Türk basın web - Erdem Helvacioglu

Transkript

Türk basın web - Erdem Helvacioglu
Türk basın web
SOKAKTA.COM INTERNET SİTESİ
Kapalıçarşı’nın sesleri Amerika ve Avrupa’dan sonra Türkiye’de!
Ülkemizde elektronik müziğin genç ve başarılı temsilcilerinden Erdem Helvacıoğlu’nun Kapalıçarşı’nın
seslerinden oluşan albümü "A walk through the bazaar" Amerika ve Avrupa’dan sonra Türkiye’de de
piyasaya çıktı.
Yıldız Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’ni bitiren Erdem Helvacıoğlu’nun
Kapalıçarşı’nın seslerini kaydederek oluşturduğu albümünün öyküsü oldukça ilginç.
Albümün öyküsüne geçmeden önce kısaca Erdem Helvacıoğlu’nu tanıyalım. Yıldız Teknik
Üniversitesi’ni bitirdikden sonra İTÜ MİAM, Tonmaysterlik ve Kompozisyon Master
programına giren Helvacıoğlu, 2000 yılından bu yana besteci, ses tasarımcısı, aranjör veya
tonmayster olarak pek çok projede yer almış bir isim. Bunlar arasında film müzikleri,
uluslararası alanda gerçekleştirilmiş ortak performanslar, toplama albüm çalışmaları ve çeşitli
yarışmalar yer alıyor. Ayrıca birçok festival ve bienale de katılan genç sanatçının kazandığı
ödüllerde
bulunuyor.
Gelelim albümün öyküsüne; Helvacıoğlu’nun internette araştırma yaparken rastladığı
Chicago’daki "Locustmusic" adlı plak şirketinin projesi hayli ilgisini çekiyor; şirket, tüm
dünya kentlerinin seslerinin yer alacağı 12 albümlük bir seri yapmak istemektedir. Bunun
üzerine İstanbul’u en iyi ifade edecek sesler üzerine düşünmeye başlayan Helvacıoğlu,
sonunda İstanbul’u en iyi temsil edecek seslerin çarşı sesleri olduğuna karar veriyor ve
Kapalıçarşı’da
ses
kayıtları
yapmaya
başlıyor.
Elbette o kalabalık içinde ses kaydı yapmak da pek kolay olmuyor. Kendisini
televizyoncu zannedenler konuşmaya çalışıyorlar, hatta aralarında benim sesim çok güzeldir
deyip türkü söylemeye (albümde bu konuşma ve türkü de yer alıyor) başlayan bile oluyor.
Satıcıların bağırışları, zil sesleri, insanların konuşmaları, geçen araçların, cep telefonlarının
sesleri, tartışmalar... Kayıtlar ve beste çalışmaları bittikten sonra şirkete yolluyor. Kısa
zamanda çalışmanın beğenildiği ve albüm olarak çıkartılacağı haberi geliyor.
Albümü dinlediğinizde, ortaya İstanbul’un canlılığını, koşuşturmasını ve Doğu’ya has
renkliliği ve alaturkalığını yansıtan bir ses bütünlüğü çıkmış olduğunu farkediyorsunuz.
Kayıtları yaptıktan sonra iki farklı düzenleme yapmış Helvacıoğlu. Yaklaşık 17 dakikalık ilk
düzenlemede bu doğal sesleri montajlamakla yetinmiş. Yaklaşık 14 dakikalık ikinci parça ise
bu sesleri bozarak ürettiği besteden oluşuyor. Bu beste İstanbul’un gizemli, karmaşık
atmosferini ve ritmini oldukça iyi yansıtıyor. Kaotik bir hava hakim parçaya. Bu yüzden
dinlerken
daha
çok
bir
film
için
yapıldığı
hissini
uyandırıyor.
Anlayacağınız Erdem Helvacıoğlu’nun albümü her yönüyle ilginç bir çalışma.
Albümün çıkış seyri bile farklı bir serüven izliyor. Öyküsü, yapısı ve malzemesiyle sıra dışı
bir çalışmaya imza atan Erdem Helvacıoğlu, Amerika’ya açılmak isteyen müzisyenlerimizin
aksine
Amerika’da
çıkardığı
albümüyle
Türkiye’ye
açılmaya
çalışıyor.
Soysal Demir - sokakta.com 07/08/2003
MAX DERGİ
Lise yıllarında elektro gitar çalarak müzik macerasına start veren, İstanbul’da
pek çok rock ve caz grubunda çalan, sonraları elektronik müzik ve çağdaş klasikler
üzerine ilgi geliştiren gerçekten genç bir müzisyen. Üniversite yıllarında kendi
bestelerini yapmaya başlıyor ve elektroakustik müziği temel alarak son derece
kendine özgü bir sound oturtuyor. 2000’de MIAM’ da ses teknisyenliği ve beste
konularında master’a başlıyor. Anjelika Ajbar, Kerem Görsev ve Fahir Atakoğlu ile
MIAM Stüdyoları’nda birlikte çalışıyor. Geçmişte Kronos Quartet ile çalışmış olan
Ken Valitsky’nin de aralarında bulunduğu prestijli müzisyenlerle konserler veriyor.
“Nemrut”, “Living in Istanbul” ve “Journey to the broken dream” ses getiren ilk
besteleri oluyor. Film, tiyatro ve diğer performans sanatlarıyla müziklerini paylaşıyor.
Oda orkestraları için besteler yapıyor. Bir multi enstrümantalist. Programlama, ses
tasarımı ve bestecilikte son derece yetkin bir isim. Erdem Helvacıoğlu nihayetinde
sınırları aşıyor ve müzik simyagerleri Locustmusic’in Met Life kataloğuna dahil olan
“A walk through the bazaar” albümünü çıkarıyor. İstanbul’un pazar alanlarında
duyabileceğiniz sesler, görebileceğiniz renkler “A walk through the bazaar”ın
dokusunu oluşturuyor. San Francisco’lu sample efendileri Matmos’un da dahil olduğu
Met Life serisinin belki de en ilgi çekici albümünü ortaya koymuş oluyor
Helvacıoğlu. Buraya kadar herşey harika. Fakat yurt dışında ayakta alkışlanan bu
ayrıksı albüm Türkiye’de henüz yayıncı bulabilmiş değil. Elbette “A walk through the
bazaar”dan mahrum kalmanıza böyle bir kılıf uydurmamalısınız. Helvacıoğlu’nun
özellikle ses düzenlemeleri açısından deneyselliğin ötesine geçen albümünü
www.locustmusic.com’un yanı sıra Amazon ve CdNow gibi online alışveriş
sitelerinden satın almanız mümkün.
Özlem Gürel
AKTÜEL DERGİ
Miller Elektronik Müzik Platosu’ndan tanıdığımız Erdem Helvacıoğlu’nun
Kapalıçarşı’dan topladığı sesleri müziğiyle birleştirdiği albümü geçtiğimiz günlerde
ABD’de yayınlandı.
Elektronik müziğin tanınmış isimlerinden Erdem Helvacıoğlu. Gitar, kemençe,
sampler, beats ve laptop ile müzik yapıyor. Elektro-akustik tınılarla, çağdaş dans
müziğinin ritmlerini ve geleneksel Türk melodilerini buluşturduğu HAZ ve E.H.P.
isimli gruplarından tanıyoruz onu. Bir de 1999 yapımı “Fasulye” filminin müziklerine
attığı imzadan. Fakat bu kez, tesadüf eseri başvurduğu bir proje ile gündemde.
Chicago Locust Music şirketinin 12 serilik bir projesi bu. Çeşitli dünya şehirlerinin
seslerini bir albüm haline dönüştüren “Met Life” projesinde önce Boston, Amsterdam
ve Buenos Aires şehirlerinin ses kayıtlarından oluşan albümler basılmış. Erdem
Helvacıoğlu’nun çalışmasında ise, Kapalıçarşı’nın sesleri var. Müşterileri çekmek için
birbirinden yaratıcı çağrılarda bulunan tezgahtarlar, alışveriş yapanların konuşmaları,
cep telefonlarının zil sesleri, çocuk sesleri ve çarşıda, geri planda duyulan müzikler.
İstanbul’u en iyi temsil eden seslerin Kapalıçarşı’da olduğunu düşünen Helvacıoğlu,
2002’nin Eylül ayında bir gün boyunca çarşıda dolaşıp bu sesleri kaydetmiş, ardından
da topladığı seslerin montajını yapmış. Albüm iki uzun parçadan oluşuyor. İlki sadece
bu seslerin bir kolajı, ikincisi ise bu seslerin üzerine yazılmış melodik ve ritm temelli,
elektronik seslerin bolca kullanıldığı, dans müziğine yakın duran remiks versiyonu.
“A walk through the bazaar” adını taşıyan bu çalışma, serinin dördüncüsü
olarak çıktı. Gelecek albümlerde İran, Endonezya gibi ülkeleri de dinleyeceğiz, hatta
sample müziğinin son günlerde çok bahsedilen isimlerinden San Francisco’lu ikili
Matmos da bu seriye konuk olacak...
Albümü dinlemek isteyenler maalesef buradaki müzik marketleri taramasın
boşuna, çünkü albüm sadece ABD ve Avrupa’da bulunabiliyor. Tek yol internet
üzerinden Amazon’dan albümü satın almak ya da isterseniz, plak şirketi Locust
Music’in kendi web sitesinden albümün bir kısmını dinleyebilirsiniz. 8/10
Müge Turan
AKŞAM GAZETESİ - 23 Temmuz 2003
Amerika bugünlerde Kapalıçarşı'nın seslerini dinliyor. Çarşının seslerini
kayda alarak müziğiyle birleştiren Erdem Helvacıoğlu'nun albümü için Amazon.com
'Zarif
seslerle
harika
bir
müzik'
tanımında
bulundu
Türkiye'nin ünlü müzisyenleri yurtdışına açılmaya çalışırken genç müzisyen
Erdem Helvacıoğlu'nun Kapalıçarşı'nın seslerinden oluşan 'A Walk Through The
Bazaar' adlı ilk albümü ABD'de yayınladı. ABD ile Avrupa'ya kendini dinleten
müzisyen şimdi meslektaşlarının tersine Türkiye'ye açılmaya çalışıyor.
Helvacıoğlu'yla albümü üze-rine konuşmak için seslerini kaydettiği
Kapalıçarşı'da buluştuk. YTÜ Endüstri Mühendisliği'ni bitirdikten sonra müzik
eğitimi alan Helvacıoğlu evine bir stüdyo kurmuş ve beste yapmaya başlamış.
İnternette araştırma yaparken Chicago'daki 'Locust Music' adlı müzik şirketinin
projesine rastlamış. Tüm dünya kentlerinin seslerinin olduğu 12 albümlük bir seri
yapmak isteyen şirketin ilanını görünce başvurmaya karar vermiş. 'İstanbul'u en iyi
temsil eden seslerin çarşı sesleri olduğunu düşündüm ve Kapalıçarşı'ya gelip
buradaki sesleri kaydetmeye karar verdim. Taksim Meydanı'nda da
yapılabilirdi ama bu kadar etkileyici olmazdı' diye anlatıyor projesini.
Satıcı
naraları,
zil
sesleri,
telefonlar
Helvacıoğlu, kocaman kulaklıklarını takmış, eline mikrofonunu almış ve kayıt
cihazıyla birlikte bir arkadaşını da yanına alarak Kapalıçarşı'ya gitmiş. 'İnsanlar beni
görünce önce uzaylı gibi baktı. Sonra 'Hangi televizyondansın, kameran nerede?' gibi
sorular sordular' diye anlatıyor. Mikrofona müşterileri çağıran tezgahtarların sesi,
birbirine çarpan zillerin melodisi, insanların konuşmaları ve elbette cep telefonlarının
sesleri takılmış. Bir de misafirperverlik gösteren esnafın 'Hoş geldin, buyurun'
nidaları. 'Bir kişi yanımıza gelip 'Benim sesim çok güzeldir' dedi ve başladı türkü
okumaya. Onun sesi de var albümde' diyor. Kayıt işlemini bir günde bitirmiş.
Çarşının bir ucundan girip bir ucundan çıkmış. Sonra kayıtları düzenlemiş, montajını
yapmış. Beste aşaması da iki hafta sürmüş. Biri çarşının seslerinden diğeri de sesleri
bozarak ürettiği besteden oluşan 31 dakikalık CD'yi ve fotoğrafları internetteki adrese
yollamış. Ardından bir e-mail gelmiş. Helvacıoğlu 'Bana CD'niz beğenildi. Albüm
yapılacak' yazan bir cevap ve sözleşme yolladılar. 20 gün önce de ABD'den albümün
geldi' diye anlatıyor. Albüm serinin dördüncüsü. İlk üçünde ise Boston, Amsterdam
ve
Buenos
Aires'in
sesleri
var.
Sertab'ın
albümüyle
Amazon'da
satışta
Gelecek albümlerde de Endonezya, İran gibi ülkeler olacak. 'Hatta içlerinden
biri şu anda Bjork'le turnede olan Matmos grubu' diyor. Helvacıoğlu'nun albümü
şu anda ABD'de ve Avrupa'da satılıyor ama kendisi hiç Amerika'ya gitmemiş. Her
müzik şirketinin giremediği e-ticaret'in en büyük sitesinde Amazon.com'a da girmeyi
başarmış. Helvacıoğlu 'Amazon'da bir benim bir de Sertab Erener'in albümü satılıyor'
diye anlatıyor başarısını. Hatta si-tedeki eleştiride 'Zarif seslerle harika bir müzik.
Ne çok sert ne de zor dinlenebilir bir elektronik beste' deniyor. Uluslarası alana
açılmak ona yeni yollarda açmış. Aldığı bir teklif üzerine Paris'e gidecekmiş: 'Paris'in
ve İstanbul'un seslerini kaydedeceğim. Görüntüler de olacak bu sefer' diyor. Ama onu
en çok etkileyen internet aracılığıyla yaptığı bu başvurunun değerlendirilmiş olması
'Demek ki dünyada albüm yapmak çok zor değilmiş. Biraz araştırır ve iyi bir
şeyler yaparsanız mutlaka değerlendiriliyor' diyor. Tek üzüntüsü albümünü
dinlemek isteyenlerin buradaki müzik marketlerde bulamaması. Son olarak 'Umarım
Türkiye'de de çıkabilir. İsteyenler Amazon'dan satın alabilir ya da
www.locustmusic.com/locationsound.html linkinden bir kısmı dinleyebilir' diyor.
Efnan ATMACA
BLUE JEAN DERGİ
“A walk through the bazaar”
Erdem Helvacıoğlu
Türkiye'de henüz plak sözleşmesi olmayan Erdem Helvacıoğlu özellikle
Amerika'da el üstünde tutuluyor.
Bu albümün Türkiye'de piyasaya verilip verilmeyeceği şu anda açıklığa
kavuşmuş değil ama müzik sektörümüzün bu görmezden gelişlerini bahane haline
getirmeyin. www.locustmusic.com ve Amazon benzeri online alışveriş sitelerinden
"A Walk Through The Bazaar"a ulaşabilirsiniz. Ha, değer mi? Evet, fazlasıyla değer
ve verdiğiniz shipping ücretini falan hiç dert etmezsiniz. Hele ki elektronik müzik
hakkında güzel duygularınız varsa bu genç dehanın o duyguları iyice
körükleyeceğinden emin olabilirsiniz. 9/10
Özlem Gürel
VİZYON DERGİ
Aralık 2003
Seslerden Hikayeler
Kapalıçarşı'da kaydettiği sesleri, elektronik dokunuşlarla süslediği albümü "a walk
through the bazaar"da toplayan erdem helvacıoğlu, belki de türkiye'de olduğundan
çok yurtdışında ilgi uyandırdı...
Yazı: Jim Catton Fotoğraf: Banu Demirci
Müzikle olan geçmişinizden bahseder misiniz?
Ortaokul yıllarında önce klasik sonra elektronik gitar çalmaya başladım. Rock, hard
rock, blues, senfonik rock ve synth-pop dinlerdim. Lisede "Too Much" adlı grupta
çaldım. Üniversitedeyken Kemancı, Sappho, Captain Hook gibi rock barlarda çaldık
ve "Brave and Busy" parçamız "Sesimizi Yükseltiyoruz" toplama albümünde
yayınlandı. 2000 yılında Fasülye filminin müziğini yaptım. Bu dönemde elektronik
müziğe ilgim daha da arttı. O yıl İTÜ Müzik İleri Araştırmalar Merkezi'nde ses
mühendisliği ve elektronik müzik kompozisyonu master'ına başladım. Bu eğitim,
elektronik müziğin daha derinine inmemi ve teorik bilgimi geliştirmemi sağladı. 2002
ve 2003'te dünyanın en önemli elektronik müzik ödüllerinden biri olan Luigi Russolo
Elektroakustik Kompozisyon Yarışması'nda ödüller aldım. Bestelerim İtalya, Fransa,
Amerika, Kanada, Singapur, Günay Afrika gibi birçok ülkede seslendirildi.
"A walk through the bazaar"ın çıkış fikri neydi?
Albümün konsepti Amerikalı plak şirketi Locustmusic'e ait. Temmuz 2002'de
internette, "Location Sound Series" adlı, dünyanın çeşitli şehirlerinin seslerinden ve
bu kayıtlardan üretilen bestelerden oluşan, on iki albüm yayınlanacağını okudum.
Bunun üzerine Kapalıçarşı ve çevresinin seslerini kaydedip bestemi yaptım. Şimdilik
bu seri çerçevesinde beş albüm yayınlandı. İlk albüm Seattle'ın seslerini kaydedip
ambient bir parça oluşturan Keith Fullerton Whitman'a ait. Serinin 3.'sü Arjantinli
grup Reynols'ın. Benimki 4. albüm. Şu anda Björk ile dünya turnesinde olan Matmos
grubunun hazırladığı ise 6. albüm olacak.
Neden Kapalıçarşı'yı seçtiniz?
Kapalıçarşı ve çevresi İstanbul'un kendine has ambiyansını, ses olarak en iyi belirten
yerlerden birisi bence.
Şu ana kadar ilgi nasıl?
Gayet iyi. Albüm: Splendid, All Music Guide gibi yayınlarda çok iyi eleştiriler aldı.
Wire dergisinin Aralık sayısında albüm hakkında uzun bir yazı çıkacak. Bestem,
birçok Avrupa ülkesinde, Güney Afrika ve Singapur'daki radyolarda çalındı. Hatta
Amerika kolej radyolarında, alternatif müzik sıralamasında 6. sıraya kadar yükseldi.
Aklınızda başka projeler var mı?
2004 senesi için birkaç albüm projesi var. "Living in İstanbul"; İstanbul sokak
sesleriyle geleneksel enstrümanlarımızın seslerinin işlenerek oluşturulduğu ambient
bir albüm olacak. 2004 Ekim ayında da Locustmusic firması, solo akustik gitar ve
canlı elektronik ses işlemelerinin olduğu bir albümümü yayınlayacak.
Müziğinizin oluşumunu sağlayan isimler arasında kimler var?
Çok farklı isimlerden etkileşimler var. Mouse on Mars, Brian Eno, The Orb gibi
elektronik besteci ve grupların yanı sıra geleneksel Türk enstrümanlarımızın sesleri de
etkili.
Aynı sahneyi paylaşmak isteyeceğiniz kimse var mı ?
Björk ile aynı sahnede olmayı isterdim. Hem pop müzik yapıp, hem de alternatif ve
yenilikçi olması heyecan verici.
Albüm temelde Kapalıçarşı'daki seslerden oluşuyor. Sizin en çok sevdiğiniz ses
hangisi?
Sanırım dükkan sahiplerinin potansiyel alıcılara attığı laflar. Bu çok bize özgü ve
komik.
Elektronik müziğin dışına çıkmayı düşünüyor musunuz?
Daha önce rock ve caz ile ilgilendiğimden, bu türlerin müziğimde daha etkili
olacağını düşünüyorum.
Kullandığınız müzik programları neler?
PC'de Audiomulch, Cubase SX, Soundforge, Hog, Csound programları ve
Smartelectronix, GRM Tools gibi plug-in'ler kullanıyorum. Mac de ise Max-Msp,
Metasynth, Soundhack gibi programları tercih ediyorum. Her programın ve plug-in'in
kendine has bir sesi var. Bestelerimi yaparken, o an kafamda nasıl bir ses oluşturmak
istiyorsam, bu programlardan en uygununu seçiyorum.
STÜDYO İMGE
Erdem Helvacıoğlu : A Walk Through the Bazaar
Erdem Helvacıoğlu günümüz Türkiye'sinin elektronik müzik alanında
parlayan yıldızı konumunda. Bu alanda çok zengin bir üretim ve yapıtlara ilgi
olmaması, genç müzikçinin başarısına halel getirmemeli: Tam tersine, son derece
akıllıca planlanan yapıtlar bittikten sonra da verilen ciddî emekle duyurusunu,
tanıtımını organize eden çoğu günümüz müzik insanı gibi Helvacıoğlu da kendi PR’ı
için
çaba
sarfedenlerden.
Hem çalıştığı ortam olan elektronik müziğin dolaşım dinamiklerinin internet
üzerinden olması hem de günümüz müzik teknolojisinin iletişim teknolojileriyle
giderek artan dirsek teması, bu alanda çalışanların ulusal sınırları herkesten daha rahat
ve meşru bir biçimde, doğallıkla aşıp, artık anlamı farklılaşan Uluslararası’na
adreslenmesini kolaylaştırıyor / hızlandırıyor. Bir de spesifik örüntüleri olan stüdyo
kökenli elektronik müziğin ister istemez ‘kendini ağırlar’ kaladuran öznel kitlesi için
‘ilim neredeyse orada olmak’ misâli eser takip etmek / eser dolaştırmak, varoluş
koşullarından biri: Tam da bu doğa gereği, sektörümüzün prestijli yarışmalarından
olan Russolo - Pratella (İtalya)’da yapıtlarını değerlendirmeye sokan, hattâ iki defa
üçüncülük ödülüyle taçlandırılma başarısı gösteren; bu gibi yarışmaların geleneksel
büyük ödülü, kazanan eserleri içeren iki ortak CD’de yayınlanan yapıtlarıyla
diskografyaya giren Helvacıoğlu, oyunun kurallarını ne denli iyi bilip uyguladığını da
kanıtlıyor.
Ama; son derece iyi tasarlanmış projeler; sıkı hesaplılık ve enternasyonel gramerin
çok dikkatli kullanımı, ister istemez şeytanla yapılmış bir pazarlığı çağrıştırıyor: İşi /
eseri o hesaplılıkla yola koyduktan sonra (mutlak) başarıyı beklemeye kalıyor mesele.
Bu o kadar da iyi bir şey değil, her zaman; hesaplılıktan yukarı çektikçe samimiyet
kendiliğinden açıkta kalıyor (~görünebiliyor). [bkz.: Dünya yapıt tarihinde Faust
teması / durumu ve müziğin unutulan doğası ve ‘kendiliğindenlik’ bahisleri...]
A Walk Through the Bazaar, locust music tarafından, location sound series 1:4
künyesiyle Chicago’da yayınlanıyor (2003). Dünyanın belli merkezlerinden birer ses
portresi diyebileceğimiz projenin İstanbul ayağı, seride 29 numarada. Her ne kadar
Bazaar ilk duyuşta Kapalıçarşı’yı imleyerek oryantalist, egzotist yüzeysel dışbakış
paradigmalarını çağrıştırıyorsa da, yapıt dinlendikçe bu mefhumla sınırlanmayan
genel bir çarşı - pazar imgesinin ele alındığı ortaya çıkıyor. (İsimlendirme gene direkt
hedefe, sanırım!...) “Sound scape” buyrulanla “ambient sound” arası bir “audio - art”
önermesi: Yaygınlaşıp oturması bir süre daha bekleyecek görünen günümüz (1970
sonrası,
yeni)
medyası
için
iyi
kotarılmış
bir
örnek.
İyiliği, ele alınan ses kolajının ‘yabancı’ya takip edilebilecek, nisbeten soyut müzikal
doneler verebilirken, bu türün tanımına yabancı fakat ürünün konusunda da ‘yerli’
olan dinleyicilere de somut denilebilecek espirilerle, sözel enformasyonla sunulan
malzemesiyle
başlıyor.
Albümdeki iki yapıttan ilki daha az müdahaleliyken, ikincisi stüdyo teknikleri ve
sayısal ortamın yöntemleriyle oldukça farklılaştırılmış ses nesnelerinden hareket edip
müzikal kompozisyonun 1990 sonrası elektroakustik yapıtlarındaki gramerini
örnekler bir tavırla yol alıyor. Bu parçada da ‘ekranda kotarılmışlığını’ belli eder bir
kontrollülük / hesaplılık ve popüler önermelerle bezeli bir deyiş var: Sanata doğru,
“neyi değil, nasıl söylediğin” tezini takip etmesi halinde de gene iyi kotarılmışlık
marifetiyle Helvacıoğlu lehine işleyen bir “teknik faul” daha: Özellikle ikinci
parçanın ortalarından itibaren bütüne damgasını vuran dans tavrı.
Yapıtlarına daha geniş bir dinleyici kitlesi oluşturma çabasını olumlu, bu çabadaki
ince hesaplılık ve PR ağırlıklı manevralarını ise oluşacak kimlikte istenmedik geri
dönüşsüzlükler oluşturabileceği endişesiyle, aslen peşinde olduğu müziği için tehlikeli
bulduğum Erdem Helvacıoğlu’ya, daha önce bizzat söyleme fırsatını bulmuş
olduğumu tekrarlayarak: Eline sağlık, iyi iş! Yolun açık ama uzun - aman dikkat! 9/10
Alper Maral - 15 Aralık 2003
CUMHURİYET GAZETESİ
Romantik ses manzaracısı
Uzun süredir sürdürdüğü çalışmalarını çeşitli projelerle duyuran, festivaller
çerçevesinde performanslar sunan genç elektronikçi müzisyen Erdem Helvacıoğlu,
ilk albümü “A walk through the bazaar” ı Amerika’da yayınladı. Chicago’lu
Locust Music tarafından yayınlanan Cd’de, albümün adını taşıyan 17 dakikalık bir
remiks versiyonu var. Başında kulaklık, elinde mikrofon ve kayıt cihazı ile
Kapalıçarşı’yı boydan boya gezerek kayıt yapan Erdem’in amacı, şimdi albümü
Türkiye’de lisanslamak.
Bugün adını çok az kişi biliyor olabilir, ama yarın elektronik müziğin bu
topraklardan yetiştirdiği ender isimler listesindeki yerini alacağı kesin. Erdem,
planladığı ses manzarasının malzemesini bir günde toplamış.
Kapalıçarşı’nın esnaf naralarını, hamal türkülerini, çeşitli konuşmaları ve
uğultu halinde kulağımıza uzanan tüm sesleri albümünde kullanmış. Bir toplumun ses
ve ritminin, bir müzik eserindekinden farklı olamadığını, hiç analitik bir uğraşıya
girişmeden tüm basitliği içinde anlatıvermiş.
Erdem’in amacı yeni elektronik akımlar ile ambient ve house’u birleştirerek
“glitch ambient” olarak adlandırılabilecek bir tını yaratmaktı. Böylelikle çarşının
hem sakin hem de yoğun atmosferini yansıtacak, ayrıca The Orb’dan sonraki ambient
tarzın ipuçlarını verecekti.
Bunun için uzun ses öğeleri ile, çok kısa ses öğelerini yan yana ve art arda
getirdi. Bu sesleri önce bilgisayarda ana programlar ile daha sonra pluginler
kullanarak işledi. Çıkan sesleri cakewalk sonar içinde hardware efekt prosesörler
aracılığı ile miksledi ve protools’da mastering yaptı.
Erdem adını ilk kez Ada Müzik’ten çıkan “Sesimizi Yükseltiyoruz” adlı
toplama albümde yer alan Too Much grubu ile duyurdu. Sonra elektronik pop grubu
Haz ile Roxy’de en iyi performans ödülü aldı. Ardından “Fasulye” filminin
müziklerini gerçekleştirdi.
Elektro-akustik müziğin steril seslerinden uzak, kirli tınıları işleyen ve B tipi
eski Türk filmlerinden beslenen Erdem Helvacıoğlu Project’i (E.H.P.) kurdu.
Önemli elektronik müzik yarışmalarında ödül kazandı; birçok eseri Most Significant
Bytes, Pulse Field International Soundart Exhibition, CEAIT Electronic Music
Festival gibi pek çok bienal ve ses sanatı festivallerinde yer aldı.
Erdem’in hep bir ayağı yurtdışına basan projeleri var gelecek için; örneğin bir
sonraki iş İstanbul’dan başlayıp Karadeniz, İç Anadolu ve oradan Doğu’ya uzanan ses
kayıtları ile gerçekleşecek olan “Doğu Ekspresi” adlı albüm olacak.
Erdem insan seslerinin birbirine karıştığı kalabalık yerleri seviyor; aslında
birbirine karışan şey seslerden öte kültürler, hayat hikayeleri, seslerin sahiplerinin
hayalleri, umutları ve korkuları belki de; en basitinden tepkileri.
O yüzden yoğun bir kültür anarşisinin sese dönüştüğü cangıllara ilgi duyuyor.
Doğu kültürünün işlendiği çalışmaların Batılıların ilgisine mazhar olduğu şu
günlerde, çıkardığı albüm ile şimdiden Barnes&Noble, Tower ve Amazon gibi dünya
satıcılarının satış listelerine girmiş ama, ülkemizde artık her köşe başında duyulan
sıradan Doğu-Batı sentezi pazarlamayan, dünya müzikleri modasından nasiplenmeye
çalışan ucuz ticari işlerden biri olduğunu düşünmeyin.
Çünkü “A walk through the bazaar”, moda eğilimli bir iş değil. Tamamı
Batılı bir konsept ile gerçekleştirilmiş, yaşadığı topluma ayna olma görevinin altından
da alnının akıyla çıkan bir gözlem çalışması.
Bize yeni bir ses şifresi sunan bir çalışma, nereyi nasıl gözlemlemek gerektiği
konusundaki görüşlerimizi değiştirmeyi öneriyor. “Fotoğraf biriktirmek, dünyayı
biriktirmektir” diyen Susan Sontag’ı haklı çıkarırcasına, bir dünyanın seslerini
biriktiriyor. Kapalıçarşı gibi özel ve bir okadar da toplumun aynası sayılabilecek bir
dünyayı, sesler yoluyla süzerek zihinsel bir nesne haline getiriyor.
Tıpkı Walt Whitman gibi güzel ve çirkin, önem ve önemsizlik arasındaki
farkın ötesini görmeye çalışıyor; tarihin gerçek kıldığı o yerde ve zamanda, en bayağı
gibi görünenin içindeki gerçekliği arıyor. Asla didaktik olmaya çalışmadan, sadece
gözlem ve yansıtma anlayışı ile alışılmışın dışında bir estetik anlayışının önsözünü
yazıyor.
Belki bir anlamda Dziga Vertov’un “Sinema-Göz” kavramının elektronik
müzik dünyasındaki karşılığını yaratıyor.
Murat Beşer
RADİKAL GAZETESİ
10 Ağustos 2003
Amerika’da Kapalıçarşı nidaları
Erdem Helvacıoğlu’nun Kapalıçarşı’nın sesleri ve bu sesler üzerine yaptığı besteden
oluşan albümü “A Walk Through the Bazaar” çıktı ama, Amerika’da...
Şı sıralar Amerika’da Kapalıçarşı’nın sesleri yankılanıyor. Elektronik müziğin
Türkiye’deki genç isimlerinden 28 yaşındaki Erdem Helvacıoğlu’nun yaptığı ses
kayıtlarından oluşan “A walk Through tha Bazaar” albümü Chicago’lu Locustmusic
adlı plak şirketinden (ki bu şirket Björk gibi isimlerle de çalışıyor) çıktı. Albüm
şimdilik Türkiye’de yayınlanmadı, ama internet üzerinden satın almak isteyen
meraklıların imdadına www.amazon.com adresi ve Locustmusic’in sitesi yetişiyor.
Gerçi Türkiye’de yaşayan bir müzisyenin albümünü Amerika üzerinden almak biraz
sinir bozucu ama ne yazık ki bu da bir nevi beyin göçü işte. Mesela sanatçı şimdiye
kadar “Kırmızı Yorgunları” oyununun müziğini, Yaşar’ın “Sevdiğim Şarkılar”
albümünün tonmaysterliğini, Fahir Atakoğlu’nun “As One” albümünün tonmayster
asistanlığını ve “Fasulye” filminin müziklerini yapmış Türkiye’de. Fakat çeşitli
bienallerde yer alan sanatsal işleri ve diğer performansları ile hep yurt dışında
biliniyor. Bu son 30 dakikalık elektronik müzik albümünde ise, biri sırf
Kapalıçarşı’yla civarından kaydedilmiş seslerden diğeri de bu seslerin üzerine
yapılmış bir besteden oluşan iki şarkı var. Belki içinde yaşarken insan fark etmiyor
ama tüm bu sesler besteyle birleşince oldukça hoş bir sonuç çıkabiliyor ortaya. Ama
Helvacıoğlu’nun da hakkını yemeyelim şimdi, maharet seslerde değil, onu
birleştirende tabii ki!
Nereden çıktı böyle bir fikir?
Amerika Chicago’daki Locustmusic şirketinin bir projesiydi bu. Bu yıl 12 tane albüm
çıkartıyorlar ve her albümde her sanatçı yaşadığı şehrin 15-20 dakikalık seslerini alıp
onun üzerine beste yapıyor. Mesela Björk ve Matmos grubu da var bu seride. Ben de
geçen yıl internetten buldum bu şirketi ve hemen Kapalıçarşı’nın seslerinin kayıt
ettim.
Neden Kapalıçarşı? Mesela Taksim’de de çok ses var.
Ben aslında hep Pazar seslerine çok meraklıydım. Kapalıçarşı ve civarının da kendine
has bir ambiyansı var. Bence hem İstanbul’u en iyi anlatacak yer orası hem de ses
verisi çok iyi. Ben daha önce Taksim’de de kayıt yapmıştım ama o kadar yoğun bir
müzik bombardımanı var ki orada, ses verisi işlenemiyor. Bir yanda Tarkan çalarken
karşısından da Michael Jackson sesi yükseliyor çünkü.
Peki kayıtlar kolay oldu mu?
Çok ilginçti. İki kişi büyük bir mikrofon ve büyük kulaklıklarla yürüdük
Kapalıçarşı’da. Dikkat çekmemesi mümkün değildi tabii ki, çok meraklı bir millet
olduğumuz için her gören soru sordu. “Hangi televizyon kanalı veya ne söyleyeyim
şimdi” diyenler vardı.
İstanbul’da yaşayan biri olarak yer aldığınız projeler ve performanslarınızın
çoğu yurtdışında. Sanki orada daha çok tanınıyorsunuz.
Yaptığım müziğin orada daha çok alıcısı olduğu için durum böyle. Türkiye’de talep
yok. Yani dinleyiciden talep olsa bile plak şirketlerinin ilgisi olmuyor. Yurt dışındaki
plak şirketleri yaptığın en deneysel albümü de çıkartabiliyor, en ticari olanı da.
Satışlar nasıl Amerika’da?
Geniş bir dinleyici var. Bazı albümler 2 bin satarken bazısı 50 bin satıyor. Belli bir
döngü olduğu için illa ki gidiyor müzik. Mesela bu türle ilgili dergiler var orada ve
internetten takip etmek çok yaygın. Böyle farklı yollardan talep olunca geri dönüşü de
rahat oluyor tabii.
Sizin albümünüz de amazon.com’da var mesela.
Evet şimdilik Türkiye’de yayınlanmadığı için oradan alınabiliyor. İngiltere ile
Barnes&Noble ve Tower Records gibi başka yerlerde de var. Doğu müzikleri çekiuor
onları.
Üniversitede Endüstri Mühendisliği okumuşsunuz.
profesyonel olarak ilgilenmeye nasıl başladınız?
Elektronik
müzikle
Ortaokuldan beri hep müzikle içi içeydim. “Too Much” diye bir grubumuz vardı ve
rock barlarda çaldık. Daha sonra üniversitenin sonunda “Fasulye” filminin
müziklerini yaparak iyice elektronik müziğe kaydım. Kendi “home studio”umu
kurdum ve İTÜ MİAM, Tonmaysterlik ve Kompozisyon Master programında
elektronik müzik okudum.
Ama Türkiye’de çıkan hiç albümünüz yok.
Kendi ismim altında yayınlanan bireysel bir albümüm hiç olmadı. Yalnızca “Too
Much” grubuyla Ada Müzik’ten çıkan “Sesimizi Yükseltiyoruz” diye toplama bir
albüm var. Bir de çeşitli albümlerde yaptığım tonmaysterlik gibi diğer işlerim.
Gelecek albümleriniz de hep yurt dışında mı yayınlanacak?
Hollanda’da bienal zamanında çıkacak bir albüm var. İstanbul’un seslerini kullanarak
yaptığım bitmiş bir albümüm de var yurtdışında yayınlanacak. İngiltere’den bir plak
şirketinin ilgilendiği başka bir projem ve Amerika’da Locustmusic’in benden istediği
bir albüm daha var. Yani şimdilik projeler hep yurtdışında gelişecek gibi görünüyor
ama ilerde ne olur bilemem. Aslında “Doğu Ekspresi” adlı bir albüm yapma fikrim
var. İstanbul’dan başlayıp Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu’ya gidip oralardaki sesleri
kayıt etmek istiyorum. Bir sponsor bulunursa böyle bir albüm yapılabilir.
“A Walk Through the Bazaar” albümünüze Türkiye’den gelen tepkiler nasıl
oldu?
İlk olarak hiç Amerika’ya gitmeden orada bir albüm çıkartmış olmama şaşırıyor
herkes. İkincisi de bu konseptte bir albüm Türkiye’de olmadığı için değişik geliyor.
Belki kayıt edilmiş sesler var daha önce ama tamamen bunun üzerine kurulu bir
albüm yapılmadı. Hem elektronik müzikle ilgilenenler, seslerin üzerine yaptığım
bestemi de beğendikleri için hep çok güzel tepkiler geliyor.
ROLL DERGİSİ Haziran 2004
KAYDETMEZSEK KAYBEDERİZ
Erdem Helvacıoğlu –ha bir gitar, ha bir laptop- sazıylayeni ifadebiçimleri arayan,
kabiliyetini dört duvar arasına hapsetmek yerine umuma açan genç bir kompozitör. O
festival senin, bu yarışma benim, dünyanın dört bir yanına koşturuyor, performanslar
sergiliyor, ödüller alıyor, albümler yayınlıyor. Sokak sesleri, esnaf gürültüleri, kistch
longplay’ler de onun ilgi kaynağı olabiliyor, geleneksel bir çalgı, okyanusun
derinlikleri, aynanın kırık parçaları veya Yaşar Kemal de... Helvacıoğlu’nun ilginç
dünyasında elektro-akustik bir yolculuğa çıktık..
Müziğe gitarla ve rockla başlamışsın..
Erdem Helvacıoğlu: Evet.. 11 yaşlarındayken abimin vasıtasıyla önce biraz klasik,
sonra elektro gitara başladım. İlk Led Zeppelin, Deep Purple, AC/DC dinlemeler..
Biraz gelişince Al Di Meola, ohn McLaughlin cinsi şeylere merak salma.. Ve Satriani
gibi biraz daha virtüözite durumlarına kafayı takma.. Progressive müzik, Yes’ler,
King Crimson’lar.. Ortaokul-lise dönemi sürekli gitar çalışmayla geçti.. Üniversite
başlarında vitüözite müziğinden iyice sıkılmıştım.
Virtüöz olmuştun da mı sıkılmıştın, olamayacağını anlayınca mı sıkılmıştın, yoksa
başka bir sebepten mi?
Aslında Malmsteen’ler, Stevie Vai’ler çalıyordum bayağı.. Ama gideceği bir yer
yoktu.. Kendini birilerine göstermek yerine, kendini nasıl ifade edeceğin önemli hale
gelince, virtüözite anlamsız gelmeye başlıyor. Nirvana’nın çıktığı dönemlerde hem
grunge, hem de Clash gibi gitar punk grupları dinlemeye başladım. Tamam, çok da
farklı şeyler söylüyorlar, Stevie Vai’a oranla anlatımı çok daha doygun, ama bir
noktadan sonra, o da insana kısıtlayıcı geliyor. Sonuçta, ana enstürmanın gitar
olmadığı bir ülke burası.. O yılar Massive Attack, Tricky, Bjork’le elektronik müziğin
pop içinde ön plana çıktığı yıllardı.. Bunlar beni çok etkiledi.. İlk sampler’ı edinme,
ilk synthesizer dokunuşları derken,,”Fasulye” filminin müziğini yaparken elektronik
müziğin detaylarına girmeye başladım 2000 yılında.. Üniversite sonunda, bu işi nasıl
ileriye götürebilirim diye düşünürken, MİAM’a (İTÜ’ye bağlı İleri Müzik İleri
Araştırmalar Merkezi) girdim. Tonmaysterlik ve elektronik müzik kompozisyonu
okuyorum, doktoraya devam ediyorum şimdi.
Gitarla aran bolzuldu mu?
Az çalıyorum.. Bazen günde yarım saat dokunuyorum, bazen bir hafta elime
almıyorum. Ama şimdi bir albüm projem var: akustik enstrümanlarla elektonik müzik
nasıl birleşir sorusu üzerine kafa yorarken, akustik gitarla canlı elektronik, hem laptop
hem de hardware ekipmanlarla yaptığım bir demo gönderdim Locust Music’e. Çok
beğendiler, benden öyle bir albüm bekliyorlar.
İlk dönemde, gitarda bulamayıp da elektronik müzikte bulduğun neydi?
Diyelim ki rock grubumuzla bir parça yaptık. Onun bir provasını yapmamız lazım
önce. Prova stüdyosunda günlüğü 500 dolara kaydetmemiz lazım en azından. Epey
paraların döndüğü bir iş. O paralar cebinde olmayınca, ister istemez başka anlatılar
arıyordun, elektronik müziğin imkanlarını keşfediyorsun. Bilgisayarların, teknolojinin
iyice ucuzladığı bir dönemdi o.
Üretim kolaylığı ve ucuzluğu mu tek sebep, elektroniğe geçmende?
Etkenlerden en önemlisi bu galiba. Bütün dünyada böyle. Kendi başına müziğini
yapıp, CD’ye basıp, yayınlama imkanın var. Böylesinin de, canlı grup müziğinin de
ayrı tadı var.
“Geleceğin müziği elektronik müziktir” gibi lafların uzantısı olarak, çağı
yakalamak gibi bir derdin de var mıydı?
Şu anda en çok heyecan veren müzik bu. Bundan sonra da heyecan verici olacak,
çünkü belli bir limiti yok. Rock tıkandı.. Ama elektronik müzikte de iyi bir noktaya
gelmek için, tıpkı gitarlı rock gibi, onu da seneler boyunca yapman gerekiyor. Her
software’i ya da synthesizer’ı kullanan, pat diye bir iyi bir şey çıkartamıyor ortaya.
Bunların hepsi bir enstrüman.Verdiğin emek anlamında aralarında bir fark yok,
piyano veya gitarla karşılaştırdığında.
Dinleyici olarak nelere kulak kesilmeye başladın 2000’lerden sonra?
Şu anda daha çok ambinet işler ve hem eski hem yeni klasik müzikler diniyorum.
Ligeti, Stockhausen, Xenakis ya da Orb, Orbital, Brian Eno..
Brian Eno nasıl biri sence? Yolunu açanlardan biri o muydu?
Rock müziğin içinden gelmiş, aynı zamanda prodüktörlük yapmış birisi, diğer yandan
da çok uç fikirleri olan, elektronik müzikte önemli bir figür. İki dünyayı da bilmesi
çok büyük avantaj.
Senin de böyle bir avantajın var mı?
Pop ve rock’dan geliyorum. İnsanın içinde her zaman kalıyor, bu güzel bir şey.
Konservatuar eğitimiyle gelseydim, dünyaya başka türlü bakacaktım. Büyük ihtimalle
de daha dar bakacaktım.
Demin ana enstrümanın gitar olmadığı bir ülkede yaşadığımızı söyledin. Ama sen
de gitarı bırakıp uda geçmiş değilsin. Elektronik müzik yapıyorsun..
Gerçi
tanbur çalmaya başladım şimdi.. Gitardan çıkacak yeni bir müzik
olamayacağını düşünmüştüm, hala da öyle düşünüyorum. 300 yıl önce yaşasaydım, o
dönemde varolan hangi yenilik varsa, büyük ihtimalle yine o tarafa yönelecektim.
Sonuçta hiçbir enstrümanı reddetmiyorum.. Ben Türkiye’nin yeni müziğini
yakalamak istiyorum: sokak seslerini ya da çevremizin seslerini alarak ordan yeni bir
şey üretmek.. Sahaflara çok giderim, eski plakları toparlarım. Dj Shadow, Dj Spooky
gibi adamların mantığında, bizim kültürümüzden bir şeyleri alıp yeni bir getirmek
istiyorum. Bir de, çeng gibi kaybolan geleneksel enstrümanları elektronik müzikle
yeniden biçimlendirmek, akustik öğe olarak onları kullanmka, tekrar kültürün içine
katmak istiyorum.
“Fasulye’nin” müziğinde Türkiyelilik var mıydı?
Minik sample’lar olarak ney, kaval, wah-wah’dan geçirilmiş tambur vardı.
“A Walk Through the Bazaar” albümünün hikayesini anlatır mısın?
Locust Music’in “location sound” dedikleri, Met Life isminde 12 albümlük bir serisi
var. Her sanatçı kendi şehrinin sesini kaydederek ve istediği şekilde manipüle ederek
bir albüm oluşturuyor. En son Matmos’un bir albümü çıktı. Bu serinin dördüncü
albümünde , ben de Kapalıçarşı ve çevresini Dat recorder’la kaydedip evde bilgisayar
ortamında başkalaştırdım.
Sen Kapalıçarşı’ya giderken diğerleri ne yapmış?
Reynolds, Buenos Aires’te bir sokak kazısını kaydetmiş. Bu grup elektronik müzikle
çok alakalı değil, gitarların, bozuk piyanoların olduğu, hafif psychedelic havalarda bir
şey yapmıştır. Amerikalı Keith Fullerton Whtiman, metrodaki bir kayıttan ambient
biriş yapmış. Hollandalı Au grubunun şehirlerinde bisikletle dolaşarak kaydettikleri
psychedelic rock havasında albümleri var.
O albümde iki track var. Birincisi, doğrudan doğruya 16 dakika boyunca
Kapalıçarşı’da kaydettiğin orijinal sesler. Bu sana ilginç geliyor mu? Kim oturup
dinlesin ki bunu?
Tam aksini düşünüyorum. İlk track’e sadece bir sökümantasyon olarak da bakabiliriz,
müzik olarak da. Buenos Aires’in sesiyle, İstanbul’un veya Diyarbakır’ın sesi,
kültürümüzden, konuştuğumuz dilden dolayı her zaman farklı. Yeni bir şey yaratmak
istiyorsak, çevremizdeki seslerden alacağımız çok şey var. Bunun pek yakında
farkında değiliz, çevremizdeki sesleri fazla dinlemiyoruz.
Sen dinliyor musun?
Bende CD’ler dolusu kayıt var. Yürürken hep seslere kulak veririm. İnsanların gözleri
açıktır, benimse kulaklarım.. İnsanlar ne konuşuyor, genel ses ambiyansı ne? Kültür
dediğimiz şeyin bir parçası bu. Biz kaydetmezsek ve içinden yeni bir şey
çıkarmazsak, bunu kaybedeceğiz.
İkinci track’deki besteni oluştururken bu Kapalıçarşı seslerinden ne ölçüde
faydalandın?
Bir kere, bu seslerin net duyulduğu, hiç process edilmemiş bölümler var. Yarı
işlenmiş, hala o dış sesi kavrayabildiğin bölümler var. Bir de, tamamen bozup başka
bir forma soktuğum bölümler var. Üç tane layer hem yan yana, hem üst üste. Ayrıca
hiçbir dış ses kullanmadığım elektronik sesler de var tabii.
Pink Floyd şarkılarındaki helikopter, yazar kasa, hayvan sesleri de, anlattığın dış
ses mantığına yakın geliyor.
Özünde bir paralellik var. Benim de aklımda kalmıştır. Mesela “money”deki bozuk
para sesleri.
Elektronik müziğin “soğuk” olduğu söylenir. Sen dinledğin ve yaptığın müziği
soğuk buluyor musun?
Çok geyik bir tabir bu. Evet, bir enstrümanı çaldığında çok net bir insani boyut vardır
ortada. Ama bu illa daha sıcak olduğu anlamına gelmez. Elektronik müzik soğuktur
gibi laflar, insanı elektronik müzikten soğutmaya yarıyor. Halbuki bu da bir müzik
formu işte. Ve bana bir his veriyor. Öyle bir elektronik beste olur ki, seni derdinden
sarsabilir, ağlatabilir. İyi müzik, seni etkileyen müziktir. Biz genel olarak elektronik
müzikle büyümediğimiz için, kulağımız alışık değil. Solo bir keman sesiyle
klaptoptan çalınan ses arasında anlatım kabiliyeti olarak hiçbir temel fark yok..
Phonem kapsamında bir performansınız olmuştu 2003 yılında...
Orada, analog seslere yakın synthesizer’lar, eski drum machine sesleri ve en yeni
software’lerle yapılmış sesler bir aradaydı. Ayrıca gitar çalıyordum. Eski Türk
plaklarından seslerin, minik sample’ların konulduğu bir müzikti.
Mesela hangi plaklar?
Mesela “Turgay’ın tavernası 2” diye başlı başına enteresan bir plak var. “Gel benden
sample topla” diyen bir albüm (çantasından, kapağında taverna görüntüleri ve Muppet
Şov kahramanlarının olduğu bir LP çıkarıyor)
Allah Allah! Şarkı listesinde “Çling çling frigo buz”, “Alkışlar”, “Ankara misketini
hiç böyle dinlemediniz” gibi başlıklar var. Elektronik müzikteki dönüştürme
mantığı ve dış sesler bu plakta da var galiba..
Bir parçanın adı da “En nihayet reklamlar”. Bu parçaya reklam alınmış.”Dinarsu
dinarsu” diye söylüyorlar, kendi başına cingıl yapmışlar, inanılmaz bir şey..
Nil İbrahimgil’in sivrizekalı “Nil FM” albümü bu konuda ilk değilmiş demek ki..
Başka bir konuya gelelim: sözlü müzik yapmak hiç ilgini çekmedi mi?. Dünyada da
böyle örnekler az. Elektronik müziğin illa sözsüz mü olması gerekir?
Genel olarak böyle belki. Ama vokalle birleştirilmiş pek çok parça var. “Sound
poetry” denen bir kavram var mesela. Yazılı bir şiiri bir ses olarak kabul edip bozarak,
yeninde bir ses havuzu ve yeni bir anlatım yaratmak..
İlhan Mimaroğlu’nun Nazım şiirlerinden kayıtları var mesela..
Avusturya’lı bir şirketten (Chmafu Nocords) çıkacak bir albüm var, benim de dahil
olduğum.. “Voices” diye bir proje. Her katılan besteci, kendi dilinde en sevdiği
kitabın ilk ve son cümlesini okuyor, kaydediyor. Kayıtlar internet ortamında belli bir
yere upload ediliyor. Ve besteciler bu ses havuzundan istediğini alıp, onları manipüle
edip kendi bestesini yaratıyor.. Ben de sekiz buçuk dakikalık bir parça yaptım, hem
kendi kaydettiğimi, ayrıca 12 yazarı kullanarak..
Sen hangi kitabı seçin?
Ben “İnce memed’i seçtim.
Niye en sevdiğin kitap o?
Çok beğendiğim bir roman. Hem de sembolik bir önemi var hayatımda. Türk
kültürüyle barışmamın bir sembolü. Biz kolejlerde Batı kültürüyle okuyanlar
bunlardan mahrum yetişiyoruz, kendi toplumumuza pek yakın değiliz. Birçok
arkadaşım hala Türk müziği dinlemez, reddeder, “Türk filmine gilir mi hiç?” gibi
lafları çok duyarım. Ben de geçtim oralardan.. Benim için bunların kırılmasını temsil
ediyor “İnce Memed”. Herhalde 19 yaşımda okumuştum ve çok etkilenmiştim.
Türkçe müzik dinliyor musun?
Haci Arif Bey, Itri, Dede Efendi eserlerini de dinliyorum, Zerrin Özer’den İlhan
İrem’e eski 45likler de.. Bugünlerden de Aylin Aslım, Maya, 2/5 BZ gibilerini..
Bu sene Küba’da katıldığın elektroakustik festivali Primavera en la Habana
nasıldı? Ne yaptın orada?
Fütürist besteci Luigi Russolo adına yapılan yarışmada ödül kazandığım parçalardan
birini “Blank Mirror”ı çaldım..Yirmi seneden beri, iki senede bir yapılan bir festival.
Dünyanın her yerinden bestecileri çağırıyorlar. Videolu ve DVDli bir sürü iş vardı,
canlı enstrümanlarla elektroniğin birleştiği işler vardı, canlı enstrümanlarla
elektroniğin birleştiği işler vardı, “tape music” işleri de vardı.. Kübalılar devrimden
sonra dünyadaki her yeniliği ülkelerine getirmeye çalışmışlar. Havana’da elektroakustik bir stüdyo bile kurmuşlar, aletleri iyi olmasa da.. Ambargo kalksa, çok daha
ileride götürebilecekler..
Küba’dan edindiğin izlenim ne? Orada da sokak sesi kaydettin mi?
Yoksulluğun getirdği bir hüzün var tabi. Çok heyecan verici bir kültür ce sıcak
insanlar.. Her an, her yerde müzik yapıyorlar, inanılmaz iyi dans ediyorlar.. İki-üç CD
dolusu ses kaybettim. Ara sokaklarda, bir anda, tahta bacaklar üzerinde yürüyen beşaltı kişiye rastladım, bir gösteriye hazırlanıyorlardı. Bir trompet, iki-üç perküsyon.
Yanlarında mevzilenerek yürüdüm ve onları kaydettim mesela..
Galiba Belfast’dan yeni döndüm. Oradaki Sonorities Contemporary Müzik Festivali
nasıl geçti?
Katıldığım en iyi festivaldi. Stockhausen açılışı yaptı. Deniz Smalley, Natasha Barrett
gibi isimler de çalıyordu. Ben Russolo yarışmasında ödül alan diğer bestem “Below
the Cold Ocean”la katıldım festivale. Mekanın adı Sonic Art Research Center’dı,
büyüleyici bir salondu. Kırk tane speaker yerleştirmişler. Salonun zemininde
mazgallar var, beş metre boşluun dibinde sekiz speaker ve yukarıya tutulan ışıklar,
ayrıca bizim seviyemizde ve on metre yukarıda yine speaker’lar ve ışıklar.. Böyle
etkileyici bir atmosfer..
Projelerinin bazılarından bahsetmiştin. Dahası da var mı önümüzdeki günlerde?
Mayıs sonunda Tiyatro Festivali’nde prömiyeri olacak “Gökkuşağı” oyununun
müziklerini yaptım. Temmuzda Fransa’da bir konser var, eylülde Milano’da bir
bienal.. John Wilson isminde Meat Beat Manifesto’yla gitar çalmış, birçok film
müziği yapmış Amerikalı bir müzisyen var. Onunla bağlantıya geçtim. Birlikte bir
albüm çıkaracağız, yaz sonuna doğru.. Bir de Diyarbakır festivaline katılacağım,
Zazaca söyleyen Venge Sodiri grubuyla ortak bir çalışma yapıyoruz.
TRENDSETTER DERGİ
Eylül 2003
Seslerden Hikayeler
Elektronik müzik kompozitörü ve müzisyen Erdem Helvacıoğlu, geçtiğimiz
Elektronik Müzik Platosu’nda ilgi çeken isimlerden biriydi. Helvacıoğlu’na,
Amerika’da yayımlanan albümünün heyecanını taşıdığı şu günlerde, çalışmalarıyla
ilgili sorularımızı yönelttik.
Müzikle ilginiz nasıl başladı, klasik müzik tabanlı mı ya da daha farklı
etkileşimler mi?
Belki klasik olacak ama, müziğe ilgim ortaokul yıllarında rock ve pop müzik vasıtası
ile oluştu. Evde abimin gitar çalmasından etkilendim ilk ve gitara yöneldim. Özellikle
en çok 80ler’in synth popundan ve 70ler’in rock gruplarından etkilendim diyebilirim.
Lisede iken Robert Kolej Tiyatro Kulübü’nün birkaç oyununa müzik yaptım ve o
yıllarda Alman Lisesi’nden arkadaşların kurduğu Too Much isimli grup ile çalışmaya
başladım. Psychedelic rock ve britpop tarzı besteler ve coverlar çaldık. Bu grup ile
çalışmam üniversite yıllarımda da devam etti. Çeşitli klüplerde konserler verdik. Hatta
o dönemlerde yaptıklarımıza ait bir demo albümümüz de var. Üniversitenin sonlarına
doğru da elektronik müziğe ilgim yoğunlaştı. Fasulye filmine müzik yaptım. Haz
isimli grubum ile, Türkçe elektronik pop tarzı besteler yaptım, hatta 2001 yılı Roxy
Müzik Yarışması’nda “En iyi performans” ödülü de aldık. Kendi home stüdyomun
iyice oturmasıyla, daha da çok elektronik müziğin içindeyim artık. Özel projelere ve
tiyatro eserlerine müzikler yapmaktayım. Ara ara da enstrümanımı kullanarak Yaşar,
Rashit gibi sanatçı ya da grupların albümlerinde çaldım ve tonmaysterlik yaptım.
Yakında da Anjelika Akbar’ın bir remix’ini yapacağım.
Daha önce birlikte çalıştığınız müzisyenlerden bahseder misiniz? Kendinizi en
çok hangi projede başarılı hissettiniz?
Az önce bahsettiğim gibi, lise yıllarında birlikte çalıştığım Too Much grubu galiba
bana en çok zevk veren dönemlerdi. Özellikle de grubun vokalisti ve söz yazarı Can
Karadoğan ile hem ruhen ve hem de kafaca benzediğimiz için, zevkli ve güzel işler
çıkardığımıza inanıyorum. O dönemler belki bizlerin de en naif ve kaygısız olduğu
zamanlardı. Daha üretken olduğumuz dönemlerdi. Can’ın Almanya’ya gidişiyle ara
verdik. Ama her zaman kaldığımız yerden devam edeceğimizi biliyorum.
Benim ikinci grup denemem Haz adlı Türkçe synth pop ve rock grubu ile oldu.
Burada da eskiden tanıdığım dostlarımla çalıştım. O dönem de çok zevkli idi.
Ve en son olarak da E.H.P. grubunda, uzun yıllar tanıdığım Korhan Erel ile çalıştım.
Onunla Phonem Elektronik Müzik Platosu’na katıldık. Avusturya’da bir soundart
bienaline katıldık. Wire gibi dergilerde grup hakkında çeşitli olumlu yazılar çıktı.
Fakat gruba zaman ayırmak ve ilişkileri itina ile yürütmek gerekiyor. Yoğun
dönemlerde de, bu kolay olmayabilir. Şu aralar, yine tek başımayım ve hızla yeni
projeler üzerindeyim.
Tek başına mı yoksa grupla mı çalışmayı tercih ediyorsunuz?
İkisinin de hem artıları var hem de eksileri. Tek başına çalışırken ödün vermeden ve
olabildiğince özgür hissedebiliyorsun. Özellikle elektronik müzikte tek başına herşeyi
yapabilme özgürlüğü ve lezzeti ayrı. Hele ki home stüdyo imkanınız ve parçaları mix
dahil son noktaya kadar getirme olanaklarınız varsa, tek başına olmanın avantajları
daha fazla. Elektronikçilerde genelde bu böyle. Mesela aklıma ilk gelen Scanner veya
Console. Esasında tek kişilerden oluşuyor. Albüm süreçlerinde 3-4 ay bir yerlere
kapanıp kendi istediklerini son haline getirip oluşturabiliyorlar. Grup ile çalışmanınsa
en büyük avantajı yaratılan sinerji. İki ya da daha çok kafa, aynı anda birçok farklı
katkı sağladığı için hızla ilerleniyor. Ama kimi zaman devreye giren kişisel kaygılar
ve egolar, grup ile çalışmayı zevkten çok dert haline getirebiliyor. Yani tercih yapmak
oldukça güç.
Elektronik müzik ve seslerle ilgili dünyada daha nasıl gelişmeler yaşanacak
sizce?
Nasıl ki rock müziği gelişimi içinde hem mainstream hem de deneysel kalabildiyse,
elektronik müzik de kendini hem müzik marketlerinin ticari satış kategorisinde hem
de deneysel kısmında bulacak. Birkaç sene öncesine kadar drum&bass heyecan verici
ve yeni olarak adlandırılırken şu anda kendi kendine bir stil oldu. Bunun gibi
“clicks&cuts, microsound,glitch” gibi birçok türde kendi başlarına ana türler olarak
adlandırılacaklar. Teknolojinin çok hızla ilerlemesine paralel olarak da birçok yeni
elektronik müzik türü oluşacak. 90lar’ın ortalarına kadar müzik marketlerde
electronica tür olarak yer almıyordu. Oysa şu anda özellikle Avrupa’daki müzik
dükkanlarında electronica, rock ve pop kadar çok ilgi topluyor. Bu ivme bence daha
da devam edecek.
Türkiye’yi soracak olursan durumlar hayli ilginç ve karışık. 90lar’a kadar hiç adı
anılmayan elektronik müzik, bir anda yeni açılan klüpler, konser ve parti
organizasyonları sayesinde daha çok dinlenmeye başlandı. Bu sayede the Orb,
Scanner, Chemical Brothers gibi grupları İstanbul’da görme imkanı bulduk. Artı
geçen sene ilki düzenlenen Phonem Elektronik Müzik Platosu da ayrı bir kapı açtı
bence. Bu sayede David Toop, Tarwater, Pan Sonic gibi devler geldi ve binlerce
izleyici ile buluştu. Sanıyorum plak şirketleri de bunu görüp zaman içinde elektronik
müziğe daha çok yer verecektir.
Aldığınız eğitimin ne kadar gerekli olduğunu düşünüyorsunuz?
İTÜ MİAM’da almış olduğum tonmaysterlik ve elektronik müzik kompozisyonu
eğitimi bana çok şey kazandırdı. İlk olarak müziğe bakış açımı çok genişletti.
Özellikle elektronik müziğin akademik yönü ile ilgili eğitim aldığım hocalar
sayesinde abstrak elektroakustik müziği, sadece sesler ile soyut bir hikayenin nasıl
yaratılacağını öğrenmiş oldum. Ayrıca tonmaysterlik eğitimi sayesinde de
parçalarımı, yabancı standartlarda prodükte etmeye başladım.
İstanbul’un özellikle ses enstelasyonları ve düzenlemeleri konusunda geleceğini
nasıl görüyorsunuz? Sizce yeterince anlaşılıyor mu?
Bence İstanbul içerdiği sesler ile dünyanın belki de en zengin ve heyecan verici
yerlerinden biri. Bence bu seslerin daha yoğun ve ilginç biçimlerde kullanılması
gerekiyor. İstanbul’un şehir olarak kullanılması ise zamanla daha çok olacak. Halen
modern sanat ve modern kavramsal elektronik müzik yeterince ilgi görmüyor. Ancak
bu ilgi yurt dışından gelen sanatçılar ile ortak yapılacak soundart projeleri sayesinde
daha da artacak. 2004 senesinde İstanbul’da Avrupalı soundartçıların katılacağı bir
sergi planlıyorum. Umarım bu gerçekleşebilir.
Bir projeye müzik hazırlamak mı daha çok ilginizi çekiyor yoksa müziğinizin
üzerine bir başka proje hazırlanması mı?
İkisi de heyecan verici tabii ki. Kendi müziğimi yaparken elbette çok daha özgür
düşünüyorum. Ancak bir tiyatro gösterisine veya videoya müzik yapmanın da çok
büyük lezzeti var. Bu tip projelerde besteci olarak daha kavramsal düşünüyor insan.
Elektronik müzik zaten doğası gereği görsel sanatlar içiçe bir müzik. Galiba ben
projeye müzik üretmeyi daha heyecan verici buluyorum.
Son albümünüze dair birkaç kelimelik açıklama yapabilir misiniz?
Locustmusic tarafından yayınlanan “a walk through the bazaar” isimli albümüm
Kapalıçarşı ve çevresinden alınan sesler ile o seslerden üretilen 14 dakikalık uzun bir
remix’i içeren 31 dakikalık bir çalışma. Aralık 2003’ de yayınlanması planlanan
“living in istanbul” isimli albümüm ise İstanbul seslerinin ambient müzik ile bir
karışımı.
Son dönem dinlemekten ya da performanslarını izlemekten zevk aldığınız
müzisyenler kimler?
Şu anda Matmos, Björk, Console, The Orb, Mouse on Mars, Scanner Cd
çalarımda dönen CD’ler. Performans olarak yakın zamanda etkilendiğim grup ise
Mouse on Mars idi.
Yakın zamanda gerçekleştirmek istediğiniz planlarınız neler?
İlk olarak, Türkiye’de çıkarmayı düşündüğüm elektronik müzik ve etnik
enstrümanların kullanıldığı, eski 45’liklerden ve Türk filmlerinden seslerin bulunduğu
bir albüm projem var. Ayrıca 2004 senesinde Cd’si de yayınlanacak olan çarpıcı bir
tiyatro müziği üzerinde çalışıyorum ve de Locustmusic tarafından bana ısmarlanan
akustik gitar ve canlı elektronik elementleri barındıran bir albüm hazırlayıp onu
konserlerde paylaşmak istiyorum. Mart 2004’de gerçekleşecek olan 10.Küba
Elektroakustik Festivali’ne Türkiye’den davet edilen tek besteci olarak katılacağım.
Yani 2004 oldukça yoğun geçecek.
Aylin Güngör
HÜRRİYET GAZETESİ
A Walk Through the Bazaar
Erdem Helvacıoğlu
Alışverişi bile bilgisayarımızla yaptığımız şu günlerde, böyle bir olay bizi pek
şaşırtmamalıydı belki ama albümün çıkış öyküsünün bir parça sıra dışı olduğunu da
kabul etmeliyiz. Kendi çapında elektronik çalışmalar yapmakta olan genç bir adam,
Internet üzerinden yakaladığı fırsatla bir anda yabancı müzik şirketlerinin dikkatlerini
üzerine çekiyor. Locust Music adlı firma ondan Türkiye’yi anlatan bir albüm
yapmasını istiyor. O da kayıt cihazını eline alıp, ülkemizi en iyi anlatacağını
düşündüğü yer olan Kapalıçarşı’ya gidiyor. Burada ne var ne yok bütün sesleri
kaydediyor ve bu sesler üzerinde iki hafta çalıştıktan sonra ise bunları beste haline
getiriyor. Belki çarşı pazar sounduna aşina olanlar ortada çok parlak veya orijinal bir
konsept yokmuş gibi düşünebilirler fakat gerek albümün çıkış öyküsü, gerekse
yapılan aklı başında elektronik düzenlemeler, bu türü sevenlerin epeyce ilgisini
çekecektir bize kalırsa. Tek sorun ise albümü gidip herhangi bir müzik marketten
satın alamıyor olmanız; çünkü “A Walk Through the Bazaar” henüz ülkemizde
yayınlanmadı. Yine de plak firmasının web sitesine girip dinleme ya da
amazon.com’dan sipariş etme şansına sahipsiniz.
RADİKAL GAZETESİ
Kırmızı Yorgunları
İzmit Şehir Tiyatrosu, Özen Yula’nın Kırmızı Yorgunları’nı oynuyor ve ödenekli
tiyatrolarda her zaman gerşekleştirilemeyen başarı çizgisini bu oyunuyla da
sürdürüyor....
...Bu kadroya yine iyi seçilmiş bir teknik ekip eşlik ediyor. Sahne ve giysi tasarımı
( Efter Tunç ); ses ve müzik tasarımı ( Erdem Helvacıoğlu ); ışık tasarımının da
( Yaşar Demirkıran ) erişilen düzeye önemli katkıları var.
Hasan Anamur
TİYATROONLINE
BİR KÜLTÜREL GÖNDERMELER BÜTÜNÜ: "KIRMIZI YORGUNLARI"
Red Kit, Tenten, Fatoş, Betty, Safinaz… Bunların tümü çizgi roman
kahramanları. Son dönemin fevkalade başarılı oyun yazarı Özen Yula, yepyeni bir
tiyatro biçemi deneyerek yaşadıklarından yorgun düşmüş, küskün, ruhsal sorunlarıyla
debelenen, bu arada kendini kanıtlamak için yollar arayan, öyle ya da böyle zorunlu
sonlar üreten beş insanı konu edinmiş...
...Erdem Helvacıoğlu'nun ses ve müzik tasarımı başarılı. Yaşar Demirkıran'ın
ışıkları da amaca uygun.
Üstün Akmen
Kırmızı Yorgunları
...Ses ve müzik tasarımında Erdem Helvacıoğlu ilk girişte seslerle çok iyi bir
Türkiye atmosferi yaratmıştı.
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde “Kırmızı Yorgunları” tiyatromuzda yeni
olanın habercilerinden. Gerçek bir ilgiyi hak ediyor.
Erbil Göktaş
TIME OUT ISTANBUL
Eylül 2004
İstanbul’da ürettiğiniz müziği “yeni müzik” olarak tanımlıyorsunuz. Bu ne
demek?
İstanbul’un farklı bir yaşamı, kültürü var. Yeni müzik için buradaki ses ve dokudan
alarak evrensel bir müzik yapmayı düşünüyorum. Yeni müziği üç bölüme
ayırıyorum.: Birincisi dış seslerle yeni bir yere gitmek. Türkiye’de pek bilinmese de
dünyada sokak sesleri kullanılarak yapılmış ambient albümler var. İkincisi eski
plaklardan sample’lar alarak hiphop mantığından yeni birşey yaratmak ve üçüncüsü
de kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel enstrumanlarımızı elektronik müzik ile
birleştirmek. Örneğin tek bir makam göre akorlanan ve çok akorlu, 20.yy’da müzikte
değişimle kullanım dışı kalmış olan çengi şu anın bir parçası yapabilmek.
Yurtdışında birçok projede yer alıyorsunuz. Bu bağlantıları nasıl kurdunuz?
Yurtdışıyla bağlantı kişisel çabalarımla oldu. Festivallerle yazışmaya başladım.
2002’de Varese, İtalya’ daki Luigi Russolo Elektroakustik Beste Yarışması’nda
aldığım 3.lük sonrası ilişkilerim gelişti. Uluslararası arena için yaptığın müziğin çok
iyi bir seviyede olması lazım. 2003’te Babylon’da yaptığımız ctrl-alt-del’i gören ve
çok beğenen Kim Cascone beni arayarak bana Avusturyalı bir plak şirketinin
“Voices” adlı yeni bir projesini sundu. Ağustos ayında çıkan, Paul Yates’in de
aralarında bulunduğu 12 kadar sanatçının olduğu toplama bir albüm bu. Her sanatçı
kendi dilinde en sevdiği kitabın ilk ve son cümlelerini kendi sesiyle okuyarak
kaydediyor. Bütün sanatçılar ortak bir havuzda biriken bu seslerle başka hiçbir ses
kullanmadan kendi bestesini oluşturuyor. Ben Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini
kullandım.
Daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaşabilmek için yurtdışına gitmeyi düşünüyor
musunuz?
Ben üretim için Türkiye’deki verinin daha heyecan verici olduğunu düşünüyorum.
Yapılacak çok şey var. Dinleyici daha az belki ama son 5-10 yılda çok gelişti ve
gelişmeye devam edecek. Benim için önemli olan müzikte enteresan, kültüre yenilik
katan bir örnek sunmak. Ben bunu yurtdışında değil ancak burada yapabileceğimi
düşünüyorum ki Amerika’ya gitmeden, oradan albüm çıkarabilmiş olmam da bunu
gösteriyor. Ürün iyi olduğu sürece evrensel olabilir diye düşünüyorum.
Şu an üzerinde çalıştığınız en heyecan verici proje hangisi?
Bu seneki Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenen, Damla
Hacaloğlu’nun “Gökkuşağı” projesi sonrasında John Wilson adında Amerikalı bir
besteciyle tanıştım. Lord of the Rings’in film müziğinden Kylie Minogue ve 9 Inch
Nails’a kadar birçok isimle prodüktör, müzisyen ve remiksci olarak çalışmış bir isim.
Onun kendi yaptığı enstrumanların seslerini yeniden biçimlendirerek bir albüm
yapıyoruz. Şu an internet üzerinden çalışıyoruz. 2005’te bir ay kadar Amerika’da
kapanıp bir albüm çıkarmayı planlıyoruz.
Ve sonra?
Albümleri devam ettirmek, stüdyomu büyütmek, yeni müzik üretiminde bahsettiğim
üç kanalda da ilerlemek, farklı şehirlerin seslerini albümlere aktarmak...
Esra Aysu Aysun
BASATAP
Aralık 2004
Erdem Helvacıoğlu ile tanışmış mıydınız?
Erdem Helvacıoğlubu topraklarda müzik yapıyor, ama yaptıkları buralarda bilinmiyor
ya da ilgi görmüyor; albümleri yurt dışında basılıyor, ait olduğu müzikal geleneğin
önde gelen isimleriyle aynı albümü veya sahneyi paylaşıyor, hazırladığı birçok ses
enstalasyonlarıyla Havana, Fransa, Belfast, Chicago’da gerçekleşen önemli bienal ve
festivallere katılıyor ve hatta oralarda kendisine onur ödülü veriliyor; yaptığı
bestelerle Luigi Russolo Elektroakustik Kompozisyon Yarışması’nda iki yıl üst üste
üçüncü oluyor vs. vs.
Bizim topraklara geri dönecek olursak; aslında kendisi, Yaşar’ın “Sevdiğim Şarkılar”
albümünü açtığınızda albümün tonmaysteri olarak karşınıza çıkacak bir isim aynı
zamanda. Sonra Güneydoğu’ya gidip Zazaca şarkılar yapan Venge Sodiri isimli bir
grupla çalışıyor. Ama sanıyorum ki birçoğumuz Erdem’in ismini ve müziğini ilk kez
Phonem aracılığıyla duyduk. Roxy’de düzenlenen “Yerliler” gecesinde “eski
45’liklerden, Türk film müziklerinden, sokak kayıtlarından aldığı sesleri soyut
elektronik dokular ile birleştirdiği” müzik projesiyle sahneye çıkmıştı. Sonrasında
öğrendiklerimiz ise asıl ilgi alanının elektro-akustik olduğu; kompozisyon okuduğu;
sample, miks ve kayıt teknikleri ile hayatını geçirdiği; MIAM’da doktora yaptığı;
bağımsız bir müzik eğitim projesi olan Genç Atölye’de “miks ve mastering” dersleri
verdiği... Son olarak ABD’de yayınlanan, Kapalıçarşı’dan topladığı sesleri üzerinden
yaptığı “A Walk Through the Bazaar” albümü ile biraz ilgi toplamıştı. Peki sonra
neler oldu? Erdem Helvacıoğlu neler yapıyor, yoksa yine ABD’de bir albüm mü?
Yaptığın müzikler çoğunlukla “akademik” ve dolayısıyla da “elitist” olarak
yorumlanıyor mu? Bu müziği yapmak veya dinlemek için bir müzik eğitimine
ihtiyaç var mı? Sence senin parçalarını kimler dinliyor ya da sen kimlerin
dinlemesini isterdin?
Amerika, Kanada gibi ülkelerde müziğim üniversitelerin elektronik müzik besteciliği
derslerinde dinletiliyor ama genel itibariyle müziğimin akademik olarak
değerlendirildiğini sanmıyorum. Ancak belki içine girmek ve daha çok tad almak için
elektronik müzik bilgisi gerekebilir. Bu her türlü sanat için geçerli tabii. Ben, yeni
sesler ve anlatımlar arayan, kulağı, beyni ve yüreği yeni heyecanlara açık her
dinleyicinin müziğimi dinlemesini isterim açıkçası. İnsanların müziğimi dinlemek için
doktora derecesine ihtiyaçları yok, sadece önyargısız, merak ve heyecan içinde
dinlesinler yeterli. Hayatlarında hiç duymadıkları yeni dünyalara gireceklerini
söyleyebilirim.
Okuduğumuz kadarıyla son olarak Fransa’da katıldığın Nuit Bleue Festivali pek
çok açıdan farklı bir deneyim olmuş. Ne gibi özellikleri vardı bu etkinliğin?
Neler yaşadın?
Şu ana kadar uluslararası alanda katıldığım en ilginç ve en güzel festivaldi
diyebilirim. Bir kere festivalin gerçekleştiği alan çok güzel, tarihi bir mekandı.
Yaklaşık 250 sene önce kurulmuş ve uzun bir süre tuz fabrikası olarak kullanılan
1000 metre karelik bir alanda gerçekleşti festival. Bu büyük mekanda toplam 48 adet
hoparlör çeşitli noktalara yerleştirilmişti. Çalınan eserler canlı olarak bu 48 adet
hoparlöre yönlendiriliyordu. Yani bir saniye önce 20 metre önünüzde olan ses, bir
anda 30 metre gerinize düşüyordu. Müzik, ses, tarih mekanı inanılmaz bir şekilde
dolduruyordu. Bir diğer güzel yanı ise benim festivale onur konuğu olarak davet
edilmemdi. Hildegard Westerkamp, Mathew Adkins, AKG, Autechre, Philip Jeck,
Leafcutter John gibi dünyanın sayılı elektronik bestecilerinin olduğu bir festivalde
onur konuğu olarak çağrılmak büyük bir gurur kaynağıydı benim için tabi.
Ağustos ayında sadece “insan” seslerinin kullanıldığı bir albümde yer aldın:
“Poetry & Chaos”. Bu albümün motivasyonu neydi? John Cage’den bir alıntıyla
başlıyor albüme giriş. “[...] Bence, hayatımızda ihtiyaç duyduğumuz şey,
cesaretimiz olduğu ölçüde şiir ve karışıklığa dönmektir; hayatın emin tarafında
durmak değil.” Bu aforizmayla albümün içeriği hangi noktada buluşuyor? Sen
nasıl bir fikir veya duygunun yolunda yaptın “Vocal Metamorphosis” parçasını?
Bu albümün motivasyonu, insan sesinin yeni teknolojiler ile alacağı yeni boyuttu. Her
besteci kendi dilinde en sevdiği kitabın ilk ve son cümlesini kaydederek internette
belli bir noktaya yükledi. Daha sonra tüm besteciler, oluşan bu ses havuzundaki
verileri kendi bilgisayarlarına indirdiler ve eserlerini sadece bu ses havuzundaki
verileri kullanarak oluşturdular. Böylelikle birbirini hiç tanımayan kişiler, hiç
bilmedikleri dillerdeki sesleri kullanarak, birbirlerinin eserlerine katkıda bulunmuş
oldular. Bu çok heyecanlı bir süreçti. Tek bir noktadan, ne kadar değişik yollara
sapılabileceği albümü dinleyince anlaşılıyor. Gerçekten çok ufuk açıcı bir albüm.
John Cage’e gelirsek. Albümün tüm içeriği zaten şiirsellik ve karmaşa üzerine. Bu tip
eserlerden oluşan bir albümün yayınlanması, eserlerin oluşum süreci hayatın emin
tarafında durmamanın bir göstergesi bence. Ben kendi parçamı üç ana katman üzerine
kurdum. Birincisi, hiç proses edilmemiş, saf haliyle insan seslerinin kullanımı.
İkincisi, yaratılan seslerin insan konuşmalarından olduğu anlaşılacak şekilde proses
edilmesi ve son olarak tamamen farklı duyulan, orijinal kaynağın insan konuşması
olduğunun anlaşılamayacağı yepyeni seslerin yaratılması. Bu üç ana öğeyi, eserde
aynı anda kullandım ve böylelikle şaşırtıcı üç boyutlu yeni bir dünya yaratmaya
çalıştım.
Yakında yeni bir albümün çıkacak. Tabii yine yurt dışında. Biraz bundan
bahsetsene? Senin kaç albümün oldu Türkiye dışında yayınlanan? Sen müziğini
burada İstanbul’da yapıyorsun, çok az Türk senin yaptıklarından haberdar,
neler hissediyorsun? “Türkler bu noktaya gelinceye kadar çok yol var... Beni
burada kim anlar ya da takdir eder” mi diyorsun bu durumda?
Yeni albümüm solo akustik gitar ve canlı elektronik ögelerden oluşuyor. Hem gitar
çalıyor hem de aynı anda bilgisayardaki özel bir program(Audiomulch) ve efekt
prosesörü (tc electronic fireworx) ile canlı olarak akustik gitarın sesini işliyorum.
Akustik gitar repertuarı içinde özel bir yeri olacak sanıyorum albümün. Bu albümden
önce yine Amerika’da “A Walk Through The Bazaar” adlı albümüm yayınlanmıştı.
Onun dışında İtalya, Avusturya ve Amerika’da yayınlanan çeşitli toplama albümlerde
eserlerim var. Elektronik müzik ile ilgilenen belli bir kesim sanırım benim müziğimi
biliyor ama onun dışında genel olarak çok büyük bir ilgi olduğu söylenemez. Bu
Türkiye’deki birçok müzik ve sanatçı için de geçerli bir durum. İnsan bazen kızıyor
ve umutsuzluğa düşüyor; neden bu ülkenin müzik anlayışı kısır diye ama sanırım biz
ve bizden sonraki nesil bazı şeyleri değiştirecek.
MIAM’daki doktora çalışmana devam ediyor musun? Sence MIAM’ın Türk
müzik sahnesindeki yeri nedir? Gelecek için ne gibi beklentilerin ya da
öngörülerin var bu merkezle ilgili?
Bence şu anda MIAM Türkiye’de çok önemli bir yeri temsil ediyor. Sadece
MIAM’da elektronik müzik üzerine doktora programı var ve ben de hala burada
elektroakustik müzik kompozisyonu üzerine doktoramı yapıyorum. Beş sene
içerisinde MIAM Türkiye’nin elektronik müzik besteciliği ve kuramı üzerine en
önemli merkezi olacak. Ayrıca uluslararası alanda da adının daha çok duyulacağını
düşünüyorum.
Son zamanlarda elektronik ya da pop müzikte neler dinliyorsun? Neler seni
tetikliyor, heyecanlandırıyor? Farklı müzik anlayışlardan da besleniyor musun?
Oval, Matmos, Orbital, Autechre, Hildegard Westerkamp, Natasha Barrett, Björk,
Massive Attack, Brian Eno, DJ Spooky şu anda dinlediğim bazı sanatçılar.
Olabildiğince farklı müzikleri dinlemeye çalışıyorum. Elektronik müzik ile hiç ilgisi
olmayan çeşitli etnik müzikler dinliyorum. Onun dışında Amerikan film müziği
bestecilerinin eserlerini takip etmeye çalışıyorum. Şu anda ise beni en çok yeni Japon
elektronik müziği heyecanlandırıyor.
Herhangi bir fotoğrafa ya da yapıya bakıp ya da bir film seyredip “Buna müzik
yapmak ne güzel olurdu” dediğin oldu mu? O anlamda sana ilham veren neler
var?
Tabii çok oldu ve olmaya da devam ediyor. Mesela Ayasofya’da gerçekleştirmek
üzere bir enstalasyon fikrim var. Tarihi mekanların bugünün sesi, müziği ve
teknolojisi ile bütünleşmesi beni çok heyecanlandırıyor. Küba’da Mart ayında
katıldığım elektronik müzik festivalinde izlediğim bir performans beni çok
etkilemişti. Robert Mulder’ın yaptığı görseller üzerine Kanadalı besteci Kristi Allik
müziklerini seslendirmişti. Müthiş bir performanstı. Görseller Kanada’nın doğa
görüntülerinin jitter programı ile canlı manipülasyonundan oluşuyordu. Bu
görüntülere müzik bestelemek isterdim açıkçası.
Bir parçanın bittiğine ne zaman karar veriyorsun? Nasıl bir süreç bu? Bir parça
ne zaman biter?
Yanıtlanması zor bir soru sordun. Bu hem çok teknik bir konu, aynı zamanda çok
içgüdüsel. Besteci olarak bir eserin oluşumundaki teknik konuları çok iyi öğrendikten
ve içselleştirdikten sonra artık eserin oluşum süreci ve bitişine karar vermek içgüdüsel
bir hal alıyor. Bir parçaya başlarken kafanda çok net bir fikir ve yön varsa eser çok
hızlı bir şekilde gelişiyor. Yoksa oluşum sürecinde tıkanma olasılığı çok yüksek.
Parçanın bittiğine ise, başta oluşturduğum fikrin bu son haliyle olgunlaştığını
düşündüğünde karar veriyorsun. Bazen bu karar verme süreci hızlı, bazen ise çok
uzun ve sancılı oluyor.
Müge Turan
REC
Kasım 2004
Takvim 1997’yi gösterirken Too Much, New Wave dinleyen kitleyi ziyadesi ile
memnun eden bir performansla sıkça demo kaydediyor, toplu konserlerde boy
gösteriyordu. Derken grup elemanları farklı alanlara ve ülkelere doğru yön değiştirdi
ve Erdem Helvacıoğlu, ses tasarımlarını esas alan birbirinden farklı pek çok projede
ismini duyurmaya başladı.
Locust Music ( A.B.D ) etiketi ile 2003 yılında yayımlanan “A Walk Through the
Bazaar” albümü sayesinde yeniden gündeme gelince izini bulduk; Gayrettepe’ye nazır
stüdyosunda hem eski günleri andık, hem de bugünü konuştuk.
Seninle en son yıllar önce, Roll dergisi için gerçekleştirdiğimiz Too Much
röportajı vesilesi ile sohbet etmiştik. O zamanlarda aklımda kalanda iki şey var:
İlki, grup olarak müzik yapmak konusunda vardığınız noktanın geleceği
hakkında söyledikleriniz; diğeri ise İstanbul’u anlatmak istediğiniz ama bunu
İngilizce sözlerle yapmak yerine başka bir yol takip ederek yapma niyetinizdi.
Seni hep, bir ses kaynağı olarak gitarın sınırlarını zorlayan, heterodoks bir
gitarist olarak takip ettik. Son konserlerde bas-gitar-davul üçlüsü ile Chemical
Brothers çalan bir gruptan, Too Much günlerinden bu yana neler değişti?
Tipik rock gitar çalımından kaçmaya çalışıyordum. Bir çok müzikle aynı anda
ilgileniyor olmak, elektrikli gitar kadar akustik gitara ağırlık veriyor olmam bu
arayışlara yardımcı oldu. Too Much’ın son dönemlerinde elektronik müzik yeni yeni
parlamaya başlamıştı ve efekt pedallarını kullanarak farklı teknikler ve akord
biçimleri ile kullanım alanını biraz daha genişletmek üzerine denemeler yapmaya
başlamıştım.
Peki tek başına kayıt sürecin Too Much dağıldıktan hemen sonra mı başladı?
O günlerde bir Korg N5 bir de sampler almıştım ve tam o sıra “Fasulye” filminin
müzikleri için teklif gelmişti. Çok az ekipmanım vardı o zaman, bilgisayarı toparlayıp
çalışmaya başladım.
İlk ekipmanlar nelerdi?
Korg N5, Emu Esi 4000 sample, Emu Audity, PC ve mikser... Derken synth’lere
merak saldım; arkadaşlardan sample bankası CD’leri toplamaya başladım ve ardından
İ.T.Ü MIAM serüveni başladı. MIAM, benim için yeni bir dönemdi çünkü
prodüksiyon kalitesine daha çok kafa patlatmaya başlamıştım, dinlediğim kayıtların
çok daha olması gerektiğini düşünüyor, niye ve neyin olmadığını bulmaya
çalışıyordum. Kafam bulanıktı çünkü nasıl yapabileceğim hakkında fikrim yoktu. Bu
yüzden ses teknisyenliği okumayı tercih ettim. Hemen ardından da elektronik müzik
kompozisyonu üzerine eğitim almaya başladım. İşin akademik boyutu, kompozisyon,
form yaratmak, teori ve tarih... Bu eğitimin bana en büyük katkısı, kaydetmek
istediğim veya başkasının kaydetmiş olduğu herhangi bir müzik parçasının nasıl
düzenlenmesi gerektiğini, son halinin nasıl şekil alacağını ve ortaya çıkacak
problemlerin nasıl çözümleneceğini tasarlayabilme, öngörebilme yeteneğini
kazandırmak oldu. Okulda çalışırken evde kendi işlerime devam ediyordum. Okulda
pek çok farklı müzik üzerine çalışma fırsatı buldum, kaydetmek, mikslemek gibi.
Evde ise daha kişisel va kapalı bir çalışma dünyası ortaya çıkıyor, doğal olarak.
Bugünden bakarsan, grup ile müzik yaptığın döneme nasıl bakıyorsun?
Tek başına çalışmanın çok artısı var tabii. Çalışma saatini, metodolojini,
prodüksiyonun tüm aşamalarını kişisel olarak belirlemekte özgürsün. Müziğini sadece
kendi istediğin gibi tasarlayıp uyguluyorsun. Öbür tarafta grup ile çalışmanın da
avantajları var. Sende olmayan diğer özelliklere sahip başka insanlarla müzik
üretiyorsun. Karşılıklı öğrenme süreci açısından çok faydalı olduğunu düşünüyorum.
Diğer yandan prova yapman lazım, o kadar kişinin programını denk düşürmek,
enstrümanları oradan oraya taşımak, ortak buluşulacak bir yere karar vermek falan...
Stüdyo provasının ilk yarım saati zaten yok gitarı tak, yok davulu ayarla ile geçip
gidiyor. Kalan zamanda da iki üç şeye bakıp evine dönüyorsun. Bir de Istanbul’da
bunu başarmak çok zor, belki başka bir şehirde daha kolay. Şimdi düşünüyorum da
nasıl yaptığımızı, düşünmesi bile yoruyor bazen... O dönemde rock ile uğraşan bir çok
insan, hemen ardından kendi ev stüdyolarını kurup müzik yapmaya başladı ve
elektronik müzik tasarımlarına yöneldi.
MIAM ile başlayan dönemden bu yana alırsak, müzikal tasarı açısından nasıl bir
süreç izledin?
Yeni anlatımların peşindeydim ve rock, deneysellik anlamında bunu farklı bir yere
kadar kaldırabiliyor. O dönem, Massive Attack ve Björk’ün Türkiye’de yeni yeni
popülerleştiği bir dönemdi. Gitar çalmaktan o kadar sıkılmıştım ki, uzun zaman elime
almadım gitarı.
Kendi ses tasarımlarına yöneldiğin bu dönemi takiben yutydışında epey bir işin
yayımlandı, toplama albümlere verdiğin parçalar, solo ve ortak albüm projeleri
gibi... Piyasadan sipariş edilen bir işi tasarlamak ile kendi müziğini tasarlamak
arasında izlek anlamında nasıl bir fark var?
Biri işlevsel bir müzik, diğeri ise benim ses tasarımcısı olarak kimliğimi yansıtıyor.
Bu yüzden her iki alanda da çalışırken gerek kullandığım yazılımlar, cihazların
kombinasyonu ve seçimi, gerekse kompozisyonun tasarımı ve uygulaması mantık
olarak farklı. Mesela bir pop prodüksiyonunda ne kullanılır, genel olarak? EQ, gate,
chorus, reverb, kompresör ve saire. Oysa daha deneysel bir işe başladığında aynı plug
in’leri kullanıyor olsan bile kullanım mantığı farklı oluyor.
Tamamen yurtdışına yönelik olmak üzere çok yoğun bir üretim sürecin ve
seyahat trafiğin var. Normal seyrin aksine çok sık albüm üretiyor ve
yayımlıyorsun. Yurtdışı bağlantıların nasıl başladı ve ilerledi?
MIAM döneminde elektroakustik müzik üzerine çalışırken ilk bağlantılarımı kurmaya
başlamıştım zaten. Önce Amerika, derken kimi Avrupa festivallerinde eserlerim
seslendirilmeye başladı. İtalya’da her yıl düzenlenen Luigi Russolo yarışmasında bir
parçam finale kaldı. Sonra ilk ödül geldi, derken diğerleri... Hepsi birbirini
tetiklemeye başlayınca ismin yayılmaya başlıyor. Bu sene Küba, İrlanda, İtalya’da
çeşitli festivallere katıldım, şimdi G.Kore’ye gideceğim.
Festivallerde çalındı diyorsun, sonuçta CD formatında gönderdiğin bir kayıt ile
nasıl festivale katılıyorsun?
Farklı şekillerde icra ediliyor. Ya kendin gidip yarım saatlik veya daha uzun bir
performans gerçekleştiriyorsun, ki bu canlı da olabiliyor; ya da “tape music”
festivalidir, orada da performans yaoan kişi senin CD’de gönderdiğin iki track parçanı
sekiz ya da on altı track için difüze ediyor. Sonuçta senin besten ama performansı
gerçekleştiren kişinin ellerinde orada tekrar can buluyor. Bu durumda aynı eser, her
festivalde farklı tınlıyor.
Türkiye’den katılıyor olman, ilgi görmene etkili oluyor mu?
Aslında benim müziğimin özgünlüğü onlar için çok daha dikkate değer bir kriter. Bir
kaç ödül, festivaller derken senin ses dünyanı, yaklaşımını ayırt etmeye başlıyor
insanlar. Tabii Türkiye’den neredeyse hiç katılımcının olmaması onlara ilginç geliyor
olabilir. Dünyanın dört bir yanından yüzlerce kompozitör katılıyor; Doğu Avrupa,
Yunanistan, Balkanlar, Latin Amerika... Ama Türk yok denecek kadar az.
Bunu neye bağlıyorsun?
Elektronik müziğin ve elektronik müzik tasarımı anlayışının Türkiye için yeni olması.
Kanımca Türkiye’de elektronika dendiğinde çoğunlukla kes yapıştırdan ibaret,
sample bankalarından apartılıp örülmüş, belli bir bpm aralığının ne altına inen
ne üstüne çıkan bir üretim şekli söz konusu, tek tip...
Evet, bunu eğlendirmeye güdümlü, pompalanan bir seri üretim malzemesi olarak
algılıyorlar çünkü. Oysa elektronik müzik kompozisyonu metodolojisini temel kabul
edip üretim yapan çok insan var ama bunlar su yüzüne pek çıkmıyor; daha çok evde
üretiyorlar. Bunun iki sebebi var: Reason’ın, Cubase’in ve benzeri programların
yaygınlaştığı dönemde bu işle uğraşan kişilerin kafaca önünü açacak bir ortam veya
kişi çıkmadı. O yüzden büyük bir çoğunluk orada, o yazılımların dünyasına sıkıştı
kaldı. İkincisi, bu üretimleri yayacak bir sistemin olmaması. Radyo programı,
bağımsız plak şirketleri gibi... Bence beş sene içinde çok şey değişecek.
Türkiye şartları ile karşılaştırırsak, master kaydın müzisyenin elinden çıktıktan
sonra süreç yurtdışında nasıl işliyor, temel farklar ne?
Herşeyden önce, müzisyen ve kompozitör olarak gördüğün saygı çok büyük. Albüme
doğru tüm aşamalarda seninle ortak bir şey yaratıyor olmalarının heyecanına tanık
oluyorsun. Onayın alınıyor, senin için yapıldığını sana hissettiriyorlar. Diğer yandan
tanıtım ve duyuru sistemi çok iyi çalışıyor. Örneğin Wire’da yayımlanacak tanıtım
yazısının kime yazdırılacağından, albümde yer alan hangi parçanın eleştiri
yazarlarından hangisinin hoşuna gideceğine kadar tüm bilgileri değerlendirip
çalışıyorlar. Altı ay sonra ne yayınlayacakları bile belli. Boşa zaman kaybetmiyorlar.
Burada Unkapanı mantığı baskın ve sömürü düzeni geçerli.
Stüdyoda elin en çok hangi cihazlara gidiyor, favori kombinasyonunu sorsak?
Cubase, Audiomulch, GRM Tools ve Hog başta olmak üzere özel sesler yazmaya,
yaratmaya yarayan tüm özel ve butik yazılımlar tercih listemin başında geliyor.
Sipariş işlerde daha dar bir setup tercih ederken kendi işlerimde çok ufak detayların
üzerinde çalıştığım için özel patch’ler yaratmak, mikro sesleri büyütüp dönüştürmek
için pek çok seçeneği beraber kullanıyorum.
Bir dönem aldığım Audity’ye elim artık pek gitmiyor, şimdi Virus’ı tercih eder
oldum. İlk dönem aldığım Lexicon MPX-100 de elimden uzak düşen aletlerden biri.
Şimdi yazılımlar ve plug in’ler daha çok işime yarıyor. Aynı alanlarda iş gören
hardware’leri pek kulanmaz oldum. Korg’un Kaoss pad’ini canlı kaydettiğim işlerde
kullanıyorum. Bazı cihazların sound’u çok spesifik, Korg Electribe mesela. Drum
machine olarak vazgeçilmezlerim arasında. Şimdilerde sadece çok spesifik işlevleri
olan donanımları satın alıyorum.
Virtuality... Bu eğilimin kullanım ve satın alma tercihinde ileride şimdiki kadar
baskın olacağını düşünüyor musun? Yoksa hardware kullanmak tekrar moda
olacak mı?
Virtual yaklaşım daha uzun bir süre geçerli olacak. Mesela hardware sampler
neredeyse bitmiş durumda. Emu’nun sitesine baktım, üretim durmuş. Akai ne oldu
bilmiyorum. Şimdi herkes ya Giga sampler, ya Kontakt kullanıyor. Virtual
enstrümanlar gelişerek devam edecek ama ne olacak? Hardware sequencer, drum
machine, efekt prosesörleri... Bunlar hep varolacak, çünkü her bir markanın, modelin
çok kendine has bir ses karakteri ve kullanım mantığı var. Yani şu düğmeleri
çevirerek bir iş yapmanın keyfi bambaşka. Sampler’lar yolcu ama ES1 sahne
performansına yönelik cihazların daha uzun süre gündemde kalacağını tahmin
ediyorum. Live looping hep olacak.
2005: Ne tasarlıyorsun?
Şubat gibi, Locust’tan yeni bir albümüm yayınlanacak. Akustik gitar ve live
electronics temalı. DAT’a live to 2 track kaydediyorum. Plak şirketi çok heyecanlı bu
proje hakkında, “akustik gitarda yeni bir anlatım” olarak nitelendiriyorlar. Ayrıca
enstrüman tasarımcısı John Wilson ile çeşitli resonatörlere iliştirdiği farklı boylardaki
yaylardan oluşan enstrüman dizisi için bir albüm tasarlıyoruz. Benim demolarım,
onun demoları derken ortak bir noktada buluşup 2005’te albümü yayınlamayı
planlıyoruz. Türkiye’den Müzikotek ile bir proje geliştiriyoruz, geleneksel Türk
enstrümanlarının elektronik müzikte kullanımı esasına dayanan.
2005: Türkiye’de elektronik müzik
Bence hem üretim artacak, hem de bu üretimi yayacak bağımsız plak şirketlerinin
yavaş yavaş kurulacağı bir dönem başlayacak. Farklı müzikler tasarlayan insanların
artık evden çıkması gerekiyor. Aynı düşünce alanında olan tüm müzisyenlerin beraber
bir sinerji yaratmasını, ortaya çıkarttığımız işlerden birbirimizi haberdar etmemiz
gerektiğini düşünüyorum. Böylece hem dinleyici sayısı artacak, hem de hepimizin
elinde olan olanakları, bağlantıları birleştirip ortak bir fayda için çalışıyor olacağız.
Sarp Keskiner

Benzer belgeler

Untitled - Erdem Helvacioglu

Untitled - Erdem Helvacioglu çok daha dikkate değer bir kriter. Bir kaç ödül, festivaller derken senin ses dünyanı, yaklaşımını ayırt etmeye başlıyor insanlar. Tabii Türkiye’den neredeyse hiç katılımcının olmaması onlara ilgin...

Detaylı