hobbes ve lock`un devlet düşüncesine katkıları

Transkript

hobbes ve lock`un devlet düşüncesine katkıları
1
HOBBES VE LOCK’UN DEVLET DÜŞÜNCESİNE KATKILARI
Selim Çapar1
Dr. Şükrü Yıldırım2
ÖZET
Hobbes, egemenin mutlakıyetçiliği düşüncesinin önde gelen savunucusu
idi, ama aynı zamanda Avrupa liberal düşüncesinin temellerinden bazılarını da
geliştirdi. O, Batı siyaset felsefesinin en temelinde yer alan yapıyı, toplum
sözleşmesi kuramı perspektifinden oluşturdu. Yaygın olarak liberalizmin babası
olarak bilinen Locke, en etkili Aydınlanma düşünürlerinden birisidir. O, toplum
sözleşmesi kuramına büyük katkılar sağlamıştır. Locke, aynı zamanda, yasama ve
yürütme güçlerinin ayrılığı ilkesini savunduğu için de önemli bir yere sahiptir. Bu
çalışmanın temel amacı, bu iki düşünürün devlet hakkındaki düşüncelerini
karşılaştırmalı olarak incelemektir.
Anahtar Kelimeler: Devlet, Toplum Sözleşmesi, Hobbes, Locke
ABSTRACT
Hobbes and Locke’s Contributions to Thought of State
Hobbes was a champion of absolutism for the sovereign but he also
developed some of the fundamentals of European liberal thought. He established
the foundation for most of Western political philosophy from the perspective of
social contract theory. Locke, widely known as the father of liberalism, was
regarded as one of the most influental of Enlightenement thinkers. He had great
contributions to social contract theory. Locke is also important for his defense of
the principle of the seperation of legislative and executive powers. The main aim
of this study is to examine the two philosohers thoughts about state in a
comparative perspective.
Key Words: State, Social Contract, Hobbes, Locke
1
2
Mülki İdare Amiri-AREM Başkan V.
Mülki İdare Amiri-Hukuk Müşaviri
2
GİRİŞ
Modernleşme Avrupa’da dinde reform hareketinin, düşüncede aydınlanma
hareketinin, üretim biçiminde sanayileşmenin ortaya çıkması gibi çok yönlü bir
dönüşüm süreci olarak kendini göstermiştir. Bu süreçte feodal toplumdan
kapitalist topluma geçiş de söz konusu olmuştur. Modernleşme bir ölçüde aklın
dinin esaretinden kurtarılması süreci olarak görülebilir. Bu bağlamda, modern
devlet, 16. ve 17. yüzyıllarda Kuzeybatı Avrupa’da ortaya çıkan bir devlet
biçimidir.
Geleneksel
toplumlarda
güç
ve
iktidar
tanrısal
kökenlere
dayandırılmaktaydı. Modern devletin meşruiyet anlayışı ise akla ve akıl yoluyla
ortaya konulan kuram ya da ilkelere dayanmaktadır.
Thomas Hobbes, modern çağın en etkili siyasal düşünürlerinden biridir.
Batı
siyaset
felsefesinin
temellerini
atmıştır.
Öğretisi,
Orta
Çağ’ın
parçalanmışlığından merkeziliğe geçişi sağlayan devlet anlayışının en açık
ifadelerinden birisidir. Mutlak iktidarı sağlam ve orijinal bir temele oturtmuştur.
John Locke ise 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Düşünceleri
liberalizm üzerinde çok önemli etkiler oluşturmuştur. Liberal bireyciliğin babası
sayılmaktadır.
Thomas Hobbes ile John Locke’un devlete ilişkin düşünceleri bu
çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Çalışmanın temel amacı bu düşünürlerin
devlet düşüncesine katkılarını ortaya koymaktır. Bu amaç doğrultusunda iki
düşünürün düşüncelerinin karşılaştırmalı olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda,
birbirlerine yakın dönemlerde yaşayan her iki düşünürün bireye, özgürlüklere ve
devlete ilişkin görüşleri ile tarihsel bir aşama olarak değerlendirilen toplum
sözleşmesi kuramları incelenecektir. Bu çalışmanın özellikle ülkemizdeki anayasa
çalışmalarının
temellendirilmesine
yönelik
olarak
katkı
sağlayacağı
düşünülmektedir.
Çalışmanın ilk bölümünde devlet ve modern devlet kavramları ele
alınacaktır. İkinci bölümde Hobbes, üçüncü bölümde ise Locke, yaşamları ve öne
çıkan düşünceleri bağlamında ele alınacaktır. Dördüncü bölümde bu iki
düşünürün
düşünceleri
ve
düşüncelerini
etkileri
karşılaştırmalı
olarak
değerlendirilecektir. Çalışma, ulaşılan bilgi ve bulguların yer aldığı sonuç
bölümüyle sona erecektir.
3
1. DEVLET
Düşünce tarihinde “devlet” kavramını ilk inceleyen ve “Devlet” adlı
kitabında, ideal bir toplumun ve yönetimin nasıl olmasını gerektiğini açıklayan
Platon’dur (Hilav, 1985: 48).
Devlet her şeyden önce toplumsal bir gerçekliktir. Bunun yanı sıra, devleti
tarihsel bir gerçeklik olarak da ele almak mümkündür. Çünkü devlet, insanlık
tarihinin belli aşamalarında ortaya çıkmıştır (Saygılıoğlu-Arı, 2003: 18).
Oppenheimer (1984: 49)’ın bakış açısından devlet, kabilelerin gelişmesinin ileri
bir aşamaya ulaştığı her yerde, bir insan grubunun bir diğerini boyunduruk altına
almasından doğmuştur. İbn-i Haldun ise, devletin doğuşunu kuvvet teorisi ile
açıklamakta, insanların tek başlarına var olamama ve dolaysıyla birlikte yaşama
ihtiyaçlarından, devlet ve hükümdarlığın doğduğunu ileri sürmektedir (Göze,
1986: 97-100). Hobbes’un “Leviathan” adlı eseri devletin doğuşunu toplum
sözleşmesi teorisine dayandırmaktadır (Aktan, 2003: 8).
Siyasi liberalizmin kurucusu, temsilcisi olarak kabul edilen John Locke
(Von Aster, 2003: 23) da, devletin var oluş nedenini sosyal sözleşme teorisine
dayalı olarak açıklayan düşünürlerdendir. Locke’a göre; insanların doğuştan sahip
oldukları bazı haklar bulunmaktadır. Bunlar; yaşam, özgürlük ve mülkiyet
haklarıdır (Aktan, 2003: 9). İnsanlar, doğal haklarının korunması için bir araya
gelip anlaşarak devleti kurmuşlardır. Locke bu durumu, “insanların, bir toplum
içine girmelerinin nedeni, sahip oldukları mülkiyetin korunması içindir”
biçiminde ifade etmektedir (Laurencej, 1977: 431).
Başka bir bakış açısından devlet, tarihsel olarak toplumsal işbölümünün
belli bir gelişme düzeyinde, toplumun ortak çıkarı işlevinin gereği olan görevleri
yerine getirmek için oluşturulmuş ortak organlardan doğmuştur (Eroğul, 2002:
142). Toplumun ortak çıkarı doğrultusunda görevlerini yerine getirmek için
devlet, koşulların gerektirdiği örgütleri oluşturur ve en temel işlevleri olan
yasama-yürütme-yargı erklerini kullanır. Dolayısıyla devlet, toplumun içinden
doğan ve toplumu örgütleme görevi ve işlevi ile toplumun üzerinde yükselme
yeteneği kazanan bir yapıdır.
Kapani (1978: 17)’nin işaret ettiği üzere devlet, bugünkü anlamı ve
unsurlarıyla ancak XV. ve XVI. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Günümüzde devlet
4
deyince bundan belli sınırlar içinde yerleşmiş insan topluluğu ve kurumsallaşmış
bir siyasi otorite ve zorlama gücüne sahip bir kurum anlaşılmaktadır. Bütün bu
tanımlamalardan ziyade en yaygın devlet tanımlaması devletin kurucu unsurlarını
bir araya getirerek yapılmış olan tanımlamadır. Devletin ülke, insan topluluğu ve
iktidar (egemenliğin kullanım şekli) unsurlarının bir araya getirilmesi ile oluşan
tanımlamada hemen herkes birleşmiştir. Bu unsurların oluşturduğu tanımlama ise
şöyle ifade edilebilir: "Devlet, belli bir ülke sınırı üzerinde yerleşmiş, zorlayıcı
yetkiye sahip ve bir üstün iktidar tarafından yönetilen bir insan topluluğunun
meydana getirdiği siyasal kuruluştur.”
Bir toplumsal-siyasal olgu niteliğiyle devlet, belli bir toprak parçası
üzerinde fiziksel güç kullanma tekeline sahip olan siyasal bir kurumdur. Ancak,
devlet düşüncesi de tarihsel süreç içerisinde gelişim göstermiştir. Aydınlanma
dönemine kadar geçen çağlarda devletin genellikle tanrısal bir düzen olarak
algılandığı görülür. Aydınlanma ile birlikte devletin meşruiyetinin temelleri
yeryüzüne inmiştir. Bu bağlamda, devletin oluşumunu toplum sözleşmesine
dayandıran Hobbes ve Locke gibi düşünürlerin, devletin meşruiyetini tanrısal
kattan indirerek halkın verdiği yetkiye dayandırdıkları görülmektedir.
Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş toplumsal açıdan çok yönlü bir
dönüşüme işaret eder. Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş biçiminde
gerçekleşen bu büyük dönüşümün özünde akıl yer almaktadır. Aklın insan ve
toplum yaşamının her yönünü düzenleyici bir konuma gelmesi bu dönüşümün
temelini oluşturmaktadır. Tarım toplumunda toplumsal rollerin değişmezliği esası
bulunurken, sanayi toplumu “ussallık” ilkesine, diğer bir ifadeyle bilimin, bununla
ilgili aklın ve mantığın gelişmesi, bilimsel bilginin tarafsız olması ve teknik
yönünün gelişmesine dayanmaktadır (Jun-Rivera’dan aktaran Özer, 2005: 431).
Ussallık ilkesi devamlılık ve ilerleme unsurlarını bünyesinde barındırdığından,
toplumsal rollerin değişmezliği ilkesi ile çelişki içinde bulunmaktadır. Hâlbuki
sanayi toplumunda toplumun kendisini yeniden tanımlaması ve ilerlemenin
sağlanabilmesi için işgücünün akışkan olmasını gerektirir. Böylece, sanayi
toplumu temelden tarım toplumu ile ayrışmaktadır.
Modernleşme tarihsel açıdan, XV-XIX. yüzyıllar arasında Batı’da yaşanan
ve geleneksel toplum yapısının ortadan kalkması ile sonuçlanan bir süreçtir.
5
Modernleşme, aynı zamanda sosyalleşme ve merkezileşme-bürokratikleşme ve
kurumsal
farklılaşma
olarak
uzmanlaşma
ile
birlikte
gerçekleşmiştir.
Modernleşme, büyük ölçekli kuruluşların üretkenliklerinin arttırılmasıyla da,
doğanın kontrolünde bilimsel ve teorik bilgiden yararlanarak ve karmaşık sosyal
yapılanmalar üzerinde düzenleyici kontrolünü genişleterek gelişmiş olan bir
süreçtir (Jun-Rivera’dan aktaran Özer, 2005: 431). Bu değişim sürecinin ortaya
çıkmasında kapitalizmin, hızlanmasında ise sanayi devriminin başrolde olduğu
söylenebilir.
Modern kavramı, hem yeni bir toplumsal yapıyı hem de sanayi uygarlığını
kapsayıcı bir nitelik taşır. Bu doğrultuda, toplumsal yaşamda bilginin rolünün
artması, geniş bir coğrafyada ekonomik bütünleşmenin görülmesi, kentleşmenin
ortaya çıkması ve tüm bunların kültürel ve demografik yapıyı değiştirmesi,
modern toplumu niteleyen gelişmeler olarak gösterilebilir ( Şahin, 2007: 117).
Modern toplum ve siyasetin oluşumunda ussallık esasında gelişen, XVIII.
yüzyılda Batı Avrupa'da ortaya çıkan “aydınlanma felsefesinin” de önemli etkileri
vardır (Hilav, 1985: 98). Aydınlanmanın ussal toplum yaklaşımıyla, insanlarla
nesnelerin yönetilebileceğini öne sürmesi, modernleşmede insan müdahalesi ile
biçimlenmeye açık bir dünya algılamasının gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Diğer bir ifadeyle, aydınlanma düşünme biçiminin temeli, insan aklına karşı
sınırsız bir güven duyulması, her şeyin akıl süzgecinden geçirilerek eleştirilmesi,
ölçülüp, biçilmesi, insan aklının bağımsız bir güç olarak algılanmasına dayanır
(Hilav, 1985: 98). Bu bakış açısının, modern dönemde toplumsal yaşamda
türdeşlik (homojenlik), topluma nüfuz kabiliyeti yüksek merkezi bir devlet,
evrensel akıla dayanarak kamusal alanda tarafsızlık sağlamak biçiminde siyasete
yansıması söz konusu olmuştur. Özellikle İngiltere'de; din, ahlak ve politika
konusunda,
otoritelerden
kurtulmuş
bireyci
ve
liberal
bir
anlayışın
yaygınlaşmasına yol açmıştır (Hilav, 1985: 98).
Modernleşmenin siyasi açıdan getirdiği en büyük sonuç ulus-devletin
oluşmasıdır. Ancak, ulus-devlete giden süreçte en önemli aşama “modern devlet”
yapılanmasının ortaya çıkışı olmuştur. Şaylan (2003: 31)’a göre “ulusal devlet”
olarak da tanımlanan modern devlet, Kuzeybatı Avrupa’da 13. ve 17 yüzyıllar
arasında ortaya çıkan, insan ve toplum yaşamının her alanını kökten etkileyen çok
büyük ve kapsamlı bir değişim sürecinin ürünü sayılabilir. Diğer bir ifadeyle
6
modern devlet, Batı Avrupa’da yaşanan değişimin ürünlerinden biridir (Şaylan,
2003: 39). Modern devlet yapılanmasında içte ve dışta tam egemenlik, ülkesel ve
siyasal bütünlük, güçlü merkezi idare gibi özellikleri öne çıkmaktadır. Öte
yandan, her iktidar güç unsurunun yanında rıza unsurunu da içermelidir. İktidara
rıza gösterilmesini sağlayan onun meşruiyetine olan inançtır. Modern devlet
aradığı meşruiyet kaynağını, milli egemenlik ilkesinin kuruluşu ile bulmuştur.
Yani, modern devletin meşruiyet anlayışı, akla, akıl yoluyla ortaya konan kuram
ya da ilkelere dayanmaktadır (Şaylan, 2003: 33). Modern devlet yapılanmasının,
ülkesel (teritoryal) bir yaklaşım üzerine inşa edilmesi ile toplumsal bütünlüğün
sağlanması açısından ülkeye bağlılık ve etnik kimliğe dayanmayan yurttaşlık
düşüncesi ön planda olmuştur (Şahin, 2007: 121).
Modern devlet, tarih sahnesine mutlakıyetçi monarşi olarak çıkmıştır.
Diğer bir ifadeyle mutlakıyetçi monarşi, modern devletin ilk formudur.
Mutlakıyetçi monarşi, pazarın genişlemesi ile eşzamanlı bir gelişme göstermiştir.
Mutlakıyetçi monarşinin belirleyici özelliği kural koyan ve bu kuralları uygulatan
tekelci güç olmasıdır. Piyasa mekanizmasının işlerliği, kural birliğini, kararlılığı
ve içi barışı gerekli kılmaktadır. Yerel güç odaklarının varlığı ve işlemesi pazarın
gelişmesi önünde bir engeldir (Şaylan, 2003: 39).
Şaylan (2003: 39-42)’a göre modern devlet, mutlakıyetçi monarşi formu
içinde üç temel işlevi yerine getirmektedir. Bunlardan birincisi kanun ve düzendir.
Devlet kamu adına bireyin belli biçimlerde davranmasını, belli davranışlardan
kaçınmasını bir hak olarak talep etmekte ve bunu uygulayacak araçlara da sahip
bulunmaktadır. Modern devletin ikinci temel işlevi, etkin bir kamu finansmanı
sağlamaktır. Kanun ve düzeni sağlamak, içeride yerel güçlerin iktidarını kırmak
ve diğer benzer devletlerle dünya pazarında yarışmak gerçeği sürekli bir orduyu
ve yargı mekanizmasını gerekli kılmakta ve bu kurumlara kaynak sağlama, yani
kamu finansmanı zorunlu kılmaktadır. Diğer bir ifade ile modern devlet para
kaynağına gereksinim duymaktadır ve etkin bir kamu finansmanı sağlama
gerekliliği etkin bir yönetsel mekanizmaya, bürokrasiye bağlıdır. Modern devletin
üçüncü temel işlevi ise ekonomi politikası olarak merkantilizmin uygulanmasıdır.
Merkantilizm, ticari kapitalizmi ve buna özgü sermaye birikimini ifade
etmektedir. Modern devlet, kendi ulusal tüccarının üstünlük sağlaması için her
7
türlü korumacı ekonomik önlemleri ve askeri düzenlemeleri içte ve dışta
yapmıştır. Modern devlet, sermaye birikimi sürecine çok duyarlıdır.
Aklı öne çıkaran ve bireyleri temel alan liberal felsefeye (Şaylan, 2003:
48) göre devletin varlık nedeni, bireylerin doğal hak ve özgürlüklerini güvence
altına alınması gereksinimidir. Liberalizmin devlet kuramına göre bireylerin doğal
haklarını güvence altına almak için yapılmış bir toplumsal sözleşmeye
dayanmaktadır. Doğal haklar, Aydınlanma düşünürleri tarafından geliştirilmiştir.
Aydınlanma
düşünürleri,
doğal
hakları
geliştirirken
esas
olarak
aklı
özgürleştirdiler ve bunu yaparken öncelikle insan aklının temellerini bulmaya
çalıştılar. Doğanın bir parçası saydıkları insanı ve onun aklının temellerini bulmak
için de onun içinde yaşadığı maddi ortamdan ve bu ortamın yasalarından hareket
ettiler.
İnsanı
özgürleştirmeyi,
felsefeyi
teorik
içeriğinden
kopararak
gerçekleştirdiler. Bu yönelimin doğal sonucu olarak, aristokrasi karşısında insan
aklı tarafından düzenlenen ve yönetilen yeni bir toplum, insan iradesine dayalı
yeni bir devlet ve örgütlenme modeli önerdiler (Yanardağ, 2004: 79). Bu doğal
haklar, vazgeçilmez, devredilmez nitelik taşıyan yaşama, özgürlük ve mülkiyet
hakları olarak sayılmaktadır.
Mutlak monarşilerin temel özelliklerinden biri ulusal devlet olmalarıdır.
Ulusallık, modern devletin en yaygın niteliklerinden biridir (Şaylan, 2003: 42).
Yani, modern devlet aynı zamanda ulusal bir devlettir. Federalizm, üniterlik,
monarşi ya da cumhuriyet gibi farklılıklar bu özelliği ortadan kaldırmamaktadır.
Modern devlet - ulus devlet özdeşliği, birikim sürecinde aktif ve belirleyici işlev
yerine
getirme
yanında
siyasal
iktidarın,
egemenliğin
ulusallık
ile
ilişkilendirilmesini de kapsamaktadır (Şaylan, 2003 45).
Ulus-devlet XVIII. yüzyıldan itibaren gelişen ve günümüzde evrensel
ölçekte yaygınlığa erişen bir siyasal yapılanma biçiminin adıdır. Bir siyasal
yapılanma biçimi olan ulus-devlet modelinin; ulusal egemenlik ve ulusal kimlik
temel unsurları ile siyasal bütünlük ve idari bütünlüğü içeren ülkesel bütünlük
“yapısal özelliklerinden” meydana geldiği söylenebilir (Şahin, 2007: 124). Öte
yandan, ulus-devletin tarihsel olarak kapitalizmin siyasal biçimi olarak
konumlandığına da dikkat çekilir (Akbulut, 2011: 34). Ulus-devlet bakımından,
türdeşleşme kültürel bir olgu olmanın ötesinde işgücü, mal ve hizmet
akışkanlığının sağlanmasına yönelik oluşturulmaktadır. Bu bağlamda, ulus-
8
devletin piyasa gereksinimleri doğrultusunda mekânsal türdeşleşmeyi siyasal
araçlarla gerçekleştirdiği de düşünülmelidir.
2. THOMAS HOBBES
2.1. Hayatı
1588-1679 yılları arasında yaşamış bir İngiliz düşünürüdür. Hobbes,
yaşamını anlatırken korku ile ikiz kardeş gibi olduklarını, yaşamına korku
duygusunun egemen olduğunu söyler. Düşünürün kendisi, tutuculuğunda önemli
bir payı olan kişisel ürkekliği, annesinin yenilmez İspanyol armadası geliyor
korku ve heyecanı ile onu erken (yedi aylık) doğurmuş olmasıyla açıklamaktadır.
Babası kavgacı, iyi eğitim almamış bir Anglikan papazıdır. İşinden atılmış, eşini
ve çocuklarını terk etmiş, Hobbes’a amcası sahip çıkmış, okutmuş ve
büyütmüştür. 14 yaşında klasikleri öğrenen Hobbes, 15 yaşında Oxford
Üniversitesi’ne girer. Orada beş yıl skolastik, mantık ve Aristoteles öğrenir. Çok
genç yaşta Oxford’da yaptığı başarılı çalışmalar nedeniyle ileri gelen ailelere
öğretmen olarak tavsiye edilince, asiller arasına girer.
1628 yılında Parlamento, vatandaşların “Haklar Yasası”nı çıkarınca,
Hobbes demokrasinin yol açabileceği kötülükleri göstermek için, Thukydides
Tarihi’ni tercüme eder. Thukydides burada, devleti ve savaşı yönetmekten
anlamayan halkın, aristokratların yerini alıp Atina’yı demokrasi ile yönetmeye
kalkınca, Atina’yı nasıl batırdıklarını anlatmaktadır.
1628 yılında koruyucusu kont ölünce, Hobbes bir süre için Fransa ve
İtalya’da yaşar. Galileo ile tanışır.
1640’ta iç savaş çıkınca, Hobbes Fransa’ya kaçar. Fransa’da Bacon’a
yazmanlık yapar, Descartes ile tanışır. Bu dönem içinde gelecekte II. Charles
olarak tahta geçecek olan I. Charles’in oğluna matematik dersleri verir.
1651’de Leviathan’ı Fransa’da yayınlar. Ancak ne İngiliz Kralcı
göçmenler, ne de Fransız Hükümeti bu yayından hoşlanır. Bu kez İngiltere’ye
kaçar. 1679 yılında 91 yaşında iken hayata veda eder.
2.2. Yapıtları
Hobbes’in ilgi ve bilgi alanı hakkında fikir vermesi açısından yapıtlarının
listesi aşağıya çıkarılmaktadır:
1628 Thukydides Tarihi çevirisi
9
1640 Human Nature (İnsan Doğası)
1640 De Corpore Politico (Siyasi Düzen Üstüne)
1641 De Cive (Kent Üstüne)
1651 Leviathan (Dev)
1655 De Corpore (Beden Üstüne)
1656 (Özgürlük, Zorunluluk ve Tarih Üstüne)
1658 De Homine (İnsan Üstüne)
1676 Homeros Destanları çevirisi
1689 Ölümünden sonra basılan Behemoth (İngiliz iç savaşlarının
nedenlerinin tarihi hakkında)
2.3. Genel Felsefesi
Hobbes’un felsefesinin materyalist olduğu görülmektedir. Ben-Amittay
(1983: 162), modern kavramlarla değerlendirildiğinde, Hobbes’un felsefesinin
“mekanik materyalistlerle” birlikte sınıflandırmanın olası olduğunu belirtirken,
Şenel (2002: 320) üzerine siyasal kuramını oluşturacağı Leviathan’da genel
felsefesinin, “tam bir materyalist felsefe” olduğunun açıkça anlaşıldığını ifade
etmektedir. Sarıca (1973: 82) da Hobbes’un materyalist bir düşünür olduğuna
vurgu yapmaktadır.
Ontolojik tutumu materyalisttir, yalnızca maddenin var olduğunu,
maddesel varlığı olmayan hiçbir varlığın olamayacağı görüşündedir (Şenel, 2002:
320; Wikipedia, 2008a).
Hobbes’un epistomolojik tutumunun ise ampirik (görgül) olduğu
görülmektedir. Bilgilerimizin doğuştan gelmediğini, akıldan çıkmadığını fakat
sonradan, dış dünyadan duyumlar yoluyla elde edildiğini ifade etmektedir (Şenel,
2002: 320; Wikipedia, 2008a; Tokatlı, 1973: 321).
Hobbes’un yaşadığı zamanın bilginleri Kepler ve Galileo, doğanın
mekanik bir yorumunu yapıp olayları hareket ile açıklamışlardı. Hobbes
bunlardan etkilenmiştir. Hobbes formülasyonları basitleştirme arayışı içindeydi.
Ona göre, “siyasetin tümü, tümdengelimsel (deductive) akıl yürütme yoluyla basit
temel kurallardan çıkarılabilmeliydi” (Ben-Amittay, 1983: 163).
Hobbes, geometrik zekâsıyla siyaseti, psikolojiyi ve ahlakı basite
indirgemeye çalışıyordu (Sarıca, 1973: 82). İnsan da, toplum da “aslında nesnedir;
10
nesnenin hareket yasaları, daha karışık hareketten başka bir şey olmayan insan ve
toplum olayları için de geçerlidir” (Şenel, 2002: 321) görüşündeydi.
2.4. Hobbes’un İnsan Felsefesi
Hobbes, insanı harekete geçiren şeyin Aristoteles felsefesinde olduğu gibi
“erek” değil, “neden” olduğunu söyleyerek, nedenselci bir tutumu benimser. İnsan
doğal olarak bencildir ve eylemleri kendisini korumaya yönelik bireysel güdülerle
yönlendirilmektedir (Ben-Amittay, 1983: 163). İnsanı karmaşık bir nesne olarak
gören Hobbes, insan davranışlarını da mekanik materyalist açıdan açıklamaya
çalışır. Ona göre insanlar “istekler” ve “nefretler”le harekete geçen makineler
gibidir (Şenel, 2002: 321; Cohen, 2001: 51). Başka bir deyişle Hobbes’a göre; bir
doğa yaratığı olan insan, her şeyden önce kendini düşünmekte, kendi varlığını
korumaya çalışmakta ve bunu da, “insan insanın kurdudur,” ifadesi ile dile
getirmektedir (Hilav, 1985: 92).
2.5. Hobbes’un Toplum Felsefesi
Hobbes’ın toplum felsefesi insan felsefesine dayanmaktadır. Öncelikle,
Hobbes’e göre asıl olan bireydir, toplum ise bir kurgudur (fiction). Ona göre,
insanın toplum içindeki davranışlarının temelinde yaşamını sürdürmek amacı ya
da bunun uzantısı biçiminde güvenlik isteği ve bencillik yatmaktadır. Bu durumda
belirleyici olan bireyin çıkarlarıdır. Toplum bireylerin çıkarlarını gerçekleştirme
aracıdır. Bu görüşleri ile Hobbes, toplum felsefesinin temellerine “bencillik”,
“bireycilik” ve “faydacılık” ilkelerini yerleştirmiş olur (Ben-Amittay, 1983: 163;
Şenel, 2002: 322).
2.6. Hobbes’un Siyaset Felsefesi
Hobbes’un “doğa durumu” varsayımı toplumun ve devletin ortaya
çıkmasından önce “güvenlik gereksinimi” içinde olan ve bu nedenle öteki insanlar
üzerinde iktidar kurma isteği ile dolu insanlardan oluşan bir kalabalık düşüncesine
dayanmaktadır (Şenel, 2002: 323).
İnsanlar
doğa
durumunda
eşitti.
Ancak
eşitlikten
güvensizlik,
güvensizlikten savaş doğar. Uygar durumların dışında her zaman herkesin herkese
savaşı vardı. Çünkü doğada herkesin her şeye hakkı vardır (Tunçay, 1969: 121125). Başka bir ifadeyle, insanlar devleti kurmadan önceki dönemde bir cehennem
hayatı yaşıyorlardı, insan insanın kurduydu. Hobbes’a göre herkes eşit ve tam
11
özgür olunca başka ne beklenebilirdi ki. Bu durum insanların sürekli korku içinde
yaşamalarına yol açıyordu (Sarıca, 1973: 83).
Doğa durumunda insanın yaşamı ölüm korkusu içinde, yalnız, yoksul, kötü
kısa ve vahşidir. Doğa durumunda adalet gibi bir şey olmadığı gibi mülkiyet diye
bir şey de yoktur. Ona göre insanlar malın ve canın güvenlik içinde olmadığı bu
durumda kalamazlardı (Şenel, 2002: 324). Zaman içinde bireyler, bir araya
gelmenin, bireyin kendisi için bile anarşiden daha iyi olduğunu kavramışlardır
(Ben-Amittay, 1983: 163).
Bu genel savaş durumuna bir son vermek için, “akıl” insanların üzerinde
uzlaşabilecekleri barış koşullarının neler olduğunu onlara gösterdi. Bu koşullar
insanların “doğa yasası” üzerinde birleşmelerinden başka bir şey değildi (Şenel,
2002: 324). Bu doğa yasası genel anlamıyla:
“Akılda bulunan ve insanın kendi yaşamı için zararlı olanı yasaklayan
genel kuraldır” (Leviathan, XIV).
İşte bu yasa, insanların birbirlerine zararlı olan şeyleri yapmalarının
yasaklanmasını sağlayacak olan devleti kurmalarına yol açmıştır. Devletin
kurularak, doğa durumundan çıkılması “toplum sözleşmesi” ile olmuştur (Sarıca,
1973: 83; Şenel, 2002: 324).
Hobbes’ta mutlak iktidar, kralların Tanrı’dan aldıkları yetkiye değil,
bireylerin çıkarlarına dayandırılmaktadır. Hobbes’un ejderhası (Leviathan) yapay
bir insandır. Doğal insanlar kendi aralarında yaptıkları bir sözleşme ile bu yapay
insanı (devleti) oluşturmuşlardır (Sarıca, 1973: 82; Hilav,1985: 92).
İnsanların bir araya gelerek “kendi aralarında” imzaladıkları toplum
sözleşmesi ile kendi sınırsız özgürlüklerine son vermeleri söz konusu olmuştur
(Sarıca, 1973: 83). İnsanlar kendi aralarında yaptıkları bir sözleşme ile bütün
haklarını bir egemene, sözleşmede taraf olmayan bir egemene, temelli
devretmişlerdir. İnsanlar başlarına bütün haklarını devrettikleri bir egemeni
geçirerek devleti kurmuş ve doğa durumundan uygar toplum durumuna
geçmişlerdir (Şenel, 2002: 325). Böylece Hobbes, siyasal felsefenin uzlaşmacı ve
amaçsal niteliğini oluşturmaktaydı (Ben-Amittay, 1983: 163).
Hobbes’ta mutlak iktidar, kralların Tanrıdan aldıkları yetkiye değil,
insanların çıkarlarına dayandırılıyor. Diğer bir ifadeyle Hobbes, devleti kilisenin
üzerine bir otorite durumuna yükseltir (Tokatlı, 1973: 177). Şenel (2002: 325)’e
12
göre, almış olduğu burjuva kültürü ile “devleti din dışı bir temele dayandırmak
gereği duyduğunda Hobbes, devleti sözleşmeye dayandırma yoluna gitmiştir”.
Ancak, Sarıcan (1973: 82) Hobbes’un gelişmekte olan burjuvazinin tarafını
tutmadığına dikkat çekmektedir.
Şenel (2002: 325-326) Hobbes’un toplum sözleşmesini, kendi mutlak
monarşik görüşlerine kanıtlar sağlayacak biçimde düzenlediğine işaret ederken,
Sarıca (1973: 82) da, mutlak iktidarı sağlam ve orijinal bir temele oturttuğuna
vurgu yapmaktadır.
Hobbes’un iç savaşın doğal duruma geri dönüş ile özdeş olduğuna ilişkin
bir görüşü vardır. Bu sebeple, güçlü bir hükümetin gerekliliğine inanmış ve
kendisine göre tüm iç savaşları önleyebilmek için mutlak egemenlik görüşünü
desteklemiştir (Ben-Amittay, 1983: 164).
Bireylerin anlaşmış olması toplumda düzenin korunması için yeterli
değildir. Ayrıca güce-yönetici bireylerin ya da organın iradesini tüm yurttaşlara
kabul ettirecek merkezi örgüte- de ihtiyaç vardır. Bu koşullar altında her şeyin
içinde eridiği Leviathan’ın yaratılmasına ulaşmaktadır (Ben-Amittay, 1983: 164).
Ancak yaratılan bu “Ejderha” yapılan bu sözleşmeye hiçbir biçimde bağlı
değildir. Çünkü insanlar doğal yaşam durumunda iken sahip oldukları tüm hak ve
yetkilerini, barış ortamına kavuşmak için bu egemen güce devretmişlerdir (Sarıca,
1973: 83-84).
Hobbes’a göre insanlar; kendi tek tek iradelerinin yerine, hep birlikte
başeğecekleri bir iradeyi, yani devleti koymakta, Hobbes; mutlakiyetçi bir
yönetimi, devleti savunmaktadır (Hilav, 1985: 92). Diğer bir deyişle mutlak ve
sınırsız bir devlet kuvveti esastır. Bu kuvvetin tek bir adamın, yani hükümdarın
bulunması en tabi bir şeydir. Fakat bu kuvvet halkın ekseriyetinden, seçimle
ortaya çıkmış halk meclisinden de sadır olabilir. Devletin gayesi; birbiriyle
çarpışan ferdi iradelerin yerine birleşmiş bir devlet idaresi koymaktır (Von Aster,
2003: 19).
2.7. Toplum Sözleşmesinin Özellikleri
Şenel (2002: 326-328) Hobbes’un toplum sözleşmesinden çıkarılan üç
sonuca dikkat çekiyor:
1) Toplum sözleşmesinin varlık nedeni can ve mal güvenliğinin
sağlanmasıdır.
13
Can güvenliği sağlandığı ölçüde uyruklar egemene boyun eğerler. Ancak,
egemen yasal olarak bile, bir uyruğu öldürmeye, yaralamaya kalktığında, uyruğun
egemene boyun eğmeme özgürlüğü bulunmaktadır. Bu durumda egemenle uyruk
arasında doğa durumuna dönülmüş olur (Şenel, 2002: 326).
Can güvenliği konusundaki bu tutum mal güvenliğinde görülmemektedir.
Bunun nedeni doğa durumunda zaten mülkiyetin bulunmamasıdır. Bu sebeple
uyruklar, egemene karşı mülkiyet haklarını öne süremezler. Ama egemen
uyrukların birbirlerine karşı mülkiyet haklarının koruyucusudurlar (Şenel, 2002:
326).
2) Sözleşme, uyruklar arasında yapılmış bir sözleşme olup, egemen,
sözleşmeye taraf olmadığından, uyruklara karşı hiçbir yükümlülük altına
girmemiştir.
Uyruklar,
kendilerini
yönetme
haklarını
bütünüyle
egemene
devrettiklerinden, egemenin buyruklarına mutlak bir boyun eğme yükümlülüğü
altına girmişlerdir. Bu sebeple, uyruklar sözleşmede taraf olmayan egemeni
başlarından atamazlar. Hobbes, uyrukların sözleşmeden başkaldırma ve direnme
hakları çıkaramayacaklarına dikkat çekmektedir. Burada Hobbes iç savaşı
önlemeye yönelik çıkarsamalar yapmaktadır (Şenel, 2002: 326). Böylece,
Hobbes’un siyasal kuramının asıl amacının, kurulmuş otoriteye başkaldırmanın
daima yanlış olacağını kanıtlamak olduğunu ifade etmek mümkündür (Watkins,
1969: 45). Muhafazakâr düşüncenin topluluğu (cemaati) ve yerleşmiş hiyerarşi ile
aristokratik ayrıcalıkları yücelttikleri görüşünden (Berktay, 2009: 62) hareketle
Hobbes’un muhafazakâr bir konumda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Egemen yasama, yürütme, yargı haklarını, savaş ve barış yapma yetkisini,
cezalandırma yetkisini elinde toplamıştır (Şenel, 2002: 326). Ona göre, neyin
doğru, neyin yanlış olduğu konusunda karar verme yetkisi de egemenindir.
Yurttaşlar, kölelerle eşit düzeydedirler. Aralarındaki fark, onlar devletin refahı
için çalışırlarken, köleler bir yurttaş için çalışmaktadırlar (Ben-Amittay, 1983:
164).
Hobbes din konusunda “insanlar iki efendiye birden hizmet edemezler”
düşüncesini taşımaktadır. İç barışın devamlılığı için, egemenin aynı zamanda
kilisenin de başkanı olması gerektiği görüşündedir. Bu Papa’ya karşı
Angilikanizmi savunmak anlamına gelmektedir (Sarıca, 1973: 84).
14
Hobbes’a göre insanlar inançları ne olursa olsun, egemen gücün emrettiği
dinin dış koşullarına boyun eğmekle yükümlüdürler. Yani tolerans yerine dış
konformizmi önermektedir (Sarıca, 1973: 85).
3)Uyrukların kendilerini yönetme hakları devrettikleri egemen bir kişi ya
da bir kuruldur.
Hobbes’un toplum sözleşmesi kuramı, daha çok mutlak monarşiye
ısmarlama elbise gibi uysa da, Hobbes’un baş kaygısı monarşiyi savunmak değil,
anarşiden korunmaktır. Bu konuda “iktidar” uyrukları korumaya yeterli ise, öteki
yönetim biçimlerine de egemen kurulun mutlak iktidarı elinde tutması şartıyla
kabul etmeye hazırdır (Şenel, 2002: 327).
Bununla beraber, Hobbes’un siyaset kuramı daha çok monarşiye
uygundur, O monark kamu çıkarı için çalıştıkça monarşiyi yeğleyeceğini ortaya
koyar (Şenel, 2002: 327). Ona göre, insanlar tek ve sınırsız bir egemene ihtiyaç
duyarlar. “Sınırlı egemenlik” ve “bölünmüş egemenlik” kavramları kendi
içlerinde çelişkilidirler (Watkins, 1969: 49). Hobbes’a göre, devlet kendisiyle
özdeş olan egemende kişiselleşmiştir (Ben-Amittay, 1983:169).
Meclis zıt görüşlerle bölünebilir ve bu anarşiye yol açabilir. Ayrıca,
egemenliğin bir kurulda olduğu durumlarda insanların eşitliği ilkesi de
çiğnenebilir. Meclisler belli bazı sınıfları temsil edip, onların çıkarlarına çalışıp,
insanların doğal eşitliği ilkesine aykırı davranabilirler ki, bu da başka bir iç savaş
sebebi olabilir (Şenel, 2002: 328).
2.8. Hobbes’ta Özgürlük Sorunu
Hobbes nesneler için geçerli gördüğü zorunlu neden-sonuç ilişkilerini,
insan davranışlarının ve toplumsal olayların da uyduğu genel bir doğa yasası
olarak görür. Siyasal alandaki mutlakçılığı da doğa alanındaki bu mutlak
determinist görüşle tutarlıdır (Şenel, 2002: 328).
Hobbes, insan davranışlarını determinizm ile yorumlayınca, insanın irade
ürünü gibi görünen özgür davranışlarının aslında “zorunluluk” ürünü olduğunu
ifade eder. Böyle olunca “özgürlük zorunluluktur” gibi paradoksal bir yargıya
ulaşılmış olur (Şenel, 2002: 328).
Hobbes’un özgürlük anlayışını, egemenliğin mutlaklığı ile uyuşturmak zor
değildir. Uyruklar egemenin buyruklarına uyarlarken hem zorunlu hem de özgür
15
olacaklardır. Böylece egemenin yasalarla düzenlediği alanın dışındaki alan ise,
uyrukların bireysel özgürlük alanıdır (Şenel, 2002: 329).
3. JOHN LOCKE
3.1. Hayatı
1632-1704 yılları arasında yaşamıştır. Locke yaşamının olgun dönemini
17. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, felsefi ve siyasal yapıtlarını bu yüzyılın
sonlarına doğru vermiş olan bir İngiliz filozofudur. 18. yüzyılda ancak dört yıl
yaşamış olmasına karşın, düşüncelerinin ileriliği ve niteliği, kendisinin 18. yüzyıl
Aydınlanma Çağı düşünürlerinden sayılmasına yol açmıştır.
İngiliz iç savaşına parlamentocular yanında katılmış küçük toprak sahibi
Püriten bir hukukçunun oğlu olarak doğmuştur. Parlamentocuların siyasal
görüşlerini babasından öğrenerek benimsemiştir. Oxford’da okur, 1660 yılında
öğretim üyeliğine başlar. Hem doğal bilimlerle, hem de teoloji ile ilgilenir.
Üniversite hocalığı yanında yargıçlık da yapar. Bu dönemde Stuart monarşisinin
tutuculuğuna ve mutlakçılık eğilimlerine karşı çıkmış, parlamentarizm ve
hoşgörüyü savunmuştur. 1670 yılında “her şeyden önce insan zekâsının ve
imkânlarının araştırılması gerektiği” düşüncesine ulaşmıştır (Tokatlı, 1973: 240).
Whig (Liberal) partisi liderlerinden birinin 15 yıl süre ile kâtipliğini yapar.
Babasından aldığı cumhuriyetçi etkilerin üzerine, öğrendiği doğal bilimlerin
etkileri, mesleğinin etkileri ve İngiliz liberalleri ile ilişkisinin etkileri eklenmiştir.
Kâtipliğini yaptığı Whig lideri İngiltere’den sürülünce, onunla birlikte 1675-1679
yılları arasında Fransa’da yaşamış, burada Avrupa’nın önde gelen düşünürleri ile
tanışmıştır.
1680 yılında İngiltere’ye dönse de, kralcı Restorasyon hareketi üzerine,
kâtibi olduğu lider tutuklanınca, Hollanda’ya kaçmıştır. Burada, ileride İngiliz
tahtına geçirilip Orange Hanedanını kuracak olan William ile tanışır. Kral II.
James’in yurt dışına kaçtığı 1688 Muhteşem Devrimi’nin ardından, William
İngiliz tahtına çağrılınca, Locke da İngiltere’ye dönmüş ve yüksek devlet
memurluklarına getirilmiştir.
1685 yılında Hoşgörü Üzerine Mektup ve İnsan Zihni Üzerine Deneme
adlı yapıtları yayınlanmıştır. 1690 yılında, baş siyasal yapıtı olan “Hükümet
Üzerine İki İnceleme (Two Treaties of Government)”yi yayımlamıştır. 1683
16
yılında ise “Eğitim Üzerine Bazı Düşünceler” adlı yapıtı yayınlanmıştır. 1700
yılında emekliye ayrılıp, yaşamının son dört yılını teoloji sorunlarıyla uğraşarak
geçirmiştir.
Locke, aristokrasinin metafizik, dogmatik, skolastik düşünüşüne karşı
çıkıp, burjuvazinin dünya görüşünün felsefi temellerini, ampirizmi ortaya atmış ve
burjuvazinin siyasal görüşlerini sistemleştirmiştir.
3.2. Genel Felsefesi
Feodal aristokratik düşünüş, epistemoloji alanında bilgilerin deney-öncesi
olduğunu benimseyen dogmatik bir tutuma sahipti. Locke bu aristokratik felsefeyi
ve dogmatizmi eleştirir. İnsanın kafasında ne doğuştan kuramsal bir takım ilkeler
ne de doğuştan pratik önermeler bulunur görüşünü taşımaktaydı. Öte yandan
sanayi devriminin oluşturduğu ortam, Locke’un insanın bilgilerinin kaynağını dış
dünyada görmesi, bilgilerin deneyimden, dış dünyadan duyu organları ile alınan
uyarıcıların algılanması ile edinildiğini söylemesi için uygundu. Ona göre, zihin
başlangıçta boş bir beyaz sayfa (tabula rasa) gibidir. Kısaca ifade etmek gerekirse,
bilgilerimizi deneyimden edindiğimizi söylediği için Locke’un felsefesi “ampirik”
(görgül) olarak adlandırılmaktadır (Ben-Amittay, 1983: 175; Şenel, 2002: 326;
Hilav, 1985: 94).
Özetle Locke’un bilgi kuramı; ruhumuzda doğuştan fikirler denilen
şeylerin var olmadığı ve bütün bilgilerimizin duyulardan, algılardan ve
deneylerden geldiğini ileri sürdüğü iki temele dayanmaktadır (Hilav, 1985: 93).
Yani Locke bilgilerimizin değil ama bazı temel duygularımızın doğuştan
olduğunu söyler. Bunlar, insanların hazza, mutluluğa yönelip, elemden kaçma
duygularıdır. Böyle bir psikolojik anlayışa dayandırdığı ahlak felsefesinde Locke,
herkesin kendi zevkleri ve mutluluğu yönünde davranmasını istedi (Şenel, 2002:
327).
3.3. Siyaset Felsefesi
Şenel
(2002:
337-338),
Locke’un
genel
felsefesinden ve ahlak
felsefesinden yapılmış tutarlı çıkarsamalara dayanan bir siyaset felsefesi
geliştiremediği düşüncesini taşımaktadır. Bu düşünceye ilişkin ilk tespit,
Locke’un insanların uygar toplumdan önce doğa durumunda yaşadıkları esnada
egemenlik süren doğal yasa ile ilgilidir. Doğal yasa, kısaca “başkalarına zarar
vermeme” kuralı olup, bu kural kaynağını akıldan alır. Akla bu kuralı ise Tanrı
17
koymuştur. Hâlbuki Locke, bilgilerimizin kaynağı olarak deneyimi gösteriyordu.
İkinci tespit, Locke insanların doğa durumundan bir sözleşme ile uygar toplum
durumuna geçtiklerini ifade etmektedir. Ancak Locke’un genel felsefesine göre
bilgilerimizi deneyimden ediniyorsak, tarihte gerçekten böyle bir sözleşme
yapıldığını göstermesi beklenirdi.
Locke, yönetimin kaynağının halk olduğunu kanıtlamak için insanların bir
zamanlar içinde yaşadıkları bir doğa durumu düşünüp, buradan uygar topluma
geçmelerine yol açan bir toplum sözleşmesi yaptıkları görüşünü savunur. Buradan
da burjuvazinin siyasal görüşlerini destekleyecek sonuçlar elde etmeye çalışır
(Ben-Amittay, 1983: 175; Sarıca, 1973: 91; Şenel, 2002: 338-339).
Locke’a göre doğa durumu, Hobbes’un sandığı gibi “insanın insanın kurdu
olduğu” bir durum değildir. Aksine doğa durumu, yetkin bir özgürlük ve eşitlik
durumudur. Bu doğa durumunda herkesin doğanın sağladığı imkânlardan eşit
biçimde yararlanma hakkı olduğundan, ortak mülkiyet düzeni vardır. Ancak
Locke, insanın emek harcadığı şeyler (örneğin çevresini çitleyip işlediği toprak)
üzerinde ona sahip olma hakkının olacağını da söyler. Böylece Locke, doğa
durumundan getirilen özgürlük ve yaşam hakkı yanında mülkiyet hakkını da
kutsal ve temel bir hak olarak görmektedir (Peters, 1969: 58; Sarıca, 1973: 92;
Şenel, 2002: 339).
Locke’a göre, doğa durumu bir özgürlük durumudur ama bir başıbozukluk
durumu değildir. Doğa durumunda akıl, insanlara, kendi gibi eşit ve özgür olan
diğer insanların yaşamına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermemesi gerektiğini
söyler. Doğa yasası, insanların, Tanrı’nın onlara verdiği sağduyu ve denkserlik
sınırları içinde yaşamasını buyurur. Ancak, doğa yasasını çiğneyene karşı, bu
davranıştan zarar gören herkesin elinde o kimseyi yargılama ve cezalandırma
hakkı bulunmaktadır. İşte bu durumda, saldırıya uğrayanın hem davacı hem yargıç
olması adalete aykırı bir durumdur ve toplumsal kargaşaya sebep olabilirdi.
İnsanların doğa durumunda özgür, eşit ve barış içinde olmalarına karşın, uygar
toplum durumuna geçmeye karar vermelerinin sırrı buradadır. Çünkü yetkili ortak
bir yargıcın yokluğu, küçük haksızlık ve çatışmalarda bile insanları birbirleriyle
savaş durumuna getirir ve yaşamlarını tehlikeye sokar. Bu savaş durumundan
kurtulmak için insanlar doğa durumunu bırakarak uygar topluma girerler (Cohen,
2001: 69; Peters, 1969: 57-58; Şenel, 2002: 339-340).
18
3.4. Toplum Sözleşmesi Kuramı
İnsanların
doğa
durumundan
toplum
durumuna
geçmeye
karar
vermelerinin nedeni, doğa durumunda kolayca savaş durumuna yol açabilecek
olan “yargılama ve cezalandırma” hakkına herkesin sahip olmasıydı. Locke bütün
doğal hakların korunmasını istiyordu, ancak doğal yaşam halinde uygar toplumu
gerçekleştirmek için üç şeyin eksikliği hissediliyordu (Sarıcan, 1973: 93):
1)Herkesin boyun eğeceği ve herkese eşit yasalar
2)Herkesin cezalandırma hakkını kullanmasını önleyecek tarafsız yargıçlar
3)Yargıcın kararını uygulayacak toplumsal bir güç.
Doğal yaşamdan toplum düzenine geçerken insanlar kendi istekleriyle
anlaşmaya katılıyorlar. Bu anlaşma, bir devlet olma yolunda toplum üyeleri
arasında herkesin herkesle yaptığı bir sözleşmedir. İnsanlar yalnızca cezalandırma
hakkını topluma bırakıyorlar, karşılığında güvenliklerinin sağlanmasını istiyorlar.
Aynı zamanda doğal haklarının tümünü muhafaza ediyorlar. Böylece sözleşmenin
amacı, karşılıklı güvenlik ve yardımı sağlayacak bir birlik kurmak ve bu yanda
insanın doğuştan sahip olduğu haklarını korumak olduğu anlaşılıyor (Peters, 1969:
58; Sarıcan, 1973: 93: Şenel, 2002: 342).
Locke göre, insanlar kendi iradeleri ile devleti kurarlar, insanların doğal
hakları var ve devlet bu hakları çiğneyemez. İnsanlar devleti kurarken saklı
tuttukları haklarına devletin müdahale etmesine izin vermezler (Cohen, 2001: 75;
Sarıcan, 1973: 93-94).
Öte yandan, sözleşme ile toplum üyeleri yalnızca yargılama ve
cezalandırma haklarını değil, aynı zamanda toplumun doğal haklara saygı ve
onları koruma çerçevesi içinde düzenlenmesi yolunda yasama ve yürütme
haklarını yani siyasal haklarını da devretmektedirler (Şenel, 2002: 342).
Locke, anayasal monarşiyi uygar toplum sayar, ancak mutlak monarşiyi,
çarlığı anlaşmazlıkları çözecek kurulları ve ortak yargıçları olmadığı için uygar
toplum saymaz.
Locke, toplum sözleşmesi kuramı ile yönetimlerin yasama ve yürütme
erklerinin
kaynağının
toplum
sözleşmesi,
dolayısıyla
halk
olduğunu
belirtmektedir.
Şenel (2002: 341)’e göre, Locke’un sözleşme kuramının tek sözleşmeli mi,
yoksa çift sözleşmeli mi olduğu belirsizdir. Sarıca (1973: 95) ise Locke’un
19
hükümet sözleşmesi yerine “trust (itimat anlamında)” kavramını getirdiğine dikkat
çekmektedir. O halde Locke’da ikinci sözleşmenin örtük biçimde bulunduğu
anlaşılmaktadır. Trust kavramı bağlamında, halk ile yönetenler arasında itimat
üzerine kurulan bir ilişki bulunmaktadır. Yönetenler kendilerine verilen yetkileri
kamu yararına uygun olarak kullanacaklarına ve mülkiyet hakkını koruyacaklarına
söz vermektedirler. Güvenlik yasalarla sağlanacak, bunu yasama gücü yerine
getirecektir. Cezalandırma hakkı da yasaların uygulanmasıyla sağlanacak, bunu da
yürütme gücü yerine getirecektir. Ancak yasama gücü yürütmeye oranla üstün bir
güçse de doğal yasaların üstünde değildir. Doğal yasalar çiğnendiğinde halk
güvenini geri alır “trust” bozulur. Halk direnir ve verdiği yetkiyi geri alma hakkını
kullanır (Sarıca, 1973: 95).
3.5. Uygar Toplum ve Devlet Kuramları
Locke’a göre insanlar bir toplum sözleşmesi ile doğa durumuna son verip
uygar toplum aşamasına geçmişlerdir. Böylece çatışmalarda ve hakların
çiğnenmesi olaylarında topluluğu hakem yapmışlar; taraf tutmayan, ayrım
yapmayan yasalar koyup, bazı kimselere de bu yasaları uygulama yetkisi
vermişlerdir. Böylece uygar toplumda yönetim, dışta, topluluk dışında olan
kimselerce toplum üyelerine verilebilecek zararları önleme erkine (savaş ve barış
yapma) ve içte, topluluk üyelerinin birbirlerine zarar verdiklerinde onlara
verilecek cezaları saptama erkine (yasa yapma) sahip kılınmış bir kurum olarak
ortaya çıkar. Locke’a göre, yasama, yürütme ve yargı erkleri işte böyle doğmuştur
(Şenel, 2002: 343).
İnsanlar
yargılama haklarını devlete devrederlerken, yargılamanın
uygulanıp, gereken cezanın verilebilmesi için toplumun tüm üyelerinin gücünü
kullanma hakkını da vermişlerdir. Devletin kuvvet kullanma hakkının kaynağı
budur. Devredilen yargılama hakkı ya da geniş anlamıyla yönetme hakkı,
koşulsuz, sınırsız ve mutlak değildir. Toplumsal sözleşmenin özünden
kaynaklanan bazı sınırlamalara ve kurallara bağlıdır. Yönetim uyrukların
sözleşmeden önce sahip oldukları doğal (yaşam, özgürlük ve mülkiyet) haklarını
çiğnerse, sözleşmeyi bozmuş olur ve halkın “direnme hakkı” doğar (Peters, 1969:
59; Sarıca, 1973: 94; Şenel, 2002: 343).
Uygar toplum birleşmiş bir bütün olduğu için, çeşitli yönlere hareket
edemez, ancak tek bir yöne hareket edebilir. Bu sebeple üyeleri arasında toplumun
20
izleyeceği yol üzerinde görüş ayrılıkları çıktığında, ister istemez çoğunluğun
görüşü kabul edilecek ve topluma o yönde bir gidiş verilecektir. Böylece Locke
demokratik yönetimin çoğunluk ilkesine varmış olur (Şenel, 2002: 344).
3.6. Kuvvetler Ayrılığı- Denge ve Denet Düzeneği
Uygar toplumda topluluğa ve bireylere yönetimden gelebilecek üç
tehlikeye işaret ediyor, Locke (Şenel, 2002: 344):
1)Yasaları yapma erkini elinde tutanların, yürütme erkini de ele
geçirmeleri, ya da yürütme erkinin yasama erkini ele geçirmeye çalışması.
2)Yasaları yapanların ya da uygulayanların kendilerini, uyguladıkları,
yaptıkları yasalara uyma yükümlülüğünde görmemeleri.
3)Bu kimselerin yasaları özel yararlarına göre yapıp, özel yararlarına göre
uygulamaları.
Yönetilenlerin, doğal haklarına yönetenler tarafından yöneltilebilecek bu
tehlikelere karşı korunabilmesi için yönetim erkinin ikiye ayrılması, yani yasaları
yapanlar ile uygulayanların farklı kimseler olması gerekir. Uygar bir toplumun
yönetilmesinde
üç
erk
vardır.
1)Yasama
erki
(bu
erk
İngiltere’de
parlamentodadır). 2)Yürütme erki (bu erk İngiltere’de Kral’ın elindedir.
3)Federatif erk (bu erk dış politikayla ilgilidir ve zorunlu olarak yürütme erkinin
eline verilmiştir).
Böylece kuvvetler ayrımı, yasama ve yürütme erklerinin yasamayı ve
yürütmeyi genel yarardan özel yarara saptırmamaları için, erklerin bölünmesini ve
birbirlerini denetlemelerini sağlamak için ayrı kişi ya da kurullara verilmesi ilkesi
olarak ortaya çıkar. Locke bunun için yasama erkini üstlenen organın, yasaları
yaptıktan sonra, yürütme erkini ele geçirecek zamanı olmaması için hemen
dağılmasını ister. Buna karşılık, yasaların yürütülmesi işi süreklilik istediğinden,
yürütme organının ister istemez, sürekli olarak başta kalması gerektiğini ifade
eder (Ben-Amittay, 1983: 178; Cohen, 2001: 74-75; Şenel, 2002: 345).
3.7. Direnme Hakkı Kuramı
Locke’un doğal yasaların diğer bütün yasa sistemlerine öncelikli olduğunu
varsayması ve toplumsal sözleşmenin, Hobbes’un aksine, tüm haklardan
vazgeçmeyi
gerektirmediğine
inanması,
Locke’u
halkın
tiranlara
başkaldırma hakkı olduğu noktasına getirmiştir (Ben-Amittay, 1983: 178).
karşı
21
Locke, toplumu yasaların dışında yöneten yöneticinin, artık halkın
onayladığı bir kimse olmak durumundan çıktığı için, sözünü dinletme hakkının
olmadığını, halkın kendisine itaat görevinin kalkacağını söyleyerek, yönetilenlerin
direnme hakkını tanımış olur. Locke’un devrim hakkını yasama erkinden çok
yürütme erkinin kötüye kullanılmasına karşı bir güvence olarak düşündüğü
anlaşılmaktadır (Sarıca, 1973: 94; Şenel, 2002: 346).
Yönetimin doğal hakları çiğneyerek kendilerine gösterilen güvene aykırı
hareketleri, halkın değil, asıl yöneticilerin ayaklandıkları ve savaş durumuna
döndükleri anlamına gelir. Bu durumda halk da, aynı aracı, kuvveti onlara karşı
kullanmakta haklı olacaktır (Peters, 1969: 59; Şenel, 2002: 347).
Locke,
yürütmenin
belli
zamanlarda
yasama
organını
toplantıya
çağırmaması durumunda, yasama organının kaynağı olan halkla savaş durumuna
gireceğini ve yürütmeyi elinde tutanın zorla uzaklaştırılacağını belirtir. Bu
görüşünde, I. Charles zamanında olup bitenlerden etkilendiği anlaşılmaktadır
(Şenel, 2002: 347).
4. HOBBES VE LOCKE’UN DÜŞÜNCELERİNİN ETKİLERİ
Hobbes, hiç kuşkusuz, Modern Çağ’ın en etkili siyasal düşünürlerinden
biridir. Öğretisi Orta Çağ’ın parçalanmışlığından merkeziliğe geçişi noktalayan
devlet anlayışının en açık ifadelerinden biridir (Ben-Amittay, 1983: 169). Hobbes,
bir genel felsefe sistemi içinde mutlak monarşi kuramını sunmayı başaran bir
düşünürdür. Bir yandan Tunçay (1969: 116), Hobbes’un ahlak metafiziğini
yadsıması, insanlar arasındaki ilişki kurallarını materyalist bir anlayışla kişisel
çıkar temeline oturtması, eğer demokrasiye bu kadar karşı olmasa, onu pekâlâ
gelişen burjuva akımına bir sözcü yapabilirdi görüşünde iken, diğer yandan Şenel
(2002: 317-318), insanların eşitliğine inanışı, genel felsefesinin materyalist oluşu,
mutlak monarşiyi savunmakla birlikte onu toplum sözleşmesi kuramı ile
savunuşu, onun burjuva kültürü ile beslenmiş ve burjuva düşünüşünü temsil
ettiğini göstermeye yeterli olduğu düşüncesindedir.
Siyasal liberalizm akımının kurucusu kabul edilen Locke (Tokatlı, 1973:
241), düşünceleri geniş etkiler yaratmış bir düşünürdür. Sarıca (1973: 90) bu
etkinin, görüşlerinin derinliğinden çok, iktidara yönelen sınıfın sözcülüğünü
yapması ve kitabını tam zamanında yayınlamış olmasından kaynaklandığını iddia
22
eder. Locke orta sınıf çıkarlarının ve toprak sahiplerinin, mülkiyet haklarının
savunucusu olarak öne çıkar (Tunçay, 1969: 164). Şenel (2002: 335)’e göre ise
Locke, aristokrasinin metafizik, dogmatik, skolastik düşünüşüne karşı çıkıp,
burjuvazinin dünya görüşünün felsefi temellerini, ampirizmi ortaya atmış ve
burjuvazinin siyasal görüşlerini sistemleştirmiştir. Locke,
Batı
dünyasına
demokrasinin damgasını vurmayı başaran düşünür olmuştur. Locke’dan
İngiltere’nin yanı sıra, Amerika da ciddi biçimde etkileniyor (Akbulut, 2007;
Çakır, 2009: 440). Onun izinden yürüyenler, Fransa’da aydınlanma çağını ve
felsefesini başlatıyorlar (Sarıca, 1973: 96). Ampirizmi kesin bir biçimde
benimsemiş ve dile getirmiş olan Locke; kendisinden sonraki İngiliz felsefesinin
ve genellikle gerçekçilik ve maddecilik akımlarının gelişmesine zemin
hazırlamıştır (Hilav, 1985: 94). Uygun (2002: 117)’a göre Amerikan federal
demokrasisi, Locke’un ögretisi ile sözleşmeye dayanan özgün siyasal gelenekler
tarafından şekillenmiştir.
Locke, düşünce özgürlüğünü, insan eylemlerini akla göre düzenlemek
anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için Avrupa’daki Aydınlanma
ve Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olarak kabul edilmektedir (Wikipedia, 2008b).
Locke’a göre insan için özgürlük yoksunluğu kötülüklerin en büyüğüdür (Peters,
1969: 57). Bu sebeple, liberal bireyciliğin babası sayılmaktadır (Sarıca, 1973: 90).
Liberalizm, Locke’dan her insanın doğal haklarına sahip olduğu inancını ve
devletin yegâne sağlam temelinin toplum sözleşmesi olduğu görüşünü almıştır
(Berktay, 2009: 51).
Hobbes ve Locke devletin meşruiyetini tanrısal kattan indirmişler ve
bireylerin çıkarlarına, halkın verdiği yetkiye dayandırmışlardır. Toplum
sözleşmeleri yoluyla halk yönetime meşruiyet vermektedir. Böylece her iki
düşünür de, devletin meşruiyetini laik bir temele oturtmaktadırlar. Öte yandan,
Hobbes “insanlar iki efendiye birden hizmet edemezler” düşüncesini taşımaktadır
ve iç barışın devamı için devlet başkanının aynı zamanda dini (kilisenin başı) lider
olmasını savunmaktadır (Sarıca, 1973: 84). Bu düşünce, İngiltere’nin Papa’nın
etkisinden kurtulmasını ve başında Kral veya Kraliçe’nin bulunduğu Angilikan
Kilisesi’nin kuruluşunu açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır.
Hobbes ve Locke doğal hukuk doktrinini savunurlar. Hem Hobbes’un,
hem de Locke’un doğa durumu varsayımları vardır. Siyasi düşüncelerini bu
23
varsayımdan hareketle oluşturmaktadırlar. Hobbes göre, insanlar doğa durumunda
“eşit ve özgür” idiler, ancak bir “savaş” ortamında yaşamaktaydılar. Locke ise,
insanların doğa durumunda “eşit ve özgür” olmalarına rağmen “savaş”
durumunda olmadıklarını iddia etmektedir. Hobbes’un düşüncesinde insanların
“barış” içinde yaşama gereksiniminin doğurduğu bir zorunluluktan dolayı toplum
sözleşmesi ile “yönetimi” oluşturdukları öngörülmekte ve toplum sözleşmesinin
sadece bireyler arasında yapıldığı, devletin bu sözleşmenin tarafı olmadığına
vurgu yapılmaktadır. Locke’un düşüncelerinde ise, insanlar eşit ve adil yargılama
sistemi yoksunluğundan kendi istekleri ile toplum sözleşmesini yaparak devleti
oluşturmuşlardır. Devlet toplum sözleşmesinin bir tarafıdır.
Hobbes ve Locke’un düşüncelerinde önemli bir yer tutan doğal haklar
devletin güvencesi altındadır. Bu hakları “devlet kendisi bile ihlal” etse, toplum
sözleşmesi ortadan kalkmaktadır. Her iki düşünür de bireycidir. Hobbes’a göre
birey asıldır, toplum ise kurgudur. İnsanlar zorunluluktan bir araya gelmişler ve
suni bir insan (Leviathan) yaratmışlardır. Yaşama ve güvenlik haklarını
beraberlerinde getirmişler, ancak mülkiyet hakları devletle birlikte var olmuştur.
Devletin görevi insanların kendi aralarındaki mülkiyet haklarını korumaktır.
Locke’a göre ise, bireyler isteyerek bir araya gelmişler ve toplum sözleşmesini
yapmışlardır. Devlet bireyin yaşam, güvenlik ve mülkiyet haklarının korunması
görev ve sorumluluğunu üstlenmiştir. Mülkiyetin devlete karşı korunmasında
Hobbes muğlâk tavır içinde bulunduğu görülüyorsa da, Locke kesin bir tavır
içinde bulunmaktadır. Locke, ancak kamu yararı ile mülkiyet haklarına müdahale
edilebileceği sonucuna varmaktadır. Genel olarak çağımızda, temel hak ve
özgürlüklerin korunması anayasal düzeyde ifadesini bulmaktadır.
Modern sözleşme kuramcılarının öncüsü Hobbes’tur. Hobbes, doğa
durumunu insanların bir savaş hali olarak tanımlamış, bu doğa durumunda tam bir
bencilliğin egemen olduğunu ve devletin insanın bencilliğini dengeleyen yapma
bir cisim olduğunu, insanın arzuladığı barışın mutlakiyetçi bir devlet biçiminde
gerçekleşebileceğini savunmuş (Dikici, 2005: 13) ve bir devletin meşru
egemeninin bir kişi (monark), bir azınlık (aristokrasi) ya da çoğunluk (demokrasi)
olabileceğine işaret etmiştir. Ancak kendisi tercihini bir kişi yönetiminden yana
kullanmaktadır, çünkü bir monarkın otoritesi en birleşik ve barışı en iyi koruyacak
bir niteliğe sahiptir. Sözleşmeyi ihlal eden egemen yalnızca bireysel direnme ile
24
durdurulabilir. Eğer direnme yaygın bir hale gelirse, toplumu doğa durumuna
götürür ki, bu arzu edilen bir durum değildir. Hobbes’un düşüncesinde, yönetimin
bireyin yaşama hakkını ihlal etmesi durumunda, birey ile egemen arasındaki
toplum sözleşmesini ortadan kalkmakta ve birey ile “savaş” ortamına dönmesi söz
konusu olmaktadır. Aksi durumda, her türlü otoriteye boyun eğmek esastır.
Hobbes’un rekabet karşıtı Leviathan Modeli’nde; bireysel irade, egemenin
iradesine tabi kılınırken, Locke’un Liberal Modeli’nde; rekabet, uyuşmazlığa yol
açan bir etken olarak görülmektedir. Hobbes’ta tehlikeli olan bencillik, Locke’ta
üretici bir yöne doğru kanalize edilmektedir (Kincaid’den aktaran Oktay, 2002:
117). Hobbes’a göre en iyi yönetim biçiminin mutlak monarşi olduğu anlaşılırken,
Locke’un tercihinin anayasal monarşiden yana olduğu görülmektedir. Locke,
Hobbes’un devlet görüşlerini eleştirmiş, siyasal toplumun oluşumunda temel
alınan doğa durumunun aslında bir barış hali olduğunu iddia etmiş, monarşiye
şiddetle karşı çıkarak en uygun yönetim biçiminin demokrasi olduğunu
savunmuştur. Locke’a göre sözleşmenin ihlali, bireylere yalnızca bireysel direnme
hakkı değil, kolektif direnme yani ihtilal hakkı da vermektedir (Eroğlu, 2010: 2).
Locke’un düşüncesine göre, doğal yasalar devletin yasama erkinin de üstündedir.
Devlet eğer doğa yasalarına aykırı davranırsa, yani bireyin yaşama, güvenlik ve
mülkiyet haklarını çiğnerse, halkın “direnme” hakkı doğmaktadır.
Açıkça mutlak monarşiden yana tavır alan Hobbes, “devlet, kendisiyle
özdeş olan yöneticide kişiselleşmiştir” görüşünü taşımaktadır. Bu bağlamda,
genelde XIV. Louis’e mal edilen “devlet benim” ifadesi, gerçekte Hobbes’un
düşüncesinin yansıtılmasından başka bir şey değildir (Ben-Amittay, 1983: 169).
Locke ise eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak
gerektiğini, insan yaşamına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini öne sürer. Locke,
devletin sözleşme ile kurulmuş yapma bir kurum olduğunu, devlette egemen
olanın kişiler değil kanunlar olduğunu savunmaktadır (Dikici, 2005: 13).
Locke bu düşünceleriyle, liberal demokrasi olarak bilinen ve insanların
doğalarından getirdikleri temel haklarını özgürlükçü ve eşitlikçi bir çerçevede
koruyarak sürdürmeyi amaçlayan siyaset kuramının öncüllerinden biridir. Bu
bağlamda Locke, mutlakıyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir.
Mutlakıyet yönetimleri üzerinde yarattığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin
yarıklar oluşmuş ve üç büyük devrimin temelleri atılmıştır. Bu sebeple Locke,
25
Amerikan, İngiliz ve Fransız devrimlerinin temellerini oluşturan düşünür olarak
kabul edilmektedir (Eroğlu, 2010: 2).
Çağdaş anayasacılığın özünde yer alan “kuvvetler ayrılığı kuramını” ilk
ortaya koyan Locke’tur. Bu düşünce daha sonra Montesquieu tarafından
geliştirilmiştir. Locke’un kuvvetler ayrılığını öne sürmesi ve sonraki dönemlerde
başka düşünürlerce geliştirilen kuvvetler ayrılığı konusundaki fikirleri, çağımızda
hukuk devletinin temel koşulları arasında sayılan ve insan haklarının korunmasını
sağlayan bir ilke haline gelmiştir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi yazılı anayasalar içinde
ilk defa 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nda yer almıştır. Daha sonra 19. ve 20.
yüzyıllarda diğer ülkelere de yaygınlaşmıştır. Bu ilke ilk defa II. Meşrutiyet
döneminde Anayasal düzeyde Türkiye’nin hukuk sistemine girmiştir (Eroğlu,
2010: 13). Kuvvetler ayrılığı ilkesine Cumhuriyet döneminde ilk defa 1961
Anayasası yer vermiştir.
SONUÇ
Hobbes ve Locke devletin meşruiyetini tanrısal kattan indirmişler ve
halkın verdiği yetkiye dayandırmışlardır. Toplum sözleşmeleri düşüncesi ile de
halk yönetimine meşruiyet verilmektedir. Böylece her iki düşünür de meşruiyeti
laik bir temele oturtma yönünde gayret göstermişlerdir.
Hem Hobbes’un, hem de Locke’un doğa durumu varsayımları vardır.
Siyasi düşüncelerini bu varsayımdan hareketle oluşturmaktadırlar. Hobbes’a göre,
insanlar doğa durumunda “eşit ve özgür” idiler, ancak bir “savaş” ortamında
yaşamaktaydılar. Locke ise insanların doğa durumunda “eşit ve özgür” olmalarına
rağmen “savaş” durumunda olmadıklarını iddia etmektedir.
Hobbes’a göre devlet, bireysel özgür iradelerine göre davranan insanların
“savaş ortamındaki” dünyasına bir seçenek olarak anlam bulur. Hobbes, devletin
olmadığı bir toplumda insanların birbirlerine baskı ve zulüm yapabileceğini,
güçlülerin güçsüzleri ezeceğini ve adaletin olmayacağını belirtmekte ve devleti,
insanların çıkarlarına uygun olduğu için kendi rızaları ile oluşturdukları bir kurum
olarak ele almaktadır. Bu bağlamda Hobbes’a göre devlet, toplumun iradesi ve
sözleşmesi sonucunda doğmuştur. Locke ise, devletin varlığını toplumsal
sözleşme teorisine dayalı olarak açıklamaktadır. Ancak Locke, toplumsal
anlaşmayı açıklarken, insanın doğuştan özgür olduğunu ve doğuştan bazı haklara
26
sahip olduğunu ve bunları yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakları olarak
belirtmekte ve bunlardan fedakârlık etmelerinin ancak devlet ve toplumun
getireceği fedakârlıklara katlanmaları ile olacağını ifade etmektedir.
Hobbes’un düşüncesinde insanların “barış” içinde yaşama gereksiniminin
doğurduğu bir zorunluluktan dolayı
toplum
sözleşmesi
ile “yönetimi”
oluşturdukları öngörülmekte ve toplum sözleşmesinin sadece bireyler arasında
yapıldığı, devletin bu sözleşmenin tarafı olmadığına vurgu yapılmaktadır.
Locke’un
düşüncelerinde
ise
insanlar
eşit
ve
adil
yargılama
sistemi
yoksunluğundan kendi istekleri ile toplum sözleşmesini yaparak devleti
oluşturmuşlardır. Devlet de bu toplum sözleşmesinin bir tarafıdır.
Hobbes’un düşüncesinde yönetimin bireyin yaşama hakkını ihlal etmesi
durumunda, yönetimin toplum sözleşmesini ortadan kaldırması ve bireyler ile
“savaş” ortamına dönmesi söz konusu olmaktadır. Bu durumda bireysel direnme
hakkı ortaya çıkmaktadır. Aksi durumda, her türlü otoriteye boyun eğmek esastır.
Locke’a göre ise doğal yasalar devletin yasama erkinin de üstündedir. Devlet eğer
doğa yasalarına aykırı davranırsa, yani bireyin yaşama, güvenlik ve mülkiyet
haklarını çiğnerse, halkın kolektif “direnme” hakkı doğmaktadır.
Her iki düşünür de bireycidir. Hobbes’a göre birey asıldır, toplum ise
kurgudur. İnsanlar zorunluluktan bir araya gelmişler ve suni bir insan (Leviathan)
yaratmışlardır. Yaşama ve güvenlik haklarını beraberlerinde getirmişler, ancak
mülkiyet hakları devletle birlikte var olmuştur. Devletin görevi insanların kendi
aralarındaki mülkiyet haklarını korumaktır. Locke’a göre ise bireyler isteyerek bir
araya gelmişler ve toplum sözleşmesini yapmışlardır. Devlet bireyin yaşam,
güvenlik ve mülkiyet haklarının korunması görevini üstlenmiştir.
Hobbes’a göre, genel olarak her türlü otoriteye boyun eğmek esastır. Yani,
bireyin devlet ve devlet kuvvetine karşı hakkı, özellikle karşı koyma hakkı
tanınmaz. Hobbes’ta devlet; her ne kadar doğal hakların korunması için
kurulmuşsa da, doğal hak ilk önce devlet kurumunda varlık ve belirli bir içerik
kazanmıştır. Locke’a göre ise devlet; bireyin doğal haklarını korumak için
meydana getirilmiştir. Dolayısıyla Locke; gelenek ve otoritenin her çeşidinden
kurtulmak gerektiğini, insan yaşamına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini
düşüncesindedir. Bu bağlamda, Locke’un düşünceleri mutlakıyet yönetimleri
üzerinde sarsıcı etkiler ortaya çıkarmıştır. Mutlakıyet yönetimleri üzerinde
27
yarattığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuş ve üç büyük
devrimin temelleri atılmıştır. Bu sebeple Locke, Amerikan, İngiliz ve Fransız
devrimlerinin temellerini oluşturan düşünür olarak kabul görmektedir.
Hobbes’a göre en iyi yönetim biçiminin mutlak monarşi olduğu
anlaşılırken, Locke’un tercihini anayasal monarşiden yana olduğu görülmektedir.
Bu bağlamda, Hobbes yönetimde güçlerin ayrılmamasını savunurken, Locke
güçler ayrılığını savunmaktadır. Diğer bir ifadeyle liberalizmin başlıca problemi
olan bireyi ve onun haklarını devlet gücünün tecavüzüne karşı korunması, devlete
bu hakları koruyacak bir şekil vermek için devlet teşkilatı meydana getirilmesinde
Locke, çözüm olarak “güçlerin ayrılması”nı savunmaktadır.
Lock’un güçler
ayrılığı konusundaki fikirleri, çağımızda hukuk devletinin temel koşulları arasında
sayılan ve insan haklarının korunmasını sağlayan bir ilke haline gelmiştir.
Hobbes’un aristokrasi sınıfının sözcülüğünü, Locke’un ise burjuvazi
sınıfının sözcülüğünü yaptığı görülmektedir. Bu bağlamda, Hobbes muhafazakâr
bir konumda bulunurken, Locke’un ilerlemeci ve yenilikçi bir konumda
bulunduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan, Locke bireyciliğin babası sayılmaktadır,
ancak Locke’un düşüncelerinin dayanaklarının Hobbes’un düşünceleri olduğunu
ifade etmek olasıdır.
KAYNAKÇA
Akbulut, Ö. Ö. (2007) Küreselleşme Ulus-Devlet ve Kamu Yönetimi,
Ankara: TODAİE.
Akbulut, Ö. Ö. (2011) “Küresel dönemde Ulus-Devlet ve Mülki İdari
Yapılanma”, İdarecinin Sesi, Ocak-Şubat 2011, Sayı: 143, s. 34-35.
Aktan, C. C. (2003) Değişim Çağında Devlet, Konya: Çizgi Kitabevi.
Ben-Amittay, J. (1983) Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev.: M.A Kılıçbay- L.
Köker, Ankara: Savaş Yayınları.
Berktay, F. (2009) “Liberalizm, Tek Bir Pozisyona İndirgenmesi
Olanaksız Bir İdeoloji”, 19.Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler (3.
Baskı), Ed.: H. B. Örs, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Cohen, M. (2001) Political Philosopy, London: Pluto Press.
28
Çakır, S. (2009) “Feminizm, Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, 19.Yüzyıldan 20.
Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler (3. Baskı), Ed.: H. B. Örs, İstanbul:
İstanbul
Bilgi Üniversitesi.
Dikici, M. (2005) Türklerde Devlet, Ankara: Akçağ.
Eroğlu, M. (2010) John Locke’un Devlet Teorisi,
http://akademikbakiş.org/21/07.pdf(15.10.2010).
Eroğul, C. (2002) Devlet Nedir?, 3.Baskı, Ankara: İmge.
Göze, A. (1986) Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul: Beta.
Hilav, S. (1985) 100 Soruda Felsefe El Kitabı, 4. Baskı, İstanbul: Gerçek
Yayınevi.
Hobbes, T. (1993) Leviathan, Çev.: S. Lim, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Kapani, M. (1978) Politika Bilimine Giriş, Ankara: Ankara Hukuk
Fakültesi Yayını.
Laurencej, P. (1977) Peter’s Quotations, Ideas for Our Time, New York:
Bantam Books.
Locke, J. (2004) Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, Çev.: F. Bakırcı,
Ankara: Ebabil Yayıncılık.
Oppenheimer, F. (1984) Devlet, Çev.: A. Şenel ve Y. Sabuncu, İstanbul:
Kaynak Yayınları.
Özer, M. A. (2005) Yeni Kamu Yönetimi: Teoriden Uygulamaya, Ankara:
Platin Yayınları.
Peters, R. (1969) “Locke”, Western Political Philosophers, Ed.: M.
Cranston, London: The Bodley Head Ltd.
Sarıca, M. (1973) 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi, İstanbul: Gerçek
Yayınevi.
Saygılıoğlu, N. ve S. Arı (2003) Etkin Devlet: Kurumsal Bir Tasarı ve
Politika Önerisi, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
Şahin, K. (2007) Ulus Devlet, İstanbul: İlgi Yayınevi.
Şaylan, G. (2003) Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, 2. Baskı,
Ankara: İmge Kitabevi.
Şenel, A. (2002) Siyasal Düşünceler Tarihi (10. Basım), Ankara: Bilim ve
Sanat Yayınları.
29
Tokatlı, A. (1973) Ansiklopedik Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilgi Yayınları.
Tunçay, M. (1969) Siyasal Düşünceler Tarihi.2, Ankara: A.Ü-S.B.F
Yayınları.
Uygun, O. (2002) Federal Devlet: Temel İlkeler, Kurumlar ve Uygulama,
2.Basım Ankara: İtalik Yayınları.
Von Aster, E. (2003) Fransız İhtilali’nin Siyasi ve İçtimai Fikirleri, Çev.:
M. Nermi, Ankara: Berikan Yayınları.
Yanardağ, M. (Ed.) (2004) Yeni Muhafazakarlar (Neo-Cons), İstanbul:
Nemesis Kitaplığı.
Watkins, J. W. N. (1969) “Hobbes”, Western Political Philosophers, Ed.:
M. Cranston, London: The Bodley Head Ltd.
Wikipedia, (2008a) http://tr.wikipedia.org/wiki/John_Locke(24.10.2008).
Wikipedia, (2008b) http://tr.wikipedia.org/wiki/Thomas_Hobbes(24.10.2008).
(Türk İdare Dergisi-Haziran 2012, Sayı: 474’de yayınlandı.)

Benzer belgeler

John Locke`un Liberalizm Kuramı Üzerine

John Locke`un Liberalizm Kuramı Üzerine bir aşamaya ulaştığı her yerde, bir insan grubunun bir diğerini boyunduruk altına almasından doğmuştur. İbn-i Haldun ise, devletin doğuşunu kuvvet teorisi ile açıklamakta, insanların tek başlarına ...

Detaylı

5.Hafta Sosyal Sözleşme Teorileri I: Thomas Hobbes

5.Hafta Sosyal Sözleşme Teorileri I: Thomas Hobbes ihtiyaçlarından, devlet ve hükümdarlığın doğduğunu ileri sürmektedir (Göze, 1986: 97-100). Hobbes’un “Leviathan” adlı eseri devletin doğuşunu toplum sözleşmesi teorisine dayandırmaktadır (Aktan, 20...

Detaylı

6. Hafta Sosyal Sözleşme Teorileri II: John Locke

6. Hafta Sosyal Sözleşme Teorileri II: John Locke ihtiyaçlarından, devlet ve hükümdarlığın doğduğunu ileri sürmektedir (Göze, 1986: 97-100). Hobbes’un “Leviathan” adlı eseri devletin doğuşunu toplum sözleşmesi teorisine dayandırmaktadır (Aktan, 20...

Detaylı