Sultan farkında olarak ya da olmayarak
şiirlerine ayrılığı, hüznü, affedilme arzusunu ya da
umudunu bir şekilde yansıtır.
Lutfunun dâr-ı şifâsında bulınur çü devâ
Umaram kim irişe derdüme dermân-ı kerem
(7/53)
Cem Sultan’ın bazı gazellerinin mısraları da
umutsuzluk ve çaresizliğin resmini çizer. Bütün uğraşılarına karşılık tahta oturamayan şehzade, sürgün
hayatında ise açıkça kardeşine yalvarmasına rağmen
affedilmez ve vatan özlemi içinde vefat eder.
Bir lahza meclisümize eylemedi tülû
Ben dimezem artuk ki cihân içre kerem var
Gezdüm bulamadum bu cihân içre kerem ben
(256/2-5-6)
Bu şiirleri dışında Cem’in saraydan uzak, sürgündeki ıstıraplı günlerini anlatan çok şiiri vardır.
Cem Sultan’ın özellikle Türkçe Divânı’ndaki 221.
gazeline Osmanlı topraklarından uzak sürgün hayatını Kerem kasidesinde olduğu gibi acılı, sıkıntılı
hatta kardeşine yalvararak af isteyen ruh hâli yansır.
Cem burada olduğu gibi, birçok mısraında itibarının düştüğünden, kendini aklamak arzusunda olduğundan da zaman zaman bahseder.
Düşdüm ayaklar altına toprak oldum ki bâd
Kûyına varıcak bile vara gubârumuz
8. Cem Sultan, Türkçe Divan, (hzl. İ. Halil Ersoylu),
TDK Yayınları, Ankara 2013
98
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
şikâyet etmemesi mümkün değildir.
Biz gamsuz olmazuz bize gelsün hemîşe gam
Gamdur çü gam deminde bizim gam-güsârumuz
Felek benden aldı diger intikâm
Kesildi vatandan selâm u peyâm
Gerçi belâ vü derd ü gamun hâk ider Cem’i
Lîkin keremlerüne de var intizârumız
Ne yârimden aldım ne dilden haber
Felek çesmimi etdi gül-mîh-i der (839-840)
Fürkatda yâr vaslın anup aglayup direm
Kanı diyârumuz acebâ n’oldı yârumuz
(5-6-7-8)
Mu’îdî
Keçecizâde İzzet Molla
Keçecizâde İzzet Molla, devletin önemli kademelerinde çalışmış bir şairdir. İzzet Molla, müderrislik gibi önemli bir resmî görevden çıkartıldıktan
sonra, intihara teşebbüsünün ardından saray
kethüdası Halet Efendi’nin korumasına girmiştir.
Halet Efendi’nin idam edilmesinin ardından, o
hayattayken düşmanlarını eleştirdiği için Keşan’a
sürgün edilir. İyi tahsil gören, zevk ve eğlenceye
düşkün olan İzzet Molla müfettişlik, müderrislik,
kadılık gibi mühim görevler yapıp sarayla bu kadar
iç içe yaşarken, sürgüne gönderilmesi onda derin
acıların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Şair, bir
yıl süren sürgün hayatını Mihnet Keşan’da, mesnevi
nazım şekliyle kaleme alarak çektiklerini uzun uzun
anlatmıştır. İzzet Molla’nın mısralarında sürgünlük
hâlinin son bulması için sürekli çırpındığı görülür.
Şair, mısralarında özeleştiri yapan, sürgün edilmeden önce söylediklerini inkâr eden biri olarak da
mısralar yazar. Bu durum daha çok çaresizlik içinde olan bir bireyin tutumudur. Ayrıca şairin bu en
sıkıntılı mısralarında merhamet arayışları da göze
çarpar.
Değildi sözüm devlete i’tirâz
Edenlerde varsa bula inkırâz
Yalan yanlış etdik biraz güft-gû
Adûlar da etdi verâdan gulû
Yaraşmaz değil şâ‘ire kîl ü kâl
Bu oldu hemân bâ’is-i hasb-i hâl (161-163)[9]
Sevdikleri ve özlediklerinden ayrı düşen şairin,
sürgün hayatı yaşayan birçok insan gibi felekten
9. Mihnet Keşân, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/
Eklenti/10694,kmmetinpdf.pdf?0
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatı sırasında
yaşayan Mu’îdî de sürgün hayatı yaşayan şairler
arasındadır. Âşık Çelebi, Mu’îdî’den “Rûmili’nden
kasaba-i Kalkandelen’dendir. Babasu muîd olmagla Mu’îdî tahallus idinmişdür. (…) Mahzenü’l esrâr
bahrinde Vâmık u Azra’sı ve gayrı bahrlerde niçe
manzum hikâyâsı vardur.”[10] şeklinde bahseder.
Kalkandelenli Mu’îdî[11], Kanunî Sultan Süleyman
zamanında İstanbul’daki ilim ve edebiyat çevrelerine
dâhil olur. Ancak şairin padişahın himayesini gördüğü yıllar uzun sürmez. Çünkü şairin dâhil olmaya
çalıştığı ilmî ve edebî mektepteki yeri daimi olamaz.
Şiirlerinden edinilen bilgilere göre, Mu‘îdî’nin bu
edebî çevrede bulunurken belli bir süre sonra ahlaki
sebeplerden dolayı iftiraya uğrayarak gözden düştüğü mısralarından anlaşılır. Şairin yaşadığı yüzyıl itibariyle saray ve sanat daha doğrusu saray ve edebiyat
arasında sıkı bir irtibatın olduğu düşünüldüğünde
şairin yaşadığı son derece normaldir. Çünkü “Patrimonyal devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız
ve yalnız hükümdarlardan kaynaklandığı için, buna
erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, hased, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlâkını yahut ahlâksızlığını oluştururdu…
Hükümdara yaklaşmanın, onun ‘hüsn-i nazarı’ ile
‘manzûr’ olmanın tek yolu, yakınlarından birinin
himâye ve aracılığını sağlamaktır… Yaltaklanma ve
intisabın sanatla bağdaştırılmış, kurumlaşmış biçimi de kaside sunmak, sultanı ve paşaları en abartılı
parlak ifadelerle göklere çıkarmakta görülürdü.”[12]
Hakikat yahut değil, Mu‘îdî iftira sonunda padişahın gazabına uğramasına sebep olan suçunu ‘yüz
karası’ olarak bizzat dile getirir.
10. Âşık Çelebi, Meşâr’irü’ş-Şu’ara 2, (hzl. Filiz Kılıç),
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2010, s.824
11. Mu’îdî ile ilgili bilgiler; Mu’îdî, Dîvân, Gülçin
Tanrıbuyurdu, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Kocaeli 2012
12. Halil İnalcık, Şair ve Patron, Ankara: Doğu Batı
Yayınları, 2005, s.17.
99
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Yıllarca sarayın himayesinde yaşayan bir şair
olarak Muîdî, sürgün yıllarında maddi sıkıntılar
çektiğini, ama gururundan vazgeçmediğini de mısralarına yansıtır.
Sîne-çâküm nâfeveş sevdâ-yı zülfünle senün
Veh ki dahi olmadum bu yüz karasından halâs
Niçe bir dildâra varup cân dirig eyler diye
Kıl beni yâ Rab rakibün iftirâsından halâs
(192/4-6)
Han-ı vasla Muîdî aç ölüyor
Sûretâ gerçi gözi tok görinür (137/5)
Mu’îdî’nin bazı mısralarına yaşadığı güzel günlerin hasreti hatta acısı o kadar siner ve o günleri
öylesine arar ki, içinde bulunduğu çileli zaman dilimlerinde o anları yaşamamış olmayı bile ister.
Çünki mazhar düşdüm âhir hey vefâsız kahruna
Bâri evvel tutmasam lutfunla ülfet kâşki (431/4)
Rodos Adası’na sürgün edilen şair, oradan kurtulmayı arzu eder. İstanbul’u mısralarında sürekli
anan Mu’îdî’nin tek arzusu Rodos’tan, sürgün hayatından kurtulmaktır.
İy Mu’îdî gönlüme düşdi Sitanbul yolları
Âh eger kim olmayam Rodos Adası’ndan halâs
(191/7)
Şair, İstanbul özlemi ile yanıp tutuşurken bu
sıkıntılarla ah u vah etmekte ve ömrünün sonunu
beklemekten başka çaresinin olmadığını söylemektedir.
Ömri hatm oldı Mu’îdînün şeb-i endūh ile
Veh ki dahi hecrinün bulmadı tâbân günleri
(444/7)
Hayatı gurbet çilesi içinde geçen şair, aslında
eserinin belli yerlerinde suçunu da neredeyse itiraf
etmekte ve bunun üzerinden sultandan af dilemektedir.
Öldürüp kahr ile bir zerrece mihr itmedün âh
İy diriga ki günüm geçdi şeb-i fürkat ile
Bakma alçaklugıma kulun olam gibi gelür
Niçeler menzil-i âliye irer himmet ile (391/3-4)
Pâdişâhum çünki ihlâsın bilürsin şübhe yok
İtme yazukdur Mu‘îdî bendeni billâh red (64/5)
Sonuç
Klasik Türk şiiri geleneğinde her ne kadar belli
mazmunlar etrafında eser ortaya konulmuşsa da şairlerin sosyal, siyasal ya da bireysel konulardan uzak
olduğu söylenemez. Birçok şiirde hayatın gerçekleri
sembollerle anlatılırken, yer yer bireyin kişisel deneyimlerinin de bahsedilen geleneksel kalıpların dışına
çıkmadan eserlere yansıtıldığı görülür.
Bu çalışmada ele alınan şairler üzerinden yapılacak tespite göre, belli bir dönem sarayda, sultanın
himayesinde ya da devletin önemli kademelerinde
yaşayan şairler buralardan uzaklaştıktan sonra yaşadıklarını, acılarını velhasıl bütün hissettiklerini eserlerinde yansıtmışlardır.
Burada dikkat edilmesi gereken ilk husus, Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü dönemlerinde
yaşayan şairler sürgün edildikleri zaman ya devlet
gücünden ya da belli dinî ve kültürel değerlere sahip
oldukları için olsa gerek- özellikle Tanzimat ve sonrasında yaşanan sürgünlüklerdeki gibi- isyan eden
bir tavır içinde olmamışlardır. Hayatlarının belli
dönemlerinde sürgün hayatı yaşayan ve şiir yazan
şehzadeler; saltanatta olan hakları ve onurları için
mücadele ettiklerine dair ifadelerinin yanında, diğer
sürgün yaşayan şairler gibi, Allah’tan yardım isteyen,
felekten şikâyet eden, rakiplerin acımazlığından
bahseden, özür dileyen, kaderlerine razı gelen, içinde bulundukları yalnızlıktan veya belirsizlikten bahseden, kendilerini küçük görme psikolojilerini yansıtan bazı ortak konuları eserlerine yansıtmışlardır.
Bunlara ek olarak sarayın himayesinden sürgüne
gönderilen şairlerde, ilaveten, kendisini kıskanan ve
çıkar kavgasına girdiği rakip şairlerden şikâyet etme,
eski günlerini arama, maddi zorluklardan dolayı
çekilen sıkıntıları aktarma, kendilerine isnat edilen
gayri ahlâki iftiraları reddetme ya da işledikleri yüz
karası suç ile mücadele etme arzusu, saraydan ya da
merkezden atılma sonunda taşraya ya da sürgüne
gönderilme ile neticelenen gözden düşme psikolojisini mısralarına aktardıkları tespit edilmiştir.■
100
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
kabahat
bir hayat kuruyoruz biz
siz bir hayatı yaşıyorsunuz
yedeğimizde mukim ağrılarla biz
göçebe uzak tozlu yollardan
kan ter içinde geldik
siz has bahçelerde bahtiyar büyüdünüz
bizim çolpan tenimiz esmer
sizin beyaz zambaklar kadar mağrur ve güzel
sizde bizim bilmediğimiz kelimeler
hamarat cariyeler
bizim küçük telaşlarımız
derd-i maişet ve haram gibi
sizin pahalı zevkleriniz geniş mezhebiniz
hep sizi seçer bu çark-ı devran
kabahat bizdedir zar atmayı bilmeyiz
sizin temiz kalpleriniz ağır aksak şüpheniz
bizim imanımız ve ayetlerimiz
kalender yıldız
101
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Bir gemi kaçırma hikâyesi!
SÜLEYMAN DAŞDAĞ
Ü
niversitede rektörlük seçimi denen
ve seçimle ilgisi olmayan garip
süreç tamamlanmış ve yeni yönetim
göreve başlamıştı. Profesör bir ağabeyimiz olan
Faruk Bey de dekan vekilliğine getirilmişti. Süreç
normal seyrinde gidiyordu. Eski köy muhtarlık
seçimlerinden bile daha hasmane durumlar oluşturan bu sistemde, yönetime muhalif kesimler doğal
olarak yönetimi yıpratmak için ellerinden geleni
yapmaya başlamıştı yavaş yavaş. İşin ilginç yanı ise,
mevcut yönetimin de bir öncekine yıkıcı muhalefet ederek gelmiş olmasıydı.
Ben boş oy kullandığım için rahattım ve taraf
değildim. O yüzden her iki taraftaki arkadaşlarla
zaman zaman bir araya gelip sohbet ediyor, çaylarımızı yudumluyorduk. Biri ötekini karaladığında
da, sisteme kurban olmanın anlamsız olduğunda
hemfikir olmuyor da değildik. Ancak, hem yönetim hem de kendilerine oy vermeyen bazı akademisyenler için durum hiç de öyle değildi. Bu tipler
için bu olay “kan davasıydı” sanki. İlişkilerde düzey
diye bir şey kalmadığından bu tiplerin işi gücü birbirlerinin açığını yakalamaktı.
Günün birinde yönetimle sorunu olan bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Arkadaşım bana dönüp
“Senin o yakın arkadaşın var ya!” sözleriyle Faruk
ağabeyi kastederek “Senin o yakın arkadaşın, zamanında gemi kaçırmış! Anlayacağın eski bir terörist!”
deyince, “Bırak Allah aşkına, gemi kaçırmak kim,
o kim!” deyip kahkahayı bastım. Çünkü onun, yıllarını devlet memurluğunun çeşitli kademelerinde
geçirdiğini, resmî ideolojiyle büyüyüp ve bunu
günlük yaşamına direkt olarak yansıttığını, şahsına münhasır biri olduğunu benden daha iyi bilen
yoktu. Onu elinde silah, yüzünde maske, gemi ka-
çıran bir terörist olarak her düşündüğüm de, katıla
katıla gülmekten kendimi alamıyordum. Ben güldükçe, diğer profesör arkadaşım bana dönüp “Sen
bana inanmıyorsun ama vallahi de öyle, billahi de
öyle!” deyip hafif bozulmuş bir eda ile kalkıp gitti.
Adamın anlattıklarını her düşündükçe, hâlâ kahkahalarla boğuluyor ve “ Faruk abi ha, Faruk abi
gemi kaçırmış. Öyle mi?” deyip kendimi tutamıyordum. Neredeyse bir hafta, bu konuyu her hatırladığımda, Faruk ağabeyi elinde ağır bir silah ve
etrafında arkadaşlarıyla gemi kaçırırken düşünüp
katıla katıla güldüm. Tabi, özel bir durum olduğu
için, konuyu kimseyle de paylaşamıyordum.
Faruk ağabey, yatılı bir devlet okulunda okumuş, tıp fakültesini bitirdikten sonra, Çanakkale
civarlarında sağlık ocağı tabipliği, kaymakam vekilliği, sağlık müdür yardımcılığı vb. birçok görev
de bulunmuş ve günün birinde ilin iktidar milletvekillerinden biriyle takışınca, Diyarbakır’ın Kulp
ilçesine sürgün edilmişti. Bu sürgünün ardından
Diyarbakır Sağlık Müdür Yardımcılığı, Tıp Fakültesinde ihtisasa başlayıp profesörlüğe kadar
yükselen ve en sonunda dekan vekilliği yapan, kibarlığının yanı sıra ona buna sataşmaktan kendini
alamayan Faruk ağabey, bu dünyada gemi kaçıracak belki de en son kişiydi bana göre. Bu yüzden
kendisine yöneltilen bu suçlamayı, konuyu bana
aktaran arkadaşın bir kıskançlık hezeyanı olduğunu düşünerek onu ciddiye almamıştım.
Aradan birkaç hafta geçmişti ve mevcut yönetimle sorunu olan bir başka profesör ağabeyimizin
odasında, genel gidişattan söz ederken konu nasıl
olduysa dekanlık yönetimine geldi. Yaşça benden
oldukça büyük olan ağabey birden bana dönerek
“Senin o arkadaşın var ya! İşte O arkadaşın! Za-
102
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
manında gemi kaçıran bir teröristmiş! Bundan haberin var mı, beyefendi?” der demez dayanamayıp
“Hocam, Faruk abi kim gemi kaçırmak kim? Faruk abi ha!” deyip bastım kahkahayı. Karşımdaki
biraz bozulmuştu ama yine de “Peki, sen inanma,
ama doğru olduğunu eninde sonunda sen de öğreneceksin. Sen de onun eski bir terörist olduğunu
anlayacaksın! O zaman bana hak vereceksin.” dedi.
Çayımı içtikten sonra izin isteyip ayrıldım oradan.
İkinci kişi de Faruk ağabeyi gemi kaçırmayla suçlayınca artık konuyu araştırmak şart olmuştu.
Aradan birkaç hafta geçmişti. Faruk Hocanın
klinikteki odasında, yaptığımız bilimsel bir araştırmaya ilişkin bir makale üzerine tartışıyorduk.
Bir ara mola verir gibi olduk ve birden ona dönüp
“Abi, Sen hiç gemi kaçırdın mı? Eski bir terörist
olduğunu söylediler ama inanmadım. İşin aslı var
mı, öğrenmek isterim doğrusu?” şeklinde sorular
yöneltince, Hocanın suratı kızardı. Birden öfkelendi ve “Vay namussuzlar! Namuslu karıyı o….. yapar bu adamlar!” diye hiddetlendi. “Şimdi işimize
dönelim, sonra anlatırım.” dedi ve işe koyulduk.
Anlaşılan, işin içinde bir bit yeniği vardı. İşin aslını
öğrenecektim sonunda.
Aradan bir hafta geçmişti ve yemek saatinde
yukarıdaki kafeteryada sohbet ediyorduk. Faruk Hoca bana dönüp “Sana şu gemi kaçırma
hikâyesini anlatayım da, işin aslını öğren.” dedi.
“1970 li yılların sonlarıydı ve hükümet tabipliği yapıyordum Lapseki’de. O zamanlar üst düzey
memurlar arasında bir gelenek vardı. İlçeden üst
düzey bir memurun tayini çıktı mı, kaymakam
başta olmak üzere, ilçenin tüm üst düzey yetkilileri tayini çıkanı uğurlamak, yerine gelene de
‘hoş geldin’ demek için bir yemek düzenlerlerdi.
Masraflar ortak yapılır ve sonra kişi sayısına bölünürdü. Yani devletin kasasından tek bir kuruş da
çıkmazdı. Bu yemek için de Gelibolu’ya Deniz
İşletmelerinin arabalı vapuruyla geçilir ve en son
vapurla da dönülürdü. Günün birinde hâkim
arkadaşlardan birinin tayini çıktı. Kaymakam Bey
başta olmak üzere, savcı, hâkim, hükümet tabibi,
daire müdürleri bir araya gelip yemek vermek için
karşıya geçtik.
Tayini çıkan ile göreve yeni gelen arkadaşla birlikte gidiyorduk Gelibolu da düzenlenen
bu geleneksel yemeğe. Ekâbir takımı bu gidiş
gelişlerde, genelde kaptan köşküne davet edilirdi, kaptanlar tarafından. Yemekler yendi, içkiler
içildi, iyi temennilerde bulunulduktan sonra, son
vapura yetiştik. Biz kaptan köşkündeyken kafası
hoş veteriner müdürü, miçolara yardımcı olmak
için arabalara el kol hareketleriyle yer gösteriyordu.
Kaptan köşkünde bunları izlerken, birden kaptanın
ortadan kaybolduğunu fark ettik. Kaymakam
dönüp “Arkadaşlar! Kaptan ortalarda yok. Nasıl
karşıya geçeceğiz?” deyince atıldım ve “Üzülmeyin
Kaymakam Bey, ben sizi karşıya geçiririm. Karşınızda iki sandal yapmış bir usta duruyor. Bütün
numara dümeni tutmada.” dedim. Hepimiz zil
zurna sarhoş olduğumuz için, o buz gibi kış akşamı karşıya nasıl geçtiğimizi hatırlamıyorum. Ertesi gün iş yerine gittiğimde masamda sarı bir zarf
duruyordu. Zarfı usulca açtım ve okudum. Dün
akşam yemekte bulunan ilçenin bütün üst düzey
bürokratları, gemi kaçırmayla suçlanıyordu. Anlayacağınız mahkemeye çıkacaktık. Meğer kaptan
yanımızdan ayrıldıktan sonra Ulaştırma Bakanlığını aramış, veteriner ve bizim konuşmalarımızı
anlatmış. Bakanlık da bunun üzerine savcılığa suç
duyurusunda bulunup bizleri gemi kaçırmakla
suçlamış.
Birkaç gün sonra hepimiz mahkemeye çıktık.
Sonuçta olay tüm detaylarıyla aydınlanmış, ortada
bir gemi kaçırma olayının olmadığı anlaşılmıştı.
Suçsuz olduğumuz anlaşılmış ve beraat etmiştik.
Beraat etmesine ettik ama bu olayın kişisel dosyalarımızda yer alacağını, günün birinde bu komik
olayın başımıza iş açacağını hiç düşünmedik. Olay
tatlı bir anı olarak hafızalarımızda kaldı. Ama günün birinde, benden hoşlanmayan bir önceki rektör, dosyamı inceletip benim gemi kaçıran bir terörist olduğumu etrafındakilere anlatmış. Komik ve
gemi kaçırma ile uzaktan yakından ilgisi olmayan
bu olay dilden dile, kulaktan kulağa yayılmış da
yayılmış. En nihayetinde, beni terörist olarak tanımlayacak kadar haddi aşan bu kuru iftira, sana
da ulaşmış oldu. Benim gemi kaçırma hikâyemin
iç yüzünü böylece öğrenmiş oldun. Artık benim
gemi kaçırıp kaçırmadığıma da sen karar ver.” diyerek kalkıp gitti.
Faruk ağabeyin arkasından bakarken, “Allah
insanı her türlü iftiradan ve yarattıklarının şerrinden korusun.” sözleri dudaklarımdan dökülüyordu. Filmlere konu olacak bu olayın, şimdi tümü
emekli olan, ilçenin o günkü ekâbir takımının hayatında, güvenlik soruşturmaları açısından ne tür
engellemeler oluşturduğu ise meçhul! ■
103
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Sarıya boyanmış bir öykü
ÖZGEN FELEK
O
turduğu yerden kalktı, geceden aralık kalmış camı kapattı.
Yağmurun sesi duyulmuyordu artık. Yalnız, radyoda bir kadın bağırarak şarkı
söylüyordu. Tiz ve yırtıcı sesiyle yeryüzündeki bütün sesleri bastırarak…
Uçları yanık kokan bir ağacın altında, keten ve bej pardösülü bir kadın yağmurdan
saklanıyor. Yanına düşlerini ve kaygılarını almış. Yalnızlıklarını, korkularını…
Kadının bir resmi yapılacaksa eğer -ki yapılmalı-, ölgün ve süzgün renkler dolaşmalı
üzerinde. Yağlı boya, pastel, guaş... Bütün teknikler denenmeli. Yorgunluğunu herkes bilmeli; bakışlarına konan şu iğreti asaleti herkes görmeli.
Hayır, hayır! Bir minyatüre yerleştirmeli onu. Bütün kurallar yıkılarak mutlu bir ifade
verilmeli yüzüne. Yaldızlı bir çerçeve içinde ceylanlar, kuşlar, bahar dalları, âşıklar çevirmeli etrafını.
Düğün fotoğrafından beri ilk kez bir resimde, bir filmde asıl kızı o oynamalı.
Muhtemelen Machiavelli’yi henüz okumamıştı o günlerde. Hayatın foto-romanlar ve
arkası yarınlardan ibaret olduğunu sanıyordu. Hisse senetleri, banka defterleri, kart- viziteleri yoksa da rengârenk kelebek tokaları onu fazlasıyla mutlu etmeğe yetiyordu.
Öykülerin gramatikal morfemlerden kurulu olduğunu henüz duymamıştı elbet. Soğuk
bir amfide dudak uçuklatan bir konferansı sonuna dek dinleyecek sabra da ulaşmamıştı.
Ama ortancaların asla güneşte kalmaması gerektiğini bilirdi. Ve hatta bunun mutlaka
yönetmeliklerde yer alması gerektiğini de.
Çok geçmemiş kırmızı bir kurdele bağlamışlardır beline. Duvağının iki yanından gümüş
teller inmiştir. Üçüncü sınıf bir kuaförün sigara kokan elleri değmiştir gün ışığı değmemiş
saçlarına. Parmak uçlarında kına, elinde naylon çiçeklerle gülüp de kalıvermiştir kalabalık
bir fotoğrafın orta yerinde.
Kadife koltuklarına dantel örtüler, vitrinine Kıbrıs işi çay fincanları dizmiştir özenle.
Diline bir türlü sevemediği, nerde duyduğunu bilmediği bir şarkı yapışıyor yağmurdan
104
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
saklanan kadının.
Kolejli çocuklar siyah kunduralarıyla ve ütülü gri pantolonlarıyla kirli sulardan geçiyorlar ekmek kaygıları olmadan. Kadının bej ve keten pardösüsüne sıçrıyor sular.
Kadın, öfkeli. Feminist kadınlara küfrediyor ve neden şimdi yanında olmadıklarını bir
türlü anlamıyor.
Sayrısız ve sancısız yürüyor kadınlar yolun öte yanında, sanki keten pardösülü kadın
yağmurdan hiç korkmamış gibi.
Eteklerini savurarak korkusuzca geçiyorlar kahvehane önlerinden. Islıklar, iç çekmeler,
aygın baygın sözler sivri topuklu ayakkabılarının sesine karışıyor.
Tık, tık.... Tık, tık...
Tık, tık...
Tık.
Yağmur emprime eteklerini bacaklarına dolamış. Pahalı ve yüksek ökçeli ayakkabıları
var ve sarı saçları ve kan kırmızı dudakları.
Kaypak bir rüzgâr yüklenmiş kokularını.
Sarı sular damlıyor kadınların saçlarından.
Keten pardösülü kadının ayaklarına bulaşıyor sular.
Korku içinde çığlık atıyor kadın. Bunun bir gün kendi başına da gelebileceğini hiç
düşünmemiş olmalıydı.
Telaşla ceplerini yoklayıp bir mendil çıkarıyor.
Eğildi.
Siliyor, siliyor, siliyor...
Şimdi ellerine de bulaştı! Ağlayacak; korkuyor! Bu sarı sular yüzüne bulaşırsa el
içine çıkamayacağını ve parfüm kokuları üstüne bir sinerse ruhunu bir daha asla
temizleyemeyeceğini biliyor.
Akşam ajansında söylenir elbet bu. Söylenmeli! Herkes tarafından bilinmeli onun nasıl
sarıya boyandığı, parfüm kokularına sarındığı... tesadüfen yağmura yakalandığı.
Fakslar, telefonlar, protestolar çekilmeli. Toy delikanlılar, heyecanlı-bluejeanli kızlar
açlık grevlerine girmeli.
Sigara dumanı.
Gitar.
...there
is
no
dark
side
of
the
moon
really
matter of fact it’s all dark...
Gün batmadan bu karanlık ve çapraşık yağmurun gölgesinden çıkmazsa bir daha asla
uyanamayacak.
Her şeyi sarıya boyayarak hızla koşmaya başladı. Yağmurdan korkmaması gerektiğini
artık biliyor.
Yüzüne sessizce yayılan bir tebessümle tekrar yerine oturdu.
Yağmur hızlanmıştı. Ve radyodaki kadın hâlâ bağırıyordu.■
105
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
"Ruh hekiminin hatıralarına" dair
KEMAL BATMAZ
S
anat/sanatçı, malzeme olarak her şeyi
kullanabilmesine rağmen daha çok ucu
açık ve uçlarda olanı tercih eder. Bu tercih gizemli ve bilinmez olanla da uzayıp gider.
İnsan zihni de ilgi odaklarımızın başında
gelir ve henüz iki ucu sonsuza yaslı karanlık
bir kuyudur. Psikoloji ilminin incelikleriyle
eserlerini dokuyan büyük sanatkârlar ‘insan zihninin karanlık bölgelerine ışık tutmak’ istemişler. Sonsuzlukta istenilen aydınlanmayı yakalayamamışlar ama sanat eserlerine bakılırsa hiç de
boş bir emek olmamıştır elde edilenler. Hatta
bazen yazar, aktör ya da kahraman olabilir.
Dâhilik ya da delilik, sanatı/sanatçıyı yücelten ya da derinleştiren iki büyük alan… Nitekim büyük Rus yazar Dosteyevski’yi yaratıcı bir
sanatçı olarak görmenin yanında nevrozlu bir
hasta olarak görenler de vardır. Dip ile yüceliğin
sanata yansıyan yüzü.
Her dönemin norm değerleri aynı olmadığı
için psikolojik durumların ne kadarının hastalık/
delilik ne kadarının dâhilik olarak algılanacağı
görecelidir. Yakın dönem Avrupa’sında büyücü
ya da içine cin girmiş diye nitelendirilen, yakılarak infaz edilen insanları düşünürsek bugün
durumun ne kadar akılcı olduğunu görmemek
elde değil. Deli saçmalarının sanat eseri olarak
değer bulduğu dönemleri de unutmamak lazım.
Ayrıca psikolojiyi meslek edinen birinin algısı ile
sanatçının algısı için de durum pek farklı değildir. Ancak her hâliyle söz sarf edilmeye, ürüne
dönüştürülmeye müsaittir.
Dostoyevski’nin sara hastası olduğu ve çok
karmaşık bir ruh hâli ile eserlerini oluşturduğu
gerçeği de sanatçıyı psikolojik açıdan farklı bir
noktada değerlendirmek gerektiğini düşündürüyor. Bizden de ‘kanının son damlasına kadar
yazmış bir muharrir’ Beşir Fuat ve onun gibiler
yok mu? Bir hasta olarak- bedensel ya da ruhsal
ya da her iki açıdan- ele alınması gereği günümüz dünyasında zaruri bir durumdur.
Kimi bu alanı sanat üreterek tüketirken/çoğaltırken kimi de bilim üreterek tüketmektedir
/çoğaltmaktadır. Bir de hasta teşhisi konulanlar
vardır ki onlar için durum biraz daha özeldir.
Onlar kendilerine sunulan bu yeni ve beklenmeyen algının sefasını sürer ya da cefasıyla ömürlerini tamamlarlar.
Onlarla bir ömür geçirip hiç bahsetmemek de
ayrı bir hastalık olurdu herhâlde.
Değerli hocamız Ayhan Songar, Ruh Hekiminin Hatıraları eseriyle bu alanı tabip ve iyi
yürekli bir insan olarak daha çok şifa ve hatıra
üreterek renklendirmiştir,
Eserdeki anıları üç başlıkta ele almamız
mümkün:
-Tanıdık ve yakınların ölümünün ardından
yazılan yazılar.
106
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
-Mesleki anılar ve hastalara dair durumlar.
-Psikoloji bilimine dair bilgiler ve hikâyeler.
Hocamızın hatıralarında anlattığı her hasta
bir roman kahramanı olmaya müsait iken sadece bir hasta olarak anılarda yaşamını sürdüren
nadide tiplerdir. Eşref Peygamber ve Mösyö Dögol
başlıklı anıları sayabiliriz bunların arasında. İkisi de hastanedeki hatırlı hastalarıdır hocamızın.
Psikoloji ve psikolojik romanlar hem çağını hem
de insanını tanıtmakta ve yarına taşımakta da
oldukça önemli bir kaynak oluşturur.
Eşref Peygamber anısı içinde yer alan fıkra tadındaki bir kesiti sizinle paylaşmak isterim:
“Kadir geceleri hastanenin itfaiye meydanında
mevlit okuturdu. Bir defasında gül suyu ve lokum
dağıtırken sordum: ‘Eşref, sen kendin peygamber
olduğunu iddia ediyorsun, sonra nasıl mevlid okutuyorsun bu nasıl iş?’ dedim. ‘Efendim ne yaparsın,
meslektaşlık gayreti…” diye izah etmişti. (s:32)
Aslına bakarsanız eser, insan hayatındaki
anılardan ziyade istisnalara dair notlardan ibaret de diyebiliriz. Niçin derseniz; Neyzen Tevfik
ve Yeşilay başlıklı yazıdan bir bölüm aktarmak
isterim:
“Neyzen bir Yeşilay toplantısına gelir. Ondan
alkolün zararlarını, kendi şahsi tecrübelerine dayanarak anlatması istenir. “Efendim” der. “Alkol
petrole benzer. Toprağa döker yakarsınız is olup,
pislik olur. İdare lambasında biraz ışık verir, gaz
lambasında yanarsa ışığı daha fazladır. Ama bir
de lüks lambasına koyarsanız nur olur, dünyayı aydınlatır. Mühim olan alkol değil, onu içen
insandır.”(s:14)
Anlaşılan o ki psikoloji ilmi de edebî esere
ilham olunca daha çok insan hayatının istisnalarının vücut bulmuş hâli oluyor. Ancak bu istisnalar o kadar çok ve ilginç ki çoğu zaman asıl
dikkat çekmeniz gereken kısmı unutturuyor ya
da gölgede bırakıyor.
Psikolojiyi meslek olarak değil de kaynak
olarak kullanan yazarlar, ifadeleri ile en az bir
psikolog kadar ya da ondan daha fazla bu ilmin
ayrıntılarına vâkıflar ki yazdıklarıyla okuyucuda
ciddi bir okuma isteği uyandırıyorlar.
Tanıdık ve yakınların vefatının ardından yazılan yazılarda adı geçen kişiler hakkındaki kanaatlerini oldukça samimi bir üslupla anlatarak
sanatçıları sanat hayranı bir doktorun diliyle ta-
nımamızı sağlamıştır.
Yahya Kemal’ ve Türkçe’ye Hasret başlıklı yazısında Yahya Kemal’in Türkçesinden bahsederken şunları söyler:
“Bugünkü tasfiyecilere onun Türkçesi en güzel
cevabı verir. Türkçeye girmemiş hiçbir yabancı kelimeyi ister Arapça olsun ister Acemce veya Fransızca, Latince kullanmamıştır. Ama bizim olmuş, bize
mal edilmiş, artık Türkçeliğinden kimsenin şüphe
edemeyeceği kelimeleri de n büyük ustalıkla kullanmasını bilmiştir. Türkçeye girmiş yabancı kelimeleri onlar bizim verdiğimiz ses ve mânâ içinde
kullanmış, dilimizin cümle mimarisine şiddetle
sadık kalmıştır. Onun ister manzum olsun isterse
mensur, hiçbir yazısında devrik cümleye çarpık
ifadeye Türkçenin yapısına aykırı bir sıralamaya
asla rastlamazsınız.”(s:42)
Bu bakış Yahya Kemal’in Türk diline verdiği
önemi dikkatlere sunmakta ve neyin ne kadar ve
nasıl dil içerisinde yer alabileceğinin bir özetidir.
Aslında aynı zamanda dil politikamızdır. Yine
eserde anlatılan tanıdık anıları içinde; tanıdıkların saklı kalmış, bilinmeyen yönleri de yer alıyor.
Bu anılarda adı geçen kişilere ait, ortaya çıkan
özellikler ya da yaşarkenki hâller onları anlamada önemli ipuçları veriyor.
Ancak deha denilen bir şahsiyetin ruh hekiminin dilindeki yansıması deha kabulünü
zaman zaman biraz sarsıyor açıkçası.( Necip
Fazıl’ın Ruh Portresi) “Bizzat kendisi büyüklüğünün o derece farkında idi ki bu onda bir çeşit
“ego hipertrofisi”-benlik dehamesi”ne sebep olmuş,
neticede kimseyi beğenemez hale gelmiş…” (s:60)
Günümüz sanatçıları, özellikle yer altı edebiyatından hareket edersek 19. ve 20. yüzyıl sanatçıları kadar ahlakçı değil, diye düşünüyorum.
Çünkü günümüz roman ve sinema kahramanları ‘kurt adam’ ya da ‘kurt kız’ olmanın ezikliğini
hiç yaşamıyorlar ya da dönüşüm gerçekleşirken
çekilen ruhsal sancıları yok. Daha çok bedensel
acılar ve zorluklar yansıtılıyor. Bu yüzden de yüzeysel hazlar pek popüler; suçluluk duygusunu
bırakın, hazzın ve heyecanın temel kaynağı yüzeysellik.
Korkarım, makine ve mitolojik kahramanlar,
onların günümüzdeki çocukları, mutasyona uğramış yeni ve güç timsali varlıklar fikri, insan
gerçeğini gölgede bırakıyor ve unutturuyor. ■
107
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
Bergson'dan Mustafa Şekip'e
"Gülme"ye dair
DUYGU DİNÇER
A
ğustos 2015 itibariyle kitapçı raflarının
felsefe kısmında, yarıya kadar dalgalı
mütevazı bir sütlü kahve zemin üstüne
beyaz renkli, çarpıcı bir gülen maskenin yerleştirildiği,
sol yanında Batı felsefesinin önemli temsilcilerinden
Henri Bergson’u, sağ yanında Çağdaş Türk
Düşüncesinin kurucularından Mustafa Şekip Tunç’u
ağırlayan ve bu tanıtım yazısını ivedi bir biçimde
kaleme alma istek ve ilgisi uyandıran yeni bir kitap yer
almaya başladı: Bergson’dan Mustafa Şekip’e “Gülme”.
Bazı eserlerin kapakları, mahiyetlerini öylesine
güçlü bir şekilde dillendirir ki daha kurduğumuz
ilk görsel temasla birlikte bizimle sessiz ve sözsüz bir
iletişime geçtiklerini hissederiz. Doç. Dr. Levent
Bayraktar ve Arş. Gör. Zeynep Tek tarafından düşünce
dünyamıza kazandırılan Bergson’dan Mustafa Şekip’e
“Gülme” adlı eser de biz okurlarını kapak tasarımıyla
böyle diyaloğa açık bir şekilde karşılar ve daha raftayken
Bergson ve Şekip Tunç düşüncesinde sanata, felsefeye
ve gülmeye dair bir yolculuğa çıkacağımızın haberini
verir bizlere. Bu içerik-biçim uyumluluğu ve hoş
tasarımından ötürü, kitabın yazarlarını olduğu kadar,
Aktif Düşünce Yayınları çalışanlarını da emeklerinden
dolayı tebrik etmek gerekir.
Kitabın bizlere yaptığı görsel çağrıya kulak verip
sayfaları arasında ilerlemeye başladığımızda, ithaf
sayfası dikkatimizi çeker. Bilmem sizler de kitapların
ithaf kısımlarını önemseyenlerden misiniz? İthaf
kısmına bakarak bir yazarın hayatındaki önemli
figürleri tespit edebilir ve yaşamını anlamlı kılan
sebeplerin kısa bir özetini görebilirsiniz. Tanıttığımız
eserin yazarları tarafından kaleme alınan ithaf sayfasına
baktığımızda da; onların yaşamlarını anlamlı kılan
meselelerin bir özetini ve değer atfettikleri figürlerin
bir bölümünü görürüz: “Mustafa Şekip Tunç ve Çağdaş
Türk Düşüncesinin kurucu nesline...”
Bu satırlarla birlikte yazarların eserlerini, ilmi
bir gayenin yanı sıra ülkelerine olan gönül bağları
dolayısıyla da yazmış olduklarını hissederiz.
Kitabın, “Sunuş” kısmının ardından gelen bir
“Giriş”, “Gülme Hakkında” (I. Bölüm) ve “Gülmek
Nedir? ve Kime Gülüyoruz” Metin (II. Bölüm) olmak
üzere üç bölümden oluştuğunu görürüz.
Giriş bölümü kendi içinde “Henri Bergson ve
Türk Düşüncesi Üzerine” ve “Mustafa Şekip Tunç
Düşüncesine Bir Giriş: İnsan Anlayışı” başlıkları
altında ikiye ayrılır. “Henri Bergson ve Türk Düşüncesi
Üzerine” adlı kısım Bayraktar ve Tek arasında geçen
bir mülakata dayanır ve birinden diğerine ustalıkla
geçiş yapan iki kısımdan oluşur. İlk kısım yeni bir
spiritüalizm ve metafizik öğreti teklifinde bulunan
Bergson felsefesinin ana hatlarını; ikinci kısım
Bergsonculuğun Türk Düşüncesine girişi ve burada
izlediği seyri merkeze alır. Burada hem Bergson
düşüncesi hem de bir dönemin tahlili sunulmaktadır.
Mülakatta Bayraktar; Tek’in sorduğu kilit sorulara
açık, sade ve meselenin özüne inen cevaplar verir;
böylelikle Bergson’un insan, toplum ve evren tasarımı
108
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
ile daha önce hiç tanışmamış okurlar bile kolaylıkla
sohbetlerine dâhil olur.
Bu mülakat bizleri yalnızca Bergson’un temel
terimleri (sezgi, hayat hamlesi, Yaratıcı Tekâmül
vb.), insan-toplum-evren anlayışı ve ahlaka bakışı ile
tanıştırmakla kalmaz; aynı zamanda kendisinden önce
gelen akımlarla yaptığı hesaplaşmalara Bayraktar’ın
gözünden tanıklık etmemize ve konuyu çok yönlü
bir şekilde kavramamıza imkân sağlar. Böylelikle
yazarlar, mülakatın ikinci kısmında ele alınacak olan
“Bergsonculuğun Türk düşüncesindeki yeri ve seyri”
temasına geçmeden önce bizleri zengin bir felsefi bilgi
repertuarıyla donatırlar.
Mülakatın ikinci kısmı da aynı yöntemle
sürdürülür.
Önce Bergson felsefesinin Türk
düşüncesine hangi yıllarda kimler aracılığıyla girdiği
açıklanır, ardından eşzamanlı olarak gelişen hadiseler
ve varlığını hissettiren düşünce akımları ele alınır.
Bu kısımda Bergsonculuğun Türk düşüncesindeki
temellerinin İkinci Meşrutiyet’le Cumhuriyet
arasındaki yıllara kadar dayandığını ve millî mücadele
ruhunda da etkisini hissettirdiğini öğreniriz. Aynı
zamanda dönemin entelektüel yapılanmalarından
biri olan Dergâh dergisi’nin Bergson düşüncesinin
tanıtılması ve yaygınlaştırılmasındaki kritik rolünü
net bir şekilde fark ederiz. Türk edebiyatının en
güçlü şair ve yazarlarından Ahmet Hamdi Tanpınar
ve Yahya Kemal’in de Dergâh muhitinin bir parçası
olduğunu öğrendiğimiz vakit, Bergsoncu düşüncenin,
edebiyat eserleri üzerinden eskiden beri tüm beşeri
tecrübelerimize eşlik ettiğini fark ederiz. Böylece
Şekip Tunç’un Bergson’un düşüncelerini sadece
tercüme etmekle yetinmeyip “adapte” etmeye yönelişi
de yeni bir anlam kazanmış olur: Zira Şekip Tunç,
Bergson’u kendi kültür ve irfanımızla ortaklıkları, yani
bizatihi toplumsal yaşamımız ve onu oluşturan fertler
üzerinden okuyup dillendirmiştir.
Kitapta yer alan Şekip Tunç makaleleri ve Bergson
adaptasyonu kısımlarına geldiğimizde bunu daha da
açık bir şekilde fark ederiz. Şekip Tunç’un, tanıttığımız
kitabın “Gülme Hakkında” adlı birinci bölümünde yer
alan ve gülmeyi fizyolojik, psikolojik, sosyolojik, felsefi
ve sanatsal yönleriyle geniş bir yelpazede incelediği
makaleleri, okurları Bergson’un Gülme eserine
hazırlar. Şekip Tunç’un makalelerini Mehmet Emin
Erişirgil ile Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleme aldıkları
tenkit ve tahlil yazıları izler. Tanıttığımız kitabın
orijinal yanlarından biri de bu yazıları da barındırıyor
olmasıdır. Zira bu yazılar, yalnızca eser hakkında daha
fazla bilgi edinmemizi sağlamakla kalmaz, Bayraktar’ın
“Giriş” kısmında tablosunu çizdiği döneme de tanıklık eder.
Bayraktar’a göre; Bergson’un Le rire (Gülme) adlı
eseri; filozofun gerek olgunluk dönemi çalışmalarından
biri olması gerekse felsefesinin uygulama alanındaki
bir yansıması olması bakımından önemlidir.
Bayraktar eserle ilgili görüşlerini şu ifadeleriyle dile
getirir: “Bergson’un kendi sistemini kurmaya devam
ettiği Gülme, bir anlamda Bergson felsefesinin ve
sistematiğinin sanat ve estetik alanındaki yansımasıdır.
Burada da varlığın yaratma, oluş ve süreklilik olarak
betimlenmesi söz konusudur. Bergson, varlığın sadece
zekânın kavradığı şekilde ölçülebilir, hesaplanabilir ve
öngörülebilir olana indirgenmesinin, hayatla yarattığı
çelişki üzerinden komediyi kurgular. Hayatın kendisinin
komik olmadığını, hayata aykırı durumların komiklik
meydana getirmiş, olduğunu düşünür. İnsanın da
hayatiyetin içinde, doğal hâlinde komik olmadığını fakat
mesela bir makineyi taklit eden insanın komik olduğunu
anlatır. Böylece aslında mekanizm eleştirisini sanat
alanında da sürdürmüş olduğunu söyleyebiliriz.” (s. 32).
Mustafa Şekip’in Bergson’dan adapte ederek
tercüme ettiği Gülme, Şekip Tunç’un “Mukaddimesi”
ile başlar ve (1) Gülmek Nedir ve Gülünç Olan
Kimdir?, (2) Ne Şartlarla Gülebiliyoruz?, (3) Harekat
Komikliği ile Seciye Komikliği Arasında, (4) Surat
Komikliği, Karikatürün Esrarı ve Eda Komikliği,
(5) Komikliğin Kuvve-i İttisaiyesi, (6) Oyuncaklar
ve Komedi, (7) Zarafet, İstihza, Mizaç, (8) Seciyenin
Gülünçlüğü (Komedi ve Dram), (9) Sanat başlıklarıyla
devam eder.
Şekip Tunç’un Gülme adaptasyonu; tanıttığımız
kitapta sadeleştirmeye gitmeden, beraberinde
kapsamlı bir sözlük hazırlanarak sunulmuştur.
Hazırlanmış olan sözlük aracılığıyla okurlar takıldıkları
sözcükleri, alfabetik sıraya göre kolayca bulabilir ve
metin ile aralarındaki bağ zayıflamadan anlamlarını
öğrenebilirler.
Doç. Dr. Levent Bayraktar ve Arş. Gör.
Zeynep Tek, Bergson’dan Mustafa Şekip’e Gülme
adlı eserleriyle, okurlarını Henri Bergson ve Mustafa
Şekip Tunç düşüncesiyle buluşturur. Yazarlar zengin
içerikli ve derinlikli sohbetleriyle okurlarına yalnızca
Bergson felsefesini tanıtmakla kalmaz, Türk düşünce
tarihinde etkilerini güçlü bir şekilde hissettiren felsefi
akımlar ve toplumsal olayların bir panoramasını da
sunarlar. Böylelikle metaforik bir ifadeyle, Bergson’dan
Mustafa Şekip’e Gülme adlı geminin “gülme seferinde”
okurlarına yer ayırarak, onları bilinenin-ötesinde millî,
asrî, felsefî, kültürel ve psikolojik bir yolculuğa davet
ederler. ■
109
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
"İki Kuş" için
İLHAN SOYTÜRK
T
uzla Belediyesi tarafından 2001 yılında
düzenlenen roman yarışmasında “Ateşle Dans” romanıyla mansiyon, 2008 yılı
Tanpınar Roman Yarışması’nda “Velihat” romanıyla
ikincilik, 1996,1997 ve 2001 yıllarında Ömer Seyfettin Hikâye yarışmasında birincilik, 2008 yılında
M.N. Sepetçioğlu Hikâye Yarışması’nda mansiyon
kazandı Mahir Adıbeş.1997 yılında Almanya’da
düzenlenen Uluslararası Hikâye Yarışmasında “Yarenim Var Yıldızlardan” adlı hikâyesiyle Deutsche
Welle ödülünü aldı. Bu hikâye Almanya’da Türkçe
ve Almanca olarak yayımlandı.
Adıbeş, yaşadığı zamana, çağa tanıklık eden bir
yazar. O, hikâyelerinin, romanlarının satır aralarında gelenek görenek, sevgi saygı gibi Türk toplumunun benliğinde var olan duyguları oya gibi işleyerek
yaşadığı kültürden örnekler sunar. Hikâyelerinde
halk söylencelerine, bu toprağın sesine sıkça yer
verir. “İki Kuş” ta bunları göreceksiniz, yakın çevrenizden tanıdık yüzler bulup bilindik hayatların
tadını alacaksınız.
“Güzelliği dillere destan oldu. Doğan aya sen
doğma ben doğam diyordu.”(s.5) “Allah nazardan
saklasın kötü söz kem gözlerden korusun” (s.13)
“Zümrüt renkli çekik gözler görenleri büyüledi.
Adı; ‘Zümrüt’ olsun. Güzelliği ile görenleri kendine
hayran etsin. Yazgısı da gözleri kadar güzel olsun.
Biz ismini verdik yazgısını da Allah versin.”(s.15)
“Mesela yazarlar bir şeyi olduğu gibi değil olmasını istedikleri gibi yazarlar.”(s.124) “Güzellik in-
sanı ürkütür. Çirkine yaklaşmak kolaydır, bırakması
da… Ayrılırken vedalaşırken çok düşünmez, endişe
etmezsin. Güzel hem korkutur hem çeker. Kolay
kolay bırakamazsın.”(s.127)
Gerektiğinde yerel dili de kullanmaktan çekinmeyen Adıbeş’ in hikâyelerini okumaya başladığınızda elinizden bırakamayacak, sizi kucaklayan
bir dil eşliğinde yolculuğa çıkacaksınız. “Araba
mazısı,”(s.73) “Beline kadar yükselen kar kürtünlerinin.” (s.98) “ İnce ince tozak iniyordu.”(s.102)
“Gelinleri gümanlıydı.” (s.102)
Edebî türlerin niteliklerini kesin çizgileriyle
belirleyerek öykü ya da hikâyenin tanımını yapmak
güç. Özellikle de türlerin iç içe geçtiği, melezleştiği
günümüzde bu tarif daha da güçleşmektedir.
Dolaysıyla konusunu gündelik hayattan alan
yaşanmış ya da tasarlanmış bir olayı, bir durumu
anlatan kısa, kurmaca anlatılara öykü /hikâye dendiğini biliyoruz; yazarların öyküde konuyu ele alış
biçimi hikâyeden farklıdır. Bu, her zaman gerçekçi
yöntemlerle olmaz, kimi zaman tamamen düşsel,
fantastik bir bakış açısıyla da olabilir.
“İki Kuş” seçkisindeki hikâyelerin hepsi, Fransız yazar Guy de Maupassant tarafından geliştirilip
yaygınlaştırıldığı için “Mopasan Tarzı” denilen ve
giriş gelişme sonuç bölümleri olan klasik hikâyeler
olduğu görülür.
Bu bağlamda hikâyelerin bütününü olay
hikâyesi kategorisinde değerlendirirken diğer hikâye
yapıtlarına benzemeyen bir yapıtla karşı karşıyadır
110
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
okuyucu. Çünkü bünyesinde çocuk hikâyeleri de
barındırmaktadır. Okuyucunun aklının kurcalayan
hikâyelerin yetişkin mi çocuk hikâyeleri mi olduğudur.
Lewis Carroll’ın 1865’ te çocuklar için yazdığı
Alis Harikalar Diyarında fantastik romanı uzun süre
yalnızca çocuklara değil, yetişkinlere de hitap etmiş,
daha sonra dünya çocuk edebiyatının en tanınmış
klasiklerinden biri olmuştur. Bu yapıtta çocuklara
yönelik olan “İki Kuş, Sare Abla, Ağaç Dalındaki
Karga.” hikâyelerinin tarihsel süreç içinde layık olduğu kategoride yerini alacağına inanıyorum.
Seçkinin ilk hikâyesi olan İki Kuş’taki Zümrüt ve
Anka isimleri efsanevi Zümrüd-ü Anka’yı (Simurg)
çağrıştırıyor. Efsaneye göre Zümrüd-ü Anka Arap
kültüründe Anka, Türk kültüründe Zümrüd-ü
Anka olarak tanımlanan ve küllerinde doğan bir
canlı. Hristiyanlık dâhil birçok dinde varoluş, diriliş
sembolü olarak benimsenmiştir.
“İki Kuş”ta zaman zaman da didaktizm “Baharın bu güzel günlerinde neredeyse bütün kuşlar
yumurtaya yatar. Yirmi bir gün sonrada yumurtalarını çıkarmaya başlarlar. Yiyeceklerin en çok olduğu aylarda yavrular büyür, yuvadan uçarlar.”(s.9) ve
kadercilik kokusunu satır aralarında görebilirsiniz.
Annesi: “Zümrüt bir gün bu yuvadan uçup
gideceksin. İlk uzun uçuşun farkında olmadan bir
yöne olur. Bunu sen seçemezsin. İçindeki his seni
alır gider, sonsuzluğa doğru. Bu yolculuk bazen
kısa sürer bazen de çok uzun. Sevk-i İlahi gideceğin yere seni götürür. Nereden su içeceksen, nereden yem yiyeceksen, hangi yoldan geçeceksen onlar
programlanmıştır.”(s.15-16)
“Tanrının yazgısı neyse onun dışına çıkamayacağı aklına geldi. Düşündü, şu ana kadar kimseler
ona aradığı mutluluğu, aklına koyduğu hayalleri nerede bulacağını ona söylemedi. Kaderde ne yazılıysa
onun tecelli edeceğine inanıyordu.”(s.37)
“Ben Zümrüt, güneşin battığı yerden gelirim.
Güneşin doğduğu yeri bulmaya gidiyorum. Sonsuzluğu arıyorum.”(s.38)
“Zümrüt dedi ki; yalnız unutmamak lazım, burası son değil bu kaderin üzerinde bir kader daha
var.”(s.39)
Anka dedi ki; “Zümrüt bu kaderin sonu sonsuzluğa giden yol. Bizim yavrularımız, neslimiz devam
ettikçe sonsuza kadar yaşayacağız.” (s.39)
Mahir Adıbeş’in efil efil esen Anadolu insanının
sıcaklığı yurt özlemini ve doğa sevgisinin ilmek ilmek işlediği “İki Kuş ”unda yer yer imge yüklü şiir
tadında dizeler de hikâyeye ayrı bir renk kattığını
görülür.
“Yağmur soluk renkli bozkırın yüzünü
güldürdü.”(s.40) “Sesindeki yumuşaklık.” (s.43)“
Gözlerini büzerek ince bakışlarla.” (s.73) “Yalnızlık
çökecekti vadiye.”(s.103)
Bu seçkide gözüme çarpan birkaç noktaya da
değinmezsek eksik kalacağını düşünüyorum.
Yayınevlerinin çoğunda olduğu gibi “Sam Yayınları” da editör çalışmasından kaçınmış gibi görünüyor; kaçınmamışsa da aceleye getirilmiş bir çalışma olarak görünüyor. Böyle olunca da kitap birçok
yanlışı beraberinde okuyucuya taşımış.
Türk Dil Kurumunun Yazım Kılavuzu dikkate
alınması dileğimle. (Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuzu 2005) “Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan noktalama imleri( nokta, soru işareti, ünlem
vb.) tırnak içinde kalır. “Akıl yaşta değil baştadır.”
“İzmir üzerine dünyada bir şehir daha yoktur.” Tırnak içinde yazılan çoğu cümlelerde noktalama imi
yapılmamış ya da yanlış yapılmış. Kitapta gözüme
çarpan yanlışlardan bazılarını paylaşmak istedim.
Yirmi bir gün sonrada yavrular çıkmaya başlar.
(s.9, da ayrı yazılmalı.) Kendisinden başka kimseler yoktu.(S.31) Kimse sözcüğü canlılar için
kullanılmaz insan için kullanılır. Sare Ablanın(s.44,
Özel isimlerin sonuna gelen iyelik ekleri kesme
imiyle ayrılır.)“ Sare Ablam (s.47, kesme imi) Sare
Ablanın (s.47, kesme imi) Abdullah Efendinin lokantasında rastladım.(s.106, kesme imi) Sevinç hanım (s. 125, özel isim) Yalnız sevinç hanımla (s.124,
özel isim) Hoca hanım (s.125, özel isimlerin nasıl
yazılacağı gözden kaçmış olmalı.)
Beyaz Taşlı Yüzük” öyküsünde “Saçlarımdan
akan yağmur damlaları boynundan aşağıya girmeye
başladı.(s.89) Bozuk cümle. “boynundan” mı boynumdan mı? “Ellerimi cebime sokmak istedim ama
titreme durmamıştı.”(s.91) “titremem” durmamıştı mı? “Ayhan bey”(s.91,unvanlar büyük harfle
yazılır.) Duyula bilirdi (s.95, sözcük ayrılmış.)
“Son anda üçü birden geri döndüler.”(s.98, Özne
yüklem uyumsuzluğu) “Abim gilin”(s.99, sözcük
parçalanmış.) “Eminin anne çok mutluydu.”
(s.102), Alına bilir (s.103 sözcük parçalanmış)
111
İyi okumalar…■
ar a lık-oca k-şub a t
2 0 1 5 - 1 6
112
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 4

Benzer belgeler